Birinci Kısım
Transkript
Birinci Kısım
XV. İLE XX. YÜZYILLARDA BÜYÜK GÜÇLER Ders Notları (Birinci Kısım) Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER “Güç” Kavramı Devletlerin uluslararası politikalarının analizleri yapılırken ve bu çerçevede uluslararası ilişkiler kapsamında yeni teoriler ortaya konulurken en çok değinilen kavram güç olgusudur. Güç kavramı için ortaya konulan bütün tanımlamalar dikkate alındığında, bu kavramın net bir çerçeveye oturtulmadığı görülecektir. Buna göre güç kavramını oluşturan unsurlar ile ilgili askeri, ekonomik, siyasi, coğrafi vb. birbirinden farklı görüşler ortaya konulmaktadır. Kimilerine göre bunlardan herhangi biri güç kavramını ortaya çıkarmaya yeterken; kimilerine göre de bütün etkenlerin birbiri arasında ilişki olma zorunluluğu vardır. Özdemir‟in çalışmasında değindiği bazı temel yaklaşımlar, güç kavramını şu şekilde ilişkilendirmektedir: İdealist yaklaşım da uluslararası ilişkilerde gücün önemini kabul ederken, güç mücadelelerinin savaş-dışı ve özellikle ekonomik yöntemlerle yürütülebileceğini savunur. Marksizm ve feminizm gibi eleştirel teorilerin analizlerinin odak noktasında da yine güç ve güç ilişkileri vardır. Eğer güç merkezli bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı ile yalnızca realizm özdeşleştirilmiş olsaydı herkes realist olurdu. Realizme özgü olan asıl varsayım, gücün yalnızca kaba somut uygulamalar (“brute material forces”) yoluyla sonuç doğurabileceğidir (WENDT, 2006: 97). Diğer yaklaşımlar da analizlerinde güce merkezi bir yer vermekte, ancak tanımlarında kaba kuvvet yerine fikirlere ve kültürel ya da kurumsal bağlamlara yaptıkları vurgu nedeniyle realizmden farklılaşmaktadır. “Büyük Güç” Kavramı Güç kavramı ve bunu oluşturan unsurlar ne kadar tartışmalı olsa da, büyük güç kavramının içeriği hemen hemen bellidir. Tarihsel bağlamda ele aldığımızda, başka devletler veya milletler üzerinde politik, ekonomik ve kültürel nüfuzu kuvvetli olan ve bunu kullanabilen ülkeler için büyük güç kavramı kullanılmaktadır. Dolayısıyla dersin kapsamını oluşturan 15. yüzyıldan itibaren bakıldığında, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya ve Osmanlı devleti için büyük güç sıfatına sahiptir diyebiliriz. 18. yüzyıl başlarından itibaren ise bu grup içerisinde Birleşik Krallık ve Habsburglar ile birlikte Rusya, Prusya, Avusturya gibi ülkeler yerini almıştır. Söz konusu devletlerin büyük güç olarak algılanması, bu devletlerin askeri ve ekonomik durumlarındaki değişimle meydana gelmiştir. Buradaki değişim bu devletlerin kendisini etkilerken, diğer yandan dünya düzeninin yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Batı Avrupa‟nın 1500‟lü yıllarla başlayan güçlenme süreci, o güne kadar var olan siyasi, askeri, ekonomik sistemi değiştirmiştir. Bu yeniden şekillenme Osmanlı Devleti, Rusya, Çin, Türk-Moğol devletleri gibi o güne kadar önemli güç olarak varlığını sürdüren siyasi yapılanmayı sarsan süreci başlatmıştır. Alan ile ilgili önemli tespitlerde bulunan Kennedy bu süreci şu şekilde yorumlar: Doğu imparatorlukları ne kadar etkileyici ve düzenli görünseler de, ticari etkinliklerde ve silah geliştirmekte başarı göstermiş olsalar da düşünce ve uygulama birliği üzerinde baskıcı bir merkezi otoritenin varlığı her zaman için gelişmenin önündeki engel olarak görülmüştür. Oysaki Avrupa’da bir üst otoritenin bulunmayışı krallıklar ile şehir devletleri arasında rekabeti kızıştırmış ve bu rekabet, askerî alanda gelişme sağlamak için devletleri sürekli arayış içine sokan itici bir güç olmuştur. Merkezî otoritenin olmaması, gelişmenin ve değişimin daha kolay 2 1 olmasına olanak sağlamıştır ve bu sayede Avrupa devletleri kısa zamanda doğunun her alandaki üstünlüğünü batıya transfer edebilmişlerdir. Coğrafi Keşifler ve Değişen Dünya Düzeni XV. yüzyılın ortalarında Avrupa modeli, yerel özellikler içeren bir kurgu üzerine seyretmekteydi. Bu dönemde çoğu insan köyünden uzağa hiç seyahat etmemişti. Üretilen ürünler yalnızca gün içerisinde gidilip, dönülebilecek kadar uzaklıktaki yakınlardaki bir kasaba pazarına götürülürdü. Zihinsel dünya da bu şekilde yereldi. Ancak az olmakla birlikte bir kısmı da kendi bölgesinin sınırlarının dışına çeşitli yollarla ulaşmak için çaba göstermekteydi. Daha çok denizlerde seyahat eden az sayıda insan, hızla gelişmekte olan Viyana dışında çok ücra köşelere eşyalar, yeni fikirler ve değişim getiren bir etkileşime girmişti. Keşifler öncesi dönemde Avrupa‟nın dünyaya dair bilgisi çoğu kez efsaneler, mitler ve dini yapının tasvirine dayalıydı. Çoğu gerçek dışı olan bu bilgilerin yanı sıra, bazen bir kaşifin seyahat notlarına dayalı olarak doğru bilgiye ulaşmak mümkün olmaktaydı. Marco Polo, Plano Carpini, Rubruck, Sir John Mendeville gibi kişilerin seyahatlerinden edinilen bilgi doğu hakkında Avrupa‟ya önemli bilgilerin aktarılmasını sağlamıştı. Coğrafi Keşifler Tarihi‟ni kaleme alan Arnold‟a göre efsanelere, korkulara, kilise verilerine dayanan bu sığ düşünce, korku verici ve cesaret kırıcıydı. Bu durum soruşturmacı zihniyetin ve araştırmacı ruhun önündeki önemli engellerdendi. Keşifler öncesinde haritacılık da bu kapalı görüş nedeniyle gelişme imkanı bulamamıştı. Daha çok kilise eliyle çizilen ve adına Mappe Mundi denilen haritalar mevcuttu. Bu haritalar Hıristiyanlığın manevi merkezi olarak gösterilen Kudüs‟ü merkeze koyarken, o güne kadar bilinen kıtaları ise buranın etrafında simetrik olarak yerleştirmişti. (Merkeze Kudüs‟ü (Jerusalem) alan bir Mappe Mundi haritası) Dini amaca hizmet maksadıyla çizilen bu haritaların denizci ve gemicilere de en ufak faydası yoktu. Bunlardan başka Batlamyus‟un eserinden hareketle çizilen haritalar mevcuttu. Bunlar Asya‟nın batısı ve Afrika‟nın kuzeyi konusunda başarılı olsa da Afrika‟nın güneyi, Hint Okyanusu konusunda başarısızdı. Ayrıca Antartika, Avustralya ve Pasifik bu haritalarda yer almıyordu. Bütün bu eksikler keşifler çağının ilk haritacıları tarafından doldurulmaya çalışılmış, hayali bilgilerle 3 4 doldurulmuştur. Ancak ne kadar hatalı olursa olsun tüm bu bilgiler insanın doğasında var olan merak duygusunu harekete geçiren faaliyetleri ortaya koymaya başlamıştır. Dünya üzerine birbirinden habersiz toplulukların varlığı devam ederken, diğer yandan dönemin belirli bir düzeni, ekonomik, askeri ve siyasi sistemi de vardı. Ancak bu dönemde 1348-1349 yıllarında Avrupa‟yı kasıp kavuran “Kara Ölüm” adı verilen veba salgınının etkisinden de söz etmek gerekir. Bu salgın Avrupa‟da nüfusun üçte birinin yok olmasına neden oldu. Nüfustaki bu hızlı erime ekonomik bunalıma neden olmuştu. Bu durumdan çıkış için yeni ticari arayışlar ortaya çıkmış, bu da iki temel gereksinim etrafında şekillenmişti: İşgücü ve ekonomiyi yeniden güçlendirecek değerli madenler. 14. yüzyılın ortasında yaşanan bu önemli gelişme, içine kapanık yaşamını sürdüren Avrupa‟nın ufkunu açacak gelişmelere zemin hazırlamıştı. 1492 yılında Müslümanların İber yarımadası‟ndaki son bölgeyi (Granada) kaybetmeleri, İspanya ve Portekiz‟in yeniden fethi (reconquista) anlamına geliyordu. Potekizliler ve İspanya‟da Kastilyalılar bu yeniden fetih sürecini bir Haçlı Seferi olarak nitelendirip, bu hareketi İber Yarımadası‟nın ötesine yani Afrika‟ya da taşımışlardı. Bu hareketin sonucunda Potekiz 1415 yılında Fas‟taki Ceuta Limanı‟nı da ele geçirmişti. İşte Avrupalı tarihçiler, Portekiz‟in bu hareketini keşifler çağının başlangıcı olarak saymaktadırlar. Bu hareketin daha ileriye taşınamaması ve Gemici Henrique‟in1 denize yönelmeye mecbur kalması, coğrafi keşiflerin başlamasında önemli bir katkı sağlamıştır. Osmanlı Devleti‟nin XV. ve XVI. yüzyıldaki başarıları güney Akdeniz‟in Osmanlı hakimiyetine geçmesini sağladığı gibi, Osmanlı‟nın Fas‟tan Balkanlar‟a ve Karadeniz‟e uzanan varlığı Hıristiyan Avrupa için büyük bir sınırlama anlamına gelmekteydi. Çünkü Avrupa‟nın Afrika ve Asya yönünde ilerlemesi için bilinen ve kullanılan yollar, Osmanlı hakimiyetine geçmişti. Bu da Avrupa‟yı alternatif yol aramaya iten önemli bir etkendi. Ayrıca Avrupa‟ya göre zengin Afrika ve Asya kıtalarından Avrupa‟ya pazarlanan ürünler, Avrupa‟nın dünyanın bu bölgelerine olan 1 Portekiz Prensi olan Henrique‟nin başlattığı keşifler, kendisinden sonra Gine Körfezi, Ümit Burnu ve Hindistan‟a ulaşılmasında oldukça önemlidir. 5 ilgisini artırıyordu. Altınlar, mücevherler, ipekler, halılar, porselen, baharatlar bulunmadıkları fakat tüketildikleri Avrupa‟da Afrika ve Asya‟yı merak konusu haline getiriyordu. Müslümanların İberya‟dan çıkarılması ve Kara Ölüm‟ün etkilerine bağlı olarak, Yeniçağ başlarında Portekiz‟in özellikle güney bölgelerinde önemli bir nüfus açığı ortaya çıkmıştı. Altın ticareti ile eş zamanlı olarak, bu nüfus açığını kapatmak üzere köle ticareti de canlılık kazandı. Erken keşif seferleri sırasında Portekizliler, Portekiz‟deki malikânelerde işçi olarak çalıştırılmak, daha sonra da Atlantik‟teki adalardaki şeker plantasyonlarında kullanılmak üzere Afrika‟dan bazen satın almak bazen de kendi olanaklarıyla ele geçirerek çok sayıda köle edindiler. Bundan dolayı da Avrupalıları keşiflere götüren tek dürtünün Avrupa ürünlerine pazar arama kaygısı olduğu söylenemez. Keşiflerin başarıya ulaşmasında devletlerin verdikleri destekleri de göz ardı edemeyiz. Ayrıca özellikle İtalyan şehir devletlerinde çok iyi yetişmiş denizciler bulunmaktaydı. Denizci, tüccar, kaşif gibi çeşitli kollarda olan bu kişilerin bir başka devletin hizmetine kolayca geçebilmeleri, keşiflerin başarıya ulaşmasında önemli bir etken olmuştu. Christopher Colombus, John Cabot, Amerigo Vespucci gibi ünlü kişiler bu kapsamda değerlendirilmelidir. Gemici Henrique‟nin faaliyetleri nedeniyle keşiflerin başlatıcısı sayılan Portekizliler Ümit Burnu‟ndan geçip Hint Okyanusu‟na ulaştıklarında Asya‟daki deniz teknolojilerini daha yakından tanıma fırsatı buldular ve daha hızlı bir gelişim süreci içerisine girdiler. Bu gelişim de Asyalı kılavuzların ve denizcilerin bilgi ve ustalıklarının da ayrı bir yeri vardır. Vasco da Gama 1498‟de Doğu Afrika‟nın Malindi Limanı‟ndan Hindistan‟ın Kalküta limanına gerçekleştirdiği seyahati Hint Okyanusu‟nun Muson rüzgârlarını iyi bilen Müslüman bir Hintlinin yardımına borçluydu. Bundan dolayı, Portekizlilerin, Fas‟tan Ümit Burnu‟na seyahati seksen yıllık deneme keşifleri sonucunda gerçekleşirken; Ümit Burnu‟ndan Çin‟e ulaşmaları Müslüman kılavuzların bilgi birikimi sayesinde yalnız 15 yıllarını almıştır. Bütün bu örnekler, keşiflerin Avrupalı-Asyalı bilgi birikiminin ortak bir sonucu olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Ne var ki, Avrupa‟nın, dış kaynaklardan aldığı bilgi ve teknolojiyi uyarlama ve daha da geliştirme becerisi, zaman 6 içerisinde onu Asya‟nın önüne geçirecektir. Ümit Burnu üzerinden Hindistan‟a ulaşılmasında özellikle Basra körfezi ve Çin arasında 8. ve 9. yüzyıllardan beri devam eden ticarette tecrübe kazanan denizcilerden yararlanıldığını belirtmek gerekir. Bu bölgede Müslümanların sahip olduğu birikim ile ilgili bu yüzyıllardan kalma seyahatname gibi önemli kaynaklar bizlere yeterli bilgi vermektedir. Daha Abbasi döneminde oluşturulan yapı ile Müslüman denizci ve tüccar, Hindi Çini, Endonezya, Doğu Çin bölgelerindeki şehirlerde koloniler oluşturdular. Aynı şekilde Çin de Basra körfezine kadar uzanan bir ticari ağ oluşturmuştu. 1400-1600 yılları arasında Portekizlilerin ve İspanyolların dini görünümle yola çıktıkları keşifler zamanla siyasi, ekonomik ve sosyal açıdan kendi nedenlerini hazırlayarak küresel ve küçülen dünya için atılan ilk adımlar oldu. Keşiflere daha sonra İngiltere, Hollanda, Fransa ve diğerleri de katıldı. Şaşılacak bir şekilde çok uzak bölgeleri keşfeden Avrupalılar, Afrika‟nın iç bölgelerini derin korkuları nedeniyle daha geç keşfedebildi. Kutuplar, bir önceki yüzyılın ilk yarısında kaşiflerin durağı olabildi. Yeniçağ başlarında doğan bu keşifçi ruh yalnızca bilinmeyen yerlerin keşfi sürecini değil birçok alandaki icadı da tetikledi. Ortaya çıkan merak duygusu, doğayla insanın mücadelesinde yeni bir dönem başlattı ve keşifler için gerekli azmi ve cesareti kamçıladı. Gerçekleştirilen ilk keşiflerin bu denli başarıya ulaşması ve dünya tarihinin farklı bir yöne evrilmesi, ilk keşiflerin yapıldığı zaman diliminde kendi dışındaki dünyanın zayıflığından ve bölünmüşlüğünden büyük ölçüde yararlanmıştı. 1400‟lü yıllarla birlikte Avrupa‟daki rekabet ve mücadeleler, 1500‟lü yıllarla birlikte değişime uğramıştı. Yapıla savaşlar hem yoğunluk hem de coğrafi kapsam açısından farklılaşmıştı. Bunun asıl nedeni iki etken etrafında toplanmaktadır. Birincisi, Reformasyon yani Protestan reform hareketidir. 31 Ekim 1517 tarihinde Martin Luther‟in başlattığı bu hareket ile Avrupa‟daki hanedanlar arası geleneksel rekabet farklılaşmıştır. Protestanlar-Katoliklar arasında mücadeleyi kızıştıran bu hareket, Avrupa‟nın güneyi ile kuzeyini ve gittikçe yükselen kent tabanlı orta sınıflar ile feodal düzeni birbirinden ayırmaya başlamıştır. Bu Hıristiyan Avrupa‟yı bölerken, tarafları uluslarötesi bir mücadeleye çekmiştir. İkinci etken, birleşik bir hanedan düzeninin ortaya çıkmasıydı ki, bunun en önemli örneği de Habsburglar olmuştur. 7 XVI. yüzyıl ile birlikte Amerika kıtası İngiliz, İskoç, İrlandalı, İspanyol, Portekizli, Alman ve sair pek çok ulusun koloniler hâlinde yerleşme ve yurt tutma mücadelelerine sahne olur. Anglo-sakson ve Kelt kökenli Alman, İngiliz, İskoç ve İrlandalılar Kuzey Amerika‟yı; İspanyollar ve Portekizliler ise Meksika‟nın yanı sıra tüm Orta ve Güney Amerika‟yı işgal ederler. Yenidünyada bayrağını dalgalandıracak bir karış toprağı bulunmayan Almanya‟nın milyonlarca vatandaşının da yeni topraklara göç etmesi dikkat çekicidir. Fransızlar, askerî müdahalelerle topraklar kazanmaya çalışmanın yanı sıra Fransa‟dan Missisippi ve Kanada‟ya yapılan göçler aracılığıyla koloniler oluşturmaya başlar. Emperyal devletlerle sürekli rekabet ve mücadele hâlindeki bu genişleme çabalarının başlangıçta sistemli bir faaliyet olmadığı görülmektedir. Bunun yanında İtalya ve İspanya ile sürüp giden savaşlar veya iç karışıklıkların da etkisiyle Fransa Avrupa‟da İtalya‟dan sonra en az sömürgeye sahip devlet konumundadır. Portekiz, İspanya ve İngiltere‟nin Amerika kıtasında gerçekleştirdiği katliamlar; İngiltere‟nin Hindistan‟da her türlü şiddet ve entrika malzemesini kullanarak bölgeye nüfuz etme çabaları; yine İngiltere‟nin Fransa, Belçika, Almanya ve Danimarka ile birlikte Afrika‟yı paylaşım sürecinde yerli halkın maruz kaldığı muamele, zulüm ve katliam insanlık tarihini dehşete düşürecek boyutlara ulaşmıştır. 15. Yüzyıla Girilirken Avrupa’daki Genel Siyasi Durum İngiltere ve Fransa arasında 1337‟de başlayıp, 1453 yılına değin tam 116 yıl süren Yüzyıl Savaşları sonucunda, Fransa‟daki İngiliz hakimiyeti Calais2 kentine gerilemişti. İngiltere‟de 15. yüzyılın başlarındaki zayıf krallar ve savaşlar feodal soyluların güçlerinin artmasına sebep olmuştu. İngiliz soylularının sahip olduğu topraklar, Fransa‟daki soylularınki kadar bağımsız değildi. Yalnızca Galler ve İskoçya sınırı yakınındaki topraklar bağımsızdı ve İngiliz kralları buradaki soylulardan çekinmekle birlikte, sınır güvenliği konusunda onlara güvenmekteydiler. 2 Fransa‟nın en kuzeyinde yer alan kent, Manş Denizine kıyısı ile İngiliz topraklarına en yakın konumdadır. 8 İngilizler, Anglo-İrlanda ile Galler bölgeleri arasında kesin bir çizgi çizerek iki nüfusun karışımını engellemeye çalışıyorlardı. 15. yüzyıl ortalarında Almanya‟yı da içine alan Kutsal Roma İmparatorluğu Avrupa‟nın tam göbeğinde yer alıyordu. Krallıklar, kontluklar, dukalıklar, bağımsız şehirler, piskoposlar, rahipler, rahibeler veya papa tarafından yönetilen din devletleri ve önemsiz soylular tarafından yönetilen küçük topraklarla dolu bir yapı söz konusuydu. Bu bölünmüş görüntü aynı zamanda iç içe geçmiş bir yapıyı da ortaya çıkarmıştı. Bazı bölgeler veya bireyler, aynı anda birkaç siyasi yapının hakimiyetinde kalabiliyor ve her birine vergi ödemek zorunda olabiliyordu. İtalya yarımadası, Almanya‟dan da fazla bölünmüştü. 15. yüzyıla gelindiğinde kuzey İtalya, her biri tüccar aristokrasisi veya bir birey tarafından yönetilen irili ufaklı çok zengin şehir devletlerinden oluşuyordu. Ancak Floransa gibi bazı şehirler, 13. yüzyılda kısa bir süre varlık bulan cumhuriyet yönetimini sürdürür bir görüntüdeydi. Orta İtalya‟daki Papalık devletlerinde papalar, 15. yüzyılın ortalarında aile hanedanlıkları kurmak ve bu bölgedeki askeri-siyasi nüfuzlarını güçlendirmekle meşguldü. Güney İtalya ve Sicilya, Napoli Krallığı elindeydi. Her bir bölge diğeri üzerinde güç sağlamaya çalışıyor ve denge arıyordu. Her başkentte daimi temsilcilikler bulundurmak suretiyle modern diplomasiyi icat etmişlerdi. İspanya‟da da durum aynıydı. En büyük siyasi birimler Aragon ve Kastilya Krallıklarıydı. Navarra, Portekiz, Müslüman Granada tamamen bağımsızdı. Her krallığın kendi parası, hukuk sistemi, bürokrasisi vardı. Kuzey Avrupa‟da 1397 yılında Danimarka Kraliçesi Margrethe önderliğinde Kalmar Birliği kurulmuş, böylelikle Danimarka, Norveç ve İsveç Krallıkları tek bir kralın egemenliğinde birleşmişti. Ancak 15. yüzyıl ortasında İsveç soyluları, birliğin krallarını Danimarka yanlısı olarak gördüklerinden ayaklanmaya başlamışlardı. Baltık‟ın doğu ve güney bölgelerindeki Prusya dükleri3, Litvanya arşidükleri4, Polonya kralları ve Moskova prensleri her türlü sınır anlaşmazlığı ve taht kavgalarında soyluların desteğine güvenmekteydi. Yerel beyler kendi topraklarının en büyük yetkilisi ve gücü olarak halkın haklarını kısıtlamakla meşguldüler. Buna karşın Osmanlı, sürekli genişleyen topraklarında hüküm sürebilmek için merkezi imparatorluk kurumları geliştirmekle uğraşıyordu. 15. yüzyıl ortalarında genel siyasi görüntü bu şekildeyken ve sınırlar sürekli değişirken, kültürel ve entelektüel yaşam da halen din ile ilişkiliydi. Üniversite denilecek yapılar da bu hayatın şekillenişinde önemliydi. 12. yüzyıldan başlayarak sayıları artan ve içerisinde pansiyon, yatakhane, taverna, genelev, çeşitli dükkanlar barındıran karmaşık üniversite yapıları, 14. yüzyıl başında 15-20 iken; 16. yüzyılın hemen başında 50‟yi aşmıştı. Osmanlı’nın Yükselişi 1299 yılında bir uc beyliğinden devlete dönüşen Osmanlı, daha beyliğinden itibaren izlediği önemli bir fetih stratejisinin sonucunda kurulmuş ve gelişme imkanı bulmuştu. Daha İstanbul fethedilmeden Karesioğulları‟nın da yardımıyla Rumeli‟ye geçilmesi ve 1353 yılında Çimpe Kalesi‟nin Osmanlı‟ya geçmesi, ileriye yönelik fetih stratejisinin önemli bir göstergesiydi. 1363‟te Edirne‟nin ele geçirilmesi ve başkentin buraya taşınması da bu stratejinin önemli bir adımı olmuştur. Osmanlı Devleti‟nin Balkanlar‟daki ilerleyişi ve buraya kesin olarak yerleşmesini sağlayacak en önemli adım İstanbul‟un fethi ile atılmıştır. Bu fetih yalnızca Doğu Roma İmparatorluğu‟nun ortadan kalkması anlamına gelmez, aynı zamanda Hıristiyan Avrupa için son derece tehlikeli bir sürecin başlaması demektir. Kennedy, İstanbul‟un fethinin batı için yüklendiği anlama büyük önem atfetmektedir. Kennedy‟nin bu ifadeleri Osmanlı‟nın yükselişini özetleyen ve önemli noktalara vurgu yapar niteliktedir: “…Batı dünyasının büyük bölümünde İstanbul’un 1453’te düşmesinin yarattığı şok hala etkisini sürdürmekteydi. Bu olay, Osmanlı Türklerinin ilerleyişinin durduğunu göstermediği için 3 Dük: Monarşi ile yönetilen Avrupa ülkelerinde imparator, kral ve prensten sonra gelen soylu kişi. Dükalık adı verilen ve imparatorluk veya krallığa bağlı yarı bağımsız eyaletleri yönetmektedirler. 9 4 Arşidük: Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟nun Avusturya kolunda hükümdarlara verilen unvandı. Kral ve grandük arasında kalan bir rütbedir. 10 yüklendiği anlam daha da büyüktü. Yüzyılın sonuna (15. yüzyılın sonu) gelindiğinde Osmanlı Türkleri, Yunanistan’ı ve İyonya Adalarını, Bosna’yı, Arnavutluk’u ve geriye kalan Balkan topraklarının çoğunu almışlardı. Bundan da beteri, yüreklere kordu salan yeniçeri ordularının Budapeşte ve Viyana’ya doğru ilerledikleri 1520’li yıllardı. Güneyde Osmanlı kadırgalarının limanlarına baskılar yaptıkları İtalya’da, papalar, Roma’nın kaderinin de yakında İstanbul’unkine benzeyeceğinden korkar olmuşlardı.” İstanbul‟un fethi, Osmanlı Devleti‟nin ufkunu daha da açan bir süreci başlatmıştı. Avrupa tarihi için bunun önemi ise, önemli ticari yolların Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi nedeniyle Avrupa‟nın yeni arayışlara girmesine neden olmasıdır. Fethin, Asya ve Avrupa arasında sıkışmış bir devlet olan Rusya‟nın da kaderinin değişmesinde önemli etkisi olacaktır. Askeri bir mekanizma olmanın da ötesinde fetihçi bir topluluk olarak hareket eden Osmanlı Devleti, askeri ve bürokratik sisteminde devşirme usulü gibi önemli uygulamaları hayata geçirdi. Osmanlı‟nın yükseliş döneminde bu sistem çok başarılı örnekler verdi. 16. yüzyıl ortalarına geldiğimizde (Kanuni Sultan Süleyman dönemi) Osmanlı hakimiyetinde 14 milyonluk bir nüfus söz konusu olmuştu. Osmanlı‟nın çağdaşlarına göre (İngiltere 2,5 milyon; İspanya 5 milyon) kat kat fazla bu nüfusu ile dönemin askeri ve ekonomik şartlarında büyük bir güç teşkil etmekteydi. Habsburg Hanedanı’nın Yükselişi 1500‟lü yıllarla birlikte ortaya çıkan savaşlar önceki dönemlere göre çok daha yaygın ve birbirleriyle bağlantılı bir düzen içerisinde ilerlemekteydi. Hıristiyan Avrupa‟da Reformasyon hareketi ile başlayan Protestan-Katolik mücadelesinin yanı sıra birleşik bir hanedanlık düzeni ortaya çıkmıştı. Bu birleşik hanedanlık düzenini ise, Cebelitarık‟tan Macaristan‟a, Sicilya‟dan Amsterdam‟a uzanan geniş topraklar üzerinde Habsburglar oluşturmuştur. Kökenleri Avusturya‟da olan Habsburg hükümdarları, kendilerini Kutsal Roma İmparatoru olarak seçtirmekle kalmamış, bunun düzenli 11 olarak devamını da tesis etmişlerdi. Habsburgların bu başarısı bir dizi önemli politikaların takibi ile gerçekleşmişti. Bu politikaların en önemlilerinden birinin toprakların evlilik ve veraset yoluyla arttırılması olduğu konusunda şüphe yoktur. Avusturya Kralı I. Maximilian‟ın veraset yoluyla zengin Burgonya topraklarını5 ve onunla birlikte de 1471‟de Hollanda‟yı kazanması çok önemli bir başarıydı. 1515 tarihli bir evlilik sözleşmesi ile Macaristan ve Bohemya toprakları da eklenmişti. Maximilian, oğlu Philip‟i İspanya Kralı Ferdinand ve Kraliçesi İsabella‟nın kızları Johan ile evlendirmişti. Böylelikle Kastilya ve Aragon da Habsburglara dahil edilmiştir. Bu evlilikten doğan Charles, 1516‟da İspanya Kralı olarak V. Charles adını aldı. I. Maximilian‟ın Haziran 1519‟da ölümü ile birlikte Alman İmparatoru seçildi. V. Charles böylelikle Kutsal Roma İmparatoru unvanı da almak suretiyle, Alman İmparatoru, İspanya Kralı, Hollanda-Belçika Kralı sıfatlarıyla bu dört mirasın sahibi olarak Avrupa‟nın en büyük gücü haline gelmişti. 5 Fransa‟da bir bölge. 12 İspanya’nın Yükselişi 8. ve 10. yüzyıllar arasındaki Endülüs döneminden sonra 11. yüzyıl İspanya için iç karışıklıkların yaşandığı bir süreç oldu. Bu süreçten faydalanan Hıristiyan birlikleri kuzeyden başlayarak ülke topraklarını ele geçirmeye başladılar. Bu süreç sonunda Müslüman topluluğun elinde kalan Granada Krallığı da 1492 yılında yıkılmıştı. Ayrıca veba salgını olan Kara Ölüm Fransa ve Büyük Britanya‟da olduğu gibi çok yüksek ölüm oranıyla İspanya‟da eski kırsal ekonomi dengesinin bozulmasına yol açmıştır. İspanya‟da reconquista olarak adlandırılan yeniden fetih faaliyetleri neticesinde Granada ele geçirilmiş ve İber Yarımadasındaki Müslüman hakimiyetine son verilmişti. Ayrıca ülkedeki Museviler de kitleler halinde buradan sürülmüşlerdi. Yine 1492 yılı içerisinde Aragon Karalı Fernando ile Kastilya Kraliçesi Isabel‟in evliliği gerçekleşmiş, böylelikle hanedanlar bir bayrak olarak birleşmiş olmakla İspanya‟da siyasi birliktelik sağlanmıştı. Bütün bu gelişmeler İspanya‟da iç işlerinin düzene ulaşmasını ve yeniden fethin başarıyla tamamlanmasını sağlamış, İspanya yönetimi de yönünü dışarıya çevirebilmişti. Gemicilik teknikleri ve coğrafya bilgisinin gelişmesiyle 15. yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler altın ve baharat ülkesi olan Hindistan‟a ulaşmak üzere deniz seferlerine başladılar. İspanya‟da bu gelişmeler yaşanırken diğer taraftan da İspanya Kralı‟nın desteğini alan Kristof Kolomb (Christopher Columbus) Amerika‟ya ulaştı. Hindistan‟a ulaştığını zanneden Kolomb, Orta Amerika, Karayipler ve Honduras‟taki tüm büyük adalara ulaştı İspanya Krallığı, Kolomb‟un bıraktığı yerden devam etmek üzere pek çok denizciyi yeni kıtayı bulmak üzere teşvik etti. Keşif hareketlerini gerçekleştiren İspanyol denizciler, Amerika Kıtası‟nda zamanın oldukça gerisinde bir dönemde yaşayan halklarla karşılaştılar. Kendilerini oldukça misafirperver karşılayan yerli halkı barbar, gelişmemiş ve sapkın buldular. Bununla birlikte İspanyollar kıtaya ayak bastıklarında Latin Amerika‟da üç büyük uygarlığın varlığı söz konusuydu: Maya, İnka ve Aztek uygarlıkları. Keşif hareketlerinin ardından fetih hareketlerini başlatan İspanyollar ilk fetihlerde önce bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar. Avrupalıların beraberlerinde Amerika‟ya getirdikleri ve Avrasya‟da yaygın olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı hiçbir direnci olmayan Amerikan yerlileri üzerinden bu hastalıklar Karayip 13 14 Adaları‟nda yayıldı ve oradan Orta ve Güney Amerika‟nın daha yoğun nüfuslu bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse yüzde 90‟ını öldürdü. Kolomb‟un bu keşif başarısı ve ardından İspanyolların Latin Amerika‟daki hızlı yayılışı ile birlikte çok değerli madenlerin ele geçirilmesi, İspanya‟ya dünya tarihinin seyrini değiştirecek gelişmeleri yaşatmasına neden olmuştur. Nitekim bu tarihten sonra (1492) İspanya, dünyanın en büyük sömürge devletlerinden birini oluşturmuş oldu. İspanyollar, Latin Amerika‟da kiliseler inşa ettiler; tarım ve madencilikle de uğraşarak buraya hiç ayrılmamak üzere geldiklerini kanıtladılar. Kıtada iyice yerleşik hayat sürmeye başlayan İspanyollar, yerli halkın doğal evrimini de engelleyerek yeni bir Amerikalı topluluk oluşturmak üzere Latin Amerika‟da asırlarca sürecek olan sömürge yönetimlerini kurdular. Amerika kıtasının keşfinin ardından bölgenin zenginliklerini ele geçirmek ve egemenlik kurmak isteyen İspanyollar, kıtaya yönelik seferler düzenlemeye devam ettiler. Amerika‟ya gelenler denizcilik mesleğiyle uğraşan İspanyol fatihlerdi. İspanyol fatihlerinden Cortez‟in Meksika‟yı, Pizarro‟nun da Peru‟yu fethetmesi özellikle büyük önem taşımaktadır. Cortez Meksika‟daki Aztek, Pizarro da Peru‟daki İnka uygarlıklarını tümüyle yok ettiler. İspanyolların Latin Amerika‟yı fetihleri 17. yüzyıl sonuna kadar devam etti. Bu dönemde Latin Amerika‟nın tüm kaynakları sömürgeleştirildi. İspanyolların fetih hareketi, Amerika‟nın yerli halkı için tutsaklık, yoksulluk, yıkım getiren bir sömürge düzeninin yerleşmesi anlamına geldi. Ateşli silah nedir bilmeyen, ama birçok bakımdan gelişmiş uygarlıklar yaratmış bulunan Mayalar, İnkalar, Aztekler eriyip gittiler. Latin Amerika‟nın İspanyollar tarafından sömürgeleştirildiği dönemde kıta nüfusunun yanı sıra bölgenin coğrafi yapısı da altın, gümüş gibi değerli madenlere ulaşmak için değiştirildi. 1545‟te Potosi Dağları‟ndaki büyük gümüş madenleri bulunmuştu. Avrupa‟nın yıllık üretiminin 60.000 kilo olmasına karşılık, burada 266.200 kilo gümüş üretilmekte gecikilmedi. Altına gelince, Avrupa‟da yılda 1000, Afrika‟da 2000 kilo üretildiği halde, Amerika yılda 5400 kilo altın üretiyordu. Potosi‟den sonra Zacatecas bölgesinde çok zengin gümüş yatakları keşfedildi. Zacatecas ve Potosi 16. ve 17. yüzyıllarda İspanya‟nın güç ve zenginliğinin başlıca kaynaklarını oluşturdu. 15 İspanyollar 16. yüzyılda dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kurmuş bulunuyorlardı. Fetih hareketlerinin sonunda sınırların genişlemiş olması, fethedilen bölgelerde idari yapılanma ve kurumsallaşmayı zorunlu hale getirdi. Bu nedenle askerlere ve kâşiflere vali veya kraliyet görevlisi gibi makamlar verildi, kısa bir süre sonra da yerleşimciler geldi. İspanyol krallar, Yeni Dünya‟ya, mutlak otoritelerini ve monarşik merkeziyetçiliklerini yaymak için büyük çaba harcadılar. Amerika‟da ele geçirilen topraklar İspanyol tacına aitti. Dolayısıyla kanunlar ve yönetim her iki yerde de mümkün olduğu kadar birbirine benzemeliydi. Nitekim öyle de oldu; Amerika‟da ağır ağır bir kurumlar mekanizması ortaya çıktı. Taht İspanya‟nın denizaşırı topraklarını (Leyes de Indias / Yerli Yasaları adı altında geniş çaplı bir mevzuatın ortaya çıkmasına yol açan bir kararla) metropolden yönetme ve kökleri İspanyol geleneğine dayanan bir dizi belediye ve siyaset-adliye kurumu (audiencia) oluşturma yoluna gitti. İlk olarak sömürgelere, merkeze bağlı valiler atandı. İspanyol Amerikası‟ndaki en büyük kurumsal yenilik 1524‟te V. Karl tarafından kurulan ve Casa de Contratacion (1503) ile işbirliği içinde hareket eden Yerliler Konsili idi. Bu iki kurum sömürge bürokrasisinin tepesine yöneticiler atayarak ve onlara talimatlar yollayarak, sömürge yönetimlerinin her aşamada düzgün işlemesinden sorumluydular. Portekiz’in Yükselişi XV. yüzyılın geleneksel ticaretinde Venedik ve Ceneviz tekeli söz konusuydu. Doğu‟nun kıymetli mallarının Avrupa‟ya ulaşmasını sağlayan bu ticaret sisteminin önemli bir kısmı Moğol İmparatorluğu içerisinden çıkan devrin önemli güçlerinin ve 1453 yılında İstanbul‟a hakim olan Osmanlı Devleti‟nin hakimiyetinde idi. Dolayısıyla Avrupa‟nın kendi kontrolünde olmayan bir durum söz konusuydu. Ayrıca her geçen gün artan taşıma maliyeti de zaten uzun sürelerde gerçekleşen ticarette yeni arayışları getirmişti. Bu şartlar altında, Akdeniz yollan pratik olarak kesildi ve Dogu ticaretinin merkezi Batı Avrupa'ya doğru kaydı. Yeni deniz güçlerinin gelişmekte olduğu Batı Avrupa limanlarından okyanus ötesi seyahatler 16 gerçekleştirmeye başlandı. Gemici Henri'nin baharat tekelini Venediklilerin elinden almak ve Hindistan'a okyanuslardan ulaşmak amacıyla 1415'te başlattığı girişimler, yüzyılın son on-on beş yılında Diaz, Kolomb, Cabot ve Vasco da Gama gibi denizcilerin gerçekleştirdikleri Ümit Burnu'nun dönülmesi, Afrika kıtasının dolaşılması, Hindistan'a ulaşılması ve bu arada Amerika kıtasının bulunuşu vb. bir dizi meşhur "cografi keşif' ile sonuçlandı. 1498'de Vasco da Gama Ümit Burnu'nu dönmesiyle birlikte Avrupa'daki Hindistan ticaretinin merkezi kesin olarak Akdeniz bölgesinden Atlantik kıyılarına kaydı. Bir Portekizli olan Vasco da Gama‟nın 18 Mayıs 1498 tarihinde Hindistan‟ın Kaliküt (Calicut) Limanı‟na demir atması, Portekiz için önemli bir dönüm noktası olmuştu. Portekiz Kralı I. Manuel‟e bağlı olarak gerçekleştirilen bu önemli sefer, Asyalı denizcilerin de rehberliği ile olmuştu. Vasco da Gama Hindistan‟dan dönüşünde yanında bolca baharat götürmekle birlikte, Hindistan‟da ihtiyaç duyulan mallar ve buradaki siyasi, ekonomik ortam ile ilgili çok önemli bilgileri de Portekiz kralına iletmişti. Gama‟nın Portekiz‟e geri dönüşünden hemen sonra Alvares Cabral komutasında ticari eşya ve askeri teçhizatla donatılmış on üç gemiden oluşan bir filo Hindistan‟a gönderildi. Bu filonun Hindistan‟a ulaşması ardından bölge ticaretine hakim olan Arapları buradan çıkarmak için buradaki bazı şehirlere saldırılar gerçekleştirilmişti. Gerçekleştirilen faaliyetlerin iki ana amacı bulunmaktaydı: Birincisi, Hindistan ile Kızıldeniz arasındaki ticareti durdurmak veya zorlaştırmak; ikincisi ise Doğu ülkeleri ile Avrupa arasındaki ticaret tekelini ele geçirmek. Hindistan‟a ulaşılmasından sonra geçen 15-20 yıllık süre bu bölgede Portekiz‟in askeri altyapısını sürekli güçlendirdiği dönem olmuştu. Bununla birlikte Hindistan ve Kızıldeniz arasında ticaretle uğraşan Araplara sürekli saldırılıyor, yağma ediliyordu. Hindistan‟ın pek çok yerleşimi de baskı görmekteydi. Portekizli birliklerin gerçekleştirdikleri faaliyetler bir yandan Arapları, diğer yandan da Venedik ve Ceneviz‟i zora sokmakta, onların yürüttüğü ticaretin maliyetini arttırmaktaydı. Bütün bunlar neticesinde Portekiz 16. yüzyıl için önemli bir güç elde etmiştir. İngiltere’nin Yükselişi Yüzyıl savaşları (1337-1453) ile Fransa karşısında geri çekilmek zorunda kalan İngiltere‟de bu süreç sonrası soylular, Lancaster ve York adı verilen iki düklük arasındaki taht kavgalarına katılmışlardı. Seçilen simgeler nedeniyle (York-Beyaz gül; Lancaster-Kırmızı gül) Güller Savaşı olarak bilinen bu süreç sonunda 1485 yılında Lancaster Hanedanına mensup olan Henry Tudor, York güçlerini mağlup etmeyi başardı. Kral VII. Henry adıyla tahta çıktıktan hemen sonra hakimiyetini güçlendirmek için York Hanedanının tek popüler kralı olan IV. Edward‟ın kızıyla evlenmiştir. Hakimiyetinin ilk dönemlerinde ülke yönetimi için parlamentoyu toplasa da ülkeyi yüksek soylular, din adamları, şövalyeler ve profesyonel memurlardan oluşan kraliyet konseyi aracılığıyla yönetmiştir. Hukuk alanında yeni düzenlemelere giderek, adalet mahkemesi (Court of Chancery), sulh mahkemesi (Court of Requests), kraliyet mahkemesi (Star Chamber) adlarıyla yeni birimler oluşturdu. Stratejik evlilikler siyasetine devam ederek, büyük kızı Margaret‟i İskoçya Kralı IV. James ile; oğlu Arthur‟u da İspanya kralının kızı Aragonlu Catherine ile evlendirdi. İngiltere‟yi savaş dışında tutan Kral VII. Henry, böylelikle ülke hazinesinin gelişmesini sağladı. Bu arada denizcilik faaliyetleri desteklendi, gemiciliği korumak adına ticaret filosu oluşturuldu. Colombus‟un Amerika‟dan dönüşü sonrası sağlanan faydayı gören VII. Henry, uzun süredir devletten destek talep eden John Cabot‟a olumlu yanıt verdi ve onu İngiltere himayesine aldı. Aslen bir İtalyan olan Cabot, İngiltere kralından aldığı destekle 1498 yılında harekete geçmiştir. Kuzey Amerika ile ilgili faaliyetleri, İngilizlerin Kanada topraklarındaki hak iddialarının temelini teşkil etmektedir6. Coğrafi keşifler İspanya, Portekiz gibi devletlere nasıl Yenikapılar açmışsa, İngiltere için de aynı durum söz konusu olmuştur. John Cabot ile Amerika‟nın kuzeyinde faaliyetler yürüten İngiltere, bir yandan da Portekizlilerle karşılaşmadan Hindistan‟a ulaşma yolları aramıştır. İspanya‟nın Sevilla kentinte uzun süre bulunan İngiliz tüccar Robert 6 Kral VII. Henry, Cabot‟un Kuzey Amerika‟ya yaptığı başarılı seyahatinden dolayı 22 Şubat 1498‟de yıllık £20 emekli maaşı bağlanmasını emretmiştir. 17 18 Thorne, Kral VIII. Henry‟e İngiliz ticaret burjuvazisinin Hindistan‟a gidilebileceği önerisini sundu. İlk deneme 1527 yılında gerçekleşmiştir. Ancak Portekiz‟in Ümit Burnu yolunu kullanması, İngiltere‟ye yeni rota aratmış; kuzeydoğu istikametinde gerçekleştirilen sefer başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Daha sonra da başarısız birkaç sefer gerçekleştirilmiştir. 1580 yılında ise Kaptan Drake, New Hemisphere‟den yola çıkarak Ümit Burnu‟nu dolaşmış ve geri döndüğünde İngiltere Krallığının bir yıllık gelirine denk olan yarım milyon poundluk bir ganimet getirmiştir. Onun bu başarısı İngiltere ve İngiltere ticaret burjuvazisinin Portekiz‟e rağmen Ümit Burnu‟nun dolaşılabileceği ümidini arttırmıştır. I. Elizabeth (1558 – 1603), İngiltere‟nin resmi kilisesi sayılan İngiltere Kilisesi‟ne has doktrin, ilke ve kurumlardan oluşan Anglikanizm‟i benimsemiş, böylelikle Katolik direnişi de kırılmıştır. Kraliçe, Avrupa‟nın en güçlü donanması olarak kabul edilen İspanyol donanmasını 1588 yılında yenerek Britanya İmparatorluğu‟nun temellerini atmıştır. Evlilikler yoluyla İngiltere‟deki Tudor Hanedanı ile İskoçya‟daki Stuart Hanedanı iki düşman tarafı birbirine yaklaşmasına yol açmıştır. Bu yaklaşımın esas sonucu Elizabeth‟in ardından 1603 yılında İskoçya Kralı, I. James adı ile İngiltere Kralı oldu. Böylece iki krallığın birleşmesi yönünde önemli bir adım atılmış oldu. Ancak bu dönemde İngiltere‟nin esas başarısı, 1607 yılında oluşturulan Jamestown kolonisi ile Kuzey Amerika‟da yerleşimler oluşturulması, İngiltere‟den buraya pek çok İngiliz‟in yerleşmek üzere gönderilmesiydi. 1642‟den 1651‟e kadar Cumhuriyetçiler ve Kraliyet mensupları arasında süren iç savaşlar İngiltere‟ye güç kaybettirse de ülke yükselişine devam etmiştir. Britanya için en önemli gelişme ise, 1707 yılında yaşandı. III. William‟ın krallık döneminden sonra 1702‟de tahta geçen kızı Anne, İngiltere Kraliçesi, İskoçya Kraliçesi ve İrlanda Kraliçesi unvanlarını üzerinde toplamış olarak 1707 yılında Birlik Kanunlarını kabul ederek İskoçya ve İngiltere krallıklarının resmen birleştirdi. Böylelikle Büyük Britanya Krallığı (Birleşik Krallık) da kurulmuş oldu. Hukuksal ve siyasi gücü kendinde toplamış olan yönetim, Britanya tarihindeki demokratik kültürün tarihsel temelini oluşturmuştur. Fransa’nın Yükselişi İngiltere‟de olduğu gibi Yüzyıl Savaşları (1337-1453), Fransa‟da da yüksek soyluların güç kazanmasına neden olmuştu. Valois hanedanından kral seçilen VII. Charles, Batı Avrupa‟daki ilk daimi kraliyet ordusunu oluşturdu, kraliyet konseyini yeniden düzenledi. Krala karşı papayı güçlü kılan bazı yetkileri ve hatta vergi koyma hakkını iptal eden Bourges Fermanı‟nı (Sanction Pragmatique de Bourges) kabule zorladı. Ardından gelen oğlu XI. Louis de çeşitli ticari anlaşmalar ve ipek dokumacılığı gibi faaliyetler üzerinden topladığı yüklü vergilerle ordunun büyümesini sağladı. Burgonya dükü ile çeşitli anlaşmazlıklar da gündemdeydi. Hatta Burgonya dükleri İngiltere ile evlilik veya anlaşmalar yoluyla ittifak içerisindeydi. Hatta topraklarını her geçen gün genişletiyordu. Ancak XI. Louis, Burgonya topraklarının büyük kısmını tamamen Fransa hakimiyetine almayı bildi. O dönemin önemli stratejik anlaşmaları olarak bakabileceğimiz evlilikler yoluyla Fransa, topraklarını doğu ve batıya doğru genişletmeyi başarmıştı. Yüzyıl savaşlarını takip eden dönemde krallık topraklarının İngiltere, Burgonya ve Bretonya‟ya kıyasla sürekli genişlemesi, Genel Meclise başvurmadan doğrudan vergi koyma hakkı ve güçlü topçu birliği olan güçlü bir Krallık Ordusunun varlığı, Fransa‟yı başarılı kılmaya yetmişti. Feodalizm sonrası bir monarşi dönemi görüntüsü ile 16. yüzyıla giren Fransa‟da bir süre sonra işler tersine dönmüştü. İtalya ile girişilen savaşlar, nüfuz kurma çabasını boşa çıkarmış, 1557 yılındaki iflas ilanı ekonomiyi çok kötüleştirmişti. Bu durumdan çıkış için yollar arasında çeşitli yönetim mevkilerinin satışı, bu satıştan talep edilen paraların sürekli arttırılmasıydı. Bu kötü görüntü IV. Henry‟nin tahta geçmesi ile sona erdi. Henry, 1598 yılında İspanya ile barış yapmış, bu Fransa‟nın bağımsız bir güç olarak kalmasını sağlamıştı. 1600‟den sonra devlet bütçesi denk hale getirilmeye başlandı. 1618 yılında başlayan ve Protestanlar ile Katolikler arasında ortaya çıkan Otuz Yıl Savaşları‟na7 1636 yılında dahil olan 7 Protestanlar ile Katolikler arasındaki bir mücadele gibi görünen bu süreç, 1555 Augsburg Antlaşması ile belirlenen hükümlerin çeşitli ve yeni ortaya çıkan dini grupları kapsamaması, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içerisindeki grupların 19 20 Fransa, bir Katolik olmasına rağmen Protestanların yanında savaşa dahil oldu. 1648 yılında Vestfalya Barışı ile sona eren bu savaş süreci sonunda Protestanlar galip geldi. Savaş sırasında İspanya bir ara Paris yakınlarına kadar gelse de savaşı Protestanların kazanması, Fransa‟yı galip devletler arasına sokmaya yetti. Vestfalya Barışı sonucu Almanya ve Avusturya‟dan oluşan Roma Cermen İmparatorluğu topraklarında birçok irili ufaklı siyasi yapı ortaya çıktı. Fransa‟nın payına ise, Mets, Toul ve Verdun düştü, böylelikle Fransa topraklarında Almanya‟ya doğru önemli bir genişleme gerçekleşti. Fransa, Otuz Yıl Savaşları ardından Avrupa‟nın en önemli gücü haline gelmiş ve Avrupa‟nın liderliği rolünü almaya başlamıştır. Doğu ve Kuzey Avrupa’da Durum Bu başlık altında değerlendireceğimiz siyasi güçler, İsveç, Norveç, Danimarka, Polonya, Litvanya‟dır. Birkaç siyasi gücün bir arada verilmesi, aşağıda da değineceğimiz üzere zaman zaman kendi aralarında birleşmeleri ve bu şekilde hareket etmeleri ile ilgilidir. Dolayısıyla bu devletler için, değineceğimiz 14-16. yüzyıllar arasında, ortak ilerleyen bir tarihi süreç mevcuttur. Bu grup içerisine Moskova yani Rusya dahil edilmemiştir. Çünkü Rusya için herhangi bir devletle birleşme süreci değil, tek başına bir güç olma gayreti ve bu kapsamda diğerlerinden farklı ilerleyen tarihi süreç söz konusudur. Daha önce Aragon ve Kastilya‟nın birleşiminden söz ettiğimiz gibi bir başka birleşme de 1386 yılında Polonya ve Litvanya arasında evlilik yoluyla gerçekleşmiştir. Bu birleşme ile birlikte iki ülkenin özerkliğini devam ettirdiğini de söylememiz gerekir. Jagiello hanedanı egemenliğinde olmak üzere Polonya-Litvanya‟nın toprakları genişletilmiş, bugünkü Belarus ve Ukrayna toprakları hakimiyet altına alınmıştır. 1569 yılında ise Polonya ve Litvanya‟nın tek parlemento altında birleştiğini görmekteyiz. 1572 yılında Jagiello hanedanının son temsilcisi öldükten sonra ülkedeki soylu ailelerden birine mensup bir kral seçilmesine son verilmiş, yerel güçlerle ilişkisi olmayan yabancılar seçilmeye başlanmıştır. Bunun muhtemel iki sebebi olabilir. Birincisi, o dönemde oldukça etkili olan ve Baltık bölgesinin büyük kısmını elinde bulunduran Töton Şövalyeleri‟nin8 Polonya-Litvanya birliği üzerindeki etkisi. Çünkü Polonya-Litvanya birliği, Töton Şövalyeleri ile hareket ederek egemenliğini genişletebileceğini düşünüyordu. Nitekim Livonya Kılıç Kardeşliği de bu şekilde yenilmişti. İkinci sebep de bir hanedanın etrafında birleşmenin daha sonra hanedanlar arası güç mücadelesine dönüşeceğinin düşünülmüş olması ihtimalidir. Bu noktada kesin bir yargıya varmak güç olup, yoruma açıktır. 8 ayrı hareketleri sonucu çıkmıştı. İsveç, Danimarka, Fransa‟nın da dahil olduğu savaş sonunda Vestfalya Barışı imzalandı. 21 Orta Avrupa‟da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟na bağlı olarak hareket eden bu grup, Polonya üzerinde ciddi bir nüfuza sahipti. Napolyon dönemine kadar da varlığı devam etmişti. 22 Polonya-Rusya-İsveç üçgeni içerisinde bir Prusya dükalığının varlığı da bilinmelidir. Ancak bu yapı henüz bir krallık olmaktan uzak olup, esas etkisini 18. yüzyılda gösterecektir. İsveç ile Kalmar Birliği arasında devam mücadele 1523 yılında Danimarkalıların yenilmesi ile son bulmuş, soylu ailelerden biri olan Gustaf Vasa hakimiyetinde İsveç Krallığı oluşturulmuştur. Kral Vasa, kısa sürede güçlü bir ordu ve donanma oluşturmuştur. Oluşturulan bu güçlü askeri yapı ile Kuzey Avrupa ülkeleri arasında devam eden mücadelelerde aktif şekilde rol almışlardı. Danimarka ile zaman zaman birlikte hareket eden İsveç, 1563-1570 yılları arasındaki Kuzey Savaşı‟nda Danimarka‟yı yenilgiye uğratmıştı. Hem Danimarka hem de İsveç hanedan mensupları Avrupa ülkelerindeki güçlü kişi veya hanedanlarla, tıpkı diğer Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi, evlilik yoluna da başvurmaktaydı. Rusya’nın Yükselişi 1235 yılında Cengiz soylu Batu Han tarafından Doğu Avrupa üzerine başlatılan batı seferlerinin başarıya ulaşması ile birlikte, Karadeniz‟in kuzeyi ve Deşt-i Kıpçak‟ta 1242 yılında Altın Orda Devleti kurulmuş oldu. Batu Han‟ın Macaristan‟a kadar uzanan başarılı seferleri Avrupa‟nın büyük bir korku yaşamasına sebep olmuştur. Ancak başkent Karakurum‟da büyük han olan Ögedey‟in ölümü üzerine Batu Han geri dönmüş ve Avrupa toprakları da istiladan kurtulmuştu. Batu Han giriştiği başarılı seferler neticesinde knezlikler şeklinde var olan Rus idaresi 1240 yılında Kiyev‟in ele geçirilmesi ile de Altın Orda‟ya bağlanmış oldu. Altın Orda döneminde Rus knezliklerinin varlığını devam ettirmesi ve kendilerine verilen ticari, hukuki, dini haklar knezliklerin varlıklarını devam ettirebilmesini sağlamıştır. Verilen haklar çerçevesinde bir büyük knezlik var olmuş ve diğer knezlikler de buraya bağlanabilmiştir. Zamanla Moskova‟nın siyasi ve dini bir merkez haline gelmesi Moskova Knezliği‟nin yükselmesine neden olmuştur. 1453 yılında İstanbul‟un Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi, tüm Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Moskova‟da da büyük rahatsızlığa neden olmuştu. Daha önce de 1439 yılında Floransa Anlaşması ile Roma Katolik Kilisesi tüm Ortodoksları itaat altına almayı istemişti. Ancak bu 23 hareket, Rus din adamları ve Knez II. Vasiliy tarafından hoş karşılanmamış, 1448 yılındaki piskoposlar toplantısında Piskopos İvan, İstanbul‟un onayını almadan Rus knezliklerinin metropoliti seçilmiştir. Böylelikle bağımsız hale gelen Rus kilisesi, 1453 yılında İstanbul‟un Türklerin eline geçişini de Bizans‟ın Katoliklerle işbirliğine Tanrı‟nın bir cezası şeklinde yorumlamıştır. Aynı tarihlerde Altın Orda Devleti de parçalanma sürecinde idi. Altın Orda‟nın içerisinde bulunduğu parçalanmış yapı, Moskova ile ilişkilerin zayıflamasına neden olmuş ve III. İvan‟ın Altın Orda‟nın büyük hanına karşı sağladığı başarı, kendisinin 1485 yılından sonra bütün Rus topraklarının hükümdarı unvanını almasını sağlamıştı. III. İvan da kendisini Çar ilan eden ilk knez olarak bundan sonra Rusya terimi kullanılmıştır. III. İvan‟ın Bizans soyundan Sophia Palaiologina ile evlenmesi adından Sophia‟nın, Papa‟nın amacına aykırı olarak, Ortodoksluğu benimsemesi ve ardından Bizans gelenek-göreneklerinin Moskova‟ya taşınması, Çar III. İvan‟a ve dolayısıyla Moskova‟ya yeni bir ufuk açmıştır. Artık Moskova‟nın Üçüncü Roma olması önünde bir engel kalmamıştı. Çünkü Hıristiyanlık‟taki Baba-Oğul Kutsal Ruh üçlemesine göre, birinci Roma batı Roma‟nın merkezinin 476 yıkılmasıyla; ikinci Roma İstanbul‟un 1453 yılında Türklerin eline geçmesiyle ortadan kalkmıştır. Bu aşamadan sonra Moskova, yeni bir imparatorluğun ve Hıristiyan dünyanın merkezi iddiasıyla sonsuza kadar varlığını sürdürecektir. 1547 yılında taç giyen son Moskova knezi IV. İvan (Korkunç İvan) ile birlikte Moskova Knezliği‟nin tam anlamıyla çarlığa dönüştüğünü söyleyebiliriz. 1550 yılında soylular ve ruhani liderlerden oluşan “sobor” adlı bir meclis oluşturmuş, buradaki toplantıda Rusya‟da mevcut kanunlar, işleyiş ve kurumlar ile ilgili bir takım görüşler ortaya konulmuştur. Var olan düzende iyileştirmeler yapılması gerektiği fikrine varılarak, karar mekanizmasını oluşturan bir heyet oluşturulmuştur. Bu sıralarda Altın Orda Devleti‟nin dağılmasıyla ortaya çıkan hanlıklar birer birer Rus hakimiyetine girmiştir. 1552‟de Kazan Hanlığı, 1556‟da Astarhan (Astrahan; Hacı Tarhan) Hanlığı ele geçirilmiş; böylelikle Aşağı İdil boyundaki Türk hakimiyeti de ortadan kalkmıştır. 1598 yılında da Sibir 24 Hanlığı ele geçirilecek ve Altın Orda mirası, şimdilik Kırım hariç olmak üzere, Çarlık Rusya‟nın eline geçmiş olacaktır. IV. İvan dönemi Rusyası‟nın Altın Orda topraklarına hakim olması dışında en önemli dönüm noktası, 1564 yılında Kremlin‟i terk etmesidir. Sobor‟da (meclis) oluşturulan heyet, İvan‟ın gözünden düşmüştür. Bu terk edişin nedeni olarak soyluların ihanetini gösteren IV. İvan, iki ay sonra geri döndüğünde kendisine “Korkunç” unvanını bahşedecek uygulamalara girişmiştir. Neredeyse bütün idare kademesi IV. İvan‟ın gözünde hain olduğundan, geri döner dönmez pek çok kişiyi öldürtmüştür. IV. İvan bu uygulamaları Opriçina adı verilen gizli bir polis teşkilatı ile birlikte gerçekleştiren Çar, kendisine muhalif olan bütün aristokratların mallarına müsadere yoluyla el koymuştur. Çarlığının son 20 yılında gerçekleştirdiği kanlı baskınlar neticesinde ki, oğlunu da 1582‟de öldürtecektir, Çarlık Rusya‟ya tek adamlık sistemini de yerleştirmiştir. IV. İvan dönemi Türk illeri üzerinde önemli toprak kazanımlarının ve buraların ekonomik, jeopolitik kazanımlarının Rusya eline geçtiği dönemdir. Rusya bu kazanımlar üzerine 17. yüzyılın sonlarında başa gelen I. Pyotr‟ın (Petro) izlediği siyaset neticesinde imparatorluğa dönüşecektir. Çarlık Rusyasını geri kalmışlık içerisinde gören Pyotr, Rusya‟yı Asyalı bir devlet olmaktan ziyade Avrupalı bir kimliğe dönüştürmeyi temel alarak bir dizi yeni politika belirleyecektir. Çar Pyotr‟ın ilk önemli hareketi 1696‟da Azak‟ı ele geçirmek oldu. Onun bu girişimi daha sonra Azak tekrar Türklerin eline geçse de Rusya‟yı Karadeniz‟e açan ve bu doğrultuda politikaların geliştirilmesinde cesaret veren bir eylemdi. Ancak Pyotr, bu hareket sırasında Rus askeri kabiliyetinin yetersizliğini görmüş, bunun üzerine 1697-1699 yılları arasında kimliğini gizleyerek Avrupa‟ya bir seyahat gerçekleştirmiştir. Buradaki amaç, Avrupa‟nın gelişmiş tekniğinin Rusya‟ya aktarılmasıdır. İngiltere, Almanya, Hollanda gibi devrin önemli ülkelerine gerçekleştirdiği seyahatte gerektiğinde en ağır işlerde bile çalışmıştır. Rusya‟ya geri dönerken beraberinde başta gemi yapım tekniğini iyi bilen uzmanlar olmak üzere 800 yabancı ile dönmüştür. Onlardan yararlanmak suretiyle başta askeri olmak üzere, idari, hukuki, ekonomik reformlar gerçekleştirmiş, Rusya‟ya yeni ufuklar çizmiştir. Öncelikle Baltık ülkeleri ile uğraşmış, XII. Şarl‟ı Poltava‟da yendikten sonra, onun Osmanlı‟ya sığınmasını fırsat 25 bilerek Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Pyotr tüm bunları yaparken 1700‟de imzalanan İstanbul Antlaşması ile elde ettiği İstanbul‟da daimi elçi bulundurma hakkını çok iyi değerlendirmiştir. Elçi olarak görevlendirilen Pyotr Andreyeviç Tolstoy vasıtasıyla başta İstanbul olmak üzere, Osmanlı hakimiyetindeki Balkanları iyi analiz etmiş, Osmanlı‟nın içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri durumu öğrenmiştir. İşte bu bilgilerden hareketle Prut Savaşı‟na girişmiştir. Çar Pyotr‟ın tüm bu hareketi ve planlaması Çarlık Rusyası‟nı imparatorluğa dönüştürmüş ve 18. yüzyıldan itibaren Avrupa‟nın önemli büyük güçlerinden biri haline getirmiştir. XVI.-XVII. Yüzyıl’da Avrupa’da Devlet-Toplum-Ekonomi Döngüsündeki Değişiklikler 1492 yılı ile başlatılan coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa‟nın ekonomik, sosyal, politik ve kültürel tarihinde yeni bir sayfa açılmıştı. Teknik alanda sağlanan başarı ile erken modern dönemde ekonomik askeri ve politik yayılma dönemi başlamış oldu. 1453 yılında İstanbul‟un Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi ve Balkan topraklarındaki ilerleyişi ile kısa sürede Orta Avrupa‟ya, Afrika kıyılarına, Karadeniz‟in kuzeyine uzanan hakimiyet alanı Avrupa‟nın Müslüman dünya tarafından çevrelenmesi anlamına gelmişti. İşte bu açıdan coğrafi keşifler ve arkasından yaşanan gelişmeler, Avrupa‟nın dünya çapındaki hakimiyetine giden süreci açmış oldu. 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti devrin en büyük bir gücü iken, bundan sonra Avrupa‟nın yükselişi başlamış oldu. Dünya tarihine önemli bir etkisi olması bakımından coğrafi keşiflerin sonuçları şu şekilde özetlenebilir: – Avrupa ile Asya Arasında yeni bir deniz yolu açıldı. – Karasal ilerleme önce sınırlı kaldı, teknolojik gelişme ile genişledi. – Avrupa yeni ürünler ile tanıştı. – Yeni Dünya‟da nüfus azaldı. – Yerli kültürler yok edildi – Ticaret hacmi arttı. – Yeni Dünya‟ya köle taşınmaya başlandı – Mısır ve patates üretimi nüfus artışına destek oldu 26 – Avrupa‟nın ekonomik merkezi değişti Avrupa ve Asya arasında yeni ticaret yollarının ortaya çıkması, 16. ve 17. yüzyılda ekonomik kaynak arzının önemli ölçüde genişlemesine neden olmuştur. Silah teknolojisinin gelişmeye başlaması, sayısal olarak üstünlüğü elde tutan ve bu sayede önemli bir güç olan kara devletlerinin (örn. Osmanlı) bu üstünlüğünü önemsiz hale getirdi. Yeni ürünlerin keşfi, Avrupa‟da daha önce olmayan tahıl, şeker kamışı, kahve, patates, domates, fasulye, mısır ve kabak ve çeşitli meyvelerin Avrupa‟ya girişini sağlamış oldu. Yeni ürünler Avrupa‟da artan nüfusun beslenme ihtiyacını karşılamış oldu. Avrupa‟dan Amerika‟ya taşınan çiçek, tifüs, grip gibi bulaşıcı hastalıklar ve ateşli silahlar Amerika‟daki yerli kültürlerin yok edilmesine yol açtı. Ayrıca Avrupa‟daki işgücü eksikliği Afrika ve Amerika‟dan getirilen köleler ile kapatılmaya çalışılmıştır. Ekonomi alanındaki kazanımlar zengin ailelerin ön plana çıkmasını, daha doğru bir ifadeyle yönetimlerle işbirliklerinin artmasını sağlamıştır. Bunların en önemlilerinden biri Almanya‟daki Fugger ailesidir. Ailenin ekonomik gücü, savaş finansörü olarak işlev görmesini sağlamıştır. Örneğin 16. yüzyılın hemen başında Macaristan‟ın Osmanlı Devleti‟ne karşı giriştiği hazırlığın finansörü bu ailedir. 15. yüzyıldan başlamak üzere, devlet ve ekonomi döngüsündeki gelişimin temelinde merkantilizm9 yer almıştır. Külçecilik olarak adlandırılan bu ekonomik politika ülke içinde mümkün olduğu kadar çok altın ve gümüş biriktirmeyi amaçlıyordu. Bu sayede lehte dış ticaret fazlası yaratmak mümkün olacaktı. Ekonomik milliyetçiliğin en tipik örneği Fransa‟da Colbert Dönemi idi. Colbert‟in büyük etkisi nedeniyle colbertizm ile merkantilizm kelimeleri eş anlamlı olarak kullanılmaktaydı. İngiltere‟de Avrupa‟da kralların gücü artarken İngiltere‟de anayasal bir monarşi doğmuştu. Bu nedenle İngiltere‟de politikalar parlamentoda temsil edilen aristokratlar, toprak sahipleri, zengin tüccarlar ve saray mensupları tarafından belirlenmekteydi. 9 Ülkenin zenginliğinin sahip olunan kıymetli maden stokları ile ölçüldüğü, ülke içine altın ve gümüş girişini artırmak için müdahaleci bir dış ticaret politikası ile mamul mal ihracatının teşvik edildiği, ithalatın ise önlenmek istediği iktisadi görüşe merkantilizm denir. 27 Denizaşırı kavramının ortaya çıkması, Avrupa‟daki ticaret merkezlerinin yerini değiştirmiştir. Ticaret için Kuzey İtalya önemli bir merkez iken, İspanya ve Portekiz merkez haline gelmiştir. İspanya ise altın ve gümüş ticareti ile Avrupa‟daki en zengin ülke haline gelmiştir. Ekonomik anlamda ortaya çıkan tabloyu birkaç madde ile özetleyebiliriz: – Alman Hansa şehirleri önce canlanmış sonra gerilemiştir. Gerilemenin temel nedeni Hollanda ve İngiliz şehirlerinin ticari gücünü artırmasıdır. – Güney Almanya ve İsviçre ise gerileme sürecine girmiştir. Bunun temel nedeni en önemli ticaret yollarının dışında kalmalarıdır. – Büyük keşiflerden en kârlı çıkan bölgeler Alçak ülkeler, İngiltere ve Kuzey Fransa olmuştur. – Kısacası Atlantik’e açılan ve Kuzey ile Güney Avrupa arasında kalan bölge gelişen dünya ticaretinden en kazançlı çıkan bölge oldu. Yaşanan ekonomik gelişmeler neticesinde toplum hayatında da önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bunlardan en önemlisi nüfus artışı şeklinde olmuştu. 15. yüzyıl ortalarında Avrupa‟da nüfus 50 milyona yakın iken, 16. yüzyıla gelindiğinde bu sayı 100 milyona ulaşmıştır. Bu durumun en önemli nedenlerini ise şöyle özetlemek mümkündür: – Veba gibi salgın hastalıklara karşı ilaçların bulunması – İnsanların bağışıklık sisteminin gelişmesi – Taşıyıcıları etkileyen ekolojik değişme sonucunda iklimde yaşanan iyileşmeler – Nüfus/toprak dengesinin iyileşmesi ve bunun sonucunda reel ücretlerin artması – Evlenme yaşının düşmesi – Doğum oranlarının artması Bütün bu gelişmelerin yanı sıra tarımda da önemli gelişmeler yaşanmıştı. Örneğin; sürü sahipleri Mesta adı verilen güçlü bir birlik oluşturmuşlardı. Sağladıkları vergi gelirleri yüzünden krallık bu birliğe özel imtiyazlar vermekteydi. Sürü sahiplerinin mevsim dönümlerinde 28 yaylaklar ve kışlaklar arasında geçiş yapma isteğini krallığın olumlu karşılaması, tarımda gerilemeye neden olan unsurlardan biridir. İspanyol Krallığı‟nın tahıl fiyatlarına narh (fiyat sabitleme) uygulaması gibi isabetsiz hükümet politikaları da tarımda gerilemeye neden olmuştur. Batı Avrupa‟da Ortaçağ‟dan gelen açık tarla sistemi varken Fransa‟da ortakçılık10 yaygındı. Şehir çevrelerinde küçük mülkler; kırsal kesimde ise uzun dönem kiracılıklar söz konusuydu. 16. yüzyılda modern tarıma geçen ilk ülke olan Hollanda en gelişmiş tarıma sahipti. Bunun temelinde ihtisaslaşma yatıyordu. Yapılan ticari tarımla üretim pazar için gerçekleştirilmekteydi. Sanayi alanında ise en önemli gelişme gemicilikte yaşanmıştı. Ayrıca silah sanayinde de önemli gelişmeler yaşanmıştı. Gemicilik alanındaki gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz: – Gemi yapımındaki yenilikler gemicilik sanayini geliştirdi. – Hollanda‟nın deniz ticareti hızla gelişti. Hollanda deniz filosu, Avrupa‟nın en büyük filosuydu. – Ahşap gemilerin kısa ömürlü oluşu gemi inşa sanayine büyük talep yarattı. – 16. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Fluyt adlı özel ticari taşıma gemileri ticaretteki artışı hızlandırdı. Günümüz tankerlerine benzeyen bu gemiler sayesinde hacimli fakat düşük değerli malların taşınmasına imkan sağlandı. Ayrıca haha az tayfa ile faaliyette bulunulabiliyordu. Savaş ve Büyük Güçler Bu başlık altında savaş olgusu ve bunun büyük güçler üzerindeki etkisine, tarihteki önemine değinilecektir. Öncelikle “savaşa ne neden 10 Toprak sahibinin emek dışındaki tüm üretim girdilerini sağladığı, riske ve üretim kararlarına katıldığı, elde edilen ürünün ise yarı yarıya paylaşıldığı sisteme ortakçılık denir. 29 olur?” sorusu11 üzerinde durmalıyız. Bu soru üzerinden büyük güçlerle ilişki kurulacaktır. Aktarılacak bilgilerin bir kısmı yukarıda verilenler arasında var olduğundan benzer konular yalnızca ismen veya başlık olarak aktarılacaktır. “Savaşa ne neden olur?” sorusunun cevabı olarak pek çok seçeneği değerlendirebiliriz. Aşağıda verilen maddelere sizler de kendi yorumunuza göre maddeler ekleyebilirsiniz: Hanedanlık yarışı Nüfuz elde etme Din Askeri faktörler Yanlış algılamalar Dış politikada veya diplomaside yapılan hatalar İmparatorlukların Çöküşü Sınıf faktörü Diğer nedenler Savaşın nedenleri arasında gösterdiğimiz “hanedanlık yarışı” kapsamında Yüzyıl Savaşlarını (1337-1453) ele alabiliriz. Yukarıda bu savaş ile ilgili bilgi vermiştik. Savaşın nedenini İngiltere Kralı III. Edward‟ın Fransa tahtında hak iddiası ile feodal yapıyla hanedanlıklar arası yarışı gösterebiliriz. Bu savaş kapsamında 21 adet savaş gerçekleşmiş ve Fransa bu savaşlar sonucunda galip gelmiştir. Bu savaşların ardından yine yukarıda değindiğimiz Güller savaşı (1455-1485) yaşanmıştır. Savaşın İngiltere üzerindeki etkisine “İngiltere‟nin Yükselişi” başlığında; Fransa üzerindeki etkisine de “Fransa‟nın Yükselişi” başlığında değinmiştik. Savaşa neden olan ikinci faktör “din mücadelesi ve nüfuz elde etme” başlığı için en bilinen örnek Otuz Yıl Savaşlarıdır (1618-1648). Bu savaş da 1555‟te imzalanan Augsburg Barışı ihlal edilmesi ve daha sonra 1609‟da Fransa ile İspanya arasında yapılan Protestanlara sınırlı ibadet özgürlüğü verilmesinin yetersiz oluşu ile ortaya çıkmıştır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içerisindeki küçük prensliklerin, krallıkların 11 Bu sorunun derse uyarlanmasında Prof. Stephen Van Evera‟nın “Savaşın Nedenleri ve Önlenmesi” isimli dersinden yararlanılarak Büyük Güç kavramı ile birleştirilmiştir. 30 mücadelesi olan bu savaşın, 1608‟de Protestan birliğinin, 1609‟da da Katolik birliğinin oluşturulması sonrası ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur. Savaşın başlamasından kısa süre sonra Protestan-Katolik çekişmesine hanedanlar arası mücadele de eklenmiştir. Savaş sırasında Habsburglu II. Ferdinand 1619‟da Kutsal Roma İmparatoru olduğunda zor kullanarak din değiştirtmesi ve Protestanlığı Bohemya‟dan silmesi önemli bir olay olarak karşımıza çıkar. 1629‟da ise Calvinciliği yasaklayan ve Katolikliğe geri dönülmesini emreden Eskiye Dönüş Fermanı (Edict of Restitution) yayınlanmıştır. 1636 yılında Protestanları destekleyen Fransa‟nın savaşa dahil olması ile seyri değişen süreci sona erdiren Westfalya Barışı olmuştur. Bu antlaşmayla; • Calvenizm‟in kabulü • Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟nun dağılışı • Protestanların zaferi • Fransa‟nın zaferi • İsveç‟in yükselişi • Hollanda‟nın bağımsızlığı • Devletlerarası sistemin kuruluşu gerçekleşmiştir. Fransa bu anlaşmadan en karlı çıkan ülke olarak Avrupa‟nın en önemli büyük gücü haline gelecektir. Savaşa neden olan faktörler arasında en önemlilerinden birisi de “askeri faktörler”dir. Bu kapsamda yukarıda “Rusya‟nın yükselişi” başlığında ele aldığımız Azak‟ın fethini, Baltık ülkeleri ile mücadele sürecini ve Prut savaşını gösterebiliriz. Yine askeri faktörler içerisinde ele almak üzere, yönümüzü bu kez Doğu Asya topraklarına çevirerek Mançuların Çin‟in kuzeybatı ülkelerinde gerçekleştirdiği saldırıları ve daha sonra 1755-1758 yılları arasındaki Çin‟in büyük istila sürecini gösterebiliriz. Mançuların kuzeybatı bölgelere askeri seferler düzenlemesi buradan sürekli olarak topraklarına düzenlenen Cungar (Kalmuk) saldırıları ile ilgilidir ki, o dönemde bu süreç Çin‟i zaman zaman güçten düşmesine neden olmaktadır. Bu bölgedeki Cungar varlığına bir son vermek ve bölgeyi denetim altına almak için de 1755-1758 yılları arasında çok büyük bir istila süreci başlatacaktır. Togan, bu süreci çok kanlı baskınların gerçekleştiği ve milyon insan kaybı ile aktarmaktadır. Bu hareket ile Çin birlikleri, çok büyük katliamlar yapmış, 31 bölgedeki Cungar (Kalmuk) varlığının çok büyük kısmını sona erdirmiş, Uygurlar ve bölgedeki diğer Türk boyları için telafisi mümkün olmayan kayıp yaşanmıştır. Bugün “Doğu Türkistan Sorunu”nu ele alan araştırmacıların 18. yüzyıl ortalarını iyi analiz etmeleri, sorunun kökenine inilmesi bakımından oldukça önem taşır. “Dış Politika ve Diplomaside Yapılan Hatalar ve Yanlış Algılamalar” savaşa neden olan, daha doğrusu savaşın çıkarılmasındaki görünen sebebi teşkil eden bir etkendir. Bu kapsamda kıtalararası mücadele olarak baktığımızda ilk dünya savaşı diyebileceğimiz Yedi Yıl Savaşlarını (1756-1763) tipik bir örnek olarak gösterebiliriz. Bu başlık altında savaşın nedenlerini özetleyecek olursak; Virginia valisi Dinwiddie, İngiltere ile olan yazışmalarında Ohio Vadisi‟ni „İngiliz Malı‟ olarak tanımlamıştı. Dinwiddie‟a göre, Fransızlar, Alleghani bölgesinin doğusunu işgal ederek (ki etmemişlerdi), daha büyük bir Kuzey Amerika fethine hazırlanıyorlardı. Massachusetts valisi Shirley, Londra‟ya Fransa‟nın Massachusetts‟i işgal ettiklerini söylemişti. Oysaki bu gerçek değildi. Dinwiddie, Londra‟ya Fransızlar‟ın Ohio Vadisi‟ndeki İngiltere askerlerine saldırdığını söylemişti. Ancak Fransızlar Ohio Şirketi‟nin paralı askerleriyle savaşmışlardı, İngiliz hükümetinin birlikleriyle değil. Dinwiddie, Ohio Vadisi‟nde kendi başlattığı kale inşaatını Londra‟ya bildirmemişti. Dinwiddie, Fransızlar‟a karşı savaşan yerlileri nasıl desteklediğini de Londra‟ya bildirmemişti. Savaşın sonrasına bakacak olursak; • • • Büyük Britanya dünya çapında bir deniz gücü ve sömürgeci güç Ekonomik ve politik olarak Fransa‟nın gerilemesi ve Fransız Devrimi‟nin zemini Prusya Avrupa‟nın büyük güçlerinden biri 32 • • • • Almanya‟nın birleşme süreci hızlandı Amerika‟da artan vergiler, bağımsızlık hareketlerine zemin hazırladı. Amerika kıtasındaki kolonileşme süreci son buldu Hindistan‟daki koloniler Britanya‟ya devredildi Savaşa neden olan önemli etkenlerden biri de “İmparatorlukların gerilemesi veya çöküşü” gösterilebilir. Basit bir denklem ile bunu özetleyecek olursak; “Doğa, asla boşluk kabul etmez!” Burada vurgulamak istenilen bozulan siyasi yapıların geri çekilmelere neden olması ve geride kalan boşluğun devrin bir başka gücü veya güçleri tarafından doldurulmak istenmesidir. Bu kapsamda kendi tarihimizden Osmanlı Devleti‟ni örnek gösterebiliriz. Osmanlı tarihi ile ilgili en fazla bilgi sahibi olduğunuzu düşünecek olursak, burayı kısaca şu örnekle özetleyebilirim. Fransız Devrimi‟nin neden olduğu milliyetçilik akımı, beraberinde devletin içerisinde var olan askeri, ekonomik, siyasi bozulmalar gerilemeyi veya çöküşü hızlandıran en önemli etkenlerdir. Bu kapsamda 19. yüzyıldaki özellikle Balkanlar‟daki toprak kayıpları üzerine düşünebilirsiniz. Daha sonra değineceğimiz için savaşa neden olan etkenler içerisinde “sınıf faktörü”nü sadece başlıklar halinde vermek istiyorum. Bu kapsamda Karl Marks ve Friedrich Engels‟in “Komünist Manifestosu” ile ortaya konulan ilkeler bağlamında 1848 İhtilallerini ve topraksız köylüler ile işçi sınıfın isyanı olan Rusya‟daki 1917 Devrimini düşünebilirsiniz. Siyasi Sitem ve Büyük Güçlerin Şekillenişi12 Bu başlık altında daha önce aktarılan bilgiler ışığında büyük Avrupa güçlerinin siyasi sistemlerindeki değişim ve farklılaşmaya değinilecektir. Bu farklılaşma konusunda İngiltere ve Hollanda örnekleri ile Fransa, İspanya, Kutsal Roma Cermen İmparatorluklarının 12 Yeniçağ Avrupa‟sının en önemli devletlerinin büyük güç olma yolunda izledikleri süreç ile birlikte şekillenen yönetim sistemi arasındaki ilişkinin incelendiği bu bölüm, Prof. John Merriman‟ın “Avrupa Uygarlığı, 1648 – 1945” adlı dersi temelinde ele alınmıştır. 33 sitemlerindeki dönüşüm, bu dönüşüm üzerindeki etkenler, toplumsal yapılar üzerinde durulacaktır. Avrupa‟daki siyasi sistem üzerine aktaracağımız bilgiler, aslında modern devlete geçiş sürecini de özetleyecektir. Bu geçiş süreci ile büyük güçlerin ilişkisi ön planda olacaktır. Modern devlete geçiş süreci olarak adlandırılan zaman dilimi 17. yüzyıl ile başlatılarak 18. yüzyılın ortalarına kadar uzatılan bir dönemi ifade etmektedir. Bu süreç içerisinde, siyasi sitemlerinin farklılaşması bakımından, iki önemli figür karşımıza çıkar. Bunlardan biri İngiltere, diğeri de Fransa‟dır. Geçirilen sürecin sonunda İngiltere diğer Avrupa devletlerine göre fazla merkezi olmayan bir siyasi yapı (İngiliz monarşisi) olurken; Fransa aşırı merkeziyetçi bir siyasi yapıya (monarşi) dönüşecektir. İki önemli büyük güç arasındaki yönetimsel veya siyasal bu fark, kıta Avrupası‟nın yöneticilerinin kendi hanedanlıklarını genişletme veya güçlendirme çabaları ile oluşmuştur. Gösterilen bu güç gayreti ise iki özellik etrafında şekillenir: 1- Kendi halkından sağlanan kaynağın kapasitesini arttırma telaşı, 2- Küçük devletleri evlilikler veya büyük devletlere karşı savaş yoluyla kendi bünyesine alarak hanedanlık topraklarını genişletmek. Kıta Avrupası‟nda girişilen hanedanlık yarışının en önemli nedeni, Avrupa‟nın tam ortasında var olan ve diğer devletler için zaman zaman büyük tehdit oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟na karşı gerçekleşmekteydi. Bu imparatorluğun yapısına bakıldığında içerisinde beş ayrı hanedanlığın varlığını görebilirsiniz: – Habsburglar (Avusturya, Bohemya, İspanya kolu) – Hohenzollern (Brandenburg ve Franken kolu) – Wettin (Albrecht ve Ernst kolu) – Wittelsbach (Bavyere ve Pfalz kolu) – Oldenburg (Danimarka ve Holstein-Gottorp kolu) Söz konusu hanedanlıklar arasından Habsburgların sıyrılması ve ön plana çıkması ise, diğer Avrupa güçlerinin gözünü korkutan bir etki ortaya koymuştu. Avrupa‟daki bu hanedanlık ve merkezileşme yarışına karşın İngiltere‟de ise ulusal kimliğin inşası süreci, kıta Avrupa‟sınınkinin tersi 34 bir süreç izlemektedir. 1642-1645 yıllarında birincisi; 1648-1649 yıllarında ikincisi; 1649-1651 yıllarında da üçüncüsü gerçekleşen İngiltere İç savaşlarından Parlamento galip çıkmıştır. Bu iç savaş sürecinin temel nedeni, Cumhuriyetçiler ile kraliyet yanlıları arasındaki politik görüş farklılığı ve mücadelelerdir. İç savaşlar Kral I. Charles‟in idamı ve Cromwell‟in başa geçmesi ile başlamıştı. İç savaşın İngiltere‟deki yönetim anlayışına etkisi ise, kralın devleti yönetme sürecindeki şahsiliğin sona ermesi ile İrlanda, İskoçya ve Galler‟in katılımlarıyla oluşan parlamento ile kral arasında denge oluşturulması idi. İşte bu süreç, daha önce değindiğimiz ve Büyük Britanya‟yı ortaya koyan 1707 yılındaki Birlik Kanunları‟nı ortaya çıkaran en önemli unsur olmuştur. İngiltere‟de bu gelişmeler yaşanırken, Avrupa‟da geleneksel ortaçağ devletlerinin bürokratikleşme sürecinin yaşandığını görmekteyiz. Bu bağlamda yerel yönetimlerin sahip oldukları yetkileri sınırlandırılmıştır. Çünkü yerel yönetimler ne kadar fazla yetkiye sahip olursa, devlet merkezileşemeyecek yani kral mutlak güç olamayacaktır. Merkezileşme ve birleşmenin diğerlerine göre geç gerçekleştiği ülkelerde buna sebep yerel varlıklardır. Örnek verecek olursak; Alman liman kentleri Lübeck, Hamburg ve bazı liman kentlerin katılımıyla oluşturulan Hansa Ligi (Birliği) Almanya‟nın birleşmesinin 1871 yıla kadar gecikmesine neden olmuştur. Çünkü Hansa ligi, “Almanya‟nın kuzeyindeki kentlerin ve yabancı ülkelerdeki bazı Almanların çıkarlarını karşılıklı korumak” fikrine dayanıyordu. Yani bütün bir Almanya ideali yoktu. Benzer şekilde İtalya‟nın birleşmesi de 1860-1870‟lere kadar uzamıştır. Çünkü İtalya‟nın kuzeyi, elinde pek çok hak barındıran küçük devletçiklerle doludur. Fransa ve İspanya ise merkezileşme yani kralı mutlak güç yapma fikriyle hareket eden ülkeler olarak, öncelikle şehirlerin etrafındaki surların yıkılışı gerçekleşmiştir. Buna en tipik örnekler, Fransa‟daki Nimes; İspanya‟daki Avila şehirleridir. Her iki ülkenin kralı da bu surları yıkmakla, bu şehirlerde oluşan yerel yönetimin gücünü kırmayı amaç edinmiştir. Bunun Fransa üzerindeki en önemli etkisi de burjuvazinin gerilemesidir. Çünkü burjuva, şehirde yaşayan ve kendisiyle ilgili kararların bazılarının yerel idare tarafından alındığı sınıfı teşkil etmektedir. Fransa‟da merkezileşme çabaları birkaç unsura dayanmaktaydı: – Yerel yönetimin memurlarının merkezden atanarak değiştirilmesi, – – Vergiden muaf olma hakkının kaldırılması Büyük merkezi bir ordunun oluşumu Bütün bu sürecin en önemli göstergelerinden biri Otuz Yıl Savaşları‟dır (1618-1648). Savaş ve sonuçları hakkında daha önce aktarılan bilgilere ek olarak şunu belirtmeliyiz ki, savaşın en önemli sonucu, merkezi otoritenin gücünün kabulüdür. Yani mutlaki yönetimin Fransa‟da zirve yapmasıdır. Bu noktada Jean Bodin‟in (1530-1596) “Devletin Altı Kitabı”nda yer alan egemenliğin üç temel niteliğine atıfta bulunmalıyız: 1- Mutlaklık, 2- Süreklilik, 3- Bölünmezlik ve Devredilemezlik. Bodin, bu üç önerme çerçevesinde egemenliği şekillendirmekte ve aslında Fransa örneğinde anlatmaya çalıştığımız mutlak güç anlayışını özetlemektedir: – «Egemen majestelerinin ve mutlakiyetçi gücün temel noktası, esas olarak yasalar çıkarıp, bu yasaları rızaları gerekmeksizin insanların üzerine dikte etmekte yatmaktadır.» – «Kralın egemenlik hakkı ve yetkisi, babanın hükmetme hakkı gibi mutlaktır. Fransa‟yı bu kadar katı bir sisteme götüren pek çok etken olabilir. Ancak yukarıda aktardığımız bilgilere ek olarak şunu da söylememiz gerekir ki, hükmetme gücü elinde olan Kral IV. Henry, 1610 yılında Paris‟te sıradan bir suikast ile öldürülmüştü. Bu Fransa tarihi için dönüm noktalarından biridir. Bunun üzerine Fransa‟da var olan Genel Meclis (Estates General), bütün eyaletleri temsilen toplanmıştı. Fransa‟da bu meclis 1789‟a kadar bir daha toplanmamıştır. Sonuç ise, meclisler, parlamentolar var olsa da mutlak ve tek güç kral olmuştur. Çünkü kral bunları toplamak zorunda değildir. Merkezi büyük orduların kuruluşuna ve gelişimine de yine merkezileşme çabası içerisinde bakabiliriz. Çünkü merkezi ordu demek, istediğin anda vergi alabilmek, ülke içinde oluşan direnişi büyük bir kuvvetle bastırmak demekti. Bu noktada rakamları örnek verebiliriz: 36 35 Ülke 1690 yılı 1756 yılı Fransa 180.000 350.000 Habsburg 50.000 200.000 Prusya (Brandeburg ile) 30.000 195.000 Örneğini verdiğimiz Fransa ve diğer Avrupa büyük güçlerine karşın İngiltere ve Hollanda‟nın yönetim anlayışında farklı bir dönüşüm görülür. Bu bağlamda İngiltere anayasal monarşi; Hollanda cumhuriyet idaresini benimsemişti. Bu iki devletin Fransa‟dan farkını toplumsal dinamikleri ile izah edebilmek mümkündür. O halde toplumsal yapıyı şöyle özetleyelim: – Çok geniş orta sınıf (Avrupa‟da hiçbir ülkede bu kadar geniş bir orta sınıf yok!) – İngiltere‟de ayrıcalık, soyluluktan ziyade zenginlikle ilgiliydi. Zenginlik ise toprak sahipliği ile. – İspanya, Fransa ve Prusya‟da ticarete yatırım yapmak çaptan düşmek anlamında! – Orta sınıf, siyasi haklar ve ayrıcalıklar için baskı kurabiliyordu. Ticari olarak gelişmiş bir orta sınıfın elinde olan kuzey şehirleri, ticari merkezin güneyden kuzeye kaymasını sağlamıştı. Bu bakımdan İngiltere‟de Norwich, Exeter, York, Mancester, Liverpool‟un gittikçe büyüdüğünü görürüz. Bu gittikçe büyüme, doğal olarak bazı hakların talep edilmesini beraberinde getirecektir ki, bu da kralın tek otorite olmasının önündeki en büyük engellerdendir. İngiltere‟de Kral, Fransa‟dakine benzer şekilde otorite olmaya çalışacaktır. 1640‟lı yıllara gelindiğinde bunu görmekteyiz. Yukarıda İngiliz İç Savaşı‟ndan söz etmiştik. İşte bu iç savaş tam da kralın otorite olma isteğine karşı konulan tepkidir. Bu tepki, hür doğmuş İngiliz ferdi 37 fikrine karşı kralın ve yetkilerinin tehdit olarak görülmesi ile ortaya çıkmıştı. Hollanda‟da da benzer şekilde merkezileşme denemeleri olmuştu. Aile hanedanı olarak Orange ailesi, Hollanda‟daki en yüksek resmi pozisyon olan Stadtholder‟ı ele geçirip onu gürleyen bir tür kısmimutlakiyetçi bir krala çevirmek istemişti. Bununla birlikte İspanya, Hollanda üzerinde sürekli baskı kurmak istiyordu. Bu baskıyı din merkezli gerçekleştirmekteydi. Çoğunluğunu Calvinistlerin (Protestan) oluşturduğu Hollanda üzerinde Katolikliğe dönülmesi konusunda İspanya‟nın baskısı mevcuttu. Fransa‟da XIV. Louis de Hollanda‟nın tamamını kontrol altında tutmak istiyordu. Bu doğrultuda girişimler de söz konusuydu. Hollanda ise bu dış baskılara boyun eğmeyi reddetmekte ve ayrıca var olan eyalet siteminin devamını savunmaktaydı. Çünkü İngiltere ile aynı şekilde ticaretin gelişkin olduğu şehirler mevcuttu. Sonuç olarak baktığımızda, gelişen tarihi olaylar toplumsal hafıza üzerinde son derece etkili olmuştu diyebiliriz. İşte oluşan bu toplumsal hafıza “neden Fransa gibi mutlak gücün kral olduğu bir sistemin İngiltere veya Hollanda‟da var olmadığı” sorusuna cevap olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda baskı uygulayan büyük güçlere (Fransa, İspanya) karşı bir sevimsizlik söz konusudur. Dolayısıyla Katolik dünya aynı zamanda düşmandır (Buradan hareketle Reformasyon ortaya çıkar, kendi İngiliz değerlerine özgü Anglikan kilisesi kurulur.). Yaşanan gelişmeler tek otoritenin kralın elinde olduğu bir mutlak güç mü; yoksa dengelenmiş, paylaşılmış bir güç mü seçeneğini ortaya çıkarmıştır. Bu seçenekler farklı yönetim tarzları ve farklı istikametlere giden devletleri ortaya çıkarmış olur. İngiltere ve Hollanda‟da ulusal kimliğin oluşumu da bu çerçevede şekillenmişti: Katolik olmamak, Mutlakiyetçi olmamak, Fransız olmamak 38 DERS NOTLARININ HAZIRLANIŞINDA KULLANILAN KAYNAKLAR Abdurrahman Saygılı, “Jean Bodin‟in Egemenlik Anlayışı Çerçevesinde Kralın İki Bedeni Kuramına Kısa Bir Bakış”, Ankara Ün. Hukuk Fakültesi Dergisi, 63 (I) (2014), s. 185-198. Ayşe Yarar, “Latin Amerika‟da İspanyol Sömürgeciliği ve Simon Bolivar‟ın Bağımsızlık Mücadelesi”, History Studies, Vol. 5/1 (Ocak 2013), s. 391-403. Enric Ucelay-da Cal, “İspanya. Kara Efsanenin Ötesinde”, Ülkelerin Tarihleri. Ulusal Kimlikler Nasıl Oluşturuldu?, der.: Peter Furtado, çev.: Şahika Tokel, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2014 Erdoğan Uygur-Fatma Uygur, “Fransız Sömürgecilik Tarihi Üzerine Bir Araştırma”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi-Turkish Journal of Social Research, yıl 17, sayı 3 (Aralık 2013), s. 273-286. Haluk Özdemir, “Uluslararası İlişkilerde Güç: Çok Boyutlu Bir Değerlendirme”, Ankara Üniv. SBF Dergisi, 63-3, s. 113-144. Helene Carrere d‟Encausse, Tamamlanmamış Rusya, çev.: Reşat Uzmen, Ötüken Yay., İstanbul 2003. İlyas Kamalov, Altın Orda ve Rusya. Rusya Üzerindeki Türk-Tatar Etkisi, Ötüken Yay., İstanbul 2009. İsabel De Madariaga, Korkunç İvan, İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012. Jeremy Black, “Büyük Britanya Kurgulanmış Ulus Devlet”, Ülkelerin Tarihleri. Ulusal Kimlikler Nasıl Oluşturuldu?, der.: Peter Furtado, çev.: Şahika Tokel, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2014. M. Condon – E. T. Jones, “Warrant for the payment of John Cabot‟s pension, 22 February 1498”, http://researchinformation.bristol.ac.uk/files/3258589/2011cabotpensionwarrant. pdf (ET.: 16.02.2015) Mehmet Yetişgin, “Rusların Türk Toprakları Üzerine Yayılmasının Sebepleri Üzerine Bazı Düşünceler”, Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 16 (2006), S. 671-702. 39 Merry E. Wiesner-Hanks, Erkan Modern Dönemde Avrupa 1450- 1789, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2014. Murat Hanilçe, “Coğrafi Keşiflerin Nedenlerine Yeniden Bakmak”, Tarih Okulu Dergisi, S. VII (Mayıs-Ağustos 2010), s. 47-70. P. Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, çev.: Birtane Karanakçı, İşbankası Kültür Yay., Ankara 1990 Süleyman el-Tâcir, Doğunun Kalbine Seyahat (Çin ve Hind Ülkeleri Hatiraları ve İlaveleri), çev.: Ramazan Şeşen, Yeditepe Yay., İstanbul 2012. Yalçın Alganer-Müzeyyen Özlem Çetin, “Avrupa‟da Birlik ve Bütünleşme Hareketleri (I)”, Marmara Üniv. İ.İ.B.F. Dergisi, c. XXIII, S. 2 (2007), s. 285-309. Z. Velidi Togan, Bugünki Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, Enderun Yay., 1981. İnternet Kaynakları http://www.acikders.org.tr/ 40