ö - Tİ Entertainment
Transkript
ö - Tİ Entertainment
goodbye 안녕 hoşçakal au revoir שָׁ לֹום arrivederci さようなら goodbye שָׁ לֹום خداحافظی до свидания خداحافظی vale وداعا довиждане zbogom farvel αντίο अलविदा despedida auf wiedersehen свидания zbogom selamat tinggal довиждане farvel αντίο selamat tinggal zbogom totsiens lamtumirë अलविदा selamat tinggal довиждане до свидания auf wiedersehen adiós وداعاαντίο ö до побачення slán despedida hoşçakal 안녕 auf wiedersehen adiós au revoir totsiens arrivederci lamtumirë до побачення slán hoşçakal ö さようなら vale 안녕 goodbye وداعا au revoir adiós lamtumirë totsiens 再见 שָׁ לֹום arrivederci 再见 до خداحافظی अलविदा farvel 再见 до побачення ö さようなら bu sayıda: despedida slán hoşçakal 안녕 goodbye Lan’ın Etimolojisine Dair Takrirdir vale وداعا au revoir auf wiedersehen adiós שָׁ לֹום до Hocadan Talebeye (Ahmet Karataş) свидания zbogom lamtumirë totsiens 再见 arrivederci خداحافظی İyi Ol selamat tinggal अलविदा до побачення ö さようなら vale Münhuvat довиждане despedida slán hoşçakal 안녕 goodbye وداعا αντίο farvel Meşihatu Umuru’t-talibine Sual Eyledik auf wiedersehen adiós שָׁ לֹום до Araflardayım свидания zbogom lamtumirë totsiens 再见 arrivederci خداحافظی au revoir αντίο selamat tinggal довиждане अलविदा farvel despedida свидания zbogom selamat tinggal αντίο до побачення despedida auf wiedersehen slán hoşçakal adiós さようなら vale goodbye وداعا 안녕 au revoir שָׁ לֹום arrivederci lamtumirë totsiens İçimizde Kalmasın再见 अलविदा farvel ö Aadem slán hoşçakal Salamat Datang! auf wiedersehen adiós αντίο довиждане Zaman до побачення ö до خداحافظی さようなら vale goodbye وداعا 안녕 au revoir שָׁ לֹום до molakulubu@gmail.com adresine elektronik posta yollayabilirsin. Beğenirsek yayımlarız. Yayımlamazsak beğenmemişiz demektir.* “Okudum, beğendim, ben de yazarım.” veya “Okudum, beğenmedim, daha iyisini yazarım.” diyorsan Dönemde iki sefer çıkar. Çok yoğun olursak çıkmayabilir de. Tasarımı Mola Kulübü üyelerince yapılır. Sebildir. Eşe dosta okutmak, hediye etmek serbesttir. Yayın kurulunda; Halime Çınar | Nebiye Raşit | Nimet Küçük | Şeyma Nur Temel | Şeyma Özdemir | Zeynep Doğan vardır. İşbu fanzin Mola Kulübü’nün bir yayını olup kulüp adına sahibi ve editörü Birnur Bölen’dir. Genel yayın yönetmenliğini Zeynep Demirşen yapar. Mola Fanzin Dergi – beşinci sayı & güz / ikibinonüç “hani o bırakıp giderken seni..” * İkinci sayıda alınan karar gereğince sansürlenmiştir. ᴥ Şimdi tam olarak bırakıp gitmek demeyelim de, mezuniyetimizin yaklaşmasından ötürü -yerimizi daha taze fikirlerin ve dergilerin dolduracağı temennisiylebeş sayıdır başarıyla sürdürdüğümüz yayın hayatımızı burada noktalıyoruz. Kapağa 27 farklı dilde hoşçakal yazdıktan sonra bir de neden bu açıklamayı yapma gereği duyduğumuzu sormayın. Muhtemelen üzüntüden ne yazdığımızın farkında değilizdir. ᴥ Önceki sayımızda ‘Prenses’ masalını ithafıyla beraber yayımlamıştık. Ama gelin görün ki yazarımızın adını yazmayı unutmak gibi büyük bir gaflete düşmüşüz. Sevgili Selime Çınar’dan binlerce kez özür diliyoruz.. ᴥ Eski alimler, hocalarının okuttuğu kitaplarda kitapta yazmayıp da hocaların söylediği şeyleri kitaplarının kenarlarına not ederlermiş. Başına da ‘minhu / hocadan’ diye eklerlermiş. Sonraları bu notlar bir araya getirilip minhuvâtlar oluşturulmuş. Biz de ondan esinlenip değerli hocalarımızdan alıntıladğımız sözleri minhuvat başlığıyla koyduk. Ne’miş bu demeyiniz. ᴥ Meşihat’e sual ettiğimiz bölümdeki fetvalarda, meseleleri muhteza-yı halimize uyarladık ama cevapları aynen fetvalardan aldık. O kadar orijinallere sadık kaldık ki fetvaları, asıl fetva metinlerinde olduğu gibi aşağıdan yukarıya doğru yazdık -ki siz de öyle okuyasınız. Ha bir de, izah mizahı bozar. O yüzden pek çoğunda kinaye bulunduğunu size söylemicez. ᴥ Bugüne bugün tam beş sayı çıkardık ama eksenimizde milim kayma olmadı. Neysek oyuz. Gurur duyuyoruz kendimizlen. Mola K, İlimler ve Sanatlar Merkezi’ne teşekkürlerini sunar.. ‘LAN’IN ETİMOLOJİSİNE DAİR TAKRİRDİR Kalender meşrep, rind edalı Türk erkeklerinin dilinde lan olup, işveli hanımefendilerin lisanında len, Kürt kardeşlerimizin kelamında ise lo’ya dönüşen bu “şey” gibi pek yarayışlı kelime nereden tevellüt edip de kâh kavgalarımızın kâh samimi ehibbâ meclislerinin ortasına gelip yerleşmiştir? İbn Hırto’nun Fârisilere bazı Türkçe argo kelime ve küfürleri öğretmek için kaleme aldığı Eşrefü’l-Kelimât an Lisânı’l-Etrâk kitabından bize nakledildiğine göre bu kelime Orhun Yazıtları’nda geçmektedir ve hikayesi şöyledir: Kışlağa gitmek için hazırlanan bir Türk boyunun beyinin rakip boyun da geleceğini öğrendiği vakit “Sen gelme lan ayı!” deyû feverân ettiği geçmektedir. (Aslında bu cümlenin son iki kelimesi yazıtlardan muhafazakâr Türk entelijansiyası tarafından jiletle kazınmıştır. Fakat bu vakıadan evvel yazıtları yazıya geçiren, her şeyleri bilen Rus müsteşriklerimiz sayesinde biz bu malumata sahibiz. ) Hatta iki boy arasında çıkan kanlı çatışmalarda sadece bir bebeğin sağ çıktığı ve onun da kurtların emzirip yetiştirdiği Alp Er Tunga olduğu menkûldür. Öte yandan bazı etimologların bizi behredâr ettiği kadarıyla lan kelimesi Fransızcadan dilimize gelmiştir. Huberânın bize bildirdiğine göre La Fontaine’de de bulunan ve belirlilik takısı olan “La” eki, “Lö” diye okunuyor olup Türkçe’de istifra efektine mümasil bir ses olduğundan tahfif edilerek “La”ya, oradan da bu çok kısa oldu, sonuna bir şey ekleyelim deyip “Lan”a tağyir edilmiştir ve seyyahların özellikle Edmondo de Amicis’in marifetiyle İstanbul Türkçesi’ne yerleşmiştir. Yani ki şehirli, elit bir kelimedir. Bazılarına göre ise son zamanlarda la şeklinde istihdamı sıkça karşımıza çıkan bu kelimenin kullanımında aslına rücû yaşanmaktadır. Zira ki bazı dilbilimcilerin ifade ettiğine göre bu nadide kelime la notasından tevellütlüdür. Tanzimat’la gelen Batı’ya haset ve gıpta rüzgârlarıyla Klasik Batı Musikisi meşkine başlayan Fortik Paşa’nın marifetiyle dilimize yerleşmiştir. Sevdiği bir şeyi bırakmayan, begayet bağnaz olan Fortik Paşa, Matmazel Kokolya’dan aldığı şan dersleri sırasında la notasının ses rengine pek bir tutulur. Hatta üftadeliği o dereceye varır ki pek muhterem zevcesine hem latife olsun hem de bu notanın tedribini, mümaresesini yaparım düşüncesiyle âvâzının son hududunda la diye seslenivermiş. Zevcesi hanımefendinin de pek hoşuna giden bu latifeden sonra la diye ünlemelerini mutadı haline getiren Fortik Paşa’nın karşı konaktaki komşusu Möyittin Paşa bu ünlemelerden rahatsız olmuş ve şikayet maksadıyla azm u kasd u cezm ederek Fortik Paşa’nın karşısına efelenmek için çıktığı bir vakitte, musiki bilgisinin sıfırın Lan altında olması dolayısıyla dil sürçmesi ile notaya “lan” dediği zaman cümle konak gülmekten yere yıkılmış ve hatta krizin şiddetinden ve sadme-i kalbden olsa gerek hüddamdan iki kişi Zeynep Kamil Hastanesi aciline taşınmış. Yaaa çok gülenin sonu! Neyse efendim bu bahs-i dîger, geçelim mevzuya. İşte halk arasında da o gün bu gündür vakarı, ağırbaşlılığı, zühdü ve ilmi ile maruf ve meşhur Möyittin Paşa’nın düştüğü komik hal, cahilliğinin nişanesi olarak darb-ı mesel olup anlatılagelmiş. Halk muhayyilesi bu efendim, isimler akılda kalmaz da olaylar kalır. Unutulan isimlerden sonra kavgalarda “laaaan!” diye efe efe ünlemek adet olmuş. Ya da iddialara göre 18. yüzyılda İstanbul’a yerleşen Tayvanlı aktör Houn Shin Len’in saray kadınlarının gönlüne taht kurmasıyla başlar bu kelimenin serüveni. Sabah ve akşam muhabbetlerinin, beş çaylarının, altın günlerinin, kısır partilerinin asli konusu haline gelen Len’in ismini çokça duyan lakin evsâfı ve keyfiyyeti hakkında hiçbir malumata sahip olmayan devletlü, haşmetlü hünkarın Len demeyi pek bir hafif bulup haşmetinin ve azametinin nişanesi olarak a’yı e yapmasından mütevellit “Kim bu Lan?” diyerek celallenmesiyle kullanılmaya başlanır. Ve son olarak elde edilen verilere göre bu nadide kelime internetin ve modemlerin hayatımıza girmesi ile istimal olunmaya başlanmıştır. İnternetin mutad olduğu üzere naz ü işve vü istiğna ile kendini ağırdan sattığı bir demde galeyana gelip TRNET Müşteri Hizmetleri’ni arayan bir kullanıcıya tevcih olunan “Efendim lan ışığınız yanıyor mu?” sorusu mukabilinde kısaltmalar neticesinde lan ışığı > lanşık > lanş > lan gibi bir seyir izleyip hususen gençler arasında en kısa şekli ile kullanılmaya başlanmıştır. Bu kelime hakkında tarihi vesikalarda ulaşılan malumatlar mahdud olmasına rağmen yılmayıp ve dahi hicab duymayıp bu kelime hakkında bitirme tezi hazırlayarak bunu ilim dünyasına armağan eden pek sevgili ve kıymetdâr dostum K.Ç’ye sonsuz şükranlarımı arz ederim. Edit 1; Aman derim fazlaca kullanmayın bu kelimeyi. Cısss. Biber sürerler yoksa dilinize. Edit 2; Ayrıca meraklısına söyleyelim efenim. Bu kelime oğul>oğlan>lan şeklinde etimolojik bir seyir izlemiştir. Mesele bu kadar basittir. Metinde geçen şahıs ve olaylar tamamen hayal ürünü olup mütehayyile, müfekkire, vâhime, musavvire ve sair feyezanı mukabil mahallerin vüs’atine dâldir. *** Hocadan Talebeye Yard. Doç. Ahmet Karataş Millet ders çalışırken sen kantinde arandın Feysbuk’ta twitır’da el âleme yarandın Aynalarla dost oldun, saatlerce tarandın Geldi sınav zamanı sızı indi mideye Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye :) *** Hoca makale verdi, “oku” dedi bakmadın Derste ne söylediyse dinlemedin, takmadın İki satır not olsun o kafana sokmadın :) Şimdi vakit daraldı yaşlar doldu dîdeye Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye *** Cigara tüttürürken nutuk atmak kolaydı Senin için her boş ders “muhteşem bir olay”dı Biraz da talebelik yapsaydın ya n’olaydı Servi gibi endâmın döndü bodur iğdeye Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye *** Koca bir dönem geçti, yalan oldu o demler “Nesîm-i nev-bahâr”lar, sâkiler, câm-ı Cem’ler BİM poşeti dolusu fındık fıstık bademler Gömülürken güzeldi kavurmalı pideye :) Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye *** Hadi neyse üzülme büt’ü de var bu işin Çanı var, eğrisi var, sen biraz daha şişin Muhallebi yemekle kırılmazdı ya dişin Kim dedi sana yavrum kara taşı ye diye Geçti Bor’un pazarı sür eşşeğin Niğde’ye... İyi Ol Pınar Özge Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetiştiremediniz, olmadı. İthal ideolojilerde boğulmuş fikirler, ölü hareketlerde yitirildi gençlikler... En ileri gideniniz dahi bir arpa boyu yol aldı, geçmişe saplandı fikriyat, geleceği göremedi hülyalar dahi. Boşu boşuna debelen birkaç adam dışında denizde niceleri boğuldu, debelenenler de dahil … Ödül denilen şey boğulmamak değildi elbet, tüm kötülüğe karşı -dimdik ayakta olamasan da- iyiliğe el vermekti, düştüğün ve düştüğü yerde… İyi ol, iyiliğe katkı ol, el ol, yordam ol, yorgan ol üşüyen masumiyete… Ve ana ol doğmamış merhametlere… منهوات Soruyu doğru sormazsan kesinlikle doğru cevap alamazsın. Ama soruyu doğru sorarsan en azından doğru cevap alma ihtimalin olur. İlhan Kutluer Mesleki formasyon bir erdemdir, bunu ihmal etmeyin. Ömer Türker Başarılı olanlar çalışmasını değil, dinlenmesini bilenlerdir. Bekir Kuzudişli Sonsuzun yanında insan ömrü sıfıra yakın bir değer ifade eder. İlhan Kutluer Zihin karışmazsa dibi tutar. Mehmet Toprak Klasik metinlere inmezseniz popüler kültüre ansiklopedik bir renk katmış olmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. Nedim Tan Kapı danası öküz olmaz. İlim gurbet ürünüdür, kendi vatanında hizmet yapamazsın. İsmail Lütfü Çakan En büyük hocaların kitapları öğrencileri tarafından yazılmıştır. Hoca kitap yazmaz, yazarsa değeri kalmaz. İsmail Taşpınar Tasavvuf dersi nafiledir ama fuzuli değildir. Nedim Tan Türk kahraman tipolojisi Alperen’dir. Alp: Yiğit. Eren: Evliya. İlhan Kutluer Akıl geçtiği yollar hakkında konuşur. Hasan Elik Fenn-i galibimiz neyse olaylara öyle bakarız. Nedim Tan İ Sınanmamış erdem erdem midir? Farkında olunmayan ahlak ahlak mıdır? Ömer Türker Kuranın bütünü parçalarından fazla bir şeydir. İlhan Kutluer Takıntı senden enerji çalan şeydir. Nedim Tan Kitabı okuduğunuzun işareti bazı cümlelerin altını, bazı cümlelerin üstünü çizmenizdir. Üstünü çizmediğiniz kitap sizi okumuş demektir. Hasan Elik İnsan türünün mensubu olmak müthiş bir şey. Ömer Türker Bir sözü söylemenin bin türlü yolu vardır. Bir adama öküz dersin alınır, tosun dersin sevinir. Bekir Kuzudişli Haklılık payı sözüne aldanma, her fikir kendi içinde hakldıır. Nedim Tan Sorununuz Cennete girmekse kocakarı ahlakıyla kurtulabilirsiniz. Ama dünya ne olacak? Bu çok cüce bir fikirdir ahlak açısından, yüce değil. İlhan Kutluer Hocalık demek konuyu dağıtıp dağıtıp en sonunda toplayıp anlatacağın yere getirmektir. Süleyman Derin Bedenin sağlığı da erdemler arasındadır. Ama bu gaye haline geldiğinde ruh olgunlaşmaz. Ömer Türker Lügat manasıyla alacak olursak en büyük mücahit karıncadır. İlyas Çelebi Merak bilginin önşartıdır. Murat Sülün Bizim en temel içgüdümüz anlam arayışımızdır. Bir işe yaramıyorum ben desen de, eğer bu dünyanın anlamsız olduğu düşünseydin kafana mermiyi sıkardın. İlhan Kutluer Tasavvufun eğitimdeki asıl prensibi, üzüm üzüme baka baka kararır mantığıdır. Nedim Tan Diziyi delil gösterme bu çağın alametlerindendir. Adama bir şey diyorsun, ‘ama dizide böyle değil’ diyor. Şeri delil olmuş. Kitap, sünnet, icmai ümmet, kıyas, dizi! İsmail Taşpınar el-Cevab: Vâcib gelmez, müstehabdır. Mesele: Zeyd-i müslim ihtiyârî bir ders alır, ba’dehu tahtâniden aynı dersi ama üstâz-i gayrisinden alırsa devâm vâcib gelir mi? el-Cevab: Hâli üzere ibkâ olunur. Mesele: Zeyd-i müslim Mütûn-ı Osmâniyye-i Klâsikiyye dersini alır, ba’dehu imtihân-i nihâiyyede muvaffak olamayıp der-akab ikmâle kalırsa âkıbeti ne olur? el-Cevab: Dört yıl tamam oldukda kâdirdir. Mesele: Ekseru’l-ulemânın diline pelesenk ettiği “Külliyye-i ilâhiyata rabt eylesen himârı, ider imiş taharruc” kelam-ı meşhuru fehvasınca bağçe-i ilâhiyyatta rast gelinen himâra fetvâ sordukda, ol himârın iftâsı câiz midir? el-Cevab: Lâzımdır, avluları dahî ayrı olmak lâzımdır. Mesele: Bu sûrette işbu cinseyn aynı kaldıraçta sâkin olmaktan imtina' eyleseler, her birine müstakil kaldıraç lâzım olur mu? el-Cevab: Maraz-ı hâcette câizdir. Mesele: Ol vechde tabela-i erkama îsâle kâdir olamayan Zeyd’in rakam-ı tıbâkını Hind’e söylemesi câiz midir? el-Cevab: Fi zemâninâ itmez. Mesele: Zeyd-i müslim Hind-i müslimeyle müştereken kaldıraça bindikde “beyin”lerinde sütre olmakla iktifa edilse, halvet tahakkuk ider mi? MEŞÎHATU UMÛRİ’T-TÂLİBÎN’E SUAL EYLEDİK el-Cevab: Ne'ûzübillâhi te'âlâ, mümkün müdür. Mesele: Mu’zam-ı talebesinin cins-i latîften teşekkül ettiği Külliyye’de kantinin cinslere göre nisfî nisbette ayrılması vâkî olmuştur. Ol vech ile vâki' olan firkate muârızan, Hind-i bî-günâh cins-i münâfînin tarafına tevcih olup cülûs eylese câiz midir? el-Cevab: Müslim olan öyle eylemez. Mesele: Zeyd-i müslim imtihânda iltifât-ı nazar ile zemîlinin imtihân kağıdını ayni surette tab’ eylese veyahud zemîliyle mükabele-i nüsah eylese veyahud telefon-i zekiyyeden ve sair edevâttan iltikât-ı ma’lûmât eylese şer’an ne lazım gelir? el-Cevab: İâde lâzım değildir, amma gayet münkerdir. Mesele: Zeyd-i na’sana esnâ-i derste bi-gayri özrin nevm galebe çalsa iâde-i ders lazım gelir mi? el-Cevab: Tevbe ve istiğfar lâzım olur. Mesele: Esâtizenin durûs-i felsefiyyatı ref’ kararına ‘Felsefe isterük’ diyen talebeye ne lazım gelir? el-Cevap: Olur, berhudâr olsun. Mesele: Zeyd-i müslim, halfinden gelen Hind-i müslimeyi kapunun debmesini men içün kapuyu tutsa, caiz olur mu? MEŞÎHATU UMÛRİ’T-TÂLİBÎN’E SUAL EYLEDİK Araflardayım Melikşah Polat Çok değil, ikibin’den tam olarak oniki sene sonra, Samim’in düşü mü hayâle evirilmiş yahut hem hayâl hem düşü gerçeğin bir parçası mı haline gelmişti, onun bu hâletine düşün büyüsünü bozarak müdahale etmesinden hemen hemen iki gün sonra, hayâl kırıklığı mı hayâlin peşinden koşar, gerçekler mi hayâlin peşinde koşmayı yeğler yahut hem gerçekler hem hayâl, gerçek bir hayâl kırıklığını mı dikte eder, ikirciklendiği zaman bilincinden altı buçuk saat kadar öncesi; dalgın, baygın, lâkayt, havai, bakar kör, dikkatsiz, çala yürüyordu ki parke taşlarını aşındıra eskite, yaşlı kitapçı Âkif amcanın sükûnet taşıyan bulutların çepeçevre kuşatıp gölgelediği, mistik yüklü bir havaya bürünmüş dükkânının kapı eşiğinde soluğu almıştı. Ortalıkta kendisiyle hasbihal edercesine esip gürleyen sert bir rüzgârın etkisine kapılmış. Dikkatini toparlamasına mahal bırakmamıştı. Son zamanlarda zihninin dağınıklığını gideremiyor olacaktı ki, gözleri önünde, ayaklarının ucunu seyre dalmış bir halde, etrafında hareket eden nesne ve öznelerin uğultusunun kulağını çınlatıyor olmasının farkında bile değildi. Can sıkıntısının iniltisi kulağını tıkarcasına yüreğinde depreşip duruyor. Serseri mayın gibi feveran eden kalabalığın arasında yitip gitmeyi arzuluyordu. Özlemi olmayan bir dünyanın kucağına doğmuş bahtsız o çocuklar, zihnini kurcalayıp deşeliyordu. “Özlemek dedim ya Süveyda! Bugün insanlar özlemek nedir bilmiyor. Arzuladıkları zaman anında ulaşabiliyorlar sevdiklerine. Görebiliyorlar. Seslerini duyabiliyorlar. Anlık yazışabiliyorlar. Biz ise yıllarca mektuplaştık. Günlerce mektubunu bekledim onun. Hâlâ saklarım o mektupları. Kavuştum dersin ona mektup yazarsın mektubunu okursun sonunda ona dokundum dersin zannedersin. Okurken sesini duymazsın, hatırlarsın. Suretini gözünün önünde canlandırırsın gerçek sanırsın. Sonra silbaştan bir daha okursun. Aşk işte bu. Sonra unutmak hiç istemezsin. Bir yerlerde dursun istersin hep. Kalbinde mi, aklında mı? Bi yerlerde işte. Yeni neslin gençliğinde özlem gelişmemiş, duygular ham. Sen olgunlaşmamış karpuzu yiyebilir misin? Ham yeşil elma yenir mi hiç? Duygularını, ilk primat topluluklar gibi işaretlerle ifade ediyor. Ters parantez, düz çizgi kullanıyor. Kelimeleri bile kullanmaz oldu gençlik. İçinde bir özlem bir hasret belirmeyegörsün, çat telefon. Yahu bir olgunlaşsın, dur hele, biraz sabret. Yook. Özlemeye fırsat bırakmıyor ki. Tatminsiz, doyumsuz abes bir gençlik böyle yetişiyor işte. Teknoloji nimetmiş gibi gözükse de, son tahlilde bunun acı bir bedeli vardır. Dünya gerçekten oyun gibi. Hep oyunun sonunda anlarsın, elindeki oyuncağın oyunun bir parçası olduğunu. İşte bu yüzden belki de, bolca kitap okumak, bolca yalnızlık ve âşık olmak lazım.” Olamaz dede! Olmamalı, neden, nedeni yok, büyük bir nedensizlik hali; var, olmalı, bir nedeni olmalı, nedensiz olamaz, olamaz hiçbir şey, sen, sen ol, bir neden, nedensiz olamaz. “Güzelim, Akif amcaya uğrar mısın gün içinde. Kitap verecekti, onu alır mısın?” (Mesaj alındı) Maşuku tarafından terk edilen genç kızların trafik kazalarında hayatlarını yitirdiklerini, bir gecenin karanlığında ansızın hıçkırıklarla boğulup gittiklerini, sarp kayalıklardan keskin yamaçlardan hırçın sulara düşüp parçalandıklarını, buna benzer şeyler hayal edip düşler, sonra bunların kendi muhayyilesinin ürünü olduğunu aklına getirir ve irkilirdi. Kimi zaman yatağına gömülür yorganı başına kadar çeker, kimi zaman ise yorganı başından kaydırır, orada o an, sessizce sessizliklere sessizliğin o dipsiz derinliklerine dalıp gözden yiterdi. Sabahın o alacakaranlığı başını döndürür, geceden nasıl olup da sağ çıkardı bilemezdi. Nasıl olup da nefes alıp verişlerine şahit oluşuna akıl sır erdiremezdi. Sessizlik, yalnızlık, hiçlik, kırgınlık, küskünlük, bulanıklık, delilik, kendini bilmezlik birbirini besleyerek öylece uzanıp uzayıp giderdi, geceler, geceler ve günler boyu, hiçbir şeyi değiştirmeksizin, şarkılar söylemeden, şiirler mırıldanmadan, gitarından uzak, öylece orada durmuş, kalmış, kendi benliğinde, kendi kendiliğinde yitip gitmiş olarak, öylece, öylece, öylece ve öyle… anneciğinin öpücükleri, abisinin gülücüğü, babacığının makasları öylece orada durup kalakalırdı. “Tamam. Uğrayabilirim. Yolumun üzeri zaten.” (Mesaj iletildi) İnsan, an gelir kasavet bulutlarının üzerine çiselediğine tanıklık ederdi. An gelir, kaçmak ister, geride kalanlara nazar etmeden, yığın yığın, istif istif insan kalabalıklarının habis suratlarından, yüce, kusursuz bir mehabete sığınmayı dilerdi. An gelir, işbu usanmışlığın çehresini hafakanlığın o pervasız müşkülatıyla tedarik ederdi. Süveyda için bu pervasız müşkülat, çoğu zaman kitapların kahrını çekmek olurdu. “Merhaba, Âkif amca, nasılsın?” “Hoş geldin canım. İyiyim dersem inanmış gibi yap; ama bana belli etme olur mu?” “Peki, şu an inanmış gibi yapıyor, lâkin belli etmiyorum.” “E, ne yapıyorsun Süveyda görüşmeyeli, hayat denilen şu fantezinin içinde var olduğun bu zaman diliminde? Ânı mı geçmiş çılgın bir kalabalığın ortasında yaşıyorsun, başkalarının anılarını mı parçalı bulutlu gökyüzünün gölgeliğinde yaşıyorsun yoksa arkanda anı yürüyorum. Bezgin, bıkkın, ılık, pis bir bırakmadan mı yaşıyorsun?” rüzgâr ıslık çalıyor. Kent kaldırımlarında “Amca, aslında ben okula gidiyordum. üçbeş ağacın salkım gibi sarkıttığı Samim kendisi için sana uğramamı yaprakları kendini rüzgâra teslim etmiş istedi, kitap verecekmişsin sanırım. öylece duruyor. Gözlerimi yalnızca Ayrıca ben, ‘anılar gidince ruh da gider’ benim bildiğim bir noktaya dikmiş diyenlerdenim, ‘A Moment to yürüyorum. Dinli dogmalarla dinsiz Remember’ filminde olduğu gibi…” dogmaların göbeğinde sıkışıp kalmışım. “…” Şaşırıyorum hâlime. Sırtımda çantam. “Konuşsam ne çare! Gelişigüzel düşünüyorum. Konuşmasam vicdanım Dağ başlarında avare müsaade etmiyor,” Ağlamak ile ömür dolaşmayı arzuluyorum. dermiş ya eski zamanın geçmiyordu; saatler, Kent sokaklarında avare müteessifleri. Bu söz arşınlayarak hakikatle benim için de söylenmiş. dakikalar, saniyeler, ân. temas imkânını kaçırdığım Aklım başımda değil mi zehabına kapılıyordum ne? Hatıraların buğusu Gülmek ise gerçekten çok çoğu zaman. Ve zihnimde tütüyor. Benim sıkıcı, boğucu, sıradan. yürüyorum. Ağlamak mı bile bilmediğim sebepsiz istiyorum için için, gülmek bir muammanın mi kahkahalara etrafında dolanıyorum. boğulurcasına? Ârâf’lardayım. Ağlamak Eril egosantrik yoz fikirler beynimin içini ile ömür geçmiyordu; saatler, dakikalar, kuşatmış, ama fethedememişti beni. saniyeler, ân. Gülmek ise gerçekten çok Yeryüzünün efendibeyleri çıldırmış sıkıcı, boğucu, sıradan. Etrafımda olmalılar. Kadın türü, hiç bu denli George Orwell’in o trajikomik masum, hiç bu denli korunaksız, hiç bu romanlarını anımsatan bir yığın insan. denli çilekeş, hiç bu denli evrensel bir Ve gülüyorlar, durmadan, aralıksız. Hep mazlumiyet çağını yaşamamıştı. Adım gülüyorlar, her zaman gülüyorlar, gibi biliyorum. Hiç bu kadar saldırganlık elbette gülecekler, şüphesiz gülmeliler. hedefi haline getirilmemişti. Evet, Gülsünlerdi. Deliriyordum. Ben de çıldırmış olmalılar. Bu işte cinnetten güldüm. Delişmen kahkahalar arasında fazla bir şey var. Yiğitlik ölmüştür artık, ve bir karnaval havasında kendinden ilân ediyorum. Yiğitlik mi?... Sorup geçmeyin. Cevabını da verin. Mitolojide kadına âşık olanlar varmış. Dostoyevski’nin yarattığı karakterlerden “Prens Mişkin” Petersburg’dan Basel’e gittiğinde daha önce hiç şâhit olmadığı bir yaratık görür: Anıran bir Eşek. Eşeğin anırması onu ta derinden etkiler. Müthiş hoşuna gider. Kafasının içindeki hücreler böylece eşeğin anırmasıyla birlikte apaydınlık oluverir. Yüreği cûş-u hurûşa gark olur. Eşek mi? Sorup geçmeyin. Cevabını da verin. Mitolojide eşeğe âşık olanlar da varmış. Konuşmak hiç bu kadar anlam kaybına uğramamıştı daha önce. Nedenini bilmediğim öylesi bir buhran sardı çevreledi dört bir tarafımı. Artık beni kimsenin anlamayacağını biliyordum. Gülmeye mahkûm olduğumu da. Dişlerimin arasına, tam ortasına bir sırıtış konduruyorum. Kalabalığa öylece bakmayı deniyorum. Evet, bana “deli” diyorlar, sanki bunu duyuyorum. Ardından yüreğim Sabahattin Ali’ye kulak kesiliyor. “Aldırma Gönül!” diyor. “Görecek günler var daha!” diyor. Buna inanmak zorunda mıyım? Gerçekten bilmiyorum. “Merhaba Süveyda. Seninle görüşmem lazım. Yarım saat sonra fakültenizin kantininde olurum. Görüşmek üzre.” (Mesaj Alındı) Otobüs Kapıağa durağını henüz arşınlamıştı. Edip Akbayram’ın o çılgın sesi, uzak geçmişle yakın geçmiş arasında mekik dokumuştu onun fantastik olmayan hikâyesinde. Geleceğe olan umudu bir bulantı gibi yeniden belirmişti zihninin bir köşesinde. “Olur tabi ki. Küçük bir işim var. Yarım saat kadar sonra kantinde görüşürüz.” (Mesaj iletildi) (Yarım saat sonrası) “Bana bak, Süveyda!” dedi Ayna. Aynaya yansıyan akis değişti, her bakışta yeni bir dönemin imgesini belli eden berrak bir nehir misali kendi kendinde yankılanmaya başladı, her bakışta daha yeni bir görüntüye dönüyordu ve her seferinde hiçbir sırrı olmayan ince ince tabakalar eriyip yok oluyordu. Ayna: Her şeyden önce, Süveyda iyi bir kızdı, hoş bir kızdı, düşünceliydi, fikirseverdi. Bir sözü vardı. Her şeyden sonra, entelektüel düzeyinin Türkiye şartlarındaki bir aydının entelektüel birikimine karşı kıyas götürmez bir üstünlüğünün olduğunun söylentisi onu tanıyan çok az bir güruh arasında dillere destandır. Hâliyle bu vasfı, onu kibirli biriymiş gibi gösteriyordu. İngilizce, Arapça ve Farsça’yı konuşabiliyordu. Homeros’un destanlarıyla birlikte Klasik Yunanca’ya duyduğu hayranlığını gizleyemiyordu. Rusça üzerinde son zamanlarda yoğun bir uğraşısı var. En büyük arzusu: Dostoyevski, Turgenyev, Puşkin, Gogol, Gonçarov, Gorki ve Tolstoy’un yapıtlarını orijinal aslından okumak. Sıkı bir günlük yazarıdır. Hemen hemen her gün attığı her adımı kırmızı deri kaplı günlüğüne jurnallemektedir. Edebiyatı seviyor, biricik abisi Samim’i ise daha çok seviyordu. “Abi, sen benim tek kelimelik edebiyatımsın!” sözü ailesi arasında meşhurdur. Son günlerde Sartre’a merak saldığı duyumları arkadaşları arasında kulis ediliyor. Sartre’ın “özgürlük yolları üçlemesi”ni üç günde bitirip notlar aldığını en yakın arkadaşı Hümeyra’ya bahsetmiştir. Kendini yalnızca Müslüman olarak tarif etmekle birlikte, egzistansiyalizmin felsefesini merakla irdeliyor. Sevgi, saygı, aşk gibi pratiksel kavramların sirk oyuncularının elinde anlamını yitirmesine çok üzülüyor. Bu hilkat garibeleri ile hukuk önünde eşit olmayı zûl addediyor. Akıl ve mantığa aşırı saygı duyuyor olmakla beraber, beyninin duygusal lobu yüzde ellibir daha ağır basmaktadır. Zira “kadın kadındır en nihayetinde” sözünü bir Perşembe gecesi mehtabın altında, arkadaşı Hümeyra’ya bizzat serdetmiştir. Feminist çevreden sevip hoşgördüğü birçok arkadaşı varbulunmaktadır. Feministlerin birçok algısını da oldukça haklı bulur. Bazı toplumlarda vücut bulan maskülist gösterileri ise gayet olumlu karşılamaktadır. Velhasıl, üniversiteli akranlarının aksine, geçmiş vadeden, gelecekte yaşamayı seven, hiç sıradan olmayan, ilginç, acayip, ender, nadirat ehlinden olan bu kızı daha fazla anlatmamak kelimelerin kifayetsizliğiyle açıklanabilir mi hiç? Süveyda, kendini seyretmeyi bırakıp gümüş işlemeli el aynasını çantasına koymuştu ki, Araf, kantinin kapısında görünüverdi. “Merhaba, nasılsın Süveyda?” “Merhabaa, çok iyiyim, sen?” “Ben ‘nasılsın?’ sorusuna cevap vermek için gelmedim ki hangi ne idüğü belirsiz gezegenin cehennemi olan şu lanet olası dünyaya.” “Aa, ne oldu, neden kızgınsın?” “İnsanı yaratmak neden iyi bir fikir olsundu ki? Hep sorarım kendime. Melekler sırf bu sorunun cevabı için mi itiraz etmişlerdi acaba? İyi bir fikir olmadığı için mi? Hatta iyi bir fikir yürüterek diyebiliriz ki, ‘felsefe hangi soruyla başlamıştır’a melekler cevap veriyordu: Neden insan?” “E tec'alû fihâ men yüfsidü fihâ ve yesfikü-d dimâ? Neden olmasın, gayet mümkün tabi.” “Bazen oluyor, Tanrıyı hiç anlayamıyorum. Önce melekleri daha sonra Tanrıyı iyi anlamak lazım. Ortada –iyi yahut kötü- bir fikir var ve o fikir de insanın ta kendisi. Aslında insanı tanımadan Tanrıyı anlamak ve tanımak mümkün değil. Düşünüyorum da, bu kutsal metinler hakikaten hakikatin ta kendisini barındırıyor muhtevasında. Her ne kadar nesnel gerçekliği olmasa da.” “Nesnel gerçekliğin olmayışı, bazı mitolojik unsurlar içeren ‘darbı meseller’ için geçerlidir, denilebilir. Ancak bazı hikâye edilen anlatıların tarihte nesnel gerçekliği kesinlikle var. Hepten hikâye değil yani. Ancak bunların da gerçekliği var, ama hakikati yok.” “Tarihin sanılan bu tozlu rafları insanın yalnızca çöplüğü. İnsanın hiç de şanlı bir tarihi yok. Dünya tarihi, yani insan tarihi, kan, savaş, sömürü, gürültü ve patırtı. Güçlünün güçsüz karşısındaki ahmaklığı. Darwin’e küfredenler ne derece haklı? İşte bu yüzden tarihiyle övünen insanlara gülüp geçiyorum. Ayrıca ‘boş ver’ deyip geçmek lazım aynanın karşısına geçip. Bu sözü çok seviyorum: Boş ver.” “Allah’tan ki, yine de müstesna insanlar var. Bizim bilmediğimiz nokta da bu olsa gerek. Neyse. Ben de okula gelmezden önce Âkif amcaya uğramıştım. Babanla hiç ilgilenmiyorsun galiba. Bugün daha dertli gördüm onu.” “Onun dertsiz olduğu bir zaman var mı ki, ben hatırlamıyorum. Bu kitabı versem sana mesela, okumadıysan okur musun? Dorian Gray’in Portresi, Oscar Wilde. Ayrıca şu minicik dergiyi de okursan çok sevinirim. Bu mektubu da Sevgili Samim’e verecekmişsin, Kuzenin Melih’in isteği.” “Mektup mu, ne mektubu, bu çağda? Sms gönderseymiş, e mail falan, face?.. Abim evdedir. Bize gidebilir. Ne gerek vardı mektuba?” “Neden bu kadar çok soru soruyorsun sen ya! Nevrimin döndüğünü hissediyorum.” “Tamam, kızma hemen. Oscar Wilde’in daha önce Mutlu Prens’ini okumuştum; ama bu romanı okumadım. Kitap ve dergi için çok teşekkür ediyorum Araf.” “Kitabı okuduktan sonra, bana geri iade edersen sevinirim. Kütüphanemden kitap çıkarma hususunda biraz titizim de. Takıntı gibi bi şey.” “Tabi ki veririm. Dergi bende kalır ona göre.” “Elbette. Bugünlerde ‘tarihten günümüze çeşitli toplumlarda kadının konumu’ üzerine birtakım okumalar yapıyorum, biliyorsun. Biraz daha yoğun okumalar yapmam gerekiyor. Tarihte Antik Yunan’dan, Helen’den, Eski Mısır’dan, Hint’ten, OrtaÇağ Avrupa’sından günümüze gelene kadar, kadın tam bir problem olarak algılanmış, feministlerin deyimine göre, ataerkil beyinlerin erkeklik taslayanları tarafından. Ki bugün de, bu problemin ediyorum. Hatta beraber çalışalım. yansımaları hâlâ var. İslam öncesi ve Uzakdoğu ve Afrika toplumlarında sonrası Arap yarımadası için de birtakım kadının konumunu irdelesen mesela, kısmi okumalar yaptım. OrtaÇağ ve çok sevindirirsin beni. Samim’in Günümüz Anadolu insanını da dâhil telefonda kulağına çıtlattım; ama kafası edebiliriz buna. Feministlerden, İslam, dağınık gibiydi.” kadın konusunda Yahudilikten “Yani, elbette, elimden geldiği kadar etkilenmiştir diyenler var. Yani, benim yardımcı olurum. Bunu bir söz olarak bütün tarafları okumam gerekiyor, anlayabilirsin. Hem bu konuları biz karşılaştırma kendi aramızda konuşalım yapabilmek için. Daha lütfen, nasıl olsa kimse sonra bir yargıya kendi değişmeyecek. Samim bu İslam içimde varırım zaten. aralar dışakapanık. Yukarda muhaliflerinin Kitaplaştırırsam küçük kutucuk bir odası var, problemi, çalışmamın ismini şöyle biliyorsun, ordan çıktığı yok. Müslüman koymayı düşünüyorum: Okula bile gittiği yok. İbn-i kültürüyle ‘Tarihten Günümüze Haldun’un Mukaddimesi İslam’ı –kasıtlı Erkeğin Konumu.’” üzerinde çalışıyor, ‘Asabiyet veya kasıtsız“Oooy, are you crazy! ve Tavırlar Teorisi’ deyip birbirinden ayırt Güzel bir ironi olur tabi, duruyordu. Evde yüzüme bile anlayana. Ancak şunu bakmıyor. Sinir oluyorum.” edememeleridir. düzeltmem gerekiyor: “Çok teşekkür ediyorum Yahudilikteki kadın Süveyda. Sen mektubu anlayışı, etkisini Samim’e verirsin, ben de ‘Müslüman kültürü’nde göstermiş kalkayım artık. Bu arada, sen de olabilir, ancak ‘İslam’da değil. Bu ikisi buralarda fuzuli oyalanmayı farklı şeyler. Zaten İslam muhaliflerinin düşünmüyorsun sanırım. Kütüphaneye problemi, Müslüman kültürüyle İslam’ı gitmelisin ve kitap okumalısın. Bence.” –kasıtlı veya kasıtsız- birbirinden ayırt “Bunu bir emir olarak mı telakki edememeleridir. Ancak bu oldukça etmeliyim? A, çocuk muyum ben!” çetrefilli bir konu; başka zaman daha “Hayır ya, ne emiri, ne çocuğu! Bu uzun tartışabiliriz.” kadar başıboş insan yavrusunun içinde “Tabi ki, senin fikirlerini daha geniş bir ne işin var senin? Sen bence, ideal insan zamanda almak istiyorum. Ayrıca bu tiplerinin daha yakın olduğu mekânları çalışmamda bana yardımcı olmanı rica mesken tutmalısın. Kütüphane bu ideal insanların en ideal mekânı olsa gerek. Aslında sana iltifat etmek istemiştim. Kusura bakma.” “Tamam, o halde, iltifatını kabul ediyorum. Hoşça kalasın. Kendine iyi davranasın. Mutlu olasın.” “Mutluluk mu? Güldürme beni lütfen. Mutluluk sıradan insanların uydurduğu tatmin biçiminin en kaypakçası.” “Zaten doğru-dürüst bir cevap verseydin, kantinde oturup kitap okumayı tercih edebilirdim.” “Bereket versin ki, insanlar tercihleriyle yaşar hanımefendi. Take care!” Böylece, fakültenin temiz hava sahası olan kütüphane tıbbiyesinde her zamanki mekânıma kuruldum. Kendi portresini kıskanan adam Dorian Gray’in altları kalın hatlarla çizilmiş satırlarını okumak için sayfalarını karıştırıyordum. “Yalnız, ‘en büyük aşkım’ dememelisin. ‘İlk aşkım’ demelisin.” “Biz kadınlar kulaklarımızla severiz, siz erkeklerin gözlerinizle sevdiğiniz gibi. Şayet sevme diye bir şey varsa siz erkeklerde.” “İnsanların ‘ahlaka aykırı’ dedikleri kitaplar onlara ayıplarını gösteren kitaplardır…” Kendi portresini kıskanan adam, bıçağı portresine saplamıştı sonunda. Bir çığlık işitilmişti. Ölüm çığlıydı sanki. Öyle korkunçtu ki, uşaklar korkuyla uyanmış, odalarından dışarı fırlamışlardı. Smokinli bir adam yerde yatıyordu… A, bir dakika. Kitabın 277. sayfasında -önce solmuş olmalıkurumuş bir gül yaprağı vardı. Bir de küçük bir kâğıt. O koymuş olmalı; Araf. Bir an heyecanlandım. Niyeydi bu heyecan? Olacak iş değildi. Hem olacak olmayan neydi? Elimde anlam veremediğim bir titreme. Ruh kafesimde belli belirsiz bir çarpıntı. Küçük bir kâğıt için mi? Minnacık kâğıda on iki kelimeyi nasıl sıkıştırıp sığdırmıştı? Şaşırmıştım: “Mutlu olmak için tüketilen çaba, iyi bir insan olmanın karşısında hep engel.” Bu kelimelerin benim için etrafa tane tane saçılan hayâl kırıklığının parçacıkları mı demek olduğunu tam olarak bilmiyorum. Çünkü Wilde’in bu kitabını daha önce iki defa okumuştum; ama ‘okudum’ diyemedim ona. (6,5 saat sonrası) Süveyda, kalemi elinden bıraktı. Günlüğüne kilidi vurup masasının gizli bölmesine koydu. Terasa çıktı. Derin derin nefes aldı. Rahatladı. Tekrar oturdu. Bitkiselçayını yudumladı. Samim’in selamını aldı. Dikkatini topladı, odaklandı, yoğunlaştı. Ve Araf’ın verdiği mini minnacık, sevimli mi sevimli derginin bir diğer hikâyesini merakla okumaya koyuldu. *** ZAMAN Selim Sayca Zaman, bence yatmamış idrâke, Yüke talip olmalı insan bir kere. Kalıplaşmış sözler değer adına. Değeri kalmamış, lâfazandır mana. Terakki dayanır gayret ve zamana. Bakarsın, durmadan akar lahza-i fena. Sözler bile değişmiş, nâsezâ, nâbecâ, Şikeste gönlüme deva ver yâ Hüdâ. İki gün mendemiç ise bir günde, Ne yaptığının hesabı sorulacak o günde. Müslümanlık sözde var, olsun da özde! Yaşarsa insan, yaşasın o Yüce İz’de. Bâkiye müteveccih kimsede sa’yeler dumûra uğramaz. Hayırda sabit kimsede, inan şerler umûra uğramaz. 22.02.2013 Aadem Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım ! Çar çabuk biter, göz açıp kapayıncaya kadar geçer derlerdi de inanmadım ama kara göründü… Dedim dem bu demdir adem! Düş yola düşün azıcık. Ne yapayım ben de türlü türlü heyecanlar içerisinde hangi bölümü seçeyim, hangi alana bakayım diyerekten dersten derste, sınavdan sınava savrulan şaşkın bir yaprak misali etrafta dolanıyorum şimdi de. Allah sonumu hayır etsin… Vasat bir öğrenci hayatı geçirdiğim şu okulun, her gün biraz daha değişen çehresine gider ayak ayak uydurmaya çalışırken, okulumuz hakkındaki çeşitli hususlar gözümden kaçmıyor değil. Kimileri yüzümü güldürüyor, kimileri kaşımı çattırıyor, kimilerine ise verecek tepki bulamıyorum. Mesela, -artık okuldaki beşinci yılımda söyleyebilirim sanırım bunu- bizim okulun matematikle arası hiç iyi değil bence. En başarısız olduğu konu da oran orantı. Diyelim ki yuvarlak olarak, okulda üç bin kadar öğrenci üç yüz kadar öğretim görevlisi var olduğunu söylesek; yeni binadaki dört asansörden kaçı öğrencilerin olmalı diye sorduğumuzda fakültemiz buna iki cevabını verirken kantin ile ilgili başka bir soruya geçtiğimizde de durumun çok farklı olmadığını görüyoruz; öğrencilerin yüzde sekseni kız iken kantinde kızlara ayrılan kısmın kantinin yüzde ellisi olduğu dikkatlerden kaçmıyor. Bizim fakülte sözel, matematik çok puan getirmiyor diye mi böyle olduk bilmiyorum ama okulumuz sağ olsun salim olsun diyoruz ne yapalım… Tabiî ki olumlu gözlemlerim de oluyor. Mesela fakültemize gelen yeni nesil öğrencileri görünce düşüncelerimde ‘takdir’ ve ‘şayan’ kelimelerinin birbirlerine koşar adım yaklaştıklarını hissedebiliyorum . Tabiî ki istisnaları da bulunmakla beraber, çoğunun zekiliklerini bu okula gelmelerinden, çalışkanlıklarını kütüphanede çalışmalarından, çevikliklerini de kantin, fotokopi, asansör vb. ortak alanlardaki atikliklerinden anlayabiliyorum. Efendim bir de sosyaller, dergiler çıkarıyorlar. Bizim zamanımızda yoktu böyle şeyler, biz sonradan sonraya gördük, tecrübe ettik bunları. Öyle eften püften de değil hani. Görüşlerini oralarda dile getiriyorlar, sosyal cesaretlerini de sergiliyorlar. Fakültemizde değişmesi gerektiğini düşündükleri şeyleri öğrencilerine duyurmak için çaba sarf ediyorlar. Mühim cidden. Çünkü en azından kendilerinin görüşlerine katılmasalar bile- diğerlerini ‘sorun’ olarak görülen şeyi gündemlerine almaya, düşünmeye davet ediyorlar. Ancak ‘davet’ içeren konulardan bir tanesi de, benim artık ağzıma almaktan sıkıldığım ve üzüldüğüm ama konusu sık sık açılıp çokça tartışılmaktan dolayı gündemden hiç düşmeyen problem; kız erkek tasnifleri. Yazıda sorunu çözmeye yönelik ‘uygun’ görülen düzenlemeler belirtilmiş, deliller zikredilmiş, kazaen ve diyaneten yoğun bir icbar havası estirilmiş de ne kadar doğru olmuş.? İlk hata ‘sorun’ tespitinde olmuş bence. ‘İhtilat fitnesi’ mi sorun gerçekten düşünmek gerek. Zahiri bir şey bu. Kalplerde kafalarda çözülmesi gereken bir durum. Dünyada yaşayıp da masivaya meyletmemek gibi. Ya da bir yerlere kapanıp uzaklaşarak günahtan kaçınan bir derviş olmaktansa, halkın içinde halkla beraberken derviş olmanın efdal olması gibi. Tabiî ki bu demek değil ki herkes bir arada olsun hiçbir ortamda ayrıma gidilmesin. Tam tersi bu ayrım çocuğun rüşdüne kadar giderek azalan bir şekilde var olmalı artık rüşdüne ulaşınca da edebiyle iradesiyle dolaşmasını bilmeli derim ben. Ama insan artık rüşdüne ulaştığında bile bu durum bir ‘sorun’ olarak görülüyorsa sorun ‘ihtilat fitnesinde’ değil talim terbiyededir. Diğer hata ise; kesin ayrımlara gidilme isteğinde olmuş bence. Çünkü devamlı bir şeylere set çekmek çözüm olamaz. Mu’tedilliğin öğrenilmesi gerek ki diğerine bakış artık ‘karşı cins’e bakış olmaktan çıkıp ‘insan’a bakış haline gelsin, her şey saygı çerçevesinde, istenilenden çok daha uygun ahvale ulaşsın ve artık ‘gerçek’ sorunlar düşünülsün, konuşulsun. Allah aşkına bizim tartışma konumuz kimin nereye oturacağı olmasın artık. Belki de bunları tartıştığımız için bu hale geldik ya zaten… Neyse… İçimde beni bunları söylemeye sevk eden azıcık bir umut olsa da, biliyorum sözlerim bir şeyi değiştirmeyecek, değiştirmeye yetmeyecek. Ama söylemeliyim ki; lise ve üniversitede edindiğim azıcık tecrübe bana şunu gösterdi: Siz bir şeyleri değiştirmedikçe sizden sonra gelen nesiller hep aynı sorunlarla uğraşıp duyuyor. Sizden öncekilerin çözmediği o sorunlar çaldıkları vakitler kadar büyük birer taş olarak sizin ve sizden sonraki nesillerin önünde insanlara eza vermeye devam ediyor. Ama belki biz böyle bir ezayı kaldırırız, kaldırabiliriz de hz. Peygamberin müjdelediği gibi Allah’ın da hoşuna gider de bizi cennetine koyar inşallah. Amin … Salamat Datang! Burası Malezya… Muson yağmurlarıyla sulanan yemyeşil ormanların ortasındaki mavi çatılı binalardan birinin küçük penceresinden bakarken minik, şirin bir kuş takılıyor gözlerime… Diyorum, işte bu kuş kalemi elime almaya değer bir başlangıç sanırım.. Simsiyah tüylerine ne kadar da yakışmış parlak sarı gagası. Sonra camın hemen yanı başındaki duvarda minicik, donuk yeşil bir kertenkele görüyorum ve pencereye doğru koşuyorum. Ama sanmayın ki misafirperverliğimden. Pencereyi olanca hızımla kapattıktan sonra, rahatlamış olduğum halde bir sinsi tebessüm yayılıyor dudaklarıma ve konuşuyorum onunla. SübhanAllah! How cute you are from away! Burası International Islamic University Malaysia… Burada anlıyorum ki dünya içinde dünyalar var. Bu ülke ayrı bir dünya. Bu ülke içindeki İslam üniversitesi daha ayrı bir dünya. Kocaman mavi kubbeli The Sultan Haji Ahmad Shah Mosque, rengârenk saflardan oluşan bir cemaate sahip. Pek çok farklı ülkeden Müslüman omuz omuza saf duruyor Allah yolunda. Cemaatin bereketi ve kuvvetini hissedebiliyorsun. Tevhid dini İslam’ın, tabilerini de bir-leştirdiğini görüyorsun. “ If you want to understand a religion, ask this question; ‘What’s your conception of God?’ don’t ask this; ‘What don’t you eat the porg?’ ( Üstad Nakip Al-Attas-26 Ekim 2013). Biz “Bir” olan Allah’a inanıyoruz ve onun yolunda farklı ülkelerden, farklı dillerden, farklı renklerden insanlar, Müslümanlar olarak bir oluyoruz. Unity (birlik) ve Solidarity (dayanışma) dinin ruhundan, doğasından geliyor. Tevhid dini. Ancak bu birlik, tek düzeliği değil amacın birliğini yansıtıyor. Dayanışma, birlikteki kuvvetten doğuyor. Malezya, Endonezya, Vietnam, Çin, Filistin, Suriye, Yemen, Irak, Cezayir, Bangladeş, Somali, Sudan, Ürdün, Suudi Arabistan, Singapur, Japonya, Kırgızistan, Bosna, Arnavutluk, Kore, Özbekistan, Nijerya, Sri Lanka, Hindistan, Tayvan, Tayland, Brunei, Moritanya, Myanmar, Kazakistan, Rusya, Afganistan, Pakistan, Türkiye… Tabi ki bu ülkelere daha ekleyebiliriz. Bunlar sadece iki ay içinde burada edindiğim arkadaşlarımın ülkeleri. Farklı zevkler, farklı tatlar, farklı gelenek ve kültürler, farklı sesler, farklı alışkanlıklar, farklı düşünce ve duygular… İşte bu farklılıklar bir o kadar da birler… Bu farklılıklarından bir şey kaybetmeksizin bir aradalar. Allah için sevmek bu olsa gerek. Burası Malezya… Bir kurban bayramı namazı. Türkiye’de malesef daha başaramadığımız güzel bir adet var burada. Anneler ve çocukları, kız öğrencilerin büyük bir kısmı da camide. Etrafta küçük hanımlar dolaşıyor gözlerimi alamıyorum, uzun elbiseleri, kocaman başörtüleriyle minicik çocuklar ellerini açmış amin diyorlar. Burası Malezya… Her yaratılmışın olumlu ve olumsuz tarafları var tabi. Bütün eksikliklerden uzak olan Bir Allah var. Pembe bir dünya çizdik ama görmek istersen burada elbette zorluklar, tuhaflıklar da var. Ama ‘yellow hat’ takmanın bir gurbet öğrencisi için daha faydalı olduğunu düşündüm. Yellow hat represents the logical, positive aspects of thinking according to thinking system which created by Edward De Bono. Buradan sarı renk sevenlere selam olsun, sevmeyenlere de olsun, ama bilhassa sarı saatlilere :) Burası Malezya… Bu ülkede Kuala Lumpur şehir merkezinde geceleyin pırıl pırıl parlayan iki kocaman gökdelene değil de, gülümseyişi selamıyla eşlik eden Müslüman kardeşime hayran oldum ben. Burası Malezya… Kapitalizmin azgın askerleri rengârenk dünyalarıyla insanları cezbeden binlerce markanın yer aldığı dev alışveriş merkezlerinin sahte misafirperverliği değil de, komşusu açken tok yatma peşinde koşmayan bir grup arkadaşın gecenin bir yarısı, evsiz ve aç dışarıda yatan insanları besleme mücadelesi etkiledi beni. Homeless people; rengârenk ışıklarıyla göklere uzanıp şehri aydınlatmaya çalışan yüzlerce ruhsuz binanın arasında sokaklarda uyumaya çalışan insanlar. Ve fark edersin, aslında şehri aydınlatan, o binaların ışıkları değil, gecenin bir yarısı ellerine gelen yiyeceklerle unutulmadıklarını gören insanların gülümsemesidir. Petronas kulelerinin ortasındaki camdan köprüye çıkıp şehrin manzarasını seyrederek o şehri gördüğünü sanırsan yanılırsın. Yükseklere çıktıkça bulutlar gelir önüne göremezsin, göklere çıkmanın da vakti gelecek elbet Müslüman kardeşim, ancak yeryüzündeki görevin daha bitmedi. Unutmamak gerek! Burası Malezya… Anlatacak çok şey var buradan oralara.. Selamat tinggal.. İçimizde Kalmasın Hiçbir zaman vaktimiz olmayacağını bilseydik de bulduğumuz her vakti değerlendirseydik. Marmara Üniversitesi’ nin Bağlarbaşı Kampüsü’nden ibaret olmadığını evvelden fark etseydik de Göztepe Kampüsü’nü sık sık ziyaret edip Merkez Kütüphane’de ders çalışsaydık. Bol bol sosyolojik gözlemlerde bulunsaydık. İstanbul’u daha çok gezseydik. Üsküdar’ın ara sokaklarını keşfetseydik. Sahaflar ve kütüphaneler uğrak yerlerimiz değil, mekanlarımız olsaydı. Hocalarımızın tavsiye ettiği kitapları derli toplu bir yerlere yazsaydık. Hocalarımızın nefaislerini kaydetmek için nefais kaydına mahsus defterler tutsaydık. Dönemdaşlarımızı tanısaydık da en azından son sınıfta ‘hayırlı’ haberler ulaştığında sevinebilseydik. Mezun olduğumuzda en az iki dili halletmiş olsaydık. Öğrenci evlerinde dönemdaşlarla bol bol buluşabilseydik. Kopya çekenlere göz yummasaydık da ilahiyatla kopya yan yana gelmeseydi. Cüzilere takılıp küllileri gözden kaçırmasaydık. Çana rağmen not paylaşımı hususundaki dayanışmamızı alt nesillere aktarabilseydik. Çana karşı direnişimizdeki başarımızı kahveyi 1.50 liraya satıp dışarıdan getirilen 3’ü 1 arada’larımız için sıcak su vermeyen kantincilere karşı da gösterebilseydik. İstanbul’un nimetlerinden faydalanıp fakülte dışındaki eğitim merkezlerinden daha fazla istifade etseydik. HAYAT SADE OLMALI AMA YALIN OLMAMALI. -SezaiKarakoç