Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Ü Ücra : Uzak, çok uzaklarda; dış mahallelerde “Tüm bunlar, Bing on altı yaşındayken vahiy inmişçesine bir anda geliverdi aklına. Bir öğleden sonra Lut Gölü Ruloları hakkındaki bir kitabı karıştırırken, parşömen metinlerin yanı sıra, kazılarda çıkarılan tabaklar, ilkel çatal kaşıklar, hasır sepetler, çanak çömlekler, testiler gibi, en ufak zarar görmemiş buluntuları gösteren bazı fotoğraflar gördü..... Resimdeki nesneler iki bin yıllık ama son derece yeni, son derece çağdaş görünüyordu. ..... İki bin yıl önce Roma İmparatorluğunun ücra bir köşesinde yaşayan insan, bugünkü ev araç gereçlerini tıpatıp aynısını tasarlayabilmişse, o insanın aklı, yüreği ya da iç dünyası kendisininkinden nasıl farklı olabilirdi?” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:74) Üç aşağı beş yukarı : Tahminen, aşağı yukarı; sıkıntı ya da endişeden bir aşağı bir yukarı yürümek “Mavi, Siyah’ın kendisiyle aynı yaşta olduğunu tahmin ediyor, üç aşağı beş yukarı. Yani, yirmili yaşların sonuyla otuzlu yaşların başı. Siyah’ın yüzünü hoş buluyor, insanın her gün gördüğü binlerce yüzden hiçbir farkı yok. Bu mavi için hayal kırıklığı oluyor, çünkü hala gizli gizli Siyah’ın bir deli olduğunu bulup çıkarmayı istiyor.” (P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11) “Zamanla yanına kamerasını da alıp peşine takıldığı kişilerin fotoğraflarını çekmeye başladı. Akşam eve dönünce, o gün nereye gittiğini, nelere yaptığını yazıyor, tanımadığı o kişilerin gittikleri yere bakarak ne tür birileri olduğunu, nasıl yaşadıklaraını kestirmeye çalışıyor, hatta kimi zaman onlara kısa biyoğrafiler düzüyordu. Maria’nın sanatçılığı üç aşağı beş yukarı böyle başladı.” (P. Auster, “Leviathan”, sa:65) “MARGARETE - Fakat şu da gerçek ki, çok zor saatler geçirdim..... O kıpırdanır kıpırdanmaz ben uyanırdım..... Bazan da susmadığı durumlarda, yataktan kalkarak onu sallaya sallaya, odanın içinde üç aşağı beş yukarı dolaşmak zorunda kalırdım.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:164) “Kırk gün daha beslediler (tayı). Gene tarlada üç aşağı beş yukarı.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:34) “Belki on sene boyunca maaşsız papaz yardımcılığı yaptıktan sonra, okul öğretmenliğine geri dönecekti... kuşkusuz kendine daha iyi bir yer bulabilirdi. Ama en azından üç aşağı beş yukarı pespaye, üç aşağı beş yukarı hapishane gibi bir okul olurdu; ya da belki daha kasvetli, daha da az insanca bir tür angarya.” (G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:327) Üç aylar : İslam takviminde üç kutsal Recep, Şaban ve Ramazan ayları “Üç aylarda vaaz eder, ramazanda fitre, zekat toplar, cenazeye, ıskata, devir hatmine gider; yele, kulunca, baş ağrısına, iç sıkıntısına, havaleye okur, karnını doyurur, ev besler. İlk karısı bir kara çıraktı. Yoksulluktan öldü. Şimdi beyazını aldı.” (H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:355-6) “Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) Üç beş (kez, kuruş kazanmak; laf etmek; parça, sayfa vb.) : Biraz kazanmak, konuşmaya dalmak, şundan bundan bahsetmek; birkaç: sayıda pek az birşeylere gönderme yapmak “Manyat ağlarını yüklensin. Bütün gece meremmet yapmıştır kadınlar. Ali Ağa abalarını giydi: Şimdi Manyat’ın üç beş tayfasının evlerini dolaşacak. Köftehorlar hala uykuda olmalı.” (S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:71) “Yalnızca üç-beş sayfalık yayımlanabilir türden bir düzyazı yazan bir yazar, ne kadar alçakgönüllü de olsa, okurdan bir duyarlılık beklemenin ötesinde, en basitinden bir romanı ya da Bild-Zeitung’da yer alan bir baş yazıyı farklı bakış açılarıyla inceleme yeteneğini ele alacak olursak, bu duyarlığı şart koşmak zorundadır.” (H. Böll, “Frankfurt Dersleri”, sa:11) “Tramvayda. Bana askıntı olan yarı zenci. ‘Erkeksen, bana üç beş kuruş ver. Sen, sen erkek adamsın. Bak, hastaneden çıktım. Bu akşam nerde yatacağım?” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:123) “Yabancı’nın dönüş yolunda geçeceği yere oturmuştu; üç-beş laf edecek, hatta belki de kendinden vaatlerde bulunacak birini arıyor, birkaç günlüğüne de olsa yeni bir aşkın, doğup büyüdüğü bu vadiden bir daha dönmemek üzere kurtulmanın hayalini kurmak istiyordu.” (P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:23) “-Hamilcar! dedim, ayaklarımı uzatırken; Hamilcar, ey şu kitap yurdunun uykucu prensi, gece bekçisi! Şu yaşlı bilginin biriktirdiği üç-beş kuruşla ve binbir zahmetle edindiği elyazması ve eski baskı kitapları o pis kemirgenlere karşı koruyup duruyorsun.” (A. France, “Sylvestere Bonnard’ın Suçu”, sa:7) “SENDEN SONRA EY YEDİ YAŞ -----------------------------------------sokak duvarlarının alçılanmış şakaklarından senden sonra meydanlara yürüdük, bağırdık: ‘yaşasın!’ ‘kahrolsun!’ ve meydanların hay huyunda, uyanıklık edip şehre gelen şarkıcıya, üç-beş kuruş kazandırmak için, el çırptık” (Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:101) “İyidirler, bilirim. Beş yüz canın yaşadığı bu köyde iyisi de, kötüsü de açıktadır kişinin. Kötülük yok mu hiç? Varsa da kara çalmaya değmez şeyler olup durur. Bazı kahvede taşkınca küfüre kaptırmak, bazı düğün önü üç beş lira çekişmesi.” (Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:11-2) “HAYATIMIN İLK ŞİİRİ Sana yemin üstüne yemin etseler, Gene de kollamalısın kendini, Arapça bilmeyenlerin beldesinde. Üç beş kuruş uğruna, Sözlerini bozar onlar.” (Muhammed el-Garani, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:54) “Bir saat süreyle çağrıyla başbaşa, evde yapayalnız oturdum; kimseyi görmek istemiyordum. İşte gelmişti sonunda ve nedense bence ortada telaşlanılacak bir durum yoktu. Son üç-beş gün içinde aldığım mektuplara göz gezdirmeye başlamıştım.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”,sa:50-1) “Cebimde üç beş kuruş ve çantamda biraz ekmekle hayli uzun yollar tepmeye, günlerce tek başıma yolları arşınlamaya, geceleri çokluk kırda bayırda uyumaya alıştım.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:57) “Kendisini traş eden uşağa nasıl davranıyorsa, diyelim muz alırken kendisinden üç beş kuruş fazla para sızdırmasına bilerek ses çıkarmadığı sokak satıcısına nasıl davranıyorsa, yabancı ülkelerden gelmiş varlıklı iş adamlarına da öyle davranıyordu.” (H. Hesse, “Sidarta”, sa:85) “1. KENTSOYLU - Ben güvenlikteyim. Sevgim güçlüdür benim. Şimdiye kadar tehlike yaratabilecek kimselerle bir arada olmadım, ne doktorları ne de hemşireleri görüyorum, ölü gömücülerden bucak bucak kaçıyorum, yiyeceğimi içeceğimi birinci sınıf dükkanlardan satın alıyorum. Üç beş kuruş daha fazla harcamak insanın kendisini tehlikede hissetmesinden iyidir.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:182) “Benim tanıdığım mültecilerin çoğu ‘sınıf tahlili’ yapmaya çalışan ve ‘devrim koşullarının nasıl olgunlaştığını’ ortaya çıkaran makaleler yazmak peşindeydi. Bu makaleleri, üç beş kuruş bulup çıkardıkları yerel dergilerde yayımlıyorlar ve ISVESTIA’da nakalesi çıkan LENİN gibi hissediyorlardı kendini.” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:28) “Bir de şansı yaver gitmiş ve o sıralar İstanbul’u ziyaret edip sadece üç beş kişiyle ilgilenen Brezilyalı bir estetik cerraha yaptırmıştı burun ameliyatını. Adam işinin ehli olmalıydı ki daha sonra ne nefes alışında, ne burun kıkırdağında hiçbir sorun çıkmamış, sargıları alındıktan sonra, birkaç hafta morluğa katlanmaktan başka bir güçlük yaşamamıştı Aysel.” (Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25) “Bedenlerini şafak vaktine kadar üç-beş kuruşa satan kadınlar, yaz sıcağının camekanda artık dayanılmaz bir hal aldığı sabahın saat on birinden itibaren evin içinde dolaşıyorlardı; bir yandan geceki maceralarını avaz avaz bağırarak anlatırlarken, bir yandan da bütün evde oradan oraya çırılçıplak dolaşarak ev işlerini yapmak zorundaydılar.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:105) “Ben, iş gezilerinin dışında bunca yıldır kendi keyfime Antalya’ya bile gidemezken, topu topu üç beş kez gördüğüm şu çokbilmiş suratlı dişlek kız, gece geç saatlere kadar Toronto sokaklarında gezsin ve taze turist hayranlığıyla alık alık kar küreyen makineleri seyretsin diye neler çektim.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:15) “Sonra Lugli olayı da sona erdi. Arkasında büyük borçlar bırakarak kaçtığı öğrenildi..... güzel günler geçirip birlikte yattıkları villalara gitti, öyle çok çaba harcadı ki, sonunda onun Cenova’da olması gerektiğini öğrenmeyi başardı. Sonra altınlarını ve bulabildiği üç-beş kuruşu alıp Cenova trenine atladı.” (C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:135) “o hain ki rüşvet aldığı üç beş parça gümüş için gurbet elde bırakırdı dostu Timeokreon’u yurdu İalyos’tan uzaklarda. Atıp cebine üç talent’i yelken açtıydı cehennemin dibine.” (Timokreon, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:24) “Hesse ‘Piktorun Değişimleri’ ve ‘Çetin Yol’ masalları gibi büyücek manüskrileri de küçük resimlerle süslemiş, hepsi de birbirine benzeyen, ama tıpatıp benzediği de söylenemeyecek bu manüskrilerin satışıyla, kitaplarının fazla bir gelir getirmediği dönemde zar zor hayatta kalabilmesini sağlayacak üç beş kuruş kazanabilmişti.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:113) “Ama o ihtiyar ve yalnız kadınlar da onu terk etmez: iç çekerek bu söz dinlemez insana, biriktirdikleri üç beş kuruşu gönderir, onun gömleklerini yıkar, ona çorap örerler..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Hölderlin’, sa:171) Üç buçuk; Üç buçuk kuruş maaşlı : Bir iki; küçük, önemsiz sayıda; O kadar düşük maaşlı (zavallı) memur “Bu milletin duymak, görmek istediklerini konuşmak istemez misin? İstersin, buna şüphem yok... İstersen üç buçuk kuruş maaşlı bir az gelirli, bir zavallı katip ol! Farketmez.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:257) “Şimdinin üçbuçuk baldırı çıplak kaç para! Benim sözüme kulak vermeli, dülger ustası omuz vermeli değil... Ben geçenki Londra konferansından pirelendim iyicene... Bu İngilizin işinde bir iş var ya bilmem nasıl bir iş var!” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:83) Üç büklüm : Anne rahmindeki dizleri bükülmüş cenin örneği “MEPHISTOPHELES - İnsan geride bıraktığı şeyleri düşünmekten kendini alamıyor. Alışılmış olan yerler, hayallerde bir cennet halinde yaşıyor. Fakat siz bana söyleyin: Oradaki mağaranın içinde, hafif bir ışık altında, böyle üç büklüm duran nedir?” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:152) Üç kağıtçı; Üç kağıtçılık; Üç kağıda getirilmek; Üç kağıt yapmak : Dolandırıcı, madrabaz; dolandırıcılık, madrabazlık “..1970’lerin sonundan bu yana yeni bir tür kapitalizm ortaya çıktı: Finans kapitalizmi. Kapitalizmin önceki biçimlerinde -yani endüstriel kapitalizm ve tüketim kapitalizminde- insanlar mal veya hizmetin alım satımıyla zengin olurlardı. Oysa finans kapitalizminde servet, pratik amaçlar için sınırsız bir dönüşümle, başka simgeler dışında hiçbir dayanağı olmayan simgeleri dolaşıma sokarak yaratılıyor. Finans pazarları, gelişmiş bir ‘bul karayı, al parayı’ oyununa dönüştü, oyunun dümeni de Melville’in kurnaz Üçkağıtçısı’nın elinde.” <Melville’in CONFIDENCE MAN - ‘Üçkağıtçı romanı’ndan . Paul> (Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011, sa:73-4) “AKŞAM KARANLIĞI ---------------------------Doluyor masalar, ki zevk sunar kumarla, Ve amansız hırsızlar, dur-duraksız, yine Yosmalar ve dostları üçkağıtçılarla, Başlayacaklar az sonra mesleklerine, İşleri zorlamak kapıları, kasaları, Birkaç gün geçinip giydirmek haspaları.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:179) “‘o orospu çocukları ne yaptılar biliyor musun?’ ‘ne?’ ‘gazeteleri dağıtmam için kendi mahallemi verdiler bana!’ ‘ha, neyse, hoş değil ama kimse umursamaz, eminim.’ ‘anlamıyor musun? benim bir NAMIM var! üçkağıtçının biriyim! Sırtımda bir bok çuvalı ile görünemem!’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:82) “Campion, bir denizcilik acentesi sayesinde ayırttığı kamarasına inerken, ‘Seni görmek ne güzel,’ diye selamladı onu. ‘Görmeyi beklediğim son kişi sendin,’ diyen Baird, kamarasına kadar ona eşlik edip eşyalarını yerleştirmesine yardımcı oldu. Campion sırt çantasının tokalarını açıp içinden bir sürü kirli çamaşır, bir tüp diş macunu ve diş fırçası çıkarırken, ‘Üç kağıt yaptım,’ diye açıkladı neşeyle.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:113) “Kısaca, Salesiani Papazlarının okullarında okuduğu için yalan söylemeyeceği öne sürülen Marino’nun, üç kağıtçılığı belgelenmiş oldu.” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:78) “MAMA - Ahh ne güzel Şespir. ELIZABETH - Hayır hayır hayır bunlar da benim sözlerim. MAMA - Yine mi senin? Bu Şespir, kendinden bir şey yazmıyor mu yahu, her şeyi aşırma, üç kağıtçı!” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:47) “El sallama dedğimiz mikrobun yanında, arkadaşlık örneği sayılan, Batı’ya yaraşır bir biçimde tokalaştılar. Elleri kısa bir süre fakat sıkıca birbirlerinkiyle kavuştu. ‘Seni ihtiyar şişko! Seni üç kağıtçı seni!’ diye Geniş Şapkalı sözlerine devam etti.” (O. Henry, “viski soda’, sa:46) “Bunların arasında kendi dinlerinden kaçan rahipler ve vaizler, sahte Hindular, gizbilimcileri, dil öğretmenleri vardı. Masaj yapanlar, hipnotizmacılar, sihirbazlar ve lokman hekimleri de. Bu olağanüstü toplulukta zararsız küçük yalanların dışında çok büyük üç kağıtçılar ve kötü insanlar pek yoktu, çünkü burada büyük çıkarlar söz konusu olamazdı.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:48) “KONUŞMACI - Sevgili hemşerilerim..... halkın aşağı yukarı dörtte biri öldü. Bu da demektir ki bunu bekliyorlardı <Yöneticilerimiz>, bunu öngörmüşlerdi, belki de kendileri hazırlamışlardı. İki yüz bin ölü, yüz bin hasta ya da can çekişen insan demek, üç kağıda getirilmiş halkın üçte biri demektir.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:209-11) “Kir Nicolas dükkanını kendisi gibi bir vatandaşına bir Arnavut’a emanet ettikten sonra, sürekli satıcısının imdadına koşardı. Aslında bu aracı, tipik bir üçkağıtçı sayılırdı. Her hesaplaşmada Kir Nicolas onunla atışmak zorunda kalırdı.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:134) “... aç kalmanın ne kadar kolay olduğunu biliyordu. Dünyanın en kolay işiydi bu. Zaten bunu saklamazdı, ama ona inanmıyorlardı; kulak verenler de bunu alçakgönüllülüğüne bağlıyor, ama çoğunlukla reklam meraklısının teki, hatta aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç kalabilen, üstüne üstlük bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu düşünüyorlardı.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:78-9) “Deve hoşlanmıyordu Demokrasi’den. Ona huzur lazımdı. Millet işiyle gücüyle uğraşsın, açıkgöz müesseseler çeşitli yollarla milleti üç kağıda getirsinler, Deve de ‘Sahte teftiş heyeti’ baskınlarıyla esnafı kessin!” ..... “Siyasi partiydi bu. Gayesi milletten oyları toplayıp iktidara gelmekti. Bunun içinse bilim adamlarına değil, gerekirse madrabazlara, üç kağıtçılara ihtiyaçları vardı.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:216;241) “Ben bu satırları yazarken, herkes filozof Martin Heidegger’in üçkağıtçının ve pis herifin teki olarak görülmesi gerekiğine karar verirse, bunun nedeni onun fikirlerinin, başka düşünürlerce aşılmıuş olması değil, onun imagolojik çarkta o an için kaybeden numara, bir anti-ideal haline gelmesidir. İmaj yapımcılar ömürsüz kalacak ve her biri yerini, çok geçmeden başka birine bırakacak, ama davranışlarımızı, siyasal görüşlerimizi, estetik zevklerimizi, salondaki halının renginden kitap seçimimize kadar, bizler ideologların eski sistemleri kadar güçlü biçimde etkileyen idealler ve anti-idealler sistemi yaratmaktadır.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:143) “İnşaat kooperatifleri belki de günümüzün en akıllı fırıldaklarıdır. Sigorta bir üçkağıttır, kabul ediyorum, ancak hiç olmazsa açık bir kandırmacadır, kartlar masanın üstündedir.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:16) “Pek çoğunun servetinin arkasında kendi bilgi, yaratıcılık ve çalışkanlıklarından çok bir talih ya da unutmak istedikleri bir üçkağıt yatan ve kendi yeteneklerinden çok paralarının miktarıyla güven duyan bu insanlar...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:187) “Gene de bir kadeh doldurup Philippe’in önüne sürdü. -Hadi, tokuşturuyoruz, dedi proleter. Philippe kadehini kaldırdı. Az önce bir üç kağıtçı herifin odasında, şimdi meyhanede bir işçiyle kadeh tokuşturuyordu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:179) “Bunun mantıksl sonucu da şu oldu: Yalan ve nankörlük etkisini gösterdikçe, Cumhuriyetçi Parti gerçek kurucularından uzaklaştıkça, siyasal örflerimiz arasında esmeye başlayan o ne üçkağıtçılık ve küçüklük rüzgarıdır; en çetin dizegelişler karşısında o ne hoşgörülüktür; sert kararlar karşısında o ne tiksintidir; o ne gevşeme alışkanlığı ve adam sendecilik; duruma uyma, yatıştırma, beceriklilik, bilgelik adı altında o ne tehlikeli ve ahlak bozucu anlaşmalardır o!” (S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:273) “Üçüncü bir asar-ı atika okulunun sözcülerine de bakılacak olursa, sevgililer birbirlerini nasıl canavarım ya da maymunum diye çağırırlarsa İspanyollar da sevgili köpeklerini, köpek bunun tam tersi tabiatta olduğu için sahtekar ya da üç kağıtçı diye çağırırlarmış; bu sonuncusu ciddiye alınamayacak kadar hayali bir varsayım.” (V. Woolf, “Flush”, sa:10) Üç kuruş; Üç kuruşluk : Değersiz, hiç de değeri olmayan, beş para etmez “Dodgers <U.S.A.’da bir Baseball takımı> kazanınca onlar da kazanıyordu. Bir adam aya ayak basınca onlar da basmış oluyorlardı. Ama açlıktan ölen biri onlardan üç kuruş istemesin...” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:23) “Ona bir köpekmiş gibi davranan doktor, “İnsan özgürdür, bireysellik özgürlüğe insanda ulaşır’ der. Bu sözlerle anlatmak istediği, Woyzeck’n çişini tutaabilmesi gerektiğinden başka br şey değildir. İnsanlığın her türlü kötüye kullanılmasına boyun eğen özgürlüğü, bezelyelerle beslenmesi için aldığı üç kuruş uğruna köleleşmesi özgürlüğü -Woyzeck’in özgürlüğü budur. Doktorun ağzından çıkan şu sözleri hayretle okuruz: ‘Woyzeck, yine felsefe yapıyorsun.-’ ” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilkinci”, sa:156) “İspanyol Denizi’nin o yöresinde beş parasız karaya vurmuştuk. Ne cebimizde üç kuruş, ne de beş kuruş isteyebileceğimiz iki dostumuz vardı. Şansımızı denemek üzere New Orleans’dan meyve ithalatı yapan bir buharlı gemiye binmiş, ateşe kömür atıp aşçı yamaklığı yaparak yol paramızı çıkarmıştık.” (O. Henry, “viski soda”, sa:224) “ELIZABETH -... alçaklar, domuzlar, bakmaya cesretleri yok. Gözlerini kapatıyorlar! Başlarını çeviriyorlar! Bakın! Size emrediyorum! Balta havada. Islık çalıyor! Ne vuruş. Baş kopmadı! Aptal, yeteneksiz... üç kuruşluk cellat! Tekrar dene!” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:92) “Kontes rahip Blanes’in ilkel yaradılışına ve gökbilimine coşkuyla tutulmuştu. Sandalı satın aldıktan sonra elinde kalan üç kuruş parayı küçük bir teleskop satın almak için harcamıştı. Hemen hemen her akşam Fabrice ve yeğenleriyle birlikte gidip şatonun gotik kulelerden birinin sahanlığına yerleşiyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:41) Üç para; Üç paraya : Çok ucuza, üç kuruşa “Bilimde, edebiyatta, ilahiyatta güçlü ve ve bir bilge, üç paraya konuşturabileceğiniz avanaklardan biri değil. Avare avare dolaşan; kırsala, köye gitmeye bayılan; şuh, havai işçi kızlarla düşüp kalkan, güzel hanımlara kur yapan..... bir tembel bu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:140) Üç taş yemini : Doğu Anadolu folkloründe, bir kimseye hayat boyunca yemin etmemesini sağlayacak bir ritüel “Doğu’da en büyük yemin ‘üç taş’tır. Bir adamın eline üç taş verip, ‘yalan söylemeyeceğime’, üç taşı atarak, ‘yemin ederim’ diyeceksin, dersiniz. Adam üç taşı attı mı, mümkünü yok yalan söyleyemez. Mahkemede de bazı yargıçlar sıkışınca üç taşı attırırlarmış. Üç taş yemini, Doğu’nun cankurtaranı.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:214) Üçüncü bacak : Penis, cinsel organ; (Kadın için) Erkeği uzaklarda olunca, (penisli) bir erkek gibi, onun ödevini de üstlenerek çalışmak “BAYAN BARTLETT, yüzü bulutlanır, sesinde derin bir kederin izleri. - Evet. (Drew şaşar; Sue’ya soran bir bakışla bakar. Bayan Bartlett güçlükle ve Drew’nun yardımı ile ayağa kalkar. Zorla gülümsemeye çalışarak.) Sen buradan ayrıldın ayrılalı bir de üçüncü bacak edindim, Danny.” (Eu. O’Neill, “Altın”, sa:41-2) “Cinsel organı büyük ve hep kalkık. Azgınca su perilerinin peşinde koşar. Kimi yorumculara göre, Rimbaud ‘sol bacak’ derken Pan’ın cinsel organını, yani üçüncü bacağını ima ediyor. Fransızlar otuzbir çekmek anlamında da ‘sol el’ deyimini kullanır. (A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:148) Üçüncü cemre : Bk.: Cemre Üçüncü Dünya Ülkeleri : Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında oluşmaya başlayan, Avrupa, Asya ve Amerika’nın güçlü devletlerinin ötesinde, henüz gelişmekte olan ülkeler “Bazıları (Yardım dernekleri çalışanlarını temsil eden gönüllü kimseler) üçüncü dünya ülkeleri içindi; diğerleri kanser, kistik <sistik> fibrozis ve Alzheimer gibi hastalıklarla ilgili sağlık dernekleriydi. Orada olmalarıyla ilgili bir sorunum yoktu, beni rahatsız eden, insanların rahatını kaçırma şeilleriydi.... İnsanları yürürken takip edip, istemedikleri sohbetlere sokuyorlardı.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:175) “ ‘On beş dakika içinde, bu gezegendeki bütün Üçüncü Dünya Ülkeleri kıtalararası bir balistik füzenin nasıl yapıldığını öğrenmiş olacak. Bu odadaki herhangi bir kişinin kesme şifresi için bu yüzüğün dışında aklında daha iyi bir aday varsa can kulağıyla dinliyorum.’ Müdür bekledi. Kimse konuşmadı.” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:403) “Bir de sömürgelerde kıpırdamalar başlıyordu. Sonraları Üçüncü Dünya diye adlandırılacak ülkeler de Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu Ulusal Savaşında, uç gösterdi. Bu da iki. Bu iş dünyada siftah oluyordu. Atatürk’ün yaptığı iş, en aşırı dalkavuklarının pehpehlerinden çok ötedir. Ne yazık ki, Amerika’yı keşfettiğinin farkında olmayarak ölen Kristof Kolomb gibi, Atatürk de, Üçüncü Dünya’yı açtığının farkında olmayarak aramızdan ayrıldı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:13) “Birkaç kısa paragrafta değindiğim bu durum <Üçüncü Dünya Ülkelerinde, yakın zamanlarda kadar uygulunan, kambiyo-yatırım-üretim artışı izni vb. engeller> , bütün insanlık için tarihteki en heyecan verici, en büyük ve en beklenmedik ilerlemelerden birini oluşturuyor aslında; ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırmayı alışkanlık haline getirdiğimiz kesimin yarısını temsil eden, dünyanın en kalabalık nüfuslarına sahip iki ülke az gelişmişlikten kurtulmaya başlarken; başka Asya ve Latin Amerika ülkeleri de aynı ilerleme yoluna girmiş görünüyorlar; sınai Kuzey ile yoksul Güney arasındaki geleneksel ayrım yavaş yavaş ortadan kalkıyor.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:32) Üçüncü Göz : Sanskrit inançlarına göre, insanın fiziksel vücudu sürekli olarak değişip geliştiğinden, üç önemli kaynağın sürekli olarak birbirleriyle etkileşimde olması gerekir: 1)Besi-yiyecek <beslenmek>, 2) Hava-oksijen <nefes almak> ve 3) Hayatiyet-kudret (gelişmek, kendinle bütünleşmek). Bu sonuncular, vücutta, karnın alt kısmından başlayarak beynin tepesine varıncaya kadar olan mesafede, aralıklı olarak yerleştirilmiş ‘yedi enerji merkezi-şakra ‘chakra’lar tarafından kontrol edilir: a)Mülahadra (belkemiğinin bittiği yerde), b) -ibid-(dalak üstünde), c) Manipura (solar pleksus’un üstünde, göbek’te), d) Anahata (kalp üzerinde), e) Vishuddha (boğazın önünde), f) Ajna (iki kaş arasında), ve sonuncusu, g) Sahasrara (başın tepesinde). “Taç” (Crown or Coronal Chakra” denileni, orkestra şefi gibi tüm diğerlerinin en üst komutasında ve gelişimin, ‘kişilik’ yapımının ve ‘kendini bulmanın, bütünleşmenin’ merkezi olarak kabul edilmekle beraber, 6 numaralı Ajna (Kaş ya da Alın şakrası), bütün bu enerji akımının en verimli bir şekilde sağlanması, uyarıma geçtiğinde bilinç ve telepati yeteneklerinin gelişip koordine edildiği gözetleyici “üçüncü göz” olarak tanınır. “HİNT mitolojisinde Tanrı SİLVA’nın alnının ortasında beliren göz. Karısı şaka yapmak için arkasından dolanıp elleriyle gözlerini kapatınca, Silva’nın alnında üçüncü bir göz belirmiş. Kimilerine göre, üçüncü göz, alnın orttasında dikey olarak bulunan bir çeşit ‘t i n s e l g ö z’dür. YOGA öğretisinde, e n e r j i merkezidir. Giderek, üçüncü göz, özel bir sezgi yeteneğini simgeler olmuştur.” (U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 626) “..... ‘Nihai evlilik, veya birleşme, tek başına izole olmuş insanın içinde gerçekleşiyor. O kadar bütünüyle yalnız ki kendi bedeninin bile farkında değil. Birleşme Jung’un ‘duygusal akım’ olarak isimlendirdiği Kundalini ile başarılıyor. Simyacıların cıvası veya okülistlerin ‘astral ateşi’ gibi, Kundalini de taa ki Üçüncü Göz veya Ajra Şakra açılana, ve Brahma Şakraya veya Final Boşluğu ulaşılana kadar, şakraları tek tek uyandırıyor. Bu, Anima ile Animus’un birleşmesi yoluyla başarılan Ego ile Benliğin evliliğidir. Beatrice’in elinden, Dante önce Cehenneme indi, sonra Cennete yükseldi...’ ” (Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:90) Üçüncü kişiler : Herhangi bir olaya tanık olmayıp onun hakkında konuşanlar, dışardan “Üçüncü kişiler aracılığıyla kulağıma gelen bütün bu rezaletler içten içe beni sevindirmiş, meyhanede kafayı çekip eve dönerken bazı geceler yolda şöyle düşünmüştüm kendi kendime: Görüyorsun ya, biz iflah olmaz kişiler onlardan daha iyiyiz.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:89) Üçüncü (mevki) sınıf : 2. Dünya Savaşı sıralarında,vapur, tren vb. nakliye vasıtalarında uygulanan bilet ve dolayısıyla tahsis edilen bölüm “Yavaşça kravatını taktı. Ceketini giydi, dışarıda bir kasket buldu. Kulaklarına kadar geçirdi. Sokağa fırladı. Büyük şehre yarın üçe doğru varacak. O zamana kadar yıl var. Bir üçüncü mevkiin tahtasına dayandı. Gözünü kapadı.” (S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Bekar”, sa:92) “... ‘ama umarım, Robert, kızını ya da oğlunu bu Kretz denen adamla bir dakika bile yalnız bırakmazsın; ukalalıktan cinsiyetini bile unutmuş. Batma numarası yapıyorlar Robert, ama iyi yapamıyorlar, bir tek largo <müzikteki en ağır tempo> eksik, derken üçüncü sınıf bir mezara giriverirsin...’ ” (H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:254) “Üçüncü mevki kompartımanda uyandığınızda, tavanda mavi ampul ışırken Cécile karşınızda uyumaktaydı, uykuya dalmış üç turist yolcu daha vardı kompartımanda. Sonra tan ağarmağa başlarken, saate baktınız, beşe gelmemişti henüz; gök dupduru ve yeşilimsiydi, her tünelin biraz daha aydınlanan bir yeşil.” (M. Butor, “Değişme”, sa:109) “Gemilerde güverte bileti almak, içi kazınmış ve yorgun argın varmak, uzun bir süre üçüncü mevkide yolculuk yapmak, çoğunlukla günde bir kez yemek yemek, parasını saymak ..... cesaret ve irade ister.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:74) “1913 güzünde bir geceydi. Yolcular iki saat önce Böne Garı’ndan yola çıkmışlardı. Sert üçüncü mevki sıraları üzerinde bir gece bir gündüzlük bir yolculuktan sonra Cezayir’den gelmişlerdi buraya..... yolun kötülüğü daha da geciktimişti onları.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:22) “1924 yılının kasımında bir gün, genç bir adam geç vakit, boş denecek kadar tenha bir trende seyahat ediyor, üçüncü sınıf vagonun penceresinden sürekli bir dikkatle dışarı bakıyordu. Manson, kuzeyden geldiği için bütün gününü tren içinde geçirmiş, yolda iki aktarma yapmış, fakat bütün bu yorucu yolculuğa karşın, yolculuktan duyduğu heyecan eksilmemiş, belki artmıştı.. Çünkü bu çelimsiz ve vahşi yerde meslek hayatına atılıyor ve doktorluk etmek üzere buraya geliyordu.” (A.J. Cronin, “Citadel”, sa:7) “Ünlü güldürü oyuncusu Bay Feniksov-Dikobrazov II, birinci mevki özel kompartımanında tek başına yaptığı yolculuktan sonra temsillere katılmak üzere D. Kentine geldi. Onu garda karşılayanlar aslında bu yolculuğun bir önceki istasyona değin üçüncü mevkide sürdüğünü, ancak adamın oradan aldığı biletle ‘gösteriş’ için birinci mevkiye geçtiğini biliyorlardı.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:123) “NİNA -... Oysa bir çocuk sevinciyle yaşıyordum burada... Sabahları uyanınca bir şarkı tutturuyor, sizi seviyor, şöhret düşleri kuruyordum; ya şimdi? Yarın sabah erkenden üçüncü mevkide köylülerin arasında Yeletz’e gidip kültürlü görünme meraklısı tüccarların yapışkan iltifatlarına katlanmam gerekecek...” (A. Çehov, “Martı”, sa:93) “Bizimkinin yükü mükü yoktu, gemiden sessizce rıhtıma indi. Devenin ardına düşmesinden korktuğu için Marsilya’nın içinden hızla geçti. Tarascon’a giden trenin üçüncü mevki vagonlarından birine yerleştikten sonra rahat bir soluk aldı.” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136) “Yolcular arasında sınır dışından dönenler de vardı; ama daha çok üçüncü mevki vagonlar dolu idi, yolcuların çoğu da aşağı tabakadan iş adamlarıydı, geldikleri yer de uzak değildi.” (F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:I, sa:7) “Yol masrafı çok tutmuyordu; bayanlar Alyoşa’nın ölen velinimetinin ailesi Avrupa’ya giderken hatıra olarak verdikleri saati rehine koymasına izin vermediler. Bolca para verdiler, ayrıca yeni bir kat elbise ve çamaşır aldılar. Fakat Alyoşa paranın yarısnı geri vererek ille üçüncü mevkide seyahat edeceğini söyledi. (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:25) “Tek beyaz adam olarak şantiyede yegane efendiydim. Köprünün yakınındaki işi denetleyen Anglohintliler benimle aynı nüfuzu kullanamıyorlardı. Üçüncü sınıfta yolculuk eder, geleneksel haki giysileri kısa pantolonlar ve geniş cepli ceketler- giyer ve işçileri mükemmel bir Hintçe’yle aşağılayabilirlerdi.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:12) “Çift-obo’ya benzer org bir maymunun ellerinde, bir timsah gelişi güzel ud’la oynamakta. Bir aslan, lir’le nağmeler saçıyor. Şurada burada küçük heykeller; ikinci ve üçüncü sınıf tanrıçalar birbirlerini hanedan ailelerine has bir vakar ve sonsuzluktan ödünç alınmış bir sessizlikle selamlamakta.” ..... “Hasan, yine yalnızlığıyla paylaştığı sağır-dilsiz bir mutluluka yolcu treninin üçüncü mevkiinde, tıkır tıkır dört nala koşturan vagonların birinde, uyuya sarsıla üç günlük bir yolculuktan sonra, şehirlerin şehri İstanbul’un Haydarpaşa Gar’ına ulaştı. Hac, bitmişti.” (İ Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui;Kürt Hasan”, sa:81;162) “Benim kamara hulyalarım bir anda batık gemi gibi sönüp gitmişti. Öğlenki geziden hatırladım, geminin ortasında koskoca geniş bir alan vardı, alt kattı ve rıhtımdan inekleri, öküzleri vinçlerle aşağı indiriyorlardı. -Hala, biz ineklerle, öküzlerle aynı yerde mi sabahlayacağız? Halam yarı utangaç bir tavırla: -Evet, oğlum; n’apalım, biletimiz üçüncü. ‘Güverte’ demek de bu, gündüz açıkta oturacaksın, akşam da ambarda uyuyacaksın.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:64) “Hepsi bu kadar mı? Nazilikle kalsaydı iş neyse. Şimdi Almanya’da üçüncü sınıf insan konumundaki Türkiyelileri görmeden gezebilmek olası değil. Kendine uucuz işgücü arayan çok ulusluu, tek uluslu dahil bir sanayinin suçu olarak değil, gündelik yaşantının içinde, çalışma hayatının içinde işlenen kaba, anlayışsız, kendini üstün gören bir tavırla yoksulluk yüzünden göç etmiş insanlara karşı işte Alman’ın işlediği bir suçtur bu, genel ve en kaba boyutuyla. Bir halkın değerlendirilmesinde de ortalama bir insan, kısaca sokaktaki adam ölçü oluyor.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:178) “ ‘İkinci mevkide geliyorsa hiç inmesin, çeksin gitsin daha iyi!’ Lotte içerlemişti, bana bir ders vermek istiyordu ki, tren istasyona girdi ve durdu; Lotte hemen vagonlara doğru koştu. Acele etmeden, peşisıra gittim; arkadaşının üçüncü mevki bir vagondan indiğini gördüm: Yanında gri ipekten bir şemsiye, bir battaniye ve gösterişsiz bir el çantası vardı. ‘Bu benim ağabeyim, Anna!’ ” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:62) “Hiç. Avusturyalı bir yolcu; başkalarıyla Viyana şivesiyle konuştuğunu duymuştum. Bu üçüncü mevki güvertesinde karşı karşıya otururken birden İtalyanca sordu: ‘Hangi kamaradasınız?’ ‘Kamaram yok benim.’ ” .... “Şimdi bana bir yatak lazım. Nerde bulmalı? Nerde olacak, her yerde! Üçüncü mevki yemek salonunun üstünü kaplayan dört köşe zemine dümdüz uzanıp uyku çekiyorum. Deliksiz bir uyku.” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:107;108) “Sylvestre parmaklığa dayanmış, kurdeleleri uçuşan şapkasını hep o çocuk duruluğu, gençliğe mahsus sevimlilikle sallayıp duruyor; büyükannesi de üçüncü mevki vagondan olasıya sarkmış, uçuşan mendilini ona gösterebilmek için besbelli çırpınıyordu.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:183) “İlle üçüncü mevki vagonla dönmek istiyordu. Ağlaya bayıla, saç baş yolarak ikinciye zor razı edebildiler. Tren dolu idi; bulabildikleri tek yeri Nebile’ye veren ana baba yolculuğu koridorda, heybeler, bavullar, torbalar üzerinde yaptı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:181) “Üçüncü mevki... İnsanlar sırt sırta... İğne atsan yere düşmez. Çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar... Vagonun koridoru da hıncahınç dolu. İçeride bir koku! Ayak kokusu, sigara dumanı, ter kokusu... Koridora yorgan sermişler, heybeleri koymuşlar... Heybeler iş görüyor: Yastık. Hatta yüznumaraların içine girip oturmuşlar.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:47) “Dün akşam güverteyi dolduran üçüncü mevki yolcularını görmemiştim: Bunlar gerçek Türkler, erkekler kaftan giymiş, kadınlar peçeli. Sonra karaya yaklaştığımız gibi burnumuza ansızın bir koku geliyor, benim duyularım için, keskin, özel, pek hoş bir koku, -eskiden çok iyi bildiğim, uzun zamandır unuttuğum Türk topraklarının kokusu bu..” (P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:46) “Olağan şeylerdi bunlar, insan sık sık ‘Şu ya da bu vapurda ikinci sınıf kamara almak yazık. Üçüncü sınıflar bile en az birinciler kadar lüks çünkü,’ diyenlere rastlıyordu. Belki France yumuşamış olurdu, belki kapıyı açıp: Aman! Şuraya bakın!,’ derdi, ‘başka vapurdakilere hiç benzemeyen bir kamera. Bütün üçüncü sınıflar böyleyse.’ ” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:123) “Ötesini berisini doldurduğu iki çıkınının arasında kendisi de üçüncü bir çıkın gibiydi Eski Lloyd yolcu gemisinde üçüncü mevki yolculuğuna katılarak, tozlu bir sabah Recife’de karaya çıktı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33) “ ‘Tren geldi. Platformun üzerinde uzayarak durdu. Trenimi yakaldım. Haydi bakalım gerisingeri Londra’ya geceleyin. Sağduyunun ve tütünün yarattığı ortam nasıl da doyurucu; sepetleriylle üçüncü mevki vagonlara tırmanan yaşlı kadınlar; pipoların emilişi; ara istasyonlarda ayrılan dostların ‘hoşçakal’ları, ‘görüşelim’leri ve sonra Londra’nın ışıkları.’ ” (V. Woolf, “dalgalar”, sa:210) “Sonra trene biniyor ve üçüncü mevki bir kompartımanın pis bir sırasına oturuyor, mantosuna sarılmış bir halde, doktoruyla birlikte, Leon Tolstoy, Tanrıyla baş başa kalabilmek için işte böyle kaçıyor.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:286) “ ‘Sevgili Friderike, Bu mektubu sana trende yazıyorum..... İkinci mevki çok doluydu. Üçüncü mevkide rahatlıkla yer buldum kendime...’ ” (S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:88) Üf : Of aman (sıkıntılı) yeter artık, Ooo (neşeli ve beğeni dolu) maşallah “Çevremizdeki oğlanlar, ‘İşte, albay orada... Üf, gelinin elbisesine bak. Müthiş güzel,’ diye aralarında konuşuyorlardı. Konuklar masalara oturdular, garsonlar şarap getirdiler ve orkestra çalmaya başladı. Patlamış mısır satıcısının çevresini çığlık çığlığa oğlanlar almıştı, aldıkları mısırları oracıkta gövdeye indiriyorlar, boşalan kağıt torbaları yerlere atıyorlardı.” (P. Coelho, “Hac”, sa:97) Üflemek : Bir nefesli saz çalmak, örneğin ney; Oral seks yapmak (Argo) “Tahtalara uzandım. Genç bir ses duydum. Bir delikanlı. ‘Bir çeyreğe üflerim sizi bayım!’ ..... ‘Üzgünüm evlat,’ dedim ona, ‘son kuruşumu bile aldılar.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:24) Üfürmek : Yürütmek, çalmak (Argo) “Ayı bitirmeden sonuncu yüzlükten ötekini çekecekti. ‘Yüz ruble de götürsem aynı kapıya çıkar: alçağım ama hırsız değilim; yirmi dokuz yüzlüğü üfürdümse de birini geri getirdim!’ ” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:337) Üfürsen <üflesen> yere düşecek, yıkılacak : Çok zayıf, narin ve nahif, cılız, ince, dayanıksız, çelimsiz, tirit “Yaşı çok ilerlediği için gözleri de sönüverdi bir gün. Tuttular, caddelerde dolaştırsın diye yanına bir adam verdiler. Bizim kır saçlı, tiride dönmüş ihtiyar üfürsen yere düşecek durumdaydı, gelgelelim, ‘Ben generalim’ diye gururlanmasından yanına varılamıyordu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:46) “Ali, çok uzun boylu, çiçek bozuğu, uzun yüzlü, incecik, üfürsen yıkılacakmış gibi bir adamdı. ‘Bu gece yarısı,’ dedi, ‘bu gece yarısı in cin belli değil. Gel şurada sabaha kadar uyuyalım.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:189) “Grenouille pencereye çıkınca bağrışmalar kesiliverdi.....Ne bir ayak sesi ne bir öksürük ne bir soluk duyuluyordu. Kalabalık sırf göz-kulak kesilmişti. Yukarıda, penceredeki bodur, üflesen yıkılacak, iki büklüm adamın, bu güdük şeyin, bu zavallı cücenin, bu solda sıfırın iki düzineyi aşkın cinayet işlemiş olacağını aklı almıyordu kimsenin.” (Patrick Süskind, “Koku”, sa:225) Üfürük : Savruk, hayatta her şeyi hafiften alan, zayıf yapılı: ‘Bir üfürsen gider!’ “Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe! ‘Şunu bilmelisin ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma, ben üfürüktüm; onun önünde dikiş tutturamam! O ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı.’ ” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:287) Ülen : Kabaca hitap: Hey!, -oğlan’dan gelirBk.: Ulan “Ülen Süleyman, biz geldik, aç kapıyı; diye ünledi. Hep birden içeriye daldılar. Ben de daldım. Odada bir bağrışma çağrışma oldu. Aha, o vakit, elimden testi düşüverdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:58) “Murat Ağa çıktı. Bu şekilde Ahmet Ağa bize karşı samimiyetini ispata çalışıyordu. Sonra oğlu Hasan’a döndü: ‘Ülen, ben Çakırcalı hakkında ne biliyorsam hepsini efendilere söyledim. Siz de bir şey saklamayın.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:165) “-Bir peksimet versene ülen! -Dün tütün verdim ya sana, birader. Al, Allah müstahakkını versin.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:277) Ülker gerdanlığı : Yedi yıldızdan oluşan Ülker Yıldız Takımı “Derken, o gece bir dostun bahçesinde kalmamız gerekiyordu. Hoş ve neşeli bir yerdi burası: Birbirine karışan ağaçlar gönlümüzü çekiyordu. Toprağına kristaller dökmüşler, asmalarına ülker gerdanlığı asmışlardı sanki. Irmağının suyu tatlı bir çimen, Kuşlarının sesi güzel bir orman... Birinde rengarenk güller, laleler, Öbüründe türlü türlü meyveler... Gölgelerde dağların esintisi Hareli bir halı döşemiş gibi...” (Sa’di, Gülistan”, sa:28-9) Ülker yıldızı : (YUN. MYTH.): Peren, Pervin de denir. Yunan Mitolojisine göre, bunlar yedi kızdır. İnsanlarla evlenmiş, öldükten sonra göğe çekilip yıldız olmuşlardır “Sultanın fikrine karşı bir fikir, Öz kanınla et yıkamak gibidir! Gündüze ‘gecedir’ dese de sultan, ‘Tabii ki, işte Ülker!’ demeli insan.” (Sa’di, “Gülistan”, sa:78) Ümide düşmek : Ümitleri yeniden canlanmak, ümitlenmek “Seniha, boş zamanlarında Hakkı Celis’i yakalıyor ve onunla bir kedinin bir fareyle oynayışı gibi oynuyordu. Zavallı çocuk bir an geldi ki, adeta yeniden ümide düşer gibi oldu.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:95) Ümidi kesmek : Beklentilerini yitirmek “HARPAGON, kendi kendine. - Bu sırrı öğrendiğime pek sevindim, tam istediğim de buydu. (Yüksek sesle.) Hey! Bana bak oğlum, sana söyleyeyim mi ben? Artık bu sevdadan vazgeçmeye bak; onu ben alacağım, anladın mı? Ümidi kes ondan; yarından tezi yok sana uygun gördüğüm bir kadınla evlenirisin.” (Moliere, “Cimri”, sa:104) Ümidi, ümitleri suya düşmek : Düşkırıklığına uğramak, beklentileri boşa çıkmak “Sonra Ali Rıza Bey’in elini sıktı. -Hocam, affedersiniz! Acele bir işe gidiyorum, dedi. Yolunuz düşer de uğrarsanız memnun olurum... Allahaısmarladık. İhtiyar adamı koridorda yalnız bırakarak süratle merdivenlerden indi. Bu son ümit de böyle suya düşmüş oluyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:66) “Yaşlı hahamın kendi de ona bakıp kutsal yazıları açarak minik başı üstünde Peygamberler Kitabını okumamış mıydı derken bir belirti bulmak için bebeğin göğsünü, gözlerini, hatta ayaklarının tabanlarını aramamış mıydı? Ama yazık ki, vakit geçtikçe, ümitleri bir bir suya düşmüştü.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:43) Ümük : Boğaz, gırtlak “Yoksulluk, o zalim aman vermez hastalık kız kardeşi Çaresizlik’le birlikte ümüğüne çökmüş büyük bir halkın” (Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:134) Ün, ünlemek : Çağırmak, seslenmek “ ‘Sen çık hadi yokarı!’ Anasına seslendi: ‘Anaaaaa!..’ Irazca’nın yüreği gürp etti bu acı üne. Hemen çıktı: ‘Yüreğimi oynattın! O nasıl ün öyle?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:167) “Ülen Süleyman, biz geldik, aç kapıyı; diye ünledi. Hep birden içeriye daldılar. Ben de daldım. Odada bir bağrışma çağrışma oldu. Aha, o vakit, elimden testi düşüverdi.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:58) Ün - Şöhret kazanma hırsı : (PSYCH.,KOLL.) : Şu ya da bu fikir, idesl için, hayatını bile tehlikeye sokacak bir şekilde olağanüstü bir gayret sarfetme “ ‘Şunu anlatmak istiyorum ki Sancho, dünya ölçeğinde ün kazanma arzusu epey güçlüdür. Horatius, baştan aşağı zırhlı bir halde neden kendisini kaldırıp Tiber Irmağı’nın sularına bırakıyordu acaba? Mutius neden elni kolunu yaktı? Curtius’u Roma’nın ortasında açılan o alev çukuruna atılmaya zorlayan neydi? Cesar, bilicilerin karşı koymalarına rağmen, neden geçti Rubicon Irmağı’ndan? ...Cortez liderliğinde Yeni Dünya’yı aramaya çıkan İspanyollar geri dönüş umutlarını yok etmek için gemilerini neden yaltılar? <M.S. 411’de Cebelitarık’ı geçen Arap Kumandanı Tarık bin Ziyyad, niye kendi gemilerini ateşledi ve adamlarına dedi: ‘İşte arkanız ateş, önünüz düşman, ileri marş!’.İ.E.> Bütün bu büyük eylemler, ü n t a n r ı ç a s ı n ı n eseridir, önceleri de böyleydi, bugün de böyledir,bugünden sonra da böyle olacaktır.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:459-60) Üretral Faz : (Urethral Stage, Urethral Erotism) (PSYCH.) : Doğumdan sonraki çocuk gelişiminin klasik Freudian klassifikasyonuna göre, oral, anal ve fallik olduğunu hep biliriz. Ve fakat, son on yılların literatüründe zaman zaman, kişinin karakter oluşumu üzerinde son derece etkili olan yeni bir ‘Üretral Faz’ dan bahsedilmektedir. Ben de, okuyucularımı onun hakkında -kısmen- bilgilendiriyorum (Dr.İ.E.) “Bu dönem, Freud tarafından ayrı bir faz olarak tanınmlanmamış olmasına karşın, ‘üretral faz’, vak’aların analizinde, ‘anal erotizm’in bir devamı olarak zikredilmiştir. Örnekler: ‘Freud Standard Collection, Vol.7, sa.72’de, ünlü D o r a vak’asında, Dora’nın rüyasını yorumlarken, ona rüyasında, babası -fakat gerçekte bir erkek misafir- tarafından verilmiş bir ‘mücevher kutusu’ (örtülü olarak, cinsellik organı ve şehvet)’nun annesi tarafından ‘yanması istendiği’ <yani, kutuyu kullanma>’ne ve Dora’nın genç yaşlara kadar yatağı ıslatmak problemine de dokunarak ‘ateş’ <seks) ve ‘idrar etme’ <üretral erotizm> arasındaki ilinti açıklanır. ‘Freud, 1908’de bu bulgusunu ‘Karakter ve Anal Erotism’ makalesiyle yayınlamıştı.(Vol.22, sa:102): ‘...Biz, hemen daima düzenlilik, titizlik ve inatçılık triad’ını <üçlüsünü> beraberce gördüğümüz ve ‘a n a l k a r a k t e r’ adını verdiğimiz kimselerin analizlerinden, bu semptomların ‘a n a l e r o t i z m’ den geldiğini saptadık. Aynı şekilde biz, buna benzer, fakat daha belirli h ı r s (ambition) ve ü r e t r a l e r o t i z m (urethral erotism) adını veriğimiz arasında bir paralelizm gördük. Bunu anımsatan bir satir’<efsane)’i mitoloji’ den Öğreniyoruz: Büyük Aleksandr, sırf şöhret edinmek için, Ephesus’taki Artemis mabedini yakan Herostratus ile aynı gecede doğduğunu söylemişti. Eskiler herhalde idrar etmenin yangın ve yangın söndürmekle olan ilintisini biliyorlardı. ‘1930’da Freud, ‘Uygarlık ve Onun Tatminsizlikleri ‘ (Civilization and It’s Discontents) adlı eserinde, ilkel insanın ateşi kontrol ettiğinden bahisle, bugün bile Mongolistan’da küller üzerine idrar etmeyi yasaklayan bir yasa bulunduğunu iletir. A t e ş i s a k l a m a k (conserving fire – konsörving fayr), asırlardanberi süregelen bir gelenek haline gelmiştir. ‘A n d a m a n adalılar, ateşi alevlendirmekten ziyade onu korurlar. O l i m p i k a t e ş ded dört yılda bir yanar ve ebedi olarak korunur.. ‘Freud, P r o m e t h e u s’un taşıdığı b a s t on <penis>un, içinde ateş söndürebilecek ‘idrar akımı’nı da <su> içerdiğinden ve insanların tarih süresince, yaşadıkları için ‘ateşin yanışını söndürmekle mükellef’ ve bunun için de ‘..bir nebze eşcinsellik bulaşmış penisleriyle ateş söndürme arzularını bastırmak zorunda olduklarını’ yazar. Feud’ün, Heine’nin bir şiirinden aldığı şu mısralari ‘penis’in dual rolünü mükemmel bir şekilde aksetirmektedir: ALM.: ‘Was dem Menschen dient zum Seichen Damit schofft er Seinesgleichen. TÜRK.: Adamın işemesine hizmet eden şey, Hayatını da yaratıyor.... ‘Üretral Faz’ın modern psikiyatri’de isim babası kimdir? Dr. Henry A. Murray (1893- ?)’dir. (Boston Psikanalitik Enstitü’nün kurucularından ve oradan emekli (1962) olan Dr. Murray, 29 mart 1966’da bize ’Karakter Nöroz’ları hakkında bir ders vermişti. Notlarımdan : “Karakter Nörozu’nun yapısı nedir? Bu kimselerin davranışları e g o – s y n t o n i c’ (ego eşdeğeri) dir. Ego, bu davranış ögeleriyle tam bir harmoni içindedir. Semptomlar, bu kişilerin hayat tarzıdır. ......Hastalığın semptom olarak sergilendiği bilinçötesi bir ‘arzu doyurma’ (wish fulfillment – wiş fulfilmınt) vardır. Güçlük, bu ‘karakter nörozu’nu yapılayan ögelerin, p r e – g e n i t a l kökenli olmalarıdır. Tüm pre-genital kişilikler, bir savunma sistemi inşa ederler, Ödipal Kompleks’ini çözmüş bir kimsedeki gibi oturmuş davranış ve moral kod’lara sahip olmadan yaşarlar.......Bu pre-genital yapının özel elemanları nelerdir? (1) Kendi hayatlarına –primitif bir şekilde – sahiplenme, (2) Beklentiler düşkırıklığı ile sonlandırıldığında, çok miktarda hiddet (rage-reyc) gösterisi, ve (3) Kat’i, fakat ancak not edilebilecek bir p r o j e k t i f (yansıtıcı, çabuk boşalan sistem, her yerde ‘hazır ve nazır’lık, ‘sihirli-majikal’ düşünce, ve zaman zaman gelen hiddet nöbetleri. (temper tantrums) görülür. Dr. Murray’nün diğer enternasyonel olarak kabul edilmiş keşifleri ve eserleri: .Claustral (Pre-natal, Intra-uterine) hayat incelemeleri, .Icarus Complex, .T.A.T. (Thematic Apperception Test) -1935-, . İnsan ın ‘duyulama’ yaşamında, a) alpha press (gerçekten mevcut), b) beta press (kişinin algıladığı duyu. Dr. Murray, insanlığın sosyal yaşamında bir ‘dünya Devleti’ kurulabileceğine ve tüm dünyanın bir ‘kardeşlik sevgisi’ içinde yaşayabileceğine inanıyordu. İlginçtir, ünlü film’deki yunus: ‘Moby Dick’ hakkında aratırıcı bi eser yayımlamıştı. Dindar, inanç sahibi bir adamdı; bu yolda da, ‘Bilim Devrinde Din Enstitüsü’ adlı bir dernek kurmuştu (Dr.İ.E.) ” (İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Basım, sa:162-3) Ürkek ürkek : Korkulu, çekingen “Havlu atkısıyla örttüğü iri göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79) Ürümek : Köpek havlaması “LORD - Avcıbaşı sana söylüyorum, tazılarıma iyi bak..... 1inci AVCI - Yok, Belman da onun kadar iyidir efendimiz. Adamakıllı kaybolmuş ava nasıl ürüdü; sonra bugün iki defa en duyulmayacak kokuları buldu: inanın bana, bana kalırsa o köpek daha iyi.” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8) Ürya : Rüya “Koca koğuş hep bir ağızdan: -Hayırdır inşallah dedi. Bacanak ayrıca sordu: -Ürya mı gördün bacanak?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:166) Üryan : Çıplak “NEHİRLER BOYUNCA KADINLAR GÖRDÜM <1955> Kızılırmak parça parça olasın Bir parça ekmek siyah on kuruşluk kına kırmızı Taş toprak arasında türküler arasında Karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan Kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı Kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:50) Üstat : Ehil, hoca, bir sanat ya da bilim dalının piri, üstün yetenekli, alim kişi “Üstadım, bunun üzerine: -Zaten ben de bunu düşünüyordum, diye yanıt verdi ve anlatmaya başladı: Evladım, bu kayaların içinde, geride bıraktığın dairelere benzer derece derece daralan üç küçük daire daha vardır. Hepsi de cehennemliklerle doludur. Fakat sonradan kendi gözünle görüp anlayabilmen için, onların neden ve nasıl böyle balık istifi edildiklerini öğrenmen iyi olur.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:157-8) “Sanki Rembrandt’ın bir resmi, çerçevesinden çıkmış, büyük ressamın kendine mal ettiği kara hava içinde sessizce yürüyor... Delikanlıya, keskin zekasını belli eden bakışlarla baktı; kapıya üç kez vurdu; gelip açan kırk yaşlarında, hastaya benzer adama, ‘Merhaba, üstat,’ dedi.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:14) “Otto henüz elli yaşında bile değildi, ama yüz yaşında gösterirdi..... Gut hastalığı olanlar gibi çok çabuk sinirlenirdi. Baudolino’yla ilk konuşmasında, neredeyse kükreyerek, ‘İmparator’u bir sürü palavra atarak fethettin, değil mi?’ demişti. ‘Üstat, yemin ederim ki hayır!’ diye karşı çıkmıştı Baudolino, Otto da şöyle demişti ona: ‘İşte, inkar eden bir yalancı, bunu doğruluyor. Gel benimle. Bildiklerimi sana öğreteceğim.’ ” (U. Eco, “Baudolino”, sa:51) “‘Chiara... Kadının, doğuştan öylesine ters olan yapısı, ermişliğe yücelince sevecenliğin en soylu aracı olabilir. Yaşamımın nasıl en arı bir erdenlikten esinlendiğini bilirsin, William.’ (Üstadımın bir kolunu sımsıkı tuttu,’, ‘bilirsin nasıl... yabanılca -evet, yabanıl sözcüğü doğru- nasıl yabanıl bir tövbe susuzluğuyla içimde etin çağrısını köreltmeye, kendimi yalnız Çarmıha Gerilmiş İsa’nın sevgisine açık bir duruma getirmeye çalıştım...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:92) “Mevlana’nın hizmetinde Hamza adında bir neyzen vardı. Son derecede iyi çalan bir üstattı. Bu neyzen birden hastalanıp öldü. Olayı Mevlana’ya bildirdiler. Mevlana hemen kalkıp neyzenin evine gitti, kapıdan içeri girince ‘Aziz dost Hamza, kalk’ dedi. Hamza ‘buyur’ diyerek kalktı ve ney çalmaya başladı. Üç gün üç gece büyük bir sema yaptılar. O gün yüze yakın Rumlu kafir müslüman oldu. Mevlana mübarek ayağını evden dışarı atar atmaz neyzen öldü.” (A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:252) “UŞAK - Efendim, babanız kitaplarınızı bırakıp ablanızın odasını toplamaya yardım etmenizi arzu ediyorlar: yarın düğün var diye. BIANCA - İkinize de Allahaısmarladık muhterem üstatlarım; gitmem lazımmış. (Bianca’yla uşak gider.)” (W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67) Üst-baş (almak, dökülmek, harcamak); Üst baş hak getire : Elbise, giysi (Almak; yırtık pırtık, bakımsız olmak); Giysi demeğe bin tanık ister “Beni dikkatli dikkatli bir süzdü. -Sen ne yaparsın? dedi. -İş yapmam. Kötü kötü baktı: -Aylak mı gezersin? Maşallah. Üstün başın da temiz. Boş ver! Yalan söyleme. Sen ne iş yaparsın?” (S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Kafa ve Şişe”, sa:75) “Bir ara Gil ve ben odadan çıktık, binanın bodrum katındaki nezarethaneye indik. Hücreler, hepsi de kara derili olan tutuklularla tıkabasa doluydu; adamların en azından yarısının üstü başı yırtılmıştı, yarılan kafalarından kan boşanıyordu, suratları şişmişti.” (P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:79) “Gün iyice ikindiye devrilmişti. Orağı koluna takmış, Bayram çıktı geldi. Toz toprak içindeydi. Ter, saçlarını alnına yapıştırmıştı. Ter, kulaklarından aşağı, boynuna sızıyordu. Avurtları da birbirine geçmişti. Güldüğü zaman dudakları çatlayacak gibi oluyor, derisi geriliyordu. Üstü başı perme perişandı.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:72) “Kimseye selam vermeden küçük dans pistinin çevresinde yer alan çok sayıdaki nişlerden birine oturdu ve kendisine bir kahve ısmarladı; üstü başı kir pas içindeki yaşlı bir kadın, kahvesini getirdi. Duvarlara kırmızı boya ile çıplak kadın resimleri yapılmıştı. Yaşlı ve genç çapkınlar köşelere çekilmişler, fahişelerle alem yapıyorlardı.” (H. Böll, “Solgun Köpek-Yürek Yarası”, sa:11) “Gözleri yukarı doğru yuvarlanıp duruyordu, beyninin içine bakıp ters giden şeyin ne olduğunu görmek ister gibi. Üst-baş paçavra, pantolonunun yırtık cebinde bir şişe büyük şarap.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:56) “Sana bu ay üst-baş aldım. Günde eline elli frank veriyorum. Oda kiranı ödüyorum. Sense, öğleden sonraları ahbaplarınla kahve içiyorsun.” (A. Camus, “Yabancı”, sa:35) “Çocuğunuz eve üstü başı çamur içinde ve ağlayarak girer. O kendi dünyasındaki sıkıntılı bir durumdan kaçıp size sığınmak ister.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:82) “-... Sıradan bir meyhanede karşılaştık. Sarhoş, sefil, asalak herifin biri, daha önce bir yerde çalışmış ama sarhoşluğu yüzünden işinden çıkarmışlar. Dedik ya, hayırsızın biri! Üst baş hak getire.” (F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76) “Colandrino’nun ölümünden sonra, belki aylar sonra, kendimizi birtakım dağların eteklerinde bulduk; bu dağları nasıl aşacağımızı bilemiyorduk..... Üstümüz başımız perişandı, güneşten yanmış, bir deri bir kemik kalmıştık, yanımızda sadece silahlarımız ve heybelerimiz vardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:474-5) “Gülün yapraklarının ucunda da yapma su damlacıkları vardı. Giysisi açık sarıydı, kırmaları yeşille karışık, küçük çiçekli üç tane gül demetiyle tutturulmuştu. Charles gelip onu omzundan öptü. Genç kadın: ‘Bırak beni,’ dedi, ‘üstümü başımı buruşturuyorsun!’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:57) “-Evet, ben artık işten eve, evden işe. Giyimimden utanıyorum. Dedim ya, senin çalışman drahoma için, Filistin için, üstün başın benden iyi. Bana kızma n’olur, e mi?” (Füruzan, “Kuşatma”, sa:100) “-... İş olsa çalışırım tabii. İster senin yanında çalışayım, ister başkasının; bana göre hava hoş. Hani... çalışan adama pek benzemiyorsun da... Üstün başın... Fakat, düşmez kalkmaz bir Allah...” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:71) “Yumurcak birkaç saat pestil gibi yerde serili kaldı.Öfkesinin şiddetinden hep kendi kendini didikledi. Yumruklarını ısırdı. Üstünü başını paraladı. Babasına büyük kin bağladı. Gücü yetse boğazına atılıp onu boğacaktı. Ama insanın kuvveti yetmediği zamanlarda bir fırsat çıkmasını bekleyerek kinini saklamak gerektiğini daha o vakitten anladı.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:24) “Dehşete kapılmıştık. Özürlülere ayrılmış bir vagonda bulunduğumuzu düşünerek, bir başka vagona kaçmaya çalıştık, ama bütün trende durum aynıydı: üstü başı paramparça, pislik içinde ve karanlığa mahkum hayvanımsı insanlardan oluşan büyük bir konvoy. Mısır’da sefaletin ancak geceleri dolaşabildiğini anladığımızda, yedi saattir kabus görüyorduk.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:66) “OKTAY’A MEKTUPLAR III Bir aydanberi iş arıyorum, meteliksiz. Ne üstte var ne başta. Onu sevmeseydim Belki de beklemezdim İnsanlar için öleceğim günü.” (O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:362) “Zorba üstü başı çamur ve leke içinde çıkageldi, gömleği lime limeydi. Yanı başıma büzüldü. Sevinçle, ‘Günümüz iyi geçti, çalıştık!’ dedi. Zorba’nın dediklerini duymuş, anlamamıştım. Aklım uzaktaki esrarengiz kayalıklardaydı.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:180) “İki misli, üç misli daha çalışır, didinir, ölür biter de çocuklarının kılına hile getirmez. Getiremez. Şu yoksullukta, şu bela içinde bile Hasan’ın çocuklarına bir bakınca hayran kalırsın. Pırıl pırıl, tertemizdir üstleri başları.” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:77) “Eskiden, kumaş ya da tahıl ticareti yapan, yahut yağ veya sabun tüccarı olan üstleri, herhalde savaşa katılmak zorunda kalmışlardı. Bu adamlar bıyıklarının uzunluğu veya paraları sayesinde subay olmuşlardı, üstleri başları, yünlülerle, silah ve şeritlerle kaplıydı.” (G. de Maupassant, “Tombalak”, sa:14) “HARPAGON -... Böyle iki dirhem bir çekirdek gezmek için parayı nereden buluyorsun? CLEANTE - Ben mi, baba? Kumar oynuyorum; talihim var, kazanıyorum, bütün kazandığım parayı üstüme başıma harcıyorum.” (Moliere, “Cimri”, sa:46) “EVLERLE SAVAŞ -----------------------Geri mi kalır kumaş, deri Onlar da zalim, kalleş. Alalı kaç gün oldu Eskir üst baş.” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:34) “Şimdi, beş dakika, diyelim on dakika içersinde sırada olacaktım; demek ki korktuğum kadar değilmiş. Hava ağırdı, üst baş ve nefes kokuyordu. Bir yerdeki kapı aralığından eterin giderek artan serinliği yayılıyordu.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:83) “Londra’da Bir İmarethanenin Önünde Duran Çocuklar Uzun bir çocuk alayı gördüm, dizilmişler ikişer ikişer bir imarethanenin önünde. --------------------Batmışlardı kirlere, perişandı üst başları yapışıyordu bedenleri duvarlarına evlerin.” (Ernst-Maria Richard-Stadler,<1883-1914>-Danyel Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, “19.10.09) “Algı düzeneklerine o ölçüde egemen olamayanlar ise, başka yana bakmaya, başka yana kulak vermeye, başka şey düşünmeye çalıştılar ki bu da pek kolay olmadı, çünkü pek bir ortada, pek bir geneldi rezalet.. Üstünü başını ve yakınlarını bulan, olabildiğince çabuk, olabildiğince göze batmadan çekip gitti. Öğleye doğru meydan bomboştu.” (P. Süskind, “Koku”, sa:242) “Üstleri başları dökülen dağınık saçlı kadınlar, kafalarını kaşıyıp bitlerini gıdaklayarak, sokağa bakmaya ve herhangi bir şey için avaz avaz bağırmaya çıkıyorlardı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:37) Üstelemek : Israr etmek, zorlamak “Keçecilerin Rüstem Bey Yangın’dan bir süre sonra İzmir’e yerleşince eskiden nüfus katibi olan Ahmet Efendi’nin üstelemesiyle konağı otel yaptı. Zamanla her kata ayakyolu, odalara lavabo yapıldı.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:10) “Fakat Bacon’ın tümevarım kuramına yaptığı yardım asla küçümsenemez: Onun önemi ayıklama veya atma yönteminin uygulanmasında ve her zaman gerçek olaylara dayanmakta üstelemesinden ileri gelmektedir.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:20) “Köy berberi Nikolas Usta, hiç kimsenin Şövalye Febo ile yarışamayacağını; onun karşısına çıkabilecek biri varsa, bunun sadece Amadis de Gaula’nın kardeşi, kendini her türlü koşula uyarlayabilen Don Galaor olabileceği konusunda üsteliyordu: o da nazenindi, ne de kardeşi gibi sulugözdü; üstelik, mesele cesaret oldu mu, kardeşinden hiç de geri kalmıyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12) “‘Geri dönelim’, diye yalvardı çocuk. İlyas, fazla üstelememeye karar verdi; bu çocuk, kısa yaşam süresi içinde şimdiye kadar birçok zorluklarla karşı karşıya kalmış, korkuyu tanımıştı.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:229) “‘Yazmak için ne gerekir’ diye üsteledi Yao. ‘Sevmek gerekir. Karını nasıl sevdiysen öyle bir sevgi gerekir. Daha doğrusu nasıl seviyorsan.’ ” (P. Coelho, “Elif”, sa:85) “Komiser konuyu değiştirdi. Üsteledim ama başka bir şey söylemedi. Pasaportuyla seyahat etmeye devam edip edemeyeceğini sorduğumda, ‘Elbette, bir suç işlemediğine göre,’ diye yanıtladı.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:21) “‘Bay Foe’yu gördüğünüzde lütfen şunları ona verir misiniz?’ mektupları ona uzattım. Başını hayır anlamında salladı. ‘Bay Foe’yu görmeyecek misiniz?’ diye sordum. Tekrar başını salladı. ‘Kimsiniz? Neden Bay Foe’nun evini gözetliyorsunuz?’ diye üsteledim. Bir yandan da bir başka dilsize mi çattığımı merak ediyordum.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:59) “Orada bir süre oturup sigaralarını tellendirdiler. Truman yerinden kalkıp dar yarıktan aşağı, bir gelip bir giden sulara bakmadan edemedi, bir yandan da oraya nasıl inebileceklerine kafa patlatıyor gibiydi. Karısı da çektiği dumanı burun deliklerinden üflerken gözlerini kocasından ayırmıyordu. ‘Kalıbımı basarım’, dedi, ‘ötekiler aşağıya giden yolu bulmuşlardır.’ Truman ses çıkarmadan baktı ona, ‘Denize giden yolu mu?’ deyiverdi, kibarca alay ederek. ’Neden olmasın?’ diye üsteledi kadın.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:237) “ ‘Anımsamıyorum,’ diye onun sözünü kesti Jorge, kuru bir sesle, ‘çok yaşlıyım. Anımsamıyorum.....’ ‘Anımsamayışınız tuhaf,’ diye üsteledi Venantius, ‘çok bilgece ve güzel bir tartışmaydı; Benno’yla Berengar da katılmışlardı. Gerçekte, sorun, ozanların da salt zevk için tasarladıkları görülen, üstü kapalı benzetimlerin, sözcük oyunlarının ve bilmecelerin bizi nesneler üstüne yeni ve şaşırtıcı bir biçimde düşünmeye götürüp götürmeyeceğiydi...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:128) “Biribirimizden hiçbir şeyi gizlememeye söz vermiştik. Hatıra defterimi okumayı o kadar istiyordu ki, ona hemen okutmazsam çok üzülecekti. Kısacası o kadar üsteledi ve o kadar yumuşak davrandı ki, ben de onunkini okumak istediğimi söyleyerek kabul ettim.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:57) “Ansızın yüzüme baktı, çabuk çabuk: -Biliyor musun, dedi. Bir gün az kalsın oluyordu bu iş... Ama Allah kahretsin! Bir budalaydım, aptalın tekiydim!.. Acıyacağım tuttu! İster misin anlatayım sana bu hikayeyi? Tabii üstelemedim.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:50) “ ‘Pekala, madem bu kadar üsteliyorsun, o zaman biz de içki içiriz’ dedim. Birlikte bir rom meyhanesine daldık. Koca bir şişe rom satın alıp dışarı çıktık.” (O. Henry, “viski soda”, sa:230) “Kötü bir önsezi, bana daha birçok değerli soylu şeylerin mahvolmuş olabileceğini hatırlattı. Birdenbire kalbimde yeni bir burkulma hissetim: Meğer ben yurdumu ne kadar çok seviyormuşum, ruhumla huzurumla bu çatılara, kulelere, köprülere, sokaklara, ağaçlara, bahçelere, ormanlara ne kadar bağlıymışım! Heyecan ve telaşım üstelemiş, daha hızlı, bayram yerine koştum.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Kasırga”, sa:27) “<Baron>, kurdu ben vuramayınca ateş etmesi gerektiğini söyledi; her ne kadar avcı buna meydan ve olanak kalmadığını, çünkü kurdun derhal üzerime saldırmış olduğunu söylediyse de, Baron öbürlerine oranla daha az deneyimli bir avcı olduğumdan, bana daha çok göz kulak olması gerektiğini üsteledi.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:53-4) “Tüm aile, bu kadar çabuk evlenmek mi? diye hayretle birbirlerine bakıştılar. Bu adamın bu denli üstelediğini bir türlü anlayamıyorlardı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:31) “ ‘Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.’ Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu. Posbıyıklı manav Cemal ellerini mavi önlüğüne kurulayarak, ‘Beni çocukluğumdan beri bilirsin; kurban olayım, evim hemen şuracıkta biliyorsun, hadi gel gidelim,’ diye üsteliyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:9) “İnatla kaçamak yanıt vermesinden, donuk ve kapalı anlatımından üstelemenin yararsızlığını hemen anlıyorum; beni görmek istemeyen o Fenzile, nasıl gözdağı verdiyse, onu korkutmuş ya da hiç bir şey söylemesin diye para vermiş olacak...” (P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:110) “Az daha üsteleyecektim, ama vazgeçtim. Albert’in benim karşımda olağanüstü şeyler yapmayı taahhüt edip de daha sonra bunları başaramadığı duygusuna kapılmasını istemiyordum. Yokuşu sakin sakin, baskısız, kendi ritminde tırmanmasına izin vermek daha iyiydi.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:133) “ ‘Ne komik!’ dedi o günlerin birinde. ‘Sanki kızı benden istiyormuşsun gibi hissediyorum kendimi.’ ‘Yeri gelmişken,’ diye aklına esti sonra, ‘neden onunla evlenmiyorsun?’ Öylece kalakaldım. ‘Ciddi söylüyorum,’ diye üsteledi.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69) “Macintosh yüreğinde bir yazıklanmayla onu izledi. Bu adamın kendini beğenmişliği onu çileden çıkarıyordu; ama, içinden gelen bir şey üstelemesini istiyordu.” (S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:47) “ ‘İzninizle efendim’ dedi fırsatı yakalayan Hindi, ‘Kendimi sizin sağ kolunuz olarak görüyorum. Sabahleyin yazılarımı sıraya koyuyor, onları savaş düzenine sokuyorum’..... ve elindeki cetvelle şiddetli bir saldırıda bulundu. ‘Ama lekeler, Hindi’ dedim üsteleyerek.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:19) “ ‘Gel be ahbap!’ diye üsteledi. ‘Nazlanma, yürü. Bardaki yeni kızı görmedin sen. Tam sana göre bir şeftali!’ Gordon, Flaxman’ın sarı eldivenlerine soğuk soğuk bakarak, ‘Senin meselen bu aslında, değil mi? Bu yüzden süslendin sen, ha?’ dedi. ‘Kesinlikle ahbap! Nasıl leziz bir şeftali, bilsen!..... Masanın yanından geçerken küçük poposunu nasıl salladığını görecektin. Kanımın akışını hızlandırıyor kız!’ ” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:35) “…ben de kendisine, ölene kadar bir başına yaşamak istediğimi, güzelliğimden arta kalan dokunulmamış şeylere salt toprak ananın sahip olabileceğini belirtmiştim. Eğer bu sözlere karşın, hiçbir umut olmadığı halde, rüzgara karşı yelken açmak istediyse, suların tam ortasında batmış olmasına şaşıracak ne var? Ona umut vermiş olsaydık, kabahatli görülebilirdim; arzusunu yerine getirseydim, kendi istemime aykırı davranmış olacaktım. Terslenmesine karşın üsteledi ve hiç kimse kendisinden nefret etmediği halde yılgınlığa düştü. Şimdi söyleyin bakalım, çektiği acının suçu bende mi? Aldattığım biri varsa, yakınsın.” (Cervantes, “Don Quijote”, sa:88) “Capecce, Marpuccia’ya kalkmsını, kendisiyle birlikte çıkmasını işaret etti. Utangaç tavırlarıyla Martuccia çıkacak olayı tahmin ettiğinden kararsızlık içindeydi. Capecce oturduğu yerden kalktı, genç kıza yaklaşarak elinden tuttu, sürüklemeye çalıştı. Kardinal, onuruna oraya gelen kızın gitmesine şiddetle karşı çıktı; Capecce üsteledi, kızı odadan çıkarmaya çalıştı.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1 , sa:115) “ ‘Gerçekten böyle mi düşünüyorsun? diye üsteledi Firmino. ‘E, neden olmasın,’ diye gülümsedi Catarina, ‘Porto dünyanın bir ucunda değil ki.’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:205) “Sara, birçok kere, akşam saat onda, iş çıkışında uğrayıp onu almak için üsteledi, ama o her seferinde karşı çıktı. İnsanlardan ötürü değil; o saatte, daracık sokakta, birinci katın pencerelerindeki koruyucuların göz kulak olduğu üç sakin orospudan başka kimse olmaz. Doğrusu, her şeyden çok geceleri kol gezen saldırgan sıçan sürüleridir çekindiği.” (A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13) “-Öldürdüğüm gün, kokain sarhoşu olduğumu dememeliymişim. Olur mu? Kokain almasaydık, ‘İlle beni vur,’ diye zorlatır mıydı? -Vur, diye üsteledi mi, sahiden? -Üsteledi sayılır! Son günlerde, bütün lafları vurmak, vurulmak üstüneydi! ‘Hiç adam vurdun mu Mehdi Bey?’ ‘Kaç adam vurdun, doğru söyle,’ ‘Vurduklarının içinde karı var mıydı?’ ‘En küçüğü kaç yaşındaydı?’ ‘Hiç kız çocuğu vurdun mu? Doğıusunu demezsen ölümü öp’. İşte, bütün lafları bunlar...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:252) “Korney güçlü yumruklarını sıktı: -Söyle, doğru mu anlatılanlar? -Bırak şimdi saçmalamayı!... Çizmelerini çıkartmamı istiyor musun? -Haydi, yanıt ver! diye üsteledi Korney.” (L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:110) “-Ama bir gün bile onları yalnız bırakmadım ki... -Geleceksin, değil mi? -Düşünürüz Rosa, düşünürüz... -İyi öyleyse, üstelemiyorum. Ama birkaç gün sonra Rosa üstelemeye başladı. Gertrudis ise kendini savunmaya geçmişti.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:40) “Bir duraklamadan sonra Lord Henry cep saatini çıkardı. ‘Üzgünüm ama gitmem gerek, Basil,’ diye mırıldandı. ‘Ama gitmeden önce bir karşılık vermen için üsteleyeceğim. Bir süre önce de sormuştum.’ Ressam gözlerini yerden kaldırmaksızın, ‘Nedir?’ diye sordu. ‘Bal gibi biliyorsun.’ ” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:13) “Atalarının tarla üstüne tarla, ev üstüne ev, unvan üstüne unvan edindiklerini yadsıyamazdı; yine de hiçbiri aziz, kahraman ya da insanlığa yararlı kişiler olmamışlardı. Ayrıca bugün atalarının üç dört yüzyıl önce yaptıklarını yapan birinin, en başta kendi ailesince; basit zıpçıktının biri, bir maceracı, bir sonradan görme olmakla suçlanacağı savına (Rüstem bu konuda üstelemeyecek kadar ince düşünceliydi) karşı söyleyecek söz bulamıyordu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:102) Üstelik : Bir de bu olanların üstüne, ek olarak; üstüne üstlük Bk.: Üstüne üstlük “BEN ONLARDAN DEĞİLİM... ------------------------------------Üstelik biliyoruz, günü geldiğinde Her zaman her dem haklı çıkmış Bir adem yok ki yeryüzünde Gözpınarları bizimkinden daha kuru olsun Bizden daha gururlu, bizden daha alçakgönüllü olsun.” (A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:50) “Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleniyordum okurken. Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. ‘Kolay’ bir şairdi. Bizim ustalığı da kurtarmıyor bazen. Üstelik sığ söyleyişleriyle de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle Boğaz’la böylesine içli dışlı yaşadıktan sonra..” (O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11) “Bunları anlatırken kendi gerçeğimizi unutuyor, kendi hapishanemizden kaçıyor, özgürleşiyorduk ama gözlerimizi yeniden açtığımızda kendimizi yeniden aynı hapishanenin içinde buluyorduk, üstelik bizi bunaltan sezgilerimiz yeni yeni yalanlarla daha da güçlenmiş, ruhumuzu yaralayan yalanlar da daha çoğalmış oluyordu.” (A. Altan, “İçimizde Bir yer”, sa:19) “Anası gördüklerini, duyduklarını anlatırken arada yalan söylemiş ya da abartmış olabilirdi elbet. Üstelik hiç sözetmemişti böyle bir ilişkiden. ‘Niye kıydı canına on dokuzunda bilemedik. Kimselere söylememiş; bir satır bile yazmamış.’ ” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:135) “Quinn’e gelince, bizi oyalayacak pek bir şey yok. Kimin nesidir, nerelidir, ne iş yapmaktadır, bunların hiç önemi yok. Örneğin, otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar evliymiş, üstelik baba da olmuş; karısıyla oğlunun artık hayatta olmadıklarını biliyoruz.” (P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:7) “Sachs….. gülümseyerek, ‘Bugünlerde hangi puroyu içiyorsun?’ diye sordu. ‘Her zamanki gibi Schimmelpenninks.’ ‘İyi. Öyleyse birer tane tüttürelim. Belki birşeyler de içeriz.’ ‘Yorgun olmalısın.’ ‘Tabii yorgunum. Dört yüz mil direksiyon salladım, üstelik sabahın ikisi oldu.’ ” (P. Auster, “Leviathan”, sa:208) “Günün birinde, bu imrenme ve hayranlıktan bütün be güzel şeylere sahip olma hırsı doğdu. Rahip Birotteau, içindeki bu isteği boğamaz, susturamaz duruma geldi; üstelik bu gizli ama gittikçe artan mal hırsını, ancak en aziz dostunun ölümüyle tatmin edebileceğini düşündükçe de büyük bir acı çekiyordu.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:35) “Annem bize hala çocukmuşuz gibi zorla öğle yemeği yedirdi. Sonra acele çıkıp bir yere gittik. Ne zaamdır haberleşememiştik. Olup biteni bilmek istiyordu. Ona anlattım ama en çok bir gece öncesini... ‘Bunun böyle olacağını bilmiyor muydun?’ diye sordu. ‘Biliyordum, üstelik hiç aldırmadığımı sanıyordum ama karşı karşıya gelince, ne bileyim, böyle gözümle görünce allak bullak oldum...’ ” (Kürşat Başar, “Başucumda Müzik”, sa:382) “KOMİSER - (Taklidini yaparak Okyay’a.) - Deli değilim... Ulan bu değilim deyişin bile ben deliyim diye bar bar bağırıyor. Susss, yine jik’(tik)lerine başlama, patlatırım. 43 yaşında adam böyle dişi ile erkek arası giyinip üstelik de koku da sürerse ona deli derler...” (C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:106-7) “HÜZÜNLÜ MADRIGAL Bana ne sendeki dirlik düzenlik? Hem güzel ol, hem de acı duy! Ekler Gözyaşı yüzüne başka güzellik, Yeşillikte bir su gibi üstelik; Borayla canlanır çünkü çiçekler.” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:277) “Komşudan bir kadın, çocuğuna: ‘Git İhtiyar teyzene söyle, bir baş sarımsak versin.’ diyordu. Çocuk gelip: ‘İhtiyar teyzee!’ diye sesleniyordu. Çok gücüne gidiyordu. Ama ar ediyor, kimseye bir şey diyemiyordu. İçine ata ata, incelip gidiyordu. Gök Sultan’la aynı kaptan yedikleri halde, onun gibi tavlanamıyordu. Üstelik kısır bir ‘kancık’tı.” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:9) “Matu-Maloa dinledi ve Kaptan’ı için yeni bir aşk şarkısı söyledi. -Üstelik dişi misin, erkek misin, onu bile bilmiyorum. Aramızda bir ilişki söz konusu olamaz. Son bir şey daha söyleyeyim sana: Ben nişanlıyım. Bu sözleri duyan Matu-Maloa şarkıyı ansızın kesti. Kocaman kafasını suya gömdü ve hızla uzaklaşarak gözden kayboldu. O günden sonra onu bir daha görmedik.” (S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:48) “İrlandalı bir yazar için kızacak pek çok şey vardır herhalde bu ülkede, ama ben İrlandalı değilim, hakkında yazı yazdığım ve dilini kullandığım ülkeyle zaten başım dertte, üstelik dilini yazıda kullandığım ülkede o kadar çok şeye öfkeleniyorum ki, bu da bana yetiyor.” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:146) “Sonra da dok’ların orada dolandı durdu. Ne kalacak yeri vardı, ne de bir dostu vardı, üstelik polisten de kaçıyordu. Mary Swayer davasının sonucunu da bilmiyordu, hiç gazete okumazdı.” (B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:262) “Kalbı hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. ‘Niçin gizli olsun?’ diyordu. Bir erkeğin, sevdiği kadını almasına engel olacak bir kanun yoktu ki. Şehirdeki bütün erkekler böyle yapıyorlardı. Kunğ Çen bile. Sonradan bu kız onun üzerine başkasını sevmişti. David, Şakayık’ı alırsa kimse birşey demezdi. Üstelik, David için daha iyi olursu, çünkü arkadaşlarına biraz daha yaklaşmış olacaktı.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:294) “İşte döndünüz kompartımana, kafanızda Paris’ten beri gittikçe büyüyen ve düşüncelerinizi kördüğüm haline sokan çalkantı..... artık bu hal, üstelik, hep kaçınmak istediğiniz o anılar ve kararlar yöresine itiyor sizi, sürekli kaynayan ve köpüren bölgeye, kendinize yeni bir çekidüzen verirken ve yaşamınız yeni bir biçim alırken, iradenizin dışında, önüne geçemediğiniz bir akıntıya kapılmış gittiğiniz şu sırada meydana gelen akıl almaz değişimden ötürü altüst olan anılar yöresine itiyor sizi...” (Michel Butor, “Değişme”, sa:229) “And’lar, bulut dağlarını yaran, kırık dökük, olağanüstü kabartılar -ama kar gözlerimi kamaştırıyor. Öne arkaya sallanıyor, boyuna yol alıyoruz ve üstelik bir solunum darlığı bunalımına yakalanıyorum. İşin en kötüsünü kılpayı önlüyorum- ve uyur gibi yapıyorum.” (A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:112) “Therese: ‘Rica ederim, götürülsün buradan!’ diye bağıırdı. Kien, henüz onun sesi karşısında dayanıyor ve dönüp bakmıyordu. Ama yüksek sesle inledi. Kapıcı ise onun ahlayıp poflamalarından usanmıştı. ‘Bakın Profesör bey!’ diye bas bas bağırdı arkadan, ‘İşler böyle göründüğü kadar kötü değil. Henüz hayattayız hepimiz. Üstelik sağlıklıyız da!’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:363) “Ya bu yazarlar Kutsal Kitap’tan sözcükler alsalar, kendilerine Santos Tomases gibi birer Kilise babası diye bakılmayacak mı? Aslında yapıyorlar bunu, üstelik o kadar da yakıştırıyorlar ki, önce safkan bir dinsizi anlatıyorlar, fakat hemen sonra küçük bir Hıristiyanlık vaazı veriyorlar.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:6) “ ‘Ama nasıl bir beddua edildiğini öğrenemedin.’ ‘Aynı dönemde birileri sana da beddua etmiş. Sen öğrenebildin mi?’ ‘Evet, öğrendim. Üstelik seni temin ederim benimki seninkinden çok daha çetrefilli bir meseleydi. Sen ömründe bir kez ödleklik etmişsin, bense kim bilir kaç kişinin hakkını yemişim. Ama sonunda selamete erdim.’ (P. Coelho, “Elif”, sa:23) “Ama çok geçmeden gözlerimin önüne küçük kız ve Melek’in suretleri gelmeye başladı. Ben yalnızca ne elde edeceğimi düşünürken, onlar benim için ellerinden gelenin en iyisini yapmışlar, üstelik karşılığında hiçbir şey istememişlerdi. Ta derinlerden gelen belli belirsiz bir düşünce geçiyordu aklımdan.” (P. Coelho, “Hac”, sa:202) “‘Burada bütün kızlar, bu iç şeyden birini arar,’ diye tekrar söze girdi Vivian, ve Marian onun düşüncelerini okuyabildiğinden emin oldu. ‘Serüven desen, hava o kadar soğuk ki insanın içinden parmağını kıpırdatmak gelmez; üstelik seyahatler yapmak için tek kuruş kalmaz bize.’ ” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:41) “Bir yazar bir keresinde öldükten sonra kendimizi melekler korosunda değil de, mesela sıcak bir akşam üstü bir hamamda bulabiliriz demişti. Üstelik kıyı bucağında örümceklerin kestirdiği bir yer.” (J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:89) “... hastalık derecesinde temiz olan bir çocuğa bütün bu döküntü manzarası oldukça itici gelmiş olmalı, üstelik onun gözünde tanrısal bir güce ve güzelliğe sahip olan bir başkasının yerini almışken. Arkadaşları kıza pılısını pırtısını toplayıp gitmek istemeyen o iç sıkıcı ziyaretçi hakkında sorular sorduğunda acaba nasıl bir yanır veriyordur?” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:78) “İşin aslı şu ki, kızının bir başka kadına karşı tutkuya kapılmasından hiç hoşlanmıyor, üstelik basit bir kadına. Yine de, kızının aşığı bir erkek olsaydı, David kendini daha mı mutlu hissederdi? Lucy için gerçekten istediği ne? Sonsuza kadar çocuk kalmasını, masum kalmasını, kendinin kalmasını istemiyor elbette...” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:102) “Merhaba Korkunç bir şey yaralı bir geyik olmak. En yaralısı da benim; sezdirmeden yaklaşır kurtlar, Üstelik benim de kusurlarım var. Etim o Kaçınılmaz Çengele takıldı! Olmak istemediğim çok şey görmüştüm küçükken.” (Gregory Corso-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.03) “Poçeçuyev: -Meğer adam dokuz canlıymış, dedi. Çektiği işkenceleri gördükçe beni hafakanlar bastı, ama adam bana mısın demediği gibi, Fedya iblisine teşekkür üstüne teşekkür ediyor, üstelik Moskova’ya, yanında götürmeye kalkıyor. Böylesi bir şey görülmüş değil!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:131) “Tıbba, hekimlere saygı duymakla birlikte, şimdiye dek tedavi olmadığım gibi, bundan sonra da böyle bir şey düşünmüyorum. Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:13) “‘Dirseklerimin altındaki küpeşte demirinin tuzlu yapışkanlığını hissederken dürbünü deniz çizgisine ayarladım, yavaş yavaş kuş yuvası limanıyla Kouloura’nın Agni’ye doğru kaydırdım. Kuşkusuz beyaz evi arıyordum... ama acaba şimdiye kadar çoktan yağmurlar yüzünden pas lekeleriyle kararmamış mıdır? Hayır, eskiden olduğu gibi pırıl pırıl ve el değmemiş halde görüş alanının içine girdi; üstelik orada hiyeroglif biçimleri gibi duran köylü dostlarım vardı. Athenaios evin önündeki gri kayanın üzerindeydi, eskiden hep yaptığı gibi güneşin doğuşunu seyrediyordu.’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:360) “Ama zihin kaprisli bir şeydir. Düşünce silsilesi bir kez başladı mı, oyalayıp dikkatini daha hafif ve eğlenceli konulara çekmek kolay değildir; üstelik, önemli bir konuyla meşgul olan zihin, koklamaya devam eden tazıya benzer.” (L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:56) “ ‘Uyanık ve becerikli bir devlet adamının tahmin ettiği şeylerdir bunlar, ama başka ne yapabilir ki? Doğrudan yabancı casusları sorgulasa, üstelik onları tanımaz da, onlar ona hiçbir şey söylemez. Bu durumda fazla değeri olmayan sırlara vakıf casuslarını yollar ve onun dışında herkesin zaten bildiği bilmesi gerekenleri öğrenir,’ dedi Niketas.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:224) “ ‘Diyelim korkarlardı, biliyor musunuz... basit insanlara verilen buyruklar bazan bir tehditle, buyruğa boyun eğmeyenlerin başına korkunç bir şeyin, hatta doğaüstü bir şeyin gelebileceğine ilişkin bir uyarıyla pekiştirilmelidir. Oysa bir rahip...’ ‘Anlıyorum.’ ‘Üstelik bir rahibin yasaklanan bir yere kalkışması için başka nedenler de olabilirdi. Demek istiyorum ki... kurallara aykırı olsa bile, akla uygun nedenler...’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:60) “Ufo, on bir yaşının sonuna kadar Ortadoğu’daki bu Yetiştirme Yurtlarından birinde sessiz sedasız büyüdü. Babası, dedesi, amcaları, tüm büyükleri ve kardeşleri yerel çatışmalarda öldüğünden kendisinin hiçbir ziyaretçisi olmamıştı. Devlet Baba, eksik olmasın, yatağını, yiyeceğini ve giyeceğini temin etmiş, üstelik ilkokul eğitimini de vermişti.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:162) “Olanlar oldu o gece. Korkudan dilim tutulmuştu, konuşmak istediğimde ancak kekeleyebiliyordum. Çok korkunç bir histi o; konuşmaya kalkıştığımda, dilim sanki gerilere gidiyor gibiydi. Göğsümde de bir ağrı vardı. Üstelik çok sevgili halam, o günlerde ağzımın biraz bozuk oluşu nedeniyle, bunun belki de Tanrıdan bir ceza ya da uyarı olduğunu söyleyince benim tüm yedek cankurtaran filikalarım battı.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13) “Kral Oedipus efsanesinin anahatları şudur: Oedipus, Thebes kralı Laius ve onun karısı Jacosta’nın oğludur. Daha doğmadan evvel bir kahin krala, bir erkek evladı olacağını ve bu çocuğun, büyüyünce onu öldürüp annesi ile evleneceği konusunda kehanette bulundu. Kral da bunun üzerine, oğlu olunca, onun ayaklarını delip ölsün diye çayırlara attı. Oedipus, bir çoban tarafından bulundu ve bakıldı, üstelik onu alıp Corinth’e geldi.” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:124) “Yaşlı Çınar ise, düşen iri yağmur damlalarıyla yapraklarını yıkıyordu... Her şey ne kadar normal görünüyordu... Dün sabah yola çıkmıştı... Komşu köyden tohum alacaktı... Yani nereden gelip nereye gittiğini pekala biliyordu... Üstelik de Katır Katır’dı, Kendi de Kendi, Yaşlı Çınar da alt tarafı bir ağaçtı.” (S. Ersoy, “Mutfak Penceremden Hindistan”, sa:144) “SAKIN İZİN VERME O ATIN... Sakın izin verme o atın o kemanı yemesine diye bağırdı Chagall’ın annesi Ama Chagall durmadan devam etti resmi yapmaya ----------------------------------------Sonunda resmi bitirince de atladığı gibi atın sırtına sallayarak kemanı sürüp gitti uzaklara Sonra da iyice eğilerek kemanı verdi ilk rastladığı çıplak tabloya üstelik teli meli de yoktu kemanın.” (Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05) “Babası Emma’yı okuldan aldığı zaman, rahibeler onun gidişine çok fazla üzülmediler. Üstelik, başrahibe onun son zamanlarda okul topluluğuna karşı çok saygısız bir tutum takındığı düşüncesindeydi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:45) “Bazen de okuduğu şeylerden, bir romanın parçasından, yeni bir oyundan ya da bir gazete haberinden amlatılan sosyete olayından söz ediyordu ona; çünkü Charles da bir insandı nihayet, hep kulak verip kendini dinliyordu, hep karısını onaylamaya hazırdı. Ne var ki, Emma küçük birçok sırrını tazısına da anlatıyordu! Üstelik ocağın odunlarına, saatin sarkacına da sırlarını açacaktı neredeyse.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70-1) “Çünkü Félicité yılda yüz franga ev ve mutfak işlerini görüyor, dikiş dikiyor, çamaşır yıkıyor, ütü yapıyor; ata gem vurmasını, kümes hayvanlarını semirtmesini, yağ çıkartmasını biliyor ve üstelik, pek de hoş olmayan Hanımına bağlı kalıyordu.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:5) “0MAMA - Aşk hepimizi sarhoş ediyor..... Herifçioğlu ihtilali başlatmış. Bam bam! Adamlarını hapsetmiş, korumalarını öldürmüş, senin aşkınla da dalga geçiyor. MARTA - Üstelik bana ‘Yaşlı pörsük’ diyor.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:83) “-İhanette bulunmayın efendim, diye yanıtladım, ihanette bulunmayın. Size doğrusunu söyleyeyim, Bayan Préfere’in beni birazcık olsun tanıdığını bilmiyordum..... Bu çocuk, o bir çocuktur, ağır bir çalışma yükünün altındadır. Hem öğrenci, hem öğretmen olarak çok yoruluyor. Üstelik, korkarım, fakirliği ona fazlaca hissettiriliyor ve o yavrucak, aşağılamaların isyana götürebileceği cömert bir yaradılışa sahiptir.” (A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:123) “Hep biliriz, bir başka ülke, bir başka dil içinde kendinizi kısmi koşullarda daha özgür duyarsınız. Üstelik inandığınız şeyleri ülkenizin iki ayrı sistemle yönetilen iki yanında da yaşayıp gözlemleyip, hataları dile getirdinizse, aldığınız karşılıklar duyarsızlık, aldırmazlık, suçlama olmuşsa ağır bir kırgınlıkla kalakalır, yurtsuzluğun belki de çağımızda en büyük özgürlük olduğunu düşünmeye başlarsınız.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:15) “Genç adam ona tutkuyla baktı. Elini uzatıp değmeden çekti, gülümsedi. Bu gülüş onun yüzünü ikide bir yoklayan bir ışık gibiydi şimdi. -Sanınız doğrudur bence. Üstelik çocuklar hayatın en yeni tanıkları. Onları kolaylıkla bozmayı başaramıyor büyüklerin dünyası. Bence düşünceniz yerinde. O dayanıksız, güçsüz bedenlerinin olağanüstü gücü duyarlıklarında toplanıyor.” (Füruzan, “Gecenin Öteki Yüzü”, sa:206) “Ama kendi Türk olmadığına göre onu Nazan’ın benimsemesi uygundu. Gene de dışarı çıkılmaması içini kararttı. Akşam üstleri, gün boyu sürüp giden tutsaklıklarında tek mutluluklarıydı. Üstelik kıvırcık salataların mevsimiydi. Onların sulanıp sulanıp diriltildiği. Neredeyse kış bastırırdı.” (Füruzan, “Kuşatma”, sa:100) “Çok bağlı olduğu bir karısı ve üç çocuğu varmış bu borsa simsarının. Ailesinin de arkadaşlarının da, onun ömrünü varsıl bir iş adamı ve iyi bir aile babası olarak tamamlamaktan başka bir hevesi olabileceği endişesine kapılmaları için hiçbir neden yokmuş üstelik. Sonra bir gece bütün bu ailevi erdemlerini uykusunun derinliklerinde bırakmış ve yeni güne gaddar bir canavar olarak uyanmış.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:5) “LONGOZ ORMANININ KESİMİ --------------------------------------------Kara hayaletti onlar, yanık iskelettiler hatta ve sallanıyorlardı tüm dünyaya ibret olarak: ki felaket zamanında, kötü günlerde insan, açlıktan güzelliğe de saldırabilir, üstelik, ve belki en kötüsü de, haklı olduğuna kendisini güzelce kandırabilir!” (Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.01.10) “O da benim gibi büyük bir avcıydı, balta girmemiş ormanlarda kaplan avlıyordu. Kendini beğenmişin biriydi de üstelik, avladığı kaplanların birinin postundan, sıcak günlerde bile sırtından çıkarmadığı, pek zevksiz, kürklü bir palto yaptırmıştı kendine…” (A. Gide, “Batak”, sa:90) “Konuşmadan Gérard’ın ardından gidiyorduk. Bulunduğumuz yerin ve mevsimin güzelliğinden soluğumuz kesilmişti; üstelik bu aşırı bolluğun gizleyebildiği bütün terk edilmişliği ve hüznü içimizde hissediyorduk.” (A. Gide, “Isabelle”, sa:5) “Ailem gibi, birbirine sımsıkı bağlı ailelerde ayrılıklar ne üzücü! Oysa biraz iyi niyetle anlaşmak öyle kolay ki! Neyse ki Robert’la bu konuda ters düşer miyiz diye endişe etmemem gerek. Çünkü onun dua etmeden bir kiliseye girdiğini hiç görmedim. Üstelik son derece iyi ve soylu düşünceleri var.” (A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:23) “ŞİİRLERE BAŞLARKENKİ YAKINMA -------------------------------------------------Nasıl oluyor da tutkuyla mırıldanarak Bunca tuhaf gelebiliyor yazıldığında: Üstelik yapmam gereken bundan sonra Ev ev gezip dağınık yaprakları toplamaksa.” (J.W. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:5) “Komşu bölükler patırdıdan uyanıp silahlarına sarılıncaya değin Lehliler içeri girmeyi başarmışlar; üstelik karmakarışık bir durumda saldıran, yarı sarhoş, yarı uykulu Zaporojyeli’leri yaylım ateşine tutmuşlar.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:11) “-Aaa! Bir burun! İvan Yakovleviç’in kolları yanına düştü; gözlerini oğuşturdu, parmağıyla bir daha dokundu. Burundu işte; bal gibi burundu. Üstelik tanıdık bir buruna benziyordu.” (N. Gogol, “Üç Öykü-Burun”, sa:18) “Sadece Radda hiç yüz vermiyordu delikanlıya. İş bu kadarla kalsa neyse ne, üstelik bir de alay ediyordu onunla. Zobar’a çok sataşıyordu kız, domuzuna sataşıyordu!” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:31) “Yalnızca belediye meclisinde büyük bir geçmişe dayanan ve büyük bir geleceği özleyen ama küçük, unutulmuş bir partiyi temsil etmek için de olsa, yaşamboyu herşeyden elini eteğini çekmiş, dilsizleşmiş babasına karşılık kendine özgü bir dil bile oluşturmuş oğlu üstelik.” (P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15) “Şvayk, en masum bakışı ve en sevecen gülümseyişiyle, kedilerin nasıl öldürüleceğini öylesine ballandıra ballandıra anlattı ki teğmene, hayvanları koruma derneği üyeleri duysalar mutlaka keçileri kaçırırlardı. Üstelik, bu anlattıkları o denli uzmanca bilgiler içeriyordu ki, Teğmen Lukaş öfkesini unutarak sordu: ‘Sen hayvanları anlıyorsun galiba. Sever misin hayvanları?’ ” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:191) “ ‘Belki de sandığım kadar güçlü değilimdir.’ dedi ihtiyar adam. ‘Ama bu işin hilelerini bilirim; üstelik inatçıyımdır da.’ ‘En iyisi, sen yat şimdi, sabahleyin dipdiri kalkarsın. Ben bunları Terrace’a götürürüm.’ ” (E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20) “Richard yürüyerek kütüphaneyi arşınlamaya başladı. Yaşlı babasını ona her türlü sırrını açacak kadar sever ve kendisine yakın hissederdi. Anthony: ‘Neden ona evlenme teklif etmiyorsun?’ diye sordu. ‘Seve seve kabul ederdi. Paran var, yakışıklı bir gençsin. Ellerin de tertemiz. Üzerlerinde Eureka sabunu bile yok. Üstelik üniversiteye de gittin. Ama kız buna kulak asmayacaktır.’ ” (O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:52) “Bazen biliyordum ki, yaşamdaki amacım annemle babama benzemek, onlar gibi aydınlık ve temiz, üstünlük duygularıyla donatılmış biri olmaktı. Ne var ki, o zamana değin uzun bir yol vardı geride bırakılacak, o zamana değin okullarda pineklemek, ders çalışmak, testlerden geçmek ve sınavları vermek gerekiyor, izlenecek yol da hep öbür karanlık dünyanın yanı başından, hatta hemen içinden geçiyordu; üstelik bu dünyaya dalıp dışarı çıkamamak, içinde gömülü kalmak hiç de olmayacak şey değildi.” (H. Hesse, “Demian”, sa:16) “1762 yılı ağustosundaydı. Kiralık odalar altı aydır boş duruyordu. Bayan Giovanna komşularına seyrek gidip geliyordu. Üstelik akşamın bu geç saatinde herhangi bir ziyaretçinin gelmesine de olanak yoktu.” (P. Heyse, “Andrea Delfin”, sa:22) “AKŞAM TROMPETİ ---------------------------Evimizin önündeki dikenli telleri de bu şarkımla kopararak atmak istiyorum ben. Üstelik yan komşumu da, sağırlık taklidinde, duyabilir durumuna sokmalıyım yeniden.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) “Ama onu seviyordu, bu konuda çok hassastı ve Victor, onun tarafından sevilmediğini düşündüğünde, hemen onu yatıştırıyor; üzgün gördüğü zaman, çabucak ondan özür diliyordu. Üstelik, şairinin aşkını kaybederse çok mutsuz olacaktı. Yalnızca bu aşk içini sızlatmakla kalmıyor, bununla övünüyordu da.” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:16) “Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum. Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi.” (A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179) “GÖREVLİ - (Bir kent görevlisi halka seslenir.) Kentimizde oturanlar ve de oturmayanlar. Duyduk duymadık demeyin: Kentimizde bir süreden beri ne olduğu bilinmez bir kıran çıktı..... Üstelik, tek tek ölümler de değil bunlar, yani bir ölüm orada, bir ölüm burada olmuyor, öyle olsa, bir dereceye kadar kabul edilebilir. Git gide daha çok insan ölüyor.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunlar - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:165) “Aslında bu liman taşıyıcılarının pek de iyi şöhretleri yoktu. Onların düzensiz yaşamlarından nefret etmeme karşın, nedense bu adamlardan pek korkmazdım. Arkamdan sinsice bir taş fırlatan bir sokak çocuğundan daha tehlikeli bulmuyordum onları. Üstelik giz dolu yaşamları, beni daima ilgilendirmiş ve beni onlara çekmişti. Gene de şimdiye kadar hiçbiriyle bu denli yakın olmamıştım.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:14) “Yalnızca bir kalemim var, tıpkı çağımın bütün yazarları gibi. Hepsi de tutkuyla değil de geçimlerini sağlamak için yazıyorlar. Üstelik onlara bakarak iki eksiğim daha var benim: 1. Onlar kitaplar yaratmanın yolunu bilirler, oysa benim hiçbir şey bildiğim yok bu konuda. 2. Onlar kendi ana dillerinde yazarlar, bense kör gibi, tek sözcüğünü bilmediğim bir gramerin bütün kurallarını kafamı çarpa çarpa yol alıyorum.” (P. Istrati, “uşak”, sa:6) “Bu yüzden ayağa kalkıp, herkesin işitebileceği bir tonla: ‘Pekala, madem istiyorsunuz geliyorum sizinle,’ dedim. ‘Ama bakın yine söylüyorum, şu kış günü, üstelik geceleyin Laurenziberg’e çıkmak deliliktir. Hem hava ayazladı; az buçuk kar da var ortalıkta, dışarda yollar şimdi paten alanları gibidir. Artık siz bilirsiniz.’ ” (F. Kafka, “Bir Savaşın Öyküsü”, sa:6) “Üstelik mahkum köpek gibi itaatkar görünüyordu, öyle ki, insan onu etraftaki tepelerde serbestçe gezinmeye salabilir, infazı başlamak üzereyken de, bir ıslık çalarak geri getirebilirdi sanki.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:29) “Kendini üstelik gerçekten yorgun hisseden K.: ‘Her şeyi görmek istediğim yok,’ dedi, ‘gitmek istiyorum, çıkışa nasıl varılır?’ ‘Daha şimdiden yolunuzu mu yitirdiniz?’ diye sordu mübaşir hayretle, ‘buradan köşeye kadar gideceksiniz, sonra sağdaki koridordan inip dosdoğru çıkışa geleceksiniz.’ ” (F. Kafka, “Dava”, sa:84) “‘İşin bu yanı, mağazadaki asıl masabaşı işine oranla daha yıpratıcı, üstelik benim için bir de yolculuğun aktarma trenlerin peşinden koşmak, düzensiz ve kötü yemeklere yargılı olmak, insanlarla sürekli değişen, asla süreklilik kazanmayan, hep içtenlikten uzak ilişkiler kurmak zorunluğu gibi sıkıntıları da var.’ ” (F. Kafka, “Dönüşüm”, sa:10) “Annesinin bu yolculuk için ceketinin astarına diktiği gizli bir cepten bir kartvizit çıkardı. ‘Butterbaum, Franz Butterbaum.’ ‘Pek mi gerekliydi bavul?’ ‘Gerekli tabii!’ ‘Öyleyse ne diye yabancı birine emanet ettiniz?’ ‘Şemsiyemi aşağıda unutmuştum, bir koşu inip alayım dedim, bavulu yanımda sürüklemek istemedim. Ama şimdi yolu da şaşırdım üstelik.’ ” (F. Kafka, “Kayıp”<Amerika>, sa:7) “Bana eziyet ediyordu, bu denli domuzluğunun tutabileceğini bilmezdim. Üstelik sanki domuzluk eden benmişim gibi bakıyordu bana. Bir gün dayanamadım, başımı alıp çıktım sokağa, işte Müşfik’i o gün gördüm.” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:127) “Savruk karısı da güzel bir sofra hazırlamıuş bulunuyordu onlar için! Bu yeni bağnazın doğduğu güne lanet ediyordu. Oğullarının ikisini de çaldığı yetmiyordu sanki. Üstelik, bütün gün boyunca onlardan yana çıkan budala karısıyla tartışıp duruyordu. Kadın oğulları için, iyi yaptılar diyordu. Bu adam gerçek bir peygambermiş: Kral olacakmış.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:385) “TANRILAR YAZDI Yağmur damlalarının soluğuyuz biz Rüzgardaki taneleriyiz deniz kumunun ------------------------Kongo fundalıklarının kanıyız Sütüyüz ya da, inleyen yıllardan sızan Biliyoruz üstelik Belden aşağısı beyaz bok Tadındaki yüzyılları” (Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07) “ADAM - Bugün içime iyi şeyler soğmuyor sağdıcım Licht. LICHT - Neden? ADAM - Bugün her işim ters gidiyor. Üstelik mahkeme günü değil mi?” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:16) “Adamlarına seslendi: ‘Kelly,... Omra... silahlarınızı alın ve benimle gelin!’ Daha fazla oyalanmadan eve doğru yürüdü. Toni pencereye dayanmış, kaskatı bir şekilde öylece duruyordu hala. Genç adamı uyandırmak istedi bir an, ama hemen vazgeçti. Çünkü her taraf asker doluydu. Kaçması olanaksızdı. Üstelik kendisi de beyaz kaçağın yanındaydı.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:93) “Beraberce yukarı çıktık. Smith benim odamın kapısı dışında dimdik beni bekliyordu. Ben öbür hemşireye benim kapımı kilitlemesini rica ettim, zira o akşam Smith’le daha fazla cebelleşmek istemiyordum. Ona da üstelik, ‘İyi geceler, Smith!’ dedim.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:159) “LISETTE - Oh beyim, bizim burada nasıl bir huzursuzluk yaratıyorsunuz? Kahyamız size ne yaptı ki?..... kahya ağlayıp ileniyor, suçsuz olduğunu, sizin ona iftira ettiğinizi söylüyor. Bey sakinleşmiyor, üstelik şimdi bir de muhtara, kadıya haber saldı, onu kodese tıkmaları için. Ne oluyor bütün bunlar?” (G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:60) “23 Şubat sabahı yağmur daha da kuvvetli, hava da inanılmaz derece soğuktu. Yün kazak, üstüne de kalın bir manto giymeme ve boynumu lila rengi paşminayla örtmeme rağmen, üniversiteye gidene kadar içim titredi. Üstelik şapka da giymiş, şemsiyemin altına sığınmıştım.” (Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:74) “Spiker ‘Miraflores çıyanına’, ‘Venezuelalı pislik’e sövüp sayıyordu, hem de bir ibne’den söz ederken vermesi gereken tınıyı vererek. Başkan Romulo Betancourt’un Venezuela halkını açlığa sürüklemekle kalmayıp, üstelik ülkesine uğursuzluk getirdiğini söylüyordu. Daha geçenlerde, Venezuela Hava Yolları’nın bir uçağı kaza yapıp altmış iki kişinin ölümüne neden olmamış mıydı? O deyyus istediğini yapamayacaktı.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33) “Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla. Daha ilk aylardan başlayarak, dünyanın hepten çivisinin çıktığını düşündüren kaygı verici olaylar meydana geliyor; üstelik bunlar birçok alanda birden gerçekleşiyor entellektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:11) “Gerios’un bakışları bir an onun üzerinde takılı kaldı. Birden, anladı. Nasıl olmuştu da bu adı kabul etmişti? Üstelik, nasıl olmuştu da Şeyh bu adı önerebilmişti? Sevinç ve içki, her ikisininin de zihnini allak bullak etmiş olmalıydı.” (A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:38) “Tania’nın büyüsüne kapılmış olmasını anlayışla karşılıyorum, üstelik belki de en çok etkilenen bendim.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:67) “Halil yeni okulunu kurduğunda Butros’un babası -adı Tennus’tu- hiç burun kıvırmadan onu okula yazdırmıştı. Protestanlıktan pek hoşlanmasa da, vaize saygısı vardı; üstelik onun hem kuzeni hem de yakın komşusuydu.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:48) “Herkes, bu kentten bir adamın, Sabetay, Şabtay ya da Şabetay adında bir Yahudinin kendini Mesih ilan ettiğini, 1666 yılının dünyanın sonu olacağını söylediği, üstelik Haziran ayı için -sanırım- kesin bir tarih verdiğini söylüyor. İşin tuhafı, İzmirlilerin büyük bölümü, giderek Hıristiyanlar ya da Türkler, dahası bu kişiyle alay edenler bile bu kehanetin doğru çıkacağından emin görünüyorlar.” (A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:153) “Oraya inip, güneydeki o yere, yani, satmakla uğraşmamız gerekiyormuş. Üstelik kalabalık bir yer orası. ‘Her zaman çok dolan bir yer Bambim. İnsanların deniz kenarında alt alta üst üste olabilmek için gittiği bir yer.’ Türklerin bu denli tıkış tıkış yaşama arzusu Annemi tiksindiriyor. Midesini bulandırıyor, biliyorum.” (P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:150) “Gayralı bir balyacıya kaçan bir kız arkadaşı iki saat içinde kan kaybından ölmüştü. ‘Ama tabii canım,’ diye kabullendi Rosa, ‘bunda anlaşılmayacak bir şey yok, çünkü Gayralılar katırları bağırtmakla nam salmışlardır.’ Sonra da sözünü sürdürdü: ‘Zavallıcık, bütün bunlar yetmiyormuş gibi üstelik bütün gün bir fabrikada çalışıp düğme dikmekle uğraşıyor.’ ” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:27) “... ama yatakta çektiği öldürücü cefadan sonra Eréndira’ya bir Pazar eğlencesi gibi gelmişti bu iş, üstelik, akşam olurken bitkin düşen bir tek kendisi değildi, çünkü manastır şeytana karşı değil çöle karşı bir savaşım vermeye adamıştı kendini.” (G.G. Marquez, “İyi Kalpli Erendıra”, sa:112) “... şimdi onları son biçimiyle kaleme alırken, kendi fikirlerimi, senaryoların yazılması sırasında yönetmenlerin bana verdikleri fikirlerden cımbızla tek tek özen göstermek zorundaa kaldım. Üstelik, beş ayrı yaratıcıyla aynı anda çalışmak, öyküleri yazmak için bambaşka bir yöntem getirmişti aklıma: boş vaktim olduğunda bir tanesine başlıyor, kendimi yorgun hissettiğimde, ya da herhangi bir proje çıktığında bir kenara bırakıyordum, sonra da bir başkasına başlıyordum.” (G G. Marquez, “On İki Geçici Öykü”, Önsöz) “Beni niye getirdiler anlamıyorum. Daha önceden bu eve hiç gelmemiştim; üstelik burada kimse yaşamıyor sanırdım. Köşe başında, kocaman bir ev bu, kapının açıldığını hiç bilmem.” (G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:12) “Halkın işi gücü mü kalmamış ki kusurları görmezlikten gelen iyiliğiyle senin hatalarını örtsün? Üstelik sana ‘Aman şu kitabı yayınla,’ diye yalvaran mı vardı?” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:19) “ARGAN - Rezil! Üstelik bir de... TOINETTE - Ah! ARGAN - Olur şey değil! Demek azarlayıp hıncımı da almamalıyım, ha? TOINETTE - İstediğiniz kadar azarlayın, vız gelir.” (Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18) “Neresinden bakarsanız bakalım, bu aylak uşak sürülerinin <hizmet eri> memlekete bir yarar getirebileceğini sanmıyorum. Savaşta bile işe yaramazlar. Kaldı ki savaşı önlemek de her zaman elinizdedir. Üstelik bu sürüler barış zamanında da baş belasıdır.” (Th. More, “Utopia”, sa:27) “ÖFKE Öfke de duygumuz bizim Aşk gibi, sevgi gibi, şefkat gibi Üstelik hepsinden daha haklı Bu pisliğin ortasında Öfkeni tutma, öfkeni yaşa” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:16) “Benim ilgimi de bu çekmişti. Erkek çocuklar, sonuçta bunu masum bir oyun gibi ele alır ve ona göre davranırlarken, kız çocuklar bunu bir hayat memat meselesi haline getirmişlerdi; bu oyunu alabildiğine ciddiye alıyor, hatta hayatlarının fırsatını değerlendirir gibi davranıyorlardı. Üstelik bu kız çocuklarının yüzlerinden, yalnızca kendi gayretleri değil, onları bu programa sokan annelerinin gayretleri de okunuyordu. İhtiras dolu o anneleri tanıyordum; canavar ruhlu annelerdi onlar, kız katili kadınlardı.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:71) “Giriş Bölümü ----------------En iyi yıllarımızdı ve üstelik En çetin yıllarımız. Düşsel ve var olmayan Bir dünyada beslediğimiz saf tutkuyla, serpiliverdik işte” (Kepa Murura<d.1962>-Ali Karabayram; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.01.03) “Bir zamanlar Bir zamanlar, oğlum yürekten gülerdi insanlar, gözleriyle gülerdi; Oysa şimdi sadece dişleriyle gülüyorlar, üstelik buz kalıpları kadar soğuk bakışları geziniyor arkasında gölgemin. -----------------(Gabriel Okara <d.1921>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.01.09) “O günden beri, tam iki yıldır bir arpa boyu ilerlemeyen iğrenç bir kitabın labirentinde kıvranıyordu, üstelik aklı başında olduğu anlarda bir arpa boyu ilerlemeyeceğini de biliyordu. Onu ‘yazmak’ gücünden alıkoyan parasızlıktı, düpedüz, apaçık parasızlık.” (G. Orwell, “Aspidistra”, sa:16) “Sanki biri beni alıp yere savurmuştu. Ama bunu tahmin etmeliydim! Ne yapıp edip beni yakalamıştı. Üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama benim bir kadınla beraber olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. İpin ucu kaçmıştı. Daha bir dakika önce, bir hiç uğruna Birmingham’dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi durum birden tersine dönmüştü.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:265) “Böylece bomboş evde yalnız kaldığım katile karşı belli belirsiz bir şükran doğdu içimde. ‘Onu öldürmeme şaşmıyorum,’ dedim. ‘Kitaplarda yaşayan, sayfaları rüyasında gören bizim gibileri bu alemde hep bir şeyden korkar. Biz üstelik, daha da yasak, daha daha tehlikeli bir şeyle, Müslüman şehrinde resimle uğraşıyoruz.’ ” (O. Pamuk, “Benim Adım Kırmızı”, sa:192) “Üstelik, artık yeteneğim yavaş yavaş hak edilmiş bir hünere dönüşüyordu. Çünkü kendi kendime resim yapa yapa ilerlemiştim.” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:141) “Kişisel mutluluğu için insanın hiçbir şey yapmamasının en büyük mutluluk olduğuna kendini inandırmış ahlakçılarındandı. Üstelik çok az tanıdığı birisini evlenmek niyetiyle aramakla Batılı seçkin okuryazarlığını bağdaştıramazdı hiç. ” (O. Pamuk, “Kar”, sa:28) “Galip alışkanlıkla dinledi: ‘Bu miskin ülkeyi adam edecek askeri harekata ihanet ettiğin için değil, senin yüzünden rezil olan o yurtseverlik işine girişen o gözüpek subaylarla, sürüm sürüm süründürülen o mert insanlarla sonraları alay ettiğin, üstelik yazılarında kışkırttığın bu maceraya, onlar kelle koltukta giderken..... hayır hepimizi, bütün bir ülkeyi kandırdığın için..... yıllarca ve yıllarca bana yutturabildiğin için öldüreceğim seni.’ ” (O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:360) “Çalışmak Yorar Evden kaçmak için yolu geçmeyi yapsa yapsa bir çocuk yapar, çocuk değil ki artık bütün gün sokaklarda sürten bir adam üstelik evden de kaçmıyor.” (Cesare Pavese<1908-1950>-Bedrettin Cömert; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.08) “Gülerek havaya bir bakışı vardı ki, herkesin ilgisini çekerdi; akşam boyunca komiklik olsun diye yapmayacağı, söylemeyeceği şey yoktu. Üstelik de bir de horoz gibi kavga ederdi. ‘Neyin var Rosa?’ derdi biri, orkestranın çalmasını beklerken. ‘Korkuyorum,’ (gözleri yuvalarından fırlardı bunu söylerken); ‘Şu arkada gözlerini bana dikmiş bir ihtiyar gördüm, dışarda beni bekliyor, korkuyorum.’ ” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:9) “‘Köye dönmem,’ diyordu sonra. ‘Babam öldürür beni.’ Olanca iriyarılığıyla, hala gardiyanın karşısındaymış gibi konuşuyordu. Boynunun terini kuruladı sonra. ‘Daha öfkesini alamadı babam, üstelik ekini kaldırmak için başkasına gündelik ödemek zorunda kaldı. Babam adaletten daha kötüdür.’ ” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:8) “‘Çalışmak Yorar’da gözümü açtığım günden sonraki bütün yaşantım işin içine giriyordu..... Benim için herşey keşfedilmeyi bekliyordu..... Bu toprakların her yanı arayıp taranmış, ölçülüp biçilmiş..... ayrıca, şiir öncesi sayısız girişimlerimde, düzyazı anlatı ve romanın olanaklarını bir yana itmiştim. Bu yolun güçlüklerini iyi biliyorum, üstelik ilk karşılamada yaşadığım yoğun sevinç de yok artık. Bununla birlikte, gene de geçmek gerekiyor o yolu.” (C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:21) “Çocuk avcunu açarak içinde hiçbir şey olmadığını gösterdi. -Eğer bana her şeyi olduğu gibi anlatırsan seni kamçılamam, üstelik de beş kapik veririm. Yoksa sana öyle bir sopa çekerim ki, feleğini şaşırırsın. Haydi!” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:102) “GÖZLÜĞÜ Gözleriyle dünyanın arasında her zaman uyanık unutkan, araştıran ve seçen aşılmaz gözlüğü olurdu -camdan yüzü belirsiz bir savunma menzili, bir su bendi ve gözlemevi - iki hisar hendeği gizinin ve çıplak bakışının çevresine kazılmış, ya da -ne garip- dikey değil de yatay duran iki terazi kefesi. Üstelik, boşluğun dışında” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:143) “Üstelik babası, Sergio’yu Disney’e götüreceğine söz vermişti. Ama büyükanne kendisini daha iyi hissedene dek gidemeyeceklerdi. Sergio her akşamüstü, içeri girer girmez neden iyileşmediğini soruyordu büyükanneye; iyileşirse Disney’e gideceklerdi.” (S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:9) “Süslenmekten de vazgeçtim; ne kılıç taşıyacaktım ne saat, ne beyaz çorap, ne de yaldız ve takma saç. Başımda sıradan br peruk, üzerimde basit ve kaba bir çuha olacaktı; üstelik, veda ettiğim şeylere değer veren tutkularla istekleri yüreğimden koparıp atmıştım.” (J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:50) “On yaşındaydım, ama su gibi okuyor, okuduğumu da gayet güzel anlıyordum, üstelik çok küçük olmama rağmen yazım hatalarıda yapmıyordum; gerçi bu, yeri gelmişken söyleyeyim, o zamanlar madalya almayı gerektirecek bir marifet değildi.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:73) “...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz, soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında, hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313) “FRANTZ - Almanya bir cinayet işlemeye değer, öyle değil mi? (Nazik ve alaycı.) Bilmem, beni anlayabiliyor musunuz? Siz başka bir kuşaktansınız..... dehşetin dorğuna varmak... Gece ve tunç bir levhada benim adım! (Ara.) İtiraf edelim ki bu işi beceremedim! Ah!, sevgili Johanna, hep şu ilkeler yüzünden. Siz, hiç kuşkusuz, benim, bu iki yabancı esiri askerlerime yeğlediğimi düşünüyorsunuz. Aslında buna hayır demem gerekirdi. Ama bir yamyam gibi mi davransaydım. Üstelik, ağzına et koymayan biri olarak.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:304) “Bir hayvan gibi ölmek istemiyordum. Anlamak istiyordum. Üstelik kabus görmekten de korkuyordum. Ayağa kalktım, bir uçtan bir uca yürüdüm, kafamdaki düşünceleri değiştirmek için geçmiş hayatımı düşünmeye başladım. Bölük pörçük bir yığın anı kafama yığıldı. İyileri de vardı, kötüleri de.” (J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:27) “LEAR - Biz de bu ara şimdiye kadar gizli tuttuğumuz bir düşüncemizi açıklayalım..... Damadımız Cornwall ve siz, onun kadar sevdiğimiz damadımız Albany, ilerde çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemek amacıyla, kızlarımızın her birine düşen mirası bugün burada ilan etmek arzusundayız. Üstelik, en küçük kızımızın sevgisini elde etmek için çarpışan Fransa ve Burgonya beyleri sarayımızda uzun zamandır iç çekerek oturmakta...” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:13) “İyi olursan sana katar iftira, Çağının svegisini kazanırsın üstelik; Kurt gibi diş geçirir kötülük goncalara, İştah açar sendeki saf, lekesiz körpelik.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:70, sa:181) “MANGAN, şen bir kahkaha atarak. - Benimdi ne demek! Hala benim, Miss Ellie. Üstelik, öbür enayilerin kaybettiği paralar da benim cebime girdi. (Ellerini cebine koyup dişlerini gösterir.) Faka bastırdım topunu birden. Buna ne dersiniz küçük bayan? Fena çarpıldınız değil mi?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:60) “İÇERİ GİRMEK ZORUNDAYDI Dışarıda ışığın çevresinde o kadar çok sivrisinek vardı ki içeri girmek zorunda kaldı. Üstelik, ay da olsa, gizliyordu akşam sisi ufacık yansımaların vadide yaptığı dansı, bütün yıldızlar çekilmişti, bir nedeni kalmamıştı adamın.” (Kelwyn Sole<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.11.05) “... Eğer George sana tavşanlara baktıracak sanıyorsan, sen eskisinden de kaçıksın. Baktırmayacak, üstelik sana öyle temiz bir sopa çekecek ki, canın cehennemi boylayacak; evet onun sana yapacağı ancak budur.” (J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:173) “Bu kadınlar üzerinde öyle etkili olmuştu ki o andan başlayarak, üstelik cenaze evden çıktığı zaman bile kadınların, en dürüst ailelerde, ölümü en çok beklenen kimselerin arkasından gözterilen üzüntülerin zerre kadar ayrıldıkları görülüp işitilmedi.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:26) “Düşünün bir kere, o kerataların sadece sapasağlam, iyi durumda ayakkabıları değil, üstelik gümüş tokaları da vardı. Giysilerime, belki hatta ayakkabılarıma dikilen bütün bu aptalca bakışları göz ucuyla görüyordum, bu da yüreğimi parçalıyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:21) “İNGİLİZ <1956> İngilizde bol gelirli bir bay şarkı söylüyor Elbet söyliyecek yok bir de söylemesin mi Gözleri yüzünün tenha bir köşesine çekilmiş Üstelik şarkının hakkını iyi veriyor” (C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:23) “Birdenbire kaşınmaya da başlamıştı kalçaları, göğsünün yanları, ensesi. Bir süre sonra alnı kaşınmaya başlamıştı, sanki, kışları bazı olduğu üzere kurumuş da çatlamış gibi, oysa adamakıllı sıcaktı şimdi, üstelik saat dokuzu çeyrek geçe pek görülmeyecek kadar sıcak...” (Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:40-1) “Belediye, şehrin dışında, son villaların bittiği yerin ötesinde, atık kağıtlarla kaplı bu toprağı vermişti ona..... ayrıcalık sözleşmesini hem küçümseyici, hem de karşısısındakine acır bir ifadeyle imzalayan belediye görevlisinin yüzünü çok iyi hatırlıyordu, sembolik bir bedel karşılığında on iki aylık bir ayrıcalıktı bu, üstelik görevli Manolo’ya, ‘Unutma,’ demişti, “belediyeden altyapı falan beklemeyin, suyla elektrikten söz etmeye zaten gerek yok...’ ” (A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12-3) “‘Kafesler Mahallesi’, kafamda canlandığımdan daha beterdi. Ünlü bir fotoğrafçının kimi fotoğraflarından tanıyordum bu mahalleyi ve kendimi insan sefaletini korkusuzca karşılamaya hazır hissediyordum, ama fotoğraflar göze görüneni bir dörtgen içine kapatırlar. Çerçevesiz görünen ise bambaşkadır. Üstelik bu görünenin pis bir kokusu vardı. Daha doğrusu, bir sürü pis kokusu vardı.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17) “ÖMRÜ BİR GÜNLÜK CANLILARDAN DEĞİLİZ <Paris’teki Balinalar, 2002> Karanlıkta nöbet tutuyor ay içbükey. Senin gözlerin kapalı Herkes birşeyler görmüş, ama kimse görmemiş aynı şeyi. Yüzün gizlediğini gözlemliyor gece, açık duruyor kapı. Senin gözlerin kapalıyüzün yüzüme yakın. Büyüdükçe büyüyor bir kuvvet doğduğumuz andan beri -üstelik ömrü bir günlük canlılardan değiliz biz. (Pia Tafdrup<d.1952>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.10.02) “Pazar çok kalabalıktı; üstelik kuyruklarda herkes onun önüne geçiyordu. Eve döndüğünde hanımı onu payladı. ‘İki parça şey alman bu kadar uzun mu sürüyor?’ Salvacion gözlerini yere indirdi, önlüğünü takarak öğle yemeğini hazırlamaya girişti. ‘Bu akşam,’ dedi hanım, ‘yemeğe konuklarımız var.’ ” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Salvacion”, sa:47) “Dışarı çıkmak, ışığa kavuşmak istiyordu. Ama bulunduğu yer kapkaranlıktı, hiçbir şey görünmüyordu, üstelik çok da pis kokuyordu. Şimdi bebeğine bir masal anlatsa acaba rahat durur, onu tedirgin etmekten vazgeçer miydi?” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:159) “Kitaptan aldığı parçaları öylesine ustalıkla seçmişti ki, kitabı okumayanların, evet kitabı okumayanların, bu yazıyı okuduktan sonra söz konusu kitabın ağdalı, üstelik yerli yerinde kullanılmamış (soru işaretiyle belirtmişti bunları fıkra yazarı) cümlelerle dolu olduğundan, yazarının da son derece cahil bir insan olduğundan kuşkusu kalmazdı.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:647) “Yan yana durdular, yakışıklı ağabey baktı, Fatma gerçekten büyümüştü, üstelik güçlü görünüyordu. Haradan bir at getirdi. Fazla yaklaştırmazlardı Fatma’yı haraya küçükken. O evin en küçüğüydü, üstelik yedi aylık doğanıydı, ona bir şey olacak diye korkardı herkes.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:15) “MEKTUP -----------Üstelik orda -yüksekte, derinliğinde göğüneski haliyle gözalıcı uçuşu sürüyordu martıların. Gökyüzü mika örneği ışıyordu yine, engin yine maviydi ve alabildiğine aydın. Ufukta her akşam üzeri yine yavaş yavaş siliniyordu rengi bezlerin ve yitiyordu yelkenler uzak bir yerde, ama feri bitmişti bizlerdeki gözlerin.” (Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.09.09) “Elleri, bembeyaz mumun çevresinde neredeyse öfkeyle kasılmıştı. Tam da otuz milyon reis biriktirip sakladığı bir zamanda ölmek de neyin nesiydi? Üstelik herkes biliyordu bunu. Acaba beresinin içibde miydi? Dükkanına mı gömmüştü, yoksa bahçenin dibinde bir teneke kutuya mı saklamıştı?” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:46) “Margarida da mutlu ve sevinçliydi….. Delikanlıya hayranlık duyuyordu. Öncelikle çok güçlü olduğu için; ikincisi, gençliğinden, üçüncüsü de gözü pek girişiminden dolayı….. Üstelik bugün, çok kazanç sağlayacak bir gündü: Santa Lucia Bayramı. Özellikle Margarida için, çünkü bayramlar rahat, güvenceli yaşlılık günleri için bir sigorta gibidir.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:46) “Artık İnanıyorum (Babama ağıt - on yıl sonra) -----------------------Ve öyle ki Nomasomi’yle birlikteydi, üstelik. Kapanmışltı gözlerinin yıldızları Nomasomi’nin, Buza kesmiş, beceremiyordu yeniden ısınmayı. (Benedict Wallet Vilakazi<1906-1947>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.06.08) “Bunun üzerine, yer sırasına göre, soldan birinci sancağa söz verilince, önderleri, ‘Yanlışsız, kusursuz, gerçek öğretinin yalnızca bizimki olduğundan kuşku duyulamaz; üstelik bizim öğretimiz doğrudan doğruya Tanrı’dan gelmelidir...’ dediler.” (C.-F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:II, sa:12) “Seyahatlerimde, çok akıllı, çok uslu, çok bilgili ihtiyar bir Brahman’la tanıştım; bu adam üstelik çok zengindi de; böylece daha akıllı daha uslu görünüyordu. Çünkü hiçbir eksiği olmadığından kimseyi aldatmaya gereksinimi yoktu.” (Voltaire, “Hikayeler”, Cilt:II, ‘İyi Kalpli Bir Brahman’ın Hikayesi’, sa:9) “Ataları İsa’nın doğumundan yüzyıllar önce piramitleri inşa etmiş olan Çingenelere göre Howard’larla Plantagenet’lerin şeceresinin Smith’lerin ya da Jones’larınkinden beş paralık farkı yoktu. Hepsi birer hiçti Üstelik, bir sığır çobanının ta ilk çağlara dayanan bir sülalesi varken, tarihi bir soydan gelmenin önemsenecek ya da özenilecek bir yanı yoktu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:102) “O sırada Giles, Isa’nın deyişiyle küçük numarasını yaptı, dudaklarını kıstı; kaşlarını çattı; karısının harcayabileceği parayı kazanmak adına dünyanın bütün yükünü sırtlayan koca pozunu takındı. ‘Hayır,’ diyordu Isa’nın bakışları apaçık. ‘Sana bayıldığım falan yok.’ Üstelik kocasının yüzüne değil, ayaklarına bakıyordu. ‘Aptal oğlan, pabuçları kana bulanmış.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:99) “Önce, doğru muydu? Matthew bir büyücüydü. Hoş ve yumuşaktı. Bütün bunları benim için mi sahneliyordu? Hayır, her şeyin onun anlattığı gibi olduğundan hiç kuşkum yoktu: sözleri gerçeğin su götürmez çınlamasını taşıyordu. İstediğim takdirde aramam için hastanelerin ve onu tedavi eden doktorların adlarını sakınmadan verdi. Üstelik, bunları kendisine geçmişte anlatmış olduğunu söylediği Thelma, can kulağıyla dinlemiş ve hiçbir itirazda bulunmamıştı.” (I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:66) “Orada bekleme listeleri çok uzundu, terapistler bazen deneyimsiz olabiliyordu. Fakat Ginny’nin bana olan büyük inancı, benim kurtarıcı fantazimle birleşerek ona sadece benim yardım edebileceğim şeklindeki zorlayıcı faktörü ortaya çıkarıyordu. Üstelik tüm bunların yanı sıra çok inatçı bir damarım da vardı; vazgeçmekten ve bir hastaya yardımcı olamadığımı söylemekten nefret ediyordum.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:18) “Zaten, köylülerin terbiyesizce sözlerinden, hayvanların hayasızlıklarından, dışarıdaki bütün bu münasebetsizliklerden çocuğu koruyacağız diye çektikleri dert yeterdi! Bir de üstelik, evinin içinde sürekli bir ahlaksızlık yuvası bulunacaksa, artık, bütün ümidi kırılıyordu.” (E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:251) “Gemileri köle, inci ve ışıldayan madenler getirmek üzere en ırak ülkelere yelken açmaktadır, kervanları yolları aşıp sonsuz seyahatlere uzanmaktadır. Hayır, sanıldığı gibi bunlar medeniyetten nasibini almamış kaba saba insanlar değildir, dünyayı ve sırlarını bilen insanlardır. Her şeyin yazılı olduğu harita ve cetvelleri, yıldızları ve yıldızların hareketlerini belirleyen, yasaları bilen bilgeleri vardır. Ülkeler, denizler fethetmişler, tüm zenginlikleri, ticareti, var olmanın bütün keyfini ele geçirmişlerdir; üstelik Alman ya da Fransız şövalyelerinden daha iyi savaşçı da değildirler.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:18) “Çok eski ve onlardan çok gerilerde, bir geçmişe uzanan ortaklaşa gelenek, aslında karşıt kişiliklerine, karar anlarında bir benzerlik vermektedir. Fouché’nin kişiliğinde, üstelik, demir gibi sert bir kendini dizginleyebilme gücü, lükse ve süs karşı içten gelen bir direniş, duygularını gizleyebilme yeteneği de vardır.” (S. Zweig, “Fouché”, sa:15) “.... Kışlaya giden iki sokağı geçmeden önce bir kapı aralığına girip birkaç dakika beklemem iyi olacaktı. Ya da, yolun sonunda hala açık olan kafeye de gidip orada yağmurun şiddetinin geçmesini bekleyebilirdim. Kafe, altı bina ilerdeydi. Buğulanmış camlarının ardından gaz lambalarının ışığı belli belirsiz seziliyordu. Arkadaşlar hiç kuşkusuz hala köşedeki, herzamanki masamızda oturuyorlardı. Üstelik bu, uzun zamandır ortada görünmediğim için aramızı yeniden düzeltmek için de iyi bir fırsat olacaktı.” (S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:90-1) Üstesinden gelebilmek, gelememek, gelmek : Problem çözebilmek, mastır etmek, başarmak; Çözememek “Adam gerçekten evlenmek mi istiyordu, yoksa o sessizliğin üstesinden gelmek için tutkulu ruhuna uygun bir coşku patlamasına mı kaptırmıştı kendini, yoksa duymak istemediği bir açıklamayı bir daha duyamayacağı şekilde gömmek için büyük bir olaya mı sığınmaya çalışmıştı bilmiyoruz.” (A. Altan, “İçimizde Br yer”, sa:12) “‘Senin yyanında yapacak hiçbir şeyim yok. Seni yeterince sevmedim ve sana son açıklamalarımı yapabilmek için sen de beni yeterince sevmedin. Tek başıma üstesinden gelmem ve yalnız ölmem gerek.’ ” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:85) “KİRİLLOV (Ansızın kızar.) - Bu bir alçaklıktır, alçaklık, başka bir şey değil. Yaşam güzel değildir, öbür dünya da yoktur. Tanrı ise, ölmeden önceki korku ve acının doğurduğu bir hayalettir. Özgür olması için acının, korkunun üstesinden gelmeli insan, kendisi öldürmeli. Böylece Tanrı diye bir şey kalmaz artık, insan da özgürlüğüne kavuşur.” (A. Camus, “Ecinniler”, sa:45) “Kien, söylevinin üstesinden geliyordu. Arada sırada düşünceleri bilimsel alana kayıveriyordu. Yine çok yaklaşmıştı bilime; bilimle uğraşmak için bir istek vardı içinde, bilim onun vatanıydı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:360) “Bunun için, sevgili dostum, diye sürdürdüm, Senyor Don Quijote’nin, Tanrı tutup da eksiklerini giderecek birini yollayana kadar, Mancha ili arşivlerinde kalmasına karar aldım, çünkü şu yetersizliğimle ve sınırlı yazınsal bilgimle bu işin üstesinden gelemeyeceğim.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:7) “Petrus, ‘Bu egzersizi işkence haline getirme, çünkü böyle bir amacı yok,’ dedi. ‘Alışık olmadığım bu hızın tadını çıkarmaya bak. Her günkü alışkanlıklarını değiştirmeye çalışmak, içinde yeni birinin büyümesini sağlar. Ama sonuçta, bu işin üstesinden nasıl geleceğine kendin karar vereceksin.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:48-50) “‘Biliyorum ve bazı şartları kabul ettirmeye çalışmıyorum. Ben sadece benim için önemli olan bazı şeyleri öneriyorum.’ ‘Esther sana İyilik Bankası’ndan söz etti mi?’ ‘Evet. Ama bunun İyilik Bankası’yla bir ilgisi yok. Bu benim kendi başıma üstesinden gelemediğim bir görev.’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:140) “İşte istediğim topu topu bu. Öyle atla deve değil, ama yine de üstesinden gelebilmek için anamdan emdiğim süt burnumdan geliyor.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:13) “O bana, bilimsel bir şekilde bu tür ‘kontr’ mekanizmalarla, fobi yahut obsesyon’un üstüne giderek <ölüm korkusunun> üstesinden gelinebileceğini savunuyordu. Korkuyorum ve benim aklım almıyor ama, doktor o, ne yaptığını biliyor olmalı.” (İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Prova”, sa:114) “Altı yüz öğrenciydik ama hiç itiraz hakkımız yoktu. Talebe Cemiyeti Başkanı Rüknettin abi, fakülte dekanı ile bir kez görüşmeye gitti ama, karar, Üniversite Senatosu tarafından da onandığından, yapılacak bir şey yoktu. Şimdi Allah aşkına, bir buçuk yılın ciltler dolusu birikiminin, iki ay içinde nasıl üstesinden gelir ve ‘geçer’ notu alabilirdiniz?” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:212) “Orada, karnımızı doyurma konusunda sönüp giden umudumuzu canlandıracak bir şey göremeyip ayağa kalktım; Yemelyan’a: -Davran öyleyse! Dedim. Tuzlaya gidiyoruz. Yemelyan, gözlerini gökyüzünden ayırmadan: -İyi ya, git!.. dedi. Bakalım üstesinden gelebilecek misin bu işin?” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:42) “Hammett bu tür özelliklerimi <öfkemin çabuk kabarması> yakından bildiğinden, kendi salıverilişinden bir yıl kadar sonra hapse atılmam söz konusu olduğunda, kaldıramayacağım, üstesinden gelmeye çalışırken de büsbütün batacağım bu olaydan beni korumak için bütün bilgisini seferber etti.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:49-50) “Goldmund şakayla karışık bir edayla konuşuyor, ama yine dostunun üzgün yüzünü güldürmenin üstesinden gelemiyordu bir türlü. Narziss sesini çıkarmadan Goldmund’a bakıyordu, bakışı bir okşayıştı adeta.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:78) “DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden> --------------------------‘Cin mi çarptı sizi? Her şeyin üstesinden gelen hangi tanrıdır bu tuttuğunuz? En sağlam gemi bile taşıyamaz onu. Ya Zeus bu, ya gümüş yaylı Apollon, ya da Poseidon olmalı; çünkü bir ölümlünün değill bakışları, bakıyor daha çok Olympos tanrıları gibi.” (Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:100) “Pek az ova, pek çok dağ vardı ve hemen hemen hiç yol yoktu. Otuz iki köy kilisesi, kırk bir papaz vekilliği ve iki yüz seksen beş şubesi vardı. Bunların birer birer ziyaret edilmesi zor bir işti. Ama piskopos bu işin üstesinden geliyordu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:26) “BANCO - Duncan inatçıdır. MACBETT - Hem de çok inatçı... (Sağına, soluna bakınır.) Tıpkı bir eşek kadar inatçı. Fakat bütün inatların, bütün direnmelerin üstesinden gelinebilir, eğer gerçekten kuvvetle istenirse.” (Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:304) “Sonunda, bir gece hastaneden kaçmayı ve ‘yaşama atılmayı’ kararlaştırdık. -Ben dilenirim… Açlıktan ölmeyiz, diyordu o. -Benim de kenarda üç beş kuruşum , her işin üstesinden gelecek kollarım var, diye ekliyordum ben de.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:121) “Eğer kendi doğamız gereği onlardan uzaklaştırılmasaydık, hiçbi zaman üstesinden gelemeyeceğimiz sorular vardır.” (F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:56, sa:39) “Taşın üzerine oyduğu ilk küçük çizgi, K. için bir kurtuluş oldu; ama adamın alabildiğine kendini zorlayarak bunun üstesinden gelebildiği anlaşılıyordu.” (F. Kafka, “Hikayeler-Bir Düş”, sa:104) “Diyelim birkaç kez onunla göz göze gelmekten çekinmedim ve hiç kimse beni beklemediği için yapacak şey bulamayıp onun iyilik dolu mavi gözlerine uzun süre bakmayı denedim. İsterse topluluğu düpedüz terketmek gibi bir anlam taşısın, tutup yaptım bunu. Üstesinden gelinemedi mi, girişimin kendisi gibi uğranılan başarısızlık da hiçbir şeyi kanıtlamaz.” (F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa156) “‘Boş ver Mustafa,’ dedim. ‘Sindire sindire bir yeni dünyaya girmek daha iyi. Şimdi periler dünyası buradan başladı mı?’ ‘Başladı...’ ‘Gerisini bana bırak. Üstesinden gelirim.’ ” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:159) “İlaçların hepsini durdurdular. Aman Allahım, geri çekilim bir facia idi. Öyle geceler oldu ki, uçurumlardan düştüğümü, boğulduğumu ya da ateşler içinde yürüdüğümü sanmıştım. Zaten pijama vermezlerdi, terlemekten geceleri üç gömlek değiştirirdim..... Fakat bir gün, onu da fethettim: benim iç-kudretim, hemen her şeyin üstesinden gelebileceğimi bir kez daha kanıtladı. Geceleri saat yediden sabahın yedisine kadar o karabasanları kendi kudretimle yendim. Sonunda benden başkası sırtımı sıvazlamadı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:111-2) “Söz konusu bayramlar o yıl iki aile için büyülü bir kutlamaya dönmüştü..... maddi sıkıntıları, yasları, Cebrail ile Butros’un, üstünden bu kadar zaman geçmiş olduğu halde acısı hala geçmemiş, ani bir şekilde ve zamanından önce dünyadan ayrılmış olmalarına -çünkü aile içinde yarattıkları altüst oluşun henüz üstesinden gelememişlerdi- bir türlü unutamıyorlardı. Yine de o bayramlarda genç olsun, yaşlı olsun davetlilerin üstünde bir mutluluk havası doşalıyordu.” (A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:391 “Bununla birlikte, çoğu bakımdan benim için çok değerli bir kişi olduğu ve saat on ikiden, öğle vaktinden önce daima en hızlı ve düzenli kişi olmanın yanısıra, kolay kolay benzeri bulunmayacak çalışmayla hatırı sayılır miktarda işin üstesinden geldiği için - bütün bu nedenlerden dolayı onun garipliklerini görmezden gelmeye istekliydim; ancak gene de arasıra hoşnutsuzluğumu dile getiriyordum.” (H. Melville, “Bartleby”, sa:18) “Evet, bunu herkes söylüyordu ve gençlerden biri rüyasındaa konağa gidip merhametli beyi gübre çatalıyla vurup öldürdüğünü görmüştü ve herkes öyle öfkelenmiş, öyle bitkin düşmüş ve ne yapacağını bilmez durumdaydı ki, o rüyasını anlatırken onu dinliyor ve hiç farkında olmadan onu böyle bir işin üstesinden gelebilir mi diye süzüyorlardı.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:44) “ANLAMAK --------------Ne bölme, ne çıkarma. Kendinden ötelere bakabilmek - sıcaklık ve dinginlik. ‘Yalnız sen’ olmak değpil, ‘sen de’ olmak. Küçük bir toplama, basit bir aritmetik işlemi, kolayca kavranabilen, bir çocuğun bile (üstesinden gelebileceği) parmaklarını ışıkta oynatarak ya da mızıka çalmak o kadın duysun diye.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-ayraçlar I”, sa:61) “Ah, yapma, son bulunca üzüntüsü gönlümün; Üstesinden gelmiştim, bıçak vurma yarama, Fırtınalı geceyi izleyen yağmurlu gün Gibi üstüme çökme, zaferi oyalama.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:90, sa:221) “Aygıtın rahatlıkla üstesinden geldiğini görünce, Grenouille’un imbiği istediği gibi kullanmasına izin verdi Baldini, o da alabildiğine yararlandı bu özgürlükten. Gündüzleri parfüm karıştırır, öbür koku ve baharat ürünlerini hazırlarken, geceleri yalnız ama yalnız o esrar dolu damıtma sanatıyla uğraşıyordu.” (P. Süskind, “Koku”, sa:103) “Biz böyle ince zenaatın peştemalına sarılmışız. Başımızı kaşıyacak zamanı yitirmişiz. Aman pabuç dama atılmasın, esnaf arasında yere bakmayalım, üstesinden gelelim de, pırava deyerek alnımızdan öptürelim diye debelenmekteyiz.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40) “Diğer bütün kadınlarımın belirli görevleri var, ama senden böyle bir hizmet beklemiyorum. Tüm istediğim, ne zaman çağırırsam yanıma gelip aklıma takılan o küçük, aptalca şeylerin üstesinden gelmen.” (R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:74) “Baba kentimizi iyi biliyordum, tavuk çiftliklerini, ormanlarını, meyve bahçelerini ve esnaf atölyelerini biliyor, ağaçları, kuşları ve kelebekleri tanıyordum, şarkılar söyleyip dişlerimin arasından ıslıklar çalabiliyor, yaşam için değerli daha başka kimi şeylerin üstesinden gelebiliyordum.” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:20) “ ‘Sence Fransa da katılacak mı? Savaş durumunda Fransa yalnızca bir piyondur, satranç oyunundaki piyadedir, böyle bir görev üstlenmesi düşünülmüş olmasa bile. Tüm bunların arkasında Rusya vari tüm bunların arkasında onun politikasının insanları, çeteleri var….. Ancak karşı koymak gerekir. Özellikle de sosyalistler. Onlarda ‘Humanité’ <Fr. İnsanlık> vardır. Benim ne olacağımı düşünmeye gerek yok. Evet, ben ayakkabı tamircisi olmaktan başka bir şey istemiyorum. Ama böyle bir örnek verilebilir. İnsan ne yaparsa yapsın olaylara dahildir. Gördüğün gibi insan böyle çeker cezasını. Yaptığı en ufak şey bile insanı bağlar. Bir şeyler öğretmesi bile insana sorumluluk yüklüyor. İnsan kendisinden daha öte bir şeyler olmak zorundadır. Seni tanımadan önce neyim vardı: Yapayalnızdım. İki kişi olunca dünyanın üstesinden gelinebilir.’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:94-5) “Değil mi ki ölümü seçtiğinden emindir, değil mi ki kendi deyişiyle ‘ölüm olgunluğuna ermiştir’, değilmi ki hayatın onun üstesinden gelemeyeceğini, kendisinin hayatın üstesinden geleceğini bilmektedir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:65) Üstlenmek : Sorumluluğu üzerine almak, ödev bilmek “Norberto’nun evindeki hanımlar, beklendiği gibi son derece kibardı; çay saati düzenliyor, örgü örüyor ve en yakın hizmetçilerinin kız çocuklarının vaftiz anneliğini üstleniyorlardı. Salondaki kanapelerin üstünde moda dergileri duruyordu, ah, Paris, aptal savaş biter bitmez oraya gitmek istiyorlardı, öteki irili ufaklı isteklerin yanı sıra, özellikle bu isteği geciktiriyordu savaş.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:46) Üst perdeden (yukardan) bakmak (davranmak) : Üstünlük taslamak; Üstten, yukardan bakmak; Yüksek sesle “Oğlu üst perdeden bir tavırla anaya: ‘Gülme anne,’ diyor, ‘Thelka’yı hatırlıyor musun?’ ‘Hangi Thelka’yı?’ ‘On beş yaşındaydı ve sen kızı gördüğün yerde haşlardın. Gece on bire kadar ütü yapmak zorundaydı, sabahın dört buçuğunda kalkması gerekirdi ve tıkınacak bir lokması yoktu. Sonunda kaçtı. Nasıl, hatırlıyor musun?’ ” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:114) “Kadınların böylesine üst perdeden ve buz gibi davranışları karşısında alttan almamak gerektiğini biliyordum. Bundan ötürü lafı dolaştırdım.” “Kadın, üst perdeden ve dimdik bir baktı. Bir an durakladı. Sonra oturup tülünü kaldırdı. Yüzüne baktım. Korktuğum yüzdü.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:26;27) Üst sınıf : Toplumun üst sosyo-ekonomik bölümü; Üst tabaka “Ama diğer yandan, burası daha ziyade bir iş merkeziydi; başka bir deyişle, daha çok üst sınıfa hitap ediyordu. Her akşam yüzlerce takım elbiseli yahut döpiyesli tip, metro istasyonuna girip çıkıyordu. Kötü haber, çoğunun istasyonun dışındaki bir sarmanın varlığını fark etmemesiydi.” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:172) “‘Eğitim de satmalısınız, yani kitap satmalısınız, ucuz romanlar, yaşamı toz pembe gösteren, sokaktaki adama daha yüksek bir dünyayı öğreten üst sınıfın yaşayışını anlatan kitaplar. Bundan elde edilecek kazançtan söz etmiyorum - çok iyi olabilir tabii- ama insanlığa yapılacak bir hizmetten söz ediyorum. Sözün kısası, onlara heyecan verin.’ ” (B. Brecht, “Üç Kuruşluk Roman”, sa:258) “Taraf tutmak gerektiğini varsaysak, kimin yanında yer alacağım? Beni yaşamdan fırlatıp atmaya bakan üst sınıftan mı yoksa davranışları benim davranışlarım olmayan işçi sınıfından mı? Olabilir ki, ben, kişisel olarak, herhangi bir önemli konuda işçi sınıfından yana dururum. Fakat aşağı yukarı aynı durumda bulunan on binlerce ya da yüz binlerce kişi için durum nasıldır?” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:291) Üstsüz : Göğüsleri meydanda, çıplak dolaşmak “Ama görünüşe bakılırsa Mailson’un aklı, daha ziyade otele yeni gelmiş bir Alman turisti ayartmaktaydı; kadın Brezilya’nın dünyanın en özgürlükçü ülkesi olduğuna inanmış, plajda üstsüz dolaşıyor, ondan başka çıplak göğüslü kimse olmadığını, insanların ona belli bir rahatsızlıkla baktığını da anlayamıyordu.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37) Üst tabaka : Toplumun üst sosyal düzeydeki, aristokrat kesimi “Bayan Bellamy Bellmore, Clifftop’tan gelen bir daveti kabul etmiş, üç günlüğüne evlerine gelmişti. Bayan Bellimore sosyetenin genç gözdelerindendi. Güzelliği, soyu sopu ve servetiyle üst tabakada haklı yeri almıştı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:70) Üst tarafı : Ötesi, gerisi “HOMUNKULUS - Böyle güzel bir öğüt yabana atılamaz. MEPHISTOPHELES - Öyleyse haydi yolun açık olsun! Üst tarafını sonra görürüz.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:147) Üstte başta olmamak : Kılık kıyafeti pejmürde, perişan olmak; Fakirlik “Bir aydan beri iş arıyorum, meteliksiz.. Ne üstte var ne başta. Onu sevmeseydim Belki de beklemezdim İnsanlar için öleceğim günü.” (M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:49) Üstten : Yukardan, emredici “Tekrar ayıldığında bir hastane odasındaydı ve kara bıyıklı dört erkek başında bekliuyorlardı. Odaya elinde kocaman bir enjektörle yaşlıca, iri bir hemşire girdi, kadının kırlaşmış bıyıkları vardı. -Kabanızı açın bakalım Alev hanım, iğne yapacağız! dedi üstten bir sesle.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:73) Üstü aranmak : Emniyet konusuyla ilgili olarak birinin vücudunun arzu edilmeyen bir madde (silah vb.) bulmak amacıyla aranması “Adamlar kılını bile kıpırdatmadı. Silahlı adam, ona doğru bir adım attı. ‘İsviçreli Muhafızlar teğmeniyim ve şu an üzerinde durduğunuz arazinin Kutsal İlkeleri’ne göre üstünüz aranacak ve gerekenlere el koyulacak.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:315) Üstü başı (dökülmek, parça parça görünmek, toz içinde) : Görünüşü, giyimi kuşamı ( pejmürde kılıklı, yırtık pırtık kıyafetli) “Babam, General Augereau’dan bağışlanmamı istemek üzere, üç günlük bir süre almayı başarmış, General de beni bağışlama iyiliğini göstermişti. Böylece Prosper Magnan’ı Andernach tutukevine girdiği zaman görmüş ve ona çok acımıştım. Yüzü çok solgun, üstü başı perişan ve kan lekeleri içinde olmasına karşın, insanın dikkatini çeken saf ve suçsuz görünüşü vardı.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:80) “Küçük kız, ‘Sen hacı mısın?’ diye sordu. Villafranca del Bierzo’nun bu kavurucu öğleden sonrasında ortalıkta ondan başka kimse yoktu. Kıza baktım, ama yanıt vermedim. Sekiz yaşında var yoktu, üstü başı dökülüyordu. Soluklanmak için oturduğum çeşmenin başına koşmuştu.” (P. Coelho, “Hac”, sa:197) “Yabancının dış görünüşü, Berta’nın sık sık kafasında canlandırdığına hiç uymuyordu. Üstü -başı eski püskü, saçları gereğinden uzundu, bir karış da sakalı vardı. Ama yanında birini getirmişti: Şeytan’ı.” (P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:13) “Ansızın, çok eski bir anı geliyor aklına: Trompsburg’un dışında, N1 karayolunda arabasına aldığı biri, yalnız başına yolculuk eden yirmi yaşlarında bir kadın, yanık tenli, üstü başı toz içinde bir Alman turist.Touws Nehri’ne kadar gitmişler, bir otelde oda tutmuşlardı. David kadına yemek yedirmiş, sonra da onunla yatmıştı.” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221) “Müjgan, soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışıyor, debeleniyordu: -Bırak beni, dedi... Üstümü başımı yırtacaksın. Yoldan görecekler, rezil olacağız. Allah aşkına yapma! diye yalvarıyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:68) “Karanlık içinden, sevinçle hoplaya zıplaya babam çıkageldi. Üstü başı parça parçaydı. Yüzü gözü kan revan içindeydi. Bize: ‘Size söylemedim mi? Akdeniz’de bu kayık gibi yoktur..... Yaşasın kayık. Yolumuz artık düzdür...’ ” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:163) “Kadı vekili olarak tayin edildiği kasabaya ineli henüz iki saat bile olmamıştı. Çantalarını bıraktığı handan hükümet konağına gelirken dizlerina kadar çamura batmıştı. Arkadaşları ile tanıştıktan sonra: ‘Affedersiniz,’ demişti, ‘üstüm başım çamur içinde... Yollar pek berbat...’ ” (O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:51) “‘Ölçülerimiz aşağı yukarı aynı,’ dedim. ‘Çıkıp bana giyecek sivil bir şey alır mısın?’ ‘Üstüm başım vardı ya hepsi Roma’da kaldı.’ ‘Senin evin orada, öyle ya. Boktan bir yer Roma. Nasıl yaşayabildin orada bilmem.’ ” (E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:216) “Konuğum üstünü başını elleriyle yokladıktan sonra rengi atmış, kirli bir kart çıkardı, bana uzattı. Kardın üstünde süssüz fakat kargacık burgacık harflerle ‘Michob Ader’ yazılıydı.” (O. Henry, “viski, soda”, sa:81) “‘... ilahi hamurda şeytanın kuruğunun değmiş olduğu tarafı zevk içinde yaşıyorduk ki, Allah’ın intikamcı eli kapıyı açtı ve kapının çerçevesi içinde papazla damadı iki müthiş hakim gibi göründüler! Dimdik ve dövüşken bir tavırla, üstleri başları toz içinde, yüzleri sapsarı, birincisi elinde kutsanmış su taşınan küçük tencereyle su serpmeye yarayan aleti; öteki, boğumlu bir bastonla mektup çantasını tutuyordu.’ ” (P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:49) “Kulübede elli yaşlarında Dobrucalı yoksul bir karı koca vardı; yarı Bulgar, yarı çingeneydiler, üstleri başları dökülüyordu.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:77) “Muhtarın evinde, Şeyh Yusuf’un oturduğu oda tıkabasa insanla dolu. O, köşede bir hasır üstünde bağdaş kurmuş oturuyor. Sırtında eskiden yeşil olduğu belli bir cüppe var. Üstü başı, sakalı o kadar kirli ki, yanına yaklaşmaya hacet yok- kapıdan itibaren bir teke gibi kokuyor.” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:47) “Yine kulağına çalınan konuşmalardan, Yusuf’un gazeteden çok az maaş aldığını, müzik grubunun ise iş bulamadığını anlamıştı. Çocukların üstleri başları dökülüyor, evi pislik götürüyordu. Alafranga tuvaletin kapağı kopup kimbilir nerelere gitmiş, taşı kahverengiye kesmişti. Musluklar açıldığı zaman sinir bozucu bir flüt sesi gibi tek notada ötüyor, gece boyunca vınlıyordu.” (Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nun Evi”, sa:144) “Bir de ne göreyim: Akşam benim kahyam sapsarı bir yüzle, üstü başı yırtık, yayan yapıldak çıka gelmesin mi! Tabii feryadı bastım. -Bu ne hal? Ne oldu?” (A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:62) “Çoktan beri üstüne başına bakmaz olmuş, tıraşların arasını gitgide seyrekleştirerek derbederliğe vurmuştu. Şapkası yağlı, kunduraları boyasız, hatta delik deşikti. Giderek giyimi o kadar hırpanileşmişti ki, bu yaz eski yağmurluğu sırtından çıkaramamıştı.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:113) “Üstü başı darmadağınık, giysileri paramparçaydı; öyle ıslanmıştı ki her yanından dümen tütüyor, üstünden sular süzülüp döşemenin üzerine akıyordu. Karşımda, avludan fırlayan o dev, diz çökmüş duruyor, ölecek gibi ‘Ah! Oh!’ çekiyordu. Bu korkunç dev kimdi? Harlov’du!” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:12;75) “THERESE - Sizden! Hatırlamıyor bile! Dün mahzendeki işi saat kaçta bitirdiniz? HIDOUX - Yedide. THERESE - Saat dokuzda zilzurna sarhoştunuz! Ama daha yıkanmamış, üstünüzü başınızı değiştirmemiştiniz!” (Ch. Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:9) “Kendininkilerden atılmıştır, kendi içine geri gönderilmştir, bağrındaki o cehenneme: yıkılmış ruhuyla, iliklerine kadar utandırılmış, aşağılanmış olarak Berlin’e döner. Birkaç ay ayağında eski püskü ayakkabılar, üstü başı perişan sürünür ortalarda..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:62) Üstü (üzeri) çöp çöpel dolu : İnce zayıf çöp ve saplarla, toz toprakla kaplı “Siyaha yakın, gayet gür kıvır kıvır saçları başında kocaman bir şapka halindeydi. Saçları her zaman toz toprak içindeydi; yerde çamurda yattığı için üzeri çöp çöpel doluydu.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:146) Üstü kalsın : Bahşiş verilmesi gerektiği yerlerde, para üstünü almak yerine, genellikle garson ya da küçük bir çocuğa ‘Üstü kalsın!’ denir “... bakır küllükte bitmeden söndürülmüş iki sigaraya, tepsideki çaydanlığa, süzgüye, çay bardağına, tabaktaki şekerlere baktı, saydı: ‘Tek şekerli içiyor çayı.’ Ama o koku yoktu; belki dün gece de yoktu; oysa kadın o sabah küçük deri valizini yere bırakıp çantasını açarken ne kadar borcum diye sormuştu -üstü kalsın.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:6) Üstü kapalı (laf etmek, konuşmak) : Açıkça söylemeyip dinliyenin kavrayış ve uslamlamasına bırakmak “İKİNCİ ŞİİR : Şimdi hava iyiden iyiye kararmıştır. Dante’de sabahki iyimserlikten eser yoktur. Enine boyuna düşünüp taşınmış, atılmak üzere olduğu serüvenin güçlükleri karşısında cesareti kırılmış ve Cehennem yolculuğundan vazgeçmiştir. Üstü kapalı bir şekilde korkularından, kaygı ve kuşkularından bahsetmesi üzerine, Vergilius onu yatıştırmak isitiyor. Dante kendisini bir raslantı eseri olarak karşısında bulmamıştır. Hazreti Meryem, Azize Lucia ve Beatrice, Allahın sevgili bu üç kulu, Dante’nin sonundan kaygılanmaya başlamışlar. Dante’ye yardım etsin diye Vergilius’u bizzat Beatrice göndermiş.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:80) “Daha çok bu ülkede yabancılarla ilgili gizli yasalar bulunduğuna ilişkin bir önceki konuşmanızda üstü kapalı olarak söylediğiniz bir şeyi anımsamamızdı.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:46-7) “Rachel, babasının tepkisine yüzünü buruşturarak, başını kaldırıp baktı. Hangi amaçla sorulduğunu kesinlikle biliyordu. ‘Lanet muhabirler’, diye düşündü. Bu meslektekilerin yarısı politikadan para kazanıyordu. Muhabirin sorusuu, gazetecilerin ‘greyfurt’ dediği türden -senatöre zor bir soru görünümünde sunulan üstü kapalı bir kıyak- babasının kolayca yetişip smaç yaparak sahanın dışına gönderebileceği yavaş bir atıştı.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:20) “Sonra Homais ona kendini nasıl daha dinç, daha çevik hissedeceğini anlatıyor, üstü kapalı biçimde: ‘kadınların da daha fazla hoşuna gideceksin,’ demeye bile getiriyordu. Bunun üzerine, uşak aptal aptal sırıtmaya başlıyordu.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:191) “Öyle konuşmalar ki, dinleyiciyi düpedüz edilgin konumda tutuyordu, konuşmanın içeriğiyle dinleyicinin herhangi bir şekilde ilişkisini, dinleyicide bir ön formasyonunu, bir ön hazırlığı ve algılama yeteneğini üstü kapalı varsayıyor, oysa pek çok durumda dinleyicide söz konusu nesnelerden eser bulunmuyordu.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:22) “Şimdiden, hem saray içinde hem de dışarda kraliçenin kısır olduğuna dair söylentiler var, düşman diller ve kulaklardan özenle saklanan ve yalnızca yakın dostlarla paylaşılan üstü kapalı ithamlar. Bu işten kralın sorumlu olduğu düşünülemez, ilkin bilinmelidir ki kısırlık, erkekte değil kadında vuku bulan bir iblistir.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:5) “Schneider başını sallıyor. ‘Benim işim bu demek. Pekala. Ama... seninkinin ne olduğunu iyice biliyor musun?’ Brunet, hayretle bakıyor: ‘Kendiminki mi?’ ‘Evet,’ diyor Schneider, sonra heyecansız bir sesle devam ediyor: ‘Biliyorsan sorun yok!’ ‘Ne demek istiyorsun?’ diyor Brunet, ‘açıkça söyle. Üstü kapalı laflardan hoşlanmam.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:307). Üstüme iyilik sağlık : Allah beni korusun, Allah esirgesin; Aa. Öyle şey olur mu, hayret “Kadınlar hep bir ağızdan bir çığlık kopardılar; kapıyı açmalarıyle kapamaları bir oldu; şimdi k0oridordan şu sesler duyuluyordu: ‘Üstüme iyilik sağlık, bir ölü, kefeni içinde dimdik duruyor.’ ” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:166) “HİZMETÇİ - Aa, üstüme iyilik sağlık! (Genç bayan kitabı alıp masanın üstüne koyar!) Kusura bakmayın, sizi uyandırdım, küçük bayan; ama siz kimsiniz kuzum? Ne bekliyorsunuz burada?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:5) Üstünden dökülmek : Üstü başı, elbiseleri eski püskü, yırtık pırtık ya da çok uygunsuz olmak “Pazar günü, gazino tıklım tıklım doluydu; belediye başkanı görünürlerde yoktu. Üyelerden yalnız en yaşlısı gelmişti, bu ihtiyar Peschek, eğer uyku hastalığına tutulmuş olmasaydı iyi ve gayretli bir adamdı. Peter bir sürü ‘doslar’ ile gelmişti. Pek berbattı; elbiseleri üstünden dökülüyor, sesi kısık kısık çıkıyor ve soluğu, işleyen bir bıçkının çıkardığı gürültüyü anımsatıyordu.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:183) Üstünden sünger geçirmek : Bir anda silip süpürmek, unutabilmek “Takdir ediyorum veya takdirimi geri çekiyorum, nezaket ayarı yapıyorum, ek kanıtlar ortaya çıkıncaya kadar dostluğumu askıya alıyorum, uzaklaşıyorum, yakınlaşıyorum, yüz çeviriyorum, cezayı tecil ediyorum, her şeyin üstünden sünger geçiriyorum - veya öyleymiş gibi yapıyorum. Muhataplarımın çoğu bunların farkına bile varmıyorlar.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:66) Üstüne : Tüm bunlardan sonra, üstüne üstlük, bu olanlara ek olarak; Ve “Üstüne, en küçük bir yorgunlukta hemen şişen ve yaşaran ve bu kafa işçisine yalnız ‘günde yarım saat göz nuruna izin veren’, ‘dörtte üç kör gözler!’ Ama Nietzsche, bu vücut bakımını hiçe sayar ve masa başında on saat çalışır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:81) Üstüne basa basa; Üstüne basmak : Doğru tahminde bulunmak, bilmek Bk.: Üzerine basa basa, Üzerine basmak “ ‘Manastırda pek de hoş olmayan şeyler mi oluyor?’ diye sordu William, dalgın, kendine biraz daha süt koyarak. ‘Ne de olsa rahip de insandır,’ dedi Aymaro üstüne basa basa. Sonra ekledi: ‘Ama buradakiler başka yerlerdekilerden daha az insandır. Ama unutmayın, bunu söylememiş olayım.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, sa:183) “Yaşlı adam coşkuyla sürdürdü: -Ben de ona geliyordum. Seni buraya çağırmamın nedeni bu..... İstesem bir gün içinde nakit on bir milyon dolar toplayabilirim. Taşınmazları saymadım... Canın sıkılıyorsa, yat körfezde hazır. İki günde seni Bahamalara atar. -Babacığım, üstüne bastın. İçim içime sığmıyor.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:141) “BORKMAN - Herhalde, ebeveyniyle vedalaşmak istemiş de ondan olacak. FOLDAL - Tam üstüne bastın! Acayip şey, ne de doğru tahmin ettin, John Gabriel.” (H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:143) Üstüne başına (bakmak, itina göstermek) : Kılığına kıyafetine, dıştan görünüşüne (ilgi göstermek) “Az sonra koltuğunda tüfek, ava çıkmaya hazır bir halde Glahn aşağı indi. Düşünceli görünüyordu, selam vermedi. Ama üstüne başına çekidüzen vermiş, tuvaletine her zamankinden çok dikkat etmişti. Damat beyler gibi süslenmiş! diye düşündüm.” (K. Hamsun, “Pan”, sa:181) Üstüne bir bardak soğuk su içmek : İşin sonunda hiç bir şey kazanamamak, sıfır kere sıfır elde var sıfır “MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Bir yılın sonunda ya iflas bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..... Çoğunlukla bunların üstüne bir bardak soğuk su içilir. İşin yeni sahipleri de aynı duruma düşer çok kere.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61) Üstüne çullanmak : Birinin üstüne saldırmak, hücum etmek “Don Quijote bütün bunları kımıltısız seyrediyordu. Adamın yere düştüğünü görünce, atından atlayıp üstüne çullandı, kılıcını gırtlağına dayayıp pes etmesini, yoksa kellesini uçuracağını söyledi.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:59) “Ditpold ve adamları hemen yakalanmıştı ve herkes Aziz Pietro’nun göründüğüne onları inandırmak için üstlerine çullanmıştı. Olası hepsi kanmıştı buna, ama tünelin kimin tarafından açığa çıkarıldığını iyi bilen Ditpold inanmamıştı -aptaldı ama o kadar da değil- ve Baudolino tarafından alaya alındığını anlamıştı. Bunun üzerine onu yakalayanların elinden kurtulmuş, kimsenin anlamadığı bir dilde avazı çıktığı kadar bağırarak dar bir sokağa dalmıştı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:196) “Biraz sonra yapacak şey olmadığı için yatıp uyudum. Me kadar zaman geçti bilmiyorum, birden kapıda anahtarın döndüğünü duyup uyandım. Daha yerimden kalkmaya vakit kalmadan birisi arkadan üstüme çullanıp yere yıktı ve üstüme bindi.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:36) Üstüne (üzerine) düşmek : Bir kimseye aşırı ilgi,özen, itina göstermek; adeta yapışmak “Karakol kaleminde arabacı yerlere kapanıp suçunu itiraf etti, ama koca bıyıklı karakol amiri çok şaşırdı. -Ne diye kendine kara çalıyorsun, be adam? Sarhoş musun nesin? İstersen seni kodese tıkayım da aklın başına gelsin! Bak şunun yediği naneye!.... ‘O cinayetin katili bulunmadı’ dedik. Daha ne üstüme düşüyorsun? Çek arabanı buradan git artık!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:41) “Tatlı itirafları aşklarımızın Henüz döküldü masum dudaklarımızdan; Tek bir kelime yetiyordu konuşmamıza *** Sen üstüme düşmüyordun.” (V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:12) “-Durmadan içiyordu. Sabah başlıyordu içmeye, gece yarısına kadar. İçiyor ve anlatıyordu. Birlikte para yiyorduk, benim için de en kötüsü bu. Üstüme düşüyordu, ondan. Şuraya gidelim, yok buraya gidelim. Sinir ediyordu bu beni.” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:136) “Bir gün Ramiro, baldızını yanına çağırıp şöyle dedi: -Gizini çözdüm Gertrudis. -Ne gizi? -Amcamın oğlu Ricardo ile olan ilişkileriniz... -Haa, evet, doğru; üsteledi, üzerime fazla düştü, rahat bırakmadı beni, sonunda kendisine acındıırdı.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:58) Üstüne gelmek : Tenkit ve itham kastıyla üzerine ağırlık koymak; Konuşulduktan hemen sonra gelmek; Kural dışı yapılan iş üzerinde neredeyse yakalanmak; Başkalarından üstün olmak “Bayram, avlu kapısını açıp girdi.. Anasıyla burun buruna geldi girer girmez. ‘Nerdesin hey Allahın ördeği?’ dedi Irazca. ‘Nerdeyse deli Haceli üstüne geliyordu. Çıldırdın mı sen ulen?’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:128) “Muhabirler genellikle, ‘Pek çok kişi Opus Dei’nin bir beyin yıkama tarikatı olduğunu söylüyor,’ diye üstüne gelirlerdi. ‘Bazıları da size aşırı muhafazakar gizli Hıristiyan cemiyeti diyorlar. Hangisisiniz?’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:38) “Sözlerinden hoşlanmadığımızın farkına varınca, özellikle daha çok üstümüze gelir, bizi tahrik etmek isterdi: ‘Ah! Ah! Korkuyorsunuz, küçük şeytanlar! Ama öyledir, burada bir şişko var, yakında ölecekler, çürümesi de uzun sürecek!’ Susturmaya çalışırdık o da inadına çenesini daha çok açardı.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:246) “(Çakırcalı) Bir gün: ‘Hacı,’ dedi, ‘beğendin mi olanı biteni?’ Hacı kıs kıs gülüyordu: ‘Senin üstüne efe gelmedi bu dağlara. Hızır yardımcın olsun.’ ” (Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:43) “Haha! Usul usul sokuluyorsun Böylesi geceyarısında?.. Ne istiyorsun? Konuş! Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni, Ha! Çok yaklaştın yanıma!” (F. Nietzsche<1844-1900>, “Dionysos Dityrambosları”, sa:69) Üstüne gitmek : Problemi çözmek için onun üzerinde odaklaşmak, itina göstermek, koşulları zorlamak “Yayıncı aramaya kalkışırsa dikkatinin dağılacağını söylermiş Sophie’ye; iş o noktaya gelince zamanını yapıtı üzerinde çalışmaya harcamayı yeğliyormuş. Sophie onun bu kayıtsızlığına sinir oluyormuş, ama bu konuda ne zaman biraz üstüne gitse, Fanshawe omuz silker, aceleye gerek olmadığını, günün birinde nasıl olsa bir yayıncıya gideceğini söylermiş.” (P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13) Üstüne (kimse) olmamak : Üstün başarılı, kimseyle kıyaslanmayan kimse “New York’un ünlü polis hafiyesi Shamrock Jolnes’u dostlarım arasında sayabilmek benim için büyük şans. Jolnes, kent,n hafiye gücünün iç yüzünü bilen kimse olarak nitelendirilir. Ayrıca hafiyelerin en esaslısı da odur. Daktilo yazmakta üstüne kimse yoktur.” (O. Henry, “viski soda”, sa.159) “MAZZINI, kanapenin öbür ucuna oturur. - Yo. Para yapmak benim harcım değil. Para canlısı değilim, herhalde. Ama para gözlülükte Mangan’ın üstüne yoktur doğrusu. Derdi günü paradır.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70) Üstüne ortak getirmek : Bir erkeğin, nikahlı karısının üstüne eve imam nikahı yoluyla başka bir ‘ortak’ getirmesi “Fakat, gülen yalnız ben değilmişim. Uzun boylu, keskin kara gözlü bir genç kadın da kıs kıs gülüyordu. Yanıma yaklaştı. Kulağıma usulcacık: -Bilmeyen, bu kadının kocası evlenmiş, üstüne ortak getirmiş sanır. Baygınlık filan değil, vallahi şirretliğinden, dedi.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:146) Üstüne oturmak : Haksız yere sahiplenmek, başkasının malını mal edinmek “Anlatılanlara bakılırsa, o sıralarda bile genç kadın kocasına göre daha asil, daha yüksek davranıyordu. Fedor Pavloviç, karısı parayı alır almaz, yirmi beş bini olduğu gibi çekip üstüne oturdu; kadıncağız bir daha bir rublecik bile görmedi.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:5) Üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi (uyumak) : Çok derin, top patlasa uyanmayacak derecede (uyumak) “MAZZINI - Bir gün çoluk çocuk bir ipnotizmacıyı seyretmiştik. Çocuklar akşam evde taklidini yapmaya başladılar. Ellie başımı okşuyordu. Sanki üstüme ölü toprağı serpilmiş gibi uyuyuvermişim.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:67) Üstüne sünger çekmek : Silmek, yok bilmek, ortadan kaldırmak, unutturmak Bk.: Üstünden sünger geçirmek, Üzerine sünger çekilmek “Hayır yavrucuğum, dedi Mösyö Darbédat, başını sallayarak, bu gibi şeyler olanaksızdır. Kadının gerçeği karşılaması daha yerinde olurdu. Gereği gibi acı duyardı ve sonra zaman bunun üstüne bir sünger çekerdi. İnan bana, her şeye kendini kandırmaya çalışmadan bakmak, en iyisidir.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:54-5) Üstüne titremek : Fazla itina ve ilgi göstermek Bk.: Üzerine titremek “... benim yüzümden diye bağırarak koşmuş kıpırdamadan yatan abisine; alnı biraz kanlıymış, üstüne kapanmış. Rüstem abim şakadan ölü gibi yatarmış meğer; sarılvermiş kardeşine, öpmüş. Güle konuşa geldilerdi o akşam. Eskiden de iyiydiler birbirleriyle ama abisi evlenince Faruk büsbütün üstüne titrer oldu onun.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:133) “Fışkırmalar, yayılmalarla dolu, toprağı delen başıboş tohumları şaşkınlıkla, hüzünle izliyordum. Annem Perran Hanımefendinin üstüne titrediği İngiliz gülleri azmanlaşmış, geniş yaprakları gonca olma dönemini aşmadan çatlayıveriyordu. Bahçeyi anlatılmaz, çekici bir başıboşluk almıştı.” (Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:114) Üstüne tuz biber ekmek : Yaptığı hataların en katmerlisini eklemek Bk.: Üzerine tuz biber ekmek “-Öyleyse yeni bir kitap bulmuş, yanıtını verdim. Keyem takma adını kullanan birinin yapıtını okuyordu. Misis Sampson: -Her neyse. Bugün üstüne tuz biber ekti. Bir buket çiçek göndermiş, üzerine ünlü şiirlerinden bir satır iğnelemiş. Mister Pratt siz kültürlü bir insansınız. Kibar bir kadın görünce anlarsınız.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:68) Üstüne tüy dikmek : Kötü olan bir durumu daha da kötüleştirmek Bk.: Üzerine tüy dikmek “ROSA - Sinir! Burada ben bütün üzüntüme rağmen dondurulmuş balık gibi karşımda duran kocamı teşhis etmeye çalışıyorum. Umarım onu buraya getirip de tüy dikmezsiniz üstüne.” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:24) Üstüne üstlük : Tüm bunlardan sonra; bir de; yetmiyormuş gibi “Kızın bakışlarında sanki küçük kardeşinin Miles’ı kapmış olmasına inanamıyormuş gibi bir ifade var hoş, kendisinin adama ilgi duyduğu filan yok, ‘sünepe bir çöp temizleme işçisine kim ilgi duyar ki?’ ..... üstüne üstlük geçen yaz ona verdiği rüşvetleri, bir hafta boyunca her gün taşıdığı sayısız çalıntı armağanı bir türlü unutamıyor; bütün bunlar olumlu bir amaç için yapılmış olsa da kızın açgözlülüğü, o çirkin aptalca şeylere tamah etmesi sinirlerini bozuyor.” (P. Auster, “Sunset Park”, sa:43) “Bn. ROONEY (Bn. Fitt’e) - Hayır, sağ kolunuzu uzatın, sevgili kızım, sizin için bir sakıncası yoksa. Solağım da üstüne üstlük.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, Tüm Düşenler, sa:143) “En sonunda, (Şair) son yazıtına varıncaya kadar bütün o yapı tamamlanınca, onca yıl kendisini hiç yalnız bırakmamış olan sadık dostu el arabasına da bir mezar yapmış. Üstüne üstlük, (özdeyiş yaratacak bir kafaya sahip görünen) el arabasının kendi manzumesini, kendi mezar yazısını yazmasına da izin vermiş. Araba da kendini şöyle şöyle dile getirmiş: -------------------------------İşte artık tamamlandı eseri Keyfine diyecek yok şimdi Onun sadık dotu olan bana gelince Baş köşeye kondu gönlümce.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:396) “Bu oyunun kuralları böyleydi demek. Neyse, yatağa tırmandık ve ben, mal bulmuş Mağribi gibi kadıncağıza sarıldım. Hiç şüphe yok ki, deneyimsizlik ve heyecan içinde, onun el yordamıyla yolumu buldum ve çabucak boşaldım. Sanki ona doyum vermek zorunluluğum varmış ve ben başaramadım diye, üstüne üstlük özür diledim.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:270) “... aç kalmanın ne kadar kolay olduğunu biliyordu. Dünyanın en kolay işiydi bu. Zaten bunu saklamazdı, ama ona inanmıyorlardı; kulak verenler de bunu alçakgönüllülüğüne bağlıyor, ama çoğunlukla reklam meraklısının teki, hatta aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç kalabilen, üstüne üstlük bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu düşünüyorlardı.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:78-9) “... elini çökmüşe benzeyen yüzünde tutan efendisinin bu görünüşünün, kendisini bekleyen tasarlanması güç çabalarla bağdaşır bir yanı var mıydı? Üstüne üstlük enerjisini yeniden toparlayabilmek için her günkü gibi biraz şarap ve jambon değil, sadece çay ve yumurta getirmesini istemişti.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:12) “İyi bir hoca, has bir dot ve en mühimmi müzmin bir uyumsuzdu. Ömrünün çok büyük bir bölümünü geçirdiği Kuledibi’nin ve Şişli’nin sokaklarıyla insanları ve tarihçesi üzerine söyleyebileceği bir çok şey vardı üstüne üstlük.” (M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:4) “Gelgelelim, doğuştan soyluluk dediğimizde - gözlerimiz açık renk mi koyu renk mi olmalı, kulaklarımız kıvrık mı, düz mü olmalı..... yargıçlarımız bize aile armalarımızı sormakla yetiniyorlar. Belki sizin aile armanız yoktur. O zaman bir hiçsiniz. Ama on altı göbek soyunuzu sayabiliyor, tacı tahtı hak ettiğinizi kanıtlayabiliyorsanız sadece doğduğunuzu teslim etmekle kalmıyor, üstüne üstlük doğuştan soylu olduğunuzu da söylüyorlar.” (V. Woolf, “Flush”, sa:12-3) “Onu çamurdan çıkarmaya çalışmama rağmen, bu kadar zaman ara veremeyecek kadar çok şey vardı yapması gereken ve otobüste midesi bulanmıştı. Üstüne üstlük eline bir silah alıp insanları vurmak düşüncesiyle uyanmıştı.” (I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:108) “Vespucci denizcilikte uzman biri olarak haklı bir ün edinmemiş olsa, komşu ülke Portekiz kralının Güney Amerika’ya gönderdiği iki filoya eşlik etmesi için tam da bu adamı istemesi akılcı olur mu? Üstüne üstlük yıllarca işletmesinde çalıştığı, dolayısıyla onu en yakından tanıyan kişilerden biri olan Juanoto Beraldi’nin, ölüm döşeğinde yatarken, vasiyetini yerine getirmesini ve işletmesini tasfiye etmesi için Vespucci’yi seçmiş olması, bu adamın doğruculuğunun en büyük kanıtı değil mi?” (S. Zweig, “Americo”, sa:92-3) “Clarissa’nın babası bunları öngörmüştü: Yalnızca iyimser biri bu kadarını yeterli bulabilirdi; gerçekte yedi kat daha fazla cephaneye ihtiyaç vardı. Belli sayıda kayıpların olacağı hesaba katılmıştı ancak gerçekteki hesaplar on beş katına ulaşmıştı. Üstüne üstlük nakliyat durmuştu; kömür yoktu.” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:106) “Kendi nefretlik bedenine pek az kıymet veriyordu ve bu alçakça tecavüzü özel bir durum olarak göremeyecek kadar çok aşağılanma tecrübesi olmuştu ama gömleği, yeşil eteği ve önlüğü yırtılmış, üstüne üstlük bu şerefsizler pahalı küfesini de parçalamışlardı. Karmanyolacıları derhal ihbar etmek üzere şehre dönmeyi düşündü ama şehirdekiler olsa olsa onunla dalga geçecekler ve <kimse> ona yardım etmeyecekti.” (S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:240) Üstüne üstüne gelmek : Sıkıntılı bir kimsenn zihnindeki birtakım hayallerin ya da çevresindeki cisimlerin, kişilerin sanki vücudunu görünmez bir şekilde işgali hissini duyumsaması; İki kişi arasındaki tartışmanın kametini arttırıp, birinin diğerinin üstüne ruhsal ve fiziksel olarak baskı koyması “SINIRDAKİ EV <Eugenio Montale’nin İtalyanlarından> -------------------Tutuyorum bir ucunu, ama üstüme üstüme geliyor ev, çatıdaki rüzgargülü kararmış dumandan: dönüyor fırıldak gibi acımasızca. Tutuyorum bir ucunu Sen, yalnızsın ama. Duyamıyorum geceleri soluk alışlarını.” (Patrick Cullinan<d.1932>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet kitap, 27.06.06) “Nihayet zil çaldı. Konağın girintili çıkıntılı sofalarında, en alt katından üst katlara, tavan arasına çıkan acayip merdivenlerinde kayboldum. Zümrüdüanka’yla devekuşu arası garip bir freskonun önünden en az üç defa geçtim. Bu merdivenlerde hocalar, talebeler, bir alay insan. Muallimler... Öğretmenler Odası’nı bulamıyorum, ya da şuuraltım oyun ediyor, bulmak istemiyorum. Uzun bacaklı, büyük kanatlı devekuşu üstüme üstüme uçuyor.” (S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:184) Üstüne varmak, varmamak : Üstüne düşmek, bir şey yapmasını ısrarla istemek; arzuya karşın, kendini kontrol edip bu dürtünün üstünden gelmek “POLİNA ANDREYEVNA (Treplev’e) - Öyle cana yakındır ki... (Bir sessizlik.) Kostya, arada bir güler yüz göster bir kadına, başka bir şey istemez senden. Kendimden bilirim... (Treplev masadan kalkar, bir şey söylemeden çıkar.) “... on yıldır çoğu geceler olduğu gibi otuz Ekim’i otuz bir Ekim’e bağlayan Çarşamba gecesi bu kolayca uyanmayan kadının odasına girerek onu yarı uyur yarı uyanık soyduktan sonra af buyurun üstüne vardığında Yargıç elini kaldırıyor savunmasız kadının ölümüyle ilgili anlaşılan diyor evet sayın başkan Emekli Subay oysa sanık kadını değil kediyi öldürdüğü için...” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:121) MAŞA - İşte kızdırdınız onu! Bu kadar üstüne varmak çok gerekliydi sanki!” (A. Çehov, “Martı”, sa:79) “EMEL - Asla. Hiç bir zaman bu konuşma olmayacak. TEKİN - Peki ama neden? EMEL - Neden mi? Üstüme varma bu kadar...” (S. Engin, “Suçlu”, sa:65) “SOLANGE - Sen daha alay et. Hanımefendi kaçmış. Hanımefendiyi elimizden uçurmuşuz Claire. Kaçmasına nasıl göz yumdun? Şimdi beyefendiyi görecek ve her şeyi anlayacak. Hapı yuttuk. CLAIRE - Üstüme varma. Gardenal’i ıhlamura boca ettim, ama içmedi. Kabahat bende mi?” (J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:62) “MARGHERITA, o da alay ederek. - Çünkü, doğrusunu söyleyelim, hödüğün birisiniz de ondan... LUNARDO - Hanım, aklınızı başınıza alın! MARGHERITA - Efendi, üstüme varmayın!” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:20) “Şarkılar söylenirken Ohngelt çok, pek çok dikkatli davrandı. Okuldan alma şöyle böyle bir nota bilgisi vardı hala. Bazı ölçüleri öbürlerine bakarak kısık bir sesle o da söylüyor, ama kendi gücüne dayanamıyor, ilerde değişip değişemeyeceğinde tereddüt ediyor <kararsızlık, ikircim>, korkuyordu. Yönetici, onun şaşkınlığına gülerek, duygulanmış, üstüne varmadı, hatta ayrılırken de: ‘Peşini bırakmazsanız zamanla her şey yoluna girer!’ dedi.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:90) “Ferhat Hoca, Koca Osmanın söylemek isteyip de söyleyemediği şeye, ışığa, Hızıra meraktan deli oluyor ama, üstüne varınca Koca Osman huyundaki insanların da iyice kapanacaklarını biliyordu. Böyle hallerde Koca Osman gibisilerin üstüne varmayacaksın, onlar dilinin altındakini nasıl olsa çıkaracaklar.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:109) “Duvar saati beşi vurmaya başlayınca, marş marş kumandasını verdim. Hep beraber kapıya yüklendik, aman, aman, aman, manzarayı görme Koletciğim, tam zamanında üstlerine varmışız.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:105) “... o ise Danimarka halkının dediğinden dışarı çıkamaz. Onun tatlı dillerine kulak verip her dediğine inanır, gönlünü kaptırırsan, yahut durmadan üstüne varmasına dayanamayıp iffet hazineni ona açarsan şerefinden ne büyük şey kaybedeceğini düşün.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:26) “MANGAN, teslim olarak. - Pekala, pekala. Teslim bayrağını çektim. Dediğiniz gibi olsun. Yalnız rahat bırakın beni. Hep birden üstüme varıp pusulayı şaşırtmayın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:128) Üstünkörü : Baştan savma, dikkatsizce “.....Walker, Born’un faaliyetleriyle ilgilenmediği karşılığını veriyor. Onun için önemli olan tek şey Cedric Williams’ın öldürülmesi; Born’un Fransız Haberalma Örgütü’nün en tepesindeki adam olduğu bile ortaya çıksa, Walter hiç ilgilenmiyor. Onu can kulağıyla sadece bir an dinliyor, o da Margot’nun Born’un geçmişi hakkındaki üstünkörü geçiştirdiği bir söz - Born’un çocukluğunu Paris dışında büyük bir evde geçirdiği ve Margot’nun üç yaşındayken onunla ilk kez o evde tanıştığı.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:160) “Yazarların sahneye çıkardıkları hemen bütün Almanlar gibi, onun adı da Hermann’dı. Hiçbir şey, üstünkörü yapmasını bilmeyen bir adam gibi bankacının sofrasına iyice yerleşmiş, Avrupa’da ün salmış olan o Alman iştahıyla yemek yiyor ve Careme perhizine (Katolik Hıristiyanların Paskalya’dan önceki oruç zamanı) hoşçakal demek için elinden geleni yapıyordu.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55) “Karanlık hapishane kütüphanesinde projektörün başında duran Langdon, Mona Lisa’nın sırrını seminere gelen mahkumlarla paylaşıyordu. Onların konuyla ilgilenmelerine oldukça şaşırmıştı, üstün körü dinliyorlardı ama akıllıydılar.” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:135) “Olumlu bakınca, olaylar iyiye gider. Bir gün, önemsiz bir olay: Dostlarından biri onunla üstünkörü konuşur. Evine döner. Kendini öldürür.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:28) “HİTLER’in Speer tarafından aktarılan yapım planları, Speer’in kitabının belki de en şaşırtıcı bölümüdür..... Bu planlara üstünkörü bakan birinin bile onları bir daha unutmasına olanak yoktur.” (E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:91) “Mantarlar, nazlanmadan, saf bir incelikle, o kalın ve hafif kabuğunu uzatıyor; bu da kişioğlunun, yalnızca hava değişimlerinden korunmak üzere, üstünkörü yontulmuş kazıklar üstüne bina ettiği evin çatısını örtmekte kullanılıyordu.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:65) “Mikhail, ısının -35oC’ye kadar düştüğü Stalingrad kadar soğuk olmasa da, hikayesini çok soğuk bir bahar gecesi anlatıyor. Üstünkörü yakılan bir ateşin etrafında ısınmaya çalışan birtakım dilencilerle birlikte oturuyoruz.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:178) “TRANSİT YOLCU Beni hiçbir zaman terketmeyen o kahredici transit yolcu duygusu... Yaptığım her şey - geçici. Üstünkörü - her intibam, ruhum - allak bullak.” (Blaga Dimitrova<1922-2003>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.12.02) “Onu eskiden şöyle üstünkörü bir görmüştüm. Fevkaladeliği yoktu. İhtiyar tüccar problemini duymuştum. Zaten herif hasta, yatalak, bir ayağı çukurda…” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:180) “Couture 2. -------------eskimiş, üstünkörü giyilmiş, övgülerle dolu o esmer gülün pırıltısında sayısız perde hışırtıları. Olağanüstü giysiler dünyayı olağanüstü yapan. (Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02) “Şimdi hızla Londra sokaklarından geçmiş, yalnızca Sir John ile bavulunu almak için durmuştuk. O, kendisinin kibar ve bilgin görünümüne çok daha uyan bir İlyada kopyasıyla silahlanmış durumdaydı. Londra’da yağmur yağıyordu ama Northolt’a ulaştığımız zaman gökyüzü açılmıştı, havaalanındaki çimenlerden havalanan, helezonlar çizen tarlakuşlarıyla doluydu. VIP salonundan çok etkilendim, herhalde bir daha göremem, diye düşündüm, üstünkörü pasaport kontrollerinden ve muamelelerinden geçme lüksünü yaşadım, kendimi biraz Ağa Han gibi hissettim.” (L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limanları”, sa:212-3) “‘Ben artık eskisi gibi değilim; şimdi çok küçük bir apartman dairesi tuttum; kapıcı da senin ve benim için pek fazla sıkıntıya katlanmayacaktır. Geçinmemiz de kıtı kıtına olacak ve her zaman ancak eskiden Perşembe yemeği dediğimiz gibi yemek yiyebileceğiz; bilirsin ya, o zamanlar Perşembe günleri temizlik yaptığımız için yemekleri üstünkörü geçirirdik.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:98) “... bir kibrit çakıp da yatağın baş ucunda koltuk değneğini, sakatın zorunlu yoldaşını görünce daha çok şaşırdı. Kibrit parmaklarının arasında yandı tükendi, çünkü Anthime çıkarken mumu götürmüştü; Véronique el yordamıyla üstünkörü giyindi, sonra o da ayrıldı odadan, tavanarasının kapısı altından kayan ışık çizgisine doğru gitti.” (A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:24) “Eski dünyanın nasıl şehirlerle dolu olduğunu ve bunların en küçüklerinin dahi, bütün sanat tarihi boyunca olmasa bile, yalnız birkaç devrinden olsun, bize değerli madeni paralar <sikkeler> bırakmış olduklarını görebilmek, üstünkörü de olsa gene büyük bir kazanç.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:109) “Üçüncü denemede üstünkörü onardığı zımbırtısını havalandırmayı başaran Miyu: -Şimdi görür gününü diye karşılık verdi.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:58) “Arkadaşı üç yıldan fazla bir süredir ülkesine gelmemişti ve bunu Rusya’daki politik ilişkilerin belirsizliğiyle, alabildiğine üstünkörü açıklıyordu. Ama bu son üç yılda, özellikle Georg için pek çok şey değişmişti.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:95) “Orada Etem’le önce havadan sudan ve arkası sıra da öteki meselelerden bir saat kadar konuştuk. Fakat kafir herif, Nazım’ın yanında fazla açılmıyor; çingenelik mingenelik işlerini, Nazlı meselesini hep üstünkörü geçmeye çalışıyor ve ikide bir, ‘Bana misaade bu avşam, var işim birazcık, fazlaca!...’ diye kaçmaya davranıyordu.” (O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:121) “Varışımızdan sonra bizi burada da banyo, berber, dezenfekte malzemeleri ve giysi değiştirme işlemi bekliyordu. Ayrıca giyinme bölmesindeki kurallar Auschwitz’dekilerin tıpatıp aynısıydı. Yalnızca su burada biraz daha sıcaktı, berberler biraz daha özenli çalışıyordu ve giysi dağıtma görevlisi üstün körü de olsa ölçülerimize dikkat etmeye çalışıyordu.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:107) “Eşiğine vardığı diğer kapılar umutsuzluğunu büüyütmekten başka bir işe yaramadı. Komşuların çoğu değişmişti. Bazı kapılar içerden sesler geldiği halde açılmıyordu; kimi üstünkörü birkaç lafla geçiştiriyordu; bazı komşularsa yıllarca dargındılar, onların gittiklerini bile bilmiyorlardı.” (M. Mungan, “Çador”, sa:25) “Asıl şu an kendisinin nasıl göründüğünü merak ediyor Meltem. Az önce yüzünü yıkarken aynada baktığı halini hatırlamaya çalışıyor. Kötü görünüyor olmasa bari! Böyle hissettiği, bunları düşümdüğü için, bir yandan neye olduğunu bilmediği bir kızgınlık duyarken, öte yandan hemen yerinden kalkıp kendisine çeki-düzen vermek, bu kez üstünkörü değil de alıcı gözlerle aynaya bakmak, görünüşünden emin olmak isitiyor.” (M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:142-3) “PENCERE -------------Yavaşça bir toz bulutu yükseliyor alacakaranlıkta yüzlerin arasında, kiraz renkli gizi gibi solukların, terin, çıkarların ve cinayetlerin, üstünkörü bastırılmış tükenmez bir açlığın çok derindeki gizi.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:85) “Şimdi bu kitapların hemen hepsini okumuş bulunuyorum. Dikkat ettim, tarih denilen şey, felaket nakili! Saadetten hiç bahsetmiyor, yahut şöyle üstünkörü geçiyor. En sevinçli, en talihli devirlerin içinde bile bir facia, bir hıyanet, bir acı, bir zehir bulmakta mahir.” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:31) “Mahalleye girdiğimizde gün batıyordu ve tropik iklimlerde olduğu gibi, daha bir sokağı aşmaya kalkmadan ansızın gece bastırdı. ‘Kafesler Mahallesi’ndeki yapıların çoğu ahşap ve hasırdandı. Orospular, tahtaları birbirine üstünkörü birleştirilmiş barakalarda oturmuş, başlarını daracık bir aralıktan çıkarıyorlardı.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17) “Nermin bavulları taşıttıktan sonra eve girmiş, bahçeyle hiç ilgilenmemişti. Burasını ilk defa görüyordu. Üstün körü dolaştı, yağlı boya, taze kereste kokan evi rabıtalı (düzgün ) buldu. Salon, eski eşyalara küçük parçalar katılarak zevkle döşenmişti.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:69) “Prens Andrey ilk önce üstün körü okuyordu, fakat sonra, okuduğu şeyler (Bilibin’le ne dereceye kadar inanılabileceğini bildiği halde) elinde olmayarak, ilgisini gitgide daha çok çekmeye başladı.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:194) “Dostoyevski’nin eserlerindeki o geniş ve ayrıntılı ifadelerin anlamını, sözü göze çarpacak şekilde niçin uzatmış olduğunu, özellikle bu kısaltılmış çeviriler ve eserlerinden çırpıştırılmış piyesler anlatmaktadır bize. Çarçabuk, üstünkörü, rastgele bir şekilde belirtilmiş ve gereksizmiş gibi gelen birtakım ayrıntıların anlamı yüzlerce sayfa ötede ortaya çıkmaktadır.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyevski’, sa:177) “Erika Ewald, geç kalan birinin temkinli-sessiz yürüyüşüyle yavaşça içeri girdi. Babasıyla kız kardeşi akşam yemeğine oturmuşlardı bile; kapının sesine başlarını kaldırıp baktılar, içeri gireni üstünkörü bir baş işaretiyle selamladılar........ Birbirlerine söyleyecek pek az şeyleri vardı. Kız kardeş silik ve çirkindi; yıllardır devam eden bir sürekli duymazdan gelinme ya da alay edilme tecrübesi ona, her gün bir gülümsemeyle kendini belli edn o donuk kız kurusu tevekkülünü <sabır> vermişti. Yıllardır yaptığı monoton <tekdüze> büro işi, babayı dünyaya yabancılaştırmıştı; özellikle karısı öldüğündenberi, yaşlıların fiziksel acılarını saklamak için kullandıkları o aşırı aksiliğe ve inatçı suskunluğa bürünmüştü.” (S. Zweig, “Hayatın Mucieleri”, sa:89-90) Üstünlük taslamak : Kendini olduğundan fazla göstermek, abartmak “HIRSIZ - Ben haddimi bilirim Kaptan. Ele güne üstünlük taslamam. Tanırsın beni a canım, öyle herze yer miyim?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94) Üstünü başını değiştirmek : Yağmurdan ıslandıktan ya da uzak yoldan geldikten, banyo yaptıktan sonra giysi değişimi yapmak; Çocukların okuldan geldikten ya da oyundan sonra kirli giysilerini değiştirmeleri “Cevdet Bey gözünün ucuyla arabacıya baktı, duymamıştı. Çocuk - ‘İsterim!’ diye mırıldandı. Teyze- ‘O zaman git de üstünü başını değiştir,’ dedi. ‘Bu kılıkla o arabaya binilmez.’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:38) “Çok sıcak bir gündü. ** menziline üç verst kala çiselemeye başlayan yağmur az sonra öyle bir sağanağa çevirdi ki, tepeden tırnağa ıslandım. Menzile vardığımızda ilk işim üstümü başımı değiştirmek, ikincisi de çay istemek oldu.” (A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:134) Üstünü başını yoklamak : Baştan aşağı araştırmak “Liman kapısına vardılar. İki asker Çelkaş’ın üstünü başını yoklayıp serseriyi yavaşça sokağa ittiler.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:65) “‘Benim hançer? Benim hançer...’ diyerek hüyüğe fırlayan Hösük, bir yandan üstünü başını yokluyor, bir yandan da yörede aranıyordu. ‘Benim hançer, benim hançer yok! Çocuk geceleyin benim hançeri almış da tüymüş.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:115) Üstünü eksik vermek : Özellikle esnafla alış verişte, bütün paradan arta kalan bozukluk paranın kasten ya da hata olarak eksik verilmesi “İhtiyar kadın paranın üstünü eksik veriyor. Gülümseyerek uyarıyorum. Kadın pek ürküyor ve: ‘Allah korusun,’ diyor. Düşünüyorum ki, Allah’a güveniyorsan işin emniyettedir. Ufaklığı bulunmadığı için kadın karşıki kasaba para bozdurmaya gidiyor. Ben ihtiyarla kalıyorum ve bir sigara yakıyorum.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109) Üstünüzden ırak : Sizlerden uzak olsun, sizin de başınıza gelmesin “Müfettişler Müfettişi birden meraklanmıştı: -Sonra? -Sonrası sağlısın, üstünüzden ırak... bizim kasabaya giderken yol dağlardan geçer. Uçurumlar minare boyundan ziyade. Demek o kafayla virajı döneyim derken...” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:55) Üst üste (koymak, okumak, olmak, yığılmak) : Birbiri üzerine (koymak); bir araçta (otobüs, tramvay, vapur) sıkışık bir durumda (olmak); Ardı ardına, arkası arkasına, sürekli olarak “Tuhaf Gerçekten aşk, nasıl da farklı yöntemlerle, çok özel olarak, bir köşe edinecek kendine cesetlerin üst üste yığıldığı şu yerde çeki düzen verecek, kıvrılacak orada, belki de uykuya bile dalacak- yüzünü duvara dönmüş şekilde.” (Chinua Achebe<d.1930>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.05.09) “Bir aşk sınavıdır şarap. Bize, aşık olmadığını söyleyen Nikogoras’ı üst üste devrilen kupalar. Düştü başı, bir damla yaş damladı gözünden sonra yere dikti gözlerini, derken düştü yere boynuna sıkı sıkıya bağladığı çelenk.” (Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54) “... belki biraz yükselir diye bekletilen üstüste yığılı yassılmış üzüm çuvallarında sıçanların geçitler açıp yuva yaptığı, arpaların güvelendiği, Rüstem Bey’in her ay İzmir’den otelin kazancını almaya geldiğinde ‘Evin geçimi nerdeyse buradan gelen paraya kalacak’ dediği <otuzlu> yıllarda yok pahasına satılan topraklardan sonra.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:131) “Sonra öne doğru eğilir, maun masasının üzerine özenle üst üste yerleştirilmiş kağıt ve fotoğraf destelerini incelemeye koyulur.” “P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:11-2) “Ağır, ama durmadan ilerleyen, akla sığmaz bir yıkımdan nasılsa kurtulmuş bu parça karşısısında hayranlıktan taş kesildiler. Orada o ayak, yanmış bir kentin kalıntıları arasında çıkıvermiş, Paros mermerinden bir yontu gibi duruyordu. Porbus, yaşlı ressamın yapıtını olgunlaştırıyor sanarak, üst üste yığdığı boya tabakalarını Poussin’e göstererek: -Bunların altında bir kadın var, dedi.” (H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:47) “Asar’a çıktı, köyün merkezi olan Orta Mahalle göründü. Evler bayırda, üst üste abanmış gibiydi. Önleri ak toprak sıvanmış, bir katlı, iki katlı evler... Helasız, hamamsız... Sokaksız, bilmece gibi evler...” (F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:18) “Daha evlerden içeri adım atar atmaz, kontak ya da kablolardan çıkan yanık kokusunu alıyor, önümde, içlerinden çizgi filmlerdeki gibi sabun köpüğünün taşıp aktığı makineler buluyor, parmaklarıyla basacakları biriki düğmeden bir tanesine basmayı unutmuş ya da birine üst üste iki kez basmış, suçluluk duygusu içinde iki büklüm olmuş adamlar ve ağlaşan kadınlarla karşılaşıyordum.” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:9) “İçinden yükselip kat kat üst üste yığılan bir düş bu. Büyüyüp onu sanki birdenbire fışkıran, yabansı bir güçle hüzünlü çağlardan geçip ışığa, yukarı ışığa yükselmek isteyen bir kaynak tarafından yedi kat yerin dibinden yeryüzüne fırlatılıyormuş gibi birlikte sürüklüyor.” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:110) “<Pilot> ‘Belgesel muhteşemdi! Bilirsiniz, kanallar üst üste yayınlayıp durdular. Bu geceki nöbetçi pilotlardn hiçbiri bu göreve çıkmak istemedi, çünkü hepsi televizyon seyretmeye devam etmek istediler. Kısa çöpü ben çektim. İnanabiliyor musunuz? Kısa çöp! Ve işte burdayım!” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:375) “Eski bir şehirlerarası otobüsten okulun girişindeki basamaklara sığınmacıları indiriyorlardı. Ben avanguardista üniformamla geliyordum. İlk bakışta, o üst üste yığılmış insanlar, o döküntü, hatanemsi görüntü sanki çatışma hattına gelmişim gibi bir sıkıntı yarattı içimde.” (I. Calvino, “Savaşa Giriş”, sa:17) “Ama üçüncü çocuğun doğumundan sonra, yeni geleni işliğin bir köşesine yerleştirmeye karar verdiler; Jonas tablolarını paravana gibi üst üste koyarak bir bölme yaptı; bunun üstünlüğü şuydu ki, çocuk hemen kulaklarının dibindeydi ve çağırdığı zaman karşılık verebileceklerdi.” (A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:13) “Orman insanla dolu olurdu, üst üste yemek yenilir, yer yer akordeon ya da gitar sesleriyle dans edilir, hemen yakınlarda deniz homurdanır, hiçbir zaman yüzmeye elverecek ölçüde sıcak olmaz, ama ilk dalgalarda yalınayak yürümeye elverirdi.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:109) “Belfast Konfetileri Eylemcilerin meydana girmesiyle ünlem işaretleri yağmaya başladı gökten, somunlar, cıvatalar, taşlar, kontak anahtarları. Kırık dökük kalıplar. Ben kafamdaki bir cümleyi tamamlamaya çalışıyorum, bir de kekelemesem. Bütün geçitler ve ara sokaklar noktalarla, üst üste iki noktalarla kesilmiş.” (Ciaran Carson<d.1948>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.12.04) “Başrahip, Meryem Anamızın -1982’denberi birkaç kez göründüğü söyleniyordu- böyle istediğini söyleyerek Tanrı Babamıza inanıyorum’u yedi kez üst üste okudu. Ardından başka bir Hıristiyan ayinine geçtik.” (P. Coelho, “Hac”, sa:194) “... ya da İncirlik Burnu’nda yalınkat ilkbahar çiçeklerini kucak kucak toplamak - parlak renkli tavşankulakları, gelicikler. Ya da Kom el Şugafa Mezarlığı’nda birlikte dikilip uzun yıllar önce ölmüş İskenderiyelilerin yeraltındaki o tuhaf dinlenme yerlerinden yükselen karanlığın yaydığı ıslaklığı içimize çekmek; kara çikolata rengi toprağın içine, gemilerdeki yataklar gibi üst üste kazılmış mezarlar.” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:247) “Lodililer kentte yalnızca köpekleri bırakmışlar ve yağmur altında, atsız kalan senyörler dahil, herkes yürüyerek, kadınlar kucaklarındaki çocuklarla, düşe kalka, arada bir feci bir biçimde hendeklere yuvarlanarak kırlara doğru yola çıkmışlardı. Adda ve Serio arasında bir yere sığınmışlar, orada güç bela üst üste yatıp uyudukları kırık dökük birkaç ev bulmuşlardı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:65) “ARMAĞAN BİR GÜMÜŞ ŞİİR ----------------------------------------hesap vermeni gerektirecek üst üste yapılmış bir duvar resmidir Çünkü bütün felaketlerde olduğu gibi bunun sorumlusu da sensindir Gene de diyelim ki eski zamanlardan kalma bir harman yerinde” (Odisseas Elitis<1911-1996>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.08.05) “Üst üste yığılmış kasvetli evler var. Açık pencerelerde oturan ihtiyar suratlı bir sürü çocuk alacalı bulacalı bebeklerini boyuyor. Evlerin içi kapkaranlık.” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:51) “‘Gelin benimle!’ Kamarasında bir bavul açtı, içinden sandviçler, tartinler, muzlar, portakallar, Malaga şarabı çıkardı, beni tıka basa doyurdu, üst üste içirdi... sonra güzel purolar, güzel sigaralar. Ah! Palikaraki! Şu yeryüzünde her şeyin acısı çıkıyor, iyiliğin de, kötülüğün de...” (P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:108) “Ölü İsabella --------------bir yatak üzerinde yaşlı, üç kadın bürünmüşler siyah giysilere ve havlulara avludaki adamlar yüzüyor bir ineği üst üste yığılmış bağırsaklardan bir tepe istiflenmiş şiirlerin gibi senin” (Nizar Kabbani<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.08) “‘Oturmaz mısınız?’ diye sordu sonunda, üst üste yığılı duran hasır sandalyelerden birini çekip alarak onu gezgine uzattı; gezgin bu teklifi reddedemedi. Şimdi içine göz ucuyla şöyle bir baktığı bir çukurun kenarında oturuyordu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:30-1) “Soluğu kesilmişti sanki. Sonra bir çırpıda hepsini okuyup Komutana uzattı gazeteyi. Komutan gözlerine inanamıyor gibi baktı bir an. Elindeki gazeteyi evirip çevirdi; sonra üç kez üst üste okudu yazılanı. Karısı: ‘Lorenzo! Ne diyorsun bütün bu olanlara... yanıt ver allahaşkına! Bir şey söyle!’ diye üsteledi.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:44) “Hava hala rutubetliydi ama yağmur durmuştu. Albay evlerin üst üste yığıldığı dar bir sokaktan geçerek meydana doğru yürüdü. Anacaddeye çıkınca ürperdi.” (G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:10) “Tesbit edici sıvıyla dolu üçüncü küvet ölünün yanında duruyordu. Odanın dörtbir yanına eski dergilerle gazeteler, üst üste yığılmış cam negatifler, kırık dökük eşyalar saçılmıştı, ama her şey özenli bir el tarafından tozdan korunmuştu.” (G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:9) “Üst üste yıkımlarla aklını oynatmış kaçık bir komşum vardı. Daha yirmi yaşındayken bir ay içinde babasını, kocasını ve yeni doğan çocuğunu yitirmişti. Ölüm bir eve bir kez girdi mi, kapıyı öğrenmiş gibi, vakitli vakitsiz boyuna gelir.” (G. de Maupassant, “Tombalak-Kaçık”, sa:72) “Gereyb ayağa kalkmak isteyen insanın yaptığı gibi, sıranın altında ayaklarını yere sürtmeye başladı. Barabaş hiç sıkılmadan muşambasını dizlerine yaydı; kitapları boy sırasıyla üst üste koydu. Sararken sırımı öyle güçlü sıktı ki altındaki sıra bile gıcırdadı ve kendisi kıpkırmızııı oldu.” (F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:14) “Perde açılınca bir an tam bir sessizlik sürer. Sonra içeriye kamarot girer..... Bu ihtiyar kırçıl bir adamdır. Üzerinde bir süveter, kaba pamuklu kumaştan pantolon; başında kulaklıkları olan bir yün başlık vardır. Hali ters ve öfkelidir. Tabakları üst üste istif ederken durur; yukarıya, tepe penceresine hızlı bir bakış fırlatır.” ..... “KENNEY, hafifseme ile. - Buna inanacaklarına mı sanıyorsunuz? Bütün seferlerde üst üste yendiğim o kaptanlar inanırlar mı buna? Onların nasıl güleceklerini, alay edeceklerini kestiremiyor musun?..... Dinine yandığımın... Yağı mutlaka elde etmeliyim, anladın mı? Bu buz meselesini önden görmeme imkan var mı idi?” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:8;21) “Okulda hokey takımının başıydı, iki yıl üst üste, atletizim kupasını kazanmıştı. Casuslarda birlik başkanı, Gençlik Anti-Seks Örgütüne katılmadan önce de, Gençlik Örgütü sekreteri olarak çalışmıştı. Her zaman örnek bir kişiliğie sahip olmuştu. Bir zamanlar, proleterler için açık saçık, ucuz yayın çıkartan Roman Dairesinin Porno Bölümünde çalışmak üzere seçilmişti.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:109) “Bay Brooker’ın para ve malvarlığı soruşturmasından neden kaçtığını, neden Kamu Yardım Dairesi’nden bir yardım parası aldığını anlamıyordum. Başlıca zevkleri, önlerine gelene dert yanmaktı. Bayan Brooker saatlerce yakınırdı; sanki sedirin üzerinde üst üste aynı şeyleri dile getirerek mızırdanan yumuşak bir yağ yığını gibiydi.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:29) “Aynalarla bütün parlak, dümdüz yüzeylerin verdikleri imgelerin aslına gelince, artık onu anlamak zor bir şey değildir. İç ateşle dış ateş birleştiği zaman, birden bire dümdüz yüzeye raslayıp üst üste ona birkaç sefer vurusa, dış ateş görüş ateşiyle parlak ve düz yüzeyde birbirine karıştığından bütün bu imgeler tabii olarak meydana gelir.” (Platon, “Timaios”, sa:80-1) “Ve ben, kalbi deli gibi atarak arkasından giden ben, azıcık kuvvetimi kağıt para gibi üst üste koymuştum, ellerine bakarak, gerekirse bendeki kuvveti de almasını ondan rica ediyordum.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:98) “Gel gelelim, V Dom Joao, ah ne yazık, bir kızla yetinmek zorunda. Kişi her istediğini elde edemez, ve çoğu zaman bir şey diler, başka şey elde edersin, bu da duayı gizemli kılandır zaten, özel bir niyetle açarız ellerimizi göğe, ama dileklerimiz kendi bildikleri yoldan gider, bazen gecikirler ki bu yüzden diğer dualar onların önüne geçer, bazen de itiş kakış sırasında üst üste binip ne olduğu belirsiz dilekler oluverirler, kendi kendilerne didişip dururlar.” (J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:74) “‘Yok canım, öyle zorla alıkoymma değil tam olarak,’ diye karşılık verdi bakan. ‘Ne var ki, elbette çıkmak kolay değil.’ Başkan, başını üst üste bir kaç kez sallayıp onayladı. ‘Özellikle şimdi,’ dedi Don Gaetano imalı bir dille. ‘Sizi hemen kovacaklar’ mı demek istiyordu, yoksa ‘Michelozzi’yle yaptıklarınızın hesabını vermeden bir yere gitmiyeceksiniz’ mi?’ Gerçek şu ki, imalı konuşuyordu. Ve eğleniyordu.” (L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:129) “Schulze ağabey’in dediği gibi Andrees her bakımdan iyi bir delikanlıdır; onun ürünü, kuru otu da iyi olacak; böyle üç yıl üst üste yağmur yağarsa, tepelerle ovaların birleşmesi hiç de kötü olmayacak. Onun için karşıya, Stine Anne’ye gidin; işi hemen yoluna koyalım!’ ” (Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:52) “Lambaların zayıf ışığıyla hafif aydınlanmış kenarı izleyerek hangarın arkasına çıktı. Kapının tokmağında, iki halkadan kaydırarak çıkardığı, asma kilitsiz bir zincir vardı. Kanadı yarı açtı, uzun bir ışık demeti karanlığı kesti ve üst üste yığılmış sandıkların üzerinde dik açı yaparak kırıldı.” (A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:89) “Bu gezintilerin sonuncusunda, pek çok can alan bu topraklarda piknik yapmanın saçma olduğunu düşündüm. Dedem, orada gerçek bir katliamın yaşandığını söylerdi. Cesetler öylesine üst üste yığılmıştı ki, bir adım bile atmak olanaksızdı.” (S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:33) Üşüşmek; Tepesine üşüşmek : Yığılmak, çevresini sarmak, etrafında toplanmak, kalabalıklaşmak “Ressam ölür; varisleri eserlerinin başına üşüşür, her şey paylaşılır; telifler, müzayedeler, geri kalan her şey. İşte artık soyulup soğana çevrilmiştir. Bunu bilerek kendimi önceden soyup soğana çeviriyorum. Rahatımı sormayın gitsin.” (P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:169) “<Taras> karada, denizde, bütün seferlerde yanından ayırmadığı tiryaki avadanlığını otlar arasında aramaya koyuldu. O sırada Lehliler tepesine üşüşmüşlerdi. Onu sımsıkı yakaladılar. Taras silkindi, onu yakalayan Lehlilerden kurtulmak istediyse de gücü yetmedi. ‘Ah, gözü kör olası yaşlılık!’ diye sızlandı.” (N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:91) “Üşüştü kokuya elliden çok bokböceği vızıldayarak. Kimi saldırıyor, kimi pikeye geçiyordu (?)..., kimisi de (dişlerini biliyordu?)..., berikiler de kapıların üstüne düşüyordu... Cephanelik’te...” (Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65) “Artık, o zamanlar olduğu gibi, yüzlerce kişi çukurun çevresine üşüşmüş olmasa bile, ceset hala o anlaşılmaz, yumuşacık uçuşla çukura yuvarlanıyor sonunda. O günlerde, sağlam bir çitle çukurun etrafını çevirmek zorunda kalmıştık, şimdi o çitin yerinde yeller esiyor.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:51) “Ufacık aşk tanrısı, yanında yürekleri Dağlayan kızgın kama, bir gün yatmış uyurken, Kız oğlan kız kalmağa and içmiş birçok peri Üşüştü. El değmemiş eliyle kaptı birden” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:154, sa:349) “Bu barakaların bazıları, bekçi kulübesinden azıcık daha büyüktü. Ayrıca, gaz lambalarıyla aydınlanmış, önüne insanların üşüştüğü, dükkan ya da başka bir ticari uğraşa yönelik paçavradan salaşlar ve çadırlar da bulunuyordu.” (A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17) “Nikolay Semyonoviç’in evinde her şey her zamanki gibiydi. İşler tıkırında gidiyordu. Üç çeşit kahvaltı çoktan hazır bekliyordu; kimsenin canı isteyip gelmediği için sinekler üşüşmüş, tabaklardaki yiyecekleri yiyorlardı.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:116) Üşütmek; Üşütük : Akıl-zihin zafiyeti geçirmek; Aklı zayıf, deli, zavallı, biçare (Argo) “Cebi onca sermayeyle şişmiş bir yaratık, zavallı bir cepçinin bir lokma ödülüne göz koymuş. Bu kibar baylar da amma küçük ha! Fischerle ne diyeceğini bilemiyor. Bunu ondan beklemezdi. Bunun gibi bir üşütükten beklemezdi yani. Yani adam gerçek üşütük olmak zorunda demek istemiyor Fischerle...” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:258) “(Rahip) Tahmininde aldanmadığını anlayınca düke döndü ve gergin bir sesle: ‘Efendimiz, günün birinde, Don Quijote midir, Don Üşütük müdür nedir, işte o adamın, iyice delirmesi için hazırladığınız tuzaklara düşmeyecek kadar akla sahip olduğunu anlayacaklar sanırım,’ dedi. Sonra şövalye’ye döndü: ‘Size gelince sayın bay testi kafa, nereden çıkardığınız bu şövalye hikayesini, devlerle boğuşmanızı, haydutları bulup cezalandırmanız gerektiğini?’ dedi. ‘Dilerim cehennemin dibini boylarsınız. Evet sizinle böyle konuşulabilir sadece; hadi bakalım, hemen evinize dönün; çoluk çocuğunuzla ilgilenin, onları yetiştirin; malınız, mülkünüzle uğraşın, orda burda çöplenerek, herkesi de kendinize güldürerek sağda solda sürtmeyi bırakın. Bela mısın sen be?’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote, sa:598) “ Şvayk’a ne düşündüğünü sorsalardı, mutlaka şöyle derdi: ‘Bağışlayın komutanım, rütbeniz yüzbaşıdan daha yüksek, ama gene de yüzbaşı haklı. Ne demişler, acele işe şeytan karışır. Bakın şimdi, aklıma ne geldi! Prag bölgesi mahkemelerinden birindeki bir yargıç,keçileri kaçırmış, ama adamcağızın üşüttüğünü uzun süre hiç kimse fark etmemiş, ta ki bir hakaret davasına kadar.” (Y. Haşek, “Aslan asker Şvayk”, Cilt:II, sa:213) Ütmek : Yutmak; Oyunda ya da kumarda kazanmak (Argo) “O günden sonra (Şits) başladı azizle (Yan) yatıp kalkmaya. Talimlerde bile yanından ayırmıyor. Kumarda da talihi bir açıldı, sorma. Nerede konaklayıp çadır kursak, iskambil oynuyoruz ve her seferinde ütüyor milleti. Ta ki Prakeyn dolaylarında Drahenitse’ye gelene kadar. Seninkinin talihi bir döndü, aklın durur. Bir kaybetti pir kaybetti, son meteliğine kadar. Tığ teber şahı merdan.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431) “HECTOR, Ariadne’ı omuzlarından kavrayarak Randall’dan uzaklaştırır, sonra bir eliyle boğazını sıkar. - Bana bak Ariadne! Bir de bana saldırmaya kalkarsan seni boğarım, anlaşıldı mı? Karşı cinsten biriyle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak güzel oyundur. Ama ben seni öyle üterim ki bu oyunda, neye uğradığını şaşırırsın.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:114) Ütopya, Ütopik : Gerçekleşmesi olanaksız, ideal, rüya ve arzu edilen şey; bu nitelikleri taşıyan duygu ve düşünce “Uçsuz bucaksız ülkede yavaş yavaş, Rusya’nın uçsuz bucaksız ruhunda oluşan denemenin, insanlık çapındaki önemini kavramaya çalışıyordum. Başlangıçta bana çok basit, çok ütopik görünen ihtilalci denemeleri şimdi başka türlü karşılıyordum: Açların yüzlerine, çökük yanaklarına, sıkılmış yumruklarına bakıyor ve insanın tanrısal ayrıcalığını anlamaya başlıyordum: Göz yaşlarıyla teni ve kanıyla (göz yaşları yetmez, ter yetmez, kan yetmez,) inanan, isteyen insanlar bir Masal’ı gerçek haline getirebilirler.” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:377) “KÜL, YENİDEN KÜL <Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1> Dünya yıkılıyor yıkılıyor. kanatlı ve kokulu her şeyiyle, bir damla yağ tutkularımda, Ateşe borçluyum kötü adımı, Ölümcül her şey gibi düş ordularıyla ilerliyor yanık otlar gibi karartıncaya dek ütopyayı. Bazen ufkun terinden gelen bir ceylan gibi hayata dönüyor ütopya günün havasını canlandırmak için” (Athina Papadaki-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04) Ütülemek : Azarlamak, tashih etmek, düzeltmek “Chicao’nun <Çiko> güçlü, kaslı kollarına bakarken gençlik günlerini nerdeyse özlemle anımsadı. ‘Önce iyi bir ütüledi beni ama, ardından öyle bir ödedim ki borcumu, onun istediği de buydu zaten.’ ‘Elbette ya! Kadın kısmı sevdiği adama kafa tuttu mu, çok geçmez, dayak yemişten beter olur.’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:39) Ütülmek : Yutulmak, kumarda para kaybetmek (Argo; Batı ve Orta Anadolu terimi) “Bardağı bırakırken masa eğrilir gibi oldu. Sandalyeye yaslandı. Arkasındaki konuşmayı daha iyi işitiyordu: ‘... adamıymış. Öteki ölünce bu Nazlı İbo başlıyor aynı evde kumar oynatmaya. Çakır Hasan sık sık gidermiş bu eve; çoğu zaman ütülürmüş. Bir gece büyücek bir para kazanıyor...” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:112) “Oyunda ütülmüş rakibi rahip Poirel’in, piskopos danışmanlığına yükseldiğini öğrenmiş olsaydı, adamcağız elbette o sıra yağmuru pek soğuk bulurdu. Belki ömrün böylesine atar tutardı da. Ama, sevinçli etki ve duygulanımlarla, insanın her şeyi unuttuğu o az görülür yaşam cilvelerinden birine uğramıştı.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:30) “-Yağmurun dinmesini burada beleyelim, dedi Esau, beklerken zar atarız. Zarlarla bir tomar para çıkarttı. Benim param yoktu; düdüklerimi, bıçaklarımı, sapanlarımı koydum ortaya, ütüldüm.” (I. Calvino, “İkiye Bölünen Vikont”, sa:52) “Pan Vrublevski, -Yerlerini alın Pan’lar, diye seslendi. -Yo, ben oynamam artık, dedi Kalganov. Demin elli ruble ütüldüm bunlara.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:108) “Sordum: Teşrif Ankara’dan mı beyefendi? Ne bildin, dedi. Bilmeyecek ne var? O zamanki vali mürtekibin (irtikap eden, rüşvet alan) hırsızın ve kumarbazın teki. Fabrikatorları, tüccarları Kulübe cebri (zorla) toplar, pokere oturtur. Ütülürse hasbi geçer <aldırmaz>, üttü mü, Allah yarattı demez... Herkes şikayetçiydi.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:223) “İpliklerle bellerinden bağlanmış arılar sağlarında, sollarında uçuşuyorlardı. ‘Ben ütülürsem bile,’ dedi Aşık Mustafa, ‘arılarımı vermem, kimsenin arısını da istemem.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:199) “Kadınlar firavun oyunu oynarlarmış o zamanlar. Bir gün sarayda, söylendiğine göre, Orléans Dükü’ne büyük miktarda para ütülmüş büyükannem. Eve dönünce, yüzündeki yapma benleri ve jüponlu etekliğini çıkararak durumu anlatıp parayı ödemesini emretmiş.” (A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:117) Ütü tahtası : Göğsü dümdüz, sıska, yaşlı kadın (Argo) “Üçü de sıska, sapsarı, kemikli; üçü de aynı boyda. Gerçek birer ütü tahtası; tam birer süpürgesiz cadı.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28) Üveyanne : Annesini ölüm ya da ayrılık nedeniyle bir çocuğun, babasının yeni evlendiği eşine yaptığı hitap Bk.: Annelik, Cicianne “Eve döndüğümde babamı ve üveyannemi masanın başında buldum. Üveyannem bir yandan benim tabağımla ilgilenirken aç olup olamdığımı sordu. ‘Dehşetli,’ dedim, öylesine birden, gergeçten de durum bu olduğu için, herhangi bir şey düşünmeden. O da benim tabağımı tepeleme doldurdu..... Üveyannem, şu anda midem fazla bir şey kaldıracak durumda değil, gibisinde birşeyler söyledi.....Ağlıyordu. Oldukça sıkıntılı bir durumda, bakışlarını tabağından ayırmamak için kendimi zorladım. Buna rağmen babamın onun elini tutmak için için yaptığı hareketi gördüm.... el ele oturmuş, büyük bir içtenlikle birbirlerine bakıyorlardı.” (Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:16) “Alfonso, gözlerinde coşkun bir ışıltıyla, ‘Size bilmediğiniz bir şey söyleyeceğim, üveyanne,’ diye bağırdı. ‘Oturma odassındaki resimde siz varsınız.’ Bakışında bir cinlik ve alaycılık seziliyordu. Afacan bir gülümseyişle, ne demek istediğini Dona Lucrecia’nın bulup çıkarmasını bekliyordu.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:97) Üzerindeki tözleri silip atmak : Bir bireyin sahip olduğu öz, cevher yetilerini silip atma arzusu “‘Günlük çalışmalar kuşkusuz beni yorgun düşürüyorsa da, üzerimdeki tözleri silip atmak isteğini içimde uyandırıp manevi hazların güzelliğini bir kat daha arttırıyor... Doğrusu özel olarak çalışmam, birazcık okuyup incelememdir ki, yaşamı değerli kılıyor benim için.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:43) Üzerinden bir asır geçmek : O vakanın üstünden çok uzun zaman geçmek “LAVINIA - Sana gönderdiğim mektuptan sonra başka bir haber alamadık. HAZEL - O!... Onun üzerinden bir asır geçti. Aylardır bir mektup almıyorum ben. Bir yerde bir başka kız bulup beni gözden çıkardı her halde.” (Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:29) Üzerinden (koca) bir katar geçmiş gibi : Son derecede ağrılı, yorgun, sanki tüm kas ve kemikler kırılmış gibi duyumsamak “Adamcağız bön bön bakındı, çevresini baygın gözlerle süzdü, sonra yavaş yavaş aklı başına gelmeye başladı. -Her yerim neden böyle sızım sızım sızlıyor? dedi. Sanki üzerimden koca bir katar geçmiş, Biraz votka içersem iyi olacak. Hey, kim var orada? Votka getir!” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:130) Üzerine basa basa : Önemseyerek, altını çizerekten “Bir kreple süslü bir şapkasını kapıda bıraktıktan sonra, masanın üzerine yeşil bir karton kutu koydu, sonra çok nazik bir edayla söze ‘Bugüne kadar hanımefendinin güvenini kazanmamış olduğu için’ sızlanmakla başladı: ‘Bizimki gibi yoksul bir dükkan, şık bir hanımı ilgilendirmez elbette,’ diyordu. Bu ‘şık’ sözcüğünü de üzerine basa basa söyledi.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:115) “Bir başka seferinde, Heather onunla ilgilenmemi istediğimde, ona, ‘Şu anda annen seninle ilgilenemez,’ dedim. Scottie de oradaydı ve üzerine basa basa, ‘Ama, onun sana ihtiyacı var!’ dedi.” (L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:154) Üzerine bir ağırlık çökmek : Yorgunluk ya da uykusuzluktan aşırı bitkin, neredeyse uyuyacakmış gibi duyumsamak “Auguste saatine baktı; dokuz olmuştu. Saat on birde düelloya karar verilebilirdi. Arabanın yavaşlığı önceleri onu sinirlendiriyordu, ama çok geçmeden üzerine bir ağırlık çöktü. Bütün gece gözünü kırpmamıştı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:68) Üzerine bir bardak (soğuk) su içmek : Olumsuz bir sonuçtan dolayı düşkırıklığına uğramak, beklediğini bulamamak, verdiğini alamamak “Kalktım, mutfağa gitttim. Hayattaki onca şeyi eledikten sonra elimde kalan şu bir avuç dünyanın üzerine bir bardak su içtim. İçimdeki bir his, beni zor günlerin beklediğini söylüyordu. Zaten o içimdeki hissin bana bugüne kadar hoş bir şey söylediğini hiç hatırlamıyorum.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:17) Üzerine bir çizgi çizmek : Hesabını kapatmak, gündemden çıkarmak “‘Bu yaşamın üzerine bir çizgi çizerek kitaplarımı, giysilerimi, yazı masamı paketleyip ambalajladım, kapısını kilitleyip ıssızlığa gömülmüş evden ayrıldım, tek başıma ve tam bir sessizlik içinde hayata yeniden başlayabileceğim bir yer aradım kendime.’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:108) Üzerine bir kova bulaşık suyu dökülmüş gibi hissetmek, olmak : Acayip, kızgın, kendine çok hakaret edilmiş hissetmek “Yüzünü görünce tanıyamadım. Timofey’le buraya gelirken yolda hep ‘Nasıl karşılaşacağız, ne diyeceğim ona, birbirimize nasıl bakacağız?’ diye düşünüyordum. İçim gidiyordu ama, karşılaşınca üzerime bir kova bulaşık suyu dökülmüş gibi hissettim. Öğretmenler gibi konuşuyor; uklaca laflar ediyor, büyüklük taslıyor.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:129) Üzerine bir kova buzlu su döker gibi : Sözleriyle buzlu bir hava yaratmak “Yaşlı Nur hem bıyıklarını oynatıyor, hem de omuzlarını titretiyordu. Loyko’nun yiğit koçaklaması hepimizin kanını kaynatmıştı. Sadece Radda’ydı hoşnut olmayan. Üzerimize bir kova buzlu su döker gibi: -Kartal çığlığına özenen sivrisineğin biri, bir gün tam böyle vızıldıyordu işte!’ dedi.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:32) Üzerine düşmek : Bir konu ya da kimseye gereğinden fazla önem vermek, ilgi göstermek ve izlemek “Ben asıl aramızda yeri olmayan bu iltifatlardan, üzerime düşülmesinden rahatsız oluyordum. Bu davranışlarda heyecan değil, verilmiş bir karar seziyor, hatta diyebilirim ki, aşktan çok nezaket görüyordum.” (A. Gide, “Dar Kapı”, sa:90) “PETER - Niçin onunla gitmedin, budala oğlan? Durmadan peşinde koşmazsan, seni asla sevmeyecek. Kadınlar üzerlerine düşülmesinden hoşlanırlar. MICHAEL - Vera’nın dediğine göre, zaten üzerine fazla düşüp, onu rahatsız ediyormuşum. Peter Baba; korkarım ki beni asla sevmeyecek.” (O. Wilde, “Vera Veya Nihilistler”, sa:29) Üzerine gitmek : Önem vermek, yakınlık kurmak; Baskı yaratmak, sorgulamak, araştırmak, uğraşmak “ABELONE’yi ilk görüşüm annemin ölümünden bir yıl sonraydı. Abelone hep etraftaydı. Bu, onun çok zararına oluyordu.. Üstelik sempatik değildi, bunu çok önceleri uygun bir fırsatta öğrenmiştim, vardığım bu yargının hiçbir zaman çok üzerine gitmedim.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:149) Üzerine gölge düşmek : Bir olay ya da ilişki üzerinde dedikodu yapılmak, şüphe bılutları yaratılmak “ ‘Bir kadının karşısındakine anlayış göstermesi ne kadar sürebilir. Bence üzerine çabucak gölge düşebilir, her şey bir anda bulunabilir. O kadar ince ki, korkuyorum ona şefkat dolu, ya da başka duygularla sokulurken ezeceğimden. Bir dahaki görüşmemizde anlatmalıyım ona, çok şey yitirebileceğimizi...’ ” (S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:29) Üzerine sünger çekmek : Unutmak, hesabı silmek, kayıtları ortadan kaldırmak, yitirmek “ESTRAGON - Sudan çekip çıkarmıştın beni. VLADIMIR - Bütün bunlar geçmişte kaldı, sünger çekildi üzerine.” (S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, Godot’yu Beklerken”, sa:86) “‘Her şeyi itiraf edip geçmişin üzerine bir sünger çekmek. Bak, hatta ilk kez, sana geldiğim o ilk öğleden sonra var ya - anımsıyor musun? Bir defasında onun ne kadar önemli olduğunu söylemiştin.’ ” (L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:67) “DELİ - İzninizle... Komiserim, rahatsız etmiyorum ya? Neden cevap vermiyorsunuz? Kızdınız mı, haydi, gelin, barışalım..... Hastane raporum... reçete defterim, bu da hakkımdaki şikayet dilekçesi... Eh, yırtalım gitsin... Bir sünger çekelim üzerine!” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:15) “Kendinizi kurtarın bu olaydan, Leo isminin bir sünger çekin üzerine, yoksa kafanızda bir saplantıya dönecek.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:47) Üzerine titremek : Bir konuda (ya da kişi hakkında) çok titiz, dikkatli ve prensip sahibi olmak; aşırı düşkün olmak “Polis ve Sağlık Bakanlığı, kızların bulaşıcı cinsel hastalık taşımadığından emin olmak için, her ay kan tahlili isterdi. Gerçi kıstasa uyulup uyulmadığını denetlemenin hiçbir yolu yoktu ama, prezervatif kullanmak da zorunluydu. Kızlar asla skandala yol açmamalıydılar; Milan, evli barklı, çocuk sahibi bir aile babasıydı, hem kendi adının, hem de Copacabana’nınkinin üzerine titrerdi.” (P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:68-9) “Diğer çocuklar da Mehmet’in arkasından bakıyordu. O anda yine kendimi onlardan çok ayrı, çok yalnız ve zavallı hissettim. Neden diğer çocuklar gibi olamıyordum bir türlü? Neden onlar gibi saldırgan, neşeli, vurdumduymaz ve oyuncu değildim. Ömrüm boyunca peşimi bırakmayacak içedönüklüğün ve diğerlerinden ayrı olduğumu duyumsamanın ilk belirtileriydi bunlar. Üzerime titreyen annem bu manzarayı görseydi ne yapardı acaba?” (Ö.Z. Livaneli, “BirKedi, Bir Çocuk, Bir Ölüm”, sa:82) Üzerine toz kondurmamak : Beğendiği bir kimsede ya da kendi yaptığı işte hiçbir eksik ya da hata kabıul etmemek, onun savunmasını yapmak “TEKİN - Annemi gözümde büyütmüştüm. Beni yetiştirmek için az uğraşmamıştı. İstiyenler çok olduğu halde evlenmemişti..... Annemi, hayatlarını okuduğum büyük kadınlarla karşılaştırıyordum. Hiçbirisinden aşağı görünmüyordu... Onun üzerine toz konduramazdım. (Düşünür.) Hoş bu biraz da hayatı bilmemezlikten geliyordu. Yaşım ilerledikçe, hayatla kitap, ülkü ile gerçek arasında büyük farklar olduğunu gördüm...” (S. Engin, “Suçlu”, sa:12) Üzerine tuz biber ekmek : Durumun şiddetini artırmak -hem olumlu hem olumsuz halleri ifade eder- “İşte insanın alınyazısı böyle değişiyor. Kaçırılmam, başıma gelen en kötü olaydı, ama sonunda şansımın dönmesine yol açtı, beni yörüngeme oturtan yakıt oldu. Tam anlamıyla bedava bir reklamdı bu, Slim’in kıskacından kurtulduğumda adım her evde biliniyordu, ülkede en ünlü olaydı başıma gelen. Kaçışımla ilgili haberler ortalığı karıştırmıştı, kaçırılış olayının üzerine tuz biber ekmişti; işte o günden sonra değerim iyice arttı.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:146) Üzerine tüy dikmek : Kötü olan bir durumu yeni eylemlerle daha da kötüleştirmek “Fyodor Mihayloviç bir kapı eşiğine sığınıyor, öfkesi gitgide kabarmakta. Bir de üşütürsem, diye düşünüyor, üzerine tüy diker. Kolayca üşütüyor. Pavel de öyleydi, çocukluğundan beri.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:130-1) Üzerine varmak : Israr etmek, baskı koymak “Üniversitede okuyacak, ilerde kendime yurt edineceğim yeri us dünyasında, manevi dünyada arayacak, kendisinden de hiçbir maddi destek beklemeyecektim. Ben böyle konuşunca babam fazla üzerime varmadı, yalnızca mahzun mahzun ve başını sallayarak bana baktı.” (H. Hesse, “Pater Camenzind”, sa:39) Üzerine vazifesi (görevi) olmamak : Sana ne, senin işin değil, sen ne karışırsın bağlamında “DESAVESNES -... Bıçkıhane tamamen sizin olmuştu. Kocan öldüğü zaman ne kadara sattığını sormuyorum. Değeri hiç olmazsa iki katına çıkmıştır. Mme DENTIN - Evet, iki katına çıkmıştı. Eniştenin çalışması, becerikliliği sayesinde. Ama o senin üzerine vazife değil.” (Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:49) Üzerine yatmak : Bir iş için parayı önceden alıp o işi yapmamak; Sorumsuzluk göstermek (Argo) “Bu kitaplarda milyonlar yatıyordu, birine bu servetten pay vermekten mutluluk duyacaktı. Grob’un sermayeye gereksinimi vardı. Therese onun iyi bir iş adamı olduğunu biliyordu. Bu güzelim paraların üzerine yatıp uyuyacak kadınlardan değildi o. Şimdi bu paranın ona ne yararı vardı?” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:311) Üzerine yıldırım düşmüş yaşlı bir meşeye benzemek : Harap, viran olmak; çok eski ve çürümüş görüntüsü vermek “Ben kaputuma daha sıkı sarındım, yere uzanıp onun güneşten ve rüzgardan kararmış yaşlı yüzüne bakmaya koyuldum. Başını sert, keskin bir hareketle sallayarak kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Ağarmış bıyıkları kımıldadı, rüzgar saçlarını savurdu. Üzerine yıldırım düşmüş yaşlı bir meşeyi andırıyordu. Fakat yine de güçlü, sağlam ve mağrurdu.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:34) Üzerlik tohumu : Sedefotu’gillerden, Asya, Afrika ve Amerika’nuın sıcak bölgelerinde yetişen, değişik türleri bulunan, almaşık ve çok parçalı, yapışkan yaprakları, yeşilimsi beyaz çiçekleri, acı tohumu basık küre biçiminde bir kapsül içinde olan bir bitkidir. ‘Tütsülük’ de denir. Ateşe atılınca cızırtı yapar. Nazar değmesinde ve büyü yapmakta kullanılır. “Bir vergi memuru vardı; sultanın hazinesini doldurmak için halkı soyup sovana çeviriyordu! Oysa, bilgelerin şu sözünden habersizdi: ‘Kişi bir yaratılmışın gönlünü kazanmak için yüce Tanrı’yı incitirse yüce Tanrı da aynı canlıyı onun başına bela eder, kökünü kazar dünyadan’ Mazlumların ahı yakar zalimi, Ateşte üzerlik yandığı gibi!” (Sa’di, “Gülistan”, sa:65) Üzüm gözlü : Yeşil ya da sarı veya siyah, oval biçimli, üzüme benzer gözler “Cemal efendi karısı gibi öyle kıpkısa değil idi. Hem upuzun idi hem de ipince idi. Renk buğday rengi değil. Bursa kestanesine karip olup bu kadar esmer olan bir adamın kılları da ne kadar siyah olacağı malumdur. Gözler üzüm! Lakin çavuş üzümü değil İzmir siyahı!” (A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa.183) Üzüm üzüm üzülmek : Sürekli, aklını takarak üzülmek “Kronos da tıpkı babası gibi davranır: Bir oğlunun kendisinden daha güçlü çıkıp, krallığı elinden alacağını bildiği içindir ki, çocuklarını doğar doğmaz yutar. Uranos karısı Gaia gibi Kronos karısı Rheia da üzüm üzüm üzülür.” (Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:8) “Küçük Hans vakit vakit çiçekleri kendilerini unuttu zannedecekler diye üzüm üzüm üzülüyor, fakat Değirmencinin, en iyi dostu olduğunu aklına getirip kendi kendini teselli ediyormuş.” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:53) Üzüntüden kendini yemek : Bir insanın üzüntüsünü içe atarak kendini ruhsal ve fiziksel sona hazırlaması “Aurell yıldırım çarpmışa döndü, içeri kapandı, Nerrantsula’nın portrelerini seyretmekten başka bir şey yapmaz oldu, üzüntüden kendini yedi ve yağmurlu bir akşam ağzından burnundan kanlar gelerek son soluğunu verdi.” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:137) -Tüm Hakları Saklıdır-