sayi 35 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 35 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik HematolojiOnkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Ankara Milletvekili Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Prof. Dr. Uğur DİLMEN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yunus SÖYLET İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı EDİTÖRDEN Yeni Bir Hayat İçin Bağışlayın… Ülkemizde “organ bağışı” konusuna birkaç yıl öncesine kadar çoğu kimse önyargıyla yaklaşırken, Sağlık Bakanlığınca gerçekleştirilen etkinlikler, sağlık personelini bilinçlendirmek ve kamuoyundaki duyarlılığı artırmak için yapılan hizmetlerle bu önyargılar yavaş yavaş kırılmaya başladı. Organ bağışındaki artışla birlikte “organ nakli” alanındaki başarılı operasyonlarla ülkemizde birçok gelişmiş ülkeye kıyasla çok önemli aşamalar kaydedildi. Her yıl 3-9 Kasım tarihlerinde kutlanan “Organ Bağışı Haftası” dolayısıyla biz de Kasım sayımızın kapak dosyasını “Organ Bağışı ve Organ Nakli” olarak belirledik. Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdür Yardımcısı Uzm. Dr. Arif Kapuağası’nın bu alanda dünden bugüne atılan bütün adımları, günümüzdeki durumu ve gerçekleştirilmesi planlanan projeleri ayrıntılı bir biçimde aktardığı “Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli” başlıklı yazısı, alanında uzman hocaların hazırladığı makale ve bilgilendirici yazılarla sizler için kapsamlı ve dikkat çekici bir dosya hazırladık. Kasım sayımızın bir diğer kapak dosyası da “ağız ve diş sağlığı” oldu. “1925 Kasım Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftası” vesilesiyle hazırladığımız dosyamızda çocuklarda diş sağlığı, diş hastalıkları ve diş hekimliği konularındaki yazıları sizlere sunduk. 29 Ekim - 1 Kasım tarihlerinde yurtdışındaki Türk tıp bilim adamlarının katılımıyla İstanbul’da “Türk Tıp Dünyası Kurultayı” düzenlendi. Önemli toplantılar ve sunumlarla başarılı bir biçimde gerçekleştirilen organizasyonun açılış konuşmasını Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu yaptı. Organizasyonun ayrıntılı haberini ve Prof. Dr. Ömer Özkan’ın organizasyon hakkındaki değerlendirme yazısını da sayfalarımızda bulabileceksiniz. Birbirinden değerli makaleler ve dikkat çekici çalışmalarla sizler için yine dolu dolu bir sayı hazırladık. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Sevgi ve saygılarımızla… Ayşe Aydın AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 35 • KASIM 2014 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. EsasMedya Ltd. Şti. adına /saglikinsandrg /saglikveinsandergisi www.saglikveinsandergisi.com www.saglikveinsandergisi.com dergi@saglikveinsandergisi.com Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: M. Suat GÜZELGÖZ Genel Yayın Koordinatörü: Ayşe AYDIN Yayın Editörü: Esra ÖZ Hukuk Danışmanı: Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam: Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım: EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi: Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basım Yeri: İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Macun Mah. 3. cad. No: 2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6. km. Yenimahalle / ANKARA Tel : 0312 397 91 40 Basım Tarihi: Kasım 2014, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. Tıbbın Duayenleri 04 İstanbul’da Buluştu 34 56 08 Tıp Sadece Bir Meslek Değil, Aynı Zamanda Bir Gönül İşidir Çağdaş Anestezinin Ağrılı Tarihi Türkiye’de Organ Bağışı ve Organ Nakli 38 Diş Hekimliği ile Tanışma 72 İnsanın Zamanı Durdurmak İstediği Yer: LUZERN 74 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi haber TIBBIN DUAYENLERİ İSTANBUL’DA BULUŞTU Önemli çalışmalara imza atan dünyaca ünlü Türk bilim insanları, Sağlık Bakanlığının düzenlediği Türk Tıp Dünyası Kurultayı’nda bir araya geldi. Tecrübe paylaşımının hedeflendiği kurultaya Prof. Dr. Gazi Yaşargil, Prof. Dr. Münci Kalaycıoğlu, Prof. Dr. Özgür Harmanlı, Prof. Dr. Banu Onaral, Dr. Utkan Demirci, Prof. Dr. Ömer Özkan, Prof. Dr. Selim Arcasoy, Prof. Dr. Fahri Saatçioğlu, Prof. Dr. Cengizhan Öztürk, Prof. Dr. Ömer Baki Denkbaş, Prof. Dr. Murat Tuzcu, Prof. Dr. Şükrü Emre, Prof. Dr. Sezai Yılmaz, Prof. Dr. Murat Tuncer, Doç. Dr. Ferit Saraçoğlu, Dr. Süreyya Savaşan gibi tıp dünyasının ünlü isimleri katıldı. Kurultayda, Türkiye’nin, yurt içi ve dışı sağlık politikalarıyla güncel mevzuat uygulamaları konusunda bilgiler sunuldu, görüş alışverişinde bulunuldu. 4 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Katılımcılar, kurultayda Sağlık Bakanlığına yönelik talep ve önerilerini en üst düzeyde dile getirme imkânı da buldu. Duayenleri buluşturan kurultayın açılışını Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu gerçekleştirdi. “Sağlık Olmazsa Olmazlarımızdan” Açılışta konuşan Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, sağlığın insanlar için olmazsa olmazları arasında olduğunu ve öneminin her geçen gün artacağını vurguladı. Müezzi- noğlu, “Bugün dünya tıbbına baktığımızda dakikalar içinde bilimsel gelişmeler ve buluşlar gerçekleştiğini görebiliyoruz. Bir taraftan tıbbi teknolojide ve ilaç sanayinde baş döndürücü hızla devam eden gelişmeler varkenAma diğer taraftan da daha sağlıklı olmak için artan taleplere de şahit oluyoruz. İnsanlar artık sağlıkla ilgili bütün detayları daha çok istemekte, daha çok aramakta ve sağlıklı yaşamak için her türlü fedakârlığı yapmak durumundalar” dedi. Türkiye’nin de evrensel bir alan olan sağlıkta dünyayla güçlü şekilde yarışır olması gerektiğine dikkat çeken Bakan Müezzinoğlu, Dünyanın değişik ülkelerinde çok önemli üniversitelerin araştırma merkezlerinde Türkiye’nin önemli fertlerinin görev yaptığını hatırlattı. Enstitü Başkanlığı kurulacak Bakan Müezzinoğlu, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın kuruluş aşamasına gelindiğini belirterek, TBMM’de bulunan tasarıyı en geç yıl sonuna kadar yasalaştırmayı hedeflediklerini bildirdi. Müezzinoğlu, başta kanser, biyoteknoloji, kronik hastalıklar, anne, çocuk ve ergen sağlığı, geleneksel ve tamamlayıcı tıp, akreditasyon şeklindeki 6 enstitüyü, hızla ülkenin Ar-Ge dinamiklerine ve koordinasyonunun hizmetine sunmayı amaçladıklarını belirtti. Türk sağlık geleceğine önemli katkı sağlayacak kongrenin iki gün süreceğini belirten Müezzinoğlu, tıp fakültelerinin Ar-Ge dinamiklerini dünya ile entegre edebilmesi insanlığın sağlıklı geleceğine önemli katkılar sağlayacağını ifade etti. 90 bin yatak hedefi Kamu-özel iş birliğiyle inşaatı devam eden 24 bin yatak kapasiteli 17 şehir hastanesinin 2017 sonu itibarıyla hizmete gireceğini belirten Müezzinoğlu, yine bir yıl içinde 24 bin yatak kapasiteli 20 şehir hastanesinin ihale süreçlerini tamamlayacaklarını vurguladı. Müezzinoğlu, “Fiziki mekânların ileri teknolojiyle yapılması, bir hasta başına ortalama 225 metrekare kapalı alan düşen fiziksel mekânı düşünmenizi istiyorum. Do- layısıyla bir taraftan 90 bin yatak kapasitesini önümüzdeki 3-4 yıl içinde tamamlayarak, 40 bin yatak kapasitesini geçtiğimiz 10 yılda sıfırdan yenilemiş ve Türkiye’deki bütün hastanelerin fiziksel mekânlarını yeniden yapmış bir ülke konumuna gelmiş olacağız” diye konuştu. “Gurur duyuyorum” Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun eşi Sare Davutoğlu, çocukluğundan bu yana insanların dertlerine derman şifa bulabilmekten daha değerli ne olabilir diye düşünmüş biri olduğunu kaydetti. Davutoğlu, “Kamudaki 72 bin hekimimizin 32 bini kadın. Akademik tıp dünyasında kadınların ciddi bir ağırlığı olduğu başka bir gerçeğimiz. Ülkemizin seviyesini gösteren güzel gelişmeler bunlar. Türkiye şifa arayan komşu ve ülke halkları için bir cazibe merkezi oldu. Şifa için hastanelerimizi tercih eden yabancı hastaları gördükçe ülkemle gurur duyuyorum” diye konuştu. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 5 haber “AKDENİZ’DE SAĞLIK” KONFERANSI ROMA’DA DÜZENLENDİ “Sağlık ve Göç, Yaşam Tarzı, Antimikrobiyal Direnç ve Uluslararası Sağlık Tüzüğü” konuları çerçevesinde Akdeniz ülkelerinin ortak sağlık sorunlarının ele alındığı konferansta Türkiye’yi Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu temsil etti. Bakan Müezzinoğlu toplantıda “Göç ve Sağlık” ile “Yaşam Tarzı” konularında konuşma yaptı. Sağlık Bakanı Müezzinoğlu “Göç ve Sağlık» konusundaki konuşmasında, teknolojide yaşanan baş döndürücü gelişmeler nedeniyle ülkelerin birbirine yaklaştığına dikkati çekerek, bu gelişmelerin insanların sık seyahat etmesini kolaylaştırdığını, kalıcı olarak yer değiştirmelerin kolaylaştığını, bunun da beraberinde barınma, beslenme, sosyal entegrasyon, iletişim, sağlık sorunlarını getirdiğini ifade etti. Göç politikalarının planlı bir şekilde olması durumunda ülkelerin kendi ölçeklerinde yerel imkânlarla bununla baş edebileceğini dile getiren Müezzinoğlu, “Ancak bazen Türkiye’de bizim yaşadığımız gibi, sizin dışınızda gelişen mücbir sebeplerden dolayı öyle bir ikilemle karşı karşıya kalırsınız ki, ne karar alsanız altından tek başına kalkmanız mümkün değildir. İşte bulunduğu coğrafyada Türkiye’nin tam olarak karşılaştığı durum da budur” dedi. 6 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 “Sağlıklı beslenme ve hareket, toplumsal kültüre dönüşmeli” Bakan Müezzinoğlu, konferansın ikinci bölümündeki “Yaşam Tarzı” oturumunda da bir konuşma yaptı. Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, günümüzdeki en önemli kalıcı sağlık sorunlarının başında gelen kanser, kardiovasküler hastalıklar, diabet, solunum yolu hastalıkları gibi sorunların sağlıklı yaşam kültürüyle azaltabileceğini ve kontrol altına alınabileceğini belirterek, “Aynı dilli konuşup, aynı hedefi belirleyerek, sağlıklı yaşam strateji belirlemeliyiz. Sağlıklı beslenme ve hareket en önemli iki başlık. Sağlıklı beslenme konusunu yalnız sağlık bakanlarıyla değil tüm paydaşlarla, tüm topluma mal etmemiz gerekiyor” şeklinde konuştu. Müezzinoğlu, “Biz bireylere ve özellikle ailelere sağlıklı beslenme kültürünü yerleştirebilirsek, birçok hastalığın önünü alabiliriz. Bu anlamda, (İtalyan bakan) Lorenzin’in söylediği; Akdeniz mutfağı, Akdeniz diyetine, sabah kahvaltısını eklemek gerektiği kanaatindeyim» dedi. Bakan Müezzinoğlu, Dünya Sağlık Örgütü ile 7-8 yaş aralığında Türkiye’de yüzde 22,5 oranında fazla kilolu çocuk olduğunu tespit ettiklerini, bunun önünü almak için sağlıklı beslenmeyi toplumsal bir aktiviteye dönüştürmeleri gerektiğini aksi takdirde, bunun artış göstereceği uyarısında bulundu. Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, bu konuda yerel yönetimlere yönelik bisiklet kampanyası başlattıklarını belirterek, “1 kilometre bisiklet yolu yapana 1000 adet bisiklet kampanyasıyla toplumun tüm kesimleriyle hareketli yaşama geçmesini arzu ediyoruz. Bisiklet kampanyasıyla yerel yönetimlere mesajı verdik. Ülke insanının her gün yarım saatini kendisine uygun koşullar doğrultusunda harekete, spora vermeli” dedi. Müezzinoğlu, tütün ve alkol kullanımında da tütünle mücadelede “Dumansız hava sahası” kampanyasıyla son 5 yılda büyük başarı elde ettiklerini ve Türkiye’de 15 yaş üzerinde sigara tüketimini yüzde 31’lerden yüzde 27’lere çektiklerini anlattı. Bakan Müezzinoğlu, alkol ile mücadelede ise alkol satışını belirli saatler arasına alarak tüketimini azaltmayı hedeflediklerini kaydetti. 37,500’ü • Son on yılda yıllık ortalama %5.1’lik nominal GSYİH • Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve artışı ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi ve Kuzey Afrika’ya erişim dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri (2004-2013) • Kamu- özel sektör işbirliğinde 1.1 trilyon $ GSYİH ile dünyanın 16. büyük ekonomisi (IMF 2013) • Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında %5.2 ortalama yıllık büyüme beklentisiyle en hızlı büyüyen ekonomi (OECD 2012-2017) • Yüksek rekabete dayalı yatırım teşvikleri ve özel Ar-Ge desteği • Yarısı 30.4 yaşın altında olan 76.6 miyonluk nüfus • Yılda yaklaşık 610.000 üniversite mezunu kapakkonusu TÜRKİYE’DE ORGAN BAĞIŞI VE ORGAN NAKLİ Arif KAPUAĞASI Sağlık Bakanlığı Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü Genel Müdür Yardımcısı Organ naklinde geldiğimiz nokta, bu konuda ileri olduğu düşünülen birçok ülkeye göre küçümsenemeyecek ölçüde, belki de kimilerini kıskandıracak bir düzeye gelmiştir. Böbrek nakli ve karaciğer nakli ile ilgili verilerimizi kıyasladığımız zaman görülmektedir ki hem sayısal olarak hem de yapılan nakillerin başarısı açısından birçok ülkeye göre çok çok ilerideyiz. Gerçekleştirilen nakillerde; gerek toplam nakil sayısı gerekse milyon nüfus başına yapılan nakil sayıları baz alındığında dünyanın ilk 3-4 ülkesi arasına girmekteyiz. Katılım sağladığımız birçok uluslararası toplantı, sempozyum, kongre vb. organizasyonlarda, organ nakli konusundaki deneyimlerimizden yararlanmak üzere ülkemize gelerek tecrübelerini arttırmak isteyen pek çok hekim, cerrah ve bilim insanının yoğun taleplerini bizzat müşahade etmekteyiz. 8 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Herkesin hemfikir olacağı üzere bu başarı canlı nakillerle yakalanmış bir başarıdır. Oysa ki kalp, kalp kapağı, akciğer, pankreas, ince barsak, kornea gibi birçok organ ve dokunun tek kaynağı kadavradır. Özetle söylemek gerekirse; organ nakli alnında gerçek bir başarıdan bahsedebilmek için kadavra organdan yapılan nakil sayılarının en az canlıdan yapılan nakil sayısı kadar olması, kadavra organ bağışının da artmış olması ile de tek kaynağı kadavra organ olan kalp, kalp kapağı, akciğer, pankreas, ince barsak, kornea nakillerinin de istenilen sayı ve kalitede yapılması ile mümkün olabilecektir. Sayın Sağlık Bakanımızın da ifade ettiği gibi organ naklinde öncelikli hedefimiz kadavradan organ naklinin artırılmasıdır. Ülkemizde organ nakli aktivitesinin başlaması 60’lı yılların sonu ile 70’li yılların başına dayanır. Türkiye’de ilk organ nakli 1968 yılında Türkiye Yüksek İhtisas Hastanesinde Dr. Kemal BEYAZIT tarafından yapılan kalp nakli ile gerçekleştirilmiştir. İlk böbrek nakli ise 1975 yılında Dr. Mehmet HABERAL ve ekibince Hacettepe Üniversitesi Hastanesi’nde bir anneden oğluna yapılan nakil ile gerçekleştirilmiştir. Yine Dr. Mehmet HABERAL ve ekibi 1978 yılında ülkemizde kadavradan ilk böbrek naklini ve 1988 yılında ilk karaciğer naklini gerçekleştirmiştir. 1979 yılında 2238 sayılı “Organ ve Doku Alınması, Saklanması ve Nakli Hakkında Kanun” yürürlüğe girmiştir. 1994 yılında Organ Nakli Kuruluşları Koordinasyon Derneği (ONKKD) kuruldu. ONKKD merkezler arası ilişkinin geliştirilmesi için yoğun çaba harcadı. Böbrek, karaciğer, kalp, immünoloji danışma kurulları kurarak organ temin ve dağıtımındaki esaslarını belirledi. 2000 yılında Sağlık Bakanlığı tarafından Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi kuruldu. Bilindiği üzere, tedavisi sadece organ ve doku nakli ile mümkün olan hastalıklar dünyada olduğu gibi, ülkemizde de önemli sağlık sorunlarından birisidir. Bu bilinçle, ülkemizde organ nakli çalışmalarının verimliliğini arttırmak amacıyla 2000’li yılların başlarında Bakanlığımız koordinasyonu ve denetiminde “Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Sistemi” kurulmuştur. Bu Sistemin amacı; ülke genelinde organ ve doku nakli hizmetleri alanında çalışan kurum ve kuruluşlar arasında gerekli koordinasyonu sağlamak, kısıtlı imkânlarla temin edilebilen bağış organ ve dokuları, bilimsel kurallara ve tıbbi etik anlayışına uygun olarak, adaletli bir dağıtımla, en uygun hastalara, en kısa süre içerisinde naklini sağlamaktır. Bakanlığımız, o tarihten bugüne kadar organ ve doku nakli hizmetleri konusundaki çalışmalarını aynı istek ve heyecanla sürdürmektedir. Organ nakli mevzuatı dinamik bir yapıya kavuşturulmuştur. Ortaya çıkan ihtiyaçlar ve tespit edilen aksaklıklar değerlendirilerek süratle gerekli değişiklikler yapılmaktadır. Ulusal Koordinasyon Sisteminin yürütülmesi amacıyla Bakanlığımız Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı olmak üzere; Ankara’da Ulusal Organ ve Doku Nakli Koordinasyon Merkezi (UKM) ile Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, İzmir, Samsun olmak üzere 9 ilde Organ ve Doku Nakli Bölge Koordinasyon Merkezleri (BKM) kurulmuş ve her bir BKM’ne bağlanan iller belirlenmiştir. Ülke genelinde herhangi bir hastanede beyin ölümü ve organ bağışı gerçekleştiğinde hastanede görevli organ nakli koordinatörleri Bölge Koordinasyon Merkezine bildirmektedir. Organ ve Doku Nakli Bölge Koordinasyon Merkezleri ise organları bağışlanan donöre (verici) ait bilgileri Ulusal Koordinasyon Merkezine hızlı bir şekilde ulaştırmaktadır. Bu merkez, donörün organ ve dokularının ülke genelinde nakil beklemekte olan hastalardan aciliyet ve organ uyumu kriterlerine göre en uygun hastanın bulunduğu Organ Nakli Merkezine gönderilmesini sağlamaktadır. olduğunun ve her yerde yapılmasından ziyade deneyimli ekipler tarafından, büyük merkezlerde ve yüksek başarı oranlarında yapılması gerektiğinin öneminin farkındadır. Ülkemizde kadavra donör sayısını arttırmak ise öncelikli ve nihai hedefimizdir; çünkü sağlıklı insanlardan organ almaktansa, öncelikle kadavra vericiden organ temin etmeye çalışmak çok daha akılcı bir yoldur. Bu nedenle, açılan nakil merkezleri, canlı vericilerden nakil yapsalar dahi, kadavra verici sayısı yeterli olmadığında verilen hizmet bir anlamda hep eksik kalmaktadır. Kadavra vericiden organ temini hususunda, 2002 yılı ile 2013 yılı sonu verilerini karşılaştırdığımızda, yıllık beyin ölümü bildirimlerinin sayısının 148’den 1708’e, kadavra verici sayısının 111’den 379’a, kadavradan yapılan böbrek nakli sayısının 189’dan 585’e, karaciğer nakli sayısının 82’den 289’a, kalp nakli sayısının da 20’den 63’e çıkmış olduğunu görmekteyiz. 2014 Ekim ayı itibariyle beyin ölüm bildirim sayısı 1418, kadavra verici sayısı 309, kadavradan yapılan böbrek nakil sayısı 471, karaciğer nakil sayısı 243, kalp nakli sayısı 60’a ulaşmıştır. Tüm bu bahsedilen gelişmelerle birlikte dünya çapında nakil merkezleri ve organ nakli ekiplerine sahip olduğumuz halde, kadavra verici sayısı ve kadavradan yapılan organ nakli sayısı bakımından gelişmiş ülkelerin hayli gerisindeyiz. Kadavra verici sayısını arttırılması gerektiği tartışmasız bir gerçektir. Elbette, hedefimiz organ nakli ile ilgili hizmetlerde başarıyı en 2002 yılında ülkemizde toplam 23 adet böbrek nakli merkezi mevcutken, günümüzde bu merkezlerin sayısı 63’ye çıkarılmıştır. Karaciğer nakli merkezleri sayısı 15’den 38’e; Kalp nakli merkezi sayısı 12’ye, Akciğer nakli merkezi sayısı da 6’ya ulaşmıştır. Hedefimiz sadece büyük illerde değil, yurdumuzun ihtiyaç duyulan bölgelerinde bu merkezlerin açılmasını sağlayarak tüm vatandaşlarımızı bulundukları yerde tedavi olabilme imkânına kavuşturmaktır. Her ne kadar hedefimiz hizmeti vatandaşın bulunduğu yerde ayağına kadar götürmek olsa da, Bakanlığımız organ naklinin özellikli bir tedavi yöntemi SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 9 üst seviyelere çıkarmaktır; ancak, bu başarıyı yakalamak için sadece Bakanlığımızın çabaları yeterli değildir; çünkü bu organizasyon, birçok kurum ve kuruluşun, her şeyden önce de vatandaşlarımızın çaba ve katkılarıyla geliştirilebilir. İşte bu noktada, organ bağışı gibi hassas bir konuda vatandaşlarımızın bağışladığı organların en uygun, en çok ihtiyacı olan hastaya gideceği ve kadavradan organ dağıtımının en adaletli şekilde gerçekleştirileceği hususlarına olan güveninin en üst düzeye çıkarılması özel bir önem arz etmektedir. Organ nakli, bilimsel yönü kadar hukuk, etik, din ve toplumsal değer yargılarını içeren sosyal yönü de oldukça karmaşık olan bir olgudur. Bu nedenle özel yasalara ve düzenlemelere ihtiyaç duyulur. Bütün bu hassas temeller üzerinde, Organ Doku ve Hücre Nakli, Bakanlığımız tarafından Kanun, Yönetmelik ve Yönergelerle hakkaniyetli, denetlenebilir, belirli standartları olan bilimsel ve etik uygulamalar haline getirilmiştir. 2010 yılındaki ülkemizin kadavra bağış oranı milyon nüfus başına 3.6 idi. Bu rakam, halk eğitimleri, sağlık çalışanlarına verilen eğitimler, her yıl ülke çapında düzenlenen 3-9 Kasım Organ Bağış Haftası etkinlikleri, sempozyumlar, kongreler ve hiç kuşku yok ki topluma ulaşmadaki en önemli müttefikimiz olan basın ile yaptığımız topluma doğru bilgileri ulaştırmamızı sağlayan ortak çalışmalar sonucunda, 2013 yılı sonunda kadavra bağış oranımız milyon nüfus başına 5,1’e yükselmiştir. Bu gün ülkemizde 24.729 kişi bekleme listesinde böbrek, karaciğer, kalp, akciğer, pankreas gibi solid organ beklemektedir. Bütün Dünya’da olduğu gibi ülkemizde de nakil sayısı ihtiyacın dramatik düzeyde altında seyretmektedir. Ciddi boyutta organ nakli bekleyen hasta sayısına sahip olan ülkemizde, herkesin etik bir bağlılık üstlenerek, tarafsız olarak, organ bağışı sorumluluğunu kabul etmesi halinde, bu sorunun üstesinden gelinebilecektir. Organ bağışı hassas bir konudur ve zaman zaman medyada konu ile ilgili çıkan olumsuz ve doğru olmayan haberler vatandaşlarımızın bu konudaki güveninin sarsılmasına neden ola10 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 bilmektedir. Bunun yanında olumlu haberler de çıkmaktadır ancak olumsuz haberlerin etkisi de daha fazla olmaktadır. Zaten hassas olan bir konuda vatandaşlarımız tarafından kimi zaman “Acaba bağışladığımız organlar en uygun hastaya gidecek mi?” sorusu dile getirilmektedir. Bu ve benzeri kaygılara meydan verilmemesi adına adaletli ve şeffaf bir organ dağıtımı için Bakanlığımız gereken tüm çalışmaları yapmaktadır. 2000 yılı öncesinde organ nakli ve organ bağışı ile ilgili verilerimiz maalesef çok yetersizdi. 2008 yılı Mayıs ayında Sayın Bakanımız tarafından lansmanı yapılan “Ulusal Organ Bekleme Listesi Programı” ile ilk önce böbrek nakli bekleyen hastalara adaletli ve şeffaf bir sistem ile kadavra böbrek dağıtımı bu sistem üzerinden başlatılmıştır. Bu programın faaliyete geçirilmesi ile kadavra böbrek dağıtımında hastanın yaşı, bekleme süresi, diyalize girme süresi ve verici ile alıcı arasındaki doku uyumu gibi faktörler gözetilerek yapılacak sıralama neticesinde, daha uzun süre bekleyen ve doku uyumu daha iyi hastaların, çocukların ve acil ihtiyacı olan hastaların seçilmesi mümkün olmuştur. Böylelikle, kadavradan elde edilen böbreklerde daha adaletli ve şeffaf bir dağıtım sağlanmasının yanı sıra, nakledilen böbreğin fonksiyon göreceği süre ile hastaların yaşam sürelerinin uzatılması da hedeflenmiştir. 2010 yılı Şubat ayından itibaren ise nakli yapılabilen diğer organlar sisteme entegre edilerek tüm organların bu sistem üzerinden dağıtımı sağlanmış, ayrıca tüm canlı vericili nakillerin de sisteme kaydı zorunlu hale getirilmiş, vericilerin ve nakledilen organların takibi sağlanmış ve bu sistem; anlık olarak istatistiksel verilerin de elde edilebildiği dünyadaki emsallerinden eksiği olmayan bir bilgi sistemi haline getirilmiştir. Programın ismi de güncellenerek “Türkiye Organ ve Doku Nakli Bilgi Sistemi” adını almıştır. Özellikle organ nakli alanında dünya tarafından kalitesi ve geçerliliği kabul edilen verilere sahibiz. Verileri pasif olarak sonradan toplamak yerine aktif bir veri toplama sistemine geçmemizin bunda büyük rolü vardır. Son 4-5 yılda organ nakli konusunda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Hemen hemen tüm nakiller artık ülkemizde yapılabilmekte olup vatandaşlarımızın organ nakli yaptırmak amacıyla yurtdışına gitme zorunluluğu en aza indirilmiştir. Mevzuatımızda da çağın gereklerine uygun önemli yenilikler yapılmaktadır. Örnek verecek olursak “Kompozit Doku Nakilleri Yönergesi” belki de konu ile ilgili dünyada ilk ve tek mevzuattır. Bu yönerge hükümleri çerçevesinde artık ekstremite (kol, bacak), yüz ve saçlı deri, ince barsak gibi nakillerde ülkemizde başarı ile yapılabilir hale gelmiştir. Ülkemizde yeterli sayıda ve coğrafi olarak dengeli dağılmış organ nakli merkezi bulunmaktadır. Tüm bu merkezler, Bakanlığımız tarafından ruhsatlandırılmış ve denetlenmekte olup, merkezlerde çalışan organ nakli profesyonelleri, uluslararası standartlara göre değerlendirilmektedirler. Organ transportunu sağlamak amacıyla, yaklaşık 4000 kara ambulansı, tam donanımlı 3 uçak ambulans ve 17 ambulans helikopterle faaliyet gösteren Hava Ambulans sistemi, bir yandan asli görevini yaparken, diğer taraftan organların ve nakil ekiplerinin transportunun sağlanmasına destek vermektedir. Bakanlığımızca bireye organ nakli gerekmeden önceki safhalarda gerekli önlemleri almaya yönelik birtakım programlar ve çalışmalar yürütülmektedir. Örneğin Hipertansiyonun önlenmesi ve kontrolüne ilişkin “tuz kısıtlaması”na ilişkin çalışmalar, “diyabet kontrol programı” gibi. Hipertansiyonun önlenmesi ve kontrol altında tutulması, tuz kısıtlamasına gidilmesi ve diyabet gelişimi ve obezitenin önlenmesine yönelik yapılan çalışmalar ile son dönem böbrek yetmezliğine (Kronik Böbrek Yetmezliği) gidişin azaltılması, dolayısıyla böbrek nakli gerekecek hasta sayısının azaltılması hedeflenmektedir. 2013 yılı Nisan ayından itibaren organ bağışında bulunanların bilgilerinin kayıt altına alındığı “Türkiye Organ Bağışı Bilgi Sistemi” programı devreye sokulmuştur. Bu bilgiler kayıt altına alındıktan sonra kayıt edip bağışı alan kişinin bile daha sonra erişim yetkisinin olmadığı ve ihtiyaç duyulması halinde ise sadece Bakanlık merkezde erişim yetkisine sahip yetkili kişilerin erişimi ile müdahale edilebilecek ölçüde yüksek güvenlikli bir şekilde korunmaktadır. Ayrıca organ bağışı sırasında bağış yapan kişinin bildirmiş olduğu bir aile bireyine SMS yolu ile mesaj gönderilerek organ bağışı konusunun aile içerisinde de konuşulması ve tartışılması hedeflenmektedir. Bir yoğun bakım servisinde yeterli sayıda beyin ölümü tanısı konulabiliyor ve kadavra donör tespiti ile etkin bir donör bakımı yapılabiliyor ise, bu durum o yoğun bakım servisinin kaliteli hizmet verebilecek kapasitede olduğunun en iyi göstergelerinden biridir. Daha farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse bir yoğun bakımda yapılan tedavinin sonucunda tedavisi yapılan hasta ile ilgili iki seçenek vardır; 1.Hasta yaşar 2.Hasta ölür. Ölüm ise iki şekilde gerçekleşir; 1.Tedaviye yanıt vermeme sonucunda kardiyak ve/veya respiratuvar yetmezlik sonucu ölüm 2.Her türlü tedaviye ve kardiyak ve respiratuvar sistemin sağlam olmasına rağmen beyin ölümünün gerçekleşmesi. (Respiratuvar sistem sağlam olsa da, akciğerlerin solunum için gerekli gaz değişimini sağlayabilmesi için gerekli impulslar beyinden gelmedediği için solunum ventilatör olmaksızın gerçekleşemez) Buradan çıkarılacak sonuç ise iyi bir yoğun bakımın ve yoğun bakım hizmetinin daha yüksek oranda hastanın hayatta kalmasına olanak sağladığı gibi yapılan etkin tedavilerin sonucunda herşeye rağmen hayata tutunamayan hastalarda beyin ölümü tanısı konmasına olanak sağlayacak süreyi de kazandırarak daha yüksek oran ve sayıda beyin ölümü tanısı konulabilmesidir. Sonuç olarak, bir yoğun bakım sevisinde yeterli sayıda beyin ölümü tanısı konulabiliyor ise o yoğun bakımın her anlamda iyi bir yoğun bakım olduğunu söylemek mümkündür. yoğun bakım ekibinden hemen hemen hiç bahsetmemesidir. Yoğun bakımcılar belki de olayın doğası gereği arka planda kalmakta olsalar da hiç kuşkusuzdur ki gerek beyin ölümü tanısının konulması gerekse sunulan iyi yoğun bakım hizmeti ile potansiyel donörlerin ve donör adayların organlarının istenilen standartlarda kalmasını temin etmede en önemli aktörlerdir. Bakanlığımız, yoğun bakım uzmanlarının bu konuda üstlendiği rolün farkında olup, onlarında bu alanda hak ettikleri saygı ve ilgiyi görmeleri ve ön planda olmalarını sağlamak anlamında gereken desteği vermektedir. Bu konuda yoğun bakım dernekleri ile müşterek bir plan doğrultusunda işbirliği içinde hareket edilerek bir çalışma planı oluşturulmuş olup, yoğun bakımcılarında beyin ölümü tanısının konulması ile organ nakli süreçlerinin içerisinde etkin bir rol almaları konusunda gerekli adımlar atılmıştır. Sonuç olarak özetlemek gerekirse; • Organ nakli konusunda deneyimli ve nitelikli yeterli sayıda insan gücüne sahibiz ve daha fazla sayıda nitelikli insan gücü yetişmesi konusunda Bakanlığımızın katkı ve destekleri devam etmektedir. • Yoğun bakım servislerimizle ilgili yaptığımız modernizasyon ve iyileştirme çalışmalarımız devam etmekte olup, yoğun bakım ihtiyacı olan hastalarımızın tedavisine yönelik her türlü imkânlar sağlanmıştır. • Bakanlığımızca ruhsatlandırılmış ve ülke sathına yayılmış ve yeterli sayıda nakil merkezi ile hizmet verilmektedir. • Yapılan organ nakillerinde alıcılar ve canlı vericili nakillerde vericilerin izlenmesine yönelik altyapı sağlanmış olup, yapılan nakillerin kalitesinin de takip edilmesine yönelik standartlara ilişkin çalışmalar yapılmaktadır. • Organ Nakli Koordinasyon Sisteminin geliştirilerek daha iyi bir noktaya getirilmesine yönelik çalışmalar devam etmektedir. • Bakanlığımız organ nakli ve organ bağışı konusunda her türlü ulusal ve uluslararası işbirliğine açıktır ve desteklemektedir. • Organ naklinin etik ve hakkaniyet- li bir anlayışla yapılmasına yönelik her türlü imkan sağlanmış olup, merkezler denetlenmekte ve belirlenen ilkelerin dışında hareket edenlere mevzuatta bildirilen yaptırımlar uygulanmaktadır. Bir diğer önemli nokta ise medyanın yaptığı haberlerde hep nakli yapan cerrahi ekibi ön plana çıkarması ancak belki de asıl kahramanlar olan SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 11 kapakkonusu BAĞIŞLAYIN… HAYAT DEVAM ETSİN Türkiye Organ Nakli Vakfı Türkiye’de her yıl 3-9 Kasım tarihleri Organ Bağışı Haftası olarak kutlanıyor. Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Organ Nakli Vakfı’nın öncülüğünde kutlanan bu haftanın çok temel ve kutsal bir amacı var: Organ Bağışı konusunda kamuoyundaki duyarlığı artırmak. Organ Bağışı Haftası’nın bu yılki teması da “Bağışlayın, hayat devam etsin” olarak belirlendi. Organ Bağışı konusunda duyarlılığı artırmak, bu konudaki ‘doğruları, yanlışları’ halka anlatmak elbette ki bir hafta boyunca yürütülen etkinliklerle sınırlı kalmayacak. Türk halkının organ bağışı konusunda duyarlılığını artırmaya dönük çalışmalar hayatın tam da içinde, en yoğun şekilde olsun istiyoruz. Türkiye Organ Nakli Vakfı’nın bu çalışmalarına destek veren, verecek olan tüm kamu ve sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra Türk halkına da şimdiden teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliyoruz. Peki; neden “Bağışlayın, hayat devam etsin” diyoruz ? Sadece bu yıl Bin 688 hasta, beklediği organa kavuşamadığından hayatını kaybetti. Organ bekleyen binlerce kişinin sonu da böyle mi olacak? Organ bekleyen tam 28 bin 154 hastamız var. Bağışlanacak her yeni böbrek, karaciğer, kalp, akciğer, pankreas, ince bağırsak 12 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 ve kornea onlar için yaşam umudu olacak. Öncelikle, organ nakli bekleyen binlerce hastanın da yaşama hakkı olduğuna inandığımızdan “Bağışlayın, hayat devam etsin” diyoruz. Organ bağışında dünya çapında bir yetersizlik var. Bu yüzden, bekleme listeleri zaman geçtikçe uzuyor. Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyanın birçok yerinde de bu yetersizliğin giderilmesine dönük çabalar yoğunlaştırılmış durumda. İspanya, İtalya, Fransa, Hırvatistan ve Amerika’da bu çabalar ciddi sonuçlar verdi. Ancak Türkiye’de organ bağışını yeterli düzeye getirmemiz için daha çok çalışmamız gerekiyor. Bu yıl Türkiye’de Bin 430 beyin ölümü gerçekleşti ancak bunların sadece 309’unun organları, nakil bekleyenler için umut oldu. Yani; ölen kişilerden organları bağışlanan donörlerin oranı Türkiye’de kayıtlara milyon nüfus başına 5.0 olarak yansıdı. Ancak bu bu oran İspanya’da milyon nüfus başına 34.6, İtalya’da 21.1, Amerika’da da 20… Ne kadar çok bağış olursa, bu oranları da artırmış olacağız. Kuran’ı Kerim’de Maide Suresi’nde “Bir kişiye hayat vermek, bütün insanlara hayat vermeye eşdeğer” deniliyor. Organ naklinin sevap olduğu Din İşleri Yüksek Kurulu’nca 1980’de alınan bir kararla halkımıza duyurul- du. Ancak, Türk halkının çoğunun halen “organ bağışı dinen caiz değil” türünden bir düşüncesi var. Oysa bu düşüncenin değişmesi için Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in çok anlamlı bir çağrısı oldu. Görmez, “Dini, ilmi, tıbbi, hukuki şartlar yerine geldikten sonra bizim organlarımızı bağışlamamız candan cana giden en büyük sadakadır” çağrısını yaptı. Geçen yıl düzenlediğimiz Organ Bağışı haftasında yapılan bu çağrının daha çok karşılık bulmasını, bütün tereddütlerin ortadan kalkmasını istiyoruz. Bu yüzden de, “Bağışlayın, hayat devam etsin” çağrımızı yineliyoruz. En yalın ve en duru haliyle söyleyelim: Organ bağışının, kan bağışından farkı yoktur. Hayat kurtarmak isteyen herkes organını bağışlayabilir. Organ bağışına kendisinin de her an ihtiyaç duyabileceğini farkeden insanlar çoğaldıkça daha mutlu ve sağlıklı bir toplum olabileceğimize eminiz. Bu yıl Türkiye’de tam 6 bin 180 organ doku ve nakli gerçekleştirildi. Toplum olarak daha fazlasına ihtiyacımız varken, ısrarla ama ısrarla “Bağışlayın, hayat devam etsin” diyoruz. Türkiye Organ Nakli Vakfı olarak desteklerinizi, önerilerinizi ve en önemlisi bağışlarınızı bekliyoruz. www.hayatdevametsin.com www.tonv.org.tr kapakkonusu KAHRAMAN OLMAK İSTER MİSİNİZ? Didem SEYMEN Birisini ölümüne sevinebilir mi insan? Sabah Gazetesi Sağlık Muhabiri & Editörü Tabi ki hayır! Bunun o kadar kolay bir olay olduğunu sanmayın. Ben narkozdan uyanır uyanmaz bana böbreği nakledilenin, 19 yaşında bir genç olduğunu öğrenince ağlamaya başladım. O çok gençti. Kim bilir ne hayalleri vardı. Şimdi sıra bende, onun bana emanet ettiği böbreğe en iyi şekilde bakmak ve onu yaşatmak benim boynumun borcu. Alper’in hayalleri benim hayallerime karıştı, onun sevdiği yemek benim sevdiğim yemek oldu… Belki de yaşarken yapamayacağınız bir fırsat. Yaşarken dört kişinin hayatını kurtarabilir misiniz? Çok zor. Ama bu dünyadan göçüp giderken, birileri sizin sayenizde, sizden bir parçayla hayata tutunacak, belki iyileşip doktor olacak, belki iyileşip bir anne olacak, o da yavrusunu dünyaya getirecek. Ve ömrü boyunca, bırakın ömrü; aldığı her nefeste, içtiği bir yudum suda size ve ailenize dua edecek. İşte böyle bir şey organ nakilli olmak... Biraz tuhaf ama bir o kadar da gerçek. Tuhaf çünkü hiç tanımadığınız, belki yolda hızla ilerlerken farkında bile olmadan yanından geçtiğiniz birisi size hayat bağışlıyor. Gerçek çünkü birisi hayatını kaybederken, bir evde cenaze varken, diğer evde sevinç ve gözyaşı birbirine karışıyor. 14 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Okuluma Doyamadım Türkiye’de 60 binden fazla böbrek hastası var. Ben de bunlardan bir tanesiydim. Belki de en şanslılarından birisiyim. Çünkü 15 yaşında diyaliz makinesi ile yaşamaya başlayacağımı öğrendiğim andan itibaren yaşama daha da sıkı sarıldım. Liseyi diyalize girerek bitirdim, üniversite sınavına özel bir merkezde doktorlar eşliğinde girdim. Hiç dershaneye gidemedim ama Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümünü kazandım. Okulda ders programın benim diyaliz saatlerime göre düzenlendi. Hiç kantinde doya doya arkadaşlarımla oturup sohbet edemedim, onlarla arkeolojik gezilere katılamadım çünkü haftanın üç günü, dörder saat gitmem gereken bir makinem vardı. Ama ben yine de hayat doluydum. Ben çocuk böbrek hastası neler yaşar biliyorum çünkü bu hastalığa 2,5 yaşında yakalandım. Küçücük bebeklerin hiçbir şey anlamamalarına rağmen, her şeyi anlıyorlarmış gibi annelerinin gözlerine bakmalarına şahit olmak, küçücük bebeğin karnına takılan diyaliz hortumlarını görmek inanın çok üzücü. Arkadaşlarımdan Pes Edenler Oldu Genç bir böbrek hastası neler yaşar onu da biliyorum çünkü 15 yaşında diyaliz makinesi ile tanıştım. Gençlerin en deli dolu, en verimli dönemlerinde diyaliz makinelerine mahkûm olmaları onları hem bedenen hem de ruhen olumsuz etkiliyor. Bunu ben de yaşadım ancak bir gün bile yaşama sevincimi kaybetmedim. Pek çok arkadaşımın yaşama sevinci söndü, pes ettiler. Ben, organ nakli bekleme listesinde beklemenin de ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. İnsanların umutla bekledikleri bir telefon. 24 saat baş cunda açık tutulan cep telefonları. Milli piyango bekler gibi beklemek… Umut etmek. Ve organ çıktı diye çağırıldığınız halde böbreğin size takılamaması sonucu eve dönmek. Bunu da yaşadım. Ben ‘ikinci hayata merhaba’ demenin ne demek olduğunu da çok iyi biliyorum. O umut, o heyecan ve sonunda yeniden doğmak. 21.03.2006 benim hayata ikinci kez merhaba dediğim gündür. Neboş Sekiz Yaşında Ben bugün sağlıklıysam ve bu yazıyı yazabiliyorsam, bilin ki bu 19 yaşındaki Alper’in ve ailesinin sayesinde oldu. Diyaliz hastası olmak zordur. Diyalizden çıktığınız her gün kemikleriniz biraz daha kamburlaşır. ‘Bugün de bitti’ diye sevinirsiniz. Eve gittiğinizde aileniz doya doya su içerken, sizin içemeyeceğiniz, istediğiniz kadar meyve yiyemeyeceğiniz aklınıza gelir. Buruk bir şekilde tutarsınız evinizin yolunu… 21 yaşında ikinci hayatıma başladığım ve ismini Neboş koyduğum böbreğimle sekizinci yılım. Her 21 Mart’ta Neboş’un önce doğum gününü kutluyor, sonrasında da Alper’e duamızı edip uyuyoruz. Sabah Gazetesi Sağlık Muhabiri olarak da sekizinci yılım. Sekiz yıldır organ nakli haberleri yaparken hep aynı heyecanı hissediyorum. Bir gün Organ Nakli Koordinartörü Levent Yücetin’e ‘Ben de koordinatör olmak istiyorum’ dediğimde bana; ‘Didem’ciğim sen o işi kaleminle yapacaksın’ demişti. Eğer güzel bir şeyler yapabiliyorsam ne mutlu bana. Bir Gün Sizin de Bağışlanan Bir Organa İhtiyacınız Olabilir Erkek arkadaşım ile Antalya Organ Nakilli Çocuklar Kampında tanıştık. Kendisi organ nakilli çocuklar kampının sponsor firmasının kurumsal iletişim sorumlusuydu ve organizasyonun tanıtım ekibinde görev alıyordu. Benimle tanıştıktan sonra organ nakline artık farklı bir gözle yaklaştığını düşünüyorum. Kampı o kadar sahiplendi ki iki yıl üst üste tüm organizasyonu Emin yaptı. Ve şimdi ben nasıl organ nakilli çocukların ablasıysam, o da onların abisi oldu. Organ nakli ile ilgili neler yapılabilir diye beraber sürekli yeni fikirler üretiyoruz. Allah benim karşıma organ nakline bu kadar duyarlı birisini çıkardığı için çok şanslıyım bence . Ve son olarak şunu söylemek istiyorum; her yıl 10 bin kişi organ bulunamadığı için hayatını kaybediyor. Oysa siz bunu engelleyebilirsiniz. Nasıl mı? Organ bağışını çevrenizdeki herkese anlatarak, bu konuda tartışarak, konuşarak… Hakkında konuşulması bile organ bağışı oranlarını artıracaktır, ben buna inanıyorum. Birisi bana, ‘Ne yapabilirim? Organlarımı nereye bağışlayayım?’ diye sorduğunda onlara verdiğim tek cevap şu oluyor; “Ailenize vasiyet edip organlarınızı bağışlamalarını söyleyin, onları buna ikna edin yeter. Bir gün sizin veya sevdiklerinizin de organa ihtiyacı olabilir. O zaman siz de organ bağışının önemini anlayacaksınız ama neden o kadar geç kalınsın ki? Bu dünyaya bırakabileceğiniz en güzel miras organlarınız. Onları bağışlayıp hayat kurtarın. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 15 kapakkonusu HEDEF, % 50 KADAVRADAN, % 50 CANLIDAN BÖBREK NAKLİ! Türk Böbrek Vakfı, 3-9 Kasım Organ Bağışı Haftası’nda ülkemizde halen % 20’ler seviyesinde gerçekleşen kadavradan organ bağışına dikkat çekmeyi amaçlıyor. 2012 yılında sadece böbrek bekleyen 19 bin hastanın, 500 ‘ü kadavradan, 1500 ‘ü canlıdan olmak üzere 2 binine böbrek nakledilebildi. 1.154 beyin ölümü vakasında, sadece 275 aile organ bağışını kabul etti. Geride kalan binlerce hasta ise her sabah “belki de bugün sıra bendedir” umuduyla yaşıyor… Türk Böbrek Vakfı Başkanı Timur Erk, organ naklinin sadece ‘Kronik Böbrek Yetmezliği’ hastalarını değil, başka nedenlerle organ yetmezliği yaşayan ve nakil bekleyen hastaları da ilgilendirdiğini belirtiyor. Erk, bugün Türkiye’de akciğer, karaciğer, kalp, kalın bağırsak, pankreas, kornea ve doku nakli sırasındaki binlerce hasta Ulusal Bekleme Listesi’nde sıranın kendilerine geleceği günü beklediklerine dikkat çekiyor. Türkiye’de yıllık kadavradan organ bağışı oranı milyonda 4 iken, bu oran Avrupa ülkelerinde milyonda 25 – 35 arasında değişiklik gösteriyor. Organ bağışının önündeki büyük engeller; süreçle ilgili bilgi yetersizlikleri, ön yargılar, dinsel çekinceler ve karar verme anındaki duygusal durum olarak ortaya çıkıyor. Durumu değerlendiren Timur Erk, ‘Organ bağışının ne olduğu ve nasıl yapıldığı konusunda olumlu gelişmeler olsa da Türkiye yeterli bilgi ve bilinç düzeyine ulaşılabilmiş değildir. Organ bağışı konusunda çekinceler halen mevcut. En büyük endişelerden biri, ölen kişinin vücut bütünlüğünün bozulması. Oysa organ nakli ameliyatları çok özen gösterilen ameliyatlardır ve vücut bütünlüğü korunur.’ diyor. Erk, ayrıntılı bilgi verildiği ve sorular cevaplandığında, ölen kişinin yakınlarının düşünceleri 16 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 ve kararlarının olumlu yönde değişebildiğini belirtiyor. Tüm semavi dinler organ bağışını teşvik eder ve bir başkasına hayat vermeyi sevap olarak değerlendirir! İslam dininde organ, doku ve kan nakli tedavinin gerekli unsurları olarak kabul edildiğini açıklayan Erk, bu konuda rehber olan ayetler bulunduğunu belirtti: kadavradan organ nakli konusunda en büyük engeli oluşturabiliyor. Hastanın beyin ölümü gerçekleştiğinde onay verecek kişiler, din görevlilerine danışıyor. Çoğu zaman ise yapılan görüşmelerden sonra ölen kişinin yakınlarının fikirleri olumlu yönde değişiyor ve organ bağışına onay verebiliyorlar. Kadavradan Organ Nakli Talebine Red Cevabı %74! 2011 yılında 1.291 beyin ölümü bildirimine karşılık 333 vaka için aile ya da kanuni vasilerden onay alınabilirken, 958 red cevabı alınmıştır. Bir diğer deyişle, kadavradan nakle uygun beyin ölümlerinin sadece % 26’sı organ nakline imkan sağlayabilmiştir. 2012 yılında ise bugüne kadar bildirilen 1194 beyin ölümünden 284 onay, 910 red cevabı alınmıştır. ABD’de ve İngiltere’de beyin ölümü gerçekleşen vericinin kanuni vasilerinin red cevabı oranı %50, bu oran Fransa’da % 30, İspanya’da % 20 iken, 2011 yılında Türkiye’de, %74 oranında red cevabı alınmıştır. “Kim bir kimseye hayat verirse, o sanki bütün insanlara hayat vermişçesine sevap kazanır.” Maide suresi, 32. Ayet “İnsan kendisinin kemiklerini bir araya getiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter.” “Organınızı vereceğiniz kişi yaptığı iyilik ve fenalıklardan kendisi sorumludur.” Kıyame suresi, 3-4. Ayetler Özellikle Türkiye’de dinsel çekinceler, Son yıllarda yürütülen yoğun çalışmalar sayesinde organ bağışına yönelik bilincin arttığını görüyoruz. Örneğin 2006 yılında 2500 kişiye organ bağış kartı verilmişken, 2007’de bu sayı 35.200’e ulaşmıştır. Yapılan nakillerin yüzde 70’ i canlıdan, yüzde 30’u kadavradan sağlanmaktadır. Tüm çalışmalara rağmen son 3-4 sene içerisinde kadavradan böbrek nakli oranının % 20’leri aşamadığını belirten Erk, hedefin ‘% 50 kadavradan, % 50 canlıdan nakil’ olması gerektiğini belirtiyor. ‘İdeal olan, çoğunluğunun kadavradan yapıldığı nakillerdir.’ diyor. Hastanelerinizin daha etkin yönetimi ve verimliliği için... kapakkonusu YÜZ, EKSTREMİTE VE KOMPOZİT DOKU NAKİLLERİ Prof. Dr. Selahattin ÖZMEN Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi TARİHÇE Kompozit doku; karaciğer, böbrek, kalp gibi iç organlar dışında kalan ve birden çok embriyonik tabakadan köken alan, içerisinde çok farklı türden dokuları barındıran vücut yapıları için kullanılan bir terimdir. Bu tanı18 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 ma kol, bacak, yüz, sinir, kas, gırtlak, barsak gibi yapılar dahildir. Kompozit doku nakilleri diğer nakillere göre biraz daha geç olarak uygulamalarımızda yerlerini aldılar, bunun en önemli nedeni bu nakillerin hayat kurtarıcı olmadığı ve sadece hayat kalitesini arttırdığı görüşüydü. Ancak bu hasta gurubu ile konuştuğunuzda aslında bu nakillere ne kadar ihtiyaç duyduklarını, nefes aldıklarını ancak toplumda fiilen yaşamadıklarını anlamak son derece kolaydır. sonra olmuştur. İnsanlarda bu nakillere başlamadan önce, 2002-2003 yıllarında Amerika Birleşik Devletlerinde, Cleveland-Ohio’da The Cleveland Clinic Foundation’da, nakillerin deneysel araştırmalarını oldukça detaylı olarak gerçekleştirdik. Aynı klinikte Türkiye’den çeşitli hastanelerden gelen hekimler başta olmak üzere uluslararası bir ekiple çok önemli deneysel nakiller gerçekleştirdik. Bizden önce de Türk Hekimler çeşitli bacak ve sinir doku nakilleri konularında çalışmalar gerçekleştirmişlerdi. Kompozit doku nakillerinin özellikle gündeme oturması 2000’li yıllardan The Cleveland Clinic Foundation’daki tam teşekküllü mikrocerrahi labora- tuvarında çok farklı türden denekler üzerinde nakiller ve nakillerin immünolojisi üzerinde çalışmalar gerçekleştirdik. Ben şahsen sıçan, domuz, fare, koyun, tavşan gibi değişik deneysel modeller üzerinde çalışmalarda bulundum. Bu yaptığımız çalışmalarda çok önemli başarılara imza atarak çok sayıda uluslararası ödül kazandık. Sıçanlarda arka bacak nakli modeli, kasık bölgesinin nakli modeli, tam yüz nakli modeli, kısmi yüz nakli modeli, yüzün sırta nakli modeli gibi modeller tanımladık ve literatüre kazandırdık. The Cleveland Clinic’te yaptığımız çalışmalarda farklı genetik yapıdaki sıçanlar arasında yapılan nakillerde 5 gün, 7 gün ve 21 gün gibi çok kısa süreli bağışıklık sistemini baskılayıcı ilaç kullanımını takiben hiç ek ilaç verilmeden yapılan nakillerin sıçanlar ölene kadar 2 yıldan fazla sürelere varan oranda sağ kalmaları sağlanabildi. Bu çalışmalarda farklı genetik yapıdaki türler arasında nakil yapıldığında her iki türün birbirini reddetmeden bir uyum içinde yaşadığını gördük, bu yapı kimera (chimera) olarak bilinir ve Antalya - Olimpos’taki chimera efsanesinden esinlenerek isimlendirilmiştir. Nakillerdeki nihai amacımız sıçanlarda sağladığımız kimerizmi insanlarda da sağlayabilmektir. Kimerizm insanlarda sağlanabildiği zaman her türlü nakil bağışıklık sistemine müdahale edilmeden, ömür boyu ilaç kullanımı gerekmeden rahatça gerçekleştirilebilir hale gelecektir. Bağışıklık baskılayıcı ilaçların ömür boyu verilmemesi hayati önem taşımaktadır zira bağışıklık sistemini baskılayan ilaçların ciddi enfeksiyonlar, karaciğer ve böbrek yetmezlikleri ve hatta kanser gelişimlerine kolaylık sağlamaları gibi yan etkileri söz konusu olabilir. “İnsanlarda yüz nakli mümkün müdür?” sorusunun cevabını verebilmek için öncelikle bu işlemin laboratuvar ortamında denenmesi gereklidir. Bunu ilk olarak Türk Hekimler olarak The Cleveland Clinic Foundation’da Dr. Maria Siemienow’un Laboratuvarında arkadaşlarım *Dr. Betül Ulusal ve eşi **Dr. Ali Ulusal ile birlikte gerçekleştirdik. Sene 2002 idi, sıçanlarda ilk tam yüz ve skalp (saçlı deri) bölgesinin mikrocerrahi ile naklini gerçekleştirdik. İlk tam yüz nakli ger- çekleştirilen sıçana “Zorro” adını verdik, dünyada ilkti ve çok değerliydi. Daha sonra başka tam yüz nakilleri de yapıldı. İnsanlarda yapılacak nakiller düşünüldüğünde her yüz nakli alıcısı tam yüz nakli ihtiyacı duymayacaktır. Biz de deneysel çalışmalarımız sırasında bunu düşünerek **Dr. Yavuz Demir ile birlikte yarım yüz-saçlı deri nakli modelini geliştirdik. The Cleveland Clinic Foundation’da bir diğer geliştirdiğimiz model de sıçanlarda yüz ve saçlı deri muadili bölgenin alıcı sıçanın sırtına nakledilmesiydi. Bu modeli geliştirme nedenimiz klinik şartlarda acil olarak vericiden alınan yüzün geçici olarak alıcının başka bir bölgesinde saklanmasının uygunluğunu test etmekti. Gelişmiş mikrocerrahi tekniklere ve bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlara rağmen yaşanabilecek bir cerrahi başarısızlık veya ret durumunda, deforme de olsa alıcının yüzü alınmış olduğundan ciddi anlamda sorun oluşabilir. Alınan yüzü karın veya sırt gibi bir bölgede belli bir süre tutarak uygun şartlarda alıcının yüzüne aktarmak bu riski ortadan kaldırabilir. 2002 ve 2003 yıllarındaki çalışmalarımız sırasında tüm bu deneysel modelleri geliştirmemizin nedeni “insanda yüz nakli yapabilir miyiz?” sorusuna yanıt aramak içindi. Bu soruyu biz 2003’ün başında araştırıyorduk, ama bizden daha önce bu soruyu film endüstrisi sorgulamış ve yanıt aramıştı. 1960 yılında bir Fransız yönetmen, Georges Franju “Les yeux sans visage (Eyes without a face)” adlı filmde bu konuyu gündeme taşımıştır. Filmde bir cerrahın kızı trafik kazası geçiriyor ve yüzü ciddi anlamda deforme oluyor, cerrah baba kızının yüzündeki deformiteyi düzeltebilmek için genç kızları kaçırarak yüz nakletmeye çalışıyor ancak bir süre sonra anlıyor ki, yüz nakli yapmak o kadar da kolay bir şey değil. Yüz nakli yapmak teknik olarak düşünüldüğünde gerçekten çok mu zor? İnsan anatomisini incelediğimizde baş boyun bölgesinde o kadar yoğun bir damar ağı var ki iyi bir mikrocerrah için, mikrocerrahi ile doku nakli gerçekleştirmek çok zor görünmemektedir. Yüz dokusu nakledilmek üzere olduğu yerden güvenle alınabilir mi? 2003 yılında The Cleveland Clinic Foundation’daki çalışmalarımızda bunu da araştırdık. Taze donmuş insan kadavrasında bütün yüz derisini kısa bir sürede nakil için hazırlayabildik. Kadavradan çıkarılan yüz bölgesinde gözkapağı, burun, dudak, kulak gibi klasik tekniklerle rekonstrüksiyonu son derece zor olan yapıları nakletmek mümkün olabilir. Metilen mavisi ile ana damarlardan boya verdiğimizde kulak, gözkapağı gibi en uç doku alanlarının dahi çok iyi boyandığını, dolayısıyla nakil için uygun damarlanmaya sahip olduğunu gösterdik. Bu kadavra çalışmasıyla yüz dokusunun naklinin mümkün olabileceğini göstermiş olduk. Taze kadavra üzerinde yaptığımız çalışmalarda hazırladığımız yüz dokusunun duyusu olacak mı yoksa bir maske gibi mi olacak sorusunu da yanıtlamış olduk. Supraorbital, infraorbital ve mental sinirlerin nakil sırasında rahatça dikilebileceğini, bu sinirlerin izole edilebileceğini gösterdik. Yüzdeki motor aktiviteyi, yani mimik hareketlerimizi sağlayan fasiyal siniri de onardığımızda mimikler tama yakın sağlanabilecektir. Nitekim klinik olgularda da daha sonra bunun mümkün olduğu görüldü. Bir efsaneye göre klinikteki ilk kompozit doku nakli Aziz Cosmas ve Aziz Damien tarafından gerçekleştirilmiştir. Bir kilise çalışanına ölen bir Etiyopyalı siyahi kölenin bacağı nakledilmiştir. Bu konuda yapılan tabloları Prof. Dr. Selahattin ÖZMEN SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 19 haber günümüz bilgisiyle değerlendirdiğimizde köle siyahi olduğu için nakledilen bacak siyah görünmektedir, ancak bir diğer yorum da bacağın bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanılmadığından kangren olup atıldığı için siyah göründüğü de olabilir. Ancak gerçek dünyaya dönecek olursak el, ön kol nakilleri, sinir nakilleri, kemik, kas, değişik doku nakilleri özellikle son 20-30 yılda gerçekleşebilir hale gelmiştir. İlk başarılı ve halen yaşayan önkol ve el nakli 1999’da yapıldı. Günümüzde yapılmış onlarca önkol, el, hatta parmak, kol ve bacak nakli mevcuttur. Özellikle yüz nakilleri gündeme gelince ciddi tartışmalar baş gösterdi. Bazı hekimler yüz naklinin hayat kurtarıcı bir işlem olmadığını ve yapılmasının gerekli olmadığını öne sürmekteydi. Öte yandan hayat kurtarıcı bir işlem olmadığını savunanlara en iyi yanıtı yüz nakli ihtiyacı olan hastalar veriyor. Bu hastalar nefes alıp veriyorlar ancak toplumda neredeyse hiç yoklar, evlerinden çıkmıyorlar, hatta eve gelen misafirlerle bile görüşmekten kaçınıyorlar. Ben bu hasta grubunun toplum içinde adeta “yaşayan ölüler” olduklarını düşünüyorum. Hastalara yüz nakli yapıldığında ölebileceği hatırlatıldığında böyle bir deformiyteyle yaşamaktansa bu riski göze almaya çoktan hazır olduklarını ifade ediyorlar. Ciddi deformasyon bırakan yanıklar, mekanik travmalar, ateşli silah yaralanmaları, doğuştan anomaliler gibi pek çok faktör yüz nakli ihtiyacına yol açabilir. Aslında Plastik Cerrahlar olarak mevcut rekonstrüksiyon tekniklerini kullanarak çok ileri düzeyde deformite düzeltici ameliyatlar yapabiliyoruz ve çok başarılı sonuçlar elde edebiliyoruz. Ancak yine de mevcut cerrahi tekniklerle tam olarak fonksiyon gören göz kapağı, dudak, burun, kulak gibi organları yapmak oldukça zordur. Klasik tekniklerle dokuları restore etmek mümkün ancak bire bir aynısını yapmak günümüz teknolojisi ve cerrahi teknikleriyle henüz mümkün değildir. Baş-boyun bölgesindeki yapıları izole olarak veya kombine olarak rekonstrükte etmek gerekebilir. Klasik rekonstrüktif cerrahi tekniklerle deri yamaları, yağ nakilleri, damarlı veya 20 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 damarsız kemik nakilleri, serbest kas nakilleri gibi çeşitli dokuların kişinin kendi vücudundan alınarak başka bölgelere nakledilmesi söz konusudur. Bunun yanı sıra bir takım protezler ve epitezler kullanarak yapay bir doku ile de defektli alan taklit edilebilir veya kapatılabilir. Ancak kullanılan tüm komplike tekniklere rağmen sonuçların cerrahları ve hastaları tam olarak tatmin ettiğini söyleyemeyiz. Bu en iyi yapılan rekonstrüksiyon için bile geçerlidir. Bu nedenle bazı ağır, baş boyun defektlerinin yüz naklini hak ettiğini söyleyebiliriz. Yüz nakli bizim çalışmalarımızı da sunduğumuz ve yayınladığımız 2000’li yılların başlarında tüm dünyada oldukça popüler oldu ve 2005 yılında Fransa’da ilk kısmi yüz nakli gerçekleştirildi. Bu nakil bir köpek tarafından yaralanan orta yaşlı bir kadının ağız çevresinin yumuşak dokusunun naklini içermekteydi. Kısa bir süre sonra ikinci yüz nakli, ayı saldırısı sonucu yaralanan bir erkek hastaya Çin’de yapıldı. Aslında estetik görünüm olarak çok iyi bir sonuç elde edilmiş olmasına rağmen hasta nakil sonrasında bağışıklık sistemini baskılayan ilaçlarını kesip geleneksel Çin tıbbına yönelince, bir süre sonra hasta yaşamını yitirdi. Üçüncü nakil basına “ağaç adam” olarak yansıyan bir erkek nörofibromatozis hastasına, Fransa’da yapıldı, yine sadece yumuşak doku nakli şeklindeydi ve yine oldukça iyi bir sonuç elde edildi. Dördüncü nakil ise yüzünün orta kısmından yaralanan bir kadın hastaya yüzün kemik dokularını da içerecek şekilde ABD’de The Cleveland Clinic Foundation’da yapıldı. Amerika Birleşik Devletleri’nden döndüğümde Türkiye’de yüz nakli yapmak konusunda planlarımız vardı. 2007 yılında Gazi Üniversitesi beni “Türkiye Bilimler Akademisi Üstün Yetenekli Genç Bilim Adamı” ödülüne aday gösterdi ve proje olarak “İnsanda Yüz Nakli” konusunu sundum. Değerlendirme komitesinde Tıp Fakültesi’nde Hocam olan bazı Öğretim Üyelerinin de olduğu çok değerli bilim adamları vardı ancak insanda yüz nakli konusunda tereddütleri vardı ve “projeyi sıçanlarda nakil çalışmalarına devam etmem şeklinde değiştirmem konusunda bir öneri oldu”. Ancak deney hayvanlarında yeteri kadar deney yaptığımızı ve insanda nakillerin başladığını, bizim de Türkiye’de Yüz nakli yapabileceğimizi belirttim. Bu şekilde birkaç yıl kaybetmiş olduk. 2010 yılında sınıf arkadaşım ve çok yakın arkadaşım Dr. Ömer Özkan Sağlık Bakanlığı’ndan özel izinle Eylül ayında ilk önkol naklini gerçekleştirdi. Bu nakilden sonra Sağlık Bakanlığı benim de dahil olduğum bir bilimsel komisyon kurdu. Bu komisyonun görevi Kompozit Doku Nakli Yönetmeliğini oluşturmaktı. Bir yıllık çalışma sonucunda Türkiye’ye ait “Kompozit Doku Nakli Yönetmeliği” ni oluşturduk. Kompozit doku nakli konusunda endikasyonları ve kontrendikasyonları belirledik. Bu dünyadaki ilk ulusal kompozit doku nakli yönetmeliğiydi. Mart 2011 de yönetmelik yayınlandı. Ocak 2012 de Sağlık Bakanlığı ilk nakil için Akdeniz Üniversitesi’ne öncelik verdi ve ilk yüz nakli Antalya’da bir erkek hastaya gerçekleştirildi. Aynı vericiden alınan ekstremiteler aynı gün bir başka hastaya nakledildi, böylece ilk defa üç uzuv nakli yapılmış oldu. Ancak birkaç ay yaşayan hasta gelişen komplikasyonlar sonucu kaybedildi. İkinci bir yüz nakli vericisi bir ay kadar sonra çıktı ve nakil için Sağlık Bakanlığı Gazi Üniversitesi’ne yani bize organları alıp almayacağımızı sordu. Ancak verici ile bizim alıcımız arasındaki yaş farkı 20’den fazla olduğundan biz vericiyi kabul etmedik ve bizden sonra Sağlık Bakanlığı vericiyi Hacettepe Üniversitesi’ne yönlendirdi. Hacettepe Üniversitesi’nde yine bir erkek yüz nakli ve beraberinde bir başka alıcıya 4 ekstremite nakli yapıldı. Ancak ekstremite nakli yapılan hasta gelişen komplikasyonlarla birkaç gün sonra kaybedildi. Bir ay kadar sonra 17 Mart 2012’de üçüncü yüz naklini Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrültif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı olarak biz gerçekleştirdik, 3. Yüz nakline ait detaylı bilgi aşağıda verimiştir. Gazi Üniversitesi Tecrübesi Gazi Üniversitesi Hastanesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı olarak yaptığımız nakil Türkiye’de ve dünyada bazı ilklere sahipti. Hastamız 19 yaşında bir bayandı. 6 yıl kadar önce ateşli silahla orta yüz yaralanması geçirmiş ve 2 yıl öncesinde bana başvurduğunda 35 kadar ameliyat geçirmişti. Orta yüz bölgesi hemen hiç yoktu. Burun tamamen yoktu, üst çene tama yakın hasarlamış, önceki ameliyatlardan kalan ince bir kemik dokusu mevcuttu. Üst çenede dişlerin pek çoğu yoktu, alt çenede defekt orta ve sol tarafta ciddi bir kemik defekti vardı, ağız deformeydi, üst dudak hiç yoktu ve geçirilmiş onlarca ameliyata bağlı vücutta birçok iz ve defekt mevcuttu. Yüz nakli için en uygun adaylardan biri olduğunu düşündüğüm hastaya yüz naklini bir alternatif olarak sunduğumda başta şaşırdı ve korktu. Ancak özellikle ABD’deki kendisine benzer bir deformitesi olan hastada yapılmış yüz naklini görünce yüz nakli programına dahil olmayı kabul etti, aile de ameliyatı kabul etti. Hastanın programa dahil edilme süreci en az 6 ay sürüyor, psikiyatri eşliğinde birçok test ve değerlendirmeler yapılı- yor. Hastanın Gazi Üniversitesi’ndeki multidisipliner konseyimizden onay almasından ve psikiyatrik değerlendirmelerinden sonra adı Sağlık Bakanlığı’na nakil için bildirildi. Nakil Süreci 17 Mart 2012 de Ulusal Nakil Koordinasyon Merkezi’nden bir kadın yüz nakli vericisi olduğu bildirildi. Verici ve bizim hastalarımızdan biri oldukça uyumluydu, hastaya durumu bildirdiğimizde nakil için hazır olduğunu bildirdi. Verici İstanbul’daydı, hastamız ise Kahramanmaraş’ta ikamet ediyordu. İki Plastik Cerrah ve bir Protez Uzmanından oluşan 3 kişilik bir ekiple vericiden yüz dokusunu almak üzere Sağlık Bakanlığı’nın jet ambulansı ile İstanbul’a ulaştık ve Samatya Devlet Hastanesi’ne varır varmaz vericinin yakınıyla durumu konuşup kendisine teşekkür ettik, nakil sürecini açıkladık. Protez uzmanı ekip arkadaşımız tarafından vericinin alınacak olan yüz parçasının yerine konulmak üze- re hazırlanacak olan silikon maskeyi hazırlamak üzere yüz kalıbı alındı. Bu sayede nakil dokuyu aldıktan sonra alınan yüz dokusunun silikon maskesini yerine koyarak vericide görünen bir defekt kalmasını önleyebilecektik. Protez uzmanımız vakit kaybetmeden silikon maskenin hazırlıklarına başladı. Hayati organların önce alınabilmesi için organ alımında öncelik karaciğeri nakletmek üzere alacak olan genel cerrahi ekibine verildi. Karaciğer alındıktan sonra böbrek nakli yapacak ekiple birlikte ameliyata başladık. Orta yüz kısmını kemikleriyle birlikte almak üzere plan yaptık. Orta yüz derisi, kasları, burun, 10 tane diş, üst dudak, üst çenenin sert damağı nakledilmek üzere alındı. Hastanın alt çenesinde sadece kemik dokuda bir eksiklik vardı ancak herhangi bir ret veya başarısızlık durumunda hastanın mevcut dokularından hiçbirini kaybetmemek amacıyla bu alandan doku alınmadı. Tüm yüzün derisini alarak nakil yapmak da izleri boyun bölgesine saklamayı sağlayacağın- SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 21 haber dan bazı cerrahlarca tercih edilen bir yöntem olmasına rağmen bunun için alıcıda mevcut sağlıklı yüz derisi kısımlarının atılması gerekecekti. Bu durumda hastada herhangi bir ret veya başka bir sorun çıktığında çok ciddi sorun yaşama riski doğurabilecekti, bu nedenle sadece defektin olduğu kısımların nakledilmesini planladık. Bu sayede yaptığımız nakilde erken dönemde veya yıllar sonra bir sorun çıkarsa bile sadece bu dokuyu aldığımızda hastanın hiçbir kaybı olmayacak, yine eski yüzü tamamen yerinde olacaktı. Bu kararımızın haklılığını diğer nakillerin sonuçlarını görünce kanıtlamış olduk. Yüz dokusunu aldıktan sonra hazırlanan maske, vericideki defekt alanına hastanenin Plastik Cerrahi Uzmanı tarafından uygulandı ve dikildi. Bu sırada nakil ekibi olarak hemen Sağlık Bakanlığı’nın Ambulans jeti ile Ankara’ya döndük. Hastamız bu arada Ankara’ya ulaşmış ve ameliyata alınarak hazırlanmaya başlamıştı. Mikrocerrahi işlemleri ile 4 tane damarı birbirine diktik ve nakledilen dokunun alıcının damarları vasıtasıyla beslenmesini sağladık. Daha sonra üç boyutlu olarak alınan yüz dokusu milimetrik olarak işlenerek alıcının yüzüne yaklaşık 6 saate adapte edildi ve daha sonra plak vidalar ile alıcının kemiklerine fikse edildi. Ameliyat sonrası dönem sorunsuz geçti, hasta kendi yüzünü psikiyatrinin kontrolü altında 14 gün kadar sonra gördü ve çok beğendiğini ifade etti. 4. haftada basının karşısına çıktığında özgüveninin ne kadar artmış olduğunu görmemiz başarılı olduğumuzun kanıtıydı. Hastanın olmayan sol gözü için protez hazırlandı. Alt çenedeki kemik defekti kalçadan aldığımız kemik grefti ile onarıldı. Daha sonra nakledilen bu kemik üzerine diş implantları yerleştirildi, 5 adet implant başarı ile nakledildikten sonra Ağustos 2013’te diş restorasyonu tamamlandı. Yaptığımız nakil tüm dünyadaki birkaç kadından kadına ve kemikli yapılan nakilden biri oldu. Bu özellikleriyle Türkiye’de yapılan ilk kemikli ve üç boyutlu nakildi, ilk ve hala tek kadından kadına nakil özelliklerini de taşımaktadır. 22 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Kompozit Doku Nakilleri Yapılmalı mı? Kompozit doku nakilleri hayati risk nedeniyle yapılan ameliyatlar olmadığından bazı hekimler bu nakillerin yapılması konusunda şüphe taşımaktadırlar. Dokunun nakil yoluyla alınmasının belirgin bazı avantajları vardır; hazır bir doku alınıp kullanıldığından hastanın başka bir vücut bölgesine zarar verilmemektedir, yani verici alan morbiditesi yoktur. Alınan doku bire bir orijinal kulak, burun, gözkapağı gibi fonksiyon ve şekil olarak vericide eksik olan bölgeye uygun doku olarak transfer edilebilir, normalde bu tür yapıların rekonstrüksiyonu son derece zordur. Ama farklı kişiler arasında yapılan nakillerin çok önemli iki dezavantajı vardır; birincisi bağışıklık sisteminin baskılanması, ikincisi nakledilen dokunun reddedilme riski. Bu konuları sıçanlarda yaptığımız deneylerde büyük oranda çözmemize rağmen henüz insanlarda çözülebilmiş değildir ve alıcının ömür boyu bağışıklık sistemini baskılayan ilaç kullanmaları gerekmektedir. Eskiden kullanılacak ilaç dozunun deri nakli nedeniyle çok yüksek olması gerekeceği düşünülüyordu ancak günümüzde gerekli ilaç dozunun sadece böbrek nakillerindeki doz ile aynı miktarlarda olduğu görüldü. Türkiye’de organ nakillerinde verici bulmanın sorunlu olduğu bu nedenle canlı vericilerden nakillerin daha sık yapıldığı aşikardır. Kompozit doku nakillerinin çok büyük bir kısmının canlı vericiden yapılması mümkün olmadığından kadavra verici şarttır. Yapılan nakillere bakıldığında bu nakiller için mevcut durumda yeterince verici bulabildiğimizi söyleyebiliriz. Ancak kompozit doku nakillerinde sayı artacak olursa kadavra verici bulmak sorun olabilir. Bir başka muhtemel sorun alıcının başkasının yüzünü taşımasının yaratabileceği sosyal ve psikolojik sorunlardır. Yurtdışında yapılan bazı kompozit doku nakillerinde bu gibi sorunların ortaya çıktığı bilinmektedir. Ancak ülkemizde yapılan nakillerin hiçbirinde günümüze kadar böyle bir sorun yaşanmadı. Hastaların psikiyatrist ve psikolog eşliğinde değer- lendirilmeleri ve bu desteğin nakil yapıldıktan sonra da devam etmesi son derece önemlidir. Sonuç Ülkemizde özellikle kısa sürede art arda gelen nakiller büyük bir yankı uyandırdı. Bu nakillerde büyük rolü olan sorumlu uzman doktorlar –ben dâhil- basında yer aldılar. Ancak bu nakillerin bir ekip işi olduğu ve Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahinin yanı sıra; Nefroloji, Psikiyatri, Tıbbi Etik, İmmünoloji, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon, Sosyal Hizmet Uzmanları gibi pek çok branştan uzman hekim ve yardımcı sağlık personelinin, hastanelerimizin Rektör, Dekan ve diğer yöneticileri dâhil tüm yapılarının koordineli çalışması sonucu başarılabildiğini hatırlatmak isterim. Özellikle o dönemde Rektör olan Sayın Prof. Dr. Rıza Ayhan ve Dekan olan Sayın Prof. Dr. Sacit Turanlı’nın ekibimize her türlü desteği verdiğini hatırlatmak ve buradan teşekkür etmek istiyorum. Bu nakiller cerrahi beceri olarak aslında Türkiye’de birçok Plastik ve Rekonstrüktif Cerrah tarafından başarıyla gerçekleştirilebilir, önemli ve zor olan çok faktörlü bir koordinasyonun gerçekleştirilmesidir. Mevcut dezavantajlara rağmen kompozit doku nakilleri yapılmalı mı? Uygun hasta seçimiyle yüz ve uzuv nakilleri bazı hastalar için tek seçenek gibi gözükmektedir ve gerekli durumlarda yapılmalıdırlar. Ancak hastalar ömür boyu ilaç kullanımının riskleri konusunda ve diğer bazı gelişebilecek sorunlar hakkında yeterince bilgilendirilmelidirler. Nakil yaparken hasta seçimi çok önemlidir. Çok ciddi bir değerlendirme şarttır. Aksi halde halen deneysel diyebileceğimiz bu nakillerde önemli sorunlarla karşılaşmamız söz konusu olabilir. * Doç. Dr. Betül Gözel Ulusal, Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı ** Prof. Dr. Ali Engin Ulusal, Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı ***Prof. Dr. Yavuz Demir, Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Anabilim Dalı kapakkonusu BAĞIŞLAMAK YA DA BAĞIŞLAMAMAK! Mümin UZUNALAN Organ Nakli Koordinatörü Hayata Bağıs Derneği Başkanı Konu organ bağışı olduğunda aklımızdan geçenler; bir ölüm, geride kalanların verdiği bir karar ve kurtulan hayatlardır aşağı yukarı. Gazetelerde haber olarak yer aldığında dahi, organ nakli ile hayata tutunan kişiler veya onların yakınlarının söyledikleri çok önemli olur da organ bağışlayan aileler pek ortalarda görünmezler nedense. Bizler de olayı ‘şurada hayatını kaybeden bu kişi, şu kadar insanın canını kurtardı’ sığlığında yaşar gideriz. Oysa organ bağışı kavramının altında, oldukça gelişmiş bir organizasyonun kökleri uzanır, ya da Mümin UZUNALAN 24 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 uzanmalıdır ülke çapında. Bu organizasyonu başarabilen ülkeler vatandaşlarına organ nakliyle tedavi sunabilirken başaramayan ülkeler sadece ümit sunabilmektedir. Sunulan ümidi de fazla abartmamak gerektiğini fısıldar rakamlar yıllar yılı… Fazlaca karışık hale getirmeden anlatmaya çalışalım organ bağışı sistematiğini. Öncelikle, ülkemizde sağlıkla ilgili bir sorunun çözümünde en üst karar verici Sağlık Bakanlığı’dır. Çemberi biraz daha daraltırsak İl Sağlık Müdürlükleri’ne, daha da daraltırsak rektörlüklere, dekanlıklara ve hastane başhekimliklerine ulaşabiliriz. Demek ki, sağlıkla ilgili bir uygulamanın kararı vatandaşın günlük hayatına girene kadar en azından birkaç merciden geçiyor. Konumuz organ bağışı olduğuna göre kapsamımızı hastanelerin yoğun bakım ünitelerine doğru biraz daha daraltacağız. Çünkü organ bağışının gündeme gelebilmesi için hayatını kaybetmiş birine yani bir ölüye ihtiyaç vardır. Ancak ölümün özelliği yoğun bakım şartlarında gerçekleşmiş olması, ölünün özelliği ise yoğun bakım desteği altında ve bir suni solunum cihazına bağlı halde olmasıdır. Kişi kesinlikle bir ölüdür. Fakat beyni dışında organ fonksiyonları kısa bir süre için de olsa devam edecektir ki bu duruma beyin ölümü denir. Zaten organ naklini mümkün kılan da bu durumdur. Şu halde yoğun bakım ünitesi sorumluları da dördüncü ve en kritik merci olarak sistemin içerisindeki yerlerini alıyorlar. Bugün temel sorunumuz; yoğun bakımlarda beyin ölümü gerçekleşen vakaların sisteme bildirilmemesidir. Bu bildirim organ bağışının kontak anahtarıdır, o olmazsa diğer mevcutların bir önemi kalmaz. Buraya kadar olan organizasyon karar verme ardından da kararlı olma ile ilgilidir. Dolayısıyla aktörleri, kararlı olması gereken karar vericilerdir. Organ bağışına destek olmak için kanunlar koyan bir Bakanlık, il sınırları içerisinde organ bağışı ile ilgili çalışmalar yapan bir Müdürlük, hastanesinde organ bağışını arttırmaya yönelik faaliyetlerde bulunan yöneticiler ve bir yoğun bakım ünitesi sorumlusu. Peki, yoğun bakım ünitesinde beyin ölümü gerçekleşmiş bir kişi varsa, organ bağışı mantığı içerisinde neler yapılıyor? Diyebiliriz ki, sürecin başlangıcı her zaman için ‘beyin ölümünün tespitidir. Yoğun bakım hekimi, sorumlusu olduğu ünitede oluşan her beyin ölümünü kanunen bildirmek zorundadır. Bu zorunluluğa, birçok kişinin hayatını kurtarma olasılığını ve sorumluluğunu da iliştirmek yanlış olmayacaktır. Beyin ölümü tespiti… İşte bu noktaya kadar verilen irili ufaklı kararların, bazen büyük bir hızla bazen de ister istemez ilerleyişinin son durağıdır. Çünkü beyin ölümü tespitinden itibaren karar vericilerin görevi bitmiştir. Artık önceden belirlenen ve kanunlarda yazılı prosedürlerle birlikte onlarla kol kola girmiş bürokrasiyle ilgilenme zamanıdır. Ülkemiz kanunları gereği beyin ölümünün tespitinde iki adet uzman hekim görev alır. Bunlar, anestezi ve reanimasyon, nöroloji veya beyin cerrahisi alanlarında uzmandırlar. Yoğun bakım hekimi beyin ölümü teşhisini koyduktan sonra, diğer uzman hekim de vakayı değerlendirir. Eğer yapılan testler sonucunda ölümü tespit ediyorlarsa, ‘beyin ölümü tespit tutanağı’ imzalanır. Artık söz konusu vaka hem tıbbi hem de kanuni olarak ölmüştür. Bundan sonra yapılacak iş, ölen kişinin ailesiyle ‘organ bağışı’ hakkında görüşmektir. Aile, o son derece üzüntülü dakikalarda, vereceği kararla organ bağışı yapar veya yapmaz. Bu arada, karar vericilerin arasına bir uygulayıcı katılmıştır sessizce. Organ nakli koordinatörü (ONK). ONK’un görevi yoğun bakım hekiminin beyin ölümü vakasını kendisine bildirmesiyle başlar. Testlerin tamamlanmasının ardından aile ile organ bağışı görüşmesi yapar. Aile görüşmesinin sonucunu Bakanlığın ilgili birimlerine bildirir. Eğer aile organ bağışında bulunursa, bağışlanan organların fonksiyonlarıyla ilgili bilgileri içeren tıbbi formları hazırlar ve Bakanlığa iletir. Hummalı çalışma tüm hızıyla sürmektedir. Bir taraftan bağışlanan organlar için en uygun alıcı tespit edilmeye çalışılırken diğer taraftan da bağışlanan organların fonksiyonlarını sürdürmesi yolunda çabalar harcanır. ‘Donör bakımı’ olarak adlandırılan bu işlemler sayesinde, nakli yapılacak organın ameliyata kadar işlevsel kalması ve bu sayede yapılacak naklin başarı oranının arttırılması hedeflenir. Organ bağışı organizasyonunda yer alan her bir görevli için donör aslında bir ölü değil, dört-beş belki daha fazla insanın hayatını kurtaracak kutsal bir varlıktır. Bu anlayışla gerek ameliyata kadarki süreçte, gerek ameliyat aşamasında, gerekse ameliyattan sonra mümkün olan en üst seviyede özen gösterilir. Beyin ölümü şüphesi ve tespiti, aile görüşmesi, organ bağışlanması ve donör bakımının yan yana yazıldığında boyu iki satır bile etmese de, o an- Diğer vücut da bu pek kıymetli misafirini ağırlamaya hazırlanmaktadır, başka bir deneyimli cerrahi ekibin ellerinde. Çoğu zaman, spor müsabakalarındaki oyuncu değişiklikleri gibi, görevini yerine getiremeyen organ çıkartılıp yerine görevini tam olarak yapabilen yeni organın nakli yapılır. Böbrek naklinde ise, genellikle hastanın kendi böbrekleri çıkartılmayıp onlara arkadaşlık edecek üçüncü böbrek gelir yerleşir, başka umutlarla beraber. Böylece ölü bir bedenden yeni yaşam kıvılcımları saçılmıştır insanlığa. Bağışlanmadığında kısa bir süre içerisinde toprağa karışacak olan kalp, karaciğer, akciğer, böbrek, pankreas, ince barsak, kornealar ve diğer dokular 9-10 ölüm yolcusu hastaya umut olmuştur. Bu dünyadan ayrıldıktan sonra, belki de yaşarken mümkün olmayan yardımlar yapılmıştır, hayatlar kurtarılmıştır hayatta olmayan bir bedenle… Kabul etmek gerekir ki hayatı boyunca organ bağışı kavramıyla hiç karşılaşmayan birisinin bu fikirle tanışma zamanı çok sevdiği bir yakınını kaybettiği an olmamalıdır. Organ bağışından söz edebilmek için kişinin yoğun bakım şartlarında ve suni solunum cihazına bağlı olduğu halde beyin ölümünün gerçekleşmiş olması gerektiğini daha önce belirtmiştik. Aileler, ağır kafa travmaları, beyin tümörleri, beyin kanamaları, beyni etkileyen ağır enfeksiyonlar vs. gibi nedenlerle bazen birkaç saat bazen de birkaç gün içinde sevdiklerini son yolculuğuna uğurlar. Bu durum çok büyük çoğunlukla beklenmeyen ani bir ölüm anlamına gelmektedir. İnsanlar böyle beklenmedik kayıp karşısında organ bağışı teklifine çok sıcak bakmayabilir. ‘Benim annem öldü, benim kocam öldü, benim çocuğum öldü, bütün insanlık ölsün bana ne!’ tepkisi normal karşılanabilir. Ancak yaşadığı süre içerisinde ‘organ bağışı’ hakkında olumlu görüş belirtmiş kişilerin yakınları, tüm üzüntülerine rağmen olumlu karar verebilmektedirler. En beklenmedik ölümlerde bile aile bir an için bulunduğu durumdan sıyrılıp ‘bir gazete haberini okurken ‘organ bağışı ne kadar güzel’ demişti’ ya da ‘benim de organlarımı bağışlayın demişti’ gibi hatırlamalarla bağışa onay vermektedirler. Dolayısıyla organ bağışı konusunun tüm boyutlarıyla halkın arasında konuşulması ve insanların bu konudaki fikirlerini aileleriyle paylaşmaları çok önemlidir. Bir ölümle başlayan, o ölümün birçok hayatı kurtarmasıyla sonuçlanan bu süreçte çok fazla iş ve işbirliği vardır. Bir taraftan da zamana karşı yarışılmaktadır. Başlangıcından itibaren en yüksek hızda hareket etmeye ek olarak en düşük hata oranıyla çalışmak zorunluluğu da vardır. Bağışlanan organların en iyi şekilde naklinin gerçekleşmesi önemlidir. En az onun kadar önemli olan diğer konu da bağış yapan ailenin tüm süreçler hakkında eksiksiz bilgilendirilmesi, ortaya çıkan olumsuz gelişmelerden de haberdar edilmesidir. Daha birkaç dakika önce en yakınındakilerden birini kaybetmiş olduğunu öğrenmiş buna rağmen o sevdiğinin organlarını bağışlama yüceliğini göstermiş insanlar asla incinmemelidir. Halk, hasta, hekim, yönetici, yoğun bakımcı diye ayırmak da bir noktadan sonra garip kaçıyor doğrusu. Hekimler arasında organ bekleyenlerin sayısı az değildir. Ya da yoğun bakım sorumluları da bir gün ölecekler. Bakan, başhekim, rektör, müsteşar… onların yakınları da bir gün onların organları hakkında karar verici olacaklar. Biraz derinleştiğimizde hepimizin aynı tarafta olduğunu görmek güç değil. Tam bugün diyalizle tanışan kaç böbrek hastası var? Yarın kim bilir kaç kişi karaciğer yetmezliği yaşadığını öğrenecek doktorundan? Bu insanlar bir hafta önce, doğum gününde, geçen yaz tatilinde, yılbaşında, bir yıl önce sağlıklı olduklarından o kadar eminlerdi ki. Bizim şu anda olduğumuz gibi. ları yaşayanlar için bu süreç bir ömür gibidir. Artık sıra donör organlarının çıkartılması ameliyatına gelmiştir. Organ nakli yapabilmek için öncelikle nakledilebilecek bir organa ihtiyaç olduğundan, bu ameliyat çok önemlidir. Yapılacak bir hata organı veya organları kullanılamaz hale getireceğinden, bu ameliyat ancak çok tecrübeli organ nakli cerrahları tarafından yapılmaktadır. Çıkartılan organlar özel sıvılarla yıkanıp paketlendikten sonra buz dolu çantalara koyulurlar ve yeni vücutlarına doğru yolculuklarına başlarlar. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 25 kapakkonusu NAKİL BAŞARISI ARTARKEN ORGAN BAĞIŞ SAYISI DÜŞÜYOR Organ bağışı ile tek bir insanın pek çok kişinin hayatını kurtarması mümkün olabiliyor. Ülkemizde yeteri kadar bağışın olmaması ise organ nakli konusunda en önemli sorun olarak gösteriliyor. Türkiye canlıdan canlıya organ naklinde dünya sıralamasında birinci olan Kore’den sonra 2. sırada yer alıyor. Prof. Dr. Koray Acarlı, organ nakli ve organ bağışının önemi hakkında bilgi verdi. Canlıdan nakiller yerine kadavradan bağışların artması gerekiyor Gelişmiş ülkeler kadavradan organ naklinde ilk sıralarda yer alırken, Türkiye canlıdan canlıya organ naklinde dünyada 2. sırada bulunmaktadır. Ancak organ nakli konusunda başarılı olduğumuzu söylemek için kadavradan nakil sayımızın fazla olması gerekmektedir. İnsanlar yeteri kadar organ bağışına yönlendirilmediği için operasyonlar canlıdan nakillerle gerçekleştirilmektedir. Her insanın bir gün organa ihtiyacı olabilir Organ bağışı sayısının az olması ülkemiz insanını rahatsız etmiyor gibi görünüyor ancak herkesin bir gün organa ihtiyacı olabileceğini düşünmesi gerekir. İnsanların bir yakınını kaybetmeleri durumunda organ ba- Prof. Dr. Koray Acarlı 26 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 ğışı konusunda ne düşündüklerini önce kendi kendilerine sormaları çok önemlidir. Bu konuda kişinin sadece organlarını bağışladığını beyan eden bağış kartı taşıması yeterli olmamaktadır. Organlarını bağışlamayı düşünen bireyler aynı zamanda ailelerine de bu konuda vasiyette bulunmalıdır. Akraba bağlarının kuvvetli olması canlıdan canlıya nakil oranlarını artırıyor Batılı ülkelerle kıyaslandığında Türkiye’deki akraba bağlarının çok daha kuvvetli olduğu görülmektedir. Canlıdan organ naklinin ülkemizde daha fazla olmasının nedenleri arasında akraba ilişkilerindeki bu bağlılıktan söz etmek mümkündür. Bunun yanında Batılı ülkelerde kadavra sayısı fazla olduğu için canlıdan organ nakline ihtiyaç ülkemizdeki kadar fazla olmamaktadır. 90’lı yıllarda Türkiye’de yılda 3-4 tane karaciğer nakli yapılmaktaydı. Günümüze bakıldığında sayısal anlamda gelişmiş ülkeler seviyesine geldiğimizi görmekteyiz. Çok başarılı nakiller gerçekleştirilmesine rağmen bu durum bizi tatmin etmemekte her yıl binlerce insan hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de organ bağışı oranında artıştan bahsedilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Geçtiğimiz yıllarda ülkemizde sadece 10 tane organ nakli merkezi bulunurken, günümüzde bu merkezlerin sayısı 38’e çıkmıştır. Ancak gerçekçi bir artıştan söz edebilmek için organ nakli yapan mer- kezlere düşen kadavra sayısının her geçen sene artması gerekir. Bir organ nakli merkezine düşen kadavra sayısı, 20’den 5’e geriliyorsa burada artıştan bahsedilmesi mümkün değildir. Türkiye’deki artış minimum gelişme göstermektedir. Ve bu konuda toplumsal bir farkındalık ve duyarlılık oluşması önemlidir. İstanbul’un potansiyeline bakıldığında kadavra sayısının yıllık 200 olması gerekiyor Organ nakli konusunda belli değerler kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde organ bağışı milyon kişi bazında 2030 olarak belirlenmektedir. Bu açıdan bakıldığında İstanbul 10 milyon nüfus kabul edilse bile yılda 200 kadavra olması gerekmektedir. Bu neredeyse Türkiye genelinin sayısına yakın bir rakam olarak gözükmektedir. Organ bağışı bilinci gençken para biriktirmek gibi düşünülmeli Organ nakli haftası Türkiye’deki algının da değişmesinin başlangıcı olmalıdır. Yaşlılıkta rahat etmek için gençken para biriktirmek örneğinde olduğu gibi hasta olunca organ bulunacak bir ortamı şimdiden hazırlamamız gerekmektedir. Bu birkaç doktorun ve ilgili birimlerin tek başına altından kalkabileceği bir durum değildir. Sokaktaki insandan, medyaya kadar tüm toplumun destek vermesiyle oluşturulacak ortak bir duyarlılıktır. kapakkonusu BÖBREK NAKLİNDE YENİ TEKNİKLER YAŞAM SÜRESİNİ UZATIYOR Böbrek yetmezliği görülme oranı dünyada ve ülkemizde her geçen gün artıyor. Türkiye’de bu yıl itibarıyla yaklaşık 70.000 kişi böbrek yetmezliği nedeniyle diyalize girerken, bu rakamın önümüzdeki yıllarda 100.000’in üzerine çıkması öngörülüyor. Ortalama insan ömrünün uzaması ve obezite oranlarının artması gibi etkenler her yıl daha fazla insanda böbrek yetmezliği gelişmesine neden oluyor. Op. Dr. Mert Altınel, “3-9 Kasım Organ ve Doku Bağışı Haftası” öncesinde böbrek naklinde yeni gelişmeler hakkında bilgi verdi. Böbrek nakli hastaya konforlu bir yaşam sunuyor Op. Dr. Mert Altınel 28 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Böbrek yetmezliği gelişen hastalarda iki tedavi seçeneği mevcuttur. Bunlardan birincisi diyaliz, ikincisi ise böbrek naklidir. Hemodiyalizde hasta haftada 3 kez diyaliz makinesine bağlanır ve 4 saat boyunca vücudunda biriken atık maddeler ve sıvılar temizlenir. Böbrek yetmezliğinin en başarılı tedavisi böbrek naklidir. Bilimsel araştırmalar, böbrek naklinin hastaya daha uzun bir yaşam sağladığını göstermektedir. Böbrek nakli olan hastalarda 10 yıllık sağ kalım oranı hemodiyalizin iki katıdır ve %80 civarındadır. Yeni kullanılan ilaçlar ile hastalara takılan böbreklerin çalışma oranları da gitgide yükselmiş ve 10 yılın sonunda %60’ların üzerine çıkmıştır. Yeni yöntemler ve ilaçlar ameliyat başarısına yansıyor Türkiye canlı vericiden yapılan böbrek nakillerinin yüksekliği nedeniyle bu konuda büyük tecrübenin olduğu bir ülkedir ve bu konuda referans ülke konumundadır. Bölgemizden ve dünyadan birçok alıcı ve verici Türk vatandaşlarına uygulanan aynı kanunlar çerçevesinde Türkiye’de böbrek nakli olmaktadır. Canlı vericiden yapılan böbrek nakillerinin hemodiyalize olan üstünlüğü, yeni teknikler, yeni ilaçlar ve yeni tedaviler ile son yıllarda daha da pekişmiştir. Laparoskopik yöntem böbrek vericilerinin sayısını %25 artırdı Canlı vericiden yapılan böbrek naklindeki en büyük teknik gelişme verici ameliyatlarında olmuştur. Son 10 yıldır laparoskopik(kapalı) yöntemle yapılan böbrek vericisi ameliyatları, yakınlarına bu büyük fedakarlığı yapan kişilere büyük bir konfor ve rahatlık sağlamıştır. Eskiden 20-25 santimetrelik bir kesi ile yapılan verici ameliyatı, şimdi üç adet sadece 5 milimetrelik deliklerden girilerek ve teknolojik aletler kullanılarak gerçekleştirilmektedir. Sadece böbreği çıkarmak için kasık bölgesinde 5 santimetrelik bir kesi yapılır ve böbrek buradan çıkarılır. Kapalı yöntemle ameliyat edilen vericiler, ameliyatın ertesi günü taburcu olup, ağır iş yapmamak kaydıyla 3-4 gün sonra çalışma hayatına geri dönebilirler. Gelişen teknoloji ve artan tecrübe ile bu ameliyatın komplikasyonları da yıllar içinde büyük ölçüde azalmıştır. Hastalara ameliyat sürecinde kan ve- rilmesi ihtimali ise sadece %0,04’dür. Yüksek başarı ve düşük komplikasyon oranları sayesinde daha fazla kişi yakınlarına böbrek vericisi olmuştur. ABD’de yapılan çalışmalar, kapalı verici ameliyatı seçeneğinin, böbrek vericilerinin sayısını %20-25 oranında artırdığını göstermektedir. Böbrek nakli ameliyatı alıcı ve verici için son derece güvenli Böbrek nakli hastanın ve vericinin doku uyumunun değerlendirildiği, bağışıklık sistemini de içine alan önemli bir ameliyattır. Alıcı ameliyatının komplikasyonları da yeni teknikler ile yıllar içinde gitgide azalmıştır. Takılan böbreğin damarlarında tıkanma olması veya idrar kaçağı olması gibi daha önce %5 civarında olan komplikasyonlar, son teknik uygulamalarla %2’nin altına inmiş ve böbrek nakli ameliyatı cerrahi açıdan hastalar için daha güvenli ve daha az komplikasyonlu hale gelmiştir. Cerrahi komplikasyonların daha az gö- rülmesi sayesinde böbrek nakli olan hastaların büyük kısmı ameliyattan sonraki 4. günde taburcu olup evlerine gidebilmektedir. Vücudun yeni böbreği reddetme ihtimali önceden hesaplanıyor Alıcı ve vericinin doku uyumunu değerlendiren testler de son yıllarda büyük oranda değişmiştir. Yeni kullanılan testler sayesinde takılan böbreğin reddedilmesi ihtimali ameliyattan önce hassas bir şekilde tespit edilebilir. Bu sayede reddedilme riskinin azaltılması için ameliyat öncesinde hazırlık yapılabilir ve reddedilme ihtimalini azaltacak özel ilaçlar kullanılabilir. Eğer ameliyat öncesinde yapılan bu testlerde takılacak böbreğin reddedilmesi ihtimali çok yüksek bulunursa, bu vericiden böbrek nakli yapılmasından vazgeçilebilir ve yeni verici adayları değerlendirmeye alınır. Bu sayede başarısız olabilecek bir ameliyat önlenmiş olur. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 29 kapakkonusu “Başkaları için kendinizi unutursanız, o zaman sizi daima hatırlayacaklardır.” Türkiye’nin bir köşesindeki bir kentinde, bilmediğimiz bir gerçeği, gizli ve görünen kahramanlarıyla önümüze seren Yeni Hayat; Dostoyevski’nin bu cümlesiyle başlıyor. Yeni Hayat, “yaşamak” için mücadele veren insanlarla, “yaşamdan sonra” hatırlanmak isteyenlerin karşılaşma hikâyesi. 3 yaşındaki Hasan Hüseyin, 53’ündeki Mustafa Kemal, 14 yaşındaki Elif, 24 yaşındaki Mehmet ve daha onlarca, yüzlerce insan, hayatın kıyısında, kendilerini kurtaracak kahramanı beklemektedir. Her gün Türkiye’de 10 insan, organ nakli olamadığı için hayatını kaybediyor. Ve her yıl 60 bin insan, yaşamak için, ümidini kaybetmeden, kendisine bulunacak organı bekliyor. Oysa bu organın gelme olasılığı, milli piyangodan büyük ikramiyenin çıkma olasılığı kadar! Çünkü Türkiye’de organlarını bağışlayanların sayısı sadece milyonda 3! Aile içinde bile konuşulmaya cesaret edilmeyen bir tabuya el atan Tulu30 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 han Tekelioğlu, “Yeni Hayat” belgeselinde, izleyiciyi, insanlığın başka bir yüzüyle karşı karşıya getiriyor. 15 gün, 12 saat boyunca, eş zamanlı olarak kameraya kaydedilen gerçekler, bugüne kadar görmekten imtinayla kaçındığımız hayatın gerçekleri! Hiçbir kaygı duymadan büyük cesaretle organlarını sevdiklerine bağışlayan insanlar, hayatın kıyısındayken yaşama tutunabilen çocuklar, yetişkinler ve o insanların hayatta kalması için kendini adamış organ nakli hekimleri. Günlük hayatın akışında pek hatırlamadığımız fedakarlık, kahramanlık, adanmışlık gibi değerlere vurgu yapan Yeni Hayat, Türkiye’nin bir köşesinde, binlerce insanın hayatta kalmasına etkisi olan bir kent’te Antalya’da geçiyor! Şaşırtıcı değil mi? Çünkü Antalya, bir turizm cazibe merkezi olmanın ötesine geçerek, dünyada organ nakli ameliyatlarının gerçekleştiği sayılı merkezlerinden biri haline gelmiş durumda. İnsanın insana verebileceği en büyük hediye yaşamdır! İnsanlığın bu güzel yüzünü gerçek olaylarla, tanıklıklarla, heyecanlı bir dille anlatan “Yeni Hayat” belgeseli, belki istatistikleri değiştiremeyecek ama, organlarının bir başka bedende hayat bulmasına ön yargılı yaklaşan Türk insanında yeni bir duygu yaratacağı kesin… kapakkonusu ORGAN NAKLİ Organ yetmezliği ve ölüm ne cinsiyet tanır, ne de millet. ”Zengin misin, fakir misin “ diye sormaz, yaşının, mesleğinin de önemi yoktur onlar için. Herkes eşittir. Prof. Dr. Alper DEMİRBAŞ Organ nakli ve bağışı ne yazık ki Türkiye’de istenilen oranlara ulaşmayan hatta yaklaşamayan bir alan. Bunun sonucu olarak her yıl, her yaştan binlerce kişi hayatını kaybediyor. Dahası kronik organ hastalıkları sadece hastayı değil ailesini ve yakın çevresini de ilgilendirir, yaşam düzenlerini alt-üst eder. Tıpta ‘yüzyılın mucizesi’ olarak tanımlanan bu alanda tıp fakültesine başladığım günden beri ilgilendim ve hasta hayatı kurtarmak için mücadele verdim. Organ nakli sadece bir ameliyat değildir. Canlı ya da kadavra vericili olsun işin içine tıbbın dışında hukuk, etik, felsefe, sosyoloji, ekonomi, eğitim yani tümüyle hayat girer. İşte bu nedenle ülkemizde organ nak32 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 li ve bağışı sorununun çözümü için tüm bu alanların dikkate alınması ve bu alanlara ilişkin de çalışılması gerekir. Bu birliktelik Sağlık Bakanlığı çatısı altında devlet ve tüm sivil toplum kuruluşlarının ortak çabası ile olabilir. Özellikle son yıllarda Sağlık Bakanlığı’nın organ nakli konusuna verdiği önem Türkiye’deki organ nakli sayısının artışında kendini göstermektedir. 1998 yılında 360 olan böbrek nakli sayısı 2013 için 2.900 nakile ulaşmıştır. Şu anda ülkemizde 60 bin Kronik Böbrek Yetmezliği yaşayan hastanın olduğu tahmin ediliyor ve her yıl bu sayıya 8-10bin hasta ekleniyor. Türk Nefroloji Derneği geçen haftalarda bir açıklama yaptı her 100 diyaliz hastasından 14-15’i her sene hayatını kaybediyor. Bunun anlamı Hiçbir doğal afet veya maden kazası olmadan her yıl tam 9.000 kişi artık akşam yemeklerinde sevdikleri ile sofraya oturamıyor demek. Bu hastalığın kesin çözümü ise böbrek nakli. Diyaliz tedavisini, hastaya böbrek nakli için gerekli süreyi kazandıran bir tedavi yöntemi olarak düşünmeliyiz. Bu nedenle tüm dünyada olduğu gibi yasal, bilimsel ve Prof. Dr. Alper Demirbaş etik sınırlar içerisinde olmak şartı ile böbrek nakli ile ilgili geliştirilen her yöntemin sayısı ve başarısı artırılmalıdır. Herkes kendisinin ve bir yakınının bu hastalığa yakalanabileceğini unutmamalı. Bir transplant cerrahı olarak gönül rahatlığıyla şunu söyleyebilirim: Bir sevdiğimin yaşama dönebilmesi için hiçbir kaygı duymadan bir böbreğimi bağışlayabilirim. Çünkü biliyorum ki, böbrek nakli hayat kurtarır. Tüm dünyada korkunç bir organ kıtlığı var. Çünkü artık hasta sayısı daha fazla. Eskiden diyaliz makinesi az olduğu ya da yaygın olmadığı için de böbrek hastalarının çoğu kaybediliyordu. Şimdi böbrek hastalarını daha uzun yaşatmak mümkün. Tüm bunlar da organ ihtiyacını artırıyor. Tekrar söylüyorum diyaliz hastaları hayata bağlar ama hayat kurtaran nakildir. Oysa bu konuda öyle büyük bir bilgi eskiliği ve buna bağlı olarak yanlış yönlenme var ki! Mesela geçenlerde bir baba-oğul geldi. Biri A Rh(-) , diğeri A Rh(+). Böbrek naklinde Rh faktörünün bir önemi yoktur, kan naklinde önemlidir bu. Ama bu hasta yıllarca nakil olamamış bu yüzden... Şimdi hem bu yanlış bilgilenmeleri düzelt- memiz hem de doku uyumsuzluğunda olduğu gibi kan uyumsuzluğunu da aşmamız gerek ki hastalara bir çözüm sunabilelim. Geçtiğimiz yıl Türkiye’de 373 kadavra organ bağışlandı. Bu bir eksiklik ya da geri kalmışlık değil, biz yıllardır kadavra bağışının artırılması için uğraşıyoruz ama bu zaman isteyen bir şey. Yani bu sürecin içinde henüz biz başlangıç aşamalarındayız açıkçası. Birçok faktör giriyor işin içine. Çünkü kolay bir karar değil gerçekten. Örneğin insan evladının organlarını bağışlaması kolay bir karar değil. Onun için çok ciddi bir bilinçlendirme yapılması lazım, bu yapılıyor. Onun için çok ciddi bir bilinçlendirme yapılması lazım, bu yapılıyor. Yani mümkün olduğu kadar yapılıyor ama artış son derece yavaş. Havuza her yıl 10 bin yeni böbrek hastası eklendiğini düşünürsek, işimiz zor. Tutun ki Türkiye dünyanın en yüksek kadavra bağış oranına sahip olan İspanya’ nın düzeyine çıktı; yine de kadavradan sağlanan organlarla bu insanların tümüne organ nakli yapılması mümkün değil. O yüzden canlı vericili nakiller devreye giriyor. Dediğim gibi tüm dünyada, canlı vericili nakiller kadavradan vericili nakiller geçmiş yada geçme eğiliminde. Organ nakliyle 20 yılı aşkın bir süredir uğraşan biri olarak şunu söylemek istiyorum: Lütfen öldükten sonra organlarınızı bağışlayın. Çünkü toprak oluyorlar. Öbür dünyada onlara ihtiyacınız olmayacak, bunu bütün dinler de bu şekilde söylüyor. Eğer ailenizde bir kronik organ hastası varsa o zaman doğru bilgiyi edinin. Organ naklinin bir sınırı yoktur. Aktif kanser ve AIDS hastaları dışında tüm organ yetmezliği hastaları daha önce nakil olmuş veya olmamış olsun nakil adayıdır. Aynı şekilde hazırlık testleri yapılır ve uygun ise nakilleri gerçekleştirilir. Çok yanlış inanışlar var; mesela bir böbreğimi verirsem sakat kalırım çocuğum olmaz diyen hastalar oldu. Ailelerinde kronik böbrek hastası ya da siroz hastası olan ailelerin bu konuda çok iyi bilinçlendirilmesi lazım... Eğer verici adayında belli şartlar sağlanmışsa, belli hastalıklar yoksa yapılan geniş kapsamlı tetkiklerde bir sorun yoksa o zaman böbrek vericisi olmanın bir zararı yoktur. Peki, faydası nedir? Yakınınızın hayatını kurtarmak! SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 33 haber TIP SADECE BİR MESLEK DEĞİL, AYNI ZAMANDA BİR GÖNÜL İŞİDİR Prof. Dr. Ömer ÖZKAN Akdeniz Üniversitesi Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Kanuni’nin o muhteşem deyişinde olduğu gibi insan hayatında sağlıklı yaşamak kadar değerli bir nesne yoktur. Çoğunlukla bunu maalesef sağlığımızdan kaybettiğimiz zamanlarda anlayabiliyoruz. Çok küçük yaşlarda iken basit bir diş ağrısını çektiğim zamanlarda dişimin ağrısı olmadığı zamanların ne kadar değerli olduğunu fark etmiş, tedavimi olup ağrım geçtiği zaman uzun süre ‘oh be bugün de dişim ağrımıyor, hiçbir ağrım sızım yok, çok şükür’ dediğimi hatırlarım. Sağlıklı günlerimizde bunun kıymetini bilip şükretmek, buna ihtiyacı olan hasta insanların da halinden anlayıp bulunduğunuz pozisyon veya mesleğe göre insan olmanın bilinciyle imkânlar ölçüsünde en üst düzeyde maddi veya manevi katkıda bulunmak gerekir. Tarih boyunca ilgili bilim insanlarının birinci önceliği de hastalıkları yenmek için çalışmak, yasam kalitesini artırmak, hatta ölüme çare bulmak olmuştur. Belki de bilinen en eski 34 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 meslek olarak amacı insanı hem ruhen hem de bedenen tam sağlıklı tutmak olan tıp, eskiden olduğu gibi sonsuza kadar vazgeçilmez bir bilim, bir meslek dalı olarak devam edecektir. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de son yıllarda önemli bilimsel gelişmeler ve katkılar olmuştur. Fakat ne yazık ki bu olumlu gelişmeler bu mesleğin uygulayıcıları olan sağlık personeline aynı ölçüde yansımamış, hatta geçmişe göre olumsuzluklar ve moral bozuklukları da oluşmuştur. Unutulmamalıdır ki son dünya düzeninde her şeyin parayla, maddeyle ölçüldüğü bir yapıda bu tur sıkıntılar belli bir süre olacaktır. Bunu da doğal kabul etmek zorundayız. Önemli olan bu sorunların kökenine, nedenlerine ve çıkış noktalarına inmektir. Amaç; bulunduğumuz, ait olduğumuz toplumda bu günümüzü ve gelecek nesillerimize huzur içerisinde sağlıklı bir şekilde yaşama imkânı sağlamak ise hepimize düşen olumlu, olumsuz ancak yapıcı eleştirilerimizi uygun ortamlarda ifade etmek bunları dile getirmek olmalıdır. Burada niyet çok önemlidir. Biz sürekli mesleki gelişmelerden, son dönem kanun veya yönetmeliklerden bahsederken geçtiğimiz hafta İstanbul’da Sağlık Bakanlığının düzenlediği çok önemli bir kurultay gözlerden kaçtı. Bir kaç küçük boyutlu haber dışında medyada veya sosyal ortamlarda hak ettiği ölçüde yer almadı. Hâlbuki bu sıradan bir kongre değildi. Mutlaka her bilimsel emek harcanan aktivite değerlidir. Ancak bu kurultay benim davet edildiğimde düşündüğümden çok daha üst düzeyde geniş bir vizyon düşüncesinin ürünüydü. Dünyada örneği var mıdır bilmiyorum ama çok akıllıca planlanmış önümüzdeki yıllarda daha da iyi fikirlerin ortaya çıkacağından şüphem olmayan Türkiye’ye yakışan bir toplantıydı. Yıllardır tıptaki düzeyimizin hep dünyanın önünde olduğunu çoğumuz söyler bunu uluslararası kongrelerde de birebir gururla hissederdik. Bu ku- Prof. Dr. Ömer ÖZKAN rultayda dünyanın dört bir tarafında hemen hemen her kıtada kendini kanıtlamış, önemli Türk Tıp Bilim adamları davetliydi. Amaç dünyada söz sahibi bu meslektaşlarımızla ülkemizdeki paydaşları bir araya getirip bilgi alışverişi sağlamak, her iki taraf için ne tur katkılar sağlanabileceğini araştırmak ve bir anlamda moral motivasyon sağlamaktı. Burada kesin olan ve birçok kez vurgulanan şey amacın yurtdışında yaşayan bu beyinlerin ülkemize geri dönmeleri için ikna edilmesi olmadığıydı. Sadece iki taraflı bu değerli beyin gücünde kuvvet oluşturmaktı. Çok değerli sunumlarla önemli projeler sunuldu. Gelecek hedefleri yapıldı. İlgili kurumların sunumları ile projelere destek imkânları anlatıldı. hemen tüm kadroları tüm toplantı boyunca hazır bulundular ve değerli sunumlar yaptılar. Günün geç saatlerine kadar toplantılar dikkatle ve aynı yoğunlukla takip edildi. Ertesi günde çalışma grupları oluşturularak ilgili alanlarda hedefler ve gelecek vizyonu üzerine görüşler belirlendi. Bulunduğum organ nakli ve hematoloji çalışma grubunda da önemli görüşler paylaşıldı ve çok faydalı olduğuna inandığım sonuç bildirgesi oluştu. Hepimizin gurur kaynağı asrın beyin cerrahı Profesör Gazi Yaşargil de çok değerli bir sunum yaptı. Burada en önemli konu da başta Sağlık Bakanı olmak üzere Bakanlığın hemen Çok değerli olan tıp mesleğinin geleceğinin iyi eğitilmiş gelecek nesiller ve bunlara sağlanacak imkânlarla olacağını unutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatmak isterim. Unut- Yine bu çalıştaylara Sağlık Bakanı ilk günkü gibi bizzat eşlik etti ve görüşlerini paylaştı. Bu kadar iyi organize edilmiş emek harcanmış bu kurultayın ülkemiz için hayırlı ve faydalı olmasını diliyorum. Emeği gecen herkesi kutluyorum. mamalıyız ki Tıp adamlığı sadece bir meslek değil aynı zamanda bir gönül işidir. Bunu sadece bir meslek olarak algılar veya algılatırsak hem uygulayıcı olarak bizler hem de hizmet alan biz ve insanlarımız olacaktır. Adı her ne olursa olsun ilgili insanları değerli kılan, eğitimine ve gelişimine katkıda bulunacak her türlü düşünce ve etkinliğe katkıda bulunmalı destek vermeliyiz. Bu arada içinde bulunduğumuz organ nakli haftasında tek eksiğimiz olan organ bağışı bilincinin daha da farkındalığının oluşmasını diliyorum. Bu konuda oldukça faydalı etkinliler yapılmakta ve bunlara katkı sağlamamız gerekmektedir. Önümüzdeki yıllarda öncüsü olduğumuz altyapım, organizasyon ile teknik ve tıbbi tecrübe alanında olduğu gibi bağış oranında da dünyayı yakalama ümidini taşıyorum. Sevgi ve saygılarımla SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 35 dosya “TOPLUM AĞIZ VE DİŞ SAĞLIĞI HAFTASI” Prof. Dr. Taner YÜCEL Türk Dişhekimleri Birliği Genel Başkanı Şeker içeriği yüksek olan sağlıksız bir beslenme ve yetersiz ağız hijyeni diş çürüklerine yol açan önemli faktörlerdir; bunlara ek olarak diş çürükleri sosyo-ekonomik durum ile de bağlantılıdır. Ancak diş çürükleri “koruma” ve “tedavi” yöntemleri ile önlenebilir hastalıktır. Hal böyle iken diş çürüğü ve diş eti hastalıklarının mortaliteden çok morbiditeye etki etmesi ne yazık ki ülkemizde hükümetlerin ağız-diş sağlığı politikalarını göz ardı etmelerini kolaylaştırmış, bu da toplum ağız diş sağlığını olumsuz etkilemiştir. Buna karşılık kamunun şimdiye kadar ağırlıklı olarak erişkin hastalara yoğun bir şekilde tedavi hizmetini (% 96) sunması, çocuklara verilen koruyucu dişhekimliği esaslı hizmetin ise toplamın ancak % 4’ünü kapsaması, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de ‘sessiz salgın’ olarak adlandırılan diş çürüğü kendini yüksek değerler ile göstermiştir. Ülkemizde orta yaş grubunda %70,7 olan diş çürüğü, 65-75 yaş grubunda ise %96,2’yi bulmaktadır. Unutulmamalıdır ki diş çürüğü ve diş eti hastalıklarına neden olan bakteriler sadece diş sert dokularında hastalık meydana getirmezler, genel sağlığımızı da tehdit eden kardiyovasküler hastalıklara, enfeksiyöz eklem ve romatizmal hastalıklara, düşük ağırlıklı bebek doğumlarına, diyabetin kontrol altına alınmasını güçleşmesi gibi durumlara neden olabilirler. 36 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Dişhekimleri Birliği’nin (FDI) bildirilerinde ve İstanbul Deklarasyonu’nda ifade edildiği gibi bireyin genel sağlığının korunması programına artık ağız diş sağlığı da dahil edilmekte ve diş hekimlerinin ağız sağlığının yanı sıra hastalarının ve geniş anlamda toplumların genel sağlığı ve yaşam kalitelerine katkı yapmalarının gereği üzerinde durulmaktadır. TDB’de benzer şekilde yıllardan beri ‘bilimsel temelli koruyucu ağız diş sağlığı politikaları’ esaslı ağız diş sağlığı hizmet modeli oluşturulmasını talep etmektedir. Sık görülen bir kronik hastalık olan diş çürükleri ve sonuçları ülkemiz için büyük bir kamu sağlığı yüküdür. Yaşam kalitesinde kayıplara yol açarak genel sağlığa da zarar veren ve tedavi için büyük harcamalar yapılmasına neden olan bir problemdir. Bu bağlamda siyasi irade en kısa sürede koruyucu temelli ağız diş sağlığı hizmetlerini hem kamu hem de serbest çalışan diş hekimlerini de içine alacak şekilde düzenlemeli, ülkenin tüm diş hekimliği potansiyeli koordine ve yapısal olarak faydalanılır hale getirilerek gelecek nesillerin ağız diş sağlığını koruma altına alan politikaları bir an önce hayata geçirilmelidir. İşte bu nedenle 1996 yılında Türk Dişhekimleri Birliğinin önerisi ile Sağlık, Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlarınca kabul edilen 22 Kasım’ı içine alan haftanın “Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftası”, 22 Kasımın da “Dişhekimliği Günü” olarak bütün yurtta kutlanılmasını, atılmış önemli bir adım olarak görüyoruz. Türk Dişhekimleri Birliği ve Dişhekimleri Odaları yaptıkları çeşitli etkinlikler ile “Toplum Ağız Diş Sağlığı” konusunda uyarıcı ödevini gönüllü olarak yapmaktadırlar. Tüm vatandaşlarımızın “Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftasını”, meslektaşlarımızın “Dişhekimliği Günü”nü en iyi dilek ve saygılarımla kutluyorum. dosya DİŞ HEKİMLİĞİ İLE TANIŞMA Öğr. Gör. Dr. Gökçen AKÇİÇEK Prof. Dr. Sema DURAL Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi Anabilim Dalı dişlerin canlılığını kontrol etmede kullanılan testlere vitalite testleri denir. Vitalite testleri: elektrikli pulpa testi, soğuk testi, sıcak güttaperka testi olarak sınıflandırılabilir. Aft ve ülsere lezyonlar nedir? Günümüzde hastaların hekimlerden beklentileri her geçen gün artmakta ve bilgi arayışları devam etmektedir. Bu derlemedeki amacımız hastaların en sık sordukları soruları kısa kısa cevaplandırmak ve hastalara doğru, güvenilir bilgiler sunmaktır. Radyografi nedir? Radyografi X-ışınları kullanılarak bir objenin görüntüsünün film üzerine veya dijital olarak monitör üzerine kaydedilmesidir. Radyografi diş hekimliğinde kullanılan en değerli tanı araçlarından biridir. Vitalite testi nedir? Dişler çürük, travma ve fiziksel etkiler gibi birçok farklı nedenle canlılıklarını kaybedebilir. Bu gibi durumlarda 38 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Aft ağız içerisinde sıklıkla yanak ve dudak mukozasında olmak üzere, dil, yumuşak damak, farenks, diş etinde görülebilen sarı-kırmızı hale ile çevrili oldukça ağrılı ülsere lezyonlardır. Ülser, cilt veya mukuozada oluşabilen, epitelin bazal tabakasının altına uzanan doku kaybıdır. Ülserler aftöz stomatit, uçuk (herpes simplex) veya su çiçeği gibi viral enfeksiyonlar, beslenme bozukluğu, vitamin yetmezliği, anemi, Behçet hastalığı veya travma sonucu gelişebilir. Ağızda görülen ülsere lezyonlar tat alma, konuşma, çiğneme ve yutkunma gibi fonksiyonları ağrı nedeniyle olumsuz etkileyerek hastanın beslenmesini, konuşmasını, kendini ifade etmesini ve dolayısı ile yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Uzun süre iyileşmeyen ülsere lezyonlardan biyopsi alınması gerekebilir. Süt dişleri lokal anestezi ile çekildiklerinde alttan daimi diş gelir mi? Normal koşullarda her süt dişinin altında daimi diş tomurcuğu vardır. Dolayısıyla süt dişi ister sallanıp doğal yollardan düşsün isterse de sınırlı uyuşturma ile hekim tarafından çekilsin altından daimi diş gelir. Ancak 6 yaş civarında ağızdaki yerini alan ilk daimi diş halk arasında süt dişi olarak algılanır. Ağıza çıkan ilk daimi diş olduğundan diğer daimi dişlerden daha erken çürür ve çekilir. Ebeveynler bu dişi süt dişi zannettiklerinden çekildikten sonra altından daimi diş çıkmasını beklerler fakat çekilen diş daimi olduğundan alttan tekrar diş gelmez. Ağızda görülen kırmızı lezyonların önemi nedir? Ağız mukozasında sistemik hastalıklar, lokal travma, dermatolojik hastalıklar veya lokalize enfeksiyonlara bağlı olarak farklı karakterlerde kırmızı lezyonlar ortaya çıkabilir. Bu lezyonların büyük bir çoğunluğu sistemik veya dermatolojik hastalığın tedavi edilmesi, lokalize travmanın ortadan kaldırılması veya lokalize enfeksiyonun tedavi edilmesi ile kaybolurken bir kısmı ise uygulanan tedavilere cevap vermez. Böyle durumlarda ilgili alandan biyopsi alınıp lezyonun histopatolojik olarak değerlendirilmesi uygundur. Ağızda görülen bazı kırmızı lezyonların kanser oluşturma riski nedeniyle takibi ve uygun tedavisi büyük önem taşımaktadır. Kist nedir? Kist etrafı epitelle çevrili içi sıvı dolu olan patolojik kitledir. Ağız içinde diş kaynaklı (odontojenik) ve diş kaynaklı olmayan (non-odontojenik) kistler görülebilir. En sık karşılaşılan odontojenik kist radiküler kist, en sık karşılaşılan non-odontojenik kist ise insisiv kanal kistidir. Radiküler kist, dişlerin canlılığını kaybetmesi ve buna bağlı olarak diş kökünde inflamasyon gelişmesi sonucunda oluşur. Anatomik bir yapı olan insisv kanalda nadiren embriyojenik epitel kalıntıları bulunabilmekte ve bu kalıntıların çoğalıp kistik dejenerasyona uğraması sonucunda kist gelişebilmektedir. Diş apsesi nedir? Dişler vücudun en sert kısmı olmakla birlikte orta bölgelerinde pulpa diye tanımlanan damar ve sinirler içerirler. Diş çürüğü tedavi edilmediği takdirde ilerleyerek pulpaya kadar ulaşır ve inflamasyona neden olur. Pulpa dokusu kök ucundaki küçük bir delikten (foramen apikale) kemiğe açılır. Dolayısıyla burada gelişen iltihabi durumlar da aynı yol aracılığıyla kemiğe ve ilerleyen dönemlerde ise kemiği de yıkıp dişetine ulaşabilir. Pulpa dokusunda gelişen iltihabi durumun kemik ve diş etine yayılmasıyla diş apsesi ortaya çıkar. Yirmi yaş dişleri çekilmeli midir? Ağzımızda alt ve üst diş arklarının en sonunda bulunan 3. büyük azı dişlerine yirmi yaş dişleri denilir. Bu dişler genellikle 20 yaş civarında sürdüklerinden bu isim ile anılırlar. Çenelerde yirmi yaş dişlerinin sürmesine yetecek yer olduğu durumlarda bu dişlerin çekimine gerek yoktur. Yirmi yaş dişlerinin süremeyeceği durumlarda (yer darlığı, yirmi yaş dişinin normal sürme pozisyonunda olmaması, bu dişten kist gelişmesi vb) ise çekimi uygundur. Ağız solumunu diş ve diş etlerini etkiler mi? Ağızdan solunum küçük yaşlarda başlar ve uzun süre devam ederse üst çenede derin damak oluşumu ve buna bağlı olarak da kapanış bozukluklarına neden olabilir. Ayrıca ağızdan solunuma bağlı olarak üst ön dişlerde çürük ve bu bölgedeki dişetlerinde büyümeye ve kanamaya neden olabilir. Bruksizm (diş gıcırdatma) nedir? Bruksizm, diş gıcırdatma ya da diş sıkma olarak tanımlanan parafonksiyonel bir aktivitedir. Stres, anksiyete, kapanış bozukluğu, santral sinir sistemi disfonksiyonları, ilaç ve alkol kullanımının bruksizm üzerinde etkili olduğu düşünülmektedir. Bruksizm, anormal diş aşınmalarına, periodontal dokularda hipertrofiye, kemikte kalınlaşmaya, periodontal dokularda mevcut bir enfeksiyon varsa enfeksiyonun şiddetlenmesine, kaslarda ağrıya, lokalize edilemeyen baş ağrısı ve temporomandibular (çene) eklemde hastalıklara neden olabilir. Hamile hasta film çektirebilir mi? Film çekiminde kullanılan X-ışınlarının anne karnındaki bebeklere özellikle de ilk üç ayda olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. Ancak annedeki enfeksiyon ve ağrının da bebek üzerinde olumsuz bir etkisi vardır. İşte bu nedenle hamile hastalarda genel muayene değil sadece ağrıyan dişin muayenesi ve ilgili bölgenin görüntülenmesi amaçlanır. Tanı ve tedavi için film çekimi gereken durumlarda hamile hastaya bebeği X-ışınlarından koruyacak kurşun önlük ve yakalık giydirilerek film çekilebilir. Hamile hastalar için diş tedavilerinin en uygun olduğu dönem 4. ile 6. aylar arasıdır. Hangi ağrılar diş ağrısı ile karışabilir? Sinüs, kas, nörovasküler, kardiyak, nöropatik, orta kulak ve psikojenik kökenli ağrılar bazı durumlarda diş ağrısı ile karışabilir ve hasta tarafından diş ağrısı olarak algılanabilir. Hasta diş ağrısı hissettiğinde öncelikle dişler muayene edilmeli, dişler sağlıklı ise başka bir kaynağın ağrıya neden olabileceği unutulmamalıdır. Bulantı refleksi olanlardan film çekilebilir mi? Bulantı refleksi olan hastalardan özel teknikler ile intraoral (ağız içi) film çekilebilir. Çok şiddetli bulantı refleksi olan ve özel teknikler ile bile film alınamayan hastalardan ise ağız dışından çekim yapılan panoramik teknik ile film çekilebilir. Engelli hastaların diş muayenesi yapılabilir mi? Kooperasyon (iletişim) kurulabilen engelli hastaların rutin diş muayenesi yapılabilmektedir. Kooperasyon kurulamayan, ağzını açmayan, sabit duramayan hastaların ise genel anestezi altında diş tedavileri yapılabilmektedir. Ağız kuruluğu hangi durumlarda ortaya çıkar? Ne yapılmalıdır? Ağız kuruluğunun birçok sebebi vardır. Stres, bazı sistemik hastalıklar (diyabet, Sjögren Sendromu vb), tükürük bezinde taş olması, tükürük bezi hastalıkları, baş-boyun bölgesinden radyoterapi almış olmak, dehidratasyon, yüksek ateş, diare, kullanılan bazı ilaçlar (antidepresanlar, bazı migren ilaçları, vb) vitamin eksikliği ve menapoz ağız kuruluğunun nedenleri arasında sayılabilir. Bu gibi durumlarda ağız kuruluğunun nedeni belirlenmeli ve etkene yönelik tedavi yapılmalıdır. Gerekli durumlarda yapay tükürük de kullanılabilir. Kaynaklar: White SC, Pharoah MJ. Oral Radiology Principles and Interpretation. 5th ed. St. Louis (MO): Mosby Inc; 2004. Langlais RP, Miller CS. Color Atlas of Common Oral Diseases. Malvern, USA: Lea & Febiger; 1992. Gegezi JA, Sciubba JJ, Jordan RCK. Oral Pathology Clinical Pathologic Correlations. 5th ed. St. Louis Missouri; 2008. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 39 dosya AĞAÇ YAŞKEN EĞİLİR Aslı ERCANLI Diş Hekimi Sonbahara adım atığımız bugünlerde farklı bir heyecan yaşıyoruz. Küçük ve canımızdan daha değerli yavrularımız bu hafta 1. sınıfa başladı. “Ağaç yaşken eğilir” atasözünü hatırlatarak çocuklarımızın ağız sağlığının son derece önemli olduğunu hatırlatmak isterim. İlerleyen yaşlarda ağız ve diş sağlığının son derece sağlıklı olabilmesi için çocukken bazı konulara dikkat etmeliyiz. Çocuklarımızın ağız bakımı onların daha sağlıklı bir birey olmalarını sağlayacaktır. Daha açık ve net anlatmak gerekirse, çocukken ağızda oluşabilecek süt çürüğünün tedavi edilmemesi demek ilerleyen dönemde daha sağlıksız bir ağız anlamına geliyor. Ağız ve dişlerin genel sağlığın ilk adımı olduğunu da dikkate alırsak çocukluk döneminde başlayan doğru bakım çocuğunuzun gençlik hatta yaşlılık döneminde daha sağlıklı olmasına yardımcı oluyor. Toplumumuzda süt dişi çürükleri yeteri kadar önemsenmiyor. Oysa oluşacak olan sürekli dişlerin sağlığı, süt dişlerinin sağlıklı olmasına bağlıdır. Ağız bakımı bebeğin doğumunda itibaren başlamalı ve bebeğin beslenmesinden sonra tülbent veya gazlı bez ılık suya batırılarak bebeğin damakları temizlenmelidir. Temizleme işlemi süt dişleri çıkana kadar bu şekilde devam edilmeli ardından dişler çıkmaya başladıkça da diş fırçasına geçilmeli. Çocuğunuzun macunu yutma riskine karşı Florursüz diş macunları tercih etmelisiniz. Çocuklara şeker çikolata yerine, taze ve kuru meyveler veya meyveli yoğurtlarla beslenme alışkanlığı kazandırmalısınız. Eğer dünyalar tatlısı bebeğinizin gece uyumadan önce biberonla süt içme alışkanlığı varsa beslenmeden sonra mutlaka ağız çalkalanmalı. Çocukların içtikleri sütten suya kadar etkilendiklerini söyleyebilirim. Örneğin içme sularının ideal oranda flor içermesi çürük önlemede en temel adımı oluşturuyor. İster çocuk olsun isterse yetişkin ağız bakımında en önemli ayrıntı düzenli olarak diş hekimi kontrolüne gidilmesidir. Çocuk 6 yaşına gelindiğinde ilk sürekli azı dişi çıkar ki bu azılar artık bir ömür boyu ağızda kalacak olan dişlerdir. Bu azıların çiğneyici yüzeyleri oldukça girintili çıkıntılı olması gıdaların kolayca birikmesine neden olur. Ve kolayca çürüyüp genç yaşlarda kaybedilebilir. Bu durumu önlemek için bu dişlerin yüzeylerine, 5-6 yıl koruma özelliği olan örtücüler uygulanıyor. Bu örtücüler, diş hekimi tarafından 15-20 dakikalık tek seansta kolayca yerleştiriliyor. Süt dişi çürüğünü tedavi ettirmeli miyim? Dt. Aslı Ercanlı 40 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Evet, süt dişi çürüğünü kesinlikle tedavi ettirmelisiniz. Çünkü süt dişleri de çürükleri ilerlediğinde enfekte olup yaygın iltihaplara sebep olurlar. Bu iltihaplar hem çocuğun tüm vücut sağlığı için, hem de ağız sağlığı için çok zararlıdır. Böbrek ve kalp sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır. Süt dişi enfeksiyonları daha sonra çıkacak olan sürekli diş germlerini de olumsuz etkileyip, erken çürümelerine neden olur. Ayrıca erken süt dişi kayıpları sürekli dişlerin geç veya çapraşık sürmesine yol açar. Süt dişlerini de yaklaşık 10-15 yıllık iş görecek normal dişler olarak kabul edip zamanında dolgularını yaptırmalısınız. Çocuğumun süt dişleri çürük nedeniyle çekildi, ne yapmalıyım? Eğer zamanından önce süt dişi kaybı meydana gelmişse mutlaka diş hekiminize başvurup yer tutucu yaptırmalısınız. Erken süt dişi kaybı oluşan boşluğun, olması gereken diş tarafından değil de, yan dişler tarafından kayarak kapanmasına yol açar. Bunu engellemek çene ve yüz gelişimi ile dişlerin düzgün gelişmesi açısından çok önemlidir. Diş hekiminiz, çocuğunuzun ağzına uygun bir yer tutucu yaparak sürmesi gereken diş sürene kadar o boşluğu koruyacaktır. Çocuğum dişlerine darbe aldı, ne yapmalıyım? Çocuklar genellikle düşerler, spor veya oyun sırasında dişlerine veya ağızlarına darbe alırlar. Özellikle her türlü travmaya engel olmak için diş hekiminize koruyucu ağızlık için başvurun. Çocuğunuz, ağzından alınan bir ölçüyle hazırlanan silikon ağızlıklar ile her türlü dudak, yanak, dil ve dişleri içeren yaralanmalardan korunmuş olur. haber 29 Ekim-4 Kasım Kızılay Haftası KIZILAY HAFTASI TÜRK KIZILAYI HER YIL MİLYONLARCA İHTİYAÇ SAHİBİNE ULAŞIYOR Ahmet Lütfi AKAR Türk Kızılayı Genel Başkanı Her yıl 29 Ekim- 4 Kasım tarihleri arasında tüm yurtta kutlanan Kızılay Haftası bu yıl da çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Genel Merkez Müdürlükleri ve yurdun çeşitli bölgelerinde faaliyetlerini sürdüren 700’ü aşkın Türk Kızılayı Şubesi, tüm yurtta eğitim veren ilk ve orta dereceli okullar ve yurt genelinde kutlanan Kızılay Haftası, Kızılaycılık bilincinin oluşturulmasında, Kızılay’ın ulusumuz açısından önemini vurgulamak ve Kızılay’ın karşılıksız sunduğu hizmetlere kamuoyu desteğini sağlamak açısından büyük önem taşıyor. 1868 yılından bu yana ulusal ve uluslararası alanda her koşulda insanların 42 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 acısını hafifletmeye çalışan ve hizmetlerinde hiçbir ayrım ve çıkar gözetmeyen Türk Kızılayı, ülkemizin en köklü ve güçlü yardım kuruluşudur. 146 yıldır insan onurunun korunması amacıyla, gönüllü olarak çalışmalar yürüten Türk Kızılayı, günümüze kadar yurtiçi ve yurtdışında milyonlarca ihtiyaç sahibine halkımızın yardım elini uzatmıştır. Savaşta ve barışta, sosyal hayatta, uluslararası alanda ve afetlerde birçok görev üstlenen Türk Kızılayı, mensubu olduğu Hareketin 7 temel ilkesinden biri olan gönüllülük esasına göre çalışmalarını yürütmektedir. Türk Kızılayı’nın sonsuz bir özveriyle gerçekleştirdiği çalışmalarda temel gücü yardımsever halkımız ve Kızılaycılık ruhudur. Toplumsal dayanışmayı sağlamak, sosyal refahın gelişmesine katkıda bulunmak, yoksul ve muhtaç insanlara barınma, beslenme ve sağlık yar- dımı ulaştırmak gibi önemli görevler üstlenen ve birçok konuda da öncü olan Türk Kızılayı, kan, ilkyardım, afet müdahale, sağlık, sosyal hizmetler, gençlik ve gönüllülük çalışmaları ile eğitim alanlarında da hizmetler sunmaktadır. Kuruluşundan bu yana afete hazırlık ve afetlerde halkın gereksinimlerini karşılamaya yönelik çalışmalar yürüten Kızılay, ulusal ve uluslararası planda bütün bu çalışmalarıyla saygınlık kazanmıştır. Kızılay yurdumuzda meydana gelen doğal afetlerde, felaketzedelerin acılarına ortak olur. Yerleşim sistemleri, battaniye, giyim eşyası, gıda maddesi, sıcak yemek, sağlık yardımı yaparak afetzedelerin acısını hafifletir. Türk Kızılayı, halk sağlığı ile yakından ilgilenen bir kurum olarak Türkiye’de kan hizmetlerinin kurulup geliştirilmesi görevini üstlenmiştir. “Güvenli Kan” temini projesi ile ülkemizin kan sorununu çözmeyi hedefleyen Türk Kızılayı, ülkemizin kan gereksiniminin önemli bir bölümünü karşılamaktadır. Türk Kızılayı ülkemizin birçok bölgesinde hizmet veren tıp merkezleri ile hiçbir sosyal güvencesi olmayan vatandaşlarımıza ücretsiz, diğer vatandaşlarımıza da sembolik ücretlerle sağlık hizmeti sunmaktadır. Sosyal hizmet alanında da birçok faaliyet yürüten Türk Kızılayı, çalışma gücünü kaybetmiş, yoksul ve korunmaya muhtaç vatandaşlarımıza yiyecek, giyecek ve nakdi yardımlar yapmaktadır. Sosyal güvencesi olmayan kişilere ilaç yardımı ve ücretsiz sağlık yardımı yapan Kızılay, engelli vatandaşlarımıza da yardım elini uzatmaktadır. Türk Kızılayı, ayni ve nakdi yardımlarının yanı sıra yurdumuzun değişik yörelerinde şubeleri tarafından kurulan ve yönetilen aş ocaklarında her gün binlerce yoksul vatandaşımıza sıcak yemek vermektedir. Kızılay, hizmetlerinin kalitesini arttırmak amacıyla personeli, üyesi, gönüllüleri ve işbirliği içinde çalıştığı kurum ve kuruluşların çalışanlarına ve halkın afet bilincini arttırarak afetlerden daha az zarar görmelerini sağlamak amacıyla özellikle çocuklar olmak üzere bütün halkımıza yönelik eğitim programları düzenlemektedir. Her yıl 29 Ekim - 4 Kasım tarihleri arasında kutlanan Kızılay Haftası, Kı- zılaycılık bilincinin oluşturulmasında, Kızılay’ın ulusumuz açısından önemini vurgulamak ve Kızılay’ın karşılıksız sunduğu hizmetlere kamuoyu desteğini sağlamak açısından büyük önem taşımaktadır. Türkiye genelinde faaliyet gösteren Türk Kızılayı Şubeleri ve tüm okullarda çeşitli etkinliklerle kutlanan Kızılay Haftası, Kızılaycılık felsefesi ve temel ilkelerini tanıtmak ve benimsetmek, gerçekleştirdiği yenilikleri ve hedefleri konusunda kamuoyunu bilinçlendirme imkânı sunması açısından önemlidir. Türk Kızılayı gönüllü olarak yürüttüğü tüm çalışmalarında vatandaşların desteğine ihtiyaç duymaktadır. Gerçekleştirdiğimiz çalışmaların doğru araçlar ile halkımıza aktarılması bu çalışmaların devamlılığına büyük katkı sağlayacaktır. Türk Kızılayı’nın çalışmaları zamanla sınırlı değildir. Yılın 365 günü Kızılaycılar ihtiyaç sahiplerini yalnız bırakmamaktadır. Bu sebeple Kızılay’a gösterilen ilgi de bir hafta ile sınırlı kalmamalıdır. Unutulmaması gereken Kızılay’ın hepimizin Kızılayı olduğu, hepimizin bir gün Kızılay’a ihtiyacı olabileceği gerçeğidir. Türk Kızılayı, yardımseverlerin ve gönüllülerinin desteği ile dünyanın neresinde olursa olsun insan onurunun korunması doğrultusunda tüm gücüyle çalışmaya devam edecektir. Ahmet Lütfi AKAR SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 43 haber 2-8 Kasım Lösemili Çocuklar Haftası AKUT LÖSEMİ: BİLİNEN ADIYLA KAN KANSERİ Prof. Dr. Muhit ÖZCAN Lösemi, Lenfoma, Miyelom Hastaları ve Araştırma Eğitim Birliği Derneği Başkanı Akut Lösemi Nedir? Belirtileri Nelerdir? Akut lösemi, blast adı verilen olgunlaşmamış, son derece primitif hücrelerin kan üreten imalathane olan kemik iliğinde kontrolsüz çoğalma ve aşırı bölünmeleri sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma süreci olgunlaşmanın duraklaması ve kemik iliğinin bozguncu hücreler tarafından ele geçirilmesi şeklinde devam eder. Kemik iliğinin dışına taşan lösemi hücreleri kanda artmaya başlarlar ve bazen kan damarları aracılığıyla başka yerlere taşınır, oralarda toplanarak büyük tümörlere yol açabilirler. 44 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Hastalarda görülen ana yakınmalar kemik iliği işgalinin yarattığı sonuçlara bağlıdır. İşgal sonucu normal kan hücreleri üretilemez veya çok az üretilir. Kemik iliğinde üretilen 3 ana hücre grubu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi olan alyuvarlar=eritrositler (bu hücrelere hatalı bir Türkçe çeviri ile kırmızı küre diyenler olmakla birlikte, bu hücreler aslında ortası çukur bikonkav disk şeklindedir ve bu adlandırma doğru değildir) azaldığında kansızlık diye bilinen durum ortaya çıkar. Bu da kendisini çabuk yorulma (efor dispnesi) olarak gösterir. Hastalar bunu halsizlik, bitkinlik, güçsüzlük, yorgunluk olarak hissederler. Kansızlığın yarattığı etkiyi azaltabilmek için kalp daha hızlı atmaya başlar (taşikardi), hastalar bu durumu çarpıntı olarak ifade eder.İkinci önemli hücremiz akyuvar=lökositlerdir (bunlar da bazı hekimler tarafından uygun olmayan şekilde beyaz küre diye adlandırılırlar). Lökositlerin 5 alt tipi bulunur ve bunlar içinde en savaşçı olanları nötrofillerdir. Nötrofillerin azlığı (nötropeni) enfeksiyonlara karşı savaşta yetersizliğe yol açar. Nötrofillerdeki azlık ne kadar derin ise karşılaşılacak enfeksiyonlar da o kadar sert ve ölümcül olmaktadır. Bu durumda gelişen enfeksiyonlarla mücadele edebilmek için çok çeşitli ve pahalı antimikrobiyal ilaçların kullanılması gerekmektedir. Kemik iliğinde üretilen üçüncü önemli hücre ise trombositlerdir (kan pulcukları). Kanın bu en küçük hücreleri damarları ve vücudu kanamaya karşı korumaktadırlar. Trombositler bir damarda hasar olduğunda hasarlı bölgeye yapışarak onarımını sağlar ve kan kaybını önler. Eksikliklerinde kolay kanamalar oluşur. Hastalarda bu durum kendisini ciltte irili ufaklı kırmızı kanamalar veya morluklar olarak gösterir; bunlar peteşi ve ekimoz olarak adlandırılır. Trombosit azlığına bağlı en ölümcül kanamalar kafa içine (intrakraniyal) olanlarıdır. Dolayısıyla genel klinik tablo; ani başlayan ve hızlı ilerleyen bir süreçte; çabuk yorulma, solukluk, enfeksiyona bağlı yüksek ateş, cilt ve mukoza kanamalarından (diş eti kanaması, burun kanaması, mide kanaması ve en vahimi beyin kanaması) oluşmaktadır. Akut Lösemi Ne Sıklıkta Görülür? ABD’de 2013 yılında yaklaşık 48.000 lösemi olgusu bildirilmiş olup, 2014 yılında ise bu sayının 53.000 civarında olacağı öngörülmektedir. Hastalığın yıllık görülme sıklığı (insidans) 100 bin kişide 13 civarındadır. ABD’de 2011 yılında yaklaşık 302.000 yaşayan lösemi hastası olduğu bilinmektedir. Başka bir yaklaşımla insanların %1.4’ü yaşam boyu lösemiye yakalanma riski taşımaktadırlar. Diğer kanserlerle karşılaştırıldığında lösemilerin aslında nadir görüldüğünü söylemek mümkündür. Çocuklarda en sık görülen kanser olmakla bilikte, daha çok erişkinlerde görülür. Amerikan Kanser enstitüsünün verileri son 10 yılda löseminin istikrarlı bir şekilde yılda yaklaşık %0.2 oranında arttığını göstermektedir. Aynı kaynaktan gelen başka veriler ise lösemiden ölümlerin her yıl yaklaşık %1 oranında azaldığını ortaya koyarak bizim bu savaşımda önde olduğumuzun müjdesini de vermektedir. Risk Faktörleri Nelerdir? • Radyasyona maruz kalmak bilinen en önemli risk faktörlerindendir. Japonyada atom bombasından kurtulanlarda ortalama 6-8 yıl sonra lösemiler görülmüştür. Kimyasal maddelerden özellikle benzen (deri ve ayakkabı sanayi, yapıştırıcılar, boyalar, sigara içeriği vs) maruz kalmak lösemi riskini arttırır. Enfeksiyon etkenlerinin de lösemi ile ilişkisi bilinmektedir. Bu durum Karayipler’de sık görülen HTLV1 isimli virus ATLL kısaltmasıyla bilinen “Erişkin T Hücreli Lösemi Lenfoma”da ve EBV isimli virus sıklıkla Afrikalı çocuklarda izlenen bir lösemi-lenfoma tipinde (Bur- kitt Lenfoma) öne çıkmaktadır. Akut lösemiler kalıtsal hastalıklar değildirler; bir hastada görülmesi ailesinde de görüleceği anlamına gelmez. Ancak bazı kalıtsal hastalıklarda lösemi riski artmıştır. Bunlar arasında Down sendromu, Klinefelter sendromu, Fanconi anemisi, Bloom sendromu, Ataksitelanjektazi ve Neurofibromatosis sayılabilir. • Sigara bir başka önemli risk fak- törüdür. Elektromanyetik alanlarla ilgili risk hakkında tartışma sürmektedir ve sürmelidir. Ancak kişisel yaklaşımım güvenli oldukları anlaşılana kadar yüksek gerilim hatlarından uzak durulması gerektiği yönündedir. • Yaşlılığın kendisi baslı başına bir risk faktörüdür. İki ana akut lösemi alt tipinden birisi olan akut miyeloblastik lösemi (AML) özellikle 65 yaş üstünde çok daha sık görülür. Daha önceden başka kan hastalıklarının varlığı da akut lösemi gelişimi için risk faktörüdür. Burada sözü edilen hastalıklar özellikle miyelodisplastik sendromlar (MDS), polisitemia vera ve esansiyel trombositoz gibi klonal aşırı çoğalma ile seyreden hastalıklar olup, demir eksikliği gibi çok sık görülen kan hastalıklarına sahip hastalar için böyle bir risk yoktur. Sayılan risk faktörlerine sahip olanlarda hastalık görülmeyebileceği; buna karşın hiç bir risk faktörü olmayanlarda hastalık gelişebileceğini de ifade etmek gerekir. idi. Yukarıda özetlediğim belirtilerden hemen hemen hiç birisi yoktu. Dr. Addison isimli bir hematologa yönlendirildi hasta. Dr Addison beyazperdede hematolog olarak görünen ilk karakter benim ulaşabildiğim kadarıyla. Bundan 45 yıl önceydi ve maalesef lösemiyi etkin şekilde tedavi edecek ilaçlar henüz yoktu. Kısa sürede hastalık ilerledi ve hasta kaybedildi. Belki de dünya tarihinin en şöhretli akut lösemi hastası oldu Jenny, yani Ali MacGraw. Bugün artık o filmin bu sonla bitmesine izin vermemek ve filmi mutlu son ile bitirebilmek için elimizde çok fazla olanak var. Akut lösemi tedavisi hastanede ve hasta yatırılarak yapılır. İlk tedavi yaklaşık 1 ay kadar hastanede kalmayı gerektirir. Bu tedavinin sonunda ortalama 100 hastadan 50-90 kadarı remisyona girer. Remisyon hastalığın temelli yok olması hali yani şifa değildir; ancak şifaya giden yolun birinci ve en önemli basamağıdır. Remisyon kavramı İngilizce “re” ve “mission” kelimelerinden gelmekte olup kemik iliğinin tekrar görev yapabilir (kan hücrelerini yeniden ve sağlıklı olarak üretebilir) hale geldiğini anlatır. Bu durumda vücutta hala lösemik ana hücreler (belki de lösemi kök hücresi) vardır ve bu yüzden şampiyonluk yolunda 6-0’lık bir derbi maçı galibiyeti kadar değerlidir. Ama daha kazanılması gereken çok maç önümüzde beklemektedir. Remisyon sağlandıktan sonraki aşamada ulaşılan bu “huzur ve güven ortamının” pekiştirilme- Tedavide Neredeyiz? 1970 yılı yapımı unutulmaz film “Love Story” “Aşk Asla Pişmanlık Duymamaktır” sloganıyla 2. Dünya savaşı sonrası kuşağının kalplerine kazındı. Erich Segal’in romanından, Arhur Hiller yönetiminde filmleştirilen bu eserde fakir Jennifer, aristokrat Oliver ile yüzyılın unutulmaz aşklarından birisini yaşamaktaydı. Belki de mutluluk tanımının gereği olarak, maalesef bu mutlulukları uzun sürmedi. Çocuk sahibi olmak istiyorlardı ama olamıyorlardı. Bir doktora gittiler ve kontrolde güzel yıldız Ali MacGraw’in lösemi olduğu anlaşıldı. Klinik durum lösemi teşhisi için son derece sıradışı Prof. Dr. Muhit ÖZCAN SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 45 si hedeflenir. Bu aşamada remisyon sonrası pekiştirme tedavileri (postremisyon konsolidasyon) devreye girer. İşte bu noktada bir yol ayrımı vardır ve yeterli veri desteği ile çok önemli kararlar almak gerekir. Hastanın yaşı, tıbbi durumu ve hastalığının özelliklerine göre iki ana yoldan birisi seçilmelidir; ya kemoterapi ile devam ya da bir başkasından alınan kök hücreler ile kök hücre nakli (geleneksel adıyla kemik iliği transplantasyonu). Bu kararın alınmasında en önemli yardımcılar hastaya tanı konulduğu anda yapılan kemik iliği incelemesinden elde edilen verilerdir. Burada çok özel ve gelişmiş laboratuvarlarda sitogenetik ve moleküler testler yapılmaktadır. Ülkemizde akut lösemi tedavisinde önemli bir eksikliğimiz işte bu noktadadır. Maalesef her merkezde moleküler incelemeler yapılamamakta veya yetersiz nitelikte yapılmaktadır. Bu nedenle lösemi tedavi edecek bir merkezin mutlaka çok ama çok iyi bir moleküler laboratuvarı veya böyle bir laboratuvara erişim şansı olmalıdır. Aksi halde kemoterapi mi kök hücre nakli mi yapalım kararı için yol ayrımına gelindiğinde kimi hastaya gerektiğinden az tedavi verilecek ve hastalık tedavisi başarı şansı azalacak; veya gereğinden çok tedavi verilerek hastada istenmeyen toksik yan etkilerin süresi uzayacaktır. Her koşulda durumun hasta aleyhine olacağı aşikardır. Ülkemizde son yıllarda yapılan kök hücre nakil sayısında önemli artışlar izlenmiştir ve 2014 yılı sonunda bu sayının 3000’i aşması beklenmektedir. Bugünlere ulaşılmasında başta özveri ile çalışan hematologlarımızın ve onların derneği Türk Hematoloji Derneği olmak üzere, Sağlık bakanlığı ve SGK’nın önemli katkıları olmuştur. Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğünce son yayınlanan “Kemik İliği Nakil Endikasyon Listesi” ise işleri kolaylaştıran ve kendimizi muasır medeniyet seviyesinde hissetmemizi sağlayan çok önemli bir adım ve emsal belge olmuştur. Bundan sonra yapılması gereken kalitenin etkin bir şekilde denetlenmesi olmalıdır. Kök hücre naklinde verici 46 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 bulunması konusunda da ülkemizde ve dünyada önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Doku uyuşum testlerinde %100 uyuşum temel alınmaktayken, gelişen tıp teknoljisi sayesinde %50 uyuşumlu anababadan veya çocuklardan nakil seçeneği kolaylıla uygulanabilir hal almıştır. Haploidentik transplantasyon (haplo nakil) olarak bilinen bu uygulama sayesinde ebeveynlerinden birisi hayatta olan veya çocuğu olan herkesin gerektiğinde kök hücre vericisi olabilecektir. Bu durumda neredeyse ihtiyacı olan hastaların %90-95’inin verici bulma sorunu ortadan kalkabilecektir. Haplo nakillerin bir başka çok önemli avantajı ise, dünya ilik bankalarından uygun verici aramakla geçen ortalama 6 ay sürenin burada olmaması ve acil nakil gerektiren hastalara önemli seçenek sağlamasıdır. Güncel tedavilerle lösemide şifa olasılığı “Love Story-Aşk Hikayesi” filmine tema olan romanın yazarı Erich Segal’in hayal bile edemeyeceği bir noktaya gelmiştir. Artık lösemili hastalar tamamen iyileşebilmekte; evlenip çocuk sahibi olabilmektedirler. Ancak lösemi tedavisi çok uzun bir süreçte; sabır, sükunet ve cesaret gerektirir. Bunların tamamı aynı anda hastada ve hastanın sevdiklerinde olmalıdır. Bu durum işleri çok kolaylaştıracaktır. Lösemi tedavisi mümkünse tek kişilik ve temiz odalarda yapılmalıdır. Hastanın izolasyonu gerekmez; süreç karantina gibi düşünülmemelidir. Hatta sıklığı fazla olmamak şartıyla hastanın en sevdikleri hekimin uygun gördüğü zaman dilimlerinde hastayı kısa süreliğine ziyaret edebilirler. Gelecekte Neler Olacak? Hematolojideki bilimsel gelişmeler devrim niteliği taşımakta ve bizlerin başını döndürmektedir. . Günümüzün güncel yaklaşımı “Akıllı İlaçları” keşfetmek moleküler teknolojinin ilerlemesi sayesinde geçilmiş önemli bir dönüm noktasıdır. Akıllı ilaçlar, tıpkı TV’lerde canlı savaş yayınlarında gördüğümüz sahnelerdeki gibi hedefe kilitlenerek takibe alan, belirleyen ve onu yok eden ilaçlardır. .Lö- semi hücresini alıp yaşamını onu çözmeye adamış insanlar var. Bu alanda çalışan isimsiz kahramanlara şükran borçluyuz. Lösemi hücresi çözüldükçe onun zayıf noktası öğrenilmekte; ya hücre yüzeyindeki bir antijeni hedef alan ya da hücre içindeki bir enerji hattını susturan “hedefe yönelik ilaçlar” (targeted treatment) klinik kullanıma sunulmaktadır. Akut lösemide akıllı ilaç var mı? Akut lösemilerin bir alt tipi olan Akut Lenfoblastik Lösemide (ALL) eğer Philadelphia kromozomu (translokasyon 9;22) saptanmış ise, bu kromozomu hedef alan imatinib ve dasatinib gibi ilaçlarla lösemik hücreyi durdurmak mümkün olabilmektedir. Bu ilaçlarla tedavi ile remisyon sağlama oasılığı %90’ları bulmuş durumda. Lösemileri daha iyi tanıdıkça her birine özel akıllı ilaç üretimi de beraberinde gelecektir; beklenti budur. Akut Lösemili Hastaya Neler Öneriyorum? Akut lösemiden tam olmasa da kısmen korunabiliriz; hepimizin bildiği sağlıklı yaşam koşullarına uyarak! Sigarayı bırakın, egzersiz yapın, kimyasallardan uzak durun, insanları ve hayvanları sevin… Tanı aldığınız zaman başka bir uzmandan veya merkezden ikinci görüş alınız. Bu hem sizin için hem de tedavi eden ekip için yararlı olacaktır. Ülkemiz dışında olağan bir yaklaşım olan bu uygulama bizim insanımız özelinde (hekim veya hasta) seyrek başvurulan bir durumdur. Hastalar tedavi eden ekibe sorular sormalıdır. Yapılacak tedavi, süreç, beklentiler. Hepsini öğrenmek hakkınız. Hastalık hakkındaki bilgilere www. losemilenfomamiyelom.org adresindeki Lösemi Lenfoma Miyelom hastaları ve Araştırma Eğitim Birliği Derneğinin web sayfasından ulaşabilirsiniz. Bu hastalıktan tamamen kurtulmak, yani şifa bulmak, olanaklı. O halde şu üç şeyi hep taşıyınız; sabır, sükunet ve cesaret. haber TKD Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu: “50 YAŞINDAN GENÇ İNSANLARDA KALP KRİZİNİN EN SIK GÖRÜLDÜĞÜ ÜLKE TÜRKİYE” Türk Kardiyoloji Derneği (TKD)’nin 30. Ulusal Kardiyoloji Kongresi ulusal ve uluslararası düzeyde önde gelen akademisyenlerin katılımıyla 23-26 Ekim’de Antalya’da gerçekleştirildi. Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, “22 Avrupa ülkesinde yapılan “Euroaspire III” adlı araştırmaya göre 50 yaşından genç insanlarda kalp krizinin en sık görüldüğü ülke Türkiye” dedi. 30. Ulusal Kardiyoloji Kongresi’nde düzenlenen basın toplantısına, Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Engin Bozkurt, Genel Sekreter Prof. Dr. Adnan Abacı, Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Enver Atalar, Bilim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mahmut Şahin ile yönetim kurulu üyeleri Prof. Dr. Necla Özer ve Prof. Dr. Sinan Aydoğdu katıldı. yapılan “Euroaspire III” adlı araştırmaya göre 50 yaşından genç insanlarda kalp krizinin en sık görüldüğü ülke Türkiye. Çünkü yurdumuzda her 10 ölümden 4’ünün nedenini hala kalp ve damar hastalıkları oluşturuyor” diye konuştu. Türkiye’de her iki ölümden birinin kalp ve damar hastalıklarından kaynaklandığını söyleyen Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, “Ülkemizde kalp ve damar hastalıkları nedeniyle 2020 yılına doğru maalesef yılda 400 bin civarında ölüm beklenmektedir. Kalp ve damar hastalıkları, Türkiye’de her iki ölümün birinden sorumludur.” dedi. Tokgözoğlu, Türkiye’deki kalp damar hastalıklarının diğer Avrupa ülkelerine kıyasla daha fazla olmasının nedenini sigara ve tütün ürünleri tüketiminin yüksek olmasına bağladı. Ayrıca giderek artan kilo alımı, hareketsizlik ve sağlıksız beslenmenin de bu hastalıkları tetiklediği kaydedildi. Kalp-damar hastalıklarına yol açan nedenleri kısmen önlemenin ve geciktirmenin mümkün olduğunu ifade eden Tokgözoğlu, “Finlandiya’da sınırlı bir bölgede sigara, hipertansiyon ve kolesterol kontrolü ile 20 yılda ölüm oranları yüzde 70 düşmüştür, yani başarı örnekleri mevcuttur” diye konuştu. Ülkemizde kalp-damar hastalıklarına Avrupalılara göre daha genç yaşta yakalanıldığını ve daha erken ölüm olayları ile karşılaşıldığını dile getiren Prof. Dr. Tokgözoğlu , “Bizim de katıldığımız 22 Avrupa ülkesinde 48 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Sigara ve hareketsizlik en önemli risk faktörleri 2025 Yılına Dek Kalp Damar Hastalıklarında Ölüm Oranı Yüzde 25 Azaltılacak Ülkemizde diğer ülkelere kıyasla yüksek olan ölüm oranlarını düşürmek için yapılan girişimler hakkında bilgi veren Prof. Dr. Tokgözoğlu, “Bu salgını kontrol altına almak için Birleşmiş Milletler’de 2011 yılında yapılan bir toplantıda 25’e 25 diye adlandırılan bir proje kabul edilmiş ve bütün ülkeler tarafından imzalanmıştır. Bu projede amaç 2025 yılına dek kalp damar hastalıklarından ölümleri yüzde 25 azaltmak olarak belirlendi” diye konuştu. Projeye imza atan ülkelerde bunu sağlayacak sağlık politikalarının geliştirilerek uygulanacağını belirten Tokgözoğlu, yapılacaklar arasında tuz, sigara ve hareketsizliği azaltma, şişmanlık ve şeker hastalığındaki artışı önleme, temel ilaç ve tedavilerin kapsamını artırma gibi hedefler olduğunu söyledi. Kadınlarda Spazm Riski Fazla 2014 yılında hazırlanan kalp-damar hastalıkları ile ilgili eylem planı hakkında bilgi veren Prof. Dr. Tokgözoğlu, “Kadınlarda en önemli ölüm nedenlerinden biri kalp- damar hastalığı; bu hastalıklardan ölüm oranı meme kanserinden daha yüksektir. Kadınların kalp damarları erkeğinkine göre daha ince bu nedenle spazm geçirme riskleri fazla. Her yıl kadınların yüz de 55’i kalp ve damar hastalıklarından hayatını kaybediyor. Kadınlarda hastalığın seyri erkeklere göre daha kötü ve hastalığa bağlı ölümler de daha fazla görülüyor. Kadınlarda kalp hastalıkları erkeklere göre 10 yıl geç ortaya çıkıyor” şeklinde konuştu. Kadınlar, Bulguları Fazla Ciddiye Almıyor Kadınların en sık göğüs ağrısı şikâyetiyle hastaneye başvuruda bulunduğunu ifade eden Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu, şunları söyledi: “Koroner kalp hastalığı, kadınlarda erkeklere göre daha ileri yaş döneminde geliştiğinden kalp krizi semptomları, diğer hastalıklar tarafından maskelenebiliyor. Bu gibi nedenlerle kadınlar, bulguları fazla ciddiye almıyor. Hatta kadınlarda hiçbir şikâyet olmadan kalp krizi de gelişebiliyor. Bu krizler erkeklerle kıyaslandığında kadınlarda daha sık görülüyor. Ayrıca, diyabet öyküsü olan kadınlarda kalp-damar hastalıklarına bağlı ölüm oranı da artıyor.” İnme: Kalp Ritim Bozukluğu Hastalarının Korkulu Rüyası Kalbin ritim bozukluklarının hastaların korkulu rüyası olan ‘inme’ye de neden olabildiğini vurgulayan Tokgözoğlu, korunma ve tedavi yöntemlerini şunları söyledi: “Bugünkü bilgilerimize göre kalp damar hastalıklarına yol açan nedenlerin çoğu önlenebilirdir. Kalıtsal eğilimlerle kalp damar hastalığı olanlarda bile hastalığı geciktirmek mümkündür. Kalbe ve beyine giden damarların yapısını bozup, daralıp tıkanmasına yol açan risk faktörlerinin başlıcaları sigara tüketimi, kan basıncının yüksek seyretmesi yani hipertansiyon, şeker hastalığı, kan yağlarından özellikle LDL kolesterol (yani kötü koles- terolün) yüksek olması, özellikle karın bölgesinde kilo fazlalığı, sağlıksız beslenme alışkanlıkları ve hareketsiz yaşamdır. Kalp hastalıkları ve inme sebepli erken ölümlerin büyük çoğunluğu, sağlıklı beslenme, düzenli fiziksel aktivite, tütün dumanından kaçınma ve mevcut risklerin tedavisi yoluyla önlenebilmektedir. Bireyler kendi kalp ve damar hastalığı risklerini düzenli fiziksel aktivite yaparak, tütün kullanımından ve pasif içicilikten kaçınarak, meyve ve sebzeden zengin bir diyet seçerek, yağ, tuz ve şekerden zengin gıdalardan kaçınarak, Batı tipi diyet dediğimiz hazır ve işlenmiş gıdalardan uzak durarak ve sağlıklı bir vücut ağırlığını muhafaza ederek azaltabilirler.” En Önemli Misyonumuz Bilimsel Araştırmaların Teşvik Edilmesi Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu “Türk Kardiyoloji Derneği’nin en önemli misyonu, bilimsel araştırmaların teşvik edilmesi ve ülkemizdeki genç kardiyologların önünü açmaktır. Onlara eğitim, araştırma ve kendini geliştirmek için olanaklar yaratmak için var gücümüzle çalışmamız ve onlara örnek olmamız her zaman önceliğimiz olacaktır. Kongremiz vesilesiyle oluşan bilimsel uluslararası platform sayesinde, güçlenen ülkeler, kurumlar ve akademisyenler arası ilişkilerin de bu bağlamda kısmen katkısı olacaktır” dedi. Dünyada 85 Bin Civarında Hastanın Kalbine Bu Şekilde Giriliyor nı belirterek, artık bunun için eriyen stentlerin geliştirildiğini belirtti. Aynı zamanda ilaç da salgılayan bu stendin 1-2 yıl içinde kaybolduğunu aktaran Abacı, şu bilgileri verdi: “Vücut o stendi kaybediyor. Dolayısıyla damarında metal kalmadan hastanın damarını açmış oluyorsunuz. Bu koroner hastalıklar açısından çok önemli bir gelişme. Şu anda bu tedavi her damara uygulanamıyor. Belirli seçilmiş damarlara uygulanabiliyor. Ama bununla ilgili çalışmalar devam ediyor. Stentler çok daha iyi hale getiriliyor. Pahalı olmakla beraber zamanla ucuzlayacak ve yaygın olarak kullanılan bir tedavi haline gelecektir.” Üç Dakikada Bir Kişi Kalp Krizinden Ölüyor Genel Sekreter Yardımcısı Prof. Dr. Enver Atalar, herkesin korktuğu güncel konulardan birinin ebola salgını olduğunu, ancak eboladan Türkiye’de ölen kimsenin olmadığını söyledi. Asıl korkulması gerekenin koroner arter hastalığı ve kalp krizi olduğunu belirten Atalar, “Türkiye’de özellikle kadınlarda olmak üzere, kalpten ölümlerde Avrupa’da birinci sıradayız. Üç dakikada bir Türkiye’de bir vatandaşımız kalp krizinden ölmektedir. Kalp krizi sırasında ölmeseler bile kadınların dörtte biri, erkeklerin de beşte biri bir sene sonrasına kadar ölüyorlar. Hala önümüzde önemli bir sorun olarak koroner arter hastalığı ve kalp krizi duruyor. Eboladan korkuyoruz ama daha çok kalp krizinden korkmamız lazım” dedi. TKD Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Engin Bozkurt, ameliyat edilemeyen hasta grupları için kasıktan ya da koldan girilerek, kalp damarlarını ve kapaklarını değiştirmeye başladıklarını dile getirerek, “Bu yöntem dünyada giderek kabul edildi. Dünyada 85 bin civarında hastanın kalbine bu şekilde giriliyor. Ülkemizde de giderek artıyor. Geçen yıl 450 kişi bu şekilde ameliyat edildi” diye konuştu. Eriyen Stentler Geliştirildi Genel Sekreter Prof. Dr. Adnan Abacı da gerek normal stentlerde, gerekse ilaçlı stentlerde, damara konulan stendin ömür boyu damarda kaldığı- Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu Türk Kardiyoloji Derneği (TKD) Başkanı SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 49 haber DERMOSKOPİ İLE YENİ BİR DÖNEM: BİYOPSİ ALMADAN DERİDEKİ KÖTÜ HUYLU OLUŞUMLARA TANI KOYMAK MÜMKÜN Prof. Dr. Ertan YILMAZ Türk Dermatoloji Derneği Başkanı Dermoskopi Nedir? Dermoskopi (Derinin Yüzeyel Mikroskopik İncelemesi) başlıca derideki koyu renkli lekelere tanı koymak amacıyla kullanılan bir dermatolojik muayene yöntemidir. Tecrübeli bir uzman bu yöntem ile melanomları kolaylıkla tanıyabilir. Dermoskopi için yüksek kaliteli büyütücü bir merceğe ve de kuvvetli bir ışık sistemine ihtiyaç vardır. Bu yöntemle derinin yapısı ve dokusu büyütülerek daha rahat algılanabilir. Bu amaçla hazırlanmış birçok cihaz vardır. Bazı aletler ile incelenen bölgelerin fotoğraflarını da çekmek mümkündür Dermoskopinin Avantajları Nelerdir? Dermoskopi, şüpheli lezyonlarda hekimin karar vermesine yardımcı olur ve cerrahi girişim kararında yol 50 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 gösterir. Örneğin büyümekte olan bir benin alınmasının gerekli olup olmadığını dermoskopi söyleyebilir. Böylece hastayı bu tip cerrahi girişimlerden koruyabilir. Çıplak gözle çok rahatsız edici görünen bir benin, dermoskopla bakıldığında çok masum olduğu anlaşılabilir. Tam tersine sorunsuz bir ben de dermoskopla bakıldığında çok farklı görülebilir ve biyopsi alınması gerekebilir. Bu cihazlarla kombine edilen bilgisayar yazılımları muayene görüntülerini arşivlemeyi, uzmanın tanısını ve rapor çıkarabilmesini sağlar. Hastaların eski benlerinin fotoğrafları arşivlenebildiğinden, ta kip döneminde benlerde değişiklik olup olmadığı kontrol edilebilmekte, eğer riskli bir değişiklik varsa bunu erkenden tedavi edebilme şansı doğmaktadır. almak gerekir” Egzemadan bitlenmeye, ilaç döküntülerinden uyuza ve mantar hastalıklarına kadar pek çok hastalıkta, bireyi hekime yönelten en önemli yakınma kaşıntıdır. Kimi zaman en az ağrı kadar hastayı rahatsız eden; uykusuzluğa ve depresyona yol açan, hatta intiharın eşiğine getiren bu bulguya, pek çok iç hastalığı da eşlik edebilmektedir. Kaşıntı için vücudun bir çeşit uyarısı ya da derinin bir tepkisi demek mümkün. Basit gibi görünse de, kaşıntı bazen Uzun Süren Kaşıntı Önemli Hastalıkların Habercisi Olabilir “Kaşıntı, deri hastalıkları dışında, kansızlıktan parazite kadar pek çok hastalığın belirtisi olabilir. Bu nedenle uzun süren kaşıntıları ciddiye Prof. Dr. Ertan YILMAZ oldukça karmaşık sorunlarla birliktelik gösterebilir. Kaşıntının Nedenleri Nelerdir? talıkları, barsak parazitleri ya da yukarıda belirtilen diğer klinik tablolar yönünden incelemeler yapılır. Tüm bu araştırmaların sonuçlarına göre, gerekirse ilgili diğer dallardan uzman hekimlerin de yardımına başvurulur. Kaşıntının tedavisi nasıldır? Kaşıntıda öncelikle nedene yönelik tedavi yapılmalıdır. Var olan deri hastalıkları uygun ilaçlarla tedavi edilir. Kaşıntı tedavisinde çok sık olarak kullanılan antihistaminlerin, ürtiker (kurdeşen) dışındaki kaşıntılarda etkisi hemen hemen yoktur. Barsak parazitlerinden kansere kadar pek çok hastalık kaşıntıya neden olabilir.Kaşıntının nedenleri araştırılırken hastanın yaşı, var olan hastalıkları, kullandığı ilaçlar, banyo alışkanlıkları ve hastanın psikolojik durumu gibi faktörler dikkate alınmalıdır. Bazı ilaç alerjilerinde, deride görünen herhangi bir şey olmaksızın kaşıntı gelişebileceği unutulmamalıdır. Barsak parazitleri, diyabet, iç organ kanserleri (safra kesesi, karaciğer, barsak kanseri); safra kesesi taşları ya da viral hepatit (sarılık) gibi nedenlerle ortaya çıkan safra yolu tıkanıklıkları, lösemi ve lenfoma gibi malign (kötü huylu) kan hastalıkları, böbrek yetmezliği, AIDS gibi sistemik (birçok organı tutan) hastalıkların gidişi sırasında ya da bazen bu hastalıkların ilk belirtisi olarak yaygın ve nedensiz kaşıntılar ortaya çıkabilir. Deri kuruluğu nedeniyle oluşan kaşıntıdan kaçınmak için ; En Sık Rastlanan Kaşıntı Nedeni Cilt Kuruluğu 1. Banyo ılık suyla yapılmalı, kısa sürmeli (10 dk. gibi) ve gerekmedikçe haftada ikiyi geçmemelidir. Kaşıntının en sık rastlanan nedenlerinden birisi deri kuruluğudur. Yaşlı hastalarda çok sık rastlanan bir türdür. Çünkü insan yaşlandıkça deri fonksiyonları, derinin esnekliği ve su tutabilme özelliği azalır. Sert alkali sabunlarla ve çok sıcak su ile sık banyo yapılması, derideki bu bozulmayı daha da arttırıp, koruyucu lipid tabakasını zayıflatarak, deri kuruluğuna ve kaşıntıya yol açar. Ülkemizde yaygın olan liflenme ve keselenme alışkanlığının da derinin kuruyup kaşınmasında önemli rolü vardır. Deride görünür herhangi bir şey yokken, hasta kaşıntıdan yakınıyorsa, bu durum aksi kanıtlanana dek, altta yatan bir hastalığın belirtisi olarak kabul edilmelidir. Teşhis için yaptığınız araştırmalar nelerdir? Genellikle kaşıntısı olan kişilerin ilk başvurdukları hekim dermatologdur. Dermatologlar, deri muayenesi ve genel muayene ile kaşıntının nedenini belirlemeye çalışırlar. Deride herhangi görünür bir bulgu yoksa muayene bulgularına göre kansızlık (demir eksikliği), karaciğer ya da böbrek hastalıkları, tiroid has- Birinci kuşak diye tanımlanan ve sedatif (uyku verici) özellikleri olan antihistaminler, bu özellikleri nedeniyle kullanılabilir. Mentollü krem ya da pudraların, uzun süreli kullanımda, tahrişe neden olabileceği unutulmamalıdır. Yine de, kısa süreli olarak vazelinli, kortikosteroidli pomatlarla birlikte kullanılabilir. 2. Banyolarda sabun yerine “syndet” diye tanımlanan, sert (alkali yapılı) olmayan ve derinin asit ve lipid örtüsünü bozmayan ürünler kullanılmalıdır. 3. Kese ve lif kullanılmamalı, temizleyici ürün vücuda elle sürülmelidir. 4. Banyo sonrasında, yumuşak bir havluyla deriyi fazla tahriş etmeden kurulanmalı ve ilk 3 dakika içinde, henüz daha deri kuruyup gerilmeden, derideki nemliliğin sürmesini sağlayacak nemlendirici / yağlayıcı pomat ya da emülsiyonlar yaygın olarak sürülmelidir. 5. Kolonya, alkol gibi maddelerin, kaşıntı giderici jel ve sulu pudraların deriyi kurutarak kaşıntının daha da artışına neden olacağı unutulmamalıdır. 6. Derisi kuru ve kaşıntıya eğilimli bireylerde, vücuda ilk temas eden giysilerin pamuklu olması gerekir. Sentetik ürünlerin ya da yünlü giysilerin deriye doğrudan teması kaşıntıyı arttırır. 7. Yüksek ısılı ve düşük nemli ortamların da, deri kuruluğu ve kaşıntıya yol açabileceği akılda tutulmalıdır. Psikiyatrik Sorunlar da Kaşıntıya Neden Oluyor Uzun süren ve bir nedene bağlanamayan kaşıntılarda, hasta bir psikiyatrist ile konsülte edilmelidir. Neden ne olursa olsun, serin ve klimalı bir ortam, pamuklu, hafif giysi ve yatak takımlarının kullanılması, aşırı terlemeden kaçınılması kaşıntıyı azaltır. Kalın, yünlü ya da sentetik giysilerin giyilmesi, çok sıkı giyinilmesi; hem deriyi tahriş etmekte, hem de vücut ısısını arttırarak kaşıntıyı tetikleyebilmektedir. Alkol alımından, sıcak ve baharatlı yiyeceklerle, sıcak içeceklerden kaçınılması uygun olacaktır. Bu maddeler deride vazodilatasyona (damarların genişlemesine) neden olarak kaşıntıyı arttırabilirler. Fast-Food Tüketenlerde Deri Sorunlar Daha Sık Görülüyor Yoğun biçimde fast-food tüketenlerin daha az meyve, sebze tükettiklerini ve daha az su içtikleri gözlemleniyor. Bu sağlıksız beslenme şekli, kişinin genel görüntüsünü ve güzelliğini olumsuz etkiliyor. Az vitaminli yiyeceklerle beslenmek, yağda eriyen vitaminler dediğimiz A, D, E, K vitaminlerini eksik almak cilt güzelliğini bozuyor. E ve A vitamini; güzel, sağlıklı ve kırışıksız bir cilt için olmazsa olmaz. Beslenmenin cilt sağlığındaki önemi tartışılmaz. Günlük diyette yeşil yapraklı çiğ sebzeler ile meyve tüketimine dikkat edilmesi gerekir. Öte yandan su tüketimi de cilt sağlığı için çok önemli. Su, cildimizin nem oranını etkiler, susuz kaldığımızda cildimiz de susuz kalıp nem kaybına uğrayacağı için yeterli miktarda su içmeliyiz, bu da günde en az 1,5 lt yani 5-6 bardak su içilmesi gerekliliğine işaret eder. Güzelliğin en önemli unsurları arasında yer alan bitkisel proteinler, özellikle tahıllarda bulunan B vitamini saç ve tırnak güzelliği için çok önemlidir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 51 haber “HER YIL 230 MİLYON HASTAYA BÜYÜK CERRAHİ GİRİŞİM İÇİN ANESTEZİ UYGULANIYOR” 48. Ulusal Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kongresi’nde konuşan Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Neslihan Alkış, “Her yıl dünya genelinde 230 milyon hastaya büyük cerrahi girişim için anestezi uygulanmaktadır. Bu cerrahi işlemlerle ilişkili olarak 7 milyon kişide ciddi komplikasyonlar gelişmekte ve 200 bini Avrupa’da olmak üzere yılda 1 milyon insan hayatını kaybetmektedir. Konu ile ilgilenen herkesin görevi bu komplikasyon oranlarını azaltmaya çalışmaktır” dedi. 48. Ulusal Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kongresi basın toplantısı ATO Congresium’de yapıldı. Basın toplantısına Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) Başkanı Prof. Dr. Neslihan Alkış, TARD 2. Başkanı Prof. Dr. Hülya Bilgin, TARD 2. Başkanı Prof. Dr. Güner Kaya, TARD Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ömer Kurtipek, TARD Genel Sekreteri Prof. Dr. Zekeriya Alanoğlu ve Resüsitasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Agah Çertuğ katıldı. Ayrıca, Sağlık Bakanlığı ile yürütülen ani kalp durmasında ilk yardım konulu ‘Hayata El Ver’ kampanyasının tanıtımı da yapıldı. TARD Genel Sekreteri Prof. Dr. Zekeriya Alanoğlu, 2 bin 500’e yakın üyeleri ile en büyük sayıda üyeye sahip tek ve çatı dernek olma özelliğini taşıdıklarını söyledi. Bu yıl bin 600 kişinin kongreye katıldığını kaydeden Alanoğlu, “Bunun yanında 300 civarında firma ve temsilci yeni teknoloji ve gelişmelerden bizleri haberdar ediyor. 52 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Bu yıl kongrede hasta ve çalışan güvenliği, risk altında olan çalışanların durumu, çalışma şartlarının yeniden ele alınması gibi konular ele alınacak” dedi. Anestezide Hasta Güvenliği İçin Helsinki Bildirgesi 2010 yılında Helsinki’de Avrupa’daki bütün Anesteziyoloji Derneklerinin başkanlarının imzaladığı ‘Helsinki Bildirgesi’nde hasta güvenliğinin sağlanmasında anestezi uzmanlarının önemine vurgu yapıldığı kaydeden Alkış, “Helsinki Bildirgesi ile üzerinde uzlaşılan konu başlıkları, hastaların, tıbbi uygulamalar sırasında kendilerini güvende hissetme ve bir zarara uğramama beklentisi içinde olmaları en doğal haklarıdır. Anesteziyoloji perioperatif dönemde hasta güvenliğinin sağlanmasında anahtar bir rol oynar. Hastaların tıbbi uygulamaların güvenli olması ko- nusunda eğitilmeleri çok önemlidir ve onlara diğer hastalardaki işlevleri daha da iyileştirmek için geri bildirim sağlamaları fırsatı verilmelidir. Sağlık hizmeti harcamalarını karşılayan kurumlar, uygulamaların giderlerini karşıladıkları için doğal olarak; perioperatif anestezi bakımının güvenli sunulmasını beklerler. Hastaların tıbbi uygulamaların güvenliği konusunda eğitilmeleri, onların verecekleri geri bildirimin daha sağlıklı olması ve diğer hastalardaki uygulamaların da iyileştirilmesi bakımından önem kazanır. Hasta güvenliğinde insan faktörünün tıptaki önemini bilen biz anesteziyologlar; cerrah, hemşire ve ekipteki diğer elemanlarımız ile birlikte bu eğitimin geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve sunumunu tümüyle desteklemekteyiz. Tıbbi malzeme ve ilaç üreten firmalar, hastalarımızın bakımı için gereken güvenli ilaç ve araç-gereçlerin üretiminde ve geliştirilmesinde önemli bir rol oynarlar. Anesteziyoloji tıpta hasta güvenliğinin geliştirilmesine önderlik etmiş bir uzmanlık dalıdır. Bizler gelinen noktanın yeterli olmadığını ve bu alanda hala araştırmaların ve yeni yöntemlerin gerektiğine inanmaktayız. Etik, yasal veya düzenleyici hiç bir kural, bu bildirgede hasta güvenliğinin sağlanması için belirtilen önlemleri azaltmamalı veya ortadan kaldırmamalıdır.” Şeklinde konuştu. Her Yıl Dünya Genelinde 230 Milyon Hastaya Majör Cerrahi Girişim İçin Anestezi Uygulanmakta Anesteziyoloji’nin Anestezi, Yoğun bakım, Acil Tıp ve Algoloji’de hastanın ameliyat sürecindeki kalite ve güvenliğin sağlanması ile sorumlu olduğunu belirten Prof. Dr. Alkış, şunları söyledi: “Bu süreç hastanın gerek hastane içi ve gerekse hastane dışında özellikle risk altında bulunduğu durumları da kapsar. Her yıl dünya genelinde 230 milyon hastaya majör cerrahi girişim için anestezi uygulanmakta. Bu cerrahi işlemlerle ilişkili olarak 7 milyon kişide ciddi komplikasyon gelişmekte ve 200 bini Avrupa’da olmak üzere yılda bir milyon insan hayatını kaybetmekte. Konu ile ilgilenen herkesin görevi bu komplikasyon oranlarını azaltmaya çalışmaktır. Anesteziyoloji; özellikle hasta güvenliğinin geliştirilmesinde ve gerçekleştirilmesinde sorumluluk almada rolü çok önemli olan bir uzmanlık dalıdır.” Riskli Hastalarda Anestezi Uygulaması Genel Anestezi uygulamasının riskli olduğu ameliyatlarda hastaların uyanık vaziyette iken yapılan spinal anestezi ve torakal epidural anestezi (bölgesel anestezi) yöntemi ile cerrahi operasyonların yapılmasının artık mümkün olduğunu hatırlatan TARD 2. Başkanı Prof. Dr. Hülya Bilgin ise şunları söyledi: “Ameliyat öncesi değerlendirmelerinde kalp, akciğer gibi organlarda sıkıntılar nedeni ile ‘anestezi alması uygun olmayan’ özellikle de yaşlı hastalarda spinal anestezi ya da torakal epidural anestezi yöntemleri uygulanabiliyor. Bölgesel anestezi yöntemlerinden olan epidural anestezi; bel, sırt ve boyun bölgelerinde uygulanabilen bir yöntemdir. Genel anestezi ile beraber uygulanabildiği gibi genel anestezi uygulamasına gerek duyulmadan da yapılabilir. Bu yöntemle ayrıca ameliyat sonrası ağrı kontrolünde de kullanılıyor. Bu yöntemin özellikle genel anestezinin riskli olabileceği hastaların hastanede kalış süresine ve konforuna çok olumlu katkıları bulunmaktadır” dedi. Beyin Ameliyatlarında Hasta İle Konuşularak Ameliyat Yapılabiliyor Hastanın şuurunun açık olduğu, ancak ağrı hissetmediği bölgesel anestezinin de fıtık, apandisit, doğum, sezaryen ile ortopedi ameliyatlarında sıkça yararlanıldığını dile getiren Bilgin, cilt kesisine dikiş atmak gibi basit işlemlerde de lokal anestezinin uygulandığını söyledi. Bilgin, vücuda verilen her ilacın bir zehir olduğuna, bu nedenle doz ayarlamasının hayati önem taşıdığına dikkati çekerek, bu noktada anestezi uzmanlarına büyük sorumluluk düştüğünü bildirdi. Özellikle yaşlı ya da özel sağlık durumları bulunan hastalara yüksek doz anestezi yapılması gerektiğini ifade eden Bilgin, özellikle son yıllarda beyin ameliyatlarında hasta ile konuşularak ameliyatların yapıldığını belirtti. Bilgin, hastanın sağlık durumuna göre belirlenecek teknikler ile hasta güvenliği korunarak uygulamaların yapıldığının altını çizdi. Dernek 2. Başkanı Prof. Dr. Güner Kaya, bebek ve çocuklara yapılan anestezi uygulamasının da riskli olduğuna işaret ederek, “Anestezi çok güvenli olmakla birlikte düzensiz kalp ritmleri, solunum problemleri, alerjik reaksiyonlar gibi durumlarda çocuklarda komplikasyonlara neden olabilir” diye konuştu. Yeni Doğmuş Bebeğe Bile 12 Saat Anestezi Verebiliyor Anne ve babaların, çocuklarının ameliyatı öncesinde anestezi uzmanı ile görüşmesinin endişenin ortadan kalkması için görüşmesi tavsiyesinde bulunan Kaya, çocuğun genel sağlık durumuna uygun yapılan doz ile operasyonların başarılı geçtiğini bildirdi. Kaya, “Yeni doğmuş bebeğe bile 12 saat anestezi verebiliyor ve sağlıklı bir şekilde ameliyattan çıkartabiliyoruz. Çocuklarımızı, sıfır ağrı ile ameliyattan çıkartabiliyoruz” dedi. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 53 Çocuklarda Anestezi Uygulamaları Güvenli mi? Anestezinin günümüzde çok daha konforlu ve güvenli koşullarda uygulandığını kaydeden TARD 2. Başkanı Prof. Dr. Güner Kaya, “Anestezi çok güvenli olmakla birlikte nadir durumlarda, örneğin düzensiz kalp ritimleri, solunum problemleri, alerjik reaksiyonlar gibi çocuklarda komplikasyonlara neden olabilir. Anne babalar çocukları için söz konusu anestezi uygulamalarında korkuya ve telaşa kapılabiliyorlar. Ancak burada yapılması gereken en önemli şey ameliyat öncesi anestezi uzmanı ile tanışmak, konuşmak ve konuyla ilgili bilgi almaktır. Gerek anestezi uygulamasının detayları gerekse olası komplikasyonlar hakkında soruların tek ve gerçek muhatabı anestezi uzmanlarıdır. Çocuğun genel sağlık durumu, almış olduğu reçeteli reçetesiz ilaçlar, bitkisel gıda takviyeleri ya da vitaminler, herhangi bir şeye alerjisinin olup olmadığı, özellikle gıdalar, ilaçlar, ya da lateks İleri yaştaki çocuklar sigara, alkol ya da benzeri madde kullanım alışkanlıklarının sorgulanması, çocuğunuz ya da aile bireylerinden birinin varsa önceki anestezi uygulamaları sırasındaki reaksiyonlarının iyi sorgulanması gereklidir. Cerrahi müdahale ya da anestezi uygulaması sırasında çocuğun güvenliğini sağlamak için bu tür sorulara doğru yanıt vermek anestezi uzmanı ile iyi bir iş birliği sağlamak son derce önemlidir. Çocuğa cerrahi ve anestezi uygulanması düşüncesi 54 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 gerek anne babalar gerekse çocuklar için korkutucu olabilir. Ancak anestezi prosedürleri ve uygulama ile ilgili güvenlik koşulları son 25 yılda çok değişti ve gelişti. Teknolojideki gelişmeler ve anestezi uygulamalarındaki son yenilikleri yine anestezi uzmanı ile görüşerek öğrenmek mümkün olacaktır” açıklamasında bulundu. giden hattında yaraya giden oksijeni azalttığına dikkati çeken Kutlu “Bu durum yara iyileşmesinde gecikmeye ve enfeksiyona neden olabiliyor. Enfeksiyonsa bir hastayı yoğun bakıma kadar götürebilen çok ciddi bir durum” dedi. Anestezi Uygulaması ile Ağrı Tedavisi “Sigara kullanımının ameliyat sırasında ve sonrasında balgam miktarı ile kıvamının artmasına bağlı olarak solunum yollarında tıkanma” gibi problemlere yol açtığını söyleyen Kutlu, “Sigara içen kişilerde yine uyuma ve uyanma sırasında hava yollarında ani daralmalar daha sık görülüyor ve hastanın hayatını tehlikeye sokabiliyor” dedi. Dernek üyesi Prof. Dr. Ömer Kurtipek de anestezinin en çok kullanıldığı alanlardan birinin ağrı tedavisi olduğunu, bunun dışında yoğun bakım hastalarında tedavisinde de etkin rol aldığını bildirdi. İyi bir yoğun bakım tedavisi ile hastanın yaşam süresinin arttığına ve yeniden sağlıklarına kavuşabilme imkanına kavuşabildiğine işaret eden Kurtipek, destek ihtiyacı olmayan ama genel durumu her an bozulabilecek kritik hastaların yakın gözetim altında tutulduğunu söyledi. Sigara İçenlerde Yaralar Geç İyileşiyor Anestezi uygulandıktan sonra gerçekleştirilen suni solunumda, akciğerin işleyişinin bir miktar değiştiğine dile getiren Dr. Fikret Kutlu, “Akciğer solunum sistemini döşeyen epidel, sigaradan ötürü zarar görmüşse, suni solunuma geçildiğinde hastada fizyolojiyi değiştiriyor ve tekrar hastanın uyandırılmasında sorunlar yaşanabiliyor” diye konuştu. Sigara kullanımının kan dolaşımını bozduğuna, dikiş hattında yaraya Ameliyattan En Az 2 Ay Önce Bırakın Kutlu, şunları söyledi: “Kronik alkol kullanımı da tansiyon yüksekliği, ritm bozukluğu, kalp yetmezliği, karaciğer fonksiyonbozukluğu, kalp damar sistemi, karaciğer ve sinir sistemini içeren sorunlar oluşturabiliyor. Akut alkol alımında kan şekeri düşüklüğü, vücut ısısının azalması, kanda elektrolit dengesinde bozulma, solunumun baskılanması gibi yan etkiler nedeniyle acil değilse operasyonun ertelenmesi gerekiyor. “ “Bu nedenlerden ötürü, planlı operasyonlardan en az 2 ay önce sigara ve alkolün bırakılması gerekmektedir” diyen Kutlu, ameliyattan bir süre önce sigaranın bırakılmasının da hiç sigara içmeyen bir kişiyle aynı şansa sahip olunduğu anlamını taşımadığının da altını çizdi. haber ÇAĞDAŞ ANESTEZİNİN AĞRILI TARİHİ Doç. Dr. Tuğhan UTKU İ.Ü.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon ABD. TARD Yönetim Kurulu Üyesi Anestezi, Yunanca “–sız” ekine karşılık gelen (ἀν-, an-) ve “duyum, his” anlamına gelen (αἴσθησις, aesthesis) den oluşan bir kelime olup bilinçsizlik, ağrısızlık ve kas gevşemesiden oluşan geçici bir durumu ifade eder. Tanımında da yer aldığı üzere anestezi uygulamalarının temel bileşenleri; bilinçsizlik, hatırlamama, ağrısızlık ve kas gevşemesi olarak sıralanabilir. Bilinen ilk genel anestezi uygulaması 1842 yılında Crawford W. Long tarafından gerçekleştirilmiş olmasına karşın, bu uygulamanın yayınlanmamış olmasından dolayı, tarih kayıtlarına adını verme onuru bir başka kişiye William T.G. Morton’a kısmet olmuştur. Boston’lu bir diş hekimi olan Morton, New England Journal of Medicine dergisinin ilk editorü ve Harvard Tıp Fakültesi Dekanı olan cerrah John Collins Warren’ın boyundan tumor çıkarma işlemi sırasında “eter anestezisi” ni halk huzurunda ilk kez uygulamıştır. Massachusetts Genel Hastanesi’nde 56 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 16 Ekim 1846 cuma günü yapılan bu ilk uygulama “Dünya Anestezi Günü” olarak yaygın olarak kutlanmakta, ABD ise Eter Günü olarak kutlanmaktadır. Kadim Yunan mitolojisinde Hades’in beş nehrinden biri olan Ameles potamos (unutkanlık nehri) olarak da bilinen Lethe nehrinden esinlenerek isimlendirilen, özünde “sülfirik eter” olan Letheon’dur Morton’un kullandığı anestezik. Aslında, insanın dünya üzerinde varlığı ile başlayan savaşımının önemli bir kısmını fiziksel ağrı ile mücadele oluşturmuştur demek yanlış olmayacaktır. “Bu hikaye oldukça dramatik bir hikaye olup şu anda gelinen nokta pek çok deneyimin ve ayrı ayrı kazanılmış zaferlerin tümüdür.” (N.Alkış, Ankara Üniversitesi D.S.H.Meslek Yüksekokulu Yıllığı Cilt 1, Sayı 1, 2000). (K.Akpir, Türk Anest Rean Der Dergisi 2012; 40(Ek sayı 1):1-26). 1940 ların sonlarına kadar, göreli çağdaş anestezi uygulaması “açık damla” yöntemi ile “onbaşılar” tarafından uygulanmaktayken, çağdaş tıbbın hızlı ilerlemesi, bununla koşut cerrahi girişimlerin gelişme sürecinde anestezi uygulamasının bağımsız bir disiplin olarak varlığını sürdürme zorunluluğu, kaçınılmaz evrimsel gelişme ile yüzleştirdi anestezi alanını. Bu konuda, anesteziyi “cerrahiye rağmen hastayı yaşatma sanatı” olarak tanımlayan, Türk Anestezi tarihinde özel bir konuma sahip Hocam Prof. Dr. Sadi Sun’a sözü devretmek yerinde olacaktır; “1947 yılında aylıksız asistan olarak girdiğim ve 2 yıl cerrahi Hipokrat (MÖ 5YY) bu uğraşı en duru ifade eden deyişlerden birine sahiptir “Sedare dolorem opus divinum est” (ağrıyı dindirmek ilahi bir sanattır). Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de anestezi ilk olarak cerrahlar tarafından uygulanmış olup, kayıtlarda ilk uygulamaların izleri Askeri Tıbbiye’ye uzanır. “Journal de Constantinople’da yazıldığı üzere, 1847-1848 öğretim yılında Galatasaray’daki Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’de yapılan ameliyatlarda kloroform kullanılmıştır” Doç. Dr. Tuğhan UTKU asistanlığı yaptığım Cerrahpaşa I. Cerrahi Kliniğinde o güne kadar cerrahların anestezi yönünden çektiği sıkıntılar, Prof Fahri Arel’in Amerikada yaptığı tetkiklerle toraks cerrahisine yönelmesi, bu klinikte bir an önce anestezi meselesinin halledilmesi zorunluluğunu ortaya koyuyordu” (S.Sun, Türk Anest Rean Cem Mecm 1990;18:5-12). Böylelikle, 1948 yılında kapalı devre N2O, O2 ve eter anestezisi verilecek intermittent akımlı Mc Kesson Nargraft cihazının kliniğe alınması ile birlikte Prof. Sun çalışmalarına başlamıştır. Prof. Baha Sezer’in Paris’ten getirdiği kafı patlak bir tüpü eldiven parmağı ile tamir eden Prof. Sun, 3 Ağustos 1949 da, 33 yaşında kardiya darlığı olan bir kadın hastaya uygulanan intratorakal özofagogastrostomi ameliyatı sırasında, ilk kez endotrakeal entübasyon ile genel anestezi uygulamıştır. 11. Milli Tıp Kongresinde Prof. Burhanettin Toker ile birlikte sundukları “Bugünkü cerrahide anestezi ve anestezist” konulu bildiri ile yeni bir maceranın başlangıcını yapmaktaydılar. Yeni değiştirilen Tüzüğünde amacını; “Anesteziyoloji ve Reanimasyon alanında uzmanlık öğrencileri ve uzman hekimlerin bilgi ve becerilerinin arttırılması ve Türkiye’de uzmanlık eğitiminin kalitesinin yükseltilmesi için faaliyetlerde bulunmak, üyelerinin ve meslek grubunun haklarını savunmak için gerekli alt yapı çalışmalarının oluşturulması için diğer dernekler, sosyal ve sivil toplum kuruluşları ve idari birimler ile uyumlu çalışmalar yürütmek, tüzel kişilik olarak bizzat veya üyeler tarafından açılmış olan davalara ve soruşturma süreçlerine müdahil olarak iştirak etmek, görüş beyan etmektir” olarak belirleyen Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD), üye sayısı hızla artma eğiliminde olan ve 2500 den fazla üyesi bulunan köklü ve dinamik bir geleneğin temsilcisidir bu anlamda. Giderek genişleyen ilgi ve sorumluluk alanları nedeniyle de yine Tüzükte faaliyet alanları; Anesteziyoloji, Perioperatif bakım, Yoğun Bakım (Reanimasyon), Algoloji, Palyatif Bakım, Resüsitasyon, Nutrisyon olarak sıralanmaktadır. 1956 yılında kurulmuş bulunan Anesteziyoloji Cemiyeti, 1972 yılında ‘’Anes- teziyoloji ve Reanimasyon Derneği’’ adını almıştır. Derneğin adında ‘’Türk’’ isminin kullanılmasına Bakanlar Kurulunun 24.1.1975 tarih ve 7-9349 sayılı kararı ile müsaade edilmiştir. TARD, T.C. Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Teknik Dairesi’nin 16.6.1966 tarih ve 6-6502 no’lu karar suretiyle bildirilen ve Bakanlar Kurulu’nun 4.6.1966 tarihinde aldığı karara dayanarak, merkezi Hollanda’da bulunan Anesteziyolojistler Dünya Federasyonu’na (WFSA- World Federation of Societies of Anaesthesiologists) iştirak etmiştir ve halen üyesidir. Bu yıl 48. Ulusal Kongresini düzenlemiş olan Derneğimiz, yabancı muhatapları ile etkin işbirliği içinde, ilgili birim ve organlarda temsil edilerek söz sahibi olma çabasını sürdürmektedir. Ülke genelinde uzmanlık öğrencilerini hedefleyen “asistan okulları” ve mezuniyet sonrası eğitim niteliğinde Avrupa Anestezi Derneği (ESA-European Society of Anaesthesiology) ve Anesteziyolojistler Dünya Federasyonu (WFSA- World Federation of Societies of Anaesthesiologists)’ nun ortak organı olan Anesteziyoloji için Avrupa Eğitim Komitesinin (CEEA-Committee for European Education in Anaesthesiology) hazırlamış olduğu modüllerini yürütmekle yetkilidir. Bunlar dışında da düzenlediği çeşitli kurslar ile eğitim görevini etkin olarak yerine getirmeye çalışmaktadır. Derneğin çalışmaları ile, Avrupa Anestezi Derneği’nin yürüttüğü Avrupa Anestezi ve Yoğun Bakım Board (EDAIC-European Diploma in Anaesthesiology and Intensive Care) sınavının her 2 aşaması için de uluslararası sınav merkezi durumuna ulaşmak söz konusu olmuştur. Bu sayede her yıl yüzlerce yabancı meslektaşımız sınav için ülkemize gelmektedirler. rak belirlenmiş olan eğitim süresinin 5 (beş) yıla çıkarılması” söz konusu olmuştur. Böylece uluslararası eğitim akreditasyonları açısından önemli bir engel aşılmış olup; söz edilen 5 yıllık eğitim süresinin en az 1 yılının Yoğun Bakımlarda geçirilecek olması da Yoğun Bakım alanındaki önemli misyonun pekiştirilmesi anlamına gelmektedir. Derneğimiz, sosyal sorumluluk projelerinde de etkin görev üstlenme konusunda özveri ile çalışmayı sürdürmektedir. Bunlar içinde en güncel ve önde gelen projeler arasında “Hayata el ver” ve “Organ bağışında uyum için teknik yardım projesi” yer almaktadır. T.C. Sağlık Bakanlığı’nın himayesinde, Ankara Üniversitesi ve Resüsitasyon Derneği’nin katkılarıyla Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği tarafından, “Hayata El Ver” kampanyası 16 Ekim 2014 Perşembe günü başlatıldı. Kampanya yaklaşık 2 yıl sürecek ve ani kalp durmasında ilk ve doğru müdahalenin nasıl yapılması gerektiği toplumun her kesimine verilecek eğitimlerle anlatılacak, kamuoyunda farkındalık artırmaya yönelik çalışmalar yapılacaktır. Benzer şekilde, diğer uzmanlık alanları ile ortak eğitim çalışmaları yapmak ve sosyal sorumluluk projelerinde yer almak konusunda interaktif bir yaklaşım içindedir. Türk Tabipleri Birliği Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu (TTB-UDEK) üyesi olarak diğer uzmanlık alanları ile ortak çalışmaktadır. Algoloji ve Yoğun Bakım Yan Dal eğitimleri düzenlemek ve yürütmek konusunda da önemli bir işlev görmektedir. Türkiye genelinde örgütlenmiş bulunan derneğimizin; Karadeniz, EgeAkdeniz, Dicle-Fırat, Adana, Bursa olmak üzere aktif çalışan şubeleri mevcuttur. İki yüz yılı aşkın bir gelenek ve birikim, dünyanın çeşitli bölgelerinde gerçekleştiği gibi ülkemizde de Derneğimiz çatısı altında sürdürülmekte, insanlığın temel sorunsalı acı çekmek ve bunun çağdaş türev ve uygulama alanlarında evrensel bilimsel ve örgütsel seviyeye ulaşmak konusunda çalışmalar devam etmektedir. Tıpta Uzmanlık Kurumu’nun (TUK) 20.06.2014 tarihli 488 No’lu kararı ile “Anesteziyoloji ve Reanimasyon uzmanlık dalındaki bilimsel ilerleme, gelişme ve değişmeler de göz önünde bulundurularak 1219 sayılı Kanunun EK-1 sayılı çizelgesinde 4 (dört) yıl ola- Bu uzun, bitmeyecek, nesillerden nesillere aktarılacak, insan yararını öncülleyen bir çabanın tarihi bir başka deyişle. Öncü nesille başlayan ve büyük bir titizlikle sürdürülen, ozanın deyişi ile “acıyı bal eğlemenin” bildiğimiz yolu… SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 57 sektörden İEİS, İLAÇTA AR-GE ATILIMI İÇİN TÜM PAYDAŞLARI BULUŞTURDU İlaç endüstrisinin öncü kuruluşu İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası (İEİS), Türkiye ilaç endüstrisinin, dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konumuna gelmesini ve Ar-Ge yetkinliğinin artırılmasını hedef olarak belirlemiştir. İEİS, bu motivasyonla Ar-Ge konusunda öncü rol üstleniyor, bu alanda yaşanan koordinasyon eksikliğinin giderilmesi ve sinerji yaratacak birliktelikler kurulması yönünde faaliyetlerini sürdürüyor. İEİS tarafından “İlaçta Ar-Ge; KamuÜniversite-Sanayi İşbirliğinin Önemi” başlıklı toplantı, 23-24 Ekim tarihlerinde İstanbul Wyndham Levent Otel’de düzenlendi. İlaçta Ar-Ge alanında atılım yapmış ülke örneklerini incelemenin yanı sıra kamu, üniversite ve sanayi bakış açısıyla, Ar-Ge ve bu alandaki işbirliği olanaklarının tartışıldığı toplantı, İEİS Yönetim Kurulu Başkanı Nezih BARUT’un konuşmasıyla başladı. 58 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Nezih Barut yaptığı konuşmada, “İEİS olarak, ülkemizin dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konumuna gelmesini ve endüstrimizin Ar-Ge yetkinliğinin artırılmasını hedef olarak belirledik. Gerekli koşullar oluşturulduğu takdirde, Türkiye ilaç endüstrimizin, mevcut birikimiyle üreteceği katma değerli ürünleri ihraç ederek, dış ticaret açığını azaltacağına inancımız tam. Endüstrimiz, son yıllarda Ar-Ge ve ihracat konusunda gittikçe artan bir heves ve çabaya sahip. Ar-Ge ikliminin oluşmasında geç kalmış olmanın dezavantajlarını gidermek için yüksek düzeyde koordinasyonun sağlanması gerekiyor. Öğrenilmiş çaresizliğin üzerine gitmemizin, neden yapamayacağımıza değil nasıl yapacağımıza odaklanmamızın zamanı çoktan geldi. Bu çerçevede, ilaçta Ar-Ge alanında tüm paydaşları bir araya getirerek, ülkemiz için uygun Ar-Ge ikliminin sağlanma- sını tetiklemek amacıyla bu toplantıyı düzenledik.” dedi. Almanya, Brezilya ve Güney Kore’den konusunda uzman kamu ve özel sektör temsilcileri tarafından ülkelerindeki ilaçta Ar-Ge atılımı aktarıldı. TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Güven SAK’ın moderatörlüğünü yaptığı oturum; son yıllarda devletin stratejik yaklaşımıyla biyoteknoloji alanında hızlı ilerleme kaydeden Brezilya’nın Sao Paulo Endüstri Federasyonu Biyoteknoloji Üretim Zinciri Koordinatör Yardımcısı Eduardo GIACOMAZZI tarafından “Brezilya’nın Biyoteknoloji Atılımı” aktarılarak başladı. 2000 yılından bu yana ülkelerindeki biyoteknoloji çalışmalarını iki katına çıkardıklarını belirten GIACOMAZZI, “Ülkemizde, ilaçta Ar - Ge konusunda kamu - üniversite - endüstri işbirliği sağlanmış durumda. Biyoteknoloji alanındaki yenilikleri yakalamaya önem veriyoruz. Bu alanın gelişmesi için farkındalığı olan bilim adamlarına, siyasetçilere ve vatandaşlara ihtiyaç var” dedi. Her yüzyılın kendine ait bir gelişime sahne olduğunu belirten GIACOMAZZI, “Biyoteknoloji çağına hoş geldiniz”. diyerek konuşmasını sonlandırdı. Avrupa’nın en büyük uygulamaya dayalı araştırma kuruluşu olan Alman Fraunhofer Enstitüsü’nün Yaşam Bilimleri Başkanı Dr.Claus-Dieter KROGGEL “İlaç Ar-Ge’sinde Kamu-Üniversite-Sanayi İşbirliği” konusunu ele aldı. İnovasyonun farklı disiplinlerin bir araya gelmesiyle gerçekleştiğini dile getiren KROGGEL, çalışmalarında disiplinler arası iletişimin sürekli var olduğunu belirtti. Uluslararası çalışmaların önemine vurgu yapan KROGGEL, “İlaç üretiminde bütüncül bir yaklaşım söz konusu, bu bağlamda Türkiye İlaç endüstrisini de destekleyebiliriz. Bu güzel insanlarla yeniden buluşmayı çok isterim” diyerek sözlerini tamamladı. İlaçta inovasyon atılımıyla dikkat çeken ülkeler arasında yer alan Güney Kore’den ise Ticaret Yatırım Teşvik Ajansı Biyomedikal Endüstrisi Direktörü Da-Hee JEONG “Güney Kore İlaçta Inovasyonun Neresinde?” başlıklı bir konuşma yaptı. Da-Hee JEONG, Kore’de ilaç endüstrisinin 110 yaşında olduğunu ve ilaç gelişimi için araştırmaların sürdüğünü belirten JEONG, “Teknolojik alt yapı, insan kaynakları, devlet teşvikleri ve kaynak yaratma konularında Türkiye’yle işbirliğine açığız.” dedi. Oturum, MINES-Paris Tech Üniversitesi, Endüstriyel Ekonomi Merkezi’nden Prof. Dr. Margaret KYLE’nin “Eşdeğer İlaç Endüstrisi için İlaçta İnovasyonun Ekonomik Katma Değeri” başlıklı konuşmasıyla son buldu. “İlaç Ar-Ge’sinde Neredeyiz? İlaçta Ar-Ge Faaliyetlerini Artırmak İçin Neler Yapılabilir?” başlıklı oturum, İEİS Ar-Ge Çalışma Grubu Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Serdar SÖZERİ moderatörlüğünde gerçekleştirildi. Bu oturumda, kamu ve endüstri temsilcileri tarafından ilaçta Ar-Ge konusu ayrıntılarıyla tartışıldı. Oturumun konuşmacıları arasında, Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkan Yardımcısı Dr. Hüseyin YILMAZ, SGK Başkan Yardımcısı Dr. Mustafa KURUCA ve TÜBİTAK ARDEB Sağlık Bilimleri Araştırma Grubu Başkanı Prof. Dr. Sevim AYDIN bulunuyor. İEİS Yönetim Kurulu Üyesi Murat BARLAS moderatörlüğünde gerçekleşen “İlaç Ar-Ge’sinde Üniversite Sanayi İşbirliği” başlıklı oturumla başlayan toplantının ikinci günü ise Gazi Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’nin ilaçta Ar-Ge altyapı ve insan kaynakları alanındaki çalışmalarının anlatıldığı sunumlarla son buldu. Murat Barlas İEİS Yönetim Kurulu Üyesi Nezih Barut İEİS Yönetim Kurulu Başkanı SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 59 gündem EBOLA VİRÜSÜ DÜNYADA YAYILMAYA DEVAM EDİYOR Prof. Dr. Serhat ÜNAL Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre Batı Afrika’da Mart ayında baş gösteren Ebola salgını yüzünden bugüne kadar 8.000’i aşkın vakadan yaklaşık 4.000 kişi hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü gibi büyük örgütlerin salgını durdurma çabaları halen daha sonuç vermemiştir. Askeri önlemlere dahi başvurulmasına rağmen; salgın kontrol altına alınamamıştır. Günümüzde ulaşım çok hızlanmıştır. Herhangi bir ülkeden kalkan uçak saatler içerisinde dünyanın diğer ucuna ulaşmaktadır. Ebola hastalığının bulaştıktan sonra belirti vermesi 20 güne kadar uzayabileceğinden ve hastalık etkeni kişiden kişiye direkt temasla bulaşabileceğinden tüm dünya için risk söz 60 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 konusudur. Ebola virüsü insandan insana çok hızlı bulaşabilmektedir. Hastalık şimdilik Batı Afrika’da 5 ülkede sınırlıdır. İlk olarak yaklaşık 1,5 yıl kadar önce olgular ortaya çıkmaya başlamıştır. Sierra Leone, Gine, Liberya ve Nijerya salgından en çok etkilenen 4 ülkedir. Bu ülkelere ek olarak Senegal’de bir olgu bildirilmiştir. Eş zamanlı olarak Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde de olgular saptanmış fakat Kongo’da hastalığa sebep olan virüsün salgın yapan virüsten farklı bir virüs olduğu anlaşılmıştır. WHO açıklamasında şimdiye kadar 7 farklı ülkede yaklaşık 9 bin ebola vakası ile karşılaşıldığını kaydederken, dünyanın çeşitli yerlerinden ebolayla ilgili haberler de gelmeye devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO), tüm önlemlere rağmen hızla yayılmaya devam eden ebola hastalığı sebebiyle 11 Ekim itibari ile hayatını kaybeden kişi sayısının 4 bini geçtiğini duyurmuştur. Salgından en fazla etkilenen Batı Afrika ülkeleri Gine, Liberya ve Sierra Leone’de 4 bin 24, çeşitli bölgelerden ise 9 kişinin virüsün bulaşması sonucu yaşamını yitirdiği, toplam sayının 4 bin 33’e ulaştığı bildirilmiştir. Günümüzde Ebola virüs hastalığının resmi bir tedavisi yoktur. Hastaların belirtileri uygun yöntemlerle tedavi edilmektedir. Kanaması olan kişilere kan nakli, kanama sebebiyle pıhtılaşma kusuru gelişirse pıhtılaşmayı sağlayacak kan ürünleri hastaya uygulanmaktadır. Ayrıca, hastalığın neden olduğu vücuttaki su ve tuz açığı tedavi edilmektedir. Ebola virüs hastalığı, KKKA’dan farklı olarak çok daha ağır ve ölümcül bir hastalık yapmaktadır. 1976’da ilk tanımlandığı dönemden itibaren bakacak olursak neden olduğu hastalığın %60-80 ölüme yol açtığı görülmektedir. Son salgında ölüm oranı %50’nin üzerindedir. Hastalığın öldürücü olmasından dolayı ABD’de geliştirilmekte olan ZMapp isimli bir ilaç çaresizce hastalığın tedavisinde denenmektedir. Bu ilacın içerisinde virüse karşı etkili olacak çeşitli antikorlar mevcuttur. Ayrıca, Ebola virüsüne karşı geliştirilen aşının güvenlik deneyleri insanda yapılmaya başlanmıştır. 18 Eylül 2014 tarihinde İngiltere’de insan üzerinde ilk kez Ebola virüs aşısı denenmiştir. Şimdilik ciddi bir yan etki gözlenmemiştir. Ayrıca geçtiğimiz günlerde ABD Maryland’deki Uluslar Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü tarafından geliştirilen aşı virüsle yürütülen savaşta kaderin tersine dönmesine yönelik umutları artırdı. Aşı sadece birkaç hafta önce ABD ve İngiltere’deki gönüllülerde de test edilmişti. Ayrıca geçtiğimiz ay maymunlardaki testler de başarıyla sonuçlanmış, herhangi bir hastalık belirtisine rastlanmamıştı. Ebola virüsünün gövdesinden alınan ve aktif olmayan bir parçanın vücuda verilmesinden oluşan virüsün 10 bin gibi yüksek miktarda dozunun yıl sonuna kadar hazır edileceği söyleniyor. Bu arada aşının öncelikli hedefi bölgede faaliyette bulunan doktorları ve diğer sağlık çalışanlarını korumak. Güvenilir bir aşının daha fazla sağlık çalışanının bölgeye gelmesini sağlayabileceği umuluyor. Türkiye’de Durum ve Virüsten Korunma Türkiye’de şu anda endişe edilecek bir durum yoktur. Amerika Birleşik Devletleri, vatandaşlarından hayati önem arz etmedikçe hastalık bölgesine seyahat etmemelerini talep etmiştir. Eğer salgın bölgesine gitmek zorundaysanız şunların uygulanması gerekmektedir; • Alkol bazlı el dezenfektanları ile elinizi sık sık dezenfekte edin. • Özellikle hasta kişilere (ateşli, hal- siz, kanaması olan..) ve onların çıkartılarına (tükürük, salya, kan, kusmuk, idrar, dışkı vb.) dokunmayın • Özellikle maymun ve yarasa gibi hayvan etlerini yemeyin bu hayvanların ne canlılarına ne de ölülerine dokunmayın • Ebola hastalığının tedavisi yapılan hastanelere gitmeyin • Riskli bölgede yaşarken ateşiniz çıkarsa (>38,6°C), baş ağrısı, halsizlik, ishal, karın ve kas ağrısı veya kanama gibi belirtiler ortaya çıkarsa hemen tıbbi yardım için hastaneye başvurun. • Eğer bu belirtileri gösterirseniz lüt- fen kimseye temas etmeden, kimseye dokunmadan hatta mümkün mertebe etrafa dokunmadan hastaneye ulaşın. Prof. Dr. Serhat Ünal • İnfekte hayvanlarla (maymun, yarasa vb.) veya bu hayvanların vücut sıvılarıyla direkt temas • Eğer sizde de hastalık ortaya çıkar- • Hava yoluyla, besinlerle veya suyla sa son 10 gün içerisinde kimlerle temas ettiğinizi sağlık personeline bildirin. Ebola Virüs Hastalığı Belirtileri ve Bulaşma Yolları İnsanlarda, kanamalı ateş tablosuna yol açar. Bu açıdan yol açtığı klinik tablo ülkemizde de görülen Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) tablosuna benzer. Hastaların vücut sıcaklıkları 38,6°C’yi geçer. Halsizlik, şiddetli baş ağrısı, kas ağrısı, ishal, kusma ve karın ağrısı sıklıkla tabloya eklenir. Hastalığa yakalananların vücutlarının çeşitli yerlerinden kanamalar ortaya çıkar. Kanamalar ağızdan, makattan, burundan veya kulaktan dışarıya kan sızması şeklinde olabileceği gibi; deri altına yaygın kanama deri altında morarma, etkilenen bölgenin şişmesi şeklinde de gözlenebilir. Salgının tam olarak kökeni bilinmiyor olsa da araştırıcılar hastalığın bir hayvandan insana bulaşmış olabileceğini öngörmektedir. İlk bulaşmanın nasıl ortaya çıktığı bilinmese de insandan insana hastalığın nasıl bulaşabildiği bilinmektedir; • Hastaların kan, serum, plazma, idrar, sümük, salya, tükürük, gaita, kusmuk ve meni gibi vücut sıvılarıyla direkt temas • Hasta kişilerin şahsi eşyalarına do- • Hastanın tedavisi sırasında kullakunmayın nılan şırınga, iğne ve bistüri gibi • Cesetlere dokunmayın ekipmanlarla direkt temas bulaşmaz. İlk insan olgusunun, hastalığı hayvandan kaptığı düşünülmektedir. Bu bulaşmanın muhtemelen hasta hayvanın etinin yenmesiyle olduğu öngörülmektedir. Afrika’da vahşi hayvanların etlerinin yenmesi oldukça eski bir gelenektir. Afrikalılar maymun, yarasa, aslan veya fil gibi pek çok hayvanın etini tüketmektedir. Afrika’dan gelen yarasa, maymun vb. hayvanların etlerinin yenmesi de hastalığa sebebiyet verebileceği unutulmamalıdır. Hasta kişilere hizmet veren yakınları ve sağlık çalışanları hastalık için risk altındadır. Hastalara hizmet verecek kişilerin biyolojik/kimyasal tehditte kullanılması gereken özel malzemeleri kullanması gerekir. Bu malzemelerin kullanılması da eğitimli personel tarafından yapılmalıdır. Hastalıktan Kurtulanların Virüsü Bulaştırma Riski Yok Sadece, hastalığı geçiren erkeklerin menilerinde virüs 3 ay kadar kalabilir. Ebola virüs hastalığı geçirenlerin 3 ay süreyle ilişki sırasında prezervatif kullanması veya cinsel ilişki yaşamamaları önerilir. Kişi, Ebola virüs hastalığından kurtulursa vücudunda 10 yıllarca kalacak antikorlar üretmiş olur ve bu antikorlar sayesinde bir daha kendine Ebola virüsü bulaşamaz. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 61 haber ROMATİZMAL HASTALIKLARDA ERKEN TANI VE TEDAVİ ÖNEM TAŞIYOR Türkiye Romatoloji Derneği tarafından düzenlenen 15. Ulusal Romatoloji Kongresi’nde konuşan Türkiye Romatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli, romatizmal hastalıklarda geleneksel yöntemlere başvurmanın yanlış olduğunu belirterek “Tanının erken konması hastanın iyileşmesi için önemli. Ancak geleneksel yöntemlerle vakit kaybedilirse ilaçla geri dönüş dahi mümkün olmuyor” dedi. Türkiye Romatoloji Derneği tarafından düzenlenen 15. Ulusal Romatoloji Kongresi düzenlene basın toplantısına Türkiye Romatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli, Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Romatoloji-İmmünoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Er. Eren Erken, İç Hastalıkları ve Romatoloji Uzmanı Doç.Dr. Bünyamin Kısacık, Gaziantep Üniversitesi Romatoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Mesut Onat katıldı. Toplantıda, romatizmal hastalıklarda kişiselleştirilmiş tedavi, Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığında doğru tanı ve tedavinin önemi, kadınların doğurganlık çağında ortaya çıkan romatizmal hastalıkların zamanında teşhis edilmesi ve bunun bebek sağlığına etkisi, Behçet hastalığı gibi birçok konu ele alındı, yeni yaklaşımlar tartışıldı. Romatoloji’nin sürekli büyüyen bir alan olduğunu belirten Prof. Dr. Ahmet Mesut Onat, “Ülkemizde ciddi gelişmeler ve eğitimin yaygınlaştırılmasına ihtiyaç var. Kongremize 62 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 katılanla gittikçe artıyor. 700 kişiyle kongre yaptık. Çok önemli bir hastalık. Hastalıklar bazen bilinmediğin dolayı mağdur olunuyor” dedi. Türkiye Romatoloji Derneği Üyesi ve Gaziantep Üniversitesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Mesut Onat, basın toplantısında, Ankilozan Spondilit (AS) hastalığının halk arasında iltihaplı bel romatizması olarak bilindiğini ve “daha çok erkeklerde” görüldüğünü söyledi. Onat, “Ülkemizde Suna Pekuysal ve Ahmet Mete Işıkara’nın hastalığı olarak da toplum bu rahatsızlığı biliyor. Bu hastalığa yakalananlar bunu fıtığa bağlıyor. 200 binde bir görülen bir hastalık. Erken tanı çok önemli” dedi. Ankilozan Spondolit ile Bel Fıtığı Karıştırılıyor Hastalığın, eklem ve omurgayı etkileyen kronik bir seyir izlediğini anlatan Onat, Ankilozan Spondilit sırasında ilk eklemlerin tutulduğunu dile ge- tirdi. Onat, “Bu eklem, omurganın alt kesimi ile leğen kemiği arasında yer alır. Hastalığın ilerlemesiyle omurgadaki tüm bölgeler boyun eklemine kadar etkilenebilir” dedi. Zaman zaman diz, ayak bileği gibi diğer eklemler ile göz gibi organların da etkilenebildiğine dikkati çeken Onat, şunları kaydetti: “Hastalık yavaş seyirli başlayan bel-sırt ve kalça ağrısına neden olur, gece ağrısı ve sabah tutukluğu en önemli yakınmalar arasında yer alır. Omurganın alt kesiminden başlayarak disklerin kenarlarında, bağların yapışma yerlerinde iltihap oluşur ve zamanla ilginç bir şekilde bu bölgede kemikleşmeler gözlenir. Zamanla bel bölgesinden başlayarak boyun bölgesine kadar tüm omurgadaki bağlar, diskler kemikleşir ve omurga adeta tek kemik halini alabilir. Bu durumda ağrı yanında hastanın hareketlerinde de belirgin kısıtlılık oluşur.” Hastaların çoğunun, çalışma hayatlarına devam edebildiğini dile getiren Onat, özellikle yeni ilaçların kullanıl- masıyla işgücü kayıplarının belirgin düzeyde azaldığını söyledi. Onat, hastaların yaşam kalitelerini devam ettirebilmeleri açısından düzenli kontrollerinin yanı sıra egzersiz, kilo kontrolü, sigaradan uzak durmak gibi önlemleri almaları gerektiğini vurguladı. Romatizmal Hastalıklarda Erken Tanı Önemli Türkiye Romatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. İhsan Ertenli de romatizmal hastalıklarda kişiye yönelik tedavi ile yaşam kalitesinin arttığını belirterek bu hastalıkların en sık kadınlarda görüldüğünü söyledi. Yaşın ilerlemesine bağlı olarak hastalığın görülme sıklığının da yükseldiğini vurgulayan Ertenli, romatizmal hastalıkların çocukluk çağında da görülebildiğini belirtti. Her Hastanın Tedavisi Kişiye Özeldir Ertenli, bu hastalıkların önemli bir bölümünün kesin nedeninin bilinmediğini ifade ederek, “Ancak genetik yatkınlık bazı romatizmal hastalıklarda önem taşır. Eklemlerdeki yükü artıran şişmanlık ya da damar yapısını bozan sigara kullanımı gibi dış etkenlerin engellenmesi, romatizmalı hastalar için de yararlıdır. Bazı iltihaplı romatizmal hastalıklar kas-iskelet sistemi dışında derimizi etkileyebilir. Hastalarımız kronik ve tedavi uzun sürelidir. Her hastada tedavi farklıdır. Her hastanın tedavisi kişiye özeldir” diye konuştu. Romatizmal hastalıkların genellikle zamanında teşhis edilemediğini dile getiren Ertenli, bunun tedavi başarısını düşürdüğünü söyledi. Ertenli, tedavide kişiselleştirilmiş yöntemlerin önemine değinerek, şunları kaydetti: “Bir hasta için yararlı olan ilaçlar ya da tedavi girişimleri bir başka için yarar sağlamayabilir. Hastaların doktorlarının önermediği ilaçları kullanmamaları özellikle önem taşımaktadır. Aksi halde bilinçsiz ve gelişigüzel ilaç kullanımı, romatizmal hastalığı tedavi etmeyeceği gibi hasta için tehlikeli sonuçlar doğurabilir, en önemlisi de hastalığın tedavisini geciktirir.” Ertenli, bu hastalıkların kronik olduğunu ve ilaçların mutlaka düzenli kullanılması gerektiğinin altını çizdi. Hasta Hemen Kötü Düşünmemeli Romatizmal hastalığında vatandaşların internetten bilgileri alarak psikolojilerini bozuğunu ifade eden Prof. Dr. Ertenli, “Daha hastalığın başında internetten bakıp karalar bağlıyorlar. Hasta hemen kötü düşünmemeli. Ama bizde hemen depresyona giriyor hasta. Buna gerek yok. Herkeste tüm kötü olaylar olacak diye bir şey yok. Hele erken tanı varsa daha da iyi şeyler olur. Erken tanı olur ve iyi hekime gidilirse sıkıntı en aşağıya iner. Ancak pek çok hastamızın, doktorlara gitmediğini görüyoruz. Geleneksel yöntemlere yöneliyorlar. Biz medyanın bu konuda duyarlı olmasını istiyoruz. Tanının erken olması hastalığın iyileşmesi için önemli. Ancak geleneksel yöntemlerle vakit kaybedilirse ilaçla geri dönüş dahi mümkün olmuyor. Romatizmal hastalıklarda dokumuz zarar görüyor. Bozulmuş dokular sülük tedavisiyle nasıl düzelir? Biz bilimden yanayız. Eğer denilen yöntemlerle bilimsel veriler ortaya konursa elbette değerlendiririz. Ama bu bilim olmadan biz ne yapabiliriz? Geleneksel yönetimi uygulayan hekime gelmiyor. Daha sonra sıkıntı artıyor. Bizim hastalıklarımız için işe yarayan tedaviler değildir yöntemler” şeklinde konuştu. Bel Fıtığı Kısa Sürelidir, Dinlenince Geçer Romatizmal ağrıların bel fıtığı ile karıştırıldığını da ifade eden Prof. Dr. Ertenli şunları söyledi: “Bel ağrısı 40 yaşından önce başladıysa, dinlenince artıyorsa bu hastanın romatologa gitmesini öneririz. Bel fıtığı kısa sürelidir. Dinlenince geçer. Ama romatizmal hastalıkları daha uzun süreli ağrıları olur.” Türkiye’de AAA Görülme Sıklığı Yaklaşık Binde Birdir Kongre Başkanı Prof. Dr. Eren Erken de Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığının, özellikle Akdeniz çevresindeki ülkelerde görüldüğünü belirterek, hastalarda ateşin genellikle 38 derecenin üzerinde olduğunu ve karın ağrısı şikayeti bulunduğunu ifade etti. “Türkiye’de AAA görülme sıklığı yaklaşık binde birdir” diyen Erken, şöyle devam etti: “Hastalığın tanısında hala neredeyse 7 ila 10 yıl gecikme yaşanıyor. Ailesel Akdeniz Ateşi, tanısı geç konulursa ve iyi tedavi edilmezse olumsuz sonuçlara sebep olabilecek bir hastalık türüdür. Eğer hastayı iyi tedavi etmezseniz, zamanla kalp yetersizliği, böbrek yetersizliği ve karaciğer yetersizliğine yol açar. Bu hastalık çocukluk döneminde başlıyor. 1997’de geni bulundu. Bulunan genin bilime de büyük katkısı oldu. Bu hastalıkta belirtiler genelde ergenlikte başlıyor. Ayda bir ya da yılda 4 kez olabilir. Ataklar geliyor. Karın ağrısı birden başlayıp yayılıyor. Göğüs zarına kadar çıkıyor. Erken tanı bunda da önemlidir. Genetik ve kliniğin birleştirilmesi şart. Organları da bozuyor bu hastalık. Ancak, korkunç bir hastalık değil, Amyloid denilen madde birikince doku hasarlanıyor. Bu madde böbrek ve kalp gibi organlarda birikebiliyor. En çok böbrek hasarı oluyor. Bu hastalığa etki eden ilacımız var. Hastalık yok hasta var. Ancak zamanla vücudu etkilediği de bir gerçek.” Behçet Hastalığını Bir Türk Doktoru Buldu İç Hastalıkları ve Romatoloji Uzmanı Doç. Dr. Bünyamin Kısacık ise Behçet hastalığı hakkında bilgi verdi. Her hastalıkta olduğu gibi bu hastalıkta da bilgi kirliliği olduğunu belirten Kısacık, “Romatizma tv.com adlı sitede bilgi kirliliğinin önüne geçen bir yayın yapılıyor. Gerekli görenler bakabilir. Dergiler de var. Behçet hastalığını bir Türk doktoru buldu. İlk tanımladığı hastalarda tekrarlayan yaralar vardı. Bu hastalık genelde gençlerde ortaya çıkıyor. Körlük yapması kötü bir sonucu bu hastalığın. En büyük belirtisi sürekli tekrarlayan yaralar. Sadece ağızda olması bu hastalığa yakalandığınız anlamına gelmez. Ancak aynı yaralar genital bölgelerde de varsa bu hastalığa yakalanılmış olabilir. Eklemleri, beyni, damarlarımızı etkiler. Hastayı konuştuktan sonra tanı konabiliyor. Geç kalınırsa körlük olabiliyor. Tanının kesinlikle erken konulması lazım ki sıkıntı yaşanmasın. Genelde 100 binde 20 civarında gözüküyor. Bulgular hakkında uyanık olunmalı» şeklinde konuştu. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 63 haber GOOGLE’IN YENİ PROJESİ İLE KANSER VE KALP KRİZİ BELİRTİLERİNE ERKEN TEŞHİS KONABİLECEK C M Dr. Sertaç DOĞANAY Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu Bir süredir sağlık alanında çalışmalar yapan Google, şimdi de kanser ve kalp krizi gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıkların erken tanısını sağlayabilmek için bir proje üzerinde çalışıyor. Google X laboratuvarlarında bu projeyi yürüten bilim adamları; kan dolaşımındaki problemleri tespit edecek nano parçacıklar içeren, ağızdan yutulacak bir hap ile bulguların anında raporlanabileceği, giyilebilir bir cihaz geliştiriyorlar. Henüz geliştirilme aşamasında olan proje esas olarak; insan vücudundaki herhangi bir biyokimyasal değişikliğin tanımlanabilmesi, bir uyarı mekanizması olarak kullanılabilir fikrinden doğuyor. Bu nedenle, ancak ileri seviyedeyken teşhisi konulabilen pankreas kanseri gibi hastalıklara erken tanı olanağı sağlayan bu mekanizma hayati önem taşıyor. Aynı zamanda; yan etkileri ve diğer ilaçlarla etkileşimi söz konusu olan ilaç tedavisinin, yerini yavaş yavaş erken tanılı ve önleyici tedaviye bırakması önemli gelişmelerden. 64 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Nano parçacık teknolojisi, insan vücudunu hücresel düzeyde incelememizi sağlıyor. Bu teknolojiyle Google, değişik görevler görecek farklı nano parçacık modellerinin tasarlanmasıyla, birçok hastalığın önceden belirlenebileceğinin farkında. Nano parçacıklarla, vücutta seviyesi yükselen ve bir hastalığa neden olabilecek maddelerin tespiti gerçekten de mümkün. Kanserli hücreler ya da damarlarda yağlanmaya sebep olabilecek plakları işaretleyecek nano parçacıklar geliştirilebilir. Google da tam olarak bunun üzerinde çalışıyor. Vücutta neler olup bittiğine dair bilgi verecek olan bu nano parçacıklar, manyetik özellikleri sayesinde belirli bir bölgeye çağırılabiliyor. Google’ın tasarlamakta olduğu, bileğe takılarak kullanılacak cihaz da bu görevi üstleniyor olacak. Manyetik alandaki nano parçacıkların, kanserli hücrelerin etrafındaki hareketini izleyecek olan yazılımlar ise ileriye dönük teoriler arasında. Son dönemlerde sık sık duyduğumuz; Google, Apple, Microsoft gibi büyük şirketlerin yaptığı bu tarz yatırımlarla, sağlık sektöründe adeta yeni bir çağa adım atıldı. Hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmayı öngören bu projeler, hem umut vaad ediyor hem de daha ilerisi için büyük bir heyecan kaynağı yaratıyor. Y CM MY CY CMY K haber ULUSAL TIP GÜNLERİNDE KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİ ELE ALINDI Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin bir biçimde yürütülmesi için iş gücü kaybını önlemede ve maliyeti azaltmadaki önemin vurgulandığı Dr. Reşit Galip ve Hemşire Safiye Elbi Uluslararası Katılımlı 5. Ulusal Tıp Günleri Kastamonu’da gerçekleştirildi. 17-19 Ekim tarihleri arasında Dr. Reşit Galip ve Hemşire Safiye Elbi Uluslararası Katılımlı 5. Ulusal Tıp Günleri Kastamonu’da gerçekleştirildi. Günümüzün sağlık sorunları ve çözümünün tartışıldığı toplantı, Safiye Elbi, modern hemşirelik eğitimi almış ilk hemşire ve Dr. Reşit Galip de Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan önemli hekim adına düzenlendi. Dr. Reşit Galip Baydur ve Hemşire Safiye Hüseyin Elbi Uluslararası Katılımlı V. Ulusal Tıp Günleri düzenleme kurulu adına Kongre Eş Başkanı Yrd. Doç. Dr. Serap Selver Kipay, soruları yanıtladı. Bu Toplantılar Neden Yapılıyor? İlki 2 Eylül 1925’de Ankara’da Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün desteği ve ülkenin zor çetin günlerinde var olan sağlık sorunlarını çözmek, hal66 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 kın ve askerin sağlığını korumak ve geliştirmek amacıyla “I. Milli Türk Tıp Kongresi” adı ile toplanmıştır. Bir başka önemli amacı ise savaş alanlarında askerin, cephe gerisinde vatandaşın sağlık sorunlarını tartışmak ve çözüm yolları bulmak, bulunan çözümleri sağlık şuralarına taşıyarak gerekli yasal düzenlemelerin yapılabilmesine olanak tanımaktır. Böylece savaşın yıkıcı etkisi nedeniyle yeniden ayağa kalkma çabası içerisinde olan ve bir yangın yeri olan Anadolu sağlıklı nesiller ile medeniyet yarışında gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşabilecektir. “Milli Türk Kongreleri” ilk toplandığı yıldan itibaren aynı amaç ve coşkuyla düzenli olarak iki yıl ara ile zaman zaman ise üç-dört yıl ara ile yapılmış, ardından yirmi kongrenin sonunda toplantılar unutulmuştur. Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda ve sonrasında bulaşıcı hastalıklarla yapılan ciddi savaşlar pek çok bulaşıcı has- talığın eradike edilmesine neden olmuştur. Bulaşıcı hastalıkların eradike edilmesinde ve koruyucu sağlık hizmetlerinin halka ulaştırılmasında önemli katkı ve tembihinin olduğu göz ardı edilemeyecek olan “Milli Tıp Kongrelerinin” unutulması sağlığı korunmasına yönelik çabaları da önemli ölçüde etkilemiştir. Koruyucu sağlık hizmetlerinin etkin bir biçimde yürütülmesi iş gücü kaybını önlemede ve maliyeti azaltmada oldukça önemlidir. Her ne kadar sağlık alanında istendik modern gelişmeler her geçen gün hızla yol alsa da toplumun eğitim düzeyi artmış olsa da sağlığa yönelik sorunlar güncel olmayı sürdürmektedir. Bu nedenle benzer bir ruh ile “Milli Tıp Kongrelerine” öykünme ve hatta vefa sonucu Ulusal Tıp Günleri toplantıları yapılmaya başlanmıştır. Böylece alanlarında akademik yeterliliğe ulaşmış bilim insanlarının bir araya gelerek sağlık sorunlarını ve yeni bilimsel gelişmeleri tartıştıkları halkı bilinçlendirmeye yönelik çabalar ortaya çıkmıştır. Sadece sağlık alanında değil aynı zamanda ülkenin gelişmesine katkı sağlayacak çeşitli alanlarda bilgi paylaşımının yapıldığı “Ulusal Tıp Günleri” (UTG) toplantıları farklı konularda bilgi paylaşımı ile zenginleşmiştir. UTG bir başka önemli farkı ise tümüyle gönüllülük esasına dayanması, kongre katılımlarının ücretsiz olması ve paylaşıma istekli olan herkese açık olmasıdır. Neler Hedefleniyor? Ulusal Tıp Günleri kongrelerinin önemli özelliklerinden biri de pek çok farklı disiplinden bilim insanının bilgi paylaşımına olanak tanıyarak disiplinler arası etkileşimi sağlamaktır. Öznesi insan olan tüm disiplinlerin işbirliği içerisinde çalışmalarını yürütmeleri bireyin fiziksel, ruhsal, sosyolojik açıdan iyilik halini sürdürmesine de önemli ölçüde katkı sağlayacaktır. Ayrıca sağlığın korunması ve geliştirilmesi sürecinde koruyucu sağlık hizmetlerinin öneminin vurgulanması, koruyucu sağlık hizmetlerine yönelik çabaların artırılması ve konuya ilişkin halkın bilgilendirilmesi ve bilinçlendirilmesine yönelik yaklaşımlar farkındalık yaratacaktır. Hedeflere Ulaşıldı mı? Katılımların her kongrede artması ve hatta farklı disiplinlerden ciddi ilgi görmesi hedeflenen amaçlara biraz daha ulaşıldığını göstermektedir. Hedeflenen bilincin ve farkındalığın en önemli göstergeleri her yıl artan coşkuyla katılımların olması ve en önemlisi halkın toplantılara ilgi göstererek katılmasıdır. Özellikle Hangi Branşlar Seçildi? Ulusal Tıp Günleri kongreleri, disiplin farkı gözetmeksizin insan ve toplum için bir araya gelmeyi hedeflemiş, bireyi ve içerisinde yaşadığı toplumu ideale ulaştırma ve geliştirme amacıyla çalışmalarını sürdürmekte olan disiplinler arası bilim insanlarının bilgi paylaşımında bulunduğu toplantılardır. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 67 sağlığımıziçin ÖNEMLİ BİR TOPLUM SAĞLIĞI PROBLEMİ: BEL AĞRISI Prof. Dr. İhsan ERTENLİ Çalışma Sonuçları Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Romatoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Avanos şehrinde 6025 (yaşayanların %87’si), Gülşehir’de 5024 (yaşayanların %95’i) olmak üzere 11049 erişkin gönüllü çalışmaya alınmıştır. Gönüllülerin 6199’si erkekti (%56,1). Ortalama yaşları 44,6±16,4 olarak hesaplanmıştır. Katılımcıların %32,7’si aktif olarak çalışıyordu. Katılımcıların %60,0 hiç sigara içmemişti, %28,4’si içmeye devam ediyordu, %11,6 ise içmeyi bırakmıştı. Düzenli alkol alımı %3,2, sosyal içicilik %5,8 katılımcıda vardı. BMI < 25, 25-29,9 arası ve ≥30 olması sırasıyla %33,5, %35,0 ve %31,4 gönüllüde vardı. En sık komorbid hastalıklar hipertansiyon (%18,8), diabetes mellitus (%10,4) olduğu saptandı. Türk İç Hastalıkları Uzmanlık Derneği, 2013 yılında Türkiye’deki kronik hastalıkların prevalansını ve bunlara ait risk faktörlerini belirlemek amacıyla uzun süre izlenmesi planlanan bir kohort başlatmıştır. Bu amaçla Türkiye’nin İç Anadolu bölgesindeki (Kapadokya bölgesi) Avanos ve Gülşehir ilçeleri belirlenmiştir. Bu çalışmaya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan, 18 yaş ve üstü, belirlenen ilçelerde ikamet eden ve en az 1 yıl boyunca ilçede yaşaması planlanan bireyler alınmıştır. Bu çalışma için lokal etik kurul ve Sağlık Bakanlığı’ndan izin alınmıştır. Şubat-Mart 2013 tarihleri arasında 250 gönüllü ile yapılan pilot çalışmadan sonra Nisan 2013-Kasım 2013 tarihleri arasında sorgulama yapılmıştır. İlk aşamada gönüllülerin ikamet ettikleri hanelerin yapısal özellikleri ve hane içi olanaklar sorgulanmıştır. Daha sonra demografik veriler, fiziksel ölçümler (tansiyon, boy, kilo, karın, bel, kalça, boyun çevresi), beslenme alışkanlıkları, fiziksel aktiviteleri, sigara kullanımı, alkol kullanımı, daha önceki tıbbi tanılar ve kullanmakta oldukları ilaçlar sorgulanmıştır. Gönüllülere bel ağrısı ile ilgili şu sorular sorulmuştur; • Hayatınız boyunca hiç bel ağrısı yaşadınız mı? • Üç aydan daha uzun süreli bel ağrınız oluyor mu? • Hayatınız boyunca hiç eklem şişliği yaşadınız mı? • Tekrar eden oral aftöz lezyonlarınız oluyor mu? • Oral aft sorusu renkli resimler gösterilerek de doğrulanmıştır. 68 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Bel ağrısı ve Kronik Bel ağrısı Prevalansı Bel ağrısı 4.890/11049 (%44,3) gönüllüde çıkmıştır. Bel ağrısı olanların %51,3’sinde ağrı süresi 3 aydan uzun sürmektedir. Tüm gönüllüler içerisinde kronik bel ağrısı sıklığı 2.499/11049 (%22,7) hastada vardır. Hastaların kendi ifadelerine göre hayatları boyunca eklem şişliği %19,8, oral aft ise %13,2 hastada olmuştur. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilişkili faktörler Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile yaş ve cinsiyet arasında ilişki saptanmıştır. Bel ağrısı sıklığı yaşla birlikte artış göstermektedir. Kadınlarda erkeklere göre daha sık görülmektedir. Öte yandan yaş gruplarına ayrıldığında 18-29,9 (kadınlarda %68,1 vs %64,1, p>0.05) ve 30-39,9 (%66,1 vs %63,7, p>0.05) yaşlarında kronik bel ağrısı durumuna göre cinsiyetler arasında fark saptanmamıştır. 40 yaşından sonra kadınlarda kronik bel ağrısı sıklığı artış göstermektedir. Spondiloartrit hastalığı için aday olan genç erişkin ve kronik bel ağrısı olan 702 hasta ayrıca incelenmiştir. 18-40 yaş arasında kronik bel ağrısı olan has- taların çok değişkenli analizleri incelendiğinde bu yaş grubunda kronik bel ağrısı ile ilişkili faktörler yaş OR 1,05 (%95GA 1,03-1,06), obezite (BMI ≥ 30 olmasına göre) OR 1,35 (1,041,74), eklem şişliğinin olması OR 1,37 (%95 GA 1,05-1,78), oral aft OR 1,34 (%95 GA 1,03-1,74), sigara kullanımı OR 1,33 (%95GA 1,04-1,70) ve alkol kullanımı OR 0,56 (%95GA 0,39-0,81) olarak saptanmıştır. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı kadınlarda, ileri yaşta, düşük eğitim düzeyi olanlarda, oral aft olanlarda, eklem şişliği olanlarda, işteki fiziksel aktivite, düzenli ilaç kullanımı, tekrarlayan ishal öyküsü bulunanlarda ve komorbid hastalığı olanlarda (hipertansiyon, diabetes mellitus, koroner arter hastalığı, astım, dislipidemi) daha sıktır. Bel ağrısı olanlarda sigara ve alkol kullanımı daha az sıklıkta saptanmıştır. Multivariate analizde self-reported eklem şişliği varlığı, kadın cinsiyet, oral aft, ileri yaş, sigara kullanımı, yüksek BMI ve obezite ile bel ağrısı arasında ilişki saptanmışken, alkol kullanımı ve yüksek eğitim düzeyi ile negatif korelasyon saptanmıştır. Bel ağrısı toplumdaki önemli sağlık problemlerinden birisidir. Bu epidemiyolojik çalışmada toplumun yaklaşık %44’ünde hayatları boyunca bel ağrısı şikayeti yaşadığı saptanmıştır. Yine toplumun yaklaşık %23’ünde 3 aydan uzun süreli bel ağrısı bulunmaktadır. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilgili risk faktörleri olan kadın cinsiyet, yaş, obezite, işteki fiziksel aktivite durumu, eğitim düzeyinin düşüklüğü daha önceki birçok çalışmada ortaya konulmuştur. Öte yandan self-reported eklem şişliği ve oral aft varlığı ile bel ağrısı ve kronik bel ağrısı arasında bir ilişki de saptanmıştır. Kronik bel ağrısı ile ilgili yapılmış iki önemli epidemiyolojik çalışmada prevalansı %19,3-23,0 arasında saptanmıştır. Bizim çalışmamızda da benzer şekilde toplumun %22,7’sinde 3 aydan uzun süreli bel ağrısı olduğu görülmektedir. Kronik bel ağrısı toplumda önemli bir morbidite nedeni olarak öne çıkmaktadır ve kişilerin %11-12’sinde kalıcı sakatlık tablosu yapmaktadır. Genel olarak bakıldığında bel ağrısı ve kronik bel ağrısı kadınlarda erkeklere göre daha sık ortaya çıkmaktadır. Yaş gruplarına ayrıldığında cinsiyet arasındaki farkın bel ağrısı grubunda devam ettiği görülmektedir. Öte yandan genç erişkin yaş grubunda (18-40 arası) kronik bel ağrısı açısından cinsiyetler arasındaki fark ortadan kalkmaktadır. Bu durum genç erişkin yaşta kronik bel ağrısını ile ilişkili başka faktörlerin olduğunu düşündürmektedir. Nitekim aksiyel spondiloartrit tanımı için iki temel zorunluluk vardır; 45 yaşından küçük olmak ve 3 aydan uzun süreli hastalığı olmak. Elde edilen verilere göre, aksiyal spondiloartrit gelişimi için aday olan bu grupta obezite, oral aft, self-reported eklem şişliği, sigara gibi kolaylaştırıcı faktörler ve alkol gibi koruyucu faktörler daha düşük oranlarda olmakla birlikte bulunmaktadır. olan hasta vardır. Bel ağrısı ve kronik bel ağrısı ile ilgili risk faktörleri üzerinde birçok çalışma yapılmıştır. Bizim çalışmamızda da benzer risk faktörleri gösterilmiştir. Öte yandan RAS ile kronik bel ağrısı arasındaki ilişki hastalık patogenezi açısından da üzerinde durulması gereken yeni ve şaşırtıcı bir bulgudur. Kronik bel ağrısı aynı zamanda sağlık sistemine önemli bir maliyet de getirmektedir. Örneğin, İngiltere’de yapılan bir maliyet analizinde kronik bel ağrısı olan kişilerin olmayanlara göre 2 kat daha fazla sağlık harcaması yaptığını göstermiştir. Sunulan veriler, ülkemizdeki kronik hastalıklar sıklığının (örneğin hipertansiyon, diabetes mellitus gibi) ve ilişkili faktörlerin belirlenmesi amacıyla yürütülen geniş bir kohorttan elde edilmiştir. Kronik bel ağrısı da bir hastalık olmamakla birlikte toplumu etkileyen sık bir kronik bulgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizim amaçlarımızdan birisi de toplumdaki ankilozan spondilit ve aksiyal spondiloartrit sıklığının belirlenmesidir. Aksiyal spondiloartrit sıklığının belirlenmesi için olmazsa olmaz şart kronik bel ağrısının bulunmasıdır. Bu aşamadan sonra inflamatuar bel ağrısı ve spondiloartrit sıklığı da belirlenecektir. Ülkemizde erişkin yaş grubunda yaklaşık 10-11 milyon kronik bel ağrısı SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 69 sağlığımıziçin GÜNEŞ IŞIĞINA FAZLA MARUZ KALANLAR PTERJİUM RİSKİ ALTINDA Halk arasında kuşkanadı olarak bilinen pterjium hastalığı, gözde batma, sulanma ve kızarıklığa yol açıyor. Göz beyazındaki et olarak açıklanan pterjium göz bebeğinin üzerine doğru yürüyerek görme alanını daraltabilir ve görmeyi engelleyebilir. Bazı tiplerde gözlükle düzelmeyen ciddi derecede astigmat gelişebiliyor Göz beyazında oluşan ete halk arasında kuşkanadı denildiğini belirten Opr. Dr. Akın Banaz, bu hastalığın pterjium olarak literatürde geçtiğini söyledi. Pterjium hastalığının gözde batma, sulanma ve kızarıklığa yol açtığını açıklayan Opr. Dr. Banaz, sıcakta özellikle banyodan sonra hastaların göz kızarıklığıyla ilgili yakınmalarının arttığından bahsetti. Pterjiumun göz bebeğinin üzerine doğru yürüdüğünde görme alanını daraltabildiğini ve görmeyi engelleyebildiğini belirten Opr. Dr. Banaz, hastalığın bazı tiplerinde gözlükle düzelmeyen ciddi derecede astigmatın da geliştiğinden bahsetti. Çiftçiler, denizciler ve trafik polisleri risk altında Pterjiumum tam olarak neden kaynaklandığının bilinmediğini söyleyen Opr. Dr. Akın Banaz, özellikle güneş ışığına fazla maruz kalanlarda daha sık görülen bir hastalık olduğunu vurguladı. Bu nedenle çiftçiler, denizciler ve trafik polislerinin risk altında olduğunu açıklayan Opr. Dr. Banaz, pterjiumun yavaş gelişen bir hastalık olduğuna da dikkat çekti. Opr. Dr. Banaz, hastalıktan korunmak için güneş ışınlarından kaçınmanın faydalı olabileceğini bildirdi. Cerrahi müdahale şart Opr. Dr. Akın Banaz 70 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Pterjiumun cerrahi olarak alınması gerektiğini söyleyen Opr. Dr. Akın Banaz, ameliyatın lokal anestezi ile gerçekleştirilebildiğini ve sadece 15 dakika sürdüğünü açıkladı. Hastaların hastanede kalmasına gerek olmadığını belirten Opr. Dr. Banaz, ameliyattan sonra birkaç gün gözün kapatılabileceğini ve gözdeki sulanmanın bir hafta kadar daha sürebileceğini söy- ledi. Opr. Dr. Banaz, hastaların ameliyat sonrası bir hafta içinde günlük hayatlarına dönebileceğini, iyileşme sürecinin tamamlanmasının ise 3 ay kadar zaman alabileceğini bildirdi. Genç hastalarda tekrarlama riski fazla Pterjiumun özellikle ameliyattan sonraki ilk 3 ay içinde tekrarlayabildiğini belirten Opr. Dr. Banaz, tekrarlayan pterjium hastalığının eskiye oranla daha çok probleme neden olabileceğini açıkladı. Yeniden oluşan pterjiumun daha kızarık, daha büyük ve daha fazla yapışık olabileceğini söyledi. Pterjiumun tekrarlamaması için kök hücre tedavisi Göz beyazında etin tekrar nüksetme ihtimalini azaltmak için sadece pterjiumun alınmasının kimi vakalarda yeterli olmadığını belirten Opr. Dr. Akın Banaz, kök hücre transferinin uygulanmasının söz konusu olabileceğini bildirdi. Göz kapağının altında kalan kısımdan alınan kök hücrenin, etin çıkarıldığı yere uygulandığını belirten Opr. Dr. Banaz, böylelikle hastalığın tekrarlama riskinin en aza indirildiğini bildirdi. gezelimgörelim İNSANIN ZAMANI DURDURMAK İSTEDİĞİ YER: LUZERN Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı nun İsviçre’nin mükemmelliğine yaraşır bir düzenle saat gibi işleyişine tanıklık ettim. Bir kaç yıl önce yaptığım bir seyahati hatırlayıp paylaşmak istedim, 2008 yılında meslek yaşamımın belki de en önemli zamanlarından birini geçirdim, yüz yıldan fazla geçmişi olan bir mesleğin mensupları ile uluslararası bir ortamda yan yana gelme fırsatı buldum. Merkezi Bonn’da olan Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal Konseyi’nin üyesi Uluslararası Ev Ekonomisi Federasyonu’(IFHE) nun 100. kuruluş yıldönümü kutlamaları kapsamında düzenlenen kongreye delege olarak katıldım ve bir araştırma tebliği sundum. Dünyanın aklınıza gelebilecek her yerinden katılımcıların olduğu 1756 kişinin konuk, konuşmacı ve izleyici olarak katıldığı dev bir organizasyo- Zürih havaalanının E terminalinden inip çıkışa doğru yönelmek üzere havaalanı metrosuna bindiğimizde, kulağıma gelen müzik inek çanı ve “möö”lemesi ile iç içe idi. Diğer yandan, metro ilerledikçe duvardaki resimler hareketlendi ve Heidi’nin el salladığını gördüm. İki dakika süren bir seyahat bu, binmenizle inmeniz bir oluyor. Metronun kapıları açıldığında dört ayrı dilden “İsviçre’ye hosgeldiniz! Seyahatinizden memnun kalmanızı dileriz…” deniyor. Sonrasında Zürih’ten Luzern’e gitmek için trene bindik ve havaalanından doğrudan istasyona geçtik, hiç dışarı çıkmadık, yorulmadık. Daha o noktadan itibaren İsviçre’ye özgü, insanların genlerine işlendiğini düşündürten bir “kalite” ve “mükemmellik” ilk adımda kendini hissettirmeye başladı. Bu ülkede nasıl memnun kalınmaz ki? Prof. Dr. Şengül HABLEMİTOĞLU 72 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Dört farklı kültürün ve dilin 13. yüzyıldan beri uyum, zenginlik ve tarafsızlık içinde yaşadıkları konsensüs devletindeki kente, Luzern’e doğru trenle yol alırken, Alplerin görkemine karşın bir o kadar yalın ve sevimli mimariyi izleyerek bugüne kadar Avrupa’da gördüğüm en temiz ve en konforlu tren sistemi ile bir İsviçreli kadar rahat, sanki uzun süredir orada yaşıyormuşum gibi hissederek yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra kendimi Luzern’de buldum. Trenden iner inmez etrafı kısa süre inceledikten sonra ana çıkışa yönelerek, 10 dakikalık yürüme mesafesindeki otelimize elimizdeki harita ile hiç tereddütsüz ulaşmanın keyfi ile yerleştik. Luzern büyükçe bir gölün ( bana göre denizden farkı yok, çünkü orada yaşayanlar göle denizmiş gibi davranıyorlar ) etrafında canlı, kıpır kıpır, sıcacık bir kent. Luzern Gölü bir haç biçiminde, güney doğuya doğru uzanan kolu Uri Gölünü oluşturmuş, batıya doğru uzanan kolu Luzern Körfezi. Denizden 425 m. yükseklikte olan Luzern Gölünün uzunluğu 38 km, en dar yeri 5 km, en derin noktası 22 m., yüzölçümü 114 km2. Eski İsviçre efsanelerinde Wilhelm Tell’in maceraları, Luzern Gölü kıyılarında geçmiş, gölde dolaşınca Williem Tell’in ne kadar şanslı olduğunu düşündüm, tıpkı bugün yaşayan hemşehrileri gibi… Şehir çok kalabalık, etraf turist kaynıyor, kongreye katılanlar belli herkesin boynunda kartları var, kartlar olmadan kongre merkezine alınmıyoruz. Görkemli, folklorik ögeler taşıyan bir açılışın ardından duayen isimleri dinleme, tanışma, yan yana gelme şansım oldu. Ayrıca Luzern’in altını üstüne getirme fırsatı da buldum. duğu bir ülkede insanlar kazandıkları para ile modern, konforlu bir yaşam sürdürebiliyorlar. İsviçre bir refah ülkesi, kongre kapsamında geleneksel Home Visit etkinliği içinde gönüllü bir ailenin evine akşam yemeğinde beşer kişi konuk ediliyor (ben, Gana, Nijerya, Japonya, Avustralya’dan gelen delegeler). Emekli bir hemşire ve bir Katolik kilisesi yöneticisi olan çiftin evini gördükten ve anlattıklarını dinledikten sonra refah toplumunun bir parçası olmanın, sokaklarda yoksulların bulunmayışının ne anlama geldiğini bir kez daha anladım. Söylediklerine göre Almanlar son yıllarda İsviçre’ye yaşam koşulları nedeni ile göç etmeye başlamışlar. Bu da AB için düşündürücü olsa gerek… İstasyonun hemen yanından yeni köprüye çıkınca güzelliği ile insanı büyüleyen olağanüstü bu İsviçre kentinin sokaklarında yürürken asla bıkmayacağımı, hatta zamanı orada durdurmak istediğimi düşündüm. Ahşap kokan eski köprüsü, kuğuları ve arkasındaki Alp dağları ile tipik İsviçre manzarası içinde, “neden bu insanlar bu kadar rahat yaşarken benim ülkemde içinden çıkılamaz sorunlarla boğuşup duruyoruz” dedim durdum. Bir küçük şişe suyun 3, bir kışlık paltonun 3500 İsviçre Frankı ol- Şehrin simgesi aslan; ilginç bir öyküsü var. Fransız devriminin ardından İsviçre askerleri paralı olarak Napolyon için savaşmışlar, Napolyon savaşı kaybetmiş ve çok sayıda İsviçre askeri ölmüş. Aslan İsviçreli askeri temsil etmekte. Soylu ve güçlü… Altında Fransız ordusunun kullandığı kalkan bulunmakta (bourbon logosu). Başarılı bir sanat eseri olan aslan figürünün dünyanın en önemli ikinci kaya heykeli olduğu söylenmekte. Bu ufacık tefecik kentte adım başı bir saat ve çikolata mağazası- na, dondurmacıya rastlamak da ilginç. Belirgin ancak yalın bir İtalyan esintisi taşıyan küçücük çok sayıda meydana çıkan sokakları, pencereleri rengarenk çiçeklerle süslü evleri, minik çeşmeleri, heykelleri ve merdivenleri ile surların çevirdiği bu şehirde umulmadık sayıda müze var. Bunlar arasında Wagner müzesi önemli. Gelelim Pilatus tepesine; adını mitolojiden alan Pilatus Tepesi’ne tırmandık. Tam 2.132 metre yüksekliği olan Pilatus’a dünyanın en dik (48 derecelik) dağ treni ile tırmanırken önce tedirgin oldum, ama manzaranın etkileyiciliği korkumu unutturdu. Pilatus, Roma ordularının başında İsviçre’ye kadar gitmiş, kanlı savaşlar sonrasında Luzern’nin yanında yükselen Alplerde can vermiş. Uzun yıllar “Pilatus’un ruhunu rahatsız ederiz” korkusuyla kimse çıkmamış tepeye. Şimdi binlerce turist var, günün her saatinde. Dağın zirvesi geceleri aydınlatılıyor, Pilatus’un ruhu Luzern’i ve ziyaretçilerini izliyor, kişi başına düşen geliri 30 bin doları aşan, ordusu olmayan, terör, arsenikli su ya da susuzluk, yoksulluk, kömür, erzak dağıtımı, maden faciası, çocuk evlilikleri nedir bilmeyen, mutlu ve refah içinde yaşayan insanların ülkesini… SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 73 kampus ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin kuruluşu 1970 yılına dayanmaktadır. 44 yıllık bilimsel birikimi ile üniversite bugüne kadar 50.000’e yakın mezun vermiştir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, öğrencilerine kaliteli bir eğitimin yanı sıra; gelişmiş sosyal, kültürel ve sportif imkanlar sunma konusunda da iddialıdır. Tam bir üniversite kenti olan; bilimsel, kültürel, ekonomik, insani açıdan ileri ve genç nüfus için bir çekim merkezi haline gelmiş bulunan Eskişehir’de kurulu olması da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin başlıca kozlarındandır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde toplam 28.000 öğrenci (önlisans, lisans ve lisansüstü toplamı) öğrenim görmektedir. Fakülteler: • Tıp Fakültesi, • Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, • Fen Edebiyat Fakültesi, • İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, • Eğitim Fakültesi, İlahiyat Fakültesi, • Ziraat Fakültesi, 74 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 • Diş Hekimliği Fakültesi, • Sanat ve Tasarım Fakültesi, • Turizm Fakültesi Yüksekokullar: • Eskişehir Sağlık Yüksekokulu, • Devlet Konservatuvarı Meslek Yüksekokulları: • Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, teknolojik ihtiyaçlarını karşılamada kullanmayı amaçlamaktadır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi eğitim ve öğretimin yanı sıra, toplumun refah seviyesinin yükseltilmesine katkıda bulunmak ve sorunlarına çözüm aramak amacıyla yapılan çalışmalara da her zaman önem vermekte ve imkan yaratmaktadır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin sayıları gittikçe artan araştırma ve uygulama merkezleri de çalışmalarını bu yönde yürütmektedir. Üniversitede Rektörlüğe bağlı merkez sayısı 26’dır. • Eskişehir Meslek Yüksekokulu, • Mahmudiye Meslek Yüksekokulu, Merkezler: • Ağız, Diş ve Çene Sağlığı Eğitim, • Sivrihisar Meslek Yüksekokulu Uygulama ve Araştırma Merkezi, Enstitüler: • Fen Bilimleri Enstitüsü, • Sosyal Bilimler Enstitüsü, • Sağlık Bilimleri Enstitüsü, • Metalurji Enstitüsü, • Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eskişehir Osmangazi Üniversitesi engin bilgi ve birikimini, endüstrinin ve kamu/özel sektörün teknik ve ileri • Akciğer ve Plevra Kanserleri Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, • Bor Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Çocuk ve Genç Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Deprem Araştırma ve Uygulama Merkezi, • ESOGÜ Radyo Televizyon, Uygula- ma Merkezi, lık personeli sayıları bir önceki yıla göre %12 oranında artırılmıştır. • Toprak ve Su kaynakları Araştırma • Fen Bilimleri Araştırma Merkezi, • Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim ve Uygulama Merkezi, Laboratuvarları, Tüp Bebek ve • Genetik Hastalıklar, Doğum Önce- • Türkçe Öğretimi Uygulama ve Dalı Taş Kırma Merkezi Türkiye’nin en ma ve Araştırma Merkezi, si Tanı, • Biyoteknik Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Halkbilim Araştırma ve Uygulama Merkezi, • Kadın Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezi, • Merkezi Araştırma Laboratuvarı Uygulama ve Araştırma Merkezi, Araştırma Merkezi, Uzaktan Eğitim Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Yunus Emre Araştırma Merkezi, • Hastanenin bilgi-işlem ve dijital • Teknoloji Transfer Ofisi Uygulama santral altyapısı geliştirilmiştir. ve Araştırma Merkezi, • Tıbbi cihazların yenilenmesi yatı• Yaşlanma ve Bellek Uygulama ve rımları bir önceki yıla göre %243 Araştırma Merkezi, kat artmıştır. tim, Uygulama ve Araştırma Merkezi. miştir. Söz konusu cihaz donanım bakımından Türkiye’deki ilk cihazlardan biridir. • Hücresel Tedavi ve Kök Hücre Üre- • 3 TESLA MR cihazı faaliyete geç- ve Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde toplumun sağlık hizmeti ihtiyaçlarını karşılayan, hizmet sunum yeterliliğini sağlamış ve geleceğe yönelik olarak stratejik alanlarda üst düzey merkezler kurulması yoluyla etkinliği ve kurumsallaşmayı ön plana çıkaran bir sağlık hizmeti sunulması amaçlanmaktadır. Bu amaçla, Eğitim Uygulama ve Araştırma Hastanesi’nde 2013-2014 öğretim yılında; • Tıbbi ve Cerrahi Deneysel Araştır- kalitesini iyileştirme için yardımcı personel, hemşire ve sağ- • Ortadoğu Araştırma ve Uygulama Merkezi, • Özel Eğitim Hizmetleri Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi, • Sürekli Eğitim Merkezi, • Teknoloji Eğitim Uygulama Araştırma Merkezi, modern merkezleri haline getirilmiştir. • Hizmet • Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Hastanesi’nde tek kişilik modern odalarda çağdaş otelcilik hizmet anlayışı ile hizmet verilmeye başlanmıştır. Diş Hekimliği Fakültesi Hastanesi 2013 yılında 28 ünitten oluşan 8 ayrı klinik, 1 radyoloji ünitesi ve 5 ünitlik 2 ayrı lokal ameliyathane ile hastalarına Diş Hekimliğinin tüm branşlarında tedavi hizmeti verebilecek hale getirilmiştir. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 75 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde Erasmus ve Farabi öğrenci hareketliliğini artırmak için yapılan çalışmalar hız kazanmış ve son üç yıllık süreçte uluslararası öğrenci hareketliliğinde %51 ve ulusal öğrenci hareketliliğinde %336 oranında artış sağlanmıştır. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin Avrupa ülkelerinden çok sayıda üniversite ile Erasmus değişim programına yönelik ikili anlaşması bulunmaktadır. Buna göre öğrenciler, gerekli koşulları sağlamaları halinde aynı akademik yıl içinde, öğrenimlerinin bir ya da iki dönemine anlaşma yapılmış bulunan bir Avrupa üniversitesinde devam edebilme imkanına sahiptir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nin ayrıca Türkiye’deki birçok üniversite ile Farabi değişim programı anlaşması vardır. Farabi değişim programı ile öğrenciler, kontenjan ve koşullar çerçevesinde öğrenimlerinin yine bir ya da iki dönemine yurt içindeki anlaşma yapılmış bulunan başka bir üniversitede devam edebilmektedir. Yurt içinde eğitim veren yükseköğretim kurumları 76 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 ile yurtdışında eğitim veren yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı değişimini gerçekleştirmeyi amaçlayan bir program olan Mevlana Değişim Programı aracılığıyla da öğrenciler, en az bir en fazla iki yarıyıl süresince eğitimlerini başka bir üniversitede sürdürebilme imkanına sahiptir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi’nde öğrencilerin sorun, ihtiyaç ve önerilerini üniversite yönetimi ile paylaşabilmelerine çok önem verilmektedir. Öğrenciler dilekçe yazarak ya da elektronik posta yoluyla dilek, öneri ve şikayetlerini iletebildiği gibi, kendi oylarıyla seçtikleri Öğrenci Konseyi aracılığıyla da bunu yapabilmektedir. Öğrenci Konseyi temsil yönünün yanı sıra, gençlerde katılımcı demokrasi kültürünün yerleştirilmesi açısından da önem arz etmektedir. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, başarılı ya da ekonomik güçlük çeken öğrencilerini eğitim-öğretimlerine devam ederken imkanlar dahilinde desteklemektedir. LYS’de Eskişehir Osmangazi Üniversitesi bölümlerine en yüksek puanla yerleştirilen ve kesin kayıt yaptıran 1 öğrenciye (kontenjanı 100’ü aşan birimlerde 2 öğrenciye) Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun her yıl belirlemiş olduğu aylık burs miktarı kadar; bu öğrencilerden yerleştirildiği puan türünde Türkiye genelinde ilk 1000’e girerek kayıt yaptıranlara ise burs miktarının 3 katı kadar aylık burs, 12 ay süreyle başarı bursu olarak verilmektedir. Öğrencilere ayrıca üniversitenin çeşitli birimlerinde kısmi zamanlı çalışma imkanı da sunulmaktadır. Üniversitenin asli görevleri olan nitelikli eleman yetiştirme ve bilimsel araştırmalar yapmanın taşıdığı önemin bilincinde olan; aynı zamanda sosyal, kültürel ve sportif faaliyetlere de geniş bir biçimde ev sahipliği yaparak, öğrencilerini çok yönlü bireyler olarak hayata hazırlamakta olan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, 44 yıllık deneyimi ile geleceğe güvenle bakan ve ülkesine güvenen nesiller yetiştirmeye devam etmektedir. ESKİŞEHİR OSMANGAZİ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. HASAN GÖNEN Üniversitemizde başta merkez yerleşke olmak üzere bütün yerleşkelerin bilimsel, sosyal ve fiziksel anlamda; öğrenci, çalışan ve diğer paydaşların ihtiyaçlarını karşılayabilecek, “Yaşayan Yerleşke”ye dönüştürülmesi amaçlanmaktadır. Bu amaç doğrultusunda son yıllarda çok önemli faaliyetler gerçekleştirdik. Eskişehir’in Ankara ve Konya’dan sonra İstanbul ile de Yüksek Hızlı Tren bağlantısı kurmuş olmasının, Üniversitemizin öğrenci sayısı ve kalitesini çok daha yukarılara taşıyacağına inandığımı belirtmek isterim. Bugüne kadar Eskişehir’in ekonomik, bilimsel ve kültürel yaşamına çok değerli katkılarda bulunan Eskişehir Osmangazi Üniversitemiz, kaliteli eğitim-öğretimin huzurla kucaklaştığı bir bilim yuvası olarak katkılarına bundan sonra da devam edecektir. Üniversiteler hepimizin bildiği gibi toplumdaki tüm faaliyetlerin merkezinde olması gereken, çevrelerine yol gösteren ve rehberlik eden kurumlardır. Bu bakımdan üniversitemizin kamu kurum ve kuruluşları, sanayi kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları ile yaptığı işbirliklerinin nitelik ve nicelik olarak gün geçtikçe gelişmekte olduğunu da belirtmek istiyorum. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi olarak; eğitim-öğretim kalitemizle gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde daha çok tercih edilmeyi, girişimci ve yenilikçi mezunlarımızın sayısını artırmayı, bünyemizde yürütülen bilimsel çalışmaları toplumun faydası doğrultusunda ürün ve hizmetlere dönüştürme çalışmalarımıza ivme kazandırmayı ve hastanemizde sunduğumuz sağlık hizmetlerinin kalitesini etkin ve rekabetçi bir anlayış doğrultusunda yükseltmeyi hedefliyoruz. SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 77 film haber “Bir hastalığı tedavi ettiğinde kazanabilir, ya da kaybedebilirsin. Ama bir insanı tedavi ettiğinde, sana garanti veriyorum, sonuç ne olursa olsun kazanacaksın.” Yönetmen: Tom Shadyac Senaryo: Steve Oederkerk Oyuncular: Robin Williams, Josef Sommer, Bob Gunton, Daniel London, Monica Potter, Philip Seymour Hoffman, Irma P. Hall Tür: Komedi-dram Süre: 115 dakika Prof. Dr. Gürsel Levent OKTAR Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı 11 Ağustos 2014’te, 63 yaşındayken yitirdiğimiz, ünlü aktör Robin Williams’ın başrolde oynadığı, 1999 yılında gösterime giren komedi ve 78 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 dram ögeleri taşıyan A.B.D. yapımı bir sinema filmi. Gerçek bir yaşam öyküsü üzerinden senaryolaştırılan filmde, intihar eğilimi nedeniyle kısa bir süre psikiyatri kliniğinde tedavi gören Hunter “Patch” Adams (Robin Williams), kendi isteği ile taburcu olur ve burada edindiği deneyimler sonucunda, empati ve yaratıcılığın hastaların tedavisinde çok önemli bir yeri olduğunu fark ederek Virginia Üniversitesi’nde tıp eğitimine başlar. Başarılı bir öğrenci olmasına karşın, sıradışı tedavi yöntemleri uygulama düşüncesi nedeniyle hocalarından tepki görür. Adams, tıp öğrencilerinin üçüncü yıla kadar kliniklere girme yetkisi olmadığı halde, hastalarla ile- tişime geçerek kliniklerde yeni tedavi teorilerini denemeye çalışır. Amacı “hastaların hayatlarına renk katarak” mizah yoluyla tedavilerine katkıda bulunmaktır. Sonrasında yoksul ve kimsesiz hastalar için kendi parası ve topladığı bağışlarla “Gesundheit Institute” adını verdiği özel bir klinik açma girişiminde bulunan Adams, sınıf arkadaşı ve sevgilisi Carin Fisher’in bir cinayete kurban gitmesi ve açmış olduğu kliniğin lisanssız olması nedeniyle zor günler geçirse de, ünü ülke çapına yayılır ve bir anlamda amacına ulaşmış olur. Yalancı Yalancı, Çatlak Profesör gibi komedi filmlerinin ünlü yönetmeni Tom Shadyac bu filminde gerçek bir yaşam öyküsünü sıradışı bir anlatımla beyazperdeye yansıtıyor. Robin Williams’ın Patch Adams rolünde muhteşem bir performans sergilediği film, belki de biz hekimlerin aslında hastalıkları değil, hastalarımızın kendilerini tedavi etmeyi hedeflememiz gerektiği gerçeğini vuruyor yüzümüze. Yer yer gözleri dolduran, bazen de kahkahaya boğan sahneleri ile empatinin ve insani değerlerin önceliği ve değerini izleyicilere başarıyla aktarıyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, bu film bir dönem ülkemizde bazı tıp fakültelerinde, birinci sınıf öğrencilerine gösterilerek, hekim adaylarına hekim – hasta ilişkilerinin önemi vurgulanmaya çalışılmıştır. Bu filmle ilgili son bir ilginç not; gerçek Patch Adams’ın bu filmin çekimini, yapımcı şirket Universal Studios’un hastane yapım maliyetini karşılama sözü vermesi nedeniyle kabul etmiş olması ve film oldukça iyi bir gişe hasılatı yapmasına karşın hiçbir maddi destek görmemesidir. İnsanı güldüren, hüzünlendiren, heyecanlandıran, ama en önemlisi düşündürüp mutlu eden, her sinemaseverin izlemesi gereken bir Robin Williams başyapıtı. Işıklar içinde uyu büyük usta… Prof. Dr. Gürsel Levent OKTAR SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 79 kitap KOKUYLA KEŞFET Türkiye’de ilk defa “Kokuyla Keşfet” adıyla kitap yayınlandı. Kitapta koku almanın bilimsel yönleri eğlenceli bir dille işlenirken, kokunun cinselliğe ve insan ilişkilerine etkisi, hastalıklar, parfüm gizemli yönleri ve kokuyla ilgili daha birçok konuyu ele alınıyor. “Kokuyla Keşfet” kitabında 52 Bilim insanı ve uzman bir araya geldi, Sağlık Editörü ve Biyolog Esra Öz yazdı. Son yıllarda nörobilim alanında bilimsel haberler çalışan Öz, beynin işleyiş mekanizması ve bunun iletişim alanında kullanmanın yolları üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Kokunun iletişimdeki rolünü, nörobilim ile birleştiren Öz, kokunun insanlar üzerindeki etkisi üzerine araştırmaları, bilim insanları ve uzman görüşleri çerçevesinde bir araya topladı. “Kokuyla Keşfet” isimli kitabının sunumlarını yapmaya başlayan Öz, farklı örneklerle kokunun iletişimdeki önemini anlatıyor ve büyük ilgiyle izleniyor. Yazar: Esra Öz Yayınevi: Kent Kitap Yayın Tarihi: 2014 Sayfa Sayısı: 250 Kokunun insanları ve markaları nasıl etkilediğini anlatan Öz, kokunun insanları ve markaları nasıl etkilediğinden, kokunun iletişimde ve ilişkiler üzerindeki etkisini vurguladı. Öz, kokunun insanların aşk hayatından, hastalıklara hatta yediğimiz yemeklere kadar çok büyük etkisinin olduğunu dile getirdi. Kokunun bazı hastalıkların ön belirtisi olurken, koku alamama hastalıklarını anlatan Öz, “Yıllar boyu çok iyi bildiğiniz peynir, kahve gibi kokuları unutursanız Alzheimer, Parkinson riskine karşı tetkik yaptırın. Günümüzde artık nesnel ölçüm metotları ile koku duyusunun ölçümlerini de yapabiliyoruz” diye konuştu. AŞK, KILIÇ VE MUSKA Hürrem Sultan küçük yaşta bir cariye olarak İstanbul’a getirilirken yolda ölür, Kanuni ile hiç tanışmaz. Sultan Süleyman’ın efsane şehzadesi Mustafa, babasından sonra tahta geçer. Roman eğer tarih bu şekilde gerçekleşseydi, günümüzde nasıl bir ülkede ve dünyada yaşıyor olurduk sorularına cevap veren ve günümüzde devam eden bir taht mücadelesine dek uzanan, bir polisiye olaylar zincirinin hikayesidir. Yazar: Eray Aydın Editör : Sami Çelik Yayın Tarihi: 2014 Sayfa Sayısı: 260 * Hürrem Sultan küçük yaşta bir cariye olarak İstanbul’a getirilirken yolda ölür, Kanuni ile hiç tanışmaz. Sultan Süleyman’ın efsane şehzadesi Mustafa, babasından sonra tahta geçer. * YIL:2013 Osmanlı İmparatorluğu hala ayaktadır. İmparatorluk eskisi kadar güçlü ve geniş sınırlara sahip olmasa da yine de sözü dinlenen ve dünyada güç dengesi oluşturan bir devlettir. STRESİNE SAHİP ÇIK Stresin başımıza gelen olaylardan daha çok bizim o olaylara verdiğimiz tepkilerden oluştuğunu bilerek. Çünkü bu bilinç, durumları ve olayları yeniden değerlendirmemiz anlamına geliyor. Bu durumda stresi var olan bir duygu ya da durum olarak görmekten sıyrılıp, tamamen verdiğimiz fiziksel ve duygusal tepkilerden kaynaklandığını da anlayacağız. Yazar: Serap Duygulu Yayınevi: Hayat Yayıncılık Yayın Tarihi: 2014 Sayfa Sayısı: 168 80 80 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 SAĞLIK ve İNSAN / KASIM 2014 Doğada her şey zıttıyla ve karşılığıyla vardır. Tıpkı gece-gündüz, siyah-beyaz, kadınerkek, ölüm-yaşam, varlık-yokluk, iyi-kötü gibi. Dolayısıyla stres aynı anda hem iyi, hem de kötü olabilir. Eğer stres durumunu yönetebiliyorsanız stres sırasında salgılanan hormonlar olaylara ve sorunlara odaklanmanızı ve çözümler üretmenizi sağlayabilir, vücudunuzun savunma sistemi yenilenir, bağışıklığınız güçlenir, direnciniz artar. Bu stresin iyi yüzüdür. Ancak stres kronikleşirse, yani uzun sürer ve siz aşamazsanız o zaman da stresin kötü yüzü ortaya çıkar ve direncinizi yitirirsiniz, savunma sisteminiz çöker. Böylece hastalıklara karşı savunmasız hale gelirsiniz. Bu da bir süre sonra sizi geri dönülemez noktalara getirir.