savaşa karşı barış mücadelesini yükseltelim!
Transkript
savaşa karşı barış mücadelesini yükseltelim!
Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! TEMMUZ/AĞUSTOS 2016/04 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X182 SAVAŞA KARŞI BARIŞ MÜCADELESİNİ YÜKSELTELİM! MİLLETVEKİLLERİ DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI ALMAN PARLAMENTOSUNDAN SOYKIRIM KARARI ÇIKTI! TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE • EDİTÖRDEN editörden - içindekiler Merhaba Yeni bir sayı ile birlikteyiz. Bu sayımızda: AKP’nin gelişmesini ele aldık. AKP’nin iktidara gelişi, iktidarı ele geçirişi, gelişme sürecini değerlendirdik. Savaş yürüten, faşizm uygulayan AKP’deki bu değişiminin konjonktürel olup olmadığını süreç gösterecek. Başkanlık sistemi üzerine iki okurumuz ile yürüttüğümüz tartışmayı yayınlıyoruz. Başkanlık sisteminin ne olduğunun kavranması açısından tartışmanın yararlı olduğunu düşünüyoruz. Büyük Proleter Kültür Devrimi yazı dizimiz bu sayıda da devam ediyor. “Türk savunma sanayisi” üzerine kapsamlı bir yazı yayınlıyoruz. Savunma sanayisinin gelişmesinin görülmesi açısından yazıyı ilgi ile okuyacağınızı düşünüyoruz. Ermenilere yönelik yapılan soykırımın birinci derecede sorumluları içinde yer alan Alman devleti, 101 yıl sonra 1915’de yapılanın soykırım olduğunu kabul etti. Konu ile ilgili değerlendirmemizi sayı içinde bulabilirsiniz. Milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması, Davutoğlu’nun hal olunması vb. diğer yazılarımız. Her zaman olduğu gibi görüş ve önerilerinizi bekliyoruz. Yeni sayımızda buluşmak üzere…. Hoşçakalın… Demokratik Özerklik/Özyönetim tartışmaları üzerine broşürümüz çıktı. İÇİNDEKİLER GÜNDEM AKP NEREYE KOŞUYOR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 DAVUTOĞLU HAL OLUNDU… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 MİLLETVEKİLLERİ DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI. . . . . . . . . . . 13 YENİ KADIN DÜNYASI HÜKÜMETİN KADIN PROGRAMI VE GERÇEKLER... . . . . . . . . . . . . . . 15 GÜNCEL ALMAN PARLAMENTOSUNDAN ERMENİ SOYKIRIM KARARI ÇIKTI!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 İNCELEME TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 PANORAMA YEMEN: Savaşın sürekli hali! … . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 GÜNCEL AVUSTURYA MAUTHAUSEN TEMERKÜZ KAMPI‘NIN 71. KURTULUŞ YILI KUTLANDI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 42 FRANZ STROBL’UN ANISINA . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46 FRANZ STROBL YOLDAŞIMIZ ARTIK YAŞAMIYOR… YOLDAŞLARI OLARAK ONU SONSUZLUĞA UĞURLADIK… . . . . . . . 48 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI ‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ’ ÜZERİNE III . . . . . . . . . . . . . . 50 SERBEST KÜRSÜ TÜRK TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE…” . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Sultaniye Mah. Doğan Araslı Bul. Hanplus İş Mer. No: 150 Kat: 12 Ofis No: 316 Esenyurt/İstanbul• Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 182· Temmuz/Ağustos 2016 • ISSN 1301-692X182• Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com• info@ydicagri.com . twitter.com/ydicagri . facebook.com/YeniDunyaIcinCAGRI 2 AKP, 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde %34,29 oy alarak iktidara geldi. AKP kuruluşundan bu yana İslamcı/muhafazakâr, batılı emperyalistlerle işbirliğine hazır olan “ılımlı İslamcı” diye adlandırılan farklı güçler arasındaki bir koalisyondu. ‘Milli Görüş’ün ‘Yenilikçi Kanadı’, seçimlerle iktidara gelinmesi ve devletin değiştirilmesini hedefliyordu. Gülen hareketi başka bir yol izlenmesinden yanaydı. Gülen hareketi kendisini ‘partiler üstü’ ve ‘aydınlatma/ışık hareketi’ veya ‘hizmet hareketi’ olarak tanımlıyordu. Gülen hareketi, uzun vadede, alttan devlet kurumlarına yerleştirilen ‘hizmet kadroları’ ile devleti ele geçirme ve dönüştürmeyi hedefliyordu. AKP İktidara geldiğinde, işbirlikçi özel sermayeli büyük burjuvazinin ve batılı emperyalistlerin istediği siyaseti uygulamaya başladı. İlk dönemlerde Avrupa Birliği ile uyum politikalarını ön plana çıkaran bir siyaset izlendi. AKP tek başına hükümet kurabilecek bir parlamento çoğunluğuna sahip olma anlamında iktidara gelmişti ama henüz devlete egemen değildi. Batılı kadim mütefiklerin ABD’nin Avrupa’nın desteğine ihtiyacı vardı. İktidar mücadelesinde önce devletin yüksek bürokrasisini, en başta yüksek yargı ve orduyu elinde tutan Kemalist bürokrat burjuvazi ile mücadeleye girişti! AKP, Kemalist elitlere karşı mücadelede Gülen hareketinin kadrolarına dayandı. AKP, kendi iktidarına karşı geliştirilen tehlikelere karşı mücadele etti! Bürokrat devlet burjuvazisinin egemenliğini önemli ölçüde geriletti. Askeri vesayet önemli ölçüde geriletildi. Birçok devlet kurumunda Kemalistlerin egemenliğine son verildi. Yüksek yargıda, Kemalistlerin mutlak egemenliği kırıldı. AKP iktidarına karşı girişilen hareketler bertaraf edildi. Darbe tezgahlayanların en azından bir bölümünün, açık darbe yanlılarının üzerine gidildi. Generaller, subaylar, onlara “hadi nerede kaldınız” diye goygoyculuk yapan kimi sivil darbeciler birlikte hapishanelere konuldu. Ergenekon davasında, darbe tezgahladığı ileri sürülenler ağır cezalara çarptırıldı. Aynı şekilde Balyoz davasında da ilk derece mahkemesi hapis cezaları verdi. 28 Şubat ‘post modern’ darbesini yapanlardan kimileri tutuklandı. Ama ölçü kaçmıştı. Kurunun yanında yaşta nasibini almış ve gündem AKP NEREYE KOŞUYOR? Emperyalistler, AKP’nin alternatifini bulsalar AKP’yi götürmek için her yola başvuracaklardır. Alternatifini bulamadıkları için, aralarındaki çelişmeleri de gözönüne alarak AKP hükümeti ile idare etmeye çalışıyorlar. Uluslararası büyük güçler açısından Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir, kontrol edilir bir hükümet olmaktan çıkmıştır. Uluslararası alanda AKP’yi tecrit etmeye yönelen bir siyaset izlenmektedir. Batılı hükümetlere yakın medyada AKP’yi teşhir eden ve askeri darbeye çağrılar yapan yazılar yayınlanmaktadır. ağır cezalar yemişti. Askeri vesayetin geriletilmesi ve Kemalist bürokrasinin geriletilmesi sözkonusu olduğu sürece Gülen hareketi ve AKP koalisyonu bazı taktiksel çelişmelere rağmen iyi işliyordu. AKP hükümetine karşı askeri bir darbe tehlikesi minimalize edildikten ve devlet aygıtı esas olarak islami güçlerin eline geçtikten sonra, Gülen hareketi ile ‘Milli Görüş’ün ‘Yenilikçi Kanadı’ arasında iktidar kapışması patlak verdi. Siyaseti kim belirleyecekti? RTE mi, Fetullah Gülen mi? 7 Şubat 2012’de, MİT müşteşarı Hakan Fidan ifadeye çağrıldı. 17 Aralık 2013’de, savcı Celal Kara’nın talimatı ile dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlu Kaan Çağlayan, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğlu Oğuz Bayraktar, işadamı Ali Ağaoğlu, Halkbank genel müdürü Süleyman Aslan ve Rıza Sarraf gözaltına alındı. 25 Aralık 2013’te, savcıların yeni operasyon talepleri emniyet birimleri 3 gündem tarafından yerine getirilmedi. Böylece AKP ile Gülen hareketi arasında oluşturulmuş olan koalisyon bozuldu ve köprüler atıldı. Güvenlik bürokrasisinin tasfiye edilmesinde; polis önemli ölçüde Fetullahçıların ve AKP’nin eline geçti. Polis örgütünde Kemalistler önemli ölçüde tasfiye edildi. Askeri bürokraside, onun geriletilmesinde Erkenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. davaları ile askeri bürokrasinin üst kesimi mahkemeye çıkarıldı. Darbeciliğe karşı ortak konsensüs gelişti. Önemli ölçüde askeri vesayet geriletildi. Askeri vesayet geriletildikten sonra, kendi içlerinde iktidar dalaşı başladı. İktidar dalaşının başlaması esasında 2012’dir. O noktadan itibaren ittifaklar değişmeye başladı. İktidar bağlamında, siyasi iktidar artık devlet iktidarı ile, devletin bütün kurumlarını bütünüyle ele geçirmemiş olsa bile çok önemli ölçüde AKP’nin iktidarıdır. AKP, iktidarı bütünüyle ele geçirmek için Fetullah hareketini temizleme operasyonu başlattı. Fetullah terör örgütü olarak ilan edildi. Fetullah cemaati de iktidarı AKP ile paylaşmak yerine, Erdoğan’ı götürelim, Erdoğan’ın yerine cemaatten bir kişinin gelmesi ve AKP’nin ele geçirilmesi hamlesi başlatıldı. Bu noktadan itibaren ittifaklar değişti. AKP, bugün esasında en başta ortaya koyduğu programı uygulamayı bir kenera bıraktı. AKP çıkış noktasındaki fabrika ayarlarından şimdilik uzaklaştı. Hâlâ bütün bürokrasiyi, askeri bürokrasiyi dönüştürme hedefini, kendine bağlama hedefini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir. AKP, daha önce Gülen cemaati ile birlikte orduya karşı mücadele etti. Bugün ise AKP orduyla birlikte cemaate karşı mücadele yürütüyor. İttifakların değişmesi sonucu, darbeciler, darbe planlayıcıları aklandı. Erkenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. davalarından tüm sanıklar beraat etti. Ordu ile AKP el ele vererek, devlet kurumlarında Gülencileri temizleme harekâtı yürüttü, yürütüyor. AKP ve emperyalizmle ilişki 4 AKP iktidara geldiğinde, emperyalistler AKP iktidarına kuşku ile yaklaştılar. Çünkü AKP’nin “Mili Görüş” geleneğinden geldiğini biliyorlardı. Ve bunların esasında emperyalizmle çatışmalı bir siyasete sahip olduğunu, olacağını düşünüyorlardı. Demokrasi, batı ile bütünleşme, birarada yaşama ve kültürlerin birarada yaşaması konusunda söylediklerini, programa yazdıklarını emperyalistler pek ciddiye almıyordu. AKP’nin kalıcı olacağını da düşünmüyor- lardı. İktidara gelmeden önce AKP’nin emperyalistlerle ilişkileri vardı. Özellikle kendilerini ABD’ye anlatmaya çalıştılar! Şeriat isteyen parti olmadıklarını anlatıyorlardı. Ama pek inandırıcı olamadılar. İktidara geldikten bir süre sonra, AKP’nin atığı adımlar sonucu, bu partinin şeriatı getirme diye bir derdinin olmadığı emperyalistler tarafından kabul gördü. Bu noktadan itibaren AKP ile ilişkiler geliştirilmeye başlandı. 2003’te Irak’a saldırı döneminde Amerika, AKP’den Türkiye’den üslerin açılmasını ve kuzeyden ABD’nin Irak’a girmesi için onay istedi. Başta RTE ve AKP’nin yönetimi, ABD’nin istemini yerine getirmek için canla başla mücadele etiler. AKP’nin bir bölümü de tezkerenin onayına karşı idi. CHP ve AKP’nin bir bölümünün oyları ile tezkere mecliste reddedildi. Ve böylece AKP tezkereyi kabul etirecek çoğunluğu sağlayamadı. Emperyalistler, özeliklede ABD emperyalizmi AKP’ye güveni yeniden sorgulamaya başladılar. AKP’nin takiyeci olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Bir süre sonra AKP ile emperyalistler arasındaki ilişkiler yeniden düzelmeye başladı. Ortadoğu projesinde Erdoğan’a eşbaşkanlık görevi verildi. Batı ve ABD emperyalistleri, AKP’nin batı ile birlikte hareket etmek isteyen ılımlı müslümanlar olduğu sonucuna vardılar. 2011-2012’ye kadar batı ile AKP’nin ilişkileri gayet iyiydi. Fakat AB’yi oluşturan ülkelerin çoğunluğu, müslüman olan bir ülkenin AB’ye girmesini hiçbir zaman istemediler. Daha sonraki gelişme aşamasında AKP, hem Gezi’nin hem 17-25 Aralık 2013 olaylarının kendisine karşı, batının desteğinde, bilgisi dahilinde ve bizzat batının örgütlediği (Almanya/ABD) darbe hareketi olarak değerlendirdi. Bu noktadan itibaren AKP çok net olarak, batıya karşı eleştiriler getirmeye başladı. Batıyı ikiyüzlü olmakla, terörizme destek vermekle suçladı. Bu suçlamalara karşı batıdan tepkiler gelmeye başladı. Bugün AKP ile batı arasında güven ilişkileri yoktur. Batı nezdinde AKP istenmeyen bir hükümettir. Emperyalistler, AKP’nin alternatifini bulsalar AKP’yi götürmek için her yola başvuracaklardır. Alternatifini bulamadıkları için, aralarındaki çelişmeleri de gözönüne alarak AKP hükümeti ile idare etmeye çalışıyorlar. Uluslararası büyük güçler açısından Erdoğan, AKP hükümeti güvenilir, kontrol edilir bir hükümet olmaktan çıkmıştır. Uluslararası alanda AKP’yi tecrit etmeye yönelen bir siyaset izlenmektedir. Batılı hükümetlere yakın medyada AKP’yi teşhir eden ve askeri darbeye çağrılar yapan yazılar yayınlanmaktadır. AKP’nin istemi başkanlık sistemi tikte uygulanmayan bir durumdur. Türkiye’de hiçbir dönemde de cumhurbaşkanları tarafsız olmamıştır. 1982 Anayasa’sında ortaya konulan devlet mimarisinde zaten cumhurbaşkanı kesinlikle partili olarak düşünülen bir cumhurbaşkanı değildir. 1982 Anayasa’sı ile öngörülen, Kemalist bürokrat devlet elitinden, generallerden veya yargıdan birilerinin cumhurbaşkanı seçilmesi ve seçilen cumhurbaşkanının parlamentoyu da denetlemesidir. 1982 Anayasa’sının mantığı budur. Ama 1982 Anayasa’sını yazdıkları dönemdeki durum değişikti. Hiçbir şekilde iktidara gelmesini düşünmedikleri bir siyasi parti iktidara geldi. Kendi cumhurbaşkanını halka seçtirdi. Yepyeni bir durum ortaya çıktı. Bugünkü fiili durumla Anayasa çelişiyor. Bu yüzden Kılıçdaroğlu çıkıp ikide bir RTE’ye, sen yemin ettin yeminine sahip çık diyor! RTE’de fiili durum ile Anayasa’nın çeliştiğini gördü. RTE, Anayasa’da tarafsız ve partisi ile ilişkisi kesilir cümlelerini silelim diyor. Cumhurbaşkanı seçildiğinde partisi ile ilişkisi kesilir ve tarafsız kalır kelimelerinin silinmesi önerisi getirildi. AKP, partili cumhurbaşkanlığı için destek arıyor. Aranan 14-15 milletvekili bulunursa partili cumhurbaşkanlığını getireceklerdir. Destek bulunmadığı koşullarda böyle devam edeceklerdir. gündem AKP’nin esas yapmak istediği şey başkanlık sistemine geçiştir. Bu başkanlık sistemine geçiş bağlamında, AKP’nin istemi Anayasa’yı kökten değiştirerek yepyeni bir devlet yapısı kurmaktır. Yapmak istedikleri cumhuriyet sisteminin yerine kimilerin dediği gibi “sultanlık” kurmak değildir. Cumhuriyet olacaktır. Ama bu sistemin işleyişi nasıl olmalıdır? Parlamenter demokrasi mi, başkanlık mı? Başkanın önderliğinde bir yürütme mi, yoksa onun yanında parlamentonun seçtiği başbakan önderliğinde bir yürütme mi? Cumhurbaşkanının sembolik olduğu ve esasında parlamento tarafından seçildiği bir sistem mi yapılacak, yoksa cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği ve evet yürütmeninde başının doğrudan cumhurbaşkanının olduğu bir sistem mi? Yapmak istedikleri şey, halk tarafından seçilmiş yürütmenin başının başkan olduğu bir sistemdir. Bu sistemi getirmeleri için Anayasa’yı değiştirmeleri gerekir. Anayasa’yı değiştirmek için en az 330 milletvekilinin oyu artı referandum gerekir. Anayasa değişikliği için 330-367 arası oy çıkması durumunda referanduma gidilmesi Anayasa hükmüdür. AKP’nin referandumdan korkusu yok. Referanduma gidildiği koşullarda AKP’nin kazanacağı büyük olasılıktır. Bu anlamda referandumda kuşkuları yok. Problem şu: Andaki durumda kendi istedikleri bir başkanlık sistemi için en az 14-15 milletvekilinin oylarına ihtiyaçları var. Yeni Anayasa ile yapmak istedikleri sadece başkanlık sistemi değil. Yeni Anayasa’da istedikleri aynı zamanda vatandaşlık tanımının daha değişik ifade edilmesidir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini öngören yeni bir Anayasa’dır. Yapmak istedikleri şeyler bunlardır vb. Parlamentoda bulunan partilerin hiçbiri, AKP’nin yapmak istediği Anayasa değişikliğine destek vermemektedir. Parlamentoda 14-15 milletvekilinin oyunun bulunmadığı koşullarda AKP ne yapacaktır? Böylesi bir durumda yeni bir Anayasa yapma imkanları yoktur. RTE, bu Anayasa’ya göre idare ediyor. Anayasa’da RTE’nin, bugünkü şekilde idare etmesini öngören maddelerde var. Anayasa’nın 101. maddesinde “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer” denilmektedir. Cumhurbaşkanı’nın okuduğu yemin metninde ise ‘tarafsızlık’a vurgu yapılmaktadır. Ama Anayasa’nın diğer maddelerinde cumhurbaşkanına geniş yetkiler tanınmaktadır. Cumhurbaşkanının partisi ile ilişiği kesilir ve tarafsız olur anlayışı pra- Erken seçim olabilir mi? Sistem açısından erken seçimin faydaları ve zararları var. AKP, ikide bir seçimin yapılmasına karşı çıkıyor! Ama diğer yandan vurgulanan birşey var. Eğer halkın temsilcileri sorunu çözemiyorsa, halka gidilmelidir, deniliyor! Onun için AKP, andaki parlamento ile sorunun çözülmediğini göstermesi gerekir. Bu iş bu parlamentoda çözülmüyor! O zaman bize yeni bir parlamento lazım! Şu anda eğer seçime giderlerse her halükârda AKP’nin oyları artacak gibi görünüyor. Araştırma şirketlerinin de çoğunun çıkardığı sonuç budur. Metropol araştırma şirketi AKP’nin oy oranının %49,8 olduğunu söylüyor. AKP’nin kendi araştırma şirketleri oy oranının %54-55 bandında olduğunu belirtiyor. MHP’nin önemli bir bölümü AKP’ye oy verecektir. Defakto MHP bölünmüş durumdadır. Hele hele bu bölünmeden sonra, MHP’nin iki parti olarak seçime girerse, ayrı ayrı iki partinin barajı aşma sansı yoktur. Nereye gidecek o oylar? MHP’nin barajı aşmaması AKP’ye yarayacaktır. HDP sınırdadır. Bu anlamda erken ve baskın seçimin AKP’ye yarayacağı bir ortam vardır. Ama inisiatif AKP’nin 5 gündem 6 elindedir. Bu konuda karar alacak olan AKP’nin kendisidir. Başka hiç kimse değildir. Bu meclisten erken seçim kararı ancak AKP’nin bu konuda karar vermesi ile çıkar. AKP=Erdoğan’dır. Davutoğlu olayında çok net görüldü. AKP’liler kesin inançlı bir tekke gibi hareket ediyor. Tabii ki seçim kararını sonuçta verecek Erdoğan’dır. AKP’nin elinde birden fazla obsiyon var. Türkiye’de şu anda oyun kurucu AKP’dir. Nasıl yapacaklar? Yaptıklarında göreceğiz. Burası Türkiye ve herşey mümkündür! RTE, MHP’deki gelişmeleri bekleyecektir. MHP’den AKP’ye oy gelirse Anayasa’da cumhurbaşkanlığının tarafsız ve partisi ile ilişiği kesilir kelimeleri değiştirilecektir. Bu oylar gelirse Anayasa değişikliği daha ileri bir tarihe bırakılır. Bu da olmazsa, olmuyor, yürümüyor denilerek seçime gidilmesi gündeme gelebilir. Bugünkü koşullarda 330 oya ulaşmaları ve Anayasa’nın ilgili maddesinin değiştirilmesi daha olası görünmektedir. Şu anda AKP’nin siyaseti var olan fiili durumu Anayasa’ya uygun hale getirmektir. Binali Yıldırım ve AKP’lilerin söylediği budur. Binali Yıldırım Anayasa’yı değiştirelim demiyor. Anayasa’da ne yazarsa yazsın, fiili durum budur, fiili durumu anayasal hale getirelim diyor. Bu bir ilk adım olacaktır. Tabii böyle bir kısmi değişiklikle AKP’nin yeni Anayasa yapma planı ortadan kalkmış olmayacak, yalnızca ertelenmiş olacaktır. AKP ve ordu AKP ile ordu ittifak halindedir. Normal gelişme içinde, demokratik yollarla, seçimlerle AKP’yi götürme ihtimali bugünkü şartların kökten değişmemesi halinde 2024’e kadar çok düşük bir olasılıktır. AKP’nin iktidardan uzaklaşması için çok önemli olayların olması gerekir. Çok büyük ekonomik kriz AKP’yi götürebilir. Öyle birşey olurki Türkiye devlet memurlarının maaşını ödeyemez duruma gelir. O zaman AKP gider. Onun dışında bir yolla, demokratik seçimlerle AKP’yi götürme ihtimali görünmüyor. Bunun görülmediği yerde AKP’yi götürmenin tek yolu vardır. O da darbedir. Normal gelişme içerisinde AKP’yi götürmenin tek yolu ordudur. AKP evet halk çoğunluğuna dayanıyor ama siyasi istikrar yok. Bir yandan var. Dünyanın en rahat çoğunluğuna sahip bir iktidar partisi var. Ama diğer yandan Türkiye kaynıyor. O kaynamayı bastırmak için AKP yoğun faşist tedbirler kullanıyor. Korkunun temelinde bu yatıyor. Geziyi gördüler ve ders çıkarttılar. Hareketi küçükken ezeceksin düşüncesi AKP’ye egemen! Şimdi AKP’de ben devletim istediğimi yaparım anlayışı var. AKP faşizmi çok yoğun olarak uyguluyor. Bu bir yandan AKP’nin zayıflığı ama bir yandan da güçlülüğünü gösteriyor. Çünkü yapabiliyor, uygulayabiliyor. Solun büyük çoğunluğu, bunlar yarın gidici çözümlemeleri ve sözleri ile avutuyor kendini. Gelişmeler Kutuplaşmış, hastalıklı bir ülke Ülke içinde toplum hastalıklı bir biçimde kutuplaşmış durumdadır. Kutuplaşma, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bir olgudur. Ülkelerimizin toplumu henüz gerçek anlamda toplum haline gelmemiş, hâlâ kesin inançlı birçok halde kendi dışındakileri düşman gören, kendi içine kapalı kendi rituelleri olan cemaatler toplamı görünümündedir. Cemaatlerdeki ilişkiler, şeyh/mürid ilişkisidir. Şeyh/mürid ilişkisi, siyasete, partilere, toplumsal örgütlere, devlete yansımaktadır. Bugün yeni olan siyasal düzlemde, hastalıklı kutuplaşmanın kitlesel ve açık bir şekilde görünür hale gelmiş olması, esasta iki kamp şeklinde bir görünüm kazanmaktadır. Siyasal anlamda bugün Tayyipçiler, anti-Tayyipçiler var. Ama Tayyipçiler içinde de, antiTayyipçiler içinde de yine cemaatler var. Toplum ne, toplumsallaşme ne? Gerçek anlamda toplumsallaşma, bireyin birey olarak kendini o toplumun parçası olarak gördüğü bir toplumsallaşmadır. Toplum budur. Birey, evet ben buyum diye o toplumun parçası olarak tanımlar ama ilişki şeyh mürid ilişkisi değildir. Özgür ilişkidir. Bu kapitalizm şartlarında ne kadar olabilir? En ileri olduğu yerler Fransa, ABD vb’dir. Oralarda bile yani gerçek anlamda bir toplumsallaşmanın kapitalizm şartlarında henüz tam olamadı- ğı görülüyor. Türkiye nufüsunun %99’u müslüman. Varsayalım %80’i müslüman olsun. Müslümanlık ne? Bektaşi kendisini müslüman sayıyor. Selefi kendine müslüman diyor. Revizyonist müslümanlar kendilerine müslüman diyor. Kemalistler kendilerine müslüman diyor. Her birinin müslümanlığı değişik. Onun içinde bir sürü müslüman cemaatler var. Ve bunlar gerçekten kendi dışındakilere kapalı. Kendilerinin rituelleri var. Kendi içinde kapalı bir topluluk. Mesela Gülen cemaati kendi örgütünü kuruyor. Yani devleti alttan ele geçirmek istiyor! Nasıl? Biliyorlar, birbirlerini tanıyorlar. Birbirleri ile dayanışma içindeler. Onlar için belirleyici olan cemaatin ne dediği. Devletin kanunu felan değil. Bütün cemaatler için bu böyle. Sol örgütler içinde de cemaat örgütleri var. Biz, bilinçli olarak cemaat örgütlenmesini kırmaya çalışıyoruz. Toplum dediğimiz şey bu. Bunun üzerine çıkmak çok uzun yılların ve çok uzun mücadelelerin sonucu olacak bir şeydir. Hastalıklı kutuplaşma iki cephe şeklinde değildir. Görünürde AKP cephesi ve antiAKP cephesi var. Bu cepheler kendi içinde onlarca cepheye bölünmüş durumdadır. Bu cepheler bir noktada birleşmesi sonucu ortaya çıkıyor. Yani bir taraf Tayyip’i Allah görüyor. Öbür tarafta Tayyip’i şeytan görüyor! Ama Tayyip’i şeytan görenler içinde, Sözcü gazetesi var. Tayyip’i şeytan görenler içinde bütün devrimciler var. Tayyip’i şeytan görenler içinde Fettullahçılar var. Tayyip’i şeytan görenler içinde varoğlu var. Bunların tek bir ortak noktaları var. Nasıl olursa olsun Tayyip gitmelidir. Tayyip cephesinde de çelişmeler var. Çelişmeleri aşar görünüyorlar! Ama içlerinde yüzlerce çelişme var. Çünkü her birinin cemaati değişik. AKP’nin kendisi bir yanıyla cemaat örgütü ama kendi içinde de onlarca cemaat var. Bunu aşmak nasıl olur? Bunu aşmak için önce cemaatlerin varlığını tespit etmek gerekir. Ve bizim buradan çıkmaya çalışmamız lazım. Kendimizi ce- gündem AKP’nin gidici olduğunu göstermiyor. AKP evet en ufak direnişi faşizmle bastırıyor. Olgu bu. Ve bu noktada inisiatif AKP’nin elinde. Şimdilik beli işleri ordu ile birlikte birlikte halediyorlar. MHP ile belli işleri birlikte haletme ve ondan sonra o işler bittikten sonra, kendilerine göre başka bir siyasete geçebilirler. Bunların ilkeli bir siyaseti yoktur. Bunların siyaseti pragmatistir. Türkiye’de iç siyaset bütünüyle kendi iktidarını nasıl yerleştireceği üzerine kuruludur. Dış siyaset de, Türk burjuvazisi için maksimum çıkarı nasıl elde ederim üzerine kuruludur. İçte siyasi iktidarlarını sağlamlaştırmak için yapmayacakları şey yoktur. Şu anda %50’ye yakın seçmen destekleri var. Ve esas dayandıkları da bu halkın desteği. AKP’nin kendi milis silahlı grupları yok. Genelde faşist partilerin silahlı milis örgütleri vardır. Şu anda AKP’nin Türkiye’de uyguladığı şey faşizmdir. Türkiye’de şu anda uygulanan esas yönetim aracı açık terördür. AKP, ordu ile birlikte Kuzey Kürdistan’da açık terör uygulamaktadır. Metropol kentlerde de devletin “izin” vermediği her eyleme açık terörle cevap verilmektedir. 7 gündem maatlerden ayırmaya ayırmaya çalışmamız lazım. Buradan çıkan sonuç, işin zorluğunu bizim kavramamız lazım. Özellikle sosyalizmin inşası, demokrasinin inşası bağlamında Türkiye’de yapılacak, gidilecek yol çok uzun bir yoldur. Bunun kavranması gerekir. Biz komünistler bu hastalıklı cepheleşmenin dışındayız ve bütün devrimci güçleri de bu cepheleşmenin dışına çıkmaya, bağımsız devrimci bir siyaset cephesinde, bir üçüncü cephede birleşmeye çağırıyoruz. AKP ve Kuzey Kürdistan’da savaş 8 24 Temmuz 2015’den bu yana faşist Türk devleti Kuzey Kürdistan’da barbar bir savaş yürütüyor. Genelkurmay başkanlığı hergün basın bültenleri ile savaşın bilançosunu açıklıyor. Bu savaşta, her iki taraftan da yüzlerce ölü, binlerce yaralı var. Sömürgeci devlet, Medya Savunma Alanları ve Rojava’yı da bombalıyor. ‘Özyönetim’ ilan edilen il ve ilçeler yakılıp, yıkılıyor. Binlerce Kürdistanlı göç yollarına düşüyor. Sömürgeci devlet, ordusu/polisi/JÖH’ü/PÖH’ü ile evleri tank/top atışı ile yerle bir etti. Sömürgeciler, yıktıkları evlerin “teröristler tarafından üs olarak kullanıldığını”, yıkılan evlerde hiçbir sivil vatandaşın olmadığını açıklıyor! Sömürgeci devlet, yürüttüğü barbar savaşın yanı sıra psikolojik savaşta yürütüyor. Sömürgecilere göre, barikatların arkasındakiler kandırılmış, beyni yıkanmış gençler!!! Sömürgeci devletin savaş kurmayı, öldürdüğü gençlerin sayısını açıklıyor. Rakamlar korkunç! Kuzey Kürdistan’da sesini çıkaran, devlet zülmune direnenler öldürülüyor. Öldürülen siviller ve HDP aktivistlerine “terörist” etiketi yapıştırılıyor. Bu barbar savaşta gerçekler öldürülüyor. Mehmetçik medyanın haber kaynağı Genelkurmay Başkanlığı. Sömürgeci devlet, ‘terörizm’e karşı mücadele ettiğini lanse ediyor! Böylelikle Kürt ulusunun haklı ulusal talepleri görmezden geliniyor. Kuzey Kürdistan’da 32 yıldan beri sürüp giden bir savaş var. Kürt Ulusal Hareketi, Kürt ulusunun ulusal haklarını savunduğu noktada haklı konumdadır. Bu haklı konum tarafımızdan desteklenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin tasvip etmediğimiz, onaylamadığımız ve eleştirdiğimiz görüşleri de vardır. Yer yer dergi sayfalarımızda bu eleştirilerimize yer veriyoruz. Evet Kürt Ulusal Hareketi silahlı şiddet kullanmaktadır. Yer yer kimi yanlış, sivil halkı da vuran “terör eylemleri” de yapmakta ve bu gibi eylemleri de sahiplenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi’nin belirleyici özelliği onun silahlı eylemler yapması değildir. Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de ezilen Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan siyasi bir örgüt olmasıdır. Şiddete başvurma/silah kullanma, savaşma ulusal hareketin tercihi değil, şartların dayatmasıdır. Sömürgeci devlet, Kürt ulusunun haklı taleplerini dile getiren her örgütü silahlı şiddet kullanarak ezmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi, en geri demokratik haklarını elde edebilmek için savaşa başvurmak zorunda kalmaktadır. Sömürgeci devletin tarihi katliamlarla doludur. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesi sonucu, bu ülkede Kürtlerin olduğu kağıt üzerinde de olsa kabul edildi. Kürt Ulusal Hareketi’nin mücadelesinin “terör” olarak gösterilmesi, savaşın ‘terörizme’ karşı savaş olarak gösterilmesi açık bir çarpıtma, yalan, demagojidir. Savaş, Kürt ulusunun haklı ulusal taleplerini savunan Kürt Ulusal Hareketi’ne karşı yürütülmektedir. Eğer terörizmden bahsedilecekse, en büyük terörizmi sömürgeci devletin uyguladığı unutulmamalıdır. Kürt Ulusal Hareketi, Kuzey Kürdistan’da yürütülen savaşın “Erdoğan’ın/Saray’ın savaşı” olduğunu söyleyerek yanlış bir konumda bulunmaktadır. Savaş bir bütün olarak sömürgeci devletin yürüttüğü bir savaştır. Kürt Ulusal Hareketi’nin yürüttüğü savaşın bastırılması konusunda Türk burjuvazisi ve onun devleti aynı çizgidedir. MHP ve CHP, AKP ve Erdoğan’ı “çözüm süreci” denen dönemde “teröristlerle pazarlığa girmek”le, “teröristlerin kentleri silah ve bombalarla doldurmasına göz yummak”la böylelikle “vatana ihanet etmek”le suçlamaktadır. Onlara göre Kürt Ulusal Hareketi’nin güçlenmesinin sebebi, AKP/Erdoğan yönetimidir. CHP, Erdoğan hakkında, Erdoğan hükümeti hakkında “terörizme yardım ve yataklık suçlamasıyla dava açılması için ‘suç’ duyurusunda bulunmuştur. Onlar Kürt sorununda AKP/ Erdoğan’ı sağdan eleştirmektedir! Bugünkü dönemde aralarında bir fark kalmamıştır. AKP/Erdoğan bu konuda gelinen yerde MHP/CHP’nin çizgisine gelmiştir. Durum böyle iken savaşı “Erdoğan’ın/Saray’ın savaşı” olarak adlandırmak, bu noktada CHP’yi savaşa karşı ittifaka davet etmek, kendini ve halkı aldatmaktır. Bu devlet sömürgeci bir devlettir. Bu devletin Kuzey Kürdistan’da yürüttüğü savaş, barbar, gerici, sömürgeci bir savaştır. ‘Özyönetim’ ilanları ve ilan edilen ‘özyönetim’ alanlarında bunların savunulması için yürütülen savaş, ezilen Kürt ulusunun ulusal gündem özgürlük taleplerinin savunulması noktasında haklı bir savaştır. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmek istemesi onun en tabii hakkıdır. Kürtler, nasıl yaşayacaklarına kendileri karar vermelidir. Kendilerinin karar vereceği ortamın yaratılması da belirleyici önemdedir. Uluslar ve halklar arasında gerçek bir birlik, ancak eşitler arasında gönüllü bir birlik olduğu zaman söz konusudur. Onun dışındaki bütün birlikler yıkılmaya mahkumdur. Sömürgeci devletin sözcüleri “Son teröristin bertaraf edilmesi” nden bahsediyor. AKP hükümeti, sömürgeci faşist devletin fabrika ayarlarına geri dönmüş durumdadır. “Son teröristin bertaraf edilmesi”, Kürt Ulusal Hareketi’nin yok edilmesi ve bir anlamıyla Kürt halkının yok edilmesi demektir. Kürt Ulusal Hareketi’nin Kürt ulusu içinde önemli bir tabanı vardır. Kürt Ulusal Hareketi’nin yalnızca Kuzey Kürdistan’da değil, Kürdistan’ın bütün parçalarında var olan, mücadele yürüten, Kürdistan’ın bütün parçalarında önemli bir kitle tabanı olan bir harekettir. Kürtler, dünyanın birçok ülkesine yayılmış etkin bir diaspora örgütüne sahiptir. Kürt Ulusal Hareketi, güçlü bir silahlı örgüte, savaş içinde oldukça yetkinleşmiş bir gerilla ordusuna sahiptir. Kadın örgütlenmesi en geniş ve en gelişmiş olan örgütlerden biridir. Kürt Ulusal Hareketi, Rojava’da örgütlüdür. Rojava, Türkiye’nin müttefiki olan batılı emperyalist güçler tarafından “bölgede IŞİD’e karşı en etkin mücadeleyi yürüten, seküler, demokratik güç” olarak değerlendirilmekte ve açıktan desteklenmektedir. Böyle bir örgütün yok edilmesi mümkün değildir. Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok edemeyeceğini çok iyi biliyor. Sömürgeci devletin sözcüleri pragmatisttir. Bugün böyle konuşuyorlar yarın tersini söyleyebilirler. Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal Hareketi’ne kayıp verdirebilir, mücadeleyi geriletebilir. Ama hiçbir zaman ulusal hareketin varlığına son verilemez. Bu gerçeği Türk burjuvazisi ve onun sömürgeci devleti 32 yıllık savaşta gördü. “Çözüm süreci” denen süreç bu gerçek görüldüğü için gündeme getirildi ve “Çözüm süreci” gündeme getirildiğinde toplumun geneli açısından çoğunlukla kabul gördü. Çözüm süreci denen süreç, savaşı yürüten tarafların, yani T.C. devletinin ve PKK’nin görüşmeler yoluyla Kuzey Kürdistan’da savaşı durdurma sürecidir. Bu süreç çeşitli gelişmeler sonrasında kesintiye uğramıştır. Sömürgeci devlet, Kürt Ulusal Hareketi’ni yok etme iddiasıyla yeniden savaş yürütmektedir. Bu savaşta gerçek hedef Kürt silahlı güçlerini mümkün olduğunca zayıflatmak ve eninde sonunda yeniden kurulması kaçınılmaz olan pazarlık masasına daha güçlü pozisyonda oturtmaktır. Eninde sonunda olacak olan budur. Kürt Ulusal Hareketi’de yanlış hesaplar, planlar yapmaktadır. Bugünkü güç dengesinde, işçi sınıfı ve emekçi hareketinin bulunduğu seviye de dikkate 9 güncel 10 alındığında, Kürt Ulusal Hareketi’nin yürüttüğü savaşı, ülke çapında bir devrim savaşına dönüştürülme şansı yoktur. Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın “demokratik Türkiye/özgür Kürdistan”, ya da „demokratik Türkiye/özyönetimli Kürdistan”la sonlanması mümkün değildir. Savaşın anda Türkiye’nin burjuva anlamda demokratikleştirilmesine de bir katkısı yoktur. Sömürgeci devlet, Kuzey Kürdistan’daki savaşı, güvenlikçi siyasetleri geliştirmeye, kısıtlı olan demokratik hakları daha da sınırlandırma ve açık terörü uygulamanın bahanesi olarak kullanmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi, AKP/Erdoğan iktidarının yıkılmasının yakın olduğunu belirtmektedir. Bu tespitler gerçekçi değildir. Sömürgeci devletin yürüttüğü barbar savaş ile AKP/Erdoğan giderek güçlenmektedir. Kürt Ulusal Hareketi, yeniden masaya dönme çağrıları yapıyor. Sömürgeci devlet, anda masaya dönmeyi reddettiği için savaş yürüyor. AKP/ Erdoğan yönetimi, ordu henüz masaya dönmeye hazır değil. Sömürgeci devlet, Rojava ve Güney Kürdistan’dakine benzer bir statüye Kuzey Kürdistan’da izin vermeyeceği çok açıktır. Sömürgeci devletin Kuzey Kürtlerine vereceği en ileri hak, Avrupa Yerel Yönetimler Şartnamesi’nde öngörülen bir yerel yönetimdir. Öcalan’ın da talebi budur. Öcalan’ın çözüm önerisinde ‘özyönetim’ ilanları yoktur. Kürt Ulusal Hareketi, Öcalan’ın talep ettiği taleplerin ilerisine gittiği için savaş başlatıldı. ‘Özyönetim’ ilan edilen il ve ilçelerde, sömürgeci devlet korkunç katliam yaptı. Yerleşim alanları yerle bir edildi. Elbette Kürt silahlı güçleri direndi, direniyor. Bu yüzden bu savaş sömürgecilerin planladığı gibi “üç beş ay içinde” bitecek bir savaş değildir. Önümüzdeki dönemde de savaş farklı boyutlara bürünerek sürecektir. Her savaşın bir sonu vardır. Ve her savaş, savaşan tarafların masada anlaşmasıyla son bulur. Kürt Ulusal Hareketi açısından da bu savaş, yeniden kurulacak pazarlık masasında elini güçlü tutmak için yürütülen bir savaştır. Savaş taraftarlarının savundukları siyaset açısından savaşın sürdürülmesi, kurulan pazarlık masasında elini güçlendirmek dışında bir mantığı yoktur. Bu savaşın sonlanması, ülkelerimizde yaşayan halklar açısından ve savaşın ağır yükünü taşıyan Kürt ulusu açısından olumlu ve gereklidir. Bu savaşın sonlanması, bir bütün olarak sınıf mücadelesi açısından gereklidir. Bu savaşın sürdürülmesi, savaştan nemalananların iktidarının sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş olağanüstü halin sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, kitlesel tutuklamaların sürmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, Ülkelerimizde “PKK terörüne” karşı mücadele adına her türlü demokratik hakkın ayaklar altına alınması demektir. Savaşın sürmesi demek, faşizmin katmerli bir şekilde sürdürülmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, faili meçhul cinayetlerin ve ölümlerin giderek artması demektir. Savaşın sürmesi demek, Türk şovenizmi ve Kürt milliyetçiliğinin daha da güçlenmesi demektir. Savaşın sürmesi demek, halkların birlikte yaşama imkanının ortadan kaldırılması demektir. Halkların çıkarına olmayan ve halklara büyük acılar yaşatan, yıkım/ölüm getiren bu savaş sonlandırılmalıdır. Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşın derhal sonlandırılması, silahların susması ve bir barış hareketinin yaratılması temel talebimizdir. Barış hareketinin yaratılmasının ve başarılmasının önkoşulu işçi ve emekçilerin barış talebine sahip çıkmasıdır. Bugün savaşın sonlandırılmasını savunmamız, kapitalizm şartlarında, sömürgeci devletin varlığı şartlarında yalnızca yürüyen savaşın durması anlamında, geçici ve güvenilmez bir barış olabileceğinin bilincindeyiz. Bugün yürüyen savaşın sonlandırılmasını savunmamız, Kürt sorununun kalıcı bir çözümü olacağı anlamına gelmemelidir. Kürt sorunun gerçek anlamda çözümü bir devrimi gerektirir. Halklar hapishanesine son vermenin tek yolu demokratik halk devrimidir. Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce belirlemesi için demokratik bir ortamın yaratılması gerekmektedir. Özgür ve gerçek anlamda demokratik bir ortamın yaratılması bu sistem içerisinde mümkün değildir.Öncelikli hedef zoraki birliğin ortadan kaldırılmasıdır. Ulusların birlikte yaşamasının ön şartı, zoraki birliğin parçalanması ve milliyetler arasında tam hak eşitliğinin sağlanmasıdır. Yaratılan demokratik bir ortam içerisinde, Kürt ulusu nasıl yaşayacağına kendi özgür iradesi ile karar verecektir. Birlikte yaşamanın ön şartı, ayrılma özgürlüğünün tanınmasıdır. Ayrılma özgürlüğünün tanınması, Kürt ulusunun kendi kaderini belirlemesi ve nasıl yaşayacağına kendisinin karar vermesi anlamına gelir. Biz, Kürt sorununda gerçek ve kalıcı bir çözümün nasıl olması gerektiğini anlatıyoruz. Bu söylediklerimiz, TC. sistemi içerisinde Kürtlerin demokratik hakları için mücadele edilmeyeceği anlamına gelmez. Biz, gerçek çözümden ve kalıcı barıştan yanayız. Bu yüzden halklar hapishanesine son vermenin yolu faşist sömürgeci devletin yıkılmasına bağlıdır. 13.06.2016 güncel DAVUTOĞLU HAL OLUNDU… 4 Mayıs akşamı Cumhurbaşkanı RT Erdoğan ile gerçekte onun tarafından AKP Genel Başkanlığına ve sonra da Başbakanlığa atanan Ahmet Davutoğlu arasında yapılan görüşmede, Davutoğlu dönemine nokta konması kararı alındı. RTE tarafından atanan diyoruz, çünkü AKP içinde andaki güç dengelerinde Erdoğan’ın işaret etmediği, desteklemediği ya da onay vermediği bir adayın Kongre tarafından parti başkanı seçilmesinin imkanı yoktur. AKP’nin üyeleri ve destekçilerinin büyük çoğunluğu için RTE bu partinin kurucusu, yol gösterici ve tartışılmaz tek lideridir. Davutoğlu görünürde evet Kongre üyeleri tarafından seçilmiştir. Fakat o Kongre üyeleri seçimlerini “Reis” diye adlandırılan RTE’nin işareti doğrultusunda yapan üyelerdir. Gerçekte üzerine Kiziroğlu’ndan uyarlama “ Peh ,peh,peh .. yiğit kim,kim,kim … Ahmet Hoca” türküleri çalınan “Hoca” Ahmet Davutoğlu, AKP başkanlığına Reis tarafından atanmış biridir. Başbakanlık konusunda da durum değişik değildir. Evet son seçimlere AKP Davutoğlu’nun başkanlığında gitmiş ve AKP seçimlerde % 50’ye yakın oy almıştır. Fakat O’na başbakanlık görevini veren, üç adayın yarıştığı bir referandumda % 52 oy alarak ilk turda Cumhurbaşkanlığına seçilmiş olan RTE’dir. Anayasaya göre “başbakanı atamak” cumhurbaşkanının “görev ve yetkileri” arasındadır. (Bkz. Anayasa madde 104) Cumhurbaşkanı başbakanlığa en çok oy alan partinin başkanını atamak zorunda değildir. Başbakanlığa atanacak kişide aranacak tek özellik olarak Anayasa’da onun “TBMM üyeleri arasından Cumhurbaşkanınca atanacağı” belirtilir. (Bkz. Anayasa madde 109) Yani sonuçta “halk tarafından seçilmiş” bir başbakan değil, halk tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanınca atanmış bir başbakandır söz konusu olan. Burada da anda belirleyici olan “Reis” RTE’dır. Gelinen yerde Reis önüne koyduğu başkanlık sistemine giden yolda Davutoğlu yerine, ona göre kendisine çok daha bağlı birinin AKP’nin başkanlığına gelmesinin, yürüyüşe yeni bir başbakanla devam etmenin daha doğru olacağı değerlendirmesini yapmıştır. Onun bu değerlendirmeyi yapmasında Davutoğlu’nun son dönemde öncelikle Gülen medyasında Erdoğan’a karşı direnen biri olarak gösterilip, parlatılması; AB’nin kimi açıklamalarında “bizim Türkiye’deki muhatabımız başbakandır” açıklamaları; Erdoğan’ın Obama ile görüşüp görüşmeyeceği konusunda spekülasyonlar yapılan ABD’deki İklim Zirvesi ziyaretinin hemen ardından gündeme getirilen Davutoğlu’nun ABD ziyareti hazırlıkları; en son olarak anonim bir şekilde piyasaya sürülen ve Davutoğlu’nu Erdoğan’a karşı direnen biri olarak gösteren ve Erdoğan ile Davutoğlu arasındaki görüş ayrılıklarını kronolojik olarak ortaya koyup, bunu bir iktidar mücadelesinin görüntüsü olarak sunan “Pelikan dosyası” (bkz. :https://pelikandosyasi.wordpress. com/) büyük rol oynamıştır. Davutoğlu’nun Erdoğan’la ters düştüğünün kamuya yansıdığı (ki bu bizzat Erdoğan’ın Davutoğlu’nun kimi söylemlerine ve attığı kimi adımlara açıkça karşı çıkması biçiminde oluyordu. ”Reis” ,”Hoca”ya haddi- 11 gündem 12 ni bildiriyordu)hemen her noktada geri adım atması, Erdoğan’a bağlılık açıklamaları yapması, onu övmesi de onu kurtarmaya yetmedi. “Reis” beraber yola çıktığı “yağmurda beraber ıslandığı” yol arkadaşlarını, bunlar biraz bağımsız tavır takınmaya kalktıklarında ve kendisine evet rakip olarak gösterildiklerinde etkisizleştirme konusunda “usta” olduğunu, kendi yanında kendisi ile eşit seviyede görünen birilerini istemediğini daha önce bir çok kez göstermişti. Muhalefet partilerinin Erdoğan’a karşı AKP’ni “fabrika ayarlarına döndürmeleri” konusunda umut bağladıkları Gül’ler, Arınç’lar vs. kervanına sonunda “Hoca” da katılmak kaderinden kurtulamadı. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak görevi tabii ki bir partinin iç işlerini düzenlemek değil. Ve yaptığı de fakto AKP’nin yönetimini doğrudan belirleme. Tabii bu Cumhurbaşkanı ile Başbakanın olağan görüşmesi adı altında yapılıyor. Eh tabii Cumhurbaşkanı her ne kadar Anayasa’ya göre “partisi ile ilişiği kesilmiş” (Anayasa madde 101) olsa da, sonuçta AKP’nin kurucusu olarak “gönül bağı” olduğundan, hem de tabii iktidar partisinin durumu memleket meselesi olduğundan, iktidar partisinin başı olan başbakanla görüşmelerinde sorunlar konusunda “görüşlerini belirtmesi” “olağan”dır!! Görünürde yaptığı “devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmek”tir. (Anayasa madde 104) Öyle ya eğer Anayasada “Devletin -halk tarafından seçilerek işbaşına gelen- başı” olduğu ve “gerekli gördüğü hallerde Bakanlar Kurulunu toplama” yetkisi olduğu yazan (madde 104) Cumhurbaşkanı ile, onun atadığı Başbakan arasında çelişmeler çıkması halinde devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışması bozulabilir!! Bu durumda “düzenli ve uyumlu” çalışmayı gözetmek, bunun için gerekli tedbirleri almak ta Cumhurbaşkanı’nın görevidir!!! Yaptığı da görünürde budur! Atadığı Başbakan görüşmenin bir gün ertesinde AKP MYK‘nu toplamış, MYK’da en kısa zamanda olağanüstü Genel Kurul toplama kararı almıştır. MYK toplantısının ertesinde kameralar karşısına geçen Davutoğlu, AKP başkanı olarak, Parti Tüzüğünün başkana verdiği yetkiye dayanarak, kendisinin “Partinin ikinci olağanüstü genel kurulunu 22 Mayıs’ta toplama kararı aldığını” açıklamıştır. Kendisinin bu genel Kurulda aday olmayacağını açıklamıştır. Aslında görünürde bu karar MYK ve bizzat Davutoğlu tarafından alınmış olsa da, bu kararın geri planında RTE’nin isteği, tavsiyesi, iradesi olduğu açıktır. 22 Mayıs’ta AKP 2. Olağanüstü Genel Kurulu toplandı. Davutoğlu’na yaptığı hizmetlerden dolayı teşekkür edildi. “Reis”in işaret ettiği yeni başkan Binali Yıldırım oybirliğiyle seçildi. Reis de bu Genel Kurul ertesinde Binali Yıldırım’ı Başbakan atadı. Binali yeni kabinesini kurdu. RTE kabineyi onayladı. 65. Hükümet kuruldu. Bütün bu olanlar bugüne kadar izlenen siyasette özde herhangi bir değişikliği beraberinde getirmeyecektir. Değişen siyaset değil, kişilerdir. Tabii Reis dışında! O değişmez! Değiştirir! Burada esasında sitemin nasıl bir sahtekarlık üzerine kurulu olduğu net olarak ortaya çıkmaktadır. Görünürde ve kağıt üzerinde partisiz ve tarafsız bir Cumhurbaşkanı vardır. Gerçekte bu hiçbir dönemde böyle olmamıştır ve olmaz. Bugün bu çok daha net olarak ortadadır. Diğer yandan Cumhurbaşkanı’nın olağanüstü yetkilerle donatılmış olduğu ve halk tarafından seçildiği, gerekli gördüğü zaman Bakanlar Kurulu’na başkanlık ettiği güya parlamenter sistem olduğu iddiasında hilkat garibesi bir sistem söz konusudur. Anayasada öngörülen bu sistem, ne gerçekte parlamenter sistem ve ne de gerçekte başkanlık sistemidir. Dengeleri doğru kurulmuş, yürütme, yasama ve yargılamanın birbirine üstün olmadığı, gerçek bir “güçler ayrılığı” ve karşılıklı denetimin sağlanmış olduğu bir başkanlık sisteminde bile olmayacak kadar geniş yetkiye sahip, siyasi olarak denetlenmesi hemen hemen imkansız bir Cumhurbaşkanlığı kurumunun olduğu bir sistem ülkemizde uygulamada olan. Ve bu sistem Anayasa’ya aykırı filan değil, Anayasada yazılı olan sistem. Yapılması gerekli olan bu Anayasanın bütünüyle çöpe atılması, yeni bir Anayasanın yapılmasıdır. Buna kafa yoracak, bunun için görüşler geliştirecek yerde, “Saray darbe”sinden söz edip, Saray darbesine karşı direnişe çağırmak; evet hatta daha ileri gidip Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi Davutoğlu’nu bu Saray darbesine karşı direnmeye çağırmak boş işle uğraşmak, havanda su dövmektir. Sistem baştan aşağı çürüktür. Bu sistemin bütünüyle çöpe atılması gereklidir. Bunu gerçekte yapacak tek güç ise işçi sınıfı önderliğinde halklarımızdır. Devrimciler için yapılması gereken, bu büyük gücün uyandırılması, egemenlerin iktidar dalaşından bağımsız olarak kendi bağımsız siyasetiyle ortaya çıkabilmesi için bilinçlendirme ve örgütleme çalışması yürütmektir. Mayıs 2016 F aşist devletin parlamentosunda, HDP’li milletvekillerine dokunmak ve parlamento dışına atmak için, “düşman” kardeşler ittifakı ile geçici Anayasa maddesi kabul edildi. Hâkim sınıfların partileri iktidar mücadelesinde kapışmalarına rağmen, milli meselede güçlerini birleştiriyorlar. Bu yüzden devletin parlamentosu HDP’li milletvekillerine dokunmak için oybirliği yaptı. 376 kabul oyu ile Türk “yargısı” üzerine düşeni fazlası ile yapacaktır! 24 Temmuz 2015’den bu yana faşist Türk devleti Kuzey Kürdistan’da sömürgeci, barbar bir savaş yürütüyor. Kuzey Kürdistan’daki savaş bir bütün olarak faşist T.C. tarafından yürütülmektedir. Kürt ulusal hareketinin haklı mücadelesinin bastırılması konusundaTürk burjuvazisinin ve onun devletinin tümü aynı çizgidedir. MHP ve CHP, AKP ve Erdoğan’ı “çözüm süreci” denen dönemde “teröristlerle pazarlığa girmek”le, “teröristlerin kentleri silah ve bombalarla doldurmasına göz yummak”la böylelikle “vatana ihanet etmek”le suçlamaktadır. Onlara göre PKK’nin bunca güçlenmesinin sebebi, AKP/Erdoğan yönetimidir. CHP, Erdoğan hakkında, Erdoğan hükümeti hakkında “terörizme yardım ve yataklık suçlamasıyla dava açılması için suç duyurusunda bulunmuştur. CHP/MHP Kürt sorununda AKP/Erdoğan’ı sağdan eleştirmektedir! Andaki durumda Kürt ulusal hareketinin bastırılması konusunda aralarında bir fark kalmamıştır. AKP/Erdoğan bu konuda gelinen yerde MHP/CHP’nin çizgisine gelmiştir. Kürt sorununda yaptıkları işbirliği sonucu parlamento HDP’li vekillere dokunmak için yolu açmıştır. 20 Mayıs 2016’da Meclis Genel Kurulu’nda oylanan dokunulmazlıkların kaldırılmasını içeren Anayasa değişiklik teklifinin birinci maddesi 373, ikinci maddesi ise 374 evetle kabul edildi. Teklifin tümü üzerindeki oylama da 376 kabul oyu verildi. Amaçlanan ne? AKP/Erdoğan kendi egemenliğine, faşist saldırılara karşı her gösteriyi, Kuzey Kürdistan’da- gündem MİLLETVEKİLLERİ DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILDI 13 yaşam temellerini koruma mücadelesi 14 ki savaşta Türk devletinin barbarlığına karşı her eylemi faşist saldırıyla eziyor. TBMM’de HDP, hem iktidarda olan AKP’ye hem de CHP/MHP’ye karşı muhalefet yürütüyordu. Hakim sınıfların partileri, HDP’nin muhalefetinden rahatsızdı. HDP’li milletvekillerinin kendileri gibi davranmasını, kendileri gibi hareket etmesini istiyorlardı. Onların sesini kısmak ve kimi milletvekillerini bertaraf etmek için harekete geçtiler. Amaç, başta Demirtaş olmak üzere HDP milletvekillerinin önemli bölümünün dokunulmazlıklarının kaldırılması, tutuklanması, milletvekilliklerinin düşmesi ve seçilme haklarını yitirmeleridir. “Terör”ün TBMM’deki “seslerini” kesmek için Tayyip Erdoğan’ın ateşlediği dokunulmazlıkların kaldırılmasında son nokta konuldu! AKP/MHP ve CHP’nin işbirliğiyle Generaller ve Tayyip muradına erdi! Kürtlerin temsilcilerini parlamento dışına atmanın ilk adımı için oynanan tiyatronun ilk perdesi kapandı! Buna göre AKP ve MHP silme ve CHP 20 destekle yasa referanduma gerek kalmadan fazlasıyla 376 oyla geçti! T.C. de bir kara leke daha! TBMM’de bir müsamere oyunu sergilendi. Gizli oylama olmasına rağmen özellikle AKP’li vekillerin açık oy kullandığı, kabinlere bile girmeden oyların kullanıldığı Meclis Genel Kurulu’nda bu nedenle sık sık tartışmalar yaşandı. Kullanılan 376 oyla 138 milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Ama buzdağının altında yatan gerçek başkadır. Bunların dokunmak istediklerinin HDP’li vekiller olduğu bilindiğinde nasıl bir ikiyüzlülük ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak onca zor değildir. Bunlar hırsızlara dokunmazlar! Bunlar rüşvet yiyene dokunmazlar! Bunlar ihaleye fesat karıştırana, ihalede hile yapana dokunmazlar! Bunlar emekçilerin kanına ve iliğine kadar sömürülmesine dokunmazlar! Bunlar iş kazalarındaki ölümlerden sorumlu olanlara dokunmazlar! Bunlar din sömürücülerine dokunmazlar! Bunlar savaş suçlularına dokunmazlar! Bunlar yakın, yıkın, bombalayın, yerle bir edin emrini verene dokunmazlar! Bunlar halkları kin ve nefretle birbirine düşman edenlere dokunmazlar! Bunlar ancak haklı bir davanın savunucularına dokunmak için birlikte hareket ederler. Çünkü bunlar halkların değil bir avuç asalakların temsilcileridir! Çünkü gem vurulmamış Türk milliyetçiliği ırkçılık bazında bunların kanına işlemiştir! Çünkü bunlar tek bayrak, tek millet, tek devlet, tek vatan diye diye kendilerinden olmayanları vatan haini ilan edenlerdir! Çünkü bunlar kanla beslenenler- TBMM’de bir müsamere oyunu sergilendi. Gizli oylama olmasına rağmen özellikle AKP’li vekillerin açık oy kullandığı, kabinlere bile girmeden oyların kullanıldığı Meclis Genel Kurulu’nda bu nedenle sık sık tartışmalar yaşandı. Kullanılan 376 oyla 138 milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır. Ama buzdağının altında yatan gerçek başkadır. Bunların dokunmak istediklerinin HDP’li vekiller olduğu bilindiğinde nasıl bir ikiyüzlülük ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak onca zor değildir. dir! Çünkü bunlar barışa düşmandırlar! Bizim olmayan bir savaşı sürdüren onlar! Bu savaş daha fazla sürsün, insanlar hiç yere daha fazla ölsün, savaş daha da kızışsın diye TBMM’de barış isteyenleri “terörist” ilan edip yargılamaktır esas amaçları! Onun için kaldırdılar dokunulmazlıkları! Kuzey Kürdistan’da süren savaştan nemalananlar saymakla bitmez! Savaş tamtamlarının sesi yükseldikçe daha fazla ırkçılık boy atmaktadır! Kürt düşmanlığı daha fazla alana yayılmaktadır! Sözün kısası yargılanması gerekenler, barış isteyenleri yargılamak için dokunulmazlıkları kaldırdılar! Yalnız kandan beslenenlerin unuttukları bir şey var! Ne yaparlarsa yapsınlar barışa ve temsilcilerine ne kadar dokunurlarsa dokunsunlar! Barış ve özgürlük talebini asla susturamazlar! 32 yıldır süren ve daha öncesi 1920’lere kadar uzanan bu kavga dokunulmazlıkların kaldırılması ve HDP’li vekillerin yargılanmasıyla son bulmayacaktır! Unutulmasın bir ulus uyanmışsa artık şiddet ve zulüm bu uyanışa son veremez! Korksunlar bu uyanış sınıf kavgasıyla birleşirse sonları nice olur! Savaşa son! Barış hemen şimdi! 21.05.2016 T.C. kuruldu kurulalı yasalarla gerçek hayat, devlet insanları ve politikacıların söylemleri/vaatleri ile yapılanlar arasındaki uçurum hep olagelmiştir. Hele hele kadın-erkek eşitliği sözkonusu olduğunda bu daha da bariz olmaktadır. Laf ile laf bile birbirini tutmamaktadır, kaldı ki laf ile gerçek yaşam birbirini tutsun! Kadın-erkek eşitliğine dair yasalardaki ayrımcılığın ortadan kaldırılması, gerçek yaşamda da kadınların durumunun iyileştirilmesi konusunda en iddialı biçimde ortaya çıkan AKP hükümetlerinin 13 yıllık iktidarları döneminde de durum farklı olmamıştır. Cumhurbaşkanından hükümet sözcülerine, milletvekillerine dek sarfedilen gerici, kadın düşmanı sözleri bir yana bırakıp, salt “kuru” istatistiklere baktığımızda dahi kadınların konumlarında önemli bir değişiklik yoktur, tek kelimeyle durum hâlâ kötüdür! Esasen üzerinde fazla konuşmaya gerek yok! Hükümet programının salt bu noktasında söylenenler temelinde, kadınların toplumsal eşitlik bağlamında AKP hükümetlerinden olumlu bir beklentisi olamayacağı açıktır. “Önemli bir fark ve avantaj” olarak övülen “aile yapısı” oldum olalı ataerkildir, erkeğin üstünlüğü ve kadının erkeğe tabiliği ideolojisi üzerine kuruludur. Kadının ekonomik olarak erkeğe bağımlı olduğu bir aile yapısıdır. Bu aile yapısı içinde kadınlar en yoğun psikolojik, cinsel ve kaba fiziksel şiddete maruz kalmaktadırlar. Resmi istatistiklerin ortaya çıkardığı tablo şöyledir: “Her 10 kadından 4’ü eşinden veya birlikte yaşadığı kişiden fiziksel şiddet gördü” “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması 2014 sonuçlarına göre; ülke genelinde yaşamının herhangi bir döneminde eşinden veya AKP hükümetlerinin önceliği kadının değil, ailenin güçlendirilmesidir! AKP hükümetlerinin hepsinde olduğu gibi 65. hükümetin (Binali Yıldırım hükümeti) de programında esas mesele “aile kurumunun güçlendirilmesi”, “çocuk sayısının arttırıl”ması, çocuk eğitim ve bakımının esas olarak “aile”ye, yani kadına yüklenmesi olarak konmaktadır. Bunun ötesinde kadın “çocuk doğurur, hamur yoğurur” anlayışı egemen anlayıştır. Bu anlayış AKP döneminde de öne çıkarılmıştır. RTE gündem değiştirme çabalarının yanı sıra “Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun eksiktir, yarımdır” demekte herhangi bir sakınca görmemektedir. Hükümet programında güçlendirilmek istenen bu “aile yapısı”ndan övgüyle bahsedilmekte, “Sahip olduğumuz güçlü aile yapımızı diğer toplumlara göre önemli bir fark ve avantaj olarak görüyoruz.” denmektedir. Son 13 yılda kadın istihdamı konusunda en iyimser halde, ancak ‘bir arpa boyu yol’ gidilmiştir. Ekim 2015 TUİK verileri itibariyle hâlâ 11 milyon 440 bin kadın mesleğini “ev kadını” olarak belirlemektedir. (2015 verilerine göre 53 milyon çalışabilir nüfusun 27 milyonu erkek dersek ve kalandan 3 milyon köylü kadını düşersek ev hizmetçisi sayısı daha kabarıktır) Ocak 2008’de 12 milyon 345 bin kadın “ev işleriyle meşgul”üm demişti.) İlginçtir: mesleği sorulduğunda “ev erkeğiyim” ya da “ev işleriyle meşgulüm” yanıtını veren erkek yoktur! yeni kadın dünyası KADINLARIN DURUMUNDA DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK! HÜKÜMETİN KADIN PROGRAMI VE GERÇEKLER... 15 yeni kadın dünyası 16 birlikte yaşadığı kişiden fiziksel şiddete maruz kalan kadın nüfus oranı %35,5’dir. Orta Anadolu bölgesi %42,8 ile yaşamın herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten kadınların en fazla olduğu bölgedir. Yaşamın herhangi bir döneminde fiziksel şiddete maruz kaldığını belirten kadınların en az olduğu bölge %26,8 ile Doğu Karadeniz bölgesidir.” Kadın örgütlerinin kendi olanaklarıyla yaptıkları bir dizi yerel araştırmalarda ortaya çıkan tablo çok daha vahimdir. Kadınların ezici çoğunluğu kendi açıklamalarına göre, hayatlarının bir döneminde erkek şiddetine ve cinsel tacize maruz kalmışlardır. “Kadın cinayetlerini durduracağız” kampanyasını yürüten kadın örgütlerinin verilerine göre 13 yılda (2002-2015 yılları arasında) 5406 kadın kocaları, sevgilileri, erkek akrabaları tarafında katledilmiştir! (bkz. http://onedio.com/haber/maddede-turkiye-dekadinin-durumu-454685) İşte ayrıcalık ve olumluluk atfedilen ve güçlendirilmek istenen “aile” böyle bir yerdir. Kadın istihdamını artırma vaadleri ve gerçek durum! Son 13 yılda (AKP hükümetleri döneminde) kadın ve erkek nüfus oranında ancak cüzi bir artış olmuştur; çalışma yaşında olan kadınlarla erkeklerin oranında da önemli bir değişim olmamıştır, çalışabilir nüfusun yarısı kadın, yarısı da erkektir. Eşitlik ama burda bitmekte ve erkeklerle kadınlar arasındaki ekonomik dengesizlik başlamaktadır. Türkiye’de hâlâ kadınlar için öngörülen rol “ev kadınlığı”dır. AKP hükümetlerinin kadın istihdamını artırma vaadlerine karşın Kuzey Kürdistan-Türkiye’de kadınların kocalarına ekonomik olarak bağımlı “ev kadını”, ücretsiz ve sigortasız aile işçisi olma durumu sürmektedir. Davutoğlu hükümetinin programında şöyle yazmaktadır: (Binali Yıldırım’ın hükümet programının tam metni henüz başbakanlık sayfasında yayınlanmamıştır) “64. Hükûmet olarak, kadınların bireysel ve toplumsal olarak daha da güçlenmeleri, daha kaliteli eğitim olanaklarına sahip olmaları, karar alma mekanizmalarındaki etkinliklerinin artırılması, işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılarak istihdamlarının artırılması, sosyal güvencelerinin sağlanması ve kadın girişimci sayısının artırılması temel hedeflerimizdir.” Laf!!! Son 13 yılda kadın istihdamı konusunda en iyimser halde, ancak ‘bir arpa boyu yol’ gidilmiştir. Ekim 2015 TUİK verileri itibariyle hâlâ 11 milyon 440 bin kadın mesleğini “ev kadını” olarak belirlemektedir. (2015 verilerine göre 53 milyon çalışabilir nüfusun 27 milyonu erkek dersek ve kalandan 3 milyon köylü kadını düşersek ev hizmetçisi sayısı daha kabarıktır) Ocak 2008’de 12 milyon 345 bin kadın “ev işleriyle meşgul”üm demişti.) İlginçtir: mesleği sorulduğunda “ev erkeğiyim” ya da “ev işleriyle meşgulüm” yanıtını veren erkek yoktur! Yine Ekim 2015 verilerine göre, kadın istihdamında ancak çok cüzi bir artış sözkonusudur. 2008’de kadın istihdam oranı %25,3 iken, 2014’de bu oran %26,7 olarak verilmektedir (erkeklerin istihdam oranı %65,2.) Görüldüğü gibi, birincisi oransal olarak büyük bir artış sözkonusu değildir. İkincisi, oransal artışta yeni kadın kitlelerinin çalışma hayatına kazandırılmasının rolü sanılandan da düşüktür. Orandaki artışta, örneğin “evde engelli bakım yardımı alan kişilerin 2014’ten itibaren “ücretli istihdamı”na dahil edilmesi gibi istatiksel değişikliklerle de ilgisi vardır. 2014’de “evde engelli bakım yardımı” alan 450 bin kişi “ücretli çalışır” kategorisinde ele alındığı, 2015’de bu sayının muhtemelen daha yüksek olduğu belirtilmektedir. (Kaynak: Doğruluk Payı) Evde engelli bakımının ücretli çalışma kategorisinde ele alınması elbette olumlu bir gelişmedir. Bu “ev işleriyle meşgul” gibi genel tanımlama yerine kadınların yaptığı işlerin görülmesi ve toplumsal olarak değerlendirilmesi açısından önemlidir. Bizim hatta, evde yaşlı bakımı, hasta bakımı, çocuk bakımı ve ev işlerinin –ayrı ayrı– ücretlendirilmesi talebimiz vardır. Nereden bakarsak bakalım, %26,7 ile kadın istihdam oranı oldukça düşüktür. 28 üyeli AB ülkelerinin ortalamasında bu oran %62’dir. Esasen oranlar durumun vahimliliğinin görülmesinde yetersiz kalıyor. Mutlak sayılarla ifade edecek olursak sosyal güvenlikli çalışma faaliyeti içinde olan kadınların sayısındaki artış 13 yıllık AKP hükümetleri döneminde şöyle gerçekleşmiştir: 2002 yılında Sosyal Güvenlik Kurumu’nda kayıtlı olarak çalışanlar 1 milyon 683 bin kadın ve 8 milyon 539 bin erkek olarak belirlenmektedir. 2013 yılında SGK’da kayıtlı olarak çalışanların 3 milyon 668 bini kadın ve 12 milyon 477 bini erkektir. On yılı aşkın bir sürede sigortalı çalışan kadınların yeni kadın dünyası sayısı iki katına, erkeklerin 1,5 katına çıkmıştır, fakat bunda övünülecek hiçbir şey yoktur. Neticede 3,5 milyon gibi bir sigortalı kadın sayısı (ki bunların ne kadarının part time olduğunu, niteliğini vb. de bilmiyoruz.) son derece düşüktür. On yılı aşkın sürede kadın istihdam oranının bu denli düşük bir hız kaydetmesi, AKP hükümetlerinin kadın istihdamını “teşvik” laflarının palavradan başka birşey olmadığını göstermektedir. Bu kadar yıl içinde hiç “teşvik” edilmeseler de ücretli çalışan kadınların sayısında bir artış olması olağandır. (Çünkü 2002’deki toplam nüfus 71,8 milyon, 2015’de 78,7 çalışabilir nüfus 53 milyondur.) Esasen eğitimli kadınların artışına bağlı olarak, kadınların iş piyasasında kendilerine yer açılması için kapıları zorlaması durumu söz konusudur. Ancak, kapıları açmak hiç de kolay değildir. İş hayatına yeni atılan gençlerin istihdamına ilişkin istatistikler de bunu göstermektedir. İstihdam oranının “genç erkeklerde yüzde 45,1 iken, genç kadınlarda sadece yüzde 23,2 olduğu, başka bir ifadeyle genç kadın nüfusunun yalnızca dörtte birinin istihdam imkanına sahip olduğu” kaydediliyor. (http://tisk.org.tr/tisk-isgucu-piyasasi-haber-bulteni-ocak-2016-sayi-35/) Uzun lafın kısası, eğer bir gelişme oluyorsa, AKP hükümetleri gibi erkek hükümetlere rağmen (!) olmaktadır. Hükümetin internet sayfası üzerinden vaatler ve yapılanlar “söz verdik ve yaptık” ibaresiyle propaganda edilirken, kadın istihdamının arttırılması konusunda söylenen doğru dürüst bir şey yoktur. Gerçekleştirdikleri ve propagandasını da bolca yaptıkları tek şey doğum izni nedeniyle kadınların yaşadıkları haksızlıkların bir ölçüde giderilmesiyle ilgilidir: “Doğum nedeniyle alınan ücretsiz izinlerin memuriyet kıdeminde sayılmasını sağladık. Doğum ve bebek bakım sürecindeki ücretsiz izinlerin 850 bin kadın memurumuzun kariyer yolundaki ilerlemesine engel olmamasını sağlamak amacıyla, doğum nedeniyle ücretsiz izinde geçen sürelerin memuriyet kıdeminde değerlendirilmesine imkân sağladık.” (http://reformlar.gov.tr/h/2016-yili-eylem-plani-toplantisi) İkinci olarak, işçi ve memur tüm çalışan kadınlara doğum öncesi 8 hafta ve doğum sonrası 8 hafta olmak üzere toplam 16 hafta doğum izni hakkı tanınmıştır. Babalara da 5 işgünü babalık izni hakkı tanınmıştır. Bu iki noktadaki reformlar gerçek iyileştirmelerdir. Hükümet bu yasalardaki bu değişikliklerle kadın istihdamının artacağı hesabını yapmaktadır. Ancak işin o yönü henüz belli değildir. Kadınları çalışma hayatından alıkoyan en büyük engel, çocuk bakımı ve eğitiminin toplumsal çözümünde hükümetlerin siyasetsizlikleri, daha doğrusu çocuk bakımını “aile”nin, dolayısıyla kadının sırtlarına yükleyen siyasetleridir. Bu konuda köklü bir değişiklik olmadıkça, kadınların çalışma yaşamına katılım zorluklarında da bir değişiklik olmayacaktır. Kreş ve çocuk yuvalarının içler acısı durumu bunu göstermektedir. Sonuç: AKP hükümetlerinin kadın istihdamını artırma vaadlerine karşın Kuzey KürdistanTürkiye’de kadınların kocalarına ekonomik olarak bağımlı “ev kadını”, ücretsiz ve sigortasız aile işçisi olma durumu sürmektedir. 15.06.2016 17 güncel 18 ALMAN PARLAMENTOSUNDAN ERMENİ SOYKIRIM KARARI ÇIKTI! “Kanka’nın ihaneti hakikaten bir başkaymış!” Hrant Dink Ermenilere yönelik yapılan soykırımın birinci derecede sorumluları içinde yer alan Alman devleti, 101 yıl sonra 1915’de yapılanın soykırım olduğunu kabul etti. Alman parlamentosu, 2005’de aldığı kararda bilinçli olarak soykırım kavramını kullanmamıştı. 24 Nisan 2015’de Alman parlamentosunda, Ermeni soykırımının görüşülmesine bir saatlik zaman ayrılmıştı! Bir saat içerisinde konuşan tüm parti sözcüleri, 1915’de Ermenilere yapılanın soykırım olduğunu açıklamışlardı. Ancak konuşmaların ardından karar alınmamış, var olan üç karar tasarısı komisyonlara devredilmişti. 14 aydır Alman parlamentosunda bekleyen ERMENİ SOYKIRIM tasarısı nihayet 02.06.2016 tarihinde oylamaya sunuldu. 631 milletvekiliden ancak 252 kişisi bu tarihi oylamada Federal Almanya Cumhurriyeti Meclis Genel Kurulu’ndaydı. Bir çekimser ve bir red oyunun kullanıldığı oylamada tasarı 250 oy ile kabul edildi! Üç dakikada ellerin kalkıp indiği oylamaya, hükümetin en önemli temsilcileri başbakan Angela Merkel, başbakan yardımcısı ve SPD Genel Başkanı Sigmar Gabriel ve Federal Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier katılmadı. 631 milletvekilinden 252’nin oyuyla kabul edilen tasarı Alman medyasında “Parlamentonun neredeyse oybirliğiyle” aldığı karar olarak tanıtıldı. Onlarca yıldır yazıyoruz ve söylüyoruz! Ermeni soykırımıyla yüzleşilmeli, soykırım tanınmalı ve devlet tarafından tazmin edilmelidir diye! Elbette özür dileme, soykırımı tanıma yapılmış olan katliamı ortadan kaldırmaz! Cinayetin özrü ve tamiri olmaz! Sorun vicdani meseleyi hal etme ve suçu kabul etme meselesidir! Bu ve benzeri soykırım cinayetlerinin bir daha tekrarlanmaması için bütün zamanlar için onu hatırlamadır! Onun için Ermeniler menekşe çiçeğini “unutma beni” sembolü olarak Federal Almanya parlamentosunda alınan kararın içeriği 2005 yılında da şimdi olduğu gibi grupların ortak hazırladığı benzer bir önerge, meclisin gündemine gelmiş fakat o günkü oylamada karar soykırım olarak adlandırılmamıştı. Bu seferki Alman Federal Meclisi’nin onayladığı taslak Yeşiller Partisi tarafından hazırlanmış, oylama sırasında karar tasarısı lehinde konuşma yapan Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir’dir. Cem Özdemir konuşmasını yaparken yakasında, Ermeni soykırım sembolü olan UNUTMA BENİ MENEKŞE ÇİÇEĞİ rozeti vardır. Onaylanan kararın içeriğinde yer alanların özeti “Alman Federal Meclisi, Osmanlı İmparatorluğu‘nda 100 yıldan uzun bir zaman Ermenilere ve diğer Hristiyan azınlıklara karşı girişilen tehcir ve katliamların kurbanlarının önünde eğilmektedir.” “Alman Federal Meclisi, zamanın İttihat ve Terakki hükümetinin, Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri neredeyse tamamen yok eden icraatlarını da kınıyor” “Ermeni soykırımı’nın 24 Nisan 1915 tarihinde dönemin Jön Türk iktidarının emriyle başladığı belirtilip, ‘Ermenilerin kaderi, 20’nci yüzyıla damgasını vuran katliam, etnik temizlik, tehcir ve soykırım tarihine örnektir.“ “Ermeni soykırımında Almanya’nın oynadığı rol ve sorumluluk, “Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri müttefiki Alman İmparatorluğu’nun, kendi diplomatlarının ve misyonerlerinin, Ermenilere yönelik sistematik sürgün ve yok etme uygulandığına dair raporlarına ve bildirimlerine rağmen, bu suçu durdurmak için harekete geçmemesinden üzüntü duyulduğu’ “Tarihten bu yana Ermenilerle Türkler arasında oluşan uçurumun ortadan kaldırılması, uzlaşma ve karşılıklı anlayışın sağlanması için çaba harcamak da yine Almanya’nın sorumluluklarından biridir.” şeklinde değerlendirilir. “Alman meclisi, 100 yıl önce başlayan, tarifi güç, korkunç olayların kurbanlarını anarken, o zor koşullarda kendi hükümetine direnerek Ermeni kadınların, çocukların ve erkeklerin hayatını kurtarmak için Os- T.C. devleti temsilcileri ve onların boyalı boyasız, havuz medyasından doğan medyasına, fazla gücü olmayan birkaç istisna haricinde tüm Türk medyası söz ve tavır birliği ettiler. Kırmızıyı görmüş boğa gibi dizginsiz saldırılarıyla zehirlerini yine saçtılar! Yine milliyetçilik ve ırkçılık kustular! Sebebi hikmeti açıktı! Ermeni soykırımında kankaları da onları terk etmişti! Birkez daha yalnız kaldılar! güncel kabul etmişlerdir. Bugün Osmanlı ganimet imparatorluğunun devamı ve mirasçısı olduğunu her fırsatta söyleyen T.C. faşist devleti kurulduğundan beri atalarının bu tarihi günahı Ermeni soykırımı ile yüzleşmek, onu tanımak ve tamir etmekten hep uzaktı, uzaktır ve daha epey bir zaman uzak kalacağı benziyor! Sorun elbette; T.C. dışındaki devletlerin Ermeni soykırımı konusunda meclislerinde aldıkları ve alacakları kararlarla hal olacak bir sorun değildir. Devrimci Ermeni Hrant Dink’in Fransız senatosunun aldığı karar vesilesiyle yazdıkları bu anlamda güncelliğini korumaktadır. Ne demişti Hrant: “Hasta iki toplum var: Türkler ve Ermeniler... Ermeniler büyük bir travma yaşıyor Türklere yönelik, Türklerse Ermenilere yönelik büyük bir paranoya yaşıyor. İkisi de klinik vakalar... Kim tedavi edecek bizi? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Kim bizim doktorumuz? Ermeniler Türklerin doktoru, Türkler de Ermenilerin doktoru... Bunun dışında doktor, ilaç, hekim mekim yok. (...) Türklere diyorum ki, ya, Ermeniler niye bu kadar ısrar ediyor bu sorunun üzerinde, diye sorun kendinize... Biraz empati yapın, o zaman bu duruşta belki biraz onur görebilirsiniz... Ermenilere diyorum ki, Türklerin ‘Hayır, bu bir soykırım değildir’ demelerinde de bir onur görmeye çalışın. Nedir o onurlu duruş? ‘Bir Türk olarak ben soykırıma karşıyım, ırkçılığa karşıyım, soykırım Allah’ın belası bir şey, nasıl ya, benim atalarım böyle bir şey yapamaz, çünkü ben yapmam.’ Dolayısıyla burada da bir onurlu duruş vardır.” T.C.’deki onursuzların “onurlu duruş”una geçmeden önce şu Alman parlamentosunda alınan kararın içeriğine bir göz atalım: 19 güncel 20 manlı ve Alman İmparatorluğu’nda elinden gelen çabayı gösterenleri de onurlandırmak istemektedir.” “Alman halkı olarak Ermenilere 1915/1916’da uygulanan sürgün ve neredeyse tamamının yok edilmesiyle sonuçlanan saldırılarla ve Almanya’nın rolüyle yüzleşmek…. Türk tarafını da o dönemki sürgün ve katliamlarla hesaplaşma yönünde cesaretlendirmek, böylece Ermeni halkıyla uzlaşma için gerekli temeli atmada yüreklendirmek….. Ermenilerle Türkleri geçmişle hesaplaşmak suretiyle karşılıklı tarihi suçları affetmeye ve barışmaya götürecek yönde çaba harcamak…“ Yukarda aktardıklarımız geç söylenmiş olsa da yanlış şeyler değildir. Kuşkusuz 101 yıl sonra nihayet Alman parlamentosunun Ermenilere yönelik yapılan soykırımı kabul etmesi olumludur. Alman parlamentosunun aldığı karar, faşist T.C. devletini fena halde kızdırmıştır. Çünkü tarihi kankalar birbirlerine epey ters düşmüşlerdir. Ermeni soykırımın kabul edilmesi kağıt üzerinde kalmamalıdır. Ermeni soykırımında İttihat ve Terakki’nin müttefiği olan Almanya’nın soykırımı tanıması yeterli değildir. Almanya‘da soykırım kurbanlarına tazminat ödemeli ve diğer yükümlülükleri yerine getirmelidir. Kankaların birbirlerine bu ters düşüşleri konusunda Hrant Dink 24 Haziran 2005’te Agos’ta ‘Alman Usulü’ başlıklı yazısında durumu ne de güzel anlatmıştı: “Ermeni Sorunu konusunda Alman Parlamentosu’nun oybirliğiyle almış olduğu karar, Fransız Senatosu’nda ya da diğer parlamentolarda kabul edilmiş olanlara benzemiyor. Bir başkalığı var. Fena halde kafa karıştırıyor. Ne de olsa Alman usulü. Öncekiler tamamen Türkiye’ye karşıydı. Hedeflerinde hep Türkiye vardı. Türkiye’yi suçluyor, soykırımı kabul etmeye davet ediyorlardı. Tarihle yüzleşmeyi dayatıyorlardı. Ama Almanlar’ınki öyle mi? ‘Alman usulü’ dedikleri şey tam da bu olsa gerek. Muhtemelen bencilliklerinden (!), bu kez de hesabı yarı yarıya görmüşler. Tüm sorumluluğu Türkiye’ye yüklememişler. Yarısını da kendilerine ayırmışlar. ‘Biz de suçluyduk’ diyorlar. Peki Türkiye şimdi bu usul karşısında ne yapacak? Bu usulü hangi usulle cevaplandıracak? Velhasıl bu Almanlar Türklere çok kötü ihanet ettiler. ‘Soykırım’ kelimesini kullanmadılar ama ondan da beter bir duruma düşürdüler. En kötüsü de, ezberini bozdular. Türkiye ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. ‘Siz soykırım yaptınız’ deselerdi, bundan iyiydi. Nihayet ona verilecek bir cevap, bir alışkanlık vardı. ‘Hayır biz yapmadık, Ermeniler bizi öldürdü, işte toplu mezarlar’ denebilirdi. Ama adamlar şimdi ‘Biz de sorumluyuz’ diyorlar. Ne denilecek şimdi bu soykırımcılara... ‘Hayır siz iyi insanlarsınız, ne olur bir daha düşünün, siz sorumlu olamazsınız’ mı? Sözün kısası: ‘Kanka’nın ihaneti hakikaten bir başkaymış!” Ah Ahparig, faşistler seni 19 Ocak 2007’de katletmeselerdi, halkların kardeşliği için daha ne güzel şeyler yapacaktın bre yoldaş! Alman parlamentosunun kararına karşı tepkiler T.C. devleti temsilcileri ve onların boyalı boyasız, havuz medyasından doğan medyasına, fazla gücü olmayan birkaç istisna haricinde tüm Türk medyası söz ve tavır birliği ettiler. Kırmızıyı görmüş boğa gibi dizginsiz saldırılarıyla zehirlerini yine saçtılar! Yine milliyetçilik ve ırkçılık kustular! Sebebi hikmeti açıktı! Ermeni soykırımında kankaları da onları terk etmişti! Birkez daha yalnız kaldılar! Yine aynılar aynı yerde/aynı konuda birleşti! Yine milliyetçi ırkçı zehirlerini kusmada kusur eylemediler! Yine alınlarında yazılı tarihin kara lekesiyle yüzleşeceklerine, inkarın yolunu seçmeye devam ettiler, ediyorlar! Biz biliyoruz Ermeni sorununda tavır T.C. sınırları içinde bir turnusol kağıdı rolündedir! Renkler ortaya çıkar! İster kendine demokrat desin, ister solcuyum desin! Ermeni sorununda doğru yerde durmuyorsa onun demokratlığı ve solculuğu beş para etmez! Gelelim önemine göre kimlerin ne dediğine: Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbandyan ‘Osmanlı’nın müttefikleri kabul etti’, “Uluslararası Ermeni cemaatleri, Türkiye’nin tarihiyle yüzleşmesini 101 yıldır bekliyor.” Ermeni bakan, “Osmanlı Devleti’nin o dönemki müttefikleri Almanya ve Avusturya dahi soykırımı tanıyorken, Türkiye, tarihte yaşananları inkar etmeye devam ediyor.” (Diken 03.06.2016 İnternet) HDP Selahattin Demirtaş ‘Ermeni soykırımı’nı tanımasını, “100 yıl gecikmiş bir karar. Bugün Kürtlere de katliam yapılıyor. Almanya 100 yıl sonra bununla ilgili bir karar alırsa bunun bir anlamı yok” diye değerlendirdi. HDP Grup Başkanvekili İdris Baluken ise „tarihle doğru temelde yüzleşmeyi“ sürekli söylediklerini belirterek, „Biz Halkların Demokratik Partisi olarak Gelelim inkarcılar cephesindeki tavırlara En önemli şahsiyet cumhurreis RTE’nin dedikleri: „Alman parlamentosunun almış olduğu bu karar, Almanya-Türkiye ilişkilerini ciddi manada etkileyebilecek olan bir karardır.“ “Neymiş, birileri de diyor ki güya Türk… Ne Türk’ü be… Bunların kanının laboratuvar testinden geçmesi lazım.” “Ey Almanya, sen Türkiye hakkında oylama yapacak en son ülkesin. Eğer insanlık dışı suçlarınıza ortak arıyorsanız o ortak biz değiliz. Sen önce Holokost’un hesabını vereceksin. Namibya’da 100 bine yakın insanı nasıl öldürdünüz? Hesabını vereceksin. Türklere, parlamentosunda kalkıp da sözde Ermeni soykırımı yapacak en son ülkesiniz” “tarihimiz merhamet ve şefkat tarihidir“ diyen Erdoğan, Osmanlı tarihinin katliam değil, şefkat tarihi olduğunu savundu. Evet kankanız size ihanet etmeseydi; Herero ve Namaka soykırımı ya da diğer adıyla Namibya soykırımı konusunda resmi ağızdan bir tavrı takınmazdınız! Evet 1904-1907 yılları arasında Almanlar bugünkü ismiyle Namibya olan Güneybatı Afrika’da sömürgeci dönemlerinde yerli Bantu, Hereolar ve Nama halklarının isyanını soykırım ile bastırmışlardı. Kimi bölgede toplam nüfusun %80 kimi bölgede ise toplam nüfusun %50 Alman birlikleri tarafından katledilmişti. Şimdi soruyoruz ecdadınız ve ya da onun mirasına sahip çıkan T.C.’nin hangi tarih kitabında Namibya soykırımından bahsedilir! Ne T.C., ne de Osmanlı tarih kitaplarında bu bilgilere eğitim malzemesi olarak rastlamak mümkün değildir! Unutmayın kankanızın cürümü, sizin cürümünüzün üstünü asla örtemez! Soykırım konusunda yoktur birbirinizden farkınız! Alman sömürgecilerinin 1904’lerde Namibya’daki soykırım sırasında kullandıkları yöntem; isyancıları çöle sürüp orada susuzluktan ya da önceden zehirlenmiş içme suları ile öldürmekti. Sizlerin ecdadı Enver/ Talat paşaların Ermenilere yaptıkları da farklı değildi! Suriye çöllerine sürülen ve susuzluktan yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı bugün bile tam bilinmiyor! “Merhamet ve şefkat” sizlerin temiz dediğiniz tarihinizle çelişir kavramlardır. Ağzınıza hiçte yakışan kavramlar değildir! Ecdadınızdan sizlere yadigâr olan zulüm, işkence, yakma-yıkma öldürme, asma-kesme meziyetlerinde ustalaştığınızı biliyoruz. Bugün tanklarınız, toplarınız uçaklarınızla Kuzey Kürdistan’ın Sur’unda, Cizre’sinde, Nusaybin’inde, Yüksekova’sında Şırnak’ında insanlara yaşattıklarınızı görmek isteyenlere çok şeyler göstermektedir! Ecdatlarınızdan sizlere miras olanı yaptığınızdan bir dirhem bile şüphemiz yoktur. Ecdat ve atalarınızın yarım bıraktığı işleri tamamlamakla meşgulsünüz! Bu meziyetleriniz konusunda elinize su dökecek ulus sayısı pek fazla değildir! Eminiz ki; sizler kankalarınıza ve kankalarınız size soykırım konusunda yeterli tecrübeyi aktarmışlardır! Şüpheniz olmasın gerçek tarih bu konuda anekdotlarla doludur! Almanların andaki resmi tarih yaklaşımı en azından Holokost (Yahudi soykırımı) konusunda bir yüzleşme ve onu tanıma söz konusudur. Siz de cesaret gösterip kankalarınızdan biraz öğrenseniz pek fena da olmaz! Kanla beslendiğiniz için damarlarda akan kanlara merakınız yeni değil! Hâlâ putlaştırdığınız, birilerinin ayyaş gördüğü Kemal’in gençliğe hitabesindeki “muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” söylemi olan 1927’lerdesiniz! İnsanlara damarlarında taşıdığı kanlarla ulusal vasıflar sunma çabalarınız sizleri kafatasçı ırkçılar yapar, fazlası değil! Bu tür kafatasçılar dün de vardı, bugünde var. Ama sosyalist/komünist sistemde olmayacaklar. Bilim her şeyden önce canlı varlıkların hayvansal olanının taşıdığı yaşamsal sıvı madde olan kanın beslenme ile alakalı olduğunun tespitini yapalı 100 yılı geçmiştir. Bugün hâlâ birileri çıkıp ta Türklüğü kan testi ile arıyorsa, o ya zır cahildir, ya da su katılmamış ırkçı faşistin tekidir! İlişkilerin ciddi manada etkilenmesi için hakarete maruz kalanlar bu sorunu ciddiye aldıklarında ilişki- güncel bu ülkenin kadim tarihindeki süreçlerle ilgili bir tarihi yüzleşme ve hakikatleri ortaya çıkarma yüzleşmesi olmadan ortaya konulacak siyasi tavrın bu tarz sorunların çözümüne katkı sağlamayacağını düşünüyoruz“ dedi. Biz HDP’den her türlü kaygıdan ırak daha detaylı Türk ırkçılığını teşhir eden tavır beklerdik. Çünkü Ermeni soykırımında devletin yaptıklarının ötesinde yöresel halkın Kürtlerin de Türkler kadar suç ortağı olduğu bilindiğinde bu daha da önem kazanmaktadır. Ermenilere yapılan soykırımda Kürtlerin de önemli sorumluluğu vardır. Kuzey Kürdistan’da Ermenilerin katledilmesinde Kürtler birinci derecede rol oynamışlardır. Ezilen bir ulusun temsilcileri, Ermeni soykırımı bağlamında Alman parlamentosunun aldığı karar hakkındaki tavırları, şövenist ve milliyetçidir. 21 güncel 22 ler etkilenir! Yoksa iç piyasa için sarf edilmiş söylemlerin herhangi bir kıymeti harbiyesi düşünülmemeli! Birazda sahibinin sesi misali ara parazitlere bakalım “Alman gavuru yaptı yine yapacağını” diyen AKP’li Burhan Kuzu’ya söylenecek tek şey o “gavur” dedikleriyle yarın yine “Can ciğer kuzu sarması” olacağına kalıbımızı basarız! Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın, Özdemir dahil tüm Türkiye kökenli parlamenterlere yüklenirken söyledikleri: “Bu tür sütü bozuklar, kanı bozuklar Türkiye’yi de Türk milletini de temsil edemezler. Bizim hakkımızda söz söyleyemezler. Onlar ancak Almanya’nın menfaati hakkında söz söyleyebilirler. Biz onları iyi tanıyoruz. Bundan sonra da çok iyi tanıyacağız.” Bre “Adalet” bakanı; “adamlar” Türk milletini temsil ettiklerini nerede ne zaman söylemişler! “Koskoca” bakan halinle de mi yalan söylemekten utanmıyorsun! Birileri bunların Almanya Federal Cumhuriyet’inin vekilleri olduğunu illa da hatırlatması mı lazım! Niye kendi kendine gelin güvey oluyorsun? Ayıp değil mi? Sütlerinin ve kanlarının bozuk olduğunu nerden biliyorsun? Süt ve kan bozukluklarını tespit etmede kullandığın gereç nedir? Bu kafa ile sen “adalet” değil kafatasçılara bakanlık edebilirsin! İnsanlardaki bozukluklar süt ve kanla ile ölçülmezler, sosyal faaliyetleri belirleyici kıstastır. Kimden yana oldukları belirleyici kıstastır! Zalimden mi yanasın? Yakıp yıkandan mı yanasın? Yalan söyleyenden, sömürenden mi yanasın! Barıştan mı, savaştan mı yanasın vb. sorulardır insanı insan yapan! Ah aklımıza gelmişken söyleyelim; hakikâten sütü bozanlar çevreyi kirleten, azami kâr hırsı için doğayı talan edenlerdir! Acaba sizde onlardan biri misiniz! Andaki T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Alman parlamentosundaki oylamanın ardından bir tweet atarak, „Kendi tarihindeki karanlık sayfaları kapatmanın yolu sorumsuz ve mesnetsiz meclis kararlarıyla başka ülkelerin tarihini karalamak değildir“ ifadelerini kullandı. Önce bakan Almanların kendi tarihlerindeki karanlık sayfalara reisi gibi örnek verseydi genellemeden kurtulurdu! Bakanın “sorumsuz ve mesnetsiz” meclis kararı dediği Ermenilere yapılan soykırım sorunudur. Bu kararda Almanlar kendi sorumluklarının olduğunu da belirtmektedir. Bu anlamda sorumsuzluk söz konusu edilecekse mesnetsiz atışı yapan bakanın kendisi ve hizmetine amade olduklarıdır. Dine iman edip inananlar gibi soruna yaklaşırsanız elbette sizler için sorunlar “mesnetsiz” dayanağı olmayan iddialar olacaktır. Ermeni soykırımının inkârcıların suratına çarpacak o kadar mesnetli belgeleri var ki, dert onları kabul etme de! CHP lideri Kılıçdaroğlu, mektubunda „Ana muhalefet partisi olarak, eğer bu taslak karar tasarısı kabul edilirse, bunun Türkiye-Almanya ilişkilerine muhtemel olumsuz yansımaları olmasından ve telafisi mümkün olmayan zararlara yol açmasından derin endişe duyuyoruz. Bu bakımdan, Türk halkında daha fazla hassasiyet yaratmaması için bahse konu karar tasarısına ilişkin girişimin gözden geçirilmesini ve gündemden düşürülmesini umuyoruz“ ifadelerini kullandı. Merak etmeyin endişenize gerek yok! Kılıçdaroğlu, Türk halkını zaten yeterince zehirlemiş durumdasınız daha fazla ne yapacaksınız! Bari Tayyip’ten farklı bir şey söyleseydiniz! CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz şunları söyledi “Hiç şüphesiz bu karar bizim açımızdan hükümsüz ve geçersizdir.” Umarız kararı; karara karşı olanların geçersiz saymasının hiçbir hükmü olmadığını birileri sizlere ifşa eder! İnkârcılar cephesinin diğer bir unsuru da MHP’li kafatasçılardır. T.C. meclisinde AKP tarafından önerilen ortak açıklamaya MHP ve CHP’de tereddütsüz imza koydular. Hiçbir zaman Ermeni soykırımını tanımayacaklarını “güçlü” bir şekilde ifade edenlerin torunları er ya da geç Ermeni soykırımını tanıyacak ve onunla yüzleşecektir. Bu yüzleşme ve tanıma ne kadar gecikirse halklar arasındaki düşmanlıklar o kadar sürmeye devam eder! Bu yüzleşme ve tanımanın biran önce gerçekleşmesi, Kuzey Kürdistan-Türkiye halklarının hayrına olduğu kadar Ermenilerin de yararınadır! Halkların barış içinde birarada yaşaması en yüce arzularımızdan biridir. ERMENİ SOYKRIMINI BİRKEZ DAHA TÜM ÖFKEMİZLE LANETLERKEN; T.C. DEVLETİNİ SOYKIRIMI TANIMAYA VE TAZMİN ETMEYE ÇAĞIRIYORUZ! TÜRK VE KÜRT HALKLARINI SOYKIRIMLA YÜZLEŞMEYE, SOYKIRIMIN TANINMASI VE TAZMİN EDİLMESİ TALEPLERİ İÇİN MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ! ERMENİ SOYKIRIMI TANI! ONUN İLE YÜZLEŞ! 10.06.2016 ✒ inceleme TÜRK “SAVUNMA” SANAYİSİ ÜZERİNE “Türk savunma sanayisi” yakın zamana dek büyük savaş platformları tasarım ve üretimi gerçekleştirme yeteneğine sahip değildi. Tank, savaş uçağı, helikopter, savaş gemisi, uzun menzilli/ balistik füze gibi büyük platformlarda ve büyük güç gerektiren motor/türbin gibi konularda açık bir bağımlılık söz konusu idi. Bugün hâlâ bu durum aşılmış değildir. Geçmişle günümüzdeki önemli fark tasarım ve mühendislik konusunda ciddi yetenekler geliştirmiş olmaktır. Söz konusu platformlarda bağımlılık, bu alanda gelişmiş ülke ve şirketlerin yardımıyla, fikri ve sınai mülkiyet hakkı Türkiye’de olmak kaydıyla ortak tasarım/yerli üretim modeliyle aşılmaya çalışılmaktadır. Güç yettiği oranda bazı platformlarda tamamıyla yerli tasarım ve üretim söz konusu olmaktadır. “Savunma”… Kulağa hoş gelen, gayet masum, korunma amaçlı, edilgen gibi duran ve özellikle seçilmiş olan bu kavram aslında Türk egemen sınıflarının savaş makinesine yakıştırılan sözcükten başka bir şey değildir. Savaş, saldırı vb. sözcükler genellikle kulağa hoş gelmediğinden burjuvazi işin özünü oluşturan bu yanını gözlerden gizlemek amacıyla sıklıkla “savunma” sözcüğünü kullanmaktadır. Burjuvazinin egemenliği altındaki hemen tüm ülkelerde gerçekte adları “Savaş Bakanlığı”olması gereken bakanlıklara verilen isim “Savunma Bakanlığı”dır. Neye, kime karşı ve neyin savunması? Bu soruya karşı, tipik ve alışılagelmiş bir yanıt verilir burjuvazi tarafından: İç ve dış düşmanlara karşı, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü, anayasal laik düzeni ve cumhuriyeti savunma vs. vb. Kimlerdir bu iç ve dış düşmanlar? İç düşmanlar olarak, siyasi konjonktüre göre öncelik sıralaması değişmekle birlikte egemen düzeni bir biçimde hedef alan tüm unsurlar gösterilir: İşçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal temelli savaşımları, ezilen ulus ve ulusal azınlıkların etnik/ulusal temelli savaşımları ve bir biçimde iktidar olanaklarından yararlanma konusunda dezavantajlı durumda olan, bu durumda tutulan bir takım burjuva kliklerin anda iktidarda bulunan kliğe karşı savaşımları. Dış düşmanlar olarak, egemen sınıfların ülke içinde ve dışındaki çıkarlarını tehdit eden, rakip durumdaki irili ufaklı tüm devlet ve güçler gösterilir. Burjuva uzmanlar, uluslararası ilişkilerde dostluk olamayacağını, ilişkilerin seyrinde belirleyici olanın menfaat birliği ya da çatışması olduğunu ve duruma göre bu birlik ve çatışmanın birbirine dönüşebileceğini söyleyip dururlar. Haklıdırlar da. Kapitalist/ emperyalist sistemin egemen olduğu dünyada başka türlüsü olamaz. Burjuvazinin yaydığı egemen görüşe göre; bu iç ve dış düşmanlar arasında bir bağlantı vardır. Dış düşmanlar ülkenin güçlenmesini önlemek, zayıflatmak vb. amaçlarla iç düşmanları desteklemektedirler. Bu mantığa göre toplumsal/sosyolojik temelli her gelişmenin ardında dış güçler yatmaktadır. Burjuvazinin bu anlayışa göre yaptığı tespitten çıkardığı sonuç, ülkenin güçlü kılınması, gücünün arttırılması biçimindedir. Nasıl olacaktır bu? Düşünülen, uygulanan siyaset, yol ve yöntemler öz olarak şöyledir: Geniş yığınlar bu hedefe yönelik olarak seferber edilebilmelidir; devletin kolluk güçlerinin ve en başta ordunun güçlü kılınması ve giderek güçlendirilmesi gereklidir; yönetici katman/bürokrasi bu hedeflere uygun bir şekilde donatılmış olmalıdır. Geniş yığınlar dendiğinde farklı sınıfsal konumda olan insanlardan söz edildiği açıktır. Farklı sınıfsal çıkarlara bağlı olarak aslında hedefler konusunda çıkarları bir ve aynı olmayan insan grupları çeşitli yol ve yöntemlerle burjuvazinin çıkarlarına tabi duruma getirilmeli, bu durumda tutulmalıdır. Kolluk güçlerinin ve en başta ordunun güçlendirilmesinin yolu, ardında günün gereklerine uygun teknoloji ile desteklenen sanayinin durduğu; gereksinimlerin/araç-gereçlerin bu sanayi tarafından sağlandığı bir yapıya sahip olmaktan geçmektedir. Geniş yığınlara; eğitim, yayın organları vb. her tür araç kullanılarak, milletin ve devletin bölünmez bü- 23 ✒ inceleme 24 tünlüğü düşüncesi ve militarizm pompalanır. Çok uluslu bir devlette baskı altındaki ulusların uyanışının egemen burjuvaziye ciddi bir tehdit oluşturduğu günümüzde bu politika burjuvazi açısından önemlidir. Milletin bölünmez bütünlüğü ile vurgulanmak istenen ikinci yan ise sınıfsal temelde gelişecek savaşımların bir biçimde önüne geçme politikalarının gerekliliğidir. Ancak iş bunlarla kalmıyor. Yakın tarihte giderek artan biçimde ülkenin yurtdışındaki çıkarlarından da söz edilir oldu. Ve tüm bu politikalardan sanki geniş emekçi yığınların da çıkarı varmış gibi davranılıyor, bu anlayış körükleniyor. Ülkenin çıkarları… Bu, sistem kapitalizm olduğu koşullarda egemen burjuvazinin çıkarlarından başka bir şey değildir. Kapitalizmin gelişmesi ve yayılmacılığından işçi sınıfı ve emekçilere düşen ancak kırıntılar olabilir. O da olursa. Burada amaçlanan bir şey daha var: Körüklenen bu politikalar ve bu gibi anlayışlarla işçi sınıfı ve emekçilerin dikkati sınıf çıkarlarından başka alanlara saptırılıyor, gerçek düşmanlar ateş sahası dışına çıkarılmaya çalışılıyor. Geniş yığınlara militarizmin pompalandığını söyledik. Bu alışılagelmiş bir söylem olarak “her Türk asker doğar” deyişiyle başlıyor ve devam ediyor. Bu kampanyalarda 10-15 yıllık son dönemde dikkat çekici bir nokta var: Militarist kampanyalar 30 yıl öncesiyle kıyaslandığında farklı bir görünüm sunuyor. Geçmişin “sağlam” müttefiklere dayalı ve geçmişe öykünerek yapılan kahramanlık destanlarına bağlı militarist kampanyalar yerini, gücünü giderek ülke sanayisinin özgün tasarımlarla ürettiği savaş araç-gereçlerinden alan kampanyalara bırakıyor. Gücünü giderek ülke sanayisinin özgün tasarımlarla ürettiği savaş araç-gereçlerinden alma gibi bir durum söz konusu. Peki bu, Türkiye gibi bir ülkede nasıl mümkün oldu? Mümkün oldu mu? Türkiye bağımsız bir savunma sanayisi oluşturmanın neresinde, hâlâ bağımlı mı, eğer öyleyse ne kadar ve ne oranda bağımlı, gelişme hangi yönde? Bununla ilintili olarak Türkiye’nin uluslararası sistem -kapitalist emperyalist sistem- içindeki konumu konusunda değişiklikler var mı, varsa hangi yönde? Bunlara bakmalıyız. Yazının konusu ve amacı, bu konularda bir berraklık sağlamaktır. “Türk Savunma Sanayisi”nin geçmişi Feodal dönemin büyük bir gücü olan sömürgeci Osmanlı devleti, zamanın diğer büyükleriyle aşık atabilecek teknik güce ve bu güce dayanan askeri bir üretim kapasitesine sahipken, 18. ve 19. yüzyıllardaki teknolojik gelişmeleri ıskalayıp, sanayi devrimini gerçekleştiremez durumda kalınca, giderek, bu sorunu halletmiş olan ve kapitalist ekonomileri hızla gelişen devletlerin etkisi altına girmeye başladı, giderek askeri alanda da bağımlı bir yapı oluştu. Bağımsız bir askeri sanayi yaratma konusunda ciddi ilk girişim cumhuriyetin başlangıç yıllarına denk gelir. Kurtuluş savaşı içinde başlayan girişimler, savaş sonrası önce Askeri Fabrikalar Genel Müdürlüğü kurulması, İstanbul’da bulunan Tophane, Baruthane, Silahhane vb.nin İç Anadolu’ya kaydırılması ve bugünkü MKE’nin temelini oluşturan hafif silah üretim, fişek ve top onarım atölyeleri ile devam etmiş, 1930’lu yıllarda kapsül fabrikası, çelik fabrikası, barut, tüfek, top fabrikaları vb. kurulmuştu. Askeri gemi inşa sanayi için Gölcük’te bir tersane oluşturuldu, Taşkızak tersanesi yeniden faaliyete geçirildi. Bu alanda, ilk özel girişimciler de yatırıma girişti; demiryolu inşa işiyle uğraşan Nuri Demirağ uçak üretimine, soba imalatçısı Şakir Zümre bomba yapımına başladı. Nuri Killigil tesislerinde ise tabanca, 81 mm havan ve mühimmatı ve çeşitli patlayıcılar üretilmeye başlandı. Havacılık sanayini geliştirmek için 1926’da Tamtaş (Tayyare ve Motor T.A.Ş) kuruldu ve bu kuruluş 1939’a dek 112 uçak üretti. 1936’da İstanbul’da Nuri Demirağ’ın kurduğu tesisler 1943’e dek 24 uçak üretti. 1941’de kurulan THK (Türk Hava Kurumu)’nın Ankara Uçak Fabrikası’nda tek ve iki motorlu ve çeşitli amaçlara yönelik toplam 140 uçak ve ayrıca planörler üretildi. 1945’de Ankara’da uçak motoru fabrikası kuruldu. 1942’de Malatya’da onarım ve bakım atölyeleri kuruldu. Yani cumhuriyetin ilk yıllarında emekleyen bir uçak sanayisi de vardı. Fakat T.C.’nin askeri sanayi, T.C. ordusunun gereksinimlerinin esasını karşılayacak kadar gelişmemişti. Silahlanma konusunda Türkiye esas olarak dışa bağımlı konumda idi. 1948 sonrası, özellikle de 1952 Nato’ya katılımdan sonra ABD “yardımları” ile uçak üretimi gibi diğer savunma ürünlerinin üretiminde de gelişme engellenmiş oldu. Bugün, egemen sınıflar ve temsilcileri, o tarihler- inceleme Ambargo ve sonuçları 1974 ABD ambargosu sonrası Türk egemenleri savunma sanayisinde yerli üretim payının artırılması kararını aldılar. Daha doğrusu bu bir zorunluluk olarak kendini dayattı. Devlet bürokratik kurumları bu amaca uygun bir yapılanma içine girdiler; bir dizi kurum oluşturuldu ve süreç içinde bunlar yetkinleşerek gelişti, uzmanlıklarına göre alt örgütlenmelere gitti ve çalışan uzman kadro sayıları artış gösterdi. O dönemde özel sektör gelişme düzeyi ve gücü açısından henüz savunma sanayi geliştirme işini sırtlayacak durumda değildi. “1970’li yıllarda Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri Güçlendirme Vakıfları ayrı ayrı kurularak ASELSAN ve HAVELSAN gibi şirketlerin doğuşu gerçekleşmiştir. Daha sonra bu Vakıflar 1980’li yılların ortasında Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı (TSKGV) olarak birleştirilince Türk Savunma Sanayi’nin gelişimi yeni bir dönemece girmiş, Savunma Sanayi’nde MKEK ile simgeleşen KİT modeline, Vakıf şirketleri modeli de eklenmiştir.”(SSM dergi sayı 1, 2007, sf. 19, F. A. Yayman’ın makalesi) 1975’de ASELSAN kuruldu, onu 1979 İŞBİR, 1981 ASPİLSAN, 1982 HAVELSAN gibi devlet kuruluşları izledi. 1984’te TAİ, 1985’de TEİ, 1987’de MİKES, 1988’de FNSS, 1989’da MARCONİ Komünikasyon, 1990’da THOMSON-TEKFEN Radar gibi yerli ve ✒ de izlenen yolun yanlış olduğunu, bu yolun savunma sanayisine büyük darbe vurduğunu söyleyip duruyorlar. Burjuvazi açısından ders çıkarılmış gibi gözüküyor. Bütün göstergeler bu defa işin 1950 sonrası gibi olmayacağına işaret ediyor. Çünkü bir taraftan günümüz dünya konjonktürü ve Türkiye’nin buradaki konumu, diğer taraftan Türk egemenlerinin geçmiş “acı” (1963, 1967 Kıbrıs olayları ve 1974 Kıbrıs işgali ve sonrası ambargolar) deneyimleri ve bu sanayinin sunduğu kârlı olanaklar, Türkiye’nin 1970’li yılların ortalarından itibaren girdiği o dönemde “başkalarının vermediğini millet yapar” sloganında dile getirilen yolda yürüyeceğini gösteriyor. yabancı ortaklı şirketler kuruldu. Bunlar, 1987’de F-16 savaş uçağı projesini, 1988’de Zırhlı Muharebe Araçları (ZMA) projesini, 1990’da Mobil Radar Kompleksleri projesini, 1991’de F-16 elektronik harp, HF/SSB telsizleri ve CASA hafif nakliye uçağı projelerini gerçekleştirdiler. 2000 sonrası dönemde savunma sanayisinde faaliyette bulunan bir dizi şirketteki yabancı sermaye payı TSKGV ve SSM (Savunma Sanayi Müsteşarlığı) tarafından devralındı. Türkiye’de daha önceden kurulmuş olan, OTOKAR, MERCEDES, BMC, NUROL Makine gibi özel şirketler 1985 sonrası savunma sanayisinde de üretim yapar duruma geldi. 1988’de özel girişim öncülüğünde ROKETSAN kuruldu ve Avrupa ortak üretim projesi olarak örgütlenen Stinger hava savunma füzelerinin ortak üretimine katıldı, bu konuda önemli yetenekler elde etti. (Buradaki bilgiler Savunma Sanayicileri Derneği – SaSad web sitesinden ve MSI, Savunma ve Havacılık gibi dergilerden özettir.) 2000’li yılların başlarında savunma ve havacılık sanayisinde 60 küsur şirket yer alıyordu. 50 küsur görece büyük boy şirketin 11’i yabancı ortaklı özel şirket idi ve tüm satışlar içinde bunların payı %11’di. Yerli özel 17 şirketin satışlardaki payı %14 idi. Kamuya ait fabrikalar 23 adet idi, bunun 13’ü askeri fabrika idi ve satışlarda payı %25, devlete ait 10 fabrikanın satışlarda payı ise %50 idi. Kara, hava araçları, roket-füze mühimmat, bilişim sektörlerinin her birinde 7’şer, deniz araçlarında 4, elektronik yazılım alanında 15 olmak üzere 47 iriliufaklı şirket SaSa bünyesinde örgütlenmiş durumda 25 ✒ inceleme idi. Savunma Sanayi Müsteşarlığı (SSM), Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nin gereksinimlerinin karşılanmasında dönem ayırımları yapıyor. Buna göre 1990’a dek egemen olan çözüm, gereksinimlerin hazır alımlarla dışarıdan karşılanmasıydı. 1990-2000 arası ortak üretim aşamasına gelindi; yabancılarla kurulan ortaklıklarla savaş araç-gereçleri Türkiye’de üretilmeye başlandı. 2000 sonrası ise tasarım aşamasıdır; Türkiye artık kendi Ar-Ge çalışmalarına dayanarak özgün ürünler ortaya çıkarma aşamasına gelmiştir. Tabii hiçbir aşama saf değildir, birbirinin içine geçmiş durumlar da söz konusudur; hazır alımın egemen olduğu dönemde de yerli üretim söz konusuydu ama 2000’li yıllara dek TSK ihtiyaçlarının yurtiçinden karşılanma oranı (YİKO) %20 civarındaydı. Sonrasında tasarım/özgün geliştirme aşamasına gelindi ama ortak üretim de devam ediyor. Eski ile önemli bir fark da günümüzde artık SSM projelerinin tamamında yerli sanayinin katılımını öngören modeller uygulanmakta olmasıdır. Günümüzde durum Türk Savunma Sanayi son 15 yılda yaptığı atakla YİKO’nu %60’ın üzerine çıkarmayı başarmıştır. Bunun ciddi bir sıçrama olduğu açıktır. 26 Üretim Türkiye’nin savunma ve havacılık sektöründe üretimin parasal tutarı 2013’te 5,07 milyar Dolar olmuştur. 2014’te ise çok az bir artış ile 5,101 milyar Dolar değerinde üretim gerçekleştirilmiştir. 2015 üretim verileri henüz yayınlanmamıştır, ihracattaki hafif artış dikkate alınarak ihtiyatlı bir biçimde hafif bir artış olduğu beklenebilir. Sektörün ciro verilerine baktığımızda 2010 ile 2013 arasındaki 4 yıllık dönemde %64’lük bir büyüme olduğunu görüyoruz. İhracatta aynı dönemde daha büyük bir gelişme söz konusu (%84). Bu kuşkusuz ciddi bir büyüme hızıdır; gelişmiş ülkelerde ise aynı dönemde daralmalar olmuştur. Bu hızlı gelişmenin ardından bir duraklama olduğunu görüyoruz. Dış ticaret 2015 sektör ihracatı 1,673 milyar Dolardır. 2015 yılında ülkenin toplam ihracatındaki düşüşe karşın savunma ve havacılık sektörü ihracatı, yılı ufak da olsa bir artış ile kapatmıştır (yıllık artış Dolar bazında %0,48; TL bazında ise %24,92 olmuştur. – tim.org.tr–) Geçmiş yıllarda da sektörün ihracat artış hızı toplam ihracat artışının üzerinde olmuştur. 2016 ilk dört ayında ise sektör ihracatında bir hızlanma olduğu görülmektedir. Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) verilerine göre bu artış, önceki yılın aynı dönemine göre %23’tür. Son dönemdeki artış yıllık bazdaki artışa da olumlu yansımış, Mayıs 2015–Nisan 2016 arası yıllık artış %6,4 olmuştur. İhracatın ülkelere göre dağılımı da ilginçtir. 2016 ilk dört ayında yapılan toplam 566,2 milyon dolarlık ihracatın yüzde olarak dağılımı şöyledir (durum önceki yıllarda da farklı değildir): ABD 33; Birleşik Arap Emirlikleri 10,65; Almanya 10,4; İngiltere 5,33; Malezya 5,18; S. Arabistan 4,79; Kuveyt 4,67; İtalya 3,8; Azerbaycan 3,79; Fransa 2,14 (TİM’in verilerin- inceleme nıtım çalışmaları yürütmektedir. TSK’de tanıtım çalışmalarına kendi alanında katılmaktadır. İkili ilişkiler dışında son yıllarda uygulamaya konulan bir enstrüman Türk Deniz Kuvvetleri’nin uzak denizlerde “bayrak göstermesi” olmuştur. Burada Türk savunma sanayi ürünlerinin sergilenmesine özen gösterilmektedir. Birkaç yıl önce MİLGEM Korveti ile Kuzey Afrika ülkeleri ve Arnavutluk’a ziyaret düzenlenmiştir. Sonrasında 2014 yılında 4 gemiden oluşan “Barbaros–Türk Deniz Görev Gücü” oluşturulmuş ve bu filo ile Ümit Burnu dolaşılarak 27 Afrika ülkesi ziyaret edilmiştir. Bu gemiler ya Türkiye’de inşa edilmiş, ya da modernize edilmiştir; üzerinde bir dizi özgün üretilmiş savaş araç-gereci yer almaktadır. Görev Gücü’ndeki Korvet ve Lojistik Gemisi Türkiye’de tasarlanmış ve üretilmiştir. Fırkateynlerden biri yabancı tasarımlı olmakla birlikte Türkiye’de inşa edilmiş, diğeri modernize edilmiş ve yine özgün geliştirilmiş olan gelişkin bir Savaş Yönetim Sistemi ile donatılmıştır. Bu Görev Gücü, Afrika ülkelerindeki TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) faaliyetlerine de katılmıştır; yani özünde Türk sermayesinin yurtdışı pazarlarda yayılma faaliyetleri için bir araç olan bu kurumun çalışmaları desteklenmiştir. Aynı tarihlerde yine Türkiye’de üretilmiş ya da modernize edilmiş üç fırkateynden biri Atlantik ve Baltık’ta, diğeri Basra Körfezi ve Arap Denizi’nde, üçüncüsü ise Hint Okyanusu’nda görevdeydi. Bununla “güçlü ülke” imajı yaratılmaktadır, zira böyle operasyonlar her ülkenin harcı değildir. Öte yandan pazarlama faaliyetleri açısından bu operasyonlar önemlidir; Türkiye aynı sıralarda Polonya ve Pakistan’da, bu ülkelerin envanterinde bulunan aynı sınıf ve menşeli gemilerin modernizasyonunu gerçekleştirmeye talip olmuştu. Askeri sanayi ürünleri ihracatında Türkiye 2014 yılında dünya sıralamasında 16.’dır. Bu 27. sırada olduğu 2004’e göre bir önemli bir yükseliş olduğunu gösteriyor. İthalatta ise 2014’te dünya sıralamasında SIPRI verilerine göre yedinci, İHS verilerine göre dokuzuncu sıradadır. SSM verilerine göre Türkiye dünya ithalat sıralamasında 2000’li yıların başlarında altıncı sırada iken 2010’lu yıllarda onbirinci sıraya gerilemiştir. (Veriler: SIPRI–Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü–; SSM ve İHS–ABD) İhracattaki artışla birlikte ithalatta bir gerileme söz konusu olmuştur. 2014 yılında Türkiye’nin bu alandaki ithalatının –farklı kurumların hesaplama ✒ den yüzdeleri kendimiz hesapladık. bkz. tim.org.tr) Görüldüğü gibi ihracatın yarıdan biraz fazlası gelişmiş ülkeler, yarıya yakını ise gelişmekte olan ülkelere yapılıyor. En büyük pazar ise ihracatın üçte birinin gerçekleştirildiği ABD. AB’deki gelişmiş ülkeler, körfez ülkeleri, Azerbaycan, Uzakdoğu’da Malezya önemli pazarlar. Türk burjuvazisi, savunma ve havacılık ürünleri ihracatını arttırmak için şöyle bir strateji izliyor: Her şeyden önce işin kuralı gereği, rekabette fiyat/ kalite dengesinin iyi tutturulmasına önem veriliyor. Bu konuda da başarılı olunduğu gözüküyor; örneğin HAVELSAN, yurtdışı pazarlama faaliyetlerinde “Türk fiyatlarıyla Amerikan teknolojisi” gibi bir spot kullanmaktadır. İkinci olarak, Türkiye’ye ürün satan ülkelere offset yükümlülüğü getirilmiştir. 90’lı yıllarda başlatılan bu uygulama özellikle gelişmiş ülkelerle ilişkide yarar sağlamaktadır. Buna göre ürün satan ülke, satışın parasal değerinin belli bir oranı kadar ürün alma yükümlülüğünü kabul etmiş durumdadır. Üçüncü olarak, özellikle daha geri ülkelerde geçerli olan ortak yatırım ve bu yatırımın bir parçası olarak belli bir oranda teknoloji transferi uygulaması. Böyle bir uygulama ile gelişmiş ülke şirketleri karşısında bir rekabet avantajı sağlanmaktadır. Körfez ülkeleri, Malezya ve Azerbaycan’a yapılan ihracatın ardında bu uygulama yatmaktadır. Buralara yapılan ihracatın önümüzdeki dönemde de hızla artması beklenmektedir. Katar ile 2015 yılında bu alanda stratejik işbirliği anlaşması yapılmıştır ve bunun yansıması önümüzdeki kısa dönemde görülecektir. Dördüncü olarak gelişmiş ülke şirketleri ile ortak geliştirme ve üretim çalışmalarına önem verilmektedir. Bununla aynı zamanda üçüncü ülkelere yönelik bir pazarlama faaliyeti de amaçlanmaktadır. Beşinci olarak gelişmiş ülkelerde dişe uygun şirketler ele geçirilmeye çalışılmakta ve bunun başarılı örnekleri görülmektedir. Böylece bu pazarlarda daha etkin bir konum elde etme amaçlanmaktadır. Bunlar dışında çok yönlü ve birkaç koldan tanıtım çalışmaları yürütülmektedir. Yurtdışında önemli görülen sektör fuarlarına katılım sağlanmakta, yurtiçinde periyodik olarak iki yılda bir düzenlenen (2015’te 12.si yapıldı) ve alanında dünyanın en önemli fuarlarından biri durumuna gelmiş olan bir fuar düzenlenmekte, SSM yurtdışı ofisleri (Brüksel, Washington, Riyad ve Astana’da temsilcilikler) açılmakta, sektör çatı birlikleri (SSI–TDA vb.) ta- 27 ✒ inceleme yöntemlerinin farklı olmasından kaynaklanarak– 1,351 ile 1,65 milyar Dolar arasında gerçekleştiği verisi söz konusudur. Son yıllarda parasal miktar olarak ihracat ile ithalat arasında dengenin sağlandığı görülüyor; hatta 2014 öncesi birkaç yıl denge ihracat lehine idi. Bu durum da TSK gereksinimlerinin yurtiçi karşılama oranının artmış olması ile ilintilidir. Burada üzerinde durulması gereken bir nokta var: Dikkat edilirse gerek üretimde gerekse dış ticarette söz konusu edilen sadece “savunma” ürünleri değil, “savunma ve havacılık” ürünleridir. Sınıflandırmanın uluslararası ölçekte böyle yapıldığını da görüyoruz. Bunun ama yanıltıcı bir tarafı da var; buradaki “havacılık” salt savunma sanayisi ile ilgili değil, sivil havacılık da buna dahil. Nitekim Türkiye’nin sektör ihracatında sivil havacılığa yönelik ürünler %20 civarında bir yer tutmaktadır. Yurtdışı yatırımlar Türk savunma şirketlerinin üretim boyutları ve dünyadaki etkileri salt yurtiçi üretim tutarları ve ihraç ettikleri ürünlerle sınırlı değil. ASELSAN, FNSS, YONCA–ONUK gibi şirketlerin yurtdışı yatırımları söz konusudur. HAVELSAN, SARSILMAZ gibi şirketlerin gelişmiş ülkelerde şirket satın alma yolu ile girişimleri söz konusudur. İlk durumda genellikle teknoloji aktarımı ile yerli ortaklarla yapılan işbirliği söz konusu iken, ikinci durumda geniş pazarların ele geçirilmesi, teknolojik açıdan gelişmiş şirketlerin bilgi becerisine kolay yoldan erişilmesi gibi etmenler belirleyici olmuştur. TUSAŞ’da, yetkili ağızların söylediğine göre yurtdışında satın almalar için fırsat kollamaktadır. NAMSA–Türkiye ilişkileri Türkiye NATO nezdindeki ilişkilerinde de daha aktif hale gelmiştir. Bunun bir ayağı olarak NATO İkmal ve Bakım Ajansı (NAMSA) ihalelerine giderek daha fazla katılım göstermektedir. “2007–2011 Stratejik Planı’nı NATO Ajansları ihalelerinde kazanım/harcama dengesinde birin üzerine çıkılmış”tır. (SSM dergisi sayı 17/2011, SSM Murad Bayar ile yapılan söyleşi.) 28 Bağımlılık durumu TSK gereksinimlerinin %60 oranında yurtiçinden karşılanıyor olması, tersinden bakılırsa %40 oranında bir bağımlılığın varlığına işaret eder. Bu ama toplam ürünlerin %60’ı yurtiçinde üretiliyor, gerisi ithal ediliyor anlamına gelmiyor. Günümüzde Türk savunma sanayi, tasarım ve mühendislik konusunda ciddi yetenek geliştirmiş durumdadır ve geliştirmeye devam etmektedir. Ancak tasarımı yapılan ve üretilen ürünlerde çok sayıda ithal girdi kullanılmaktadır. Bu durum yurtiçi karşılama oranını düşürmektedir. Devlet üst kurumları ve sektör temsilcileri bu durumu, aşılması gereken en önemli eksiklik/zaaf olarak değerlendirmektedir. Açık bir biçimde bunun bir bağımlılık durumu oluşturduğu, ülkenin ciddi bir tehlike durumunda savunma kapasitesinde ve ülke çıkarlarının savunusunda bir zaaf oluşturabileceği söylenmektedir. Ayrıca fikri ve sınai üretim hakları Türkiye’de bulunan platformlarda alt sistemlerde var olan bağımlılığın savunma ürünleri ihracatında da sorun yaratabileceği değerlendirilmektedir. Ve bu zaafı aşmak için ciddi çalışmalar yapılmaktadır. “Türk savunma sanayisi” yakın zamana dek büyük savaş platformları tasarım ve üretimi gerçekleştirme yeteneğine sahip değildi. Tank, savaş uçağı, helikopter, savaş gemisi, uzun menzilli/balistik füze gibi büyük platformlarda ve büyük güç gerektiren motor/türbin gibi konularda açık bir bağımlılık söz konusu idi. Bugün hâlâ bu durum aşılmış değildir. Geçmişle günümüzdeki önemli fark tasarım ve mühendislik konusunda ciddi yetenekler geliştirmiş olmaktır. Söz konusu platformlarda bağımlılık, bu alanda gelişmiş ülke ve şirketlerin yardımıyla, fikri ve sınai mülkiyet hakkı Türkiye’de olmak kaydıyla ortak tasarım/yerli üretim modeliyle aşılmaya çalışılmaktadır. Güç yettiği oranda bazı platformlarda tamamıyla yerli tasarım ve üretim söz konusu olmaktadır. Bağımlılık durumunu kırma yönünde yapılan çalışmalar Önce bu işe son derece plânlı–programlı yaklaşıldığını belirtmeliyiz. 2003 yılında orta/uzun vadeli bir plânın hazırlanmış olduğunu görüyoruz. Hemen bu plânın devamında başbakanlığa bağlı bir kurum olan SSİK (Savunma Sanayii İcra Komitesi) 2004 yılında stratejik bir karar almıştır: TSK’nın gereksinimleri mümkün olduğu oranda yurtiçinden karşılanacaktır. O gün için henüz üretilmeyen sistem, alt sistem vb. konusunda ise ulusal şirketler kendi teknolojilerini, Ar-Ge çalışmalarıyla geliştirecekler, üreteceklerdir. Ve o gün için uluslararası ihale çalış- ✒ inceleme maları yapılan ve daha önce yapılmış ihaleleri birkaç kez iptal edilmiş olan Modern Tank (ALTAY), İnsansız Hava Aracı (ANKA) ve ATAK Helikopter Projeleri’nin yurt içinde gerçekleştirilmesine karar verilmiştir. Bu projelerde ana yüklenici olarak ulusal şirketlerin yer almasına karar verilmiş, ortaya çıkan ürünlerde tüm fikri ve sınai mülkiyet haklarının Türkiye’de olmasına özen gösterilmiştir. Böylelikle hem TSK’nın gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranında ciddi bir artış sağlanması, hem de üretilen platformların ihracatı önündeki olası engellerin aşılması hedeflenmiştir. Bir üst plân olarak değerlendirilebilecek 2003– 2023 stratejik plânına bağlı SSM tarafından 2007’den itibaren beş yıllık plânlar yapılmıştır. İlk plân 2011 sonunda tamamlanmış ve bizzat kurum yöneticileri tarafından yapılan kapsamlı değerlendirmelerle birkaç nokta dışında plân gereklerinin başarıyla yerine getirildiği tespit edilmiştir. Şimdi 2016’da sonlanacak ikinci beş yıllık plân döneminde bulunuluyor. Birincinin devamı niteliğinde ve ondan çıkarılan dersler ışığında hazırlanan bu plânda hedef artık “savunma ve güvenlik teknolojilerinde ülkemizi üstün kılmak” biçiminde konulmuştur. Bu plânda hangi konular öne çıkmaktadır? “Otonom sistemler, nanoteknoloji, alternatif enerjiler, enerji depolama, uzay, insansız araçlar, siber harp, ileri malzemeler, uzaktan algılama, siber istihbarat gibi ileri teknoloji alanları ve bunların savunma uygulamaları..” (bkz. SSM 2012-2016 Stratejik Planı.) Burada artık daha yeni, gelişmiş ülkelerin de çalıştığı alanların gündeme geldiğini görüyoruz. Ve bu yeni teknolojilerde “ülkemizi üstün kılmak” gibi oldukça iddialı söylemler söz konusu; bu belli bir özgüvenin dışavurumu. Savunma sanayi alanında tespit edilen zaafları aşmak, çok yönlü bir çaba gerektiriyor; egemenler bunun farkında ve uzun yıllardan beri böyle bir çabanın olduğu görülüyor. Genel olarak bakıldığında, bu iş için gerekli olan unsurlar nelerdir? En başta ülkeyi dönemsel olarak yöneten siyasi iktidarın ve yönetici bürokratların tavrı önemli bir unsurdur. Biraz yukarıda değindiğimiz gibi bu tabakanın, işi destekler nitelikte bir irade gösterdiği açıktır. Başka bir unsur, kuşkusuz gerekli mali kaynakları temin edebilme konumunda olmaktır. Zira bu iş uzun vadeli ve kapsamlı Ar-Ge çalışmaları gerektiren, uzun süre prototip üretimi ile doğrulama çalışmalarının yapıldığı, dolayısıyla hemen geri dönüşü olmayacak parasal kaynaklara ihtiyaç duyulan bir iştir. Bu gerekliliği Türk burjuvazisi bir biçimde kotarıyor; projelere, Ar-Ge çalışmalarına ayrılan kaynakların ve yapılan harcamaların boyutları bunu gösteriyor. 2015 sonu itibariyle yürürlükte olan SSM projelerinin değeri 86 milyar TL’yi bulmuştur. Savunma sanayisini geliştirmek için oluşturulan “Savunma Sanayii Destekleme Fonu 2015 yılı geliri 9.041.029.906 TL olup, gideri ise 4.033.915.669 TL’dir. (SSDF gelir ve gider tutarlarına MSB bütçesinden ve diğer kurum bütçelerinden aktarılan tutarlar ve bu kapsamda yapılan ödemeler dahil değildir.) SSDF’nin 29 ✒ inceleme 30 31/12/2015 itibarıyla Hazine nezdinde tahakkuk etmiş, 13.240.391.078 TL alacağı mevcuttur”(SSM 2015 Faaliyet Raporu, sf. 29.) Buradan, kaynak konusunda fazla sıkıntı çekilmediği anlaşılmaktadır. Savunma şirketlerinin kendi Ar-Ge çalışmaları için cirolarından ayırdıkları kaynak yüzde olarak Türkiye ortalamasının çok üzerindedir. Büyük şirketlerde bu oran daha yüksektir. 2014 yılında bu konuda birinci durumda olan ASELSAN, cirosunun %32’sini bu iş için ayırmıştır; kaynağın boyutu 807 milyon TL’dir. ASELSAN tek başına savunma sanayi şirketlerinin yaptığı Ar-Ge harcamalarının yarıdan fazlasını yapmıştır (Turkishtime dergisi Aralık 2015, AR-GE 250 eki.) Bunun dışında üniversitelerin, teknokentlerin bu alanda yapılan harcamaları söz konusudur. Bir bütün olarak bakıldığında küçümsenemeyecek bir kaynak bu iş için ayrılmaktadır. Savunma sanayisinde saptanan zaafları aşabilmek için gerekli önkoşullardan biri de, ülkenin bu alanda bilgi ve becerisinin bu işi kotaracak düzeyde olması, yetişmiş ve yetkin insan gücü, know-how vb. birikiminin en azından yeterli ama sürekli gelişen biçimde olmasıdır. Bu önkoşulun da adım adım yerine geldiğini, getirildiğini görüyoruz. Bunun üzerinde başka bir yazıda duracağız. Burada kısaca bu işin birkaç koldan yürütüldüğünü belirtelim. TÜBİTAK, Üniversiteler, Teknokentler ve savunma sanayi şirketlerinde yapılan araştırmalar. Bunlar arasında ortaklaşa sinerji yaratılması çalışmaları yürümektedir. Şirketlerin bir bölümü uzmanlık alanlarına göre kümeleşmeler oluşturarak sinerji yaratmaktadırlar. SSM önderliğinde üniversitelerle SAYP (Savunma Sanayi için Araştırmacı Yetiştirme Programı) uygulaması ile bu alanda uzman kadrolar yetiştirmeye çalışılmakta; heryıl yapılan YFYİ (Yeni Fikirler Yeni İşler) yarışması ve bu alandaki uluslararası yarışmalara projeler hazırlanıp yapılan katılımlarla üniversite öğrencilerinin dikkatleri bu alana çekilmeye çalışılmaktadır. Buralarda ilginç araştırma konularının ele alındığını görüyoruz. Savunma sanayi şirketlerinde, özellikle büyük şirketlerde bu soruna verilen önem, Ar-Ge personeli sayısı ile bu sayının toplam çalışanlar içinde payı ile dikkat çekici biçimde görülmektedir. Örneğin ASELSAN’ın %60’ı mühendis olan 5.205 çalışanının 2.152’si Ar-Ge elemanıdır. 5.000’e yakın çalışanı olan TUSAŞ, Ar-Ge bölümünde 1.003 kişi istihdam etmiş ve 225 milyon TL’lik Ar-Ge harcaması yaparken, 2.000’e yakın çalışanı bulunan ROKETSAN, 602 Ar-Ge çalışanı ile 108 milyonluk kaynak ayırmıştır. (Turkishtime dergisi Aralık 2015, AR-GE 250 eki.) Gerek üretimi, gerekse yerlilik oranını arttırmanın bir yolu olarak da, günümüzde kullanılan ve çoğunluğu yabancı kaynaklı olan platformların periyodik bakımları sırasında, değiştirilmesi/onarılması gereken parça vb.nin yurtiçinde üretilmesi uygulamaları vardır. Bu amaçla periyodik olarak “TSK Malzeme Sergisi” düzenlenmektedir (MSI Dergisi, Ekim 2010 ve Ekim 2011 sayıları.) Katılım gösteren firma sayısı 1000 ile 2000 arasında değişmektedir. Sergilenen ürün sayısı ise 6000 ile 8000 arasındadır ve bu ürünlerin yerlileştirme oranları yıllar boyunca artarak %20–%30’lardan 2011 yılında %50’ye çıkmıştır. Ürünler Gerek SSM, gerekse tek tek sanayi şirketlerinin internet sitelerindeki verilerden nelerin üretildiği, şirketlerin yetenekleri, projeleri vb. konularda bilgi edinilebiliyor. Türkçe ve İngilizce olarak yayımlanan “SSM SAVUNMA SANAYİ ÜRÜNLERİ KATALOĞU 2015– 2016”da, 80 şirket, kurum ve kuruluşa ait, uluslararası pazarda gelişmiş ülkelerin ürünleriyle boy ölçüşebilecek nitelikte ve çok geniş bir yelpazede 500 kadar ürün ve hizmet sunulmuş bulunmaktadır. Toplam üretilenlerin katalogda sunulan ürünlerle sınırlı olmaması gerekir, çünkü salt MKEK 1.000 kadar çeşitli ürün ürettiğini belirtmektedir. Burada yer verilen bazı ürünler henüz TSK envanterine alınmış değildir, bununla birlikte uluslararası piyasaya sunulmaktadır. TSK envanterine henüz girmemiş olmak herhalde bütçe, gereksinim vb. gerekçelerle ilgili bir durumdur. Envanterde bulunan ve hâlâ kullanılabilir durumda olan, iş görür olarak değerlendirilen ve sayıca yeterli görülen silah ve araç-gereçler yerli yerinde kalıyor; değiştirmek yerine platformların modernize edilmesi tercih ediliyor. Oysa savunma sanayi artık birçok ürünü ikame edecek durumdadır. Bazı hallerde TSK envanterine girmemiş olan bir dizi silah, araç-gerecin önce ihracatı gerçekleştirilmiş bulunuyor. TSK silah envanteri: (tr.wikipedia.org; kuvvet komutanlıkları internet siteleri; SSM yayınları; savunma alanında uzman dergiler, savunma sanayi şirket- Hava araçları –Nakliye/saldırı helikopterleri: Değişik amaçlı ve farklı büyüklüklerde olmak üzere toplam 442 adet. Bunların 41 adeti saldırı helikopteri. Toplam 11 kalemden biri yerli üretim (ATAK 9 adet, üretim devam ediyor), bir başkası lisans altında yerli üretim (48 adet, üretim devam ediyor), diğerleri ABD ve İtalya’dan doğrudan alım. –İnsansız hava araçları: Tümü yerli üretim olmak üzere taktik ve mini sınıfında toplam 180 adet. Top, roket ve füze sistemleri –Alan topları: Yaklaşık 8.900 havan topu+1.955 obüs. Bunlardan 900 havan topu ve 255 obüs (Panter 155 mm top, toplam 400 adet üretilecek) yerli üretim. Gerisi ABD’den alım. –Kundağı motorlu topçu sistemleri: Toplam 1.545 adet. –Kundağı motorlu topçu sistemi: 395 adet. Bunun 170 adeti yerli üretim, gerisi ABD’den. –Kundağı motorlu obüs: 1.150 adet. Bunun 285 adeti Güney Kore ile ortak üretim (155mm fırtına obüsü. Toplam 400 adet üretilecek.) Geri kalanı ABD’den alım. –Roket ve füze sistemleri: Toplam 520+sistem. Çeşitli boyutlarda ve farklı menzillerde (40 ile 100 km arasında) çok namlulu roketatarlardan toplam 350+sistem. Bunların 12 adeti ABD’den alım, gerisi yerli üretim. Türkiye-Çin ortak üretimi kısa menzilli balistik füze (150-300 km menzilli.) 100+sistem. Yukarıdakiler dışında karadan karaya 72 adet füze sistemi ABD’den alım. Yerli üretim havadan karaya/karadan karaya lazer güdümlü füze “Cirit.” 8 km menzilli anti-tank, anti- inceleme Kara kuvvetleri –Piyade ve personel silahları: Burada tabancalar, tüfekler, makineli tüfekler ve bunların tip ve modelleri konusunda döküm yapılmıştır. Bu silahların bir bölümünün tümüyle yerli olduğunu görüyoruz. Bazıları yine Türkiye’de ama lisans altında üretilmiş bulunuyor. Bir bölümü ortak üretim. Diğer başka bölümü ise doğrudan dış alım biçiminde edinilmiş ürünler. Lisans altında üretilen ürünlerde lisans alınan ülkeler şunlar: Almanya, Çek Cumhuriyeti. Ortak üretim: Azerbaycan. Doğrudan alım yapılmış olan ülkeler: ABD, SSCB menşeli olup Irak ve Rusya’dan alınan ve PKK’den ele geçirilenler, Birleşik Krallık, Finlandiya, Macaristan, Belçika. –Patlayıcılar, roket ve füze sistemleri: Burada bombaatarlar, tanksavar silahları ve hava savunma sistemleri yer alıyor. Burada da aynı durum geçerli. Yani bu kategoride yer alanların bir bölümü yerli özgün ürünler. Lisans altında üretilenlerde lisans alınan ülke: ABD Doğruda alım: Almanya, SSCB, Fransa, Kanada, Rusya Bu bölümde bazı ürünler için miktarlar da verilmiştir. Buna göre envanterde 45.000+tanksavar roketi, 1.600 civarında tanksavar güdümlü füze, 2.000 civarında taşınabilir hava savunma sistemi bulunuyor. –Koruyucu ekipman: Burada muharebe miğferi ve kişisel zırh-kurşun geçirmez yelek gibi kalemler yer alıyor. Tümü yerli üretiliyor, sadece miğferde yerli üretim yanında Hırvatistan lisansı da mevcut. Kara araçlarında durum şöyle: –Lojistik ve çok amaçlı araçlar: Değişik büyüklüklerde, kullanım amaçları, yetenekleri farklı olan 23.000 araç. Bu kalemlerden beşi yerli/özgün üretim. Geri kalanlardan biri (5.700 adet Jeep Wrangler) ABD’den doğrudan alım. 4 kalemde Alman, 1 kalemde Birleşik Krallık lisansı altında yerli üretim söz konusu. –İstihkam ve bakım araçları: 33 adet doğrudan ABD’den alım+105 adet ABD ile ortak üretim. –Ana Muharebe Tankları: Toplam 3.752 adet. Bunların 730’u Alman Leopard’ları. Gerisi ABD M48 ve M60’ların versiyonları. M60’lardan 170 adetine, İsrail ile ortak olarak modernize edildikten sonra M60T rumuzu verildi. Modernize edilen bu tanklar dışındaki 2.852 adet M48 ve M60 tankı, yerli üretim ALTAY tankının üretime başlaması ile aşamalı olarak hizmet dışına çıkarılacak. Envanterde bulunan Leopard tankları ise (730 tankın 339 adeti 2A4 versiyonu –başka kaynaklarda Türkiye’nin bunlardan 354 adet aldığı bilgisi var– gerisi daha geri teknoloji Leopard 1 tankları) ASELSAN ana yükleniciliğinde modernize edilmektedir. –Zırhlı savaş araçları ve zırhlı personel taşıyıcılar: Toplam 7.187 adet. 3.335 adet ABD’den doğrudan alım, gerisi yerli üretim. ABD’den alınanlar yurtiçinde modernize edildiler. ✒ lerinin yayınları) 31 ✒ inceleme 32 zırh füze; adet belirtilmemiş. Uçaksavar sistemleri Çekili uçaksavar topları: Toplam 2.760. Bunlardan 900 kadarı İsveç’ten, 900’ü ABD’den, 300 kadarı ise Almanya’dan doğrudan alım. Gerisi İsviçre lisansı ile Türkiye’de üretim. Kendinden itmeli anti-hava savunma sistemleri: Toplam 340. Bunun 110 adeti ABD’den alınan kundağı motorlu uçaksavar. Gerisi Türkiye üretimi kısa menzilli hava savunma sistemi. Gelecek alımlar: Bunlar yakın tarihte envantere girecek silah ve silah sitemleridir. Burada toplam 12 kalem sıralanmış. Bu kalemlerden biri, 11 adet doğrudan ABD’den alınacak CH-47F lojistik destek helikopteridir. Başka biri İtalya ile ortak olarak Türkiye’de üretilen ATAK helikopteridir. Diğer kalemlerin tümü yerli özgün ürünlerdir. Kara kuvvetleri envanterinde İsrail’den alınan, gözetleme sistemi ASELSAN’a ait 10 adet HERON İHA bulunması gerekiyor; bunlarla ilgili ne kuvvet komutanlığı ne de wikipedia’da bir bilgi yok. Yine diğer kaynaklara göre, istihkam ve iş makinelerinde FNSS ürünü Seyyar Yüzücü Hücum Köprüsü ve Amfibi Zırhlı Muharebe İstihkam İş Makinesi gibi özgün ürünlerin envanter listelerinde bulunması gerekirdi. Hava kuvvetleri: (Burada wikipedia ile hava kuvvetleri internet sitesi arasında farklar var. Hava kuvvetlerindeki bilginin daha doğru olması beklenir, ancak belki güncelleme yapılmadığından platform sayısı daha az gözüküyor. Örneğin helikopter sayısı 35 olarak verilmiştir; bu sayı wikipedia’ da 83’tür. Hava kuvvetleri verilerinde örneğin, nakliye uçakları arasında 2014 ve 2015’te envantere giren 3 adet “A400M Stratejik Ulaştırma Uçağı” görünmemektedir. Eğitim uçağı sayısı da 93 olarak gözüküyor. Wikipedia’da yer alan platformlarda bazıları hava kuvvetleri internet sitesinde modernizasyon projeleri bölümünde 2013 tarihi ile yer alıyor, burada yer alan platformların önemli bölümü envantere alınmıştır.) Muharip platformlar: Toplam 645 uçan platform. Savaş uçakları: 240 F-16, 37 F-4 Phantom II olmak üzere 277 uçak. F-4’ler doğrudan ABD’den alım. İsrail’le birlikte modernize edilip, F-4E terminator 2020 rumuzunu aldı. F-16’lar ABD lisansı ile Türkiye’de ortak üretim. Tümü Tusaş’ta, ağırlıkla yerli/özgün ürünler kullanılarak modernize edildi. Özel görev uçakları: Toplam 8 adet. Bunlardan 4’ü ABD-Türkiye ortak üretimi “havadan erken uyarı ve kontrol” uçağı. 2’si ABD’den alım, askeri haberleşme uçağı. Diğer ikisi İspanya-Türkiye ortak üretimi harp ve keşif uçağı. Hava yakıt ikmal ve nakliye uçakları: Toplam 87 adet, 8 adet (A-400M) daha teslim edilecek. Bunlardan 7’si ABD’den doğrudan alım “havadan yakıt ikmal” uçağı. 2’si, üretiminde Türkiye’nin de ortak olduğu ve bazı parçalarının Türkiye’de üretildiği, İspanya’dan alınan taktik hava ikmal uçağı. 16 adeti Almanya’dan alım. 43’ü İspanya-Türkiye ortak üretimi. 19’u ABD’den alım, Türkiye’de modernize edildi. Eğitim uçakları: 40 adet Güney Kore, 36 İtalya, 90 adeti de ABD’den doğrudan alım olmak üzere toplam 166 uçak. ABD’den alınmış olanlar Türkiye’de modernize edildi. Akrobasi uçakları: 17’si akrobasi-savaş, 3’ü akrobasi-nakliye olmak üzere toplam 20 uçak. 16 akrobasi-savaş uçağı Kanada’dan, 1 akrobasi-nakliye uçağı Almanya’dan alım. Diğerleri Türkiye-İspanya-ABD ile ortak üretilenlerden. Helikopterler: 20 adet Fransa’dan, 63 adet ABD’den olmak üzere doğrudan alım ile envantere girmiş 83 adet yardımcı helikopter. Bunların tümü Türkiye’de modernize edildi. İHA’lar: 4 adet RQ/MQ-1 Predator. ABD’den kiralanma yolu ile. Geleceğe dönük Plânlar F-35 çok amaçlı avcı uçağı: Türkiye’nin de katıldığı konsorsiyumla ABD üretimi 100+20 adet; 2017’den itibaren envantere girmeye başlayacak. TUSAŞ tasarım ve üretimi Hürkuş eğitim uçağı, 10 adet seri üretime başladı; ANKA İHA 40 adet seri üretime başladı, bunlardan ikisi envantere alındı; TF-X çok amaçlı avcı uçağı, ön ve kavramsal tasarım aşamaları tamamlandı, 2023 yılında prototipin uçuşa hazır hale gelmesi bekleniyor ve 250 adet üretilmesi planlanıyor. Deniz kuvvetleri –Denizaltılar: 3 ayrı sınıfta toplam 13 adet. Tümü Almanya üretimi. 9 adeti Türkiye’de modernize edildi. –Fırkateynler: 3 ayrı sınıfta toplam 16 adet. 8 adet gabya sınıfı fırkateyn ABD deniz kuvvetlerinden Türkiye’ye devredilen Oliver Hazard Perry sınıfı fır- inceleme konusunda bu böyle. Almanya’nın tank ve tanksavar sistemlerinde, denizaltılarda, Fransa ve İtalya’nın helikopterde, Fransa’nın suüstü yüzen platformlarda etkin oldukları görülüyor. Bunlar dışında irili ufaklı birçok ülkeden tedarik yapıldığı görülüyor. Türk savunma sanayisinin gelişimine paralel olarak Türk şirketlerin işin içine, önce lisans altında üretim, sonra ortak üretim ve modernizasyon, sonrasında ise giderek artan biçimde özgün ürünlerle girdiği görülüyor. TSK envanterine bu yansımıştır; birçok kalemde yerli ürünlerin yer aldığı görülüyor. Başlangıç olarak, henüz gerekli yeteneklere sahip olunmadığı dönemde lisans altında üretim, gereksinimlerin belli bir oranda yurtiçinden karşılanması yanında savunma sanayisinin geliştirilmesinin bir yolu olarak görülmüştür. Bu yolla, uçan platformlarda örneğin ABD menşeli olan ve lisans altında üretilen F-16 uçaklarında gövde üretiminde %80 oranına ulaşılmış, uçağın motorunun bir dizi parçası yurtiçinde üretilmiş, uçak gövde ve motorunun montajı yurtiçinde yapılarak önemli yetenekler kazanılmıştır. İspanya lisansı altında üretilen CN235 hafif nakliye uçakları için de aynı şey geçerlidir. Helikopter üretiminde de böyle bir yol izlenmiştir. Devamında artık kazanılmış yeteneklerle (yetenek salt üretim ile kazanılmıyor kuşkusuz, bunun eğitilmiş eleman, Ar-Ge vb. ayakları da var) uluslararası konsorsiyumlara katılma, tasarım ve üretim ortağı olma durumunun oluştuğunu görüyoruz; A400M ulaştırma ve F-35 savaş uçağında durum böyle. Buna modernizasyon ve belli sistemlerin yerlileştirilmesi kapsamında kazanılan yetenekler de eklen-melidir. Örneğin envanterdeki F-16’ların modernizasyonu sırasında hayati önemdeki savaş idare sistemleri, dost-düşman tanıma sistemleri vb. alt sistemler millileştirilmiştir. Bunun dışında cockpit vb. unsurlar yine özgün geliştirilmiş ürünlerle en son teknolojiye uygun duruma getirilmiştir. Tüm bu sıraladığımız yeteneklerin kazanılmış olması ile uçan platformlar alanında özgün ürünler geliştirme aşamasına gelinmiştir. Artık sınıfında uluslararası arenada da boy ölçüşebilecek ürünler ortaya çıkarıldığını görüyoruz. Bunlar fikri ve sınai mülkiyet hakları Türkiye’de olan sistemlerdir. HÜRKUŞ uçağı böyle bir platformdur. Şu anda B tipi; başlangıç ve temel eğitim uçağı tipi seri üretimdedir. C tipi; silahlandırılmış yakın muharebe destek uçağı tipi üzerinde geliştirme çalışmaları sürmektedir. Ve birkaç yıl önce yine özgün olarak jet ✒ kateynlerdir. Bunlar, Türkiye’de geliştirilen GENESİS (Gemi Entegre Savaş İdare Sistemi) ile modernize edilmektedir. 8 adet Alman MEKO fırkateyninden 6’sı Almanya’da, 2’si Türkiye’de inşa edilmiştir. –Korvetler: Toplam 8 adet. 6’sı Fransa’dan alım. 2’si MİLGEM projesinde geliştirilip üretilen ADA sınıfı yerli korvetler. –Hücumbotlar: 21 adet. –Mayın avlama ve tarama gemileri: 15 adet. –Amfibi çıkarma gemileri: 33 adet. Büyük çoğunluğu yerli üretim. –Okul gemileri: 10 adet. –Karakol gemileri: 16 adet. Yerli tasarım ve üretim. –Tankerler, nakliye gemileri: 6 adet. (wikipedia’da 11 adet) –Kurtarma gemileri: 1 adet. (wikipedia’da 3 adet) –Romörkörler: 10 adet. –Araştırma gemileri: 3 adet. –Ağ gemileri: 2 adet. –Eğitim uçakları; deniz karakol uçakları; genel maksat uçakları: (7+6+2) 15 adet –Helikopter: 35 helikopter. –Denizaltı kurtarma gemileri: 5 adet. Jandarma Genel Komutanlığı –Zırhlı personel taşıyıcılar: 900 kadar. Yarıdan fazlası yerli üretim Otokar/Akrep ve Cobra. –Helikopterler: 26 ABD, 13 İtalya, 18 Rusya üretimi toplam 57 adet. Sahil Güvenlik Komutanlığı –Yüzer platformlar: Büyük çoğunluğu yerli tasarım ve üretim 120 adet çeşitli tip ve boyutta (10m-80m) botlar. –Uçar platformlar: 14 adet İtalyan AB 412 helikopteri+3 adet İspanya-Türkiye yapımı uçak. Verilerin gösterdiği Yukarıdaki verileri de göz önünde bulundurarak şunları söyleyebiliriz: Görüldüğü gibi TSK envanterindeki silah, araç ve gereçler menşei itibariyle tam bir alaşımdır. 15-20 yıl öncesine kadar, ordunun gereksinimlerinin karşılanmasının esas yolunun yurtdışından hazır alım olduğu bilindiğinde bunun böyle olması normaldir. Hazır alım uygulamasının ağır bastığı dönemde envantere alınan platform, araç-gereçlerin temin edildiği ülke esas olarak ABD’dir. Hemen her sistemde; uçan platformlar, toplar, hava savunma sistemleri, füzeler, tanklar, denizüstü yüzen sistemler 33 ✒ inceleme 34 motorlu TX–eğitim uçağı ve TFX–savaş uçağı projesi başlatılmıştır. Bu sistemlerde ana yüklenici şirket TUSAŞ’tır. Ön ve kavramsal tasarım aşamasında TUSAŞ İsveçli SAAB ile birlikte çalışmış, ortaya tek ve iki motorlu 3 tasarım çıkarılmıştır. Bunlar arasından seçim yapıldıktan sonraki aşamada yapılacak çalışmada TUSAŞ’ın alt yükleniciliğine en yakın namzet olarak BAE Systems görülmektedir. Yine daha önce yapılan ve bugün farklı platformlarla süren ortak üretim faaliyetlerinde elde edilen bilgi-beceri temelinde özgün bir helikopter üretilmesi çalışmalarına birkaç yıl önce başlanmıştır. İTÜ’ nün kendi çabaları ile oluşturduğu ARI projesi kapsamında gerçekleştirdiği bir özgün helikopter deneyiminden bu projede yararlanılacaktır. Ortaya konmak istenen 5 ton ağırlığında 12 kişilik hafif sınıf bir platformdur. Hemen her alanda benzer gelişmeler olmuştur. Örneğin tank modernizasyonu projelerinde edinilen kazanımlar, özgün olarak geliştirilen tankta kullanılmaktadır. Fırtına obüsü vb. önceki paletli platformlarda kullanılan alt sistemler tank için geliştirilenlere yardımcı olmaktadır. 2017’de envantere alınmaya başlanacak ALTAY tankının zırh ve top namlusu konusunda görevli ROKETSAN, Güney Kore’li ROTEM firmasının desteğini almıştır. Motor henüz yerlileştirilmemiştir ve MTU ürünü bir motor kullanılmaktadır, ama tankın tasarımı ve üretimi Türkiye’de yapılmaktadır, fikri ve sınai mülkiyet hakları Türkiye’ de olacaktır. Motorun yerlileştirilme çalışmaları TÜMOSAN ana yükleniciliğinde Avusturya’lı bir şirketin yardımı ile sürdürülmektedir. Yüzen sistemlerde de benzer bir gelişme ile artık 100 m boya kadar muharip gemiler ve 150 m boya kadar lojistik gemileri inşa edilebilmektedir. Yukarıda TSK envanterindeki ürünlerin dökümünü sunduk, ama bu tek başına onların kalitesi ve yetenekleri konusunda bilgi vermemektedir. Günümüzde elektronik alanındaki gelişmeler ve bu alanda ulaşılan teknolojinin savunma sanayisinde kullanılması ürünlerin nitelikleri açısından çok önemli bir unsurdur. Bu durum tüm sektörlerde geçerli olmakla birlikte örnek olarak bir tankı ele alacak olursak, geçmişte sınıflandırma ve üstünlük göstergesi olarak mekanik (motor gücü ve buna bağlı hız, namlu çapı ve buna bağlı tahrip gücü, zırh kalınlığı/kalitesi ve buna bağlı kendine koruma gibi) özelliklere bakılırken, günümüzde bunlara ek olarak elektronik/elekt- romekanik/elektrooptik sistemlerin (ateş idare, hedef tespit, stabilizasyon, radar, elektronik aldatma/ kendini koruma, lazer vb.) niteliğine bakılmaktadır. Artık tankın hareket halinde iken hareketli hedeflere bile ilk atımda vuruş özelliğine sahip olması, kendini tehdit eden anti-tank füze ve mermileri gereken süre içinde tespit edip kendini koruma sistemlerini devreye sokarak önleme yapabilmesi gibi özelliklere sahip olması beklenmektedir. ALTAY tankı ile bu özelliklere sahip bir tankın ortaya çıkarılması hedeflenmiştir ve ortaya konan prototipler başarılı olarak değerlendirilmektedir. Son dönemde Suriye sınırında sıklıkla devreye sokulan fırtına obüsleri için de aynı şeyler söylenebilir. Bu kendi sınıfında en iyiler arasında yer alan, oldukça etkin bir silahtır. Hareketliliği, esnekliği dışında donatıldığı gelişkin bir ateş idare sistemi sayesinde ilk atışta hedefi vurma oranı %90’nın üzerinde olan bir topçu sistemidir ve hedef tespit sistemleri ile birlikte etkin bir biçimde kullanılmaktadırlar. Yukarıda dökümünü yaptığımız TSK envanterinde ise gelişmiş elektronik sistemlerle ilgili bir bilgi bulunmadığı görülüyor. Oysa Türk savunma sanayi, bu alanda ciddi bir atılım yapıp, ortaya özgün ürünler koymuş durumdadır. ASELSAN’ın durumu bunu göstermektedir; birçok açıdan Türk savunma sanayisinin en büyük ve en gelişkin işletmesi konumundadır. Gelişmiş ve uzun mesafe radarlarında kullanılan ve az sayıda gelişmiş ülkenin sahip olduğu GaN (GalyumNitrat) teknolojisine Ar-Ge yolu ile ulaşılmış ve bu teknolojinin kullanıldığı transistör üretim tesisleri inşa edilmiştir. Aynı şekilde chip üretim tesisleri ASELSAN ve BİLKENT ortaklığında gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Bunlar sayesinde radar teknolojisinde en gelişmiş ülkeler düzeyi yakalanmış olacaktır. Ayrıca ASELSAN, SSM ürün kataloğunda 120 adet gelişkin ürünle yer almaktadır. Türk savunma sanayisinin son 10 yılda atak yaparak dünyanın ileri ülkeleri arasında yer aldığı bir alan da “insansız/akıllı” sistemlerdir. Suüstü/sualtı, kara ve hava sistemlerinde özgün ürünler ortaya konmuştur. İnsansız Hava Araçları (İHA) alanında 3 farklı şirket, farklı kategorilerde ürün geliştirmiş bulunmaktadır: Sabit kanatlı platformlarda “Operatif” sınıfta yer alan ANKA (TUSAŞ), “taktik” sınıfta yer alan KARAYEL (VESTEL) ve BAYRAKTAR TB-2 ile “mini” sınıfta yer alan Mini İHA (BAYKAR Makine.) Gelişme yönü, yakın ve orta vadede beklenen gelişmeler SSM tarafından yürütülen ve sözleşmesi imzalanmış 233 adet tedarik projesinin dağılımı; %46 yurtiçi geliştirme, %22 Ar-Ge, %10 ortak üretim, %1 uluslararası konsorsiyum, %6 yurtiçi hazır alım, %11 yurtdışı hazır alım (SSM 2015 Faaliyet Raporu, sf. 48; yüzdeler tarafımızdan yuvarlatıldı) biçimindedir. 85.428.873.857 TL sözleşme bedelli bu projelerin bedellerine göre dağılımı; %30 yurtiçi geliştirme, %49 ortak üretim, %8 uluslararası konsorsiyum, %9,3 yurtdışı hazır alım, %1,4 yurtiçi hazır alım, %1,3 Ar-Ge biçimindedir. Şu an için yürürlükte olan tüm projeler açısından görünüm böyle. Buradan gerek adet bazında, gerekse bedel bazında yurtdışından hazır alım payının %10’lara dek gerilediği görülüyor. Ortak üretim modeli proje adeti bazında %10’luk bir paya sahipken, bedel bazında %49 gibi bir pay alması, büyük ve maliyeti yüksek platformlarda ağırlıkla bu modelin uygulandığını gösteriyor. Yurtiçi geliştirme ve ArGe projelerinin önemli paya sahip olduğu görülüyor. Sonuçta, gelecekte yerli üretimin yurtiçi geliştirme ve ortak üretim modeli ile %90’lara varacağı görülüyor. Burada yurtdışından hazır alım modelinde kazanılan en az %50 offset kazanımı da göz önünde bulundurulmalıdır. Gelişme yönünün nasıl olduğunu son yıl yapılan sözleşmedeki dağılım gösteriyor. SSM tarafından yürütülen ve 2015 yılı içerisinde sözleşmesi imzalanmış 21 projenin toplam 3.705.542.422 TL olan inceleme biçiminde konmuştur. Öte yandan aynı çevreler gelecek ile ilgili olarak, işlerin daha zorlaşacağını da değerlendiriyorlar. Türk savunma sanayisinde eksiklik esas olarak; muharip uçak, uzun menzilli füze vb. platformlar ile büyük platformlarda kullanılan motorlar ve türbinler gibi sistemlerde henüz üretim yeteneği kazanılmamış olunmasıdır. Ve belki bunlar kadar önemli olan başka bir husus, sanayinin üretim araçları üretimi konusundaki yeteneklerinin durumudur. Sektör için gelişmiş üretim araçlarına gereksinim olduğu açıktır. Bunların ancak bir bölümü yurtiçinden sağlanmakta, çoğunluğu ithal edilmektedir. Şimdi oluşturulmuş bir makine parkı mevcut, ancak savaş vb. ciddi durumlarda bunun da bir biçimde ikame edilebilmesi bir önkoşuldur. ✒ Ayrıca TUSAŞ ve BAYKAR iki ayrı döner kanatlı sistem üretmiş durumdadır. ANKA–B tipi İHA seri üretimdedir, ANKA–S üzerinde geliştirme çalışmaları sürmektedir. Sonuncusu gece-gündüz ve her türlü hava koşulunda operasyon yapabilecek, uydu ile ve kendi aralarında haberleşme yeteneği olacak teknik açıdan son derece gelişmiş bir platformdur. Bu platform diğer “taktik” sınıftakilere göre daha büyük, daha çok faydalı yük taşıma kapasitesine sahiptir; silahlandırma çalışmaları devam etmektedir. KARAYEL’in de silahlandırma çalışmaları sürmektedir, ama BAYRAKTAR bu konuda bir adım ileridedir; atışlı testlerde başarılı sonuçlar alarak yoluna devam etmektedir. (İHA sistemleri ile ilgili bilgiler; MSI, Savunma ve Havacılık gibi dergiler ve şirketlerin web sitelerinden) Bu platformlar dünya açısından da yeni olduğu için ihracat şansı büyük görülmektedir. Bu hedefe uygun düşer biçimde, TEİ, bu platformlarda kullanılan motorların yerlileştirilmesi konusunda çalışma yürütmektedir ve ortaya birkaç özgün ürün çıkarmış bulunmaktadır. SSM faaliyet raporları ve performans raporlarında güncel durum ile ilgili bilgiler yayınlanmaktadır. Buradaki veri ve bilgilerden işlerin yapılan plânlamalara uygun götürüldüğü, önemli aksama ve gecikmelerin olmadığı görülmektedir. Konunun uzmanları ve yöneticileri hayalci davranmıyorlar. Bu alanda gelişmiş ülkelerle kıyaslama içinde, bulundukları yer konusunda yaptıkları değerlendirme yerinde yapılmış gibi görünüyor. SSM’nin “Performans Programı 2015” belgesinde (sf. 17) savunma sanayi alanında dünyanın en büyük ülkeleri “Dünya Savunma Ligi” olarak 3 kategori altında sınıflandırılmıştır. Bu ülkeler; 1. kategoride ABD, İngiltere, Rusya, Fransa; 2. kategoride Çin, Almanya, İtalya, İsrail; 3. kategoride Hindistan, İspanya, Güney Kore, İsveç’tir. Burada kategorileştirmenin kıstasları yer almıyor. Ama kıstasların, ülkenin bu alanda yetenekleri, üretim kapasitesinin, savunma harcamalarının, ihracatının boyutları, bağımsızlık oranı gibi unsurlar olduğunu tahmin edebiliyoruz. SSM burada Türkiye’nin bugünkü konumuyla ilgili şöyle bir tespit yapıyor: “Türk savunma sanayinin yaşamakta olduğu hızlı gelişime karşın, halen üst düzey ülkeler sınıfında yer bulabildiğimizi söylemek güçtür.” Hedef zaten, hazırlanan plân ve programlara uygun çalışmalarla Türkiye’yi 2023 yılında bu alanda dünyadaki gelişmiş 10 ülkeden biri yapmak 35 panorama 36 sözleşme bedelinin proje modellerine göre dağılımı şöyledir: %85 yurtiçi geliştirme, %5,6 yurtiçi hazır alım, %6 ortak üretim. Yurtdışı hazır alım ise %1’in altına düşmüştür. Bu durum, gereksinimlerin giderek daha fazla oranda yurtiçinden karşılanacağına işaret ediyor. SSM’nin yıllık performans programlarında her biryıl için gerçekleştirilen projeler sıralanmıştır. Örnek olarak 2016 performans programında (bkz. SSM internet sitesi) devam eden projeler yanında 2016’ya dek ve 2016 sonuna dek yapılacak işler, envantere alınacak silah ve platformlarla ilgili bilgi verilmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir: “MİLGEM 3. gemi denize indirilecek, özgün denizaltı geliştirilmesine ilişkin fizibilite çalışması tamamlanacaktır. Plânlanan test merkezleri; Yüksek Hızlı Rüzgar Tüneli, Füze Sistemleri Test Alanı, UMET (Uydu Montaj, Entegrasyon ve Test Merkezi)…hayata geçirilecektir. Jet Eğitim Uçağı ve Muharip Uçak konsept tasarımı tamamlanacak, Milli Muharip Uçak (MMU) Projesi Ön Tasarım Dönemi Sözleşmesi imzalanacaktır. HÜRKUŞ envantere alınacaktır. Taktik İHA, ANKA-S envantere alınacaktır. Uzun Menzilli Tanksavar Füze Sistemi envantere alınacak, Orta Menzilli Tanksavar Füze Sistemi için …sistem seviyesi tasarım doğrulama faaliyetleri tamamlanacaktır. Geliştirilmiş Uzun Menzilli Bölge Hava/Füze Savunma Sistemi’nin ön kavramsal tasarım çalışmaları…başlatılacaktır. Radar Gözlem Uydusu ile ilgili Ön Tasarım Tanımlama aşaması…tamamlanıp İkinci Faz Sözleşmesi imzalanacaktır. Değişik platformlarda kullanılabilecek Faz Dizinli bir radar geliştirilecektir. Yüksek güç ihtiyacı olan kara platformları için Milli Güç Grubu (Motor ve transmisyon) geliştirilecek olup, 2016 yılı sonunda Kritik Tasarım aşaması tamamlanacaktır. 2016 yılı sonuna kadar Turbojet Motor prototipi üretilmiş olacaktır.” Görüldüğü gibi işler plânlandığı gibi yürütülmektedir. HÜRKUŞ, ANKA gibi büyük platformların devreye alınmaya başlandığı, MİLGEM projesinin 3. gemi ile devam ettiği görülmektedir. ATAK helikopteri teslimatları devam etmektedir. ALTAY tankı seri üretimine 2017 yılında başlanması öngörülmektedir. Yani birkaç yıl gibi yakın vadede TSK, özgün geliştirilmiş platformlarla daha güçlenmiş olacaktır. 2016 yılı performans hedefi şöyle konmuştur: “2016 yılında Savunma ve Havacılık sanayii 2 Milyar $ ihracat, toplam 8 Milyar $ ciro gerçekleştirecektir.”(SSM 2016 Performans Programı, sf. 40) Orta vadede gerçekleştirilecek işlerle ilgili özetle şunları söyleyebiliriz: Cumhuriyetin 100. kuruluş yılı, savunma alanında bağımsızlaşma ve buna bağlı TSK gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranının gelişmiş ülkeler düzeyine çıkacağı bir milat olarak algılanmakta ve birçok proje 2023 yılına yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu önümüzdeki 5-10 yıl gibi bir süreçte önemli gelişmeler olacağının da işaretidir. Milli muharip uçak projesinin ilk prototipi o tarihe yetiştirilmeye çalışılıyor. Uzun menzilli saldırı ve önleme füze teknolojisine sahip olma, uzaya Türkiye’de geliştirilmiş bir roket ile kendi uydularını gönderebilme gibi yeteneklerin kazanılması hedefleniyor. Deniz Kuvvetleri’ne bağlı Gölcük Tersanesi’nde Alman HDW ile işbirliği içinde “Havadan Bağımsız Tahrik Sistemli” denizaltı üretimine başlanmıştır. İlk denizaltı 2020’de envantere girecek, 6 denizaltı üretiminin hedeflendiği proje 2025’te son bulacaktır. Bununla paralel özgün denizaltı geliştirme çalışmalarına başlanmıştır. MİLGEM projesinin devamı niteliğinde olan “İ” sınıfı fırkateyn ile hava savunma fırkateyni dizayn çalışmaları İstanbul Tersanesi Komutanlığı’nda başlatılmıştır. Projelerde ilk gemilerin üretiminin de burada yapılması planlanmıştır. MİLGEM projesi gemileri ile %60 aynı olan “İ” sınıfı fırkateynin dizayn ve inşa çalışmalarının daha hızlı kotarılacağı öngörülmektedir. Bunlarla ilgili alt sistemlerde millileştirilme projeleri de sürdürülmektedir. Özel tersanelerde inşası devam eden LST ve LHD projeleri ile TSK’nın denizaşırı güç aktarım yeteneği önemli oranda artacaktır. LST projesi kapsamında inşa edilen 2 amfibi gemi 2017’de, LHD projesi kapsamında inşa edilen 1 adet Havuzlu Helikopter Gemisi ise 2021 yılında envantere alınacaktır. 2023 hedefi savunma ve havacılıkta ilk 10 ülke arasında yer alma ve ihracatta 25 milyar Dolar düzeyine ulaşmak olarak konmuştur. Bu ihracat tutarının 5 milyarı doğrudan askeri ürünler, 10 milyarı sivil havacılık, geri kalanı da güvenlik vb. olarak öngörülmektedir. (Bkz: SSM internet sitesi –yayınlar, dergiler; SSI-TDA internet sitesi.) inceleme Bunun nedenini; askeri üst düzey yetkililer, bu alanda üretim yapan şirket sahipleri ve yöneticileri, sektörle ilgili devlet üst düzey bürokratları, hükümet üyeleri, sanki bir ağızdan sıklıkla dile getirmektedir: Ülkenin (bunu Türk burjuvazisinin olarak okuyun) menfaatlerini gereken her yerde savunmak, korumak. R. T. Erdoğan’ın her fırsatta üzerine basa basa söylediği sözler, yukarıdakilerin savunma sanayisini geliştirmenin gerekçeleri konusunda söylediklerini tamamlar niteliktedir. RTE Ankara/Gölbaşı’ndaki “ASELSAN Radar ve Elektronik Harp Teknolojileri Merkezi”nin 15. 03. 2015 tarihindeki açılış töreninde yaptığı konuşmada “…siyasi ve diplomatik gücümüzü askeri gücümüzle tahkim etmedikçe arzu ettiğimiz neticeyi alamayacağımızı da biliyoruz.”(takvim.com.tr, 16. 03. 2015.) Yine 03. 10. 2015’te, ADİK tersanesinde inşa edilen iki amfibi gemiden biri olan “BAYRAKTAR”ın denize indirilme töreninde yaptığı konuşmada, “askeri güçle desteklenmeyen diplomasi, sizi yolda bırakır. Bizim yolda kalmaya tahammülümüz yok. Her alanda kendimizi teçhiz etmeli, eksikliklerimizi tamamlamalı ve hedeflerimize doğru tam yol ilerlemeliyiz” demektedir (Savunma ve Havacılık Dergisi, sayı. 170, s. 54) Söylenenler yoruma bile gerek bırakmayacak kadar açık. Hedef; ülkeyi en gelişmiş 10 ülke arasına sokmak, 500 milyar Dolar ihracat yapmak, yurtdışı pazarları ve yatırımları arttırmak vb. olduğunda askeri açıdan güçlü olmak bir zorunluluk olarak kendini dayatır. Uzatmadan sözü Lenin’e bırakıp, yüz yıl kadar önce yaptığı analizlerde dediklerine bakalım: “…kapitalist düzen içinde nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin vs. paylaşılması konusunda, paylaşıma katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vs. gücünden başka bir temel düşünülemez.” (“Seçme Eserler”, Lenin, cilt 5, s. 121, İnter Yayınları, İstanbul, Haziran 1995) “Kapitalist bir devletin gerçek gücünü sınamak için savaştan başka araç yoktur olamaz…Kapitalizmde bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için…politikada savaştan başka araç yoktur.” (age. s. 150-151) Türk savunma sanayi alanındaki uğraşın, ülkeyi, RTE önderliğinde egemen sınıfların çıkarı için nereye doğru götürdüğünü bu sözler açık seçik göstermiyor mu? Haziran 2016 ✒ Sonuç olarak Tüm bu gelişmelerden şimdilik bazı sonuçlar çıkarabilir, bunların ne anlama geldiğini yorumlayabiliriz. Türk sanayi bu alanda önemli bir atılım yapmış ve kazandığı yeteneklerle ortaya, küresel çapta ciddi ürünler çıkarmaya başlamıştır. Süreç; hedeflenen yere doğru yaklaşılması biçiminde işlemektedir. Türk savunma sanayisinin ortaya koyduğu ürünlerin envantere alınması ve henüz eksikliği duyulanların dışarıdan tedariki yoluyla TSK, daha modern, vurucu gücü daha çok, daha hızlı hareket yeteneğine sahip, kısaca daha güçlü konuma gelmiştir ve yakın gelecekte de gelişmenin bu yönde olacağı görülmektedir. Havacılıkta; envantere tanker uçakların alınması ve havada yakıt ikmali gibi yeteneklerin kazanılması ile savaş uçaklarının havada kalış süreleri uzak hedeflerde operasyon yapabilecek biçimde artmıştır. Savaş uçakları ise modernizasyonları sırasında kendi üzerlerine monte edilen podlara ek olarak uydu, İHA, havadan ihbar uçakları gibi platformların desteği ile hedef tespiti; özgün geliştirilen değişik amaçlara uygun bomba, roket, füze sistemleri vb. ile daha etkili bir vurucu güç konumuna getirilmiştir. Buna ilaveten dünyada az sayıda hava kuvvetlerinde bulunan gece operasyon yeteneğine sahip duruma gelmiştir. Ulaştırma konusunda A400M gibi uçakların devreye alınması ile daha fazla gücün aynı anda havadan nakli olanaklı duruma gelmiştir. Deniz Kuvvetleri; konunun uzmanlarına göre “mevcut yetenekleri ile halihazırda ‘Orta Ölçekli Bölgesel Güç Aktarım Yeteneğine Sahip Deniz Kuvveti’” olmaktan mevcut projelerle “‘Orta Ölçekli Küresel Güç Aktarım Yeteneğine Sahip Deniz Kuvveti’ne” dönüşecektir (MSI dergisi Nisan 2016 sayısı.) Kara Kuvvetleri ise diğerleri yanında ATAK saldırı helikopterleri ve ALTAY tankları ile daha güçlü duruma gelecektir. Türk burjuvazisi açısından hedef büyüktür: Önümüzdeki 5-10 senelik süre içinde TSK gereksinimlerinin yurtiçinden karşılanma oranını gelişmiş ülkeler düzeyine yükseltmek ve savunma sanayi alanında dünyadaki en gelişmişler arasına girmek. Bu işin burada üzerinde duramadığımız; “sürdürülebilirlik”, Türk burjuvazisinin kendi içinde ve dış güçlerle çelişkiler vb. gibi yönleri de var. Bunları ileriye bırakıp can alıcı soruyu soralım: Bütün bunlar ne için? 37 panorama Savaşın sürekli hali! -YEMEN:- BM temsilcisi önderliğindeki pazarlık masasında yer alan taraflar Hadi’nin temsilcileri ile Husi’lerin ve bunlarla ittifak kuran Salih’in temsilcileri yerlerini aldı. Görüşmeler değişik aralıklarla ve yer yer kopma noktasına gelinip durdurulan ve yeniden başlayarak sürüyor. Ateşkes de, çatışmalara rağmen hâlâ resmen sonlandırılmadı. Y 38 emen’de yürüyen savaş hakkında dergimizin 175. ve 176. sayılarında tavır takınmış, gelişmeleri, çatışan güçlerin kimler olduğunu ve çatışmanın andaki nedenlerini vb. ortaya koymuştuk. Bu makalemizde 18 Haziran 2015 tarihinden bu yana yaşanan gelişmelerden öne çıkan kimi yanlarını kronolojik olarak ortaya koymaya çalışacağız. Gelişmeleri ortaya koyarken, Yemen’deki savaş hakkında detaylı haber ve yorumların çok az olduğunun ve aktarılan verilerin kaynaklarına göre değişiklik arzettiğinin bilinçlerde tutulması gerektiğini de belirtelim. Bu olgunun gelişmeleri değerlendirmeyi zorlaştırdığı da gözönüne alınmalıdır. Dergimizin 176. sayısındaki yazıyı yazdığımızda BM Özel Temsilcisi önderliğinde başlayan barış görüşmeleri sürüyordu. Görüşmelerde çatışan tarafların temsilcileri doğrudan görüşmeleri bile reddettiğinden, BM temsilcisi heyetlerle ayrı ayrı görüşüyordu. Görüşmeler, tarafların kendi taleplerinden ısrar etmesi ve sözkonusu taleplerin karşı taraflarca kabul edilmemesi sonucunda, herhangi bir sonuç alınmadan bitirildi. Böylece ne ateşkeste anlaştılar ne de görüşmeler için yeni bir tarih belirlediler. Barış görüşmelerinin sonuçsuz kalması, savaşın aynen devam etmesi anlamına geliyordu. Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonu güçleri (Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Mısır, Fas, Ürdün ve Sudan ve bunlara destek veren ABD, İngiltere, Fransa) sadece havadan bombardımanlarla Husi’lere (Houthi) karşı başarı sağlanamayacağına karar vermiş olmalı ki, Temmuz ayında binlerce kara gücünü de Yemen’e yolladılar. Sözkonusu kara gücü (askerler) arasında resmi savaş koalisyonu güçleri dışında Senegal’li, Moritanya’lı yüzlerce asker ile Kolombiya’lı 800 paralı askerin de yer aldığı haberi medyaya yansıdı. Kolombiyalı paralı askerler dışındaki sözkonusu askerlerin savaşa sürülmesi, özellikle Suudi Arabistan’ın sözkonusu devletlere yatırım yapma, mali yardım yapma temelinde gerçekleşmiştir. Kolombiyalı paralı askerlere ise haftada 1000 ABD Doları ödendiği yazılmaktadır. 10 Temmuz 2015 tarihinde BM, Suudi Arabistan’da metin toplantı yaptığı Hotel’e 6 Ekim’de saldırıldı. Kimine göre roketlerle, kimine göre de intihar komandolarının eylemleriyle saldırılmıştı. Hükümet mensuplarının yaralanmadığı açıklanırken yönetim ve müttefik güçlerinden en az 15 askerin öldüğü belirtildi. Saldırıyı “İslam Devleti” üzerlendi. Suudi Arabistan’ın resmi yetkilileri Yemen’de yürüttükleri savaşta “başarılı” olduklarını “ABD ve 28 Nato devletinin 11 sene Afganistan’da başaramadığını, bizim koalisyon yedi ayda başardı.” diye kamuoyuna lanse etmekten de geri kalmıyordu. Gerçekte ise Yemen’de durum, savaşın başlamasından bu yana çok daha karmaşık hale gelmiş ve milyonlarca kitle için ülkeyi yaşanmaz hale getirmiştir. Savaş esas olarak Hadi yanlıları ile Husi’ler arasında yürüse de, savaşanlar sadece bunlar değildir. Hem Yemen’deki El Kaide kolu olan AQAP, hem de “İslam Devleti” bu savaş sürecinde güçlendiler ve savaşın parçalarıdır. Örneğin Yemen’in en büyük vilayeti olarak gösterilen Hadramaut AQAP’ın güçlü olduğu yerlerden biridir. Bunlarla Hadi yanlısı Yemen ordusu arasında da savaş sürmektedir. Kasım ayı sonu Aralık ayı başında AQAP güneyde değişik yerleşim alanlarını ele geçirdi. Kimisi sonradan yeniden ellerinden alındı... “İslam Devleti” de saldırılarını, özellikle intihar eylemleriyle ya da bomba patlatmalar temelinde sürdürmektedir. Örneğin 6 Aralık’ta Aden Valisi’ne karşı gerçekleştirilen bir intihar eylemiyle Vali ve refakatinde olan en az altı kişi öldürüldü. Bu gelişmelerin yaşandığı ortamda Hadi’nin temsilcileriyle Husi’ler arasında yeniden barış görüşmelerinin başlayacağı bilgisi kamuoyuna yansıtıldı. Buna bağlı olarak Hadi, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a gönderdiği bir mektupta görüşmelerin sürdüğü dönemde bir haftalık ateşkesi gündeme getirdi. Buna göre 15-21 Aralık tarihlerinde ateşkes geçerli olacaktı. 15 Aralık’ta barış görüşmeleri Cenevre’de BM önderliğinde başladı, tek yanlı ateşkes de yürürlüğe girdi... Bir kez daha ateşkes bir gün bile sürmedi. Ateşkesi ilan edenler Husi’lere saldırıyı sürdürüyor ve kimi yerleşim alanlarını ele geçiriyordu. Buna rağmen ateşkes 2 Ocak 2016 tarihine kadar resmen sonlandırılmadı. Savaşın gölgesinde yürüyen görüşmelerde tarafların üzerine ilk uzlaştığı sorun karşılıklı olarak kimi tutukluları serbest bırakmaktı. Somut olarak Hadi ve savaş koalisyonundan 265 kişi buna karşı da 360 Husi yanlıları serbest bırakılacaktı. Bu adım görüşmelerin olumlu yönde yürümesine bir işa- panorama bulunan ve hâlâ Yemen’in resmi Başkanı olarak kabul edilen Hadi tarafı ile Husi’lerin Ramazan ayının son günleri için bir haftalık ateşkes hakkında anlaştıklarını ilan etti. Bu ateşkes esasında yardıma ihtiyacı olan insanlara uluslararası yardımı ulaştırmak için düşünülmüştü. İlan edilmesine ilan edildi ama ateşkes bir gün bile sürmedi. Hadi’yi destekleyen savaş koalisyonu güçleri Husi’lere saldırıyı sürdürdü ve 14 Temmuz’a gelindiğinde Aden Havaalanı’nı Husi’lerden geri aldılar. Savaş koalisyonu kara gücü ile Husi’lere karşı giderek ilerliyorlardı. 16 Temmuz’a gelindiğinde ise yurtdışında bulunan eski hükümet mensuplarının Aden’e geri döndüğü ve Husi’lerden geri alınmaya başlanan Aden’de düzeni sağlamaya çalışacaklarının haberi geldi... 17 Temmuz’da Aden’in Husi’lerden tümüyle geri aldıklarını ilan ettiler. Buna bağlı olarak televizyonda açıklama yapan Hadi, Aden’deki zaferin tüm ülkeyi yeniden ele geçirmenin başlangıcı olduğunu ilan ediyordu. Bu gelişmeler yaşanırken Suudi Arabistan ve ortakları 26 Mart 2015 tarihinden beri yapılan bombardımanların en şiddetlisini gerçekleştiriyor ve ajans haberlerine göre en azından 141 kişiyi katlediyor ve 200 kadarını da yaralıyordu. Bu saldırıyı gerçekleştirdikten hemen sonra ise beş (5) günlük tek yanlı bir ateşkesi yürürlüğe koyacağını ilan ediyordu. Kimi yorumcuların haklı olarak yaptığı tespit, Suudi Arabistan’ın dikkatleri başka yöne çekerek sözkonusu saldırılarının üzerini örtmeye çalıştığı yönlü tespitti. Sözkonusu beş günlük ateşkes de başlamadan bitti. Bu arada yanlışlıkla kendi müttefiklerinin güçlerine saldırıldı ve en az 12 kişinin öldürüldüğü belirtildi. Temmuz ayı sonu, Ağustos ayı başında savaşın destekleyicilerinden ABD, Yemen halkına 21 Milyon Dolar değerinde, 35.800 ton buğday yardımı yaptığını açıkladı. Ne büyük sahtekârlık! Yıllarca Yemen’de savaşın bir parçası olacaksın, andaki savaşta Yemen’i her gün bombardımana tutan savaş koalisyonunu, binlerce insanın katledilmesini ve evsiz-barksız kalmasını destekleyeceksin, ondan sonra da ortaya çıkıp “yardımsever” kesileceksin! Sözkonusu buğdayın gerçekte ihtiyacı olanlara ulaşıp ulaşmadığı sorusu da ayrı bir sorun. Kara gücünün Yemen’e sürülmesinden sonra ülkenin güney kesiminde beş vilayetin yeniden ele geçirilmesine bağlı olarak Başkan Hadi, Eylül ayı sonlarına doğru Yemen’e geri döndü. Hadi yanlıları ile çatışan tek güç Husi’ler olmadığından Aden’de düzenin ve güvenliğin sağlanması da zordu. Hadi yanlısı hükü- 39 panorama 40 ret olarak değerlendirildi. Görüşmelerde başka somut bir sonuç çıkmadı. Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koaliyonunun aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda sivili katletmesini gerekçe olarak gösteren AB Parlamentosu, 25 Şubat 2016 tarihinde Suudi Arabistan’a silah ambargosu talep ederek milletvekillerin çoğunluğunun oyuyla bir karar aldı. Karar alınırken “kim Suudi Arabistan’a silah satıyorsa, o kendisini savaş cürmünün ortağı konumuna koymaktadır” açıklaması da yapılıyordu. Ama sözkonusu karar bağlayıcı olmadığından pratikte herhangi bir yaptırım sözkonusu olmadı. Örneğin Almanya ve İngiltere milyarlarca Avroluk silah satışını durdurmayı kabul etme durumunda değil. Bu yüzden de alınan karar sembolikti. 17 Mart 2016 tarihinde ise savaş koalisyonu yeni bir cürüme imza atıyordu. Kalabalık olan bir Pazar yerine yönelik gerçekleştirilen bombardıman sonucu aralarında 22 çocuğun da bulunduğu en az 119 kişi katledildi. Onlarcası yaralandı. 2015 yılı Mart ayında başlayan savaş sonrasında Yemen’deki askeri gücünü geri çektiğini resmen açıklayan ABD emperyalizminin, sadece savaş koalisyonunu desteklemediği, kendisinin hâlâ Yemen’de doğrudan savaşın parçası olduğunu gösteren gelişme ise 22-23 Mart 2016 tarihlerinde El Kaide’ye (AQAP) yönelik saldırıydı. Verilen haberlere göre AQAP’ın bir eğitim kampı bombalanmış ve düzinelerce AQAP üyesi öldürülmüştü. Aynı günlerde “İslam Devleti” de Aden’de üç ayrı intihar eylemi gerçekleştiriyordu. Katletme haberlerinin arasında BM yeniden ateşkes ve barış görüşmeleri konusunda tarafların anlaştığını kamuoyuna duyuruyordu. Buna göre 10 Nisan’da ateşkes ilan edilecek ve 18 Nisan’dan itibaren de barış görüşmeleri başlayacaktı. Görüşmelerin bu sefer Cenevre’de değil de Kuveyt’te yapılacağı da belirtildi. AQAP ve “İslam Devleti” ile herhangi bir görüşme sözkonusu değildi. Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonunun başlattığı savaşın yıldönümü olan 26 Mart 2016 tarihinde ise Sanaa’da yüzbinlerce kişinin katıldığı söylenen ve “Suudi Arabistan’ın zalimce saldırganlığına karşı ortak” mücadeleyi dile getiren pankartların taşındığı, sloganların atıldığı protesto eylemi gerçekleştirildi. Sözkonusu eylemde Husi’leri destekleyen eski Başkan Salih de kısa bir konuşma yaparak, çatışmalara son vermek için Hadi yerine Suudi Arabistan ile doğrudan görüşmelerin yapılması gerektiğini savundu. Husi’lerin reisi Abdülmelik Husi ise televizyonda yaptığı konuşmada, “askeri koalisyonun Yemen’e müdahalesi Yemen halkına yardım olarak gösterildi. Fakat bu, kriminel cinayetler ve soykırım olarak geldi.” diyerek tepkisini dile getirdi. Nisan ayı başında Hadi, Başkan Yardımcısı ve Başbakan Bahah’yı ekonomi ve güvenlikte görevini yerine getirmediği gerekçesiyle her iki görevinden azletti. Yerine Başbakan olarak Ahmed bin Dagher’i ve Başkan Yardımcısı olarak da General Ali Muhsin Ahmar’ı atadı. 10 Nisan’da ateşkes ilan edildi ve savaşın başlangıcından bu yana ilan edilen ateşkesler içinde ilk kez, ilk günden itibaren bozulmayan ateşkes oldu... Buna rağmen gerçekleştirilen bombardıman nedeniyle Husi’lerin heyeti Sanaa’dan yola çıkamadığından görüşmelerin 18 Nisan’da başlamasını engelledi. Görüşmeler gecikmeli olarak 21 Nisan’da başladı. BM temsilcisi önderliğindeki pazarlık masasında yer alan taraflar Hadi’nin temsilcileri ile Husi’lerin ve bunlarla ittifak kuran Salih’in temsilcileri yerlerini aldı. Görüşmeler değişik aralıklarla ve yer yer kopma noktasına gelinip durdurulan ve yeniden başlayarak sürüyor. Ateşkes de, çatışmalara rağmen hâlâ resmen sonlandırılmadı. Bu arada AQAP ile savaşta 800 kadar AQAP’lının öldürüldüğü kıyı şehri Mukalla’nın geri alındığı haberi medyaya yansıdı. Görüşmelerde ise tarafların ilk kez 30 Nisan’da aynı masada yer aldığı ve sonuçta “verimli görüşmelerin” gerçekleştirildiği belirtildi. 30 Mayıs 2016 tarihinde ABD Başkanı Obama’nın Suudi Arabistan’a misket bombası satışını durduğu açıklandı. Savaşta katledilen yüzlerce çocuğun büyük bir bölümünün Suudi Arabistan ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bombardımanlarla katledildiği gerçeği BM’nin hazırladığı raporda dile getirilmiş ve Suudi Arabistan BM tarafından “çocuk katilleri kara listesi”ne alınmıştı. Bu durum ama bir hafta bile nüfusun %80-84’ü acil insani yardıma muhtaç. Bunların büyük bölümü açlıkla karşı karşıyadır. Temiz sudan, ilaçlardan, kısacası temel ihtiyaç maddelerinden yoksundur. Savaşın, özellikle de bombardımanların sonucu yok edilen insanlık kültürü içinde sayılan tarihi eserlerin sayısı belli değil. Avrupalı “açık artırmacılar” Yemen’deki savaştan bu yana “eski kolleksiyonlardaki güney arap eserlerinin” satışının hızlı bir artış gösterdiğini tespit etmektedirler. Yemen sadece yakılıp yıkılmıyor, insanları katledilmiyor, aynı zamanda talan da ediliyor! Sadece Suudi Arabistan’ın savaşa ayda 200 Milyon Avro harcadığı –ki düşük gösterilen bir rakamdır bugözönüne alındığında tüm müttefiklerin bir senede savaşa harcadığı miktarın birkaç milyar Avro ya da ABD Doları olduğu yerde, 21 Milyon kadar insan acil insani yadıma muhtaç ve büyük bölümü açlıkla, açlıktan ölmekle karşı karşıyadır. Böylesi bir durumda emperyalistlerin, bölgesel gerici güçlerin temsilciliğini yapan BM “yardımsever” kesilip Yemen’de milyonlarca insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak için 1,6 Milyar Avro’ya ihtiyaç olduğunu ilan ediyor ve üyelerinden yardım yapılmasını talep ediyor. 18 Mayıs 2016 tarihine kadar yapılan “yardım”ın bu miktarın sadece %16’sı olduğu açıklanıyor. BM temsilcileri bunun skandal bir durum olduğunu tespit ediyor! Gerçekte ise BM’nin kendisi de savaşın tarafıdır ve aldığı kararlarla savaş koalisyonunun ve onların desteklediği Hadi ve yanlılarının arkasındaki güçlerin başındadır. Barış görüşmelerinin şimdiye kadar ciddi bir sonuç getirmemesinin perde arkasında, BM’nin özellikle 14 Nisan 2015 tarihli kararı ve bu kararın Hadi ve taraflarınca dayanak olarak kullanılması yatmaktadır. Sonuçta, gelişmelerin hangi yönde olacağı konusunda kesin bir şeyin söylenemeyeceği bir durum sözkonusudur. Söylenebilecek şey, Yemen’e burjuva anlamda da olsa demokrasinin misafir olarak bile uğramadığı ve bunun için bile daha çok mücadelenin gerektiğidir. Savaş ve çatışmalar da daha uzun süre Yemen halkının yaşamını belirleyecektir. Çözüm, Yemen işçi ve emekçilerinin kendi çıkarlarının bilincine varması, örgütlenmesi ve demokratik devrimini gerçekleştirerek iktidara el koymasıyla sağlanabilir. Buna önderlik edecek devrimci, ya da komünist bir örgütlenme ise, bildiğimiz kadarıyla ne yazık ki mevcut değil. 21.06.2016 panorama sürmedi. Suudi Arabistan’ın raporda aktarılanların gerçek olmadığı konusundaki itirazı sonrasında, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, sözkonusu raporun taraflarca ortaklaşa gözden geçirilmesine, kontrol edilmesine kadar, Suudi Arabistan’ı listeden çıkardı. BM Özel Temsilcisi Haziran ayı başında görüşmelerde tarafların, tutuklanan ve 18 yaş altı genç ve çocukların koşulsuz olarak serbest bırakılması konusunda anlaştıklarını açıkladı. Husi’ler 130 tutukluyu serbest bıraktı ve savaş koalisyonunun aynı sayıda tutukluyu serbest bırakması halinde 4000 kadar tutukluyu serbest bırakmaya hazır olduklarını açıkladılar. Bu konular dışında görüşmelerde şimdiye kadar herhangi bir noktada anlaşma sağlanıp sağlanmadığı belli değil. Hadi tarafı Husi’lerin ağır ve orta ağırlıktaki silahları teslim etmesini ve ele geçirdiği tüm alanlardan geri çekilmesini, bunun sonucunda sağlanan güvenle Sanaa’da tüm tarafların içinde yer aldığı “Birlik Hükümeti”nin kurulabileceğini ve bu “Birlik Hükümeti”nin Yemen’in merkezi sorunlarını çözmek için çalışabileceğini savunmaktadır. Husi’ler ise silahlarını bırakmayı ve ele geçirdiği şehirlerden çekilmeyi, ancak kendilerinin gelecekteki hükümette önemli rol almaları ve Salih’in başkanlıktan devrilmesi sonrasında verilen reform vaatlerinin gerçekleşmesi durumunda kabul edecekleri yönlü tavır takınmaktadır. Tarafların bu yaklaşımları ve taleplerinin uyuşmazlığının ortadan kaldırılması için taraflarca karşılıklı taviz verilmezse, görüşmelerin yeniden ciddi bir sonuç alınmadan biteceğini söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Gidişat, görüşmeleri zamana yayarak ateşkese uymayı daha da güçlendirerek pazarlıklarda tarafları uzlaştırmaya çalışma yönündedir. Başarılı olunacağının hiçbir garantisi ama yoktur. Sonuçta Hadi tarafı ile Husi’ler anlaşsa da Yemen’de savaşın, çatışmaların kısa sürede son bulmayacağı bir durum sözkonusudur. Çünkü çatışanlar, savaşanlar sadece bu güçler değildir. 26 Mart 2015 tarihinde Suudi Arabistan önderliğindeki savaş koalisyonunun Yemen’e saldırmasıyla başlayan savaşın kısa ve kesin olmayan bilançosu ise BM’nin verilerine göre şöyledir: 6500’den fazla ölü, bunların yarısı sivil ve en az 785’i çocuk, 30.000 kadar yaralı (1200 kadarı çocuk), 2,8 milyon kadar insan evinden-barkından edilmiş mülteci durumunda. Sadece Başkent Sanaa’da bombardımanlar sonucu 250.000 insan evsiz-barksız bırakılmıştır. 24 Milyon 41 güncel AVUSTURYA MAUTHAUSEN TEMERKÜZ KAMPI‘NIN 71. KURTULUŞ YILI KUTLANDI M 42 authausen Temerküz Kampı‘nın 71. Kurtuluş yılı ‘Yaşasın Enternasyonal Dayanışma‘ adı altında kutlandı. Geçmiş senelerde çeşitli ülkelerden gelen insanların oluşturdukları geçiş delegasyonlarında sayı sınırlaması yoktu. Bu sene yapılan yeni düzenleme ile, delegasyon katılım sayısı 20 kişi ile sınırlandırıldı. Bu sene ki uygulamalardan bir diğeri, Temerküz Kampı‘nın girişinden başlayan Appel Meydanına kadar olan yürüyüşün iptal edilerek, Appel Meydan’ın da devlet protokolü haline dönüştürülmesi oldu. Bu yeni uygulamalara bağlı olarak, Mauthausen TK kurtuluşunun kutlamalarına katılan insan sayısında ciddi bir düşüş söz konusu oldu. Mauthausen Komi- tesinin resmi açıklamasına bakılırsa 6.000 (altıbin) insan katılmıştı. Bizim tahmin görüşümüz ise 4.000 (dörtbinden) fazla değildi. Bu senenin katılımında ki azalmanın esas sebebleri arasında, yeni uygulamalar önemli rol oynadı. Mauthausen Komitesi daha çok devlet düzeyinde bir katılım gerçekleşirse daha memnun olacağa benziyor. Öyle ya ‘enternasyonal dayanışma‘ devletler arasında oldumu bunlar için daha bir önem kazanır yoksa ne önemi olur. Bunların esas derdi devlet protokollerinin katılmasıdır. Esas kitlelerdeki enternasyonal dayanışma bilincini kırmaktır ve giderek faşizme karşı verilmiş olan mücadeliyi silikleştirmektir. Her sene ki katılımın düşüşü ve katılımcılardaki çoş- güncel kunun azalmasının göstergesinden anlaşılmaktadır. Her sene olduğu gibi, bu yıl da İtalyan katılımcılar en yoğun olarak katılmışlardı. Bu seneki kutlamalar da İtalyan delegasyonun bir bölümü ile Çav Bella Marş‘ını ortak söyledik. İtalyanlar kendi dillerinde biz de kendi dilimizde Çav Bella‘yı ortak söyleyerek enternasyonal dayanışmanın rengini sunmaya çalıştık. Yaşasın enternasyonal dayanışma sloganını atarken İtalyan delegelerden oldukca olumlu tepki aldık ve alkışlandık. Mauthausen Komitesinin uygulamalarını protesto edeceklerini söyleyen devrimci ve anti-faşist gruplar, iş pratiğe geldiğinde gereksiz gördüler. Bazı devrimci ve anti-faşist çevreyle, bu uygulamaların protesto edilmesi üzerine konuşmamıza rağmen, protesto edilmesini kendi kitle katılımlarının azlığından gereksiz gördüler. Oysa ki, daha önceki tartışmalardan bildiğimiz bu uygulamalara karşı çıkacaklarını, protesto edeceklerini söylemişlerdi. Bu şekilde ki değişiklik uygulamalırına karşı çıkılmadığı taktirde, protesto edilmediği taktirde, gelecek dönemlerde daha da silikleşmesini beraberinde geitrecektir. Bu uygulamalara karşı çıkan tek grup vardı o da Komak-ML idi. Komak-ML geçiş esnasında; ‘dayanışma bir başkaldırıdır her yerde faşizme karşı mücadele‘ sloganını atarak geçişini tamamladı. Bir bölüm izleyicilerden de olumlu tepki alkışı aldı. Ağırlıkta Suriye’den kaçan mülteciler olmak üzre, Avrupanın çeşitli ülkelerinde, bu mağdur insanlara karşı çeşitli biçimde saldırılar gerçekleşmektedir. Mauthausen Temerküz Kampının girişinde bir grup insan mültecilerin durumunu, ellerinde çeşitli dövizler taşıyarak gündeme getirdi, protesto etti. YDİ Çağrı okurları olarak Komak-Ml’nin çıkartmış olduğu bildiriyi birlikte dağıttık. Komak-Ml’nin dışında gündeme dair tavır takınan olmadı. Bu bildiri üç dilde ‘ Almanca, İngilizce, Türkçe‘ çıkartıldı. İngilizcesinden 1000 adet, Almancasından 500 adet, Türkçesinden 300 adet dağıtıldı. Türkçesi ektedir. Avusturya Voralberg’ten YDİ Çağrı okurları 15.05.2016 43 güncel Mauthausen Temerküz Kampı-Kurtarılmasının 2016 Törenleri YAŞASIN ENTERNASYONAL DAYANIŞMA! “Bizler yas, çaresizlik ve dehşet hissediyor ve Yahudiler, ‘Çingeneler’ ve siyasi mülteciler olarak sözde demokratik devletlerin sınırları arasında aldırmazlık ve önemsememenin tam ortasında oradan oraya sürülmüş olmanın bir gerçekliliğini hatırlıyoruz. Bizler ‘bir daha asla!’ yeminimize sadığız ve mültecilerle uluslararası dayanışmadaki eksikliğin sorunsallaştırılması uğruna mücadele ediyoruz.” Mauthausen Uluslararası Komitesi 44 Sonunda bu yılki TK-Mauthausen çevresindeki Anma ve Kurtarma Törenleri tarafımızdan çok sıkça atılmış bulunan Yaşasın Enternasyonal Dayanışma! mottosuyla yapılıyor. Onlar yaptıkları yemine sadık kalarak deneyimlerini tarihsel çerçeve içinde tozlandırmaya bırakmadıklarından, bilakis tam da bugün ile bağlantısını kurdukları ve bugün yurtsuzlar, zorla sürgüne sürüklenenler, kaçmak zorunda kalanlar için kullandıklarından Mauthausen Uluslararası Komitesine, Holocaust’tan-canlı kurtulup geride kalanlara ve onların sonraki kuşaklarına müteşekkiriz.1 “Bizler ortak bir yolda, tüm halkların bölünmez özgürlüğü yolunu, karşılıklı saygı yolunu, yeni, herkes için adil, özgür bir dünya inşası büyük eserinde işbirliğinin yolunu yürüyeceğiz.” 2 Mauthausen-TK’sından kurban olarak hayatta kalan insanlar, kendileri gibilerle beraberliklerini denkleştirici olumluluk olarak tümden gerçekten hissettiklerinden ve o zamanların acıları ve zedelenmelerini bugün iyiden fazla bir şekilde hatırlayabildiklerinden bugünün sığınmacılarıyla tüm sınırları aşıcı bir şekilde dayanışma içindedirler. Onlara dayanışmaları, duygudaşlıkları ve empatileri için teşekkür ediyoruz. “İnsan kal, arkadaş, Bir adam ol, arkadaş, tüm işi yap, işe koyul arkadaş… !” Bu, Jura Soyfer (Avusturyalı komünist şair -ÇN) tarafından saptanan anlayıştır. Her kim TK’ından hayatta kalmışsa, hatıraları, deneyimleri ve dersleri fantom ağrıları gibi beraberinde taşımaktadır. 21. Yüzyılda neredeyse imkânsız sayılan sefalet ve Akdeniz üzerindeki mülteci akımları karşısında, Avrupa’da, birçokları için sürpriz bir şekilde kendiliğinden sığınmacılar için güçlü bir yardıma hazır oluş ortaya çıktı. İlk önce bu konuda elbette dayanışmadan daha ziyade hayırseverlik hissediliyor. Sivil yardıma hazır oluşun ilk motifi mültecilerle güçlü bir beraberlik değil, bilakis böylesine fazla umulmadık acı ve inanılmaz sefalet üzerine yalın dehşettir. Akdeniz etrafında gerçekleşen sözüm ona “Arap Devrimi”nin üzerinden henüz çok uzun bir süre geçmedi. Yeni kazanılan “özgürlük”, neredeyse her yerde güçlenmiş mafya tipiyle birlikte yeniden kanlı ordu yapı ve disipline göre örgütlenmiş denetimden ve/veya devlet içi iktidar mücadelelerinden ibarettir. Beyhude ikazlar, çoğu kez olduğu üzere, felaket tellallığı olarak halledildi. Şimdi Ortadoğu’da insani ve elbette devletsel sınırlar, öylesine çok aşılıp aşındırılıyor ki, onların bütünüyle ortadan kaldırılması tehdidi mevcuttur. Ezidiler katliama uğratıldılar ve tıpkı 101 yıl önce tüm dünyanın Ermenilerin maruz kaldığı soykırıma şahit olduğu gibi sözde uygar dünya bunu seyretti. Sadece yoksulların en yoksulları, zayıfların en zayıfları, YPG(Demokratik Birlik Partisi’nin Halk Savunma Birimleri)’nin Kürtleri, Ezidileri kurtarmak için dayanışma, cesaret ve erdemini kanıtladılar. Şimdi de Kürtlerin Tür devleti tarafından katliamlara, kırımlara uğratılmasına sözde uygar dünyanın bu günlerde sanki neredeyse seyirci kalacakmış gibi görünüyor. Ve yine Almanya tarafından (her halükârda AByardım ödemeleri mekanizmaları üzerinden dolaylı olarak) finanse ediliyor. Alman şansölyesinin siyaseti, o ne kadar fazla sağdan eleştirinin çapraz ateşi altında bulunursa bulunsun, insancıl ve yardıma hazır olmaktan başka her şeydir. Alman şansölyesi, a) Alman tarihsel suçu ve b) Alman yeniden birleşme kimliği nedeniyle sadece “Hoş geldiniz-kültürü” (2015 yılının hüsnü-kuruntu sözcüğü) uğruna çaba gösterdi. Alman sanayii üstüne gölge düşmemeliydi. Temkinli ve ağırbaşlı mimik ve jestlerle “Almanlara” karşı husumetleri ele alıyor ve bunların Almanların arasında olmasını engelliyor. Avrupa’nın ulusal hükümetleri saflarında bu konuda halk kitlelerinin olağanüstü yardım etmeye hazır oluşunu enternasyonal bütünlüklü güçlü bir kaide haline getirecek hiçbir işbirliği olmayacağını en başından itibaren doğal olarak biliyordu. güncel “İşte her ikisine birden sahip olamazsınız: Avrupa’daki sosyal soğuklukluğun yeni-liberal bir politikası ve dayanışmacı bir birliktelik. Her ikisi birlikte yürümez. Neo-liberalizm paylaşmacı ve duygudaşça bir davranışı yıkıyor.” diye ünlü bir Alman kadın bir “sol politikacı” şansölyeyi uyardı. Dayanışmacı birliktelik de şansölyenin hedefi değildir. Ulusal hükümetlerden ve elitlerden uluslararası dayanışma beklemek için aslında insanın ne kadar aptal olması gerekir? Oysaki bizzat onlar gerçekte insanlığın geride kalanlarını yersiz-yurtsuz ve doğuştan itibaren sürülmüş, daima sadece ulusal kafes içinde tutan dünyanın milliyetçi icracılarıdır. Aslında ancak insanlığın bu kesimi tarafından enternasyonal dayanışma yaşanabilir ve bu sadece ulusal özel hakların korunması vasıtasıyla boşa çıkarılabilir. Bir zamanlar Rus hukuk bilimcisi vesiyasi aktivist W. U. Lenin, ulus başına her zaman en azından iki “milliyet” vardı, görüşündeydi. Daima sadece bir “milliyet” enternasyonalist olabilir ve ulusal hükümetler hiçbir yerde bu “milliyet”e mensup değildirler. Her ne kadar bütün güç halktan kaynaklansa da, ne yazık ki iktidar hiçbir şekilde halkın elinde değildir. Halklar ancak uluslararası dayanışmayla iktidarı elde edebilirler. Uluslararası yardıma hazır oluş bir başlangıçtır. Ama dayanışma ile Karitas (hayırseverlik) arasında doğal olarak ilkesel bir şekilde fark gözetilmelidir. Dayanışma öncelikle birbirine bağlı olmadır, o birbirine ait olanı bir arada tutan toplumsal harçtır. Yani dayanışmaya – büyük bir laf (!) – aynı zamanda daima büyük duygular eşlik eder. Dayanışmanın hissiyat-kompleksi vardır, oysaki dayanışma her zaman nesnel aidiyetin olgusudur. Örneğin yardım etme sonuçlu merhamet gibi bu olgunun ötesinde yer alan hisler, dayanışma duygusuna destek olarak yanında yer alabilir, evet yer almalıdır, ama tek başına hiçbir dayanışmayı gerekçelendirmez. Mesela hayırseverlik nedeniyle kendisinin azabını azaltmak için bir atı merhamet kurşun atışı ile vurmaya sempati duyulabilir, ama dayanışmacı olunmaz. Avrupalı halk kitlelerinin yardım etmeye hazır oluşları en başından itibaren uluslararası dayanışmaya yönelikti. Bu yardım etmeye hazır oluş nüfusun tüm kesimlerinde hiçbir şekilde zaten gerçek, yaşanan dayanışma değildi, ama bu evet hissedilen dayanışma idi. Bunun karşısında devlet/hükümetin olduğundan daha güzel göstermelerine rağmen, tüm ulusal elitler ve onların hükümetlerinin bütün insan- cıl çabalarının çoğu kez sadece gelecekteki bir diğer serbest ticaret anlaşmasını hedefledikleri unutulmamalıdır. Ama zorluk şuradadır: Dayanışma yalnızca gerçek aidiyetten çıkarak gerçekleşebilir. Ayrıca çelişkili bir toplumda insanlar, çıkarlar ve değerlendirmeler birbirleriyle çok kolayca çelişkiye düşebilirler. Öreğin böylece Almancada çok yüzeysel olarak sonra da bunlar aslında tamamlayıcı olsa da, aynı ve ortak çıkarlardan söz ediyoruz. Almanya ve Avusturya’da patronlar tarafı göç karşısında daha ziyade pek hayırhah duruyor. Buna karşın sendikalar göç ile ilgili olarak çoğu kez yasakçı, yani milliyetçi davranıyorlar. Rekabet toplumunda, insanları birbirleriyle çelişki içine sürükleyen hakeza sıkça tam da aynı çıkarlardır. Böylece onlar kendilerinin aynı çıkarlarından ortak planlar yapmayı gerçekleştiremiyorlar. Sağ politika bu beceriksizliği sahte ortak yanlar ortaya atarak kendisi lehine kullanmayı biliyor. Buna karşın gerçek, eşitlikçi, ilerici siyaset gerçek sosyal birlikteliğin yoğunlaşmasına ve sağlamlaşmasına yöneliktir. Bu ise tüm mülksüz ve vatansızlar için pratikte ancak şu anlama gelebilir: Yaşasın Enternasyonal Dayanışma! KOMAK ML Bilindiği üzere bu yılki Kurtarma Törenlerinin akışı ve programı değiştirildi. Bu değişikliklere karşı protestomuzu yazılıolarak ifade ettik ve TK-Birliği’nin bununla ilgili eleştiri noktalarının tüm içerikleriyle dayanışma içinde olduğumuzuaçıkladık. Bundan dolayı bu konunun ayrıntısına burada girmiyoruz. 2 Mauthausen Uluslararası Komitesi’nin Yemini 1 45 güncel FRANZ STROBL’UN ANISINA A 46 vusturya Marksist Leninist Partisi’nin –AMLPkurucusu ve başkanı Franz Strobl 10 Haziran 2016 Salı günü Avusturya’nın Hainburg kentinde hayata gözlerini yumdu. Franz Strobl 90 yılı aşkın hayatı boyunca “Büyük İnsanlık”ın kurtuluşu için, sömürüsüz bir dünya için savaşmış bir komünistti. O, bir işçi ailesinin çocuğu olarak daha küçük yaşlarda, işçi sınıfının ve emekçi yığınların sömürülmesi temelinde yükselen zenginliğin, işçilerin emekçilerin yoksulluğu anlamına geldiğini yaşayarak gördü. Genç yaşlarında işçilerin yoksulluğunun bir kader olmadığını, bunun kapitalist sistemin sonucu olduğunu, buna karşı mücadele edilmesi gerektiğini kavradı. Mücadelenin ancak örgütlü olarak yürütüldüğünde başarılı olabileceğini kavradı. Onun bunları kavramasında örnek aldığı ve 1930’lu yıllarda devrimci Komünist bir parti olan Avusturya Komünist Partisi önemli rol oynadı. Franz genç yaşlarında Avusturya Komünist Partisi’nin örgütlü bir üyesi olarak mücadeleye katıldı. Avusturya’nın Nazi Almanya’sı tarafından işgalini yaşadı. İşgale, faşizme karşı mücadeleye illegal Komünist Parti saflarında katıldı. İkinci Dünya Savaşı ertesinde yasal statü kazanan Komünist Parti’de Franz Strobl partinin Eğitim ve Yayıncılık bölümlerinde çok önemli görevler üzerlendi. 1956’da SBKP 20. Kongresi ertesinde revizyonist SBKP yöneticilerinin bütün dünyada “kardeş partileri”ne dayattığı revizyonist çizgiye karşı giderek artan bir açıklıkla tavır aldı. Partinin diğer yöneticilerinin uzlaşma taleplerini geri çevirdi. 1960 başlarında giderek daha fazla açığa çıkan uluslararası komünist hareketin genel hattı konusunda çizgi mücadelesinde SBKP’nin revizyonist çizgisine karşı ÇKP’nin çizgisi yanında tavır aldı. Genel Hat hakkında bu mücadelenin 1963 yılında kamuoyu önünde açıkça yürütülmeye başlanmasından hemen sonra, birkaç yoldaşı ile birlikte açık tavır koydu. Revizyonistleşen parti önderlerinin uzlaşma önerilerini geri çevirdi. Tehditlere pabuç bırakmadı. Parti içinde mücadele imkanlarının kalmadığını gördüğü noktada birkaç yoldaşı ile birlikte Avusturya Komünist Partisi’nden ayrıldı. Kısa bir grup dönemi ertesinde, Avusturya Marksist Leninist Partisi’nin kurulmasına önderlik etti. 1964’de onun redaktörlüğünde ilk sayısı yayınlanan “Rote Fahne” (Kızıl Bayrak), Avrupa’da yeni oluşmaya başlayan yeni Marksist Leninist hareketin ilk gazetesi oldu. Ve bütün diğer batı Avrupa ülkelerinde revizyonist Komünist Parti’lerinden kopuşa çağırının sesi oldu. Avrupa’daki genç Marksist Leninist güçlere cesaret verdi. Franz Strobl’in en önemli özelliklerinden biri onun şu veya bu öndere, şu veya bu “büyük” ağabey! partiye değil, kendi kavradığı ölçüde ML bilimine, komünizm davasına bağlı olmasıydı. Bu özellik kendini daha sonraki gelişmeler içinde de gösterdi. Franz Strobl, 1960’lı yıllarda oluşan yeni ML hareket içinde, bu hareketin merkezi kabul edilen Çin Ko- güncel münist Partisi’ndeki revizyonist gelişmeyi gördüğünde, yanlışlara karşı açık tavır takınmayı görev bildi. Eleştiriler nedeniyle ÇKP’nin “dostluğu”nu yitirdi. Ardından benzer gelişmeler Arnavutluk Emek Partisi’nde de yaşanınca, gördüğü yanlışlara açık tavır takınarak, AEP’nin “desteğini” de yitirmeyi, kopmayı göze almaktan çekinmedi. Onun için “revizyonistlerin “dostluğu” değil, düşmanlığı onur”du. Franz Strobl, bir komünist önder olarak tabii ki hatasız değildi. O Stalin’in “Yalnızca ölüler hata yapmaz” sözlerini sürekli yinelerdi. Önemli olanın hataların görüldüğü yerde özeleştiri ile aşılması idi. Onun kuşkusuz en büyük hatası, biraz da yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak, haklı olarak savunduğu “Partiyi temiz tutmak gereklidir” ilkesini, yer yer genç unsurlara güvenmeme pratiğine dönüştürmesi idi. Partiyi koruma adına uyguladığı aşırı dar kapı politikası sonuçta partinin varlığını sürdürecek genç haleflerin kazanılıp, yetiştirilmesini engelledi. Parti giderek sağlam eski kadroların yaşlılık sonucu verim düşmesi, yaşlılık ölümleri sonucu kan kaybetti. Franz bu hatayı gördüğü zaman iş işten geçmiş, parti giderek pratikte yok olmaya yönelmişti. Hayatının son döneminde Franz Strobl, siyasi açıdan, Avrupa Birliği bağlamında, ulusal bağımsızlığı savunma adına yanlış bir çizgiyi Kızıl Bayrak’ta savunmaya başlamıştı. Franz ağır hasta olduğu son günlerinde bile kaygısının merkezinde komünizm davası olan, kendisini ziyarete gelenlerle yeni –belki son –bir Kızıl Bayrağı nasıl çıkaracağı konusunda konuşan bir devrimci idi. Franz, komünist olmayı insan olmakla eşitleyen bir Komünistti. Onun anısı önünde saygı ile eğiliyoruz. 19.06.2016 47 güncel AVUSTURYA MARKSİST-LENİNİST PARTİSİ (AMLP)‘NİN KURUCUSU VE MERKEZİ SEKRETERİ FRANZ STROBL YOLDAŞIMIZ ARTIK YAŞAMIYOR… YOLDAŞLARI OLARAK ONU SONSUZLUĞA UĞURLADIK… U 48 zun zamandır hasta olan Franz Strobl 15.06.2016 tarihinde belli bir süreden beri kaldığı huzurevinde gözlerini hayata yumdu. Uzun süreden beri onunla yakın bir şekilde ilgilenen KOMAk-ML (Komünist Eylem-Marksist-Leninist)’li yoldaşlar onun cenaze ve defin töreni için her türlü bürokratik işlemleri yerine getirerek bunun yerine getirilmesi hazırlıkları için RKP(Aİ) [Devrimci Komünist Partisi (İnşa İnisiyatifi) ile Avusturya YDİ Çağrı Dergisi Okurlarını bilgilendirdiler. Bu üçlü grup kolektif bir çalışma içinde hazırlıkları yürüttü. Onun ölümünden sonra yoldaşları iki adet değişik içerikte Almanca ölüm ilanı çıkartmış; cenaze töreni ve defin işleminin ne zaman yapılacağı Franz Strobl’ın bu zamana kadar yaşamış olduğu köyde dağıtılmış ve mezarlığın ve muhtarlığın panosuna asılmıştır. Bir diğer ölüm ve cenaze ilanı ise devrimci, demokrat kamuoyuyla paylaşılmıştır. Devrimci demokrat kamuoyundan bazı dergi ve gazete çevreleri cenaze sahiplerini arayarak ve aynı zamanda smsmesajı yoluyla taziye dileklerinde bulunmuşlardır. Taziye dileklerinde bulunan dergi ve gazete çevreleri şunlardır: Özgür Gelecek, Alınteri, Halkın Günlüğü, Komintern adlı sendikal grup. Yine Franz Strobl’u yakından tanıyanlardan İran kökenli bir devrimci smsmesajı yoluyla cenaze sahiplerine şu mesajı iletmiştir; ‘’ Franz Strobl’un ölümünü üzülerek öğrendim. O büyük bir Marksist-Leninist idi ve Avusturya işçi sınıfı hareketine ideolojik olarak büyük katkılar sundu. Temennim yolunun devam ettirilmesi!’’. Bunun yanında, Bolşevik Parti Kuzey Kürdistan/ Türkiye ve Bolşevik İnisiyatif Almanya’nın ortak taziye yazısı Türkçe ve Almanca olarak cenaze sahiplerine ulaştırmışlardır. Yine Almanya’dan cenaze sahiplerine AMLP’nin merkezi yayın organı Kızıl Bayrak’ın bir okuyucusu sms-mesajı yoluyla şu Almanca mesajı iletmiştir. ‘Franz Strobl ile tanışmak istediğini, bunun bir türlü gerçekleşmediğini, hep bir- likte Kızıl Bayrak’ın özel bir sayının çıkartılmasını önermektedir. Bu zamana kadar da Franz Strobl’a yardımcı olanlara ve destekleyenlere teşekkür etmektedir’. Cenaze törenine köyden bazı sakinleri/komşuları ve Franz Strobl’un uzun zamandır ev doktorluğunu yapan kişi de cenaze törenine katılmıştır. Franz Strobl’in cenazesi dini törenle değil üç gruptan oluşan yoldaşlarının hazırlamış olduğu devrimci bir programla yapılmıştır. Franz Strobl’in resmi küçültülerek cenazeye katılan insanların yakalarına takmışlardır. Cenaze töreni mezarlığın salonunda gerçekleşmiştir. Salon önceden çiçekler, iki kızıl bayrak, tabutunun önünde Franz Strobl yoldaşın resmi, iki adet Kızıl Bayrak’ın 300. Sayısı ve ölüm ilanı ile donatılmıştır. Katılanlar sunucu tarafından selamlandıktan sonra Bolşevik Parti Kuzey Kürdistan/ Türkiye ve Bolşevik İnisiyatif Almanya’nın ortak taziye yazısı Almanca ve Türkçe olarak okunmuş; ardından önceden Almancası katılanlara dağıtılmış bulunan cenaze ve defin törenine ilişkin siyasi içerikli ilan Almanca ve Türkçe olarak okunmuştur: Bunun Türkçe metni şöyledir: “ Franz Strobl artık yaşamıyor… Struppi (saçları taranmamış -ÇN) her zaman inatçı / fikrinde ısrar eden birisiydi, diyorlardı onun eski kadın-erkek yoldaşları. “Struppi”, O KPÖ (Avusturya Komünist Partisi – ÇN)’de hâlâ fonksiyoner olduğu sırada onun daha önceki adıydı. O, bu partinin teorik organı “Weg und Ziel” (Yol ve Hedef -ÇN)’in yönetici redaktörü idi; günün birinde Onun, “yukardan gelen emir” üzerine Arnavutluk hakkındaki bir haberi dolambaçlı bir şekilde değiştirmesi gerekiyordu. Aslında Sovyetler Birliği ve onun izindeki KPÖ Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’ndeki gelişme üzerine olumlu haberler istemiyorlardı. Franz Strobl bunu reddetti ve bir saat içinde tüm fonksiyonlarından azledildi. O ise Sovyetler Birliği ve KPÖ içindeki reviz- 25. 06. 2016 Cenaze ve defin törenine katılan Avusturya YDİ Çağrı Okurları güncel yonizm hakkındaki eleştirisini bir o kadar daha sert bir şekilde dile getirdi. Kendisinin ölümüne dek çıkaranı olduğu “Rote Fahne” (“Kızıl Bayrak” -ÇN)’ı, anti-revizyonist, Marksist-Leninist Gazete olarak 1963 yılında kurdu. Sonra KPÖ’den kovuldu ve 1966’da Avusturya’nın Marksist- Leninistleri’nin kurucularından biriydi. 1967’de Avusturya Marksist-Leninist Partisi (AMLP)’nin kurulmasına önayak oldu. O, 1952’deki SBKP’nin 19. Parti Kongresi’ndeki parti bürokratlarının bir kliğinin oluşması ile ilgili öz eleştiriyi ciddiye alan, 1963’den itibaren Arnavutluk Emek Partisi ve Çin KP’nin Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin restorasyonu hakkındaki eleştirisini tutarlı bir şekilde üstlenen ve KPÖ içindeki ve uluslararası alandaki Kruşçef ve Brejnev’in papağanlarına güçlü ifadelerle saldıran ve onları teşhir eden KPÖ’nün biricik merkezi fonksiyoneri idi. Franz Strobl ve “Rote Fahne”, 1970’li yıllarda Çin KP içindeki revizyonist gelişmeyi (Örneğin Deng Hsiao-Ping ve Üç -Dünya Teorisini) kamuoyu önünde mahkûm eden ve Arnavutluk Emek Partisi’nin siyasi çöküşü ile ilgili eleştirisinde sözünü esirgemeyen dünyanın ilk Marksist-Leninist güçleri arasında idiler. Franz Strobl kendisinin devrimci katkılarıyla on yıllar boyunca giderek yeniden insanları heyecanlandırdı ve Avusturya ve dünyadaki egemen kapitalist koşullardan hoşnut olmayan insanları mücadeleci davranmaya cesaretlendirdi. Franz Strobl, Avusturya’da güçlü bir komünist mücadele partisi inşa etmek hedefine ulaşmadı. Ama diğer ezilenler ve sömürülenler bu konuda çalışmayı sürdüreceklerdir… Senin kadın-erkek yoldaşların” [Franz Strobl’un kendisinin kaleme aldığı anılarının büyük bir bölümü, Türkçeye çevrilerek iki sayı boyunca YDİ-Çağrı’da yayınlanmıştır. (Bakınız: YDİ Çağrı sayı 166, 167, 168) Bu konuda ayrıntılı bilgi için buraya bakılabilir] Sonra sunucu arkadaş Almanca, Türkçe ve Zazaca katılanlara teşekkür ederek törenin bittiğini, karşıdaki mezarlıktaki defin törenine geçileceğini bildirmiştir. Tüm tören boyunca arka planda uygun müzik çalınmıştır. F. Strobl yoldaşımızın naaşı mezarlığa götürülürken Viyana İşçi Marşı Almanca-Türkçe mırıldanılmıştır. Mezarına atılması için güller ve karanfiller alınmış ve bütün katılımcılar Franz Strobl’in mezarına bir kürek toprakla birlikte çiçekleri mezarına atmışlardır. Enternasyonal Marşını katılan kitlenin okuması için Türkçe ve Almanca olarak iki dilde hazırlamış, merasim sonunda iki dilde okunmuştur. Cenaze töreni bir komünistin nasıl uğurlanması gerekiyorsa o şekilde gerçekleşmiştir, diye düşünüyoruz. Cenaze ve defin törenine toplam 20 kadar insan katılmıştır. Bunca zamandır Franz Strobl’i tanıyan devrimci örgüt ve dergi ve gazete çevrelerinden elektronik mesajla katılacaklarını bildirenler cenaze törenine ne yazık ki katılmamışlardır. Cenaze ve defin merasiminden sonra katılımcılar yakındaki bir lokale davet edilmişler ve orada sohbet ve kısa bir değerlendirme yapılmıştır. Buraya katılanların tümü cenaze + defin masraflarına katkıda bulunacaklarını, katılımcılar Franz Strobl’un ‘’ Bir Kızıl Bayrak daha çıkartabilir miyiz?’’ düşüncesini bir vasiyet olarak algılamış ve gelen öneriyi de değerlendirerek, cenaze törenine gelen mesajlardan / yazılardan oluşan bir özel sayı Kızıl Bayrak çıkartmak için ortak karar aldılar. En geç 10. 07. 2016 tarihine kadar son redaksiyonunun yapılması hakkında görüş birliğine varıldı. RKP (Aİ) ile Komak-ml’ye ulaşan taziye mesajlarının bir araya getirilmesi, var olan belge, yazı, mesajlar ve fotoğrafların bir elde toplanması gerektiği saplandı. Hepimizin başı sağolsun… 49 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 50 ‘BÜYÜK PROLETER KÜLTÜR DEVRİMİ’ ÜZERİNE! (III) ‘Kültür Devrimi’ Döneminde Yapılan Propaganda ‘Kültür Devrimi‘ sırasında, Marksizm-Leninizm propagandası yerine geniş bir şekilde “Mao Zedung Düşüncesi”nin propagandası yapıldı. Lin Biao, “Mao Zedung Düşüncesi‘ni” “yepyeni bir çağın” MarksizmLeninizmi olarak niteler. Bu formülasyon açıkça Leninizmin eskidiğinin resmen ilanı idi. Lin Biao’nun devrilmesine kadar “Mao Zedung Düşüncesi”, yeni çağın Marksizm-Leninizmi olarak savunulur. “Büyük Proleter Kültür Devrimi“nde, Marksizm-Leninizm bilimi yerine savunulan temel düşünce “Mao Zedung Düşüncesi”dir. ‘Kültür Devrimi‘ sırasında yayınlanan birçok belgede, ‘kapitalist restorasyonu önlemek için mutlaka ‘Proleter Kültür Devrimi’nin gerekli olduğu düşüncesi işlenir. ÇKP X. Parti Kongresi’ne sunulan raporda “ilerde daha onlarca ‘Kültür Devrimi’ gereklidir’“ ifadesi yer alır. ‘BPKD‘, Çin’de revizyonistlerin ele geçirdiği iktidarı geri almak için yürütülen muazzam bir kitle hareketidir. Bütün dünyada Marksist-Leninistler, bu devrimden birçok şey öğrendiler. ‘Kültür Devrimi’nde Mao Zedung’un oynadığı rol önemlidir. Çin ‘Kültür Devrimi’nin yapılmasını gerekli kılan özel bir durum vardı. Bu özel durumun genelleştirilmesi, her ülkede mutlaka yapılması gerektiği, ‘Çin’de daha onlarca kere tekrarlanması‘ gerektiği görüşleri yanlıştır. Yani devrimlerden sonra her ülkede mutlaka revizyonizm hâkim hale gelecek ve revizyonizme karşı ‘Kültür Devrimi‘ yapılacak! Kimi “Mao Zedung Düşüncesi“ savunucuların‚‘BPKD’yi bu içerikle genelleştirmeleri yanlıştır. ‘BPKD‘, parti ve devlet içinde önemli mevkileri elinde tutan ‘kapitalist yolda giden iktidar sahipleri’ne karşı yönelen siyasi devrimdir. Bu devrim kültür alanında bir tartışma ile başlamasına rağmen, gelişme içinde tüm alanlarda devrimle karşıdevrim arasındaki bir hesaplaşmaya dönüştü. Çin’de ‘Kültür Devrimi‘ öncesinde, revizyonistler büyük ölçüde, hâkim duruma gelmişlerdi. Revizyonistler, devlet ve parti içinde pek çok kilit noktayı ele geçirmişlerdi. Parti hemen hemen bütünü ile kontrolleri altında idi. ‘Kültür Devrimi‘ Çin’deki bu özelliğin sonucu ortaya çıkan ve gelişen bir olaydır. Marksist-Leninistler, kitlelerle birlikte, revizyonistlere karşı harekete geçmek zorundaydılar. Revizyonistlerin, burjuva yolcularının parti ve devlet kademeleri içinde hâkim hale gelmelerinde kuşkusuz objektif şartların önemli rolü vardı. Çin’de demokratik devrim zafer kazanmasına rağmen ekonomik olarak geri bir ülkeydi. Revizyonistler özellikle ‘iktisadi kalkınma‘ maskesi ardında gizlendiler. Uluslararası planda Kruşçev modern revizyonizmi hâkim hale gelmişti. ÇKP içerisinde de modern revizyonizmden etkilenenlerin sayısı az değildi. Bu sorunlar andaki durumun objektif şartları idi. Ama revizyonizmin hemen hemen tüm partiyi ele geçirmesini yalnızca objektif şartlar açıklayamaz. Bunda sübjektif unsurların da, yani Marksist-Leninistlerin yaptıkları belli hataların da payı vardır. ‘Kültür Devrimi’nde, sosyalizmde, burjuvazinin sınıf olarak komünizme kadar var olacağı tezi savunuldu. 1966’da, milli burjuvazi için kâr vardı. Eskiden burjuvazinin mülkü olan kimi devlet işletmelerinden bu eski sahiplere kâr payı veriliyordu. Kültür Devrimi’nde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesinin propagandası yapılmadı. Tam tersine, sosyalist üretim ilişkileri altında da burjuvazinin sınıf olarak var olmaya devam edeceği Mao Zedung Düşüncesi’nin teorik keşfi olarak gösterildi. Hatta Sovyetler Birliği‘nde burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesi eleştirildi. Burjuvazinin komünizme kadar var olacağı tezi dünyanın bütün ülkeleri için geçerli bir yasa olduğunun propagandası yapıldı. Çin’de burjuvazinin var olması sorun edilmediği gibi, parti içerisinde iki çizgi mücadelesinin normal olduğu savunuları öne çıktı. Kültür Devrimi, ÇKP’nin Kültür Devrimi öncesi yaptığı hataların sorgulanması yapılmadı. Daha da ileri gidilerek ÇKP’nin kimi hataları bütün dünya ülkeleri için geçerli doğru ilkeler olarak savunuldu. Revizyonistlerin neden egemen hale geldiği sorularına cevap verilmedi. Her altıyedi yılda bir periyodik olarak ‘Kültür Devrimi’nin yapılması gerektiği tespit edildi. Çin’deki özgül şek- Ve Diğerleri ‘Kültür Devrimi’ sırasında “devrimci sanat ve edebiyat” konusunda marksist-leninist dünya görüşünü ilerlettiği söylenen ve propagandası yapılan yazılar şunlardır: “Yeni Demokrasi Üzerine.” Bu makale 1940’ta Mao Zedung tarafından yazılmış bir makaledir. Bu makalede Mao; Çin’in gidiş yönünü, nasıl bir Çin kurmak istediklerini, Çin’in tarihsel özelliklerini, Çin devriminin dünya devriminin bir parçası olduğunu, yeni demokrasinin siyaseti, ekonomisi, kültürü vb. sorunlar üzerinde durur. Bu makale Mao Zedung’un yeni demokrasi siyasetini ortaya koyan mükkemmel bir makalesidir. (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, cilt 2, s. 340, Şubat 1975, Aydınlık Yayınları, İstanbul) “Yenan’da Edebiyat ve Sanat Üzerine Konuşmalar. (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, c. III, s.128, Aydınlık Yayınları, Mart 1976 İstanbul) “’Liang Dağındaki İsyancılara Katılmaya Zorlamak’ Adlı Operanın Seyrinden Sonra Yenan’daki Pekin Operası Tiyatrosuna Mektup! (“Mao Tse-tung, Der Große Strategische Plan, Dokumente zur Kulturrevolution”, Joachim Schickel, s. 59, VoltaireHandbuch, Hamburg, 1969) “Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Ele Alınması Üzerine” (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, c. V, s. 441, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978 İstanbul) “ÇKP Propaganda Çalışmasıyla İlgili Milli Konferansında Konuşma” (Mao Zedung, “Seçme Eserler”, c, V, s. 483, Aydınlık Yayınları, Kasım 1978 İstanbul) Fakat ‘Kültür Devrimi’ sırasında kitleler içinde yalnızca Mao’nun bu eserleri değil, Marks, Engels, Lenin, Stalin’in de birçok eseri değişik dillerde milyonlarca basılarak, yaygınlaştırılır. ‘Kültür Devrimi’ bu açıdan bir kuşağın ML eserlerle tanışmasının, onları okuyup incelemesinin yolunu açan bir yana sahiptir. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Kızıl Kitap Kızıl Kitap, 1 Ağustos 1965’de Halk Kurtuluş Ordusu tarafından temel eğitim malzemesi olarak basılır. Kızıl Kitap, 33 ayrı bölüm ve 427 Mao Zedung alıntısının yer aldığı kitaptır. Kızıl Kitap, Mao’nun seçme sözlerinin yer aldığı Çin Devrimi’nde Mao’nun değişik dönemlerde yazdığı yazılarda savunduğu görrüşlerin özeti sayılabilecek bir eserdir. Kızıl Kitap, Mao’nun 1927’deki ilk önemli yazısı olan “Hunan’daki Köylü Hareketi Hakkında Bir Araştırma Raporu” ile başlayıp 1964 yılına kadar olan konuşma, makale, kitap ve kendisiyle yapılan mülakatlardan seçilen sözlerin derlenmesinden oluşur. Aralık 1966’da Kızıl Kitap’ın ikincisi baskısı yapılır. Kızıl Kitap, artık Halk Kurtuluş Ordusu içerisinde okunan bir kitap olmaktan çıkar. Kızıl Kitap, tüm Çin’e ve dünyaya yayılır. 16 Aralık 1966’da, Lin Biao, Kızıl Kitap’a bir önsöz yazar. ‘Kültür Devrimi’ sırasında her eylemcinin elinde Kızıl Kitap vardır. Kızıl Kitap dünya çapında da en fazla yaygınlaşmış kitaplardan biridir. ✒ liyle ‘Kültür Devrimi‘nin hep yeniden yaşanması gerektiği, bunun sosyalist inşanın bir yasası olduğu savunuldu. ‘Kültür Devrimi’ sırasında kitleler içinde yayılan düşünce Lin Biao’nun baş temsilciliğini yaptığı “Mao Zedung Düşüncesi”dir. ‘Kültür Devrimi’ doğru bir önderlik ve çizgi altında yürümediği için amacına ulaşamadı. ‘Kültür Devrimi’ sırasında ve sonrasında daha önce yapılan hatalar özeleştirici bir şekilde tahlil edilmedi ve revizyonizm yok edilemedi. ‘Kültür Devrimi’ sonrasında toplanan ÇKP 9. Parti Kongresi “Mao Zedung Düşüncesi” adına bir dizi hata ve sapmayı parti çizgisi haline getirdi. 51 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 52 Lin Biao İktidar Mücadelesini Kaybediyor Dokuzuncu Parti Kongresi’nden sonra ülke çapında mücadele, eleştiri, dönüşüm hareketi başlatılır. Dokuzuncu Kongre sonrasında ‘Kültür Devrimi’ pratiğinden giderek uzaklaşılır. İktidar kavgaları başlar. Bugünün ‘ÇKP’li burjuvaların bu dönem hakkında verdiği bilgiler ilginçtir. Bu bilgileri özetlemek gerekirse; Hava kuvvetleri komutanı Wu Faxian’dır. Ekim 1969’da Wu Faxian, Lin Biao’nun oğlu Lin Liguo’yu hava kuvvetleri karargahı savaş bölümünün başkan yardımcılığına atar. Lin Biao ve oğlu askeri darbenin hazırlıklarını yapar. Lin Biao, aynı zamanda Mao’ya suikast yapılması emrini verir. Mao, Hangzhou’ya gelir. Planlanan gezisini erken bitirerek Pekin’e döner. Çünkü suikastın planlandığı tarih 12 Eylül 1971’dir. Mao’nun 12 Eylül’den önce Pekin’e dönmesi suikast planının başarısızlığa uğramasına neden olur. 13 Eylül 1971’de Lin Biao, eşi ve oğluyla birlikte uçakla kaçarlar. Uçak, Moğalistan’daki Undur Khan bölgesine düşer ve içindekilerin hepsi ölür. ‘ÇKP’li burjuvaların yazdığına göre Lin Biao, askeri darbe planları ve Mao’ya yapmayı planladığı suikast açığa çıkınca, çareyi kaçmakta bulmuştur! Eylül sonu 1971’de Moğolistan Halk Cumhuriyeti adına bir açıklama yapılır. Yapılan açıklamada; 13 Eylül gecesi bir Çin Halk Cumhuriyeti uçağının Moğolistan Halk Cumhuriyeti hava sahasını ihlal ederek düştüğünü ve uçakta bulunan dokuz kişinin öldüğü belirtilir. Açıklamada ayrıca uçakta bulunan bir tabanca ve bulunan belgelerden sözkonusu uçağın Çin Halk Cumhuriyeti hava kuvvetlerine ait olduğunun belgelendiği açıklanır.1972 yazında Mao Zedung, Fransa Dışişleri Bakanı Maruice Schumann ve Sri Lanka Başbakanı Sirimavo Bandranaike ile görüşmelerinde, Lin Biao’nun bir askeri darbe hazırladığı, bu darbe planı ortaya çıkınca Sovyetler Birliği’ne kaçmaya çalıştığı, bu kaçış sırasında uçağın düştüğü, Lin Biao ve yanındakilerin öldüğü bilgisini verir. Lin Biao’nun uçak kazasında ölmesinden sonra ÇKP Merkez Komitesinde, Lin Biao’nun ekibinden olduğu düşünülen kişiler görevlerinden alınır. Askeri Komisyon Genel Bürosu dağıtılır. Askeri Komisyon’un günlük işlerinin yürütülmesi için Ye Jian-ying sorumluluğunda Askeri Komisyon Çalışma Konseyi oluşturulur. Mao’nun halefi olarak görülen Lin Biao’yu eleştirmek için ülke çapında bir düzeltme hareketi başlatılır. Lin Biao’nun ‘suçları’ mahkûm edilir! Lin Biao’nun mutlak bir Konfüçyüs taraftarı olduğu tespitleri temelinde “Lin Biao ve Konfüçyüs’e Eleştiri” kampanyası yürütülür. Nisan 1972’de Çu Enlay’ın girişimi sonucu Halkın Günlüğü gazetesinde bir başyazı yayınlanır. Lin Biao’nun yanlış politik ve örgütsel çizgisinin eleştirilmesi gerektiği, sağ ve soldan gelen eleştirilerin aşılması gerektiği vurgulanır. (Bkz. Lin Biao ve Konfüçyüs’e Eleştiri, Seçme Makaleler, Alm. Yabancı Dillerde Yayınevi, Pekin 1975) Çin Dış Politikasında ki Kimi Gelişmeler İlk defa 9. Parti Kongresi’nde, Sovyetler Birliği’nin sosyalemperyalist olduğu tespitleri yer alır. ÇHC’nin dış siyasetinde giderek dünyada iki süper güç olduğu, Sovyetler Birliği’nin daha saldırgan güç olduğu tespitleri yapılmaya ve ağırlık kazanmaya başlar. 1971 Ekim’inde Çin Halk Cumhuriyeti, BM Güvenlik Konseyi devamlı üyelik statüsünü kazanır ve Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden biri olarak resmen dünya siyasetinin en önemli aktörlerinden biri haline gelir. Temmuz 1971’de ABD başkanının ulusal güvenlikten sorumlu yardımcısı Henry Kissinger, Çin’e gizli bir ziyaret yapar. Şubat 1972’de, ABD başkanı Nixon Çin’i ziyaret eder ve Mao ile görüşür. Görüşmeler sonucunda Çin/ABD Şanghay Ortak Bildirgesi, 28 Şubat’ta Şanghay’da imzalanır. Çin/ABD ilişkileri giderek bir yumuşama sürecine girer. Aynı yıl içerisinde İngiltere, Hollanda, Yunanistan, Batı Almanya, Japonya, Avustralya ÇHÇ ile diplomatik ilişkilere girer. 22 yıldır Çin’i dışlamaya çalışan emperyalist güçler şimdi Çin ile diplomatik ilişkiler kurma konusunda yarış içine girer. 25 Ekim 1971’de, 26. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplanır. 26. Genel Kurul, Çin Halk Cumhuriyeti’nin meşru konumunu kabul eder. Komintang kliğinin Birleşmiş Milletler örgütlenmele- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ÇKP 10. Parti Kongresi 24-28 Ağustos 1973’te Çin Komünist Partisi 10. Kongre’si Pekin’de toplanır. Dokuzuncu Kongre’de yapılan tüzük değişikliğine göre, Parti Kongreleri her beş yılda bir toplanması öngörülür. Ancak 10. Kongre, 9. Kongre’den dört yıl sonra toplanır. Kongre’ye 28 milyon parti üyesini temsilen 1249 delege katılır. Bu Kongre, Mao Zedung’un katıldığı son kongredir. Kongrede, ‘Kültür Devrimi’nde Mao’nun yanında Çiang Çing’le birlikte ön saflarda yer alan Çang Çunçiao, Yao Wen Yüan ve Wang Hong Wen tarafından hazırlanan siyasi raporu Çu En Lay okur. Onuncu Kongre; Dokuzuncu Kongre’nin hem politik hem de örgütsel çizgisini onaylar. 9. Parti Kongresi’nin “sosyalizm şartları altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi” ve ‘Kültür Devrimleri’nin gerekliliği ve ‘Kültür Devrimi’nin tam zamanında yapılmış büyük bir siyasi devrim olduğu vb. tespitlerine sahip çıkılır. Fakat aynı zamanda, daha 9. Parti Kongresi öncesinde Çen Bo Da ile birlikte 9. Parti Kongresi’nin çizgisine karşı çıktığı iddia edilen “parti düşmanı Lin Biao karşıdevrimci çetesi” mahkum edilir. 10. Parti Kongresi, aynı zamanda 9. Parti Kongresi’nin çağın “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin topyekün zafere ilerlediği” yeni bir çağ olduğu, Mao Zedung Düşüncesi’nin bu yeni çağın Marksizmi olduğu tespitlerini, özeleştiri yapmadan geri çeker. Bizzat Mao’dan alıntılarla; “Biz hâlâ emperyalizm ve proleter devrimi çağında yaşıyoruz. Leninizm emperyalizm ve proleter devrimi çağının Marksizmidir. Lenin’in ölümünden sonra dünya durumunda muazzam değişiklikler olmuştur. Fakat çağ değişmemiştir, Leninizmin temel ilkeleri eskimemiştir ve bunlar hâlâ bizim düşüncelerimize yön veren teorik temellerdir.” (ÇKP 10. Kongre Belgeleri, Almanca, s. 25) tespitlerini yapar. 10. Kongre, Merkez Komitesi’ne 195 asil ve 124 yedek üye seçer. ‘Kültür Devrimi’ sırasında kapitalist yolcu olarak nitelendirilen ve partinin 9. Merkez Komitesi dışında kalan, Deng Siao-ping, Wang Jiaxiang, Ulan Hu, Li Jing Quan, Tan Zhenlin ve Lio Chengzhi yeni Merkez Komitesi’ne seçilir. 31 Ağustos 1973’te, ÇKP 10. Merkez Komitesi tam katılımlı birinci toplantısını yapar. Mao Zedung başkan seçilir. Çu En Lay, Wang Hong Wen, Kang Cheng, Ye Jian-ying ve Li Desheng ÇKP Merkez Komitesi’nin başkan yardımcılıklarına seçilir. Çiang Çing, Çang Çunçiao, Yao Wen Yüan ve Wang Hong Wen siyasi büroya seçilir. Daha sonra ‘Dörtlü Çete’ olarak adlandırılanlar bunlardır. ✒ ‘Kültür Devrimi’nde Devrilenler Tekrar Geri Dönüyor Deng Siao-ping 1969’dan beri kırsal bir bölgede eşi ile birlikte bir traktör fabrikasında çalışırlar. Deng Siao-ping, Mao Zedung’a mektuplar yazar. Lin Biao’nun devrilmesi, taraftarlarına karşı kampanya başlatılması sonucu kapitalist yolcular için uygun bir ortamın çıkmasına yol açar. Mao’nun yeşil ışık yakması sonucu, Çu En Lay ve Mareşal Ye Jian-yang, Deng Siao-ping’in tekrar göreve çağrılması için kolları sıvarlar. 10 Mart 1973’te, ÇKP Merkez Komitesi, Deng Siao-ping’in kırdaki ev hapsinden alınarak başbakan yardımcılığına atanmasına karar verir. Bu kararın alınmasında Mao Zedung önemli rol oynar. Böylece ‘Kültür Devrimi’nde “kapitalist yolda giden iktidar sahipleri” içinde Liu Şao-çi’den sonra ikinci sırada sayılan, Deng Siao-ping’in itibarı iade edilir. Sonraki süreçte, daha önce görevlerinden alınan çok sayıda “kapitalist yolcu” görevlerine geri döner. 53 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası rinden çıkarılması kararı alınır. 1974’te ÇHC Başbakan Yardımcısı Deng Siao-ping, BM Genel Kurulu Özel Oturumunda ÇHC’nin dış politikasını açıklayan bir konuşma yapar. Bu konuşma karşıdevrimci “Üç Dünya Teorisi’nin olgunlaşmış tam bir formülasyonudur. 1960’lardan itibaren ‘Sovyetler’, Çin/Sovyet sınırı boyunca çok sayıda askeri birlik yığar. Moğalistan Halk Cumhuriyeti’ne askeri birlikler yerleştirir. Çin, Sovyet tehditine karşı aynı zamanda savaş hazırlıkları yapar ve savaş sanayisini geliştirmeye çalışır. 1975’te Çin/Vietnam sınır anlaşmazlıkları başgösterir. Vietnam’da yaşayan Çin’liler sınırdışı edilir. 54 1974 Ve Sonrası Ocak 1974’te Lin Biao ve Konfüçyüs öğretilerinden hazırlanan bir broşür parti örgütlerine dağıtılır. Ardından Lin Biao ve Konfüçyüsçülüğe karşı ülke çapında bir eleştiri kampanyası başlatılır. Bu kampanya sırasında ÇKP içindeki marksist-leninistlerin hedefi Deng Siao-ping’tir. Ancak Deng Siao-ping sürekli parti içerisinde yükselir. Aralık 1973 başlarında, ÇKP MK İkinci Oturumu tarafından alınan bir kararla Deng Siao-ping, Merkez Komitesi Siyasi Büro üyesi olur. Ayrıca Deng Siao-ping’in Merkez Komitesi’nin önderlik düzeyindeki çalışmalarına katılmasına da karar verilir. Bu karar aynı zamanda Merkez Komitesi’ne bağlı Askeri Komisyon’un önderlik düzeyindeki çalışmalarına da katılacağı anlamına gelir. 5 Ocak 1975’de, Deng Siao-ping, Askeri Komisyon’un başkan yardımcılığına ve Halk Kurtuluş Ordusu Genelkurmay Başkanlığı’na getirilir. Daha sonra Deng, Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılığına ve Parti Merkez Komitesi Daimi Komitesi üyeliğine getirilir. “Dörtlü Çete” olarak adlandırılanların mücadelesi devam eder. Dördüncü Ulusal Halk Kongresi Ocak 1975’te Pekin’de toplanır. Ulusal Kongre, Çu En Lay’ın başbakanlığı sürdürmesine, Deng Siao-ping, Li Xian-nian, Hua Guo-feng ve diğer sekiz kişinin başbakan yardımcılıklarına atanmasına karar verir. Ulusal Kongre, dört modernleşmenin (tarım, sanayi, ulusal savunma, bilim ve teknoloji) başarılması hedefini onaylar. Çu En Lay, hastalığı nedeniyle başbakanlık yapacak durumda değildir. Merkez Komitesi’nin onayı ile Deng, Devlet Konseyi’nin günlük işlerini yürütme görevine getirilir. 9 Şubat 1975’te, Halkın Günlüğü gazetesinde Mao’nun “Proletarya Diktatörlüğü Teorisini İyi Bir Şekilde Kavrayalım” başlıklı bir makalesi yayınlanır. “Dörtlü Çete”nin girişimleri sonucu Mao’nun makalesi üzerine ülke çapında bir tartışma başlatılır. Bu tartışmada Çu En Lay, Deng Siao-ping ve diğer revizyonistler dar deneyci olarak damgalanır. Dar deneyciliği eleştiren çok sayıda makale yayınlanır. Revizyonistlere karşı yürütülen kampanyanın adı “sağcı rüzgara karşı” kampanyadır. Burjuva kalelere saldırı için yeniden kitleler seferber edilmeye çalışılır! Bu dönem ayrıca Mao’nun sağlığının iyi olmadığı bir dönemdir. Mao konuşma ve yürüme zorluğu çekmektedir. Aktif olarak müdahale etme durumunda değildir. Ancak buna rağmen Mao’nun Deng Siaoping hakkında kuşku ve endişeleri derinleşir. Deng, birçok görevinden alınır. 8 Ocak 1976’da Çu En Lay ölür. Çu En Lay’ın ölümü ile Deng ve çevresindeki sağ/revizyonist kanat en önemli koruyucusunu kaybeder. Çu En Lay’ın cenaze töreninde Deng konuşur. Cenaze töreninden sonra resmi anmanın sona erdiği ilan edilir. Deng’in cenaze töreninde okuduğu metin basında yayınlanır. Bunun dışında Çu En Lay’la ilgili başka makaleler basında ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası yayınlanmaz. Bu durum revizyonistlerin hoşuna gitmez. Başta Deng olmak üzere kapitalist yolcular, Çu En Lay’la ilgili basında makalelerin yayınlanmamasının arkasında “Dörtlü Çete” olduğunu düşünür. Mao Zedung, revizyonistlerin yayınladığı ÇKP tarihine göre, 21 Ocak 1976’da yaptığı bir konuşmada, Deng Siao-ping hakkında “Deng Siao-ping ile aramızdaki farklılıklar hâlâ halk içindeki çelişmelerdir, düşman ile olduğu gibi ciddi çelişmeler değildir. Bu konuda daha sonra daha fazla görüş belirteceğim. Onun çalışma alanı daraltılmalı, fakat çalışmaya devam etmelidir” der. (bkz. ‘ÇKP Tarihi’, Cilt.1, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 519) Ancak Deng Siao-ping’in görevleri sınırlandırılmasına rağmen Politbüro’da çalışmalarına devam eder. Mao Zedung aynı zamanda Deng Siao-ping’ten özeleştiri yapmasını talep eder. Deng’in yaptığı iki özeleştiri Mao tarafından kabul görmez. Deng, üçünçü özeleştirisini yazar ve Mao ile görüşmek istediğini belirtir. Mao, Deng’in görüşme isteğini reddeder. Mao, Deng’in özeleştirisinin yüzeysel olduğu görüşündedir. Partinin günlük işlerini yürütmek için Deng Siao-ping dışında başka birileri aranır. Şubat 1976’da, ÇKP Merkez Komitesi Siyasi Bürosu o zamana kadar sağ ve sol fraksiyonlar üzeri bir görünüm sergileyen, fazla öne çıkmamış olan Hua Guo Feng’i vekaleten Başbakanlık görevine getirir. Şubat 1976’da, ÇKP MK üyeleri, eyaletler, özerk bölgeler ve askeri bölge komutanlıklarından davet edilen sorumlu kişilerin katıldığı toplantılar yapılır. Bu toplantılarda sağcı rüzgara karşı yürülen kampanyalar üzerine tartışılır. Mao Zedung’un kampanya ile ilgili sözleri aktarılır. Bugünkü ‘ÇKP’li burjuvaların aktardığına göre Mao Zedung şöyle der: “Sosyalist devrim yapıyorsunuz, ancak burjuvazinin nerede olduğunu hâlâ bilmiyorsunuz. Onlar tam da, Komünist Partisi’nin içindedir. Kapitalist yolcular iktidarda olanlardır. Kapitalist yolcular, hâlâ kapitalist yolda ilerlemeye devam ediyor.” (age., s. 519) Bu sözlerin Mao’ya ait olup olmadığını bilmiyoruz. Ama söylenenler doğru tespitlerdir. ‘ÇKP Tarihi’nin yazarları, Mao’dan alıntılar yaparak, Mao’nun da yer yer ‘sol’da durduğunu ve Mao’nun bu çıkışlarının kitlelerde karşılığını bulmadığını açıklıyorlar. 4 Nisan 1976’da, kapitalist yolcuların taraftarları Tiananmen meydanında bir gösteri düzenler. Deng Siao-ping, gösterilerle ilgisinin olmadığını söyler. Tiananmen meydanında göstericiler tarafından asılan doviz, pankartlar vb. toplanır. Göstericilerle polis arasında çatışma yaşanır. 7 Nisan gecesi Mao Zedung’un radyodan bütün ülkeye bir çağrısı yayınlanır. Çağrıda; Hua Guo-feng’in Parti Merkez Komitesi başkan yardımcılığına ve Devlet Konseyi başkanlığına atandığı belirtilir. Çağrıda ayrıca; Deng Siao-ping’in parti üyeliği devam etmekle birlikte, parti içindeki ve dışındaki tüm görevlerinden uzaklaştırıldığı açıklanır. Mao bu açıklamasında “olaylar bizim ile düşman arasındaki çelişmeler niteliğini kazanmıştır” der. (age., s. 521) Artık Çin’in bir numurası Hua Guo-feng’tir. Hua Guo-feng, uzun yıllar Hunan eyaletinde çalışır. 1971’de Devlet Konseyi’ne alınır. Dokuzuncu ve onuncu kongrelerde MK üyeliğine seçilir. 9 Eylül 1976’da Mao Zedung ölür. Mao’nun cenaze töreninin örgütlenmesinde ipler daha sonra “Dörtlü Çete” diye adlandırılanların elindedir. Mao’nun ölümü Pekin radyosu tarafından verilir. Mao’nun ölümü Çin’de şok etkisi yaratır. Mao’nun eşi Çiang Çing’in ÇKP başkanlığına getirilmesi talepleri dile getirilir. Tabandan Politbüro’ya yönelik olarak Çiang Çing’in parti başkanlığına getirilmesini isteyen bir mektup kampanyası örgütlenir. Mao’nun ölümü revizyonistler için iyi bir ortamın oluşmasına neden olur. Hua Guo-feng, Mao’nun ölümünden dört hafta sonra Politbüro toplantısı için Vang Hong Ven, Çang Çunçiao ve Yao Ven Yüan’ı çağırır. Aslında yapılan bir komplodur. Plan önceden hazırlanmıştır. İlk gelen 55 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 56 Vang Hong Ven’dir. Vang, içeri girdiğinde, paravananın arkasından dört asker fırlar ve Vang’ı kıskıvrak yakalar. Hua Guo-feng kısa bir metin okur. Okuduğu metin şöyledir: “Parti önderliğini gasp etmek ve iktidarı ele geçirmek için boş bir çaba göstererek, partiye ve sosyalist ittifaka karşı faaliyetlerde bulundunuz. Ağır bir suç işlediniz. Merkez, sorgulanmak üzere gözetim altına alınmanıza karar verdi.” (“Mao Zedung, Bir Yaşam”, Philip Short, İthaki Yayınları, Ekim 2007 İstanbul, s. 561) Çang Çunçiao ve Yao Ven Yüan aynı şekilde gözaltına alınır. Bir saat sonra Çiang Çing’de konutunda gözaltına alınır. ‘Dörtlü Çete’nin tutuklanmasının ertesinde Şanghay’da bir silahlı isyan meydana gelir. Bu isyan bastırılır. Parti Merkez Komitesi, 14 Ekim’de ‘Dörtlü Çete’nin devrildiğini açıklar. İki ay sonra Merkez Komitesi aldığı bir kararla, Deng Siao-ping’in yeniden parti belgelerini inceleme olanağını tanır. 1977’de itibarı iade edilir. 1978’de ölümüne kadar Çin’in bir numurası olur. ‘Dörtlü Çete’ beş yıl sonra mahkeme önüne çıkarılır. Çiang Çing, Mao Zedung’un eşidir. 1938’de Yenan’da Mao ile evlenmiştir. 1960’lardan itibaren önemli siyasal rol oynamaya başlar. ‘Kültür Devrimi’ sırasında önemli görevler üstlenir. 1969’dan sonra Politbüro üyesi olur. Mao’nun ölümünden dört hafta sonra tutuklanır. 1981’de ölüm cezasına çarptırılır. Ölüm cezası ömür boyu hapse çevrilir. 1991’de hapishanede intihar ettiği söylenir. Vang Hong Ven, Şanghay’da tekstil fabrikasında kadrodur. Ocak 1967’de Şanghay’da iktidarın ele geçirilmesi isyanına önderlik eder. 1973’te MK başkan yardımcılığına getirilir. 1981’de ömür boyu hapse mahkûm edilir. 1992’de karaciğer kanserinden yaşamını yitirir. Çang Çun Çiao, Şanghay’da radikal propaganda görevlisidir. ‘Kültür Devrimi’ Grup Başkan Yardımcısı ve Şanghay Devrimci Komitesi başkanı olur. 1969’da Politbüro üyesi olur. 1973’te Politbüro Daimi Komitesi üyesi olur. 1981’de aldığı ölüm cezası ömür boyu hapse çevrilir. 21 Nisan 2005’te kanserden ölür. Yao Ven Yüan, edebiyat eleştirmeni ve gazetecidir. Yao Ven Yüan, Vu Han’ın yazdığı oyunu ‘zehirli bir ot’ olarak kınayan makalenin yazarıdır. 10 Kasım 1965’de Yao’nun yazdığı makale Şangay’da Venhuybao gazetesinde yayınlanır. 1969’da Politbüro üyesi olur. 1981’de yirmiyıl hapse mahkûm edilir. 1996’da şartlı olarak tahliye edilir. 2006’da yaşamını yitirir. Sonuç ‘Dörtlü Çete’nin tasfiye edilmesiyle Çin’de kar- şıdevrim bütünü ile hâkim hale gelir. ‘Kültür Devrimi’nin en önemli özelliği, onun öncelikle Liu Şao-çi ve Deng Siao-ping revizyonist kliğine karşı muazzam bir sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğünün gerçekten bütün alanlarda kurulması için siyasi bir devrimdir. Burjuvaziye karşı sosyalizm için mücadeleyi daha tutarlı bir şekilde sürdürme çabasıdır. Proletarya ve burjuvazi arasında bir ölüm/kalım sınıf mücadelesidir. Bundan dolayı ’Kültür Devrimi’, devrimin demokratik aşamasından sosyalist aşamasına geçmek için bir girişimdir. Çin ‘Kültür Devrimi’ hedefine varamadı. Burjuvazi ile proletarya arasındaki ölüm/kalım mücadelesini sonuçta burjuvazi kazandı. Çin’de burjuvazinin var olması sorun bile edilmedi. Parti içerisinde iki çizgi mücadelesinin normal olduğu savunuları öne çıktı. Ölüm kalım mücadelesinde burjuvazinin kazanmasının bir nedeni de, Mao Zedung ve Çin’li marksist-leninistlerin yaptığı hatalardır. 1973’te Deng Siao-ping’i tekrar göreve çağıran Mao Zedung’un kendisidir. ‘Kültür Devrimi’ Çu En Lay’a dokunmadı. Aslında Çu En Lay, revizyonistlerle marksist-leninistlerin arasını bulmaya çalışan bir sentristti. Pratik onun revizyonistlere daha yakın olduğunu gösterdi. ‘Kültür Devrimi’ni kazasız atlatan bir revizyonist de Ye Kian-ying’di. Ye Kian-ying, 1927’de ÇKP’ye katılan milliyetçi bir subaydır. 1955’te Halk Kurtuluş Ordusu’nun on mareşalinden biridir. 1966’da Politbüro’ya alınır. Mao’nun ölümünden sonra “Dörtlü Çete”nin tutuklanmasında ve Deng Siaoping’in yükselmesinde Çu En Lay ile birlikte önemli rol oynayan kişidir. ‘Kültür Devrimi‘ döneminde sınıf mücadelesi, sınıf çelişmeleri devam ediyordu. ‘Kültür Devrimi‘ sonrasında da bu mücadele devam etti. Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadelede henüz kesin sonuç alınmış değildi. Kapitalizme geri dönüş tehlikesi hâlâ vardı. Mao’nun ölümü ve “Dörtlü Çete“nin tasfiye edilmesiyle birlikte kapitalizme geri dönüldü. Tüm hatalarına rağmen ‘Büyük Proleter Kültür Devrimi‘ muazzam bir kitle hareketidir. Bu devrimin etkileri bütün dünyaya yayıldı. ‘BPKD’nin ürünü olarak yeni komünist partiler ortaya çıktı. 1968 hareketi de ‘Kültür Devrimi’nin bir yansımasıdır. 50. yılında ‘Kültür Devrimi’nin dağrularına sahip çıkmak, öğrenmek ve hataları aşmak marksist-leninistlerin görevidir. Biz bu temelde soruna yaklaşıyor ve ‘Kültür Devrimi’nin doğruları temelinde mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğimizi açıklıyoruz. Öncelikle bilinmesinde yarar olan en önemli nokta başkanlık sistemi tartışmasını kimlerin hangi amaç ile gündeme taşıdıklarıdır. Kendileri demokrat olmayanlardan demokrasinin uygulanmasını beklemek abesle iştigal eylemektir. [Bir tartışmada o tartışmayı kimin gündeme getirdiği değil, öncelikle neyin tartışıldığı önemlidir.] Sanki bugünkü sistemle yönetemiyorlarmış da birde başımıza başkanlık derdini sardılar! Buna da “Türk Tipi Başkanlık” adını verdiler! [Türkiye’de bugün var olan anayasal sistem faşist midir? Evet! Peki Kuzey Kürdistan/Türkiye halklarının burjuva demokratik yönde bir gelişmeden çıkarı var mıdır? Evet! Böyle bir gelişme için yeni bir Anayasa gerekli midir? Evet! Yeni Anayasa yapılırken yeni sistemin nasıl kurulacağı konusunda tartışma gerekli midir? Evet! Burjuva demokratik sistem için tek geçerli olan parlamenter sistem midir? Hayır! Başkanlık sistemi altında da burjuva demokrasisi olamaz mı? Hayır, olabilir. İster başkanlık sistemi, ister parlamenter sistem olsun burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğünün biçimleridir. O halde, yeni bir Anayasa gerekli ise, bunun gerekliliği toplumun serbest kürsü D ergimizin 180. sayısında “Yeni Anayasa, Başkanlık Sistemi Tartışmaları Üzerine Tavrımız” başlıklı bir yazı yayınladık. İki okurumuz, “Türk Tipi Başkanlık Sistemi Üzerine” başlıklı bir yazıyı Yazı Kurulu’muza ilettiler. Okurlarımız yazılarında, yazdığımız yazı hakkında eleştirilerini getirme yerine, RTE ve AKP’nin başkanlık sistemi hakkındaki görüşlerini dile getiriyorlar. Okurlarımızın yazısına, yazıları içinde notlar düştük/tavır takındık. Düz yazı okurumuzun yazısı/tavrı, İtalik bold olarak parantez içinde yazdıklarımız Yazı Kurulu’nun görüşleridir. Bu tartışmayı önemli bulduğumuz için ve okurlarımızın da talebi doğrultusunda yayınlıyoruz. YDİ ÇAĞRI Yazı Kurulu.) ✒ TÜRK TİPİ BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE çeşitli kesimleri adına konuşan partiler, sendikalar, STÖ’ler vb. tarafından dile getiriliyorsa, Anayasa konusunda bir tartışma ve sistem tartışması “neden başkanlık sistemini başımıza dert” olarak sarılmış oluyor.] Demokrasi ile beslenmemişler, milli görüş gömleğini sırtından atamamışlardan, dini inanç sömürüsünü hiçbir zaman elden bırakmayanlardan, tek devlet, tek millet, tek bayrak, tek lider sevdalıların demokrasi türemez. Türese türese faşizmin türleri türer. Bunların en iyi becerdikleri iş, demokrasinin ırzına geçme işidir. Yalandır, demogojidir ve talandır. Ölümden beslenmedir. [Burada sözü edilen resmi çizilen “bunlar“ aslında AKP‘den başka kimse değildir. Hedef bir bütün olarak egemenler değil, AKP‘dir. Bu yanlış bir yaklaşımdır. Bu tartışma aslında yine AKP faşist parti midir, tartışmasıdır. Bunu hemen her yazıda yeniden gündeme getirmek hiç iyi bir yöntem degil. Biz bu sorunu daha önce okurumuzla tartıştık. Ve bir sonuca vardık. Şimdi hep yeniden tekrar tekrar karşımıza daha önce red ettiğimiz şey çıkıyor. Yöntem olarak olacak iş değil bu. İçeriğe gelince: Burjuva demokrasisi faşizmden, fasist baskılardan ari bir şey degildir. Yani kendileri gerici burjuva demokrat olanlar da gerektiğinde faşist baskılarla gider kendine karşı olanların üzerine. Faşizm sadece açık faşistlerin “kendisi demokrat olmayanların“ işi degildir. Bunu da tartışa tartışa dilimizde tüy bitti. Kaldı ki bu tartışmada takındığımız tavır “demokrasiden beslenmemişler“ vb.den demokrasi beklemek anlamına gelen bir tavır değildir.] Başkanlık sistemini gündeme kim taşıyor? Başkanlık sistemini gündemimize taşıyan AKP/ özellikle RTE 2002’den günümüze yaptığı tüm icraatlarıyla demokrasiden nasibini almamışların eylemleridir. Yaptıkları yapacaklarının teminatı 57 ✒ serbest kürsü 58 olarak ele alındığında; bugün parlamentonun faşist diktatörlüğün maskesi olduğu T.C.’ de “Türk tipi başkanlık” istemeleri tek bireye dayalı eski sultanlık özleminin günümüzdeki yansıması Hitler tipi faşist diktatörlükten farklı bir şey değildir, olamazda. [Önce Türk tipi başkanlık sistemi: Dünyada bir tek tip başkanlık sistemi yok. Birçok ülkede başkanlık sistemleri, o ülkenin tarihi gelişmesine, özelliklerine göre değisik biçimlerde var. Bu anlamda evet Kuzey Kürdistan/Türkiye‘de bizim savunacağımız başkanlık sistemi ülkelerimizin özelliklerini de dikkate alan bir sistem olmalıdır. Türkiye’de başkanlık sistemi tartışmasında biz nasıl bir başkanlık sisteminin bizim açımızdan olması gerektiğini tartışmalıyız. Gerisi içi bos ajitasyondur. İkincisi AKP‘nin 2002‘den bu yana “tüm icraatları“nın “demokrasiden nasibini almamışların eylemleri“ oldugunu söylemek de gerçek dışı bir genellemedir. Bu bağlamda AKP, KK/T‘de askeri vesayetçi bürokrat burjuva faşist devletin, gerici burjuva demokrasisine dönüştürülmesi yönünde atılmış olan adımlar konusunda diğer burjuva partilerinden önde olan bir partidir. Üçüncüsü başkanlık sistemi aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye’de vardı. Önce ebedi şef, Kemal başkandı. Ardından milli şef İnönü başkanlık yaptı. Parlamento onların iki dudağı arasından çıkanı yerine getiren bir süstü esasta. 1960 darbesinden sonra defakto Gürsel başkandı. 12 Eylül’den sonra Evren başkandı. Sonraki dönemde bürokrat burjuvazinin vesayetinden kurtulmak icin başkanlık si- stemi tartışması Özal tarafından dillendirildi. Sonra, Demirel cumhurbaşkanlığı döneminde başkanlık sistemi dedi. Yani ilk kez AKP getirmiyor bu tartışmayı gündeme. Sorunun böyle konmasının gerçeklerle ilgisi yok. Fakat anti AKP cephesinin yarattığı algı ile ilgisi çok. AKP’nin “Türk tipi başkanlık” sistemi, bizim istediğimizden çok değişiktir. Ve fakat onun istediği sistemin de “Hitler tipi faşist diktatörlük” olacağı tespiti, abartılı ve aslında Hitler faşizmini aklayan, onu olduğundan iyi gösteren bir tespittir. ] Bugün (2016) seçilmiş bir parlamentonun bile görevinin sıfırlandığı bir ülkedeyiz. Ülke sınırlarının bir bölgesinde savaş var. Her savaşta olduğu gibi yüzbinler yerinden yurdundan oldu. Kürtlere karşı T.C. devleti tüm kin ve hışmıyla saldırmakta, yıkmakta, yakmaktadır. Gözü dönmüş Kürt düşmanlığıyla insanların ölülerini defnetmesine bile imkan verilmemektedir. Bodrumlara sığınanlar toplu katledilmektedir. Öldürülen canlar, direnenlere göz dağı olsun diye savaş araçlarının arkasına bağlanarak yerlerde sürülmektedir. Ölü kadınların çıplak cesetleriyle pozlar verildiğini sağır sultan bile duydu! Çocuklar ölmesin maç seyredebilsin diyenlere cezaların yağdığı, barış isteyenlerin işinden gücünden olduğu, soruşturma ve kovuşturmaya uğradığı bir ülkede demokrasi sahtekârlıkları başkanlığı tartışalım diyor! Onların gündemi bizim gündemimiz olmalı mı? [Türkiye’de parlamentonun görevi sıfırlanmış değildir. Yasalar hâlâ bu parlamentoda yapılıyor. serbest kürsü savaşını Türk hakim sınıfları –aslında tabii o da değil, yalnızca AKP! ve Erdoğan – çıkarmış gibi davranmak, bize yakışmıyor! Evet bütün burjuva devletler gibi T.C. ve onun andaki yöneticisi AKP’de bu savaştan kârlı çıkmak için elinden geleni yaptı yapıyor. Bunda şaşacak bir şey de yok. “Yurtta Sulh/Cihanda Sulh” diyenler zamanında bastırıldı. Şeyh Sait ve bir dizi Kürt isyanı, Kürdistan bunlar döneminde çıkarıldı Kürdistan olmaktan, “Kart Kurt”u bunlar uydurdular. Dersim bunlar zamanında bombalandı, Hatay bunlar zamanında ülke topraklarına katıldı. Yani Yurtta Sulh/Cihanda Sulh, her zaman gerektiğinde ve fırsat bulduğunda savaş anlamında kullanılan hoş ama boş bir laftı. Bugün de bu konuda değişen bir şey yok. Yani egemenlerin siyaseti “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’tan, “Yurt’ta Savaş, Dünyada Savaş”a evrimlenmedi. Ajitasyon ateşi içinde kendimizi kaybetmeyelim!] Nerdeyse burjuva anlamda kuvvetler ayrılığının çöpe atıldığı, RTE’nin dediğinin tersinin yapılmadığı bir faşist diktatörlükte seçilecek bir başkanın bugünkü sultandan daha farklı hangi yetkilerle donatılacağı sorusu ile sorunun içeriğine dalabiliriz. Amacımız onların “Türk tipi başkanlığını” tartışmanın ötesinde bunu tartışanlara bazı gerçekleri göstermek ve bu konudaki her türlü ikiyüzlülüğünü teşhir etmektir. [Burjuva anlamda kuvvetler ayrılığı Türkiye’de AKP iktidar olana dek, ordu/MGK son çözümlemede belirler şeklinde idi. Şimdi buradan uzaklaşma var. Ama fazla da değil bu uzaklaşma. Bunun ötesinde tartışmayı AKP’nin istediğinin ne olduğunun teşhiri ile sınırlandırmak da yanlıştır. Bu bağlamda önemli olan bizim ne istediğimizdir. Bunun ötesinde tartışmada sadece AKP’nin teşhiri yetmez. Bu tartışmada diğer egemen sınıf partileri de teşhir edilmelidir.Yoksa biz bu tartışmada anti AKP cephesinin bir unsuru durumuna düşeriz.] Bugün “Türk tipi başkanlığın” en ateşli savunucuları AKP’de yuvalanmışlardır. En başta “kendim için istemiyorum” (yan cebime koy) diyen partinin doğal ve daimi lideri Recep Tayyip Erdoğan’ (RTE)dır. Ona göre: “Bu istikrarı getirecektir. Benim bir de belediye başkanlığı sürecim var. Türkiye şu an da adeta ayaklarına pranga vurulmuş bir idari sistemle yürütülüyor. Böyle bir şeyle ülkeyi sıçratmak mümkün değil.” (“Ne istedin de vermedik” misali hangi sıçrama ve ✒ Bu açıdan Türkiye’deki andaki parlamentonun batıdaki parlamentolardan farkı, onun belli yasaları –örneğin Anayasa’nın ilk dört maddesini– değiştirme hakkının olmaması; 1982 Anayasa’sının faşist özüne şeklen de olsa uymak zorunda olmasıdır. Bu işin sıfırlanma yanı ileilgili olanı. Evet savaş var! Ve her savaşta olduğu gibi barbarlık var bu savaşta! Ve evet sistem hâlâ faşist. İyi de faşizmin olduğu bir ülkede, burjuva demokrasisi için mücadele etme görevi yok mu? Bir burjuva demokrat Anayasa, burjuva demokrat yasalar için mücadele etme görevi yok mu? Bizim gündemimizde bu mücadele yok mu? Bizim bu tartışmayı gündeme getirme, orada komünist tavır takınma görevimiz yok mu? Bunu yaparsak “onların gündemi bizim gündemimiz mi” oluyor? Ajitasyonu bırakalım. Bizim birbirimize ajitasyon yapmamıza gerek yok! Biraz soğukkanlı, bilimsel tavır takınalım. Tabii ki, bunlar bizi ilgilendirmiyor. Bütün sorunların köklü çözümü devrimdedir deyip geçebiliriz. Faşizm devrimle yıkılır ve yıkılacaktır deyip, burjuva demokrasisi için mücadeleye burun kıvırabiliriz. Fakat bu yanlış olur.] Ölümün kusulduğu, öldürmenin sevinç ve mutluluk olarak algılandığı, işkencenin her türlüsünün uygulandığı gerçeklerin öldüğü Kuzey Kürdistan’daki bu savaş ortamında, savaşın güçlü olanı ama haklı olmayanının bizi gündemine çekmesine ne demeliyiz? [Demek ki ne imiş? Bugün yürüyen yeni Anayasa tartışmasında, ona bağlı olan başkanlık tartışmasında tavır takınmak, –takınılan tavrın içeriğinden bağımsız– AKP/Erdoğan’ın “bizi gündemine çekme”si anlamına gelirmiş! Buradan çıkacak sonuç aslında “biz bu tartışmada yokuz” şeklinde bir tavır olabilir ancak. Bu da aslında reform için mücadelede biz yokuz demek anlamına gelir. Bu tavır çok sol görünümlü olsa da gerçekte sağ, yanlış bir tavırdır.] Bölgesel güç olma amelleri için halkları birbirine kırdırmak amacıyla kışkırttıkları, Suriye savaşına dalma arzuları ile salyalarını akıtanların gündemine ne demeliyiz? Tabulaştırdıkları “yurtta sulh, cihanda sulh” söylemlerinin “yurtta savaş, cihanda savaş”a evrimlendiği gerçeğine ne diyeceğiz! İşlerin içerde ve dışarda iyi gitmediğine mi yorumlayacağız! [Suriye’deki savaşı “bunlar” kışkırtıp, başlatmadı! Halkın bir bölümü artık yeter deyip ayaklandı! Hâlâ bu gerçek yokmuş gibi davranmak, Suriye 59 ✒ serbest kürsü 60 hamlene engel olundu? Tüm ülke ile belediye aynı şey mi? BN) (Alıntı İnternet) [Şimdi burada 2007 öncesi durumla, sonrasını birbirinden kalın bir çizgiyle ayırmak gerek. 2007’ye kadar AKP hükümet, ama iktidar değildi. Parlamento da AKP çoğunluğunun çıkardığı yasalar cumhurbaşkanı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülüyor, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal ediliyordu. AKP hükümetinin çıkardığı kararnameler de Danıştay tarafından durduruluyordu. Vs. 2007’de, Anayasa Mahkemesi’nin hokkabaz kararı ile AKP’nin cumhurbaşkanı seçmesi engellendi. 2011’de halk oylaması ile yapılan Anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi Anayasa hükmü haline geldi. Bu yeni bir durum çıkardı ortaya. Halk tarafından seçilen bir yasama meclisi/1982 Anayasa’sında olağanüstü yetkilerle donatılan ve şimdi yine halk tarafından seçilen, Anayasa’da “yürütmenin başı” olduğu yazan cumhurbaşkanı. Bu komik durum evet parlamento çoğunluğunun cumhurbaşkanı ile çatıştığı noktada sistemi kilitler. Bunu aşmanı iki yolu vardır. Ya gerçek anlamda, cumhurbaşkanının görevlerinin aslında sembolik olduğu parlamenter sistemle, ya da başkanlık sistemi ile.] ”Güçlü liderlik gerekiyor. Güçlü lider olabilmeniz içinde çoklu yaklaşım anlayışının olmaması gerekiyor. Rahat karar vermek, karar sürecini hızlandırmak, istikrarı yakalamak gerekir” (Tek adam! Tek lider! Kime özenildiğinin emareleri -BN) (Alıntı İnternet) [Kime özeniliyor acaba? Mustafa Kemal, İnönü filan olmasın?] ”Biz olaya farklı bakıyoruz. Kendi geleneklerimizden göreneklerimizden gelen bir geçmişimiz var. Şahsımla alakalı bir beklentim yok. Tek derdim, ülkem çok çabuk sıçramalı. Sistemi gözden geçirdiğimizde karşımıza şu andaki parlamenter sistemle bu yürümez.” (Gelenek dediğin Kemalist dönem değilse halkın kul görüldüğü Osmanlı Sultanlığı! Şahsıyla alakalı değilmiş! Yan cebe iliştir! Yürümez dediğinizle bizleri 14 yıl oyaladınız demek! BN) (Alıntı, 01.06.2016, Hürriyet) [Aslında Türkiye’de şimdiye kadar gelmiş iktidarlar içinde göğsünü gere gere ben gücümü halk oyundan alıyorum diyebilecek tek iktidar AKP iktidarı. Durum biz bunu iyi bulsak da bulmasak da böyle. Kul görmüyor AKP halkı! Halka Kemalistler gibi tepeden bakmıyor. Bu yüzden de halkın önemli bölümü onda kendinin temsil edildiğini sanıyor. Öyle duyumsuyor! Bu adamın sultanlık kurmak istediğini boş ajitasyonla ispat edemeyiz. Eğer doğru teşhir etmek istiyorsak, gerçekten burjuva demokrat bir sistemin nasıl olabileceğini ortaya koyup, bu temelde teşhir etmemiz gerekir.] ”Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şuan zaten dünyada bunun örneği var geçmişten buyana da var. Yani Hitler Almanyası’na baktığınızda orada da bunu görürsünüz. Daha sonra değişik ülkelerde bunun örneğini görürsünüz“ (Dil sürçmesi değil, zikrin tezahürü, özenilen liderlik! BN) (Alıntı, Zaman, 31.12.2015) [Burada tartışılan bağıntı şu: AKP’den daha faşist olanlar AKP’ye onun başkanlık sistemini “üniter devlet” i dağıtmak, Türkiye’yi adeta bağımsız eyaletlere bölmek için istediği eleştirisini getiriyorlar. Buna karşı savunmada üniter devlet ile başkanlık sisteminin birbirini dışlamadığı söyleniyor. Bağıntı bu. Verilen Hitler Almanya’sı örneği bu bağıntı içinde verilen aptalca bir örnek. Fakat tabii bu aptalca örnek “içtekinin dışa vurumu” oluyor. Burada tartışılan niyettir. Bizim böyle tartışmalara bu biçimde katılmamız doğru değil.] “Başkanlık sistemi bu milletin tarihinde bulunan, fiili uygulaması bulunan bir yönetim tarzıdır” (Evet Osmanlı sultanları fiilen yüzlerce yıl uyguladı, sonu hüsran oldu! İsteğin bu kadar açık ifadesi olamaz! BN) [Burada da yine niyeti tartışıyor okurumuz: Erdoğan sultan olmak istiyor. Bir türlü onun başkanlık sistemi istediği –tabii kendi başkanlığında, bugünkü şartlarda da başkası görünmüyor ufukta– kabul edilemiyor. Ayrıca fiili olarak “bu milletin tarihinde uygulaması bulunan başkanlık sistemi” Osmanlı sultanlığı değildir. Başkanlık sisteminde başkan halk tarafından seçilir. Bir aile içinde babadan en büyük oğula kalan bir sistem değildir başkanlık sistemi. Bizde “fiili uygulaması” Kemal döneminde olmuştur. İnönü döneminde olmuştur. Milli Birlik Komitesi döneminde olmuştur. 12 Eylül döneminde olmuştur. Fiili olarak, çünkü bu dönemlerin hiçbirinde “başkan”lık, ebedi şef, milli şef, Milli Birlik Komitesi başkanı, MGK başkanı olarak görev yapanlar gerçek bir halk oylaması ile işbaşına gelmemiştir. Aslında şimdiki sistem de 2014’den bu yana aslında bir çeşit başkanlık sistemidir. Farkı, başkanın olağanüstü yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanı sıfatıyla halk tarafından seçilmiş serbest kürsü bu da başkanlık sistemidir” (Milli Görüş gömleği de dar geliyordu! Yakışacak en iyi gömlek henüz biçilmedi! BN) (Alıntı, 31.03.2015, sputniknews.com/ Avrupa) [Yine ille de eleştirmek için eleştirme tavrı. Burada gerçek ve doğru bir eleştiri, ancak hayır, Türkiye’ye yakışacak gömlek başkanlık sistemi değildir, şu şu gerekçelerle biçiminde, ya da sizin istediğiniz başkanlık sistemi şu şu gerekçelerle yanlıştır, bizim istediğimiz başkanlık sistemi şöyle olmalıdır biçiminde olur. Üst tarafı boş anti Tayyip ajitasyonudur.] “Mesele bitmiştir. Bu değişim, kaçınılmaz. Yeni Türkiye’nin inşası, kaçınılmaz. Yeni Anayasa, kaçınılmaz. Başkanlık sistemi, inşallah kaçınılmaz. Bunların hepsi de olacak.“ (İnşallah-maşallah hepsi adım adım oluyor, ama nedense olan hep halka oluyor! BN) (Alıntı, 14.03.2015, Sputniknews.com) [İster andaki sistem, ister işleyen bir parlamenter sistem, ister denetim ve dengelerin sağlanmış olduğu bir başkanlık sistemi olsun, burjuvazinin egemen olduğu her sistemde “olan nedense hep halka“ olur. Sadece Tayyip sisteminde değil! Yazının tümünün temel sorunu da zaten bu. Devlet, burjuvazinin iktidarı değil hedefte olan, yalnızca “sultanlık kurmak isteyen!” Tayyip.] ”Başbakan Erdoğan, “Dışarıdan bakanlar ‘326 milletvekiliniz var yine mi bahane’ diyorlar; ama kuvvetler ayrılığı var ya geliyor önümüze dikiliyor.” (Ağızdaki bakla çıkarılıyor! Dert her alana hâkim olma! BN) (Alıntı, 17.12.2012, Cihan haber) [Evet Erdoğan bunu söylediği dönemde AKP hükümetti, ama tek başına iktidar değildi. Birincisi iktidarı sonradan kanlı bıçaklı olduğu Gülen cemaati ile paylaşıyordu. Bunun yanında özellikle yüksek yargıda hâlâ Kemalistlerin etkinliği vardı. Çıkarılan yasaların AYM’den geri dönmesi, kararnamelerin iptali vb. hâlâ söz konusuydu. Ve tabii ki her siyasi iktidar gibi, AKP iktidarı da her alanda hâkim olmak istiyordu. Bu yalnızca AKP iktidarı için değil, iktidar olan her siyasi güç için (bu arada proletarya diktatörlüğü için de) geçerli bir durumdur. Bunun “ağızdaki baklanın çıkarılması” olarak adlandırılması eleştirisi ilginç bir eleştiridir. Sorun iktidarda her alanda egemen olmak isteğinde ve bunun ifadesinde değil, bu her alanda egemen olma işinin her dönemde halk desteğine dayanılarak yapılıp, yapılmadığı, her alanda egemen olunduğunda da azınlığın haklarının garantiye alınıp alınmadığıdır. Bu konuda AKP’nin, ✒ olmasıdır. Aslında soruna kişisel iktidar açısından yaklaşıldığında RTE’nin ille de başkanlık sistemine geçmeye ihtiyacı yoktur. Anda zaten fiilen başkandır. Erdoğan ve AKP, Erdoğan sonrası için de geçerli olacak yeni bir sistem yerleştirmek için istiyorlar bunu.] “Türkiye’nin kendi yönetim sistemini kendi ihtiyaçlarına göre belirlemeye ihtiyacı var. Başkanlık sisteminin altının nasıl doldurulacağına milletçe hep beraber karar vereceğiz” (Daha içini dolduramamışlar nabza göre şerbet sunacaklar! BN) (06.01.2016, BBC) [Buradaki eleştiri de adeta eleştirmek için yapılan zorlama bir eleştiridir ve yazının bütününde egemen olan Erdoğan=diktatör=Hitler değerlendirmesi açısından da tutarsızdır. Türkiye’nin bugünkü yönetim sistemi tıkanmış mıdır? Yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç var mıdır? Bu sorulara, hayır tıkanmamıştır, sistem gayet iyidir, bu kalsın vs. biçiminde cevap veren yok. En azından lafta bütün siyasi güçler yeni bir Anayasa’nın gerekliliğinde hemfikir. Eğer yeni Anayasa yapılacaksa “Türkiye’nin kendi yönetim sistemini kendi ihtiyaçlarına göre belirleme”si gerektiğini söylemenin neresi yanlış? ABD’nin, Rusya’nın, İngiltere’nin, Çin’in vs.nin ihtiyaçlarına göre belirlenmeyecek herhalde sistem! Artı: Eğer yeni bir Anayasa’ya ve sisteme ihtiyaç varsa, bunun tartışılmasını istemenin; yeni sistemin başkanlık sistemi olması gerektiğini söyleyenlerin bu “sistemin altının nasıl doldurulacağına hep birlikte milletçe karar vermek”ten söz etmesinin neresi yanlış? Kim karar verecek? Bunun referandum dışında daha demokratik bir yöntemi var mı? Ve evet tartışma içinde kimi önerilerin geri çekilmesi vb. neden “nabza göre şerbet” vermek olacak? Bir yandan her şeyi tekbaşına belirleyen Hitlervari bir diktatörden söz etmek, sonra da fakat “nasıl olacağına milletçe birlikte karar vereceğiz’ demekten yakınmak tutarsız bir tavırdır. Yapılması gereken onlar madem “millet iradesi” diyorlar, o millet iradesinin bizim istediğimiz yönde etkilenmesidir. Etkileyemiyorsak fakat evet yakınacağımıza, neden etkileyemediğimiz konusunda düşünmeliyiz. Sorun sadece silahların/araçların dengesizliğinde yatmıyor. Aynı zamanda bütün sola hakim olan, bizde de yansımasını bulan “cahil halk” oyuna güvenmemekte, çareyi devrim adına darbelerde görmekte yatıyor.] “Artık Türkiye bir değişimin, dönüşümün içerisinde. Şu anda bize giydiğimiz gömlek dar geliyor. Bize bundan sonra yakışacak gömlek, yeni bir idari yapılanmadır, 61 ✒ serbest kürsü 62 Türkiye’deki kendinden önceki hükümetlerden farkı yoktur.] Türk Tipi Başkanlık’ın ne demek olduğunu özetleyen AKP’nin TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Mustafa Şentop’ta bir söyleşide şunları sıralar: “İlk defa devleti, millet adına düzenleyen bir metin olarak Anayasa yapılması fırsatı var önümüzde.” (Devleti parti adına düzenledik dese daha az demogojik olur! Ya 14 yıldır tepiştiğiniz/talan ve soygun kararları çıkardığınız meclis/parlamento da hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir yazmıyor mu? Uygulamayı millet eliyle hükümet yapar yazmıyor mu? Devleti millet adına değil, kendi çıkarlarınız, talanınız için partiniz için yeniden düzenlemediniz! Diğerlerinden 14 yıl önce devir aldığınız görevi bugüne kadar ifa eden siz değil misiniz! BN) [Bu bağlamda: T.C. kurulduktan sonra üç Anayasa vardır. 1924 Anayasa’sı; 1961 Anayasa’sı ve 1982 Anayasa’sı. Bunlarda zaman içinde birçok değişiklik yapılmış olmasına rağmen özleri hep aynı kalmıştır. Herbirinin içinde belli demokratik haklar da yer almasına rağmen özde monist, Türkçü/ırkçı ve faşist! Bunların bir başka ortak özelliği, askersivil bürokrat elit tarafından siparişle yazdırılıp, halka dayatılmış olmasıdır. 1982 Anayasası’nın 1924 ve 1961 Anayasa’sından farkı, bunun halk oyuna sunulmuş olmasıdır. Orda da fakat bu halk oylamasının hangi şartlarda yapıldığı bilinmelidir. Halk oylaması öncesinde sunulan Anayasa taslağına hayır denmesi propagandası yasaktır. Gizli oy-açık sayım ilkesi pratikte yoktur. Hayır oyu verenlerin isimlerinin tespiti mümkündür. Yasama/yürütme ve yargılama görevlerini tekelinde toplamış beş kişilik cuntanın seçimler yapıp, idareyi sivil bir yönetime devretmesi Anayasa’nın, bu arada cunta şefinin yedi yıllığına Cumhurbaşkanı seçilmesinin, cunta şeflerinin sonradan yargı önüne çıkartılmasının anayasal olarak imkansız kılınmasının onayı şartına bağlanmıştır. %93’lük onay bu şartlarda sağlanan bir onaydır. Yani kısacası evet eğer şimdi yeni bir Anayasa yapılabilirse, bu T.C. tarafından ilk kez seçilmişler tarafından yapılan ve halk oyuna sunulan bir Anayasa olacaktır. Olgu budur. Bu Anayasa evet bugünkü şartlarda bizim istediğimiz bir Anayasa olmayacaktır. Fakat bu söz konusu Anayasa’nın öncekilere göre çok daha fazla demokratik meşruiyete dayanan bir Anayasa olacağı gerçeğini değiştirmez.] “Parlamenter sistemle parlamentoyu özdeşleştiriyor. Parlamento sadece parlamenter sistemde var. Başkanlık sistemi derseniz, başkanlık sisteminde parlamento yok zannediyor.” (Sizde partinizle özdeşleştir miyormusunuz? Parlamento kölelik sisteminde de vardı! Mesele kimin çıkarlarını temsil ettiğindedir? BN) [Birkez daha sömürücülerin egemen olduğu bir sistemde parlamento her zaman geneli itibarıyla sömürücü sınıfların çıkarını temsil eder. Yalnızca AKP iktidarında böyle değildir durum. Ayrıca burada Şentop’un söylediğinde yanlış bir şey de yoktur. Gerçekten de yürüyen tartışmada başkanlık sistemine karşı çıkanların bir bölümü, açıkça başkanlık sisteminde parlamentonun işlevi ortadan kalkacaktır vb. gerekçelerini ileri sürmekte, bir bölümü hatta, başkanlık sisteminde parlamento yoktur diyebilmektedir.] “İkisi arasındaki fark parlamentodan değil, hükümet sisteminden, yürütmeden kaynaklanan bir farktır.” (Derdiniz yürütmenin önündeki tüm engelleri/denetimi kaldırmak mı? Gerçi bugüne kadar yapılan hep yapanın yanına kar kalmıştır! Hesabı sorulmamıştır! BN) [Dertlerinin ne olduğu konusundaki spekülasyonu bırakıp, bizim istediğimizin ne olduğunu ortaya koyup, bunun üzerinden somut eleştirmek çok daha yararlı ve doğru olur. Doğru bir başkanlık sisteminde “yürütmenin önündeki tüm engeller” kalkmaz.] “Bu bakımdan Başkanlık sistemi tartışması AK Parti’ye veya Tayyip Erdoğan’a mahsus bir tartışma değil. Türkiye’de aşağı yukarı bir 40-50 yıldır tartışılan bir konu. Bu da parlamenter sistemin Türkiye’de bir türlü işlememesinden, yerleşmemesinden kaynaklanan bir durumdur.” (Evet, burjuva demokrasi geleneğinin eksikliğinin geçmişi 1923’lere kadar uzar! Ama nedense var olan parlamenter sistemi (demokrasi maskesini) işletenler, emekçilerin çıkarlarını ayaklar altına alanlar aksayan yanın sorumlusu olarak hep hasmını görüp göstermiştir! Sonuçta hepsi pürü paktır! BN) “Türkiye’de Başkanlık sisteminin, parlamenter sistemin çıkmazından kaynaklandığının Parlamenter sistemde tek bir seçim yapılır ve sadece yasama organı seçilir. Yürütme organı meşruiyetini yasama organından, yasama organı meşruiyetini halktan alır.” (Sorun kimin hangi yetki ile donatıldığında değil, hangi çıkarların temsil ettiğindedir! Halka düşmanlar, serbest kürsü söylemek mümkün. Dolayısıyla parlamenter sistem yerine başkanlık sistemine geçildiğinde birçok sorunla ilgili Türkiye’nin daha çözüm bulucu imkanlara sahip olacağını söyleyebiliriz.” (Ne yapmak istediniz, hangi yasayı çıkarmak istediniz de kontrolünüzdeki parlamento, elinizdeki ortaksız hükümetiniz engel oldu! Güldürmeyin! Söylediklerinize kendiniz bile inanmıyorsunuz! BN) [Yine aynı hikaye! Ne yapmak istediniz de yapamadınız! Sorun bu değil ki. AKP sistem değişikliğini halka dayalı olarak anayasal hak haline getirmek istiyor. Kurmak istedikleri ikinci cumhuriyettir! Biz aslında halk cumhuriyeti, halk iktidarı kurulmasını istiyoruz. Bu ancak devrimle gerçekleşebilecek bir iştir. Bugünkü şartlarda devrim ne yazık ki hâlâ kısa vadeli bir hedef olarak gündemde değil. Tabii halk adına halksız devrim yapmak gibi bir düşüncemiz yoksa! Biz devrim kısa vadeli bir hedef olarak gündemde olmasa bile, onun propagandası ve hazırlığını esas işimiz olarak kavrar bunu yaparız. Bunun yanında fakat işçi sınıfı ve emekçi halkların andaki yaşama ve mücadele şartlarını iyileştirmek amacıyla reformlar için de mücadele ederiz. Bu bağlamda faşizme karşı gerici de olsa burjuva demokrasisi için mücadele, işçi sınıfı ve emekçiler açısından, onların yaşama ve mücadele şartlarının iyileştirilmesi açısından, onların devrime bir adım yaklaştırılması açısından gerekli ve önemlidir. Bugün bizim dışımızda yürüyen sistem tartışmasında biz faşizmden gerici burjuva demokrasisine geçiş yönünde tavır takınırız, bunun gerçek kurtuluş olmadığını anlatmayı da bir an unutmadan yaparız bunu.] “Bir hükümet sistemini bu ülkede parlamenter sistem olarak dayatmanın Türkiye’nin birçok sorunuyla ilgili alternatiflerini, çözüm yollarını kapattığını, tıkadığını söylemek mümkün.” (Tıkanan ne! Hangi talanın, soygunun, rüşvetin, faşist zulmün, ölümlerin hesabını verdiniz! 14 yıldır kullandığınız sistem size hangi somut engeli çıkardı! BN) “Ama başkanlık sistemi elbette her derdin çaresi değildir… Fakat sorunları çözme yolunda Türkiye’nin elini güçlendirecektir.” ( Ha şöyle, çare sizde değil, size mevcut imkânları sunanlarda! Güçlendirmek istediğiniz el RTE’nin elidir! Daha fazla hırsızlık yapabilsin, daha fazla zulüm uygulayabilsin, daha fazla öldürme emri verebilsin vb. içindir! BN) [Güçlendirmek istedikleri yalnızca “RTE”nin eli değil. RTE ve saray sorunu değil sorun. Güçlendirmek ✒ halkı savundukları yalanına hep sarılırlar! BN) [Sorun sistem tartışmasında tabii ki parlamenter sistemle/başkanlık sistemlerinden hangisinin daha iyi (bizim için işçilerin/emekçi halkın mücadele şartları açısından) daha iyi olduğu tartışmasıdır. Bu tartışma bizi ilgilendirmiyor deyip geçebiliriz. Ama bu görünürde sol, yanlış bir tavır olur. Burada Şentop’un yaptığı parlamenter sistemde tek bir seçim yapılır, yasama organı seçilir tespiti, sistem tartışmasında doğru bir tespittir.] “Parlamento için bir seçim yapıyoruz, hükümet onun içinden çıkıyor, amenna. Ama cumhurbaşkanı doğrudan halk tarafından seçiliyor, meşruiyetini parlamentodan değil halktan alıyor. Türkiye ikili bir meşruiyet anlayışına 2007’de resmen, 10 Ağustos 2014’te de fiilen geçti.” (Doğru 12 Eylül faşist Anayasa’sıyla! Böylece güçlenen el RTE eli oldu! BN) [Burada da Şentop doğru bir olgu tespiti yapıyor. Evet Türkiye ikili bir meşruiyet anlayışına 2007’de resmen, 10 Ağustos 2014’de de fiilen geçti.] “Bizim başkanlıkla ilgili somut, resmi bir metnimiz var. Bu metin esasen Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık sistemi modelini esas alıyor. Ana omurgası bunun üzerine oturuyor. Başkanlıkla ilgili teoriye de en uygun model bu. Türkiye’ye özgü farklılıklar ise fazla değil. Bunlardan en önemlisi şu: Amerika’da da başkanlık sistemi ve federasyon var. Biz ise üniter başkanlık sistemi önerdik. Amerika Birleşik Devletleri’nde iki kamaralı meclis sistemi var, biz de tek kamaralı parlamentosu olan bir başkanlık sistemi önerdik. Daha çok teknik detaylar farklılıklar.” (Ama RTE istenilen başkanlık sisteminin “altını birlikte dolduracakmış!” Hangi resmi metin! Bunların teknik detay dedikleri öze ilişkin detay, başkanın denetimine ilişkin detay! Sizlerin ADB’dekine ulaşmanız için çoklarca fırın ekmek yemeniz lazım! BN) [ABD’deki başkanlık sisteminin özü yargı/yürütme ve yasamanın ayrı ayrı halk tarafından seçilmesidir. Bunun ötesi ülkenin tarihi gelişmesinin ortaya çıkardığı detaylardır. Şentop, burada kendi önerdiklerinin ne olduğunu anlatıyor. Buna karşı boş ajitasyon yerine, bizim istediğimizin ne olduğu konmalıdır. Örneğin “üniter” devletten biz yana mıyız? Eğer üniter devlet olacaksa, yerel yönetimlerin yetkileri ne olacak vb.] “Başkanlık sistemi bir hükümet sistemidir. Bir hükümet sistemini bu ülkede parlamenter sistem olarak dayatmanın Türkiye’nin birçok sorunuyla ilgili alternatiflerini, çözüm yollarını kapattığını, tıkadığını 63 ✒ serbest kürsü 64 istedikleri bir bütün olarak Türk burjuvazisinin, en başta da Türk büyük burjuvazisinin, onlar içinde de siyasi olarak dinci-muhafazakâr kesiminin elidir. Sorunu kişisel sorun olarak görüp göstermenin ML analiz ile ilgisi yoktur.] Bu aktardıklarımızdan çıkardığımız sonuçlar: 14 yılda ne yaptınız diye sorduğumuzda; “yollar yaptık” diyorlar! “Kalkındık” diyorlar! Kalkınan kim olduğu gayet açık! Esas olarak; kalkınan RTE ve çevresi, AKP etrafında birleşen Türk burjuvazisi! Etrafı petrol yataklarıyla çevrili ülkede halklarımız dünyanın en pahalı benzin/mazotunu satın alır oldu! Görkeminden etkilensin diye muhtarları (kaymakamları) kaçak sarayda topladı, onlara tepeden nutuklar çekti, çekiyor, çekecek!“Uzun Adam” Şili ziyaretine giderken “zırhlı Mersedesini”de uçağa almayı unutmadı! “Beni millet seçti” diye gururlanırken, yine “milletin seçtiği” belediye başkanlarını barış istiyorlar diye görevden aldılar, hapislere tıktılar, tıkıyorlar! Hangi demokratik adımı attınız diye sorulduğunda karşımıza çıkan manzara içler acısı? En basitinde faşist 12 Eylül askeri Anayasa’sının parlamento seçimlerindeki dünyada eşi az bulunan %10 barajının korunması için atılmadık takla kalmadı! Allah aşkına sormak lazım “demokrasiyi inilen binilen tramvay” olarak görenden demokratlık beklenir mi? Beklenmez, onlar olsa olsa takiyecidirler! Eleştiriyi hakaret sayıp dava açandan demokratlık beklenir mi? Beklenmez, onlar olsa olsa kendini dokunulmaz sanan, dokunulmazlık zırhına bürünmüş iktidar erki ile sarhoş olmuşlardır! İfade özgürlüğünü terör suçu gören, her önüne geleni “vatana ihanetle” suçlayanın istediği başkanlıktan bir keramet çıkar mı? Çıkmaz! Çıksa çıksa diktatörlüğün farklı görüntüsü çıkar! Yeni Türkiye’de neler oldu? Yeni Türkiye dediler! Yeni olan neydi? Eskilerin yaşam tarzımıza olan müdahalelerin yenilenmesiydi! Yeni olan; mübarek ve usta kılınan yeni Lider RTE başımıza bela edilmesiydi! Ustalaştıkça her şeyimize karışır oldu! Kaç çocuk yapılacağından kürtaja kadar müdahale hakkını kendinde gördü! Görmekte! Aynası iştir lafa bakılmaz misali andaki yaşam tarzını tüm topluma dayatanlar, başkan olunca kendilerinde daha fazla müdahale hakkı görecektir! Yeni Türkiye dediler, başkaldıran “çapulcu”ların başını ezdiler! Gezi direnişinde olduğu gibi baş ezen maşalar “efsane yaratanlar” olarak anıldı! Baş ezenlerin maaşlarına öğretmenden daha fazla zamlar yapıldı! Bunların yeni Türkiye’sinde yıllarca Kürt halkı “çözüm” teraneleri ile oyalandı! Bir varmış bir yokmuş misali Kürt sorunun nihai çözümü şiddet/ savaş sarmalına sarıldı! Direnenlerin katliamı ile çözüleceği, “Türksen övün, değilsen itaat et” noktasına varıldı! Bunların yeni Türkiye’sinde Anayasa tartışmaları yıllardır nafile turları olarak sürmektedir. Üzerinde uzlaştıkları 60 maddeyi dahi çıkaramayacak duruma gelinmiştir. 1 Kasım 2015 seçimlerinden sonra kurulan Anayasa Komisyonu, 16.02.2016 tarihinde başkanlık tartışması nedeniyle tıkanmış ve nafile turlara birkez daha son (ara) verilmiştir! Bunların yeni Türkiye’sinde askeri vesayete karşı kafa tutma girişimi “Ergenekon-Balyoz” davalarının beraat ile sonuçlanmıştır! Bir zamanlar kendini bizzat bu davaların savcısı konumunda gören başkan adayı RTE bugün ordu ile sarmaş dolaştır. Namlunun kapsama alanındadır. Namluyu kullanandır! Bunların yeni Türkiye’sindeki dış politikada, stratejik derinlikleri stratejik bataklığa saplanmıştır! Bugünün milli ve yerlicileri “Birinci Dünya Savaşı sonunda açılan Osmanlı parantezini kapatıyoruz” derken sınırları kapatıyor oldular! Emperyalist emellerinden hiçbir şekilde vazgeçmiyorlar tabii ki, bugün Suriye’de emperyalist ve gerici güçlerin halkları tepeleyerek yürüttüğü savaşta parçala-kopar-kendi etkini kur! siyasetinde rol almaya devam ediyorlar. [Burada söylenenler doğrudur da, tek yanlı ve eksiktir. Burada söylenenleri herhangi bir yorgun liberal demokratın, bir oportünistin yazısından da okuyabiliriz. Tartışma Tayyip iyi mi, kötü mü tartışması değil! Tartışma parlamenter sistem mi/ başkanlık sistemi mi tartışması.] Bizde başkanlık olur mu? [Okurumuz nihayet esas tartışılan konuya geliyor. Orada fakat yine sapla samanı birbirine karıştırıyor. Sorun ne? Burjuvazinin diktatörlük sisteminin biçimleri olan parlamenter sistem mi, yoksa başkanlık sistemi mi, işçi sınıfı ve emekçiler açısından daha elverişlidir sorusuna biz bir cevap verecek miyiz? Yoksa fark etmez ikisi de zaten burjuva diktatörlüğüdür deyip geçecek miyiz? Faşizme karşı gerici burjuva demokrasisi yönünde serbest kürsü meler yaşanılabileceğini söyledik. Bütün bunlar doğruydu, doğrudur. Şimdi tartışılan bağıntıda cevap verilmesi gereken soru parlamenter demokrasinin mi, yoksa başkanlık sisteminin mi bizim istediğimiz doğrudan demokrasiye; halkın doğrudan siyasete katılmasına daha uygun olduğu tartışmasıdır. Okurumuz bu somut soruya cevap vermekten özenle kaçınıyor. Demogojiye, boş ajitasyona sapıyor. Hayır, bizim bu bağlamda takındığımız evet burjuvazinin egemenliği şartlarında başkanlık sistemi, eğer denge ve kontrol sistemi doğru kurulursa, halkın siyasete doğrudan katılımı, doğrudan demokrasi açısından daha elverişli bir sistemdir dememizi “gülünç” olarak niteliyor. Ya okumuyor yazdıklarımızı, ya da anlamıyor, AKP karşıtlığından gözü kararmış, her şeyi ona endeksli tartışıyor.] “Devlet babanın” her dönemde halkına kuşku ile baktığı ve gücünü her zaman zorbalıkla hissettirdiği bir ülkede başkanlık sistemi istemek! Olmaz! [Önce burjuvazinin iktidarda olduğu her ülkede, her dönemde devlet baba, halkına kuşkuyla bakar. Bu Türkiye’ye özel bir durum değildir. Türkiye’nin özelliği T.C.’nin kuruluşundan itibaren yönetim sisteminde zorbalığın esas yöntem olması, T.C.’nin faşist olmasıdır. Bu gerçek olduğu kadar, bu faşizmin bir çözülme süreci yaşadığı da olgudur. Kaldı ki, bu çözülme süreci yaşanmamış olsa bile, eğer egemenler sistem tartışmasını gündeme getiriyorlarsa ve bu toplumda tartışılıyorsa, komünistlerin tavrı “bu bizi ilgilendirmez” olamaz. Hayır onlar kendi pozisyonlarını ortaya koyarlar. Yine kaldı ki bizim istediğimiz başkanlık, AKP’nin istediği başkanlık değildir. Yine kaldı ki, başkanlığa bu kadar şiddetle karşı çıkış, pratikte var olanın savunulması anlamına da gelir. CHP ve MHP’nin yaptığı budur.] Olsa olsa sultan kul ilişkisini resmileştirmesi olur! AKP’de devletleştikçe parti devlet birliği sağlandığı oranda fiili parti devleti rejimi RTE’yi daha da güçlendirdi. Güçlendikçe de daha fazla güce muhtaç hale geldi. İşte başkanlık istekleri de bunun tezahürüdür! [Yine “Sultan/kul ilişkisi.” Ajitasyon için hoş, ama içi boş. AKP’nin gitmek istediği ve gitme yönünde adımlar attığı sistem sultanlığın yeniden kurulması vb. değildir. Onların istediği kültürel olarak islamcı muhafazakâr, başkanlık sistemi ile yönetilen bir ✒ mücadele bizim dışımızda bir iş olarak mı kavranacak, yoksa biz bunun için de, bunun gerçek kurtuluş olmadığını söyleyerek mücadele edecek miyiz? Halkın andaki ekonomik, demokratik talepleri için mücadelesinde biz tavır takınıp, bunlar için mücadelenin ön safında yer alacak mıyız; yoksa bunlar zaten kurtuluş değil deyip, kenarda durup, soyut devrim propogandası ile mi yetineceğiz. Örneğin, bugün KK/T yürüyen savaşın hemen durması talebi için mücadele edecek miyiz, yoksa kapitalizm savaşsız olmaz, bu savaş dursa bile, bu Kürt halkının kurtuluşu olmayacaktır, çözüm devrimdedir deyip, duracak mıyız? Ya da bazılarının yaptığı gibi, ayaklanma çağrıları yapıp, sonra ayaklanan olmadığında yakınıp duracak mıyız?] Parlamenter sistemin iğdiş edildiği, temel özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülkede, demokratik bir geleneğin söz konusu olmadığı bir ülkede başkanlık sistemini istemek ve talep etmek iyi niyetle bile olsa gülünçtür. Alay konusudur! Parlamento bizde 1923’lerde kurulan ve dönem dönem faşizmin maskesi olma rolünün dışında herhangi bir foksiyona sahip olmamıştır. Bizde “milletin seçtiği vekiller” yaka paça meclisten çıkarılıp hapislere tıkılmıştır, siyasi partiler kapatılmıştır. Böyle bir “demokrasi” geleneğine sahip ülkede başkanlık sistemi de faşist devlet geleneğinin değişik türle yenilenmesi olacaktır. [Burada açıkça bizim bugünkü somut tartışma içinde bizim başkanlık sisteminden yana tavır takınmamız ve nasıl bir başkanlık sistemi istediğimizin ortaya konması “gülünç” olarak niteleniyor. Yine boş ajitasyon! Neden öyle imiş? Çünkü “böyle bir demokrasi geleneğine sahip bir ülkede başkanlık sistemi faşist devlet geleneğinin değişik türde yenilenmesi” olurmuş! Eğer gerekçe bu ise, bu bizim Türkiye’de –burjuvazinin iktidarı hangi biçimde olursa olsun– faşist iktidardan başka birşey olamaz diyerek, yeniden sürekli faşizm teorisine geri dönmemiz anlamına gelir. Hayır faşizm,Türkiye’de dahil hiçbir ülkede burjuvazinin tek olası iktidar biçimi değildir. Faşizm evet burjuvazinin egemen olduğu bir ülkede gerici burjuva demokrasisine dönüşebilir; tersi de olabilir. Biz bunun olabilirliğini yıllarca önce tespit ettik, örneklerle gerekçelendirdik,Türkiye somutunda da yaşanan sürecin kaba bir parlamenter sistem örtüsü ile maskelenmiş faşizmden gerici burjuva demokrasisine geçiş süreci olduğunu belirledik. Bu sürecin kırılgan olduğunu hep kırılmalar, geri dön- 65 ✒ serbest kürsü 66 cumhuriyettir. Çünkü Türkiye toplumunda böyle bir cumhuriyette halk oyuna dayanarak yönetebileceklerini hesaplamaktadırlar. Bu hesapları da ne yazık ki tutar görünüyor. Eğer bir darbe ile iktidardan indirilmezlerse, bunların en az 2023’e kadar iktidarda kalma hesapları tutar gibi görünüyor.] Demokrasi araç değil bir amaçtır. Demokrasiyi inme binme aracı olarak görenler, kendilerinde yetki daha da fazlalaştığında iktidarlarını babadan oğula miras bırakırlar! [“Demokrasi amaç”mış! Bunu bir komünist yoldaş söylüyor. Bizim için amaç demokrasi değildir. Bizim için amaç insanların değil, artık yalnızca şeylerin yönetildiği bir sistem olan komünizmdir. Demokrasi sınıflı toplumların ortaya çıkardığı, burjuvazinin kendi diktatörlüğünü gizlemek için kullandığı bir araç, proletaryanın ise kendi diktatörlüğünü işçiemekçi tabanına her zaman yeniden mal etmek için kullandığı bir araçtır. Proletarya diktatörlüğü işçiler ve emekçiler için en geniş demokrasi, burjuvazi üzerinde ise diktatörlüktür. En geniş demokrasi, demokrasi amaç olduğundan değil, komünizme giden yolda işçi ve emekçilerin yönetilmenin ihtiyaç olmaktan çıktığı bir sisteme ilerlemek için tek doğru araç olduğu içindir. Sınıf diktatörlüğüne ihtiyaç ortadan kalktığında demokrasi denen şey de tarih dersinin konusu olacaktır. Eğer başkanlık sistemi başkanın seçimle gelmesini öngören bir sistemse –ki öyledir– iktidar babadan oğula miras bırakılmaz. Kuşkusuz oğul veya kız da seçilebilir. Ama miras devralma değildir bu.] Bunların yeni Türkiye’sinde başkanlık için toplumun tümüne ihtiyaçları da yok. Düşmanlıklar yaratarak bundan nemalananlar, tabanlarını kincilik ve dincilikle kenetledikleri için bu işi kotaracaklarına tamamen inanmış durumdalar. Savaş durumu ve gem vurulmamış Türk ırkçılığı naraları bu koalisyonu daha da genişletmektedir. [Sınıflı toplumlarda hiçbir sistemde –ister başkanlık, ister parlamenter sistem– toplumun tümü tarafından kabul görmez. Hiçbir Anayasa tüm toplumun mutabakatı, tam fikir birliği içinde olması anlamına gelmez. Her zaman çoğunluk belirler. Şimdi Anayasa tartışmalarında ileri sürülen “toplumsal mutabakat” toplumun tümünün üzerinde anlaştığı bir metinmiş gibi gösterildiğinde, yapılan yalnızca sahtekârlıktır. Yapılacak yeni Anayasa da –tabii eğer yapılırsa– çoğunluğun onayını alacak, ama tüm toplumun Anayasa’sı gibi göster- ilecektir. Ve tabii o Anayasa’ya oy vermeyenleri de bağlayacaktır. O yüzden “Bunların yeni Türkiye’sinde başkanlık için toplumun tümüne ihtiyaçları da yok” tespitinin bir anlamı da yoktur. Yeni Anayasa’nın halk oyuna sunulması halinde %50 +1’lik bir çoğunluk onun meşruiyeti için yeterlidir.] Önemli kurumlardaki bürokratları ve yüksek yargıyı başkanın atadığı ve azlettiği bir başkanlık sistemi arzu etmektedirler. Denetimi de kendilerinin yaptığı bir sistem “anamı belleyen kadı, şikayet merci yine kadı” misalidir! İstedikleri başkanlık sisteminde hesap sorulmasın! Milli ve yerli Türk tipinin geçmiş referansı ümmetçiliğin egemen olduğu Osmanlı sultanlığıdır. Köleliğin, kulluğun hakim olduğu bir sistemdir. [Okurumuz bunları ciddi söylüyor olamaz. Önemli kurumlardaki bürokratları ve yüksek yargıyı atamak ve azletmek için başkanlık sistemi istiyorlarmış! Bu bugünkü sistemde zaten olan iş. Okurumuzun deyimi ile “anamı belleyen kadı, şikayet merci kadı” konusunda henüz bu tam sağlanmış değil. Bunun için ama başkanlık sistemine değil yalnızca biraz daha zamana ihtiyaçları var. Onların istediği başkanlık sisteminde istediklerinin “hesap sorulmasın” olduğu da iddia ediliyor yalnızca. İspat yok. Bu bağlamda da bugünkü sistemde de cumhurbaşkanından hesap sorulabilmesi için meclisin beşte dördünün oy vermesi gerekir. Milletvekillerinden hesap sorulması için ise ya milletvekilliklerinin sonlanması, ya da mecliste dokunulmazlıklarının kaldırılması gerekir. Yani hesap sormanın önünde yeter engel vardır bugünkü şartlarda. Bunun için başkanlık sistemine geçiş zorunlu ve gerekli değildir. İstenilenin Osmanlı sultanlığı olduğu konusunda daha önce söyledik, bu boş, burjuva muhalefetten devralınmış bir ajitasyon iddiasıdır. ] Bunların arzuladıkları başkanlık sistemi; Mısır’dan Anadolu’ya uzanmasının hayalini kurdukları ihvan hattı olan Panislam ve yeni Osmanlı yoludur. Tek yetkili sultanın emirlerinin uygulanması hesaplarıdır. Ama biline ki, oyun kurma gücü elinden alınmış, oyun bozma ile uğraşan hayalperestlerin istediği başkanlık sisteminde de stratejik derinlikleri işe yaramayacaktır! “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olma” ihtimalleri büyüktür! Referansları Hitler olanların arzuladıkları başkanlık sisteminin ne olduğunu tarihten haberi 18.02.2016 İki YDİ ÇAĞRI okuru... serbest kürsü Biz ne istiyoruz, nasıl bir sistem istiyoruz? Biz halkların özgürlüklerinin kısıtlanmadığı, emekçilerin insan gibi yaşama hakkının yüceltildiği halkların demokratik cumhuriyetini istiyoruz. Bu demokratik cumhuriyetin parlamenter sisteminde olmaması gereken bazı noktaları yukarda sıraladık. Olması gerekenler: Biz doğrudan demokrasi istiyoruz! Tek kişiye bağlı bir yönetim değil, halkın seçtiği ve azledebildiği kolektif yönetim sistemi istiyoruz! Seçimlerde her türlü barajın kalkmasını, seçilecek adayları halkın belirlemesini, nisbi temsil sistemli bir seçim istiyoruz! Biz halkların meclisini istiyoruz. Biz merkezin değil bölgelerin ve belediyelerin güçlenmesini istiyoruz! Irkçılığın ve ayrımcılığın suç olarak kabul görmesini istiyoruz! Tek tip insan istemiyoruz, renklerin zenginliğinden yanayız! Her türlü putlaştırma olmasın diyoruz! Herkesin işi olsun istiyoruz! Herkesin barınma, beslenme imkanı olsun istiyoruz. Herkes ulaşım-haberleşme ve sağlık hizmetinden ücretsiz yararlansın istiyoruz! Herkese eşit şartlarda parasız eğitim istiyoruz, Sömürüye son verilmiş herkesin işinin olduğu, çalışmayanın aç kaldığı bir sistem istiyoruz. Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etmesini ve milli azınlıklar üzerindeki baskıların son bulmasını istiyoruz! Farklı dillerde eğitimin özellikle Kürtçenin de Kuzey Kürdistan’da resmi dil olarak kabul edilmesini istiyoruz! Kadınlar cinsiyet zulmünden kurtulsun istiyoruz! Kadınlar üzerindeki her türlü cinsiyet baskısının kaldırıldığı bir sistem istiyoruz! Kadına ve çocuklara şiddet uygulayan cezasız kalmasın istiyoruz! Yaşamın temeli olan doğanın yok edilmesine karşı önlemlerin alınmasını istiyoruz! Çevrenin korunması herkesin görevi olarak yasalaşsın diyoruz! Atom enerjisinin yasaklanmasını istiyoruz! Komşularla barış içinde bir arada yaşamak istiyoruz! Dinin devlet tarafından beslenmesinin son bulmasını istiyoruz. Gerçekten laik devlet olsun istiyoruz! Hiçbir inanca baskı istemiyoruz. Herkese adalet istiyoruz. Adalet sisteminde temel ilke toplumun (emekçilerin) çıkarları temel alınarak kararlar verilsin istiyoruz. Yüksek yargının ve denetim yapacak insanların halk tarafından seçilmesini istiyoruz! Ölüm cezası olmasın diyoruz! Her türlü işkence olmasın yapanlar cezasız kalmasın diyoruz! Ücretler arasında uçurum olmasın, biri bir alırken biri bin almasın diyoruz. Yaratılan değerler eşite yakın paylaşılsın diyoruz! Eşit işe eşit ücret ödensin istiyoruz! Kültürel değerler korunsun, insanların kültürel ve bilimsel gelişmesi için özel fonlar oluşsun istiyoruz! Her türlü emperyalist talan ve saldırganlıklar mahkûm edilsin, halklarla dayanışma içinde olunsun istiyoruz! Kısacası biz her türlü barbarlığa karşı SOSYALİST bir sistem, doğrudan demokrasi istiyoruz! [Sorun tam da burada. Bu söylediklerimiz devrimle gerçekleştirilecek taleplerdir. Ve doğrudur. Aslında buraya demokratik halk iktidarı şartlarında yapılacakları yazabiliriz. Ve bununla yetinebiliriz. Fakat bu bugün biz istesek te istemesek de dışımızda, toplumda yürüyen tartışmada tavırsızlık, sonuçta var olanın savunulmasından başka bir anlama gelmez!] ✒ olanlar çok iyi bilir! [Bütün bunlar boş ajitasyon. AKP’yi de iktidar yapan ve iktidarda tutan biraz da bu boş ajitasyon aslında.] Bunların istediği başkanlık; soyulmuş ölü kadın bedeninin üzerinde poz veren faşistlerin “seni seviyoruz uzun adam” söylemleriyle “duygulananın” istediği ve arzuladığı bir başkanlık! İçerde kendinden olmayana saldıran anlayış sınır ötesinde de top mermisi yağdıranların istediğidir başkanlık! Sonuçta hedefleri 2023’e kadar iktidarda kalmak, (hatta 2075 vizyonlarını açıkladılar!) tek adam merkezli yapılanma pratiğine uygun bir karar alma sürecini ifade ettiği için ne gerekiyorsa yapılacak ve RTE başkan olacağı söylemlerini yukarda aktardık. Biz yukarda saydığımız gerekçelerden dolayı bunların istediği başkanlığı lanetliyoruz. RTE’nin başkan yapmamak için çalışacağız! [İyi güzel de, bizim andaki sistemle derdimiz yok mu? Birazcık da ona vurmak diye bir derdimiz yok mu? Kendimizi bu yazıda, sonunda söylediğimiz çözüm halk iktidarındadır dışında, burjuva muhalefetin söylediklerinden hangi noktada ayırdık? ] 67 YA BARBARLIK YA SOSYALİZM!