TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI
Transkript
TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI
T.C. ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ YAYINI NO: 2073 AÇIKÖ⁄RET‹M FAKÜLTES‹ YAYINI NO: 1107 Anadolu Üniversitesi ‹lâhiyat Önlisans Program› TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI Editör Prof.Dr. Hasan AKSOY Yazarlar Prof.Dr. Bilal KEM‹KL‹ (Ünite 1, 10) Prof.Dr. Mustafa ‹smet UZUN (Ünite 2, 4) Prof.Dr. Hasan AKSOY (Ünite 3, 8) Prof.Dr. Alim YILDIZ (Ünite 6, 7) Yrd.Doç.Dr. Ali ÖZTÜRK (Ünite 5, 9) ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ Bu kitab›n bas›m, yay›m ve sat›fl haklar› Anadolu Üniversitesine aittir. “Uzaktan Ö¤retim” tekni¤ine uygun olarak haz›rlanan bu kitab›n bütün haklar› sakl›d›r. ‹lgili kurulufltan izin almadan kitab›n tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kay›t veya baflka flekillerde ço¤alt›lamaz, bas›lamaz ve da¤›t›lamaz. Copyright © 2010 by Anadolu University All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic, tape or otherwise, without permission in writing from the University. Genel Akademik Koordinatörler Prof.Dr. ‹brahim Hatibo¤lu (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi) Prof.Dr. Ali Erbafl (Sakarya Üniversitesi) Program Koordinatörü Doç.Dr. Cemil Ulukan Uzaktan Ö¤retim Tasar›m Birimi Genel Koordinatör Prof.Dr. Levend K›l›ç Genel Koordinatör Yard›mc›s› Ö¤retim Tasar›mc›s› Doç.Dr. Müjgan Bozkaya Ö¤retim Tasar›mc›s› Yard›mc›lar› Arfl.Gör. Mehmet F›rat Arfl.Gör. Nur Özer Grafik Tasar›m Yönetmenleri Prof. Tevfik Fikret Uçar Ö¤r.Gör. Cemalettin Y›ld›z Ölçme De¤erlendirme Sorumlusu Ö¤r. Gör. Atilla Tekin Kitap Koordinasyon Birimi Doç.Dr. Feyyaz Bodur Uzm. Nermin Özgür Kapak Düzeni Prof. Tevfik Fikret Uçar Dizgi Aç›kö¤retim Fakültesi Dizgi Ekibi Türk ‹slâm Edebiyat› ISBN 978-975-06-0756-1 3. Bask› Bu kitap ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ Web-Ofset Tesislerinde 60.000 adet bas›lm›flt›r. ESK‹fiEH‹R, Ocak 2013 İÇİNDEKİLER Ünite 1: Din ve Edebiyat……………………………………………………2 Ünite 2: Türk – İslâm Edebiyatının Kaynakları ………………………… 22 Ünite 3: Türk – İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri …………………… 52 Ünite 4: Türk – İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar …… 82 Ünite 5: XV. Yüzyıla Kadar Türk – İslam Edebiyatı ……………………110 Ünite 6: XVI – XX. Yüzyıl Türk – İslam Edebiyatı ……………………136 Ünite 7: Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler………………………………156 Ünite 8: Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler………………………… 182 Ünite 9: Dinî Tür ve Konular ……………………………………………208 Ünite 10: Tasavvuf ve Edebiyat …………………………………………234 iii iv ÖNSÖZ Edebiyat, düşünce ve hayallerin duygularla birlikte heyecan ve estetik zevk uyandıracak şekilde ifade edilmesidir. Binlerce yıldan bu yana varlığını sürdüren Türk edebiyatı İslâmiyet’le birlikte durmadan gelişmiş ve hatta yenilenmiştir. Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra İslâm kültür ve medeniyetinin birleştirici, bütünleştirici etkisi altında ortaya çıkan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı Osmanlı Dönemi boyunca varlığını güçlendirerek devam ettirmiş, Fuat Köprülü, Ali Nihad Tarlan, Nihat Sami Banarlı ve Neclâ Pekolcay gibi Cumhuriyet Dönemi edebiyat araştırmacıları tarafından Türk-İslâm Edebiyatı adı altında bilim dalı haline getirilmiştir. Ana hatlarıyla ifade edilecek olursa, Türk-İslâm edebiyatı, din ağırlıklı edebî eser ortaya koyan şair ve yazarları inceleyen bir bilim dalıdır. Diğer İslâmî dallarda olduğu gibi, bu alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerdir. Siyerler, kısas-ı enbiyâlar, tasavvuf ve akaid, tefsir, fıkıh gibi İslâmî ilimler, devrin ilimleri, yerli malzeme, İran ve Arap Edebiyatı bu bilim dalının diğer kaynakları arasında sayılabilir. Ön lisans öğrencilerine hitap eden elinizdeki kitapta Türk-İslâm edebiyatı hemen bütün yönleriyle ele alınmaya çalışılmıştır. Birinci ünitede dinedebiyat ilişkisi incelenmiş, Türk-İslâm edebiyatının kapsamı ve diğer bilim dallarıyla irtibatı anlatılmıştır. İkinci ünitede Türk-İslâm edebiyatının kaynakları bütün yönleriyle incelenmiştir. Bu ünitede önce Türk-İslâm edebiyatına konusunu ve özelliklerini veren kaynaklar tanıtılmış, sonra Türk edebiyatı metinlerinin kaynakları ve Türk-İslâm edebiyatı çalışmalarında başvurulacak kaynaklar hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında kullanılan nazım şekilleri, vezinler, eski Türk edebiyatında sıklıkla kullanılan aruz kalıpları ve kafiyeler örneklerle anlatılmıştır. Dördüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında çoğunlukla başvurulan edebî sanatlar, belâgat ve unsurları tanıtılmış, edebiyat-sanat ilişkisi üzerinde durulmuştur. Beşinci ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihinin XV. yüzyıla kadar seyri hakkında bilgi verilmiş, Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak özellikleri ana hatlarıyla aktarılmış, XIII-XV. yüzyılların edebî özellikleri anlatılmış, öne çıkan şair ve yazarlar eserleriyle birlikte kısaca tanıtılmıştır. Altıncı ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihinin XVI-XX. yüzyıllardaki seyri takip edilmiş, yüzyılların özellikleri şiirlerden seçmelerle anlatılmış, bu edebiyatın canlı ve devam eden bir edebiyat olduğu gözler önüne serilmiştir. Yedinci ünitede Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah’la, sekizinci ünitede Hz. Peygamber’le ilgili edebî türler hakkında genişçe bilgi verilmiştir. Bu iki ünitede önce türler genel olarak tanıtılmış, sonra her türün tarihî gelişimi anlatılmış ve her tür önemli örneklerle desteklenerek okuyucunun is- v tifadesine sunulmuştur. Dokuzuncu ünitede dinî-edebî türler ile genel edebiyat türleri karşılaştırılmış, Türkçe dinî eserler edebî bakımdan değerlendirilmiş, dinî konulu destânî mahiyetteki eserlerle ramazâniyye, ıydıyye, fetihnâme, gazavatnâme, mersiye ve maktel gibi dinî-edebî türler hakkında etraflıca bilgi verilmiştir. Onuncu ünitede ise tasavvufun edebiyatla irtibatı ele alınmış, kültür tarihimizde önemli bir edebiyat ve sanat ortamı olan tekkeler hakkında bir değerlendirme yapılmış, tasavvuf edebiyatının temel kavramları tanıtılmış, dinî-tasavvufî türler zengin örneklerle anlatılmıştır. Önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız bu kitap bir ekip çalışmasının ürünüdür. 1. ve 10. ünite Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilal Kemikli, 2. ve 4. ünite Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Uzun, 3. ve 8. ünite Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aksoy, 5. ve 9. ünite İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Öztürk, 6. ve 7. ünite Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alim Yıldız tarafında hazırlanmıştır. Yoğun mesai sarfederek kitabın en güzel şekilde tamamlanması için titizlik gösteren ve büyük bir özveriyle çalışan ve hepsi de fakültelerinde Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim dalı öğretim üyesi olan kıymetli meslektaşlarıma teşekkürü borç bilirim. Ön lisans kitaplarının koordinatörleri değerli meslektaşlarım Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. İbrahim Hatiboğlu ile Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. Ali Erbaş’a ve basım konusunda yardımlarını ve gayretlerini esirgemeyen Eskişehir Anadolu Üniversitesi Rektörü ile Açık Öğretim Fakültesi Dekanı’na ve çalışanlarına en kalbî teşekkürlerimi sunarım. Gayret bizden tevfik Allah’tandır. Prof. Dr. Hasan AKSOY (Editör) vi 1 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Din ve edebiyatı ilişkilendirebilecek, • Türk-İslâm Edebiyatını tanımlayabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini belirleyebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Din • Edebiyat • Türkler • İslâm Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için öncelikle; • M. Fuat Köprülü’nün Edebiyat Araştırmaları adlı kitabından “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i” başlıklı bölümü okuyunuz. • Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Edebiyat” maddesini okuyunuz. • Agâh Sırrı Levent’in Türk Edebiyatı Tarihi I. Cilt Giriş adlı kitabın “Edebiyat Tarihimizin Başlıca Sorunları” başlıklı bölümü inceleyiniz. 2 Din ve Edebiyat GİRİŞ Din, farklı disiplinler açısından ele alınıp tanımı yapılan bir kavramdır. Kelimenin etimolojik kökeni ve tariflerinin yanında, kaynağı, tasnifi, bireyi ve toplumu etkileyen ilkeleri ve esasları itibariyle de tanımlanmıştır. Bununla birlikte edebiyat açısından dinin tarifini yapmak güçtür. Çünkü din, bir yönüyle edebiyatın kaynağıdır; diğer yönüyle de, tanınmasında, yayılmasında ve kültürel değerlerini oluşturmasında edebî eserin dil, ifade ve formlarından yararlanan bir sosyal kurumdur. Din bireyi mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştirir; ahlâkî bir kurum olarak insanlara yön verir, bireyi içten kuşatarak yönlendirir. Bunu da büyük oranda sözün büyülü gücünden yararlanarak yapar. Her şeyden önce, her dinin bir kutsal metni vardır. Kutsal metin, bir yandan okuyana dinin temel ilkelerini öğretirken, öte yandan da onu metafizik gerçeklikle buluşturur. Böylece dindar, kutsal kitabı okurken edebî bir bilince ve dil zevkine de ulaşır. Ulaşılan bu bilinç ve dil zevki, sanatın merkezinde ye alan estetik duyguyu ifade eder. Din, metafizik problemlere getirdiği çözümler, hayata yüklediği anlam, varlık, bilgi ve ahlak anlayışıyla estetik duyguyu besleyen en önemli kaynaktır. Din ve edebiyat ilişkisi edebiyat bilimcilerinin ve eleştirmenlerin üzerinde durduğu konulardan birisidir. Bu ünitede, öncelikle din ve edebiyat ilişkisi inceleme konusu edilecektir. Daha sonra Türk-İslâm Edebiyatı’nın tanımı yapılarak kapsamına işaret edilecek ve diğer ilimlerle olan ilişkisi ortaya konacaktır. Buradaki asıl amaç, kitabın diğer ünitelerinde ele alınan konuların anlaşılmasına teorik bir temel oluşturmaktır. DİN VE EDEBİYAT Edebiyat, dile bağlı bir sanattır. Bir kavram olarak dilimizde Tanzimat sonrasında kullanılmaya başlayan edebiyat, insana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali, yorumları, tutumları, gözlemleri dilin imkânlarıyla en güzel şekilde anlatma sanatıdır. Diğer bir ifadeyle edebiyat, duygu, düşünce veya hayallerin heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak şekilde ifade edilmesidir (Okay:1994, 395). Bu sanat, bir dönemin, bir toplumun hissiyatını, inançlarını, irfanını, bilgilerini, algılarını, kavrayışını ve estetik dünyasını yansıtan ayna konumundadır. 3 Alman düşünürü Hegel, güzel sanatları, plastik, fonetik ve söz sanatı olmak üzere üç guruba ayırır. Plastik sanatlar, heykel ve dekoratif sanatlar, mimari ve resimdir. Fonetik sanat, mûsikî; söz sanatı ise, edebiyattır. Beş temel sanattan birisi olan edebiyatın insanı mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştiren ve ona ahlâkî açıdan yön veren dinle bir ilişkisi var mıdır? Eğer var ise, bunun mahiyeti nedir? Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir: Güzel sanatların başlangıcı hakkında araştırmalar yapan ilim adamları ve estetik zevkin ortaya çıkışını ve gelişimini araştıran uzmanlar, mûsikînin, raksın, şiir ve edebiyatın menşeinin din olduğu kanaatine sahiptirler (Köprülü: 1989, 49). Diğer bir ifadeyle sanatın ilk örnekleri ayinlerde ortaya çıkmıştır. Şiirin de ilk örnekleri bu ayinlerde söylenmiştir. En azından Türk şiirinin, Şeylân, Sığır ve Yuğ adlarıyla bilinen ayinlerde söylenerek geliştiğini bilmekteyiz. Dolayısıyla buralarda söylenen yahut okunan şiirler de dinî içeriğe sahiptir. Bazı dilbilimciler insanın varoluşuyla birlikte sözün de var olduğu kanısındadırlar. Hatta bazı kutsal metinlerde, “önce söz vardı” denilmektedir. Bu ifadeyi esas alan bazı dilbilimciler, sözün insandan eski olduğunu düşünmektedirler. Her halükarda söz, insanla yahut insandan evvel vardı ve bu söze bağlı olarak da edebiyat sanatı ortaya çıktı. Demek ki, sözlü kültür içinde gelişen edebiyat sanatının kökleri insanlık tarihi kadar eskidir. Dil, insanın yaptığı yeni keşiflerle, içine girdiği yeni toplum ve medeniyetlerle birlikte değişen ve gelişen bir varlıktır. Edebiyat da dile paralel olarak gelişmiş, başlangıçta dinî törenlerde söylenen dua ve ilahilerle sınırlı iken, zamanla dünyevî (maddi/seküler) alana doğru dönüşmüştür. Edebiyat sanatının yegâne malzemesi sözdür, kelimelerdir. Din, bu söz varlığını zenginleştiren, değiştirip dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Diğer bir ifadeyle din, kendi tefekkürünün ifadesini kendi dilinde taşır. Daha doğrusu, dinî inanç, duygu, düşünce ve tecrübenin oluşturduğu sembollerden oluşan bir din dili vardır. Bu dil, o medeniyet dairesine giren toplumun dili üzerinde etkili olur. Toplumların geçirdiği tarihî süreç ve içine girilen kültürel ortamlar, sanatı, sahip olunan dili ve edebî duyguyu geliştirir. Edebiyat ve din öylesine iç içedir ki, “dinsiz edebiyat, edebiyatsız din olmaz” düşüncesini temel ilke olarak benimseyenler olmuştur. Fuat Köprülü, sanat ve edebiyatın din ile olan bağlantısı hakkında şunları dile getirir: “Dinin mahiyeti hakkında yapılan tetkikler açıkça ortaya koymuştur ki, günlük hayatın dayanılmaz meşakkatleri ile yorulan fikri eğlendirecek ve dinlendirecek oyun ve sanat gibi şeylere serbest bir saha bırakmak, dinin aslî tabiatında mevcuttur. Sanatı her ne şekil ve mahiyette olursa olsun, bütün ayinlerde mevcut bir zarûrî unsur gibi telâkkî etmeli, her dinde mutlaka şiir olduğunu bilmeliyiz… Manevî varlığın muntazam bir surette işlemesi için ona olan ihtiyaç, maddî hayatın devamı için gıdalara olan ihtiyaçtan daha kuvvetsiz değildir, bir toplum ancak onunla varlığını devam ettirip kuvvetlendirebilir.” (Köprülü: 1989, 50-51) Başlangıçta din adamları, aynı zamanda ilk sanatkârlardır. Dinî ayini idare eden şaman, bu görevinin yanında, şifacı, büyücü, mûsikîşinâs, rakkas ve şairdir. Toplumun en önemli aktörü olan şaman, söylediği şiirlerle sözlü kültüre, sanata ve edebiyata hayat vermiştir. Bu dönemde Kam, Oyun, Bahşı ve Ozan gibi isimlerle anılan şair (Köprülü: 1986, 67-69), toplumsal hadiseleri destân şeklinde şiire dönüştürmenin yanında, ölenlerin arkasından sagu, lirik duyguları ifade eden koşuk ve hikmete ilişkin savlar söylemiştir. İslâmlaşma öncesi bu edebî eserlerde, içinde bulunulan dinin değerlerini, inanç esaslarını, ilkelerini ve beslediği duyguyu bulmak mümkündür. 4 İslâmlaşmayla birlikte edebiyat ve din ilişkisi daha zengin bir mahiyet kazanmıştır. Nitekim Türkler İslâmlaşma sürecinde tabii bir kültür değişimi yaşamış, yeni bir estetik anlayış içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Bu estetik anlayış, dünya görüşünde, yaratılış telakkisinde, hayat ve varlık tasavvurunda kendini göstermiştir. Bütün bunlar içine girilen yeni dil havzası içerisinde yeni edebî eserlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Bu dönemde doğrudan doğruya dinî kaynaktan beslenen edebî eserlerin iki koldan gelişim gösterdiğini söylemek mümkündür: 1. Dinî metinleri açıklamayı ve öğretmeyi amaçlayan edebî eserler. 2. Dinî duyguyu ve tecrübeyi aktaran edebî eserler. Her iki kol da Kur’an, Hz. Peygamber’in sünneti, İslâm Tarihi gibi dinî metinlerden beslenerek gelişmiştir. Fakat ilkinde, İslâmi ilimlerin temel kavramları, mantığı ve metodundan yararlanarak gelişen bir edebiyat vardır. Daha doğrusu bu türden eserler, edebiyatın dil ve ifade imkânından yararlanarak dinî düşünceyi ve ilmi birikimi sunan edebî eserlerdir. İkincisinde ise, din dilinin tecrübeyle, hayatla ve zamanla buluşması söz konusudur. Bu da kendi içinde iki kategoride kendini gösterir: Sanatı önceleyen eserler ve sufi şairlerin eserleri. Kitabınızın 2.ünitesinde Türk-İslâm Edebiyatı’nın İslâmî kaynaklarını okuyunuz. Sanatı önceleyen eserler, dinî duyguyu ve düşünceyi edebî eserde söz ve mana sanatlarıyla yoğuran eserlerdir. Şair, her şeyden önce sanatkârdır. Fakat bu sanatını ortaya korken içinde yaşadığı kültürün dil zenginliklerinden yararlanır. Dinî duygu, düşünce ve semboller, bu türden eserler için, sadece benzetme, tasvir ve çağrışımlar açısından bir araçtır. Oysa sufi şair, dinî duyguyu yoğun bir şekilde yaşadığından, bizzat tecrübe ettiği ve içselleştirdiği konuları sanata dönüştürür. Sanat onun için duyumsadığı ve idrak ettiği hakikati sunmasına yarar. Her ne kadar o edebiyata faydacı nazarla baksa da, yine de eserinde edebî heyecan, zevk ve ahengi ihmal etmez. Bu bakımdan onda hikmetli söz sanata ve lirizme bürünmüştür. İslâmlaşma sonrası edebî eserler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu görülecektir: İçine girilen yeni hayatta edebiyat dinden; dinî kültür ve düşünce de edebiyattan etkilenmiştir. Bir bakıma bu dönemdeki edebî faaliyetler, dinî kaynaklıdır. Bu edebî anlayış Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir. Tanzimat, Fransız aydınlanmasının etkisiyle dünyevî (seküler) algıyı ön plana çıkardığından bu dönemde din ve edebiyat ilişkisi etrafında tartışmalar olmuştur. Yeni dönemde ortaya çıkan bu tartışmaları şu iki soruyla özetlemek mümkündür: Dinî duygu ve düşünceler edebî eserlere konu olabilir mi? Edebî eserler dinî düşüncenin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunur mu? Bu sorulara cevap arayan edebiyatçılar öncelikle, “edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusuyla karşılaşmışlardır. Bu soru, modern bir sorudur. Çünkü klasik dönem edebiyatçıları, edebî eserin zevke ve duygulara hitabeden estetik yönünden başka, tematik yönünün yani öğretici, mesaj verici ve etkileyici tarafının olmasına da dikkat etmişlerdir. Dolayısıyla onlara göre, edebî eserin hedefi vardır. Edebî eser, ya lirik (garâmî) ya da didaktik (hikemî/felsefî) olmalıdır. Oysa Tanzimatla birlikte içine girilen süreçte Fransız edebiyatından yapılan tercümelerle yeni bir edebî anlayış gelişmiştir. 5 Batıda Yeni Eleştiri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen T. S. Eliot şöyle demektedir: “Son yüzyıllarda edebiyat ve din ayrı kurumlar olarak düşünülmüştür. Bu gerçek, edebî eserlerin belli bir din ve ahlâk ölçüleri dışında değerlendirilmesi anlamına gelmemelidir. Edebî eserlerde ifade bulan ahlâk hükümleri, kendileri ister bu değerlerle yaşasın, ister yaşamasın, çağdaş kuşağın tecrübesinin mahsulleridir. Belli bir dinden kaynaklanan ahlâk hükümlerine göre yaşayan bir toplumda bu hükümler oldukça tutarlıdır. Öte yandan bir devrin ahlâk ölçüleri, kendisini meydana getiren dinî kaynaktan koptuğu zaman, yani sadece bir alışkanlık meselesi halini aldığı zaman, değişmeye ve ön yargılarla değerlendirilmeye mahkûmdur. İşte böyle zamanlarda ahlâk, o devrin edebiyatı tarafından etkilenebilir hale gelir. Hepimiz biliyoruz ki, bir nesli şaşırtan değerler, ondan sonraki kuşak için çok tabii sayılabilir. Ahlâk değerlerindeki değişmelere gösterilen bu uyum, bazen toplumdaki gelişmenin delili olarak memnuniyetle kabullenilir. Hâlbuki bu değişme olayı, gelişmeden ziyade, insanların ahlâk hükümlerini ne tutarsız temellere oturtabileceklerinin bir delilidir.” (Eliot: 1990, 98-99) Bu yeni edebî anlayış, edebî esere farklı anlamlar yükleyerek yeni bir tartışma başlatmıştır. “Edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusu bu tartışmaların temelini teşkil eder. Buna göre iki görüş belirmiştir: 1. Sanat sanat içindir. 2. Sanat toplum içindir. “Sanat sanat içindir” görüşünü benimseyen edebiyatçılar, din ve edebiyat arasında herhangi bir ilişkinin kurulamayacağı ve dolayısıyla da dinin edebî eserin oluşmasında herhangi bir katkısının olamayacağı fikrindedirler. Ancak bu görüş, edebiyata bir bütün olarak bakan edebiyat tarihçileri tarafından eksik bulunmuştur. Zira en saf şiirin bile, yazıldığı çağın, toplumun ve çevrenin düşüncesini, inançlarını yansıttığı muhakkaktır. Resim 1.1: Şairler Sultanı Ahmet Paşa şiir okurken (Kaynak: Aşık Çelebi, Meşâirü’şşuarâ, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Bölümü, 772, 50b). “Sanat toplum içindir” görüşünde olanlar, faydacı düşünceye sahiptirler. Edebî eserin insana iyi, doğru ve güzel olanı öğreteceği ve dolayısıyla da topluma yararlı olacağı fikrindedirler. Bunların yaklaşımı, klasik dönemin sanat 6 anlayışını andırır. Zira edebî eser, tanıtıcı, öğretici ve hâli tasvir edici olmalıdır. Bu bakımdan da edebî eser, felsefi düşünce, ilmi bakış ve estetik kaygının yanında dinî mahiyete de sahip olabilir. Dolayısıyla din, edebî eserin oluşmasında etkili olabilir. Sadece din değil, estetikle beraber felsefe, ahlâk, psikoloji, sosyoloji, tarih gibi diğer fikir ve ilim alanları da edebiyatla ilgilidir. Fakat yine de edebî eserde temel belirleyici husus, estetik bir yapıya sahip olmasıdır; bu sebeple de sanat değerini tamamıyla ihmal eden, apaçık güdümlü bir edebiyat her zaman tenkide uğrar. Günümüz edebiyatçıları edebiyat ve din ilişkisinden yola çıkarak edebî eserleri, dinî edebî eserler ve profane (lâ-dînî/dünyevî) eserler şeklinde iki grupta tasnif etmişlerdir. Türk edebiyatını da bu tasnife göre ele alan edebiyat tarihçileri vardır. Ancak klasik dönem olarak nitelendirilen, İslâmlaşma sonrası süreçle birlikte başlayıp Tanzimat’a kadar devam edegelen edebî eserleri böyle bir tasnife tabi tutmak güçtür. Çünkü profane (dindışı) olarak kabul edilen bazı eserlerde din dilinin sembollerinden yararlanıldığı görülmüştür. Tanzimat kavramı size ne anlatmaktadır? Araştırınız. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI Toplum olarak yaşanan büyük hadiseler sanatı etkiler. Sanat, yapısı itibariyle, sübjektif ve şahsi yaşantılara dayalı olsa da, toplumsal hadiselerden uzak da değildir. Bir bakıma sanat, gerçekliği estetik ve zevk uyandıran sembollerle ifade etmektir. Dolayısıyla göçler, savaşlar, yenilgiler, başarılar ve doğal felaketler sanatçı üzerinde derin tesir yaratır. Diğer bir ifadeyle, bu hadiseler sosyal değişmeye sebep olduğu gibi, sanat anlayışının, formların, malzemenin ve dilin değişmesine de sebep olur. Sosyal değişme, sosyal ve kültürel yapılarda, gözlenebilir farklılıkları ifade eden bir kavramdır (Turhan:1987, 49). Sanat, sosyal değişmenin göstergelerinden biridir. Toplumdaki değişmeleri sanat eserinden yola çıkarak izah etmek mümkündür. Tarih içinde sanatın mahiyetine dair birçok teori geliştirilmiştir. Platon, sanatı bir taklit olarak görürken; Aristoteles, gerçeğin taklidi diye nitelendirir. Aristotelese göre, sanatın eğlendirme, eğitme ve arındırma etkisi vardır. Türk toplumunun yaşadığı en önemli değişimlerden birisi İslâmiyet’le tanışmasıdır. İslâmiyet, sosyal ve kültürel yapıyı değiştirerek dönüştürmüştür. Bu değişim, sanat ve edebiyatta da görülmüştür. Edebiyat açısından İslâmlaşma, sanat anlayışının, formların, malzemenin ve dilin değişmesidir. Daha sonraki dönemlerde Tanzimat’la birlikte Batı kültürüyle yakın temasa geçilmiştir. Bu temas, sosyal değişmeye sebep olduğu gibi, sanat ve edebiyatın seyrini de değiştirmiştir. Bu bakımdan Türk Edebiyatı, tarihi sosyal değişmeye göre üç aşamada ele alınıp incelenmektedir. Bunlar: 1.İslâm Öncesi Türk Edebiyatı 2.İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı 3.Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı Bu üç dönem, sanat anlayışı, formları, malzemesi, kaynakları ve dili itibariyle birbirinden farklı özelliklere sahiptir. 7 Türklerin kitleler halinde İslâm’a girmesi hangi savaştan sonra olmuştur? Araştırınız. İslâm Öncesi Türk Edebiyatı, başlangıçtan İslâm’ın kabul edildiği zamana kadar sürer. Yazılı metinleri itibariyle miladi VIII. yüzyıldan itibaren başlayan bu edebiyat, sözlü kültür içerisinde daha eskilere dayanır. Bu dönem, dil, ifade, duyuş ve zevk itibariyle millî edebiyat dönemi olarak nitelendirilir. Çünkü daha çok göçebe bir toplum özelliğine sahip olunması sebebiyle, başka toplumların ve kültürlerin etkisinden uzak kalınmıştır. İslâm Öncesi Türk Edebiyatı yazılı ve sözlü olarak gelişmiştir. Yazılı edebiyatın iki önemli kolu vardır: Köktürk (Göktürk) dönemi ve Uygur dönemi. Köktürkler, yazılı edebiyatı bulunan ilk devlettir. Bu dönemden geriye kalan en önemli eser, VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen Orhon Abideleri(Orhon Kitabeleri, Orhon Yazıtları)’dir. Miladi VIII. Yüzyılda Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş olan bu abideler, dil, tarih ve edebiyat değeri bakımından önemlidir. Orhun Abideleri hakkında daha geniş bilgi için Talat Tekin’in Orhun Yazıtları (1988) adlı kitabını inceleyiniz. İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ikinci kolu, Uygur dönemidir. Elimizde bu döneme ait zengin malzeme vardır. Çince, Sanskritçe, Toharca, Sogdca ve Tibetçe’den çevrilen dinî metinlere rastlanmaktadır. Uygurlar, Mani ve Buda dinlerine girmişler ve bu kültürlerin etkisiyle eser vermişlerdir. Daha çok Budizm’in etkisiyle, dinî, ahlâkî ve hamâsî eserler yazılmıştır. Türklerin kabul ettikleri en eski din, Şamanizm’dir. Şamanizm, doğaya tapma, doğaüstü güçlere inanma temeline dayanan bir inanç sistemidir. Şaman yahut kam, bu dinin rehberidir. Aynı zamanda şair de olan şaman yahut kamın söyledikleri şiirler, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ilk sözlü edebî ürünleridir. Bunlar, destanlar, sagular, koşuklar ve savlardır. Destanların çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. Türk destanlarından bazıları şunlardır: Yaratılış, Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları. Bu destanlardan en önemlisi, Oğuz Kağan Destanı’dır. İslâm öncesi sözlü edebiyat, daha sonraki dönemde Âşık Edebiyatı veya Halk Edebiyatı’nın oluşmasına kaynaklık etmiştir. Şaman şairin söylediği Sagu, Ağıt ve Mersiyelere ilham teşkil eder. Koşuklar ise, Koşma, Türkü ve Şarkı gibi edebî eserlerin öncülleri olarak kabul edilebilir. Manzum olarak söylenen atasözleri ve hikmetli söz anlamına gelen savlar ise, hikmetli söyleyişi, mesel ve irsâl-i mesel sanatını etkilemiştir. Hikmetli söyleyiş, mesel ve irsâl-i mesel sanatı kavramlarının ne anlama geldiğini sözlüklerden öğreniniz ve kitabınızın 4. Ünitesini inceleyiniz. Türk Edebiyatı, İslâmiyet’le birlikte yenilenmiş ve gelişmiştir. İslâm, semâvî dinlerin sonuncusudur. Miladi 610 tarihinde Arap yarımadasında doğan İslâm’ı, Arabistan sınırları dışında ilk kabul edenler İranlılar olmuştur. Bu bakımdan İslâm edebiyatı, eski Arap ve İran (Pehlevî) edebiyatlarının estetik formlarından yararlanarak gelişmiştir. Bilhassa Cahiliye Dönemi olarak nitelendirilen İslâm öncesi Arap toplumu şiire büyük değer vermiştir. Arap yarımadasının çeşitli yörelerinde kurulan Ukaz gibi panayırlarda şiir yarışmaları yapılmıştır. Buralarda eleştiri süzgecinden geçirilerek seçilmiş şiirler tomarlara yazılarak Kâbe’nin duvarına asılmıştır. Kâbe duvarına asılan bu tür şiir- 8 lere muallakât denir. Bu şiirlerin ve eski İran şiirinin müslüman şairleri etkilemediği düşünülemez. Hz. Peygamber’in şairleri olarak bilinen şairler kimlerdir? Araştırınız. İslâmî edebiyatı sadece şiire dayalı bir edebiyat değildir. Daha çok şiir yazılmıştır; ancak nesirle (düzyazı) de yazılan edebî eserler vardır. Bu eserlerin ilk örnekleri, Arap edebiyatı içinde gelişen mürasalât, makâmât, hikâye ve masal türüdür. Nesir bu türler içinde gelişmiştir. İslâm’ın İran’da yayılmasıyla Türk toplumu da İslâm coğrafyasıyla komşu olmuştur. Böylece Türk illeri ve boyları İslâm’dan haberdar olmaya başladılar. Zamanla gelişen ticari ve siyasi ilişkiler, Emevîler devrinde askeri ilişkiye dönüşmüştür. Bu ilişki, Emevîler’in Horasan valisi Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehr’i ve oraya sınır olan bölgeleri fethetmesiyle gelişmiştir. Böylece Türkler arasında gelişen İslâmlaşma süreci, daha sonraki dönemlerde Ebû Müslim Horasânî’nin ve komutanlarının çaba ve gayretleriyle hız kazanmış ve güçlenmiştir. Özellikle Sâmânîler (892-999)’in Mâverâünnehir ve Azerbaycan’a kadar sınırlarını genişletmeleri, buralardaki Türkler’in İslâmlaşmasını sağlamıştır. Ancak Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın İslâm’ı kabulüyle Türk illerinde yeni dini kitleler halinde kabuller başlamıştır. Türkler’in İslâm’la tanışması ve kabulü dört asır sürmüştür. Bu süreç içerisinde, sosyal ve kültürel değişme kemale ermiştir. Böylece Karahanlılar döneminde, Türk-İslâm Edebiyatının ilk eserleri de yazılmaya başlanmıştır. Türk-İslâm Edebiyatı’nın ilk eserlerini tanımak ve bu süreci değerlendirmek için kitabınızın 5. Ünitesindeki ilgili bölümü okuyunuz. Türk-İslâm Edebiyatı’nın Tanımı Türkler, Müslüman olmadan önce Şamanizm, Budizm ve Maniheizm gibi dinleri benimsemişlerdir. Fakat ne eski Türk dini olarak nitelendirilen Şamanizm, ne de diğer dinler ve kültürler, Türk diline ve edebiyatına büyük hamle yaptıracak bir kudret göstermiştir (Banarlı: 1987, 81). Ziya Gökalp eski Türk dinini toyunizm adıyla nitelendirerek millî bir din tasavvur etmiştir. Prof. Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi adlı kitabında toyunizmin Budizmden başka bir şey olmadığını ifade ederek, Türkler’in eski dinini Şamanizm olarak isimlendirmek gerektiğini söyler. İslâm, Türk toplumlarının medeni hayatında etkili olmuş, sosyal ve kültürel alanda büyük değişmeler yapmış, dili ve edebiyatı geliştirmiştir. Türkİslâm Edebiyatı, her şeyden önce bu yeni edebiyatın adıdır. Diğer bir ifadeyle bu terim, hem müslüman hem de Türk olan şair ve yazarın ortaya koyduğu edebî etkinlikleri ifade eder. Bu tanım genel bir tanımdır ve iki temel kavrama dayanır. Bunlar, Türk ve İslâm kavramlarıdır. Buradaki Türk, bir kültür coğrafyasını işaret etmektedir. Bu kültür coğrafyasında Türkçe’den başka, Arapça ve Farsça’yı da içeren zengin bir dil varlığı bulunmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir edebî eserin Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi için, bu esere hayat veren sanatkârın etnik olarak Türk olması zorunlu değildir. Temel belirleyici husus, edebî eserin, bu kültür coğrafyasında yazılmış olması ve Türk kültür değerleriyle uyumlu olmasıdır. Bu bakımdan Türk-İslâm Edebiyatı, özellikle Osmanlı Devleti döneminde İranlı, Arap, Boşnak, Arnavut gibi farklı etnik kökenden gelen edebiyatçıların yazdıkları eserleri de içine alan geniş bir edebî alanı ifade eder. 9 Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’na millî edebiyat özelliği kazandıran millî üslûp ve karakteri yok saymamıştır. Millî üslûp, dil, hece vezni, dörtlüklerle oluşan nazım şekilleri ve kafiye anlayışıyla belirginlik kazanır. Bu üslûp, Türk-İslâm Edebiyatı içinde kullanılarak gelişmiştir. Halk Edebiyatı, Aşık Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi isimlerle nitelendirilen edebî faaliyetler millî üslûpla varlık kazanmıştır. Tanzimat’tan itibaren gelişen ve devam eden yeni edebî anlayışta millî edebiyatın formları şairler için yeni imkânlar sunmuş; âşık yahut tasavvuf edebiyatı geleneğinde yetişmemiş şairler de millî üslûpta şiirler yazmışlardır. Türk milletini diğerlerinden ayıran değerler manzûmesi olan millî karakter ise, edebî eserde işlenen yiğitlik, bilgelik ve doğruluk gibi kavramlar, ışık, ağaç, bozkurt, kadın, at ve su gibi imgeler ve mitolojik temaları ifade eder. Millî karakter, İslâmlaşmayla birlikte yeni bir ruha bürünmüştür. Bu ruhun temelinde tevhit ve iman vardır. Sözlü kültürde aktarılarak gelen bazı destanların, özellikle de Oğuznameler’in İslâmlaşma sonrası İslâmi karakter kazandığı bilinmektedir. Bu bakımdan Dede Kokut Oğuznameler’i dikkat çeker. Türk-İslâm Edebiyatındaki ikinci kavram, İslâm’dır. Buradaki İslâm kavramı, doğrudan doğruya İslâm dinini ifade etmekle birlikte, dinin kültürel ve tarihi mirasını da ihtiva etmektedir. Daha doğrusu bir esere İslâmîlik vasfı kazandıran şey, sadece Kur’an ve Sünnet kaynaklı olmak değildir; aynı zamanda o esere üslûp ve karakter kazandıran kültürel değerler, tarihi miras ve formların da olması gerekir. Bu bakımdan İslâm bir medeniyetin adıdır.Bu medeniyet, her hususta olduğu gibi zevk ve edebiyat hususunda da farklı dilleri konuşan ve farklı edebiyatlara sahip olan müslüman milletleri etkisine almıştır. Dolayısıyla Türk-İslâm Edebiyatı, millî üslûp ve karakteri içinde barındırdığı gibi, ortak İslâm kültür ve medeniyetinin üslûp ve karakterine de sahiptir. Bu konuda M. Fuad Köprülü Türk Edebiyatı Tarihi’nde şu değerlendirmeyi yapar: “İslâmiyetten evvel kavmî bir takım husûsiyetlere mâlik olan Arab Edebiyatı, «Sâsânîler» devrindeki İran Edebiyatı, «Tu-kiie»ler zamanındaki Türk Edebiyatı birbirinden pek derin farklarla ayrılıyordu; hâlbuki İslâmiyet’ten sonra, Arab edebiyatı -başka medeniyetlerle ve meselâ İran'la temas neticesindeeski çöl edebiyatından çok farklı bir hâle geldiği gibi, Arab istilâsından yüzyıllarca sonra meydana çıkabilen İslâmî İran Edebiyatı da, birçok bakımlardan, İslâmî Arab edebiyatına benzedi; Türkler, İslâmiyet dâiresine lâyıkıyla girdikleri sırada, Arab ve Acem'lerin müşterek mahsûlü olarak «Klâsik bir edebiyat» ve ona dayalı olan bir takım umumî «edebiyat esasları» takarrür etmişti.” (Köprülü:1986, 99) Türkler, İslâmlaşma sonrası bir edebiyat vücuda getirmek istediklerinde, önceki tecrübelerden yararlanmışlardır. Her şeyden önce komşuları olan İranlıların edebiyatı, anlayış, form, estetik değer ve dil bakımından klasik bir edebiyat halini almıştı. Bu sebeple de Türk sanatkârlar, İran-İslâm Edebiyatı’nın şekil ve esaslarını alarak edebî eserler yazdılar (Köprülü: 1986, 117). İranlı şair ve yazarların da Arap-İslâm Edebiyatından yararlandığı düşünülürse, Türk-İslâm Edebiyatının mahiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Dolayısıyla Türk-İslâm Edebiyatı’nın, millî karakter ve üslûbu, ortak İslâm kültürü ve medeniyetinin karakteri ve üslûbuyla mezceden edebî eserleri içerdiğini söyleyebiliriz. 10 Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını kullanarak şiir yazan şairler var mıdır? Araştırınız. Türk-İslâm Edebiyatı’nın Kapsamı Türk-İslâm Edebiyatı, İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eder. Bu edebiyat, Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig ile başlamıştır. Bu edebiyat, Türklerin Ortadoğu ve Anadolu’ya doğru cereyan eden göçleri neticesinde, yeni coğrafyalar, kültürler ve dillerin keşfiyle tekâmül etmiştir. Kronolojik olarak Karahanlılar döneminde ilk ürünlerini veren bu edebiyat, Selçuklular döneminde gelişmiş ve Osmanlı döneminde klasikleşmiştir. Bu tarihi seyir, edebî eserin özünde herhangi bir değişikliğe sebebiyet vermez. Çünkü bu üç dönemde de sanatkâr, İslâm ilimlerinin ve düşüncesinin imkânlarından yola çıkarak eserini yazmıştır. Dünya görüşü, hayat ve varlık anlayışı, sanata yüklediği anlam, edebî eserden beklentileri gibi temel konular aynıdır. Bu aynilik, Tanzimat ile birlikte kırılmaya uğrayacaktır. Tanzimat, III. Selim döneminden itibaren bir devlet politikası olarak uygulanmaya konan ıslahat hareketlerinin neticesi olarak hayata geçirilen modernleşme ve yenilenme döneminin adıdır. 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerîfi’nin okunmasıyla başlayan bu süreç, bir kısım sosyal ve kültürel değişmeleri içerir. Bu değişim yeni edebî anlayışı da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bazı edebiyat tarihçileri, İslâm uygarlığı çerçevesinde gelişen Türk-İslâm Edebiyatı’nın yerini Tanzimat Edebiyatına bıraktığını ileri sürmüşlerdir (Levend: 1962, 3). Resim 1.2: Türk-İslâm Edebiyatı Karahanlılar döneminde başlamııştır Kaynak: Çetin, O (2009), Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Düşünce Kitabevi, Bursa. Tanzimat bir devlet politikasıdır. Bu politikaya bağlı olarak uygulanan zorunlu kültür değişimleri, zamanla Batılı değerler, düşünceler ve bilgilerle birlikte gelişen yeni estetik zevki ve anlayışı toplumda egemen kılmıştır. Fakat şu var ki, bütün bu değişimler, her ne kadar bir kısım zihni değişimleri beraberinde getirse de millî üslûp ve karakteri bütünüyle etkisi altına alamamıştır. İslâmiyet’le birlikte millî karakter ve üslûp, tevhitçi dünya algısıyla yeni bir şekil almıştır. Dolayısıyla Tanzimat döneminde uygulanan değişim politikaları, şiirde bir kısım biçimsel ve tematik değişikliklerin yanında, düz yazıda roman, hikaye, fıkra, tiyatro ve makale gibi yeni türleri ve formları kazan- 11 dırmıştır. Batı’da gelişen maddeci görüşlere dayalı felsefe okullar, bilim ve sanat anlayışları, din tasavvurları ve algıları zaman içinde Türk aydınını etkisi altına almıştır. Bu etki, doğal olarak zihni değişmi beraberinde getirmiştir. Böylece seküler (dünyevî) konuların ağırlıklı varlığını gösterdiği yeni bir sanat anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu yeni anlayış içinde gelişen edebiyat, Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olarak nitelendirilmektedir. Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı iki koldan gelişme gösterir: 1.Devam eden klasik edebiyat, 2.Yeni edebiyat. Kasideleri, gazelleri, mesnevileri, manzum ve mensur eserleriyle kendine özgü bir dünya anlayışını aksettiren ve klasikleşen İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı, bu dönemde de varlığını korumuştur. Kullanılagelen biçim, form ve zihniyetle eserler telif eden şair ve yazarların var olduğu bir gerçektir. Hatta bu şairlerin bir araya gelerek Encümen-i Şuarâ adıyla bir topluluk oluşturdukları da bilinmektedir. Encümen-i Şu’arâ topluluğu hakkında bir araştırma yapınız. Bu şairlerden üçünü zikrediniz. Yeni edebiyat, klasik edebiyatın aksine, daha çok nesre dayanan, tiyatro, hikâye, makale, fıkra gibi yeni edebî türlerle birlikte, dindışı temalara öncelik veren bir sanat anlayışını ifade eder. Bu edebiyat, eskiye ait unsurların bir kısmını tasfiye eden, yaşatmak zorunda olduğu unsurları ise yaşanan sosyal ve kültürel değişmenin gerektirdiği dil, tema ve form yapısı ile kaynaştıran bir edebiyattır. Bu sebepledir ki, her ne kadar yeni türlere, dil, tema ve forma sahip olsa da içinde eski olarak nitelendirdiği kültürden izler de taşır. Dolayısıyla bu dönem de ve daha sonraki dönemler de Türk-İslâm Edebiyatı içinde ele alınıp incelenmesi mümkün olan eserlere sahiptir. Şu halde Türk-İslâm Edebiyatı, Karahanlılar döneminden başlayan ve devam eden bir edebiyattır. Necla Pekolcay, VI. Millî Türkoloji Kongresi’ne sunduğu “Yahya Kemâl’in Şair Olarak İslâmî Türk Edebiyatındaki Yeri” başlıklı bildirisinde şunları söylemektedir: “Şiir bâzı şahsiyetler için his ve inançları en iyi şekilde anlatma vasıtasıdır. Yahya Kemâl de, bu guruba dâhil etmemiz gereken şahsiyetlerden biri olarak, İslâmî Türk Edebiyatı içinde belirli bir yere sahip olmuştur. Yahyâ Kemâl'in yetiştiği devrede, İslâmî ve millî kültürün birçok sanatkârlar üzerindeki te'siri bârizdir. Fakat bu te'sir, bâzılarında sathî, bâzılarında derin izlerle kendini gösterir. Yahyâ Kemâl ikinci tür sanatkârlardandır. Yaşadığı her an ve yerde, şâirimizin milletini ve dînini hemen dâima hatırladığı, bu meyanda da eski ve yeniyi his ve ifadesiyle mezcettiği görülmektedir. Aynı zamanda, onun şiirinin, hakîkat ve hayâlin karıştığı gidiş yolu içinde millî ve dinî duygu da birleşmektedir. İslâmî konuları, bu hususta sâhib olduğu kültür sayesinde, gereğince sıralayıp işleyebilen Yahyâ Kemâl, vatanının her parçasına ve milletinin fertlerine karşı duyduğu içten sevginin ve millî kültüre vukufunun sâyesinde de, Türk milletini ve Türk vatanını lâyıkı ile tanıtabilmiş, vatan ve vatandaşı kendi öz benliğiyle kaynaştırmıştır. Milletine güvenme ve en zor anlarda bile 12 ümit, onda dâimâ mevcuttur. Onun için, zaferlerimiz birer cihad sonucudur; aydınlık, ışık timsâlidir.” (Pekolcay:1986, 81) Tarihi açıdan geniş bir alana sahip olan Türk-İslâm Edebiyatı’nın, edebî eserin içeriği itibariyle sınırlandırılması mümkündür. Bilhassa yeni edebiyat içinde, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya dinî ve tasavvufi konularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilebilir. Türk-İslâm Edebiyatı’nın Hedefi Sanat eserinin hedefinin olup olmayacağı konusu tartışmalıdır. Genel olarak edebî eserin, zevke, duygulara hitabeden estetik yönü ile birlikte mesajının da olacağı düşünülmüştür. Bu bakımdan Türk-İslâm Edebiyatı içinde yazılan eserleri iki gurupta ele almak mümkündür: 1. Dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi öğretmek amacıyla yazılan eserler. Bu guruba giren eserler de kendi içinde ikiye ayrılırlar: a. Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturan eserler. Bu eserler, dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi estetik kaygılarla sunan eserlerdir. Bu eserlere örnek olarak, hilyeler, mevlidler, na’tlar, münacat ve tevhidler gibi dinî-edebî türlerin yanında hikemî tarzda yazılan şiirleri de gösterebiliriz. b. Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturmaktan ziyade doğrudan doğruya öğretici olan eserler. Bu eserleri didaktik edebî eserler olarak nitelendirmek mümkündür. Bu türden eserlerde temel amaç öğretmektir. Dolayısıyla estetik kaygı ikinci planda yer alır. Bu tür eserlere örnek olarak, menâsik-i hac, ilmihal kitapları, tarîkat-nâmeler ve bazı tasavvufi mesnevileri gösterebiliriz. 2. Dinî-tasavvufi verilerden yararlanan edebî eserler. Bu guruba giren eserler, dinî-tasavvufi kaynaklardan, bilgi ve tecrübeden yararlanan ve bunları söz ve mana sanatları içinde değerlendiren eserlerdir. Bunlar, eskilerin garâmî diye nitelendirdikleri lirik eserlerdir. Temel ilkesi sanattır. Dolayısıyla bir mesaj taşıma niyetinde değildir. Bu türden eserler, dil varlığını, bakış açısını ve kavrayışı geliştirmeleri bakımından önemlidir. İlahiyat eğitimi ve araştırmalarında Türk-İslâm Edebiyatı’nın önemine ilişkin şu değerlendirmeler önemlidir: “Dînî Edebî türlere ilişkin yapılan çalışmalar, geleneksel dil formlarını günümüze taşımaktadır. Meselâ münâcâtlara dair çalışmaların, Kelâm ve tasavvuf araştırmalarına zemin oluşturması beklenir. Osmanlı şairlerinin hemen hepsi münâcât yazmıştır. Bunların her şeyden önce Tanrı tasavvurları, kutsal olanı tasvirleri, hitap formları, varlık ve ahlak felsefesi açısından ilâhî olanı anlama çabaları gibi hususlar dikkat çekicidir. Aynı durum tevhîd ve esmâ-i hüsnâ türleri için de geçerlidir. 13 Tasavvuf edebiyatı araştırmaları, derûnî dil kazanımına katkı sağlayacaktır. Derûnî dil, dînî duygunun dilidir. Sûfî şairin sübjektif tecrübeleri, dînî olanı içselleştirmelerine imkân vermiştir. Bu bakımdan derûnî dil, tecrübenin dilidir. Daha doğrusu ilâhiyat araştırmalarında üzerinde durulan ve çözümlenmek istenen konular, ne kadar dışarıdan bakarak anlamaya, tahlil ve tenkit etmeye çalışılırsa çalışılsın, o kadar da içten bakmayı gerektirir. İçten bakmak, tecrübe etmek yahut bir tecrübeden yola çıkarak tahlil ve tasvir etmektir. Bu bakımdan her ilâhiyat araştırmacısı, biraz da din felsefecisidir ve kendine has bir dil geliştirmek durumundadır. Derûnî dil, bu kendine haslıkla ortaya çıkar. Bu dili, Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî, Yûnus Emre, Sun’ullâh-ı Gaybî gibi bilge şairler üzerinde yapılan çalışmaların izini sürerek öğrenmek mümkündür.” (Kemikli:2009, 50) Türk-İslâm Edebiyatı ve Diğer Bilimler Türk-İslâm Edebiyatı kavramının iki boyutu vardır: Birincisi, bu alanda ortaya çıkan edebî eserleri; ikincisi ise, bu edebî eserleri inceleyen edebiyat bilimini ifade eder. Edebiyat eseri, her şeyden önce bir sanat eseri olması sebebiyle, onun kendine mahsus (öznel), sübjektif ve gerçeğimsi (kurgusal) bir dili varıdır. Bu dil, bilimin araştırmaya, incelemeye ve gözleme dayalı gerçeklik ifade eden dilinden farklıdır. Edebiyat bilimcileri ve eleştirmenler, bu iki farklı dilin ilişkisini değerlendirmişlerdir. Bazıları bu iki dilin bir araya gelemeyeceğini, dolayısıyla edebî eserin bilimle herhangi bir ilişkisinin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Kimi edebiyatçılar ise, edebî eserin ilmi kaynaklardan ve bilimsel tespitlerden yararlanacağını söylemişlerdir. Hatta edebî eserin, ilmi kanaatleri ve bilimsel sonuçları geniş kitlelere tanıtacağını, ona meşruiyet kazandıracağını ve kültürel bir değere dönüştüreceğini düşünenler de vardır. Edebiyat ve bilim ilişkisine dönük farklı yaklaşımları değerlendirmek için, Mermi Uygur’un İnsan Açısından Edebiyat adlı kitabından Edebiyatta Bilgi başlıklı denemeyi okuyunuz. Türk-İslâm Edebiyatı, hedefi olan bir edebiyattır. Bilgiye dayalı edebî eserlerin yanında, hikemî tarzda didaktik eserler de yazılmıştır. Kur’an tercümeleri, Hadis tercüme ve şerhleri, Siyer-i Nebiler, Mirâciye, Menâsik-i Hac ve Akâidnâme gibi türlerde görüldüğü gibi, doğrudan doğruya İslâmi ilimlerle alakalı edebî eserler yazılmıştır. Bu türden eserlerin, öncelikle Tefsir, Hadis, İslâm Tarihi, Fıkıh ve Kelâm gibi İslâmî ilimlerin kaynaklarından ve kavramlarından yaralanarak yazıldığı bir gerçektir. Bunlardan başka, görünürde her hangi bir temayı öğretme amacı olmayan lirik şiirler, sosyal ve siyasi konuları tasvir eden eserler, devlet erkânına sunulan kasideler ve aşk hikâyelerini konu edinen mesneviler gibi sanat yönüyle öne çıkan edebî eserlerde de temel İslâmî ilimlerin ve devrin ilim anlayışının izleri görülebilir. Bu demektir ki, Türk-İslâm Edebiyatı içerisindeki edebî eserlerin bilimlerle ilişkileri iki açıdan izah edilir: 1. Sanatkâr, dönemin ilimlerini, edebî form içerisinde manzum ve mensur telif etmiştir. 2. Sanatkâr, dönemin ilim ve bilim anlayışından yararlanmış ve bunların kavramlarını estetik değere dönüştürerek kullanmıştır. Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm ilim ve kültür ortamının içinde doğmuştur. Bu edebiyata hayat veren sanatkârın varlık ve güzellik anlayışı, dünya tasav- 14 vuru, hayat algısı ve estetik telakkisinde Tasavvuf ve İslâm Felsefesi’nin derin izleri görülür. Kur’an ve Hadisler, sanatkârın tercüme, iktibas ve telmih gibi sanatlarla müracaat ettiği temel kaynaklardır. Bu temel kaynaklardan başka, Hz. Peygamber’i, dönemini, ailesini ve dört halifeyi anlatan ve mucizeleri nakleden İslâm Tarihi (Siyer-i Nebî) ve diğer peygamberlerin hayatlarını anlatan Kısâsu’l-enbiya türü eserler sanatkârın sıkça başvurduğu kaynaklardır. Aynı zamanda herhangi bir şiirde, eski kültürlere, efsane ve mitlere ait bilgiler veren tarih ve halk kitapları, dönemin sağlık anlayışını ele veren tıp kitaplarıyla tabiat bilgileri, gelenek ve göreneklerin tasviri, savaş ve cenk bilgisi, atçılık ve okuçuluk gibi devrin spor anlayışını ele veren bilgiler ve tarihi hadiselerin izine rastlamak mümkündür. Ayrıca bu dönem eserlerde, kimi uydurma (bâtıl) ve doğru (hakîkî) bilgiler içeren kimya, simya, nücûm, zâyiçe, reml, sihir, tılsım, kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerin kavramlarını ve bilgilerini de bulabiliriz. Türk-İslâm Edebiyatı’nın metinlerinin bir bölümü, dinî-edebî türler olarak bilinen, satır arası veya manzum Kur’an tercümeleri, Kırk Hadis, Hilye-i Şerîf, manzum ilmihal, akaidnâme, Kâbe-nâme, Siyer-i Nebî, Tasavvufnâme ve pendnâme gibi doğrudan doğruya dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuları ele almaktadır. Bunlardan başka, cenknâme, sihhatnâme ve kıyâfetnâme gibi tarih, sağlık ve ilm-i kıyâfet konularını anlatan eserler de yazılmıştır. Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için kitabınızın 7. Ünitesindeki türler, 9. Ünitesindeki dinî-edebî türler ve 10. Ünitesindeki Tasavvuf bölümlerini inceleyiniz. Edebiyat bilimi olarak Türk-İslâm Edebiyatı, hem geleneksel hem de modern bilimlerle ilişkilidir. Edebiyatçı, sanat eserini analiz edebilmek için eserin yazıldığı dönemdeki bilgi anlayışını ve ilimleri dikkate almak durumundadır. O, analizleri, kendi döneminin dil ve anlayışıyla takdim edebilmek için de filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilimlerin kuram ve kavramlarına aşina olmalıdır. Bu konuda ayrıntılı bir bilgiye ulaşmak için İsmail Çetişli’nin Edebiyat Sanatı ve Bilim (Ankara, 2007) adlı kitabını okuyunuz. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI VE İSLÂMLAŞMA Türkçede İslâmlaşmak, İslâmiyet’i benimsemek, Müslüman olmak, İslâmiyet’e yönelmek, İslâmî mahiyet kazanmak gibi anlamlara gelir. Sosyolojik bir terim olan İslâmlaşma ise, bireyin yahut toplumun İslâm diniyle tanışması ve bu dinin esaslarını benimsemesi anlamında kullanılan bir kavramdır. Edebiyatın, bireysel ve toplumsal değişmeyi ifade eden İslâmlaşmaya katkısı olmuş mudur? Diğer bir ifadeyle Türk-İslâm Edebiyatının, Türkler arasında İslâm’ın yayılmasında ve benimsemesinde herhangi bir katkısı olmuş mudur? Bu sorular dikkate alınarak Türk-İslâm Edebiyatının eserlerini dört bölümde ele almak mümkündür. Bunlar: 1. İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler. 2 .İslâm inancını, düşüncesini ve değerlerini yayma (tebliğ) niyetiyle yazılan eserler. 3. Sadece sanatı önceleyen, ancak kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler. 15 4. Herhangi bir dinî sembol ve mazmundan yararlanmayan, sadece estetik değerleri öne çıkartan eserler. Bu tasnif içerisinde, doğrudan doğruya İslâm inancını, düşüncesini ve değerlerini yayma (tebliğ) niyetiyle yazılan eserler pek azdır. Doğrudan doğruya dinî telkin (tebliğ) maksatlı eserlerin yerine, İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler yazılmıştır. Bu anlamda, Türk-İslâm Edebiyatının ilk ürünü olan Kutadgu Bilig’den başlamak üzere pek çok eser adı zikredilebilir. Bir siyâsetnâme olarak da nitelendirilen Kutadgu Bilig, İslâm ahlakını ve değerlerini sembolik bir dille takdim eder. Bunu takip eden Atabetü’l-Hakâyık, baştan itibaren bir ahlak ve değerler kitabıdır. Dinî-tasavvufî edebiyatın ilk temsilcisi olarak görülen Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmet adını verdiği şiirleri, dinî ve tasavvuf yolunu öğretmeyi amaçlayan manzumelerdir. Bununla birlikte hikmetler, ata diye nitelendirilen dervişler ve âşıklar tarafından kopuz eşliğinde ilâhî olarak okunmuştur. Musikîyle şiirin birleşmesi, atanın şamanı andırması bu kültüre aşina olan halkı etkilemiş ve onların Müslümanlığı benimsemesini sağlamıştır. Belki bu özelliği dolayısıyla hikmetler, dinî düşünceyi ve inancı yayma niyetinde olan edebî eserler olarak nitelendirilebilir. Ahmet Yesevî’nin şiirleriyle başlayan hikmet geleneğinin günümüzdeki izlerine ilişkin olarak şu adrese başvurabilirsiniz: http://www.hbektasveli.gazi.edu.tr/dergi_dosyalar/33-231-252.pdf Hikmet geleneği, Anadolu’da Yunus Emre’nin sehl-i mümtenî üslûbuyla söylediği şiirlerle yeni bir tarza bürünmüştür. Yunus Emre, halkın kolayca okuyup anlayacağı bir dille yazmıştır. Bu yüzden de yazılı edebiyatı olduğu kadar, belki de ondan daha çok sözlü edebiyatı da etkilemiştir. Böylece Yunus tarzı yahut Yunus üslûbu adı verilen bir edebî anlayış ortaya çıkmış ve Yunus Emre pek çok şair tarafından taklit edilmiştir. Yunus ve takipçilerinin şiiri, dinî-tasavvufi düşüncenin ve inançların Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserleri içeren dinî edebî türlerin her biri, aynı zamanda dinin yayılmasına da katkı sağlamıştır. Bunlardan farklı olarak sözlü ve yazılı edebiyat içerisinde gelişen ve halk irfanını besleyen Dede Kokut Hikâyeleri, Hz. Ali Cenknâmeleri, Hamzanâmeler, Battal-nâmeler, Fütüvvetnâmeler, Menâkıbnâmeler, Sohbetnâmeler ve gaza fikrini oluşturan bazı gazavatnâmeler de İslâm ahlak ve değerlerini aktaran eserlerdir. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî (ö. 1273)’nin Mesnevi’si, Âşık Paşa(ö.1333 )’nın Garibnâme’si, Süleyman Çelebi (ö. 1422)’nin Vesiletü’n-necat’ı, Yazıcızâde Muhammed Bîcân (ö.1451)’ın Muhammediye’si ve Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1484)’nin Müzekki’n-Nufûs’u gibi eserler, dinî-tasavvufi düşünceyi geliştiren ve halk irfânını besleyen eserlerdir. Sanatı öncelemekle birlikte kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler de yazılmıştır. Leylâ vü Mecnûn, Mantıku’t-Tayr, Gül ü Bülbül, Şem ü Pervâne, Bülbülnâme ve Hüsn ü Aşk gibi eserler; sanat ve estetik özellikleri öne çıkan eserlerdir. Bu eserlerde ele alınan konu, tasavvuf düşüncesinin aşk ve güzellik anlayışından; sabır, yalnızlık, çile ve gaye gibi idealizmi besleyen fikirlerinden yararlanılarak oluşturulan alegorik sembollerle sunulmuştur. Türk-İslâm Edebiyatının en seçkin 16 eserleri olan bu türden aşk mesnevileri, İslâm sanatına ve dolayısıyla İslâm düşüncesine ilginin oluşmasını sağlamıştır. Bunlardan başka Hayriye gibi, sanat ve estetik yönü hikmetle buluşturan öğretici eserlerin de bu ilgiyi geliştirdiği söylenebilir. Görüldüğü gibi, Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm dininin anlaşılmasını, kavranmasını ve yayılmasını sağlayan eserlerin yazıldığı bir edebiyattır. Özet Din ve edebiyatı ilişkilendirebilmek. Dile bağlı bir sanat olan edebiyat, başlangıçta dinî törenlerde ortaya çıkmıştır. Zamanla dindışı konulara doğru kayan edebiyat sanatının, dinî duygu ve tecrübeye olan ilgisi hiçbir zaman bitmemiştir. Din dili, edebiyat ve şiir dilini beslemiştir. Edebiyat da dinî düşünce, inanç ve değerlerin tanıtılması, anlaşılması ve öğretilmesi için imkanlar sunmuştur. Türk-İslâm Edebiyatının tanımlayabilmek. Türk tarihi içerisinde en önemli hadiselerden birisi İslâmlaşmadır. İslâmlaşma, millet olarak yaşanan toplumsal ve kültürel değişimi ifade eder. Bu değişimle birlikte Türkler, yeni bir kültür coğrafyasının içine girmişlerdir. Türkİslâm Edebiyatı, İslâm öncesi gelişen millî edebî formların yanında, içine girilen İslâm kültür coğrafyasının estetik değerleri, güzellik ve varlık anlayışı, bilgi telakkisi, dil zenginliği ve mûsikîsinden yararlanılarak ortaya çıkarılan edebiyattır. Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilmek. İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eden Türk-İslâm Edebiyatı, Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig ile başlamıştır. Tanzimat sürecinde Batı tarzı yeni bir edebiyat arayışının başlandığı dönemlerde, bu arayışlara uygun olarak form değiştirmiş ve günümüze değin devam etmiştir. Bu kronolojik süreklilikle birlikte, edebî eserin içeriği esas alınarak alanın sınırlandırılması mümkündür. Buna göre, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya dinî ve tasavvufi konularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilmektedir. Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini belirleyebilmek. Edebî eserler yazıldığı dönemlerin bilimlerinden, kültür ve sanat anlayışından etkilenirler. Edebiyat dili bu etkiyle oluşan bir dildir. İslâm ilim, kültür ve sanat ortamının içinde doğan Türk-İslâm Edebiyatı, Tefsir, Hadis, Tasavvuf gibi temel dinî ilimlerin yanında, kimya, simya, nücûm, zâyiçe, reml, sihir, tılsım, kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerden de yaralanmıştır. Bu alanları tanımlayan, anlatan ve çözümleyen bazı temel eserler, aynı zamanda birer edebî eserdir. Türk-İslâm Edebiyatı, bir edebiyat bilimi olarak, hem geleneksel hem de modern bilimlerle ilişkilidir. Bu edebiyat içinde üretilmiş olan sanat eserini analiz edebilmek, eserin yazıldığı dönemdeki bilgi anlayışını ve bilimleri ta- 17 nımayı gerekli kılar. Ayrıca filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilimlerin kuram ve kavramlarının da bilinmesi analiz ve değerlendirmeleri sağlıklı kılacaktır. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmlaşma Öncesi Türk Edebiyatında şair kavramını karşılamaz? a. Kam b. Uluğ c. Ozan d. Bahşı e. Oyun 2. I- Mecaz II- Tenasüp III- İrsâl-i mesel IV- Teşbih İslâm Öncesi Türk Edebiyatında bir tür olan sav, yukarıdakilerden hangi edebî sanatın oluşmuna katkı sağlamıştır? a. Yalnız I b. Yalnız II c. Yalnız III d. Yalnız IV e. I-II-III-IV 3. Aşağıdaki edebî eserlerden hangisi İslâmî ilimlerle doğrudan ilgili değildir? a. Kıyâfet-nâme b. Tasavvuf-nâme c. Mirâciye d. Akâid-nâme e. Siyer-i Nebî 4. Türk-İslâm edebiyatı hangi dönemde klasik hâle gelmiştir? a. Babürlüler Dönemi b. Selçuklular Dönemi 18 c. Osmanlılar Dönemi d. Karahanlılar Dönemi e. Beylikler Dönemi 5. Aşağıdaki şairlerden hangisi doğrudan İslâm’ı yayma niyetiyle hikmetler yazmıştır? a. Yunus Emre b. Hakim Süleyman Ata c. Süleyman Çelebi d. Aşık Paşa e. Hacı Bektâş-ı Velî Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse, “Din ve Edebiyat” konusunu yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı” konusunu yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve Diğer Bilimler” konusunu yeniden okuyunuz. 4. c Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatının Kapsamı” konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve İslâmlaşma” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Tanzimat’ın, sözcük anlamı "düzenlemeler, reformlar" demektir. Tarihi bir kavram olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839’da Gülhane Hatt-ı Şerif'inin okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır. Sıra Sizde 2 Türkler’in kitleler halinde İslâm’a girmesi, Talas Muharebesi ya da Talas Meydan Muharebesi adıyla bilinen savaştan sonra olmuştur. Talas Muharebesi, 751 yılında bugünkü Kırgızistan sınırları civarında, Abbasîler ve müttefiki olan Karluklar ile Çinliler’e karşı yapılan bir muharebedir. Türkler bu savaşta Müslümanlığı yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bu sebeple Talas Muharebesi, çoğu tarih kaynağında Türkler’in Müslümanlığı kabul etmesi konusunda başlangıç noktası olarak kabul edilir. 19 Sıra Sizde 3 Hz. Peygamber’in şairleri şunlardır: Hassan b. Sabit El-Ensârî, Ka'b b. Zuheyr b. Ebî Sulmâ ve Abdullah b. Revaha. Sıra Sizde 4 Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını kullanarak şiir yazan pek çok şair vardır. Bunlardan bir kaçını zikredebiliriz: Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Asaf Halet Çelebi ve Sezai Karakoç. Sıra Sizde 5 Encemün-i Şuarâ, Tanzimat’la birlikte başlayan yeni arayışlara karşı klasik edebiyatı canlandırmak ve yenilemek isteyen şairlerin oluşturduğu edebî bir topluluktur. Hersekli Ârif Hikmet Bey’in evinde her hafta toplanan Encümen üyelerinin şiirleri okunur, değerlendirmeler yapılırdı. Dönemin öne çıkan pek çok şairi bu topluluğa katılmıştır. Özellikle Hersekli Arif Hikmet’ten başka, Leskofçalı Galib ve Tanzimat döneminin ünlü şairi Namık Kemal bu toplulukta temayüz eden şahsiyetlerdir. Yararlanılan Kaynaklar Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, MEB Yayınları, İstanbul. Eliot, T.S. (1990), Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev. S. Kantarcıoğlu), KB Yayınları, Ankara. Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebiyat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, Ankara, s. 45-50. Köprülü, M. F. (1989). “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i”, Edebiyat Araştırmaları 1, Ötüken Yayınları, İstanbul. Köprülü, M. F. (1986). Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul. Levent, A.S.(1962),Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, DİB Yayınları, Ankara Okay, O. (1994). “Edebiyat”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 10, İstanbul, s. 395-397. Pekolcay, N (1986), İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tetkik Metodları, Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Turhan, M. (1987), Kültür Değişmeleri, MÜİF Yayınları, İstanbul. 20 21 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Kaynak kavramını tanımlayabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının kaynaklarını sıralayabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının muhtevasını açıklayabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının özelliklerini ayırt edebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Kaynak • Muhtevayı belirleyen kaynaklar: Kur’an, Hadis, Kısas-ı Enbiya, Tasavvuf. • Metinlerin kaynakları: Divan, mecmua, cönk, vs. • Araştırma kaynakları: Tabakat, Tezkiretü’ş-şuarâ. Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce: • Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV. İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994, IX, 389. • M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980, s. 5. • Mustafa Uzun, “Kur’an ve Edebiyat (Türk Edebiyatı), Kur’an ve Tefsir Araştırmaları II, İstanbul 2001, s. 21-38. • Mustafa Uzun, “Kur’an (Edebiyat)” DİA, XXVI, 414-417. 22 Türk-İslâm Edebiyatının Kaynakları GİRİŞ Türk-İslâm edebiyatının kaynakları üç alt başlık altında ele alınmaya müsaittir. Bunu Türkçe’de kaynak kavramına bir terim olarak verilen manalardan çıkarmak da mümkündür. Türk-İslâm edebiyatının kaynaklarından ilk kısmını, bu edebiyata genel özelliklerini ve muhtevasını veren kaynaklar meydana getirmektedir. İkincisi, edebî metinlere ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma ve matbu eserlerdir. Üçüncü kısım ise Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynaklardan oluşmaktadır. Bu son kısma giren eserler için her tür araştırmada rastlanılan bibliyografya, kaynakça, müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATINA MUHTEVASINI VE ÖZELLİKLERİNİ VEREN KAYNAKLAR Türk-İslâm edebiyatına sahip olduğu özellikleri, bir başka deyişle muhtevasını veren kaynakları incelemeden önce, edebiyatla dinin irtibatını ele alan ilk ünitedeki bilgileri yeniden hatırlamakta fayda vardır. Bu alâka dinin edebiyat üzerindeki derin ve köklü etkisini yeterli bir biçimde ortaya koyduğundan konuyu, Türk edebiyatı üzerinde İslâm dininin ne derecede etkili olduğu noktasından incelemeye başlayabiliriz. Türklerin müslüman olmalarından itibaren İslâm kültür ve medeniyetinin birleştirici, bütünleştirici etkisi altında ortaya çıkan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı, yuvarlak bir hesapla on asra yakın süren en uzun devre olmuştur. Bu devrede ortaya konan bütün edebî ürünlerin değişik mâhiyet ve nisbetlerde bu etkiyi taşıdığı, Türk edebiyatını adlandırmak için kullanılan bazı isimlendirmelerde de açıkça görülmektedir. Türk Edebiyatının İslâmiyet’in kabul edilişinden sonraki dönemi, bir ders olarak yer aldığı Yüksek İslâm Enstitüleri programında İslâmî Türk Edebiyatı, son yirmi yıldan bu yana İlâhiyat Fakülteleri programındaki adıyla Türk-İslâm edebiyatı şeklinde anıldığı gibi edebiyat fakültelerinde Divan 23 edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı v.b. isimlerle anılmıştır. Bu adlandırılmalar arasında, Türk edebiyatının İslâmî karakterini açık bir surette ortaya koyacak ve konumuza ışık tutacak en güzel ifade, edebiyat araştırmacısı Nihat Sami Banarlı’ya aittir. Banarlı, bu devreyi “İslâm Medeniyeti Çağlarında Türk Edebiyatı” genel başlığı altında, İslâmî Türk Edebiyatı olarak adlandırmıştır. (bk.Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1971, I, 81, 127.) Pek çok başka araştırmacı tarafından da kabul gören bu değerlendirmeler ve isimlendirme, İslâm medeniyetine ve milletlerine olduğu gibi bu edebiyata da hayat veren en önemli kaynağın İslâm dini ve onun birinci derecede kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm olduğunun da ifadesi demektir. Nitekim Banarlı bunu, “bu edebiyatın ilim ve fikir kaynağı başlangıçta tamamiyle Kur’an’dır. Devrin ilim ve tefekkür hayatı da esasen aynı kaynaktan nemâlanmıştır” cümleleriyle (age., I, 102) açıklamaktadır. Ayrıca, Tanzimat’tan beri itham ve redde başlanmış olmakla birlikte, özellikle Osmanlı devletinin tarihe karışmasından sonra, çoğu kere karalayıcı, küçümseyici veya reddedici maksatlarla yapılan adlandırmalardan biri de bu edebiyatın varlığını sürdürdüğü devrin bir ümmet çağı olduğu fikrinden hareketle “Ümmet Çağı Türk Edebiyatı”dır. Farklı bir hareket noktasına dayanmakla birlikte bu isimlendirme, Türk Edebiyatının bu en zengin devresinin, İslâm dini ve İslâm ümmetinin müşterek değerlerinden kaynaklanarak var olmuş bir edebiyat olduğunu kesin bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Nitekim, ismi ilk defa ortaya atan ve aynı adla bir kitap yazan Agah Sırrı Levend de eserinde: “Ümmet çağı Türk edebiyatı İslâm dininin ortaya koyduğu hükümlere dayanır. Eski metinlerde hemen hiçbir sayfa yoktur ki, içinde Kur’an’dan bir âyet, Peygamber hadisinden bir cümle bulunmasın ve düşünceler bunlara bağlanmış olmasın. Tefsir, Kelâm, Fıkıh gibi İslâmî bilimler kültürün dayanağıdır. İman ve itikad, toplumun başlıca özelliği olarak göze çarpar” diyerek (Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, Ankara 1962, s.VII, 3). adını koyduğu edebiyatın en belirgin vasıflarını açıklıkla aktarmıştır. Türk edebiyatının, daha doğru ifadeyle eski edebiyatımızın dinî mahiyeti ve muhtevasını daha isabetle anlamak için bir de ona hususiyetlerini kazandıran, muhtevasını belirleyen kaynaklar açısından bakmak gerekmektedir. 1. Türk Edebiyatına Şekil ve Muhtevasına Ait Özelliklerini Kazandıran Kaynaklar Bunların en önemlilerinden biri, Doç. Dr. Neclâ Pekolcay’dır. Bu adı Yüksek İslâm Enstitülerinde okutulmak üzere yazdığı iki ciltlik bir eserle, daha belli bir alanı ifade etmek üzere kullanarak temellendirmişti: İslâmî Türk Edebiyatı (İstanbul 1967-1972). Sonraki yıllarda birçok baskı yapan İslâmî Türk Edebiyatında Neviler (İstanbul 1981) ve ardından gelen İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tetkik Metodları (İstanbul 1982) gibi eserleriyle bu kavramı, Türk Edebiyatı literatürüne daha kuvvetle yerleştirmiştir. Enstitü yıllarında olduğu gibi müesseselerimizin İlâhiyat Fakültesine dönüştürülmesinin ilk yıllarında da bu ad kullanılmış olmakla birlikte bilahare Türk-İslâm Edebiyatı şeklinde değiştirilmiştir. 24 Eski Türk edebiyatının kaynakları genellikle dinî ve din dışı olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmektedir. Ancak, İslâm dini toplumu, hayatı ve değerleri bütünüyle kuşatıcı olduğundan edebiyatı etkileyen unsurların, doğrudan dinî olanlar ve doğrudan dini olmayanlar şeklinde tasnifi daha isabetlidir. Şimdi bunları ana hatlarıyla ele alabiliriz. A) Doğrudan Dinî Kaynaklar: İslâm dininin ve kültürünün Türk Edebiyatına kaynak olmak bakımından önemi, araştırıcıların bu edebiyatın kaynaklarını dinî ve din dışı olarak iki bölümde ele almasında da görülmektedir: Dini kaynakların başında gelen Kur’ân-ı Kerîm, bu edebiyatın şekle ait birtakım özelliklerinden, muhtevasına ve bazı türlerin ortaya çıkışına kadar hemen her alanda esas vasfını veren ana kaynağı olmuştur. Hadis veya sünnet-i nebevî, kısas-ı enbiya ve buna bağlı olarak eski kavimlerle ilgili tarihi bilgilerle, tasavvuf şeklinde sıralanabilecek olan diğer doğrudan dini kaynaklar da yine Kur’an’la yakın irtibatlı ve ondan doğup gelişmiş alanlarlardır. Dikkat edilirse Türk edebiyatının ilk iki kaynağı, aynı zamanda fıkıh literatüründe edille-i şer’iyye olarak adlandırılan dört ana kaynağın da ilk ikisi olmaktadır. Son iki kaynak ise, bütün İslâmî ilimler gibi esas olarak Kur’andan doğmuş ve sonraki asırlarda başka menbalardan elde edilen bilgilerle gelişip zenginleşmiş sahalardır. Ayrıca bu kaynakların tamamı Türk Edebiyatında manzum ve mensur olarak kaleme alınmış eserlere sadece malzeme temin etmek, muhtevalarını, aydınlatıcı ve yönlendirici bilgilerle zenginleştirip beslemekle kalmamış, bunların estetik yönünün oluşmasında da başvurulacak esasları belirlemiştir. Şimdi bunları teker teker inceleyebiliriz 1. Kur’ân–ı Kerîm Yukarıda da ana hatlarıyla işaret edildiği üzere Kur’ân-ı Kerîm, İslâmî Türk edebiyatına şeklinden, muhtevasına, sanat değerinin belirlenmesini sağlayan edebi sanatlarla (belâgat) ilgili ölçülerinden, bazı türlerin doğmasına kadar hemen her alanda esas vasfını veren birinci ve en önemli kaynaktır. Ayrıca Kur’an’ın belâgat yönüyle fevka’l-beşer, üstün bir îcaza sahip olması, onu rehber edinen toplumların edebiyatları için de her yönüyle en seçkin örnek kabul edilmesini sağlamıştır. Öncelikle belirtmek gerekirse, Kur’an geniş ve zengin muhtevasıyla İslâmî Türk Edebiyatının hemen bütün malzemesini teşkil etmiştir. Bunun boyutlarını anlamak için Kur’an’ın Türk kültüründe yer etmiş en kapsamlı tanımına kulak vermek açıklayıcı olacaktır. Aslında bağlamı farklı olmakla birlikte halkın, Kur’an’ın muhteva bakımından hudutlarının genişliğini anlatmak için bizzat bu ilâhî kitaptan aktardığı “kuru ve yaş her şey bu apaçık kitapta mevcuttur” şeklindeki kapsayıcı bir ifade (el-En’am 6/59) dikkat çekicidir. Bu tanımlama, hayatını, ilim, kültür ve sanatını Kur’an’a göre şekillendirmeyi hedef alan müslüman topluluklar arasında özellikle de, müslüman Türk halkının hayatında ve kültüründe ilâhî kitabın ne kadar çok yönlü ve kuşatıcı bir yeri olduğunu en kapsamlı v şekilde ortaya koymaktadır. Tabii olarak edebiyat ve sanat da bu geniş çerçevenin derin etkisi içinde kalmış ve ondan büyük ölçüde faydalanmış ve edebî metinlerde yer verdiği kâinat, mah- 25 lûkat, geçmiş ümmet ve milletler, onların peygamberleri ile başlarından geçmiş olaylar, ibret verici kıssalar v.b. gibi hemen bütün malzemeyi bu kaynaktan derleyip işlemiştir. Kur’an ayrıca, Türk edebiyatının günümüz ifadesiyle edebî sanatlar, eski ve özel ifadesiyle de belâgat anlayışını temellendirmiştir. Çünkü Arap dilinin belâgati, aslında kendisi de bir söz mucizesi olan Kur’ân-ı Kerim’den, onu daha iyi anlama zaruretinden doğmuş, belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî kelâmın eşsiz ifadelerinden oluşturmuştur. Nitekim Osmanlı-Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniyye’yi (İstanbul 1209) kaleme alarak ilk defa klasik İslâm belâgatini tam kadrosuyle veren ve örnekleri Türkçe olan bir eser ortaya koymasına kadar, asırlarca hem Arapça hem de misalleri Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi, şerh, haşiye ve talikatlarının yazımı ve okutulmasıyle gerçekleştirilmiştir. Kur’an’ın Türk dili tarihi bakımından çok önemli olan bir başka etkisi de, Türkçe Kur’an tercümeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu alanda oldukça geniş bir malzeme ve bilgiye sahip olduğumuzu, bunu da Kur’an’a borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz. Türkçe Kur’an tercemeleri ve bunların Türk dili ve edebiyatı bakımından önemi hakkında geniş bilgi için bu konuda kıymetli araştırmalar yapmış olan Abdülkadir İnan’ın Makaleler ve İncelemeler (Ankara 1991, s.128-186) adlı eserine bakılmalıdır. Elde mevcut en eski yazmaları on üç ve on dördüncü asırlara ait olan ve XI. yüzyılda tercüme edilmiş bu metinler, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zengin araştırma alanlarından birini, “Türkçe Kur’an Tercümeleri” sahasını teşkil etmektedir. Bu arada, son yıllarda belirli bir ilgiye mazhar olsa da henüz yeterince incelenmemiş bir diğer alan olarak Türkçe tefsirlerin de aynı öneme sahip oldukları, araştırmacıların ilgisini bekledikleri belirtilmelidir. Ferişteoğlu ve Kanun-ı İlâhî vb. gibi Kur’an lügatleri de yine Kur’an’ın etkisiyle, onu en iyi şekilde anlama niyetinden ortaya çıkmış ve Türk dili tarihi bakımından eski ve değerli malzemelerin bir araya toplanmasına imkân vermiştir. Edebiyatımıza kazandırdığı başlıbaşına manzum tür ve eserlere geçmeden önce Türk nesrinde Kur’anın örnek alınışına da dikkat çekmek gerekmektedir: Eski Türk edebiyatında inşâ adıyla anılan nesir dilinde Kur’anın, cümle kuruluşundan metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim “sözlerin en güzeli” olan bu mukaddes ve taklid edilemez örnek ana özellikleriyle Türk nesrine aktarılarak ta Dede Korkut Hikayeleri’ndeki sade nesirden başlayarak, Sinan Paşa ve emsâli gibi büyük sanatkârlar elinde çok âhenkli ve zevkle okunup-dinlenen eserler vermiştir. Banarlı bunun sebebini, “Kur’an diliyle daha iyi anlaşan ve sözün mûsıkîleşmesinden büyük zevk alan Anadolu Türkçesi’nin Türk halk edebiyatındaki kafiye ve aliterasyon an’anesinden istifade etmesidir.” şeklinde açıklayarak, Kur’an âyetlerindeki ahengin en önemli unsurunu teşkil eden fasılaların seci adıyla Türkçe cümlelerin iç yapısıyla sonlarındaki ahenge etkisinden kaynaklandığını izah etmektedir. 26 Kur’an’ın Türk nesri üzerindeki bir başka önemli etkisi de âyetlerin asıl ibâreleriyle Türkçe’nin cümle yapısına girmiş olmasıdır. İktibas, istişhad denilen edebî sanatlara başvurarak manayı en güzel, en kuvvetli ve etkileyici biçimde kullanılma olarak vasıflandırılacak bu anlayış Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabgûzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı ile gelişerek Anadolu sahasında Behçetü’l-hadâik, Merzuban-nâme, Tazarru’ât gibi eserlerle gelişmiştir. Hatta Veysî ve Nergisî’den Namık Kemal, Muallim Nâci ve Ziya Paşa’nın eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu ifade tarzı, mânayı en güzel ve kesin bir şekilde anlatmak bakımından önemlidir. Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bu ifade tarzının daha iyi anlaşılması için şu örnekler izerinde düşünmek yeterlidir: “Hâk-i pâyin olduğum gördü dedi kâfir rakîb Taş ile bağrın döğüp ‘yâ leytenî küntü türâb” beytinde “aşığı sevgilisinin ayağı altındaki toprak olarak gören kâfir rakibin” kıskançlığını ve pişmanlığını ifade için, tıpkı Nebe Sûresindeki (78/40) âyette yer alan, kıyamet gününde, dünyadayken yaptıklarına pişman ‘kâfirler gibi’ taşlarla bağrını döğüp ‘keşke toprak olaydım’ diye döğünmesini ifade eden ‘yâ leytenî küntü türâb’ kısmı vezne uygun bir şekilde mısraa yerleştirilerek beytin mânası te’kid edilmiş, itiraza yer kalmayacak şekilde kuvvetlendirilmiştir. “Nağme-i bülbül yine remz eyledi gülşende kim Hâzihî cennâtü adnin fe’dhulûhâ hâlidîn” beytinde Ahmed Paşa, Tâhâ sûresindeki (20/76) ‘cennâtü adnin / adn cennetleri’ kelimelerinin başına Arapçada ‘bu’ mânasına gelen ‘hâzihî’ kelimesini eklemiş, ardından da ‘fe’dhulûhâ hâlidîn / ebedî olarak kalmak üzere oraya girin’ mânasında Zümer sûresinde yer alan (39/73) âyetin bir parçasını öncekiyle birleştirerek son beyti meydana getirmiştir. Böylece Sultan Bâyezid için yazılmış olan bu bahariyyedeki beytin mânası “Bahar geldiğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri ‘işte bu bir cennet bahçesidir. Haydi oraya girin ve ebedî olarak kalın’ mânasını vermektedir” demek olur. Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan “rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti” gibi isimleriyle, bazan “tâhâ, ve’l-leyl, ve’d-duha, yâsîn, kevser, ihlâs, Yusuf, neml” gibi sûre adlarıyla, bazan da “elif lâm, elif lâm mîm, nûn ve’l-kalem” gibi sûre başlarında yer alan ve mukattaât denilen, rumuzlu mânalar taşıyan harflerin anılmasıyla, bazan ise sadece mânalarının iktibasları sûretiyle yer almıştır. Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bestelenmiş meşhur na’tinin makta beyti olan: “Ve’d-duhâ virdine ve’l-leyl okuram sünbülüne Rûşenî virdi budur küllü gadâtin ve aşiy” beytinde adları zikredilen Duhâ (93) ve Leyl (92) sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i insanlara getirişi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek anlatıldığından, şair tarafından da ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın sonundaki Arapça cümle ise “küllü” kelimesi hariç En’am (6/5) ve Kehf 27 (18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçalarıdır. Nesîmi’nin bir na’tindeki: “Vasfını ve’n-necmi, ve’ş-şemsi, tebârek söyledi Şânına Tâ-hâ vü Yâ-sîn geldi Hak’dan beyyinât” beytinde ise Hz. Peygamber’le alâkalı belli başlı sûre adları zikredilerek onun vasıflarının, isimleri anılan sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmek istenmiştir. Türk-İslâm edebiyatının en zengin türlerinden biri olan Tevhidler ile Münacaatlar hakkında ileride geniş bilgi verileceğinden şu kadarını söyleyebiliriz. Bu türler, özellikle tevhid Kurân’ın tebliğ ettiği ana fikirden doğmuştur. Yani doğrudan Kur’andaki Allahın varlığı, birliği, esmâ ve sıfatı ile bunları kâinattaki tezahürleri karşısında insanın aczi ve Allah’a sığınması, dua ve münacatta bulunması hakkındaki âyetlere dayanmakta, bunların mana ve lafızlarından hareketle şair ve ediplerin hayal-hanelerinden süzülerek beslenen estetik unsurlarla lafza aktarılmış, nazma yahut nesre çekilmiştir. Kur’an hakkında, bu mukaddes kitabın tanınması, sevilmesi, emir, yasak ve tavsiyelerinin benimsenmesi hakkında kaleme alınmış müstakil manzumeler de bir hayli yekûn tutar. Bu şiirler Kur’an’ın bizzat kendisi hakkında sanatkârın muhayyilesine ilham ettiği düşüncelerin edebiyatımızın estetik ölçüleriyle harmanlanmasından doğmuştur. İsmail Safa’nın: “Bir şâhika balasına inseydi kitabın Ey kahir-i mübdi’ Eylerdi serâpâ cebeli havf-i hitâbın Hâşi’, Mütesaddi’ mısralarıyla başlayan Kitabullah şiiri bunların son devirde kaleme alınmış en güzellerinden biridir. Şair bu mısralarda Haşr suresinin (59) 21. âyetini nazmen ve çok güzel bir şekilde tercüme etmiş, ayetteki hâşi’ ve mütesaddi’ kelimelerini son mısraya ustaca yerleştirerek güzel bir iktibas örneği de vermiştir. Mehmed Âkif’in yayımlanan ilk şiirlerinden biri: Ey nüsha-i cânı ehl-i dînin Ey nâsih-i şânı münkirînin” mısralarıyla başlayan 28 beyitlik Kur’ân’a Hitab’tır. Bu şiiri dışında seçtiği âyetlerin mânasını müstakil manzumeler halinde nazma çekerek bu tarzı geliştiren Mehmet Âkif, Safahât’ında bu tarz bir çok şiire yer verdiği gibi, pek çok beytinde de Kur’anı anlatan, geleneksel çizgide beyitler kaleme almış, bu yüzden Kur’an şairi olarak tanınmıştır. Türk-İslâm edebiyatı metinlerinin büyük çoğunluğu doğrudan veya dolaylı olarak tasavvufla bağlantılıdır. Tasavvufî düşünce ve yaşama biçiminin esası, Kur’anda zühd ve takva kavramları etrafında yer almıştır. Bu konulara 28 temas eden birçok sûre ve âyet, manzum-mensur, lirik-didaktik tasavvufî veya edebî pek çok esere ve metne intikal etmiştir. Bu durum âyetlerin tasavvufî manalarının daha geniş çevrelere yayılmasına, mutasavvıf şairler yanında, sanatkâr hüviyetleri gereği, sözün yoruma açık söylenmesinden hoşlanan diğer şuarayı da farklı ölçülerde etkilemesiyle neticelenmiştir. Hatta tasavvufla irtibatı olsa da olmasa da bütün şairler, bu âyetlerden istifade etmek; telmih, iktibas, istişhad, irsal-i mesel gibi sanatların gösterilmesinde bu malzemeden faydalanma imkânı bulmuştur. Bir başka deyişle tasavvuf edebiyatımıza her yönüyle önce Kur’an kaynaklı olarak girmiştir. Kur’an’ın dışındaki kaynaklar da yine onunla yakın irtibatlı ve Kur’an’dan geniş çapta etkilenmiş, onu tamamlayan ve daha iyi anlaşılmasına imkân veren kaynaklardır. Bu kaynakların başında Hadis veya sünnet gelmektedir. Türk-İslâm edebiyatının doğrudan Kur’an’la beslenen türleri hangileri olabilir, araştırınız. 2. Hadis veya Sünnet–i Nebevî Bu kaynaklara Hadis yanında Hz. Peygamberin hayatı demek olan Siyer-i Nebi’yi de ilâve etmek icap etmektedir. Bilindiği gibi hadis veya sünnet esas itibariyle Kuran’ın ana hatlarıyla, özet olarak verdiği pek çok bilgilerin (mücmel) doğru ve geniş bir biçimde açıklanarak anlaşılması (tafsil) yanında, ilâhi bir hikmet sebebiyle âyetlerde açık seçik bir şekilde ifade edilmemiş (müphem) manaların murâd-ı İlahî’ye en uygun biçimde izah edilmesini (temyiz) sağlayan bir göreve sahiptir. Bu sebeple hadis veya sünnet dini noktadan birbirini tamamlayan iki esas kaynak olduğu gibi, kültür, edebiyat ve sanat bakımından da birbirini destekleyen ve besleyen iki ana kaynaktır. Türk-İslâm edebiyatında başka hiçbir müslüman milletin edebiyatında olmadığı kadar Hz. Peygamber konulu manzum ve mensur tür ve eser ortaya konmuştur. Bunların hemen hepsi peygamber sevgisinden doğmuştur. Bu konuda Türk toplulukları diğer İslam milletlerinden daha farklı bir yere ve nasibe sahip olmuştur. Bunu Türk-islâm edebiyatında bu konuda ortaya konmuş eserlerin hem tür olarak hem de sayıca zenginliği yeterince ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber konulu manzum ve mensur tür ve eserlerin başlıcalarını Na’at, Mevlit, Miraciye, Hilye, Kırk Hadis, Siyer, Esmâ-i Nebi, Mûcizâtı Nebî vb. olarak sıralamak mümkündür. Özelikle Mevlit, Miraciye, Hilye, Kırk Hadis, Siyer, Mûcizât-ı Nebî türlerinin ana kaynağı hadisler olmuştur. Hadislerin tasavvufla irtibatı, bu konudaki rivayetlerin tıpkı âyetler gibi temin ettiği malzemenin zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca, ilgili âyetlerin doğru anlaşılmasında hadislerin açıklayıcı görevleri bulunduğu âşikârdır. Burada işaret edilmesi gereken bir başka husus ise bazı hadislerin sıhhati hakkındaki değerlendirmeler arasında tasavvuf literatüründe “mükaşefe yoluyla sahih” şeklinde ifade edilebilecek bir anlayışın ortaya çıkması olmuş, hatta bu değerlendirmeye sahip hadisler üzerinde büyük bir tasavvuf literatürü oluşmuştur. Buna tasavvuftaki “fakr” anlayışının temelini teşkil eden “elfakru fahrî/fakirlikle iftihar ederim” hadisi ile aşk anlayışının temelinde yer alan “Küntü kenzen mahfiyya.../Ben bir gizli hazine idim...” hadîs-i kudsîsi 29 gibi tanınmış örnekler verilebilir. Böylece zühd ve takva konusunda hadisler, bir taraftan tasavvufî âyetlerin doğru şekilde anlaşılması ve hayata nasıl aktarılması gerektiğinin belirlenmesine yardımcı olmakta, diğer taraftan da bu tasavvufla ilgili meselelerde yeni ve tamamlayıcı bilgiler vermektedir. Bu irtibatın bir ayağını da, tasavvufi hayatın en güzel şekilde yaşanması konusundaki en mükemmel örneğin Hz. Peygamber’in şahsında ve hayatında gerçekleşmiş olması teşkil eder. Bir yönüyle Hadis, diğer tarafıyla Kısas-ı Enbiya ile irtibatlandırılabilecek olan Siyer/sîre türünün ana kaynağı da hadis ve sahabe rivayetleri olduğundan konuyu burada işlemek daha uygun görünmektedir. Vakıa Hz. Peygaber’in hayatı Kısas-ı Enbiya’nın son halkasını teşkil etse de her iki alan, özellikle Türk-İslâm edebiyatının en değerli ve zengin kaynaklarından bulunduğu için ayrı ayrı ele alınması, gerektiğinde müşterek noktalara dikkat çekilmesi yeterli olacaktır. Türkçe’de siyer, başlangıçtan, özellikle de Osmanlı’dan Cumhuriyet öncesine kadar, tarih ilminin konusu olmaktan ve bu alanda gelişmekten ziyâde, edebiyat sahasına kaymış ve bu vadide şekillenmiş görünmektedir. Kısas-ı enbiyânın genel olarak Türk Edebiyatına, özel olarak da İslâmî Türk Edebiyatına en zengin malzemeyi sağlayan dinî kaynakların önemlileri arasında yer alması bunda derinden etkili olmuştur. Bu verimli kaynağın en geniş ve bazan yer yer İsrailiyyat’a varan teferruatlı bilgilerle donanmış, çeşitli mûcizelerle heyecan verici hale gelmiş kısmı ise şüphesiz Hz. Peygamber’in şahsı, hayatı, ailesi (ehl-i beyt) ve başta hulefa-i raşidin olmak üzere aşere-i mübeşşere, ashâb-ı suffe gibi yakın, ashâb-ı kiram gibi geniş çevresiyle ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece dinî ve tasavvufî edebiyatta değil, halk edebiyatından divan edebiyatına varıncaya kadar Türk edebiyatının hemen bütün devre, tür ve şekillerinde bu zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanıldığı, bu konunun şair ve sanatkârların ilhamını besleyen lirik unsurlarla daha da ilgi çekici hale gelmiş ana kaynak durumuna yükseldiğini söylemek yerinde olacaktır. Bunda ilk eserlerin tercüme de olsa Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi ve saygının etkisiyle samimi, hisli ve coşkun bir şekilde, bir başka deyişle lirik edebî unsurlar bakımından zengin olarak kaleme alınmasının tesiri de vardır. Ayrıca bunların Türk edebiyatında başka örnekleri de görülen teliftercüme eserler denilen özellikte ortaya konması şair ve yazarına, esas metne tamamen bağlı kalmak yerine, kalemini ilhâmının etkisine ve seyrine bırakma imkânını vererek, duygularını bütün samimiyeti ile aktarma fırsatı tanımış olmasını da ilâve etmek gerekir. Ayrıca bütün müslüman milletlerin, özellikle de Türkler’in kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin en mühim ve devamlı konularının başında siyer mevzularının geldiği bilinmektedir. Padişah saraylarından köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılmış bu meclislerde okunan, anlatılan, dinlenilen olaylar hemen bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatı, şahsiyeti, mûcizeleri, savaşları yanında Hz. Ali başta olmak üzere halifeleri ve yakın arkadaşlarının (sahabelerin) yer aldığı hadiseler etrafında geliştiğinden, bunlar -bazen bizzat anlatıcılar tarafından- zamanla kitaplaştırılmış, ardından da meclislerde artık bu kitaplar okunup dinlenmiştir. Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli ilk eserlerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği 30 sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamber’le ilgili kısmının Türkçe’ye nazmen tercümesinden doğmuştur. Hatta çok beğenildiği için eserin ilk kaleme alınmasından itibaren ezberlenerek dini törenlerde ve sohbet meclislerinde okunduğu bilinmektedir. Yine bu sebeple Muhammediye İslâmî Türk edebiyatında siyer-mevlid türünün de ilk örneği kabul edilmektedir. Siyerle ilgili eserlerin Osmanlı ülkesinin her yanında bu derece yayılmasına, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin çok beğenilmesini, zamanla doğumdan ölüme kadar, her türlü toplantıda okunmasını ve halk arasında Hz. Peygamber’e duyulan bağlılığın artmasındaki derin ve yaygın etkisini de göz ardı etmemek gerekir. 3. Kısas–ı Enbiyâ ve Tevârîh–i Hulefâ Bu kaynak grubuna, İslâm kültürüne başka yazılı ve sözlü kaynaklardan intikal eden eski ümmet ve milletlerin başlarından geçenleri de eklemek gerekir. İsrailiyyat’tan gelen malzeme ve rivayetler dinî açıdan değerli ve önemli olmasa da Türk-İslâm edebiyatının zenginleşmesine katkı sağlamak bakımından önemli bir kaynaktır. Bu alanın malzemesini önce Kur’an ve hadis sağlamakta, ardından semavî dinlerin -İslâm inancına göre tahrif edilmiş sayılsa da- İncil ve Tevrat gibi mukaddes kitaplarıyla bunların tefsirlerinden gelen bilgiler ciddi bir zenginliğe sebep olmakta, ayrıca doğruluğu tartışılsa da bu dinlere inanan kavim ve milletler arasında dolaşan sözlü (şifâhî) rivayetler de şair ve ediplerin anlatımını renklendirmektedir. Nitekim bu anlayışın en güzel manzum örneklerini Yûnus’un mısralarında görmek mümkündür: “Tevrât ile İncîl’i Zebûr ile Furkân’ı Bunlardaki beyânı cümle vücutta bulduk” veya: “Sen seni ne sanırsan ayruğa da onu san Dört kitâbın mânâsı budur eğer var ise” gibi beyitler güzel örneklerdir. Ayrıca bu beraberlik Hz. Adem’den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatlerin aynı olduğunu da ortaya koymaktadır: “Dört kitâbın mânâsı bellidir bir elifte Sen elif dersin hoca mânâsı ne demektir.” Kısas-ı enbiyâ hakkında pek çok bilgi, Kur’an ve hadiste mevcut olduğu halde onu müstakil bir kaynak olarak zikretmemizin sebebi yukarıda işaret edildiği gibi bu alanın İslâm dışı yazılı ve sözlü başka kaynaklardan beslenen malzeme ile zenginleşerek müstakilleşmesidir. Türk-İslâm edebiyatında aynı adla anılan bir türün ortaya çıkmasının sebebi hakkında bir fikir vermek için XV. yüzyılda Anadolu’da Hz. İbrahimi konu alan Halilname adlı eserin müellifi Abdülvâsi Çelebi’nin “Der medh ü sebeb-i nazm-ı kitab” bölümüne, yani eseri neden yazdığını anlatan mısralara bakmak yeterlidir: Çelebi Sultan 31 Mehmed, şair Ahmedî’den Farsça Veys ü Ramin’i tercüme etmesini istemiş onun çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, tercümeyi tamamlayamadan ölmesi üzerine mesneviyi Abdülvâsi Çelebi’ye havale etmişti. Çelebi bu eski hikâyeyi: Ne vaaz ü ne hikâyet, ne garâib Ne pend ü ne nasihat ne acâib” beytinde ifade ettiği gibi beğenmemiş; Ne kim dünyada var maksûd u mahbûb Bunun içinde vardır hûb u matlûb Bunu nazmeylemek yeğ gördüm andan Nebîler kıssası kandan o kandan” beyitlerinde ifade ettiği üzre “peygamber kıssası nerde o nerde” diyerek Halilnâme’yi kaleme almıştır. Belli başlı peygamber kıssalarının Türk-İslâm edebiyatındaki yeri önemi ve değeri hakkında daha geniş bir fikir elde etmek için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Hz. İbrahim”, “Hz. İsâ” ve “Hz. İsmail” gibi maddeler yanında, bütün peygamberler ve onlarla ilgili diğer olayların tasavvufi olsun olmasın, birer divan mazmunu olarak beyitlere nasıl intikal ettiği hakkında bilgi edinmek için Ahmed Talât Onay’ın Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, (Ankara 1992) adlı eserinin ilgili maddelerine bakılmalıdır. Peygamber kıssaları içinde en çok sevildiği için pek çok örneği kaleme alınan “Ahsenü’l-Kasas / Kıssaların en güzeli” diye vasıflandırılan Yusuf u Zeliha’lar da Kur’an ve Hadis yanında diğer kaynaklardan da beslenen türün en dikkat çekici, karakteristik ve sayıca zengin örneğidir. Türk edebiyatında telif veya tercüme, bazısı tasavvufi mahiyette bu konuda on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevi kaleme alınmıştır. (bk. “Yusuf ile Zeliha”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1998, VIII, 620-621) Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en meşhur Yusuf u Züleyhâ mesnevisi kime aittir, araştırınız. Tasavvuf edebiyatı da, bu kaynağın sağladığı malzemeyi değerlendirme yoluna gitmiş, Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlerin hayatlarına, ümmetleriyle olan münasebetlerine ve maceralarına dair sûre, âyet ve hadislerde yer alan bilgileri tasavvufî bakış açısından yorumlayıp etkileyici örnekler çıkarmıştır. Bu anlayışın en müessir ve seçkin örneklerinden biri Muhiddin İbnü’lArabî’nin Fusûsü’l-Hikem adlı eseridir (Geniş bilgi için bk. M. Erol Kılıç, “Fusûsu’l-Hikem” DİA, XIII, 230-237). Yirmi yedi peygamberin her birinin hikmetlerine izâfeten yirmi yedi bölüm halinde kaleme alınan Fusûs, aynı zamanda hem tasavvufun, hem tasavvuf edebiyatının, hem de İslâmi Türk Edebiyatının başlıca mevzuları arasında bulunan “hakîkat-i Muhammediye / insan-ı kâmil” meselesi (Geniş bilgi için bk. Selçuk Eraydın, “Hakikat-i Muhammediye ve İlgili Beyitler”, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, İstanbul 32 1997, s. 289-300) üzerine bina edilmiştir. Nitekim ilk defa Ahmed Bican’ın Türkçe’ye çevirdiği Fusûsü’l-Hikem, XV. asrın tanınmış mutasavvıf şairlerinden ve esere ayrı bir önem verdiği için “Fusûsîlerden” diye suçlananlardan Dede Ömer Rûşeni’nin (ö. 982/1487) müntesiplerinden Bayezid Halife, Arapça yazdığı Fusûs şerhinden hareketle eserin bazı konularını daha sonra 5500 beyit halinde nazma çekmiştir. Neticede kısas-ı enbiya’nın Osmanlı şiirini kuvvetle etkilediği ve sağladığı malzemenin hemen her tür ve şekilde edebî-tasavvufî metinlere intikal ettiğini söylemek bir hakikatin ifadesi olmaktadır. Ayrıca bu birikim arasında tefsir literatüründe “İsrailiyyat” adıyla anılan Kur’an ve hadis dışındaki kaynaklardan intikal eden bilgilerin de yer aldığını ve tasavvufî yorumlarla metinlere girdiğini söylemek gerekir. Bu bilgiler çoğu kere mesnevi formunda yazılan eserlerin malzemesini teşkil etmiş ayrıca İslâmî Türk edebiyatının en zengin telmih hazinesini oluşturarak bütün şiirlere ve dolayısıyla da edebiyata mal olmuştur. 4. Tasavvuf ve Tarikatlerden Gelen Malzeme Yukarıda zikredilen üç kaynağın dışında, İslâmî ilimlerin ortaya çıkması safhasında müstakil bir disiplin olarak gelişmeye başlayan tasavvuf, tekemmülünü tamamladıktan sonra fikri yönü yani teorisi, ilim ve sanat tarafı yani literatürü ve edebiyatı yanında, pratiği yani tekke zaviye gibi müesseseleri ve burada yaşanan tasavvufî hayatın adabı ve merasiminden meydana gelen özel ritüelleri, bu mekânlar dışındaki genel yaşama/yaşanma biçimiyle, İslâmî Türk edebiyatında yerini almıştır. Bu konuda bir fikir edinmek için Hz. Mevlânâ’dan ve Mevlevîlik’ten hareketle örnek vermek uygun görünmektedir. Onun Divan-ı Kebir’i tasavvufun vahdet-i vücüd, aşk, devir vb. esaslarını edebî bir dille, yüksek felsefî bir bakış açısıyla ortaya koymakta, Mesnevî’si aynı esaslarla tasavvufi ahlâk ve anlayışları ibret verici bir takım hikâyelerle, geniş kitlelerin anlayabileceği bir şekilde işlemekte, Mevlevî dergâhları olan Mevlevihânelerde yaşanan tekke hayatı da pratiğini, merasim ve adabını meydana getirmektedir. Diğer tarikatler için ise benzeri farklılıklara örnek olarak, metinleri Türkçe olduğu için Türk-İslâm edebiyatıyla daha yakın ilgisi bulunan ilâhiler ve gülbankları hatırlamak yeterlidir. Nitekim her tarikatin ilahileri adlarından başlayarak, muhtevası zikir esnasında okundukları yerler bakımından farklılık gösterdiği gibi gülbank denilen manzum mensur, Türkçe, Arapça ve Farsça duaları da tarikatlere ve okundukları yerlere göre farklıdır. Netice olarak zamanla başlı başına özel bir alan halinde gelişerek Tasavvuf ve Tekke edebiyatı adı altında çok zengin bir saha teşekkül etmiş ve tasavvuf Türk edebiyatının klasik ve halk edebiyatı sahalarına da kaynaklık yapmış, bu alanları da beslemiştir. Burada Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’sinin de ayrı ve önemli yerine işaret etmek gerekir. Hüsn ü Aşk müellifi Şeyh Galib’in, eserini Mesnevi’den intihal etmekle suçlayanlara verdiği cevap bu etkiyi bütün Türk şiirine şâmil kılacak kadar vecizdir: “Esrarımı Mesnevî’den aldım Çaldımsa da mîrî malı çaldım”. 33 Nitekim Türk edebiyatında başta tasavvufi mesneviler olmak üzere pek çok eser Hz. Mevlâna ve Mesnevî’nin ilhamıyla yazılmıştır. Bunlardan ilk akla gelenler Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin Miskinlik-nâme, Ney-nâme, ve Çoban-nâme’sidir. Yapılan araştırmalar Mevlânâ’nın edebiyatımız üzerindeki tesirinin eskisi kadar olmasa bile günümüz Türk şiirinde devam etmekte olduğunu göstermektedir (Geniş bilgi için bk. Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu, Edirne 2002). Tasavvufun Türk edebiyat ve sanatındaki yeri ve önemini anlamak için tekke edebiyat ve musıkîsinde en kıymetli türünü meydana getiren, ilâhî’ye daha genel olarak bakmak yeterlidir. Tasavvufî ve dinî yahut tekke ve cami ilâhileri olarak iki kısımda incelenebilecek olan bu manzumeler, “Mağz-ı Kur’an ve lübbü ehâdis /Kur’an ve Hadisin özü” tanımlamasıyla nitelenen evliya sözlerinden oluşmaktadır. Burada söze ilâhî sıfatı verilmekle ondaki rabbanî öze işaret edilmektedir. Nitekim Yunus Emre’nin: “Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitaptan Hadis ile denene key bil sadık olmak gerek” ile “Söz karadan aktan değil yazıp okumaktan değil Bu yürüyen halktan değil Hâlik âvâzından gelir” gibi beyitleri bu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Türk Edebiyatında mutasavvıfların nesirden ziyade manzum söze rağbet etmelerinde birçok sebep yanında ilâhîlerin maddî mânada “sözün güzeli” nitelemesine daha uygun düşmesi, muhteva itibariyle ise “en güzel sözü” beşeri ölçülerin en güzeliyle gönüllere aktarmada ve anlatmada etkili bir vasıta kabul edilmesinin önemi vardır. Bu etkide dinî Türk musıkîsinin önemli bir yeri olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır. Tasavvufun Türk-İslâm edebiyatıyla yakın ilgisini gösteren bir başka önemli taraf da her iki alanın özellikle terâcim-i ahvâl (biyografi) kaynaklarının büyük ölçüde müşterek oluşudur. Bunda bir taraftan Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyazî-i Mısrî, Şeyh Galip gibi bir kısım şairlerin aynı zamanda mutasavvıf kimliğine sahip olmaları, diğer yandan da divan şairi olarak tanınan Şeyhî, Fuzulî, Bakî, Nabî, Nef’î, hatta Nedim gibi isimlerin farklı derecelerde olmakla birlikte, şiirlerinde tasavvufî mazmunları ustaca kullanmış olmalarının etkisi çoktur. Nitekim Sakıp Dede’nin, ağır bir inşa üslubuyla ve devrine göre bile son derece ağdalı ifadelerle kaleme aldığı Sefine-i Nefise-i Mevleviyan’ı (I-III, Kahire 1283), ile Esrar Dede’nin, 200’den fazla mevlevi şairinin biyografisine yer veren Tezkire-i Şuarâ-i Mevleviyye’si (nşr. İlhan Genç, Ankara 2000) mevlevî şeyh, derviş ve şairlerinin hayatlarını anlatan eserlerin başında gelir. Hulvî Mehmed Efendi’nin Lemezât-ı Hulviyye ez lemeât-ı ulviyye’si (yetersiz bir sadeleştirmesi Serhan Tayşi, İstanbul 1980;1993) halvetî meşâyih ve şairleri hakkındaki en önemli tabakattır. 34 Bunlar bir yönüyle mevlevi mutasavvıfları tanıtırken diğer taraftan bir tarikatle şu veya bu seviyede irtibatı olan şairlerin hayatı hakkında bilgi verirler. Osmanzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliya’sı ise (I-V, İstanbul 2006) XVII-XX. yüzyıllarda yaşamış, çoğu Osmanlı 2000 kadar mutasavvıfın hayatını eserlerini ve bunların manzum metinlerini aktaran önemli bir eserdir. Netice olarak bu tasnifte yer alan unsurların tamamı Türk Edebiyatında manzum ve mensur şekilde kaleme alınmış eserlere adeta tükenmez bir malzeme temin etmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, edebî eserlerin muhtevasını, Kur’an ve Hadis yanında, onlardan kaynaklanmakla birlikte farklı menbalardan gelen bilgilerle zenginleşerek adeta müstakilleşmiş olan kısas-ı enbiya, siyer ve tasavvufla daha kapsamlı, aydınlatıcı ve doyurucu bir şekilde beslemiştir. B) Doğrudan Dinî Olmayan Kaynaklar: İslâmî Türk edebiyatının, aynı dine inanmak, aynı değerlere bağlanmak, yakın coğrafyaları paylaşmak sebebiyle daha sıkı irtibat kurduğu Arap ve Fars edebiyatı ve kültürü yanında Türk milletinin kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve an’aneler, devrin hakiki ve batıl ilimleri, efsâne ve masallar, savaşlar vb. gibi doğrudan dini olmayan ikinci derece kaynakları da müslümanın hayatını her yönüyle kuşatan İslâm dininin ve bu dinin mukaddes kitabı olan Kur’an-ı Kerim’in geniş ve zengin izlerini aksettirir. 1. İslâm Öncesi ve Sonrası Arap Kültüründen Gelen Malzeme Arap kültüründen gelen malzemeyi İslâm öncesinden intikal edenlerle başlatmak bazı cahiliye devri şahıs ve olaylarının müslüman olan diğer milletler gibi müşterek kültürümüz üzerindeki etkilerine ve yerine işaret etmek içindir. Türk-İslâm edebiyatına da kaynaklık yapmış bu malzeme kısaca Ahbâr veya Ahbarü’l-Arap, Eyyâmü’l-Arap adlarıyla anılır. Araplarla ilgili olarak “Bir kavim, kabile, şahıs, bir ülke, bölge veya şehir, bir hadise hakkında naklolunan bilgiler ve sözler” şeklinde tanımlanabilecek bu malzeme bazan kıssa diye adlandırılmış ve “çok uzak mazide cereyan etmiş olaylar ve hayalî unsurlarla süslenmiş remizli hikâyeler” suretinde de tarif edilmiştir. Araplar’ın eski tarihine dair destanî ve menkıbevî rivayetlerden ibaret bu birikimi tabii olarak eski Arap şiirinden, atasözleri (emsâl) ve vecizelerden (kelâm-ı kibar), kabile ve aile şecerelerinden (ensâb) ayırmak mümkün değildir. Böylece bu malzeme aynı zamanda edebî hüviyet kazanmış olup başta şiir olmak üzere edebî metinlerin muhtevalarına yerleşmiştir. Konuyu enine boyuna inceleyen ve bunu “Ahbar” maddesinde derleyen Prof. Dr. Nihad Çetin meseleyi biraz daha açarak şu bilgileri verir: “Eski Araplar’da daha cahiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususi bir meslek olmuştu. Bu mesleği icra edenlere kass (cemi kussâs) veya kasas denirdi. Cahiliye devrinde anlatılan kıssaların içinde ehl-i kitaptan gelen unsurlar vardı. Gerek bu dini kıssalar gerek Araplar’a komşu kavim ve ülkelere dair ahbâr, hem sözlü yoldan, hem yazılı kaynaklardan geliyordu. 35 Bunlar eski muhitlerinde ve eski kitaplarda mevcut, hususiyetle Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberler vesâir şahsiyetlere, kavimlere dâir ahbâr ve kıssaları, hatta bu kıssaların benzerlerini Arapça’ya naklettiler (DİA, I, 488). Nitekim Arap, Fars ve Türk edebiyatında cömertliğin timsali olarak kuvvetle yer bulmuş olan cahiliye dönemi Arap şairlerinden Hâtim/Hâtem et-Tâî hakkındaki bilgiler Ahbâr’dan intikal etmiştir. Hatta onun menkabevi hayatını ve özelliklerini anlatmak üzere büyük Fars şairi Hüseyin Vâiz-i Kâşifi Kısâs u Âsâr-ı Hâtim-i Tâ’î adıyla bir eser yazmış, bu Hikâye-i Hatim-i Tâ’î adıyla Türkçe’ye çevrilmiş, çeşitli yazmaları yanında bir çok kere basılmıştır. Bunlar Hâtim/Hâtem et-Tâ’î hakkındaki rivayetlerin Türk-İslâm edebiyatının her tür ve şekildeki eserine intikal ettiğini göstermekte olup günümüzde bile Anadolu halkı arasında kuvvetle yaşamasının sebebini de gözler önüne sermektedir. Bu bilgiler Türk-İslâm edebiyatının, özellikle etkilenip beslendiği Arap ve Fars edebiyatlarında yer bulmuş birikim ile daha İslâmiyet’le tanışır tanışmaz karşı karşıya kaldığını gösterir. Hatta o zaman derlenerek kitaplara geçmiş ve tedvin edilmiş bulunan bu malzemeyi kendilerinden önce müslüman olmuş bulunan Farslar’la beraber, ayrıca onların kültüründen gelen unsurlarla birlikte alıp kullanmakta bir beis görmemişlerdir. 2. İslâm Öncesi ve Sonrası Fars Kültüründen Gelen Malzeme Türk-İslâm edebiyatına Fars kültüründen gelen malzemenin de önemli bir bir kısmı İranlılar’ın İslâm öncesi devirlerinden gelen dinî (ateş-perest) ve millî rivayetlerinden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamına yakın kısmını, Gazneli Mahmud adlı bir Türk hükümdarının desteğiyle yazılması yanında, pek erken zamanlarda Türkçe’ye de tercüme edilmiş bulunan ve Türk kültürü üzerinde çok etkili olmuş bulunan İran milli destanı olan Şehnâme’de bulmak mümkündür. Şehnâme aslında İran’ın Pişdâdîler, Keyanîler, Eşkânîler, Sasanîler gibi eski devirlerinin tarihini ve bu devirlerde hüküm sürmüş sülalelerine ait padişahların efsanevî hayatlarını Farslar’ın gelenek, mitoloji, masal ve menkıbeleriyle kaynaşmış kahramanlarını ve kahramanlık hikayelerini, millî kimliklerini her şeyden üstün tutan bir anlayışla anlatan bir destandır. Onda mevcut malzeme her edebiyatın daima ihtiyaç duyduğu ve beslendiği efsanevî ve destanî özellikleri her şeyden çok taşımaktadır. Hattâ Şehnâme İranlılar ile Turanlılar arasındaki mücadelelerin destani hikayesi olduğuna göre, belli miktarda da olsa Türkler’le alakalı malzemeye de yer verdiğinden avam ve havas tarafından kolaylıkla benimsenerek okunmuş, Türk kültür ve sanatı üzerinde etkili olmuştur. Şehnâme’nin kahramanlarından birinin adının Rüstem oluşu ve bu ismin Türk halkı arasında ne kadar benimsendiği düşünülürse bu etkinin boyutları hakkında yeterli fikir edinilebilir. Buna Türk-islâm edebiyatı metinlerinde çokça zikredilen Nuşirevân-ı Âdil’in (Kisrâ) adaleti, adalet sarayı olan kasrı, kaşa benzetilen tâkı (tak-ı Kisra, eyvan-ı Kisrâ), daima onunla birlikte anılan tâcı, adalete ihtiyacı olan herkesin kendisine kolayca ulaşmasını sağlamak maksadıyla kapısına astığı zencir-i adl’i hakkındaki teşbih, telmih vs. sanatların da yer aldığı manzume ve beyitler örnek gösterilebilir. Bursalı Ahmed Paşa’nın: 36 “Kisrâ-yı hüsndür ki bugün kaşı tâkına Zencir-i müşk asar ham-ı gisûsu Kasımın” beyti bu unsurların pek çoğunu bir arada zikreden karakteristik bir örnektir. 3. Devrin ilimleri Türk-İslâm edebiyatını her yüzyılda o devirde mevcut veya kuvvetli olan her türlü ilim ve fen etkilemiştir. Bunları devrin dinî ilimleri ile hakiki olan ve olmayan ilimler şeklinde sıralamak mümkündür. Aşağıda yeri geldikçe sayılacak bütün ilimler yanında özellikle sayılan alanların, önde gelen isimleri, kitapları, terimleri, başlıca meseleleri edebiyatımızın çeşitli metinlerinde açık/kapalı bir biçimde, mazmun ve remiz halinde, kültürümüzde yer etmiş unsurlarıyla zikredilmiştir. 1. Dini ilimler. Bunların her birinin edebiyat üzerinde etkili olmasının sebebi bu edebiyatı inşa edenlerin büyük çoğunluğunun medrese ve tekke gibi günümüz tabiriyle örgün ve yaygın birer dini eğitim kurumu sayılacak eğitim kademelerinden geçmesi, bilgi ve kültürlerini buralardan elde etmiş olmasıdır. Bu zevatın çoğu mezuniyetlerinden sonra da müderrislik, kadılık, şeyhlik gibi dinî-idârî görevler ifâ etmişlerdir. Ayrıca Osmanlı devletinin yönetiminde dinin hatırı sayılır bir etkiye sahip olması da, resmi görevlerde bulunanların ahlâk, adalet, mes’uliyet, yardım severlik, insanları Hakk’a ve hayra yöneltme hizmeti gereği dini özelliklere sahip olmalarını icap ettirmiştir. Bu gibi sebeplerleTürk-İslâm edebiyatını ortaya koyan, destekleyen ve yaşatanlar resmi veya özel manada hatırı sayılır derecede dinî birikmleri olan kişilerdir. Neticede fıkıh, tefsir, hadis, kelâm ve akaid gibi klasik dini ilimler, bunların kavram ve terimleri, hayata, bakış açısına getirdikleri izah ve çözümler edebî eserlere doğrudan veya dolaylı olarak, açık/kapalı şekillerde intikal etmiştir. Bu noktada verilebilecek pek çok örnek yanında sadece büyük sanatkâr Fuzûlî’nin Matlau’li’tikad adlı bir akaid kitabı yazdığını hatırlamak yeterlidir. Ebu Hanife gibi mezhep imamları, İmam Gazalî gibi alim ve ahlâkçılar, Fahreddin-i Razî gibi müfessirler vs. de edebiyatımızın isimlerini sıkça andığı şahıs kadrosunun başında gelmektedir. a. Gerçek İlimler: Bu tabirin içine felsefe, matematik (riyaziye), mûsıkî, astronomi, fizik, kimya, tıp vs. gerçek ilimler girmektedir. Burada zikredilen ve edilmeyen bütün ilimler yanında özellikle sayılan alanların, önde gelen isimleri, eserleri ve kavramlarına manzum-mensur metinlerde sıkça rastlanmaktadır. Buna karakteristik bir örnek olarak musiki terimleriyle yazılmış kaside ve gazellerle, kâr-ı nâtık denilen büyük mûsıkî formunun güftelerini vermek mümkündür. b. Gerçek olmayan ilimler: Bunlar astroloji (ilm-i tencim), simya, büyü (sihir) vs. gibi havas yahut gizli ilimler denen alanlara ait bilgilerdir. Devrinde avam-havas ayırımı yapmadan Padişahından sade vatandaşa kadar hemen herkesi ilgilendiren bu ilimler de edebiyatımıza, alanlarının önde gelen isimleri, eserleri ve kavramlarıyla girmiş bulunmaktadır. Bu alanların çoğunu beraberce ilgilendiren ve kabaca gelecekten haber vermeye yönelik bir alan olan fal ve bunun edebiyata aksi olan fal-nâme karakteristik bir örnektir. Havas ilimlerine ait pek çok özelliğe dayanan bu alanda ortaya konan eserlerden bir kısmı İmam Ali, İmam Cafer (Cafer es-Sadık), Muhiddin Arabî gibi dinî hüviyeti önde 37 gelen kişilere atfedilirken, bazıları da Kur’an falnâmeleri, Falnâme-i nebî/esmâ-i nebî, Kur’a falnameleri, Çiçek falnameleri gibi manzummensur eserdir. Bunun yanında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’si ile Divan-ı Kebir’i, Sa’dî’nin Gülistân’ı, Hafız-ı Şirâzî’nin, Yunus Emre ve Niyazi-i Mısrî’nin divanlarıyla, Ahmediye, Muhammediyye ve Envârü’l-Âşıkîn gibi eserler de tefe’ül maksadıyla başvurulan diniedebî metinlerdir. 4. Yerli Malzeme Bu başlık altında, Türk milletinin kendine has yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, sahip olduğu âdet ve an’aneler gibi hususlar toplanabilir. Bu malzemenin en bol biçimde kullanıldığı, değerlendirildiği alan edebî metinler olmuştur. Savaş-barış, düğün (sûr/hıtan)-eğlence, ramazan gün ve geceleri, Ramazan, kurban, nevruz gibi bayramlar, Kadir gecesi, Mevlid, Mirac, Berat, Regaip kandilleri, bahar, yaz, kış gibi mevsimler daima şiire konu edinilmiştir. Burada önemli olan husus bu konuların Türk kültür ve adetleri arasındaki yeri özelliği hem yeni türlerin ortaya çıkışına, hem de bu zaman dilimlerinin Türk kültüründe karşılanması, kutlanması, bu esnada yapılan törenlerin de Türk milletinin değerlerini aksettirmesi sebebiyle mahallî unsurlar bakımından kendine has özellikler taşımasıdır. Nitekim hem Hz. Peygamber’le ilgisi, hem din ile alâkası olduğu halde, milletimizce büyük bir samimiyet ve heyecanla kutlanan, diğer müslüman milletlerden daha esaslı bir surette ve derinlikte benimsenen bu konular daha farklı ele alındığından bu türlerin bazıları Türk edebiyatına hastır. Nitekim ilk mevlid kutlamaları bir Türk Atabeği olan Selahattin Gökbörü tarafından başlatılmış, zaman içinde Türkçe’de ikiyüze yakın manzum mevlid kaleme alınmış olduğu halde, Arapça mevlidler mensur olanlar da dahil onu geçmemekte, Farsça’da ise Hz. Ali ve Fatıma mevlidi bulunduğu halde, Peygamberimiz hakkında XIX. asırda İstanbul’da yaşamış İran asıllı bir Osmanlı şairinin kaleme aldığı mevlid dışında başka bir eser bulunmamaktadır. Ayrıca Sûriyye/Sûrnâme, Ramazâniyye, Bayramiyye, Nevrûziyye, Bahâriyye, Şitâiyye, Mevlid, Mi’râciyye, Regâibiyye vb. türler de Türk-İslâm edebiyatı şairlerince mahallî renkleri ağır basacak şekilde ortaya konmuştur. Türk Edebiyatı Metinlerinin Kaynakları Bu kısımda Türk-İslâm edebiyatının metinleriyle ilgili başlıca kaynaklar anahatlarıyla tanıtılacaktır. Böylece bu metinlerle karşılaşmak isteyenler bunların başlıca kaynakları olan divan, mesnevi, mecmua, cönk ve müntehâbât (seçki, antoloji), münşeât gibi eserler hakkında, başlıca özelliklerini kavrayarak yeterli bilgi sahibi olacaklar, bunları nerelerde bulabileceklerini ve bu tür kaynaklardan nasıl faydalanabileceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bilindiği gibi Türk-İslâm edebiyatında edebî eser denince akla önce şiir, yahut manzum eserler gelmektedir. Bu, eski edebiyatımızın şiire düz yazıdan yani nesirden daha fazla değer vermesiyle ilgilidir. Vakıa şiirin yanında ikinci plana düşen nesir, inşa denilen üslüp ile sanatkârâne ifade yolunda ciddi merhaleler kazanmış, bazı sanatkarlar tanıtılırken “şi’r ü inşâda mâhir, nazm ü nesre kâdir” gibi ifadelerle her iki fende de başarılı oldukları özellikle vur- 38 gulanmış olsa da şiir nesirden, şâirlik nâsirlik ve münşîlikten üstün tutulmuştur. Bu bakımdan metinlerin kaynaklarını ele alırken de öncelikle şiiri ve şiiri aktaran kaynakları ele almak daha isabetli olacaktır. 1. Divan Türk şiirinin en önemli yazılı kaynaklarının başında Divan denilen şiir kitapları gelmektedir. Bir divan, “bir şairin hayatı boyunca yazdığı şiirleri toplayan kitab” şeklinde tarif edilebilir. Yani Türk-İslâm edebiyatı şairleri şiirlerini bir yönüyle anonim bir ad altında tek kitapta toplamışlardır. Divanlarda çoğu kere şairlerin eski ve yeni bütün şiirleri bir araya getirilmiştir. Buna divan tertib etmek denir. Bazı şairler divanlarını kendileri tertib ederken bazılarının şiirleri ölümlerinden sonra yakınları tarafından derlenmiştir. Ancak bazı şairler divanlarının, yazdıkları şiirlerin dağılıp kaybolmaktan korunmasını sağladığını açıkça ifade etseler de divan tertibinden sonra yazdıkları şiirler bunun dışında kaldığı gibi, bazan önce yazıldığı halde beğenmedikleri manzumelere de divanlarında yer vermemişlerdir. Böylece her şairin bir miktar şiiri divan dışında kalmış olmaktadır. Divanlarda şiirler nazım şekillerine göre sıralanır. En başta büyük nazım şekilleri yer alır: kasideler (Tevhid, na’t, münacaat, medhiye), terkib-bend, terci'-bend ve musammatlar. Ardından orta hecimde şiirler sayılacak gazeller yer alır. Bu bölümdeki şiirlerin her biri kafiyelerine göre elif’ten ye’ye kadar sıralanır. Hemen hemen her harfte bir gazel yer almışsa bu divan mürettep kabul edilir. Divanın son kısmında küçükten en küçüğe doğru şu nazım şekilleri yer alır: rubâî, kıta, nazım, müstakil beyit ve mısralar. Bu konuda daha fazla bilgi için Ömer Faruk Akün’ün Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’ndeki “Divan” maddesine bakılmalıdır. Divanların genel ve kalıplaşmış şekli yukarıda belirtildiği gibi olmakla beraber, musammat ve şarkıların gazellerden sonra yer alması suretiyle alışılmış tertibin kısmen dışına çıkıldığı da olmaktadır. Fakat böyle yer değiştirme ve kaymalar olsa da usulün şaşmaz prensibi, her divanda kasidelere diğer bütün nazım şekillerinden önce yer verilmesi, gazellerin ortada bulunması ve son kısımda da rubaîlerden başlayarak, müstakil beyit ve âzâde (serbest) mısralarla divanın son bulmasıdır. Anadolu Türkçesi'nin en eski divanlarının başında, çoğu hece ile yazılmış şiirlerden ibaret ve klasik ölçülere uygun olmasa da Yunus Divan’ı gelir. Orta Asya sahasında hatırlanacak ilk eser de Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’idir. Bu iki eser Türk-İslâm edebiyatının en eski ve değerli mahsullerini topladıkları için çok öremlidir. Osmanlı edebiyatı sahasının klasik ölçülere uygun ve aruzla yazılmış şiirleri toplayan divanlarının başında Ahmedî’nin eseri gelmektedir. Ahmed-i Dâî ve Şeyhî’nin divanları bundan sonraki önemli divanlardır. 2. Mesnevi Bir nazım şeklinin de adı olan mesnevî, Türk-İslâm edebiyatında “kahramanları hep aynı olan aşk maceralarının anlatıldığı uzun manzumeler” olarak tanımlanabilir. Mesneviler klasik edebiyatın divanlar kadar önemli ve onlardan hacimli metinleridir. 39 Mesnevî bir nazım şekli olarak başlangıçta Arap edebiyatında yoktur. Kökü Pehlevî edebiyatına kadar giden bu şekil, Fars edebiyatının İslâmî devrinde X. asırda Rûdegî gibi şairlerin eserleriyle ortaya çıkmış, Firdevsî ile büyük bir gelişme gösterdikten sonra Araplar'a geçmiştir. Türk edebiyatına da İran şiirinden gelmiş olması düşünülebilirse de Dîvânü lugati't-Türk'teki manzum parçalar arasında rastlanması, Türk şiirinin İslâm öncesi devresinde bu nazım şeklinin bilindiğini ve kullanıldığını göstermektedir. İslâmî Türk edebiyatının bilinebilen ilk büyük manzum eseri Kutadgu Bilig'in mesnevi şeklinde oluşunu, böyle bir birikime bağlamak mümkündür. Divanların aksine her mesnevînin daima bir özel adı vardır: Yûsuf u Züleyhâ, Leylâ ve Mecnûn, Şâh u Gedâ, Şem' u Pervane, Hüsn ü Aşk vb. bir kısmı başlıca iki mühim kahramanının adıyla anılırlar. Bazıları ise Ferhadnâme, İskender-nâme gibi esas kahramanlarına göre isimler taşırlar. Bir kısmı nazma çekilmiş küçük hikâyeleri anlatırlar: Hilyetü'l-efkâr, Nefhatü'l-ezhâr, Suhbetü'l-esmâr, Cilâü'l-kulûb, Riyâzü'l-gufrân, Nakş-ı Hayâl, Hayrâbâd, Gencîne-i Râz, Gülşen-i Aşk, Gülşen-i Envâr. Bazan da eserin adı, konusunun belirten kelimenin sonuna "nâme" sözü eklenerek oluşturulmuştur: Pendnâme, firkatnâme, sergüzeştnâme, Har-nâme, Hûban-nâme, Zenân-nâme, Sur-nâme, Selim-nâme, Süleyman-nâme, Gazavat-nâme vb. 3. Mecmua Mecmualar, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli büyüklükteki metinlerin ve risâle denilen küçük kitapçıkların derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve bazen derleyicisi belli çoğu kere de derleyeni bilinmeyen eserler olarak tarif edilebilirler. Kelime, sözlükte “dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak” anlamındaki cem’ masdarından türeyen mecmû’ kalıbından (bir araya getirilmiş, toplanmış) gelmektedir. Mecmûanın yanı sıra mecâmî’, mecma’, câmi’ gibi aynı kökten türemiş kelimelerle -yalnız Osmanlı Türkçesi’nde- cüzdan, defter ve cerîde isimleri de aynı mânada kullanılmıştır. Ancak bu isimlerden herhangi birini taşımadığı halde mecmua özelliğine sahip pek çok eser bulunmaktadır. Mecmualar, genelde bir veya daha fazla yazar yahut şaire ait çeşitli şekil ve hacimlerdeki dinî, din dışı, nesir ya da şiirlerden oluşan derleme kitaplardır: Dinî olanları mecmûatü’l-ehâdîs, mecmûa-i fetâvâ, mecmûa-i ed’iye, gibi isimlerle anılmıştır. Edebî olanları ise, mecmûa-i eş’âr, mecmûa-i tevârîh, mecmûa-i münşeât, mecmûa-i ebyat gibi adlar taşır. Mecmua başlangıçta, birçok bakımdan benzediği cönk gibi âyetler, hadisler, fetvalar, dualar, hutbeler, şiirler, ilâhiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla ilâç tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevâid), notların, tarihî belge ve kayıtların derlendiği bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir tertip ve şekle kavuşarak benzerlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap veya telif çeşidi özelliği kazanmıştır. İslâm kültüründe mecmua türü, henüz adı konulmadan Hz. Peygamber’in hadis yazımına izin vermesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu iznin ardından bazı sahâbîler Resûlullah’tan duyduklarını mecmua tertip etme anlayışı içerisinde kendi seçimlerine, ihtiyaç ve değerlendirmelerine göre bir araya getirince hadis literatüründe sahîfe, cüz ve kitap adıyla anılan ilk derlemeler doğmuştur. Daha çok Osmanlı ve İran sahasında rağbet gördüğü anlaşılan mecmuaların kâğıdının kalitesi, rengi, boyutları, cildi, yazısı, tezhibi, şekli gibi vasıfları 40 ve maddî nitelikleri itibariyle birbirlerinden çok farklı olduğu, bir kısmının düzensiz, âdeta karalama defteri, bir kısmının çok düzenli ve özenli bir sanat eseri niteliği taşıdığı görülmektedir. Düzensizlerin çoğu doğrudan derleyicisinin eliyle yazılmış olduğu için okunaksız ve istinsah hatalarıyla dolu, babadan oğula veya elden ele intikal ettiğinden dolayı farklı kişilerin yazısına ve ilgisine göre şekillenmiş, değişik konulara yer veren güvenilmez metinler halindedir. Mecmualar Arapça, Farsça, Türkçe olarak tek bir dille kaleme alındığı gibi derleyenin bu dilleri bilip bilmemesine ve derlenen metinlerin diline göre bunların ikisinin veya üçünün birlikte kullanıldığı metinler halinde de yazılmıştır. Çoğunlukla ilmî ve dinî konularda derlenmiş mecmuaların mensur ve Arapça, edebiyat ve sanat konularındakilerin ise manzum ve FarsçaTürkçe olduğu görülmektedir. Pek çoğu bir tür el kitabı mahiyetinde olduğundan fazla rağbet gören, ayrıca iddiasız bir isim taşıdığı için kitap yazmaktan kaçınan müellifler tarafından tercih edilen mecmua bundan dolayı Osmanlı dünyasında çok yaygınlaşmış ve ilim dallarına göre çeşitli türlere ayrılmıştır. Bunlardan içinde edebî metinlerin yer aldığı başlıcaları şunlardır: divan, şiir, nazîre, kaside, gazel, na’t, medhiye, mersiye, muamma, lugaz, rubâî, letâif, destan, lugat; münşeat, inşâ, vefeyât, biyografi (terâcim); risâle; fevâid; musiki. Bunlar çoğu kütüphane kataloglarına mecmua adıyla girmiş bulunan edebiyat ve kültürümüzün kaynaklarını muhafaza eden önemli eserlerdir. 4. Cönk Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen bu gruptaki eserlere ad olan kelimenin, sözlüklerle ansiklopedilerde aslı, mâna ve muhtevası hakkında farklı bilgiler verilmektedir. Cava ve Malaya dillerindeki djong (conk) kelimesinden gelen cönk batı dillerine de yakın bir telaffuzla geçmiş olup, “Çin denizlerinde kullanılan dibi düz ve dört köşeli, puruvası, çıkıntılı baş bodoslaması ve kıç pupası, dümeni muallakta olan yelkenli gemiler için de genel bir ad olmuştur (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi). Resim 2. 1: XIX. yüzyılın sonlarına ait dinî-tasavvufî muhtevalı bir cönkten iki sayfa (M. Uzun özel kitaplığı) 41 Kelimenin Türkçe olduğunu söyleyen bazı araştırıcılar cöngü "türlü konuların, özellikle çeşitli şairlerden seçilmiş şiirlerin yazılı olduğu kitap veya defter" şeklinde tarif eder ve "büyük gemi, fakirlerin kullandığı satrançlı çul ve kilim, büyük nesne" anlamlarında kullanıldığını söyler (Ferheng-i Nizâm, II, 408). Şeyh Süleyman Efendi de cönge "gemi, sefîne" karşılığını verir ve bir edebiyat terimi olarak "mecmua" anlamına da geldiğini belirtir (Lugat-ı Çağatay ve Türkî-i Osmanî, s. 142). Cönk ansiklopedilerde genellikle "uzunlamasına açılan ensiz, uzun yazma mecmualara verilen ad" olarak tanıtılmış ve "mecmua"nın belli konularda seçilmiş örnek metinlerden oluşan yazma ve basma kitaplar için kullanıldığı söylenerek cönkle mecmua arasında bir ayırım yapılmamıştır. Cönk kelimesi gerek gemi anlamıyla gerekse mecmua ve diğer anlamlarıyla XV. yüzyıldan beri Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde kullanılmıştır. Kütüphanecilik açısından bir kitap şekli olarak da değerlendirilebilecek olan cönklere şekillerinden dolayı "dana dili" denilmekte; halk arasında ise "sığır dili" olarak adlandırıldığı bilinmektedir. Cönkler kütüphane kataloklarında çoğu kere "mecmûa-i eş'âr" adıyla fişlenerek, fişin bir köşesine "cönktür" kaydı konulur. Bazı cönklerde bulunan farklı yazılardan metnin tek elden çıkmadığı anlaşıldığı gibi imlâ değişiklikleri de yine bu sebepledir. Ayrıca cönklerin ilk sahibinden sonra kaç el değiştirdiğini anlamak kolay değildir. Bir cönkte ayrı yüzyıllarda yetişmiş şairlerden örneklere rastlanması da bu durumun başka bir tanığıdır. Okunamayacak kadar kötü yazılmış olanlar yanında çok düzgün ve okunaklı, hatta hattat elinden çıkmış kadar güzel olanları da vardır. Genellikle âşıkların, seyrek olarak da divan şairlerinin bir kısım şiirlerini ihtiva eden cönklerde çeşitli dualar, sihirle ilgili notlar, ilâç tarifleri, sahibini ilgilendiren doğum ve ölüm tarihleri, alacak verecek hesapları, anonim türkü, mâni ve ilâhiler, halk hikâyeleri ve daha birçok konu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Halk, gezgin şairlerin uğradıkları yerlerde söyledikleri türkü, koşma, destan ve fıkraları, hikâyeleri çok defa aklında tutabildiği kadarıyla eksik ya da yanlış olarak kâğıda geçirmiş, böylece sayısız ve birbirinden çok farklı muhtevaya sahip cönkler meydana gelmiştir. Günümüzde âşık edebiyatı, dinî-tasavvufî edebiyat ve birçok folklor örneklerinin yazılı kaynaklarının başında cönkler gelmekte ve bu eserler ilk derlemelerin bulunduğu yazılı kaynaklar olarak büyük önem taşımaktadır. Cönklerin bir başka özelliği de bunlarda çok önemli dil malzemesi bulunmasıdır. 5. Müntehabât Sözlükte “seçilmiş, seçilerek bir araya getirilmiş” anlamındaki müntehab kelimesiyle çoğulu olan müntehabâtın İslâm dünyasında bir telif türünü ifade eden terim olarak yaygın bir kullanım alanı vardır. Geniş hacimli eserlerin içinden belirli kısım veya konuların seçilmesi, tekrarlardan arındırılıp özetlenerek bazan müelliflerince yeniden düzenlenmesiyle meydana gelen kitaplarla tanınmış müelliflerin eserlerinden yapılmış manzum-mensur derlemelere müntehab (müntehabât) adı verilmiştir. Aralarında bazı küçük farklar bulunmakla birlikte mecmûa, muhtâr / muhtârât, muktetaf / muktetafât gibi adlar taşıyan derlemelerle muhtasar / muhtasarât, mülahhas, telhîs, hulâsa, tehzîb, zübde başlığını taşıyan eserlerin bir kısmı da bir tür müntehabât sayılır. 42 müntehabat Türk edebiyatında manzum-mensur eserlerden yapılmış seçkilerin adlandırılmasında görülmektedir Türk-İslâm edebiyatı metinleri için kullanıldığında, günümüz Türkçesi’nde “seçki, şiir seçkisi” kelimeleriyle karşılananan müntehabât, daha yaygın bir ifade ile antoloji manasına gelmektedir. Edebiyatımızın ekseriyetle kasideden mısra’ya kadar manzum eserlerini derleyen kitaplar bu adla anılmaktadır. En eski örnekleri nazire mecmuaları olan bu metin kaynağı, bizde daha çok XIX. yüzyıldan sonra gelişmiştir. Manzum edebî eserlerden seçilerek oluşturulmuş mecmuaların birçok özelliği müntehabât adı taşıyan eserler için de söz konusudur. Bu yakınlığı Mecmûa-i Müntehabât, Mecmûa-i Müntehabât-ı Eş’âr, Mecmûa-i Müntehabât-ı Şi’riyye-i Arabiyye ve Fârisiyye, Mecmûa-i Müntehabât-ı Kasâid ve Eş’âr-ı Fârisiyye gibi derlemelerle mecmûa-i edebiyye, mecmûatü’l-eş’âr, mecmûatü’l-ebyât gibi adlarla anılan manzum eserlerin isimlerinden başlayarak tespit etmek mümkündür. XIX. yüzyıldan sonra gelişmiş müntehabatlara Şinâsi’nin (İstanbul 1289) Müntehabâtı Eş’âr’ı ve Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Müntehabât-ı Dîvân-ı Fevzî adlı eserleri (İstanbul, ts.) örnek verilebilir. Müntehabâtların Türk edebiyatında en tanınmış örneği Ziyâ Paşa’ya aittir. 432 Türk, 448 Fars ve 382 Arap şairinin 1262 şiirini ihtiva eden Harâbât’ı Türk edebiyatında bütünüyle şiire tahsis edilen müntehabâtların en hacimli ve en önemli örneğidir (I, İstanbul 1291; IIIII, 1292). XX. yüzyıl başlarında edebî metinleri derleyen antoloji niteliğindeki kitaplar arasında Bulgurluzâde Rızâ Bey’in Müntehabât-ı Bedâyi’-i Edebiyye’si (I, İstanbul 1326 [manzum]; II, İstanbul 1326 [mensur]; İstanbul 1326 [zeyil]), Re’fet Avni ve Süleyman Bahri’nin birlikte hazırladıkları Resimli Müntehabât-ı Edebiyye (İstanbul 1329), Fâik Reşad’ın Muharrerât-ı Nâdire yâhud Hazîne-i Müntehabât’ı (İstanbul 1307), Mehmed Cevdet’in Müntehabât-ı Sahâif-i Nefîse’si (İstanbul 1330) zikredilebilir. Sadece beyit ve mısraları derleyen müntehabâtlar da vardır. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI ÇALIŞMALARINDA BAŞVURULACAK KAYNAKLAR Bu gruba giren kaynaklar daha önce de ifade edildiği üzere Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek, doğru ve anlaşılır biçimde günümüze, günümüzün her seviyeden okuruna aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynaklardan oluşmaktadır. Bu son kısma giren eserler için her tür araştırmada rastlanılan bibliyografya, kaynakça, müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır. Türk-İslâm edebiyatı araştırmaları söz konusu olduğunda öncelikle şair ve nasirler için İslâm telif geleneğinde tabakat adıyla anılan eserleri tanımak özelliklerini bilmek, kullanımını öğrenmek gerekmektedir. 43 1. Tabakat Bir telif tarzı olarak İslâm dünyasındaki ilk örnekleri, Araplar arasında ortaya konulmuş ve onlardan İslâm kültürü etkisiyle Farslara intikal ettikten sonra Osmanlı öncesinden itibaren Türk dünyasında da yaygın bir gelişme göstermiştir. Tabakatlar zamanla farklı özellikler kazanarak gelişmişse de esas itibariyle günümüzdeki ansiklopedik biyografi kitaplarına benzeyen bir telif türüdür. Bu grupta yer alan kitaplar Osmanlı sahasında daha çok terâcim/ terâcim-i ahvâl kitapları adıyla anılmıştır. Ancak aşağıda zikredilecek örneklerden de anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde bu tür kitapların adlarında hemen hiç rastlanmayan “tabakat” kelimesi gibi “teracim” de pek az kullanılmış, bunların yerini “tezkire” kelimesi almıştır. Nitekim Mehmet Süreyya Beyin Meşhur eseri Sicill-i Osmani veya Tezkire-i Meşahir-i Osmâniyye’nin adında ise tezkire kelimesi yer almaktadır. Bu tür eserlerdeki hal tercemeleri (terâcim-i ahvâl) ve biyografiler (terâcim) genellikle alfabetik bir sıralamayla ve ele alınan kişinin kısaca ailesi, hayatı ve yetişmesi, hocaları, önde gelen arkadaşları, beraber ders okuduğu kişiler (ders şerikleri), ve eserleriyle bunların kısa tanıtımlarıyla biyografi sahibinin, ilmî ve edebî hüviyetine dair bilgiler, hakkındaki bazı rivayetler, şahsı ile ilgili nükteler, fikirleri ve sanatı üzerine bazı tenkidler, belli eserleri, yazı ve şiirlerinden kısa örnekler aktarılmaktadır. Ancak tabakatlarda, bazen yukarıda sayılan her hususta yeterli malumatın bulunması mümkün olamayacağı gibi bazan da bilgi verilen konular, işaret edilen hususların ötesinde, çok zengin ve çeşitli olabilmektedir. Bunun hudutlarını ise ele alınan kişi hakkında, yazarın ulaşabildiği bilgiler yanında onunla çağdaş veya arkadaş olması da belirlemektedir. Osmanlı tabakat kitapları daha çok devlet adamları (vezirler ve sadrazamlar, şeyhülislamlar, kaptanpaşalar, reisülküttaplar), alimler, şeyhler, şairler, hattatlar, kitap sanatkârları başlığı altında toplanabilecek mücellit, müzehhip, nakkaş, minyatürcü, mücellit vb. gibi üstadlar ile musikişinaslar hakkında yazılmıştır. Bunların içinde en zengin Türkçe tabakat, şairlerle ilgili olandır. Ardından ulema ve meşâyih hakkındaki eserler gelir. Dikkat edilirse bu sayılan sınıflarda yer alan pek çok kişi Türk-İslâm edebiyatıyla ilgili manzummensur eserler ortaya koymuş kişiler, bir başka deyişle, aynı zamanda şair, nasir, âlim ve sanatkârlardır. Tabiî olarak bunlarla ilgili araştırma yapılırken çeşitli meslek gruplarıyla ilgili tabakatları tanımak ve onlardan faydalanma yollarını bilmek gerekir. Bu alan çok zengin olmakla birlikte belli başlı tabakat kitaplarından daha önce değişik ünitelerde temas edilenler dışında şunlar zikredilebilir: Molla Cami’nin Farsça yazdığı bir sûfi tabakatı olan Nefehâtü’l-üns, önce Ali Şîr Nevâî tarafından 170 kadar Türk ve Hind sûfîsinin terceme-i hali eklenerek 901’de (1495) Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve adıyla Çağatay Türkçesi’ne (nşr. Kemal Eraslan, İstanbul 1979), Bursalı Lamii Çelebi tarafından da Fütûhul’-mücâhidîn li-tervîhi kulûbü’l-müşâhidîn adıyla Anadolu Türkçesi’ne tercüme edilmiş ve otuz kadarı kadın olmak üzere 629 sufînin hayat hikayesini kapsamaktadır. Eser, Osmanlı çevrelerinde Nefehât Tercümesi olarak tanınmış (İstanbul 1270,1289; bugünkü yazıyla 1970; S. Uludağ’ın girişiyle tıpkı basım 1980) ve Lamiî’nin daha geniş çevrede tanınmasını sağlamıştır. 44 Feridüddin Attar’ın yetmiş iki mutasavvıfın hayatına dair Farsça yazdığı Tezkiretü’l-evliya’sı da Osmanlı sahasında çok rağbet bulmuş ve Türkçe’ye Sinan Paşa (nşr. E. Gürsoy Naskali, Ankara 1987) başta olmak üzere birkaç kere tercüme edilmiş sûfî tabakatlarındandır. En güvenilir Türkçe tercümesi ise Süleyman Uludağ tarafından yapılmıştır (İstanbul 1984, 1991). Osmanlı dünyasında rağbet bulmuş olan sufi tabakatlarına İsmail Hakkı Bursevî’nin, Silsile-i Celvetiyye (İstanbul 1291), Sadık Vicdânî’nin Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye dizisi (I Melâmilik, İstanbul 1338; II Kadiriyye, İstanbul 1340; III Halvetiyye İstanbul 1341; IV Sûfî ve Tasavvuf, İstanbul 1342) eklenebilir. Osmanlı alimleri, edip ve yazarları, devlet adamları, sanat ve zanaatkârlarının gerek alfabetik sıralama suretiyle gerek devirlere ve tabakalara ayrılarak toplandığı tabakat türü pek çok eser değişik konularda tanınmış isimlerin bir araya getirildiği genel tabakat kitaplarıdır ve farklı adlarla bu alandaki yerini almıştır: Bunların başında Taşköprülü-zade’nin Osman Gazi’den başlayarak Kanunî devri dahil olmak üzere on padişah zamanında Osmanlı coğrafyasında yaşamış beş yüzden fazla alim ve şeyhi tanıtmak üzere on tabaka halinde Arapça kaleme aldığı eş-Şaka’iku’n-nu’mâniyye fî ulema-i devlet’iOsmâniyyesi gelmektedir (nşr. Ahmet Suphi Fırat, İstanbul 1985). Bu tipteki eserlerin ilki sayılabilecek bu hacimli kitap daha müellifi hayatta iken Âşık Çelebi, Hakî Efendi gibi isimlerin Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Ancak en değerli tercümesi esere birçok kaynaktan derlediği yeni bilgileri ekleyerek telif-tercüme suretiyle adeta yeni bir tabakat meydana getiren Edirneli Mecdî Efendi olmuştur. Gördüğü rağbet üzerine eş-Şaka’iku’n-nu’mâniyye zamanla Osmanlı sahasında tercüme, tezyil, telhis, ta’lik, tahşiye suretiyle kaleme alınmış başka eserlerle desteklenerek bu vadide önemli bir faaliyetin gelişmesine ve ortaya konan eserlerle türün zenginleşmesine yol açmıştır. Hatta Osmanlı medeniyetine şu veya bu şekilde katkı sağlamış her tabaka ve alandan zevatın tercüme-i halleriyle âdeta müstakil bir vadi oluşturmuştur (bk. Taşköprülüzâde). Bu genel manadaki Osmanlı tabakat kitaplarına çok sonraları kaleme alınmış Mehmed Süreyya Bey’in Sicill-i Osmanî veyâ Tezkire-i Meşahir-i Osmaniyye’si (I-IV, İstanbul 1308-1316; ) ile Bursalı Mehmet Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri’ni (I-III, İstanbul 1333-1342) ilave etmek gerekir. Hacı Zihni Efendi’nin Meşâhiru’n-nisa’sı (I-II İstanbul 1294-1295) da İslâm öncesinden itibaren Arap, Fars ve Türk dünyasında ilim, edebiyat, tasavvuf ve siyaset alanlarında meşhur olmuş 1165 kadınla ilgili genel bir eserdir. Türk mûsıkîsi alanında ilk tabakat Şeyhülislâm Ebûishakzâde Esad Efendi tarafından Atrabü’l-âsâr fî tezkireti urefâi’l-edvâr adıyla kaleme alınmıştır. Üzerinde Zeynep Sema Yüceışık’ın bir doktora tezi hazırladığı eser (b. bibl.) XVII-XVIII. yüzyıllar arasında yaşamış Osmanlı musıkîşinaslarından yüze yakın bestakârın kısa biyografisiyle eserlerinden bazı örnekleri ağır bir inşa üslubuyla aktarmaktadır. Bu alandaki son ve mühim tabakat İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın kaleme aldığı Hoşsada’dır (Ankara 1958). Osmanlı hattatları hakkındaki tabakatların başında Gelibolulu Mustafa Âlî’nin hattat, nakkaş ve mücellitler hakkında bilgi veren Menâkıb-ı Hünerverân’ı (nşr. İbnülemin, İstanbul 1926) gelmektedir. Onun Künhü’lahbâr’ının dördüncü rüknü de Osmanlı devlet adamları, alim ve şairlerinin hayatlarına ait bilgiler ihtiva eden bir tabakat sayılır. Bu kısım Mustafa İsen tarafından müstakil olarak Künhü’l-ahbârın Tezkire Kısmı adıyla (Ankara 1994) neşredilmiştir. Buna büyük Osmanlı biyograflarından Müstakimzâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn (nşr. İbnülemin, İstanbul 1928) adlı eserini ilave etmek gerekir. Nefeszâde İbrahim Efendi’nin Gülzar-ı Savab’ı (nşr. Kilisli 45 Rıfat (İstanbul 1939), Suyolcuzâde’nin Devhatü’l-küttâb’ı (nşr. Kilisli Rıfat, İstanbul 1942), Habib Efendi’nin Hat ve Hattâtân’ı (İstanbul 1305), İbrahim İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Hattatlar’ı (İstanbul 1955) ile Nurullah Tilgen’nin Eyüplü Hattatlar’ı (İstanbul 1950) bu konudaki diğer eserlerdir. Osmanlı devlet adamlarıyla ilgili tabakat kitaplarının en önemlileri arasında sadrazamlarla ilgili olarak kaleme alınmış bulunan Osmanzâde Taib’in Hadîkatü’l-vüzerâ’sı gelir (İstanbul 1271, Freiburg 1969). Bu esere zeyil olarak Dilâver Ağa-zâde Ömer Vahid, Şehrî-zâde Mehmed Said (Gül-i Zîbâ), Cavid Ahmed (Verd-i Muattara), Bağdatlı Abdülfettah Şefkat, Ahmet Rıfat (Verdü’l-hadâyık, İstanbul ts.; Freiburg 1970) gibi kitaplar yazılmıştır. Bu seriyi İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar’ı (14 fasikül, İstanbul 1940-1953) ile Mehmet Zeki Pakalın’nın Son Sadrazamlar ve Başvekiller’i (I-V, İstanbul 1940-1948) tamamlar. Şeyhülislamlar hakkındaki ilk tabakat Müstakimzâde’nin Devha-i Meşâyih-i Kibâr’ıdır. Müellif eserine iki de zeyl yazmıştır. Ahmet Rıfat Efendi’nin bu esere yazdığı zeyil ile birlikte hepsi Devhatü’l-meşâyih maa zeyl adıyla yayımlanmıştır (İstanbul ts.; tıpkıbasım:İstanbul 1978). Müstakimzade’nin eserine sonraki şeyhülislamların da ilâvesiyle zeyiller yazılmıştır. 2. Tezkiretü’ş-Şuarâ Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarına kaynaklık yapan eserlerin başında özellikle XV. yüzyıldan sonra ve Osmanlı sahasında şairler hakkında bilgi veren en önemli kaynaklar Sehi Bey’in Tezkire’sinden itibaren Tezkire-i Şuarâ adıyla müstakil bir alan ve tür oluşturan tezkireler gelmektedir. Genel özellikleri itibariyle tabakatlarla aynı hususiyetleri taşısalar da bunlar öncelikle devirlerinde şiir ve edebiyatla doğrudan meşgul olmuş kişiler hakkında bilgi vererek şiirlerinden örnekler aktararak sanatları hakkında değerlendirmeler yaparlar. Türk edebiyatın XV. Yüzyıl sonlarında Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan ilk tezkiresi Mecâlisü’n-Nefâis 455 şairin hayat hikayesini aktarır. Osmanlı sahasında ilk eser Sehî Bey’in XVI. asır Osmanlı şairlerinden 229’unu anlatan Heşt Bihişt’idir. Bu asırda kaleme alınmış tezkirelerin ikincisi, Latifî tarafından kaleme alınan Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratü’nnuzamâ olup 334 şair hakkında bilgi vermektedir. Bağdatlı Ahdi ise Gülşen-i Şuarâ’sında 384 şairi söz konusu eder. Ardından Meşâiri’ş-şuarâ adlı eseriyle Âşık Çelebi gelir. Hasan Çelebi ise Tezkiretü’ş-şuarâ adıyla yazdığı kitabında 631 şairin hal tercümesini ele almıştır. Gelibolu Mustafa Âlî ise Künhü’l-ahbâr adıyla yazdığı tarihinin dördüncü rüknünü teracimi ahvale ayırmış ve bu kısım devrin 130 kadar ulema, şuarâ ve fuzalasından bahseden önemli bir tezkire değeri kazanmıştır. Tezkirecilik bu ilk ve önemli örneklerden sonra başlıcaları, Beyânî, Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Âsım, Güftî, Safâî, Sâlim, Beliğ, Râmiz, Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Fatin gibi isimlerin eserleriyle iyice zenginleştikten sonra, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri isimli dört ciltlik eseriyle (İstanbul 1930-1941) XX. asra bağlanmıştır. Sadettin Nüzhet Ergun’un tamamlayamadığı Türk Şairleri ise tezkirneler başta olmak üzere çeşitli tabakat kitaplarındaki bilgilerin derlenmesi ve şairlerin şiirlerinden geniş çaplı örnekler aktarılmasıyla oluşturulmuş bir kaynaktır. 46 İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışında yazdığı biyografik eserler hangileridir? Özet Türk-İslâm edebiyatına özelliklerini ve muhtevasını veren kaynakları belirleyebilmek. İslâm dininin ve kültürünün Türk Edebiyatına kaynak olmak bakımından önemi, araştırıcıların bu edebiyatın kaynaklarını dinî ve doğrudan dinî olmayan kaynaklar olarak iki bölümde ele almasında da görülmektedir: Dinî kaynakların başında Kur’ân-ı Kerîm gelmektedir. İkincisi hadis veya sünnet-i nebevîdir. Üçüncüsü kısas-ı enbiyâ ve buna bağlı olarak eski kavimlerle ilgili tarihi bilgilerdir. Bir diğeri ise tasavvuftur. Doğrudan Dinî Olmayan Kaynaklar’a gelince bunları Arap ve Fars edebiyatı ve kültürü, Türk milletinin kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve an’aneler, devrin hakiki ve batıl ilimleri, efsâne ve masallar, savaşlar vs. olarak sıralamak mümkündür. Edebî metinlere ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma ve matbu eserleri tanıyabilmek. Bilindiği gibi Türk-İslâm edebiyatında edebi eser denince akla önce şiir, yahut manzum eserler gelmektedir. Bu eski edebiyatımızın şiire düz yazıdan, bir başka ifade ile nazma nesirden fazla değer vermesiyle ilgilidir. Vakıa şiirin yanında ikinci plana düşen nesir, inşa denilen üslüp ile sanatkârâne ifade yolunda ciddi merhaleler kazanmış, bazı sanatkarlar tanıtılırken “şi’r ü inşâda mâhir, nazm ü nesre kâdir” gibi ifadelerle her iki fende de başarılı oldukları özellikle vurgulanmış olsa da şiir nesirden, şâirlik nâsirlik ve münşîlikten üstün tutulmuştur. Bu bakımdan metinlerin kaynaklarının başında divan, mecmua ve cönk gibi şiire ve şiiri aktaran kaynakları tanımak önemlidir. Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynakları tanıyabilmek. Bu kısma giren eserler için bibliyografya, kaynakça, müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır. Ancak bu eserlerin kendileri bir taraftan edebi eser hüviyetini taşımakta diğer taraftan da devrin anlayışına göre şekillenmiş bulunmaktadır. Bunlar genel olarak tabakat adını taşır. Türk-İslâm edebiyatını daha doğrudan ilgilendiren biyografik eserler ise Şuara Tezkireleri başlığını taşırlar. Bunların sayısı ilk örneklerin ortaya konduğu XVI. yüzyıldan bu yana yazılanlar dikkate alındığında 30’u aşmıştır. 47 Kendimizi Sınayalım 1.Aşağıdakilerden hangisi Türk-İslâm edebiyatının doğrudan dinî kaynaklarından sayılmaz? a. Sünnet b. Ahbârü’l-Arab c. Kısas-ı Enbiyâ d. Fıkıh e. Tasavvuf 2. Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen eserlere ne ad verilir? a. Cönk b. Tabakat c. Müntehabât d. Mesnevî e. Divan 3.Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan tezkirenin adı aşağıdakilerden hangisidir? a. Atrabül-âsâr b. Tezkire-i Şuarâ-yı Bağdâd c. Mecâlisü’n-nefâis d. Gülşen-i Şuarâ e. Menâkıb-ı Hünerverân 4. Aşağıdakilerden hanğisi Türk-İslâm edebiyatını tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak klasik kaynaklardan biri değildir? a. Sufi tabakatları b. Tezkiretü’ş-Şuarâlar c. Tezkire-i Hattâtîn d. Harabât e. Hadîkatü’l-vüzerâ 48 5. “Kur’an ve hadisin kaynak oluşu” kavramı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Kur’an dinin kaynağıdır. b. Hadis dini yaşamanın rehberidir. c. Tasavvuf bir müslümanın asla ihmal etmemesi gerekli bir alandır. d. Peygamber kıssaları dini hayatın vazgeçilmezidir. e. Dinimiz ve kültürümüz en gür ve etkili şekilde bu kaynakların tamamından beslenmiştir. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. b Yanıtınız doğru değilse “Doğrudan Dinî Kaynaklar” konusunu yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse “Türk Edebiyatı Metinlerinin Kaynakları” konusunu yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse “Tezkire” konusunu yeniden okuyunuz 4. d Yanıtınız doğru değilse “Türk-İslâm Edebiyatı Araştırmalarında Bavurulacak Kaynaklar” konusunu yeniden okuyunuz 5. e Yanıtınız doğru değilse “Doğrudan Dinî Kaynaklar” konusunu yeniden okuyunuz Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Türk-İslâm edebiyatının doğrudan Kur’an’la beslenen türleri arasında tevhid, münâcât, esmâ-i hüsnâ sayılabilir. Sıra Sizde 2 Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en mehur Yusuf u Züleyhâ mesnevisi Fâtih’in hocası Akşemsedin Hazretlerinin oğlu Hamdullah Hamdi’ye aittir. Türk Edebiyatı tarihçisi M. Fuat Köprülü’ye göre “bu mesnevi, gerek zamanında ve gerek XVI. asırda umumi rağbete mazhar olarak, onun şöhretini teminde başlıca amil olmuştur. Şairimizden bahseden bütün tezkireciler ve terâcim müellifleri bu hususta müttefiktirler.” Sıra Sizde 3 İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışında yazdığı biygrafik eserler Son Sadrazamlar, Hoş Sadâ, Son Hattatlar, 49 Yararlanılan Kaynaklar M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul Agah Sırrı Levent, Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, Ankara Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul İsmail Ünver “Mesnevi” Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri), Ankara M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul Cemal Kurnaz, Türküden Gazele:Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir Deneme, Ankara Amil Çelebioğlu, “XIII-XV. Yüzyıl (ilk yarısı) Mesnevîlerinde Mevlânâ Tesiri” III. Uluslarası Mevlânâ Semineri, Ankara Mustafa Uzun, “Dede Ömer Rûşenî” DİA, IX, 81-83. a. mlf., Ney-nâme (Tenkidli Basım), İstanbul 1990, a. mlf., “İlâhî”, DİA, XXI, 225 a. mlf., “Hz. İbrahim”, DİA, XXI, 272-273; a. mlf., “Hz. İsâ”, DİA, XXIII, 473; a. mlf., “Hz. İsmail” DİA, XXIII. 80-82 50 51 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan nazım şekillerini açıklayabilecek, • Türk Edebiyatında kullanılan vezinleri tanıyabilecek, • Eski Türk Edebiyatında sıklıkla kullanılan aruz kalıplarını sıralayabilecek, • Türk-İslam Edebiyatında kullanılan kafiyeleri sıralayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Mısra-Beyit-Kıta-Bend • Aruz-Hece-Serbest • Açık hece-Kapalı hece • Kafiye-Redif Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe sözlüğe başvurunuz. • Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Necla Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı eserinde ilgili yerlere bakınız. 52 Türk-İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri GİRİŞ Divan Edebiyatı Türkler’in İslâm dinini benimsemesinden sonra ortaya çıkan yazılı edebiyattır. Arap ve Fars Edebiyatlarının etkisi altında gelişmiştir. Bu etki, Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe’ye girmesinin yanı sıra, bu dillerin anlatım biçimlerinin benimsenmesiyle de kendini gösterir. Bu akımın “Divan Edebiyatı” olarak adlandırılmasının sebebi, şâirlerin, şiirlerini divan denen kitaplarda toplamış olmalarıdır. Kur’an’ın Arapça olmasından dolayı pek çok toplumun kültürü ve dili değişime uğramıştır. İranlılar, IX. yüzyılda edebiyat ürünlerini, “Yeni Farsça” diye adlandırılan bir dille vermeye başlamışlardır. Fars Edebiyatı’nın bu ürünlerinden Türk Edebiyatı büyük ölçüde etkilenmiştir. Öte yandan, Anadolu’da kurulan Türk devletleri, ilk zamanlarda resmî yazışma dili olarak Arapça ve Farsça’yı kullanmışlardır. Bu durum, edebî dilin değişmesine de yol açmış; özellikle Saray çevresindeki şâirler ve yazarlar, eserlerini Arapça ve Farsça yazmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsça’nın yoğun etkisinde kalmış olan Osmanlı Türkçesi, Divan Edebiyatı’nda kullanılan ana dildir. DİVAN EDEBİYATI’NDA NAZIM BİRİMİ Nazım, sözlük anlamıyla “sıra”, “düzen” demektir. Ama Divan Edebiyatı’nda nazım dendiğinde şiir anlaşılır. Divan şiirinde nazım birimi genellikle beyit olup şiirler çeşitli nazım şekilleri içinde kurallarını Arap ve Fars Edebiyatı’ndan alan aruz vezniyle yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle yazılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. Aruz vezninde açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür. Türkler’in İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağlamıştır. 53 MISRA Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında beyti oluşturan bir satırlık nazım parçası demektir. Sözlükte “yıkıp yere çalmak” mânasına gelen sar’ / sır’ kökü “şiirin beytini iki mısralı yani iki kafiyeli, kapıyı iki kanatlı yapmak” anlamlarını da ifade eder. Ayrıca “ev” mânasındaki “beyt”in kapısındaki her bir kanada mısra denildiğine işaret edilir. Nitekim eve kapıdan girildiği gibi şiire de mısra ile başlanmaktadır. Bu açıklamalardan hareketle gerçek anlamı “ev, çadır, oda, mesken, konak” olan beyit, bir edebiyat terimi olarak aynı vezinde iki mısradan meydana gelen nazım birimini ifade ettiği gibi gerçek anlamı “çadır kapısının iki yanı, kapı kanadı ve pervazı” olan mısra da terim olarak beyti meydana getiren iki parçadan biri için kullanılır. Son dönemlerde dize kelimesiyle karşılanan mısra hakkında Türk edebiyatı kaynakları, “ölçülü veya ölçüsüz bir satırlık nazım parçası” tarifinde birleşmiş gibidir. Divan edebiyatında mısra beytin yarısıdır; mânalı en küçük nazım birimidir. Diğer bir ifadeyle bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra mısra adı verilir. Mısra en küçük nazım birimi olduğu gibi aynı zamanda en küçük nazım şeklidir. Divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, terkib-bend ve tercî-bendde nazım birimi beyittir. Müşterek bir iç kafiye ile mısraların birbirine bağlandığı bendlerden meydana gelen musammatlarda ise nazım birimi mısradır. Diğer nazım şekillerinde beyitler nasıl bir bütünlük gösteriyorsa musammatlarda da mısralar aynı görevi yerine getirmektedir. Son dönem Türk edebiyatında Batı edebiyatının da etkisiyle mısradaki mâna bütünlüğü kaybolmuş, serbest şiirlerin bir kısmında daha ileri gidilerek mısraın sınırları belirsizleştirilmiş, bazan tek kelimeden ibaret mısralar yazılmış, bu da şiiri nesre daha fazla yaklaştırıp boğmuştur. Divan edebiyatında bir mânayı en kapsamlı şekilde ifade edebilecek, âhengiyle hâfızalarda yer alacak kadar dikkat çekici bir ustalık ve güzelliğe sahip mısralar “mısra-ı berceste” (son derece latif ve sağlam) veya “şah mısra” adını almıştır. Bunlar eser değerinde kabul edildiğinden mısraı berceste söyleyebilen kişinin de şair sayılmasına yeterlidir. Böyle mısralar şiirin en güzel parçası olup mânasının derinliği ile dillerde dolaşan, kolayca hatırlanabilen, ifadeler olmasının yanında sağlam kuruluşu ile âdeta atasözü gibi kullanılan örneklerdir. Bâkî’nin, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”; Bursalı Tâlib’in, “Çeşm-i insâf kadar kâmile mîzân olmaz / Kişi noksânını bilmek kadar irfân olmaz” ve Koca Râgıb Paşa’nın, “Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun / Şecâat arzederken merdi kıptî sirkatin söyler” beyitlerinin ikinci mısraları bugün de dillerde birer atasözü halinde dolaşmaktadır. Divan şiirindeki örneklerden hareket edildiğinde mısraa beyit gibi kısa bir nazım şekli olarak bakmak da mümkündür. Divanların sonunda herhangi bir manzume içinde yer almadan başlı başına bir şiir gibi yazılmış mısralar bulunmaktadır. Bir manzume içinde yer almayan, bazan diğer mısraları tamamıyla unutulan ve mânaları kendi içlerinde tamamlanan, mısra-ı bercesteler gibi dillerde dolaşan bu tek mısralara “mısraı âzâde” veya yalnızca “âzâde” denilmektedir. II. Mahmud’un hekimbaşısı Abdülhak Molla’nın ecza dolabının kapısı üzerine yazdırdığı, “Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı” ve Muallim Nâci’nin gülümserken çekilmiş bir resminin altına yazdırdığı, “Mudhikât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler” örnekleri birer mısraı âzâdedir. Bunlar manzumelerden kopuk ya da tamamlanmamış şiir parçaları şek- 54 linde kalmayıp “müfred” adını alan tek beyitler gibi genellikle divanların son taraflarında “mesâri’(mısralar)” adıyla anılan özel bir bölümde yer alır. BEYİT Arapça “ev” anlamına gelen beyit iki mısradan oluşan nâzım parçasıdır. Divan edebiyatında nâzım birimi sayılan beyit, anlam bütünlüğüne sahiptir. Beyit, kafiyeli iki mısradan meydana gelirse “beyt-i musarra”, bir gazelin en seçme beyti olursa “beytü’l gazel” bir kasidenin en güzel beyti olursa “beytü’l kaside”, içinde şairin adının ya da mahlasının bulunduğu beyitse “tac beyit” bir kasidenin ya da gazelin ilk beyti ise “matla” son beyti ise “makta” adını alır. Kafiyeli bir beyite “beyt-i musarra”, kafiyesiz olanlara “ferd” ya da “müfred” denir. Divanlarda müfredler müfredat adıyla ayrı bir bölümde toplanır. Kafiyeli beyitlerin olduğu bölüme de “metali’” denir. BEND Bend, sözlük anlamıyla “bağ, bağlanan şey, kuşak; fıkra ve makale gibi yazıların kısımları” demektir. Nazım terimi olarak da Bend, birbirine vezin ve kafiyeyle bağlanmış ikiden çok mısra topluluğudur. Bendler 3-10 mısra olabilir. Bunlara parça anlamında kıt’a dendiği de olmuştur. Bendlerden meydana gelen nazım şekilleri tek ya da birden çok bendliler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Tek bendli nazım şekilleri rubâ’î, tuyuğ, çoğu zaman kıta; çok bendli nazım şekilleri ise murabba ve bunun değişik türleri olan terbî’ ve şarkı; muhammes ve tahmis, taştîr, tardiyye; müseddes ve tesdîs; müsebba’ ve tesbî’; müsemmen ve tesmin; mütessa’ ve tetsî’, muaşşer ve ta’şîr; terkibbend ve tercî’-bend’dir. KASİDE Arap, Fars ve Türk şiirinde en çok kullanılan eski ve uzunca bir nazım şeklidir. Anadolu’da XIV. yüzyılda oluşmaya başlayan divan edebiyatı Arap ve İran edebiyatlarının nazım şekillerini kabul ederken konu yönünden eski koşuklara benzeyen kasideyi de kolaylıkla benimsemişti. Türkler’in müslüman olmadan önceki ozanlarının, hakanları yahut beyleri övmek için kopuz eşliğinde söyledikleri koşuklarla kaside arasında muhteva yönünden fazla fark görülmüyordu. Türk edebiyatında ilk örnekleri XIV. yüzyılda yazılmaya başlanan kasidelerin Türk beyliklerinin ileri gelenleri hakkında düzenlenmiş olmasıyla ilk mükemmel örneklerin ortaya çıktığı XV. yüzyılda sultanlar ve devlet büyüklerini övmek için yazılmaya başlanması koşuk geleneğinin bir devamı gibi kabul edilebilir. Türk edebiyatının klasik özelliklerinin bütünüyle teşekkül ettiği XVI. yüzyılda ise kasidenin bu edebiyata has kuralları iyice belirlenip şekil ve bölümleri oluşmuştur. Konusu diğer İslâmî edebiyatlarda görülmediği kadar genişleyen kaside buna bağlı olarak değişik isimlerle anılmaya başlar. Hicviyye, mersiye, hasbihal, arzıhal gibi konuları da ihtiva edecek çeşitlilikte yazılan kaside Hz. Peygamber’i ve diğer din büyüklerini, şairin çağında yaşamakta olan bir kişiyi öven örnekler yanında Allah’a yakarış, Resûli Ekrem’den şefaat dileme, bir devlet büyüğünden mansıp ve me- 55 muriyet talebi, himaye görme arzusuna yönelik istekte bulunma, bir cezadan kurtulmak için af dileme, hamâsî duyguları açıklama, vatan sevgisini dile getirme gibi sebeplerle de düzenlenmiştir. Türk edebiyatında kasideler hemen hemen en az otuz ile en fazla doksan dokuz beyit arasında değişen uzunlukta düzenlenmiştir. Bazan bu sınırların dışına çıkıldığı olmuşsa da şairlerin genelde kırk-elli beyit uzunluğundaki kasideleri tercih ettikleri görülür. Kasidede ilk beyte matla’, son beyte makta’ denir. Şairin mahlasını söylediği beyit taç beyit, kasidenin en güzel beyti beytü’l-kasîd olarak isimlendirilir. Kafiye örgüsü “aa/ ba/ ca…” şeklindedir. Türk şairleri kasidenin altı bölümden oluşmasını benimsemiş ve buna uymaya özen göstermişlerdir. 1. Nesîb (teşbîb). Kasidenin giriş bölümüdür. Genelde bir gazel gibi âşıkane duygulardan bahseder. Bu şekilde olan girişler nesîb, aşk dışında tasvir vb. herhangi bir konu işlenmişse teşbîb adını alır. İşlediği konuya göre de kaside özel bir adla anılır. Nesîb veya görev süresi teşbîb ortalama on-on beş beyit uzunluğunda olur. 2. Girizgâh (giriz / güriz). Şairin methiyeye geçtiğini bildiren bir ya da iki beyitten ibaret olup konuya uygun bir nükte taşımasına ve nesîble methiye arasında anlam ilişkisi kurulmasına dikkat edilir. 3. Methiye. Kasidenin maksadına uygun olarak övülen kişi veya şeyden bahseden bölümdür. Kasidenin en sanatkârane bölümü olup uzunluğu konuya ve şaire göre değişir. 4. Tegazzül. Kaside içinde tecdîdi matla’ ile başlayan bir gazel olup beş-on beyit arasında değişir. Bir kasidenin başında yahut sonunda yer alabildiği gibi tegazzül bölümü olmayan kasideler de vardır. 5. Fahriyye. Şairin kendisini övdüğü ve bazan da dileğini bildirdiği bölümdür. Beyit sayısı şairlere göre değişebildiği gibi fahriyye bölümü konulmamış kasideler de mevcuttur. Türk kasideciliğinin üstadı sayılan Nef’î’nin fahriyyeleri sanatlı bir üslûpla yazılmış olup beyit sayısı hayli kabarıktır. 6. Dua. Övgüsü yapılan kişi veya şey ile şairin kendisi hakkında dua edilip iyi dileklerde bulunulan son birkaç beyitten ibarettir. Türk edebiyatında kasideler üç şekilde adlandırılmıştır. Bunlardan ilki teşbîb veya methiyede ele alınan konuya göre yapılan adlandırmadır. Diğer nazım şekilleriyle yazılabilmekle birlikte daha çok kaside biçiminde kaleme alınmalarından dolayı münâcât, tevhid, na’t, mersiye, hicviyye gibi manzumeler kasidenin konu bakımından değişik türlerini oluşturur. Bu tanımlama genellikle şairin kasidesine koyduğu başlığı esas alır. “Tevhîd-i Hazret-i Bârî” “der Na’t-ı Seyyidi’l-Mürselîn”, “Der Sitâyîş-i Sultan (...)”, “Kasîde der Medh-i (...)”, “Hicviyye der Hakkı (...)” gibi ibarelerin yer aldığı bu başlıklar aynı zamanda kasidenin türünü de belirtmiş olur. Bir kasidenin teşbîb bölümünde yer alan konuya göre bahardan bahseden kasidelere bahâriyye (rebîiyye), kıştan söz eden kasidelere şitâiyye denmesi gibi ramazâniyye, ıydiyye (bayramiyye), sayfiye, nevrûziyye gibi zaman dilimlerini; İstanbuliyye ve Bağdâdiyye gibi şehirleri; sünbüliyye ve rahşiyye gibi çiçek veya hayvanları; sûriyye, hamâmiyye, cülûsiyye, kudûmiyye, istikbâliyye gibi olaylara dayalı bir hayat kesitini; kasriyye, dâriyye gibi bir bina tebrikini konu alan kasideler de yine teşbîbinde işlenen konuya göre isim almıştır. Kasidelerin ikinci tür adlandırması redifine göre yapılır. Redifi güneş olan methiyeye güneş kasidesi (şemsiyye), gül olana gül kasidesi (verdiyye), sünbül olana sünbül kasidesi (sünbüliyye) gibi isimler verilir. Türk edebiyatında su, tîğ, hançer, benefşe, lâle, kalem, sühan, gül vb. kelimelerin redif olarak kullanıldığı kasideler ünlüdür. Son adlandırma şekli Arap edebiyatında olduğu gibi kafiye harfine göre yapılandır. Kafiye harfi râ ise râiyye, mîm ise mîmiyye, tâ ise tâiyye gibi. 56 Kaside yazan şair için kasîdegû, kasîdeperdâz vb. tabirler kullanılmıştır. Âşık Paşa’nın Garibnâme’deki na’tlarıyla Ahmedî’nin divanındaki kasideler bu şeklin ilk örnekleri sayılır. Türk edebiyatında gerçek anlamda kasidecilik ise divanında yer alan on altı kasidesiyle bu nazım şeklini klasik özellikleriyle Türk edebiyatının malı yapan Şeyhî ile başlamıştır. Daha sonra Karamanlı Nizâmî on bir, Bursalı Ahmed Paşa otuz bir, Necâtî Bey yirmi altı kaside yazmıştır. Bu yüzyıldaki en güzel örnekler Ahmed Paşa’nın kasideleridir. XVI. yüzyıl kasidede İran örneklerinin aşılmaya çalışıldığı ve abartmalara yol açıldığı bir dönemdir. Övülen kişilerin devlet ihtişamının gölgesinde kalmaması için mübalağalı bir şekilde methedildiği bu dönemde Bâkî özellikle nesîb kısımlarında parlak tasvirlerin yer aldığı yirmi yedi, Hayâlî Bey zengin hayallerle övdüğü yirmi yedi, Nev’î elli, Rûhî-i Bağdâdî yirmi dört kaside yazar. Ancak bu yüzyılın kasideciliğinde en önemli yer Fuzûlî’ye aittir. Onun na’tları da dahil divanında otuz yedi kaside mevcuttur. XVII. yüzyılda Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olan Nef’î, İran ve Arap kasidecilerini geride bırakmıştır. Divanında en geniş yeri işgal eden elli dokuz kasidesi fahriyye bölümleriyle ünlüdür. Yüzyılın diğer kaside ustalarından Sabrî de Nef’î’nin etkisinde kalmıştır. Nâilî’nin otuz beş, Nâbî’nin otuz iki kasidesiyle bu yüzyıl Türk kasideciliğinin en parlak devri olmuştur. XVIII. yüzyılın başlarında Yahyâ Nazîm büyük bir cilt tutan divanının tamamını na’tlara ayırmış, bunların pek çoğunu da kaside nazım şeklinde kaleme almıştır. Nedîm’in ince ve zarif bir âhenkle yazdığı kasidelerinin adedi otuz sekizdir. Onu değişik konularda yirmi dokuz kaside ile Şeyh Galib takip eder. Yüzyılın sonlarında ise kasideleriyle dikkat çeken Sünbülzâde Vehbî elli dört, Enderunlu Fâzıl seksen dört ve Keçecizâde İzzet Molla kırk sekiz kaside söylemiştir. Divanındaki az sayıda kasidelerden bir veya birkaçı ile ün kazanmış yahut söylediği kasidelerden biri diğerlerinden daha çok tanınmış şairler de vardır. Sünbülzâde Vehbî’nin “Sühan Kasidesi” ile Sâbit’in ramazâniyyesi, Tanzimat döneminde Âkif Paşa’nın ilk defa bir soyut kavramı konu edinen “Adem Kasidesi” ve Nâmık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” diye meşhur olan şiiri bunlardandır. Divan edebiyatında kaside yazma geleneği Tanzimat’tan sonra da sürmüş, hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında kaside düzenleyen şairler çıkmışsa da modern Türk şiiri bu nazım şeklini tamamen terketmiştir. Daha geniş bilgi için bk. Mehmet Çavuşoğlu, “Kasîde”, Türk Dili Dergisi, Türk şiiri Özel sayısı II (Divan şiiri), Sayı: 415-417, ss. 1-38. GAZEL Eski şiirin en çok kullanılan ve sevilen nazım şeklidir. Gazel kelimesi sözlükte “kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek” anlamına gelir. Arap edebiyatında gazel bir nazım şekli olmayıp kasidelerin başında aşktan, sevgiliden söz eden bölümlere verilen addır ve “nesîb” karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraları şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi coşkulu haller karşısındaki duygularını anlatan şiirlere uzun yahut kısa olsun gazel denilmiştir. İran’ın İslâmiyet’i kabulünden sonra gazel, Arap şiirinin etkisi altında oluşan yeni İran edebiyatında lirik şiirin en beğenilen şekillerinden biri ol- 57 muştur. Yeni İran şiirinde de ilk dönemlerde kasidelerin nesîb veya teşbîb kısmını oluşturmuştur. Gazel tarzının gelişmesinde kasidelerden pek zevk almayan Moğol hükümdarlarının da rolü olmuştur. İranlı şairler bu hükümdarlar hakkında kaside yazma yerine onların yol açtığı tahribattan duydukları elem ve kederleri gazellerle dile getirmeyi tercih ettiler. Ferîdüddîn-i Attâr ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sûfî şairler gazellerinde ilâhî güzellik ve ilâhî aşk konularını işlediler. Onlardan sonra gelen Hafız-ı Şîrâzî ise gazellerinde rindce hayal kurmaya, felsefî ve ahlâkî düşüncelere de yer vererek türün konusunu genişletti. Türk edebiyatına gazel XIII. yüzyılda İran’dan Fars edebiyatı yoluyla geçmiştir. Anadolu edebiyatı sahasında yazılan ilk gazellerde daha çok dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuların işlendiği görülür. XIV. yüzyıldan başlayarak Kadı Burhâneddin, Nesîmî ve Ahmedî ile gelişmesini sürdüren gazel türü XV. yüzyılda Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî ve Çağatay edebiyatında da Ali Şîr Nevâî ile mükemmellik kazanmıştır. Zatî, Hayalî Bey, Nev’î, Rûhî-i Bağdadî XVI. yüzyılın tanınmış gazel şairleridir. Bu yüzyılda Anadolu’da Bakî, Azerî alanında Fuzûlî gazeli doruğa eriştirmişlerdir. XVII. yüzyıla gelindiğinde gazel, Nâilî’nin öncülüğünü yaptığı sebk-i Hindî üslubuyla yeni bir incelik ve zarafet kazanır. Bu yüzyılın sonunda Nâbî gazele fikrî bir ağırlık kazandırmıştır. XVIII. yüzyılda Nedîm rindliği ve coşkunluğu, Şeyh Galib inceliği, duyarlılığı ve Mevlevîlik neşvesiyle büyük gazel şairleri olmuşlardır. Tanzimat’tan sonra Encümen-i Şuarâ şairleri gazelde yeni bir atılıma girmişlerse de onu daha ileriye götürecek bir başarı ortaya koyamamışlardır. Kafiye örgüsü “aa/ba/ca ...” olan gazelin bazı beyitleri ve içindeki kısımları özel adlar alır. Gazelin iki mısraı kafiyeli olan (musarra’) ilk beytine “matla”“, matla’dan sonra gelen beytine “hüsn-i matla’”, son beytine “makta’” ve makta’dan önceki beytine de “hüsn-i makta’” denir. Hüsn-i matla’ın matla’dan olduğu kadar hüsn-i makta’ın da makta’dan güzel olmasına özen gösterilir. Gazelin en güzel beytine “şah beyit” veya “beytü’l-gazel” adı verilir. “Tahallus” denilen makta beytinde mahlas söylenir. Mahlas yerine doğrudan doğruya kendi asıl adını yazan şairler de vardır. Kadı Burhâneddin ve Kemalpaşazâde gazellerinde mahlas kullanmayan böyle ender şairlerdendir. Türk edebiyatında gazellerin beyit sayısı genellikle dört-on beş arasında değişir. Dört beyitli gazellere çok az rastlanır. En çok yazılanlar beş ve yedi beyitli gazellerdir. Bakî’nin gazelleri genellikle beş, Fuzûlî’nin yedi beyitlidir. Şeyh Galib’de daha uzun, on bir-on beş beyitli gazellerle karşılaşılır. Kesin bir kural olmamakla birlikte gazeller genellikle beş, yedi, dokuz, on bir gibi tek sayılı beyitlerle söylenmiştir. On beş beyitten uzun gazellere “gazel-i mutavvel” adı verilir. Ahmedî ve Nesîmî’nin otuz ve elli beyte kadar uzayan gazelleri vardır. Matla’ mısralarından bîrinin makta’ beytinde tekrarlanmasına “redd-i matla’”, öteki mısralardan herhangi birinin tekrarlanmasına “redd-i mısra” denir. Redd-i mısra’ daha çok Tanzimat’tan sonraki dönemin şairlerince rağbet görmüştür. Şairler bazan mahlas beytinden sonra gazellerini bitirmeyip bir ya da birkaç beyit daha eklerler. Bunlara “müzeyyel gazel”, adı verilir. Arapça, Farsça ve Türkçe’den ikisi veya üçüyle karışık surette söylenmiş gazellere “mülemma’ gazel”(kaside için de geçerlidir) denir. Matla’dan sonra gelen beyitlerin mısra ortalarının baştaki ilk mısra ile kafiyelendiği gazellere “musammat gazel”, bunların mısra ortalarındaki kafiyelerine “iç kafiye” adı verilir. Bu tür gazeller dört mefâîlün, dört müstef’ilün gibi ortalarından iki eşit parçaya ayrılabilen aruz kalıplarıyla yazılır. 58 Gazelin esas konusu aşk ve sevgili, sevgilinin güzelliği, ona duyulan hasret ve bundan dolayı çekilen üzüntüdür. Sevgiliyle bağlantılı olarak ayrıca şaraptan ve tabiat güzelliklerinden de söz edilir. Bunun yanı sıra bir düşüncenin, bir hayat görüşünün, bahttan yakınma gibi başka konuların da işlendiği olur. XVIII. yüzyıldan sonra gazelin konusunun daha da genişlediği görülmektedir. Gazelde öncelikle beyit güzelliğine önem verilir. Her beytin kendi içinde bir anlam bütünlüğü vardır. Bundan dolayı gazelin her beytinde değişik konuların işlenmesi kusur sayılmamıştır. Bütünüyle belirli bir konuyu işleyen gazeller “yek-âhenk”, bütün beyitleri aynı güzellik ve kuvvette söylenen gazeller de “yek-âvâz” adını alır. Gazelden bazı nazım şekilleri de türetilmiştir. Çerçeve olarak gazelin her mısraının altına gelmek üzere “ziyade” denilen kısa mısralar eklenerek müstezad yapılmış, ayrıca her beytine değişen sayıda mısra katmak suretiyle bendlerden meydana gelen daha hacimli şekiller elde edilmiştir. Bir şairin gazeline her beytin mısraları arasına iki ya da üç mısra konularak taştîr, yine her beytin önüne iki mısra eklenerek terbî’, üç mısra eklenerek tahmîs ve daha çok sayıda mısra eklenerek sırasıyla tesdîs, tesbî’, tesmîn vb. yapılmıştır. Bunlardan en çok kullanılanları tahmîs ve tesdîs şekilleridir. Gazel söylemeye “tegazzül”, başka bir şairin gazeline aynı vezin ve kafiyede benzer bir gazel söylemeye “tanzîr etme” ya da “cevap verme”, bu gazele de “nazire” denir. Hemen her şairin çok sayıda naziresi vardır. Nazireler, XV. yüzyıldan başlayarak “mecmûatü’n-nezâir” denilen şiir mecmualarında toplanmıştır. Nazirenin tanzîr edilen gazelle aynı anlam ve üslûp doğrultusunda olması gerekir. Mürettep divanlarda daima kasidelerden sonra gelen gazeller kolayca bulunabilmeleri için Arap alfabesine göre kafiyelerinin son harfleriyle sıralanırlar. Şuarâ tezkirelerinde çok defa şiirle eş anlamda kullanılan gazel, Tanzimat’tan sonraki yenilik dönemine kadar Türk edebiyatında çok önemsenen ve her şairin kullandığı başlıca nazım şekli olmuştur. Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan nazım şekilleri nelerdir, araştırınız. MÜSTEZAD Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda aynı veznin bir cüzüyle yazılmış birer kısa mısra bulunan manzumelerdir. Arapça’da “artmış, ziyadeleşmiş” anlamına gelen müstezâd kelimesi edebiyat terimi olarak uzunlu kısalı (bir uzun, bir kısa) mısralar halinde yazılan nazım şeklini ifade eder. Divan edebiyatında en çok gazel tarzında görülür; bunun dışında nadiren rubâî, kıta, kaside, beyit ve mesnevi şeklinde müstezadlar da bulunmaktadır. Müstezadların asıl vezni “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” kalıbıdır. Bu vezinde ziyade mısralar “mef’ûlü feûlün” cüzüyle yazılır. Az miktarda da olsa diğer aruz kalıplarıyla beraber ziyade mısralar da hesaba katılarak müstezadlarda yirmi dört kalıbın kullanıldığı belirlenmiştir. Türk edebiyatında tesbit edilen ilk müstezad örnekleri XIV. yüzyıl şairi Nesîmî’ye (ö. 821/1418) aittir. Daha sonra gelen belli başlı müstezad şairleri Şeyhî, Ali Şîr Nevâî, Necâtî, Rûhî-i Bağdâdî, Nâilî, Nâbî, Nedîm, Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Şeyh Galib, Enderunlu Fâzıl, Leylâ Ha- 59 nım’dır. Tanzimat’tan sonra müstezada rağbet eden sanatçıların başında Abdülhak Hâmid ve Servet-i Fünûn edebiyatçıları gelmektedir. Vezin, şekil ve kafiye özelliklerinde birçok değişiklik yapılarak ziyade mısraların düzenli düzensiz dağılımlarıyla müstezadlar yazılmıştır. Böylece müstezad geniş müstezad, serbest müstezad basamaklarından geçerek özellikle II. Meşrutiyet’in ardından hece veznine de uygulanmış, Türk şiirinin serbest nazma doğru gelişmesine yol açmıştır. Müstezadların bazıları bestelenmiştir. MESNEVİ Arapça’da ikişerli anlamına gelmekte olup Fars, Türk ve Urdu edebiyatlarında birbiriyle kafiyeli beyitlerden oluşan nazım şeklidir. Fars ve Türk edebiyatlarındaki mesneviler arasında tertip, konu ve muhteva bakımından büyük ölçüde benzerlikler görülmektedir. Bu, mesnevi nazım şeklinin önce Fars edebiyatında ortaya çıkması ve Türk edebiyatındaki ilk örneklerin bundan büyük ölçüde etkilenmesinin tabii bir sonucudur. Türk şairleri, Fars edebiyatından daha çok tasavvufî konulu eserlerle İslâm âlemindeki ortak konuları işleyen bazı mesnevilerden etkilenmişlerdir. Buna karşılık bazı ortak yönleri olmakla beraber kırk hadis ve yüz hadis çeviri ve şerhleri, menâkıbnâmeler, gazavatnâmeler, fetihnâmeler, zafernâmelerle şehrengizler, sûrnâmeler, sergüzeşt, hasbihal, ta’rîfat gibi eserler özellikle muhtevaları bakımından Fars edebiyatı etkisi dışında kalmıştır; mevlid, mi’râciyye ve hilye gibi dinî türler ise tamamen Türk edebiyatına ait orijinal mesnevilerdir. Türk şairleri tasavvufî mesnevilerde Senâî’nin, Ferîdüddin Attâr’ın, Nizâmî-i Gencevî’nin, Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin, Molla Câmî’nin mesnevilerinden ve özellikle tasavvuf edebiyatının en önemli şairi Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’nin Mesnevî’sinden etkilenmişlerdir. Mesnevi Türk şairlerine sadece tasavvufî açıdan değil Farsça’yı şiir yazacak kadar ilerletmeleri, edebî bilgi ve zevklerinin gelişmesi açısından da tesir etmiş, üzerlerinde her yönüyle eğitici bir rol oynamıştır. Türk edebiyatında ilk mesnevi Yûsuf Has Hâcib’in (ö. 1077) Kutadgu Bilig adlı eseridir. XIII. yüzyılda Sulî Fakih’in Yûsuf u Züleyhâ adlı mesnevisi kadar Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe’si de önemlidir. XIV. yüzyılda Yûnus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye’si, Şeyyad Hamza’nın Yûsuf u Züleyhâ’sı ile Altın Orda sahasında Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i, Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr çevirisi, Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Hoca Mesud’un Süheyl ü Nevbahâr’ı, Yûsuf Meddah’ın Varka ve Gülşâh’ı, Şeyhoğlu Mustafa’nın Hurşîdnâme’si, Ahmedî’nin İskendernâme’si ile Cemşîd ü Hurşîd’i değerli örneklerdir. Bu yüzyılda yazarı bilinmeyen pek çok mesnevi bulunmaktadır. Mesnevinin XV. yüzyılda Türk edebiyatında gelişme gösterdiği görülmektedir. Ahmed-i Dâî’nin Çengnâme’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlid olarak tanınan Vesîletü’n-necât’ı, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Harnâme’si, Hamdullah Hamdi’nin Hamse’si ve bilhassa Yûsuf u Züleyhâ’sı, Çağatay sahasında Ali Şîr Nevâî’nin Hamse’si bu yüzyılın önemli mesnevileri arasındadır. XVI. yüzyılda Lâmiî Çelebi ve Taşlıcalı Yahyâ gibi hamse sahibi şairler yetişmiş, Mesîhî’nin Şehrengîz’i, Câfer Çelebi’nin Hevesnâme’si, 60 Kemalpaşazâde’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı, Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne’si, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’, Hâkanî Mehmed Bey’in Hilye’si gibi müstakil mesneviler kaleme alınmıştır. Ganîzâde Mehmed Nâdirî Şehnâme’si Nev’îzâde Atâî de Hamse’siyle XVII. yüzyılda tanınmışlardır. Edirneli Güftî’nin Teşrîfâtü’ş-şuarâ adlı manzum tezkiresi, Nâbî’nin Hayriyye’si ve Sâbit’in Edhem ü Hümâ’sı da bu yüzyılın önemli mesnevilerindendir. Mesnevi yazımının azaldığı XVIII. yüzyılda Şeyh Galib türün Türk edebiyatındaki en muhteşem örneği olan Hüsn ü Aşk’ı kaleme almıştır. Nahîfî’nin Mesnevî-i Şerîf Tercümesi ve Sünbülzâde Vehbî’nin Lutfiyye’si diğer mesnevilerdir. XIX. yüzyılda mahallî hayata ait bilgilerle mesnevi şekline Türk edebiyatına has bir mahiyet kazandırmış olan Enderunlu Fâzıl’ın Hûbannâme ve Zenannâme’si, İzzet Molla’nın Mihnet-keşân ve Gülşen-i Aşk’ı ile Tanzimat döneminde Ziyâ Paşa’nın Harâbât’ı önemlidir. Mesnevi şeklinin Türk edebiyatına ait bir özelliği de eserlerdeki kahramanların ağzından yazılmış gazellerin vezin ve şekil bakımından divanlardaki gazellerle aynı özelliği taşımasıdır. Türk edebiyatında mesnevilerin halk edebiyatına yönelik örnekleri de bulunmaktadır. Pek çoğunun müellif veya musannifi bilinmeyen bu tür mesneviler için genellikle mevlidlerin sonunda yer alan Dâsitân-ı Kesikbaş, Dâsitân-ı Geyik, Dâsitân-ı Güvercin, Dâstân-ı İbrâhim Edhem ve Hikâyet-i Kız ve Cehûd gibi eserler örnek verilebilir. Türk edebiyatında mesnevi hemen her dönemde gazel ve kasideden geride kalmış, hatta yalnızca mesnevi yazan şairler küçümsenmiştir. Türk-İslâm edebiyatında dinî- destanî manzumeler, kıssa ve hikâyeler hangi nazım şekliyle kaleme alınmıştır? KIT’A İran ve bilhassa Türk edebiyatında kullanılan bir nazım şeklidir. Sözlükte “parça, kısım” anlamına gelen kıt’a, Arap şiirinde mâna bütünlüğü taşıyan aynı vezin ve kafiyedeki beyitler topluluğu için kullanılmaktadır. Eski Arap şairlerinden intikal eden bazı kısa manzumeler arasında uzun şiirlerden kalmış parçalar kadar kıta şeklinde söylenmiş kısa şiirler de vardır. Daha sonraki dönemlerde aşka dair konularla dinî, felsefî konuların işlendiği kıtaların çıkış noktası bu şiirler olmuştur. İran edebiyatında kıta, İranlılar’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tarihlerden itibaren hem kaside veya gazelden ayrılmış parçalar hem de müstakil bir nazım şekli olarak kullanılmıştır. Müstakil kıtalar en az iki, en fazla yedi ilâ on beyit kadardır. Türk edebiyatında kıta iki veya daha çok beyitten meydana gelmiş bir nazım şekli olup matla’ ve mahlası (taç beyti) bulunmayan bir gazel gibi beyitlerinin ikinci mısraları birbiriyle kafiyelidir. Dört mısralık kıtaların birinci ve üçüncü mısraları da genellikle birbiriyle kafiyeli olur. Türk edebiyatında bu tür kıtalar daha çoktur. Kıtanın beyitlerle yazılan nazım şekillerinden ayrılmasını sağlayan en belirgin özelliği, birinci beytinin mısralarının aynı kafiyede olmaması ve umumiyetle bütün beyitlerinde aynı konunun ele alınmasıdır. Öte yandan bendler halinde yazılan nazım şekillerinin her bendine 61 de kelimenin sözlük anlamından hareketle kıta denilmektedir. Çok sayıda beyitten oluşan (iki beyitten daha fazla olan) kıtalara “kıt’ai kebîre” denilmektedir. Bazan kıtanın birinci beytindeki mısralar birbiriyle (musarra’), ikinci beytinin ikinci mısraı birinci beyitle kafiyeli olabilmektedir. Bu şekilde kafiyeli olan kıtalara diğer nazım şekillerinden ayırt edilmesi için “nazım” adı verilmektedir. Çok beyitli olanların gazel ve kasideden farkı nazmın konu bütünlüğü içinde bulunmasıdır. İki beyitten meydana gelen nazımların kafiyelenişi aynı olan rubâîden farkı rubâîlerin özel aruz kalıplarıyla yazılması ve daha çok hikemî konuları ele almasıdır. Çeşitli konularda bir bütünlük içinde yazılmakla birlikte bilhassa düşünce, hikmet, nükte ve hicve dair kaleme alınan kıtalar divanlarda “mukattaât” veya “kıtaât” başlığı altında toplanmıştır. Eski Türk edebiyatında hemen her şair kıta yazmış ve bunlara divanında yer vermiştir. RUBÂÎ Dört mısralı nazım şeklidir. Rubâî nazım şekli Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Eski Türk şiirinde nazım biriminin dörtlük olması rubâînin Türk şairleri tarafından kolayca benimsenmesini sağlamıştır. M. Fuad Köprülü’nün Türk şairlerinin XII. yüzyıldan itibaren rubâî veznini kullandıklarını belirtmesi bununla alâkalı olduğu gibi İran’da rubâînin ortaya çıkışında İslâmiyet öncesi Türk şiirinin etkisi büyüktür. Divan edebiyatı şairlerinin çoğu bu nazım şeklini bir millî şiir gibi kabul ettiğinden her biri birkaç rubâî yazmıştır. Hikemî ve felsefî düşüncelerin yer aldığı rubâîleriyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu nazım biçiminin Anadolu’da fikir öncüsü olmuş, Dîvân-ı Kebîr’de yer alan rubâîleri pek çok Türk şairini etkilemiştir. Türk edebiyatında rubâî XVI. yüzyılda olgun örneklerini vermeye başlamış ve yaygınlaşmıştır. Fuzûlî (81 rubâî) ve Rûhî-i Bağdâdî (28 rubâî) XVI. yüzyılda rubâî yazan diğer şairler arasında önemli bir yere sahiptir. XVII. yüzyıl Türk edebiyatında rubâînin altın çağı kabul edilebilir. Azmîzâde Hâletî 1000 kadar rubâîsiyle Türk edebiyatının en çok ve en güzel rubâîlerini yazan şairi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde tesbit edilebilen örneklerine göre Cevrî (37), Nâbî (218), Sâbit (24), Sezâî-yi Gülşenî (49), Erzurumlu İbrâhim Hakkı (82) ve Esrar Dede (145) gibi rubâî yazmaya önem veren şairler yetişmiştir. Rubâî, modern Türk edebiyatı şairleri tarafından da kullanılmış, Cumhuriyet döneminde rubâî yazan önemli şairler ortaya çıkmıştır. Bunların başında Yahya Kemal Beyatlı gelir. Arif Nihat Asya, Rıfkı Melûl Meriç, Bekir Sıtkı Erdoğan, Fuat Bayramoğlu, Bedri Gürsoy, Talat Sait Halman ve Yılmaz Karakoyunlu gibi isimler bu dönemde rubâî yazan diğer şairler arasında yer alır. Muhtevalarından dolayı rubâî adı taşımalarına rağmen vezin yönünden klasik rubâîye benzemeyen dörtlükler yazan şairler arasında Ümit Yaşar Oğuzcan, Recep Bulut, Feyyaz Sağlam ve Yusuf Ahıskalı gibi isimler sayılabilir. Rubâînin kafiye düzeni a a x a şeklindedir; ancak sonraları kafiyelenişi x a x a şeklinde olan veya bütün mısraları birbiriyle kafiyeli rubâîler de ortaya çıkmıştır. Rubâînin tuyuğdan ve diğer dört mısralık şiirlerden farkı, sadece hezec bahrinin bu nazım şeklinde kullanılan yirmi dört özel kalıbıyla yazılmış olmasıdır. Bunlardan “mef’ûlü” ile başlayan on iki kalıba “ahreb”, “mef’ûlün” ile başlayan on iki kalıba da “ahrem” denir. Türk şairleri daha 62 çok ahreb kalıplarını tercih etmiş, ahremin yalnız ilk iki kalıbıyla rubâî yazmıştır. Türkçe rubâîlerde kullanılan sekiz kalıp şunlardır: Ahreb. 1. Mef’ûlü / mefâîlü / mefâîlün / fâ’. 2. Mef’ûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûl. 3. Mef-’ûlü / mefâilün / mefâîlün / fâ’. 4. Mef’ûlü / mefâilün / mefâîlün / feûl. 5. Mef’ûlü / me-fâîlün / mef’ûlün / fâ’. 6. Mef’ûlü / mefâî-lün / mef’ûlü / feûl. Ahrem. 1. Mef’ûlün / fâilün / mefâîlün / fâ’. 2. Mef’ûlün / fâilün / mefâîlü / feûl. Rubâîler çok zengin bir mâna ve muhteva örgüsüne sahiptir. Aşk, hâtıra, yalnızlık, talihten şikâyet, hiciv gibi ferdî; Allah, tasavvuf, rintlik, ölüm gibi dinî ve metafizik; adalet, zulüm, barış gibi toplumsal yahut siyasî, millî, tarihî, felsefî, ahlâkî vb. pek çok konu rubâîde dile getirilebilir. Bununla birlikte rubâî oldukça zor söylenen bir şiir biçimidir. Yahya Kemâl kimin rubailerini Türkçe’ye çevirmiştir, araştırınız. KOŞMA Şekil, konu ve ezgi özellikleri bulunan ve Türk halk edebiyatında en çok kullanılan nazım şeklidir. Türkçe koşma kelimesi koşmak (eklemek, katmak) fiilinden türemiş olup “güfteye beste ilâvesi” demektir. Tarihî metinlerin raks ile beraber söylenen “koşuk”una çok benzeyen koşma “saz eşliğinde okunmak için hece ölçüsüyle yazılmış, ilk parçanın birinci, ikinci ve dördüncü mısralarıyla öteki parçaların dördüncü mısraları birbiriyle, diğer mısralar kendi aralarında kafiyeli, konuları sevgi ve tabiat olan halk şiiri türü” olarak tanımlanmaktadır. Türkler’in İslâmiyet’in etkisi altında meydana getirdikleri ilk manzum eserlerden Kutadgu Bilig’in asıl metninde koşmaya rastlanmamakta, ancak esere daha sonra ilâve edilmiş bir manzum parçada koşuğ kelimesi geçmektedir. Koşuğa göre daha yeni bir kelime olan koşma, küçük farklarla günümüzdeki çeşitli Türk lehçelerinde de mevcuttur. Türk edebiyatında hece vezniyle yazılmış ilk şiirlerin koşmalar olduğu söylenebilir. Türk edebiyatında hece vezninin kullanıldığı şiirler içinde ilk sırada yer alan koşmanın kafiye şeması birinci dörtlük abab (veya aaab), diğer dörtlükler ise cccb/dddb... şeklinde düzenlenir. Baştan sona kadar devam eden ana kafiye (b) şekil birliğini sağlar. Ana kafiyenin bulunduğu mısralara “bağlama mısraı” denir. Koşmanın diğer özellikleri değişse bile bağlama mısraı ve kafiyesi değişmez. Buradaki bağlama mısraı bazan nakarat da olabilir. Hece vezninin genellikle 4 + 4 + 3 = 11’li veya 6 + 5 = 11’li kalıbıyla yazılan koşmanın değişik hece kalıplarıyla olan örnekleri de vardır. Âşık edebiyatı ile bazı tekke edebiyatı mensuplarının koşmalarında son dörtlükte şairin adı ve mahlası geçer. Dörtlük sayısı çoğunlukla üç olmakla birlikte dört, beş ve daha fazla da olabilir. Şekil özellikleri bakımından koşmalar şu adları alır: 1. Düz (âdi) koşma. Âşık edebiyatında en çok rastlanan ve her mısraı on bir heceli olan koşmadır. 2. Yedekli koşma. Doğu Anadolu ve Âzerî sahasındaki saz şairlerinin kullandıkları bir şekildir. İki çeşidi vardır: Birincisi koşma-mâni karışımıdır. İkincisi yedekli beşli koşmadır. Hece ölçüsü sekizdir. Her bentte ilki beş, ikinci ve yedek sayılan kıta dört mısralıdır. Birinci bent aaabb + cncn, ikinci bent dddee + cncn, üçüncü bent fffgg + cncn ... 63 şeklinde kafiyelenir. Her bendin ikinci kıtasında ikinci ve dördüncü mısralar nakarattır. 3. Musammat koşma. Her mısraı iki bölümden oluşan ve bu bölümleri aynı kafiyeyi taşıyan koşmadır. 6 + 5 durakla yazılan musammat koşmalarda iç kafiye genellikle altıncı hecenin üzerinde olur. 4. Ayaklı koşma. İlk dörtlüğü oluşturan iki beyitle diğer dörtlüklerin sonuna “ziyade” adı verilen beş heceli mısraların eklenmesinden oluşur. 5. Zincirleme koşma. Her dörtlüğün son mısraında kafiyenin bulunduğu kelimenin sonraki dörtlüğün ilk mısraının başında tekrar edilmesiyle oluşur. 6. Zincirbent ayaklı koşma. Ayaklı koşmadaki ziyadelerin zincirleme koşmadaki kafiye kelimesi gibi kullanılmasıyla oluşan koşmadır. 7. Koşma-şarkı. İlk dörtlüğün ikinci ve dördüncü mısralarının her dörtlüğün sonunda tekrarlandığı koşmadır. 8. Tecnis. Bütün kafiyeleri cinaslı olan koşmadır. 9. Şatranç. Aruz vezninin dört “müfteilün”den oluşan kalıbıyla yazılan ve musammat özelliği taşıyan koşmadır. Koşmalar genellikle lirik şiirlerdir. Bu özellikleriyle divan edebiyatındaki gazeli hatırlatırlar. Halk edebiyatında aşk, üzüntü, çeşitli acılar, sevgiliye kavuşma isteği, ayrılıktan yakınma, tabiatla ilgili duygu ve düşünceler koşma vasıtasıyla anlatılır. Konularına göre özel adlar alan koşmalar şunlardır: Ağıt, Güzelleme, Koçaklama, Taşlama. Koşmalar şekilleri ve konuları yanında müzikle ilgili özellikler de taşır. Koşma nazım şekli bazı küçük farklarla türkü, semâi, varsağı, destan, ilâhi ve nefesler için de yaygın olarak kullanılır. Cönklerde koşma başlığı altında toplanan manzumelerin bir nazım şeklini değil bir ezgiyi ifade ettiği aynı ölçü ve uzunluktaki manzumelere koşma, türkü, türkmani gibi değişik adlar verilmesinden anlaşılmaktadır. TUYUĞ Tuyuğ, Türkler’in yaratıp Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Maninin divan edebiyatındaki karşılığı sayılabilir. Klasik Türk Edebiyatı’nda aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılan dört dizelik milli bir nazım biçimidir. Tek dörtlükten oluşur. Kafiyelenişi rubaiyle aynıdır: aaxa. Genellikle lirik tarzda olan ve aaaa şeklinde kafiyelenen tuyuğlara “Musarra Tuyuğ” denir. Manide olduğu gibi, cinaslı kafiye kullanılır. Halk şiirinde 11’li kalıpla söylenen mani biçimindeki şiirlere de tuyuğ denir. Rubaide işlenen konular tuyuğda da işlenir. XIV. yüzyıl Azerî şairi Kadı Burhanettin bu türün kurucusu sayılır. Çağdaşı Azerî şairi Nesimi ve XV. yüzyıl Çağatay şairi Ali Şir Nevaî bu türde çokça ürün vermişlerdir. MUSAMMAT Bendlerden kurulu nazım şekillerinin genel adıdır. Sözlükte “inci dizilen iplik, gerdanlık” anlamındaki sımt kökünden türeyen musammat “inci dizisi” demektir. Arap edebiyatında daha çok müveşşah adıyla ele alınan musammat, bünyesinde kafiyedaş kelimeler ve söz bölükleri içeren beyitleri tanımlamak için de kullanılmıştır. 64 İran edebiyatında ilk defa müseddes şekliyle Menûçihrî tarafından kullanılan musammat daha sonra Türk edebiyatına da geçmiş ve dört, beş veya altı bendli olanları divan şairlerinin gazelden sonra en çok tercih ettikleri nazım şekli olmuştur. Bu tercihte musammatlardaki kafiye örgüsünün şaire sağladığı imkânlar da rol oynamıştır. Kaside veya gazelde olduğu gibi beyit sonlarında aynı kafiyeyi uygulamak yerine musammatta üç, dört, beş, altı ... mısradan sonra aynı kafiyeye dönülerek vezinde ortak, ama bend içi kafiyede farklı mısra öbekleri sayesinde anlatım gücüne yeni ve zengin imkânlar sağlanır. İlk bendin mısraları kendi arasında diğer bendlerin son mısraı ilk bendle diğerleri ise kendi arasında kafiyeli olursa “müzdevic musammat”, bendlerin bütün mısraları kendi içinde kafiyelenir ve sonlarındaki mısralar aynen tekrarlanırsa “mütekerrir musammat” denir. Genelde beş-yedi bend olarak düzenlenen musammatların bendlerindeki mısra sayısı birbirine eşit olup üç ile on arasında tekrarlanan bu mısralara göre müselles, murabba / terbî, muhammes / tahmîs gibi adlar alır. Musammatlar bir şair tarafından başka bir şairin gazeli esas alınarak bu gazelin beyitlerine mısra ilâvesiyle de meydana getirilebilir. Bu tarz musammatlarda şair, bir başka şairin gazelini aynı ustalıkta veya daha üstün derecedeki mısralarla zenginleştirmek ve meydana getirdiği musammat dolayısıyla kendi değerini ispatlamak amacını taşır. Şairlerin kendi gazellerini musammata dönüştürdüğü örnekler de vardır. Musammat üç büyük İslâmî edebiyat içinde (Arap, Fars, Türk) yaygın olarak Türk edebiyatında kullanılmıştır. Hemen bütün kaynakların musammat başlığı altında tanımladıkları nazım şekilleri şunlardır: 1. Müselles: Her bendi üçer mısradan oluşur. Türk şairleri musammatın bu çeşidine itibar etmemiştir. 2. Dört mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Murabba: Bend sayısı genelde beş-yedi arasında değişirse de en az üç, en çok yirmi yedi bendden müteşekkil murabbalar da mevcuttur. Aşk, ayrılık, bahar, bayram, savaş, ölüm manzum mektuplar gibi değişik konuları içeren murabbaların pek çok örneği mevcuttur. Bilindiği kadarıyla Türk edebiyatında ilk murabba Nesîmî (ö. 821/1418) tarafından yazılmış, XVI. yüzyılda Türk şairleri arasında murabba yazma moda haline gelmiş, hatta nazîre murabbalar yazan şairler görülmüştür. Mesîhî’nin murabba şeklinde nazmettiği bahâriyyesi türünün güzel örneklerinden olup Batı dillerine de çevrilmiştir. Edirneli Nazmî çoğu mütekerrir 519 murabba ile bu alanda ilk sırayı alır. Onu Enderunlu Vâsıf 194, İlhâmî (III. Selim) doksan yedi, Üsküdarlı Aşkî elli dokuz, Nâfiz elli bir, Nedim ve Şeref Hanım otuz beşer, Muhibbî (I. Süleyman) otuz bir, Hayretî yirmi altı ve Taşlıcalı Yahyâ yirmi beş murabba ile takip eder. Murabbalarda daha ziyade “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” veya “feilâtün feilâtün feilâtün feilün” gibi hece vezninin 4 + 4 + 4 + 3 = 15’li kalıbına veya bunların bir tef’ile eksiğiyle 4 + 4 + 3 = 11’li kalıbına (feilâtün feilâtün feilün) uyan işlek kalıplar tercih edilmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, murabbaın eski Türk şiirindeki koşukla bunun halk şiirindeki uzantısı olan türkü veya koşmaya çok benzemesidir. Nitekim halk şairleri aruzla şiir söyleyecekleri zaman mütekerrir murabba tarzını kullanmışlardır. b) Terbî’: Bir şairin yazdığı gazele ait beyitlerin önüne aynı vezin ve kafiyede iki mısra ilâvesiyle meydana getirilir. Terbîin mütekerrir türüne rastlanmaz. Terbî’de ilâve mısralar beyitlerin arasına konursa “taştîr” adını alır. Son bendde hem gazel şairinin hem de onu musammata dönüştüren şairin mahlasının yer aldığı terbî’lerde bazan gazel beyitlerinden birkaçının atlandığı da olur. Mehmed Aydî Baba’nın (ö. 1865) tanınmış şairlerin gazellerine yaptığı terbî’ler meşhurdur. c) Şarkı: 65 Türk halk şiirindeki türkünün karşılığı olup yalnız Türk edebiyatında görülür. Genelde dört mısralı bendler halinde ve bestelenmek için yazılan şarkılarda daha çok aşk ve ayrılık konuları işlenir. Mûsiki literatüründe bu bendlerin ilk mısraına “zemin”, üçüncü mısraına “miyan” (miyanhâne), sonda tekrarlanan mısraına “nakarat” denir. Bestelenmek maksadıyla yazıldığı için şarkıların dili oldukça sadedir. Bend sayısı çoğunlukla ikibeş arasında değişir. Şarkı adıyla yazılan ilk musammatlar XVII. yüzyılda ortaya çıkmış, daha önceki dönemlere ait aşk konulu mütekerrir murabbaların gittikçe daha yalın dille söylenmesi ve besteye uygun şekle dönüşmesi şarkının yaygınlaşmasına yardımcı olmuştur. Murabba ile şarkıların kafiye düzeni aynıdır. XVII. yüzyıldan itibaren şarkıların ilk bendindeki kafiyeleniş biçiminde büyük bir zenginlik görülür. Türk edebiyatında şarkı formuna uyan ilk şiirleri Nâilî, en güzel şarkıları Nedîm, şarkı formunda en çok musammatı (211 adet) Enderunlu Vâsıf kaleme almıştır. Şeyh Galib, Enderunlu Fâzıl, İlhâmî (III. Selim), Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Osman Nevres şarkı formunda musammatlar yazan diğer şairler arasında sayılabilir. Bazı şairlerin özellikle iki-üç bendden oluşan şarkılarında mahlas kullanmadıkları olmuştur. 3. Beş mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muhammes: Aynı vezinde ve genellikle dört-sekiz bend halinde yazılır. Konuları çeşitli olmakla birlikte felsefî, tasavvufî düşünceleri, aşkı ve övgüyü ele alan muhammesler çoğunluktadır. Altmış bir şiirle Edirneli Nazmî Türk edebiyatında en çok muhammes yazan şairdir. b) Tahmîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde üç mısra ilâve edilerek yazılır. Tahmîsin başarısı, esas alınan beyitlerle ilâve edilen mısralar arasındaki anlam bütünlüğünün derecesine göre ölçülür. Tahmîsler genellikle beş-yedi bend arasında tertiplenir ve son bendle her iki şairin de mahlası yer alır. Kasidelere yapılan tahmîslerde bend sayısı beyit sayısı kadar olabilir. Musammatlar içerisinde en çok örneği bulunan nazım şekli olan tahmîse XV. yüzyıldan itibaren hemen her şairin divanında rastlamak mümkündür. Şeyh Galib (17), İzzet Molla (12) ve Leylâ Hanım (12) en çok tahmîs yazan şairlerdir. Fuzûlî ve Bâkî gibi şairlerle I. Süleyman ve III. Selim gibi şair padişahların şiirleri çokça tahmîs edilmiştir. c) Taştîr: Bir gazelin beyitlerinin mısraları arasına aynı vezinde ve anlam bütünlüğünü koruyacak şekilde üçer mısra ilâvesiyle yapılır. “Tahmîsi mutarraf” da denilen taştîr XVIII. yüzyıldan sonra pek kullanılmamıştır. Dört mısra ile yapılmış taştîrler beş mısralı taştîrler kadar yaygın değildir. Türk edebiyatında Nedîm’in Nedîm-i Kadîm’e, Yahya Kemal’in Bâkî’ye ait gazeller üzerindeki taştîrleri meşhurdur. İslâm edebiyatında pek çok şair Kâ’b b. Züheyr’in Kasîdetü’l-bürde’sine tahmîs ve taştîr yazmıştır. d) Tardiye: Aslında bir mesnevi içinde gazel veya kaside yazmanın adı iken Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında musammat şekliyle kullanılmış ve bu isimle anılır olmuştur. Muhammesin özel bir şekli olup aruzun yalnız “mef’ûlü mefâilün feûlün” vezniyle nazmedilir. Kafiye düzeni aaaab, ccccb ... biçiminde olup âşıkane konularda yazılmıştır. 4. Altı mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müseddes: Aynı vezinde ve genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Bazan on iki bende kadar uzatılmış müseddeslere de rastlanır. Müseddesin mütekerrir şekli yaygın olup terkibibend gibi son iki mısraı kendi arasında kafiyeli olanlar daha çok tercih edilmiştir. Hemen her konuda yazılabilirse de tasavvufî düşünceleri işleyen müseddesler daha fazla itibar görmüştür. Muhammes ve murabbadan sonra en çok kullanılan musammat şekli olarak müseddesin hemen her divanda örnekleri bulunabilir. Türk edebiyatında en çok müseddes yazan şair yirmi iki manzume ile Şeref Hanım’dır. Rûhî-i Bağdâdî’nin ve Cevrî’nin divanlarında yedişer, Şeyh Galib’in divanında sekiz müseddes yer alır. b) Tes- 66 dîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde dört mısra ilâvesiyle düzenlenen tesdîs, çok kullanılan bir musammat şekli olmayıp örneklerine nâdiren rastlanır. Türk şiirinde bu nazım şeklini Fevrî meşhur etmiştir. 5. Yedi mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsebba’: Genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Türk edebiyatında örnekleri az olup bunlarda da nakaratla bağlanan mütekerrir şekli kullanılmıştır. b) Tesbî’: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde beş mısra ilâvesiyle yazılır, ancak Türk edebiyatında hiç kullanılmamıştır. İzzet Molla Fuzûlî’nin, Leylâ Hanım da İzzet Molla’nın birer beytini tazmin yoluyla nakarat gibi kullanarak tesbî’ etmişlerdir. 6. Sekiz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsemmen: Bend sayısı değişken olan müsemmenin müzdevic örnekleri pek azdır. Mütekerrir şekli daha çok terciibendlerle karıştırılmış ve divanlarda bu adla yer almıştır. b) Tesmîn: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde altı mısra ilâvesiyle yazılır. Nâdir rastlanan örneklerinde ise bir gazelin matlaının tazmin yoluyla tesmîn edildiği görülür. 7. Dokuz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Mütessa’: Türk edebiyatında tek örneği Refîi Kalâyî’ye aittir. b) Tetsî’: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde yedi mısra ilâvesiyle yapılan tetsîin Türk edebiyatında örneği bulunmamaktadır. 8. On mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muaşşer: Aynı vezinde ve genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Çok mısralı musammatlar içerisinde müseddesten sonra en çok kullanılanıdır. Bunun bir sebebi de tercî-bend ile olan yakın benzerliği ve sürekli onunla karıştırılmasıdır. Pek çok şairin sonradan tertip edilen divanlarında tercî-bend başlığı altında yer alan manzumelerden bazıları gerçekte birer muaşşerdir. Türk edebiyatında Yahyâ Bey, Hayâlî Bey, Rûhî-i Bağdâdî, Muhibbî, Üsküdarlı Aşkî ve Pertev Paşa’nın mütekerrir muaşşerleri bu şeklin güzel örneklerindendir. b) Ta’şîr: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde sekizer mısra ilâvesiyle tanzim edilir. Bazan bir gazelin matla’ beytini tazmin yoluyla da ta’şîr elde edilebilir. Türk edebiyatında örnekleri nâdirdir. Yahyâ Bey’in Muhibbî’ye ait “(devlet) gibi” / “(sıhhat) gibi” redifli gazeli ta’şîri bu şeklin güzel bir örneğidir Terkib-bend: Bentlerle kurulan uzun bir nazım biçimidir. Yaşamdan, talihten şikâyet; felsefî düşünceler, dinî, tasavvufî konular ve toplumsal yergilerin işlendiği şiirlerdir. En az beş en fazla on bentten oluşur. Her bent de beş ila 10 beyitten oluşur. Bentlerin kafiye düzeni gazele benzer. Her bendin (terkibhane, kıta) sonunda vasıta beyti denen bir beyit vardır. Her bendin sonunda farklı vasıta beyitleri kullanılır. Bunlar bentlerden ayrı olarak kendi aralarında kafiyelenir. Bentlerin kafiyelenişi gazeldeki gibidir. aa xa xa xa xa xa bb/ cc xc xc xc xc xc dd/ … (aa aa aa aa aa aa bb/ cc cc cc cc cc cc dd) Edebiyatımızda Bağdatlı Ruhî ve Ziya Paşa bu türün iki önemli şairidir. ikisi de toplumsal konularda yazmıştır. Tercî-bend: Kafiyeleri gazel biçiminde düzenlenmiş “hane” adı verilen 5-10 beyitlik şiir parçalarının (genellikle 5-12 hane) “vasıta” denen ve sürekli tekrarlanan bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan nazım biçimidir. Bent sayısı ve bentlerdeki beyit sayısı bakımından terkib-bendle aynıdır. Beyitler terkib-bend gibi kafiyelenir. Tercî-bendde bentleri birbirine bağlayan vasıta beyiti her bentten sonra aynen tekrarlanır burada vasıta beyiti aynen tekrar- 67 landığı için konular arasında uyum olmak zorundadır. Dolayısıyla tercîbendde konu bütünlüğü vardır. Vasıta beyitinin kafiyelenişi ise farklıdır. Buraya kadar anlatılan nazım şekillerihakkıda daha geniş bilgi için bkz. Necla Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul 1997. MÂNİ Divan edebiyatındaki tuyuğun karşılığı olan mâni, başta aşk olmak üzere hemen her konuda yazılabilen bir halk edebiyatı nazım türüdür. Çoğunlukla 7 heceli dört mısralık bir bendden meydana gelir. Ama mısraları 4-5-8-10-14 heceli kalıplarla söylenmiş mâniler de vardır. Birinci, ikinci dördüncü mısralar birbirleriyle kafiyeli, üçüncüsü serbesttir. Yani kafiye dizilişi aaxa’dır. İlk iki mısra hazırlık dizeleridir. Son iki mısra ile anlam bağlantısı yoktur. Asıl anlatılmak istenen son iki mısrada verilir. Mâniler çok çeşitlidir. En çok kullanılanları düz ya da tam mâni, kesik mâni, cinaslı mâni, yedekli mâni, artık mâni’dir. Mâniler şekillerine göre 4’e ayrılırlar. 1. Düz (tam) mâni: - 7’li hece ölçüsüylesöylenir, dört mısradan oluşur, aaxa şeklinde kafiyelenir, mâninin en yaygın şeklidir. Şu dağlar olmasaydı Çiçeği solmasaydı Ölüm Allah’ın emri Ayrılık olmasaydı 2. Kesik (cinaslı) mâni: -İlk dizesi cinaslı bir sözden oluşur. Bu ilk mısra hece sayısı bakımından diğerlerinden eksiktir. Kesik mânilere, cinaslı mâni, hoyrat da denir. Güle naz Bülbül eyler güle naz Girdim bir dost bağına Ağlayan çok gülen az Bağ bana Bahçe bana bağ bana Değme zincir kâr etmez Zülfün teli bağ bana 68 3. Yedekli (artık) mâni: -Düz mâninin sonuna anlamı tamamlamak ya da pekiştirmek için iki mısra daha eklemek suretiyle elde edilir. Bunlara artık mâni de denir. Ağlarım çağlar gibi Derdim var dağlar gibi Ciğerden yaralıyım Gülerim sağlar gibi Her gelen bir gül ister Sahipsiz bağlar gibi 4. Ayaklı Mâni: -Kesik mânilerin birinci dizesinin doldurularak söylenen şeklidir. Bunlara doldurmalı kesik mâni de denir. Ah o beni o beni Kâkül örtmüş o beni Ben yarimi unutmam Unutsa da o beni AĞIT Ağıt, genellikle bir ölüm’ün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen halk türkü’südür. Doğal afet’ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt söylemeye ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir.Ağıtın halk edebiyatındaki adı anonim, divan edebiyatındaki adı ise mersiyedir. Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7, 8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar türkü ve destanla yakın ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler. VARSAĞI Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türkleri’nin özel bir ezgiyle söyledikleri türkülerden gelişmiş bir şekildir. Dörtlük sayısı ve kafiye düzeni “Semâi” gibidir. Varsağılar yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. 4+4 şeklinde 8’li ölçüyle söylenen bu dörtlüklerde üslup “bre” “hey” “behey” gibi ünlemlerle sağlanır. Halk edebiyatında en çok varsağı söylemiş şair Karacaoğlan”dır. 69 SEMAİ Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır (4+4 duraklı ya da duraksız). Dörtlük sayısı üç ile beş arasında değişir. Semâilerin kendine özgü bir ezgisi vardır ve bu ezgiyle okunur. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda Semâilerde daha çok sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir. İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye DESTAN Dört mısralı bentlerden oluşan, oldukça uzun bir nazım biçimidir. Kimi destanlarda dörtlük sayısı yüzden fazladır. Genellikle hece ölçüsünün on birli kalıbıyla yazılır. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler. Konuları bakımından destanları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi gibi gruplandırabiliriz. TÜRKÜ Türlü ezgilerle söylenen anonim halk şiiri nazım şeklidir. Söyleyeni belli Türküler de vardır. Halk edebiyatının en zengin alanıdır. Anadolu halkı bütün acılarını ve sevinçlerini Türkülerle dile getirmiştir. Türkü iki bölümden oluşur. Birinci bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir. İkinci bölüm ise bentlerin sonunda tekrarlanan nakarattır. Bu bölüme “bağlama” ya da “kavuştak” denir. Türküler, genellikle yedili, sekizli, on birli hece kalıplarıyla yazılmıştır. Konuları çok değişik olabilir. Ninniler de bu gruptandır. Söğüdün yaprağı narindir narin İçerim yanıyor dışarım serin Zeynep”i bu hafta ettiler gelin ( bent ) Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim Üç köyün içinde şanlı Zeynebim ( nakarat ) KAFİYE Şiirlerin mısra sonlarındaki yazılış ve okunuşları aynı olan ses benzerliğine denir. Kafiye, manzumenin dış yapı özelliklerinden olup âhengi temin eden en önemli unsurdur. 70 Kafiye bir ses, bir hece veya bir kelimeden meydana gelir. Kafiye usulünü ilk ortaya koyanlar Araplar’dır. Bu sebeple Arap edebiyatında aruzla kafiyenin birlikteliği esası II. (VIII.) yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmış ve daha sonra da yüzyıllar boyunca Arap, Fars ve Türk edebiyatları başta olmak üzere Doğu edebiyatlarında kafiyenin ayrıntıları ve biçimleri üzerine kitaplar yazılmıştır. Beyit sonlarındaki uyumla (tenâsüp) bunu bozan unsurları inceleyen kafiye ilmi retorik kitaplarının en önemli bölümlerinden birini meydana getirmiştir. Türk dilinde uzun ünlünün olmayışı, kafiyede elif, vav ve yâ ünlülerinden oluşan kafiye harfleri yerine kafiye düzeninde daha basit ve anlaşılır bir sıralamayı gündeme getirmiştir. Kafiye, Arap ve Fars edebiyatlarında beyit temeline dayandığı için genelde kafiye düzeni ve harflerin diziliş esasına göre adlandırılmıştır. Türk divan edebiyatının İran edebiyatı örneğinden yola çıkmış olması bu tür beyit esasına dayalı kafiye kullanımını yaygınlaştırmışsa da Türkler’in en eski şiirlerinden yola çıkarak kullandıkları bir de dörtlük düzeninde kafiyeleri vardır ki bu şiirlerde kafiyelerin şekil ve yapı bakımından farklı biçimleri ortaya çıkar. Yenisey mezar kitâbeleri ve Orhun âbideleri gibi nesir örneklerinde bile izleri bulunan sese dayalı kulak için kafiye Türkler’in İslâmî edebiyat dönemlerinde halk şiiri geleneği içinde devam etmiş ve divan edebiyatının Arap ve Fars kafiye geleneğine ve yazıya dayalı göz için kafiye ile paralel yürümüştür. Cumhuriyet döneminde kafiye genellikle halk şiirine göre incelenmiş, yapı ve şekil bakımından ayrı tasniflere tâbi tutulmuştur. Yapı Bakımından Kafiye Kafiyeyi meydana getiren seslerin azlığı veya çokluğuna göre kafiye yarım, tam, zengin ve cinaslı olabilir. Yarım kafiye, mısra sonlarında yalnızca bir sessiz harfin benzeşmesiyle olur (Ecel büke belimizi / Söyletmeye dilimizi; Yûnus Emre); daha çok halk şiirinde ve redifle birlikte kullanılmıştır. Tam kafiye, mısra sonlarında iki sesin (ünlü + ünsüz, ünsüz + ünlü; çift ünsüz veya uzun ünlü) benzeşmesiyle olur (Bir garip rüya rengiyle / Uyumuş gibi her şekil / Rüzgârdaki yaprak bile / Benim kadar hafif değil; Ahmet Hamdi Tanpınar). Zengin kafiye, mısra sonlarında ikiden fazla sesin benzeşmesiyle olur (Dünya nedir, anmasak unutsak / Âvâreyiz âşîyâna tutsak; Muallim Nâci). Zengin kafiyede üçten fazla sesten oluşan bir kelime diğer kafiye kelimesi içinde tekrarlanıyorsa buna “tunç kafiye” denilir (N’oldu sana? Yeşil pancurun indi / Karanlık akşamlara döndü ikindi; Oktay Rıfat). Cinaslı kafiye anlamları ayrı, fakat yazılış ve söylenişleri aynı olan kelimelerin kafiye olarak kullanılmasıyla olur (Her nefeste eyledik yüz bin günâh / Bir günâha etmedik hiçbir gün âh; Süleyman Çelebi). Cinaslı kafiye halk şiirinde daha ziyade ayaklı mani nazım şekliyle kullanılmıştır (Gül erken / Bilmem ki yaz mı gelmiş / Niçin açmış gül erken / Aklımı kayıp ettim / Nazlı yarim gülerken). Şekil Bakımından Kafiye Kafiye mısra sonlarındaki dizilişine göre düz, çapraz, sarma ve karma olabilir. Buna göre beyit, bend veya dörtlüklerin bütün mısraları birbiriyle kafiyeli olursa (aa, aaaa ... gibi) düz (bk. yarım kafiye örneği); koşma ve manilerde dörtlüklerin tek rakamlı (1 ve 3) mısraları ile çift rakamlı (2 ve 4) mısraları birbiriyle kafiyeli olursa (xaxa, bcbc, dede veya dcdc ... gibi) çapraz (bk. tam 71 kafiye örneği); dörtlük veya bendlerde mısraların bir-dört, iki-üç sırasına göre kafiyeli olursa (abba cddc veya abbba cdddc ... gibi) sarma Cânân aramızda bir adındı Şîrin gibi hüsn ü âna unvân Bir sâhile hem şerefti hem şân Çok kerre hayâlimizde cânân Bir şi’ri hatırlatan kadındı (Yahya Kemal Beyatlı) Bendlerin mısraları arasında kafiye bulunmakla beraber dizilişlerinde düzensizlik ve değişkenlik olursa karma kafiye ortaya çıkar. Ah şu ufkun arkasında Sonsuz bahar havasında İşitiyorum kuşların Kuşların ötüştüğünü İşitiyorum bir narın Çatlayarak düştüğünü (Ziya Osman Saba) Divan Edebiyatı ve divan şiirinde nazım şekilleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, DİA, IX (İstanbul 1994). VEZİN (ÖLÇÜ) Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir. Şimdi bunları tek tek ele alalım: ARUZ Aruz, Arap Edebiyatı’nda manzum sözlerdeki ahenk ölçülerini konu alan ilmin adı olup Arapça bir kelimedir ve “Çadırın ortasına dikilen direk” anlamına gelir. Bir edebiyat terimi olarak “hecelerin uzunluk ve kısalıkları temeline dayanan nazım ölçüsü” demektir. Hecelerin uzunluk ve kısalıkları(kapalı-açık) dikkate alınarak belli kalıplara göre düzenlenmiş bir vezindir. Bu vezin Arap’lardan İranlılar’a, onlardan da bize geçmiştir. İranlılar İslâmiyet’i kabul edince, Arap kültürünün de büyük tesiri altında kaldılar. Şiirde, Araplar’ın kullandığı nazım ölçüsü olan aruz’u kullanmaya başladılar. Ancak Araplar’ın kullandıkları aruz ölçüsünü olduğu gibi kabul etmediler. Kendilerine göre bir ayıklamaya tabi tutarak kulaklarına hoş, tabiatlarına uygun gelenleri seçtiler ve kullandılar. Aruz vezni, V-XI. yüzyıllarda Hakaniye Türkçesi’ne, VII-XIII. yüzyıllarda Anadolu Türkçesi’ne, VIII-XIV. 72 yüzyıllarda Çağatay ve Azeri Türkçesi’ne girmiş ve zamanımıza kadar birçok şiir bu vezinle yazılmıştır. XI.-XVII. yüzyıllar arası ve sonrası bu vezinde edebiyatımızın Anadolu Türkçesi döneminde bazı aruz şairleri ile bazı halk şairleri birbirlerinden karşılıklı olarak etkilenmişlerdir. Bir kısım divan şairleri hece vezniyle, bir kısım saz şairleri de aruz vezniyle şiirler söylemişler, Milli Edebiyat döneminde ve zamanımızda ise şairler aruz veznini bırakarak hece veznine ve serbest tarza yönelmişlerdir. Aruzda heceler uzun ve kısa(açık-kapalı) olarak ikiye ayrılır. Uzun heceler çizgi (-), kısa heceler nokta (.) ile gösterilir. Uzun ve kısa heceler çeşitli biçimlerde yan yana gelerek bahir denilen aruz kalıplarını oluşturur. Bu kalıplar yan yana geliş biçimlerine göre, fâilâtün, fâilün, mefâilün ve benzeri değişik adlarla anılır. Aruz ölçüsüyle şiir yazmak için kelimeleri bu kalıplara uydurmak gerekir. Aruzda kelimeleri ses özelliklerini bozmadan kullanmak her zaman mümkün olmayabilir. Bu yüzden heceleri kimi zaman uzun, kimi zaman da kısa okumak gerekir. Sık rastlanan bu iki duruma imâle (uzun okuma) ve zihaf (kısa okuma denir. Zihaf, aruzda kusur sayılır. Aruz ölçüsünde hece ölçüsündeki duraklar yoktur. Dolayısıyla mısralardaki hece sayıları eşit olmayabilir. Mısra sonlarındaki heceler kısa da olsa uzun kabul edilir. Aruzda bir kelime sessizle biter, ondan sonra gelen de sesli harfle başlarsa, bu sesli harf birincinin sonundaki sessiz harfi kendisine çeker. Böylece birinci kelimenin sonundaki sessizle biten uzun hece kısa hece durumuna gelir. Bu duruma da vasl (ulama) denir. 1. Aruz ölçüsü ilk olarak Arap edebiyatında kullanılmıştır. Daha sonra İran Edebiyatı’na geçen bu ölçü, XI. yüzyıldan itibaren Türk şairlerince de uygulanmaya başlanmıştır. 2. Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü, aslında Türkçe’nin kelime yapısına pek uygun değildir. Bundan dolayı Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar Türkçe’nin kelimelerini bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. Türk şairleri daha sonraları Türkçe’deki sonu sessizle biten kapalı heceler uzun, sonu sesliyle biten açık heceler ise kısa hece olarak değerlendirmişlerdir. Zamanla bu da yeterli olmamış; şairler, Arapça ve Farsça kelimeleri sık sık kullanmaya başlamışlardır. Bu durum giderek Türkçe’ye yabancı kelimelerin girmesine yol açmıştır. Diğer yandan Türkçe, aldığı bu yabancı kelime ve kavramları Türkçeleştirdiği zaman güçlü bir dil olmuştur. Aruzla birlikte, halk arasında yaşamaya devam eden vezin ise millî şiir ölçümüz ola hece veznidir. 3. 1908’den sonra şairler arasında başlayan aruz-hece tartışmasında hece ön plana çıkmış, ancak Divan Edebiyatı nazım ölçüsü olan aruzun da artık bir Türk şiir ölçüsü olduğu kabul edilmiştir. 4. Aruzla yazılan ilk Türk eseri Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’dir. 5. Aruz XI. asırdan beri heceyle beraber kullandığımız ölçüdür. Bu ölçü zamanla Türkçe’ye en iyi şekilde uygulanmış. Mehmet Âkif, Yahya Kemâl, Faruk Nafiz gibi şairlerimizin elinde ustalıkla kullanılmıştır. 73 Aruz vezninde heceler iki şekilde değerlendirilir: Açık / kısa heceler ( . ) ( v ) | Kapalı / uzun heceler ( - ) 1.Açık / Kısa Heceler Seslilerle biten hecelerdir. Bu heceler aruz incelemesinde ( . ) ve ( v ) işaretleriyle gösterilir. Açık - kısa hecelerin ses değerleri “yarım” kabul edilir. 2. Kapalı / Uzun Heceler Tam ses değeri taşıyan hecelerdir. Sessizlerle ve dilimize Arapça ve Farsça’dan geçmiş uzun ünlüler (â, î, û )’le biten hecelerdir. Bu heceler aruz incelemesinde (-) işaretiyle gösterilir. Kapalı- uzun hecelerin ses değeri “tam”dır. Arapça ve Farsça’dan gelme uzun ünlülerle kurulan ( âb, ûl…) gibi iki sesli hecelerle; ( rûy, rûy, cûy…) gibi üç sesliler yerine göre, aruzda bir buçuk hece değerinde tutulur ve (- . ) işaretiyle gösterilir. Yine bu dillerden gelen iki ünsüz bitişik düzende olan (aşk, ahd…) gibi heceler de, yerine göre bir buçuk hece değerinde kabul edilir. Farsça tamlama eki olan “-i” ile “ve” anlamındaki “ü, vü” bağlacı vezin gereği uzun da kısa da olabilir. Medli heceler hafif bir “i, ı” sesi varmış gibi okunur. Bahâr kelimesi bahâr[ı], eşkden kelimesi ise eşk[i]den şeklinde söylenmelidir. Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerde ilk tef’ile bazı mısralarda Fâilâtün, son tef’ile ise Fa’lün olabilir. Bu sadece bu kalıba özgü bir durumdur. Bu kalıpla yazılan şiirlerde başta imale yapmaya gerek yoktur. Farklı tef’ile parantez içinde hemen altında gösterilir. Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup Türk aruzu daha çok Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif Ersoy tarafından gerçekleştirilmiştir. Hatta Mehmet Âkif o kadar başarılı olmuştur ki bir çok kişi İstiklâl Marşı’nın hece ölçüsüyle yazıldığını zanneder. Oysa bu marş aruzun “Fe i lâ tün / Fe i lâ tün /Fe i lâ tün /Fe i lün” kalıbıyla yazılmıştır. 1. Bir şiirin vezni bulunurken şunlara dikkat edilmelidir: a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek yazmalıyız. b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tesbit edilir. 74 c) Uzatmalı hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. Bu ihmal edilirse bir mısradaki hece değeri eksik çıkar. Mısralardaki heceler sayılarak uzatmalı hece olup olmadığı konusunda bir ipucu yakalayabiliriz. d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. Önce imkân varsa ulama, yoksa imale yapılır. Zihaf çok az bulunduğu için en son ihtimal olarak düşünülür. e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve nokta şeklinde ayrı bir yere işaretlenir. Mısra sayısına göre tef’ile sayısı tahmin edilmeye başlanır. İlk tef’ile genellikle az heceden oluşur. Genelde az heceli Fa’, Fe i lün, Fâ i lün gibi tef’ileler sonda bulunur. f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına dikkat edilmelidir. ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALAR 1. Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün Saçma ey göz/ eşk[i]den gön / lümdeki od / lare su _.__/_.__/_.__/_._ Kim bu denlü / tutuşan od / lare kılmaz / çâre su _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _Fuzûlî 2. Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün Dinle neyden / kim hikâyet / etmede _.__/_.__/_._ Ayrılıklar / dan şikâyet / etmede _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ Nahifî 3. Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün (Fâilâtün) (Fa’lün) Hani ol gül / gülerek gel / diği demler / şimdi ..__/..__/..__/__ Ağlarım hâ / tıra geldik / çe gülüştük / lerimiz _ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _Mâhir 4. Feilâtün / Feilâtün / Feilün (Fâilâtün) (Fa’lün) Ne Süleymân / ne Selîm’in / kuluyuz 75 ..__/..__/.._ Hazret-i Rab / b-i rahîmin / kuluyuz _ . _ _ / . . _ _ / . . _Esrar Dede 5. Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün Anı hoş tut / garîbindir / efendi iş / te biz gittik .___/.___/.___/.___ Gönül derler / ser-i kûyun / da bir dîvâ / nemiz kaldı . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _Hayâlî 6. Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün Geçer firkat / zamânı böy / le kalmaz .___/.___/.__ Sağ olsun sev / diğim Mevlâ / kerimdir . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _Nâilî 7. Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Feilün Cihânda â / şık-ı mehcû / r[ı) sanma râ / hat olur ._._/..__/.___/_._ Neler çeker / bu gönül söy / lesem şikâ / yet olur . _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ . _Şeyhülislâm Yahya 8. Mef’ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün Ağlatma / yacaktın yo / la baktırma / yacaktın __./.__./.__./.__ Ol va’de / -i tekrâr[ı] / -be-tekrârı / unutma _ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _Esrar Dede 9. Mef’ûlü / Fâilâtü / Mefâîlü / Fâilün Gül hasre / tinle yolla / ra tutsun ku / lağını __./_._./.__./_._ Nergis gi / bi kıyâme / te dek çeksi / n intizar _ _ . /. _ _ . / . _ _ . / _ . _Bâkî XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana çıkmış şairlerimiz kimlerdir, araştırınız. 76 HECE VEZNİ Türkçe’de heceler uzunluk kısalık bakımından hemen hemen aynı değerdedir. Bu yapısal özellik şiirde hece vezninin kolayca kullanılmasına imkân verir. İlk yazılı Türk edebiyatının ürünleri olarak bilinen Göktürk Yazıtları’nda şiir bulunmamasına rağmen şiirsel özellikler taşıyan ve hece veznine uyan bölümler vardır. Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t Türk eserindeki şiirler de hece vezniyle yazılmışlardır. Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden sonra divan edebiyatı ve aruz vezninin yaygınlaşması hece ölçüsünün yalnızca tekke ve âşık edebiyatına özgü bir ölçü olmasına yol açtı. Hece vezninde kalıbı mısralardaki hecelerin sayısı belirler. Her mısrasında 11 hece bulunan bir şiirin kalıbı “11’li hece ölçüsü” olarak gösterilir. Bir hecenin belli bölümlere ayrılmasına “durgulanma”, bu bölümlerin okuma sırasında hafifçe durularak vurgulanan yerlerine de “durak” denir. Kalıplar 2’liden başlayarak 20’lilere kadar çıkar. Az heceli, yani 2’liden 6’lıya kadar kalıplar tekerleme, atasözü, bilmece gibi ürünlerin şiirsel parçalarında uyum öğesi olarak yer alır. Bu tür kısa kalıpların durakları mısranın sonundadır. Hece vezninde durağın önemi büyüktür. Bir kalıp en az 2, en çok 5 duraklı olabilir. Bir durakta bulunan hece sayısı ise 1 ile 10 arasında değişir. Hece kalıpları duraklar ve duraklardaki hece sayıları bakımından bölümlenir. Bu kalıplar içinde en çok kullanılanlar 7’li, 8’li, 11’li ve 14’lü olanlardır. 7’li ölçü daha çok mânilerde kullanılmıştır. 8’li kalıp semâi, varsağı, destan ve türkülerin ölçüsüdür. 11’li kalıp ise başta koşma ve destan olmak üzere aşık ve tekke edebiyatı şiirlerinde kullanılmıştır. 14’lü hece veznine ise daha çok tekke şiiri ve çağdaş Türk şiirinde rastlanır... Maddeler halinde sıralayacak olursak: 1. Şiirde mısralar arası hece sayısı eşitliğine dayanır. 2. Türkçe kelimelerde hemen hemen bütün heceler eş değerde söylenir. Hecelerde kalınlık, incelik, uzunluk, kısalık farkı gözetilmez. Bu bakımdan hece vezni Türk dilinin yapısına da en uygun ölçüdür. 3. Milli veznimizdir. 4. Hece veznine parmak hesabı da denilir. 5. Hece vezni, Türk edebiyatının başlangıcından bu yana kullanılmıştır. İslâmiyet’ten sonra Divan edebiyatında aruz vezni kullanılırken, Halk edebiyatında hece ölçüsü kullanılmaya devam edilmiştir. 6. Hece vezninin “hece sayısı” ve “duraklar” olmak üzere iki temel özelliği vardır. a. Hece Sayısı: Hece vezniyle yazılmış bir şiirin bütün mısralarında eşit sayıda bulunur. Hece sayısı aynı zamanda o şiirin kalıbı demektir. Bu va tan top ra ğın ka ra bağ rın da Sı ra dağ lar gi bi du ran la rın dır Bir ta rih bo yun ca o nun uğ run da Ken di ni ta ri he ve ren le rin dir 77 Bu dörtlükteki bütün mısralar 11 heceden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu şiir Hece vezninin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. SERBEST VEZİN Serbest vezin, hece, aruz gibi herhangi bir ölçüye bağlı kalınmayan vezindir. Hecelerin açık veya kapalı olmasına ya da sayılarına bakmaksızın şairin tamamen kendi üslubuna göre yazmasıdır. Serbest vezin, Türk şiirinde 1940’lardan sonra Orhan Veli Kanık ile yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüzde yazılan şiirlerin çoğu serbest vezinde yazılmaktadır. Herhangi bir ölçü veya şekille kayıtlı değildir. Bu nazım şeklinde uzun, kısa, çok kısa dizeler bazen düzenli, bazen de düzensiz olarak tekrarlanırlar. Kısa mısraların ölçüsü, şiirin ölçüsünün bir parçasıdır. Bu şiirde kafiye düzeni belirli bir kurala bağlı değildir. Bu nazım biçiminde düşünceler mısradan mısraya atlayarak devam eder. Nazım, giderek nesre yaklaşmış olur. KIŞ Yine kış, Yine şems-i mesâda, ah o bakış, Yine yollarda serseri dolaşan Âşiyânsız tuyur-ı pür-nâliş( inleyen yuvasız kuşlar)Tehi kalan ovalar Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla Harab olan sarı yollarda kalmamış ne gelen, Ne giden, Şimdi yalnız kavafil-i evrâk (yaprak yığını) Mütemadî sürüklenir bir uzak Ufk-ı pür-ıztırab u nermide. Yine kış, yine kış Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış Ahmet Hâşim Özet Divan Edebiyatında nazım birimini açıklayabilmek. Divan şiirinde nazım birimi genellikle beyit olup şiirler çeşitli nazım şekilleri içinde kurallarını Arap ve Fars Edebiyatı’ndan alan aruz vezniyle yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle ya- 78 zılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. Aruz vezninde açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür. Türk-İslâm Edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerini sıralayabilmek. Türk-İslâm edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerinin başında gazel, kaside, musammatlar, kıt’alar gelir. Halk Edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerini sıralayabilmek. Halk edebiyatında en sık kullanılan nazım şekilleri koşma, mani, destan, türkü, varsağıdır. Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan vezinleri açıklayabilmek. Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir. Aruz, manzum sözlerdeki ahenk ölçülerini konu alan bir ilimdir. Divan edebiyatının vezni aruz veznidir. Hece, millî veznimiz olup, yüzyıllar boyunca halk şâirlerimiz ve ozanlarımız tarafından kullanılmıştır. Divan şâirleri de nadiren de olsa bu vezni tercih etmişlerdir. Serbest vezin ise son dönemde revaç bulmuştur. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi divan edebiyatı nazım şekillerinden değildir? a. Tuyuğ b. Kıt’a c. Semai d. Rubai e. Gazel 2. Aşağıdakilerden hangisi bendlerle kurulan nazım şekillerindendir? a. Mâni b. Kaside c. Koşma d. Muhammes e. Mesnevi 3. Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde sekizer mısra ilâvesiyle tanzim edilen nazım şekline ne ad verilir? a. Ta’şir b. Müsemmen c. Tesdis d. Kaside e. Müseddes 79 4. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden değildir? a. Tegazzül b. Medhiyye c. Fahriyye d. Dua e. Mersiye 5. Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda aynı veznin bir cüzüyle yazılmış birer kısa mısra bulunan manzumelere ne denir? a. Müsebba b. Müstezad c. Kaside d. Taştir e. Terbi Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Cevabınız doğru değilse, “Semâî” kısmını yeniden okuyunuz. 2. d Cevabınız doğru değilse, “Bend” kısmını yeniden okuyunuz. 3. a Cevabınız doğru değilse “Musammat” kısmını yeniden okuyunuz. 4. e Cevabınız doğru değilse “Kaside” kısmını yeniden okuyunuz. 5. b Cevabınız doğru değilse “Müstezad” kısmını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan nazım şekilleri gazel, kaside, musammatlar, kıt’a, rubaidir. Sıra Sizde 2 Türk-İslâm edebiyatında dinî- destanî manzumeler, kıssa ve hikâyeler mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır. Sıra Sizde 3 Yahya Kemâl Ömer Hayyam’ın rubailerini Türkçe’ye çevirmiştir. 80 Sıra Sizde 4 XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana çıkmış şairlerimizin başında Mehmed Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı gelir. Yararlanılan Kaynaklar Aksoy, Hasan, “Kıta”, DİA. Aksoy, Hasan, “Mısra”, DİA. Albayrak, Nurettin, “Koşma”, DİA. Albayrak, Nurettin, “Rubai”, DİA. Çetin, Nihad M., “Aruz”, DİA. İpekten, Haluk, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul 2003. İpeten, Haluk, “Gazel”, DİA. Kılıç, Filiz, “Müstezad”, DİA. Kurnaz, Cemal-Çeltik, Halil, Divan Şiiri Şekil Bilgisi, İstanbul 2010. Levend, Âgâh Sırrı, Divan Edebiyatı, İstanbul 1984. Olgun, Tahir, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973. Onay, Ahmet Talat, Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Ankara 1996. Onay, Ahmet Talat, Türk Şiirlerinin Vezni, Ankara 1996. Pala, İskender- Kılıç, Filiz, “Musammat”, DİA. Pala, İskender, “Kaside”, DİA. Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul 1996. Ünver, İsmail, “Mesnevi”, DİA. 81 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini belirlemede kullanılan klasik ölçme-değerlendirme birimi olan belâğat ilminin tarihçesini anahatlarıyla tanıyabilecek, • Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele aldığı farklı konuları kavrayarak muhtevalarını açıklayabilecek, • Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıyla bilinen Türkİslâm Edebiyatında sıkça karşılaşılan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp, sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Belâgat, • Bedî’, Beyan, Meânî • Başlıca edebî sanatlar: Teşbih, istiâre, telmih, leff ü neşr, iktibas, irsâl-i mesel, vs. • Metin değerlendirme. Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Belâgat, Bedî’, Beyân, Meânî” maddelerini, Türk edebiyatı bölümleri üzerinde daha dikkatle durarak, okuyunuz. • TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Divan Edebiyatı” maddesinde yer alan sanatkârın dünyasıyla ilgili kısmı okuyarak onu tanımaya çalışınız. • İskender Pala’nın, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’ndeki (İstanbul 2000) “Teşbih, istiâre, telmih, leff ü neşr, iktibas, irsâl-i mesel, vs. gibi edebî sanatlarla ilgili bilgileri değerlendiriniz. • Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, (İstanbul 2007) adlı eserinin ilgili maddelerini inceleyiniz. 82 Türk-İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar GİRİŞ İslâm dünyasında, Türkçe, Arapça, Farsça yanında müslüman milletlere ait, edebiyat dili seviyesine yükselmiş bütün dillerle ortaya konulan edebî ürünlerin sanat değerini belirlemede kullanılan ölçü müşterektir ve adına da Belâgat denilmektedir. İkinci ünitede, Kurân’ın Türk-İslâm Edebiyatına etkisini incelerken Belâgatin bu etki altında ortaya çıkarak şekillendiğinden bahsedilmişti. Müslümanların kullandığı hemen bütün dillerde aynı adı taşıyan bu ilim, eski adıyla ilm-i Belâgat üç ana konudan meydana gelir. Bunlar Meânî, Beyan ve Bedî’dir. İlerleyen zamanlarda, fesâhat, aruz ve kafiye, lügaz ve muammâ, ebcedle tarih düşürme gibi “levâhik/mülhâkât” denilen ek konularla tamamlanan belâgat, İslâmî ilimler arasında bağımsızlığına en geç kavuşan ve en sonra teşekkül etmiş bir disiplindir. Belâgat, Araplar arasında büyük bir edebi varlığa ve değere sahip olan cahiliye şiiri üzerinde, edebî tenkid maksadıyla yapılan çalışmalardan doğmuştur. İslâm’ın ilk asırlarından sonra Arapça konuşan yeni nesillerle, İslâm câmiasına katılan ana dili farklı olan toplulukların, Kur’an ve hadisi doğru anlama, onlardaki güzellikleri lâyıkıyla kavrama ihtiyacı arttı. Bu sebeple, belâgat konuları, önceleri “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’l-Kur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti. Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir belâgat mucizesi oluşu, onu anlamak için Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV. yüzyılları kapsayan bu ikinci devre, belâgatin bir ilim dalı olarak teşekkül etmeye başladığı, terimlerinin ortaya çıktığı, yazılan eserlerde belâgat bahislerinin ağırlık kazandığı ve böylece söz konusu ilim dalının Meânî, Beyan ve Bedî’den ibaret klasik şeklini alarak teşekkülünü tamamladığı bir zaman dilimi oldu. Ayrıca bu devrede, sonraki yıllarda Türk ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan sahanın klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı. XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun süreyi kapsayan üçüncü safha yeni eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye 83 ve talikatların kaleme alındığı duraklama yahut derinleşme devresidir. Nitekim Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü dil bilgini Hatip el-Kazvinî (ö. 1338), es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun üçüncü bölümününden faydalanarak Telhisü’l-Miftâh’ı kaleme almış, belâgat çalışmalarında mantıkî tarif, tasnif ve değerlendirmelerle kelâm ve felsefe mektebinin en önemli eserini ortaya koymuştur. Bu dönemin edebiyat bakımından işaret edilmesi gereken önemli bir özelliği, Arap edebiyatında, her beytinde en az bir bedîî sanat kullanarak Hz. Peygamberin medhini yapan bediiyyât adlı bir nazım türünün ortaya çıkması olmuştur. Bu diğer edebiyatlarda da Hz. Peygamberle ilgili olarak kaleme alınan eserlerin daha sanatkârâne metinler olmasına yol açmıştır. Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesinin etkisiyle, biri klasik anlayışı devam ettirmeye, diğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya çalışan yenilikçi yazarların eserleri olmak üzere, iki farklı istikamette gelişmiştir. Bunlardan birincisine Türk edebiyat camiasından Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Belâgat-i Osmaniyeniyye’si, ikincisine Recâizade Ekrem’in Talîm-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar belâgat meselelerini daha çok edebî tenkid ve estetik endişelerle birlikte ele almışlardır. Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Kinâye, Telmih, Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Tevriye, Teşhis ve intak, Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok yüz yüze gelinmektedir. Edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurları arasında hangilerini sayabilirsiniz? Divan şiirinin kendine mahsus dünyası içinde gelişen ve onu derinlemesine anlayıp zevkine varabilmeyi üst seviyelere taşıyan özelliği sebebiyle bilinmesi gereken Remiz ve Mazmunlar da başlı başına önemli bir alandır. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNDE VAZGEÇİLMEZ ÖLÇÜ BELÂGAT 1. Tanım Arapça “be-le-ga” kökünden gelen belâgat, sözlükte, sözün “fasih ve açık seçik olması” demektir. Aynı kökten gelen “el-belîg”, fasih ve açık karşılığında kullanılmış olup “sözün maksadı en güzel şekilde ifade edebilme özelliğini” anlatır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu özelliğe sahip olan kitap anlamında “el-belâgu’l-mübîn/benzeri ortaya konamayacak apaçık söz” olarak adlandırılmıştır. Belâgatin bir edebiyat terimi olarak iki manada kullanıldığı görülmektedir. Birincisi meleke ve kabiliyet manasını taşır. Batı dillerinde “eloquence/elokuans” kelimesiyle karşılanan belâgatin bu yönü “bir fikrin yazılı ve sözlü olarak yerinde, yeterince ve zamanında ifadesi” manasına gelir. Bu tanım klasik belâgat kitaplarında “Sözün fasih olmak şartıyla mukte- 84 zâ-yı hâle mutabık olması” şeklindedir. Bu anlamıyla belâgat insanda doğuştan var olan ve ona has bir melekedir. Nitekim bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah insana beyânı (düşündüğünü açık bir şekilde ifade etmeyi) öğretti” (er-Rahmân 55/3-4) âyetiyle ifade edilmiştir. Kelimenin, batı dillerinde “rhetorique/retorik” terimiyle karşılanan ve belâgat ilmini ifade eden ikinci anlamı ise “en açık, akıcı, zamanında ve yerli yerinde söz söyleme/yazma kâidelerini inceleyen” bir ilmî disiplinin adı şeklinde tanımlanabilir. Bu tanım klasik belâgat kitaplarında yine “Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl ve kaidelerini bildiren” ilim şeklinde yer almıştır. Belâgatin bu maksadına ulaşılabilmesi için şu üç bahis ve ekleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekir: 1. Meânî denilen ve “kelâmın mukteza-yı hâle uygunluğunu sağlamak için gerekli olanları bilme” şeklinde tanımlanabilecek konular. 2. Beyân, “sözün açık-seçik, kolay ve anlaşılabilmesini temin etme yolları. 3. Bedî’, sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usulleri. Bu sayılan vasıflara sahip olan söz, manzum olsun, mensur bulunsun kısa ve veciz, kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin olur; okuyana-dinleyene zevk ve haz verir. İşte bu sebepten dolayı da bütün edip ve yazarların maksadı da böyle bir söz söyleyebilmektir. 2. Konu Belâgat ilminin içina aldığı konular yukarıda zikredilen Meânî, Beyân ve Bedî’ bahisleri altında yer almış ana meseleler ile, tevâbi denilen ve belâgati tamamlayıcı edebî unsurlardan meydana gelmektedir. Muhtevada yer alan başlıca konuları şöylece sıralamak mümkündür. Ana hatlarıyla söylemek gerekirse, klasik belâgat kitapları fesâhat konusuyla ilgili bir girişle başlar. Burada fesâhati bozan tenâfür, zincirleme tamlamalar (tetâbu-i izâfât), sık tekrarlar (kesret-i tekrar), bir ifadedeki kelimeler arasında kulakla farkedilebilen uyuşmazlık (lüknet), alışılmamış sözlerin kullanılması (garabet), kelimenin dil kaideleri ve yazarların kullanışlarına aykırılığı (kıyasa muhalefet), ifade zayıflığı (za’f-ı telif), ifadenin kasdedilen manayı anlamayı zorlaştıracak şekilde kapalı olması (ta’kîd) ve yazım hataları (imlâsızlık) hakkında bilgiler verilmiştir. Meânî konularının başlıcaları şunlardır: İsnad, inşâ, dilek (temenni), emir, nehiy, ünlem (nidâ), yüklem (müsned), özne (fail, nâib-i fail), cümle ve unsurları, kısaltma veya daraltma (kasr), bağlama (vasıl), ayırma (fasl), ölçülü söz söyleme (müsâvât), sözü bir maksatla kısa söyleme (icâz), maksadı gereğinden fazla sözle ve uzun ifade etme (itnâb). Beyân konuları ise şöylece sıralanabilir: Lafzın manaya delâleti, hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre, mecâz-ı mürsel, ta’riz vb. Bedî’. Vücûh-ı tahsin/ sözü güzelleştirme yolları olarak da adlandırılan bu bahis genel olarak edebî sanatları içine alır. Lafız ve mânâya ait olmak üzere ikiye ayrılan bu sanatların başlıcaları şunlardır: İrsâl-i mesel, tecâhül-i ârifâne, mezheb-i kelâmî, tevriye, îham, teşhis ve intak, hüsn-i ta’lil, mübalağa, nidâ, rücû, iltifat, tekrir, istifham, telmih, iktibas, tazmin, mülemmâ, 85 tenâsüb, tensîk, cem ve taksim, leff ü neşr, kelâm-ı edebî, cinas, kalb ve aks, secî. Tarihçeye geçmeden önce, Kuran, tefsir, hadis ve kelâm ilimleriyle ciddî bir biçimde ilgilenmesi gereken ilâhiyatçıların, söz konusu ilim dallarıyla ilgili kaynakları doğru bir şekilde anlayıp onlardan günümüz problemlerine çözümler çıkarabilmesi için âlet ilimlerinin en mühimlerinden sayılan belâgat hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları gereğine işaret edilmelidir. Bu sebeple sadece edebiyat bakımından değil, belki daha çok dinî ilimler açısından da belli bir seviyeye ulaşmak için, önce Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri Belâgat (İstanbul 1989) isimli eserini, ardından Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniye’sini, daha sonra M. A Yekta Saraç’ın Klâsik Edebiyat Bilgisi Belâgat (İstanbul 2000) isimli eserinin okunması tavsiye edilir. Tarihçe Daha önce de belirtildiği gibi belâgat bütün İslâm dünyasındaki gibi bizde de, XIX. yüzyıla kadar genellikle önce Arapça kitaplardan, sonra Arapça ve Farsça’dan tercüme eserlerden, örnekleri çoğu kere Arapça ve Farsça metinler üzerinden okutulmuştur. Ancak özellikle belirtilmelidir ki, İslâm ilim ve kültürüne başından beri büyük katkıları olanTürkler’in bu ilme hizmetleri pek erkenden başlamış ve meselâ büyük Türk dil bilgini es-Sekkâkî Miftahu’lulûm adlı eserinin üçüncü kısmını belâgat konularına ayırmıştır. Şam camii hatibi, Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü dil bilgini Hatip el-Kazvini (ö. 1338) ise, es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun bu bölümünü tercüme, kısaltma ve değerlendirme suretiyle Telhisü’l-Miftâh’ı, daha sonra da bunu açıklayan el-İzah’ı kaleme almıştır. Çok rağbet gören bu eserler sondaki asırlarda bütün İslâm dünyasında defalarca şerhedilmiş ve devrin çeşitli ilim müesseselerinde okutulmuştur. Belâgat konusunda benzer etki ve rağbete kavuşan diğer kitap ise Taftâzânî’nin (ö. 1390) Telhisü’l-Miftâh’a yazdığı el-Mutavvel isimli şerhtir. Onun kaleme aldığı el-Muhtasar’la birlikte bu eserler Osmanlı medreselerinde de asırlarca okutulmuştur. Ayrıca Abdünnafi Efendi, bu eserleri XIX. yüzyılda, en-Nef’u’l-muavvel fi-tercemeti’t-Telhis ve’l-Mutavvel adıyla (İstanbul 1290) Türkçe’ye çevirmiştir. Mesnevî’yi şerhetmesiyle tanınan İsmail Ankaravî ise, belâgati hemen bütün kadrosuyla veren Miftâhu’l-belâga ve misbâhu’l-fesâha isimli telif tercüme bir eser kaleme almıştır. Tanzimattan sonra yaklaşık dokuz asırlık bir gelenek kırılarak, telif tercüme belâgat kitaplarının hazırlanmasında batılı eserlerden faydalanma adımı atılmıştır. Süleyman Paşa Mebâni’l-inşâ’yı klasik belâgat kitapları yanında, Fransız yazar Emil Lefranc’dan faydalanarak kaleme alırken batı retoriğinin birçok konusunu Türk belâgatına sokmuştur. Ayrıca nesir örnekleri de önceki anlayışın aksine bu kitapta hatırı sayılır derecede yer bulmuş olur. Türk belâgat literatüründe klasik özellikteki ilk Türkçe eser, örnekleri bakımından zayıf olsa da Ahmed Hamdi’nin Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî adlı kitabıdır (İstanbul 1293). Bu eseri, büyük hukuk külliyatı Mecelle’yi de kaleme alan, Ahmed Cevdet Paşanın Mekteb-i Hukuk’ta okuttuğu belâgat derslerine ait notlar takib eder. Belâgat-i Osmâniye adıyla kısım kısım (cüz cüz) yayımlandığında (İstanbul 1298) büyük bir yankı uyandıran kitap, klasik Türk belâgati literatüründe bir dönüm noktası olmuş ve sekiz defa basılmıştır. Belâgat-i Osmâniye 86 dibâce, mukaddime ve lâhika başlıklarını taşıyan bir giriş bölümünden sonra üç ana bölüm ve lâhika’dan (ek) meydana gelmektedir. Eserin önemli bir yanı da artık Türkçe’ye mahsus bir belâgat kurulması fikrini kuvvetlendirmesi ve bu alanda yeni eserler kaleme alınmasına zemin hazırlamasıdır. Recaizade Ekrem’in Talîm-i Edebiyat’ı bu alanda atılmış önemli bir adımdır. Bu eserin diğer mühim tarafı ise batı retoriğinden de faydalanarak konuları çeşitlendirmesi ve klasik belâgat bahislerine bile farklı izahlar kazandırmasıdır. Bu eserlerden sonra belâgat artık Türk edebiyatının hayatî konuları arasına girmiştir. Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiyye’si (İstanbul 1307) bazı belâgat bahisleri dahil bir kısım edebiyat kavramlarını belirli bir anlayışa bağlı kalmadan açıklayan günümüzde de rağbet bulmuş bir eserdir. Buna Tahirü’lMevlevî’nin Edebiyat Lügati (İstanbul 1973) eklenebilir. Manastırlı Mehmet Rıfat’ın Mecâmiu’l-edeb’i, bir taraftan yeni anlayışın ortaya koyduğu bütün edebi meseleleri ele almaya çalışırken klasik kadroyu oluşturan üç ana konunun her birine bir cilt ayırarak üç cilt halinde yazılmış hacimli bir eserdir. Belâgat konusundaki son çalışmalar arasında eski ve yeni anlayışları birleştirmeye yönelen Kaya Bilgel’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat) (İstanbul 1989) ile Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, (İstanbul 2007) adlı eserleri dikkat çekmektedir. M.A.Yekta Saraç’ın Klâsik Edebiyat bilgisi Belâgat’ı (İstanbul 2000) ise klasik kaynaklardaki bilgileri bol Türkçe örneklerle, anlaşılır bir şekilde günümüz okuyucusuna sunması bakımından önemlidir. İskender Pala’nın, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (İstanbul 2007) de sadece belagat ve edebi sanatlar konusunda değil, eski Türk edebiyatını ilgilendiren hemen her konuda başvurulacak bir ilk kaynak özelliğine sahiptir. TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNDE KARŞILAŞILAN BAŞLICA EDEBÎ SANATLAR Ünitemizin bu bölümünde, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde karşılaşılacak başlıca edebî sanatlar ele alınacaktır. Ancak önce bütün İslâm edebiyatlarının, şiirin gölgesinde kalmış ama sanat değeri ve kültürümüzdeki yeri bakımından ondan çok da geride bulunmayan bir yönü üzerinde durmak faydalı olacaktır. Bu da inşâ terimiyle ifade edilen ve münşeât denilen bir türün doğmasına sebeb olmuş nesir sanatıdır. 1. İnşâ İnşâ Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında “Resmî yazışmalarda kullanılan nesir dilini ifade eden edebî tür ve dil bilimi” için kullanılmış, zamanla genel olarak her türlü nesir ve düz yazı karşılığını da kazanmıştır. Bu çerçevede inşâ “yazıların münşî adıyla anılan usta yazarların beğenecekleri özelliklere sahip olması için bilinmesi gerekenleri öğreten fen” olarak tarif edilmiştir (Taşköprüzâde, I, 250). Benzer bilgileri tekrarlayan Kâtib Çelebi buna, “İfadede yerine, konusuna ve amacına yakışan güzel ibareler kullanmaktır” şek- 87 linde bir ilâvede bulunur (Keşfü’z-zunûn, I, 181). Ayrıca yeni Türk edebiyatında bir tür kompozisyon tekniği ve güzel yazı yazma sanatı olarak da anlaşılmıştır. Nitekim Ziyâ Paşa’nın, “Şiir ve İnşâ” adlı makalesinde kelimeyi doğrudan doğruya nesir yerine kullanması dikkat çekmektedir. Ayrıca inşa, kelimelerin cümle içinde söz dizimi (terkîb-i kelâm) kurallarına göre sıralanmasını da ifade etmektedir. Genellikle nesir halinde yazılan mektup türünün de inşâ içinde özel bir yeri vardır. Nitekim Kâtib Çelebi mektubu inşânın bir dalı olarak ele almıştır. Tanzimat’tan sonra orta öğretim kurumlarına “usûl-i kitâbet ve inşâ” adıyla bir ders konulması, bu ders için hazırlanan kitapların Usûl-i İnşâ ve Kitâbet (Mehmed Tevfik, İstanbul 1307), İlâveli Hazîne-i Mekâtîb yahut Mükemmel Münşeât (Ahmed Râsim, İstanbul 1318) gibi adlar taşıması, nesir/mektup beraberliğinin son zamanlara kadar sürdüğünü göstermektedir. Tercüme ve (nr. 77-80) Türk Dili (nr. 274) dergilerinin mektup özel sayıları, bu alâkayı ortaya koyan çeşitli örneklere yer vermenin yanı sıra, mektup türünde başlangıçtan beri ortaya konan edebî birikimi büyük ölçüde yayımlayarak, türün gösterdiği gelişmenin metinler üzerinden takip edilmesinı kolaylaştırmıştır. İnşâ kelimesi dar anlamda, daha çok münşeât adıyla anılan her türlü resmî yazışma ile bunların bir parçası sayılabilecek mektup vb. metinlerin kaleme alınmasının yollarını ve bu hususlarla ilgili kuralların bilgisini ifade eder. Selçuklular’da Dîvân-ı İnşâ, Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun denilen, devletin resmî yazışmalarının yürütüldüğü dairede sultanlar adına kaleme alınan hatt-ı hümâyun, irâdei seniyye, menşur, emirnâme gibi resmî yazıların tamamı inşânın bu türü içinde yer alır. Ayrıca buyruldu, telhis, takrir, tahrirat, tezkire, kaime, temessük, sened, ilmühaber, müzekkire, mazhar, mazbata, lâyiha adını taşıyan belgelerle fetva, i’lâm, hüccet ve vakfiyeler de inşânın konusunu teşkil etmektedir. Münşeât mecmualarını, öğretici mahiyette eserlerle antoloji özelliği gösteren ve sadece örneklerden ibaret olanlar şeklinde iki grupta ele almak gerekir. Dîvânı Hümâyun ve diğer devlet kurumlarında nişancı, münşî, küttâb denilen kâtipler ve kalem efendilerinin yazdıklarıyla mahkemelerde ve özellikle Tanzimat’tan sonra gelişen nezâret kalemlerinde yazılan yazılar ayrı bir nesir dili ve üslûbunu geliştirmiştir. Bunlardan mahkeme yazışmalarında kullanılan ve ilm-i sak adıyla anılan yazı türü konusunda müstakil kitaplar hazırlanmış, Çavuşzâde Aziz Mehmed Efendi’nin Dürrü’ssükûk adlı eseri gibi bazıları da basılmıştır (İstanbul 1277). Resmî ve hususi yazışmalarda ortaya koydukları usûl ve kaideler yanında geliştirdikleri imlâ ve üslûpla bir gelenek oluşturan, kendilerinden sonra adları inşâda ortaya koydukları esaslarla birlikte anılan bazıları aynı zamanda divan sahibi şair olan Osmanlı münşîlerinden de bahsetmek gerekir. Tâcîzâde Câfer Çelebi ve Koca Nişancı lakabıyla bilinen Celâlzâde Mustafa Çelebi bunların başında gelir. Celâlzâde kadar şöhret bulduğu için “Küçük Nişancı” lakabıyla tanınan Ramazanzâde Mehmed Çelebi ile Münşeâtü’l-inşâ adlı eserin müellifi Okçuzâde Mehmed Şâhî ve Hamza Paşa da bu sahanın tanınmış isimleridir. Bunlara Münşeât sahibi Nergisî ile Veysî ve değişik yönleri olan Sinan Paşa, Lâmiî Çelebi, Âlî Mustafa Efendi, Kemalpaşazâde, Ganîzâde Mehmed Nâdirî ve Azmîzâde Mustafa Hâletî gibi bazı şahısları da eklemek mümkündür. 2. Secî İnşa ile yakın ilgisi bulunan ve daha çok bir nesir sanatı kabul edilen secî, söze güzellik ve süs katan hususlardan biri kabul edilmiştir. Secîin biri klasik 88 anlayışa göre, diğeri yeni anlayışa göre, Recâizâde Mahmud Ekrem tarafından yapılmış iki türlü sınıflandırılması vardır. Klasik anlayışta secî mensur bir sözün son kelimesinin, şiirde ise mısraın son kelimeleri olan ve kafiyesini meydana getiren iki fâsılanın tek bir harfte birleşmesi üzerine kurulmuştur: ''Kesâfet-i sehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk'' cümlesindeki ''kesâfet-letâfet'' ve ''sehâb-şihâb'' arasında secîyi ''t'' ve ''b'' harfleri sağlamaktadır. Buna karşılık ''hâlemiz'' ve ''lâlemiz'' kelimelerini içeren bir cümlede her iki kelimenin son hecesi olan ''le'' secîyi meydana getirir. Klasik anlayışta secîyi oluşturan kelimeler arasındaki ses benzerliğinin azlığı veya çokluğu esasına dayalı olmak üzere üç çeşit secî vardır: Yalnız fâsılalar sonundaki harflerin aynı olduğu mutarraf secî, fâsılaların vezin bakımından birbirine uygun olduğu mütevazi secî ve cümlenin iki tarafının sonunda yer alan kelimelerin revî harfinin vezin ve harf sayısı bakımından birbirine uygun olmasıyla gerçekleşen murassa‘ veya müvâzî seci. Yerlerini esas alarak secileri yeniden tasnif eden Recâizâde Ekrem’e göre ise iki çeşit secî vardır. Birincisi cümle ve fıkraların arasında olup bir kelime ile birbirine bağlanmayan mutlak secîdir. Buna Nâmık Kemal’in şu sözleri örnek verilebilir: ''Sevk-i rüzgâr eczâ-yı vücûdunu târumâr ettiğinden'' Burada secîyi meydana getiren ''rüzgâr'' ve ''târumâr'' kelimelerinin son heceleridir. Bunlardan ikincisinin ardından gelen ''ettiğinden'' kelimesini rüzgâra bağlamak imkânsız olduğundan secî burada mutlaktır. Mukayyed veya rabtî secî denilen ikincisi cümle ve fıkraların sonunda bulunup aralarında bir kelime ile bağ kurulan şekillerdir. ''İlâhî, vâkıf-ı keyfiyyet-i hâl ve âlim-i dekayık-ı ef‘âlsin'' cümlesinde ''hâl'' ile ''ef‘âl'' kelimeleriyle biten cümleler ''ve'' ile birbirine bağlanmaktadır. Secîin tekellüfsüz olması, az ve eşit sayıda kelimelerden meydana gelmesi, bu eşitlik sağlanamazsa ikinci cümlenin son kısmında yer alan kelimelerin öncekinden az olması gerekir. Seci yapmak için mânanın tekrarı, lafza tâbi olması veya lafza feda edilmesi önemli birer kusurdur. Belâgat kitaplarında tasrî‘, muvâzene, mümâsele, lüzûm-ı mâ lâ yelzem, tarsî‘ gibi seci ile ilgili ve ona bağlı sanatlardan da bahsedilmiştir (Bilgegil, s. 338-341 Türk edebiyatında secî uygulamasına düz yazı dilinde (inşâ) ve resmî yazışmalarda daha önemle yer verildiği açık olmakla birlikte bazı örneklerin konuşma diline de girdiği görülmektedir. Türk hitabet sanatının en eski belgesi kabul edilen Orhon yazıtlarında ve konuşma dilinin zengin ve etkili örneklerini içine alan Dede Korkut hikâyelerinde bu husus dikkat çekmektedir. Vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet sahası secîin en etkili olduğu alandır. Nitekim günümüze intikal etmiş metinlerde bu özellik açıkça görülmekte, çoğu Arapça kaleme alınmış vaaz ve hutbe mecmualarında bu tarz örnekler bulunmaktadır. Kelime gruplarında da rastlanan secîler daha çok atasözleri ve vecizelerde bir âhenk unsuru olarak yer almış, secînin sağladığı âhenk unsuru onların ezberlenmesini kolaylaştırmıştır. Bunlara, ''Abdal tekkede hacı Mekke’de bulunur''; ''Aç koyma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin''; ''Açın amanı olmaz, tokun imanı olmaz''; ''Bir şeyi murad etme, olduysa inad etme''; ''Yağmur yel ile, düğün el ile'' gibi atasözleri örnek gösterilebilir. Sözlü edebiyat alanının önemli bir bölümü olan dua metinlerinde secî etkili bir ifade tarzı olarak dikkat çekmektedir. ''Duâ-nâme'' adıyla anılan bu Türkçe eserlerin bilhassa mensur olanları bu üslûpla kaleme alınmıştır. Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Mevhibetü'l-vehhâb adlı 30’a yakın baskı yapmış eserindeki Türkçe, Arapça ve Farsça dualar, secili ifadenin başarılı örnekleridir. Daha çok Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlara ait manzum ve mensur dua metinleri sayılabilecek gülbanklar ve tercümanlar da secîli olarak tertip edilmeleriyle dikkat çekmektedir. 89 Secînin yazılı edebiyattaki kullanımı daha geniş ve daha itinalıdır. Özellikle mensur divan dîbâceleri başta olmak üzere manzum ve mensur eserlerin başlangıçlarında bu üslûba daha çok önem verilmiştir. Bunlar birer mukaddime olmaktan öte müellif veya şairin ifade sanatındaki gücünü gösteren metinler haline gelmiştir. Bütünüyle secîli ifadelerle kaleme alınmış olduğu için burada özellikle anılması gereken eserlerin en önemlisi secî sanatının Türk dilindeki en mükemmel örneği olan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sidir. Bu eserin açtığı yolda kaleme alınan Müzekki'n-nüfûs, Tezkiretü'l-evliyâ, Menâkıbnâme gibi tasavvufî kitaplarla Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın Ma‘rifetnâme’si gibi ansiklopedik eserler, vak‘anüvis tarihleri başta olmak üzere çeşitli tarih kitapları, Siyer-i Veysî, Şekåik tercüme ve zeyilleriyle şuarâ tezkireleri gibi biyografik eserlerde de bol secili ifadeler görülmektedir. Tanzimat’tan sonra Şinâsi, Nâmık Kemal ve Recâizâde Ekrem gibi ediplerin bu konudaki tenkitleriyle secîli ifadeye rağbet ciddi ölçüde azalmıştır. 3. Itnâb “Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi” anlamına gelen bu belâgat terimi, hem olumlu hem de olumsuz olarak ele alınmıştır. Genellikle “sözü gereksiz yere uzatmak, lafı dolaştırmak” biçiminde menfi mânasıyla anlaşıldığı için belâgat kitaplarında çok defa “haşiv” yahut onun zıddı olan “îcâz” ile beraber işlenmiştir. Ancak anlamı bütün yönleri kapsayacak genişlikte ve kuvvetle belirtmek için yapılan gerekli uzatmalar da ıtnâbla ilgili bulunmuş, böylece ortaya makbul olan ve olmayan ıtnâb çıkmıştır. Türkçe belâgat kitaplarında ıtnâbın üçe ayrılarak incelendiği görülmektedir. 1. Itnâb-ı Makbûl. Mânayı açıklığa kavuşturma, pekiştirme, mübalağa ve tasvir amacına yönelik bir fayda elde etmek üzere sözü uzatma veya tekrarlamadır. Câiz görülen bu ıtnâb bir yahut birden fazla unsurla gerçekleştirilebilir. Nedim’in, “Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz (Baş üzre yerin var) Gül goncesisin kûşe-i destâr senindir” mısraları arasında paranteze alınmış olan cümle açıklama (tafsil) için yapılmış makbul ıtnâba örnektir. 2. Itnâb-ı Mümil. “Bıktıran, usandıran uzun söz” demek olan bu tabirle ya manzumede vezin doldurma veya gereksiz yere sözü uzatma, ifadeye lüzumsuz kelime veya cümle katma işi kastedilmiştir. Bazı kitaplarda “ıtnâb-ı muhil” şeklinde de zikredilmektedir. Sünbülzâde Vehbî’nin: “Harfgîr olma zerâfet satma Sözüne kizb ü dürûğu katma” beytinde “yalan” mânasına gelen “kizb” ve “dürûğ” kelimeleri haşvi kabîh olarak ıtnâb-ı mümille örnek gösterilmiştir. 3. Itnâbı Ma’nevî. Belâgat kitaplarında “haşv-i ma’nevî” şeklinde de yer alan bu ıtnâb türü “ifadede mânanın farklı lafızlarla tekrarı” şeklinde tarif edilmiştir. “(İtaat kıl) sözüme (olma âsî)” mısraı buna örnektir. 90 4. İktibas “Kur’an ve hadisten alınmış bir ibareyi beyte/mısraa/cümleye yerleştirmek” şeklinde tanımlanabilecek bu sanatla, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde çokça karşılaşılmaktadır. Türk edebiyatında yenileşme dönemine kadar âyet ve hadislerden seçilen ibarelerin aktarılması şeklinde kullanılmışken sonraları iktibas edilen metinler çok çeşitlenmiş ve her türlü nakil bu kapsama dahil edilmiştir. İktibas, ayrıca benzer özellikler gösteren irsâl-i mesel (îrâd-ı mesel), telmih ve mülemma’ (ilmâ’) gibi sanatlarla karıştırılmıştır. Ancak atasözleriyle örnek verme açısından irsâl-i meselden, cümle veya beytin tamamını aktarma bakımından tazmin, taştîr ve tahmisten, ibareyi esas lafzıyla nakletme yönünden telmihten ayrılmaktadır. İktibas genel olarak iki başlık altında ele alınabilir. Müstahsen İktibas. Söz veya yazıda dini ölçülere aykırı düşmeyecek şekilde yapılan nakillerdir. Bu türde esas özellik aktarılan sözün asıl anlamı dışında kullanılamaz oluşudur. Müstahsen iktibas da ikiye ayrılır. a) Ahsen İktibas. İktibas edilen âyet veya hadis arasındaki uygunluğun hoş bir tesir bırakması, muhatapta heyecan uyandırması ve anlamı güçlendirmesinin yanında öğüt özelliği de taşımasıdır: “Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer ‘Beşşiri’l-katile bi’l-katli’ dedi Peygamber.” İkinci mısrada tırnak içinde verilen hadis “katili ölümle cezalandırılacağını belirterek ikaz edin” demektir. b) Hasen İktibas. Nakledilen âyet veya hadisle içinde zikredildiği ibare arasındaki ilginin öğüt verme dışında yukarıdaki şartları taşımasıdır. Yahya Kemal’in: “Mesâğ olaydı eğer ‘lâ şerike leh’ derdim Nazîri gelmedi âlemde hüsn ü ân olalı” beytinin birinci mısraında iktibas edilen, “Onun eşi ve benzeri yoktur” (el-En’âm 6/163) manasındaki âyet güzel bir örnektir. c) Müstehcen İktibas. Âyet ve hadislerden dinin ölçülerine aykırı ve İslâm âdâbına uygun düşmeyecek şekilde yapılmış aktarmalardır. Özellikle hiciv ve hezel türü şiirlerde dinî esasları hafife alan bu çeşit iktibaslardan kaçınılması tavsiye edilmiştir Bunun dışında iktibas tam ve nâkıs olarak da ikiye ayrılır. Bu türler, nakledilen âyet veya hadisin bütününün yahut bir kısmının aktarılmasıyla ortaya çıkmıştır. Bilhassa kısmî iktibaslarda vezin zarureti sebebiyle nakledilen metinler üzerinde birtakım değişiklikler yapıldığı görülmektedir. Metinde kullanılan lafzın Kur’an ve hadiste aynen yer almadığı, fakat bu mânaya gelen farklı ibarelere dayandırılarak yapılan iktibaslar da vardır. Şeyhî’nin bir na’tındaki: 91 “Ey fahr-i halk kimde ola zehre utsa e Çün Hak dedi “leamrüke levlâke ve’d-duhâ” beytinin ikinci mısraında önce Hicr sûresinin 72. âyetinin başında yer alan, Allah’ın Hz. Peygamber’in hayatı üzerine yemin edişine ait ibare, ardından, “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” anlamındaki kutsî hadisin ilk kelimesi, sonra da Resûl-i Ekrem’e müjde vermek için indirilen Duhâ sûresinin, “Kuşluk vaktine yemin olsun ki” mânasına gelen ilk âyeti nakledilerek tam ve nâkıs iktibaslar bir mısrada toplanmıştır. Günümüzde edebî veya ilmî her türlü iktibasa “alıntı” denilmektedir. Tanzimattan sonra âyet ve hadislerden başka Arapça ve Farsça kelâm-ı kibarlar (vecize) yanında meşhur mısralar ve sözler de iktibas kapsamına girmiş, hatta âyet ve hadisleri meâlen zikretmenin de iktibas çerçevesinde değerlendirildiği olmuştur. Sözlüklerde âyetlerden, hadislerden ve edebî eserlerden örnek (şevâhid) aktarmanın adı olan istişhâd da bir nevi iktibastır. Manzum kırk hadis tercümelerinde, hadis metinlerinin kıtaların son mısralarına yerleştirilmek suretiyle nakledilmesi de iktibas sayılabilir. Âlî utsafa Efendi’nin kırk hadis tercümesinden alınan: “San’at-ı kesbe rağbet et her gâh Onu bil devlet-i ma’âşa güvâh Hak sever kâsibi niteki Resûl Dedi ‘el-kâsibü habîbullah’” kıtası buna bir örnek teşkil eder, (Aksoy, s. 52-53). 5. İstişhad Türk edebiyatında bir edebî sanat olarak istişhâddan ziyade ona çok benzeyen “irsâl-i mesel” veya “iktibas” tercih edilmiş, bu sebeple Türkçe belâgat kitaplarının çoğunda istişhâd bahsi yer almamıştır. İrsâl-i meselde, örnek olarak atasözleri veya benzer özlü sözler, iktibasta, âyet ve hadisler zikredilir. İstişhâdda ise örnek söz veya mısraların kime ait olduğunun belirtilmesi gerekir. Belâgat terimi olarak istişhâdın asıl malzemesini doğruluk, güzellik, yaygın kullanım gibi farklı özelliklere sahip kalıplaşmış ifadeler oluşturur. Şair veya yazarın ifadeyi kuvvetlendirmek, anlamı zenginleştirmek, sözü daha sanatlı hale getirmek gibi amaçlarla âyet veya hadis, atasözleri, vecize, mısra ve beyit zikretmesi istişhâdı ortaya çıkarır. Türk nesrinin başlangıcından itibaren istişhâdın kullanıldığı görülmektedir. Orta Asya devresinde kaleme alınan Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp kısa ve secili cümle yapısına sahip Rabguzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı ile gelişen bu anlatım tarzı, Dede Korkut hikâyelerinden bu yana atasözlerinin de bu amaç için kullanılmaya başlanmasıyla zenginleşmiştir. Anadolu sahasında kaleme alınan ilk eserlerde çok sayıda istişhâd örneğinin bulunduğu görülmektedir. “Divan nesri” adıyla anılan yazı dilinde Sinan Paşa’nın Tazarruât’ından itibaren rağbet gören bu üslûp özellikle sanatkârane nesirde yaygın bir kulla- 92 nım alanı bulmuştur. Başlangıçta daha çok eserlerin mukaddime kısımlarında görülen ve âyet, hadis, İslâm büyüklerinin ifadelerinden seçilmiş sözler, Arapça ibareler, XV. yüzyılın ikinci yarısından sonra gelişen inşâ anlayışının da etkisiyle bilhassa mensur eserlerin bütününe yayılmıştır. Ayrıca özellikle şiir şerhlerinde istişhâd için âyet ve hadislerden özlü sözlere, mısralardan manzumelere kadar her çeşit malzemenin kullanıldığı görülür. İktibas ve istişhâd yoluyla ifadeyi zenginleştirme ve süsleme anlayışı Türk nesrinde ayrı bir yeri olan divan mukaddimelerine de yansımış bulunmaktadır. Türk nesrinde en sanatkârane istişhad örneklerine hangi müelliflerin eserlerinde rastlayabiliriz, araştırınız. Teşbih Klasik İslâm belâgatıyla Batı retoriğinde, mecazla birlikte ele alınmış bir sanat olarak üzerinde çok geniş bir şekilde durulmuştur. Teşbihle mecazın esas farkı kelimelerin gerçek anlamıyla kullanılmasıdır. Türkçe’de teşbih edatı günümüzde kullanılan “gibi” takısıdır. Ancak eski edebî metinlerde bunun yanında “tek, sanki, nitekim, çün, güya, gûne, mânend, kadar, sıfat, misal” kelimeleriyle “-casına, -cılayın, -âsâ, -veş, -vâr” ekleri de çokça kullanılmıştır. Teşbihler şekil ve muhtevalarına göre farklı gruplar halinde incelenmiştir. Hepsinde belirleyici unsur teşbihin dört rüknüdür: Benzeyen (müşebbeh), benzetilen (müşebbehün bih), benzeme yönü (vech-i şebeh) ve teşbih edatı (edât-ı teşbih). Bir teşbihte ya bütün teşbih unsurları yer alır veya bunlardan en az ikisi bulunur. Dört çeşit teşbih vardır. 1. Mufassal teşbih. Tam teşbih adı da verilen bu çeşit teşbihlerde bütün unsurlar zikredilir. Bâkî’nin: “Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâdâna kitâb-âsâ” mısraında yüzü gül, benzeyen; kitap, benzetilen; açılmak, benzeme yönü; -âsâ, benzetme edatıdır. 2. Mücmel yahut muhtasar teşbih. Bu türde benzeme yönü zikredilmez. Bu teşbih mufassal teşbihe göre daha abartılı bir söyleyiş olup belâgat açısından daha makbul sayılır. Yahya Kemal’in: “Rûyâ gibi bir yazdı yarattın hevesinle” mısrasında yaz benzeyen, rüya benzetilen, gibi benzeme edatı olup benzeme yönü ise okuyucunun anlayış ve hayaline bırakılmıştır. Mücmel teşbih herkes tarafından anlaşılması biraz zor olan bir sanattır. 3. Müekked (mûcez) teşbih. Diğerlerine daha sanatlı ve üstün kabul edilen bu tür teşbih, unsurlarının mümkün olduğunca azaltılımasıyla ifadenin güçlendirildiği bir söyleyiştir. Yûnus Emre’nin: “Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış Kişi yeni geline bakubanı doyamaz” beytinde dünyayı süslerle bezenmiş geline benzeten şair, böyle bir geline bakmaya nasıl doyulamazsa dünya süslerine de doyulmayacağını dile getirmektedir. Burada benzeme yönü “bakmaya doymamak” fiilidir. 93 4. Beliğ teşbih. Teşbihin iki ana unsurunun yani benzeyen ve benzetilenin kullanıldığı teşbihtir. Mana daha etkili ve abartılarak ifade edildiğinden teşbih türlerinin en makbulü sayılır. Batı retoriğinde “metafor” (istiâre) olarak tanımlanan bu teşbihte benzetme niyetinden ziyade istiârede olduğu gibi anlam aktarımı söz konusudur. Yahya Kemal’in, “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” mısraı bir teşbîh-i belîğ örneğidir. Şair konuştuğu dili doğrudan anne sütüne benzetmektedir. Burada benzeme yönü muhatabın anlayışına bırakılmıştır. Belâgat kitaplarında yer alan teşbih türlerinin sayısı ve sıralanması hususunda farklılıklar görülmektedir. Bu husus konuya yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, böylece teşbih çeşitlerinin sayısı da mefrûk, melfûf, tesviye ve teşbîh-i cem‘ vb. şeklinde artmaktadır. Teşbihler farklı bakış açılarına göre daha değişik biçimlerde de sınıflandırılmış olup bu hususta kesin bir sınır çizmek mümkün değildir. 6. İstiâre Sözlükte ''ödünç istemek, ödünç almak'' anlamına gelen istiâre kelimesi bir belagat terimi olarak, ''bir kelime veya ibarenin, teşbihi kuvvetlendirmek, onu abartarak muhataba daha güçlü yorum imkânı sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması'' şeklinde tarif edilmiştir. İlk devrede bazı belâgat âlimleri istiâreyi bir teşbih türü olarak kabul etmişlerse de daha sonra gelenler onu bir mecaz türü olarak da görmüşlerdir. Ancak teşbihte benzeyen ve benzetilen birlikte kullanılırken istiârede bunlardan yalnızca biri yer alır. Mecazda ise istiârenin aksine benzetme amacı bulunmaz. Kur’ân-ı Kerîm en güzel istiâre örnekleri bakımından zengin olduğundan bu vadide çok etkili anlatıma sahip örnek bir metin kabul edilmiştir. Onun îcâzını sağlayan özelliklerden biri de engin tasvir ve mâna yüklü bu istiarî mecazlar olduğundan Türk-İslâm edebiyatı şair ve yazarları da eserlerinin bu vasıflara sahip bulunmalarının onları okuyanlar üzerindeki üzerindeki etkilerini artıracağından bu sanatı özellikle benimsemişlerdir. İstiâre, Türk dilinin tabii yapısında ve özellikle deyimlerde çok yer bulmuş bir sanattır. Hatta günlük konuşma dilindeki istiâreli anlatım Türkçe’yi güzelleştiren dil husûsiyetlerinin başında gelmektedir. Bir kelimeyi asıl anlamını akla getirmeden kullanmanın, mânayı güzel ifade etmede en etkili yol kabul edilmesi istiârenin önemini arttırmıştır. Bir süsten ziyade dilin tabii bir parçası olarak günlük dilde de yer alan bu tür kelimelere: “sersem yerine ''kaz'', inatçı yerine ''keçi/katır'', asık suratlı veya zalim yerine ''Nemrut'', âşık veya şaşkın yerine ''Leylâ'' gibi” örnekler verilebilir. Ayrıca dilimizde pek çok benzeri bulunan “ağır söz, baştan çıkmak, kulak kabartmak, sözünde durmak, yufka yürekli” gibi istiâreye dayalı bazı deyimler de önemli bir yekün tutmaktadır. Belâgat kitaplarında istiâre genellikle üç ana başlık altında incelenmiştir. 1. Açık İstiâre (istiâre-i musarraha). Yalnızca benzetilenle yapılan istiaredir. Benzetilen unsurun açık olarak zikredildiği bu türe güzel bir misal olarak Yahya Kemal’in: ''Zaman o gül gibi gül görmemiş zamân olalı Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı'' 94 beyti verilebilir. Burada gül kelimesiyle Peygamber Efendimiz kastedilmiştir. Çünkü Türk edebiyatında gül remzi öncelikli olarak peygamberimiz için kullanıldığından açık istiâre yapmıştır. 2. Kapalı İstiâre (istiâre-i mekniyye). Yalnızca benzeyenle yapılan bu türde benzetilen öğe zikredilmeyip okuyucunun onu belirlemesini sağlayacak bir ipucu mevcuttur. Bâkî’nin: ''Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan'' beytinde bahçedeki ağaçların dervişlere benzetilmesi kapalı istiâredir. Burada ağaçlar (benzeyen) söylenmiş, fakat derviş (benzetilen) söylenmeyerek, onun yerine ''tecrid hırkasına girmek'' ve ''el almak'' gibi dervişlere ait iki özellik ipucu olarak zikredilmiştir. Her kapalı istiârede, ona bağlı biçimde hayal gücüne dayanan ''istiârei tahyîliyye'' adı verilen bir istiâre türü daha ortaya çıkar. Bâkî’nin bu beytinde hayal gücünün benzetilenin özelliklerini benzeyene (ağaçlar) isnat etmesi de aynı zamanda istiâre-i tahyîliyye olur. 3. Mürekkep istiâre (İstiâre-i temsîliyye). Batı retoriğinde bu türe “alegori” denilmektedir. Bu sanat istiârede yer alan bir unsurun değişik yönleri ve özelliklerinin benzetme konusu yapılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Gizl gizli iş yapan bir kimse hakkında, ''Saman altından su yürütüyor'' denilmesi de bu tür bir istiâredir. Bu tür istiâreler dilde yaygınlık kazandığında mesel/atasözü haline gelir: “Ayağını yorganına göre uzat!” atasözünde olduğu gibi. Temsilî istiarenin en güzel ve beğenilmiş yeni örneklerinin başında Faruk Nafiz’in: ''Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor'' mısralarıyla başlayan ''At'' şiiri gelmektedir. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı'ndaki şahlanışını yağız atla temsil eden bu şiir, temsilî istiare üzerine kurulmuş ve her beyitte benzetmenin farklı yönleri sıralanmıştır. İstiârenin bunların dışında da istiâre-i asliye, istiâre-i tebeiyye vb. başka bazı sınıflamaları da yapılmıştır. İstiârenin okuyucu ve dinleyicinin tasavvuruna etkisi ne olabilir, araştırınız. İstiare sanatına Türk edebiyatında en çok klasik şairler ilgi duymuştur. Bunun sebebi, Osmanlı şiirinin klasik üslûbu ve mazmun denilen klişeleşmiş mecazlar yaratma gayretidir. Sevgili yerine “nigâr, büt, âfet” vb.; boy yerine “nihâl, servi, ar‘ar, şimşâd; dudak ve ağız yerine “la‘l, kadeh, hokka, nokta, gonca, gül” gibi klişeler kullanmak hep istiâreli ifadelerdir. Mecaz Bir ilgi veya ipucu ile gerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi ifade eden bu belâgat terimi, kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların en önemli ve yaygın olanıdır. Bu konuyla ilgili bilgilere geçmeden önce ke- 95 limelerin anlam bakımından üç farklı özelliği bulunduğunu hatırlamakta fayda vardır. Bunların ilki kelimenin manâ-yı hakîkî/aslî de denilen asıl anlamıdır. Günümüzde ise “öz anlam, temel anlam, düz anlam” terimleri kulanılmaktadır. “Göz” kelimesinin görme organının adı olarak kullanılması onun hakiki mânasını karşılamaktadır. “Su kaynağı, su menbaı” yerine kullanılması da böyledir. İkincisi manâ-yı tâlî de denilen yan anlamdır. Kelimenin kullanımı sırasında zamanla kazandığı ikinci derecedeki manasıdır. Günümüzde buna “türeme anlam, üreme anlam, kullanış anlamı” gibi adlar da verilmiştir. Terazi kefesi için “göz” denilmesiyle kelimenin yan anlamı ifade edilmiş olur. Üçüncüsü mecâzî anlamdır (ma’nâ-yı mecâzî). Kelimenin asıl ve yan anlamlarının dışında ilişki ve benzerlik yoluyla daha başka ve farklı bir kavramı ifade etmek üzere kazandığı yeni manadır. Günümüzde “mecâzî mâna” denildiği gibi “iğreti anlam, imgesel anlam, değişmece anlamı” gibi yeni isimlendirmeler de kullanılmaktadır. “Gözü doymaz” veya “aç gözlü” deyimlerindeki “göz” mecazi anlamdadır. İşte mecaz sanatı bu anlamdan hareketle doğmuş, kelimenin lafzı ile mânası arasındaki alâka üzerine kurulmuştur. “Mecazda esas olan anlaşılır bir müphemiyettir. Yani kelimenin hakiki mânası ile mecaz anlamı arasında bir taraftan bir ilginin, diğer taraftan gerçek mânasının anlaşılmasına “karîne-i mânia” denilen aklî bir engelin mevcudiyeti lâzımdır. Bu ise sözün gerçek anlamında kullanılmadığını gösterir. Bu delil bazan ibarenin içinde yer alır, bazan da “siyak ve sibak” denilen sözün bağlamından anlaşılır veya hissedilir. Nitekim, “Onun otomobili uçuyor” cümlesindeki “uçmak” kelimesi, otomobilin uçması mümkün olmadığı için gerçek anlamının dışında ve mecaz olarak kullanılmıştır. “Gözü açık” deyiminin “becerikli”, “kulağı delik” tabirinin ise “olan bitenden haberdar” mânasına kullanılmasında da aynı özellikler bulunmaktadır. Mecazlar söze güzellik, canlılık ve etkinlik katar; konuşanın ifade etmek istediğinin daha kuvvetle anlaşılmasına imkân tanır; muhatabın kavrayışını arttırdığı gibi ona güzel bir duygu ve bir nevi heyecan verir. Ayrıca mecaz denildiğinde umumiyetle mecâz-ı mürselin anlaşılması gerektiği hususunda bir görüş birliği bulunmaktadır. Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre kaç kısımda ele alınmışlardır, araştırınız. 7. İrsâl-i Mesel “Îrâd-ı mesel” diye de adlandırılan bu sanat manzum yahut mensur bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü, özellikle “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilir. Bu bakımdan iktibasa, kullanılan sözle asıl anlatımdaki mana benzerliği dolayısıyla teşbihe ve anlatımla örnek gösterilen öğelerin denkliği yönünden leff ü neşre benzer. Manzum yahut mensur her tür ve şekilde edebî metinde yer almakla birlikte çoğunlukla beyitler halinde yazılan şiirlerin ikinci mısraında bulunan atasözü üzerinde, onu mısraa veya vezne uydurmak için küçük değişiklikler yapılabilir. Ayrıca ibarenin atasözü olduğuna veya herkesçe kabul gören bir ifade bulunduğuna dair ‘’meşhurdur, meseldir, derler, denilmişdir, zira, elbette, nitekim’’ gibi kelimeler de kullanılabilir. Nakledilen söz başka dillerden geçmiş ve dilimizde de atasözü gibi kullanılmakta olan bir hükmü ifade edebilir. Fuzûlî’nin: 96 “Geçtiğim dünyadan vü ukbadan seninçün oldu fâş Doğru derler ‘küllü sırrı câveze’l-isneyni şâ’” beytindeki kullanım buna iyi bir örnektir. Şair burada “bir sır iki kişiyi aşarsa fâş olur, onu herkes duyar” manasına gelen Arapça atasözünü ustaca beyte yerleştirerek “doğru derler” hükmüyle bunun bir atasözü olduğuna, işaret etmiş olmaktadır. Şair herkesçe bilinen bir gerçeği örnek verirse buna ‘’îrâd-ı mesel’’ denir. İrsâl-i mesel belâgat açısından daha değerli olup mısraı berceste gibi kolayca hâfızada kalır. Ayrıca vezne uygun atasözlerinin bir kısmının, ilk mısraları unutulmuş irsâl-i mesel örnekleri olduğu düşünülebilir. Koca Râgıb Paşa’nın: ‘’Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun Şecâat arzederken merd-i kıbtî sirkatin söyler’’ beytiyle Nev‘î’nin: ‘’Geldimse ne var ben şuarâ bezmine âhir Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir’’ beytinin ikinci mısraları gibi. 8. Tazmin Tazmin “başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılması”anlamına gelir. Eskiden nazım ve nesir için müştereken kullanılırken gazeteciliğin yayılmasından sonra tazmin nazma, iktibas nesre ait bir terim haline dönüşmüştür. Tazmin daha ziyade gazel ve kasidede uygulanır. azen tek beytin başına mısra ilâvesiyle birden fazla bent oluşturularak tazmin beytinin her bentte tekrarlandığı musammatlara da yazılmıştır. Tazminde alıntılanan şiir parçasının kime ait olduğunu söylemek bir kuraldır. Nef‘î’nin: “Bihamdillâh zamânında be-kavl-i Sabri-i Şâkir Girîbân-ı felek mehcûr-ı dest-i âh-ı şekvâdır “ beyti buna iyi bir örnektir. Çok bilinen bir mısra veya beytin iktibas edilmesi halinde şairin adının söylenmemesi kusur sayılmamaktadır. 9. Tecâhül-i ârifâne Osmanlı edebiyat çevrelerinda kısaca “tecâhül” veya “tecâhül-i ârifâne” şeklinde anılan tecâhül-i ârif sanatı, şiir ve nesirde, “bilinen bir hususun bir nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesi”şeklinde tarif edilebilir. Batı retoriğindeki karşılığı ironidir. Şair bunun için muhatabına aslında cevabını bildiği sorular sorar. Böylece hem maksadı doğrudan söylemenin basitliği yahut yeknesaklığı kırılmış olur, hem de söze nükte ve zarâfet kazandırılır. Tecâhül-i ârifte gözetilen nükteler muhatabı neşelendirmek, azarlamak, şaşırmasına sebep olmak, hislerinin şiddetini ortaya koymak ile övme ve yermede abartı şeklinde sıralanabilir. Şeyhî’nin: 97 “Melek misin yâ perîsin yâ rûh-ı kudsî aceb Bu hüsn ile bu melâhat beşerde buluna mı?” beytinde başvurduğu tecâhül güzel bir örnektir. Şair, sevgilisinin güzelliğini övmek için onun insan üstü bir varlık olmadığını bildiği halde bilmez görünmekte onu melek, peri hatta Cebrâil’e benzeterek güzelliğini abartmaktadır. Azarlama yahut şaşırma amacıyla tecâhül-i ârife başvurulmasına Hüsnî’nin şu beyti örnek gösterilebilir: “Ey hâk-i Kerbelâ nedir ol sebz câmeler Eyyâm-ı mâtemin bu mudur resm ü âdeti.” Baharın gelişiyle Kerbelâ toprağının yeşillere büründüğünü gören şair onu Muharrem matemine kayıtsız kalmakla suçlamakta matem renginin siyah olduğunu bildiği halde, “Yoksa oralarda, matem günlerinde de yeşil giyinme âdeti mi vardır?” diyerek tecâhül göstermektedir. Tecâhül-i ârif daha çok soru sorma (istifham) yoluyla oluşturulduğundan klasik belâgat kitaplarında istifham konusu bu bahis içinde ele alınmışsa da ilk defa Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta ayrı bir edebî sanat şeklinde tanımlanmıştır Buna göre istifhamda sorulan soruya cevap beklenmez. Ancak ifadeyi güzelleştirmek, bir düşünceyi vurgulamak, dikkat çekmek, söze samimiyet katmak gibi sebeplerle soru sorulması bir sanattır. İstifhama başvuran kimse bazan konuyu tam bilmeyen, onu anlamaya çalışan bir kişi hüviyetine bürünür; bu durumda istifham tecâhül-i ârife yaklaşır. Tecâhül-i ârifte istifham çoğunlukla bir üslûp özelliği olarak kullanılmaktadır. İstifham sanatında düşünce soru şeklinde dile getirilir. Tecâhül-i ârifte cevap sorunun içine yerleştirilerek muhataba sezdirilir, ayrıca burada mecâzî anlam gözetilir. Aksi takdirde ifade, beklenen etkiyi meydana getirmeyeceği gibi, muhatabı incitici bir söz haline de dönüşebilir. İstifhamda ise kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır. Bununla birlikte istifhamla tecâhül-i ârif arasında kesin bir ayırım yapmak her zaman mümkün değildir. Tecâhül-i ârif en çok hangi sanatlarla birlikte kullanılabilir, araştırınız. 10. Teşhis ve İntak Tahayyüle bağlı sanatlardan olan teşhis “varlıkların kişileştirilerek yeni kimlikler kazanması” şeklinde tanımlanabilir. Genelde intak ile bütünlük kazandığından her intak sanatına başvurulduğunda orada teşhis de bulunur. İntak ise “konuşma, insan gibi dile gelme” demektir. Pek çok eski örneği bulunmakla birlikte müstakil olarak Batı retoriğinin etkisiyle Türk belâgatına girdiği kabul edilen bir sanat görünümündedir. Nâmık Kemal’in “Baykuş Sesi” adlı manzumesindeki: “Serilip hâk-i hakarette vatan can veriyor Yetişin son nefesimdir, gelin imdâda diyor Sevgili vâlidemiz âkıbet elden gidiyor Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini 98 Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini” kıtası hem teşhis hem intak sanatına güzel örnektir. İlk mısrada canlı varlıklarla ilgili olan “can vermek” fiili vatan için kullanılarak teşhis yapılmakta, vatanın, “Yetişin son nefesimdir” diye imdat istemesiyle intak ortaya konmaktadır. Divan şairleri teşhisi intak dolayısıyla daha sık kullanırlar. İstiare, mecâz-ı mürsel veya teşbih gibi sanatlarda, insana ait özellikler insan dışı varlıklar için kullanıldığında kısmen teşhis içerir. Ta‘lîm-i Edebiyyât’tan önceki edebiyat nazariyesine dair eserlerde ve klasik belâgat kitaplarında teşhis terimi yer almadığı gibi başka bir adlandırma ile de geçmez. Teşhis ve intakı “mecazın en etkili türleri” diye tanımlayan Recâizâde Mahmud Ekrem bunların gerçek sanatkârlar tarafından kullanıldığında söze bir değer katabileceğini, aksi takdirde anlatımda basitliğe düşüleceğini ileri sürer. Günümüzde çocuklar ve gençler için yazılan fabllerde bu sanattan bolca yararlanılmaktadır. 11. Hüsn-i ta’lil Türk edebiyatında hüsn-i ta‘lîl’e, ''hüsn-i tevcîh'' de denilir. Hüsn-i ta‘lîl, “bir olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılması” şeklinde tarif edilebilir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu katmak, hayatı ve dış dünyayı gönlüne aksettiği gibi algılamak isteyen her sanatkâr hüsn-i ta‘lîle başvurur. Böylece, “yağmurun yağışı semanın kendisi için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe benzeyen sevgiliyi hatırladığında hasretle göz yaşı dökmesine, miskin siyahlığı yüzünün karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan servi boyluyu seyretme arzusuna” bağlanır. Genellikle ilk mısrada sözü edilen husus, ikinci mısrada alışılmışın dışında bir sebeple izah edilir. Zikredilen gerçek dışı sebep, muhatabın da aynı hislere dalmasına ve hayrete düşmesine sebep olur. Fuzûlî ''Su Kasidesi''ndeki: ''Hâki pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su'' beytinde suyun gürül gürül akışını, Hz. Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için hasretle başını taştan taşa vurarak akması şeklinde göstermektedir. Hüsni ta‘lîl Türk-İslâm edebiyatı eserlerinde özellikle şiirde sıkça kullanılmıştır. 12. Tenâsüb Sözlükte “uyum, orantı, yakışma” anlamına gelen tenâsüb kelimesi, edebiyat terimi olarak “aralarında karşıtlık dışında bir ilgi bulunan iki veya daha çok kelimenin anlam güzelliğini ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla aynı sözde bir araya getirilmesini” ifade eder. Eski belâgat kitaplarında aynı veya yakın anlamda “cem‘iyyet, mürâât-ı nazîr, tevfîk, telfîk, i’tilâf” gibi terimler de kullanılmıştır. Tenâsübün sağlanması için genellikle birbirine yakın veya farklı ilim dallarına ait terim ve kavramların, tarihî ve efsanevî kahramanları yahut bu isimler etrafında gelişen olayları hatırlatan kelimelerin, birbiriyle alâkalı hayvan, bitki ve çiçek adlarının aynı ibare, mısra veya beyit içerisinde zikredilmesi gerekir. 99 Tenâsübün edebî sanat derecesine ulaşabilmesi için kelime seçiminde titiz davranılması gerekir. Anlamca yakın kelimelerin gelişigüzel veya zorunlu biçimde bir araya gelmesiyle tenâsüp gerçekleşmez. Meselâ, “Öğrenci bugün okulda öğretmenini dinlemedi” cümlesinde öğrenci, okul ve öğretmen kelimeleri anlamca birbirleriyle ilgili olmakla birlikte cümlede tenâsüp sanatı yoktur. Tenâsüp, diğer edebî metinlerde de yer almakla birlikte özellikle şiirde çok kullanılmıştır. Divan şairleri tenâsübü bir nükte oluşturacak biçimde kullanmıştır. Bursalı Ahmed Paşa’nın: “Mest oluptur çeşm ü ebrûnun hayâlinde imam Okumaz mihrâpta bir harf-i Kur’ân’ı dürüst” beytinde imam, mihrap ve Kur’an kelimeleriyle tenâsüp yapılmış, imamın mihrapta sevgilinin kaşı ve gözünün hayaliyle (divan şairleri mihrabı sevgilinin kaşına benzetirler) kendinden geçtiği için âyetleri doğru okuyamayacak duruma geldiği nükteli bir şekilde anlatılmıştır. Necâtî Bey’in: “Hâk-i kûyun var iken cennet anılmak sanemâ Şuna benzer ki teyemmüm edeler su olıcak” beyti de dinî terimlerin bir anlam uyumu içerisinde, başka bir anlama zemin hazırlanması ve sevgilinin mahallesi varken cenneti arzulamanın anlamsız olduğunun söylenmesi bakımından tenâsübe örnektir. Bazı şairler sırf tenâsüp sanatına dayalı şiirler yazmayı denemiştir. Âgehî’nin, “Keştî Kasidesi” yalnız gemici deyim ve terimleri kullanılarak meydana getirilmiş, daha sonra tahmîsleri yapılmış, nazîreleri yazılmıştır. 13. Leff ü neşr Sözlükte ''toplama, dürme, bükme'' anlamına gelen leff ile ''dağıtma, yayma'' mânasındaki neşr kelimelerinden oluşan leff ü neşr “cümlenin kuruluş ve dizilişiyle ilgili, anlama güzellik katan” söz sanatlarından biri olarak tanımlanabilir. Bu sanatta önce iki veya daha fazla unsur ayrı ayrı yahut kısaca zikredilir (leff), ardından bunların her biriyle ilgili öğeler anılır (neşr). İlk bölümde yer alan öğelerin ikinci bölümdeki unsurlardan hangisine ait olduğu açıkça belirtilmeden aralarındaki ilgiye göre, bunları belirleme işi okuyucuya bırakılır. Neşr’e âit unsurlar, leff bölümündekileri tamamlayıcı ve açıklayıcı nitelikte olur. Bu unsurlar ayrı ayrı zikredilmişse buna ''tafsilî'', birden çok (müteaddit) cüz veya unsuru içine alan bir tek lafız halinde anılmışsa ''icmâlî (mücmel)'' denir. Leff ü neşr, kelimelerin zikrediliş sırasına göre ikiye ayrılır; sıraya riayet edilmişse ''mürettep”, edilmemişse “gayr-i mürettep” diye ayrılır. 14. Telmih Arap-Fars-Türk kültür ve edebiyatına ait “bir metinde bu kültürlerin örnek gösterilecek değerlerine sahip kişi ve olaylarla âyet, hadis kelâm-ı kibar, atasözü vb. kalıplaşmış ibarelere gönderme yapma sanatı” olarak tarif edilebilir. 100 Lügatte “göz ucuzla bakmak, ışığın çakması, parıl parıl parlamak” gibi manalara gelen Arapça “lemh” kökünden türemiştir. Günümüz edebiyatında telmih yerine gönderme ve anıştırma, batı edebiyatında ise “allusion” ve “metalepsis” terimleri kullanılmaktadır. Telmih sanatı ve malzemesi, Türk edebiyat ve belâgatine Arap-Fars edebiyatından intikal etmiş olup, bu iki edebiyatın İslâm öncesi ve sonrasında sahip olduğu kültürel ve dini unsurlardan meydana gelmektedir. İktibas ile îrâd-ı mesel ve tazminin telmihten farkı, ilkinde ibârenin lafzen, bütünüyle veya kısmen metne aktarılması, ikincisinde ise atasözünün bazı değişiklerle zikredilmesidir. Telmihte ise bu gibi ibârelere sadece işaret edilir. Ancak bu işaretlerin açık (âşikâre) ve kapalı (müphem) olmasına göre iki türlü telmihten söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisinde, beyitte telmih edilen unsura delalet eden uygun bir kelime yer alır: Neşatî’nin: “Hâl-i dili ne yâr u ne ağyâr ile söyleş Ferhad-ı belâ-keş gibi kühsar ile söyleş” beytinde “Ferhad” ve “kûhsâr” kelimleri telmihin adresini açıkça göstermektedir: Aşkı uğruna dağları delen Ferhad’ın macerası. Kapalısında ise telmih edilen husus okuyucunun üzerinde düşünüp bir tür isabetli yoruma erişmesiyle ortaya çıkar: Şeyhî’nin: “Zaif ü acz ile sıkl-i tekellüfata hamûl Zalûm u cehl ile himl-i emânete hammal” beytinde Ahzâb sûresinin “Biz emaneti taşımayı göklere, yere, dağlara teklif ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler. İnsan onu yüklendi. Çünkü o pek zâlim çok cahildir” şeklinde tercüme edilebilecek 72. âyetine telmih bulunduğu Kur’an kültürüne vukuf yanında, insana yapılan ilahî teklifi bilme ve adem oğlunun bunu kabule yönelmesinin cehaletinden kaynaklandığını anlama nüktesi vardır. Telmih divan edebiyatıyla, dinî ve tasavvufî edebiyat üzerinde yoğunlaşan Türk-İslâm edebiyatında, müslüman milletlerin İslâm öncesi ve sonrasına ait müşterek kültürlerinde yer almış peygamberler, onların içinde yaşadıkları kavimlerle olan maceraları, yakın ve uzak çevresi, o devirde ahlâkî özellikleriyle öne çıkmış önemli şahıslar, mühim tarihî ve destanî olaylar, bunları kalıplaşmış bir şekilde anlatan ifadeler olan atasözleri, beyit ve mısralar, kelâmı kibarlar yanında, benzer muhtevaya sahip âyet ve hadislere yapılan göndermeleri içine almaktadır. Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”ndeki: “Hayret ilen parmağın dişler kim etse istimâ Parmağından verdiği şiddet günü Ensâr’a su” beytinde ise Hz. Peygamber’in Tebük gazvesi sırasında su sıkıntısı çeken ashâbının ihtiyaçlarını karşılamak için parmaklarından su akıtması mucizesine ve bu hususu nakleden rivayete de telmih vardır. Türk-İslâm edebiyatında kullanılan telmih malzemesinin bir kısmı İslâmiyet öncesindeki cahiliye kültürü ile Arap edebiyatının ahbaru’l-Arap başlığı altında toplanabilecek rivayetler, kıssalar, hikâyeler, ensab ve nevâdir gibi kadim malzemesinden -bunun içinde Leylâ ve Mecnun kıssasının ayrı bir yeri vardır- gelmektedir. Ayrıca Fars edebiyatının destanî ve hamasî -bu alandaki 101 en önemli malzemeyi veren Findevsî’nin Şehname’si ile başta İskendernâme, Tarîh-i Taberî, Âsâr-ı Bâkıye, Siyeru’l-Mülûk gibi tarihlerde yer alan isimler ve olaylardan gelen millî veya tarihi malzeme de denebilir- birikiminden gelenler olarak iki grupta toplamak mümkündür. Buna Hind destanlarından ve mukaddes kitaplarından gelerek Fars kültürüne girmiş malzemeyi de eklemek lâzımdır. Her iki edebiyatta da ilk devir şair ve yazarları telmihlerinde İslâm öncesi yerli, destanî, millî, ahlâkî ve hamasi malzemeyi daha çok kullanmışlar. X. asırdan sonra ise Türk edebiyatının da katılmasıyla her üç edebiyatın telmihlerinde kullanılan malzeme, bu eskilerle birlikte Kur’an, tefsir ve hadislerde yer alan peygamber kıssaları (kısas-ı enbiya, özellikle Hz. Âdem ile Havva, cennetten çıkarılmaları; Hz. Nuh ve Tûfan; Hz. İbrahim, putları kırması ve ateşe atılması; Hz. Yusuf, babası Ya’kub ve kardeşleri, Züleyha ile macerası; Hz. Musa, doğumu, Nil’e bırakılması, Peygamberliği, Firavunla ve Karun ile maceraları, Tur’a çıkması, Hızır ile ab-ı hayatı aramak maksadıyla yolculuğu ve karşılaştığı olaylar; Hz. Süleyman’ın başından geçenler: Saba melikesi Belkıs ile münasebeti, cinlere ve hayvanlara hükmetmesi, hüthüt ve karınca hikayeleri vs.; Hz. İsa ve annesi Meryem’den babasız doğması, beşikteyken konuşması, nefesinin ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri ve ashab-ı kefh konusundaki bilgiler –bu bilgilere israiliyyattan gelen malzemeyi de eklemek lazımdır.-), Hz. Peygamber’in hayatı (siyer, özellikle mucizât-ı nebi, mi’rac), ehl-i beyt ve hulefa-i raşidinin içinde bulunduğu mühim olaylar, Kerbelâ hadisesi, tasavvuf ve ilk mutasavvıfların içinde yer aldığı ibretlik keramet ve hadiseler olmak üzere dini-İslamî bir mahiyet kazanmıştır. 15. Ebced Arap alfabesinin “ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi” olarak tanımlanabilir. Arap alfabesi hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, harflerin önceleri “et-tertîbü’l-ebcedî” denilen “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fez, karaşet, dazığ” sıralamasıyla düzenlenmiş oldukları ifade edilmektedir. Türkçe’de bu tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam değerine sahip olmayan lâmelif ile bitirilerek “dazığlen” şeklinde söylenmekte ve ardına da daima Mü’minûn sûresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llahü ahsenü’l-hâlikın/her şeyi en güzel şekilde yaratan Allah mubarek kılsın” ibaresi eklenmektedir. Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu kelimelerin ilk üçü birler (âhâd: 1-10), ortadaki ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de yüzler (miât: 101-1000) basamağında bulunan rakamları gruplandırır. Bu konuda açık bir fikir vermek için, aynı veya yakın anlamlara gelen bazı değişik kelimelerin ebced karşılıklarının aynı sayıyı verdiği örneği gösterilebilir: Meselâ zebân/dehân=60, ilim/amel=140, ayak/kadeh=112, tevbe/peşîmân=413, dîvâne/gönül=66 gibi. Nitekim “Allah” ve “hilâl” kelimelerinin ebced değerleri (66) eşit olduğundan Türk bayrağındaki hilâlin Allah’ı sembolize ettiği kabul edilmiştir. Lâle de ebcedle aynı rakamı verdiği için, bu çiçek de aynı sembolik değeri taşır. Ayrıca Türkçe bir deyim olan “işi 66’ya bağlamak” da bu sebeple meseleyi Allah’a havale etmek şeklinde izah edilmiştir. “ Vak’anüvislerin çeşitli olayların tarihlerini tesbit maksadıyla bunların ebced karşılıkları olan kelimeleri yazdıkları, vakıf kayıtlarında da aynı usule 102 başvurulduğu bilinmektedir. Meselâ İstanbul fetih yılı Kurân-ı Kerim’deki “beldetün tayyibe” kelimesinin ebcedle karışılığı olan (h. 857/1453) yılına rastgelmekte, bu ise müslüman topluluklar tarafında ilâhî/Kur’anî bir mucize olarak kabul edilmektedir. Ayrıca pek çok alim ve şairin vefat tarihleri “fevt, mevt, adn” gibi kelimelerin ebcedle karşılıklarıdır. Devlet tarafından yaptırılan bazı sayım ve tesbitlerde ortaya çıkan rakamların değiştirilmesini önlemek için bunların yine ebced tertibindeki kelimelerle ifade edildiği bilinmektedir. Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı zannedilen, gerçekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere dayanan, evrensel gerçeklerin sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır. XVII. yüzyıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced harfleriyle ilgili olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde toplamıştır Bilhassa Hurûfîlik’le Bektaşîlik’te ve genel olarak bütün tasavvufî edebiyatlarda ebced harflerinin bazı sırları ve rakam değerlerinin de çeşitli havassı olduğu yolunda yaygın bir kanaati yansıtan manzum veya mensur birçok örnek bulmak mümkündür. 16. Tarih Düşürme Türkçe’de tarih manzumesi yazarak vuku bulan hadiselerin tarihlerini zikretmeye “tarih düşürme, tarih yazma, tarih söyleme” denilir. Tarih düşürme sanatı, XII. yüzyılda önce Fars edebiyatında ortaya çıkmış, XIV. yüzyılda Türkler’e, XV. yüzyılın ortalarından sonra ise Türkler’den de Araplar’a geçmiştir. Kanûnî devrine kadar mimari eserlerin çoğunlukla Arapça ve Farsça yazılan tarih kitâbeleri XVI. asırdan itibaren daha çok Türkçe ve manzum olarak kaleme alınmıştır. Cevdet Paşa, Türk edebiyatında manzum tarihin ilk defa Hızır Bey tarafından 850 (1446) yılında Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı bir cami için söylenen, “Câmi’un zîde ömrü men a’merehû/Bu camiyi imar edenin ömrü uzun olsun” mısraı ile başladığını söylemişse de (Belâgat-ı Osmâniyye, s. 170), mevcut bilgiler daha XIV. yüzyılda Türkler tarafından tarih manzumeleri yazıldığını göstermektedir. Türk edebiyatında tarih manzumelerinin en başarılı ve zengin örnekleri XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta öğrenme ve ezberleme kolaylığı için ortaya çıktığı tahmin edilen tarih düşürme, daha sonra şairliğin gereklerinden biri sayılarak bir nevi sanat gösterme aracı ve sanatkarın kudretinin göstergelerinden biri sayılmıştır. Türk edebiyatında XV, asırda Ahmed Paşa’dan itibaren başlayan tarih düşürmeye rağbet, XIX. yüzyılda Nâmık Kemal, Muallim Nâci, Recâizâde Mahmud Ekrem, Üsküdarlı Talat gibi birçok şair tarafından devam ettirilmiş ve sanatkarane tarih manzumeleri kaleme alınmıştır. Başta alfabe değişikliği olmak üzere eski edebiyat gibi kültürel unsurların Cumhuriyetten sonra gittikçe gözden düşürülmesi/düşmesi sonucunda azalarak da olsa devam eden tarih manzumesi kaleme alma işi Tâhirülmevlevî, Halil Nihat Boztepe, Hamâmîzâde Mehmed İhsan, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ali Nihad Tarlan, Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Çavuşoğlu ve özellikle Arif Nihat Asya gibi şairler tarafından sürdürülmüştür. 103 Tarih düşürmede genellikle hicrî kamerî yıl kullanılmakla birlikte son devirlerde hicrî şemsî, malî (rûmî) ve milâdî tarihe göre düzenlenmiş beyit ve şiirlere de rastlanmaktadır. Tarih manzumeleri divan edebiyatının hemen bütün nazım şekilleriyle yazılmakla beraber eldeki örnekler daha ziyade kıta şekline rağbet edildiğini göstermektedir. Bunlar yazıldığı nazım şekline göre divanların da aynı türden şiirlere ayrılan bölümlerinde (kasâid, mukattaât, musammat vb.) yer alır. Birçok şair ise bu tür şiirlerini divanlarının “tevârîh” başlığı altında ayrı bir bölümde toplanmıştır. Tarihler farklı biçimlerde düzenlenmiştir. 1. Lafzan (lafzî/sûrî) tarih. Tarihi verilecek olayın rakamla değil sözle zikredildiği tarihtir. Buna “düz tarih” adı da verilir. Kâtip Feyzi Efendi’nin kendi ölümü için söylediği böyle bir tarih daha sonra mezar taşına yazılmıştır: “Sıhhatimde Feyziyâ lafzan dedim târîhimi Bin yüz elli sâlde (1737) kıldım âlem-i lâhûtı câ” 2. Mânen (mânevî) tarih. Olayın tarihinin ebced hesabına göre harflerin sayı değerlerinden çıkarıldığı tarihtir. Zor söylenmesine rağmen en çok kullanılan şekil budur. III. Ahmed’in 1139’da (1726) yaptırdığı köşke Nedim’in düşürüğü: “Duâ edip Nedîmâ söyledi bu mısrâı ol dem Bu kasr-ı pâk Sultân Ahmed’e yâ Rab saîd olsun” beyti gibi. 3. Lafzan ve mânen tarih. Söylenmek istenen yılı hem sözle hem de harflerinin sayı değerleriyle ifade eden tarihtir. 1030 (1620-21) yılında İstanbul Boğazı’nın donmasına Neşâtî’nin düşürdüğü tarih gibi: “Lafzan vü mânen ona dedi Neşâtî târîh Be-meded dondu sovukdan bin otuzda deryâ” Tarihin hesaplanma şekline göre genellikle üç türlü tarihle karşılaşılmaktadır. 1. Tam (müstevfâ/mutlak) tarih. Hesaplandığında yılın tam olarak ortaya çıktığı tarih olup en makbul ve en güç söylenen çeşittir: İstanbul’un fethinin müjdelendiği yılı belirten Kur’an’daki “beldetün tayyibetün” (857/1453) ibaresi gibi. 2. Ta‘miyeli tarih. Tarih mısraındaki harflerin sayı değerinin istenen tarihi karşılamadığı durumlarda ekleme veya çıkarma şeklinde bir hesap yapılması gereğinin bir önceki mısrada söylendiği tarihtir. Bu türde bazı kelime oyunlarıyla bir sayı veya bu sayının karşılığı olan bir harf, kelime yahut tamlamanın tarih mısraından çıkarılması ya da eklenmesi suretiyle yılı gösteren sayı tamamlanır. Tarih mısraındaki eksik veya fazla sayı bir muamma, bir bilmece özelliği taşıdığından bu türe “ta‘miyeli tarih” denmiştir. Bu da açık ze gizli ta‘miye şeklinde iki türlü olur. İlkinde işaret edilen eksik veya fazla sayı kolayca bulunur- 104 ken ikinci türün çözümü oldukça zordur. Üsküdar’da Şehzâde Seyfeddin Efendi Çeşmesi’nin kitâbesi ikinci türe örnektir: “Itâş-ı ‘nâse’ işrâb eyledim târîhin ey Rahmî Ne a‘lâ çeşme âbâd eyledi Şehzâde Seyfeddin”. Birinci mısradaki “nâse” kelimesi hem “insanlara, halka” hem de “nâ-se” şeklinde “üç yok” anlamı taşıdığından tarih (1144-3= 1141) (1728-29) şeklinde hesaplanacaktır. 3. Dütâ (dübâlâ/muzâaf) tarih. Tarih mısraını meydana getiren harflerin toplamından çıkan tarih hadisenin cereyan ettiği yılın iki katını verdiği tarihtir. Harflerin kullanılışından doğan özelliklere göre tarihler birkaç türlü olur. 1. Bütün harflerle söylenenler. Bu tür tarihlerde noktalı olup olmadığına bakılmaksızın bütün harfler hesaba katılır. 2. Mu‘cem tarih. Sadece tarih mısraındaki noktalı harflerin hesap edilmesiyle ortaya çıkan bu tarih ayrıca “münakkat, menkut, mücevher, cevher, cevherî, cevherdâr, cevherîn, gevher, güher” adlarıyla da anılmaktadır. Şairler, düşürdükleri tarihin mu‘cem olduğunu genellikle tarih mısraından önce bu kelimelerden birini zikrederek belirtirler. 3. Mühmel Tarih. Yalnız noktasız harflerin hesap edilmesiyle söylenen tarihtir. Bu tür tarihe “bî-nukat, bî-cevher, sâde tarih” de denir. Noktasız harflerin ebced sisteminde sayı değeri çok olmadığından mühmel tarih çok zor söylenir. Mu‘cem ve Mühmel Tarih: Tarih mısraı veya beytindeki noktalı ve noktasız harflerin ayrı ayrı sayı değerleri toplamının aynı yılı göstermesi şeklinde düzenlenen tarihtir. Türk edebiyatında tarih düşürme bilhassa XVIII. yüzyıldan sonra bir tür hüner gösterme yarışına dönüşmüş, şairler muamma veya lugaz biçiminde, kinaye, taklîb veya tashîf yoluyla, akrostiş veya vefk tarzında anlaşılması çok zor sanatlı tarihler söylemiştir. Özet Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini belirlemede kullanılan klasik ölçme-değerlendirme birimi olan belâğat ilminin tarihçesini anahatlarıyla tanımlayabilmek. Türk-İslâm edebiyatında metinlerin sanat değerini ölçe işi Belâgat ilmine havale edilmiştir. Bu ilim önce Cahiliye şiirini değerlendirme maksadıyla Araplar arasında başlamıştır. İslâmdan sonra ise bir belâgat mucizesi olan Kur’an-ı Kerim’in İlâhî maksadını bütün yönleriyle anlama kaygısı bu konudaki çalışmaları daha da gerekli kılmıştır. Bunun neticesinde belâgat konuları başlangiçta “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’lKur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti.. 105 Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele aldığı farklı konuları kavrayarak muhtevalarını açıklayabilmek. Yine Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir metin oluşu, Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV. yüzyılları kapsayan bu ikinci devre belâgatin bir ilim dalı olarak teşekkül etmeye başladığı, terimlerinin ortaya çıktığı, yazılan eserlerde belâgat bahislerinin ağırlık kazandığı ve böylece söz konusu ilim dalının Meânî, Beyan ve Bedî’den ibaret klasik şeklini alarak teşekkülünü tamamladığı bir zaman dilimi oldu. Yine bu devrede, sonraki yıllarda Türk ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan Abdülkâhir elCürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan sahanın klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı. XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun süreyi kapsayan üçüncü safha yeni eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye ve talikatların kaleme alındığı duraklama yahut derinleşme devresidir. Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesinin etkisiyle, biri klasik anlayışı devam ettirmeye, diğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya çalışan yenilikçi yazarların eserleri olmak üzere, iki farklı istikamette gelişmiştir. Birincisine Türk edebiyat camiasından Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Belâgat-i Osmaniye, ikincisine Recâizade Ekrem’in Talim-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar belâgat meselelerini daha çok edebî tenkid ve estetik endişelerle birlikte ele almışlardır. Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıyla bilinen Türk-İslâm Edebiyatında sıkça karşılaşılan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp, sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabilmek. Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Telmih, Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Teşhis ve intak, Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok yüz yüze gelinmektedir Ayrıca belâgat konularının eklerinden olan ebced hesabı ve tarih düşürme bahisleri de edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurlarındandır. Edebiyat konularıyla meşgul olacak her seviyedeki kişilerin bu konuları asgari özellikleriyle bilmesi ve elde ettiği bilgileri metin üzerinde değerlendirmesi gerekmektedir. Bu konuda başarılı olmanın çok metin okuma ve okunanlar üzerinde çok yönlü olarak durmayla elde edileceği açıktır. Kendimizi Sınayalım 1. Belâgatin size sağladığı en önemli husus aşağdakilerden hangisi değildir? a. Metinleri derinliğine anlamayı sağlar. b. Belâgat konuları hakkında bilgi sahibi olmayı temin eder. c. Şiirlerdeki edebi sanatları bulmamıza yardımcı olur. d. Türk-İslâm edebiyatı metinlerini doğru okumayı sağlar. e. Okuduğumuz şiirlerden zevk almamıza imkân verir. 106 2. Belâgat ilminin klasik tarifi aşağıdakilerden hangisidir? a. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olması. b. Kısa, veciz, kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin; okuyana-dinleyene zevk ve haz veren söz söyleme yollarını gösteren bir ilim dalı. c. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl ve kaidelerini bildiren bir ilmi disiplindir. d. Sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usûlleri hakkında bilgi veren ilimdir. e. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl ve kaideleri. 3. Resmî yazışmalarda kullanılan nesir dilini ifade eden edebî tür ve dil bilimi aşağıdakilerden hangisidir? a. İnşâ b. Telmih c. Mecaz-ı mürsel d. Ebced e. Seci 4. Bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü, özellikle “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilecek belagat unsuru aşağıdakilerden hangisidir? a. Mecâz b. İrsâl-ı Mesel c. İstişhad d. İktibas e. İnşâ 5. Başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılmasına ne ad verilir? a. Tecâhül-i ârifâne b. İktibas c. Teşhis d. İntak e. Tazmin 107 Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız doğru değilse Belâgat bahsini yeniden ve daha dikkatle okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse Belâgat konusunun girişindeki tanım ve tarif bölümünü yeniden okuyunuz. 3. a Yanıtınız doğru değilse İnşâ kısmını gözden geçiriniz. 4. b Yanıtınız doğru değilse “İrsâl-ı mesel” kısmını yeniden okuyunuz. 5. e Yanıtınız doğru değilse “Tazmin” kısmını yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Belâgat konularının eklerinden olan aruz ve kafiye, lügaz ve muammâ, ebced hesabı ve tarih düşürme bahisleri edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurlarındandır. Sıra Sizde 2 XVI. yüzyıldan itibaren süslü anlatıma yönelme eğilimi yanında, Türk nesrinin külfetli ve ağır bir ifade tarzına rağbet etmesinde iktibas ve istişhâd yoluyla anlatımın önemli bir rolü olmuştur. Sanatkârane Türk nesrinin en mükemmel örnekleri sayılan Veysî ve Nergisî’nin eserlerinde görülen istişhâd örnekleri bu konudaki en uç misaller olarak kaydedilebilir. Sıra Sizde 3 İstiâre, okuyucu veya dinleyicinin tasavvur ve tahayyül imkânını zenginleştirip aktarılmaya çalışılan mânaya parlaklık kazandırır. Alegori ve sembolleri kullanarak zihindeki bir kavramı benzer başka bir şeyle, özellikle soyut varlıkları somutlarla değiştirmek suretiyle daha etkili bir anlatım gücü sağlar. Sıra Sizde 4 Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre dört kısımda ele alınmıştır: Kelime veya lafızların sözlük mânası dışında kullanılmasından kaynaklananlarına “lügavî”, bir fiilin asıl fâilinden başkasına isnat edilmesiyle yapılanına “aklî” adı verilir. Ayrıca “örfî” ve “şer’î” olarak da bir ayırım yapıldığı görülmektedir. Bir örnekle açıklayacak olursak “toprak” kelimesinin “mezar” mânasında kullanılması lügavîye, hasretin ifadesi olarak kullanılan “toprak gözümde tütüyor” cümlesindeki örfîye, namaza delâlet eden “salât” kelimesiyle dua kastedildiği zaman şer’îye, “Ağustos buğdayları iyice sararttı”, örneklerinde olduğu gibi zaman, mekân ve sebebe bağlanarak yapılanları ise aklî mecazlara örnektir. 108 Sıra Sizde 5 Tecâhül-i ârif en çok teşbih, istiare, tenâsüp ve mübalağa sanatlarıyla birlikte bulunabilir. Yararlanılan Kaynaklar Ahmed Cevdet (Paşa), Belâgat-i Osmâniye (nşr. Mehmed Çavuşoğlu), İstanbul 1299; Recâizade Ekrem, Ta’lîm-i Edebiyat, İstanbul 1330; Kaya Bilgel, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat), İstanbul 1989; Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul 1994; Hulûsi Kılıç, “Bedîiyyât”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 323-324; a. mlf., “Belâgat”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 380-383; Kazım Yetiş, “Belâgat (Türk Edebiyatı)”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 384387; a. mlf., “Belâgat-i Osmâniye”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 387-388; Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, IX, İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2000; a. mlf., “İrsâl-i Mesel”, TDV İslâm Ansiklopedisi,XXII, 451-452;”, Hüsn-i Ta’lil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XIX, 33-34; İsmail Durmuş-İskender Pala, “İstiâre”, TDV İslâm Ansiklopedisi,XXIII, 315-318; Hasan Aksoy, Mustafa Ali'nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri. İstanbul 1991, s. 52-53; M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat bilgisi Belâgat, İstanbul 2000; Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, İstanbul 2007; Ayrıca bk., TDV İslâm Ansiklopedisi’nin, ünitede zikredilen ve çoğu tarafımdan yazılan veya redakte edilen “edebi sanatlar”la ilgili maddeleri; 109 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türklerin müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak özelliklerini açıklayabilecek, • Türk İslâm Edebiyatına ait eserlerin dini ve tasavvufi vasıflarını ayırt edebilecek, • Türk İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi gelişimini açıklayabilecek, • Tarihî hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşimleri yorumlayabilecek, • Türk edebiyatının XV. yüzyıla kadar gelişim seyrini aktarabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Orta Asya sahası Türk edebiyatı • Anadolu sahası Türk edebiyatı • Tekke ve tasavvuf edebiyatı • Dîvân edebiyatı Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Türk dilinin tarihi dönemleri hakkında bilgi edininiz. • Necla Pekolcay’ın İslamî Türk Edebiyatı kitabından ilgili bölümü okuyunuz. • Nihad Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı kitabından “Dinî Edebiyat Cereyanı” ile “Tekke ve Halk Edebiyatı” konularını okuyunuz. 110 XV. Yüzyıla Kadar Türk-İslâm Edebiyatı GİRİŞ VIII. yüzyıldan itibaren Türkler’in Müslüman Araplar’la ilişki kurmasıyla başlayan süreç, bu milletin hayatında yepyeni bir dönemi başlatmış; pek çok alanda olduğu gibi edebî sahada da etkisini göstermiş, İslâmî konu ve motiflerin hâkim olduğu bir edebiyatın ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur. Türklerin Müslüman olmadan önce elbette bir edebiyatları vardı. Daha çok hafızalarda kayıtlı bu sözlü edebiyat, dâhil olunan yeni medeniyet çevresinin etkisiyle yeni bir ruh ve heyecanla yoluna devam etmiştir. İslâm öncesinde Türk boyları arasında yaşayan bazı destanlar sonradan İslâmî karaktere bürünerek Müslüman Türk toplulukları arasında varlığını sürdürmüştür. Müslüman Türkler’in kabul ettikleri yeni dinin kurallarını öğrenmek amacıyla Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsiri işine giriştikleri bilinmektedir. Dolayısıyla İslâmî dönemde Türklere ait ilk yazılı ürünlerin Kur’an tercüme ve tefsirleri olması muhtemeldir. Bununla birlikte Türklerin İslâmiyet sonrasında meydana getirdikleri müstakil eserler Karahanlılar dönemine (840-1212) rastlamaktadır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla devletin resmî dini haline gelen İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmıştır. Buhara, Semerkant, Kaşgar, Fergana gibi Karahanlıların hâkimiyeti altında bulunan kültür merkezlerinde Türk halkına hitap edecek olan ilmî ve edebî eserler meydana getirilmeye başlanmıştır. Paralel dönemlerde hüküm süren Gazneliler (999-1030) devrinde Türkçe yazılan eserlere rastlanmamıştır. Gazneliler sahasında, devlet yöneticileri her ne kadar Türk de olsa Farsça konuşan toplulukların çoğunluğu oluşturması sebebiyle Farsça eserlerin yazıldığı görülmektedir. Şöhreti günümüze kadar ulaşmış olan İranlı büyük şair Firdevsî (ö. 1020) Şehnâme isimli mesnevisini Gazneli Mahmud (ö. 1030)’a sunmuştur. Orta Asya’da Karahanlılar döneminde ortaya çıkan Türk İslâm edebiyatı bilinen büyük eserlerini XI ve XII. yüzyıllarda meydana getirmiştir. Bu dönemde kullanılan Türkçe, Hâkâniye Türkçesi olarak da isimlendirilen Karahanlı Türkçesidir. Bu dönemde yazılan eserlerde Uygur yazısı ile birlikte Arap yazısı da kullanılmıştır. Anadolu’nun Türk ve İslâm yurdu olmasından sonra Türk İslâm edebiyatı varlığını burada devam ettirmiştir. Selçuklular hâkimiyetindeki Anadolu coğrafyası, Türk edebiyatı bakımından en zayıf dönemini yaşamıştır. Beylikler devri ile birlikte canlanma aşamasına geçen Türk edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde zirveye tırmanmıştır. 111 Türk edebiyatının tarihi dönemleri ilgili daha geniş bilgi ve örnek metinler için www.turkceciler.com sitesini inceleyiniz. XI-XII. YÜZYILLAR (ORTA ASYA SAHASI) Türklerin İslamiyeti kabul ettikten sonra meydana getirdikleri ilk müstakil eserler, Orta Asya’da Karahanlılar döneminde Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır. Günümüze kadar ulaşan bu eserler, Kutadgu Bilig, Dîvânu Lugati’tTürk, Atabetü’l-hakâyık ve Dîvân-ı Hikmet’tir. Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcib) Kutadgu Bilig, Türk İslâm edebiyatının bilinen ilk eseridir. Arapça ve Farsçaya hâkim, iyi eğitim almış bir kişi olan Balasagunlu Yusuf tarafından yazılmıştır. Eser, Balasagun’da yazılmaya başlanmış olmakla birlikte 10691070 yıllarında Kaşgar’da tamamlanarak dönemin hükümdarı Tavgaç Kara Buğra Han’a sunulmuştur. Balasagunlu Yusuf, hükümdara sunduğu ve huzurunda okuduğu eseri sebebiyle Has Hâciplik (Başmabeyincilik) göreviyle mükâfatlandırılmıştır. Kutadgu Bilig, devlet içerisinde yönetenleri ve yönetilenleri bilgilendirmeyi hedefleyen siyasetname türünde 6645 beyitlik bir mesnevîdir. Mutluluk veren bilgi anlamına gelen Kutadgu Bilig’in amacı, insanları şairin tasavvur ettiği ideal hayat tarzına kavuşturmaktır (Arat, 1991). Aruzun feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılmıştır; ancak, bazı şiirleri 6+5’li hece ölçüsüne de uymaktadır. Ayrıca eserde halk şiir geleneğine uygun olan 173 dörtlük bulunmaktadır. Kutadgu Bilig’in üç nüshası bilinmektedir. Bunlardan Herat Nüshası Uygur harfleriyle, Kahire ve Fergana nüshaları Arap harfleriyle yazılmıştır. Reşit Rahmetî Arat, her üç nüshaya dayanarak tenkitli metin hazırlamıştır (Arat, 1991). Kutadgu Bilig, şark-İslâm geleneğine uygun olarak Allah’ı Peygamber’i, dört sahabeyi ve dönemin hükümdarı Büyük Buğra Han’ı öven medhiyeler ile başlamaktadır. Eserin aslını oluşturan dört temsili şahsiyet bulunmaktadır. Bu şahsiyetler, 1. Kün Togdı, 2. Ay Toldı, 3. Ögdülmiş, 4. Odgurmış’tır. Kün Toğdı, hükümdarın şahsında doğruluğu ve adaleti; Ay Toldı, vezirin şahsında mutluluğu; Ögdülmiş, vezirin oğlunun şahsında aklı; Odgurmış da vezirin kardeşi şahsında kanaati temsil etmektedir. Eser, bu temsili kişilerin karşılıklı soru-cevap tarzında karşılıklı konuşmalardan meydana gelmektedir. Dîvânu Lugati’t-Türk (Kaşgarlı Mahmud) Türk dillerinin dîvânı (lugatı, kitabı) anlamına gelen Dîvânu Lugati’t-Türk, Türkçe’nin ilk sözlüğüdür. Satuk Buğra Han’ın altıncı kuşaktan torunu olan Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılmıştır. Mahmud, dönemin önde gelen bilginlerinin bulunduğu medreselerde yetişmiş, Arapça ve Farsça’yı iyi bilen, Türk dilinin inceliklerine vâkıf bir kişidir. Yıllarca Türk boylarının yaşadığı bozkırları, şehirleri gezerek Türk lehçelerini ve manzumelerini öğrenmiştir. 1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1077 yılında tamamlayarak Abbâsî halifesi Muktedî Biemrillâh (1075-1094)’a sunmuştur. Dîvânu Lugati’t-Türk, Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla yazılmıştır. Eserin tek nüshası Ali Emirî Efendi tarafından 1917 yılında sahaflar çarşısındaki bir kitapçıda bulunarak satın alınmıştır. Nüsha, Fatih Millet Kütüpha- 112 nesi Ali Emirî Efendi kütüphanesinde muhafaza edilmektdir. Eserin tıpkıbasımı ve günümüz Türkçesine çevirileri yayımlanmıştır. Dîvânu Lugati’t-Türk, Türk dilleri sözlüğü olmasının yanı sıra tarih, coğrafya, folklor, kültür, edebiyat, vb. alanlarda Türk millî hafızasına ait zengin malzemeler ihtiva eden en önemli yazılı kaynaklardan biridir. Eser, oldukça sistematik bir tarzda hazırlanmıştır. Dilin bütün gramer özelliklerini kapsayacak şekilde sekiz ana bölümden meydana gelmektedir. Türkçe’den Arapça’ya bir sözlük şeklinde düzenlenmiş olan eserde kelimelerin sınıflandırlmasında Araplar’ın kolay anlaması için Arapça kelime türetme sistemindeki tasnif yöntemleri kullanılmıştır. Türkçe kelime ve ekler alfabetik olarak sıralanmıştır. Kelimelerin Arapça anlamı verildikten sonra sözcüklerin kullanıldığı atasözü, hikmetli söz ve manzumelerden örnekler getirilmiş ve bu örnekler Arapça olarak açıklanmıştır. Eserde yer alan şiirlerin çoğu anonim mahiyette savaş ve kahramanlık şiirleridir. Bu şiirler büyük ölçüde dörtlükler, kısmen de beyitler halinde yazılmış ve koşma tarzında kafiyelenmiştir. Alp Er Tunga’nın ölümü (m.ö. VII. Yüzyıl) üzerine söylenen dörtlükler Türk şiirinin bilinen en eski örneği kabul edilmektedir. Eserde ayrıca Türkler’in yaşadıkları bölgeleri göstermek üzere Kaşgarlı Mahmud’un çizdiği dünya haritası yer almaktadır. Resim 5.1: Kaşgarlı Mahmud’un dünya haritası (Kaynak: Caferoğlu, A. (1970) Kaşgarlı Mahmud, Mili Eğitim Basımevi, İstanbul). Atabetü’l-hakâyık (Edip Ahmet Yüknekî) Türk İslâm edebiyatının üçüncü önemli eseri manzum bir ahlâk kitabı olan Atabetü’l-hakâyık’tır. Hakîkatler eşiği anlamına gelen eser, Edib Ahmed bin Mahmud Yüknekî tarafından yazılmıştır. Edib Ahmed’in Türkistan’da Taş- 113 kent yakınlarındaki Yüknek şehrinde XI. yüzyılın sonları ile XII. yüzyılın başlarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Edib Ahmed, dinî ilimlere vâkıf, Arapça ve Farsça’yı bilen takva sahibi bi zattır. Eserin sonunda yazarı belli olmayan bir dörtlükte Edib Ahmed’in gözlerinin doğuştan görmediği ifade edilmiştir. Atabetü’l-hakâyık, aruzun feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılmıştır. Medhiyyeler hariç eserin asıl kısmı mâni tarzında kafiyelenen (aaxa) dörtlükler halindedir. Eser, Emîr Muhammed Dâd Sipehsâlâr Bey adındaki bir hükümdara takdim edilmiştir. Müellif, geleneksel tertibe uygun olarak Allah, peygamber, dört sahabi ve hükümdarın övgüsüyle eserine başlamaktadır. Bu kısımlar beyit düzeninde yazılmış, kaside ve gazellerde olduğu gibi kafiyelenmiştir. Kitabın esasını oluşturan ve dörtlükler halinde yazılan kısımda ahlâkî konular nasihat üslubuyla ele alınmaktadır. İyi huylar zikredilerek övülmekte kötü huylar da yerilmektedir. Bilginin faydası, dilin korunması, dünyanın aldatıcılığı, zamanın kötüleşmesi gibi konular sade bir dille anlatılmaktadır. Eserin sonunda kimin tarafından yazıldığı belli olmayan muhtemelen Edip Ahmed’in çağdaşı bir şair tarafından yazılan müelliften bahseden ilave şiirler bulunmaktadır (Arat, 1992). Karahanlılar döneminde medana getirilen ilk edebî eserlerin muhtevalarında hangi unsurlar öne çıkmıştır? Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1166) ve Hikmetleri Ahmed Yesevî, Türkler arasında kendi adıyla tarikat kurmuş bir mutasavvıftır. Onun tarihî hayatı ile ilgili bilgiler oldukça azdır. Ahmed Yesevî Batı Türkistan’ın Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Çocuk yaşta iken anne ve babasını kaybetmiş ve bakımını ablası Gevher Şehnaz Hanım üstlenmiştir. Ablasıyla birlikte Yesi’ye göç etmişlerdir. Ahmed, eğitimine bu şehirde başlamıştır. Daha sonra Yesi’de bulunan mutasavvıflardan Arslan Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna yönelmiştir. Arslan Baba vefat edince Buhara’ya giderek Şeyh Yusuf-ı Hemedânî’ye intisap etmiştir. Yusuf-ı Hemedânî’nin ölümünün ardından yerine geçen iki halifesinin de vefat etmesiyle üçüncü olarak Ahmed Yesevî irşad makamına geçmiştir. Bundan sonra Yesi şehrine dönerek irşad görevini burada sürdürmüştür. Çok sayıda müridi olmuştur. Mansur Ata (ö.1197), Said Ata (ö. 1218-19), Süleyman Hakîm Ata (ö. 1186) bunlardan en meşhur olanlarıdır. Ahmed Yesevî, rivayete göre, altmış üç yaşına eriştiğinde Hz. Muhammed’in bu yaşta vefat etmesi sebebiyle, ona olan saygısının bir işareti olarak bir kuyu kazdırıp ömrünün geri kalanını yerin altında geçirmiştir. Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında menkıbeler de teşekkül etmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanı Arslan Baba ile karşılaşmasıdır. Menkıbeye göre, Arslan Baba Hz. Muhamed’in sahabilerinden birisidir. Gazvelerden birinde yiyecek bulamayan sahabe Hz. Muhammed’e gelerek yiyecek ricasında bulunurlar. Hz. Peygamber’in duası üzerine Cebrail tarafından bir tabak hurma getirilir. Sahabiler tabaktan hurma alırken bir hurma yere düşer. Cebrail Hz. Peygamber’e “Bu hurma, ümmetinizden Ahmed adlı birinin kısmetidir.” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber emaneti kimin teslim edeceğini sorar. Sahabilerden cevap gelmeyince orada bulunanlardan Arslan Baba Allah’ın inayeti ve Hz. Peygamber’in delaletiyle görevi yerine getireceğini bildirir. 114 Hz. Peygamber mübarek hurmayı kendi eliyle Arslan Baba’nın damağına yerleştirir. Arslan Baba bu işaretle Yesi’ye gelerek küçük Ahmed’i aramaya başlar. Onu arkadaşlarıyla oynarken bulur. Arslan Baba henüz hurmadan bahsetmeden Ahmed emaneti vermesini ister. Arslan Baba beş yüz yıldır damağında sakladığı hurmayı ağzından çıkararak sahibine teslim eder (Eraslan, 1993). Ahmed Yesevî Orta Asya bozkırlarında kendisine tabi olan dervişlerine dinî ve tasavvufî hakikatleri, tarikatın âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle “hikmet”ler söylemiştir. Hikmet, kelime anlamı itibarıyla hâkimlik, bilgelik, sebep anlamlarına gelmektedir. Edebî olarak ise Ahmed Yesevî’nin dinîtasavvufi manzumelerine hikmet denilmektedir. Bu manzumelerin toplandığı esere de Dîvân-ı Hikmet adı verilmiştir. Hikmet söyleme geleneği Yesevî dervişleri tarafından devam ettirilmiştir. Sonradan söylenilen bazı hikmetlerin Ahmed Yesevî’ye mal edildiği de görülmektedir. Zaman içerisinde Ahmed Yesevî’nin söylediği hikmetlerle müridlerin söyledikleri hikmetler karışmıştır. Hatta bazı hikmetlerin dil özellikleri bakımından Yesevî’nin yaşadığı dönenmin dil özelliklerini yansıtmadığı görülmektedir. Bu bakımdan elimizdeki Dîvân-ı Hikmet nüshalarındaki bütün hikmetlerin Ahmed Yesevî’ye ait oldukları söylenemez. Hatta bu hikmetlerin hangisinin Ahmed Yesevî’ye, hangisinin dervişlerine ait olduklarını belirlemek de mümkün değildir. Bununla birlikte hikmet adı altında yazılan şiirler temelde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünce dünyasını yansıtmaktadır. Hikmetlerin ana çerçevesini şeriat ve tarikat esasları, ahlakî düsturlar, ilâhî aşk, peygamber sevgisi, dünya hayatı, kıyamet, cennet ve cehennem vb. konular oluşturur. Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig, Dîvânu Lugati’t-Türk, ve Atabetü’l-hakâyık isimli eserler, dinî muhtevalı olmakla beraber tasavvufî özellik taşımamaktadır. Zira bu eserlerin yazıldığı dönemde Türkler arasında tasavvuf henüz yayılmamıştı. Orta Asya’da tasavvuf edebiyatı Ahmed Yesevî’nin hikmetleri ile başlamıştır. Orta Asya’da Ahmed Yesevî’nin önde gelen halifelerinden Süleyman Hakîm Ata’nın eserleri hakkında bilgi edininiz. Dîvânu Lugati’t-Türk’de Geçen Bazı Atasözleri 1. Biş erngek tüz ermes. Beş parmak düz (bir) olmaz. 2. Arpasız aşumas, / Arkasız alp çerig sıyumas. Arpasız at koşmaz, / arkasız kahraman çeriyi bozamaz. 3. Tay atasa at tınur / Oğul eredse baba dinlenür. Tay yetişirse at dinlenir /Oğul erleşirse baba dinlenir. 4. Öldeçi sıçgan muş ayakı kaşır. Ölecek sıçan kedi ayağını kaşır. 5. Korkmuş kişige koy başı koş körünür. Korkmuş kişiye koyunun başı koç görünür. 6. Teve silkinse eşgekke yük çıkar. Deve silkinse eşeğe yük çıkar. 7. Ermegüge bulut yük bolur. Tembele bulut (dahi) yük olur. 8. Bir karga birle kış kelmes. Bir karga ile kış gelmez. 115 9. Kanı Kan ile yumas. Kanı kan ile yıkamazlar. 10. Bir tilkü terisin ikile soymas. Bir tilkinin derisi iki kere soyulmaz. Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinden Bismillâh dip beyân eyley hikmet aytıp Tâliblerge dürr ü güher saçtım muna Riyâzetini katığ tartıp kanlar yutup Min defter-i sânî sözin açtım muna Sözni aydım her kim bolsa dîdâr-taleb Cânnı cânğa peyvend kılıp rengni ulap Ğarîb fakîr yetîmlerni könglin avlap Köngli bütün halâyıkdın kitçim muna Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl Andağ mazlûm yolda kalsa hemden bolğıl Rûz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolğıl Mâ vü menlik halâyıkdın kitçim muna Ğarîb fakîr yetîmlerni Resûl sordı Uşol tüni Mi’râc çıkıp dîdâr kördi Kaytıp tüşüp ğarîb yetîm izlep yördi Ğarîblemi izin izlep tüştim muna Ümmet bolsanğ ğarîblerge tâbî’ bolğıl Âyet hadîs her kim aytsa sâmî’ bolğıl Rızk u rûzî her ne birse kâni’ bolğıl Kâni’ bolup şevk şarâbın içtim muna Bugünkü Türkçesi Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip Tâliplere inci, cevher saçtım işte. Riyâzeti katı çekip, kanlar yutup, Ben defter-i sâni sözünü açtım işte Sözü didar isteyen herkes için söyleyip, Canı cana bağlayarak damarları ekleyip, Garip, fakir, yetimlerin gönlünü avlayıp, Gönlü bütün kimselerden geçtim işte. Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen; Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen; Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte. Garip, fakir, yetimleri Resûl sordu; Hem o gece Mirâc’a çıkıp didar gördü; Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü; Gariplerin izini izleyip indim işte. Ümmet olsan, gariplere tâbi ol sen; Âyet, hadis her kim dese sâmi ol sen; 116 Rızık, nasip her ne verse, kani ol sen; Kani olup şevk şarabını içtim işte. (Eraslan, 1993;48) XIII. YÜZYIL (ANADOLU SAHASI) Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılmıştır. XIII. yüzyılda Moğol akınları ve çeşitli sebeplerle çok sayıda Oğuz Türk’ü Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya göç ederek burayı yurt edinmişlerdir. Türkler’in Anadolu’da yerleşmeleri ile bu coğrafyada İslâmî Türk edebiyatının gelişimi arasında sıkı bir münasebet vardır. Özellikle Orta Asya’dan göçen ve hikmetler söyleme geleneğine sahip Yesevî dervişlerinin Anadolu’da Türk edebiyatının gelişmesinde önemli rolü olmuştur (Köprülü, 1991). Diğer taraftan Anadolu’da gerçekleştirilen fetihlerde adı öne çıkan kahramanların mücadeleleri destanî anlatımlarla yaşatılmıştır. Bu dönemde, Bizanslılar’a karşı savaşlarda gösterdiği kahramanlık sebebiyle Battal Gazi’nin ismi etrafında Battalnâme, Orta Anadolu’ya kadar birçok şehri fethetmiş olan Dânişmend Gazi’nin ismi etrafında da Dânişmendnâme ve Anadolu ve Rumeli’nin fethinde önemli rolü bulunan Saru Saltuk’un menkabelerini anlatan Saltuknâme isimli destanlar meydana getirilmiştir. Bu eserlerde, eski Türk destanlarındaki “alp” tipinin İslâmî hüviyete bürünerek “gazi” tipine dönüştüğü görülmektedir. Bu destanlar başlangıçta eski Türkler’deki destan geleneğine uygun olarak sözlü olarak söylenmiş, sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilmiştir. XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Türk-İslâm edebiyatının temsilcilerinin mutasavvıf, ilk yazılı ürünlerin de dinî tasavvufî mahiyette eserler olduğu görülür. Türk asıllı olan ancak eserlerini Farsça yazmış olan Mevlâna Celâleddin-i Rûmî bu yüzyılın en büyük şairidir. Mevlâna, bugün Afganistan sınırları içerisinde kalan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. 1212 yılında ailesiyle birlikte önce İran’a, sonra da Anadolu’ya gelmişlerdir. İlk eğitimini babası Burhaneddin Veled (ö. 1231)’den alan Mevlâna, daha sonra babasının öğrencisi Seyyid Muhakkik Tirmizî (ö. 1242)’nin yanında tasavvufi eğitim almıştır. Seyyid Burhaneddin’in vefatından sonra Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî ile tanışmıştır. Şems, Mevlâna’nın duygu ve düşünce dünyasının şekillenmesinde fevkalade etkili olmuştur. Şems’in ortadan kaybolmasıyla Mevlâna derin bir yalnızlığa düşmüştür. Bir süre sonra babasının öğrencilerinden Selahaddin Zerkub isimli bir kuyumcu ile dostluk kurmuş, onun da vefatıyla Mesnevi’nin yazılmasını teşvik etmiş olan Hüsameddin Çelebi ile arkadaş olmuştur. Mevlâna, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir. Mevlâna eserlerini Farsça yazmış olmasına rağmen Türk edebiyatı üzerinde en etkili şairlerden biri olmuştur. Şiir tekniği bakımından Divan şairlerine öncülük etmekle birlikte tasavvufi düşüncesi itibarıyla da hemen hemen bütün tasavvuf şairlerini, özellikle de Mevlevîliğe mensup şairleri derinden etkilemiştir. Mevlâna’nın üçü mensur beş adet eseri bulunmaktadır. Hepsi de dönemin edebî geleneğine uygun olarak Farsça yazılmıştır. Mevlâna’nın sanatçı kişiliğini ortaya koyan ve lirik şiirlerini ihtiva eden eseri Divân-ı Kebir’dir. Divandaki şiirlerinde Şems mahlasını kullanmıştır. Bu yüzden esere Divânı-ı Şems-i Tebrizi de denilmiştir. Mevlâna’nın ikinci eseri, ona dünya çapında şöhret sağlamış olan Mesnevi’sidir. Mevlâna’nın olgunluk dönemi eseridir. Mevlâna Mesnevî’nin özü 117 kabul edilen ilk on sekiz beytini bizzat yazmış, geri kalan yaklaşık 25600 beytini Hüsameddin Çelebi’ye yazdırmıştır. Eser, mesnevî nazım biçiminde aruzun Failatün failatün failün kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî’nin İçerisinde çok sayıda ayet, hadis, atasözü ve eğitici hikâyeler bulunmaktadır. Abdülbâkî Gölpınarlı, Mesnevî’nin muhteva özelliklerini şöyle açıklamaktadır: “Mesnevî’nin hemen her bahsinde Kur’an kıssaları geçer. Birçok beyitlerinde âyet ve hadislerden lâfzî ve manevî iktibas ve tazminler vardır. Bu bakımdan Mesnevî’ye ‘Magz-ı Kur’an-Kur’an’ın içyüzü’ diyenler tamamıyla haklıdırlar. Mevlâna, kitabında kelâm kaidelerinden, Yunan felsefesiyle bu felsefenin İslâmî şekli olan Hükemâ felsefesinden, bu sistem içinde yaradılış ve dünya telâkkilerinden, büyük sofilerin menkabelerinden bahseder. Mesnevî’de yer yer realiteye de ehemmiyet vermiştir. Bu yalnız hikâyelerde değildir. Mevlâna gezdiği yerleri, gördüğü şeyleri anlatırken de realiteye büyük ehemmiyet verir. Bütün bir devrin âdetleri, gören[ek]leri, düşünce ve sezişleri elle tutulur, gözle görülür bir halde canlanır. Bazen da Mevlâna, kendi maceralarını kapalı yahut açık bir surette anlatır, fikirlerini izah eder.” (Gölpınarlı, 1988;V). Mesnevî, Türkçe başta olmak üzere birçok dünya diline çevrilmiştir. Mesnevi etrafında Türk edebiyatında bir çeviri ve şerh edebiyatı meydana gelmiştir. Ankaralı İsmail Rusuhî Efendi (1631), Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1725), Ahmet Avni Konuk (ö. 1938), Tahir Olgun (ö. 1951), Abdülbaki Gölpınarlı (ö. 1981), Şefik Can (ö. 2005) tanınmış Mesnevî şârihleridir. Süleyman Nahîfi (ö. 1738-39 ) şair Mesnevi’yi aynı aruz kalıbıyla nazmen tercüme etmiştir. Şerh ve tercüme faaliyetleri günümüzde de devam etmektedir. Mevlâna’nın bir diğer eseri çeşitli konulardaki sohbetlerininin derlenmersinden oluşan Fihi Ma fih’tir. “Yedi meclis” anlamına gelen Mecalis-i Seb’a Mevlâna’nın gençlik döneminde yapmış olduğu yedi vaazı ihtiva eden mensur bir eserdir. Son eseri Mektubat, Mevlâna’nın dönemin önde gelen kişilerine yazdığı 145 mektuptan oluşmaktadır. XIII. yüzyılın eser sahibi mutasavvıflarından biri Mevlâna ile çağdaş olan Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 1277)’dir. Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş ve Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir. Menkabelerde göre Ahmed Yesevi’nin müridlerinden olduğu, irşad göreviyle Anadolu’ya gönderildiği nakledilmiştir. Bektaşîlik tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş-ı Veli, çok sayıda derviş yetiştirmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât, Kitâbü’l-fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri, Besmele Şerhi, isimli eserleri vardır. Bunlardan başka nasihat ve şathiyelerini içeren risaleleri bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’inin tasavvufi görüşleri en ayrıntılı olarak Makâlât isimli eserinde yer almaktadır. Makâlât, Arapça yazılmış, sonradan mensur ve manzum olarak Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Makâlât’ın temel konusunu dört kapı (şeriat, tarikat, marifet ve hakikat), ve her bir kapıda on prensibi ihtiva eden kırk makamın açıklaması oluşturmaktadır. XIII. yüzyıl sona ererken edebî eserlerde Farsça ile birlikte Türkçe de kullanılmaya başlamıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277 yılında devletin idaresini ele aldıktan sonra yayımlamış olduğu “Bu günden sonra hiç kimse divanda, dergâhda, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.” şeklindeki fermanı, Türkçe yazma konusunda âlim ve edipleri cesaretlendirmiş olmalıdır. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) eserlerini genel olarak Farsça yazmakla birlikte eserlerinin içinde Türkçe beyitler de 118 bulunmaktadır. Sultan Veled’in Divan, İbtidanâme, İntihanâme, Rebabnâme isimli manzum; Maarif adıyla da mensur eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden İbtidanâme’de, 76, Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır. Çok eser yazmakla birlikte Sultatn Veled babası kadar güçlü bir şair değildir. Onun asıl önemi, temel prensiplerini Mevlâna’nın koymuş olduğu Mevlevîliği sistemli bir tarikat haline getirmiş olmasıdır. Yüzyılın sonlarında yaşadığı söylenen şairlerden biri hakkında fazla bilgi bulunmayan Şeyyad Hamza’dır. Şeyyad Hamza’nın 1529 beyitlik Yusuf u Züleyha isimli mesnevisi, 36 beyitlik Dasitan-ı Sultan Mahmud adlı küçük bir mesnevisi ile az sayıda dini-tasavvufi şiirleri bulunmaktadır. On üçüncü yüzyılda yaşamış ve eserleri günümüze ulaşan şairlerden biri de Ahmed Fakih’tir. Aslında bu yüzyılda birden fazla Ahmed Fakih adına rastlanmaktadır. Dünyanın geçiciliği, ölüm ve ahiret hayatına hazırlanmanın gerekliliğinden bahseden ve bazı araştırmacılar tarafından edebiyatımızda ilk mevlid örneği olarak da kabul edilen Çarhnâme; Şam, Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirleri ile buradaki kutsal mekânların anlatıldığı Kitâbü Evsâf-ı Mesâcid isimli eserler Ahmed Fakih ismine izafe edilmektedir (Sertkaya, 1989). Türk tasavvuf edebiyatının şüphesiz en dikkate değer şairi Yunus Emre (ö. 1320) de bu yüzyılda yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu menkabelere dayanmaktadır. Kesin olmamakla birlikte Orta Anadolu ve Batı Anadolu bölgelerinde yaşadığı kabul edilir. Eski kaynaklarda Yunus’un ümmî bir kişi olduğu nakledilmiştir. Eldeki bilgiler onun tahsil yapıp yapmadığını açıklamaya yetmemektedir. Bununla birlikte o, tekke çevresinde yetişmiş, ilahî bilgiyle donanmış âlim ve ârif bir kişidir (Tatçı, 1990). Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiyye isimli mesnevisi bulunmaktadır. Yunus şiirlerinde aruzun hece veznine uyan basit kalıplarını kullanmıştır. Dîvân’da daha ziyade ilâhi aşkı konu edinen ilâhî, nutuk, nefes türünde şiirler yer almakla birlikte Münâcât, Na’t, Miraciye, Nasihatnâme vb. türlere de rastlanmaktadır (Tatçı, 1990). Risâletü’n-nushiyye, Yunus Emre’nin altı yüz beyitlik didaktik bir mesnevîsidir. 1307 yılında yazılmıştır. Eser, Ruh ve akıl, kibir ve kanaat, buşu (gazab), sabır, buhl ve hased, gıybet ve bühtan olmak üzere altı başlık halinde yazılmıştır (Tatçı, 1991). Yunus Emre’yi önemli kılan onun dili, sanatı, âşıkane üslubu ve kendisinden sonra gelen bütün mutasavvıf şairleri etkileme gücüne sahip olmasıdır. Kullandığı Türkçe dönemin karakteristik özelliklerini yansıtır. Şiirlerinde bugün arkaik kabul edilen pek çok Türkçe kelime kullanmıştır. Bunun yanı sıra dile yerleşmiş olan ve yaşadığı dönemde kolayca anlaşılabilecek Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanmaktadır. Türkçe tasavvufî terim dilinin kurucusu sayılmıştır (Tatçı, 1990). Tasavvuf edebiyatının bütün ürünlerinde olduğu gibi Yunus’un şiirlerinin de amaç öğretmek olup şiir araç olarak kullanılmıştır. Bununla birlikte Yunus’un şiirlerindeki lirizm, şiirsellik öylesine yoğundur ki öğreticilik vasfı, dâhi bir sanatkârın dilinde âdeta eriyip gitmektedir. Onun şiirlerinin dikkat çekici bir yönü de âşıkane bir üslupla yazılmış olmasıdır. Hemen hemen bütün şiirlerine hâkim olan bu üslup “Yunus tarzı” olarak ekolleşmiştir. Sonraki yüzyıllarda yetişen Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Ümmi Sinan, Aziz Mahmud Hüdayi, Vâhib Ümmî, Elmalılı Ümmî Sinan, Niyazi-i Mısri gibi meşhur mutasavvıf şairler Yunus’un açtığı yolda yürümüşlerdir. 119 Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eserini okuyunuz. Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir. Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini kullanarak ilerlemiştir. Makâlât’tan “Hakîkat Makâmın Beyân ider: Hakîkatun Evvel Makâmı: Toprak olmakdur. İkinci Makâmı: Yetmiş iki milleti ayıblamamakdur. Üçünci Makâmı: Elinden geleni men’ itmemekdür. Dördünci Makâmı: Dünyâ içinde yaradılmış nesneye emîn olmakdur. Beşinci Makâmı: Mülk ıssına yüz sürüp, yüz suyın bulmakdur. Zîrâ kim vahdet evindedür. Altıncı Makâmı: Sohbetdür ve esrâr-ı hakîkat söylemekdür. Yedinci Makâmı: Seyrdür. Sekizinci Makâmı: Sırdur. Dokuzuncı Makâmı: Münâcâtdur. Onuncı Makâmı: Müşâhededür ve Çalab’a ulaşmakdur.” (Yılmaz, 2005;81). Yunus Emre Dîvânı’ndan İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur Okumakdan ma’nî ne kişi Hakk’ı bilmekdür Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdür Okıdum bildüm dime çok tâ’at kıldum dime Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür Dört kitâbun ma’nîsi bellüdür bir elifde Sen elif dirsün hoca ma’nîsi ne dimekdür 120 Yûnus Emre dir hoca gerekse bin var hacca Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür (Tatçı, 1990) Mevlâna ve Yunus Emre’den sonra Anadolu’daki Türk edebiyatı ne şekilde bir gelişim seyri izlemiştir? Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beyti (Nahîfî Tercümesinden) Dinle neyden kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede Der kamışlıkdan kopardılar beni Nâlişim zâreyledi merd ü zeni Şerha şerha eylesin sînem firâk Eyleyem tâ şerh-i derd-i iştiyâk Her kim aslından ola dûr u cüdâ Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ Ben ki her cem’iyyetin nâlâniyem Hem dem-i hoş-hâl ü bed-hâlâniyem Her kişi zu’munca bana yâr olur Sohbetimden tâlib-i esrâr olur Sırrım olmaz nâlişimden gerçi dûr Lîk yok her çeşm ü gûşa feyz-i nûr Birbirinden cân ü ten pinhân değil Lîk yok destûr-ı rü’yet câna bil Oldu âteş sıyt-ı ney sanma hevâ Kimde bu âteş yoğ ise hayf ana Âteş-i aşk iledir te’sîr-i ney Cûşiş-i aşk iledir teşvîr-i mey 121 Yârdan mehcûra hem-derd oldu ney Çâk-sâz-ı perde-i merd oldu ney Ney gibi bir zehr ü tiryâk olamaz Ney gibi dem-sâz ü müştâk olamaz Ney verir bir râh-ı pür-hûndan haber Aşk-ı Mecnûn kıssasın takrîr eder Bî-dilândır mahrem-i esrâr-ı hûş Yok zebâna müşterî illâ ki gûş Derdimizden rûzlar bî-gâh olur Rûzlar çok söz ile hemrâh olur Gam değildir günler eylerse güzer Sen hemân bâkî ol ey pâkize-ter Mâhiyi bahr olamaz sîrâb-sâz Rûz-ı bî-rûzî olur gâyet dirâz Puhte hâlin hîç fem etsin mi hâm İhtisâr üzre gerek söz vesselâm (Çelebioğlu,1967) XIV. YÜZYIL On dördüncü yüzyıl, Anadolu’da Türkçe’nin yazı dili haline gelmesinde bir dönüm noktasıdır. Selçuklular’ın yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan Beylikler, siyasi tarih bakımından olduğu kadar edebiyat tarihi bakımından da bir geçiş dönemini temsil ederler. Bu dönem, konuşulan ve yazılan dilin özellikleri itibarıyla Eski Anadolu Türkçesi veya Erken Dönem Osmanlı Türkçesi olarak adlandırılan Türk dilinin özel bir devresi kabul edilmiştir (Özkan, 1999). İyi eğitimli Selçuklu sultanlarına göre Türkçe’den başka dil bilmeyen Beyler, etrafında toplanan âlim ve sanatkârlardan Türkçe eser yazmalarını istemişlerdir. Bu durum, Anadolu’da edebî dilin gelişmesinin itici gücü olmuştur. Bu yüzyılda yazılan ve Anadolu’daki çeşitli Beylere takdim edilen kısa surelerin (Yasin, Tebareke, Fatiha ve ihlâs sureleri) tefsirleri, Kısas-ı Enbiya ve Tezkiretü’l-evliyâ çevirileri Türk dilinin tarihi gelişimi bakımından kıymetli belgeler olarak değerlendirilmiştir (Levend, 1949). 122 Anadolu’da Türkçenin edebî dil haline gelmesinde siyasî hadiselerin ne tür bir etkisi olmuştur? On dördüncü yüzyıl dinî-tasavvufi edebiyatın verimli bir dönemi olarak göze çarpmaktadır. Bu yüzyılda eser vermiş olan müelliflerden biri Gülşehrî (ö. 1317’den sonra)’dir. Kırşehir’in Gülşehir kasabasında yaşadığı için bu mahlası kulanmıştır. Asıl adı Süleyman’dır. Gülşehrî, Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-tayr isimli eserini bazı ilave ve değişiklerle çevirerek Türkçe’ye kazandırmıştır. Eser, vahdet-i vücud anlayışını işleyen yaklaşık 5000 beyitlik bir mesnevidir. Gülşehrî’nin Türkçe ve Farsça başka eserleri de bulunmaktadır. Yüzyılın önde gelen mutasavvıf şairlerinden biri, Garibnâme isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Âşık Paşa (ö. 1332)’dır. Kırşehir’de doğmuş olup asıl adı Ali’dir. Soylu bir aileye mensuptur. Adı, Babaîler isyanına karışan Baba İlyas Horasanî’nin torunu; XV. Yüzyılın ünlü tarihçisi Aşıkpaşazâde’nin büyük dedesidir. Âşık Paşa, zahirî ve batınî ilimleri tahsil etmiş, babasının ölümü üzerine Kırşehir’deki zaviyede şeyh olmuştur. Âşık Paşa’nın Garibnâme isimli eseri aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılmış dinî- tasavvufî öğütler içeren bir mesnevîdir. Yazımı 1330 yılında tamamlanmıştır. Eserin matematiksel bir düzeni vardır. Başlıca on bölüme, her bölüm ayrı ayrı on kıssaya yer vermiştir. Beyit sayısı on iki bin olarak bilinmekle birlikte eser üzerinde çalışanlar farklı sayılar ileri sürmüşlerdir. Garibnâme’yi yayımlayan Kemal Yavuz 10.613 beyit tespit etmiştir (Yavuz, 2000). Garibnâme, Allah aşkı, peygamber sevgisinden alimlere saygı ve muhabbete; hastalıklar ve çarelerinden aile, toplum ve devlet anlayışına uzanan oldukça geniş ve çeşitli konu kadrosuna sahiptir. Yavuz’un tepsilerine göre işlediği konu sayısı 550’yi bulmaktadır. Âşık Paşa’nın Garibnâme’den başka Fakrnâme, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi, Sema Risalesi ve Tasavvuf Risalesi adlı eserleriyle muhtelif şiirleri vardır. Garibnâme’nin sanat düşüncesinden ziyade okuyanları bilgilendirme amacına yönelik olarak yazıldığı aşikârdır. Bununla birlikte şairin samimi üslubu okuyucularda tesir uyandıracak niteliktedir. Garibnâme ayrıca, Süleyman Çelebi’nin mevlid manzumesine kaynaklık eden eserlerden biridir. Âşık Paşa’nın Türkçeye verdiği değer onun eserinin kıymetini artırmaktadır. Türk dilinin hakir görüldüğü bir dönemde her türlü eleştiriye göğüsleyerek, halkı Hak’tan mahrum etmemek için eserini Türkçe yazmıştır. Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi (ö. 1368) de mutasavvıf bir şairdir. Bugün Çorum’un Mecitözü ilçesine bağlı, kendi adıyla anılan köyde yaşamıştır. Menâkıbü’l-kudsiyye isimli 2081 beyitlik bir mesnevisi bulunmaktadır. On dördüncü yüzyılda yetişen dinî edebiyatın temsilcilerinden biri Erzurumlu Kadı Mustafa Darîr’dir. Gözleri görmediği için anadan doğma kör anlamına gelen “Darîr” lakabını kullanmıştır. Hafıza gücüyle ilimleri tahsil ederek kadılık makamına ulaşmıştır. Onun en mühim eseri, İbn Hişam, Vakıdî gibi siyer müelliflerinin eserlerinden yararlanarak meydana getirdiği altı ciltlik Siretü’n-Nebî‘dir. Himayesinde bulunduğu Mısır meliki Mansur Ali’nin isteği üzerine yazmıştır. Eser, mensur olmakla birlikte zaman zaman manzum parçalar da ihtiva etmektedir. Konusu itibarıyla Türk İslâm edebiyatında siyer türünün müstakil bir örneğidir. Âşık Paşa’nın eseri gibi Süleyman Çelebi’nin mevlid manzumesine kaynak oluşturmuştur. Darîr’in Siretü’n- 123 Nebî’den başka Fütuhu’ş-Şam Tercümesi, Yüz Hadis Tercümesi ve Kıssa-i Yusuf isimli eserleri vardır. Türk İslâm edebiyatına dair bu yüzyılda eser veren diğer temsilcilerini de şöylece sıralayabiliriz. Âzeri sahasında olmakla birlikte Seyyid Nesimî (ö. 1404) Türk tasavvuf edebiyatının bu asırdaki en büyük şairlerinden biridir. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufî (ö. 1393)’ye intisap etmiş, onun fikirlerini savunmuştur. İnancı yüzünden Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür. Divan şiirinin öncülerinden olan Ahmedî (ö. 1412), İskendernâme isimli meşhur mesnevisine dinî edebiyata ait bir tür olan “Mevlid” manzumesini eklemiştir. Yine Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin Hz. Muhammed’in amcası Hz. Hamza’nın kahramanlıklarını konu edinen Hamzanâme isminde mensur bir eseri vardır. Bunlardan başka yüzyılın dikkate değer simaları arasında Kıssa-i Yusuf isimli mesnevisi ile Sulu Fakih’i, Hz. Ali Gazavatnâmeleri ve Muhammed Hanefi Cenknâmeleri’nin müellifi Dursun Fakih (ö. 1331’den sonra)’i, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât’ını Türkçeye tercüme ettiği rivayet edilen ve Yunus tarzı şiirleriyle tanınan Said Emre’yi ve Hacı Bektaş’ın takipçilerinden olup Nasihatnâme’siyle tanınan Abdal Musa’yı sayabiliriz. Garipnâme’den Kim alursa bu kitâbı yâdına İre cümle ma’nînün murâdına Gerçi kim söylendi bunda Türk dili İlle ma’lûm oldı ma’nî menzili Çün bilesin cümle yol menzillerin Yirmegil sen Türk ü Tâcik dillerin Kamu dilde varıdı zabt-ı usûl Bunlara düşmüşidi cümle ukûl Türk Diline kimsene bakmazıdı Türklere hergiz gönül akmazıdı Türk dahi bilmezidi ol dilleri İnce yolı ol ulu menzilleri Bu Garib-nâme anın geldi dile Kim bu dil ehi dahi ma’nî bile 124 Türk dilinde ya’nî ma’nî bulalar Türk ü Tâcik bile yoldaş olalar Yol içinde birbirini yirmeye Dile bakup ma’nîsin hor görmeye Türk dilinde anlayalar ol Hakk’ı Tâ ki mahrûm kalmaya Türkler dakı Tebâreke Tefsîri’nden “Sual: Eger sorarlarısa ki Tangrınun ne ihtiyacı vardur sınamağa. Sınamak (25/a) bir kişiye gerek ki ol işlerün sonı ne olasın bilmeye, ol bilür Tangrıdur, kimden ma’siyet ve kimden tâ’at gelsin. Pes sınamağa ne ihtiyacı varıdı? Cevab: Sınamakdan murad kendü bilmek degüldür, belki halk arasında bellü ola ve firişteler bileler ki anun kulları, dünya zevkine aldanup ölümlerin unıtmadılar, dünyanun az hoşlığıyıçün Tangrı rızasın terk idüp kendülerin azâba giriftar kılmadılar. Nite kim meselde gelmişdür: Bir kişi bir girmiş deveyi urdı. Deve kasd eyledi ol kişiyi helâk kılmağa. Ol kişi deveden kaçdı, kaça kaça ardı. Deve dahı yaklaşdı. Nâgah bir kuyuya irişdi. Ol kuyunun ağzına yakın ağaç köki arkurı durdı. Ol iki köke yapışdı, kuyuya aslındı, deve üstine çökdi. Iki ayağı barmağı yire irdi. Bakdı gördi, ayağı altında dört ılan başları birbirine çatılmış, ol ılanlardan aşağa bir ejdeha ağzın açmış. Döndi, giru bakdı, gördi Iki sıçan: biri ak, biri kara, ol köke yapışmış keserler. Cânına korku düşdi. Bu korku içinde dururken gördi; birkaç aru kuyu kıranında dirilmiş birkaç gömeç bal eylemiş. Ol balı yimege meşgul oldı, korkusından unutdı. Ol iki sıçan ol köki kesdiler. Aşağa düşdi. Hâli ma’lûmdur ki ne oldı. Murâd ol deveden eceldür ki issinün üstine çökmiş durur. Ol iki kökden murâd ömrdürür. Ol iki sıçandan murâd gündiz-ile gicedür (25/b) ki âdem oğlanının ömrin keserler. Ol dört ılandan murâd vücûdumuzdur ki dört nesnedür, biribirine düşmandur. Ol dört nesne od, yil, su, toprak bir yirde cem olup dururlar biribirine düşman; ecel vaktinde biribirin helâk kılurlar. Murâd ol ejdehadan tamudır. Ol baldan murad dünyâ zevkidür. Murâd ol kişiden gâfillerdür ki ol balun tatlucağına aldandılar ölümi unutdılar. Pes âkıl oldur ki bu dünyâ zevkine mağrur olup ölümi unutmaya, yüz, deve issine duta. Deve issine yalvara, deve issi deveyi durdura, elin ala kuyudan çıkara uçmak yazusına irişdüre. Nükte: Bir it deniz kenarına su içmege vardı. Su üstinde bir pâre etmek gördi. Diledi ki alayıdı. Sunun altında etmegün gölgesin gördi. Etmegi kodı gölgesin dutmağa meşgûl oldı. Gölgeyi dutamadı, etmegi dahı mevc aldı. İt mahrûm kaldı. Pes dünya âhiretün gölgesidür. Gölge elde kalmaz. Elde kalmaz gölgeye inanan gölgeden yadakalır. Uslu kişi oldur ki Tangrıya mutî’ ola, nefsine uyup Tangrınun buyrığın sımaya. Tangrınun ukubeti katıdur ana âsî olanlara.” Kaynak: Mülk Sûresi Tefsîri, Adnan Ötüken Ktp. nr. 329 125 XV. YÜZYIL On beşinci yüzyıl Anadolu’nun siyasî coğrafyası önemli değişikliklere uğramıştır. İstanbul fethedilmiş, İmparatorluğun başkenti yapılmıştır. İki büyük beylik olan Karamanoğulları ve Candaroğulları yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletine iştirak etmiştir. Yüzyılın başında Yıldırım Bazyezit (13891402)’in Ankara Savaşında Timur’a yenilmesi Osmanlı Devletinde siyasi çalkantılara sebep olmuşsa da Çelebi Mehmed (1413-1421) siyasi birliği tekrar sağlamıştır. Fetihle birlikte başkenti yapılan İstanbul, ilim, kültür, sanat, edebiyat faaliyetlerinin de merkezi haline gelmiştir. On beşinci yüzyıl, Türk edebiyatının Anadolu’da gelişiminin hız kazandığı, müellif ve eser bakımından geçmiş yüzyıllara oranla hayli kalabalık olduğu bir dönemdir. Dinî-tasavvufî gayelerle yazılan manzum-mensur eserler de sayıca çoğalmıştır. Bu yüzyılda İslâmî Türk edebiyatının şaheserleri sayılacak kitapların yazıldığı görülmektedir. Dinî edebiyatımız açısından on beşinci yüzyıla baktığımızda Vesîletü’nnecât isimli mevlidiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuş olan Süleyman Çelebi (ö. 1422) ilk göze çarpan müelliflerimizdendir. Süleyman Çelebi’nin hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Kaynaklarda Ahmet Paşa’nın oğlu olan ve Orhan Gazi’nin değer verdiği Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir. I. Bayezid’in dîvân-ı hümayun imamlığı, Bursa Ulu Camii imamlığı görevlerinde bulunmuştur. Gerek üstlendiği görevlerden gerekse yazdığı eserinden iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Süleyman Çelebi Vesiletü’nnecât’ı 1409 yılında altmış yaşındayken tamamlamıştır. Eserin yazılışına Ulu Cami’de görevli olduğu sırada meydana gelen bir olay sebep olmuştur. Rivayete göre, İranlı bir vâiz, Bakara sûresinin 285. ayetini tefsir ederken 253. ayeti ile karıştırmış ve Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan üstün tutulmadığını açıklamıştır. Camide bulunanlardan bir şahıs, Bakara sûresinin 253. ayetinin delil getirerek vâizi susturmuştur. Ancak halk vâizin tarafını tutmuş; bunun üzerine o kişi, Arabistan, Mısır ve Halep’ten vaizin aleyhine fetvalar almış, hatta katline hükmettirmiştir. Bu hadiseye çok üzülen Süleyman Çelebi, Hz. Peygamber’e duyduğu derin sevgi ve saygının bir ifadesi olarak “Ölmeyüp İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmağiçün idi ol” beytiyle başlayan beş beyit yazmış, arkasından meşhur eserini tamamlamıştır (Pekolcay, 1980). Vesilet’n-necât, Hz. Peygamber’in doğum hadisesini konu edinen “mevlid” türünün en meşhur örneğidir. Aruz vezninin remel bahrinde fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla mesnevî nazım biçiminde yazılmıştır. Sade ve külfetsiz bir dil, samimi bir üslupla kaleme alınmıştır. Kendisinden sonra yazılan mevlidlere örnek oluşturmasına rağmen onlarca mevlid metninden hiç biri Süleyman Çelebi mevlidinin şöhretini yakalayamamıştır. Bu yüzden sehl-i mümteni (kolay görünmesine rağmen benzerinin söylenmesi zor söz) tarzının güzel örneklerinden biri kabul edilmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi Süleyman Çelebi eserini yazarken Erzurumlu Mustafa Darir’in Sîretü’n-Nebî’si ile Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinden faydalanmıştır. Anadolu’nun manevî önderlerinden biri ve Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram-ı Velî (ö. 1430), sayıca az, ancak tesiri çok olan şiirleriyle yüzyıl edebiyatına katkı yapmış mutasavvıf şairlerdendir. İkisi aruzla üçü de heceyle yazılmış olan beş şiiri bulunmaktadır. Bu şiirler tekkelerde ilahî olarak okunmuştur. “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde / Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde” beytiyle başlayan meşhur ilahisine şerhler yazılmıştır. 126 Kaygusuz Abdal lakabıyla tanınmış olan Alaaddin Gaybî (ö. 1444), şiir tarzı bakımından Yunus Emre’nin en eski takipçilerinden biridir. Alâiyye Sancak Beyi’nin oğlu iken Elmalı’da Abdal Musa’ya intisap ederek tasavvufî hayata yönelmiştir. Hicaz, Irak ve Suriye’yi dolaşmış, Mısır ve Rumeli’de bulunmuştur. Çok sayıda eseri vardır. Manzum eserleri: Dîvân, Gülistan, Mesnevîler, Gevhernâme, Minbernâme. Mensur eserleri: Budalanâme, Kitâb-ı Miglâte, Vücûdnâme. Manzum-mensur karışık eserleri: Dilgüşâ, Saraynâme (Güzel, 1981). XV. yüzyılın dinî edebiyat sahasında haklı bir üne sahip şairlerinden biri de, yüzyıllar boyu geniş halk kitleleri arasında okunan Muhammediye isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451)’dir. Doğum yeri belli olmamakla birlikte Gelibolu’da yaşamıştır. Babası, devlet hizmetinde yazıcı (kâtip) olarak çalıştığı için Yazıcı Salih olarak tanınan ve Şemsiyye isimli astrolojiye dair manzum eser yazmış bir kişidir. Yazıcıoğlu Mehmed ilk eğitimini babasından almış, mükemmel derecede Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Kardeşi Ahmed-i Bîcân ile beraber Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap etmişlerdir. Yazıcıoğlu’nun ünlü eseri Muhammediye, müellifin daha önce yazmış olduğu Megâribüz-zamân isimli Arapça eserinin manzum çevirisidir. Eser 1449 yılında tamamlanmış olup dokuz bin beyit civarındadır. Müellif eserini dostlarının, kardeşinin ısrarı ve rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’in teşvik ve telkinleriyle yazdığını söylemiştir. Hz. Peygamber’in hayatı, kıyamet alametleri ve ahiret hayatı olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Eserin Hz. Peygamber’i anlattığı kısmı “manzum siyer” türünün güzel bir örneğidir. Muhammediye çok okunduğundan dolayı kütüphanelerde ve özel kitaplıklarda çok sayıda yazma ve basma nüshaları bulunmaktadır. Eser, Türkiye dışında, Kırım’da, Kazan’da ve Başkurt Türkler’i arasında da kutsiyet kazanmıştır (Çelebioğlu, 1996) Yazıcığlu’nun kardeşi Ahmed-i Bîcân (ö. 1465’ten sonra) da ağabeyi gibi âlim ve fâzıl bir kişidir. Envârü’l-âşıkîn ismiyle şöhret bulmuş olan eseri Megâribü’z-zamân’ın mensur tercümesidir. Bu yüzyılda Yunus tarzı şiirleriyle meşhur olan mutasavvıf şairlerden biri de İznikli Eşrefoğlu Rûmî(1469-70)’dir. Eşrefoğlu Rûmî, ileri yaşlarda Bursa Çelebi Mehmed Medresesi’nde tanınmış müderrislerden ders okumuştur. Gördüğü bir rüya üzerine medreseyi terk ederek Abdal Mehmed isimli bir meczubun yönlendirmesiyle Emir Sultan’a başvurmuştur. Ancak, Emir Sultan yaşlılığını bahane ederek onu Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderir. Eşrefoğlu, Hacı Bayram dergâhında on bir yıl hizmet ettikten sonra önce dergâh imamlığına getirilir, sonra da Hacı Bayram’ın kızıyla evlendirilir. Tasavvuf yolunda daha da ilerlemek için Hacı Bayram’ın tavsiyesiyle Kâdirî şeyhi Hüseyin Hamevî’ye intisap etmek üzere Hama’ya gitmiştir. Eşrefoğlu burada tasavvufî eğitimini tamamlayarak İznik’e dönmüş ve dergâhını kurarak irşada başlamıştır (Pekolcay-Uçman, 1995). Eşrefoğlu’nun şiirleri Divan’da toplanmıştır. Divan’da ilâhî aşkı, vahdet düşüncesini, dünyanın faniliğini, nefsin hallerini çarpıcı benzetmelerle anlatmıştır. Şiirlerinde aruzun yanında ve hece veznini de kullanmıştır. Tasavvufî ahlâkı anlttığı Müzekki’n-nüfûs, tarikat âdâbından ve ehl-i beyt sevgisinden bahseden Tarikâtnâme ve bazı küçük risaleleri vardır. Yunus Emre’nin mutasavvıf şairler üzerinde etkisi olduğu bilinmektedir. XV. yüzyılın sonuna kadar Yunus tarzı şiirleriyle tanınan beş şair ismi tespit ediniz. 127 Yüzyılın yetiştirdiği bilginlerden Sinan Paşa (ö. 1486), secili nesrin en başarılı örneklerini vermiştir. Fatih Sultan Mehmet(1451-1481)’in İstanbul’a atadığı ilk kadı olan Hızır Bey(ö. 1459)’in oğludur. Çok iyi bir eğitim almış, Edirne ve İstanbul medreselerinde müderrislik yapmıştır. Tasavvufî bir mahiyette yazılan Tazarrunâme, varlık, aşk ve âşıkın halleri, Allah’a karşı yakarış ve duaları içerir. İçinde çok sayıda manzum parça yer almaktadır. Maarifnâme (Nasîhatnâme), ahlâkî öğütler içeren bir eserdir. Tezkiretü’levliyâ ise Feridüddîn-i Attar’ın eseri esas alınarak yazılmıştır. Bunların yanı sıra çok sayıda Arapça eseri bulunmaktadır. Yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri de Halvetiyye tarikatı mensubu olmakla birlikte Mevlâna ve Mesnevî hayranlığı ile tanınan Aydınlı Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487)’dir. Dede Ömer gençliğinde nefsanî bir hayat sürmüş, içkiye düşkün bir şair olarak bilinen Melihî ile de arkadaşlık yapmıştır. Bu dönemde daha çok hiciv ağırlıklı şiirler yazmıştır. Hatta kendisini dahi hicvettiği söylenir. Aydınlı olduğu için şiirlerinde “Rûşenî” mahlasını kullanıştır. Daha sonra tövbe ederek Halvetî şeyhi ağabeyi Alaaddin Ali(ö. 1462)’nin yanına Karaman’a gitmiştir. Daha sonra ağabeyinin tavsiyesiyle Bakû’ya giderek Yahya Şirvânî’nin müridi ve halifesi olmuştur. Mürşidinin vefatından sonra Halvetiyyenin Ruşeniyye şubesini kurarak irşad faaliyetlerini Tebriz’de sürdürmüştür. Ruşenî’nin eserlerinin tamamı manzum olup dini-tasavvufî mahiyettedir. Divan’ından başka, tasavvufî inceliklerden bahsettiği Miskinnâme, Mesnevî’yi öven Der Medh-i Mesnevi, Ney’den bahseden ve Mesnevi’nin on sekiz beytinin tercümesini içeren Neynâme, Mesnevî’de geçen Musa ile Çoban hikâyesinin genişletilmiş manzum bir çevirisi niteliğinde olan Çobannâme, maşukun nezdinde âşıkın durumunu, kâtibin elindeki kaleme benzeterek anlatan Kalemiyye isimli mesnevileri bulunmaktadır. Yukarıda bahsedilenlerden başka bu yüzyılda Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser veren pek çok müellif ve mütercim bulunmaktadır. Özellikle dinî konulu eserlerin manzum ya da mensur tercüme edildiği dikkat çekmektdir. XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile on beşinci yüzyılın ilk yarısında yaşayan Divan şairi Ahmed Dâi (ö. 1421’deb sonra)’nin çok sayıda mensur tercümeleri bulunmaktadır. Bunlardan biri Ebu’l-Leys Semerkandi Tefsiri’nin tercümesi olup manzum bir mukaddimesi vardır. Miftâhu’l-cennet isimli, cennetin sekiz tabakasına nisbetle sekiz meclisten oluşan fezâil kitabı ile Vesiletü’l-mülûk liehli’s-sülûk isminde âyete’l-kürsi tefsiri tercümeleri vardır. Ayrıca yine ona atfedilen Tezkiretü’l-evliya tercümesi bulunmaktadır. (Ertaylan, 1952). Şeyh Elvân-ı Şirazî (ö. 1425’ten sonra), Mahmud Şebusterî (ö. 1320)’nin Gülşen-i Râz isimli eserini nazmen tercüme etmiştir. Kaynaklarda hayatı hakkında fazla bilgi edinilemeyen, yaptığı manzum çevirilerle kendisinden söz ettiren bir şair Hatiboğlu Muhammed (1435’ten sonra)’dir. Hatiboğlu, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât’ını nazmen tercüme etmiş ve eserine Bahrü’lhakâik adını vermiştir. Muslihuddin Muhammed isminde bir müellifin Mülk Suresi Tefsirini Letâyifnâme adıyla nazma çekmiştir. Bir de Ferahnâme adında manzum yüz hadis tercümesi bulunmaktadır (Coşan, 2008). Balıkesirli Devletoğlu Yusuf, Vikâye Tercümesi diye bilinen 6960 beyitlik fıkhî mesnevisini bu yüzyılda yazarak II. Murad (1421-1451)’a ithaf etmiştir. Yine II. Murad’ın isteği üzere Muînüddîn bin Mustafa (ö. 1436’dan sonra) Mesnevî’nin birinci cildini Mesnevî-i Murâdiye adıyla tercüme ve şerh etmiştir. Fatih Sultan Mehmet’in hocası ve devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarından biri olan Akşemseddin (ö. 1459)’in din, tasavvuf ve tıp konularında eserlerinin yanı sıra tasavvufî mahiyette hece ve aruzla yazdığı az sayıda şiir- 128 leri de bulunmaktadır. Yunus Emre tarzında şiirler yazan, Divan ve didaktik muhtevalı Kırk Armağan isimli mesnevileri ile Kemal Ümmî (1475), bu yüzyılda yetişen şairlerdendir. Vahdetnâme mesnevisi ve Kaside-i Bürde tercümesiyle bilinen Abdurrahim-i Karahisâri (ö. 1494) de on beşinci yüzyılda yaşamıştır. Karahisârî’nin ayrıca Minyetü’l-ebrâr isminde tasavvufi mahiyette yazılmış bir eseri vardır. Bu yüzyılda yaşayan mutasavvıf şairlerden biri de Yunus tarzı ilahileri ve dinî-ahlâkî mahiyette beş bin beyit civarında Gülzâr-ı Manevi’si ile Akşemseddin’in müridlerinden İbrahim Tennûrî (ö. 1482)’dir. Tennûrî’nin müridlerinden Akşemseddin’in oğlu Hamdullah Hamdi (ö. 1503) de Yusuf u Züleyha, Mevlid-i Nebi, Leylâ İle Mecnûn Tuhfetü’l-uşşâk, Kıyâfetnâme isimli beş mesnevisiyle Anadolu’da ilk “hamse sahibi” şair olarak tanınmıştır. Tazarru’nâme’den İlâhî! Sen ol pâdişâhsın ki, lütfun hazînesi bî-pâyân; keremün deryâsı bîkerân. Cûdun sehâb-i kâyim; feyzun bârân-ı dâyim. Rahmetün in’âm-ı şâmil; kudretün âsâr-ı kâmil. Cûdun denizinden dü âlem bir katre; mihrün havâsında iki cihân bir zerre. İlâhî! Eğer halk-ı evvelîn ü âhırîn cem’ olup etbâk-ı âsümânı evrâk-ı defâtir itseler, bir demde ittügün eltâf u in’âmun yüz binde birinün hisâbını göremeyeler ve eger benî-âdemün her kılı dil ve her ahşâsı gönül olsa, bir nefeste kılduğun ihsân ü ikrâmun bahirden katresinün, zemînden zerresinün şükrin edâ idemeyeler. İlâhî! Çün evvel bizden sevâbık-ı tâ’at ve levâhik-ı hizmet olmadın, kendü lütfı amîm ve hulk-ı kerîmünden tevhîd milkine mâlik ve tefrîd silkine sâlik idüp “kâlû belâ” ahdini alup tâc-ı “le-kad kerremnâ”y-ile müzeyyen ü mükerrem eyledün, gine ol lutf-ı bî-ivaz ve kerem-i bî-garazundan, bu mücrim âsîlerün taksîr ü küfrânü’n-ni’meleri sebebi-y-ile, kaht-ı târâcını musallat idüp, îmân tâcını başumuzdan alma. Şol şarâb-ı ezelî ki elst güninde içirdün, ebedî eksük eyleme. İlâhî! Âsîlere azâb itmek adl-ise, afv itmek dahı ahdündür. İlâhî! Mücrimlere ikâb itmek hakk-ise, bağışlamak dahı va’dündür. (Tulum, 1971;82) Eşrefoğlu Rûmî’den İy aceb bilsem nedür yâ Rab bu derdün çâresi Gün gün artar hiç onulmaz yüreğümün yâresi Yüreğümün yâresine hiç tabîb kılmaz ilâç İy âceb var mı dahı bencileyin bî-çâresi Çâresi bî-çârelikdür yine bu derdün hemân Çün belâ burcındadur âşıklarun sitâresi 129 Gözi yaşlu bağrı başlu ciğeri delük delük Olmuşam âlem içinde ışkınun avâresi Her kim inler bu belâdan varsun ol âşık değül Görsün ol bir ana neyler dünyânun mekkâresi Dünyâ-yı mekkâreye her kim tolaşdı tâ ebed Gitmedi gitmeyiser anun yüzinün karesi Her kimün gönlinde zerre denlü dünyâ hubbı var Anı mahrûm itdi bilsün nefsinün emâresi Dôst yolında âşıkı ger kılsalar yüz bin pâre Düşmeye dôst dôst diyü çağıra her bir pâresi Eşrefoğlu Rûmî bu derde giriftâr olalı Düşdi bir deryâya kim yokdur anun kenâresi (Güneş, 2000;409) Özet Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak özelliklerini açıklayabilmek. Türkler’in Müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk müstakil eserler, Orta Asya’da Karahanlılar zamanında Hâkâniye Türkçesiyle yazılmıştır. Bu dönemde yazılan eserler dinî muhtevalıdır ve didaktik gayelerle yazılmıştır. Türk İslâm edebiyatına ait eserlerin dinî ve tasavvufî vasıflarını ayırt edebilmek. Tasavvuf cereyanının Türkler arasında yayılması İslâmiyet’e girmelerinden çok sonradır. Dolayısyla meydana getirilen ilk eserler sadece dinî eserlerdir. Tasavvufî edebiyat, ilk tarikat kurucusu olarak kabul edilen Ahmed-i Yesevî ile Orta Asya’da başlamıştır. Yesevî’nin takipçileri Anadolu’da tasavvufî edebiyatın temellerini atmışlardır. Anadolu coğrafyasında meydana getirilen ilk edebî ürünlerin çoğu tasavvufî içeriklidir. Dinî eserler, akaid, tefsir, fıkıh gibi dinin zahirine yönelik bilgileri; tasavvufî eserler ise ilâhî aşkı, varlık bilgisini, nefsin mertebelerini, seyru sülûk yollarını öğreten bilgileri içerirler. 130 Türk-İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi gelişimini açıklayabilmek. Her edebiyat eseri şüphesiz meydana getirildiği dönemin bir ürünüdür. Bununla birlikte tıpkı tarihi olaylarda olduğu gibi edebî eserelerde de süreklilik esastır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk toplulukları arasında âlim, şair ve mutasavvıflar da bulunuyordu. Onlar bu yeni vatanlarında ilmî, edebî ve tasavvufî faaliyetlerine devam ettiler. Anadolu’da yazılan llk eserlere bakıldığı zaman tarihî sürekliliğin izlerini görmek zor değildir. Ahmed Yesevî ile Yunus Emre arasında pek çok benzerlik vardır. Bununla birlikte Orta Asya’daki yazı dili, Anadolu’ya gelmemiştir. Anadolu’da Oğuz Türkçesi kullanılmıştır. Tarihi hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşimlerini yorumlayabilmek. Tarihî hadiseler edebî eserleri doğrudan etkilemektedir. Ancak bu etkinin hızı farklı olmaktadır. Türkler’in İslâm dinini kabul etmeleri, Fetihler, Anadolu’ya göçler, yapılan savaşlar, hâkimiyetin el değiştirmesi, fetret dönemleri, hepsi edebiyat eserleri üzerinde belirleyici role sahiptir. Sözgelimi Selçuklular’ın dağılmasıyla ortaya çıkan yeni siyasî durumda, Beylikler’in başında bulunan beylerin Türkçe dışında dil bilmemeleri, himayelerindeki âlim ve şairlerin eserlerini Türkçe yazmalarına yol açmıştır. Bu vesileyle Türkçe eserler çoğalmış, Türk dilinin gelişmesini hızlandırmıştır. Türk edebiyatının XV. Yüzyıla kadar gelişim seyrini aktarabilmek. Yüzyıllara kabaca bakıldığında her yeni yüzyılda bir öncekine göre daha fazla eserin telif edildiği görülmektedir. Özellikle edebî esererlere bakıldığında sadece nicelik olarak değil; kullanılan dil, nazım tekniği, üslup vb bakımlardan nitelik olarak da gelişmektedir. Eserlerin mevzuları çeşitlenmiş, Arapça ve Farsça’dan yapılan tercümeler bu çeşitliliği artırmıştır. Pek çok mütercim, tercümeyle yetinmeyip ilaveler yaparak yarı tercüme yarı telif eserler meydana getirmişlerdir. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmiyet sonrası meydana getirilen eserlerin ortak özelliklerinden biri değildir? a. Öğreticilik vasfı hâkimdir. b. Eski Türk geleneklerinden izler taşımaktadır. c. Türk kültürüne ait bazı öge ve motifler İslâmî hüviyete bürünmüştür d. Sadece yöneticilerin okuması için yazılmışlardır. e. İslâm öncesi Türk edebiyatının şekil yapısını kısmen korumuşlardır. 2. Aşağıdaki eserlerin hangisi tasavvuf ile ilgilidir? a. Battal Gazi Destanı b. Kur’an Tercümeleri 131 c. Sîretü’n-nebî d. İskendernâme e. Garibnâme 3. Aşağıda ismi verilen mutasavvıf şairlerden hangisinde Ahmed Yesevî’nin etkisi görülmez? a. Hacı Bektaş-ı Velî b. Nesîmî c. Kaygusuz Abdal d. Yunus Emre e. Âşık Paşa 4. Oğuz Türkçesi’nin edebiyat dili haline gelmesi aşağıdaki siyasi olayların hangisinden sonra gerçekleşmiştir? a. Selçuklu Devletinin Kuruluşu b. Karahanlı Devletinin Kuruluşu c. Göktürk Devletinin Kuruluşu d. Karamanoğlu Beyliğinin kuruluşu e. Osmanlı Devletinin Kuruluşu 5. XV. Yüzyıl Türk İslam edebiyatıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. İslâmî Türk edebiyatının en meşhur eserleri bu yüzılda yazılmıştır. b. Arapça ve Farsça’dan yapılan tercümeler yavaşlamıştır. c. Türk nesrinin en güzel örnekleri verilmeye başlanmıştır. d. Şairler Türkçe’yi Arapça ve Farsça’ya tercih etmişlerdir. e. Anadolu’da ilk hamse sahibi şair bu yüzyılda yetişmiştir. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız doğru değilse, “XI-XII. Yüzyıllar” bölümünü yeniden okuyunuz 2. e Yanıtınız doğru değilse, “XIV. Yüzyıl” konusunu yeniden okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse, “XV. Yüzyıl” konusunu yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız doğru değilse, XIII. Yüzyıl konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değlse, XV. Yüzyıl konusunu yeniden okuyunuz. 132 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig’de siyaset düşüncesi, Dîvânu Lügâti’t-Türk’te dil düşüncesi, Atabetü’l-hakâyık’ta da ahlâk düşüncesi ağır basmaktadır. Sıra Sizde 2 Süleyman Bakırgânî olarak da bilinen Süleyman Hakîm Ata, Yesevî’nin üçüncü halifesidir ve hikmetler ve manzumeler söylemekle meşhur olmuştur. Ahir Zaman Kitabı, Meryem Kitabı ve Bakırgan Kitabı adlı üç manzum eseri günümüze ulaşmıştır. Sıra Sizde 3 Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir. Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini kullanmıştır. Sıra Sizde 4 Selçuklu Döneminde Anadolu’da Türkçe sadece halkın konuştuğu bir dil olarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemde Türkçe yazılan eserlerin sayısı oldukça azdır. Anadolu Selçuklu Devletinin dağılma süreci, her bölgede ayrı bir Beyliğin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Beyliklerin başında bulunanların çoğunlukla Arapça ve Farsçayı bilmemeleri, resmi yazıların Türkçe yazılmasını zorunlu kılmıştır. Ayrıca Beylere sunulmak amacıyla Türkçe eserler yazılmasının yanı sıra Arapça ve Farsça bazı meşhur eserleri Türkçeye kazandırma faaliyetleri de hız kazanmıştır. Bu da Türkçenin edebî ve ilmî bir dil olarak gelişmesine katkıda bulunmuştur. Sıra Sizde 5 Yunus Emre tarzında şiirleriyle tanınmış olan şairler: Said Emre (ö. ?), Kaygusuz Abdal (ö. 1444), Kemal Ümmî (ö. 1475 ), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469-70 ), İbrahim Tennûrî (ö. 1482 ). Yararlanılan Kaynaklar Arat, R.R. (1991).Kutadgu Bilig I Metin, Ankara. Arat, R.R. (1992). Atabetü’l-hakâyık, Ankara. Caferoğlu, A. (1970). Kaşgarlı Mahmud, Ankara. Çelebioğlu, A. (1967). Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirmesiyle Manzum Nahifi Tercümesi, İstanbul. 133 Çelebioğlu, A. (1996). Muhammediye, İstanbul. Sertkaya, O.F. (1989). “Ahmed Fakih”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul. Eraslan, K. (1993). Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara. Ertaylan, İ.H. (1952). Ahmed-i Dâi Hayatı ve Eserleri, İstanbul. Gölpınarlı, A. (1981). Mesnevi I, Ankara. Güneş, M. (2000). Eşrefoğlu Rûmî Dîvânı, İnceleme Karşılaştırmalı Metin, Ankara. Güzel, A. (1981). Kaygusuz Abdal, Ankara. Hacı Bektaş-ı Veli, (2009), Makâlât (haz. Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş-Ali Öztürk), Ankara. Köprülü, F. (1991). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara. Mülk Sûresi Tefsîri, Adnan Ötüken Ktp. Nu: 329. Özkan, M. (1999). “Eski Dönem Osmanlıca Türkçesi”, Osmanlı c.I-VII, Ankara. Pekolcay, N. Uçman, A. (1995). “Eşrefoğlu Rûmî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul. Sinan Paşa, (1971). Tazarru’nâme, Haz. A. Mertol Tulum, İstanbul. Tatçı, M. (1990). Yunus Emre Dîvânı, Ankara. Tatçı, M. (1991). Risâletü’n-nushiyye, Ankara. Yavuz, K. (2000). Âşık Paşa-Garibnâme, İstanbul. 134 135 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilecek, • Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilecek, • XVI-XX. yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilecek, • Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebiyat olduğunu açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Türk-İslâm Edebiyatı • XVI-XX. Yüzyılda Edebî Durum • XVI-XX. Yüzyılda Şair ve Yazarlar • XVI-XX. Yüzyıl Şiirimizden Örnekler Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Diyanet İslâm Ansiklopedisi “Divan Edebiyatı” maddesini okuyunuz. • Mine Mengi’nin Eski Türk Edebiyatı Tarihi kitabını inceleyiniz. • H. İbrahim Şener ve Alim Yıldız’ın Türk-İslâm Edebiyatı adlı kitabının “Tarihi Süreç” kısmını gözden geçiriniz. • Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un beşer adet şiirini okuyarak üzerinde düşününüz. 136 XVI-XX. Yüzyıl Türk-İslâm Edebiyatı GİRİŞ Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in İslâm’ı kabul etmelerinden başlayarak, klasik olarak değişikliğe uğramadan Tanzimat Dönemi’ne ve oradan da çeşitli değişiklerle günümüze kadar ulaşan din ağırlıklı edebî ürünlerle müellif ve şairleri inceleyen bir bilim dalıdır. Tüm İslâmî ilimlerde olduğu gibi, bu alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ile hadislerdir. Kısas-ı Enbiyâlar (Siyerler ve diğer peygamberlerin kıssaları), Tasavvuf (Umumî tasavvuf, TarikatTekke Edebiyatı ve Menâkıb-ı Evliyâ), devrin ilimleri, yerli malzeme ve İran Edebiyatı da bu edebiyatın diğer kaynaklarıdır. Türk-İslâm Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı yahut yaygın adıyla Divan Edebiyatı’ndan bazı farklarla ayrılan bir edebiyattır. Eski Türk Edebiyatı, Türk edebiyatının gelişimi içinde İslâm kültürü ve İran edebiyatı etkisiyle Anadolu’da XIII. yüzyıldan başlayarak klasik dönemin sona erdiği Tanzimat’a kadar gelen, Türk şair ve müelliflerinin oluşturduğu bir edebiyattır. Türk-İslâm Edebiyatı ise Türklerin müslüman olmalarından başlayarak günümüze kadar gelir. Bu itibarla Eski Türk Edebiyatı başlangıcı ve sonu itibariyle belli bir zaman dilimi içerisinde yer alan bir edebiyatı incelerken, Türkİslâm Edebiyatı hala ürün vermeye devam eden ve canlılığını devam ettiren bir edebiyatı incelemektedir. Birincisi tarihi temel alırken, ikincisi dini merkez kabul eder. Her iki alanın ortak çalışma sahası Anadolu’da XIII. yüzyıldan Tanzimat Edebiyatı Dönemi’ne kadar olan dönemdir. Eski Türk Edebiyatı kendi alanı içerisinde mütalaa edeceği eserlerde seçici davranır. Manzum eserlerde İran şiirinin bütün geleneklerini benimsemiş ve onu kendisine yegâne örnek almış olan eserler bu edebiyatın ilgi alanıdır. Bu kıstasa uymayan eserleri vezni aruz bile olsa kendisinden saymaz (Akün: 1994: IX/389). Türk-İslâm Edebiyatı ise bu dönem içerisinde meydana getirilen eserlerde bir ayrıma gitmez ve hepsini kendi bünyesinden kabul eder. XVI. Yüzyıl Osmanlı’nın en güçlü olduğu ve hemen her alanda mükemmeliyete eriştiği dönemdir. XV. Yüzyılın ortalarından itibaren edebiyatımız kurallarıyla, remiz ve mazmunlarıyla klasik bir hale gelmiş ve XVI. yüzyılda zirve şairlerin eserleri edebiyat dünyamızda kendilerini göstermişlerdir. Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemleri diğer alanlara olduğu kadar edebiyatımıza da yansımıştır. XVII. yüzyıldan itibaren edebiyatımızda görülen bu duraklama XVIII. yüzyılın iki büyük şairi Şeyh Gâlib ve Nedim ile bir soluk almışsa da XIX. yüzyılın ortalarında klasik dönem sona ermiştir. 137 Bundan sonra Tanzimat ve Yeni Türk Edebiyatı dönemleri başlayacaktır. XX. yüzyılın başlarında aruz Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi şairlerce mükemmeliyete ulaşmışsa da hece karşısında hayatiyetini devam ettirememiştir. Sosyal hadiselerin bir anda başlayıp bir anda bitmesi mümkün değildir. Her ne kadar XX. yüzyılın başlarında önce hece daha sonra serbest vezinle şiir yazımı ağırlık kazansa da eski edebiyatımıza uygun aruz vezniyle şiir yazmaya devam eden ve divan meydana getiren şairler de olmuştur. Şekil açısından olmasa da içerik açısından Divan şiiri geleneğinin tekrar başlaması, eski edebiyatımızın kaynaklarından yararlanarak yeni ve modern tarzda eser veren şairlerin edebiyatımızda görülmesi 1950’den sonraki yıllara rastlar. Bu dönemde dergilerin büyük bir öneme sahip oldukları görülür. Hisar, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Türk Edebiyatı, Dergah, Yedi İklim, Hece gibi edebiyat dergileri gelenekten beslenen şair ve yazarların ürünlerinin yayımlandığı dergilerdir. Bu etki günümüzde de devam etmektedir. XVI. YÜZYIL Divan edebiyatı ve şiiri için XVI. yüzyıl bir ihtişam dönemi, bir altın çağı mesâbesindedir. Bu yüzyıl, aynı zamanda Divan şairlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Bu yüzyılın başta gelen şairleri, başta Âzerî lehçesiyle şiir yazmakla beraber, yüzyıllar boyunca bütün Türk ülkesinde tanınan, sevilen ve okunan, şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadıkları çağı aşan Fuzûlî (ö. 1556) ve gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesi’ni genel bir şiir dili hâline getirerek yüzyıllar boyunca unutulmayan Bâki (ö. 1600) olmak üzere, geniş hayal gücüne sahip olan Zâtî (ö. 1546), aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayâlî (ö. 1557), sâde diliyle Nev‘î (ö. 1599), insan ruhunu tahlilde gerçekten başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i Bağdâdî (ö. 1605) bu yüzyılın usta şairleridir. Fuzûlî Divan’ı, Leylâ vü Mecnûn mesnevisi ile önem arz ederen, devrinin “sultânü’ş-şuarâ”sı olan Bâki Divan’ı ile, Câmî-i Rûm lâkabıyla anılan Lâmii Çelebi (ö. 1532) Şevâhidü’nNübüvve, Nefehâtü’l-Üns Tercümesi, Risâle-i Tasavvuf ve Hüsn-i Dil gibi eserleriyle şöhret bulmuştur. Yine Fuzûlî, hamse alanında önem arz eden Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Lâmiî Çelebi ve Kara Fazlı (ö. 1564) mesnevi tarzında eser yazan şairlerin başında gelmektedirler. Bu yüzyılın diğer önemli şairleri olarak Emrî (ö. 1575), Figânî (ö. 1532), Hayretî (ö. 1534) ve büyük bir aşkın mahsûlü olan ve Hz. Peygamber’in fizikî yapısı, tavrı ve ahlâkı hakkında hadislerden derlediği esasları genişleterek mesnevî tarzında kaleme aldığı Hilye’siyle Hâkânî Mehmed Bey (ö. 1606) sayılmalıdır. Bu yüzyıl, nesir alanında da önemli temsilcileri olan bir yüzyıldır. Tezkire alanında Sehî Bey (ö. 1548), Lâtîfî (ö. 1582), Âşık Çelebi (ö. 1572), Kınalızâde Hasan Çelebi (ö. 1603), Beyânî (ö. 1597) ve Ahdî (ö. 1593); tarih alanında Lütfi Paşa, Hoca Sadeddîn (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve Kemâlpaşazâde (ö. 1534); denizcilik alanında Seydi Ali Reis (ö. 1562) ve Pîrî Reis (ö. 1554); münşeât alanında Feridun Bey (ö. 1583) Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır. Hz. Peygamber dışında hakkında hilye yazılan kimseler var mıdır? Araştırınız. 138 Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî (ö. 1555) ve Tatavlalı Mahremî (ö. 1535), Arapça ve Farsça’nın dil ve edebiyatımıza en çok girdiği bir sırada, yepyeni bir iddia ortaya atmışlardır. Bu iki şair, aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça ve Farsça kelime ve terkip kullanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir yazmışlardır. Bu iki şair, dil açısından oldukça önemli olan bu Türkî-i basit hareketini, bir yandan arûzla öztürkçe şiir yazmanın güçlüğü ve bu veznin Türkçe’ye uygulanabilmesinin mümkün olmayışı, diğer yandan, şairlik yönlerinin zayıf olması nedeniyle, bu Türkî-i basit hareketini bir heves olmaktan öteye götürememişlerdir. M. Fuat Köprülü’nün “Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri” diye vasıflandırdığı ve haklarında makâle yazdığı bu iki şairden biri olan Tatavlalı Mahremî, Türkî-i basit hareketinin öncüsü kabul edilmektedir. Âşık Çelebi, Mahremî’nin biyografisi hakkında bilgi verirken, onun Türkî-i basit tarzında şiir yazmasını hiç önemsemeden, şöyle diyor: “...ve bir Basit-nâmesi vardır ki elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî’dir; içlerinde lafz-ı Arabî ve Acemî yoktur. Bu uslûbla bir iki gazel dahi derc eylemişti. Bu dahi andandır: “Gördüm seğirdir ol ala gözlü geyik gibi / Düştüm saçı tuzağına bön üveyik gibi”. Görüldüğü gibi Âşık Çelebi, Mahremî’nin Basit-nâme isimli bir eserinden ve manzum veya mensur mu olduğu bile anlaşılamayan bu eserin “elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî” olduğundan söz edilmekte ve hiçbir önem atfedilmemektedir. M. Fuat Köprülü, Tatavlalı Mahremî için, millî edebiyat tarihinde ona ayrı bir yer verilmesinin gerektiğini vurgulayarak şöyle demektedir: “Her nereden mülhem olursa olsun, önce Türkî-i basit ile şiirler yazdığından, millî lisan ve edebiyat cereyânının âdeta ilk müjdecisi sayabileceğimiz bu şair için, Millî Edebiyat tarihimizde çok mühim bir yer ayırmak mecbûriyetindeyiz.” (Köprülü 1986: 281 vd.) Durum böyle olmakla beraber, sonradan bazı şairler, Türkî-i basit çeşidi de bulunsun diye bu tarzda da birkaç şiir yazmışlardır. İbrahim Gülşenî (ö. 1534), Ahmed Sârbân (ö. 1546), Muhyiddin Üftâde (ö. 1580), Şah Hatâyî (ö. 1524), Vâhib Ümmî (ö. 1595), Pir Sultan Abdal (ö. 1590), Hâşimî Emir Osman (ö. 1595), Şemseddin Sivâsî (ö. 1597), Kul Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mutasavvıf şairlerindendir. XVI. Yüzyılda kaleme alınan ve klasik bir mesnevî örneği olan Fuzulî’nin Leylâ vü Mecnun isimli eserini, modern roman tarzı ile benzerlik ve farklılıklarını göz önünde bulundurarak inceleyiniz. Gazel Beni cândan usandırdı cefâdan yar usanmaz mı Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsân Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı 139 Gamım pinhân dutardım ben dediler yâre kıl rûşen Desem ol bî-vefâ bilmen inanır mı inanmaz mı Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı Değildim ben sana mâil sen etdin aklımı zâil Bana ta‘n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır Görün kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı Fuzûlî Gazel Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan Sür çıkar gayrı gönülden tâ tecellî kıla Hak Pâdişah konmaz saraya hâne ma‘mûr olmadan Mûtü kable en temûtü sırrına mazhar olan Gördü onlar haşr u neşri nefha-ı sûr olmadan Sen müyesser eyle yâ Rab bizlere beytin tavâf İlmin ile âmil eyle va‘de tekmîl olmadan Hak cemâlin Ka‘be’sini kıldı âşıklar tavâf Yerde Ka‘be gök yüzünde Beyt-i ma‘mûr olmadan Mest hem mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan Mest olanların cevâbı gayriden gelmez velî Pes ene’l-hak nice söyler kişi Mansûr olmadan 140 Bir devâsız derde düşmüş bu dil-i Şemsî müdâm Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan Şemseddin Sivâsî Resim 6.1: Şemseddin Sivasî’nin Gülşen-âbâd isimli mesnevisinin ilk sayfası. Kaynak: Süleymaniye Ktp. H Semsi F Guneren Blm. No: 49 XVII. YÜZYIL XVII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişin hemen ardından gelen bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve ekonomik gücünü giderek kaybetmeye başladığı duraklama dönemidir. Askerin bazı güçsüz padişahlar karşısında her fırsatta kazan kaldırması, rüşvet olayının yaygınlık kazanması, Celali İsyanları adı altında devlete karşı çeşitli ayaklanmaların düzenlenmesi gibi belli başlı olaylar yüzyılın portresini meydana getirir. Nihat Sami Banarlı bu dönemi anlatırken şöyle demektedir: “Bir cemiyette idarî, medenî ve ictimâî hayat ileri ise sanat ve edebiyat hayatı da ileridir, diyen Edebiyat Tarihi’nin bu asırda yanıldığı görülür: XVII. asırda idarî ve ictimaî hayattaki gerilemenin edebiyat hayatına tesiri olmamıştır. Bu- 141 nun belli başlı sebebi, sanat ve edebiyat sahasında geçen asırlarda atılan temellerin ve varılan seviyenin sağlamlığıdır” (Banarlı 1987: II/649) Gerçekten de dışta ve içte çeşitli karışıklıkların yaşandığı bir dönem olan XVII. yüzyıl, ilim ve fikir adamları ile sanatkârlar açısından oldukça zengin bir görünüm arz eder. Bu dönemde, mimarî, musikî ve edebiyat alanlarında önemli temsilciler yetişmiştir. Dönemin en önemli gelişmesi musikî alanında olmuştur. Bu yüzyıl Türk mûsikîsi açısından çok önemli bir zaman dilimi ve aşamasıdır. Genişleyen mûsikî hayatı yalnız sarayla sınırlı kalmamış, devlet adamları ve sultanların saraylarına, varlıklı kimselerin konaklarına kadar girmiştir. Mûsikî, en parlak yıllarından birini Sultan IV. Murad’ın saltanatı sırasında yaşamıştır. Mûsikîyi seven, aynı zamanda bestekar olan bu padişah, Enderûn’a yeni sanatkarlar kazandırmış, her gittiği ülkeden tanınmış sanatkarları İstanbul’a getirmiştir. Örneğin, neyzen ve çengi Mevlevî Yusuf Dede onun döneminde saraya girmiş ve onun ölümünden sonra saraydan ayrılmıştır. Aynı padişah “Bağdat Seferi” dönüşünde hanende Mehmed Bey ile şeştârî Hacı Murad Ağa’yı beraberinde getirmiştir (Özalp 2000: I/356). Yahya Kemal’in de bir şiirine konu ettiği XVII. yüzyılın büyük bestekârı Itrî’nin hayatı hakkında kısa bir araştırma yapınız. Enderûn, gelişmesini ve sanat akademisi durumunu almasını, öğrenci yetiştirmesini sürdürmüş, bu sayede büyük mûsikîşinaslar yetişmiş, ünlü mûsikî üstatları burada hocalık etmiştir. Başta Mevlevîlik olmak üzere bütün tekkelerde dinî mûsikîmizin her formunda eserler verilmiştir. Bayatî makamındaki Mevlevî âyini bu dönemde bestelenmiştir. Edirneli Derviş Mustafa Dede, Zâkirî Hasan Efendi, Bezcizâde Mehmed Muhiddin ile Kovacızâde Mehmed Efendi bu yüzyıldaki dinî mûsikînin gelişmesinde büyük katkısı bulunanlardandır. Hafız Post’un öğrencisi olan Itrî ise devrin üstad şahsiyetlerindendir. (Özalp: 359). XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının her dalında olduğu gibi, şiirde de en gelişmiş bir dönemdir. Her ne kadar, şairler üzerinde İran şiirinin etkileri görülmeye devam ediyorsa da, Türk şairleri nazım ve ahenk inceliğinde İran edebiyatı temsilcilerinden geri kalmamışlar, hatta onlardan üstün olduklarını iddia eder duruma gelmişlerdir. Bu devir divan edebiyatımız, başka bir devrede görülmesi mümkün olamayacak çok geniş bir temsilci kadrosuna sahip bulunmaktadır (Üzgör, 1991: 1-2). Sarayın, geçmiş asırlarda olduğu gibi, şair ve ilim adamlarını korumaya devam etmesi, XVI. yüzyılda ulaşılan edebî seviyenin bu yüzyılda da muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Dönemin padişahlarından III. Murad “Murad, Muradî”, III. Mehmet “Adnî, Muhammed”, I. Ahmet “Bahtî”, II. Osman “Fârisî”, IV. Murat “Murâdî” ve IV. Mehmet “Vefaî” mahlaslarıyla şiir yazan birer şairdirler (Ak 2001). Divan edebiyatında, 1603 yılında klasik devir sona ermiş, onun yerine “Sebk-i Hindî” diye isimlendirilen yeni bir akım başlamıştır. Şiir, bir önceki yüzyılın sağlam temelleri üzerinde gelişmiştir. Türk edebiyatı, bu dönemde gazel ve kasîde alanında altın çağını yaşar. Bu yüzyılın temsilcileri olarak kasîde ustası Nef‘î (ö. 1635)’yi, hikemiyât şairi Nâbî (ö. 1712)’yi, samîmî edâlı Şeyhülislâm Yahya (ö. 1644) ve Sebk-i Hindî akımının ilk temsilcileri olan Nâilî (ö. 1666) ile Neşâtî (ö. 1674) bu yüzyılın usta şairleridir. Bunlardan ayrı Bahâî (ö. 1654), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712) ve Nâdirî (ö. 1626) de ilk akla gelen diğer şairlerdir. 142 Şeyhülislâm Bahaî (ö. 1653), Fehîm-i Kadim (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712), Sabrî (ö. 1645), Alî (ö. 1648), Riyazî (ö. 1645), Şehrî (ö. 1660), Nedîm-i Kadim (ö. 1670), Sabûhî (ö. 1647), Vecdî (ö. 1660) gibi şairler gazel ve kasideleri ile tanınmışlardır (Banarlı; II/651-736). Gani-zâde Nadirî (ö. 1626), Nev‘î-zâde Atâyî (ö. 1635), Nergisî (ö. 1635), Müftî Aziz (?) ve Hulvî Mahmud (?) ise dönemin önemli hamse yazarlarıdır (Kortantamer 1997: 1016). Bu dönemde yazılan mensur edebî eserlerin başında “Şuarâ Tezkireleri” yer almaktadır. Tamamı yedi adet olan bu tezkireler şunlardır: Sadıkî’nin Mecmau’l-Havâs, Riyâzî (ö. 1644)’nin Riyâzu’ş-Şuarâ, Kaf-zâde Fâizî (ö. 1622)’nin Zübdetü’l-Eş‘âr, Rızâ (ö. 1671)’nın Tezkire-i Şuarâ, Yümnî (ö. 1662)’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ, Âsım (ö. 1675)’ın Zeyl-i Zübdetü’l-Eş‘âr ve Güftî (ö. 1677)’nin Teşrifâtü’ş-Şuarâ’sıdır (Kılıç 1998). Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Veysî (ö. 1627) ve Nergisî (ö. 1635), sanatlı ve süslü nesir üslubunun temsilcileridir. Bu yüzyılın nesir ürünleri olarak bir tarafta Evliya Çelebi (ö. 1682)’nin Seyâhat-nâme’si, diğer yanda ise Veysî (ö. 1628)’nin Siyer-i Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi (ö. 1657)’nin, başta Keşfü’z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlarda yazdığı ilmî eserlerle, Naîmâ (ö. 1716) ve Peçevî (ö. 1649) tarihleri; Koçi Bey’in Risâle’si (telifi: 1631) bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Tarih sahasında ise Peçevî (ö. 1649) ve Nâimâ (ö. 1716) bulunmaktadır. Koçi Bey, 1631’de telif edip IV. Murad’a sunduğu 22 adet layihadan oluşan Risale’sinde yöneticilerin zulm etmekten kaçınmalarına dair şunları söyler: “Memâlik-i İslâmiyye’den bir memlekette zerre kadar bir ferde zulm olsa rûz-ı cezâda mülûkdan suâl olunur… Küfr ile dünya durur; zulm ile durmaz. Adâlet tûl-ı ömre sebebdir ve intizâm-ı ahvâl-ı fukarâ Pâdişâhlara mûcib-i cennetdir”. Tezkireci olarak da Sadıkî, Yümnî (ö. 1662), Riyâzî (ö. 1644), Kaf-zâde Fâizî (ö. 1622), Rızâ (ö. 1671), Âsım (ö. 1675) ve Güftî (ö. 1677) anılması gereken isimlerdendir. XVII. yüzyıl tekke mensupları ile medreselilerin birbirlerini suçlayarak hararetli münakaşalara giriştikleri bir dönemdir. Bu dönemde birçok divan şairi de tasavvufun etkisi altındadır. İlahi aşkı temiz bir dil ve üslûpla anlatan Şeyhülislâm Yahya, halvetiye tarikatına bağlı yoğun hayallere, orijinal mazmunlara ve güçlü bir söyleyişe sahip Nâilî, divan ve hilye-i enbiya sahibi Edirne, Muradiye mevlevihanesi şeyhi Neşati Ahmet Dede dönemin tasavvuf etkisindeki başlıca divan şairleridir. Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1628), Ankaravî İsmail Efendi (ö. 1631), Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nûrî (ö. 1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Oğlan Şeyh İbrahim (ö. 1655), Elmalılı Ümmî Sinan (ö. 1657), Sarı Abdullah Efendi (ö. 1660), Fenâyî (ö. 1665), Sun‘ullah Gaybî (ö. 1676), Niyazi Mısrî (ö. 1693) de bu asırda yaşayan önemli mutasavvıf şairlerdendir. Gazel Dil aşk ile yâr oldu yâ Hû haberin söyler Kapında kulun oldu tapu haberin söyler 143 Aşk câmını dil içdi sarhoş-ı ezel oldu Buldu ebedî sıhhat mûtû haberin söyler Benzettim idi verde nâzik lebini yârin Dil mağlatasın bildi tûbû haberin söyler Sabr edemedi gamma dil sâha-ı aşkında Rûh ceyşine anun’çün sîhû haberin söyler Şimden geri cân murgı eski vatanın ister Her demde hitâb edip rüddû haberin söyler Abdülmecid Sivâsî Gazel Vücûdum dârını ma‘mûr eden yâr Beni zâkir iken mezkûr eden yâr Celâli perdesin ağyâre çekmiş Cemâliyle bizi mesrûr eden yâr Aradan kaldırır bir gün hicâbı Cemâlin gösterip pür-nûr eden yâr Ene’l-Hak sırrının izhârı için Nice âşıkları Mansûr eden yâr Tecellî gösterir Mûsâ-yı rûha Beden dağın aña ol Tûr eden yâr Velâyet bahrinin tâliblerine Kerâmet lü’lü’in mensûr eden yâr Kimini irgörüp vahdet iline Kimin kesret ilinde dûr eden yâr Devâsın lütf eder ey Nûri bir gün Seni derdi ile meşhûr eden yâr Abdülahad Nûrî 144 XVIII. YÜZYIL Her yüzyılın, bir önceki yüzyıldan farklı tarafları olacağı şüphesizdir. Teknik ve estetik açıdan aynı temel ve esaslara dayanmakla beraber, birbirinden bazı fark ve özellilerle ayrılan XVII. yüzyıl divan edebiyatı, XVIII. yüzyılda her alanda usta şairlerini vermiştir. Bu yüzden XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir (Gölpınarlı 1954). XVIII. Yüzyılda Osmanlı Devleti siyasi alanda otoritesini kaybetmeye başlamasına rağmen edebî açıdan gelişimini sürdürmüş, edebiyatta nazım ve nesir alanında önemli eserler verilmiştir. III. Ahmet ve III. Selim’in de sanatçı kişilikleri sayesinde edebi hayat canlı kalmıştır. Bu yüzyılın edebi özelliklerinin en belirgini Nedim’in öncülüğünde başlayan Mahallileşme Akımı’dır. Ülkenin içinde bulunduğu rehavet yüzünden şiire, eğlenceye olan düşkünlük artmış ve bu eğlenceler dönemin bütün şairlerinin şiirlerinde ve divanlarında yer almaya başlamıştır. Şiirin merkezi Bağdat’tan İstanbul’a taşınmıştır. Şairler İstanbul’un güzelliğinin farkına varmışlar ve şiirlerinde hayali olarak yer verdikleri Bağdat yerine canlı bir İstanbul’u işlemişlerdir. Mahallileşme sadece coğrafi açıda olmamıştır. Divan şiirinin anlaşılmaz aristokrat yapısı çatırdatılarak, şiirlerinde halkın adetlerine, atasözlerine, deyimlerine ve kısmen de olsa günlük konuşmada kullanılan kelimelere yer verilmiştir. Hatta Divan Edebiyatı’nın iki önemli ismi Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle türküler kaleme alarak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı arasındaki bağları güçlendirmişlerdir. Daha önce XVI. yüzyılda Edirneli Nazmi ve Tatavlalı Mahremi’nin de ortaya attıkları ama başaralı olamadıkları bu düşünce XVIII. yüzyıla damgasını vurmuştur. Edebiyatımız, İran edebiyatının tesirinden kurtularak kendi benliğine kavuşmuş ve mahallîleşmiştir. İstanbul Türkçesi’nin başta gelen temsilcisi ve büyük şairi Nedîm (ö. 1730), kendi döneminin orijinal şairi olduğu gibi, Divan edebiyatı döneminin de nev’-i şahsına münhasır şairi sayılır. Şeyh Gâlib (ö. 1799) ise Sebk-i Hindî akımının ve bu dönemin en güçlü temsilcisi ve şairidir. Bu yüzyılda anılması gereken diğer şairler ise Nazîm Yahya (ö. 1727), Sünbül-zâde Seyyid Vehbî (ö. 1736), Nahîfî Süleyman (ö. 1738), Koca Râğıb Paşa (ö. 1763), Haşmet (ö. 1768), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Esrâr Dede (ö. 1796), Enderunlu Fâzıl (ö. 1810), Sürûrî (ö. 1814), gibi şairlerdir. Nesir alanında tarihçilerden Silahdâr-zâde (ö. ?) ve Râşid (ö. 1735), tezkirecilerden Sâlim (ö. 1743), Safâyî (ö. 1725), Belîğ (ö. 1729), Râmiz (ö. 1785) ve Esrâr Dede’dir. Değişik konularıyla Kâmî (ö. 1723), bu yüzyılda dikkat çeken diğer yazarlardandır. XVIII. yüzyıl tasavvuf şiirinde Lale Devri’nin etkisiyle genel olarak bir duraklama söz konusu olmuştur. Dil ve söyleyiş tarzı açısından özgün eserlerin sayısında bir azalma görülmüş, kelime kullanımında tekrara çokça yer verildiği gibi kafiye ve vezin yanlışlıklarının yapıldığı eserler kaleme alınmıştır. Çeşitli tekkelerin etrafında toplanan kişiler Yunus Emre geleneğini devam ettirerek özgün olmayan ilahiler yazmışlardır. Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk mesnevisini konu alan W. Holbrock’un Aşkın Okunmaz Kıyıları isimli eserini okuyunuz. 145 Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724) ile Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1772)’dır. Nasûhî (ö. 1717), Neccarzâde Şeyh Rızâ, Cemâlî (ö. 1750) Salâhaddîn Uşşâkî (ö. 1782) ve Üsküdarlı Haşim (ö. 1782) de bu dönemde yaşayan diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır. Na‘t Senin vasfın leb-i takrîre gelmez yâ Rasûlallâh Nikât-ı midhatin tahrîre gelmez yâ Rasûlallâh Okundu mushaf-ı hüsnün debistân-ı hakîkatde Rumûz-ı âyetin tefsîre gelmez yâ Rasûlallâh Ta‘ayyün cilve-gâhında erişdin sûk-ı imkâna Bahâ-yı cevherin takdîre gelmez yâ Rasûlallâh Senin zâtın tasavvurdan berî bir sırr-ı mübhemdir Murâd etsem dahi ta‘bîre gelmez yâ Rasûlallâh Olursa sırr-ı zâtında olur bir remz-i icmâli Anı tafsîl ile tastîre gelmez yâ Rasûlallâh Sebak-hân-ı rumûz-ı “men ‘aref” anlar mikâtimden Çü kîl ü kalîle teşhîre gelmez yâ Rasûlallâh Müdâm-ı cân-ı ‘aşkınla yitirdi re’y ü tedbîrin Salâhî bir dahi tedbîre gelmez yâ Rasûlallâh Salâhî Gazel Efendimsin cihânda i‘tibârım varsa sendendir Miyân-ı ‘âşıkânda iştihârım varsa sendendir Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir Veren bu sûret-i mevhûma revnak reng-i hüsnündür Gülistân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir 146 Felekden zerre mikdâr olmadım devrinde rencîde Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir Senin pervâne-i hicrânınım sen şem‘-i vuslatsın Beher şeb hâhiş-i bûs ü kinârım varsa sendendir Şehîd-i ‘aşkın oldum lâlezâr-ı dâğdır sînem Çerâğ-ı türbetim şem‘-i mezârım varsa sendendir Gören ser-geştelikde gird-bâd-ı deşt zanneyler Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendir Niçin âvâre kıldın gevher-i galtânın olmuşken Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâkî Sabâh-ı sohbet-i meyde humârım varsa sendendir Sanadır ilticâsı gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir Şeyh Gâlib XIX. YÜZYIL XVIII. yüzyılda divan edebiyatı en büyük üstadlarını vermişti. Şeyh Gâlib, İran’ın neo-klâsik şiirini Türkçe’de örneği görülmemiş bir tarzda kullanmış ve başarıya da ulaşmıştır. Kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleri bütünüyle işlenmişti. Nedîm ise, daha önce en ince hayalleri örmüş, en şuh şarkıları söylemişti. Artık Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasîbini aldığı kadar, bu edebiyattan, Fransız edebiyatından da alacaktı. Bu yüzyılın başında Arapça’dan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414)’nin elKâmûsu’l-muhît’ini, Farsça’dan Burhân-ı Kâtı‘ isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsım (ö. 1819)’ı görüyoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme cereyanının hızla ilerlemiş ve gelişmiş olmasıydı. Fakat, bu yerlileşme ve ilerleyiş, Nedîm’de olduğu gibi estetik incelikte olmasa da, eskiyi istediği kullanamayan Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), örnek alıp taklit ettiği eskiyi giyim-kuşama, kadın konuşmalarına, mahallî tabirlere varıncaya kadar yerlileştirerek döneminin özelliklerini tespit ediyordu. Keçeci-zâde İzzet Molla (ö. 1829) da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-keşân isimli mesnevîsinde İstanbullu 147 ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış özelliklerini belirtmiş, bize, henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, incelenmeye hazır bir belge vermişti. Bu yüzyılda, Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859), divan şiirinde ustaca eserler veren şairlerle birlikte, Âkif Paşa (ö. 1845) gibi bazı nesirlerinde sâde dil kullanan, hatta hece vezniyle bir de şiir yazan, sonradan yanlış bir hükümle Avrupaî edebiyatın müjdecisi sayılan, veya Sadullah Paşa (ö. 1891) gibi divan şiiri tekniğine uyarak, içinde bulunduğu yüzyılın keşif ve îcâtlarını dile getiren şairler de vardır. Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının gerilemeye yüz tuttuğu dönemdir. Artık, önceki yüzyıllar gibi usta şair ve yazarlar yetişmemekte, son demlerini yaşamaktadır. Ancak, eskinin tekrarı gibi de olsa, Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Keçeci-zâde İzzet Molla (ö. 1829), Âkif Paşa (ö. 1845), Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859), Leskofçalı Gâlib (ö. 1864), Yenişehirli Avnî (ö. 1883), Osman Nevres (ö. 1876), Âdile Sultan (ö. 1899) ve Kâzım Paşa (ö. 1889) bu edebiyat ve bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca, Ahmed Sûzî (ö. 1830), Müştak Baba (ö. 1832) ve Turâbî (ö. 1868) dönemin önemli mutasavvıf şairlerindendir. Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî (ö. 1871), Ziya Paşa (ö. 1880), Nâmık Kemâl (ö. 1888) gibi şairler ise, Divan edebiyatını çok iyi bilen ve o kültürle yetişen kişiler olmakla beraber, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yıkılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânî-zâde Atâullah (ö. 1826) ile Mütercim Âsım (ö. 1819), tarihçi Es‘ad Efendi (ö. 1848) anılması gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn (ö. 1867) ve Mehmed Emin Bey (ö. 1874) sayılmaya değer isimlerdir. Gazel Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var Yanayım mı hasretinden geçeyim mi ülfetinden Hele derd ü firkatinden sana bin şikâyetim var Nice etmem âh u efgân beni yâre geçdi yârân Nigeh etmez oldu cânân buna pek kasâvetim var Düşüp ol cefâ-şiâre gönül oldu pâre pâre Çekerim gamın ne çâre geçemem muhabbetim var O fısıltıyı işitdim düşüp ardı sıra gitdim Yanılıp bir işdir etdim şu kadar kabâhatim var 148 Gece bir yana varılmış orada biri sarılmış Ya bana niçin darılmış duyarım ferâsetim var O meh işte bana nisbet ediyor seninle ülfet Bana Vâsıf açma sohbet sana pek adâvetim var Enderunlu Vâsıf XX. YÜZYIL XIX. yüzyılın ortalarında edebiyatımıza daha önceden kullanılmayan yeni tür ve şekiller girmeye başlamış ve edebiyatımız klasik tür ve nevilerin dışında eserler vermeye başlamıştı. Tanzimatla başlayan bu süreç yeni toplulukların oluşmasına ve bazı dergilerin etrafında toplanan yazar ve şairlerle farklı isimler altında çeşitli edebiyat akımları olarak ortaya çıkmıştı. Tanzimat, Servet-i Fünûn, Edebiyat-ı Cedide gibi adlarla devam eden edebiyatımız, XX. yüzyılda Milli Edebiyat akımıyla devam etti. Edebiyatımızın yenileşmesinde Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide edebiyatçıları büyük bir rol oynamış olmalarına rağmen, bunlar edebiyatımızı daha çok Avrupalılaştırmışlardı. Ancak dil ve üslup olarak Arap ve Acem terkiplerini kullanıyorlar, Fransız edebiyatına bağlı kalarak aruz veznini muhafaza ediyorlardı (Kocatürk 1964: 196). Roman ve tiyatro türlerinde ise konular halkın hayatından oldukça uzaktı. XX. yüzyılın ortalarına kadar, Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet Çelebi (ö. 1958) gibi br kaç şairi istisna edersek, Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser veren şair sayısı oldukça sınırlıdır. Cumhuriyet sonrasında yeni estetik anlayışın tesiriyle eskiye ait ne varsa kötülenmeye tabi tutulmuş, özellikle klasik edebiyatla ilgili olumsuz bir hava oluşturulmuştur. XX. yüzyılın ilk yarısında klasik edebiyatımız, hayattan kopuk, yüksek zümrenin uğraştığı bir edebiyat olarak görülmüş, kullandığı remiz ve mazmunlar yönüyle, daha sonraları “Divan Edebiyatı Uzmanı” ünvanıyla karşımıza çıkan isimlerce bile küçük görülen ve hafife alınan bir edebiyat olarak gösterilme gayreti içerisine girilmiştir. Ağustos 1930’da Ankara’da düzenlenen Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde klasik şiirimizin lise ders müfredatından çıkarılması hususunda Ahmet Hamdi Tanpınar bir önerge vermiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Nihat Özön ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi klasik şiirimizi çok iyi bilen ve o kültürle yetişmiş olan edebiyatçılar tarafından savunulan bu görüş toplantı sonunda oy çokluğuyla reddedilmiştir. XX. yüzyılda az da olsa aruz veznini kullanarak geleneğe uygun şiirler kaleme alan ve Divan teşkil eden mutasavvıf şairler de bulunmaktadır. Avlarlı Efe olarak da tanınan Erzurumlu Muhammed Lutfî (ö. 1956), Sivaslı Şeyh Halid (ö. 1931), Osman Kemâlî (ö. 1954), Mustafa Fehmi Gerçeker (ö. 1950), Darendeli Osman Hulusî (ö. 1990) bunlardan bir kaçıdır. Geleneksel edebiyatın yeniden ve fakat öncekinden farklı bir tarzda gündeme gelişi Necip Fazıl (ö. 1983) ile başlar. Necip Fazıl, Nur Harmanı isimli eseriyle geleneksel edebiyatımızdaki manzum kırk hadis türünü yeniden gündeme getirmiştir. 149 Necip Fazıl’ın Esselâm –Mukaddes Hayattan Levhalar- adlı eseri Hz. Muhammed’in 63 yaşında vefat etmesi dolayısıyla Hz. Peygamber’in hayatının devrelerini konu alan 63 ayrı şiirden oluşan manzum siyer diyebileceğimiz modern bir mesnevîdir. Necip Fazıl’ın çıkarmış olduğu Büyük Doğu mecmuası (1943), özellikle ikinci dönemi olan 1945’ten sonra geleneğin dirilişi anlamında önemli bir görev üstlenmiştir. Necip Fazıl’ın başlatmış olduğu bu hareketin ikinci ismi ise hiç şüphesiz Sezai Karakoç’tur. Şiirinde kullanmış olduğu sembollerle geleneği güne ve geleceğe taşıyan Sezai Karakoç, Leyla ile Mecnun gibi modern anlamda mesnevi tarzında yazmış olduğu eserler ve denemeleri, hikaye ve monografileriyle edebiyat geleneğimizin yeniden inşası yolunda örnekler meydana getirmiştir. Kurmuş olduğu Diriliş dergisi (1960) gençlerin yetiştiği bir okul olmuş, Diriliş Yayınları ile de Türk-İslâm edebiyatının günümüzdeki örneklerini vermiştir. Cahit Zarifoğlu’nun bir şiir kitabına da isim olan “Yedi Güzel Adam” kimlerdir? Araştırınız. Türk-İslâm edebiyatının XX. yüzyıldaki üçüncü adımı ise Maraş’ta başlayan ve Nuri Pakdil’in Ankara’da çıkardığı Edebiyat dergisi (1969) etrafında devam eden edebî harekettir. Bu dergi ve daha sonra çıkan Mavera dergisi (1976) çevresinde yer alan M. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu (ö. 1987), Erdem Beyazıt (ö. 2008), Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Ebubekir Eroğlu, İsmet Özel gibi yazar ve şairler, Necip Fazıl’la başlayan Türk-İslâm edebiyatı geleneğini devam ettirmişlerdir. Hazırlıklarına 1949 yılı sonlarında “eski şiirimizden millî kültür ve edebiyatımızdan kopmadan yeni ve güzel bir şiir sergilemek o yıllarda şiirimizi çıkmaza sokanlara ve yozlaştıranlara karşı çıkmak ve tavır almak” parolasıyla başlanan Hisar dergisi ilk sayısını 16 Mart 1950'de yayımlamıştır. Gelenekten beslenen, Milliyetçi ve İslâmcı dünya görüşünü savunan yazar ve şairlerin çıkarmış olduğu dergiler günümüz Türk-İslâm Edebiyatı alanında ürünler vermeye devam etmişler ve etmektedirler. Hisar, Türk Edebiyatı ve Dergah dergileri de bu anlamda önemli dergilerdendir. Yunus Emre Kaç mevsim bekleyim daha kapında, Ayağımda zincir, boynumda kement? Beni de, piştiğin bela kabında, Kaynata kaynata buhara kalbet. Bekletme Yunus'um, bozuldu bağlar, Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar; Veriyor, ayrılık dolu semalar, İçime bayıltan, acı bir lezzet. 150 Rüzgara bir koku ver ki, hırkandan; Geleyim, izine doğru arkandan; Bırakmam, tutmuşum artık yakandan, Medet ey şairim, Yunus'um medet!! Necip Fazıl Kısakürek Adsız Gazel Yanışlar ağıtlar elimde değil İçimin sesi hiç üzmesin seni Kaçmak mı mümkün mü alınyazımdan Kaderdir yüklendim yıkılmışlığı Sen attın bilmeden kuyuya taşı Dinemez yankısı mahşerde bile Bir kutsal emanet gibi sır gibi Ve bir ayıp gibi saklarım seni Başımda kavganın kıyameti var Okşadım ismini kitap içinde Her akşam bir düşle kundaklanırım Sözümün bittiği yerde başlarsın Yılların alnıma çektiği çizgi Kocalttı başımı bir ehram gibi Yaslasam gövdemi karlı dağlara Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün Mehmet Akif İnan Özet Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilmek. Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in müslüman olmalarından itibaren günümüze kadar meydana getirmiş oldukları, referanslarını İslâm’dan alan bir edebiyatın adıdır. Eski Türk Edebiyatı ile bazı ortak yönleri olmasına rağmen, zaman 151 itibariyle Eski Türk Edebiyatı XIX. yüzyılın ortasında sona ererken Türkİslâm Edebiyatı hayatiyetini devam ettirmektedir. Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilmek. XVI. yüzyıldan günümüze kadar her yüzyılda çok sayıda şair yetişmiştir. Fuzulî, Zâtî, Bağdatlı Ruhî, Nâbî, Neşatî, Nedim, Şeyh Gâlib, Yenişehirli Avnî gibi Divan Edebiyatı içerisinde eser veren şairlerin yanında, Şemseddin Sivasî, Aziz Mahmud Hüdayî, İsmail Hakkı Bursevî, İbrahim Gülşenî gibi mutasavvıf şairler ile XX. Yüzyılda içerik açısından geleneğe bağlı M. Akif Ersoy, A. Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi şairler yetişmiştir. XVI-XX. Yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilmek. Osmanlı devletinin ihtişamlı çağı olan XVI. yüzyıldan günümüze kaynağı İslâm olan bir edebiyat var olagelmiştir. Bu dönemler içerisinde XIX. yüzyılın ortalarına kadar aruz ve hece vezni ile şiirler kaleme alınmış, XIX. yüzyılın ortalarından günümüze kadar ise hece ve serbest vezinle binlerce şiirler yazılmıştır. Ünite içerisinde dönemlerin önemli şairlerinden örnek şiirlere yer verilmiştir. Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebiyat olduğunu açıklayabilmek. Türklerin İslâm dinini kabul etmelerinden itibaren ilk iki kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hadisleri olan Türk-İslâm Edebiyatı XX. yüzyılın ilk yarısında bir süre sekteye uğrasa da ikinci yarısında içerik ve muhteva anlamında tekrar ürün vermeye başlamış ve vermeye de devam etmektedir. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi XVI. yüzyılda yaşayan şairlerden biri değildir? a. Fuzulî b. Hayretî c. Zatî d. Nedim e. Hayâlî 2. Aşağıdakilerden hangisi Türkî-i basit hareketinin öncülerindendir? a. Tatavlalı Mahremî b. Enderunlu Vasıf c. Şeyh Gâlib d. Keçecizade İzzet Molla e. Bursalı İsmail Hakkı 152 3. Edebiyatımız ve kültürümüzde önemli bir yere sahip olan Seyâhat-nâme, Siyer-i Veysî ve Keşfü’z-zunûn isimli eserler hangi yüzyılda kaleme alınmışlardır? a. XV. yüzyıl b. XVI. yüzyıl c. XVII. yüzyıl d. XVIII. yüzyıl e. XIX. yüzyıl 4. XVIII. Yüzyıl edebiyatımız ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur? a. Verim devri a. Geçiş devri c. Hazırlık devri d. Gazel devri e. Yükseliş devri 5. Aşağıdakilerden hangisi XX. yüzyılda geleneğe uygun ve tasavvufî neş’eyle eser veren şairlerden biridir? a. Mehmet Akif Ersoy b. Yahya Kemal Beyatlı c. Muhammed Lutfî d. Ahmet Hamdi Tanpınar e. Arif Nihat Asya Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız doğru değilse, “XVI. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz. 2. a Yanıtınız doğru değilse, “XVI. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz. 3. c Yanıtınız doğru değilse, “XVII. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz 4. a Yanıtınız doğru değilse, “XVIII. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz 5. b Yanıtınız doğru değilse, “XX. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz 153 Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Hz. Peygamber dışında diğer peygamberler ve dört halifeye de hilyeler yazılmıştır. Neşatî’nin Hilye-i Enbiya’sı ile Cevrî’nin Hilye-i Çâr-yâr-i Güzîn’i bu sahada yazılan örneklerden ikisidir. Sıra Sizde 2 Asıl adı Buhûrîzâde Mustafa olan Itrî, XVII. yüzyılın başında İstanbul’da doğmuştur. Çocuk yaşlarda Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam ederek tasavvuf musikisiyle haşir neşir olmuştur. Musikideki asıl üstadı Hafız Post olarak bilinen Tanburî Mehmed Çelebi’dir. Tekbîr’in de bestekârı olan Itrî dinî ve lâdinî bir çok bestenin sahibidir. 1712’de İstanbul’da vefat etmiştir. Sıra Sizde 3 Bu yedi güzel adamın altısı şair, hikayeci ve yazardır. Kurucu altı kişi şu isimlerden oluşmaktadır: Erdem Bayazıt, Ersin Gürdoğan, M. Akif inan, Aleaddin Özdenören, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu. Yedincisi ise yazar olmayıp ancak sözü, saatlerce konuşsa bile dinlenebilen, dönemin en önemli sohbetçisi diye bilinen Hasan Seyithanoğlu'dur. Yararlanılan Kaynaklar Ak, C. (2001), Şair Padişahlar, Ankara. Akün, Ö. F. (1994) “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul. Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I-II, İstanbul. Gölpınarlı, A. (1954) Divan Şiiri, İstanbul. Kemikli, B. (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Dîvânı İnceleme – Metin, İstanbul. Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebiyat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, Ankara, s. 45-50. Kılıç, F. (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara. Kocatürk, V. M. (1964), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara. Kortantamer, T. (1997), Nev‘î-zâde Atâyî ve Hamsesi, İzmir. Köprülü, M. F. (1986), Edebiyat Araştırmaları, Ankara. Levend, Â. S. (1988), Türk Edebiyatı Tarihi I, Ankara. Özalp, M. N. (2000), Türk Mûsikîsi Tarihi, İstanbul. Pala, İ. (1996) “Osmanlı Edebiyatı”, Osmanlı Ansiklopedisi, İstanbul. 154 Pekolcay, N. (1976), İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul. Şener, H. İ.- Yıldız A. (2003), Türk-İslâm Edebiyatı, İstanbul. 155 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin neler olduğunu sıralayabilecek, • Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bulduğunu ifade edebilecek, • Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip ettiklerini belirleyebilecek, • Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde durulduğunu açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Esmâ-ı hüsnâ • Tevhîd • Münâcât • Edebiyatımızda adet ve gelenek Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden Esmâ-ı hüsnâ, Tevhîd ve Münâcât maddelerini okuyunuz. • Bulabildiğiniz bir Divan ve Mesnevî’nin ilk şiirlerini inceleyiniz. 156 Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler GİRİŞ Eski edebiyatımız dinî temele dayanır ve ilk kaynağı da İslâmî ilimlerin tümünde olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hiç kuşkusuz şiir, bu edebiyatımız içerisinde önemli bir yere sahiptir. Şairlerimiz anlatmak istedikleri hemen her şeyi çeşitli nazım şekilleriyle kaleme almışlardır. Kasidelerle tevhid, münacat ve naatlar yazdıkları gibi din ve devlet büyüklerine de methiyeler meydana getirmişlerdir. Aslen bir aşk şiiri formu olan gazel ile zamanla felsefî ve mizahî konuları da ele almışlardır. Mesnevî nazım şekliyle dinî ve dünyevî hemen her konuda kalem oynatmışlardır. Öyle ki bazen Arapça veya Farsça bir sözlüğün bazense bir dilbilgisi kitabının bile manzum olarak yazıldığını görmekteyiz. Her ne kadar Eski edebiyatımızla ilgili olarak “dinî” ve “lâ-dinî” gibi tasniflere rastlasak da dinin yaşanan hayatın bir parçası olduğunu düşündüğümüzde “la-dinî” nitelemesinin çok da ayaklarının yere basmadığını görürüz. Belki bu tasnifle kastedilenin, içeriğin tamamen dinî bir konu olup olmasına göre şeklinde anlamamız gerekir ki burada da yine “lâ-dinîlik” tasnifi yerli yerine oturmaz. Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan eserlerin hemen hepsinde önce Allah’ın birliği ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde eden, Hz. Peygamber’i medh edip öven parçalar ve manzûmeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak İslâm sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkesce uyulan bir âdet ve gelenek olagelmiştir. Bu âdet ve geleneğin dayanağını şu şekilde açmak ve açıklamak mümkündür. Her şeyden önce eserlerin, mensûr ve manzûm olmak üzere iki tarz ve şekilde yazılmaları usûldendir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak “Hamdele” ve “Salvele” ile devam etmesi ve “ammâ ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi “âdet ve gelenek” idi. Ancak, bu âdet ve geleneğin bir dayanağı olmalıydı. İşte bu âdet ve geleneğin delil ve dayanakları hakkında şu bilgileri vermek faydalı ve yerinde olacaktır. Bu âdet ve geleneğin mensur eserlerde nasıl ve hangi sıraya göre uygulandığına bakalım. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” şeklindedir. Divanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevîlerde de, genel olarak, böyledir. Bunları sıra ile açıklayalım. 157 1. Mensur Eserlerde Besmele; “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” demek olan Besmele’nin dayanağı, Hz. Peygamber’in: “Her iyi ve güzel bir işe “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adı” ile başlanmamışsa, o işten hayır gelmez, sonu güdük ve verimsizdir.” (Aclûnî: 1352) anlamındaki hadîsidir. Hamdele; “Allah’a şükretme” anlamına gelen “el-Hamdü li’llâh” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hamdele’nin delîli, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fâtiha Sûresi-ilk âyetinin “Hamd” kelimesiyle başlamış olması ve bir de Hz. Peygamber’in hutbelerinin Allah’a “Hamd ü senâ” ile başlamış olmasıdır. Çünkü Câhiliye döneminde okunan hutbelerde “Hamd ü senâ ” yoktur (Şener: 1995). Âyetten delîli ise Kur’ân-ı Kerîm’in ilk suresi olan Fatiha’nın ilk âyetinin: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.” ifadesiyle başlamasıdır. Salvele: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hz. Peygamber’e salât ü selâm getirmenin Kur’an’daki delili: “Allah ve melekleri, peygambere salât etmekte (onun şerefini gözetmeğe, şânını yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey inananlar, siz de ona salât edin (onun şânını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle selâm edin (Ahzab, 33/56).” anlamındaki âyettir. Âyetin asıl metninde geçen “sallû” ve “sellimû” emirleri, Hz. Peygamber’e “salât ü selâm” getirme görevini Müslümanlara yüklemektedir. Ammâ ba‘d: “Allah’a hamd, Peygambere salât ü selâm’dan sonra” anlamında bir deyimdir ki, bundan sonra asıl konuya geçilir. Asıl konu ile Hamdele ve salvele faslını ayırdığı için “ammâ ba‘dü” sözüne “faslu’l-hitâb” da denir. 2. Manzum Eserlerde Manzum eserlerde de bu geleneğe bağlı kalınarak, önce yine “Besmele”, sonra “Hamdele” yerine Tevhîd ve Münâcât, “Salvele” yerine ise Na‘t sıralamasına uyulur. “Ammâ ba‘dü” deyimi yerine de özellikle mesnevîlerde “Sebeb-i te’lîf-i kitâb” ibaresi yer alır. Manzum eserlerde “Besmele”den sonra, öncelikle Tevhîd, bazan da Tevhîd-Münâcât birlikte bulunur. Türk İslâm Edebiyatı konularından olan Tevhîd, Münâcât ve Na‘t, konu olarak, yerinde daha detaylı işleneceğinden, burada kısa bilgiler verilecektir. Tevhîd’in kelime anlamı, “Vahdet” kökünden “birkaç şeyi bir etme, birleştirme, bir addetme, bir nazarıyla bakma” anlamlarına geldiği gibi, Allah hakkında: “Allah’ın bir olduğuna inanma, kâil olma, birleme” demektir. “Lâ İlâhe ille’llâh” cümle ve terkîbinin söylenmesine de, İslâmî literatürde, “Tevhîd” veya “Kelime-i Tevhîd” denilmektedir. Kelime-i tevhidin anlamı nedir? Edebî ıstılâh olarak Tevhîd, şâirlerin “Allah’ın varlığına ve birliğine dâir yazdıkları manzûmeler”e verilen isimdir. Şâirler, yazdıkları “Tevhîd” ve “Münâcât”ları Divan’larının başına koymayı kendileri için bir şeref saymış ve bunu âdet hâline getirmişlerdir (Olgun, 1973). 158 Tevhîdlerde, Allah’ın büyüklüğü, isimleri, sıfatları, kuvvet ve kudretinin sonsuzluğu, zâtının tasvîr ve hâyâl edilebilir şeylerden soyutlanması, hiçbir şeyin ona eş ve benzer olmayışı, kâinâtta ondan başka müessir bulunmaması, bütün kudret ve ilimlerin ona âit oluşu gibi konular, sanatlı bir uslupla işlenir. Allah’ın karşısında kulun âcizliği vurgulanır. Mutasavvıf şâirler tarafından yazılmış olan tevhîdlerde “vahdet-i vücûd” felsefesinden de söz edilir. Kasîde tarzında yazılan tevhîdlerde, diğer bölümlere yer verilmeden, doğrudan konuya geçilir. Şâir Nâbî (ö. 1712)’nin yazdığı, 91 beyitten oluşan manzûme, tevhîdin en güzel örneğidir. Tevhîdler, manzûm olarak yazıldığı gibi, mensûr olarak da yazılmıştır. Mensûr olanlarına “Tazarru‘-nâme” denilir. Münâcât, Arapça olup “Neciv” kökündendir. Kelime anlamı “fısıldamak, kulağa söylemek” demektir. Münâcât denilmesinin sebebi, bir kimsenin ellerini kaldırıp dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemiş olmasındandır. Münâcâtın ıstılah anlamı ise: “Allah’tan bir şey istemek için, ona yalvarmak ve yakarmak için yazılmış olan manzûmeler”, “Allah’a duâ ve niyâz etme”, “Allah’a hitâbederek duâ ve niyâzı ihtiva eden şiir” demektir. Arap ve İran edebiyatlarında yer alan münâcât türü, XII. yüzyıldan itibaren bizim edebiyatımızda da yer almaya ve şâirlerimiz tarafından yazılmaya başlanmıştır. Şairlerimiz tertip etmiş oldukları Divanlarda tevhîdlerden sonra en az bir tane münâcât koymayı da bir kural ve âdet hâline getirmişlerdir. Ayrıca, mesnevîlerde de mesnevî tarzında yazdıkları münâcâtlara yer vermişlerdir. Münâcâtlarda dînî konulara daha çok yer verilmiştir. Şâirler, en büyük güç, kudret ve azamet sâhibi olan Allah’ın yüceliği ve ululuğu karşısında çâresiz, zavallı kullar olarak Allah’a yakarışta bulunur, ona muhtâç oluşlarından bahseder, düşüncelerini âyet ve hadislerden yaptıkları lafzî ve manevî alıntılarla ifâde ederek kuvvetlendirmeye çalışırlar. Münâcâtlar çoğunlukta manzûm olmasına rağmen, mensûr münâcâtlar da yazılmıştır. Mensûr olan bu münâcâtlara da “Tazarru‘-nâme” denilmektedir. Türk İslâm Edebiyatı’nda Hz. Peygamber’in hayatını, vasıf ve güzelliklerini, mucizelerini anlatan; hadislerinden kırk kadarını bir araya getirerek “Hadîs-i Erba‘în/Kırk Hadîs”i oluşturan eserler de oldukça yekün tutmaktadır. Peygamber kıssaları, evliyâ menkıbeleri, önemli dînî savaşlar, bazı olaylar, belirli gün ve aylar, dînin esasları, inanç, tasavvuf esasları, nasîhat ve ahlâkî öğütler, dînî eserlerin konularını oluşturmuştur. Bu eserler, edebî bir üslûp ve kisve içerisinde verilmektedir. Bunların büyük bir kısmı manzûm olarak yazıldıklarından, Eski Türk Edebiyatı içerisinde, çok geniş ve çeşitli türleri içerisine alan Türk İslâm Edebiyatı meydana gelmiştir. Dînî edebiyatımızın, bir başka deyişle Türk İslâm Edebiyatı’nın en sevilen, en tanınmış ve yaygın hâle gelmiş eserleri, Ahmed Yesevî’nin hikmetleri yerine, Yûnus Emre’nin ilâhileri, Süleyman Çelebi (ö. 1422)’nin Mevlid’i, Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 855/1451)’in Muhammediyye’si, Fuzûlî (ö. 1556)’nin Hadîkatü’s-su‘adâ’sı, Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895)’nın Kısasu’l-Enbiyâ’sıdır. İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulundurarak edebiyatımızdaki bir dinî-edebî nazım türlerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda da üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım türleri, Hz. Peygamber’le ilgili nazım türleri ve dinî-ahlaki diğer nazım türleri. 159 Bu ünitede Allah’la ilgili edebî türlerden bahsedeceğiz. Allah’la ilgili edebî türleri de üç ana başlık altında inceleyeceğiz: Allah’ın Güzel İsimleri olan Esmâ-i Hüsnâlar, Allah’ın zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden Tevhidler ve kulun acziyetini dile getiren Münâcâtlar. 1. ALLAH’IN GÜZEL İSİMLERİ: ESMÂ- I HÜSNÂLAR Allah’la ilgili edebî türlerden ilki Esmâ-ı hüsnâ ya da Arapça söyleyişle Esmâü’l-hüsnâlar’dır. En güzel isimler anlamına gelen bu isim tamlaması “Allah’ın Güzel İsimleri” anlamıyla edebiyatımızda bir tür olarak kabul edilmiştir. Esmâü’l-hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer alan birer ayette geçmektedir. Bunlardan ilki Araf suresinde yer almaktadır. Bu ayette Allah’ın güzel isimleriyle dua edilmesinin gereği belirtilmektedir. “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Araf 7/180). Diğer âyetlerde de en güzel isimlerin sadece Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. “De ki: Gerek Allah deyin, gerek Rahmân deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler onundur.” (İsra 17/110) “Allah’tan başka ilah yoktur, en güzel isimler onundur.” (Tâhâ 20/8) “O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah’tır.” (Haşr 59/24) Bu âyetlerde Allah’a ait güzel isimlerin sayısının kaç tane olduğuyla ilgili bir ibareye yer verilmemiştir. Bu isimlerin sayısı ve neler olduğuyla ilgili bilgiler hadislerde yer almaktadır. Kütüb-i Sitte olarak bilinen altı hadis kitabından Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâce’nin çeşitli bölümlerinde birbirine yakın ifadelerle yer alan bir hadiste “Allah’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik, ismi vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer” ifadelerinden sonra Tirmizî ve İbn-i Mâce’de bu 99 isme yer verilmiştir. Kitabınızın 1. Ünitesinden Din ve Edebiyat kısmını okuyunuz. Edebiyatımızda Esmâ-ı hüsnâların oluşumunda hiç kuşkusuz bu hadisin büyük bir etkisi vardır. Edebiyatımızdaki dinî edebî türlerin birçoğunda da olduğu gibi bu hadisteki cennete girme müjdesinden dolayı Arap, Fars ve Türk birçok müellif ve şair bu türde eserler kaleme almışlardır. Konuyla ilgili olarak Prof. Dr. H. İbrahim Şener (ö. 2006) tarafından bir doktora tezi hazırlanmıştır. Bu alandaki ilk ve tek olan araştırmada Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında mensur ve manzum olarak hazırlanan Esmâ-ı hüsnâlar hakkında detaylı bilgiler verilmektedir (Şener: 1985). Hadislerde sayılan Allah’ın güzel isimlerinden her birinin farklı anlamları vardır. Birer Esmâ-ı hüsna şerhleri olan ve bu türde verilen mensur eserlerde isimlerin anlamları detaylı olarak verilmektedir. Bu tür eserlerde, “Esmâ-ı 160 Hüsnâ Havâssı” olarak da nitelenen, hangi ismin hangi bir faydaya yönelik olduğu belirtilen özelliklerinden bahsedilmektedir. Müslümanların herhangi bir isteklerini Allah’a arzedip dua ederlerken bu isteklerini karşılayan İsim ile dua etmeleri tavsiye olunmaktadır. Bu eserlerin bazılarında duadaki beklentinin karşılığı olan Allah’ın İsmi’nin günde kaç kez okunacağı belirtilirken bazılarında da hangi vakitte okunması gerektiğine işaret edilmektedir. Örneğin; bol rızık isteğinde bulunan bir müslümanın günde 308 defa erRezzâk ismini, çocuğu olmayan birinin de yedi gün oruç tutup iftar vaktinde yirmi bir kez el-Musavvir ismini okuması tavsiye edilmektedir. Bu isimlerin hangi vakitte ve kaç kez okunacağı ile ilgili farklılıklar olsa da bu türdeki hemen her eserde ilgili ismin hangi maksat ve isteğe yönelik olduğu mutlaka ifade edilir. Tasavvuf ve tarikatlarda Esmâ-ı hüsnâ zikrine çok önem verilmekte olduğu gibi, hangi ismin hangi durumda okunacağı meselesi halk arasında da oldukça yaygındır. Dert ve sıkıntılardan kurtulmak, eşler arasında sevginin meydana gelmesi, çocuk, makam, rütbe, zenginlik sahibi olmak ve benzeri birçok konuda insanların birçoğu bu isimlerle Allah’a yakarmaktadırlar. Aslında bir sihir ve büyü kitabı olmakla birlikte içerisinde Esmâ-ı hüsnâ havâssının da yer aldığı Seyyid Süleyman Hüseynî’nin Kenzü’l-Havâss isimli eseri bundan dolayı halk arasında yaygın olarak okunan kitaplardan birisidir. Esmâ-ı hüsnâ ile ilgili en çok eser verilen dil Arapçadır. Bunu sırasıyla Türkçe ve Farsça izler. Ayrıca İngilizce olarak da yazılan biri manzum diğeri mensur iki eser vardır (Şener: 1985). Arapçada, bu konuda çoğunluğu mensur olmak üzere seksen küsur eser verilmiştir. Bunlardan manzum olanların sayısı sekizdir. Türkçe kaleme alınan Esmâ-ı hüsna sayısı elliye yakındır ve bu eserlerden on dokuz tanesi manzumdur. Farsça olarak da mensur ve manzum Esmâ-i hüsnâlar yazılmıştır. Ancak, Arapça ve Türkçe mensur ve manzum Esmâ-i hüsnâlar, oldukça hacimli ve muhtevalı olmalarına mukabil, Farsça yazılanlar kısa ve hacimsiz ve daha çok manzum olarak yazılmışlardır. Mensur ve manzum olmak üzere Farsça altı tane eser bulunmaktadır. Her üç dilde manzum olarak yazılan Esmâ-ı hüsnâ otuza yakındır ve bunların üçte ikisi Türkçe yazılmıştır. Bu da Türk edebiyatında bu türe gösterilen ilgi açısından dikkate değer bir noktadır. Her ne kadar sayı belirtsek de yapılacak yeni araştırmalarla bu türdeki eser sayısının artacağında kuşku yoktur. Arapça olan mensur eserlerden Gazâlî’nin (ö. 1111), Maksadu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Beyzâvî’nin (ö. 1286), Müntehe’l-Münâ fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Fahreddîn Râzî’nin (ö. 1209), Levâmiu’l-Beyyinât Şerhu Esmâillâhi Teâlâ ve’s-Sıfât’ı ilk akla gelenlerdendir. Farsça eserlerden Abdurrahman Câmî’nin (ö. 1492) Risâle-i Muammâ-yı Nefîse’si ile Lamiî Çelebi tarafından Türkçe’ye tercüme edilen Mîr Hüseyin eş-Şirâzî’nin (ö. 1499) Şerhu’l-Esmâi’l-Hüsnâ’sı en çok bilinenlerdendir. Şeyhoğlu Mustafa (ö. 1401), Îsâ Saruhânî (ö. 1559), Ahmed Şâkir Paşa (ö. 1818), İbrahim Cûdî (ö. 1926), Bıçakcızâde İsmail Hakkı (ö.1933) Türkçe manzum Esmâ-ı hüsnâ kaleme alan şairlerden sadece bir kaçıdır. 161 Örnekler Âlimü’l-gaybi ve’ş-şehâdeh: Her kim etse edâ namâzını Cân u dilden kılıp niyâzını Akabince bu ismi yâd etse Bu safâyı revâna zâd etse Anı keşf ehli eyleye Rahmân Ere Hak’dan revânına ihsân Kılsa beş vakt namâzını âdem Okusa yüz kerre bunu ol dem Ana mekşûf ola kamu esrâr Dola gönlü safâ ile envâr es-Selâm : Kim ki bir derd ile ola bîmâr Bunun ile olur ana tîmâr Ger yüz on bir kez okısa anı Bula sıhhat-i safâ-y-ıla cânı el-Cebbâr : Kim okursa yigirmi bir nevbet Ermeye her güzin ana nikbet Ger olursa dilinde bu virdi Zulm-i zâlimden olmaya derdi el-Bârî : Her ki yüz kerre okusa zâhir Dahi yitmiş bir okusa âhir 162 Kabre vardığı dem işit anı Yalınuz olmaya anun cânı Hak musâhib vere ana anda Kalmaya havf ile gidüp anda el-Musavvir : Her kimin olmasaydı ferzendi Bu hevâ olsa gönlünün bendi Yedi gün pâk olup ola sâim Dilde bu ismi zikrede dâim Vakt-i iftâr olıcak her bâr Okuya bîst ü yek anı ey yâr Ya‘ni su üzre okuya anı İçe ol dem safâ bula cânı Yedi gün eylese bu hâl üzre Hak murâdın vere kemâl üzre Hak ana bir oğul verse âşık Ola ilmi ile izzete lâyık el-Gaffâr : Her ki yüz nevbet okusa sâfî Ola her derdine anun şâfî Cum‘adan sonra okusa her gâh Açıla lûtf ile ana dergâh el-Hâfız : Her ki havf eyleye adûsundan Ya adû ins ola yâhûd cinden 163 Ede bir halveti hemân hâlî Okuya yetmiş ile bin hâli Ref‘ ola düşmanın o dem şerri Ere Hakkın emân ile birri es-Semî‘ : Her kim ister murâdını hâsıl Ola maksûduna o dem vâsıl Okuya beş yüz ismi her demde Kalmaya kalbi hasret ü gamda Hak du‘âsın kabûl ede anı Ola şâd akl ile dil ü cânı el-Vedûd : Er ü avret miyân-ı ceng olsa Dilleri gussa ile teng olsa Okur ise bu ismi ol dâyim Ola tevfîk-i sulh ile kâyim el-Latîf : Her kimin kim ma‘aşı dar olsa Gussa vü gam anunla yâr olsa Okusa yüz kerre bunu her rûz Ere her kûşeden ana sad rûz et-Tevvâb : Her ki nisyân ile ede isyân Erişe fazl-ı Hak ile gufrân 164 Okusa ger duhâ zamânında Ola da‘im Hudâ emânında es-Sabûr : Her ki bir derde mübtelâ olsa Ya meşekkatle bâtını tolsa Ger otuz bin okursa bu ismi Ola hâlis revân ile cismi Hak devâ ede derdine ol dem Ola zevk ü safâ ile hurrem Verdiğimiz bu örnekten sonra, Türkçe ilk manzum Esmâ-ı hüsnâlar arasında yer alan İbn Îsâ Saruhânî’nin Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ isimli eserinden sâdece, Allah’ın Güzel İsimleri’nden olan Rahmân adının şerhi ile ilgili kısmı, ikinci örnek olarak, veriyoruz. Türkçe ilk manzum Esmâ-ı Hüsnalar arasında yer alan İbn Îsâ Saruhânî’nin Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ isimli eserinde Rahmân ismi şu şekilde anlatılmaktadır. Yâ Rahmân: (aded 298, sâat : Güneş) Gel ey tâlib edin vird ism-i Rahmân Ki rahmetden erişe lûtf u ihsân Şumarınca sürersen her gün anı Sa‘âdetle dutasın dû-cihânı Bunu terk etme dâim virdin olsun Ki sürdükce gönül nûr ile dolsun Kesâfet yerine gelsin letâfet Nühûset yerine dönsün sa‘âdet Kasâvet kalmasın bulsun safâ dil Ziyâlar bağlar ol vakt hemçü kandîl Ola ger nûr-ı Rahmân mazhar-ı dil Elest ahdine bulsun hem vefâ dil 165 Eger vird edine bu ismi nâ-kes Sahî olur ana bî-kes dimez hâs Olursan nâ-kesin birine meşgûl Sahî olup atâ eyler sana bol Bunu kim vird edine mâlı artar Kovan cismi içinde balı artar Hem artar mansıb u kadr u sehâsı Anılır Hâtem-i Tây’ın atâsı Sehâvet her kime olduysa âdet Ölünce gitmez andan ol sa‘âdet Şumarı iki yüz toksan sekiz hem Güneşdir sâ‘ati va’llâhü a’lem Kur’ân-ı Kerîm’de Allah ismi ilk olarak hangi surede yer almaktadır? Araştırınız. 2. TEVHÎDLER Allah’ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzûm ve mensûr eserlere tevhîd denir. Tevhîd konusu, daha önce kısmen işlenmişse de, Türk İslâm Edebiyatı konularının başında gelmesi nedeniyle, burada daha geniş olarak üzerinde durulacaktır. Kök itibâriyle vahdet kelimesinden gelen ve tef‘il kalıbıyla ifâde edilen Tevhîd, kelime olarak birlemek anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, “Allah’ın varlığına ve birliğine dâir yazılan manzum ve mensur eserler”e Tevhîd ismi verilmiştir. Şairlerimiz Divanlarına tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir âdet hâline getirmiş ve böyle başlamayı kendileri için de bir şeref kabul etmişlerdir. Manzum tevhîdler, çoğunlukla kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleriyle yazılmıştır. Tevhîderde işlenen konular, âyet ve hadislerden alıntılar yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır. Konuyla ilgili yayın yapan araştırmacıların edebiyatımızda biri tasavvufî, diğeri dînî olmak üzere iki tür tevhîdden bahsetmektedirler. Ancak, tasavvufî tevhîdlerle dînî tevhîdleri birbirinden ayırdetmek de oldukça güçtür. Nihayetinde tasavvuf da dinin içerisindedir. Tevhîdlerde, öncelikle, Allah’ın zâtî (selbî) ve sübûtî sıfatları yer almaktadır. Allah’ın zâtî sıfatları altı tanedir. Bunlar: Vücûd, kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhâlefetün li’l-havâdis ve kıyâm bi-nefsih denilen sıfatlarıdır. Sübûtî 166 sıfatlar ise sekiz tanedir. Bunlar da: Hayat, ilim, semî‘, basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn, sıfatlarıdır. Dînî tevhîdlerde, Âdem peygamberi topraktan yaratmış olan Allah’ın ilminde saklı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhûr edişi anlatılır. Tasavvufî tevhîdlerde ise “Kenz-i mahfî / Gizli hazîne” esasına dayalı bir anlatım yer almaktadır. “Kenz-i mahfî” terkibi bir kudsî hadiste geçmektedir ki bu hadis şöyledir: “Hz. Dâvûd (a.s), Allah’a: “Yâ Rabbi! Lime halakte’l-halka / Ey Allahım! Bu mevcûdâtı niçin yaratttın?” der. Cenâb-ı Allah Hz. Davud’un bu sorusuna: “Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en u‘rafe, fe-halaktü’lhalka li-u‘rafe” diye cevap verir. Ehl-i tasavvuf’a göre: “Ben, gizli bir hazîne idim, bilinmek ve tanınmak istedim. Bu yüzden de, bilinmem ve tanınmam için bütün varlıkları yarattım.” anlamına gelen bu kudsî hadisin dayanağı, “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât: 51/56) anlamındaki âyettir. Bu kudsî hadîsten hareketle, özellikle İran ve Anadolu şâirlerinde, kâinâtın yaratılış nedeni olarak “Allah’ın kendi güzelliğini temâşâ ve yokluk aynasında tecellî etmesi” sonucu mevcudatın var oluşu inancı önem arzeder. Şâir, sanki şu beytinde, söz konusu kudsî hadîsi tercüme edercesine, şöyle diyor: Kendi hüsnüñ hûblar şeklinde peydâ eyledin Çeşm-i âşıkdan dönüp soñra temâşâ eylediñ Tevhîdlerde yer alan ve işlenen diğer esas ve konuları şu şekilde sıralamak mümkündür: Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinâtta var olan her şey vehim, hayal, aynadaki akis ve gölgeler gibidir. Kâinât, Allah’tan bir nişan ve alâmettir. Eserden müessire (cüz’den kül’e) intikâl edip, kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlûkta Hâlık’ı idrâk etmeli, anlamalıdır. Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir fakat, gözlerden gizlenmişdir. Onu dünya gözüyle görmek mümkün değildir. Bunun delîli: “Gözler onu görmez, o gözleri görür; O latîf (gözle görülmez veya lûtuf sahibi), her şeyi haber alandır.” (En’am: 6/103) anlamındaki âyettir. Allah’ın zâtı idrâk edilemez ve buna insan güç yetiremez. İnsan aklı onu anlamaktan âcizdir. Hz. Ebû Bekir’in, “el-aczü an-derki’l-idrâki idrâkü ” mısrâında çok açık bir şekilde, beşer aklının Allah’ın zâtını idrâk etmekten âciz olduğu ifâde edilmektedir. Allah mülkün sâhibi, şehâdet ve gayb âleminin Hâlık’ıdır. Bunun delîli, şu iki âyettir: “(O), her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am, 6/102) ve “O, öyle Allah’tır ki ondan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O, çok esirgeyen, çok acıyandır.” (Haşr, 59/22) Allah, nasıllık (kemmiyet) ve nicelikten (keyfiyet) münezzehtir. “O’na benzer hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 42/11) âyeti bunun delîlidir. “Allah’ın nimetleri hakkında istediğiniz kadar düşünün, kafa yorun; 167 fakat, sakın Allah’ın zâtı hakkında kafa yormayın, düşünceye dalmayın.” hadisi de, bunun sünnetteki delilidir. O’nun keyfiyyetini anlamak isteyen sapıklıkta ve yanlış yoldadır. O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu, Hakk’ın sonsuz ve sınırsız, zaman ve mekân kayıtlarından uzak olduğunu ifâde eder. Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır ama o hiç kimseye muhtaç değildir. Bir adı da Tevhîd sûresi olan İhlâs sûresi, Allah’ın “eşi ve ortağı” olmadığının açık delîlidir. “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey varlığını ve bekâsını ona borçludur. Her şey ona muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık odur.). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey onun dengi (ve eşi) olmamıştır.” Evvel, âhir, zâhir ve bâtın odur. Bütün varlık ve eşyâda onun nûru zâhir olmuş, tecellî etmiştir. Eşya, vehimler ve hayallerden ibarettir. Halbuki, bizâtihî mevcut ve var olan sâdece Allah’tır. O, ezelî ve ebedîdir. Cemâl ve Celâl sahibidir. “O, İlk’tir (kendisinden önce hiçbir varlık yoktur); Son’dur (kendisinden sonra hiç bir varlık yoktur, her şey yok olurken O, kalacaktır); Zâhir’dir (delilleriyle varlığı gün gibi açıktır); Bâtın’dır (Zâtı’nın hakîkatı gizlidir, akıllar O’nun zâtını idrâk edemez). O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3) âyeti, bunu açıkça ifâde etmektedir. O, merhametlilerin en merhametlisi (Erhamü’r-râhimîn) ve Ekremü’lekremîn’dir. Kur’an’da, bu ifade dört ayrı yerde geçmektedir: “Merhametlilerin en merhametlisi sensin ! ”(Âraf, 7/151) Gönül levhasından mâsivânın (Allah’tan gayri her şeyin) silinmesi şarttır. Çünkü Allah’a yakın olmak ve onun rızâsını kazanmak için gerekli olan amel ve ibâdet, gönülden mâsivânın uzaklaştırılmasıyla gerçekleşebilir. Allah’a olan bağlılık ve muhabbet, dünyaya bağlılık nisbetinde zayıflar ve azalır. Mutasavvıf şâirlerin tevhîdlerinde, göze çarpan hususlar ise, daha çok vahdet-i vücûd’la ilgilidir. O, öyle bir “Vahdet denizi”dir ki, onun dalgaları (isim ve sıfatlarının tecellîleri) hiçbir zaman kesilmez. Çokluk (kesret), işte bu tecellîlerden, zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) ondan isterler (çünkü tüm varlıklarını ona borçludurlar). O, her gün (her an) yeni bir iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her ân hayatı tâzeler, bir hâli giderir, başka hâller getirir).” (Rahmân, 55/29) âyeti bunun açık delîlidir. Tasavvufta gerekli ve önemli olan vahdet, kesret içinde olan vahdettir. Bunun anlamı, toplum ve halkla birlikte, işiyle-gücüyle meşgul iken bile herkesin ve her şeyin Allah’ın kudreti ile meydana geldiğini idrâk etmekten ibarettir. El yârda, gönül kârda olmalıdır. İşte bundan yola çıkarak Vahdet-i vücûd nazariyesi doğmuştur. Bütün varlıkların Vücûd-ı mutlak olan Allah’ın isim ve sıfatlarından tecellî ettiği nazariyesine dayanan Vahdet-i vücûd, bir çeşit tasavvuf yoludur. Buna göre Vücûd (varlık) birdir ve o da Allah’ın varlığıdır. Bütün varlıklarda çeşitli şekillerde tecellî eden de odur. Her şey, onun varlığına ve birliğine delâlet eder. Kâinât, onun varlığının alâmetidir. Onsuz hiçbir şey olamaz. Vahdet-i vücûd nazariyesi XIII. yüzyldan itibâren, Muhyiddin İbnü’l-Arabî (1165-1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207- 168 1273), Sadreddin-i Konevî (1210-1274) gibi bilgin ve şâirlerle büyük ilerleme kaydetmiştir. Burada Vahdet-i vücûdla ilgili bir noktayı, önemli olması nedeniyle, açıklamakta fayda vardır. Vahdet-i vücûd, panteizm değildir ve onunla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Allah, hiçbir şeyle ittihâd hâlinde bulunmaz. Allah, Allah’tır, âlem de âlemdir. Âlem, Allah’ın gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, varlığı mümkün ve sonradan olanla birleşemez. Allah, her şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah, nasıllık ve nicelikten münezzeh, âlem ise bunlarla sınırlıdır. Münezzeh olana, sınırlı olanın aynı demek ve Allah’ı, sonradan olan şeyle bir ve aynı kabul etmek imkânsızdır. Ezelî olan Allah, asla sonradan olanın aynı değildir. Mekândan münezzeh olan Allah, mekâna sığmaz. Mekândan münezzeh olanı, mukayyet olan eşya ve varlıktan ayrı düşünmek gerekir. Dış dünya ve iç âlemde görünmüş olanlar, Allah’ın varlığına delâlet eden şâhitlerdir; yoksa Allah demek değildirler. Eşyânın Allah’ın aynı olduğu inancı, Vahdet-i vücûd demek değildir. Çünkü bu makâmda ittihâd (birleşme), ayniyet (tıpkısı olma), tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Allah, zâtı ile de, sıfâtıyla da değişmez, sonradan olanlara aslâ benzemez (Pekolcay: 1976). Çünkü O, “muhâlefetün li’l-havâdis” sıfatıyla muttasıftır. Anlamını vereceğimiz şu âyete dikkatle bakılırsa, Vahdet-i vücûda kâil olan ve inananların dediği gibi, Allah’ın eşyâda görünmesinden (cem‘) ziyâde farka delâlet ettiği, mahlûk ile Hâlık’ın birbirinden tamamıyla ayrı olduğu anlaşılır: “De ki: İşte benim yolum budur: ‘Allah’a basîretle davet ederim. Ben (böyle olduğum gibi) bana uyanlar da böyledir. Allah’ı şânına lâyık olmayan şeylerden tenzîh ederim ve ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yûsuf: 12/108) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)’nin şu beyti, Vahdet-i vücûd inancına kâil olanları, onu savunanları kökünden reddetmektedir: “Peygamberler, halkı Hakk’a ulaştırmak, îsâl etmek için gönderilmişlerdir. Halk ile Hak, (Vahdet-i vücûd’a inanan ve onu savunanların dedikleri gibi) yek-vücûd (aynı) olsalardı neyi îsâl edecek, ulaştıracaklardı?” (Tahirü’l-Mevlevi: 1966) Ehl-i tasavvufun, vahdet-i vücûd hakkındaki görüşü, birtakım şüphelerle dolu bir yol ve metotla değil, tarîk-ı bedâhet (apaçık) ile şâhid olmuşlardır ki, buna göre, mevcûd-ı hakîkî ancak, Allah’tır. Sonradan olan mümkinâta mevcûd demek ise tecellî alâkasıyla mecâzîdir. Çünkü bir kısmı Allah ile, diğer bir kısmı da yaratılmış olan şeylerle var olan çeşitli varlıklar yoktur. Varlık, Bir’dir, o da Allah’ın zâtından başka bir şey değildir (Kam: 1994). Bu kısa bilgiden sonra, Vahdet-i vücûd inancının temel düstûrunun, şu iki sözde, özetlenmiş olduğunu söyleyelim: “Lâ-mevcûde ille’llâh / Allah’tan başka varlık yoktur” veya “Leyse fi’l-vücûdi ille’llâh / Mevcudatta Allah’tan başkası yoktur”. Aşağıdaki, biri Arapça, diğeri Türkçe olan beyitlerde Vahdet-i vücûd inanç ve akîdesi “uslûb-ı şâ‘irâne” ile şu şekilde ifâde edilmiştir. Leyse fi’l-kâinâti gayruke şey’ün Ente şemsü’d-duhâ vü gayruke fey’ün Küllü mâ-fi’l-kevni vehmün ev hayâl Ev ‘ukûsün fi’l-merâyâ ev zılâl 169 “Kâinâtta senden başka hiç bir şey yoktur; sen kuşluk güneşisin, senden başka varlıklar gölgeden ibârettir. Kâinâtta mevcut olan her şey, vehim ya da hayâlden ibârettir; veya aynadaki akisler, ya da gölgelerden ibârettir.” Şair Nev‘î’nin şu kıtası Vahdet-i vücûdu çok güzel bir şekilde özetlemektedir. Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsiñ Tenlerde vü cânlarda nihân hep Sen imişsiñ Senden bu cihân içre nişân ister idim ben Âhir bunı bildim ki cihân hep Sen imişsiñ Nev‘î Tevhîdlerde âyetlerden zaman zaman alıntılar ve âyetlere telmih ve işâretler yapılmaktadır. Bir fikir verebilmek için, bu alıntı, telmih ve işaretlerle ilgili bazı beyitleri, örnek olarak, veriyoruz. Varır her zerreye bir râh Sen’den Dü-âlem “semme vechü’llâh” Sen’den Lâ-mekânî Bu beytin ikinci mısraında Bakara sûresi 2/115’den sâdece “semme vechu’llâh” kısmı iktibâs edilmiştir. Âyetin tamâmı ise “Fe-eynemâ tüvellû fe-semme vechü’llâh..”tır. Çıhâr rükn-i anâsır olunca mazhar-ı “Kün” Mürekkeb oldı ‘ademden cevâhir-i eczâ Râmî Debistân-ı kıdemde ol Debîr-i Lem-yezel’sin kim İki harf ile kıldıñ on sekiz biñ ‘âlemi imlâ Âlî Bu iki beyitte, sâdece “Kün” emrini almak sûretiyle, Kur’an’da sekiz yerde geçen âyetlere telmih ve işârette bulunulmuştur. “Kün” emrinin geçtiği sekiz âyetten ilki olan Bakara Sûresi 2/117’de yer alan âyetin metni: “Ve izâ kazâ emran fe-innemâ yakûlü lehû kün fe-yekûn” : “Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sâdece “ol” der, o da hemen oluverir.” Eyledi Âdem’i hem ol Mevlâ Vâkıf-ı ilm-i “alleme’l-esmâ” Subhî Bu âyette de, Bakara Sûresi 2/31’den “alleme’l-esmâ” kısmı, aslı biraz değiştirilerek, alıntı yapılmıştır. Âyetin bu kısmı, tam olarak, “Ve ‘alleme 170 Âdeme’l-esmâe..” şeklindedir. “Âdem’e isimlerin tamâmını öğretti..” anlamına gelmektedir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Tevhîdler, genel olarak, kasîde şeklinde yazılır ve kasîdenin türlerinden biri olarak kabul edilir. Edebiyatımızda terkîb-i bend, tercî-i bend ve musammat şekilleriyle yazılmış tevhîdler de vardır. Özellikle tercî-i bendler, konu yönünden, tevhîde daha elverişli şiirlerdir. Kasîde tarzında yazılan tevhîdlerde, kasîdenin bölümlerinden olan nesîb, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp, doğrudan doğruya konuya geçilir (İsen: 1992). Edebiyatımızdaki en güzel tevhîdlerden biri Niyazii Mısrî (ö. 1694)’ye aittir. Tasavvufî bir tevhîdin tüm özelliklerini taşıyan bu şiir şöyledir: Zihî kenz-i hafî k’andan gelir her var olur peydâ Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı Bu kesret âlemi andan doğup nâçâr olur peydâ Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyâr O yüzden gayri yok tenhâ gelir dildâr olur peydâ O yüzden görülen ağyâr döner şem’-i cemâlinden Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ Taşınır günde yüz bin cân adem iklîmine her dem Gelir yüz bin dahi andan bulur a‘mâr olur peydâ Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ O devr ile gelipdir enbiyâ mürsel merâtibce Gehî mü’min zuhûr eder gehî küffâr olur peydâ Tecellî eyledikçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda Bu sûret âlemi içre satû bâzâr olur peydâ Anın zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok Anınçün her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ Tecellî eyler ol dâim celâl ü geh cemâlinden Birinin hâsılı cennet birinden nâr olur peydâ 171 Cemâli zâhir olsa tez celâli yakalar anı Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ Velî ârif celâl içre cemâlini görür dâim Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâna Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ İçi ummân-ı vahdetdir yüzü sahrâ-yı kesretdir Yüzün gören görür ağyâr içinde yâr olur peydâ Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden Niyazî kanda baksa ol hemân dîdâr olur peydâ Osmanlı padişahlarından Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman (ö. 1566)’ın bir tevhîdini de yine örnek olarak verelim Osmanlı padişahlarından bir çoğu şairdir. Şair padişahlar da geleneğe uygun olarak tevhidler kaleme almışlardır. Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan Süleyman (ö. 1566)’ın bir tevhîdi şöyledir: Dest-i kudretle yoğ iken âlemi var eyledin Kimini müslim kılıp kimini küffâr eyledin Hârdan güller bitirdin nahlden hurma-yı ter İbret için kullarına hikmet izhâr eyledin Kimine verdin behişt ü hil‘at u tâc u kemer Kiminin yerin cehennem menzilin nâr eyledin Kiminin kaddini kıldın serv ü ‘ar‘ardan yüce Gözleri yaşın kiminin cû-yı enhâr eyledin Rûzı rûşen eyledin emrinle gün etdi tulû‘ Geceyi encümler ile zeyn edip târ eyledin 172 Güller ile gülşen içre hârı kıldın hem-nişîn Geceler tâ subha dek bülbülleri zâr eyledin Zâhide erzâni kıldın kevser ü hûr u behişt Bu Muhibbî bendeni müştâk-ı dîdâr eyledin 3. MÜNÂCÂTLAR Münâcât, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen gizli konuşma” anlamları taşımaktadır. Bir kimsenin ellerini semaya kaldırarak dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemesine münâcât denilmekle birlikte, edebiyâtımızda, bağışlayıcı olan Yüce Allah’tan bir dilekte bulunmak için yazılan manzûmelere verilen isimdir. Kelime anlamı olan “kulağa fısıldamak ve iki kişi arasındaki gizli konuşma” münacatı tam olarak karşılamamaktadır. Kulağa fısıldamak normal konuşmalarda hoş karşılanmayan bir iletişim şeklidir. Münâcât aslında kulun acziyetini ifade halidir. Kişinin yüce Allah karşısında kulluğunun farkında olarak, edeple kendi eksiklik ve noksanlığını itiraf edip Allah’tan kısık bir sesle yardım istemesidir. Eski edebiyatımızın vazgeçilmez şiir türlerinden biri olan münâcât, hemen her şairin divan ve mesnevisinde ya ilk ya da ikinci şiir olarak yerini alır. Bu yönüyle de mensur eserlerdeki “hamdele”nin şiirdeki karşılığıdır. Bununla birlikte mensur olarak yazılan münâcâtlar da vardır ki bunlara da “Tazarrû-nâme” adı verilir. Divan edebiyatı şairlerince kaside, gazel, kıta, mesnevi, rubai gibi hemen her nazım şekliyle yazılmasına rağmen Halk ve Yeni Türk edebiyatı şairleri tarafından da hece ve serbest vezinle verilen yüzlerce güzel örnekleri de vardır. Dinî ve edebî bir nazım türü olan münâcâtlar ayet ve hadislerden alıntılarla İslâm’ın iki ana kaynağından faydalanılarak kaleme alınmışlardır. Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan münâcâtlar, tevhîdlerle benzerlik göstermesine rağmen aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Tevhîdlerde Allah’ın zât ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar. Kul, kusurludur. Yapmış olduğu ibadetler ve amelleri Allah’a layık değildir. Buna rağmen Allah kulun ameline göre ceza vermez. Fuzulî bir münâcâtında bu durumu Yok bende bir amel sana şâyeste âh eğer A’mâlime göre vere adlin cezâ bana mısralarıyla ifade eder. 173 Cumhuriyet döneminde münâcât yazan şairler var mıdır? Araştırınız. Yegâne Ganiyy-i Mutlak olan sadece Allah’tır. Kul, daima zayıf, aciz ve ihtiyaç sahibidir. Yüce Allah karşısında insan aczini itiraf etmeli, geçmiş günahlarına pişmanlık duymalı ve bir daha yapmamaya karar vererek, tövbe ve istiğfar etmelidir. Çünkü veren odur ve o dilemedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Arif Nihat Asya da bir münâcâtında bu durumu şöyle ifade eder Zaîfiz, güçsüzüz biz, el Elindir, kol kolun, Tanrı’m! Ne oldurmak murâd etsen Yeter bir tek “ol!”un Tanrı’m Allah, sonsuz lütuf, rahmet ve mağfiret sahibidir. Tevvâb ismiyle, günahından pişman olan ve tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder. Bir kul olarak insan, ibadetlerine güvenmemeli, daima korku ve ümit arasında olmalıdır. Çünkü “Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek” bir mü’minin uyması gereken kurallardandır. Eğer Allah’ın rahmet ve mağfireti olmazsa kulun durumu perişandır. Yunus Emre bu hususu iki farklı şiirinde şöyle anlatır. Ne ilmim var ne tâatim ne gücüm var ne tâkatim Meğer kıla inayetin yüzümüzü ak Çalab’ım Rahîm dürür senin adın Rahîmliği bize dedin Mürşidlerin müjdeledi “Lâ taknetû” hitap nedir Münâcâtlarda Allah’ın bazı sıfatlarından da söz edilir. Celal ve Cemal, kerem, lütuf ve yardım sahibi olduğu, ilim ve kudretinin sonsuzluğu, Kıdem ve Bekâ sıfatları ön plana çıkarılır. XVII. Asır mutasavvıf şairlerinde Fenayî Cennet Efendi’nin bir münacatının ilk dörtlüğü şöyledir. Celâlin nârına yakma ibâdı Kerem lutf u inâyet senden olur Cemâlinle münevver et fuâdı Kerem lutf u inâyet senden olur Allah, kâinatın yegâne hâkimi, ezel ve ebedin padişahıdır. Mevcut olan her şey onun kudretinin eseridir ve var olan her varlık bizlere onun kudretini göstermektedir. Şahlığa lâyık olan odur. Bütün padişahlar onun kuludur. 174 Çok sayıda örneği bulunan münacatlarla ilgili Prof. Dr. Cemal Kurnaz tarafından hazırlanan Münâcât Antolojisi (Ankara 1992)’nde türün güzel örnekleri bir araya getirilmiştir. Cahit Zarifoğlu’nun “Sultan” isimli şiiri de son dönemlerde yazılan en güzel münâcâtlardan biridir: Seçkin Bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim Sana zorsa bırak yanayım Kolaysa esirgeme Hayat bir boş rüyaymış Geçen ibadetler özürlü Eski günahlar dipdiri Seçkin bir kimse değilim İsmimin baş harflerinde kimliğim Bağışlanmamı dilerim Sana zorsa yanmaya razıyım Kolaysa affı esirgeme Eski şâirlerimiz, tertip ettikleri Divanlarına ve kaleme aldıkları mesnevîlere tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir kural olarak kabul etmişlerdir. İslâm’ın etkisiyle Arap edebiyatında ortaya çıkmış olan münâcât türünün, X-XI. yüzyıllarda İran edebiyatında; XII. yüzyıldan itibaren de Türk şiirinde kullanılır olduğu görülür. Geçmişten günümüze güzel münâcât örnekleri için Cemal Kurnaz tarafından hazırlanan Müünâcât Antolojisi adlı kitabı okuyunuz. 175 Örnekler Sun‘ullah Gaybî (ö. 1677)’den Cehâlet perdesin kaldır İnâyet eyle yâ Mevlâ Ma‘ârifle dili doldur İnâyet eyle yâ Mevlâ Şarâb-ı aşkını içtim Hicâblardan kamû geçtim Bilip nefsim seni seçtim İnâyet eyle yâ Mevlâ Vücûdum aşk ile kül et Dehir bağında bir gül et Geçir cüzden beni küll et İnâyet eyle yâ Mevlâ Fenâ eden kamû vârın Bugün oldu aña yârın Temâşâ etmede yârin İnâyet eyle yâ Mevlâ Dile ilhâm-ı Gaybî ver Kemâlâtı gönülde der Kamû halde bana irgör İnâyet eyle yâ Mevlâ (Kemikli: 2000) Ümmî Sinan (ö. 1657)’dan Ey cümle halkın maksûdu Al gönlümü senden yana Ey küllî şey’in mevcûdu Al gönlümü senden yana 176 Budur yüreğim yâresi Gitmedi yüzüm karası Ey bîçâreler çâresi Al gönlümü senden yana Nefs elinden âvâreyim Hırs elinden bîçâreyim Gayri kime yalvarayım Al gönlümü senden yana Kurtar nefsin belâsından Can bu lütfu bula senden N’ola ihsân ola senden Al gönlümü senden yana Elim sana ermekliğe Gözüm seni görmekliğe Tapuna yüz sürmekliğe Al gönlümü senden yana Nefsin meyine kanmasın Firkat oduna yanmasın Mâsivâya aldanmasın Al gönlümü senden yana Dâim sen ol dilde sözüm Seni fikreylesin özüm Gayrıya bakmasın gözüm Al gönlümü senden yana Mustafâ’nın minnetine Murtazâ’nın himmetine 177 Şol birliğin hürmetine Al gönlümü senden yana Gözlerimi giryân eyle Hem ciğerim biryân eyle Esrârına hayrân eyle Al gönlümü senden yana Evliyâlar hürmetine Enbiyâlar izzetine Mukarrebler kurbetine Al gönlümü senden yana Aşkına yoldaş olmağa Derdine dildaş olmağa Sırrına haldaş olmağa Al gönlümü senden yana Ey keremler kânı hâce Sensin yücelerden yüce Ayrılmasın bir zerrece Al gönlümü senden yana Ümmî Sinan der Yaradan Götür perdeyi aradan Kurtar beni bu yaradan Al gönlümü senden yana (Bilgin: 2000) Özet Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin neler olduğunu sıralayabilmek. İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulundurarak edebiyatımızdaki bir dinî-edebî nazım türlerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda da üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım türleri, Hz. Peygamber’le ilgili nazım türleri ve dinî-ahlaki diğer nazım türleri. 178 Allah’la ilgili edebî türleri şunlardır: Allah’ın Güzel İsimleri olan Esmâ-i Hüsnâlar, Allah’ın zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden Tevhidler ve kulun acziyetini dile getiren Münâcâtlar. Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bulduğunu ifade edebilmek. Esmâ-ı hüsnâ “Allah’ın Güzel İsimleri” anlamıyla edebiyatımızda bir tür olarak kabul edilmiştir. Esmâü’l-hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer alan birer ayette geçmektedir. Edebiyatımızda Esmâ-ı hüsnâların oluşumunda hiç kuşkusuz “Allah’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik, ismi vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer” hadisinin büyük bir etkisi vardır. Edebiyatımızdaki dinî edebî türlerin birçoğunda da olduğu gibi bu hadisteki cennete girme müjdesinden dolayı Arap, Fars ve Türk birçok müellif ve şair bu türde eserler kaleme almışlardır. Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip ettiklerini belirleyebilmek. Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan eserlerin hemen hepsinde önce Allah’ın birliği ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde eden, Hz. Peygamber’i medh edip öven parçalar ve manzûmeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak İslâm sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkesce uyulan bir âdet ve gelenek olagelmiştir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak “Hamdele” ve “Salvele” ile devam etmesi ve “ammâ ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi “âdet ve gelenek” idi. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” şeklindedir. Divanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevîlerde de, genel olarak, böyledir Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde durulduğunu açıklayabilmek. Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan tevhîdler ve münâcâtlar arasında benzerlikler olmasına rağmen ikisi arasında bazı farklılıklar da bulunmaktadır. Tevhîdlerde Allah’ın zât ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi Allah’la ilgili edebî türlerden biridir? a. Kırk Hadis b. Na’t c. Tevhîd d. Besmele e. Âdet ve gelenek 179 2. Aşağıdakilerin hangisinde tevhid türleri tam ve doğru olarak verilmiştir? a. Dinî-edebî b. Ahlâkî-dinî c. Dinî-tasavvufî d. Tasavvufî-ahlakî e. Edebî-tasavvufî 3. Tevhîdlerde işlenen “varlığın birliği” esası aşağıdakilerden hangisidir? a. Kenz-i mahfî b. Esmâ-ı hüsnâ c. Muhâlefetün li’l-havâdis d. Vahdet-i vücûd e. Alleme’l-esmâ 4. Aşağıdaki isimlerden hangisi Esmâ-ı hüsna kaleme alan Türk şairlerden biri değildir? a. Şeyhoğlu Mustafa b. Îsâ Saruhânî c. Ahmed Şâkir Paşa d. İbrahim Cudî e. Abdurrahman Câmî 5. Mensur olarak yazılan Münâcâtlara ne ad verilir? a. Tegazzül b. Tercî-i bend c. Terkîb-i bend d. Tazarru‘-nâme e. Kasîde Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse, “Giriş” kısmını yeniden okuyunuz. 2. c Yanıtınız doğru değilse, “Tevhîdler” konusunu yeniden okuyunuz. 3. d Yanıtınız doğru değilse, “Tevhîdler” konusunu yeniden okuyunuz. 180 4. e Yanıtınız doğru değilse, “Esmâ-ı Hüsnâlar” konusunu yeniden okuyunuz 5. d Yanıtınız doğru değilse, “Münâcâtlar” konusunu yeniden okuyunuz Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kelime-i tevhid Allah’ı birleme, bir kabul etme anlamında olup Lâ ilâhe illa’llâh Arapça lafzının “Allah’tan başka ilah yoktur” şeklinde Türkçe’ye tercüme edilmiş şeklidir. Sıra Sizde 2 Besmele’nin âyet olup olmadığı İslam alimleri tarafından tartışılmıştır. Allah ismi Besmele’de yer almaktadır. Besmele ayet olarak görülmese bile Allah adı ilk olarak Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fatiha’da yer almaktadır. Sıra Sizde 3 Cumhuriyet Dönemi’nde münâcât yazan oldukça çok şair bulunmaktadır. Ünite içerisinde bunlardan A. Nihat Asya ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri örnek olarak verilmiştir. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yapılan ve Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe isimli şiirinin 1. olduğu yarışmada dereceye giren şiirler de bir kitap halinde yayımlanmıştır. Yararlanılan Kaynaklar Bilgin, A. (2000), Ümmî Sinan Divanı, (İnceleme – Metin), İstanbul. İsen, M. (1992), Türk Edebiyatında Tevhidler, Ankara. Kam, F. (1994), Vahdet-i Vücûd (sâdeleştiren Ethem Cebecioğlu), Ankara. Kemikli, B. (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Divanı İnceleme – Metin, İstanbul. Kurnaz, C. (1992), Münâcât Antolojisi, Ankara. Levend, A. S. (1989), “Dînî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten, Ankara, s. 45-50; Şener, H. İ. (1985), Türk Edebiyatında Manzum Esmâü’l-Hüsnâlar, İzmir (Basılmamış Doktora tezi.). Olgun, T. M. (1973), Edebiyat Lügatı (haz. K. Edib Kürkçüoğlu), İstanbul. Olgun, T. M. (1966), Şerh-i Mesnevî, İstanbul. Uludağ, S. (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul. Yıldız, A. (2008), “Allah'ın Güzel İsimleri: Esmâ- ı Hüsnâ”, Ay Vakti, Sayı 90. Yılmaz, A. (1998), “Türk Edebiyatında Esmâ-i Hüsnâ Şerhleri ve İbn-i İsâ-yı Saruhânî’nin Şerh-i Esmâ-i Hüsnâsı”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas, II, 1-34. 181 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili türleri sıralayabilecek, • Bu türlerin birbirleriyle olan irtibatını açıklayabilecek, • Bu türde yazılmış eserleri tanıyabilecek, • Örnek metinleri okuyarak bu türler hakkında tartışabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Na’t, mevlid, siyer, hicret-i nebî • Hilye, mucizât-ı nebî, şemâil • Mi’raciyye, regaibiyye, hadis-i erbaîn Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe Sözlük’e başvurunuz. • Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Necla Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı eserinde ilgili yerlere bakınız. 182 Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler NA‘T Sözlükte bir şeyi vasıflandırma, medhederek anlatma mânâlarına gelen na’t Hz. Peygamber için yazılan medih şiirleridir. Türk edebiyatında diğer türler içinde örnekleri en bol ve yaygın olan na‘t XI. yüzyıldan itibaren Türkler’in yaşadığı hemen bütün bölgelerde yazılmış, günümüze kadar da kuvvetli bir gelenek halinde devam etmiştir. Sayıları binlerle ifade edilebilecek olan na‘tlar ayrıca bestelenerek cami ve tekkelerde okunmuş, birçok beyti hattatlar eliyle levhalara nakşedilip mescid, dergâh, ev ve dükkân gibi mekânları süsleyen birer sanat eseri olarak itibar görmüştür. Şairleri na‘t yazmaya yönelten çeşitli sebeplerin başında Hz. Peygamber’e duyulan sevgi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde ahlâkı ve üstün şahsiyeti methedildiğinden Cenâb-ı Hakk’ın da habibi olan Resûl-i Ekrem’e duyulan bu sevgi aynı zamanda Allah’ın arzusuna uymayı ifade etmektedir. Na‘t yazma geleneğinde bir diğer amaç da Resûlullah’ın şefaatine nâil olma isteğidir. Kâ‘b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’yi yazmak suretiyle Hz. Peygamber’in affına mazhar olması gibi şairler de na‘tları ile Resûl-i Ekrem’in mahşerde tecelli edecek olan şefaatini ümit etmişlerdir. Na’tlar divan ve mesnevilerde genellikle tevhid ve münâcâtlardan sonra yer almaktadır. Bazı mürettep divanların doğrudan doğruya na‘t ile başladığı, bunun yanında bazı şairlerin divanlarının mukaddimesinden itibaren hemen her bölümünde na‘ta yer verdikleri görülmektedir. Daha çok kaside nazım şeklinde yazılmakla birlikte, gazel, mesnevi, kıta, müstezad, terci-bend ve terkib-bend, musammat, rubâî, tuyuğ, müfred ve mısra şeklinde pek çok na‘t örneği bulunmaktadır. Na’tlarda şairler Hz. Peygamber’i överken onun üstünlüğü, bütün âlemin onunla ilgili olarak yaratıldığı hakkındaki ayet ve hadislere telmihte bulunmuş veya onlardan alıntılar yapmışlardır. Na‘tlarda şairler Hz. Peygamber’i tavsif için divan şiirinin bütün söz sanatlarını, belâgat kurallarını ve geleneğin kültür birikimini kullanarak hünerlerini gösterme imkânını bulmuşlardır. Bununla beraber şairler Kur’ân-ı Ke- 183 rîm’i Resûlullah’ın şanını âleme ilân eden bir methiye kabul ederek Allah’ın övdüğü o yüce zâtı övmekteki âcizliklerini de itiraf etmişlerdir. Muhteva itibariyle na‘tlarda Hz. Peygamber’in isim ve sıfatları, kâinatın efendisi, yaratılışın gayesi ve Allah’ın sevdiği oluşu, örnek ahlâkı, üstün vasıfları, fizikî özellikleri, mûcizeleri, diğer peygamberlerden üstünlüğü âyet ve hadislere dayanılarak dile getirilir; son bölümlerde şair günahkârlığını itiraf edip şefaat talebinde bulunur. Ardından kıyamet gününün tasviri, o çetin günde şefaat yetkisinin yalnız Peygamber’e ait olduğu belirtilerek onun âlemlere rahmet olarak gönderildiği vurgulanır. Türk edebiyatında ilk na‘t örneğine Kutadgu Bilig’de rastlanmaktadır. Yûsuf Has Hâcib ile başlayan bu gelenek Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü'l-hakåyık ve Ahmed Yesevî’nin Dîvânı Hikmet’inden sonra Anadolu sahası dışında pek çok şair tarafından devam ettirilmiştir. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevâî, divan ve mesnevilerinin tamamında ve mensur eserlerinde çok sayıda na’t yazmış, bu yüzden de na‘t şairi unvanına lâyık görülmüştür. Anadolu sahasında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Farsça, Yûnus Emre’nin Türkçe na‘tlarıyla bu tür XIII. yüzyıldan itibaren edebiyatın vazgeçilmez bir türü halini almıştır. XVII. yüzyıldan başlayarak yalnızca nat‘lardan oluşan divanlar tertip edildiği görülmektedir. Bazı şiir mecmuaları tamamıyla na‘tlara hasredilmiş olup bunlar ''mecmûa-i nuût'' olarak anılmıştır. Divan edebiyatındaki binlerce na‘t içinde en çok tanınanlar arasında ilk sırayı Fuzûlî’nin ''Su Kasidesi''adıyla da meşhur olan na‘tı alır. Daha sonra Şeyh Galib’in, ''Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin efendim / Hak’tan bize sultân-ı müeyyedsin efendim'' beytiyle mütekerrir müseddes şeklindeki na‘tı, Fehîm-i Kadîm’in daha çok edebî muhitlerde şöhret kazanan ve Nazîm, Neşâtî, Şeyh Galib gibi şairler tarafından nazîre yazılan ''rûz ü şeb'' redifli na‘tları zikredilebilir. Nâbî’nin, hac yolculuğu esnasında Medine yolunda söylediği bildirilen ''Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu / Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu'' matla‘ beyitli na‘tı meşhurdur. Divan edebiyatında Peygamberimiz için yazılan na’tlar ekseriyet teşkil etmekle beraber peygamberler, veliler, din büyükleri, halifeler hakkında da na’tlar kaleme alınmıştır. Dört halife için yazılanlara na’t-ı çehâr-yâr-ı güzin, veliler için yazılanlara nuût-ı evliyâ denir. Na‘tlar, Tanzimat’tan sonra gelişen yeni Türk edebiyatındaki örneklerle günümüze kadar devam etmiştir. Na’t Örneği Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su 184 Âb-gûndur künbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden künbed-i devvâra su Zevk-ı tîğından aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su Ohşadabilmez gubârını muharrir hatuna Hâme tek bakmakdan inse gözlerine kara su Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su İste peykânın gönül hicrinde şevkum sâkin it Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüş-yâra su Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su Dest-bûsı ârzûsıyla ölürsem dostlar Kûze eylen toprağum sunun anınla yâra su Servi ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su 185 İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile Gül budağınun mizâcına gire kurtara su Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su 186 Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su (Fuzuli’nin Su Kasidesi) Açıklaması için bk. Necmettin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1940) SİYER Kelime anlamı bir kimsenin hâli, tavrı, gidişi, ahlâkı, hâl tercümesi demek olan siyer, Arapça sîret kelimesinin cem’i olup edebiyatımızda Peygamberimiz’in hayatını anlatan eserler için kullanılır bir terim olmuştur. Zaman içinde soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine’de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan vefâtına kadar Hz. Peygamber’in hayatından söz eden kitaplara da siyer / siyer-i nebî denmiştir. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarından bahseden hadis ilmi siyerin en önemli kaynaklarındandır. Sahabeden gelen rivayetler ve Hz. Peygamber’in savaşlarının anlatıldığı Megazi kitapları da siyerin kaynakları arasında sayılır. Siyer/sîre türü, Türkçe’de özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet öncesine kadar, tarih ilminin konusu olmaktan daha çok edebiyat alanında şekillenmiş görünmektedir. Kısas-ı Enbiyânın genel olarak Eski Türk Edebiyatı’na, özel olarak da Türk-İslâm Edebiyatı’na en zengin malzemeyi sağlayan dinî kaynakların önemlileri arasında yer alması bunda etkili olmuştur. Bu verimli kaynağın en geniş ve bazen israiliyyata varan derinlemesine bilgilerle donanmış, çeşitli mucizelerle heyecan verici hale gelmiş kısmı ise daha çok Hz. Peygamber’in şahsı, hayatı ve çevresiyle ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece dinî ve tasavvufî edebiyatta değil, halk edebiyatından divan edebiyatına varıncaya kadar Türk edebiyatının hemen bütün devre, tür ve şekillerinde bu zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanıldığını ve dolayısıyla da ana kaynak durumuna yükseldiğini söylemek yerinde olacaktır. 187 Bunda ilk eserlerin tercüme de olsa Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi ve saygının etkisiyle samimi ve hisli bir şekilde, bir başka deyişle lirik edebî unsurlar bakımından zengin olarak kaleme alınmasının tesiri de vardır. Ayrıca bütün müslüman milletlerin, özellikle de Türklerin kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin en mühim ve devamlı konularının başında siyerleri geldiği bilinmektedir. Padişah saraylarından köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılmış bu meclislerde anlatılan-dinlenilen olaylar hemen bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatı, ahlakı, mûcizeleri, savaşları ve Hz. Ali başta olmak üzere halifeleri ve yakın arkadaşlarının (sahabelerin) yer aldığı hadiseler etrafında geliştiğinden bunlar zamanla kitaplaştırılmış, ardından da meclislerde okunup dinlenmiştir. Nitekim bilinen en eski Türkçe siyer kitabı olan Darîr’in XIV. yüzyıla ait eseri de, Memlük Sultanlarının sohbet meclislerinde âmâ olan müellifin, kendisine okunan Arapça bir siyer kitabını mecliste bulunanlara Türkçe anlatması suretiyle ortaya çıkmıştır. Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli ilk eserlerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamberle ilgili kısmının Türkçe’ye manzum olarak çevrilmesinden doğmuştur. Hatta çok beğenildiği için eserin ilk kaleme alınmasından itibaren ezberlenerek dini törenlerde ve sohbet meclislerinde okunduğu bilinmekte ve Türk edebiyatında siyer-mevlid türünün de ilk örneği olarak kabul edilmektedir. İslâmî Türk edebiyatında siyer türündeki ilk eserlerin Arapça ve Farsça’dan yapılmış tercümeler oluşu, konunun hassasiyetinden kaynaklanmıştır. Çünkü Hz. Peygamber hakkında doğru bilgiye ulaşmak dinin bir gereği olduğu gibi, ondan yanlış ifadeler aktarmak da dinî sorumluluğu gerektiren bir husustur. Bu arada Türk müelliflerin Arapça yazdıkları kitaplarla siyer türüne erken devirlerden itibaren önemli katkıları olmasına rağmen, Türk edebiyatında türün gelişmesi ve Türkçe kaleme alınmış metinlerin ortaya çıkması diğer müslüman milletlerin edebiyatlarına nazaran daha gecikmiş ve dolayısıyla da teliften ziyade Arapça ve Farsça’dan tercüme veya telif-tercüme eserlerle başlamıştır. Türk edebiyatında en eski Türkçe siyer, Darîr’in 790’da (1388) Kahire’de tamamladığı ve muhtemelen Mısır Memlük Sultanı Berkuk’a takdim ettiği Tercüme-i Siyer-i Nebî adlı beş cildlik manzum-mensur eserdir. Lamiî Çelebi (ö. 938/1532)’nin Terceme-i Şevâhidi’n-Nübüvve li-takviyeti yakîni ehli’lfütüvve’si, Altıparmak lakabıyla tanınmış Üsküplü Çıkrıkçızâde Muhammed b. Muhammed’in (ö. 1033/1624-25) Delâil-i Nübüvve’si önemli tercüme siyerlerdir. Bunların yanında mensur ve manzum olarak kaleme alınmış bir çok telif siyer mevcuttur. Veysi’nin Dürretü’t-tâc fî siret-i sahibi’l-mi’rac’ı, Nabî’nin (ö. 1124/1712) Zeyl-i siyer-i Veysî’ ismiyle basılan ve edebi değeri çok yüksek olan zeyli, Nazmizâde Murtaza Efendi'nin Siyer-i Veysî’ye yazdığı zeyl, Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (ö. 1068/1657) tarafından yazılan el-Fevâyihu’n-Nebeviyye fi’s-sireti’l-Mustafaviyye adlı eser, Eyüp Sabri Paşa’nın Mahmûdü’s-siyer’i önemli örneklerdendir. Siyer Örneği Andan Âmine hâtun katı ağladı, çok zârılıh eyledi. Abdulmuttalib Resûl anasınun gönlüni ala getürdi, and içdi, eyitdi: Yâ Âmine hâtun sana kulluh, hızmat ben eyleyem, senün tapuna ben turayım, oğlunı ben bisleyem, dahi gişiye inanmayam, didi. Şeybe anun bigi eyledi ki söyledi, Âmine hâtunun 188 hızmatına turdı, işine yumuşına yügürdi. Kaçan kim sekiz ay oldı, Âmine hâtunun gözine firişteler kuş sûratında görinürler, yaşıl kanatlar ile gökyüzinde uçarlar idi. Hâtiften ün işidür idi kim “Behhun leki yâ Âmine” yani bahtlısın yâ Âmine hâtun kim âhiri’z-zamân peygamberinun anası olısarsın diyü, beşâret işidür idi. Kaçan kim ay tokuz ay oldı, Rebîü’l-evvel ayınun on iki gicesi isneyn gicesine geldi, eyyâme’l-beyz gicelerinün evveli oldı; Abdulmuttalibün âdeti ol idi kim eyyâm-ı beyz giceleri, yani ayun on iki gicesinden on beşine değin üç gün gice ve gündüz aydınlıh olur; ol üç günün gicelerinde Abdulmuttalib Kabe’den evine varmaz idi, irteye değin Kabe’yi tavâf eyler idi. Çün ol isneyn gicesi kim Resûlün mevlûdi gicesiydi. Şeybe Âmine hâtun katına geldi, eksügin, geregin gördi, dahi kapusını üsdine kilidledi, kilid dilini bile aldı; zîrâ korkar idi, eydür idi olmasun kim düşmanlar kulların, kırnakların yoldan çıkaralar, eve yol bulalar, Âmine hâtuna kasd ideler dirdi, ihtiyât ider idi. Ol gice Şeybe oğlanları birle yine tavâfa meşgûl oldılar. Âmne hâtun hücresinde yalunuz oturupdur. Ol gice Resûlün mevlûdi gicesiydi. Acâyiblerden ne göründi, Resûl nice vücûda geldi, uçmak hûrilerinden, ulu firiştelerden ne söylendi, nice göründiler, ne iş işlediler, ol gice olan ahvâlun râvisi, habar viricisi Âmine hâtundur. Cemî-i nakl idenler, andan nakl eylediler, anun dilinden söylediler. Kulağun aç kim işidesin ol habîb sözin Nicesi oldı cihânda hikâyet-i mevlûd Vücûda gelmek içün ol Muhammed-i Muhtâr Vücûda geldi ademden bu cümle-i mevcûd Zihî kabûl ü zihî sevgü vü zihî hürmet Kim ol şerîf vücûda virip durur ma’bûd Muhammed oldur u Ahmed Hamîd ü Hâmid ol Acab mı ümmetine olsa âkıbet Mahmûd Sev anı sünnetini dut muhabbeti birle İbâdetünden anun sevgüsi durur maksûd Kaynak: Darîr, Tercüme-i Siyer-i Nebî, Topkapı Müzesi Kütüphanesi, Koğuşlar Bölümü, nr 1001, vr. 91a MEVLİD Arapça “velede” fiilinden türeyip sözlükte doğum, doğum yeri ve zamanı mânâlarına gelen mevlid terim olarak Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserlere denir. Mevlid İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümünde yapılan törenlere verilen isim; ayrıca bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin ortak adıdır. 189 Diğer İslâm edebiyatlarına nisbetle mevlidlerin Türk edebiyatında ayrı bir yeri vardır. Çoğunlukla manzum kaleme alınan bu eserler, Türk halkının peygamber sevgisinin bir göstergesi olarak sayı itibariyle de hemen hemen dinî türlerin hiç birinde görülmeyecek zenginliktedir. Süleyman Çelebi’nin nazmettiği mevlidin herkes tarafından beğenilip okunmasından dolayı bu konu sonraki yıllarda da çokça işlenmiştir. İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda kesin bilgi yer almamakla birlikte Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü'n-necât adlı mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Ancak bundan önce Türkçe yazılmış mevlid benzeri eserlerin varlığı da bilinmektedir. Bunlardan biri Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme olup Vesîletü't-necât’ın hâtime kısmında Çarhnâme’dekine benzer ifadeler yer alır. Süleyman Çelebi’den kısa bir süre önce Erzurumlu Mustafa Darîr’in yazdığı manzum-mensur eseri Tercüme-i Siyer-i Nebî de yer yer mevlidi hatırlatmaktadır. Şiirlerin yanı sıra mensur kısımdaki bazı ilâvelerle Darîr’in yaptığı bu tercüme bir telif mahiyetindedir. Türkçe’de kaleme alınan mevlidlerin sayısı 200 civarındadır. Bunlar üzerinde yapılan çalışmalar bir kısmının Süleyman Çelebi’nin eserine aynen benzediğini, bir kısmının bazı motifler yönünden ayrılık gösterdiğini, geri kalanların ise tamamen farklı olduğunu ortaya koymuştur. Türkçe mevlid metinlerinin çoğu aruzun ''fâilâtün/fâilâtün/fâilün'' kalıbıyla ve mesnevi tarzında yazılmıştır. Ortalama 600-1400 beyitten oluşan mevlidlerde genellikle Hz. Peygamber’in doğumu üzerinde durulmakta, ardından mi‘racı ele alınmakta, çeşitli mûcizeleri anlatılmakta, daha sonra vefatından bahsedilmektedir. Bu eserlerin hemen hepsi Ehl-i sünnet inancı doğrultusunda kaleme alınmış, yer yer âyet ve hadislerden iktibaslarla veya bunlara telmihlerle desteklenmiş, birtakım iddiaların aksine çoğunda bid‘at denebilecek fikirlere yer verilmemiştir. Vesîletü'n-necât’ın ve diğer bazı mevlidlerin sonundaki ''Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin'' gibi Hz. Peygamber’e nisbet edilen bazı mûcizevî olaylara dair hikâyeler eserlere sonradan ilâve edilen destanî manzumelerdir ve bunların asıl mevlid metinleriyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Mevlidler umumiyetle tevhid, münâcât ve na‘t ile (bazılarında ashâb-ı kirâma, çehâryâr-ı güzîne methiye ile) başlamakta, kâinatın zuhur kaynağı olan nûr-ı Muhammedî’den bahsedilerek Hz. Peygamber’in doğumuna geçilmekte, onun mi‘racı ve diğer mûcizelerinin anlatılmasının ardından vefatı konusuna yer verilmekte, en sonunda Resûl-i Ekrem ve ashabı başta olmak üzere eseri yazan, okuyan ve dinleyenler için bir dua ile sona ermektedir. Hemen her faslın bitiminde içinde Hz. Peygamber’e salâtın da bulunduğu tekrar beyitleri yer almaktadır. Bu beyitler Vesîletü'n-necât’ta, ''Haşre dek ger denilirse bu kelâm / Niçe haşrola bu olmaya tamâm / Ger dilersiz bulasız oddan necât / Aşk ile derd ile eydin es-salât''; Şemseddin Sivâsî’nin mevlidinde, ''Olmak istersen habîbe âşinâ / Ver salâtı bul onunla rûşenâ'' şeklindedir. Mevlid Örneği Âmine Hâtun Muhammed anesi Ol sadeften doğdu ol dürdânesi 190 Çünki Abdullah’dan oldu hâmile Vakt irişti hefte vü eyyâm ile Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn Çok alâmetler belirdi gelmedin Ol Rabîu’l-evvel ayın nicesi On ikinci gice isneyn gicesi Ol gece kim doğdu ol hayrü’l-beşer Anesi anda neler gördü neler Dedi gördüm ol habîbin anesi Bir acep nûr kim güneş pervânesi Berk urup çıktı evimden nâgehân Göklere dek nur ile doldu cihân Gökler açıldı ve feth oldu zulem Üç melek gördüm elinde üç alem Biri meşrik biri mağribde anın Biri damında dikildi Kâbe’nin İndiler gökten melekler saf saf Kâbe gibi kıldılar beytim tavaf (Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-necât’ından.) Metnin açıklamasi için bk. Necla Pekolcay, Mevlid, İstanbul 1992 Türkiye’de mevlidler ve özellikle Süleyman Çelebi’nin mevlidi hakkında hangi bilim adamları çalışmalar yapmıştır, araştırınız. HİLYE Sözlük anlamı süs, zinet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz demek olan hilye, Türk İslâm edebiyatında bilhassa Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını ve güzelliklerini anlatan edebî eserlerle aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhalar için kullanılan terimdir. 191 Sahâbîler, Resûl-i Ekrem’in vasıflarını kendi ilim ve idrakleri nisbetinde tesbit etmeye çalışmış, bu durum hilye konusunda değişik rivayetlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Söz konusu rivayetlerde Resûl-i Ekrem’i lâyıkıyla tavsif edebilmek için devrin Arapça’sında pek sık rastlanmayan kelimelerin kullanıldığı dikkati çekmektedir. Bu sebeple ilgili rivayetlerin anlaşılmasını sağlamak amacıyla bunların şerhedilmesi yoluna gidilmiş ve bu ihtiyaç aynı zamanda tercümeyi de gerekli kılmıştır. Tirmizî’nin şemâil ve hilye türü eserlere kaynaklık eden eş-Şemâ’ilü’n-nebeviyye’sinin pek çok şerhi bulunmaktadır. Diğer bazı Türkçe eserler de “şemâil” adını taşımakla birlikte sadece hilye hadislerinin tercüme ve şerhinden ibarettir. Bu husus şemâil kelimesinin hilye anlamında da kullanıldığını gösterir. Hâkanî Mehmed Bey’in 1015’de (1606) Hilye adlı manzum eserini kaleme almasından sonra hilye türü eserlerin yaygınlaştığı görülür. Hâfız Osman da (ö. 1110/1698) hilyeye dair rivayetlerin metinlerini hat ve tezhip sanatının estetik ölçüleri içinde levha olarak düzenlemiştir. Böylece Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini anlatan eserlerle hattat ve müzehhiplerin ortaya koyduğu levhalar “hilye-i şerif, hilye-i saâdet, hilye-i Resûlullah, hilyetü’n-nebî” gibi adlarla anılmıştır. Hilyenin müstakil bir tür olarak gelişmesinin en önemli sebepleri, Hz. Peygamber’i rüyada gören bir müslümanın onu gerçekten görmüş sayılacağına dair hadisle, peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türkler’in bu sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen bir şevkle edebiyata aktarmaları konusundaki gayretleridir denebilir. Hz. Ali’den rivayet edilen, “Hilyemi gören beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak olarak haşredilmez” meâlindeki hadis de bu rağbetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilememekle birlikte içinde hilye bulunan evin felâkete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu hususta teşvik edici bir rol oynamıştır. Hilyelerde genellikle Resûli Ekrem’in her vasfı ayrı ayrı ele alınarak önce bunu ifade eden ibarenin Arapça aslı verilmiş, ardından on beş-yirmi beyit halinde tercüme ve şerhi yapılmıştır. Bazı müellifler ise hilye hadislerindeki kelimelerin gramer özelliklerine dair çalışmalar yapmışlardır. Hilyelerde esas olarak Hz. Peygamber’in fizikî özellikleri anlatılmakla birlikte bazı eserlerde ruhî portresiyle ilgili hususlara da yer verilmiştir. Bu tarzın en tanınmış örneği Nahîfî’nin Hilyetü’l-envâr’ıdır. Zamanla diğer peygamberler, Hulefâ-yı Râşidîn ve aşere-i mübeşşere ile din ve tarikat büyükleri için de bu tür eserler kaleme alınmıştır. Hilye Örneği Dedi ol mazhar-ı envâr-ı celî Esedullâh-ı velî yani Ali Rûy-ı rahşânı değirmiydi anın Nitekim cirmi meh-i tâbânın 192 Yüzü benzerdi müdevver aya Zâtı âyîne idi Mevlâ’ya Sâğar-ı ârız-ı meh-sîmâsı Bâde-i aşkın idi meclâsı Arz-ı hüsn etse o mahdûm-ı Halîl Yûsuf’un anmaz idi İsraîl Şöyle pür-nûr idi ol vech-i hasen Ana bakılmaz idi şevkinden Âlemi devlet-i nâgâh gibi Tâbnâk eyler idi mâh gibi Vâzı’ etmişti o yüzden Fettâh Neydiğin âyet-i “Fîhâ misbâh” Ka’be-i vechine ettikçe nazar Secde eylerler idi şems ü kamer Deyr-i âlemde o rûy-ı pür-tâb Etti âteşgede-i dehri harâb (Hakani Mehmed Bey’in Hilye’sinden.) Açıklama için bkz. İskender Pala, Hilye-i Saadet, İstanbul 2002, s. 114-117. Türk edebiyatında şöhret bulmuş en önemli hilyeyi kim kaleme almıştır? Mİ’RÂCİYYE Kelime anlamı merdiven, göğe çıkma demek olan mirac, Hz. Peygamber’in göğe çıkmasıyla meydana gelen mucizesidir. Mi’râciyye ise İslâm edebiyat ve sanatlarında Hz. Peygamber’in hicrî aylardan recep ayının 27. gecesinde yaptığı mi’racı konu alan eserlerin genel adıdır. Bu gecede Hz. Peygamber Allah tarafından Mekke’den Kudus’e götürülmüş, oradan da semaya yükseltilmiştir. Bu konu Kur’ân-ı Kerîm’de İsra suresinin ilk ayeti ile Necm suresinin ilk yirmi ayetinde ele alınmaktadır. Mi’rac mûcizesi hemen bütün müslüman milletlerin medeniyetlerine edebiyat, mûsiki, minyatür, hat ve kitap sanatları bakımından kuvvetle yansımıştır. Ancak bu konudaki eserlerin mi’râciyye veya mi’râcnâme adıyla daha 193 çok İranlılar’la Türkler tarafından ortaya konulduğu, en çok eserin verildiği edebiyat alanını minyatür, hat ve kitap sanatlarının takip ettiği, mûsikinin ise sadece Osmanlılar’da mevlid gibi bir form oluşturduğu görülmektedir. Mi’rac Türkçe eserlerde çokça işlenmiştir. Müstakil olanların dışında siyer ve mevlidlerle mu’cizât-ı nebî gibi eserlerin, Muhammediyye ve Garibnâme gibi kitapların birer bölümü de mi’raca ayrılmıştır. Ayrıca divanlarla din dışı mesnevilerde bu konuda şiirlere yer verilmesi bir gelenek halini almış, zamanla kasidelerin mi’râciyye, mesnevilerin ise mi’racnâme adıyla anıldığı zengin bir edebî tür oluşmuştur. Konunun genellikle dinî kaynaklara dayanarak didaktik bir şekilde ele alındığı eserlerde müellifin sanatkâr yönünün ikinci planda kaldığı, tasavvufî açıdan işlenen mesnevi ve kasidelerde ise daha lirik ve sanatkârane bir üslûbun ön plana çıktığı, şairlerin hayal dünyalarının zenginliğine göre olaya şahsî yorumlar getirdiği görülmektedir. Aruzun en çok “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâilün mefâilün feûlün” kalıplarının kullanıldığı mi’râciyyelerin kaside formuyla yazılanlarında konu ortalama elli-altmış beyit içinde özetlenirken mesneviler-de 2000’e yaklaşan beyit hacminin sağladığı imkânla daha geniş bir şekilde işlenmektedir. Kasidelerin nesîb kısmı, mi’rac gece meydana geldiğinden bu mânaya gelen Arapça ve Farsça kelimeler üzerinde kurulmuş söz sanatlarıyla başlar; hadise, küfür karanlıklarını ortadan kaldıran nûrânî ve ilâhî bir mûcize şeklinde takdim edilerek gecenin önemi vurgulanır. Ardından gecenin ve gökyüzünün tasvirine geçilir. Bazan da mi’rac öncesi yine gece gerçekleşmiş olan şakk-ı sadr mûcizesine temas edilir ve mi’racın safha safha tasvirine girişilir. Ümmü Hânî’nin evinden başlayan bu yolculukta Cebrâil’in burağı cennetten getirişi anlatılır. Burağın uzun uzadıya tasviri mi’râciyyelerin en önemli konularındandır. Daha sonra Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’ya gidişi, orada diğer peygamberlere namaz kıldırması ve onlardan üstünlüğü vurgulanır. Kudüs’ten tekrar semaya yükselişi (urûc) sırasında sahrenin Resûl-i Ekrem’in ardından harekete geçmesi ve “dur” ihtarıyla havada asılı kalması (hacer-i muallak) mûcizesi telmihler, tecâhül-i ârifler, hüsn-i ta’lîllerle süslenerek nakledilir. Bunu gökyüzünde dolaşma, sema katlarında diğer peygamberlerle tanışma, cennet, tûbâ, hûriler, köşkler, ırmaklar ve cehennem hayatı tasvirleri takip eder. Resûlullah’ın “kabe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı ve rabbi katındaki değeri anlatılarak sanatkârın bakış açısına göre farklı yorumlarla şekillendirilir. Namazın mi’racda farz kılınması, Hz. Peygamber’in dönüşte hadiseyi ashabına müjdelemesi, müminlerin kabulü ve müşriklerin inkârı gibi hususlar işlenir. Bu muhteva Ganîzâde Mehmed Nâdirî’nin mi’râciyyesinde en güzel ifadesini bulmuştur. Mesnevilerde ise tevhid, na’t ve münâcâtın ardından yukarıdaki konuların her biri bir kaside hacmine ulaşan bölümler halinde bazan İsrâiliyat’a dayanan rivayetlerle anlatılır. Bu arada na’t ve münâcâtlara, kaside ve gazellere de yer verildiği, namaz ve diğer ibadetler hakkında bilgiler aktarıldığı dikkat çeker. Anadolu sahasında ilk müstakil mi’râciyye XV. yüzyılın başında (808/1405) Ahmedî tarafından yazılmıştır. Tahkik-i Mi’râc-ı Resûl başlıklı 497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa mi’râciyyelerden farklı olduğu gibi İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır. Zaman içinde belirgin özellikler kazanan mi’racnâmeler XV. yüzyıldan itibaren daha fazla rağbet bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler halinde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde mi’rac hadisesine bir bölüm ayrılması da yine XV. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. XIV. yüzyıla ait Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde, XV. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun 194 Muhammediyye’sinde, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında, Hâkanî Mehmed Bey’in Hilye’sinde mi’rac hadisesine temas edilmiştir. XVI. yüzyıldan itibaren divanların içinde mi’râciyyelerin artmaya başladığı, XVII ve XVIII. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç mi’râciyyenin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî Çelebi’ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdirî ise türün meşhur mi’râciyyesinin şairidir. XVIII. yüzyılda Nâyî Osman Dede’nin mi’rac kandillerinde okunmak üzere yazıp bestelediği Mi’râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı 102 beyitlik eseri türün en tanınmış örneğidir. Nahîfî’nin Mi’râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik eserinde ilgili âyetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve ulemânın mi’raca dair görüşleri değerlendirilmiştir. Mi’râciye Örneği 1. Seyyid-i kevneyn ü Habîb-i Hudâ Nûr-i ferîkayn ü Nebiyyü’l-hüdâ 2. Hatm-i nebiyyîn ü şeh-i mürselîn32 Mefhar-i âhir şeref-i evvelîn 3. Sâhib-i mi’râc şeh-i enbiyâ Dâver-i zî-tâc u meh-i pür-ziyâ 4. Dest-res-i mu’ciz-i Şakku’l-kamer Eşref-i mahlûk-ı ma’âlî-siyer 5. Mazhar-ı sıdk-ı haber-i mâ-raâ Server-i sâhib-i nazar-ı mâ-tağâ 6. Muhterem-i sümme denâ iştihâr Mahrem-i sırr-ı fe-tedellâ şi’âr 7. Seyyid-i mev’ûd-i fe-terdâ meâl Ayn-ı atâyâ-yı şefâ’at-nevâl 8. Zâtın idüp iki cihân seyyidi Hak ve refa’nâ leke zikrek didi 195 9. Âyet-i ferhunde-i feth-i mübîn Oldı aña zîver-i levh-i cebîn 10. Mazhar-ı levlâk ü le-amrük hitâb Rehber-i hakk hâdî-i râh-ı savâb 1. İki cihanın efendisi ve Allah’ın sevgilisi, iki cihanın nuru ve hidayet yolunun peygamberi. 2. Peygamberlerin sonuncusu ve padişahı, sonradan gelenlerin iftihar kaynağı öncekilerin şereflisi, büyügü. 3. Mirac sahibi; peygamberler şâhı, taç sahibi hükümdar ve ışık dolu ay. 4. Şakku’l-kamer (ayın yarılması) mucizesinin sahibi, yüce vasıflarıyla yaratılmışların en şereflisi. 5. “Mâ kezebe’l-fuâdü mâ reâ” (Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.) âyetindeki (Necm 11) doğru haberin mazharı; “Mâ zâga’l-basaru ve mâ tegâ” (Bakış kaymadı ve haddi aşmadı.) âyetindeki (Necm 17) nazarın sahibi ve seyyidi… 6. “Sümme denâ” hürmetiyle şöhret bulan, “fe-tedellâ” sırrının alâmeti. (sümme denâ fe tedellâ: Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. (Necm 8) 7. “fe-terdâ” (razı olacaksın) (Duhâ 5) âyetindeki va’din muhatabı, şefaat hediyesinin ve ihsanının kaynağı… 8. Zâtını iki dünya efendisi eyleyen Allah onun için “ve refa’nâ leke zikrek” (Biz senin şanını ve ününü yücelttik) (İnşirah 4) dedi. 9. O öyle yüce bir peygamberdir ki, feth-i mübîn (Mekke’nin fethi) ile ilgili âyetler onun alnının süsü oldu. 10. O “levlâk” ve “le-amrük” hitabıyla şereflenen, hak ve hidayet yolunun rehberidir. (“levlâk” kelimesi “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l eflâke” [Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.] hadisinden iktibastır. “le amrük” ise Hicr Sûresi’nin 7. ayetinin “Habibim, senin ömrüne yemin ederim ki” mealindeki başlangıç kısmından alınmıştır.) Kaynak: Süleyman Nahîfî, Mi’râcü’n-nebî, Süleymaniye Ktp. Aşir Efendi Bölümü, nr. 323, 2b Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler, Ankara 1987. Türk-İslâm edebiyatında en tanınmış miraciye kim tarafından kaleme alınmıştır? 196 KIRK HADİS II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren, “kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özellikleri ile hem Arap ve Fars hem de Türk edebiyatında önemli bir tür halini almıştır. İslâmî edebiyat türleri içerisinde en az mevlid, hilye, mirâciye, siyer, maktel, megâzi türleri kadar başarılı örnekleri verilmiştir. Kırk hadis türü Arap, Fars ve Türk ediplerinden büyük alaka görmüş ve “hadis” ile “edebiyat” kavramlarının yan yana gelmesiyle kıymetli eserler hazırlanmıştır. Peygamberimize ait hadislerden genellikle kırk adedinin bir araya gelmesiyle oluşan kırk hadis tertib, şerh ve tercümelerini şekil bakımından mensur, manzum ve hem manzum hem mensur olarak üçe ayırmak mümkündür. Mensur olanların bir kısmı hem tercüme hem şerh iken, manzum tercümelerde genellikle tercüme bir kıta ile yapılır hadis metni bu kıtadan önce veya sonra verilir. Bunun dışında az da olsa metin ve tercümenin aynı kıtada verildiği de görülmüştür. Böyle bir durumda hadis metnini vezne uydurmak kolay olmadığından mevzu bütünlüğü her zaman sağlanamamaktadır. Mustafa Âlî’nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri buna örnek gösterilmektedir. Farsça ve Arapça kırk hadis tercümeleri daha çok kıt’a ve mesnevi nazım şekliyle kaleme alınırken aruzun en çok “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün”, “fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” ve “müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün” vezinleri kullanılmıştır. Kıt’alar halinde yazılan çihl hadis tercümelerinin en ünlüsü Abdurrahman Câmî (ö.898/1492)’nin eseridir. Mesnevi şeklinde yazılanların en meşhurları ise Hakânî Mehmed Bey’in (öl. 1015/ 1606) ve Hazînî’nin eserleridir. Kırk hadis türü çalışmalar müstakildir. Az sayıda da olsa divanların veya başka eserlerin belli bölümlerinde yer alan kırk hadis tercüme ve şerhleri de mevcuttur. Bu türün örnekleri arasında içindeki hadis sayısı kırkın üzerinde olanlar olduğu gibi sadece hadis metinlerinin derlenmesiyle oluşan ve din eğitim ve öğretimine dayalı örnekler de mevcuttur. Kırk hadis türündeki eserleri muhteva bakımından aşağıdaki gibi tasnif etmek inceleme açısından kolaylıklar sağlamaktadır. a. Kutsi hadislerden seçilenler b. Peygamberin hutbelerinden seçilenler c. Senetleri sahih hadislerden seçilenler ç. Zıt isnatlı, 7 ve 10 ile alakalı veya isnatsız hadislerden seçilenler d. 40 rakamına dayanılarak tertip edilenler e. Ezberlenmesi kolay ve kısa hadislerden seçilenler f. Veciz, camialı hadislerden seçilenler g. Fasih ve sahih hadislerden seçilenler h. Noktasız harflerden seçilenler 197 Kırk hadisler dinî her konuyu ihtiva edebilirler.Eser Kur’ân’ın faziletleri, İslamın şartları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hukuk, toplumsal ve ahlaki hayat gibi konularla ilgili söylenen kırk hadis bir araya getirilerek oluşturulur. Bazı kırk hadis kitapları tek bir konuyu ele alsa da çoğunluğu farklı konuları içeren hadislerden oluşur. Yazılma Sebepleri Kırk hadis türündeki eserlerin yazılış sebepleri eserin içeriğinden ve özellikle müellifin önsözde veya ilk tercümesindeki ifadelerinden anlaşılmaktadır. Bu sebepleri şöylece tasnif etmek mümkündür: a. Hz. Peygamber’in “Ümmetim içinde din emirlerine dair kırk hadis ezberleyeni Allahü Teâlâ fakihler ve âlimler zümresi arasında haşreder.” hadisindeki müjdeye nail olmak, b. Hz. Peygamber’in şefaatine ulaşma umudu, c. Daha evvel kırk hadis yazanların geleneğini sürdürüp onların kervanına dahil olmak, d. Okuyanların hayır duasını almak, e. Hocasının veya dostlarının arzusu üzerine, f. Devlet başkanı vb. tarafından görevlendirilmiş olmak, g. İlgi duyulan bir konuda hadis derleme arzusuyla, h. Hastalıklardan kurtulmak ve şifa bulmak beklentisiyle. Kırk hadis tercüme ve şerhlerine edebî bakımdan en fazla kıymet gösteren ve en çok manzum örneğini veren Türkler’dir. Osmanlı müellifleri çoğunlukla Arapça ve Farsça kırk hadisler kaleme almışlarsa da bunların hiçbiri Türkçe yazılanlar kadar edebî-didaktik bir kıymete ulaşamamıştır. XIV. asırda Mahmud b. Ali’nin (öl.761/1360) Nehcü’l- Ferâdis adlı eseriyle ilk örneğini veren Türkçe kırk hadis geleneği XV, XVI ve XVII asırlarda gelişip genişlemiş, XVIII. asrın ikinci yarısından sonra –ara sıra Köstendilli Şeyhî gibi dikkate değer manzum kırk hadis mütercimleri ortaya çıkmış olsa da- sanat yönünden zayıf örnekler görülmeye başlanmıştır. Buna rağmen didaktik mahiyetteki bu tür yayılmaya devam etmiştir. XV. asırda Ali Şîr Nevâî, XVI. asırda Hazînî (trc. 930/1524), Usûlî (öl. 945/1538), Fuzûlî (öl. 963/1556), Nev’î (trc. 977/1569), Âşık Çelebi (trc. 979/1571), XVII. asırda Hâkânî (trc. 1012/1603), Ankaralı İsmâîl Rüsûhî (öl. 1041/1631), XVIII. asırda Osmanzâde Tâ’ib (trc. 1120/1708), Bursalı İsmail Hakkı (trc. 1137/1724), Müstakimzâde Sâdeddin (trc. 1200/1786), XIX. asırda Köstendilli Şeyhî (öl. 1232/1827), Hüseyin Remzî (trc. 1309/1892) önemli isimler arasında sayılabilir. 198 Kırk Hadis Örneği Edeb ile hayâda itme gümân Anı bil fer-i zübde-i edyân Ki buyurdı habîb-i kevn ü mekân “el-Hayâu şu’betün mine’l-îmân” İlm-i hıfz u tilâvet-i Furkan Hayr-ıla eylesün sizi zi-şân Ki olupdur hadîs-i fahr-i cihân “Hayrüküm men tealleme’l-Kur’ân” Az yimek çünki sıhhattendür Çok yimek tûl-i ömre rehzendür Az ye çok yaşa didi Resûl “Kül kalîlen ta’iş tavîlen”dür (Mustafa Âli’nin Hadis-i Erbain’ininden.) Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Aksoy, Mustafa Âlî’nin Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul 1991, s. 47-49. Türk-İslâm edebiyatında kırk hadis kitaplarının özelliklerini araştırınız. REGAİBİYYE Regaib kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş manzumelere verilen isimdir. Hz. Peygamber’in ana rahmine düştüğü kabul edilen receb ayının ilk cuma gecesi, bilhassa Türk-İslâm kültüründe cami ve tekkelerde özel programlarla Regaib kandili olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle mevlid türüne benzeyen manzumeler yazılmış, bunların bir kısmı kandil gecesi okunmak üzere bestelenmiştir. Bu manzumelerde Resûl-i Ekrem’in anne ve babasının birbirine lâyık temiz gençler oluşu, ahlâkî özellikleri, evlenmeleri ve Hz. Peygamber’in ana rahmine düşmesinin kâinat için büyük bir rahmet olduğu anlatılmaktadır. Regaibiyyelerde daha çok mesnevi nazım şeklinin kullanıldığı, bazılarında ise kıta, ilâhi, gazel ve kaside gibi şekillerin tercih edildiği görülmektedir. Selâhaddin Uşşâkı’ye (ö. 1197/1783) atfedilen Matlau’l-fecr adlı mesnevi ile Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’ye ait Envârü’l-kevâkib fî leyleti’r-Regâib adlı manzume türün önemli örneklerindendir. 199 Regaibiyye Örneği 1. Girdi çün mâh-ı Receb şehr-i Hudâ Leyle-i Cum’a olunca ibtidâ 2. Mâder-i pâki Emine hazreti Kıldı Abdullah ile çün halveti 3. Burc-ı ismette bi-izni Müsteân Kevkeb-i sa’deyn itdi iktirân 4. Oldılar çün dâhil-i beyt-i şeref Eyledi ol dürri ilka-yı sadef 5. Ya’ni ol şems-i Hudâ-yı pür ziyâ Ol şeb-i rahmet-fezâda gâlibâ 6. Burc-ı rahm-ı ismete itdi nüzûl Ol gice ıyd itdi ervâh u ukûl 7. Kudsiyân ol giceye rağbet tamâm İtdiler andan Regâib oldu nâm Kaynak: Salâhî, Daha geniş bilgi için bk. Mehmet Akkuş, “Edebiyatımızda Regaibiyye ve Salahî’nin Matlau’l-fecr’i”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c. XXXII (Ankara 1992), s. 129-153. MU’CİZÂT-I NEBÎ Na’tlarda, siyerlerde ve bazı mesnevilerde kimi zaman Hz. Peygamber’in mûcizelerine yer verildiği gibi bazen de başlı başına eserler halinde de mucizelerin anlatıldığı görülmektedir. Bunlara örnek olarak, Güvercin Hikâyesi, Kesikbaş Destanı, Deve Hikâyesi, İzzetoğlu’nun Tavus Destanı, Sadreddin’in Geyik Hikâyesi gibi halk tipi mesneviler gösterilebilir. Hikâye-i Geyik’ten Örnek: 1. Yine başlarım söze Allah deyu Evvelinde fazl-ı bismillah deyu 200 2. Başladım bir mucize uş gül gibi Şerh edeyüm tapuna bülbül gibi 3. Mustafâ’nın mucizâtın söyleyim Dinler isen ben şerh eyleyim 4. Dinle imdi bir acâib hoş haber Mustafâ’dan ideyüm sahib hüner 5. Gör ne kıldı Tanrı’nın Peygamberi Yaratılmışta oldurur serveri 6. İşit imdi bir acâib mucizât O Resuldendir ki oldurur pâk zât 7. Ol Habibullah Muhammed Mustafâ Din adın pak kendüsi o safâ 8. Oturur idi söykenüb mihrabına Vaaz eder idi cümle ashabına 9. Cümle ashabı dahi anda bile Sohbet eder bular Resul ile 10.Gördüler karşudan kırk atlı gelür Kırkı dahi heybetlü gelür 11.Sürüben mescide değin geldiler Çünki mescid kapusuna yettiler 12.Mustafâ’nın anda olduğun bildiler Cümlesi anda aşağı indiler Kaynak: Devamı için bk. Mevlid-i Süleyman Çelebi, İstanbul 1311 201 ESMÂ-İ NEBÎ Esmâ kelimesi Arapça isim kelimesinin çoğuludur. Terim olarak esmâ-i nebî Hz. Peygamber’in isimleri hakkında yazılan eserlere denmektedir. Eski Türk edebiyatında Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anlatan Esmâ-i Hüsnâ türü gibi Hz. Muhammed’in mübarek isimlerini konu alan Esmâ-i Nebî’ler de kaleme alınmıştır. Hz. Peygamber’in dinî kültürümüzde yer alan isimlerinin manzum veya mensur müstakil eserler hâlinde toplanılması bir gelenektir. Bu eserlerde; Hz. Peygamber’in isimleri ile dinî kültürde ona verilen adlar ve künyeler bir araya getirilir. Bu isimlerde Hz. Peygamber’in üstünlükleri, hidayeti, rahmeti, şefaati, Cenab-ı Hakk’ın huzurundaki konumu, seçkin oluşu, ümmetinin gözündeki değeri ile ona duyulan sevgi ve hürmet anlatılır. Hz. Peygamber’in medhine mahsus bir tür olan na’tlarda da bu isimlere yer verilirken, şairler bu adları şairane benzetmeler veya hüsn-i ta’lillerle ele alırlar ve bazı adlarındaki harflerden yola çıkarak ilginç tespitlerde bulunurlar. Diğer yandan dinî ve tasavvufî eserlerde de Esmâ-i Nebî’deki harflere dair yorumlar mevcuttur. Genellikle mensur olan bu türdeki eserlerden Hasib Efendi’nin Esmâ-ı Nebi’si 1000 beyit olup Delail-i Hayrât’tan istifade ile yazılmıştır. Esmâ-i Nebî Örneği 1. Muhammedün Ahmedün Hâmidün Mahmûdün Ahîdün Vahîdün Mâhün Hâşirün 2. Âkıbün Tâhâ Yâsin Tâhirün Muahherün Tayyibün Seyyidün Rasûlün 3. Nebiyyün Rasûlü’l-melâhımi Kayyimün Câmiun Muktefin Mukaffî Rasûlü’l-melâhimi Rasûlü’r-râheti 4. Sen murâdım vir İlâhî kim penâh itdüm bunı Ol Habîbün Mustafâ’dur yâ Ra’ûf 5. Kâmilün İklîlün Müddessirün Müzzemmilün Abdullâh Habîbullâh Safiyyullâh 6. Neciyyullâh Kelîmullâh Hâtemü’l-enbiyâ Hâtemü’r-rusüli Muhyî Müncî Müzekkirun 202 7. Nâsırun Mensûrun Nebiyyu’r-rahme Nebiyyü’t-tövbeti Harîsun ‘aleyküm Ma’lûmun 8. Sen murâdım vir İlâhî kim penâh itdüm bunı Ol Muhammed Mustafâ’dur yâ Rahîmü yâ Ra’ûf 9. Şehîrun Şâhidün Şehîdün Meşhûdun Beşîrun Mübeşşirün Nezîrün Münzirün 10. Nûrun Sirâcun Misbâhun Hüden Mehdiyyün Münîrun Dâin Med’uvvün 11. Mücíbün Mücâbün Hafiyyün Afüvvün Veliyyün Hakkun Kaviyyün Emînün Kaynak: Daha geniş bilgi için bk. İbrahim Sarıtaş, Külliyât-ı İsmail Gürünî, (yüksek lisans tezi 2008), C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 279. HİCRET-NÂME Sözlük anlamı ayrılmak, göç etmek, ayrılış olan hicret, Farsça mektup, kitap vb. mânâlara gelen nâme ile birleşik isim olarak Hz. Peygamber’in hicretini konu alan eserlere isim olmuştur. Siyerlerin bir bölümü olduğu gibi bağımsız eserler olarak da kaleme alınan Hicret-nâme, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicretini ele alır. Mevlid, mi’raciye ve hilyeler kadar olmasa da bu türde eserler yazılmıştır. Bu konuda Süleyman Nahifî’nin (öl. 1551/1738-39), takriben 88 beyitlik Hicreti’n-Nebî’si bilinmektedir. Bu eserde, Hz. Peygamber’in doğumundan başlayarak çocukluğu, Hz. Hatice ile evlenmesi, miracı ve peygamberliğe gelişi anlatılarak 162. beyitten itibaren hicret konusuna yer verilir. Özet Türk-İslâm Edebiyatı’nda Hz. Peygamber ile ilgili türleri sıralayabilmek. Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber ile ilgili türler denince akla na’t, siyer, hilye, mevlid, miraciye, kırk hadis, esmâ-i Nebî, mu’cizât-ı nebî, hicretnâme gelir. Hz.Peygamberi öven, üstünlüklerini anlatan türler na’tlardır. 203 Doğumundan vefatına kadar Hz. Peygamber’in hayatını anlatan türleri açıklayabilmek. Soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine’de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan vefâtına kadar Hz. Peygamber’in hayatını ele alan türe ve bu türde yazılan kitaplara siyer / siyer-i nebî denmiştir. Daha çok tercüme ile edebiyatımızda ağırlık kazanan türleri sıralayabilmek. II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren, “kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özellikleri ile hem Arap ve Fars edebiyatında önem kazanmıştır. Te’lifleri de olmakla beraber özellikle tercümeler ile ön plana çıkan bu tür Türk edebiyatında en az na’t, mevlid ve miraciye kadar önem arz etmektedir. Hz. Peygamber’in doğumundan bahseden türleri sıralayabilmek. Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserlere mevlid denir. Çoğu mevlide Peygamberimiz’in doğumunun yanı sıra mucizeleri de yer alır. Türkİslâm edebiyatında yazılmış en öenmli mevlidlerin başında Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı gelir. Kendimizi Sınayalım 1. Hz. Peygamber medhetmek için yazılan şiirlere ne ad verilir? a. Mi’raciyye b. Medhiyye c. Na’t d. Hilye e. Şemail 2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’le ilgili türlerden biri değildir? a. Hicretnâme b. Na’t-ı çehâr-yâr c. Regaibiyye d. Mevlid e. Hilye 3. Kısaca “erbaîn” adıyla da anılan Peygamberimiz’le ilgili tür aşağıdakilerden hangisidir? a. Mevlid b. Mu’cizât-ı nebî 204 c. Kırk hadis d. Esmâ-i hüsnâ e. Münâcât 4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını anlatan edebî eserlere verilen addır? a. Siyer b. Mevlid c. Mucizât-ı nebî d. Evsâf-ı nebî e. Hilye 5. En önemli örneklerini Darîr, Yazıcıoğlu Mehmed, Altıparmak ve Veysi’nin verdiği Peygamberimiz’le ilgili tür aşağıdakilerden hangisidir? a. Na’t b. Mi’raciyye c. Muhammediyye d. Siyer e. Mevlid Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Cevabınız doğru değilse, “Na’t” kısmını yeniden okuyunuz 2. b Cevabınız doğru değilse, “Na’t” kısmını yeniden okuyunuz 3. c Cevabınız doğru değilse, “Kırk Hadis” kısmını yeniden okuyunuz 4. e Cevabınız doğru değilse, “Hilye” kısmını yeniden okuyunuz 5. d Cevabınız doğru değilse, “Siyer” kısmını yeniden okuyunuz Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Türkiye’de mevlidlerle ilgili en önemli çalışmalara Neclâ Pekolcay, Faruk Kadri Timurtaş, Ahmed Ateş, Hasan Aksoy imza atmışlardır. Sıra Sizde 2 Türk edebiyatındaki en önemli hilye Hakani Mehmed Bey tarafından yazılmıştır. 205 Sıra Sizde 3 Türk-İslâm edebiyatında en tanınmış miraciye Ganizâde Nadirî tarafından kaleme alınmıştır. Sıra Sizde 4 Kırk hadislerle ilgili eserler Kur’ân’ın faziletleri, İslâm’ın şartları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hukuk, toplumsal ve ahlaki hayat gibi konularla ilgili söylenen kırk hadis bir araya getirilerek eser oluşturulur. Yararlanılan Kaynaklar Akar, Metin, Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler, Ankara 1987. Aksoy, Hasan, "Eski Türk Edebiyatında Mevlidler", TALİD, Eski Türk Edebiyatı Tarihi I, sy. 9 (İstanbul 2007), s. 323-332. Aksoy, Hasan, “Mevlid”, DİA. Aksoy, Hasan, Mustafa Âlî’nin Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul 1991. Karahan, Abdülkadir, “Kırk Hadis”, DİA. Onan, Necmettin Halil, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1940. Pala, İskender, Hilye-i Saadet, İstanbul 2002. Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul 1997. Pekolcay, Necla, Mevlid, İstanbul 1992. Uzun, Mustafa, “Hilye”, DİA. Uzun, Mustafa, “Miraciyye”, DİA. Uzun, Mustafa, “Regaibiyye”, DİA. Uzun, Mustafa, “Siyer”, DİA. Yeniterzi, Emine, “Na’t”, DİA. 206 207 Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaştırabilecek, • Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlayabilecek, • İslâmiyet’in Türk edebiyatına katkısını açıklayabilecek, • Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilecek, • Dinî konulu destânî mahiyetteki eserleri ayırt edebileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Dinî-edebî tür • Mersiye-maktel • Ramazâniye-Bayramiye • Gazavâtnâme- Fetihnâme • Nasîhatnâme-Pendnâme • Menkabe-menâkıb Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Agâh Sırrı Levend’in “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri” başlıklı makalesi ile Âmil Çelebioğlu’nun “Türk Edebiyatında Manzum Dinî Eserler” başlıklı makalesini okuyunuz. • Diyanet İslâm Ansiklopedisi ve Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki “Fetihnâme”, “Gazavatnâme”, “Iydiye”, “Maktel”, “Mersiye”, “Pendnâmeler” ve “Ramazan” maddelerini inceleyiniz. 208 Dinî Tür ve Konular GİRİŞ Edebiyatımızda tür ve şekil konusu üzerinde tam bir uzlaşma sağlanabilmiş değildir. Bununla birlikte bir edebî ürünün dış yapısı ile ilgili unsurların şekil; muhtevası ile ilgili unsurların da tür kapsamında değerlendirilmesi yaygınlaşmıştır. Dinî türler denildiğinde dinî içeriğe sahip ve türe adını veren aynı konudaki edebî ürünler kastedilmiş olur. Tarih boyunca din, kimi zaman amaç olarak, kimi zaman da araç olarak edebiyata konu olmuştur. Sanat gayesiyle dini araç olarak kullananlar bir tarafa; dini amaç olarak görenlerin vasıtasıyla zengin bir dinî edebiyat meydana getirilmiştir. Dinî duyguların etkisiyle doğup gelişen bu edebiyatta, çok defa dini tebliğ etme, öğretme gibi pratik hedeflere yönelik olarak sanat değeri zayıf eserlerin yanı sıra fevkalâde sanatkârane bir üslûpla dinî lirizmin zirvesine yükselen eserler de meydana getirilmiştir. Türk-İslâm edebiyatında dinî türlere baktığımızda en çok türün Hz. Peygamber ile ilgili olarak geliştiği görülür. Allah ile ilgili daha az tür gelişmiştir. Hz. Peygamber’in bir beşer olması sebebiyle kendisini hiç görmeyenler tarafından dahi kolayca anlatılabilmesine karşılık Allah’ın yüceliği ve varlığının insan idrakini aşması, ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin O’nun hakkıyla anlatılmasını imkânsız kılmıştır. Dolayısıyla bu alanda gelişen edebî türler, O’nun vahdâniyeti, esma ve sıfatları ile O’na karşı sığınmayı, af dilemeyi içeren edebî ürünlerle sınırlı kalmıştır. Konusu Allah ve peygamber olan edebî eserler dışında dinî hayatın pek çok veçhesi ile ilgili hayli eser yazılmıştır. Klasik edebiyatın ürünlerini verdiği tarihî ve kültürel ortam, yüzyıllar boyu dinî karakteriyle temayüz ettiğinden, din, edebiyatın hem ilham hem de bilgi kaynağı olagelmiştir. Şairler, yaşadıkları dönemlerde üzüldükleri sevindikleri ve heyecan duydukları her hadiseyi edebî bir form içerisinde kültür dünyamıza kazandırma gayreti içerisinde olmuşlardır. Ramazan ayının coşkusundan, ölen kimsenin ardından duyulan üzüntüye kadar insanı ilgilendiren her hadise, dinî edebiyatımız içerisinde yerini almıştır. Klasik şiir ustalarının birçoğu, asırlarca toplum hayatında yer etmiş ve özellikle törensel içeriğe sahip dinî hadiselerin heyecanını hissedip duygularını nazma dökmüşlerdir. Günümüzde de bu vadide eserler yazılmaya devam etmektedir. Allah ve Hz. Peygamber ile ilgili türler müstakil üniteler halinde işlendiği için bu ünitede diğer dinî tür ve konular ele alınacaktır. Bu tür ve konuları üç 209 başlık halinde tasnif etmek mümkündür. Birincisi, Mersiye, Maktel, Ramazâniye gibi ortak bir ad altında anılan türler; ikincisi, Kısas-ı enbiyâ, Tezkiretü’l-evliyâ ve Menâkıbnâme gibi biyografik bilgi ihtiva eden yaşam öyküleri etrafında gelişen türler ile Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsiri, itikat, ibadet, ahlâk vb. konularında yazılan eserler; üçüncüsü de destânî anlatım tarzının benimsendiği dinî konulu eserlerdir. Resim 9.1: Satır arası Kur’an Tercümesi (Kaynak: Prof. Dr. Hüseyin Elmalı’nın özel kitaplığı, İzmir). DİNÎ TÜRLER Mersiyeler ve Makteller “Mersiye”, dinî edebiyatımızda bir kimsenin vefatı üzerine duyulan üzüntüyü ifade etmek üzere, ölenin meziyetlerini anlatmak suretiyle yazılan duygu yoğunluğu yüksek manzumelere denir. Ölenin arkasından söz söyleme geleneği İslâmiyet öncesi Türk şiirinde “sagu”, Türk halk şiirinde ise “ağıt” olarak isimlendirilmiştir. Mersiye daha çok bir yakının, sevilen bir şahsın, şair ile maddi manevi bir bağı bulunan kişinin ölümü üzerine yazılır. Klasik edebiyatımızda mersiyeler genellikle, padişahlar, şehzadeler, vezirler, devlet büyükleri, şeyhler, aile fertleri, dost ve arkadaşların kaybı üzerine yazılmıştır. Mersiyenin muhtevası şöyledir: Şair şiirin giriş kısmına dünyanın geçici olduğunu, bu güzelliklere aldanmamak gerektiğini ve dünyanın ne kadar acımasız olduğunu vurgulayarak başlar. Daha sonra vefat eden kişinin övgüsünü ve böyle bir kişiyi kaybetmekten dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirir. Bu bölüm şairin yasına tabiatın da katılmasıyla farklı bir hal alır. Kahramanın ölümüne âdeta bütün âlem 210 ağlamaktadır. Ardından böylesine değerli ve genç bir kişiye kıymış olmasından dolayı feleğe sitem edilir. Mersiyelerin son bölümü genellikle dua ve temennilerden meydana gelir (İsen, 1994). Klasik edebiyatımızın Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî, Zâtî Bakî, Fuzûlî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ, Nev’î, Nâilî, Şeyh Gâlib gibi önde gelen şairleri mersiyeler yazmışlardır. Mersiye genel olarak vefat hadisesini ele alırken, maktel sadece Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesini konu edinir. Dinî edebiyatımızda “maktel” ya da “maktel-i Hüseyin” denildiğinde Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının Kerbelâ’da hunharca şehid edilmesini acıklı bir biçimde anlatan şiirler anlaşılmalıdır. Hz. Hüseyin’in şehadetiyle ilgili şiirlere Kerbelâ mersiyeleri de denilmiştir. Mersiye genel anlamda kullanıldığı için aslında her maktel bir mersiye sayılır. Ancak maktel hususi bir anlamda kullanıldığından her mersiye maktel sayılamaz. Maktel türünün en güzel örneğini Hadîkatü’s-süedâ isimli eseriyle Fuzûlî vermiştir. Lâmii Çelebi’nin Maktel-i Hüseyin’i de önemli örneklerdendir. Kanunî Sultan Süleyman Mersiyesi’nden Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ömr Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk Devrân elinden irse gerek câm-ı ayşa seng İnsân odur ki âyineveş kalbi sâf ola Sînende n’yler âdem isen kîne-i peleng İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusu Yetmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’adet ki rahşına Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng Baş eğdi âb-ı tîgına küffâr-ı Üngürûs Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi Sandûka saldı hazîn-i devrân güher gibi (…) (Küçük, 1988;130) 211 Fuzûlî, Âl-i abâ Mersiyesi’nden (…) Ey derd-perver-i elem-i Kerbelâ Hüseyn V’ey Kerbelâ belâlarına mübtelâ Hüseyn Gam pâre pâre bağrını yandurdı dâğ ile Ey lâle-i Hadîka-i Âl-i abâ Hüseyn Tîg-ı cefâ ile bedenün oldı çâk çâk Ey bûstân-ı sebze-i tîg-ı cefâ Hüseyn Yakdı vücûdını gam-ı zulmet-serây-ı dehr Ey şem’-i bezm-i bârgeh-i Kibriyâ Hüseyn Devr-i felek içürdi sana kâse kâse kan Ey teşne-i harâret-i berk-ı belâ Hüseyn Yâd it Fuzûlî Âl-i abâ hâlin eyle âh Kim berk-ı âh ile yakılur hirmen-i günâh (Pekolcay, 1994; 234) Ramazâniyeler Ramazan ayı, genel olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarında dinî bir konu olarak yer almakla birlikte, sosyal hayata kattığı canlılık ve renklilik sebebiyle edebiyatın da ilgi alanına girmiştir. Bu ayda, gerek dinî duyarlılıklar bakımından ortaya çıkan manevi atmosfer, gerekse dindar olan ve olmayan bütün toplum kesimlerinde oluşan Ramazan’a özgü hava, eski ve yeni şairlerimiz tarafından gayet güzel değerlendirilmiş ve pek zengin bir Ramazan edebiyatı meydana getirilmiştir. Edebiyatımızda Ramazan’a dair şiirler, XVI. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanmıştır. XVIII. yüzyıla gelindiğinde sayıca artarak müstakil bir tür oluşturacak boyutlara ulaşmıştır. İşte klasik dinî edebiyatımızda konusunu Ramazan ayından alan bu şiirlere “Ramazâniye” denir. Ramazâniyeler, Ramazan ayı dolayısıyla, şairlerin, padişaha veya devlet büyüklerine yahut dostlarına sunmak amacıyla yazdıkları kaside nazım biçiminde şiirlerdir. Bu şiirlerde, Ramazan ayının girmesi dolayısıyla sunulan kişinin Ramazanı tebrik edilir, o kişi padişah veya devlet büyüğü ise pek tabii olarak övgüsü yapılır. Klasik edebiyatımızda bu türün en güzel örneklerini, Sâbit (öl.1712), Nazîm (öl.1726), Nedim (öl.1730), Enderunlu Fâzıl (ö.1810) ve Enderunlu Vâsıf (ö.1824) vermişlerdir. Ramazan ile ilgili dinî ve tasavvufî amaçla yazılan eserler dışında, edebî alanda yazılan eserler şöyle tasnif edilebilir. 1. Ramazâniyeler, 2. Ramazan ilâhîleri, 3. Ramazan mânileri, 4. Ramazan ile ilgili gazel, rubâî, koşma vs. 212 Klasik edebiyatımızda, dört mevsimin, belli ayların, bayramların, özel günlerin konu edildiği şiirler vardır. Bu şiirler, özellikle kasidelerin nesîb denilen giriş bölümlerinde bir mevsimin veya hususi ay ve günlerin gelmesiyle yazılır. Bahar mevsiminin gelmesiyle “bahâriye”ler, kışın gelmesiyle “şitâiyeler”, nevruz için “nevrûziye”ler, bayramları karşılamak için “ıydiye”ler yazıla gelmiştir. Toplum hayatında fevkalade önemi hâiz olan Ramazan ayının gelmesiyle de eski şairler, oruç ayının maddi ve manevi güzelliklerini, feyiz ve bereketini, günahlardan arınma ayı oluşunu vesile ederek insanlara öğüt ve irşad mahiyetinde şiirler yazmışlardır. Ramazâniyelerin konusu, ilk başta Ramazan ayının rahmet ve bereket ayı oluşudur. Allah’ın nimet ve rahmeti bu ayda dünyayı doldurmuştur. Mağfiret kapıları sonuna kadar açılmış, bu aya mahsus olmak üzere şeytan zincire vurulmuştur. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi bu aydadır. Ramazâniyelerde ayrıca bu ay dolayısıyla girilen manevî ortam ve buna paralel olarak sosyal hayatta meydana gelen değişiklikler de yer almıştır. Hilâlinin görülmesi dolayısıyla yaşanan tatlı telaştan tutun, Ramazan mukabeleleri, teravih namazları ve Ramazan eğlencelerine kadar bu aya mahsus çeşitli faaliyetler Ramazâniyelerde dile getirilmiştir. Osmanlı toplumunda Ramazan ayı ve müteakiben kutlanan bayram vesilesiyle tertip edilen eğlenceler, sohbetler, kandillerle ve mahyalarla süslenen camiler, iftar için hazırlanan türlü yemekler, bir sevinç ifadesi olarak Ramazan şiirlerine yansımıştır. Diğer taraftan, Ramazan münasebetiyle toplumun dindar kesimlerindeki hareketlilik ve buna ilaveten Ramazan öncesi ve sonrasında dinî hayata mesafeli kişilerin, Ramazanın girmesiyle birlikte Ramazana özgü dindarlıkları şairlerin gözünden kaçmamıştır. Bu tip kimseler ‘Ramazan sofusu’ olarak nitelendirilmiş ve dindar kimseleri kıskandıracak derecede alışılmadık davranışları iğneleyici bir üslûpla dile getirilmiştir (Uzun, 1994). Ramazâniyelerden bu mübarek ay dolayısıyla tasavvufî mekânlarda ve camilerde okunan Ramazan ilâhîleri vardır. Bu ilâhîlerin bir kısmı Ramazanın gelişini konu edinen şiirleridir ve Ramazanın başladığı günlerde okunur. Bir kısmı da Ramazan ayını uğurlamak maksadıyla yazılan ve bu kutlu ayın sona ermesinden dolayı duyulan üzüntüyü dile getiren ilâhîlerdir. Bunlardan bazıları bestelenmiş olup günümüzde okunmaya devam etmektedir. Aziz Mahmud Hüdâyî (ö.1628)’nin hocası Üftâde’nin bir Ramazan karşılaması mahiyetinde olan ilâhîsi şöyledir: Âşıklara eydin salâ Oruç ayı geldi yine Rahmet denizi cûş edip Âlemlere doldu yine Kur’an’da Allah öğüdü Cümle nebîler sevdiği Ümmete Allah verdiği Oruç ayı geldi yine 213 Cümle aya sultan olan Dertlilere sultan olan Hak’dan bize ihsan olan Oruç ayı geldi yine XVII. yüzyılın meşhur mutasavvıf şairi Niyazî-i Mısrî (ö. 1694)’ye ait ilâhînin ilk iki dörtlüğü veda mahiyetindeki ilâhîlere örnek teşkil eder: Yine firkat nârına yandı cihân Hasretâ gitdi mübarek Ramazan Nûriyle bulmuştu âlem yine cân Firkatâ gitti mübârek ramazân İndi Kur’an sende ey nûru güzel Leyle-i kadrinde ey kadri güzel Gitti ey tehlil ü tekbîri güzel Elvedâ gitti mübârek ramazân Ramazâniyelerden, Ramazan ilâhîlerinden başka bir de Ramazan manileri vardır. Geniş toplum kesimleri arasında yaygın olan Ramazan manileri, özellikle de Ramazan bekçilerinin halka mahsus bir ifade ve eda ile söyledikleri maniler, dini hoşgörünün sınırları çerçevesinde zengin bir birikimi ve halk kültürünü yansıtmaktadır. Bir Ramazan bekçisi manisi şöyledir: Âlem bu gece nûr oldu Kalbimize sürûr oldu Ey benim ağam efendim Kalkın vakt-i sahûr oldu Ramazâniyelerden veya Ramazan konulu diğer şiirlerden, yazıldıkları döneme ait Ramazan kültürünü yansıtan pek çok uygulamayı tespit etmek mümkündür. Ramazana dair şiirler, sadece klasik edebiyatımızla sınırlı kalmış değildir. Çağdaş edebiyatımızda da bir takım üslup ve muhteva farklılıklarıyla Ramazanı konu alan şiirler yazılmaya devam etmektedir. Ramazan ayına dair şiirler için Filiz Kılıç ve Muhsin Mâcit’in hazırladığı Türk Edebiyatında Ramazan Şiirleri (Güldeste) adlı kitabı okuyunuz. Gazavâtnâmeler Gazavât, cenk, savaş anlamına gelen gazâ/gazve kelimesinin çoğuludur. Gazâ kelimesi din uğruna savaş anlamına gelen cihad kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in fiilen iştirak ettiği savaşlara da gazve denilmektedir. Bir dinî edebiyat terimi olarak gazavâtnâme, düşmanlara karşı mukaddes değerler uğruna yapılan savaşların anlatıldığı eserlerdir. Manzum ya da mensur olarak yazılmışlardır. Tek bir savaş anlatılmış- 214 sa gazânâme, birden fazla savaş anlatılmışsa gazavâtname şeklinde isimlendirilmiştir. İlk örnekleri Arap edebiyatında görülür. Arap edebiyatında savaşları ve bu savaşlarda gösterilen kahramanlıkları anlatan eserlere megâzî denilmiştir. Gazavâtnâmeler, genel olarak savaşları anlatan eserlerdir. Gazavatnâmelere benzeyen zafernâme ve fetihnâmeler, küçük farklarla gazavâtnâmlerden ayrılır. Eğer savaş zaferle neticelenmişse galibiyeti anlatan eserlere zafernâme; savaş sonunda bir kale ya da şehir zaptedilmişse bu hadiseyi hikâye eden eserlere de fetihnâme denilmiştir. Gazavâtnâmelerde savaşın bütün ayrıntıları anlatılmış olduğu için tarih bilimi bakımından önemli bir bilgi kaynağı durumundadır. Gazavâtnâmeler başlıca şu konularda yazılmıştır: 1. Padişahlardan birinin hayatını esas alarak onun zamanında meydana gelen olayları mensur ya da manzum olarak anlatan Selimnâme, Süleymannâme gibi eserler. 2. Vezirlerin veya ünlü komutanların gazalarını tasvir eden gazavâtnâmeler. Bu eserlerde çoğunlukla Barboros Hayrettin, Köprülü Fâzıl Ahmed, Özdemiroğlu Osman gibi bazı paşaların şahsiyetleri ele alınmıştır. 3. Bir seferi ya da bir kalenin fethedilmesini konu edinen gazavâtnâme, fetihnâme ve zafernâmeler (Levend, 1956). Sûzî Çelebi Gazavâtnâmesi’nden Çü togdı matla’-ı rahmetden âftâb-ı gazâ Götürdi zulmeti ref’ eyledi hicâb-ı gazâ Bu bezme cân sakınan gelmesün yasag eylen Ki ser piyâle ciğer kanıdur şerâb-ı gazâ Ne gam kalursa bu yazıda teşne-dil gâzî Şerâb-ı kevser olur âkıbet şerâb-ı gazâ Fezâ-yı rıf’atına Cebrâ’il akıl irmez Bülendimiş felek ü sidreden cenâb-ı gazâ Bu yolda toprak ol iy Sûzî kim kıyâmete dek Saça gubâruna rahmet suyın sehâb-ı gazâ (Levend, 1956;266) Yukarıda anlatılan türlerin dinî edebiyat içerisinde değerlendirilmesinin en önemli sebebi ne olabilir? 215 Fetihnâmeler İslâm ve Türk-İslâm devletlerinde fethedilen beldeleri, kazanılan zaferleri haber veren mektup ve fermanlarla bu fetihleri anlatan tarihî eserlerin genel adıdır. Ortaçağ İslâm dünyasında hükümdarlar, ülke içinde ve dışında otoritelerini ve güçlerini göstermek için süslü ifadelerle yazılmış mektup ve fermanlar göndererek kazandıkları zaferleri bildirme ihtiyacı duyarlardı. Genellikle sefaret heyetleri vasıtasıyla ve ganimet olarak alınmış hediyelerle, bazan da savaşta öldürülenlerin başları ve alınan esirlerle birlikte gönderilen bu mektuplar dost devletler için bir müjde, düşman devletlere karşı ise bir tehdit mahiyetinde idi. Bundan dolayı fetihnâmeler bazan “zafernâme”, “beşâretnâme”, bazan da “tehditnâme” diye anılmıştır. Osmanlı Devleti’nde fetihler, büyük zaferler, özellikle hıristiyan dünyasına karşı kazanılan başarılar “nâme-i hümâyun” kategorisinde değerlendirilebilecek fetihnâmelerle İslâm devletlerinin hükümdarlarına bildirilmekteydi. Osmanlılar’da yabancı devlet hükümdarlarına gidecek fetihnâmeler o ülkenin diliyle ve genellikle Türkçe, Arapça, Farsça olarak yazılırdı. Mukaddime sayılabilecek baş kısmı gönderildiği yerin durumuna uygun âyet, hadis ve kelâm-ı kibarlarla süslenen ve Osmanlı diplomatiğinin mühim belgelerinden olan nâme-i hümâyun grubu belgeleri içinde yer alan fetihnâmelerin özel yazılış şekilleri vardı. Osmanlı padişahlarına ait fetihnâmeler genellikle Allah'a hamd, Hz. Peygamber'e salât, padişah için tebaanın işlerinin düzenlenmesi ve zulmün önlenmesinin gereği, düşmanın ne sebeple cezalandırıldığı, padişahın hareketi, askerin çokluğu, düşmanın durumu ve cesaretinin anlatılması, Allah'ın padişaha yardımı, düşmanın yenilmesi. Allah'a şükür, düşman ülkesinin zaptının anlatılması, hükümdarlara zafer haberinin gönderilmesi, fetihnâmenin kiminle gönderildiği ve padişahın Allah'a duası gibi on beş esasa dikkat edilerek yazılmaktaydı. Fetihnâmelerde mutantan bir ifade kullanılır, ülke zaptında padişahın kudretini göstermek için düşman askerinin fazlalığından bahsedilir ve olaylar genellikle uzun uzadıya anlatılırdı. Düşmanlara gönderilen tehditnâmelerde ise ağır ve küçültücü ifadeler yer alırdı. Fetihnâmeler, ilgili oldukları savaşın bir tarihçesini ihtiva ettiklerinden ve zaferin hemen ardından kaleme alındıklarından aynı zamanda değerli birer tarihî kaynak niteliği taşırlar. Edebiyat tarihiyle ilgili kitaplarda ise fetihnâme ayrı bir edebî tür olarak bir seferin başlangıcından sonuna kadar geçen olayları, bir şehrin, kalenin alınışı veya bir savaşın kazanılmasını konu edinen eserler şeklinde ele alınmaktadır. Ancak bu tür eserler doğrudan doğruya tarihin bir parçasıdır ve bunları gazavatnâme, zafernâme, sefernâme, hatta Selimnâme ve Süleymannâme adlarıyla anılan eserlerden hem konu hem de üslûp bakımından ayırt etmek mümkün değildir. Umumi tarihlerin dışında pek çok türü görülen bu tarz eserlerin başlıkları da böyle bir tasnif yapmayı zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla bunları adlarından hareketle ayrı birer tür olarak gösterilmesi karışıklıklara yol açmaktadır. Aslında fetihnâme, doğrudan doğruya resmî bir hüviyeti olan, nâme-i hümâyunlarla fermanların edebî bir türü gibi ele alınmalıdır. Türk edebiyatında XV. yüzyıldan itibaren doğrudan doğruya müelliflerince “fetihnâme” olarak adlandırılan manzum ve mensur eserler arasında Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i, Sa’yi’nin Fetihnâme-i Bağdad’ı, Murâdî’nin Fetihnâme-i Hayreddin Paşa’sı, Nâbi’nin Fetihnâme-i Kamaniçe’si sayılabilir. 216 Fetihnâmeler hakkında daha geniş bilgi için Hasan Aksoy’un "Tarihî Bir Belge ve Türk-İslam Edebiyatında Bir Tür Olarak Fetihnâmeler" başlıklı makalesi (İlam Araştırma Dergisi, II/2 (İstanbul 1997), s. 7-19) ve aynı müellifin DİA’daki “Fetihnâme” maddesine bakınız. Kısas-ı Enbiyâlar Kısas-ı Enbiyâ, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin hayat hikâyelerinin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi sekiz peygamberin adı geçmekte ve bunların kıssalarına yer verilmektedir. İslâmiyet’in ilk asrından itibaren yahudi ve hıristiyanlarla temas kuran müslümanlar, bu din mensuplarının yazılı ve sözlü kültürlerinde var olan geçmiş peygamberlerle ilgili bilgilere vâkıf oldular. Efsanevî ve destanî unsurları ihtiva eden bu tarz bilgilere dayanarak ciltler dolusu peygamber kıssaları meydana getirdiler. Arap edebiyatında yazılan ilk kısas-ı enbiyâlar, Kisâî (ö. ?)’nin Kitâbu Kısası’l-enbiyâ’sı ile ondan sonra yazılan Sa’lebî (ö. 1035)’nin Kısasu’l-enbiyâ (Arâisü’l-mecâlis) isimli eseridir. Sa’lebî’nin eseri kimliği bilinmeyen bir mütercim tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Aydınoğlu Mehmet Bey (ö. 1334)’e sunulmuştur. Türk edebiyatındaki kısas-ı enbiyaların çoğu adı geçen eserlerin doğrudan çevirileri ya da bazı ilavelerle hazırlanan genişletilmiş çeviri mahiyetindeki eserlerdir. Son dönemlerde de Peygamber kıssalarıyla ilgili kitaplar yazılmıştır. Bunların en meşhuru Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895)’nın yazmış olduğu Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ isimli eser olup günümüz harfleriyle de yayımlanmıştır. Bütün peygamberlerin hikâyelerini ihtiva eden kısas-ı enbiyâlardan başka tek bir peygamberin hayatını anlatan eserler de yazılmıştır. Hz. Yusuf ile ilgili kaleme alınan Kıssa-i Yûsuf’lar ve Hz. Süleyman ile ilgili yazılan Süleymâniyye’ler bu tür eserlerdir. Sa’lebî’nin Arâisü’l-mecâlis Tercümesinden Kaabil eyitti: “Ey ata! Kardaşum Hâbil’den ulu değül miven? Ol işe ben hakluven değül miven?” Âdem eyitti: “Ey oğul! Fazıl Tangrı elindedür.” Kaabil eyitti: “Böyle değüldür, belkim sen anı kendü re’yünden benüm üstüme yegledün.” Âdem eyitti: “Eğer haklu kimdügin bilmek dilersen, varun ikinüz kurbân eylen. Kangunız kurbanı kabul olursa ululuğa ol yegrekdür. Ve haklu oldur.” Ve ol vaktin kaçan kurbanlar kabûl olsa gökden od ineridi, kurbanı yiridi. Kaçan kabûl olmasa od inmezidi, kuşlar ve geyikler yiridi. Bes ol iki çıkdılar kim kurban eyleyeler. Kaabil ekinciyidi. Biraz yetilü buğday kurban iletdi. Gönlünden geçeridi gerek kabul olsa gerek olmasa kız kardaşumı ana virmeyem. Ve Hâbil davarlu ve koyunluyidi. Bes bir semiz kuzı, biraz sâfi süt, biraz kereyağı kurban iletdi. Gönlünden Tanrı işin râzılık ve anun buyruğına boyun virmek geçeridi. İsmail bin Dafi’ eyitti: “Haber degdi bana kim Hâbil koyunından bir kuzı doğdı. Hâbil anı yavlak sevdi. Şöyle kim cümle mâlinden ana sevgülürek idi. Anı arkasına götürdi. Kaçan ana kurban buyruldı. Ol kuzuyı kurban iletdi. Andan ol iki kurbanı bir tağ üstinde kodılar. Bes gökden od indi. Ol kuzuyı ve südi ve kereyağın yidi. Bir dene Kaabil kurbanından yimedi. Anuniçün kim gönül arılığıla degülidi. Ve Hâbil kurbanı kabûl oldı. Anuniçün kim gönül arılığı varıdı. Bes ol kuzı uçmaka vardı otladı. Tâ kim İbrahim oğlın kurban eylemeğe fermanladı. Tanrı ol koçı 217 fidi viribidi… Pes ol tağdan indiler ve dağıldılar. Kaabil kurbanı kabul olmaduğıçün kakıdı. Gönlünde hased bitti. Ve düşmanlıkın gizledi. Ta ol vaktedegin kim Âdem peygamber Mekke’ye vardı, Kâbe ziyâret kılmağa … Bes kaçan Âdem Mekke’ye gitdi, Kaabil Hâbil’e geldi ve ol koyun katındayıdı, eyitti: “Seni depelerven” Hâbil eyitti: “Neden ötrü?” Eyitti: Anuniçünkim Tanrı senün kurbanunı kabûl eyledi ve benüm kurbanumı red eyledi ve sen benüm görklü kız kardaşumı evlendün ve ben senün çirkin kız karındaşunı evlendüm. Bes âdemiler seni benden ulu ve yiğrek söyleşe.” Bes Hâbil eyitti: “Eğer sen beni depelemeğe el uzadurısan ben seni depelemeğe el uzatmasven. Ben âlemler Tanrısından korkarven.” … Bes kaçan anı depeledi, yirinde kodı, nidesin bilimezidi. Anuniçünkim âdem oğlanından evvel yir yüzinde ölen olidi. Bes canavarlar anı yimeğe kasd eyledi. Kaabil anı tağarcukına koydı. Bir yıl tamam arkasına götürdi. Hattâ kim yiyidi. Kuşlar ve canavarlar üşdi anı yiyevüz diyü. Bes Tanrı ana iki karga viribidi. Birbirile savaşdılar, birisi birin depeledi. Andan burnile ve ayağıla çukur kazdı, ol çukura bırakdı ve üstüne doprağın girü örtdi. Kaabil ana bakarıdı kaçan böyle gördi…” (İz, 1996;196) Tezkiretü’l-Evliyâlar Tezkire, bazı meslek sahipleri için yazılan biyografik eserlere verilen isimdir. Veliler tezkiresi anlamına gelen Tezkiretü’l-evliya da İslâm velilerinin hayat hikâyelerinin yazıldığı eserlerdir. Tasavvufun yayılmasıyla birlikte isimleri öne çıkan tasavvuf büyüklerinin tanıtılması amacıyla telif edilmişlerdir. Feridüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ adını taşıyan eseri bu türdeki ilk örkektir. Türk edebiyatında tezkiretü’l-evliyâlar, Feridüddin Attâr’ın eserinin tercümesiyle başlamıştır. Bu tercümeler ya doğrudan çeviri ya da Attâr’ın eserini esas alarak bazı ilavelerle yeniden telif şeklindedir. Tespit edilebilen ilk tezkiretü’l-evliyâ çevirisi XIV. yüzyılda Aydınoğlu Mehmet Bey’e sunulmuştur. Klasik Türk nesrinin büyük temsilcisi Sinan Paşa’nın Tezkiretü’levliyâ’sı yazarın güçlü üslubu sayesinde telif hususiyeti göstermektedir (İz, 1996). Türk edebiyatında meşhur olmuş bir evliyâ tezkiresi de Lâmiî Çelebi (ö. 1531)’nin Nefhâtü’l-üns çevirisidir. Lamîî Çelebi, Molla Câmî (ö. 1492)’nin eserini çevirmekle yetinmemiş, kendi zamanına kadar yaşamış olan tasavvuf büyüklerini de ekleyerek ilaveli bir çeviri meydana getirmiştir. Anonim Tezkiretü’l-Evliyâ Tercümesi’nden İbrâhim Edhem İbrâhim Edhem eydür: “Bir gün bir yerde giderdim. Akşam erişdi. Karanuluk oldu. Yolı yavı kıldım. Mütehayyir oldum. Nâgâh bir it ünin işitdim… Ol yana gitdim. Ta bir köye erdim. Nâgâh yüzüme bir kişi bir şapla vurdı ki iki gözümden od çıkdı. Darb yedim, oturu vardım. Ellerim yüzüme tutdum. İnen katı zahmet çekdim. Gözlerimden yaş geldi. Başım kaldırdım. Ben eyitdim: “Ey Bâr-ı Hudâyâ! Her kimse kim sana gide şöyle mi ederler?” dedim. Henüz dahi yerimden turımadım. Bir kimesne gördüm. Geldi, ol bana şapla vuran kişinün başın önümde kodı. Eydür: “Yâ İbrâhîm! Bizden gile etme. Her ki bizim emrümüzde ola azîz ü mükerrem olur, sen bizim emrümüzden çıkdın. İt 218 ününe uydun gitdin.” der. Korkdum, secdeye vardım, tevbe eyledim kim “ayruk küstahlık etmem ey Çalabım” dedim. (İz, 1996;206) Tezkire adıyla yazılan başka biyografik eserler var mıdır? Varsa kimlerle ilgili yazılmıştır? Menâkıbnâmeler Menâkıbnâmeler, tasavvufun yaygınlaşmasıyla birlikte tarikat pîrlerinin hayat hikâyelerini ve kerametlerini müridlere anlatma ihtiyacından doğmuştur. Menâkıbnâmeler genellikle mensur olarak yazılmış olmakla birlikte bazılarında manzum parçalar da bulunmaktadır. Bu türdeki eserler, tarikat müntesibi kimselerin kolayca anlayabilmeleri için sade bir dille yazılmışlardır. Menâkıpnâmeler, XIV. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu sahasında yazılmaya başlanmıştır. Halvetiyye, Bayramiyye gibi bir tarikat zümresi hakkında Menâkıbnâmeler yazılmakla beraber bir mürşdin hayatını anlatan türleri çoğunluktadır. Hacı Bektaş-ı Velî, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Gülşenî, Şemseddin-i Sivâsî, Niyazî-i Mısrî gibi pek çok tarikat önderine ait Menâkıbnâmeler bulunmaktadır. Ayrıca Fatih’in hocası Akşemseddin ve veziri Mahmud Paşa gibi bilge kişilikleriyle meşhur olmuş bazı devlet görevlileri hakkında da Menâkıbnâmeler yazılmıştır. Kısasü’l-enbiyâ ve Tezkiretü’l-evliyâlar çeviriye dayanan eserler olmasına karşılık Menâkıbnâmeler Türkçe olarak kaleme alınmışlardır. Bir tarikat silsilesindeki mürşidlerin ya da tek bir kişinin menkabevi hayatı anlatılmıştır. Menâkıbnâmelerde sade bir dil kullanılmıştır. Tezkiretü’l-evliyâlar ile kıyaslandığında daha abartılı bir üslup hâkimdir. Menâkıb-ı Halvetiyye’den “Zikrü menâkıb-ı Hazret-i Sünbül Sinân Çelebi Efendi’nin halîfesi ve kâim-makâmı ve dâmâdı Şeyh Sünbül Sinan Efendidür ki mevlidi Merzifon ve neşv ü nemâsı Hamîd ilinin Borlu olup ilm-i zâhirde Hidâye ve Şerhu Mevâkıf hıfzında idi. Mevâlîden Efdalzâde hizmetinde olup gâhî meşâyih meclisine varırdı. Bir gün bir vâkı’a görür ki halk bir kuyudan su alur. Bu dahi almak murâd idinür. Su kuyunun ağzına çıkup bilâ-ta’ab alur. Çelebi Efendi’ye ta’bîr etdürmeğe geldikde hemân “Mevlânâ! Vücûdunda mevcûd olan füyûzât-ı ilâhiyyenün galeyânı var, ancak eller ta’ab ve nasb sebebi ile tahsîl etdikleri feyzler sana karşu gelür. Niçün kuvvetüni fi’le getürmezsin?” deyü işrâk-ı mâ fi’z-zamîr ider ve Sünbül Efendi’yi alup sînesine basup “sende râiha-i mahabbetu’llâh var” deyü Sünbül ile koklaşırlar. Hemân Şeyh Sünbül örf ü izâfeti ve câh ü riyâseti terk idüp mücâhede kemerin beline berk ider. Ol kadar şugl üzre olur ki Çelebi Efendi hazretleri Sum’asında huzûr idemeyüp muttasıl Sünbül’ün hücresin devr idermiş. Üç yıldan sonra hilâfet virüp diyâr-ı Mısr’a göndermiş. Çerâkise zamânında diyâr-ı Mısr’da küllî i’tibâr bulup fazl ve irfânına cemî’-i ulemâ-i Mısr ikrâr itmişlerdir…” (Yusuf b. Yakub, 1290[1873]; 32) 219 DİNÎ EDEBÎ ESERLER İslâmî Türk Edebiyatı’nın ürünleri sadece bir tür adı altında yazılan eserlerle sınırlı değildir. Bunların dışında herhangi bir türe sığdırılamayan, dinî konularda yazılan ve edebî değeri olan pek çok eser mevcuttur. İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başlamasının hemen ardından yazılmaya başlanan Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe’ye tercüme ve tefsirleri bu eserlerin başında gelmektedir. İslâm dinine ait bazı temel bilgilerin yer aldığı akâid ve fıkıh kitapları, ahlâka dair kitaplar, dua kitapları müslümanların günlük ihtiyaçlarını karşılamak üzere kaleme alınan dinî eserlerdir ve bunların bir kısmı manzûm olarak kaleme alınmışlardır. Türkler Müslüman olmadan önce başka hangi dinlerin kutsal metinleriyle ilişkileri olmuştur? Araştırınız. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye Tercüme ve Tefsirleri Türkler, İslâmiyeti kabul etmeleri ile birlikte dinin birinci kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’i Türkçe’ye çevirmekte gecikmemişlerdir. İslâmiyetin kabulünden günümüze kadar çok sayıda tercüme ve tefsir yapılmıştır (Cunbur, 1959). Kur’ân-ı Kerîm önce Samanoğulları döneminde Emîr Mansur b. Nuh (961977)’un oluşturduğu bir kurul tarafından Taberî Tefsiri esas alınarak Farsça’ya çevrilmiştir (Topaloğlu, 1976). Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümesi yine Farsça’ya yapılan tercüme ile aynı dönemde muhtemelen aynı heyetin Türk üyesi tarafından meydana getirilmiştir. Bu tercüme satır arası bir tercüme olup, Taberî Tefsiri’nden yapılan kelime kelime Farsça tercümeye dayanmaktadır (Togan, 1964). Söz konusu tercümenin bir nüshası bugün İstanbul Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk çevirileri satır arası çevirilerdir. Bu yöntemde satırların araları açılarak her bir Arapça kelimenin altına Türkçe karşılıkları yazılmaktadır. Bunu, Fatiha, Yasin, Tebareke, İhlâs gibi kısa surelerin tefsirleri takip etmiştir. Kısa sûre tefsirleri sonraki dönemlerde Kur’ân-ı Kerîm’in birçok sûresinin müstakil tefsirinin yapılmasına örnek teşkil etmiştir. Anadolu’da Türkçe büyük tefsir ve tercüme faaliyetleri ise mevcut en eski nüshalara göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır sonra yani on dördüncü yüzyılda başlamıştır. Bu faaliyet satır arası tercüme ve uzun tefsirlerle tercüme şeklinde iki koldan ilerlemiştir. Mevcut tefsirlerin çoğu Ebu’l-Leys Semerkandî’nin tefsiri esas alınarak yapılmış veya onun aynen tercümesidir. Tefsirli tercümelerde bir Arapça kelimenin bir Türkçe kelimeyle karşılanmasından ziyade bütün bir ayetin uzun cümlelerle açıklanması esas alınmıştır (Topaloğlu, 1976). Türkçe’ye tercüme ve tefsirlerin, Türkler’in arasında İslâmiyet’in yayılması, dinin asıl kaynağının anlaşılması yanında Türk dilinin olgunlaşma ve gelişme süresini takip etme ve inceleme bakımından önemi büyüktür. Ahmet Caferoğlu, Kur’an’ın Türkçe tercüme ve tefsirlerinin dil tetkiki bakımından önemini şöyle anlatır: “...mümkün olduğu kadar mukaddes ve dini bir eserin, aslına sadık kalabilmek gayesi ile izahına ve tercümesine azami derecede dikkat edilmiş ve bu yüzden bu Türkçe metinlerin şive ehemmiyetleri yükselmiştir. Bahusus, bu gibi eserler, umumiyetle, kelime kelime ve alt alta tercüme edildikleri için tercümedeki her bir sözün karşılığı kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu yüzden 220 bu eserler bir nevi lügat mahiyetini almış olup muhtelif şekil ve mefhumların inkişaf merhalelerinin tespitinde ayrıca bir kaynak rolü de oynamaktadır.” (Caferoğlu, 1943;89). Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümelerinde Arapça ve Farsça kelimeler yok denecek kadar azdır. Kur’an’da geçen terimlerin karşılarına bundan altı yüzyıl önce bile kullanılmayan Türkçe karşılıkları konulmuştur. Türkİslâm eserleri müzesi 73 numarada kayıtlı, mevcut en eski tercüme kabul edilen nüsha üzerinde yapılan incelemede, mükerrerler hariç 2.500’e yakın kelimeden sadece on kadar Arapça ve Farsça kelimeye rastlanmıştır. Mesela şeytan kelimesi “yak” ile tercüme edildiği halde, melek kelimesinin karşılığı bulunamamış ve Farsça “ferişteh” kelimesi ile karşılanmıştır (Erdoğan, 1969). Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümeleri dil bakımından ne gibi bir katkı sağlamıştır? Satır Arası Kur’an Tercümesi’nden Sûretü’l-Fâtiha [Bismillâhirrahmânirrahîm] Tanrı adı-y-ıla ya’nî başların yâ okırın gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı 1. Ögmek Tanrı’nundur; âlemlere issi – yâ bisleyicisi2. Gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı 3. Yanut güni issi ya’nî kıyamat güninde hükm eylemege mâlik olan 4. Sana taparuz; dakı senden arka virmek isterüz. 5. Yol göster bize toğru yol 6-7. Yol anlarun kim eylük eyledün anlarun üzerine; kakınılmışlar degüller ya’nî cuhûd degüller; dakı azmışlar degüller ya’nî Nasrânî degüller. (Muhammed bin Hamza,1976) Türkler ilk dönemlerden beri Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme etmişlerdir. Kelimelerin anlamları satır arasına yazıldığından dolayı bu tercümeler, satır arası Kur’an tercümeleri olarak nitelendirilmiştir. Satır arası Kur’an çevirileri ve sonra yazılan Türkçe tefsirler özellikle dil tarihi bakımından çok kıymetlidir. Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercüme ve tefsirleri Türkçe’nin edebî bir lisan haline gelmesine katkı sağlamıştır. Eski Kur’an çevirilerinde dil Türkçe olmasına rağmen cümleler Arapça’nın söz dizimine (sentaks) uygundur. Bu şekil cümleler Türkçe’nin söz dizimine aykırı olup anlaşılmayı zor hale getirmektedir. Akâid ve Fıkıh Kitapları İnanç ve ibadet hayatıyla ilgili eserler, bazı dinî kuralları halka öğretme ihtiyacından kaynaklanan, dinî edebiyatımızın öğretici vasfının öne çıktığı didaktik eserlerdir. İnanç alanında manzum akâidler, Âmentü şerhleri, kazâ ve kader ile ilgili eserler yazılmıştır. Bu alanda yazılan eserlerin en meşhuru, Mehmed İlmî Efendi (ö. 1636)’nin Manzum Akâid’idir. Birgili Mehmed b. 221 Pîr Ali(ö. 1573)’nin kaleme aldığı Vasiyetnâme isimli risâlesi, ezberlenebilmesi amacıyla, Bahtî tarafından 1642 yılında nazma çekilmiştir (Çelebioğlu, 1983). Fıkıh alanında da aynı öğretici gayelerle pek çok eser yazılmıştır. Bu alanda bilinen ilk manzum eser, Gülşehrî’nin Manzum Kudûrî Tercümesi’dir. Ancak bu eser ele geçmemiştir. Diğer bir eser Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un 1425’te tamamladığı Vikâye Tercümesi olarak tanınan ilmihal konularını içeren mesnevîsidir. Eser Sultan İkinci Murad (1451-1455)’a sunulmuştur (Çelebioğlu, 1988). İmam A’zam Ebû Hanîfe’nin Fıkh-ı Ekber’inin tercüme ve şerhleri de önem arz etmektedir. Fıkhın bazı konularında müstakil manzumeler yazıldığı da olmuştur. Namazın ibadetinden bahseden Şurûtü’s-salât, orucun çeşitleri ve faziletini anlatan Fezâilü’s-sıyam, hacca dair bilgilerin yer aldığı Menâsikü’l-Hac, miras konularının ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı Manzûme-i ferâiz türünden eserlerdir. Ayrıca günlük dinî meselelere verilen cevapları ihtiva eden manzum ve mensur olan fetvâ kitapları yazılmıştır. Akâid ve fıkha dair eserler, öğretici amaçlarla yazılmış dinî eserlerdir. Bu eserlerin bazılarında, inanç ve amele dair bazı mevzuları öğrencilere daha kolay öğretmek, okuyanların aklında kalmasını sağlamak amacıyla manzum anlatım tekniğinden yararlanılmıştır. Böylelikle manzum akâidler, manzum ilmihaller, manzum menâsik-i haclar, manzum feraizler vb. ile din, dil ve edebiyat tarihi bakımından önemli bir külliyat meydana getirilmiştir. Ravzatü’l-îmân’dan (Halîlî, ö. 1578’den sonra) Bâb-ı Sünenü’l-vuzû’ Gel beru gel ey Muhammed ümmeti On durur bil âbdestin sünneti Besmeleyle başlamakdır evvelâ Besmeleyle cümle uzvun pâk ola Ellerin üç kez yumakdır ey âzîz Dâhil olmadan inâya kıl temiz Su bulunan yerde istincâ ile Pâk olanları sever Hak ey dede Su bulunmazsa kesekle taş ile Pâk olacak mevzi’i muhkem sile 222 Eyle misvâk ağzına hem sağ u sol Anı isti’mâl ediptir bil Rasûl Hem birisi eylemekdir mazmaza Ya’nî su vermek dürür bil ağıza Eyle istinşâk burnun pâk ola Cennet içre hoş kokularla dola İki kulaklarına mesh et velî Başa mesh olan sudandır bil yolu Ol mübârek lihyene eyle hilâl Öyle buyurmuş Rasûl-i Zü’l-Celâl Hem hilâlle iki ellerin dahi Hem ayakların hilâlle ey ahi Ağzın u burnun yüzün yu ey hümâm Hem kolun hem ayağın üç kez tamâm (Şener-Yıldız, 2008;235) Ahlâk ve Nasîhate Dair Eserler Dinî edebiyatın öğretici karakteri dikkate alındığında yazılan eserlerin büyük çoğunluğunun dinî ve ahlâkî nasihatleri içerdiği görülecektir. Kutadgu Bilig ve Atabetü’l-hakâyık’tan başlayarak hemen her devrin özelliklerine uygun olarak ahlâkî konuları işleyen telif ve tercüme pek çok eser meydana getirilmiştir. Dinî, ahlâkî, tasavvufî konular çoğu zaman iç içe geçtiği için bu türdeki eserleri birbirinden ayırmak zordur. Bununla birlikte insanların sahip olmaları gereken iyi huylar ile uzaklaşmaları gereken kötü huyları müstakil olarak anlatan kitaplar da yazılmıştır. Kınalızâde Ali Çelebi (ö. 1571)’nin Ahlâk-ı Alâî’si, Şemseddin Ahmed Sivâsî (ö. 1597)’nin Mir’âtü’l-ahlâk’ı, Muhyî-i Gülşenî (ö. 1605)’nin Ahlâku’l-kirâm’ı, bu tür eserlerdir. Ahlâk kitaplarının önemli bir bölümünü nasihat/öğüt tarzındaki kitaplar oluşturur. Feridüddîn-i Attar’ın Pendnâme isimli eserinin tesiriyle çok sayıda eser yazılmıştır. Edebiyatımızda, insanları iyiye ve güzele yönlendirmek, İslâmiyetin erdemlerini şahsında yaşayan, iyi ahlâklı, topluma ve devlete faydalı fertler yetiştirmek, amacıyla yazılan bu eserlere hepsi de aynı anlama gelen “nasîhatnâme”, “pendnâme” ve “öğütnâme” adları verilmiştir. Çeşitli meslek mensuplarını uyarmak maksadıyla da nasîhatnâmeler yazılmıştır. Nasîhatnâmelerin amacı, İslâmiyet’in iyiliği emir ve kötülükten sakındırma esasına dayanmaktadır. Âyet ve hadislerdeki “öğüt” içerikli ifadeler, medrese 223 eğitiminden geçmiş divan şairlerinin nasîhatnâme türünde eserler yazmasına zemin hazırlamıştır (Kaplan, 1). Nasîhatnâme türünde yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Yunus Emre (ö. 1320), Risâletü’n-nushiyye, İbrahim Gülşenî (ö. 1534) Pendnâme, Sinan Paşa (ö. 1486) Nasîhâtnâme (Ahlâknâme), Zaifî (ö. 1553?) Bûsitân-ı Nasâyıh, Güvâhî (ö. 1519) Pendnâme, Azmî (ö. 1582) Pendnâme, Nâbî (ö. 1712) Hayriyye, Zarifî Ömer Baba (ö. 1795) Pendnâme, Sünbülzâde Vehbî (ö. 1799) Lutfiyye. Nasîhatnâmelerin belli bir hedef kitlesi var mıdır? Araştırınız. Hayriyye-i Nâbî’den İy sehî-serv-i hıyâbân-ı şuhûd Nev-hırâmende-i bustân-ı vücûd Âlemün meşgalesinden akdem Budur insâna ehemmü elzem İdüp encâm-ı umûrın tedbîr Eyleye hâne-i dînin ta’mîr İtdi endâze-i hikmetle kıyâm Penc erkân-ı binâ-yı İslâm Bu binâ içre olan râhatdur Taşrası pâ-zede-i âfetdür Bu binâ dâhilidür bâğ-ı na’îm Hârici nâhiye-i nâr-ı cahîm Dâhili ehl-i hidâyetdür hep Hârici ehl-i gavâyetdür hep Farzdur itme sakın fevt-i salât İktidârun var ise hacc ü zekât Kıl edâsında derûnî tek ü tâz Birinün fevtine gösterme cevâz 224 Olma gerden-keş-i fermân-ı ganî Her ne emr itdi ise eyle anı Mü’mine hil’at-ı dîndür kat kât Vâcibât ü sünen ü mendûbât Sırrı var her birinün hikmeti var Hasra gelmez nice hâsıyeti var Eylemiş Hazret-i Vahhâb-ı kerîm Her birin vâsıta-i lutf-ı azîm Hak ganîdür senün a’mâlünden Yine sensin yiyecek mâlundan Sana râcî olur iy bahr-ı kemâl Nîk ü bed her ne idersen a’mâl Sâhib-i hamse ol iy pâk-meniş Bilesin hams-i mübârek ne imiş (Kaplan, 2008;182) DİNÎ DESTANÎ METİNLER Dinî-Destânî Eserler Savaş kabiliyetine sahip Türkler’in yerleşecek yurt arama teşebbüsleri, Müslümanlıktaki cihad ve gaza ruhu ile birleşince fetihler kaçınılmaz hâle gelmiştir. Anadolu’nun Türk hâkimiyetine girerek müslümanlaşması sürecinde, bazı gazi-mücahid komutanların savaşlarda gösterdikleri fedakârlık, yiğitlik ve kerametler destanlara konu olmuştur. Bu destanların en eskisi Hâricîlerin ünlü kahramanı Hamza’nın adı etrafında gelişen Hamzanâmeler ile Horasanlı Ebû Müslim’in destanî hayatını anlatan Ebu Müslim Kitabı’dır. Bunlardan başka, Bizanslılara karşı giriştiği savaşlarda ismi öne çıkan Seyyid Battal Gâzi’nin menkabelerini anlatan Battalnâme, Anadolu içlerine kadar birçok şehri fetheden Dânişmend Gâzi’nin fetihlerini anlatan Dânişmendnâme, Anadolu ve Rumeli’deki fetihlerde gösterdiği kahramanlıklarla Sarı Saltuk’un maceralarını anlatan Saltuknâmeler meydana getirilmiştir. Söz konusu destanların tamamı başlangıçta sözlü olarak dilden dile aktarılmış, sonradan yazıya geçirilmiştir (İz, 1996). Anadolu’nun Türklerin hâkimiyetine geçmesi bir dizi fetihlerin sonunda olmuştur. Bu fetihleri gerçekleştiren bazı komutanların, savaşlarda gösterdikleri başarılar, destanlaştırılarak milli hafızaya kaydedilmiştir. Bu destanlarda, Müslüman Türk komutanların keramet motifleriyle zenginleştirilmiş kahramanlık anıları anlatılmaktadır. 225 Battalnâme’den …Seyyid çağırdı er diledi meydana kimsenün zehresi olmadı kim meydana gire ayruk kimse meydana girmedüğin Seyyid Hazreti bildi atından aşağa indi kolanın muhkem berkitdi girü bindi sağ kola hamle eyledi yitmiş seksen kişi öldürdi birisi Seyyid’ün önüne turmadı yine meydan yirine geldi çağırdı kim iy âsîler din düşmanları meydana gelsenüze didi bu yana Kayser kakıdı çağırdı kim ne oldunuz ortanuzda bir er yokdurur kim işbu nâbkâre cevap viremeyicek yüzi suyun yirine getüre diyü yürürken ezin cânib karşudan toz uyandı gün yüzi tutuldı toz içinden yüz bir alay yüz bir alem çıka geldi İsmâil Semerkandî irdi sünnîler karşu vardılar muâneka kıldılar Halîfe’i sordılar İsmâil ayıtdı uş irişdi didi anun ardınca elli bin kişiyle Husrev Şah Şirvan geldi saf bağladı durdılar anun ardınca Minuçihr-i Gîlânî çıka geldi otuz bin er ile saf bağladılar turdı anun ardınca altı bin kişiyle Baturânî Hindî çıka geldi ne kıssai draz idelüm tolup tolup müsülmanlar geldiler alaylar bağladılar durdular himmetleri budur kim Kayser’e kendüler uralar ezin cânib bu tarafdan Kayser teferrüc iderdi nâgâh bir acâyib toz belürdi toz içinden Halîfe’nün alemi peydâ oldı ve Rasûlullâh’un alemi Ahmedî ve Muhammedî peydâ oldı bir ak fil üzerine taht bağlamışlardı üstünde çetr-i hümâyun yeşil atlastan dutulmuş kubbe içinde Halîfe-i rûy-ı zemîn oturmuşdı bin beşyüz müftî ve müderris sağında ve solunda yidi yüz cârî hâfız-ı kelâmullah hoşâvâzla okırdı dört yüz hoş mugarri ve münevverin önünce âşıkâne ez-derûn-i dil ü cân birle aydurlardı lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-rasûlullah dirlerdi dört bin fülân bin fülân gömgök demür geyüp Halîfe’nün önünde yalın kılıçlar durup yürürlerdi dört bin has er sağ yanınca yayalar kabzasın durup oklar gizleyüp yürürlerdi dört bin er solunda gürzler getürürlerdi dört bin kişi akabince ağır bozdoğanlar getürürlerdi bu azametle Halîfe nikaabı yüzinde oturmışdı üç yüz altmış fil çünkü ardınca yürürlerdi bin yidi yüz altun eyerlü bedevî ve arabî atlar önünce yidürleri bu vech ile çıkageldiler Emir Ömer ve gaazîler karşu vardular piyâde olup görüşdiler yüz yire urdılar Halîfe dükelin nevâhat kıldı çünkim Kayser bunı gördi kanı kudurdı gövdesine ditreme düşdi dahi sıtma dutdı ezin cânib bu yana Seyyid dahi meydan içinde at başın çeküp teferrüc iderdi Halîfe dahi tahtından ol kenâr-ı leşkerin teferrüc iderken gözi Seyyid’e tokandı aydur şol meydan ortasında turan kimdür didi ayıtdılar yâ Emîre’l-mü’minîn bir cins yiğitdür ne erlükler idüpdür hiç kimse mukaabil olamaz bizüm leşkerümüzi ol turdurdı yohsa Kayser bizüm günümüz keserdi ve külümüz göğe savururdı ammâ Hüdâvend kad u kâmeti yâl ü bâli söz kelecisi yüzi gözi kaşları ve dişleri ve duruşı oturuşı vurması dutması dükelisi ana benzer ammâ Battal ağ idi bu siyahdur didiler şol karşu dağdan iner erlikler gösterür kim hezârân Rüstem destanlar gerekdür kim bunun erlüğin kıla gice olıcak yine ol tağa gider didiler çünkim Halîfe bu sözleri işitdi el getürdi Seyyid’e duâ kıldı sünnîlerden birisi segirdüp Seyyid’e geldi aydur iy gâziler serveri Halîfe senünçün duâ kıldı didi Seyyid bunu işidicek atınan sıçradı aşağa indi Halîfe’ye karşu yüz yire urdı yine atına bindi bir müddet silâhşörlük gösterdi yitmiş iki lu’bile tarafeynden mütehayyir kıldı hayran oldılar Seyyid’ün yârenleri Halîfe’ye ayıtdılar Şâh-ı âlem işbu hünerler kim gösterür hamusu Battal’dur illâ kim bu siyahdur Halîfe ayıtdı Hakk Taâlâ kaadirdür her kimi kim dilerse Battâl sûretinde viribir kim İslâma meded yitişe… (Pekolcay, 1994; 282) 226 Cenknâmeler ve Muhtelif Dinî Hikâyeler Savaşma, vuruşma anlamına gelen cenk kelimesinden türetilen cenknâme, Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin katıldığı çeşitli savaşları anlatan dinî destanî mesnevîlere verilen genel isimdir. Mensur çeşitleri de bulunmaktadır. Türk edebiyatında XIV. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan Cenknâmelerin önemli temsilcileri bu yüzyılda yüzyılda yaşamış olan Yusufı Meddah, Tursun Fakih, Kirdeci Ali ve Begpazarlı Maazoğlu Hasan isimli müelliflerdir. Türk-İslâm edebiyatında varlığından haberdar olunan, ancak üzerinde fazla durulmayan edebî türlerden biri de halk diliyle yazılmış olan dinî hikâyelerdir. Hz. Muhammed başta olmak üzere hikâyelerdeki şahıslar kadrosunda gerçek kişiler olmasına rağmen anlatılan olaylar hayal gücünü zorlayıcı mahiyettedir. Daha çok Arap edebiyatından tercüme yoluyla geçen dinî hikâyeler, ilave ve değişikliklerle geliştirilmiştir. Kütüphanelerde destan mecmualarında kayıtlı bazen de mevlid metinlerinin arkasına ilave edilmiş halde bulunan hikâyeler şunlardır: Kesikbaş Destanı, Güvercin Hikâyesi, Geyik Hikâyesi, Ejderha Destanı, İbrahim Destanı, İsmail Destanı, Fatıma Destanı, Ukkâşe Hikâyesi vb. Bu hikâyeler çoğunlukla manzum olup bazılarının mensur sürümleri de bulunmaktadır. Yazarları ise belli değildir. Anadolu’da, uzun kış gecelerinde evlerde köy odalarında okunarak edebî zevkin gelişmesine hizmet etmiştir. Mevlidlerin arkasına ilave edilmiş olması da çok okunduğunu göstermektedir. Dinî hikâyeler, gerçek tarihî kişiliklere atfedilen gerçek ya da gerçek dışı bazı olayların anlatıcının edebî kabiliyeti ölçüsünde yeniden üretildiği eserlerdir. Kurguya dayalı metinler olduğu için tarihi gerçeklikle örtüşmesi beklenmez. İslâm dinini ve kahraman öncülerini geniş halk kitlelerine tanıtmak ve sevdirmek amacıyla yazılmışlardır. Muhammed Hanefî Cenknâmesi’nden Çün Ali’nün işidür ceng ü gazâ Başladı gâzîlerin adın yaza Virdi Hasan eline bir ak alem Kim çıka taşra dike evvel kadem Gâzîler anda derilüp cem΄ ola Kâfirin cem΄i tagılup gam ola Ol Alî ma´deni cûd-ı vakâr Düldüle bindi dakındı Zü’l-fekâr Çün Muhammed Hanefî gördi anı Aglar eydür bilece al git beni 227 Ben dahi kâfir kırup gâzî olam Sag esen Allah getürürse gelem Alî eydür ey ogul sen dön eve Tarlıgansan hâtırun bingil ava Medîne’nün tagların eyle şikâr Allâh’ın avni olsun sana nigâr Sen tıfılsın sana [farz] olmaz cihâd Biz kılalum din yolunda ictihâd Alî istemez gazâya ilete Ol heves kılur bilesince gide Çün Muhammed Hanefî turmagıla Tarlıgandı evde oturmagıla Av diledi evde nice bir yata Aldı eline sünü bindi ata Baglandı Alî kemendin beline Karşu çıkdı çâk-seher tag yolına Medînenün gün dogrısından yana Azim kıldı Hâk Çalap yoldaş ana Her canavar kim gözine dûş ola Çâre yok kim kurtıla ger kuş ola Seyr iderken bir gazâla ugradı Bilmedi kim fi´l-i âle ugradı Na´ra urdı girdi kâfir içine Hamle kıldı önüne vü kıçına Şöyle çâpuk süvâr idi harp ede On kâfiri yıkardı bir darbede Ol iki yüz ere baş bir pehlüvân Cenk içinde ugradı ol nevcivân Darb ile kıldı sünü zahmın ana 228 Pehlüvân oldı baş virdi ana Sünü zahmın çıkdı gögsinden yere Ol sâ’at can virüben düşdi yere Anı gördi bir yavaş oglandur özi İllâ od gibi yanar iki gözü Hay deyince ol iki yüz kâfiri Kırdı komadı hiç kimse[yi] diri İndi kesdi pehlüvânun başını At yanına götürüp asdı anı Kaynak: Dursun Fakih, Milli Ktp. 06 Mil Yz A 3538/6 Özet Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaştırabilmek. Bir edebî eser, doğrudan doğruya dinî bir konu üzerine yazılmış ya da dinî konuları içermiş olabilir. Hatta dinî kavram, motif ve mazmunları ihtiva ediyor da olabilir. Bir eserin dinî edebiyat kapsamında değerlendirilebilmesi için tek başına bunlar yeterli değildir; dinî bir gaye ve heyecanla yazılmış olması da gerekir. Zira dinî amaç gözetilmeksizin sadece sanat kaygısıyla dinî kavram ve motifler kullanılmış olabilir. Bu tür edebî ürünleri dinî türler arasında değerlendirmek mümkün değildir. Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlayabilmek. Dinî duygu ve heyecan uyandıran bazı olayların edebiyata yansıması tabii bir durumdur. Birbirinin aynı veya benzeri hadiseler üzerine yazılan eserlerin zaman içerisinde sayıca artmasıyla o konu etrafında edebî türler meydana gelmiştir. Söz gelimi vefat hadisesi üzerine yazılan şiirler ağıt ve mersiyeleri, savaşları konu edinen şiirler gazânâmeleri, ramazan ayı münasebetiyle ortaya çıkan manevî havayı anlatan şiirler Ramazaniyeleri meydana getirmiştir. İslâmiyetin Türk edebiyatına katkısını açıklayabilmek. İslâmiyet’in tebliği, eğitim ve öğretiminde en önemli iletişim aracı olarak “söz”e başvurulmuştur. Söz, lafzî, mecazî ve estetik unsurları içermektedir. Dolayısıyla dinin öğretilmesini ya da dinî bir heyecanın ifade edilmesini amaçlayan her anlatım, edebî alanın imkânlarını kullanmaktadır. Türk-İslâm edebiyatının tarih içerisinde meydana getirdiği ürünlere bakıldığında dinin, edebiyatı besleyen ana unsurlardan biri olduğu görülecektir. Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilmek. Klasik Türkçe dinî eserler, halkı dinî konularda aydınlatmak amacı taşıdığından sade bir dil ve üslupla kaleme alınmışlardır. Yine bu amaca hizmet etmek amacıyla bazı dinî eserler manzum olarak yazılmıştır. Böylelikle dinî 229 konuların kolay öğrenilebilmesi hatta bazı kuralların ezberlenebilmesi imkânını doğurmuştur. Halkın dilinin kullanılmış olması sebebiyle söz konusu eserler, dönemin dili ve edebiyatı hakkında çok değerli bilgiler ihtiva etmektedir. Destânî mahiyetteki dinî konulu eserleri ayırt edebilmek. Destânî konulardaki eserler genel olarak destansı anlatıma dayanan eserlerdir. Anadolu’da gelişen savaş ve fetih konulu destanlar, kahramanlığı veya kerametleri sebebiyle halk üzerinde tesir bırakmış şahıslar etrafında gelişmiştir. Bir de okuyan ya da dinleyeni heyecana getirmek için çeşitli dinî konularda çoğunlukla manzum olarak yazılan hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin birçoğunun başkahramanı Hz. Muhammed’dir. Yine dinî hikâye türünde olmakla beraber cenknâmelerde sadece Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin savaşları anlatılmıştır. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi dinî-edebî türde yazılan eserlerin konusu olamaz? a. Hac ziyareti b. Kandil geceleri c. Babanın oğluna tavsiyeleri d. Düğün törenleri e. Cenaze törenleri 2. Aşağıdaki türlerden hangisi toplum hayatıyla diğerlerine göre daha çok ilgilidir? a. Zafernâme b. Mersiye c. Maktel d. Gazavâtnâme e. Ramazâniye 3. Yaşam öyküsüne bağlı gelişen edebî türlerle ilgi aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır? a. Kısasü’l-enbiyâlarda gerçek ile gerçek dışılık çoğu kez iç içedir. b. Menâkıbnâmelerde ağır ve ağdalı bir dil kullanılmıştır. c. Evliya tezkirelerine ait bazı çeviriler, yapılan ilavelerle telif özelliği kazanmıştır. 230 d. Tek bir tarikat pîrin anlatıldığı Menâkıbnâmeler olduğu gibi bir tarikatın bütün pîrlerinin anlatıldığı Menâkıbnâmeler de vardır. e. Bu türdeki eserler genellikle mensur olarak yazılmışlardır. 4. Aşağıdaki eserlerden hangisi Türkçe dinî kelimeler bakımından diğerlerinden daha zengindir? a. Satır arası Kur’an Tercümeleri b. Kısas-ı Enbiyâlar c. Ahlâk kitapları d. Menâkıbnâmeler e. Dinî destanlar 5. Dinî-destânî metinlerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır? a. Manzum metinlerin yanı sıra mensur olanları da vardır. b. Tarih bilimi açısından doğrudan kaynak olarak kullanılabilir. c. Çoğunlukla halkın anlayabileceği bir dille yazılmışlardır. d. Kahramanları genellikle gerçek kişilerden oluşur. e. Başlangıçta sözlü anlatıma dayanmakla beraber sonradan yazılı hâle getirilmiştir. Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. d Yanıtınız doğru değilse, “Giriş” kısmını yeniden okuyunuz. 2. e Yanıtınız doğru değilse, “Dinî Türler” konusunu yeniden okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse, “Dinî Türler” konusunu yeniden okuyunuz. 4. a Yanıtınız farklıysa “Dinî Edebî Eserler” konusunu yeniden okuyunuz. 5. b Yanıtınız doğru değilse, “Dinî- Destânî Metinler” konusunu yeniden okuyunuz. Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Bahsi geçen edebî türlerin konuları doğrudan ya da dolaylı olarak dinî hayatla ilgilidir. Bu yüzden bu konularda meydana getirilen her bir eser, dinî duygu, dinî heyecan ve dinî düşüncenin bir ürünüdür. 231 Sıra Sizde 2 Çeşitli meslek gruplarına ait kişiler için Tezkire adı altında biyografik eserler yazılmıştır. Mesela şairler için Tezkiretü’ş-şuarâlar (şairler tezkiresi), tarikat önderleri için Tezkiretü’l-meşâyihler (şeyhler tezkiresi), hattatlar için Tezkiretü’l-hattâtînler (hattatlar tezkiresi) yazılmıştır. Sıra Sizde 3 Türkler müslüman olmadan önce Uygurlar döneminde Maniheizm ve Budizm dinleri ile münasebette bulunmuşlar ve bu dinlerin kutsal metinlerini tanımışlardır. Kur’ân-ı Kerîm çevirilerinde kullandıkları pek çok arkaik Türkçe dinî kavramı bu dinlerden almışlardır. Sıra Sizde 4 Eski Kur’an çevirilerinde Arapça kavramların yerine Türkçe karşılıklar bulunmuştur. Bu da Türkçe dinî terminolojinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Bu gün dahi kullandığımız kimi Türkçe dinî kavramlar o dönemin ürünüdür. Eski Kur’an çevirilerinde yer alan bazı Türkçe kelimeler şunlardır: “Allah” yerine “Tanrı”/”Çalap”, “Rab” yerine “İzi”, “cennet” yerine “uçmak”, “cehennem” yerine “tamu”, “mezar” yerine “sin”/”kör”, “günah” yerine “yazuk”, “amel defteri” yerine “amel biti”, “can” yerine “tin”, “haşrolmak” yerine “kopmak” vb. Sıra Sizde 5 Nasihatnâmelerin hedef kitlesi genel olarak toplum olmakla birlikte bazen babanın oğluna yönelik öğütleri, diğer yetişme çağındaki çocukları hedef almaktadır. Bir hükümdara yönelik tavsiyeler, o hükümdardan da öte bundan sonra devleti yönetecek olanları hedef almaktadır. Tasavvufî bir nasihatnâmenin hedef kitlesi ise müritler olmaktadır. Yararlanılan Kaynaklar Asoy, H. (1997). "Tarihî Bir Belge ve Türk-İslam Edebiyatında Bir Tür Olarak Fetihnâmeler" İlam Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul. Caferoğlu, A. (1943). Türk Dili Tarihi Notları, İstanbul. Cumbur, M. (1959). Türkçe Kur’an Tefsir ve Çevirileri Bibliyografyası, Ankara. Çelebioğlu, A. (1983). “Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Şükrü Elçin Armağanı), Ankara. Çelebioğlu, A. (1988). “Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un Fıkhî Bir Mesnevîsi”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, (Mehmet Kaplan İçin), Ankara. 232 Dursun Fakih, Muhammed Hanefî Cenknâmesi, Milli Ktp. No: 06 Mil. Yz. A 3538/6. Erdoğan, A. (1969). “Kur’an Tercümelerinin Dil Bakımından Değerleri”, Vakıflar Dergisi, Sayı: 1, Ankara. İsen, M. (1994). Acıyı Bal Eylemek Türk Edebiyatında Mersiye, (2. baskı), Ankara. İz, F. (1996). Eski Türk Edebiyatında Nesir, (2. Baskı), Ankara. Kaplan, M. (2008). Hayriyye-i Nâbî, (Genişletilmiş 2. Baskı), Ankara. Kılıç, F; Macit, M. (1995). Türk Edebiyatında Ramazan Şiirleri (Güldeste), Ankara. Küçük, S. (1988). Baki ve Dîvânından Seçmeler, Ankara. Levend, A.S. (1956). Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi, Ankara. Pekolcay, N.; Eraydın, S.; Tahralı, M.; Uzun, M.; Subaşı, M.H.(1994). İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş, (3. Baskı), İstanbul. Şener, H.İ.; Yıldız, A. (2008). Türk-İslâm Edebiyatı, (2. Baskı), İstanbul. Togan, Z.V. (1964). “The Earliest Translation of the Qur’an in to Turkish” İslâm Tetkikleri Dergisi, cilt IV, İstanbul. Topaloğlu, A. (1976). Satır 233 Arası Kur’an Tercümesi, Ankara. Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra; • Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilecek, • Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak tekke hayatı hakkında değerlendirme yapabilecek, • Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlayabilecek, • Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabileceksiniz. Anahtar Kavramlar • Tasavvuf • Edebiyat • Tekke • Tarikat Öneriler Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için, okumaya başlamadan önce; • M. Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabına başvurunuz. • Mustafa Kara’nın Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler adlı eserini inceleyiniz. • Bilal Kemikli’nin Dost İlinden Gelen Ses adlı kitabından “Temel Nitelikler Üzerine” başlıklı bölümü okuyunuz. • Mahmut Erol Kılıç’ın Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası adlı kitabından “Tasavvufî Dünya Görüşü ve Osmanlı Şiiri” başlıklı kısmı okuyunuz. 234 Tasavvuf ve Edebiyat GİRİŞ Türk-İslâm Edebiyatı’nda dinî konularla birlikte tasavvufî konular da ele alınmıştır. Bilindiği gibi tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış bir düşünme ve yaşama biçimidir. Kelime olarak sof giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak ve suffa ashabı gibi yaşamak anlamlarına gelen tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Genel olarak, bir mânâda tecrûbî bir ilim ve insanın kendini tanıması yöntemidir. Bu yüzden o, bir öğretiyi (tarîk), bu öğretinin öğretimini (sülûk) ve metodunu (usûl-erkân) bünyesinde bulundurur. Tasavvuf, tefsir, hadis ve kelâm gibi dinî bir ilim olarak kabul edilir. Dolayısıyla onun bir ilim olarak kendine has kavramları, özel bir dili, konuları, değerleri, anlayışı ve yöntemi vardır. Bu ilmin yegâne gayesi, sâlik, derviş, tâlib, mürid ve cân gibi isimlerle anılan sûfiyi ma‘rifet kavramıyla ifade edilen bir bilgiye ulaştırmaktır. Bu bilgi, tecrübeyle elde edilen, irfân olarak nitelendirilen bilgidir. Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde marifet kavramını şöyle açıklamaktadır: “Marifet. Bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, âşinâlık. (Tas.) Sûfîlerin rûhanî halleri yaşayarak, mânevi ve ilâhî hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak) elde ettikleri bilgi, irfân. Bu yoldan Hakk'a dair elde edilen bilgiye marifetullah, buna sahib olan kişiye ârif-i billâh (ârif, urefa) denir. Sûfîler marifetin kendisinden çok onun sebep, sonuç ve belirtileri hakkında açıklamalar yapmışlardır. Kuşeyrî'ye göre sâlik önce Hakk'ı, onun sıfat, isim ve fiillerini tanır, sonra ibâdet ederek ve çile çekerek nefsini arındırır, ona yaklaşır. O zaman Hak kendisini ona tarif eder. İşte marifet budur. Hakk'ın kendi hakkında sâlike verdiği bilgidir. Bu bilgiyi alan sâlik artık ârif veya ârif-i billâhtır. Sâlik kendine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hak ile tanışır. Sûfîlere göre ulu ve yüce Allah hakkında tam anlamıyla marifet sahibi olmak imkânsızdır. Bir insan onu tanımak için olanca gücünü harcadıktan sonra onu tanımasının imkânsız olduğunu anladı mı, hakîkî ve en mükemmel marifete ermiş olur. İrfâna, seyr ve sülûk (seyr ü sülûk) kavramlarıyla işaret edilen bir süreç içerisinde ulaşılır. Bu süreç, tarîkat adı verilen farklı irfan okullarının doğmasını sağlamıştır. Tarîkat, ma’rifete ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları ve esasları (usûl-erkân) bulunan yol demektir. Tarihî süreç içerisinde 235 Bektâşîlik, Kadirilik, Yesevîlik, Nakşîlik, Mevlevîlik, Halvetîlik, Şazelîlik, Bayramîlik ve Rifâilik gibi adlarla anılan tarikatlar olmuştur. Bütün bu yollar, zamanla tekke adı verilen kurumların doğmasını sağlamıştır. Tekke, tarikatın usûl ve erkânının öğretildiği, dervişlerin ruhen ve ahlâken eğitilip olgun ve yetkin kişiler hâline geldikleri yerdir. Tasavvuf, kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları, ilkeleri, bilgi ve varlık anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak oluşan diliyle mûsikîşinasları, mîmarları, geleneksel güzel sanatlarla uğraşan hattatları, müzehhibleri, nakkaşları ve diğer sanatçıları etkilemiştir. Tasavvufun sanatkâr üzerindeki tesiri, belki de en çok şairler ve yazarlarda görülür. Nitekim bu tesir, Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf Edebiyatı, Tasavvufî Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi adlarla anılan bir edebiyatın oluşmasını sağlamıştır. TASAVVUF VE EDEBİYAT Çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte tasavvuf, daha çok bir hâl ilmi olarak kabul edilir. Sûfî, hâl sahibidir. Hâl sahibi, gönlü zengin, ruhu temiz, ahlâkı düzgün, manevi yaşayışı güzel, Hakk’ın rızasını ve sevgisini kazanan kişidir. Bu ise, zâhidâne yaşantıyla sağlanacaktır. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde zâhidâne yaşayan pek çok sahabe vardı. Bu hayat biçimi daha sonraki dönemlerde sistematik olarak gelişecek olan tasavvuf düşüncesinin habercisi olarak değerlendirilmektedir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşim (ö. 150/768)dir. Daha sonra Süfyânü’s-Sevrî (ö. 168/785), Zü’n-Nûn el-Mısrî (ö. 245/860), Horasanlı Bâyezid-i Bistâmî (ö. 261), düşüncelerinden ötürü idam edilen Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922) ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfiler yetişmiştir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim el-Kuşeyrî (ö. 465/1073) ve İmâm-ı Gazzâlî (505/1112) gibi büyük âlimlerin tasavvufu sistemleştiren eserler yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır. Başlangıçta herhangi bir kurumsallaşma içerisinde teşekkül etmeyen tasavvuf, IV. yüzyıldan başlayarak VI. asra kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle tarîkatler olarak kurumsallaşmıştır. İlk Abbâsî asrında görülen sosyo-ekonomik refah, halk içerisinde zühdî hayatın gerekliliğine ilişkin bir anlayışı da beraberinde getirmiştir. Farklı mezheplerin ilk dönemlerden itibaren yaydıkları itikatlar, eski Yunan filozoflarından yapılan tercümelerle gelişmeye başlayan felsefî hareketler, Hind ve İran’ın kültür ve dinî geçmişinden alınan bazı nazariyeler, bilhassa Yeni Eflâtuncu varlık anlayışından da ilham alınarak zenginleştirilen bu zühdî hayat, İslâm tasavvufunun oluşumuna kaynak teşkil etmiştir. Bu hareket, yaratılışın sırlarını anlamak istemeye yöneliktir. İlk sûfî yazar Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö. 223/838)’den başlayarak, ünlü düşünür İbnü’l-Arâbî’ye kadar bütün büyük sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi düşüncesinin varlık, bilgi ve ahlâk anlayışını ortaya çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan Melâmiliği ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır. Bunların fikirlerinin temelinde vücûdiye mesleği (vahdet-i vücûd) olarak da ifade edilen varlık düşüncesi egemen fikir olarak kabul edilebilir. Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Said Ebu’l-Hayr gibi sûfilerin söz ve menkıbelerinde görülen vücûdiyye mesleği, İbn Sinâ, Sühreverdi-i Maktûl gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Horasan Melamiliği ile İbnü’l-Arâbî’nin eserlerinde sistematik bir mahiyet kazanan bu düşünce, sadece tasavvuf şii- 236 rimiz için değil, bütünüyle Türk şiiri için önemli bir tesir icra etmiştir. Kısaca bu düşüncede vücûdun tek olduğu fikri işlenmektedir. Vücûd tektir; yegâne sâhib-i vücûd, Vücûd-ı Mutlak olan Allah’tır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda mutlak hayır (hayr-ı mutlak) ve mutlak güzellik (hüsn-i mutlak)tir. Hâdiseler âlemi olan dünya hayatının kaynağı, O’dur. Sufilere göre, zaman yaratılmazdan önce, mutlak güzellik vardı; ancak o güzelliği temaşa edecek başkaca bir göz yoktu. Hâlbuki güzellik (hüsn) doğası gereği görülmek, takdir edilmek ister. İşte varoluşun sebebi, güzelliğin kendini gösterme arzusudur. Resim 10.1: Türkmen sûfi şairi Ebû Sâid Ebu’l-Hayr’ın Sultan Sencer tarafından yaptırılan türbesinin kapısı, Mehne-Türkmenistan (Kaynak: Bilal Kemikli fotograf arşivi) Her şey zıddıyla bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan Vücûd-ı Mutlak’ın bilinmesi, adem ile gerçekleşir. Adem, yokluk, hiçlik demektir. Adem, müstakil olarak mevcut değildir; zarûrî olarak Vücûd-ı Mutlak’ta dahildir. Adem bir hayalden ibarettir; tecellî dolayısıyla geçici bir süre için varlık evreninde bulunur. Adem, Vücûd ile karşılaşınca, vücut bir aynada aksetmiş gibi akseder. Bu akis gerçekte hayalden öte bir şey değildir. Durgun bir göle akseden güneş gibi, göz makamında olan insanda da mutlak güzellik akseder. Bu nedenledir ki, insan adem unsurunu mümkün olduğu kadarıyla yok etmeli (mâsivâ), Hakk’ın visâline ulaşmak için Hak ile Hak olmalıdır. Bu, fenâ kelimesiyle anlam kazanır. Fenâ, ancak nefsi adem, kubh ve şirkten arındırmakla mümkün olacaktır. Bunun yolu ise aşktır. Hüsn-i Mutlak ancak aşkla görülür; böylece tabii aşktan hakîkî aşka geçiş gerçekleşir. Tabii aşk, ademe duyulan aşktır; karanlıklarla doludur. Oysa aşk-ı hakîkî, hakîkat dünyasıdır. Bu uzunca bir yolculuğu gerektirir (seyr). Aşkı, kitabi bilgileri okuyup öğrenmekle (ta’allüm) değil, bizzat yaşayarak, tecrübe ederek (tahalluk) tatmak gerekir. Diğer bir ifadeyle aşk yolu olan tasavvuf, aklî bilgiye dayalı sözle (kâl) değil, yaşananın dili olan hâlle öğrenilir. Tasavvuftaki varlık ve aşk anlayışının şiir diline katkısına dair geniş bilgi için Beşir Ayvazoğlu’nun Aşk Estetiği (İstanbul 1993) kitabını inceleyiniz. Kısaca tarihsel sürecine ve felsefesine işaret edilen tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara duyurur. Bu düşünce biçiminin şairane hayaller için önemli bir kaynak teşkil 237 edeceği açıktır. Tasavvuf şiiri, başlangıçta Halac-ı Mansûr’dan başlayarak Mısırlı şâir Ömer b. Fâriz’e kadar Arap edebiyatı içerisinde sınırlı bir daire dâhilinde gelişti. Ömer b. Fâriz’in Kasîde-i Tâiyye isimli eseri tercüme, tahmis ve şerh olunarak tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır. İran’da İbn Sinâ’nın sûfiliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında, Şeyh Ebû Sâid Ebu’l-Hayr da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulundular. Bilhassa rubaileri ile tanınan Ebû Sâid, Rudegi, Firdevsî, Hâkim Senâî ve Feridüddin-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde eserlerini Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsimü’l-Envâr gibi büyük şairler yetişmiştir. Burada bir hususa işaret etmek gerekir; mutasavvıf düşünürler, tasavvuf düşüncesini felsefî anlamda sadece bir metafizik / ezoterik zeminden öte, başlı başına bir ontolojik, epistemik ve etik anlayış olarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Böylece tasavvuf, fikir ve sanat hayatına ışık tutmuş, ince sezgi, derin ilâhî hayat ile İslâm düşüncesinin sanat formu almasını sağlamıştır. Dolayısıyla tasavvufun, sadece bu disiplinin öngördüğü içsel tecrübeye sahip olan mutasavvıf şâirleri değil, bir doktrin olarak tasavvufun geliştirdiği ritüelden haberdar olan şâirleri de etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu etkilenmeyi, yukarıda işaret edildiği gibi İran tesirinde gelişen edebî atmosfer ve tasavvufun sosyal hayatta sahip olduğu seçkin mevki bağlamında değerlendirmek, izahı zor olmayan bir durumdur. Ancak sadece İslâm’da değil, bütün uygarlıklarda metafizik düzlemin sanata olan etkisinin bir takım haricî âmillerin ışığında değerlendirilmemesi gerekmektedir. Nitekim hem Doğu ve hem de Batı’nın bâtinî yönelişleri hakkında karşılıklı mukayese yapabilecek yetkinlikte olan F. Schoun’un da açıkça işaret ettiği gibi, bâtinî temâyülün geliştirdiği sembolik dil zâhirî düzleme entellektüel bir nitelik ve derinlik kazandırmakta, bu yolla da onun yitip gitmesini engellemektedir. Bu itibarla lâ-dini (din dışı) şiirde de estetik ve aşkın boyutta varlığını gösteren tasavvuf etkisinin felsefî ve metafizik bir temele sahip olduğu açıktır. (Kemikli: 2004, 71) Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf Türk boylarının İslâm’ı kabul etmesinde gönüllü dervişlerin önemli fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Tasavvuf, eski Türk inanç ve gelenekleriyle paralellik arz eden metafizik tasavvurlarıyla kısa zamanda benimsenmiştir. Dervişler bölgeyi bir ağ gibi sarmış; Herat, Nişabur, Merv, Buhara, Fergana ve daha birçok yerde bu faaliyetlerini sürdürmüşlerdir (Köprülü: 1993; 1419). XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların en yoğun olduğu bölgelerden biri hâline gelmiştir. İslâm’ı din olarak kabul eden halk kitlelerinin büyük bir çoğunluğu, Baba ve Ata olarak anılan dervişleri benimsemişlerdir. Bazı göçebe boyların içerisine de giren bu dervişler, hem bu boyların İslâm dinini tanımalarına öncülük etmişler, hem de halkın anlayacağı bir dille tasavvuf anlayışını onlara sunmuşlardır. Bu kesimlerde şair-şamanların yerini dolduran Baba ve Ataların ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Bu bölgelerde Muhammed Ma’şuk Tûsî ve Emir Ali Ebû Hâlis gibi sûfîler de yetişmiştir. Bununla birlikte Türk sûfîliğinin en önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1167)’dir. Ahmed Yesevî’nin tasavvufî anlayışıyla kurumsallaşarak bir tarikat hüviyetini kazanan Yesevîlik, her bakımdan bir Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de Türk illerinde gelişen tarikatlardandır. Hoca Ahmed Yesevî, Mansur Ata, Sa’id Ata, Süleyman Hakim Ata ve Lokman Parende gibi hâlifelerini ve yüzlerce öğrencisini muhtelif bölgelere 238 göndermiş, hikmet adıyla anılan tasavvufî şiirleriyle Türk illerini aydınlatmıştır. Moğol istilasıyla birlikte Yesevî dervişleri olan Alperenler, Harezm, Horasan ve Azerbeycan yoluyla Türklerin yeni yurdu olan Anadolu’ya gelmişlerdir. Bu dervişlerin beraberinde getirdikleri Yesevîlik, bir yandan Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasına katkı sağladığı gibi, hikmetlerle oluşturulan edebî zevk de tasavvufî edebiyatın şekillenmesine imkân vermiştir. Böylece tasavvuf, kısa zamanda Türk toplumunda yaygınlık kazanmıştır. Özelikle Selçuklular ve Osmanlılar döneminde mülkî ve askerî bürokratların, saray mensuplarının ve sosyal statüsü yüksek işçi, esnaf ve ahâlinin tekkelerde icra edilen ayin ve sohbetlere katılması yadırganmamıştır. Dolayısıyla sûfi düşünce, geniş kitlelerin teveccüh ettiği bu mekânların ve şahsiyetlerin etrafında zümreleşmiştir. Zamanla bu zümrelerin düşüncelerini, duygularını ve pir olarak kabul edilen tarikat büyüklerinin keramet ve hatıralarını, yazılı ve sözlü ifade etmeleriyle, doğrudan doğruya tasavvuf disiplininden mülhem bir edebî hayat neşet etmiştir. Kitabınızın 1. ünitesinden Türk-İslâm Edebiyatı ve İslâmlaşma başlıklı kısmı yeniden okuyunuz. Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir: 1. Divan şiirine etkisi: Tasavvuf, vezin, şekil ve muhteva itibariyle İslâm kültür coğrafyasının bir eseri olan, özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan divan şiirine etki etmiştir. Tasavvufun divan şiirine etkisi, tasavvufî mesnevîler, menâkıbnâme ve tezkiretü’l-evliyâ gibi türlerin doğmasına sebep olmuştur. 2. Halk şiirine etkisi: Bu etki, Ahmet Yesevî’nin başlattığı ve Yesevî dervişlerinin geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde ortaya çıkmaktadır. Hikmet geleneği, halk dili, hece vezni ve milli formlara bağlı tasavvuf edebiyatı yahut tekke edebiyatı adıyla bilinen yeni bir şiir anlayışının doğmasına imkân vermiştir. Bu şiirde ele alınan konular, Acem kültürünün tesiri ile yazılan şiirlerden ayrı değildir; fakat gerek dil ve ifadede, gerekse üslup ve vezinde tamamıyla farklı ve orijinaldir. Başka bir ifade ile Farsça ve Acem etkisiyle tasavvufî düşüncelerini yazan büyük şair Mevlana (1207-1273) ile Türkçe ve hikmet geleneği etkisine bağlı olan Yunus Emre‘nin (1250-1320) şiirlerindeki ahlâkî öğreti ve felsefe aynıdır; dil, eda, vezin ve şekil farklıdır. Burada kısaca tasavvuf edebiyatının tarihsel sürecine işaret etmekte yarar vardır. Bu bakımdan edebiyat tarihine bakıldığında, tasavvuf edebiyatı için XIII. asrın büyük önemi olduğu görülür. Bu dönem, tasavvuf edebiyatı açısından hem kuruluş, hem ihtişam çağı olarak değerlendirilebilir. Zira bu asırda, Türk edebiyatına hayat veren büyük şairler yetişmiştir. Padişahtan tebaaya; sanatkârdan rençbere her sınıftan insanın aynı his ve fikir çevresinde toplanmasını sağlayan tasavvufun, Yesevîlik, Haydarîlik, Kalanderîlik, Mevlevîlik ve Bektâşîlik gibi tarikatlarla birçok koldan tesir alanını genişleterek yeni yurdu sarmağa başladığı bu dönemde tasavvuf edebiyatı geniş bir sahada, büyük insan yığınları arasında itibar görmüştür. Moğol istilasıyla birlikte alperen, abdal yahut Horasan erenleri gibi adlarla tarihe geçen Yesevî ve Haydarî dervişleri, göçebe halk topluluklarına katılıp Anadolu’ya göç ederek buralarda yerleşmişlerdir. Bu dervişlerin getirdiği hikmet geleneği, Anadolu’da Yunus Emre ile yeni bir sese kavuşmuş ve yeni bir tarza bürünmüştür. Bu yeni tarz, bilahare Yunus muâkkibleri (takipçileri) olarak tavsif edilen sûfî şairler tarafından sürdürülmüştür. 239 Yunus Emre’nin eserlerini araştırınız. Öte yandan aslen Belh’li bir aileye mensup olan Mevlânâ’nın, İslâmî İran edebiyatının tesirinde Farsça olarak kaleme aldığı tasavvufî manzûmeler de farklı bir geleneği inşa etmiştir. Mevlevilik yolunu kurumsallaştıran Sultan Veled (1226-1312) de Türk halkına hitap etmek amacıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Buna mukabil daha çok halk kitleleri arasında etkili olan Hacı Bektaşı Velî ( ö.1210)’nin Arapça olan Makâlât isimli eseri, manzum ve mensur olarak Türkçeye çevrilmiş; Ahmet Fakih ve Şeyyad Hamza gibi şairler, Türkçe yazdıkları şiirlerle Anadolu’da filizlenen edebî hayatı beslemişlerdir. Bütün bu şairler, Anadolu’da yoğrulan yeni bir medeniyetin de öncüleridir. Bu yüzden dönemi, Anadolu’daki Türk kültür hayatının tedvin asrı olarak nitelendirmek mümkündür. Mevlana’nın Türk-İslâm Edebiyatına etkisi için http://akademik.semazen.net/author_article_detail.php?id=891 bakınız: XIV. yüzyıl, daha çok Yunus takipçilerinin asrı olarak kabul edilir. Bu dönemde bir yandan Yunus’un izinde giden şairler tekkelerde şiirler söylerken, öte yandan kurumsallaşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak İslâm kültürünün ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında, kendi elit zümresini oluşturma sürecinde önemli başarılar sağlamıştır. Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla Garibnâme’yi kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333), doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir. Menâkıbnâme tarzının ilk örneği olan Menâkıbü’l-Ârifîn’in yazarı Eflâkî (ö.1360), Hacı Bektâşî Velî’nin müridi olup Yunus tarzını bu muhit içerisinde en güzel temsil eden Said Emre ve Attar’ın Mantıku’t-Tayr isimli ünlü mesnevîsini Türkçe’ye kazandıran Gülşehrî’yi de bu dönemde anmak mümkündür. Bu yüzyılın sonlarında, şiirlerinde ele aldığı konular şeriata aykırı bulunan ve bu yüzden idam edilen Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte, tasavvuf düşüncesi içerisinde bâtinî tevil ve tefsirleriyle başlı başına bir ekol olan Hurûfîlik de Türk edebî hayatına dâhil olmuştur. Bilhassa İslâmî edebiyatlarda aşk şehidi olarak kabul gören Hallac-ı Mansur’a benzetilen Nesîmî, yaşamı, düşünceleri ve şiirleriyle mutasavvıf şairleri etkilemiştir. XV. asır, Timur’a karşı kaybedilen Ankara Savaşı’yla Anadolu’da Türk birliğinin dağılmasıyla başlar. Bu dağınıklık Timur’dan da sonra devam etmiş, şehzâde ve beyler arasındaki iktidar mücadeleleri halkta siyasi ve iktisadi buhranların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bununla birlikte Çelebi Mehmed’in etrafında yeniden bir toparlanma gerçekleşmiş, kısa zamanda toparlanan yönetim, daha güçlü bir devlet ve toplum oluşturmayı başarmıştır. Bu yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi hâline dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir süreci de içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden muhite yayıldığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak tasavvuf edebiyatı da çığ gibi büyümüştür; bu bakımdan dönem, gerek şâir, gerekse eser yönünden oldukça zengindir. Nitekim dönem içerisinde, Mevlid türünün oluşmasını sağlayan Vesîletü’n-Necât’ın şâiri Süleyman Çelebi (ö. 1422), Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî (13251413), Emir Sultan (1368-1429), Hâlilnâme’yi kaleme alan Abdülvâsî Çelebi, Ankara’yı merkez edinerek çiftçi ve esnaf üzerinde derin tesirler icra eden Bayramiye Tarîkatı’nın kurucusu Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), Fatih’in 240 hocası Akşemseddin (1389-1458), Muhammediye’nin yazarı Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451), Yazıcıoğlu’nun kardeşi ve Envâru’l-Âşıkîn’in müellifi Ahmed Bîcan (ö. 1466), Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin Gaybî (ö. 1444), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469), Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487), Kemal Ümmî (ö. 1475), Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim Tennûrî (ö. 1482) gibi sûfi şairler yetişmiştir. XVI. asır siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. Anadolu merkez edinilerek kurulan Osmanlı Devleti’nin coğrafî planda sınırlarının en geniş olduğu bir dönemdir. Buna paralel olarak iktisadi ve sosyal gelişmeler de bariz bir şekilde kendini gösterir. İstanbul, sadece Türkler için değil, bütün bir dünya için önemli bir kültürel ve siyasi merkez olmuştur. Bununla birlikte bu dönemde tasavvuf edebiyatında güçlü temsilcilerin yetiştiğini söylemek güçtür. Yunus’u takip eden birkaç güçsüz soluk dışında mutasavvıf şair görülmemektedir. Bununla birlikte, Bayramiyye tarikatı içerisinden çıkan ve İkinci Devre Melâmîliği olarak kabul edilen vahdet-i vücutçu tasavvufî yorumun, Ahmed-i Sarban ve İdris-i Muhtefî ile edebî sahada yer edinmeye başladığı görülmektedir. Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden Nakşî şeyhlerinden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599), Gencine-i Râz ve Şâh u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri telkin edici mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî aşktan hakîkî aşka geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi’ni yazan Fuzûlî (1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen Bakî (1526-1610) yetişmiştir. Bunlardan başka Kara Fazlî, Hilye-i Hakânî ve Hadîs-i Erbâin Tercümesi ile haklı bir şöhrete ulaşan Hakânî Mehmed Bey (ö. 1606), Dükâkinzâde Ahmed (ö. 1557), Halvetîlik içinde Gülşeniyye kolunun kurucusu olan İbrahim Gülşenî (ö. 1533), Ahmet Sarban (ö. 1545), Vahib Ümmî, Üftâde (1477), Şemseddin Sivâsî (ö.1597), Seyyid Seyfullah (ö. 1601), Hurûfî şâir Arşî ve şathiyyesi ile tanınan Azmî Baba dönemin sûfi şairleri olarak kabul edilmektedir. XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Devlet, bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve iktisadi alanda gücünü giderek kaybederken, içeride de iç ayaklanma ve fikrî tartışmalarla sosyal buhranlar artmıştır. Siyasi alanda gelişen Celâlî isyanlarının yanında, dinî kültürel alanda da Sivâsîler-Kadızâdeliler mücadelesi adıyla tarihe geçen tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıkmıştır. Bununla birlikte bu münakaşaların edebî hayatı canlandırdığı ileri sürülebilir. Geçen asırda adeta sindirilen sûfî çevreler, entelektüel anlamda çıkışlarını yaparak medreseliler tarafından ileri sürülen eleştirilere, ilmî ve edebî üslup içerisinde cevap vermişlerdir. Böylece dinîtasavvufî edebiyat alanında canlanma görülmüştür. Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumladığı ünlü eseri hangisidir? Araştırınız. Bu dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana çıktığı ve hece-aruz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır. Dönemin sûfî şairleri içinde, Muhyî (ö. 1611), İdrisi Muhtefî (ö. 1615), Zâkirî (ö. 1622), Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Derviş Osman (ö. 1627), Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1628), Şeyhî (ö. 1639), Abdulehad Nûrî (ö.1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Zâkirzâde Abdullah Biçâre (ö. 1657), Cahîdî (1659), Sarı Abdullah Abdî (1584-1660), Sinan-ı 241 Ümmî (ö. 1664), Sunu’llâh-i Gaybî (ö. 1676), Divitçizâde Mehmed Talib (ö. 1679), Derviş Himmet (ö. 1683), Niyâzi-i Mısrî (ö. 1693) ve Mehmed Nazmî (ö. 1700)’yi zikredebiliriz. XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla geçmiştir. Lâle devrini kapatan Patrona Hâlil İsyanı ve ıslahat hareketlerinin öncülerinden olan III. Selim’in ölümüne sebebiyet veren Kabakçı Mustafa İsyanı gibi iki önemli sosyal hareket yaşanmıştır. Aynı şekilde bu dönem, özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir duraklama ve gerilemenin ortaya çıktığı çağ olarak da gösterilebilir. Çünkü sûfi şairlerde eski coşkunluk kalmamıştır. Bununla birlikte, Mesnevî Tercümesi ile tanınan Süleyman Nahifî (1648-1738), tasavvufî yaşantıyı kendine şiar edinen Şeyh Galib (17571799), onun ünlü müridi Esrar Dede (ö. 1796), Mirâciye ve Rûh-ı Mesnevî gibi pek çok eser bırakan Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724), Edirne’de Sezâî-i Gülşenî (ö. 1738), Nakşî mürşidlerinden Neccarzâde Rıza (1679-1746) ve Mârifet-nâme adlı ansiklopedik eseriyle tanınan Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1772) gibi şairler de yetişmiştir. Bunlardan başka, Mahvî, Mehmed Nasûhî, Mehdî, Hasan Senâyî, Mustafa Azbî, Süleyman Zâtî, Cemâleddîn-i Uşşâkî, Üsküdarlı Hâşim, Fahreddin Fahrî ve Mustafa Zekâî de tasavvufî şiir vadisinde eserler ortaya koymuş şairlerdir. XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği dönemdir. Yeniçeri Ocağı’na karşı Nizâmî-ı Cedîd Ocağı’nın kuruluşuyla başlayan bu asırda, Tanzîmat Fermânı ve Islahat Fermânı gibi batılılaşma yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Sosyal değişmelerin hızla geliştiği, siyasîideolojik kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî edebiyat zayıflamıştır. Bununla birlikte, Târifü’s-Sülûk isimli eserin müellifi Nazif Dede (17941861), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Bektâşî mürşitlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), Edib Harâbî Baba (ö. 1918), Hanya Mevlevîhânesi dedelerinden Kara Şemsî (1828-1884), Terzi Baba adıyla anılan Hayyat Vehbî (ö. 1847), âşık tarzındaki deyişleriyle tasavvufî duygularını ifade eden Dertli, Seyrânî ve Türâbî gibi şahsiyetler bu asırda yetişmiştir. Tasavvuf Edebiyatında Zümreler Tasavvufun temel konularından birisi, diğer ilmî disiplinler ve felsefî ekollerde olduğu gibi, varlık konusudur. Sûfi şair, varlık, varlığın mahiyeti, kozmogoni, insan, zaman ve mekân, insanın âlemle ve Tanrıyla ilişkileri, bilgi, ilâhî bilgi, vahiy, peygamberlik ve velayet gibi konuları şiirlerinde ele alır. Ancak bu konuları ele alırken, o, sadece bir şair yahut hayata ilişkin temel konuları tartışan bir entelektüel değildir; o konuları birebir tecrübe etmiş, yaşamış ve yaşayarak ulaştığı irfanî bilgiyi şiirsel formla söylemiştir. Tasavvufî tecrübe, sûfi şairi diğer herhangi bir şairden ayıran özelliktir. Bu tecrübe, içinde bulunulan tasavvufî ekollerin (tarikat) metotlarındaki (usûl ve erkân) çeşitlilik sebebiyle farklılık arzeder. Bu yüzden de manevi yolculuğun (seyr ü sülûk) gerçekleştiği tekkelerin her biri birer edebi muhit olarak nitelendirilir. Edebi muhit, edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların şiirlerini ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Şairin içinden geldiği edebi muhit, ona ortak dil, tecrübe ve üslup kazandıran bir okuldur. Bu bakımdan sanatkâr, yetiştiği muhitin sesidir. 242 Sûfi şairin muhiti, içinde yetiştiği tekkedir. Tekkenin tarihi, yolun rehberlerinin tecrübelerini aktaran yazılı ve sözlü menkabeler, burada okunan kitaplar ve şiirler, dervişlerin (sâlik, tâlib, cân) bir birleriyle olan ilişkileri, hayat ve dünya görüşleri, algıları, tasavvurları, konuları ele alış biçimleri, problemlere getirdikleri çözümler ve çözüm yolları gibi hususlar bir gelenek oluşturur. Bu gelenek, o muhit içinde yetişen şairi etkiler. Bu etki, muhit farklılığının yanında edebi zümreleri de oluşturur. Zümre, cemaat, topluluk; bölük, grup, sınıf, takım, bölüm; cins, nevi gibi anlamlara gelir. Edebiyat biliminde ise, edebi eserleri tasnif etmek için kullanılan bir tabirdir. Edebi eserler, dil, üslup, konu gibi özellikleriyle tasnif edilir. Dolayısıyla, sûfi şairler de içinden geldikleri muhite ve eserlerine göre zümrelere ayrılırlar. Genel olarak her tekkenin kendisine has bir geleneğinden sözetmek mümkündür. Bu itibarla her tekkenin bir zümre teşkil ettiği düşünülebilir. Ancak bu türden bir tasnif, işimizi kolaylaştırmaz. Diğer bir ifadeyle, Yesevî zümresi, Mevlevî zümresi, Bektâşî zümresi, Nakşî zümresi gibi bir tasnif, her tarikatı bir edebi okul olarak ele almak anlamına gelir. Bu ise, tasnif yaparak çözümleme yapmak isteyenlerin işini zorlaştırır. Bu bakımdan muhitten yola çıkmakla birlikte edebi eserin mahiyetini dikkate alarak bir tasnif yapmak yerinde olur. Buna göre tasavvuf edebiyatı iki ana koldan gelişmiştir: 1. Tasavvufî halk edebiyatı 2. Klasik tasavvuf edebiyatı Tasavvufî halk edebiyatı, Yesevî’nin hikmet geleneğiyle gelişen edebiyattır. Bu edebiyat, hece vezniyle, mâni ve koşma gibi nazım şekilleriyle oluşur ve hikmetten başka, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, şathiye, destûr, medednâme ve düvaz imam gibi türleri içerir. Klasik tasavvuf edebiyatı, Mevlana çizgisinde gelişen bir edebiyattır. Bu edebiyat, aruz vezniyle, gazel, kasîde, kıt’a, musammat, terkîb- bend, tercîbend, rubâî, tuyuğ ve mesnevi gibi nazım şekilleriyle oluşur ve tevhid, münacat, na’t, mevlid, hilye gibi dinî edebi türleri içerir. Sûfî şairlerin eserlerini inceleyiniz ve bunlardan tasavvufî halk edebiyatı alanında eser veren iki şairi tespit ediniz. Bu iki temel koldan başka konuları ele alış biçimlerine göre de üç temel zümreden bahsetmek mümkündür. Bunlar; 1. Zühdî edebî zümre 2. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı 3. Bektâşî zümre edebiyatı Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi telkin eden eserleri içerir. Bu zümrede, ne Melâmî-Hamzavî edebiyatındaki irfan, vahdet inancı, aşk ve cezbe; ne de Alevî-Bektaşî edebiyatının karakteri vardır. Bu edebiyat içinde daha çok, ibadetlerden, peygamberlerin ve Hz. Muhammed'in hayatından, hac yollarından, dünyanın geçiciliğinden, ölümden, cennet ve cehennemden bahseden, bu arada bazı sahabenin ve velilerin menkabelerinden söz eden eserler yazılmıştır. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) benimseyen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin eserlerini 243 içermektedir. Bu zümre içinde daha çok lirik ve coşkun bir üslupla eserler yazılmıştır. Bu eserleri, tecelli, vâridât ve sunuhât gibi tasavvufî kavramlarla, doğrudan doğruya ilâhî aşkın, mânevî sarhoşluğun ve cezbenin eserleri olarak nitelendirilir. Bu zümre içerisinde vahdet neşesini tatmış, kalender-meşrep ve âşık şairler eser vermiştir. Bu türden şairlere hemen her sûfi ekol içinde rastlamak mümkünse de, daha çok Bayramî-Melâmî muhitten geldiklerini söylemek mümkündür. Bilindiği gibi, Melâmiler, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi, kendini beğenme (kibir) kabul ederler. Onlara göre, kendilerini herkesten aşağı görmek ve göstermek, her yaratıktan aşağı saymak, bir özellik olmuştur. Hatta şeriata aykırı olmayacak şekilde, toplumun hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunarak, toplumun kınamasını sağlamayı tercih etmişlerdir. Bu sebeple onların daha çok şatahata varan sözler söyledikleri görülür. Şatahat ve şathiye konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için Cemâl Kurnaz ve Mustafa Tatcı’nın Türk Edebiyatında Şathiyye (Ankara 2001) adlı eserini inceleyiniz. Bu zümre içerisinde eser veren bazı şairleri zikredebiliriz: Yunus Emre yolunda giderek şiir söyleyen Hacı Bayram-ı Velî, Sarban Ahmed, Kaygusuz Vizeli Alaaddin, Emir Osman-ı Haşimî, Muhyî, İdris-i Muhtefî, Oğlanlar Şeyhi İbrahim, Sunullah Gaybî, Sarı Abdullah Efendi, Dukâkinzâde Ahmed Bey, Hüseyin Lâmekânî, Osman Kemâlî, Ahmed Rindî... Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, bu zümrenin şiire yüklediği anlamı şu şiirinde açıkça ortaya kor: Derviş dilinden söyleyen kim idügin bilir misin Yâ kulağunda dinleyen kim idügin bilir misin Od u su toprak u yeli hep bir yere cem eyleyüp Bunlara özüni gizleyen kim idügin bilir misin Sıfâtında zâtunı gören mülkünde hem hükmün süren Ârif gözünde gözleyen kim idügin bilir misin Kendiligünden saf olan 'âriflerün kalbin alan Zât-ı nûrun bağışlayan kim idügin bilir misin Yerde yüzün yol eyleyen yokluğı kabul eyleyen İbrâhimi kul eyleyen kim idügin bilir misin (Kemikli: 2003, 86-87) Bektaşî zümre edebiyatı, bir yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını andırmakla birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır. Bu özel karakter, bir yönüyle Bektâşiliği öne çıkartmanın yanında, esas itibariyle ata ve baba adlarıyla anılan Yesevî dervişlerinin edasına dayanan köklü bir geleneği ifade eder. Bu eda, rindâne söyleyişi mûsikî ile buluşturur. 244 Zamanla Babâî, Kalanderî, Hurûfi, Kalenderi, Kızılbaş, ve Tahtacı gibi isimlerle anılan muhitleri de içine alarak genişleyen bu zümre içerisinde, Hacı Bektâş-ı Velî’den başlamak üzere, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal Viranî, Teslim Abdal, Yemini, Muhyiddin Abdal, Şah İsmail Hataî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Seyrani ve Kalender Abdal gibi büyük şairler yetişmiştir. TASAVVUFÎ TÜRLER Sufi şairler, manzum (şiirsel) ve mensur (düzyazı) pek çok eser yazmışlardır. Bazı sufi müellifler, aynı eser içinde şiiri ve düzyazıyı birleştirmişlerdir. Onların asıl maksadı bir düşünceyi, bir bilgiyi yahut bir manayı kaydetmek veya okuyucuya ulaştırmaktır. Dolayısıyla heceyle aruzu bir arada kullandıkları gibi, şiirle de düz yazıyı birleştirmişlerdir. Bununla birlikte sanatı öne çıkartan sûfi şairler de vardır. Bu şairlerin eserleri, klasik tasavvuf edebiyatına hayat vermiştir. Bu eserler, divan edebiyatında olduğu gibi, tevhid, münâcaat, na’t, mirâciye, hilye, ramazaniye, maktel ve hicretnâme gibi dinî-edebi türlerde yazılmıştır. Bunlardan başka, özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut tekke edebiyatı olarak kabul edilen saha içerisinde ortaya konan, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme, destur ve düvazdeh gibi türler de vardır. Tasavvufî eserleri genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür: 1- Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler. 2- Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler. Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı, telkin edici, yolun usul ve erkânını öğretici eserlerdir. Bunlar başta tasavvufî mesneviler olmak üzere, tezkiretü’l-evliya, menakıbnâme, evliyânâme velâyetnâme ve mansûrnâme gibi tekke geleneğini ve tarihini aktaran manzum ve mensur eserler; nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme, faziletnâme, tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun esaslarını telkin eden eserler; telkinnâme, erkannâme, tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren eserlerdir. Bunlardan başka, vahdetnâme, vücûdnâme, şathiye ve devriye gibi tasavvuf düşüncesinin temel konularını açıklayan eserleri; şefaatnâme, desturnâme ve istimdadnâme gibi ululardan yardım dilemeyi salık veren eserleri; besmelenâme, ihlâsnâme ve ayetnâme gibi sûfiyi Kur’anın anlamıyla buluşturan eserleri ve salatnâme, oruçnâme, ramazannâme, hacnâme, kıyametnâme, mahşernâme ve fetvanâme gibi dinî görevleri ve temel hukuki meseleleri öğreten eserleri de zikretmek gerekir. Ayrıca istihracnâme gibi geleceğe ilişkin çıkarımlar yapan manzumeleri, tahassürnâme gibi gafletle geçen zamanın muhasebesini yapan eserleri de bu grupta değerlendirebiliriz. Sûfi şair, edebi eseri çoğunlukla bir amacı yerine getirmek için yazar. Onun öncelikli konusu sanat yapmak değildir. Dolayısıyla onun eserlerinde, faydacılık esastır. Bu bakımdan hikmet ve ilâhî gibi musiki yönü öne çıkan türlerde de öğretici ve telkin edici amaçlar güdülür. Ancak yine de tevhid, münacat, na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nutuk, devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle söylendiği görülür. Bu eserler, hâl dilinin dışa yansıdığı eserlerdir. 245 Burada zikredilen türlerden bazıları kitabınızın önceki ünitelerinde ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Bunun için özellikle 7., 8. ve 9. Üniteleri yeniden inceleyiniz. Tasavvuf edebiyatının temel özelliklerini gösteren, hikmet, ilâhî, nefes, devriye, gülbank ve menakıbnâme türlerini ayrıntılı olarak ele almakta fayda vardır. Hikmet Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm vermek ve yargılamak anlamına gelir. Türkçede, mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına gelir. Bu bilgi, tecrübe ve test edilen bir bilgidir. Daha doğrusu, varlığı, eşyayı olduğu gibi bilmektir. Diğer bir anlamı ise, düşünme melekesinin itidal hâlinde olmasıdır. Bu anlamda hikmet, daha önceleri felsefe kelimesinin yerinde kullanılmıştır. Filozofa ise, hakîm denmiştir. Türk-İslâm edebiyatının bir türü olarak hikmet, ahlâk ve değerleri telkin eden manzûmeleri ifade eder. Doğu edebiyatlarının temeli hikmetli (hikemî) anlatıma dayanır. Kainata, dünya hayatına ve hadiselere ibret gözüyle bakan sufi şair, görünenin arkasındakinin farkına varır. Bu farkedişi hikmet adı verilen şiire dönüştürür. Böylece o, insanların fark edemikleri yanlışlıkları, eksiklikleri ve aksamaları şiir diliyle göstererek doğru düşünmenin, bakmanın ve anlamanın yolunu gösterir. Dolayısıyla hikmetlerde kötü huylar kınanır, güzel huylar övülür. Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı söylenen şiirlerde görülür. Ancak diğer türlerde de hikmetli söyleyiş bulunabilir. Hikmetli anlatım taşıyan şiirlerde didaktik (öğretici) bir üslup, bazen rindâne bir eda, dervişâne bir kanaat ve tevekkülü amaçlayan telkinler görülebilir. Hikmetler, felsefe, tasavvuf, zühd, şeriat, ahlâk, adab, gelenek, adetler gibi konular üzerine söylenir. Hikmet, öncelikle Ahmed Yesevî'nin manzumelerine verilen isimdir. Zaten onun eseri, Divan-ı Hikmet adıyla bilinmektedir. Ahmed Yesevî, hikmetleri İslâm’ın ve tasavvufun ilkelerini öğretmek için yazmıştır. Yesevî'nin heceyle yazdığı hikmetlerin ölçüsü 14'lü (7+7)'dür. Bu hikmetler zamanla dilden dile dolaşmış, sözlü kültür içinde bazı değişikliklere uğrayarak günümüze değin gelmiştir. Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Kemal Eraslan, hikmet kavramını ve Yesevî’nin hikmetlerini şöyle değerlendirmektedir: “Değişik telaffuzlarıyla îbranice (hakhmâ) ve Süryanlce'de (halkhmethâ) de yer alan "hikmet" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nazil olan âyetlerinde "Hz. Peygamber'in vaaz ve irşadları" mânasında kullanılmıştır. Ulema arasında hikmet'e "Nazarî İlimler iktisap etmek ve yapılabildiği kadar iyi, müstahsen ameller işlemek itiyadını kazanmak sâyesinde, insan ruhunun kemalini ifade eder” veya “En iyi ilim vasıtası ile, en iyi şeyin bilinmesi” gibi mânalar verilip tarifler yapılmıştır. Sözlüklerde ise hikmet'e çok değişik mânalar verilmiştir: İlim ve adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı şerife, mârifet-i hakayık-ı mevcûdât; âdet ve ahlâkla ilgili özlü söz; gizli sebep; insanın mevcudâtın hakîkatini bilip hayırlı işler yapmak sıfatı; eşyanın iç ve dış keyfiyetlerinden bahseden ilim; kâinat ve yaradılıştaki ilahî gâye; ahlâka faydalı özlü söz; Hakk'ı hak bilip bağlanma, batılı batıl bilip kaçınma; Allah'a itaat ile salih amel sahibi olma; akıl ve hareketlerdeki uygun Hak emrine mutlak şekilde uymak; Tanrı 246 hakikatini ifade eden dinî, tasavvufî, ahlâkî ve öğretici özlü söz ve benzerleri gibi. Bu çeşitli tariflerde ağırlığı teşkil eden husus hikmet'in dinî, tasavvufî ve ahlâkî hususiyet taşımasıdır. Bir başka deyişle hikmet, İslâmî esaslar içinde kalmak şartıyla, metafizik mes'eleler üzerinde tefekkürdür, İnsanın Rabb'ini bilmesi ve kendisinin âlemdeki yerini ve değerini idrâk edip özlü şekilde ifade etmesidir. Allah ve insan sevgisini gönüllerde yerleştirmeği gâye edinen, Hz. Peygamber'in şeriatına ve sünnetine uymağı telkin eden, insanı kötü amellerinden kurtarmağa çalışan ahlâkî prensiplerdir. Denilebilir ki hikmet, İslâmiyet'in manzum olarak ifadesidir.” (Eraslan: 1983, 154) İlâhî İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türk-İslâm edebiyatının bir kavramı olarak ilâhî, Allah aşkıyla dile getirilmiş her türlü şiire denir. Diğer bir ifadeyle, ilâhî; sûfi şairlerin Allah aşkıyla söylediği dinî ve ahlâkî manzumelerdir. Daha çok Allah'ın varlığını, birliğini, azamet ve kudretini, ilâhî aşkı ve muhabbeti anlatan veya telkin eden eserlerdir. Çeşitli usullerle bestelenip okunan ilahîlerde tasavvuf neşvesi hakimdir. Mutlak varlık, yaratılış, rahmet kapısı, kerem denizi, çokluk âlemi, gönül mülkü, cemal şevki ve celal ateşi, aşk, tevbe, gözyaşı, dünya hayatı, terk, fena, mürşide bağlanmak ve manevi zevklere ermek gibi konular işlenir. Bu bakımdan hemen her tekkede, aruz yahut hece vezni kullanılarak ilâhîler yazılmış ve besteli olarak okunmuştur. Bazı tekkelerde farklı isimlerle anılsa da özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır: a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin, Mevlevi tekkelerinde zikir ve semâ sırasında okunmak üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri okuyan kişilere âyinhan adı verilir. b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî eşliğinde okunan ilâhîlerdir. c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin eden ilâhîlerine verilen addır. Bunlar vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) nefeslerle telkin ederler. Bektâşiler, na’t ve Hz. Ali medhiyesini de nefes olarak isimlendirirler. Nefesler, gazel ve koşma tarzında heceyle yazıldığı gibi, aruzla yazılanları da vardır. Bektaşi tekkelerinde daha çok âyin-i cemlerde saz eşliğinde okunur. d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında bir veya iki zâkir tarafından okunan ilahîlerdir. e. Cumhûr: Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere verilen addır. Edebiyatımızda ilahî denildiğinde akla gelen isim Yunus Emre’dir. Onun bir ilâhîsini burada zikretmek mümkündür: İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur Okumakdan ma'nî ne kişi Hakk'ı bilmekdür Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdür 247 Okıdum bildüm dime çok tâ'at kıldum dime Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür Dört kitâbun ma'nîsi bellüdür bir elifde Sen elif dirsün hoca ma'nîsi ne dimekdür Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür (Tatcı: 1997, 148) Devriyye Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine hareketi, bir şeyin etrafında dolaşma, bir memleketin her tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine teslimi, askerî bölük veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması, zaman ve asır gibi anlamlara gelir. Kelime tasavvufta iki farklı anlamda kullanılmaktadır: Bunlardan ilki, bazı tarîkatlarda dervişlerin dönerek icrâ ettikleri zikir ve semâ’ı ifade etmektedir. İkincisi ise, varlıkların Hak’tan gelişini ve tekrar ona dönüşünü açıklayan tasavvufî bir nazariyedir. Esâsen semâ ve devrân da Hak’tan gelip ve yine O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devran mefhûmuyla ifade edilmektedir. Devir düşüncesinin bir izahı şöyledir: “Başlangıçta mutlak varlıktan ayrılan ilâhî nur, sırasıyla “akl-ı küll” (taayyün-i evvel), “ukûl-ı tis’a”, “nüfûs-ı tis’a”, “tabâyi-i erbaa” (dört mizac), “anâsır-ı erbaa” (toprak, hava, su ve ateş) ve oradan da toprağa kadar inmiştir. İşte bu merâtib, “mebde” (başlangıç) veya “kavs-i nüzûl”dür. Akl-ı kül, yaratıcı kudretin aktif kâbiliyeti olup “nefs-i kül” denilen pasif kâbiliyeti meydana getirmiştir. Akl-ı kül ve nefs-i külden “eflâk-ı tis’a” (dokuz gök), “tabâyi-i erbaa” (dört mizac) ve “anâsır-ı erbaa” meydana gelmiştir. Eflâk-ı tis’a ve anâsır-ı erbaanın birleşmesinden cansızlar, bitkiler ve hayvanlar meydana gelmiştir. Bu oluş içerisinde insân en son ve en mükemmel varlık olduğundan, en yüce mertebede yer almaktadır. Bu nedenle insân, en son durak kabul edilmiştir. Bütün bu mertebelerden sonra toprağa inmiş olan ilâhî nur, aynı sırayı takip ederek topraktan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insâna ve insândan da insân-ı kâmile geçmek sûretiyle, ilk geldiği yere, yani mutlak varlığa ulaşır. Bu ikinci devreye “maâd”, “suûd” (son) veya “kavs-i urûc” denilmektedir.” (Kemikli: 2004, 47) Devriyeler işledikleri konulara göre ikiye ayrılmaktadır: Bunlardan dünyaya gelişi (kavs-i nüzûl) anlatanlara ferşiyye, insanın ahlâken olgunlaşarak hakîkate ermesini (kavs-i urûc) anlatanlara ise arşiyye adı verilmektedir. Ferşiyyelerde mutlaktan ayrılarak âlem-i süflîye geliş; arşiyyelerde ise dünyadan tekrar yüce âleme doğru yapılan seyâhat anlatılmaktadır. Üsküdarlı Hâşim Baba (ö. 783/1371)’nın Devriye-i Ferşiyye’si ferşiyyelerin; ünlü mutasavvıf ve şâir Niyâzî-i Mısrî (ö.1694)’nin Devriye-i Arşiyye’si de arşiyyelerin en tanınmış örnekleridir. 248 Yunus Emre'den Bir Devriye Örneği Ey kardeşler ey yâranlar sorun bana kanda idim Divanlar dinler isen diyivirem ezelî vatanda idim Evvel dilimdeki budur Tanrı bir rasûl Hak'dürür Anı böyle bilmez iken bir aceb gümânda idim Kalû belâ dinilmeden tertip düzen eylenmeden Hak'tan ayru değil idim ol ulu dîvanda idim Eyyub ile derde esir inledim ben çektim ceza Belkıs ile hem taht üzre mühr-i Süleyman'da idim Yunus ile balık beni çekti demeye yuttu beni Zekerriyya ile kaçtım Nuh ile tufanda idim İsmail'e çaldım bıçak bıçak bana kâr etmedi Hak beni âzâd eyledi koç ile kurbanda idim Yusuf ile bir kuyuda yatdım bile çektim ceza Yakub ile çok ağladım bulunca efganda idim İsa ile Musa ile sürdüm çıktım Tür dağına İbrahim ile Mekke'ye bünyad bırakanda idim Mi'rac gicesi Ahmed'in döndürdüm arşda na'linin Üveys ile öründüm taç Mansur'la urganda idim Ali ile saldım kılıç Ömer ile adi eyledim On sekiz yıl Kaf dağında Hamza'yla meydanda idim Yunus senin âşık canın ezelî âşıklar ile Allah'ın dergâhında cevlân-ü seyranda idim Gülbank Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına gelir. Terim olarak, tekkelerde ayinlerde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makamla okunan dualara denir. Gülbanklar, yapılacak işin hayırlı, uğurlu olması veya sağlık, esenlik dileğiyle ve kalıplaşmış bir ifade tarzıyla Allah'a yalvarıp yakarmayı dile getiren dua metinleridir. Osmanlı cemiyet hayatında çeşitli toplantılar yanında dinî törenlerde, özellikle tarikat âyinlerinde okunan birbirinden farklı gülbank metinlerinin en belirgin vasfı, dualar gibi seci ve iç kafiyelerin de yardımıyla 249 ve belli bir eda ile yüksek sesle okunmaya elverişli melodik bir yapıya sahip bulunmalarıdır. Gülbankler, genellikle bitirilen işin ardından gülbank çekmekle görevli kişi tarafından okunur. Tekkelerde doğum, ad koyma, sünnet olma, mektebe başlama, tarikata giren yeni dervişe arakıyye giydirme, evlenme gibi törenlerde ve cenazelerde bir şeyh veya hoca efendi tarafından gülbank okunurdu. Mevleviyye, Bektâşiyye ve Halvetiyye'nin bazı kollarının yanı sıra Yeniçeri Ocağı'nda da gülbank okunması yaygın bir âdetti. Fütüvvet ehli esnaf arasında yapılan yâran toplantılarıyla çıraklık, kalfalık, ustalık gibi esnaf teşkilâtı merasimlerinde de gülbangin önemli bir yeri vardı. Abdulbâki Gölpınarlı Mevlevi Âdab ve Erkanı isimli kitabında Mevlevi gülbanglerine de yer verir. Onlardan bir tanesi şöyledir: "Vakt-i şerîf hayrola, hayırlar fethola, şerler defola. Allâhu azîmüşşân ism-i zâtının nûru ile kalbimizi pür-nûr eyleye. Demler safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i İmâm-ı Alî; hû diyelim, hû!" Menâkıbnâme Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet anlamına gelir. Terim olarak, din büyüklerinin manevî hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder. Menâkıbnâme ise, bir velinin hayatının çevresinde oluşmuş menkabe veya kerametleri anlatan eserlerdir. Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır. Bunlar; 1. Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve manevî kuvvetlerini konu edinen destansı eserler. 2. Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler. Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı gazavatnâmeleri birinci grubun içerisinde değerlendirmek mümkündür. İkinci grup eserler ise, iki çeşittir: 1. Biyografik menâkıbnâmeler 2. Derleme menâkıbnâmeler Biyografik menâkıbnâmeler, konu edilen velîlerin devrinde yahut çok kısa bir zaman sonra kendisiyle aynı çevrede yaşayan kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Bu türden eserlerde, velînin doğumu, yetişmesi, şeyhliğe geçmesi, çeşitli faaliyetleri ve vefatı bir irtibat dahilinde anlatılır. Derleme Menâkıbnâmeler ise, velînin ölümünden uzun bir zaman sonra yazılmış olan eserlerdir. Bu eserler, ayrı ayrı kişiler veya velînin takipçileri tarafından yazılır. 250 Resim 10.2: Yahya b. Bahşı’nın Emir Sultan’ı konu edinen Menâkibü’l-cevâhir adlı eserinin başlangıcı. Kaynak: Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mehmet Efendi Bölümü, No: 4559. Mevlânâ’nın menkabevî hayatını anlatan eserlerden birini inceleyiniz. Hacı Bektaş Velî Menâkıbnâmesi’nden: “Andan Horasan erleri Bektaş’ın ününü işidüp huzuruna vardılar. Velâyetinüz nerden gelür didiler. Hünkar eyitti velâyetimüz iki cihan serveri Hazret-i Muhammed yolağındayım. Şîr-i Rabbü’l-âlemin İmâm Ali’nin sırrındayım. Kerâmet, velâyet, kudret Hak Telâlâ’dan bize mirasdur. Velâyete düçar olan ol Şîr’in borçlu iken devesinü satın alıp girüsün girü viren benim. Erenler hep birlikte eyittiler. Siz Şahın sırrınu işler isenüz onun nişanlarundan bir nişan kim gösteresüz, görelim. Pes Hünkar Veli ol mübarek sağ ilen açup ayasında yeşil beni nişan gösterdi. Onlar eyittiler. Ol Şah-ı Ali’nin kutlu alnında da bir ben nişaneydi. Pes Hünkar mubarek alnını açup gösterdi. Anlar dahi birlikte Bektaş'a teslim oldular. Horasan pirleri toplanup sual ettiler. Bu zamanda mürşidimiz kimdür? Bektaş eyitti, eğer sizden biri susam üzerinde seccade salar ise piriniz ol kişidür. Onlar dahi bunu göze alamadılar. Pes ol kutb-ı cihân Hazret-i Hünkâr kaddesallahü sırrahü’l-azîz dest edüp ol seccadeyi eline heman alup Bismillah, bi-emrillah, kudretullah deyüp susam üzerine saldu. Kudretullah emri üzerine seccade öyle kim boşlukta durdu. Hünkar seccade üzerinde Hak Teâlâ’ya namazın eda eyledi. Kerametin gören Horasan erleri toplaşup gelüp Hünkâr’ın pirliğin tasdik ettüler. Hünkar Hacı Bektaş Veli kaddesallahü sırrehü’l-azîz, ömri müddetinde bir gün nefsine uymadı. Kimsecikler bir ayıbın görmedi, duymadı. Taharetsiz, abdestsiz bir gez yere ayak basmadı. Hünkâr’a babası yerini virdiler. Ol pir kabul itmedi. Sultanlığı emmisi Hasan’a virdiler. Ol dahi Muhammed Sani oğludur…” Kaynak: Daha geniş bilgi için bk. Baki Yaşa Altınok, “Hacı Bektaş Veli Hakkında Yazılmış Bir Menâkıbnâme…”, Hacı Bektaş Veli Dergisi, sy. 27 (Ankara 2003), s. 177-194 251 Özet Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilmek. İslâm toplumu içinde ortaya çıkan tasavvuf, insanın nefsini arındırması ve olgun ahlâka sahip olmasını sağlayan bir disiplindir. Bu ise, öncelikle insanın kendini tanıması, çevresinin ve diğer varlıkların farkına varmasıyla mümkün olacaktır. İnsanın kendi iç alemini tanıması, evreni tanıması ve bütün bu varlıklara hayat veren Allah’ı isim ve sıfatlarıyla idrak etmesi, sanatçı kişiliği besleyen hususlardandır. Her şeyden önce sanat, yalnızlık ve derin düşünceyle beslenir. Tasavvuf bu anlamda sanatı besleyen en önemli kaynaklardan birisidir. Tasavvuf düşüncesinde murâkabe ve müşâhâde gibi bilgi edinme yolları vardır. Bu yollarla edinilen bilgiler, keşif, vâridât, tecelli, sünûhât ve ilham gibi kavramlarla ifade edilen çok özel bilgilere dönüşür. Bu bilgiler, tecrübeyle elde edilen öznel bilgilerdir. Bu ise, sanatta aranan bir durumdur. Sanatkar, sezgisi, hayali ve ilhamıyla eserini anlamlı hâle getirecektir. Ancak bunu yaparken tasvirlerinde ve konuyu aktarırken kullandığı dilde çok özneldir. Dolayısıyla tasavvuf, zikredilen bilgi kaynaklarına ilişkin görüşünün yanında, kendine has diliyle de şairleri etkilemiş ve edebiyata yön vermiştir. Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak tekke hayatı hakkında bir değerlendirme yapabilmek. Tasavvufun düşüncesi zaman içinde gelişmiştir. Fetihlerle genişleyen İslâm coğrafyası içerisinde değişik kültürlerle karşılaşyan sufiler, bu yeni kültürlerden de yararlanarak zamanla farklı tasavvufî görüşlere sahip olmuşlardır. Böylece tarikat adı verilen tasavvuf ekolleri ve yolları ortaya çıkmıştır. Tekkeler, bu yolların ve ekollerin kurumlaşmış hâlidir. Tekkeler temsil ettikleri yolun ve ekolun usul ve erkanını öğreten kurumlardır. Bu kurumlarda, mürid, sâlik ve tâlib gibi isimlerle anılan öğrencinin, yolun usul ve erkanını öğrenip manevi yolları katedebilmesi için bazı sanatlarla uğraşması telkin edilir. Geleneksel sanatların yanında mûsıkî ve şiir burada öğretilen başlıca sanat dallarıdır. Bu bakımdan hemen her tekke bir yönüyle edebiyat eğitimi veren bir okul gibi değerlendirilebilir. Tekkelerde, yolun kurucu şahsiyetlerinin (pir) veya temâyüz eden rehberlerinin edebi eserleri, haklarında yazılan menkıbeler, tasavvuf düşüncesini öğreten temel kitaplar ve divanlar grup hâlinde okunur. Bu türden uygulamalar da müridin dinleme, anlama, ezberleme ve benzeri metinleri yazma melekesini geliştirir. Böylece her tekkenin kendine has özel bir dili ortaya çıkar. Bütün bu özellikler, tekkeleri tarihi süreç içerisinde edebi hayatın merkezi hâline getirmiştir. Çoğu tekke aynı zamanda bir edebi muhit (çevre) olarak da kültür tarihimizde işlev görmüştür. Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlayabilmek. Tasavvuf edebiyatının temel kavramları, tasavvuf, sûfî, mürid, mürşid, vahdet-i vücûd, devir ve marifet gibi tasavvufî düşünce içerisinde kullanılan tabirlerdir. Bunun yanında, tasavvufî edebi zümrelerin isimleri, tekkeler, buralarda yazılan eserler ve tasavvuf edebiyatında kullanılan türleri de içerir. Bu kavramlar ünite içinde yeri geldiğinde açıklanmış, bazı durumlarda ilgili kaynaklar gösterilmiştir. 252 Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabilmek. Tasavvuf edebiyatında, divan edebiyatı ve halk edebiyatıyla birlikte kullanılan türler olmakla birlikte, özel türler de vardır. Bu türlerdeki ürünler, bazen divan edebiyatının, bazen de halk edebiyatının nazım şekilleri (formlar) kullanılarak yazılmıştır. Bunlar içerisinde en çok kullanılan, hikmet, ilâhî, nefes, devriye, gülbank ve menâkıbnâme türleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Diğer türler ise, ilgili konu içerisinde açıklanmıştır. Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî türlerden değildir? a. Âyin b. Nefes c. Semâî d. Tapuğ e. Durak 2. Tekkede cemaat hâlinde okunan ilâhîlere ne ad verilir? a. Ferşiyye b. Medednâme c. Desturnâme d. Hikmet e. Cumhur 3. Aşağıdaki eserlerden hangisi destansı menâkıbnâmelerden değildir? a. Hamzanâme b. Velayetnâme c. Cenknâme d. Gazavatnâme e. Battalnâme 4. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî zümreler içerisinde değerlendirilmez? a. Bektâşîlik b. Mevlevîlik 253 c. Tâhirîlik d. Melâmîlik e. Halvetîlik 5. Aşağıdakilerden hangisi 15. yüzyılda yazılan tasavvufî-edebî eserlerden değildir? a. Vesîletü’n-Necât b. Hâlilnâme c. Muhammediyye d. Fakrnâme e. Envâru’l-Âşıkîn Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvufî Türler” konusunu yeniden okuyunuz. 2. e Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvufî Türler” konusunu yeniden okuyunuz. 3. b Yanıtınız doğru değilse, “Menâkıbnâmeler” okuyunuz. 4. c Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvuf Edebiyatında Zümreler” konusunu yeniden okuyunuz. 5. d Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf” konusunu yeniden okuyunuz. konusunu yeniden Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Yunus Emre’nin, Divân ve Risâletü’ün-Nushiyye olmak üzere iki adet eseri vardır. Yunus Emre’nin şiirlerinin biraraya getirildiği Divan’ı, Mustafa Tatcı tarafından yeniden yayınlanmıştır. Risâletü’n-Nushiyye ise tasavvuf düşüncesinin ele alındığı bir mesnevi olup, bu da Mustafa Tatcı tarafından yayınlanmıştır. Sıra Sizde 2 Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumladığı eseri, Mizânü’l-Hak’tır. Bu eser İslâm’da Tenkit ve Tartışma Usûlü adıyla, Mustafa Kara ve Süleyman Uludağ tarafından yeniden yayınlanmıştır. 254 Sıra Sizde 3 Birçok sûfi şair, halk edebiyatının nazım şekillerini kullanmıştır. Bu bakımdan onların çoğunu halk şâiri yahut halk âşığı olarak da zikretmek mümkündür. Ancak özellikle Bektâşî şairlerde bu durum daha açık bir şekilde görülür. Bu şairlerden özellikle Kaygusuz Abdal ve Pir Sultan Abdal’ın halk şiiri açısından öne çıktığını görüyoruz. Sıra Sizde 4 Mevlânâ’nın menkabevî hayatını anlatan en önemli eser, Ahmed Eflâkî’nin yazdığı Menâkıbü’l-Ârifîn’dir. Yararlanılan Kaynaklar Artun, E. (2008), Dini Tasavvufî Halk Edebiyatı, İstanbul. Eraslan, K. (1983), Hikmet Geleneği, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, II, Ankara, 153-166. Güzel, A. (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara. Kemikli, B (2004), Dost İlinden Gelen Ses: Tasavvuf Edebiyatı Üzerine Araştırmalar, İstanbul. Kemikli, B. (2003), Oğlanlar Şeyhi İbrahim Müfid ü Muhtasar, İstanbul. Köprülü, M. F. (1993), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara. Tatcı, M. (1997), Yunus Emre Divanı II, İstanbul. 255