Gonzo Corpus Geniza Serisinden Hunter S
Transkript
Gonzo Corpus Geniza Serisinden Hunter S
Gonzo Corpus, Sayı VI, Haziran 2012 “KARANLIK” * Gonzo Corpus içerisinde yayınlanan tüm yazıların yasal sorumlulukları ve kullanım izinleri yazarların kendilerine aittir. Referans kullanılmadan herhangi bir Ģekilde yazıların kullanılmaları baĢta yazarların haklarına saygısızlıktır ve yasal olarak suçtur. Gonzo Corpus internet kanalıyla yayın yapan yarı akademik bir fanzindir. Ücretsiz olarak pdf. formatında yayınlanır. Print ve fotokopi yoluyla çoğaltılıp, paylaĢılabilir, para karĢılığı hiç bir Ģekilde satılamaz. * Gonzo Corpus Cemiyeti: Halil DURANAY, Kamil SAVAġ, Mustafa BĠROL, Mehmet TOPUZ, Arzu REĠS, Nazar ERĠġKĠN, Jeremy Utku RIFAT, Evrim ULUSAN, Jerusalem. * Ġsim ve Yayın Hakkı Sahibi: Halil DURANAY Redaksiyon: Kamil SAVAġ Dizayn: Tibet Pinhan * Gonzo Corpus Blog: gonzocorpus.wordpress.com Gonzo Corpus Twitter Hesabı: www.twitter.com/gonzocorpus Gonzo Corpus Facebook Hesabı: www.facebook.com/gonzocorpus Gonzo Corpus Elektronik Posta: gonzocorpus@gmail.com BAġLARKEN... Artık kendi gölgelerimizi de yitirdik. Bu ıĢığın olmaması ile ilgili elbette, ama yalnızca bununla ilgili değil. Gölgenin yansıyabileceği zeminden de yoksunuz. Evet onu öldürdük; hepimiz Tanrı‟nın katilleriyiz. Bu dünyayı güneĢinden kopardık ve Ģimdi gidiĢimiz tüm güneĢlerden uzağadır. „Tanrının ölümü‟, tüm değerlerin değersizleĢmesi, dünyanın gizemini yitirmesi, insanın anlamını kaybetmesi ya da „dünyanın gece çağı‟, yaĢadığımız çağın karanlığını tanımlamaya yetmiyor. Dünyayı karanlıktan kurtarmak isteyen Aydınlanma, aydınlatmak Ģöyle dursun dünyayı salt karanlığa gömmekten, dünyanın büyüsünü bozmaktan ve insanı yersiz yurtsuz, benliği içinde kaybolmuĢ bir hale getirmekten baĢka bir marifette bulunamadı. Dahası artık aymak için umudumuz da yok. Sürekli düĢüyoruz boĢlukta; „geriye, yana, ileriye, tüm yönlerde‟. ġimdi Elektra‟yı bekliyoruz; karanlığın yüreğinde, iĢkence güneĢinin altında, kurbanlar adına konuĢan Elektra‟yı. Ġçine giren tüm spermleri dıĢarı atacak olan, göğüslerinin sütünü ölümcül zehre dönüĢtürecek, doğurduğu dünyayı geri alacek, onu bacaklarının arasında boğacak ve onu fercine gömecek olan Elektra‟yı. Gonzo Corpus Cemiyeti Adına Kamil SavaĢ Camera Obscura: Karanlık için 5 Madrigal Nazar ERİŞKİN & Halil DURANAY Notlar: *Boulevard du Temple fotoğrafı: Louis Daguerre (1838,1839) *Madrigal 2,3,4,5 Fotoğraflar:Nazar EriĢkin *Madrigal 3,5 Metin: Nazar EriĢkin *Madrigaller 1,2,4,Son Not Metin: Halil Duranay Madrigal 1: Boulevard du Temple Bu kent; camdan bana bakan bu kent: bir montaj cehennemine hoĢgeldin diyor her sabah…motor sesleri, çanlar, adım sesleri, bağırıĢlar…montaj kaosuna hoĢgeldiniz, günün epistemik Ģiddetine, bu kalabalığı izliyorum, bir sonu bekleyen bu kalabalığı, paketi açılmamıĢ yepyeni bir mesihi bekleyen bu kalabalığı, doğmamıĢ bebeklerin can cekiĢmelerinin metafiziğiyle bu kenti izliyorum. Kayboldum, bir yapay zekanın nostaljisinde – bu kent beni gebertiyor, bu kent beni gebertiyor…Gözlerimi kapayıp – camın ötesindekinde yığılanın Boulevard du Temple gibi sade, kara ama sade bir fotoğraf olduğunu imliyorum – sessiz bir bulvar, sessiz bir tapınak, bir fotoğraf – her ne kadar fotoğraflar dünyaya aidiyetin şehvetini simgeliyor olsa da. Her ne kadar fotoğraflara saltça bağımlı olanlar, kendilerini fotoğraflarla teşhir edenler yerkürenin ölümden en çok korkanları olsa da. cehenneminden daha az kir barındırır. Bir fotoğraf, bir montaj Madrigal 2: Bu Enkaz Evimdir Soydum harmanimi, bekledim, doğdum, dönüyorum yüzümü imdi karanlığa…bu enkaz evimdir, en dilsiz saatında hayvanların - beni tanrının gölgesine gömün… Orada doğacak sabahın ıĢığını seviyorum - o ıĢığı seviyorum, onun zamanı geldiğinde karanlığa gömülüp, hissiz kalacağım kesinliğini de… Her Ģey karanlıktan gelir ve karanlığa döner… Gök, bellek, beden, inanç, politika, oda, rahim, kitap, ses, yaĢam…karanlığın olmadığı hiçbir yer tanımıyorum… Madrigal 3: Kasvete koşar adım… Sadece kafanı Ģöyle bir kaldır da bir bak hele… Bak da gör ne kadar büyük tependeki. Hele de koca koca gözleriyle dumanlı bakınca içine. Tam kaçarken geride her ne kaldıysa almadan yanına... Biraz suçluluk duygusu, biraz da tekrar dönmek için bahanen olduğunu düĢünüp gizli bir memnuniyetle bak ne kadar yanıldığına… BAK BANA DUMANLI! BANA BAK DUMANLI! BANA BAK! BANA! Bak ne kadar da kırılgan ve dönüĢken olduğuma. Sanki biraz daha gelsen üzerime dayanamadan salıvereceğim göz yaĢlarımı. Ben bu kadar bağlıyım iĢte sana hayat. Hep tutkuyla, yani bilirsin, en küçük kırgınlığım sonum olur. Bak hayat; bir bak hele… Senin de tepende. Koca bulut gözleriyle kesiyor hesabını. Kırılınca kalbin sen de kes benimkini. Sonrası zaten hep karanlık! Madrigal 4:İNSANDIŞICILIK: Sülükler Üzerine Tekvin Hala yeryüzündeyiz, gırtlağımızda yuvalanan günün kirini ağız gargaraları ve diĢ macunlarıyla örtüyoruz ve hala tasa yönsüz. Ġyi kötü uyuyabilirim ama Ģu saatte kesinlikle yapılmaması gereken Ģey; yeryüzünün ızdırabını düĢünmek, hayır bu saatte buna akıl yatırmanın bedelini hep ağır ödüyorum – seni tüm karadeliklerin dıĢında tutup, kendimi yaĢatmam lazım, öyle ki Ģimdi biz bir bütün olmaya bu kadar alıĢtık. HissizleĢip, yazarak itiraf etmeyi becerebilmem bir lütuf. Bu Ģekilde günah çıkartıp sonra sıçarak iĢi baĢımdan savabiliyorum ama bu palyatif bir durum. Bazen senin bile beni kurtaramayacağın zamanların gelebileceğini düĢünüyorum. Sonra herĢeyin iki taraflı olduğuna inandırıyorum kendimi; dıĢarıdakilerin gördüğü Ģey ve benim gördüklerim. Shades shades divided under the sun - we won‟t be a whole anymore. Down down all the curtains – we need to be alive in this state. Bu ülke bizi kemiriyor, bu ülke içinde olmamızın bedelini günaĢırı tüm aygıtlarıyla bize ödetiyor. Biz ki sadece unutmalıyız, unutmayı becermeliyiz. YitirilmiĢ olan büyük unutkanlık yetisi. Tüm bu karmaĢa hatırlamaktan alıyor gücünü, bellekten. Bellek olmaksızın varlıklar tüm karmaĢalarından arındırılmıĢ olarak devam edebilirlerdi. YitirilmiĢ olan o büyük unutkanlık yetisine karĢı hep hatırlamak – uyanıkken ve rüya görürken, hep hatırlamak. Hafıza kaybı en kutsal hastalık olarak hatırlanacak. Dünyayı altüst etmek için hatırlamak yeter. Dünyayı yaĢayabilmek için unutmak yeter. BayatlamıĢ kahveyle koca bir geceyi geçirecek bir adamım: Gavin Bryars; Farewell to Philosophy -1 ve yeryüzünden kendini tecrit etmek için sarfedilmiĢ son söz: “wovon man nicht sprechen kann, darüber muss man schweigen / üzerine konuĢulmayan konusunda susmalı”. Hani Ritter‟e göre varoluĢçuluk; kendi kendini yitirmek tehlikesinin baĢ gösterdiği yerde ortaya çıkar ya. Yani ben diyorum ki: varoluĢçuluk yokluğun hükmünü hissettirdiği anda sıkı sıkı varolmaya sığınılan bir korkaklık güdüsüdür. Oysa varolmanın baĢlı baĢına bir nedensizlik ihtiva etmesi süregelen bir bilinç. Tüm yönsüz sıkıntılara bir son montajlamakla, varolabilmeyi nedenli bir eyleme dönüĢtürüyoruz. Benim yazma tehlikesini bir uğraĢa dönüĢtürdüğüm ilkel Pazartesi gecelerinden biri daha. Çözüm üretmek gayesini çocuk yaĢlarda bıraktım ben, benim durumumu en güzel sen okudun “benim derdim sadece yıkmak, aklım böyle çalıĢıyor, yıkıp, yıkımı telafi ederek yeni bir kriz inĢa etme gibi bir derdim asla yok, ben o enkazın karĢısında geçip, tütün ve kahve içmekten ibaretim”. Nazaretli ile bu kadar uğraĢma nedenim de gayet açık seçik ortada: bir bedeni cinlerden arındırmak için Ġsa, binlerce domuzun telef olmasına müsade eder. Onun mesellerinin en boğucu tarafı metafizik bir hegemonya için binlerce varlığın yokolunmasına rahatça buyruk verebilmesidir. Sülükler terketti, ileride uğuldayan bir köpek sesi dıĢında tanyerinin ketumluğunu bozan bir Ģey yok. Zaman sadece eskiyor. Madrigal 5: Yalnız Karanlık yalnız kalmak ister… Tek olsun, hep olsun diye. Olamaz ve hiç olmamıştır aslında. Hep bir öncesi vardır onun ve bir sonrası. Kıskanç ve bencil; kısa ömürlü ve ahiretlik iki dost yanında. Alacakaranlık fısıldar, karanlık dinler, aydınlık bağırır ya da belki aydınlık dilsiz, karanlık cüretkar alabildiğine ve alacakaranlık kök salamayan bir yeniyetme. Sen koy adını gece… Ne de olsa döneceksin yeni bir güne! Ve biz yine emip kanını, posan çıkınca atıp seni kenara, ardımıza bile bakmadan kapatıp gözümüzü dalarız rüyaya. İstesen de istemesen de kalan dostlarınla sen de dalarsın belki bir kaaç ömür ve artık arsızlaşarak bu döngünün ana oyuncuları olmaktan yılgın… Ve biz açtığımızda gözümüzü hangi yüzün kalmışsa artık, kaderimize razı… Biraz edepsiz alacakaranlık şimdi, kendine güvenmiyor karanlık ve hiç bir şey vaad edemeyecek kadar aynı aydınlık! Madrigallere Son Not: Berdyaev’in Godot’su: TANRI İnsan, varolmak ya da varolmamak boşluğunun önünde dikiliyor. Bu boşluğa kendi iradesiyle hükmedemez: yukarılardan yardıma ihtiyacı var. Bu kutsal-insanın meselesi. Eğer içinde bulunduğumuz zamanda insanın gerçek varlığı tehdit altındaysa, eğer insan kopup uzaklaşmışsa, bu yalnızca kendisine bağlıdır ve kendi iradesine. İnsan, belki de bütün varlığının en tehlikeli evresinden geçiyor. Ama yine de insan geleceğinin tamamen umutsuz olduğuna inanmıyorum. Bu umutsuzluk yalnızca yeryüzüne ait, ötesine değil. Bize göre dünya zamanı sonsuz değil, bu dünya ve tarih sona erecek. Ancak bu demek değil ki bu dünya için, yeryüzünde, çağımızda son bir çözüm olasılığına inanmayalım…Bu insanın üretici yetisini engellememeli, insanın burada ve şimdinin adeletini gerçekleştirmesini, insanın üretici eylemleri "sonu" bizzat etkileyecek. Son, kutsal-insanın meselesi. Son söz tanrıya ait, insanın da sözünü içeren… (Berdyaev / Hristiyan Varoluşçuluk'tan – Çev: Halil Duranay/ Silento) Hıristiyan varoluĢçulukla ateist varoluĢçuluk temelde birbilerinden çok uzak değildir. Ateist varoluĢçuların varoluĢ meselelerini tamamen insanın ontik yapısına ve iradesine bağlayıp çözmeye çalıĢan bakıĢına karĢı; hıristiyan varoluĢçular, varoluĢa dair tüm çıkmazlarda, problemlerde ve gizlerde iĢe tanrıyı da ortak ederler. Hıristiyan varoluĢçuların çoğunda tanrı bir yol gösterici ya da kurtarıcı değil; mevcut belirsizliğin ve insanın içindeki absürdlüğün dıĢında ama aynı zamanda içinde bir dıĢ olgudur. Saatin çarklarının dönmesi için ihtiyaç duyulan hareket ettirici; nasıl Marx'ın diyalektiğinin iĢlemesi için bir iliĢkiler ağının kendisi olması gerekiyorsa ya da nasıl Hegel diyalektiğinin iĢlemesi için bir tine ihtiyaç varsa. Nietzsche'de bu istenç gücüne ve sondaki çıkıĢa ulaĢmak için çekilen hiçlik acısına bağlıdır. Vladimir ve Estragon'u yaĢamaya devam ettiren Ģey; Godot'nun gelmeyiĢindeki sürekli bekleme, kaygı ve merak arzusudur. Ece Ayhan'ın poetikasında ise tüm olgu ve Ģeylerin karanlık yüzüne duyulan hayranlık ve onların dıĢavurumuyla kendini arındırma rahatlığıdır. ĠĢte hıristiyan varoluĢçuların devinim hareket ettiricisi boĢluğunu karĢılayan mefhum: tanrıdır. Tanrı, Berdyaev'de insanın kaygı ortağı, umudu ve umutsuzluğunun daimi bir parçasıdır; insanın kendi iradesi zamanına ve mekanına ait herĢeyin yegane sorumlusudur. Berdyaev'in insanı, çıkıĢı tanrıda bulur ama o tanrının kelamı aynı zamanda insanın da kelamıdır; birbirlerine nüfuz ederler ve birbirlerini dengelerler. Tanrı bir yerde Berdyaev'in insanının Godot'sudur ya da Marcel'in "varoluĢsal gizini" biraz eğer bükersek; insanın çözümleyemeyeceği, kavrayamayacağı, tanıyamayacağı ama yönsüz bir kaygıyla daima beklediği - varoluĢundan itibaren içiçe yaĢadığı gizi. MĠNERVA‟NIN BAYKUġU EVRĠM ULUSAN Nasa‟nın internet sitesinde yer alan habere göre, uzayda bulunan 'galaksi evrim kaĢifi'(galaxy evolutıon explorer) aracı ve Avustralya‟nın Siding Sping dağlarının zirvesinde bulunan teleskopla yapılan gözlemleri inceleyen dikkatli ölçümler, galaksilerin birbirinden uzaklaĢtığı bilgisini bir kez daha doğrularken, bulgular, KARANLKIK ENERJĠNĠN VARLIĞININ, Ģimdiye kadar sağlanan en iyi teyidi oldu. Avustralya‟daki Swinburne Teknololoji Üniversitesi‟nden Chris Blake bu durumu, 'bir taĢı havaya attığınızda, bir süre sonra hızının azalmayıp, giderek artması ve havada giderek daha hızlı biçimde yol almayı sürdürmesi' gibi ifadelerle tanımlamaktadır. Evrende karanlık enerjinin varlığı konusunda elbette daha birçok bilimsel açıklama bulunmaktadır. Bunun yanında karanlık enerjinin insan hayatı üzerine etkisi konusunda derin bilimsel araĢtırmalar yapmaya gerek var mıdır bilinmez!.. Öyle ki günümüze, yaĢadığımız topluma, ülkemize hatta daha da tümele gidersek yaĢadığımız çağa bakarak karanlık enerjinin fiziksel bir kuramdan çıkıp nasıl insanoğlunun üzerine 'KARANLIK BĠR KIYAFET' gibi yapıĢtığını görebiliriz. Biraz göz atmak gerekirse; tarihte ilk yazının M.Ö. 3200‟lü yıllarda bulunduğunu hepimiz biliyoruz fakat 21. yüzyılda hala aramızda yazı hiç bulunmamıĢ gibi davranıp, okumaya, sorgulamaya, düĢünmye savaĢ açmıĢ, itaatkar, seri üretim, sürü modelini benimsemiĢ, sadece baĢkalarına değil kendine de yabancılaĢmıĢ, kendini bulamamıĢ, arayıĢ içerisinde diyalektik bir döngüye saplanmıĢ, varetmeyi değil yoketmeyi benimsemiĢ, üretmeyi değil kopyalamayı seçmiĢ, etrafını karanlık enerjisiyle silmiĢ koca bir YIĞIN ile aynı havayı solumak zorunda olmak ne kadar acı öyle değil mi sevgili dünya!.. Gerçek; tümcenin olguya karĢılık gelmesiyse eğer, karanlıkları ıĢığa çevirmeliydi insan. ĠĢte o vakit evrende hiçliğin güftesi çalmaz, sadakatsiz olmazdı zaman ve Minerva‟nın baykuĢu havada asılı kalmazdı... Minerva‟nın baykuĢu özgürce uçtukça akıl ancak özgür olabilir ve gerçeği bilebilir. Pratik, soyut bilginin somutlanmasıdır. Soyuttan somuta giden ideolojinin logosu kurduğu kırılgan yolda MĠNERVA‟NIN BAYKUġU, GÖREMEYEN ĠNSANLIK ĠÇĠN TEK REHBER OLACAKTIR.... KARANLIKTA Karanlığın ağırlığını yeniden üstlenmek ve „evreni ufalamak‟ Kamil SAVAġ “Niçin doğmama izin verdin? Keşke ölseydim, hiçbir göz beni görmeden! Hiç varolmamış olurdum, rahimden mezara taşınırdım. Birkaç günlük ömrüm kalmadı mı? Beni rahat bırak da biraz yüzüm gülsün; dönüşü olmayan yere gitmeden önce, karanlık ve ölüm gölgesi diyarına, zifiri karanlık diyarına, ölüm gölgesi, kargaşa diyarına, aydınlığın karanlığı andırdığı yere.” (Tanakh, Ketuvim, Eyüp) Karanlık; bilinmezlik, gizem, yalnızlık, umutsuzluk, kaygı, arzu ve ölümle özdeĢleĢtirilir. Umutsuzluk, kaygı, korku gibi duygular karanlık duygular olarak anılır ve insanın karanlık tarafını temsil eder. Aydınlık ise düĢünce ve bilme ile özdeĢleĢtirilir ve insanın rasyonel yanını temsil eder. Karanlık insanın Dionysosçu, taĢkın tarafıdır; Aydınlık ise insanın Apolloncu, rasyonel tarafı… Pozitivist düĢüncenin ve bilimin egemen olduğu ve dünyayı karanlıktan ve doğanın kör güçlerinden kurtarıp, insanı „doğanın efendisi‟ haline getirdiği düĢünülen “Aydınlanma” düĢüncesi de IĢık ve Aydınlık ile temsil edilmiĢtir. Aydınlanma ile birlikte insan; kendi aklını kendi geleceği ile ilgili olarak kullanma ve karar verme cesaretini göstermek suretiyle “aydınlığa” çıkmıĢ ve öznelliğe kavuĢmuĢ bir varlık olarak kendini göstermiĢtir. Nietzsche gün ıĢığıyla düĢünce arasındaki bu bağın neden kurulduğunu sorar. “Gün ıĢığı hakkında söylediklerimizi neden aydın düĢüncenin güveniyle söyler, dünyayı düĢünme gücünü elimizde bulundurduğumuza inanırız? IĢık ve görmek, düĢüncenin donanmasını istediğimiz bütün yaklaĢım biçimlerini neden sağlasın?” Görü; insanların eksikliğini duyduğu büyük bağıĢ gibi sunulur olmuĢtur, IĢık ise her türlü bilginin kökeni ve kaynağı haline gelmiĢ, insan IĢığın tahakkümüne terk edilmiĢtir. Blanchot‟nun tabiriyle: “IĢığın bu emperyalizmi niye?” DüĢünme; IĢık ve Aydınlıkla özdeĢleĢtirilir özdeĢleĢtirilmesine ancak Nietzsche‟ye kulak verirsek –ki verilmelidir- “dünya gün ıĢığının düĢündüğünden daha derindir” ve dünyayı gün ıĢığının ulaĢamadığı derinliklerine kadar düĢünmek gerekir. IĢık aydınlatır; bu ıĢığın saklanması anlamına gelir ki muzipliği de budur. IĢık aydınlatır: aydınlanan Ģey, dolaysız bir hazır bulunuĢ içinde kendini sunar; bu dolaysız bulunuĢ, kendisini ortaya çıkaranı göstermeden gösterir kendini. Görünür kılan ıĢığın kendisi görünmezdir; kendi izlerini siler. Dolaysız tanımayı güvence altına alırken kendisi dolaylı olanda kalır ve kendisini hazır bulunuĢ olarak ortadan kaldırır. (Blanchot) IĢığın aldatmacası, ıĢıldayan bir bulunmayıĢa kaçıvermesidir, bu bulunmayıĢ da her türlü karanlıktan sonsuz kat daha karanlıktır çünkü ıĢığa özgü karanlık, aydınlık ediminin ta kendisidir. “Aydınlık: IĢığın ıĢık olmayanı; görmenin görmek olmayanı. O halde ıĢık iki kere aldatıcı olur: bizi hem kendisi hakkında kandırır, hem de dolaysız olmayanı dolaysız olanmıĢ gibi, basit olmayanı basit olanmıĢ gibi sunarak kandırır” (Blanchot). Gün ıĢığı sahte bir günıĢığıdır; daha hakiki bir günıĢığı olduğundan değil; günıĢığının hakikiliğini, günıĢığı hakkındaki hakikati günıĢığının örtbas etmesinden… Dünyayı karanlıktan kurtardığı düĢünülen “Aydınlanma” da ıĢığın ıĢık olmayanı, görmenin görmek olmayanıdır. “AydınlanmıĢ” çağımız her türlü karanlıktan sonsuz kez daha karanlıktır. Aydınlanma‟nın ıĢığı sahte bir günıĢığıdır, dünyayı anlamaya ve bilmeye yol açmanın aksine dünyanın gizeminin yok olmasına, gerçeğin buharlaĢmasına, anlamın yitirilmesine yol açmıĢtır. Modern insan günıĢığının sahteliği sonucunda, bir düzenden yoksun varolanlar çokluğu içinde, hiçbir Ģeyin tam olarak ne olduğunu bilmez hale düĢmüĢtür. Pozitivizm ve beraberinde gelen teknolojik geliĢim ile birlikte insan yavaĢ yavaĢ varlıkla olan bağını yitirmiĢ, hem kendisinden hem de varlıktan uzaklaĢmıĢtır. “AydınlanmıĢ” düĢünce insanı merkeze yerleĢtirmiĢ ve dünya düzeninde onu ayrıcalıklı bir yere koymuĢtur koymasına ama “AydınlanmıĢ” düĢünce insanı düĢünmekten yoksundur. IĢık gizil olanı görünür kılmak yerine onun yok olmasına yol açmıĢtır. IĢık da dil gibi gösteren, görünür kılandır; ancak nasıl ki dilin boyunduruğu altında düĢünmek ister istemez düĢünmez hale geliyorsak, ıĢığın boyunduruğu altında da düĢünmek ister istemez düĢünmez hale geliriz. Dolayısıyla „IĢık‟ ve „Aydınlık‟ın düĢünce ile özdeĢleĢtirilmesi anlamsızdır. Aydınlık düĢünceyi mümkün kılmaz, ya da onu görünür hale getirmez, aksine onu yok eder. Çağımızın bir düĢünce çağı olmaması bundandır; Aydınlık bir çağ; karanlıktan daha karanlık bir çağ olmasından. Adorno ve Horkheimer‟a göre Aydınlanma kendi kendini tahrip etmiĢtir ve mitolojiye gerilemiĢtir. Adorno ve Horkheimer‟a göre bunun nedenini de özellikle gericilik amacıyla icat edilmiĢ milliyetçi, pagan ve diğer modern mitolojilerde değil de, hakikat karĢısında korkudan donup kalmıĢ Aydınlanmanın kendinde aramak gerekir. Ancak Aydınlanmanın kendini tahrip etmesinden ve mitolojiye gerilemesinden söz etmek Aydınlanmanın ilerlemeciliğini kabul etmek anlamına gelir. Bir de Aydınlanmanın hakikat karĢısında donup kaldığını söylemek Aydınlanmanın gerçekten bir Aydınlanma olduğunu kabul etmektir. Aydınlanma hakikat karĢısında donup kalmamıĢtır, çünkü mitolojiden daha fazla yaklaĢmamıĢtır hakikate, aksine sürekli uzaklaĢmıĢtır. Mitolojiye gerilemeden de söz edilemez, çünkü hiçbir zaman mitolojiden daha ileriye gidememiĢtir. Aydınlanmanın hedefinin insanları korkudan arındırmak ve efendi konumuna getirmek, dünyanın büyüsünü bozmak, söylenceleri dağıtmak, kuruntuları bilgi yoluyla yıkmak olduğu doğrudur. Ancak geldiğimiz noktada Aydınlanmanın yıkmak istediği kuruntulardan çok daha büyük kuruntularımız var ve dahası artık umudumuz yok. Mitleri yıkmaya çalıĢan Aydınlamanın kendisinin bir mit haline geldiği de doğrudur. Ancak asıl mesele Aydınlanmanın dağıtmaya çalıĢtığı karanlıktan daha fazla karanlık haline gelmesidir. Aydınlanmanın dağıtmaya çalıĢtığı karanlıkta insan el yordamıyla da olsa yolunu bulabilirken Aydınlanmanın salt karanlığında insan “yersiz yurtsuz” hale gelmiĢtir. Ġster Heidegger‟e kulak vererek çağımızı „dünyanın gece çağı‟ olarak, ister Foucault‟ya kulak vererek „insanoğlunun ölümü‟ olarak, ister Adorno‟ya kulak vererek „öznenin sonu‟ olarak, ister Weber‟e kulak vererek „büyü bozumu‟ olarak, ister Nietzsche‟ye kulak vererek „Tanrı‟nın ölümü‟ olarak adlandıralım; ister „katı olan her Ģeyin buharlaĢması‟, ister „postmodern‟ ya da „post-postmodern‟ istersek „ahir zaman‟ olarak nitelendirelim karanlık ve umutsuz bir çağda yaĢadığımız kesin. Ütopyaların bile sonu gelmiĢtir, insan artık ütopya dahi üretemez bir biçimde “eskatolojik bekleyiĢ” halindedir. Zira yaĢadığımız çağ distopik bir çağdır. Gün ıĢığının düĢündüğünden daha derin olan dünyayı gün ıĢığının ulaĢmadığı derinliklerine kadar düĢünmek, karanlıkta düĢüncelerin kıvrımlarına dokunmak ve karanlığın ağırlığını yeniden üstlenmek ve „evreni ufalamak‟ gerek. Tabi önce aymaktan vazgeçmek gerekir. Ġnsan hiçbir Ģeye aymamıĢtır henüz ayamaz da. KÖTÜLÜĞÜN KAYNAĞI ÜZERĠNE Mehmet TOPUZ “Doğanın tarihi iyilikle başlar, çünkü o Tanrı’nın eseridir; özgürlüğün tarihi kötülükle başlar, çünkü o insanın eseridir.” Immanuel Kant Kant‟ın, üniversite evvelinde, aldığı dinî eğitim mucibince sıkı bir Latince tedrisinden geçtiğini ve bu dönemde, kendini pratik açıdan geliĢtirebilmek için bol bol klasik Roma ve Ortaçağ felsefesine dair okumalar yaptığını biliyoruz. Yukarıdaki pasaj, Kant‟ın, Hristiyan teolojinin yaratılıĢ teorisini felsefî-etik temelde ve özgürlük problemi bağlamında ele aldığı “İnsanlık Tarihinin Tahmini Başlangıcı” baĢlıklı yazısından alınma1. Bu pasajın ana fikrine, Kant‟ın gözünden tekrar değineceğim. Ama evvela, bu ana fikri iki ayrı parçaya ayırarak, Kant‟ın Ortaçağ okumaları kapsamında uğramıĢ olabileceği iki durak üzerinden açıklamak istiyorum: Augustinus‟un gözünden felsefî-etik temelde cennetten kovuluş ve Scotus Eriugena‟nın gözünden yine felsefî-etik temelde kötünün kaynağı olarak insan. Scotus Eriugena, 9. asrın baĢlarında Ġrlanda‟da doğmuĢ, 30‟lu yaĢlarının ortalarına doğru Fransa‟ya, Paris‟e yerleĢerek burada dersler vermeye baĢlamıĢ bir isim. Aklı öne çıkaran, insanın akıl yordamıyla doğruyu bulabileceğini ve bulması gerektiğini savunan, dogmatik kader anlayıĢına ve somut cennet-cehennem tasavvuruna karĢı 1 Kant‟ın, Hristiyan teolojiyi, kısmen de olsa temellendirmek gibi bir amacının olmadığını, burada ilgili yazının genel çerçevesinden oldukça az bahsedilecek olmasından ötürü, sanıyorum ayrıca belirtmek gerekecek. Yazının bütünü göz önüne alındığında, Kant‟ın, Ġncil‟in yaratılıĢı anlatan bölümü ile karĢılaĢtırmalı bir dizge takip etmekteki amacının yaratılıĢa felsefî bir açıklama getirmek olmadığı açıkça görülür. Kant‟ın amacının daha çok, irade ve özgürlük gibi etik kavramlara, dinî bir çerçevede ele alındıklarında dahi esasen felsefî olma vasıflarından bir Ģey kaybetmediklerini vurgulayarak bir açıklama getirmek olduğunu söylemek daha doğru olur. Bu meseleyle ilgili daha kapsamlı bir açıklama 3 numaralı dipnotta mevcut olacak. çıkan görüĢleri nedeniyle yargılanmıĢ, hatta mahkûm olmuĢsa da hamisi Fransa kralı 2. Charles sayesinde cezasının infazından kurtulabilmiĢtir. Eserlerinde ve fikriyatında Augustinus‟un ve dolayısıyla Platon‟un, aslında belki Platon‟dan daha çok Plotinos ve Yeni Platonculuk‟un açık bir etkisi görülür. Eriugena, Yeni Platonculuk‟un “her Ģey birden türer ve nihayetinde yine ona geri döner” düsturundan hareketle bir doğa bölümlemesi tasarlar: Yaratılmayan ve yaratan doğa, yaratılan ve yaratan doğa, yaratılan ve yaratmayan doğa, yaratılmayan ve yaratmayan doğa. KalkıĢ noktası olan “yaratılmayan ve yaratan doğa” bizzat Tanrı‟dır; varıĢ noktası olan “yaratılmayan ve yaratmayan doğa” ise yaratılan her Ģeyin yeniden Tanrı‟da bütünleĢmesini temsil eder. Ġkinci aĢama, Platon‟un idealarına benzeyen kavramlardır, üçüncü aĢama ise bu kavramların fiziksel varlığa bürünmesi. Ġnsan, bu dizgede, net biçimde ifade edilmese de, ikinci aĢama ile üçüncü aĢama arasında bir yerde konumlanır; insan, Tanrı‟nın zihninde bir fikir olması hasebiyle yaratılmıĢ bir ruhî nitelikler bütünüdür; ama aynı zamanda, kendi fiziksel bedeni de dahil olmak üzere, üçüncü aĢamanın yaratıcısıdır. Günah, veya daha felsefî zeminde bir tabirle erdemsizlik, Eriugena‟ya göre kaynağını, ruh ve beden ikiliğinden mürekkep insanın, duyularla beslenen bedenî niteliklerine öncelik vermesinde bulur. Ġnsandaki ruhî nitelikler doğa bölümlenmesinde birinci aĢama olan Tanrı‟dan; bedenî nitelikler ise doğa bölümlenmesinde üçüncü aĢama olan fiziksel dünyadan izler taĢır. Esasen insan, Tanrı tarafından, tanrısal izler taĢır Ģekilde tasarlanmıĢtır, ancak, istikametini Tanrı‟dan dünyaya, veya belki daha manidar bir ifadeyle kendisine doğru çevirmesi, dinî manada günahın, felsefî manada erdemsizliğin, veya her ikisini de kapsayacak Ģekilde kötünün kaynağını oluĢturur. Bu yüz çevirmenin, Hristiyan akaidle daha doğrudan bağlantılı bir temsilini birazdan Augustinus‟ta göreceğiz. Burada, tek tanrılı dinlerin insanı yönlendirdiği türden bir haz karĢıtlığı gözlemlenebilir; Eriugena, günahı ve/veya erdemsizliği dünyevî ve fiziksel taleplerle simgeleĢtirerek açıklamaktadır. Eriugena‟nın doğa bölümlemesinin dördüncü aĢamasına, yani yeniden Tanrı‟ya, bu dünyevî ve fiziksel talepler ortadan kaldırılarak varılacaktır. Aurelius Augustinus, 4. asrın ortalarında, Roma egemenliğindeki Cezayir‟de doğmuĢ ve yetiĢmiĢ, 20‟li yaĢlarında 4-5 yıllığına Kartaca‟ya yerleĢerek Maniheizmi benimsemiĢ, ardından Roma‟ya göç ederek burada önce kitaplarını okuduğu Cicero‟nun etkisiyle Akademia‟nın septik öğretisine yaklaĢmıĢ, ardından da ağırlıkla Plotinos‟un etkisiyle oluĢturduğu felsefî sistemi vesilesiyle 30‟lu yaĢlarının baĢında Hrıstiyanlığa geçmiĢ bir isim. Augustinus‟un felsefesi, temelde Tanrı arayıĢı üzerine inĢa edilmiĢtir denilebilir. Ġnsan, en temel düzeyde ahlâkî bir varlıktır ve ömrü, her tür eylemiyle, bir Tanrı arayıĢından ibarettir. Bu arayıĢ tanımlamasında, Augustinus‟un yukarıda kısaca bahsettiğim yaĢam öyküsünü yok saymamak gerekir: Augustinus‟un ömrü, nihayetinde Hristiyanlığın tasvir ettiği Tanrı‟yı bulana kadar hep bir arayıĢ içerisinde geçmiĢtir. YaĢam öyküsünden felsefesine sirayet eden bir baĢka ayrıntı, Augustinus‟un, Roma Ġmparatorluğu‟nun çöküĢ döneminde yaĢamıĢ olmasından kaynaklanan hafif bir kötümserliktir. Felsefesinin detayına inildiğinde, Antik Yunan felsefesi ile Hristiyanlık arasında, sonrasında bütün bir Batı Ortaçağ‟ına yön verecek ve hatta bir benzeri Doğu Ortaçağ‟ında da gerçekleĢecek ilk baĢarılı sentezin izleri görülür. Bu sentezde Yeni Platonculuk ve Helenistik felsefenin katkısı yadsınamaz. Plotinos‟un her Ģeyi birden, yani Tanrı‟dan türeten varlık kuramı, Augustinus‟un elinde Hristiyan teolojinin felsefî temellendirmesine dönüĢür. Tanrı birdir ve mutlaktır. Geri kalan her Ģey ondan türeyen ve mutlak olmayan, göreli varlıklardır. Augustinus, Platon‟un idealar dünyasını tanrısal bir boyuta yükseltirken, duyular dünyasını da insanın cezalandırılmasının bir ürünü olarak geçici ve sahte bir seviyeye indirir. Tanrı, mutlak iyidir ve ilahî hakikattir. Ġnsan, kendisinin tanrısal boyutu olan ruhu vesilesiyle mutlak iyiden ve ilahî hakikatten pay alır. Bu pay almada ayrıca Augustinus‟un yaĢamı bir Tanrı arayıĢı olarak tanımlamasını temellendiren bir cazibe durumu söz konusudur. Platoncu bu ikilik, Augustinus‟u, göreli varlıklar arasında bir değer hiyerarĢisi oluĢturmaya iter Augustinus, Tanrı‟yı mutlak iyi olarak konumladığı noktada, muhtemelen ilk kez Epikuros‟un dile getirdiği ve muhtemelen ilk kez Stoacılar‟ın çözmek zorunda kaldığı meĢhur kötülüğün mutlak iyi olan Tanrı ile beraber var olmasının imkansızlığı paradoksuyla karĢılaĢır. Paradoks Ģudur: Tanrı kötülüğü neden engellememektedir? Tanrı, eğer kötülüğü engellemek istemiyorsa “iyi” değildir; engellemek istediği halde engelleyemiyorsa “mutlak” değildir. Augustinus‟tan evvel, Stoacılar‟ın bu paradoksa iki farklı açıklama getirdiğini ve bu iki farklı açıklamanın felsefe tarihi boyunca tekrar tekrar kullanıldığını biliyoruz. Bu açıklamalardan biri, her Ģeyin zıttıyla beraber var olmak zorunda olduğu ve bu sebeple Tanrı‟nın da iyiliğin karĢısında kötülüğü var ettiğidir. Bu açıklama, aynı zamanda Augustinus‟un bir dönem etkisinde kaldığı Maniheizm‟in varlık kuramı ile birebir örtüĢmektedir. Fakat Augustinus diğer açıklamayı daha akla yatkın bulur: Tanrı‟nın mutlak inayetinden hiç pay almayan herhangi bir varlık söz konusu değildir, dolayısıyla da kötülük diye bir Ģey yoktur; kötülük sadece iyiliğin eksikliğinden kaynaklanan göreceli bir kavramdır. Kötülüğün insanlık tarihinde ilk kez vukua gelmesi, haliyle Adem ile Havva‟nın Tanrı‟ya baĢ kaldıran meĢhur eylemleriyledir2. Bu eylemin yarattığı kötülük, zincirleme bir reaksiyon halinde duyulur dünyanın var olduğu andan itibaren süregelmektedir. Mutlak olan Tanrı‟nın yarattığı mutlak olmayan insan, kusurlu bir varlıktır ve bu kusuru hasebiyle irade sahibidir. Adem ile Havva‟nın meĢhur eylemi, iradenin ilk kez açığa çıkıĢıdır. Ġrade, Augustinus‟un tanımladığı biçimiyle, varlık hiyerarĢisinin tepesinde kadir-i mutlak bir Tanrı varken, elbette matah bir Ģey değildir; insanın kusurluluğunun simgesidir. Gelgelelim, Kant‟ın giriĢteki sözü, Augustinus‟un cennetten kovuluĢa getirdiği felsefî/etik açıklama ile, Eriugena‟nın bu fikirden yola çıkarak insanı kötülüğün kaynağı olarak göstermesinin bir sentezi gibi görünür. Kant‟ın çıkarımı, Eriugena‟nın insanı kötülüğün kaynağı addetmesine küçük bir etik ilave içerir sadece; bu da, insanı 2 Kutsal kaynaklarda vaziyeti simgelemesi için bir meyvenin seçilmiĢ olması, ayrıca bir anlam ifade eder biçimde açıklanabilir mi? Belki. Adem ile Havva‟ya, bahsi geçen meyvenin yasaklanmıĢ olmasından, her ikisinin de bu meyveyi evvelce deneyimlememiĢ olduğu sonucu çıkarılabilir. Yani, yöneldikleri Ģey, evvelce deneyimledikleri ve hakkında bir fikir sahibi oldukları, onları, bilinen bazı nitelikleriyle cezbeden bir Ģey değil, bilakis, evvelce deneyimlemedikleri ve hakkında hiçbir fikir sahibi olmadıkları, onları cezbetmek için herhangi bir niteliğe sahip olmayan bir Ģeydir. Böyle bir Ģeye yönelebilmesi için insanın, basitçe beslenme içgüdüsüne ilave, fazladan bir hareket ettirici etkene ihtiyacı olmalıdır, zira içgüdü, onu sadece evvelce deneyimlediği ve bildiği bir harekete yönlendirebilir. Bu Ģekilde bakıldığında, bu açıklamanın, ahlâkî eylemlerin en temel dayanağı kabul edilen aklı devreye sokmak suretiyle, Eriugena ve Augustinus sentezinin eksik bir parçasını da tamamladığı düĢünülebilir. Adem ile Havva‟yı, yasak meyveye yönlendiren etken akıldır; ancak akıl, insanın, hali hazırda mevcut içgüdünün dıĢına çıkmaya ve elde yeterli nispette veri olmadığı halde dahi çıkarım yapabilerek evvelce deneyimlenmemiĢ bir Ģeyi seçmeye yönlendirebilir. doğrudan insan olması bakımından veya Tanrı buyruğuyla cennetten kovulması sebebiyle kötülüğün merkezine yerleĢtirmek değil, özgür irade sahibi olması bakımından kötülüğün merkezine yerleĢtirmektir. ġöyle ki, insan, özgür iradesini kullandığı daha ilk örnekte iĢleri batırmıĢ bir varlıktır, evet. Özgürlüğün söz konusu edilebilmesi özgür iradenin kullanılmasına, özgür iradenin kullanılabilmesi de en basit halde dahi iki seçenek arasından bir tercih yapılmasına bağlıdır. Ġkinci bir seçeneğin varlığı, iki seçenekten birini görece daha kötü yapar. Kötü, bu tercih anından itibaren mevcut hale gelir. Ġnsan, cennetten kovuluĢ örneğinde, mutlak tek seçenek Tanrı ile Tanrı‟nın yarattığı ikinci seçenek olan bizzat kendisi arasında bir tercih yapmıĢtır. Bu tercihi yaptığı an itibariyle kötü, artık her zaman için bir ihtimal olarak mevcut haldedir. Hem Augustinus‟un hem de Eriugena‟nın vurguladığı, insanın düĢmüĢ bir varlık olması bakımından dünyada kötülüğe mahkum olması, Kant‟ın “İnsanlık Tarihinin Tahmini Başlangıcı” baĢlıklı yazısında bu tür bir etik temele oturur3. 3 Ġnsanoğlunun nihayetinde düĢmüĢ bir varlık olarak nitelendiği bir sürecin Kant‟ın ilgi alanına girmiĢ olması belki hâlâ garip geliyor olabilir; bu sebeple bir noktayı daha açıklığa kavuĢturmakta fayda var. Ġnsanın özgürlüğü, herhangi bir durumda ikinci bir seçeneğinin var olmasına bağlı olduğu gibi, ikinci seçeneğin varlığının insanlık tarihi boyunca idamesi de evvelce en azından bir kez olsun tercih edilmiĢ olmasına bağlı olmalıdır. Ahlâkî determinizm, iradenin uygulama sahasının, en temel düzeyde biri leziz diğeri iğrenç olan iki yiyecek arasından seçim yapmaya indirgenmesine ve insanın her zaman için leziz olanı seçeceği varsayımına dayandırılabilir. Bu basit indirgeme, insanın özgür olup olmadığı sorusunun gelip dayandığı kilit noktadır bir bakıma. Ġkinci seçenek, evvelce en azından bir kez olsun tercih edilmemiĢ ise insanın özgürlüğü ciddi bir problem ile karĢı karĢıya demektir. Cennetten kovuluĢ anekdotu, doğru veya yanlıĢ, gerçekçi veya fantastik olması bir yana, insan için özgürlüğün söz konusu edilebilirliğini açıklamada baĢvurulabilecek oldukça somut bir örnektir. Ġnsanın, leziz bir yiyecek yerine iğrenç bir yiyeceği tercih ediĢiyle, evvelce deneyimlediği bir eylem yerine sonuçları hakkında hiçbir fikir sahibi olmadığı bir eylemi tercih ediĢi, ve hatta Tanrı‟nın “yapma” dediği bir Ģeyi yapmaya yeltenmesi gibi alternatif örnekler, oluĢ biçimlerinin yanı sıra sonuçları bakımından da birbirleriyle benzerlikler gösterir. Ġnsanın, makul ve deneyimlenmiĢ mevcut seçenek dururken, muğlak, belirsiz ikinci seçeneği tercih etmesi, insanlık tarihi için felsefî/etik açıdan, dinî açıdan düĢme olarak tanımlanan sonuca benzer bir kırılma noktası sayılabilir. "Aydınlıktan Karanlığa Aurelius" Jerusalem Onlarla aynı ağaçta büyü, ama onların fikirlerini paylaşma Marcus Aurelius Böyle bir işe girişmemin ardında yatan amaç, sanırım Stoacı görüngenin, ruh dinginliğini, cesaretli bir erdem ve ayrıcalık değerleriyle içedönük evrimimizi hızlandıracak temel yapı taşlarını sağlamlaştırabileceği ihtimalinde direnip sevdiklerimi Stoacıların varlık alanına sokmak. Bunun yanında, sakallı Stoacıların, en zor ve umutsuz durumlarda tutunmaya çalıştığın o eli sana uzatabilecek yoğunlukta insanlar olabileceğini önermektir. Yoksa, amacım Stoacı varoluş yoğunluğunu anlatmak değil. Olsa olsa Aurelius’un etkisinin beni götürdüğü yere kadar girmeyi denemekten ibaret. Zaten bunu anlatabilecek ne zamanım, ne kaygım, ne de donanımım var. Nereden bakarsam bakayım, bütün bunlar benim için yeni şeyler. Bana öyle geliyor ki Stocacılık kendini durmadan çağlar boyunca yeniden tanımladığı ve taşan bir anlamı olduğu için hiçbir zaman olgusal olarak kafamdaki düşünceyle örtüşmeyecektir. Bu yüzden ne kadar az bilsem de, Antik Yunanca ve felsefe disiplini çıkışlı olmasam da, samimi bir ilgiyle Stocılar hakkında daha çok okuyor ve sürmekte olan deneyimlerime dönüp bakıyorum. Stoacılık işimize nasıl yarayacak (burada faydacı veya işlevsel bir derdim yok), onu nasıl alımlayacaksınız tam olarak bilemiyorum. Ama aşağı yukarı Stoacı duruşun ne hakkında olduğuna dair temel işaretlerin geçebileceği bazı geçişken çatlaklara işaret edeceğim. Alberto Manguel’in deyişiyle, Stoa metafiziğini hatmederek “bu ölümsüzlüğünü paylaşıp” aracılık görevi yapmak. Çünkü, sizin de bildiğiniz gibi, metinler, özgün bir tarihsel çerçevede üretilir, ama farklı durumlarda, hatta bazen hoş tarihsel sapmalarla tüketilirler. Yani bir şekilde, bu tarz stoik düşüncenin dallanıp budaklanarak kendini açığa vurması, zaman ve kültürel iklimin de uygun bir zemin hazırlamasını şart koşuyor. Buraya kadar olanlar kısmen benden de kaynaklanan sorunlar. Bir de benim istencimden bağımsız direşken sorunlar var: Bugün okuduğumuz Antik Yunan ve Roma felsefesi metinlerinin doğası olabildiğince sorunlu ve güvenilmezliğiyle ünlü. Zamanın dalgalarına karşı bu dönemlerden korunarak günümüze gelen filozofların derli toplu ve tastamam eserlerinin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Levent Kavas’ın aktardığı şekilde, zaman, tarih, unutuş, Marx’ın deyişiyle, “farelerin kemirici eleştirisi” gibi etmenlerle birlikte eski çağlarda yaşamış düşünürlerin yazdıklarının büyükçe bir bölümü yitip gitmiş. M.Ö. 600 ve M.Ss 600 yılları arasında bütün eserlerine sahip olduğumuz topu topu sekiz kişi var. Üstelik bugün Stoa kaynakları mevzu bahis olduğu zaman, Marcus Aurelius külliyatının bozulmadan, bir arada durması bir şans addedilse de, mevcut metinlerinin bütünlüğü şüpheli. Diğer stoacı düşünür ve yazarların birçoğundan bugün elimize geçense kırık dökük parçalar. Bir diğer sorunsa, ki daha az önemsiz bir sorun değil, eski filozofların kimi eserlerinin henüz arkeologlar veya eski el yazılarını okuyan paleograflarca yeni yeni keşfedilmesi. Günümüzde okuduğumuz toplu felsefe yapıtları aslında genel olarak 19. yüzyıl araştırmacılığının mirasıdır. Eskiden bir araştırmacı varoluş sebebi olarak gördüğü bir filozofun eserlerini derleyip olasılıklar matrisinde toparlayabilme beklentisi içinde dünyayı dolaşır, ömrünü bu uğraşa adardı. Tek yapabileceğimiz, 19. yüzyılda canını dişine takıp raslantılardan istifade ederek parçaları azar azar bir araya getirenlerin yolculuğuna dudak bükmemek. Aslında söylemek istediğim şey, yaptığı işi yaşardı. Böylesi hayat boyu mücadeleden artık sermayeye gömülmüş zamanlarımızda söz etmek mümkün değil. Nereden bakarsanız bakın, elimizdeki örselenmiş belleği aslında geleceğe taşıyıp ayakta tutan topu topu birkaç adam. Bu kopuşa yol açansa, tekno-kapitalist pedagojinin araçsallaştırıldığı kültür endüstrisisi parametreleridir. Stoacıların mantık bilimine – ki bugün büyük ölçüde bu külliyattan da yoksunuz nicelik olarak koydukları hayati katkılar azımsanamaz. Yoksa neden Stoacı Zenon’un yazmalarını günışığına kavuşturmak uğruna hayatlarını adayanların çabaları, faşizme bütçe ayıran üniversite CV’leri için fetişistçe aciliyetini sürdüren yayımlanmış “makale”den daha önemli olsun ki? Aydınlanma düşüncesini izleyen dönemlerde aklın pek de o kadar akla yatkın bir akıl olmadığı yönünde haklı eleştiri getirenler olsa da, en yalın ve sıkıcı anla(tı)mıyla, Stoik etik olanağı, bu yoldan gitmeye kararlı olanlara doğayla (yani akla) barışık bir bilinçte hareket etmeleri yolunda. Stoa öğretisinin temellerinde dayandığı bu görüşün sarıldığı alçakgönüllülük ve sevecenlik ilk anda kendini doğanın buyurgan dilini yerine getiren bir organ gibi duyurmaktır. Ancak, Stoacıların tarafsız-ilgisiz, kibar, çıkarsız ve sakin-soğukkanlı hayat gerçekleştirme kipi, aslında onlara atfedilen o her şeyi mutlak çileciliğe indirgemiş, dünyadan elini eteğini çekmiş, ilişkilerini sefil hayatlarına sıkıştıran popüler Stoacı tipolojisinden çok uzak. Bir başka sebepse Stoacı bireşim kozmopolit doğası ve sosyal olmayı öngörmesi. Aurelius’un örnek aldığı Stoacı Epiktetos’a kulak verirsek “Dünya dostlarla doludur.” (144) Marcus Aurelius denen adamsa, tüm bunların yanında gayet iyi biliyordu ki, dünya vatandaşlığını esas alan Stoacı ilkeler, yani bugünün gündelik hayat pratiklerine tercüme edersek, hizmet etmenin olanaksız olduğu bu sistemdeki dogma, hegemonya, kâr, karanlık güçler, yalanlar, yozlaşma, ırkçılık, iktidar, sömürü, baskı, açgözlülük, korku ve nefret, para, bayağılık, zulüm, seksizm, şehvet, sınıf, havlu atma, bir torba şikayetin ardından gelen populist pasif sızlanmaya zerre kadar itibar etmezdi.4 Olgun Stoacı dinginliğin, Gombrich’in tabiriyle, “aklın sessiz zaferinin” değişken özünde (tabii bir özü varsa) yatanlardan biri budur. Stoacılığı benim gözümde bu kadar değerli yapan, tarihte çok dik kafalı, bildiğini okuyan Stoacıların eksik olmaması. Bu küçük ve büyük ölçekli iktidar mücadelerinde yıkım sonrası toparlanma erdemi açısından kullanışlı bir felsefe olmasıdır. Cioran farklı bir anlamda Macbeth’ten bahsederken “bir cinayet Stoacısı, eli hançerli bir Marcus Aurelius” der. İmparator Nero karakterinde birisinin yardımcılığını yapan Seneca, Sezar’ı düzenledikleri suikastte hançerleyerek öldüren Utica’lı Cato’yla Brütüs’ün Stoacılar olduklarını yazar. Talal Asad’ın ele aldığı şekliyle, Stoaclık söz konusuysa eğer, ıstırabı yaşamın silinmez bir parçası sayıp olanca özcülüğüyle bırakılmışlık haletiruhiyesiyle kabul etmek– ve çeke çeke bize acı bırakmamış eski nesilin yaşamı değiştirmekten ziyade buna uyum gösterme nasihatleri – yanlış olabilir. Bence, bunun tersini iddia eden birisinin kendini yaşama bağladığı bağ erdem değil, isyankâr bir mazoşizmdir.5 Aurelius açısından öfke de, acı gibi güçsüzlük “Pax Romana”nın emperyal boyunduruğuna yöneltilen, haksız olmayan, eleştirileri de görebilirsiniz. İlginçtir, sabırsız vur-devir minvalinde Markist söylemleriyle tanınan Pasolini, meydan okuduğu kapitalizme karşı strateji üretirken, vermiş olduğu söyleşilerden birinde, günümüz tüketici toplumu bireyine reva gördüğü tutumun yeni agresif bir rol biçip itaatkâr jestler meşrebinden yaşlı bir köylüymüşçesine kaderini Stoikçe kanıksamanın artık günümüzde işe yaradığına hararetle itiraz etse de, öte yandan Jean Baudrillard çıkıp da kapitalizm karşıtı düzlemde şu eleştirel öneriyi uygun görecekti: “Eğer dünya ölümlüyse, biz daha fani olalım. Bizler de Stoik olalım: Eğer dünya ilgisizse, biz daha da ilgisiz olalım. Dünyayı fethetip en azından onunkine denk bir ilgisizlikle dünyayı baştan çıkaralım.” (2001: 79) 4 5 belirtisidir, çünkü bunlara yenik düşen yaralanır ve düşmana teslim olur. Stoacılığın en yatıştırıcı yanı, Asad’ın deyişiyle varoluş modunun ender kişilere açık, içrek bir hayat tarzı ve değerler sistemi olmasıdır belki de. Biraz yakından bakıldığında, soylu amaç, kelime ve düşüncelere gömülülüğü gözden kaçmaz. (Eleştirel-modernizmin cesaret ve kahramanlık anlatılara ne kadar ters baktığının farkındayım) Gerçi, Talal Asad’ın burada bağlamladığı üzere, “bir kere Stoacılık kitlelerden ziyade, elitler için tasarlanmış bir etikti. Bu şekliyle, çürümüş kamusal yaşamdan el etek çekmeyi ve toplumsal koşullara dikkat göstermemeyi teşvik ediyor” olsa da6, Alasadir MacIntyre’ın Stoacı etosun kamusal tarafını örneklediğine parmak basması, (bugün teklif ettikleri her şey felaketle sonuçlanan yoz siyasilere kıyasla) Aurelius’un bir önderin alçakgönüllülük ve asaletle kamusal dersler vermesi, yukarıdaki iddiayı destekleyecek kuvvetli bağlamsal delillere dair ipuçları edinmemize yardım edebilir. Her ne kadar, Antik Yunanlıların madde tasarımları bizimkinden kategorik fark gösterse de, ilk Stoacıların Antik Yunan’ın tarihsel doğasında nasıl yaşanacağını nispeten maddi ve anlaşılır bir zemin üzerinden ele almaları belki de günümüz şartlarında devam edebilmemizi sağlayacak bir ihtimal olarak anımsanmaya değer.7 Bertrand Russell, bir deniz kazasının aksi erdemi vesilesiyle Yunanistan’daki Kiniklerle tanışıp aralarına karışan Kıbrıslı Zenon’un kurucusu olduğu Stoa akımının duygusal anlamda nispi dar görüşlülüğüne dair dikkatimizi çekse de özlü bir şekilde devam eder: “Zeno bir materyalistti”. Günümüzün hızlı ve yıkıcı panik krizlerindeki çelişkilere karşı verilen direniş materyalist bir akışkanlığı en çok da destekleyen nesneler veya olgular silsilesi değil midir? Marcus Aurelius’un Düşünceler adlı eserinde (ki genelde üzerinde uzlaşılmış yanlış çeviridir) onun kendi iç(ine) bakış yolculuğuna (Latincesi kendi içine bakmak anlamına gelen “Te is auton ki. Zaten kitabı Kendi İçime Bakışlar başlığıya tercih edenler de var, ki doğrusu da buymuş) ilişkin beni en fazla çarpan aslında ne onun yüksek sorumluluğunu kavramış bir insan olması ne de esaslı bir Stoacı filozof olarak 6 Gerçi, Stoa doktrininin hükümdarlar arasında da taraftar bulup uygulanması iddiası burada dikkati çekebilir. Unutulmamalıdır ki, Sloterdijk’te “konforlu” olanın felsefesidir Stoacılık, Gilbert Murray’a göre İskender’in, Fordyce’e bakılacak olursa, Marcus Antoninus’un ağır basan Stoacı yanlarının farkına varmamıza yol açacak şekiklde okunabilir. 7 Zamanla bu materyalist etkileri uçup kayboldu. addedilmesi: Birkaç satır karalayarak ona duyduğum gönül borcumu dilimin yettiğince paylaşmaya çalışmam tamamen ayrı sebepten kaynaklanıyor. Demek istediğim, ondaki erdemle cesaretin birbirlerini karşılıklı olarak şekillendirdiği bir sürekli bir değişimdir ki (az sonra yeniden döneceğim gibi) önümüze yeni bir deneyim olanağı dünyası açma ihtimali göz ardı edilemez. Bununla birlikte, bir şey var ki, Aurelius’un Düşünceler’indeki satıraralarından yapacağım ufak bir iki alıntı, onun stoizminin Deleuze ve Guattari’deki oluşların eşiğinde çoklu akışlarına, Sartre’ın o sabit olmayan akışkan özüne, Buddha, Nagarjuna’ya, Aziz Augustinus (Tanrı ne geçmişte ne de gelecektedir), Boethus (Nunc Stanz), Eliade (tarihi reddettiğimiz ve sonsuz veya zamansız o cennet ve şimdiki zaman) ve Wittgenstein’da (şimdiki zaman ve onun sonsuzluğunda hasıl olan dil oyunları) yer eden “sonsuz şimdi”nin dilsel ve olgusal varyasyonlarına yabancı olmayanların ilgisini çekebilir. Hatta daha da ileri gidip Derrida’nın mevcudiyet metafiziğine meydan okuyan zaman-mekansal “şimdiki an sonsuzluğu” (mesela kelimeler ve zamanın değişip ertelenmesi- başka-farklı bir kelime ve farklı bir zamanın durağan oluşu mümkün kılmaması ve anlamın devam eden bir zamanda hareket edip farklılaşması; zira burada yokluk – çatlak- mevcut olandan daha önemli) ile bir kıyas ihtimalini ilginç kılması belki de Aurelius’u değerli ve geçerli kılan yönlerinden biridir. Bu yordamda görüldüğünde, Aurelius’un zihni bizi şaşırtmaya devam ediyor: İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülmez, ünümüz güvenilmezdir. Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yaşamımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur. Bizi koruyacak ne kalıyor geriye? Tek, biricik şey, felsefe. (II. Kitap, 45) Anlam aramanın işe yaramaz bir obsesif çaba olduğunu, belki de hortlaklarının yakamızı bırakmadığı belleğin ve en azından konjonktürel umutsuzluğumuzun (akışkan bir dili varsayarsak) dilsel (ve etkileşimli olarak olgusal ve düşünsel) bir yanılsama olabileceğini yukarıda alıntılanmış Romalılar ve Cermenler’in ölümcül gerilimdeki savaş atmosferinde yazılan kısım fazlasıyla duyumsatır. Şu sebepten ki Aurelius Düşüncelerde sık sık sürekli bir başkalık, farklılık ve ötekilik durumlarında var olduğumuzu dile getirir. Şimdiki anın bir yokluk üzerinde olması, aktif bir direnişin ihtiyaç duyduğu umulmadık, akla hayale gelmeyen ve davetsiz bir gelecek etkeninden başka bir şey değildir. Kısacası, “Bütün bir şimdiki zaman, sonsuzluğun bir anıdır. Her şey küçük, değişken, bir şimşek çakımında yitip gidiyor” diyen Aurelius’ta yaşadığımız zaman ve mekanda eşyanın, benliğin vs. kendisiyle özdeş olmasına izin vermeyen sürekli bir değişme ve erteleme hali, umut ve olanak kadar umutsuzluk bir eşiği de olabilir. (Aurelius, 2006: 89) Aurelius için “olaylardan oluşan bir ırmak, coşkun bir sel gibidir zaman; çünkü her şey görüş alanımızda belirir belirmez, sürüklenir gider, sonra bir başkası alır yerini, o da sürüklenir gider.” (Aurelius, 2006: 66) Ve ilerleyen sayfalarda şöyle der: “değişkeleri sonsuzdur (…) elini uzatsan tutabileceğin kadar sana yakın olan şey bile. Geçmişin ve geleceğin, içinde her şeyin yok olup gittiği sınırsız bir uçurumunu düşün (…) Doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor … ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi. (Aurelius, 2006: 78-85) Yine de, Ulus Baker’in deyişiyle Stoacı dünya görüşünün bilinçte nasıl zühur edeceği kişinin kendisine kalmış: "Orada artık her şey biter": Ya Foucault gibi "gülmeye başlarsınız" gülme üretimdir çünkü), ya da bir Stoacı gibi sessizce "ölüme geçersiniz." Soru artık şu bile olabilir: Kendi ölümünü nasıl üretirsin? Öte yandan, insanlığa geniş bir prizma süzgecinden bakıldığında şimdiyi ve geleceği yaşanır kılan aklın güçler her zamankinden çok törpülenip körelmeye doğru yol alıyor. Belki de bugün, sırf benzer sebeplerden Derrida’da sürdürülen aciliyetin etikle bir iletişim ve ilişkiye girmesi manidardır. İşte bu hayâl kırıklıklarından dolayı olur da kurtuluşu yürekteki boşluğun cehenneminde el yordamıyla ararsanız sizi oradan çekip çıkaracak çok yüksek bir insani yaşam cesareti ve doğası görüşüne sahip birisi de Marcus Aurelius’tur. Başka bir deyişle, Marcus Aurelius’a kulak vermeyi denemekle bir şey kaybetmeyiz. Yakamıza yapışan şansızlıklar silsilesi yüzünden umudunuz kırılıp ara ara canın yandığında, umutsuzluk pamuk ipliğine bağlı iradenin son duvarlarına gelip dayandığında, karşısına dikilip yüzleşeceğin korkular suratımıza tutulan bir ayna gibi sırıttığında, umarım Aurelius hep bir nabız atışı veya birkaç harf uzağınızda durur. Eğer Aurelius’un bize sorgulamayı öğrettiği üzere yaşadığımız dünya gerçekten de sonu gelmez kötülükler altında ezilmeye yazgılı değilse, içleracısı rezil sızlanmalar yerine, “başaramayacağını sandığın şeyleri de yap.” Kaynakça Asad, Talal. Sekülerliğin Biçimleri: Hristiyanlık, İslamiyet ve Modernlik. Çev. F.B. Aydar. İstanbul: Metis, 2007, 107. Aurelius, Marcus. Düşünceler. Çev. Ş. Karadeniz. İstanbul: YKY, 2006. Aurelius, Marcus. Meditations. Trans. A.S.L. Farquharson. London: Everyman, 1992. Baker, Ulus. Dostoyevski ve Tarkovski. Alındığı tarih, 5 2007, http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,215,0,0,1,0 Bachmann, Gideon. “Pasolini Source, Pasolini on de Sade: An Interview during the Filming of "The 120 Days of Sodom” İçerisinde Film Quarterly, 29: 2 (1975-1976, Winter,): 39-45, 41. Baudrillard, Jean. “Why Theory?” İçerisinde Hatred of Capitalism. Der. Chris Kraus ve Sylvére Lotringer. Massachusetts: Semiotext(e), 2001. Buzzati, Dino. Tatar Çölü. Çev. N. Önol. İstanbul: Varlık Yayınları. 1968 Mayıs, 206. Cioran, Emile. Burukluk. Çev. H. Bayrı. İstanbul: Metis, 2000, 13. Derrida, Jacques. “Ethics and Politics Today” in Negotiations: Interventions and Interviews 1971-2001 Ed. Ve Çev. Elizabeth Rottenberg. 295-314. Stanford: Stanford: Stanford University Press, 2002. Eliade, M. Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi II. Trans. A. Berktay. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2003, 181. Epiktetos. Düşünceler ve Sohbetler. Çev. Cemal Süer. İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2010. Fordyce, David. The Elements of Moral Philosophy. Indianapolis: Liberty Fund, 2003. Gökberk, M. Felsefe Tarihi. İstanbul: Remzi Kitabevi, 2002, 110. Kavas, Levent. Açtırma kutuyu. http://www.havadiskibris.com/yazi/1119/actirma-kutuyu.html MacIntyre, Alasdair. After Virtue: A Study in Moral Theory. Notre Dame & Indiana: University of Notre Dame Press, 1984, 233-4. MacIntyre, Alasdair. A Short History of Ethics. London, Routledge, 2004, 104. Russell, B. History of Western Philosophy. London: Routledge, 2007, 241. Sloterdijk, Peter. Critique of Cynical Reason. Trans. M. Elred. London: Verso, 1988. YAġASIN KARANLIK JEREMY UTKU RIFAT ‘’Panik‟‟in köken olarak, Pan‟ın korkunç çığlığının insanlar üzerinde yarattığı korkudan ötürü „‟panik‟‟ kelimesine dönüĢtüğü söylenir. Thomas Hobbes; Leviathan‟da korkularımız ve tahayyülümüzde yaratmıĢ olduğumuz imgeler sayesinde hurafeleri veya karanlıkta göremeyeceğimiz varlıkları, zihnimizde canlandırdığımızı söylüyor. Peki, karanlık bizler için ne ifade ediyor? Gonzo Corpus‟ın bu sayıdaki sloganlarından ve bence hayattaki tek gerçek olan „‟her Ģey karanlıktan gelir ve karanlığa döner‟‟ özellikle eski dönemlerde dünyanın gidiĢatında önemli rol oynamıĢ olan, bir zamanlar anaerkil toplumun göz bebeği kadınlar için ne ifade ediyor? Kadınlar, erkek egemen toplum, dogmatik dini yapılar sayesinde güçsüzleĢtirilmeye mi çalıĢıldı? Bir zamanlar yönetici konumundaki kadınlar, Ģu anda karanlıktan bile korkar hale nasıl gelebildiler? Karanlığın; acı, ölüm ve yalnızlık gibi, hayattaki salt doğrulardan biri olduğu kesin. Yasak meyve hikayesinden itibaren, bizlere Ģeytanın karanlığın simgesi olduğu öğretildi. Lucifer‟den, ıĢığın ve bilginin; daha doğrusu entelektüel anlamda aydınlanmanın iĢareti olarak bahsediliyor olsa da, tek tanrılı monoteist dinlerde bize karanlığın, kötülüğün karĢılığı olarak gösteriliyor... Karanlık kötü olan mıdır gerçekten; karanlıktan niçin korkarız? “Karanlık sizin için nedir?” diye sorduğum birçok kiĢiden, “yalnızlıktır” cevabını aldım... Yalnızlık ve karanlık, çağımızın en büyük korkusu olsa gerek. Yüzyıllar önce mum ıĢığında, televizyon, internet ve radyo olmadan, kendi kiĢisel geliĢimine, okuyarak ve düĢünerek fayda sağlayan insanoğlu, geliĢen teknoloji ile birlikte niçin karanlıktan korkar hale geldi? Cevabı basit, ama gerçek; insanoğlu, artık kendi kendine yetemiyor ve bazı Ģeylere ihtiyaç duyuyor; artan nüfus ile birlikte sıradan insanların sayıca artmasından, neospiritüel akımlara da rağmen, farkında olan insan sayısı oldukça azaldı. Ġçsel olana değil de, maddi ve çıkarları üzerine hareket eden bir topluma geçiĢ yaptığımız Ģu günlerde, farkında olan insanların da olmasına rağmen, yeni korkuları ve nedensiz boĢluk sorununu halledemiyoruz... Hiçlikten çok, amacı olmayan ve neye hizmet ettiğini bile bilmeyen bir insan kalabalığıyla boğuĢuyoruz. Verilen bazı radikal kararlara rağmen; insanoğlu, geliĢimini yavaĢ bir Ģekilde sürdürüyor. Hızlı geliĢen bu teknoloji çağında, dertlerimiz sadece konforlu bir yaĢamdan öteye gidemiyor. Duygular ya da düĢünce yapılarımız elbette değiĢmekte. Algılarımızda büyük bir problem yaĢıyor ve geçmiĢe takılı ya da geleceğe aĢırı bağımlı hale gelip, içinden çıkılmayacak bir karanlığa atıyoruz kendimizi. Benim için karanlığın anlamı bu değil; ne olduğunu bilmediğim karanlık ve içinden çıkılmayacak bir kuyuya atıp, çaresizce beklemek kesinlikle değil. Karanlık; ıĢığı aramak; farkında olmak, bilgiyi aramak, neden/sebep iliĢkisini araĢtırmaktır. Entelektüel bir sorgulayıĢ biçimidir; yalnızlıktır, çıkmaz bir sokak da değil, tam aksine bize yol gösterenin ta kendisidir. DüĢünmeden, var olunamayacağına göre, öleceğini bile son anlarına kadar bilemeyen güzelim hayvanlardan tek farkımızın „‟düĢünce‟‟ olduğunu varsayarsak; yalnızlık, karanlık ve ölüm üçlemesi aslında bize güç vermelidir. Büyük karteller, kapitalizmin vahĢi yapısı, devletlerin savaĢ ve silah çığırtkanlığı, yazılı bir eser bırakmak veya kendine ait ufacık bir düĢünce yerine, kendini ve ailesini zora sokaraktan, beton yığını saçmalıklara yıllarca bel bağlayan insanların dönemine Ģahitlik ediyoruz biz... Suçlu yaratmak her zaman iĢin kolayına kaçmaktır; Ģeytana atarız suçu, olur biter. Ġnsanoğlunu da, kendisini baĢından beri, karanlığa sürükleyen günahkar melek „‟ġeytan‟‟ misali... Tanrının veya Ģeytanın cezasını çekiyoruz denir ya, sonuçta gerçekten bu böyle midir? Geceleri suçlular ve kötüler ortaya çıkar; iyi olanlar ise, geceleri uyur ve mutlu/kandırılmıĢ hayatlarına devam ederler. Karanlık bu kadar kötü müdür; yalnız kalmak bize neden bu kadar acı verir? DüĢünsel açıdan hiçbir yararı yok mudur? Karanlık, insanı besler. Karanlık; acı, ölüm ve yalnızlığı çağrıĢtırdığı için, entelektüel üretimin artmasını sağlar; en önemlisi düĢüncelerimizi açar ve üretmemize neden olur. Karanlıktan ıĢık doğar ve yine batar. GüneĢin değerini anmıĢ oluruz bu sayede. BaĢka var olabilecek güneĢleri düĢünürüz; çaresizliğimizi alırız bir yerde. Geldğimiz yerin karanlık olduğunu hatırlatır, „‟carpe diem‟‟mantığını güzelce uygulamamızı sağlar bizlere... Sinirlendirir, entelektüel kibirimizi arttırır. En güzel bestelerin, en güzel resimlerin, en güzel yazıların yazılmasını sağlar. Bize hiçliği hatırlatır; ıĢığın önemini vurgular, benim saçmalama özelliğimi de destekler. YaĢasın karanlık, yaĢasın boĢluk ve yaĢasın hiçlik... Müzikle bağlantısına gelirsek; müzik ve sanat iç içe geçmiĢ kavramlar olduklarından, karanlık ve müzik birbirinden beslenmiĢ düĢüncelerdir. Sonuçta ölümden, ayinlerden, acıdan, ölümden, bir nevi can sıkıntısından ve karanlıktan doğan bir sanat dalıdır müzik... Oldukça eski bir oluĢum olduğundan, karanlık yapıyla da birçok ortak noktası bulunmaktadır. Karanlığın bize armağan ettiği en önemli müzik türlerinden ise günümüzde: doom, sludge, drone, gothic, ve özellikle black metali ilk sıralara ekleyebiliriz. ġeytan ve Ģeytanı yücelten black metal grupları olduğu gibi, neo-pagan veya nsbm(national socialist black metal) gruplar da mevcuttur. Karanlıktan beslenen birçok müzik dalı olduğu için, bu türler genellikle yeraltına indirgenmiĢtir. Aksilik çıkmadığı takdirde, birkaç ay içerisinde „‟Kült NeĢiriyat‟‟ ve „‟Gonzo Corpus‟‟ ekibi olarak, bu ve bunun gibi müzik türleriyle ilgili bazı eserler paylaĢmayı düĢünüyoruz. Sen istesen bile ben aydınlıktan bakamazdım; Ben, karanlığın ve hiçliğin çocuğuyum, Yarasa, en sevdiğim hayvan, karanlık ise bir yaĢam biçimim haline gelmiĢ... Beni değiĢtirmeye çalıĢma, ben annemi, babamı reddettim; Senin günahların, benim sevaplarım olmuĢ bu dünyada, Sen aydınlıkta, ben karanlıkta bir bilinmeyendeyim; Beni anlamaya bile çalıĢma, anlayamazsın, Beni, ben bile anlayamıyorken. Ben karanlık rüzgarıma çekilmiĢ bekliyorken, sen ise, sınırsız bir heyecan peĢindesin, Derler ki; sen bir boĢluk, o zaman ben de sana boĢluk nedir, sen ne yapıyorsun diye sorarırım Nihiliizmi, sadece bir hiçten sanırsın Ben sana karanlıktan ve yalnızlıktan bahsedince de, susar kalırsın... Bir hiç için, karanlıkta içtim seni Sen karanlıkta kaldım diye eleĢtirdin beni Karanlık bir seçimdir, Esirgeme, ey benden düĢüncelerini Yalnız kaldım, karanlıktayım merak etme beni, senin gibi aciz değilim, eyleme beni Ben karanlıktan beslenirim, Korkutma, korkmam ben yüce karanlıktan Hiçliktir benim benim nehrimi sulayan, karanlıktır bana meyvesini veren, yüce güç.... , Ġnansam da, inanmam Gücensen de gücenmem, ĠĢte benim, benim karanlıktan aldığım yegane güçtür; Döndür, Ģimdi döndürebiliyorsan... YaĢasın karanlık! Kutsal Yol Gazabı Arzu REĠS Kaygan ve dar bir yol. En güney noktadan baĢlayıp hafifçe kuzeye doğru bir akıĢ. Üzerinde haritalar olan duvarlar var. Haritalardaki çizimler görünmüyor. Haritanın görünmesini din kuralları, önyargılar, örf ve adetler engelliyor. Halbuki, bu yol yaĢamın bir parçası. Var olabilmenin, en tatlı güzelliklerinden biri. Engeller dolayısıyla var olabilmek daha sapkın ve daha karmaĢık bir Ģekilde süregeliyor. Din bu sapkınlıkların tetiklenmesindeki en belirgin sebeplerden biri. Din bahanesiyle cinsellik, cinsel istek ve haz, örtbas edilip günahlaĢtırılıyor. Cinsel iliĢkiler yasaklanıp tabu haline getiriliyor. Böylece insanlık, ne cinselliğini biliyor, ne de cinsel iliĢkiyi sağlıklı bir biçimde tecrübe edebiliyor. Ancak tarihe bakıldığı zaman, cinsellik ayinlerin önemli bir parçası olmuĢ ancak ilerleyen zamanlarda Hristiyanlık, Yahudilik ve Ġslamın götürüleriyle bireyler tek eĢliliğe yönlendirilmiĢ. Sevgi varsa cinsellik olmalıdır veya sevgi olmadan var olan cinsellik değersizdir, günahtır. “Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiĢ, onların bıraktıkları boĢlukta "herkes gibi" olan "alçaklar" kaynaĢmaya baĢlamıĢlardır.” (Baker, U.) Bu alçaklar herkes gibidirler ve herkes gibi olmayanlar alçak olmamalarının bedelini ağır bir biçimde ödemek zorundadırlar. Bu noktada „günahkarlık‟ ortaya atılır ve herkes gibi olmayanların faaliyetleri, yaĢam biçimleriyle günahkar ilan edilirler. “Alçakların” temelde ilgilendikleri “güney kutup” noktası masumiyetini koruduğu müddetçe sahibi kabul görür. Ancak aksi olduğu durumda hain ve günahkar ilan edilir ki bu ilan sadece kendini bilmez hadsiz toplumun bir yakıĢtırmasıdır. Alçaklar, içinde bulundukları bastırılmıĢlığın verdiği sıkıntı ve huzursuzluğun giderilmesi için baĢka insanların üzerine yürümekte, onlar gibi olmayanları ezmeyi kendilerine bir ilke edinmektedirler. Kurdukları düzenin süregelmesi adına herĢeyi yapabilecek olan bu “alçaklar” temelde yaĢadıkları kıskançlık ve ardından gelen öfkenin kurbanıdırlar. Bu kıskançlık alt egonun bir ürünü olarak sürekli içerden onları dürtmekle kalmaz, çeĢitli tepkilerle „günahkarları‟ rahatsız etmelerine sebep olur. Bu “alçaklar” sürekli olarak „günahkarlara‟ nasıl iyi birer vatandaĢ, nasıl iyi bir anne, koca olacaklarını anlatıp dururlar. „Günahkarlar‟ ancak ve ancak “alçaklara” uyum sağladıkları zaman, sıradanlaĢtıkları zaman cennetin ferahlığıyla karĢılaĢırlar. Bakıldığı zaman cinsellik iki veya daha fazla farklı bedenin iç içe geçerek, salgılarını paylaĢmaktan haz aldığı bir oyundan farksızdır. Bu oyunun kuralları ve zamanı oyuncular tarafından belirlenir. Ancak bu oyundaki en değerli nokta kazan - kazan yönteminin olmasıdır. Toplumsal olan bir çok oyundan farklı olarak bu oyunda kazan - kaybet iliĢkisi yokdur. Oyunun sonunda elde edilecek olan keyif, çift taraflı paylaĢım odaklı olduğundan iki taraftan da mağdur olan olamaz. Ancak Ģu andaki durumda kadın erkek iliĢkileri orientalizm konusunun doğu-batı iliĢkilerinden farksızdır. Batılı ülkeler doğudaki geliĢmemiĢ ve geliĢmekte olan ülkeleri karanlıktan kurtarmayı, onları aydınlatmayı amaç edinmiĢ ve kendilerini bu ülkelerden üstün konuma oturtmuĢtur. Buna göre kadın, erkek tarafından toplmsallaĢtırılır, ekonomik olarak güçlendirilir ve modernleĢtirilir. Ancak hiç bir zaman erkek kadar güçlü olamaz, olmamalıdır. Buna toplum müsade etmez, çünkü toplumun kontrolü erkeğin egemenliğindedir ve öyle kalmalıdır. Ancak bu görüĢe zıt olarak Montagu(1965), doğuda kadının bedenini kapatmasını ve eĢarp kullanmasını kadına verilmiĢ bir özgürlük olarak varsayar. Kadın bu aksesuar ile özelini saklayabilir ve aynı zamanda baĢkalarının onu deĢifre etmesini engelleyebilir. Öte yandan Harper (1985), aynı kadın figürünü kutsal ve erotik olarak tanımlar. Günümüzdeki röntgencilik ve kameralarla mahreme olan saygısızlık uygulamasının karĢısında bedenin kapanması bir liberalliktir. Aynı cinsiyet eĢitsizliği Yeğenoğlu‟nun kitabında da vurguladığı gibi doğu ve batı ülkeleri arasında da görülmektedir. Özellikle kadınların doğu ülkelerinde kendilerini görsel olarak da dıĢ dünyaya kapatmaları batılı ülkeler tarafından gizemli ve egzotik bulunmaktadır. Böylece doğulu kadın, çarĢafla, eĢarpla eĢdeğer tutulmaktadır. Kadının kullandığı bu aksesuar kadını erkeğin malı yapar ve erkeğin kadın üzerinde güç uygulayabilmesini sağlar. Ġnsanların hayatını daha fazla ve daha fazla yönetmeye kendini ĢartlandırmıĢ olan devletler insanları geliĢtireceği iddiasıyla onlara birtakım baskılar yaparak, onları geliĢtireceğine dair sözler vererek kurallar koyar. Bu, tıpkı sömürgeci ülkelerin sömürdükleri topraklara giderek “siz bizden geridesiniz, sizler ilkelsiniz, bu iĢi bize bırakın biz sizi geliĢtiririz” diyerek onların sahip oldukları maden ve güzellikleri onları geliĢtirme karĢılığında ele geçirmesinden farksızdır. GeliĢtirecekleri vaadi verdikleri ülkelerin eğitimini, düzenini, varlık biçimini kendine göre uyarlayan güçler, asla bu ülkeleri kendilerinin bulunduğu konuma getirmeyi yeğlemezler. Onlar geridedirler ve geride kalmalıdırlar. Teknolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel geliĢmeleri takip edemeyen ülkeler kaybedenler listesinde yerlerini aldıklarından devletler mümkün olduğunca bu durumdan kaçmaya çalıĢırlar. Buna göre devlet toplumu iyileĢtirmek, düzeni sağlamak adına, yasa, anayasalar çıkartır, kurallar koyar ve halkın buna ittat etmediği takdirde yasal veya toplumsal olarak cezalandırılacağını ilan eder. Bu kuralların en baĢında gelen evlilik kurumu da bazı ülkelerde yasal, bazı ülkelerde gerçekleĢmemesi halinde toplumsal cezalara sebebiyet verebilecek kuralların baĢında gelir. Evlilik kurumu temeline bakıldığı zaman, cinselliğin yasal olarak gerçekleĢmesini, üremeyi garantilemeyi, kadının erkek adıyla var olabilmesini sağlar. Aslına bakıldığı zaman evlilik kurumu bir kontrat anlaĢmadan farksızdır. Bir çok ülkede ikili birliktelikler için evlilik zorunlu iken, yine bir çok ülkede bu zorunluluk daha da ileri giderek sadece bir kadın ile bir erkeğin anlaĢmasından ibarettir. Bir kadınla bir kadının, bir erkekle bir erkeğin kontrat imzalamasına olanak tanınmamaktadır. Toplumsal ayrımcılıkların en baĢında gelen cinsiyet konusu hem homoseksüel hem heteroseksüel iliĢkileri derin Ģekilde sarsmaktadır. Cinsel iĢlev erkeğin güçlülüğünün simgesi olarak görülmekte (Erman,2002), cinsel olarak kudretli olan erkek, kendini daha baĢarılı ve toplum içinde güçlü hissetmektedir. Ancak cinsel olarak aynı durumda olan, cinsel isteği güçlü, cinsellikte baĢarılı olan kadın, tam tersi biçimde toplumdan itilmekte ve dıĢlanmaktadır. Özellikle Müslüman toplumların kadını “namus”laĢtırması, dolayısıyla nesnelleĢtirmesi, kadının cinsel kimliğini ve cinsel yaĢamını olumsuz olarak etkilemekte, onun erkek üstünden etiketlenmesine sebep olmaktadır. Erkek üstünden etiketlenen kadın asla kendisi olamaz ancak ve ancak üstünden bir erkeğin varlığının yerlerde kendini gösterebilmektedir. Kadın namuslu olabilmek ve nesnesi olduğu erkeği onurlandırabilmek adına vücudunun güneyindeki karanlık yolu ona saklar ve günü geldiği zaman ona hediye eder. Buna göre, bir kadının sahibine verebileceği en değerli “Ģey” namusu ve bekaretidir. Erkek o dar ve kaygan yoldan girip de kuzeye doğru ilerlediği zaman kadın bütün benliğiyle erkeğin kölesi olur ve ölene kadar böyle kalır. Esas olan budur. Bu sebeple erkek ancak ve ancak “sonsuza” kadar sahibi olabileceği bir nesneye değer verir, onu korur, evcil bir hayvan olarak onu besler ve evcil hayvanın namusunu kendi üzerine almıĢ olur. Namus kavramı özellikle gençlik üzerinde inanılmaz bir baskı yarattığından cinselliklerini farklı biçimlerde , gizlilikle yaĢamaya itilmektedirler. (Civil, B. 2010) Evcil bir nesne, bir evcil hayvan olarak kadının toplumsal yeri muhakkak bir erkeğin yanıdır. Bu erkek önceleri onun “karanlık yol”, dolayısıyla var olmasını sağlayan babası sonraları da “karanlık yol”, dolayısıyla anne olmasını sağlayan ve üretime yol/yön veren kocasıdır. “Bakire kız yeni bir aileyi kurumsallaĢlırabilmek için ev dıĢına çıkar böylelikle de erginleme sürecindeki iĢlevselliğiyle ve genç kızlıktan kadın olmaya geçiĢ süreciyle kendini farklı kılar”. ( Ölçer,E. 2003) Aslında kadının yeri kocasının yanı bile değil, bir adım gerisi ve kocasının evidir. Kadının görevi kocasının bütün ev, bakım, seviĢme ihtiyaçlarını gidermek ve onun üretimine destek olmaktır. Erkeğin soyunun devamını sürdürmek için çaba sarfetmek kadının en değerli amacı, en kutsal görevidir. Eğer ki bunu baĢaramazsa kadın artık yeterli bir kadın değil, hele ki gerekli bir varlık hiç değildir. Farklı toplumlarda cinsellik farklı biçimlerde algılanmaktadır. Bazıları cinselliği bastırarak tamamen gençleri bilgisiz bırakır ve evlilik öncesi iliĢkileri yasaklar, bazıları cinselliği kısıtlayarak evlilik öncesi iliĢkiye bir cinste izin verirken diğer cins için yasaklar. Öte yandan daha esnek diye tabir edilebilecek kültürlerde, cinsellik gizli olması koĢuluyla normal karĢılanabilmekte ama sınırlandırılmaktadır. Son iki sınıf ise cinselliğin doğal bir etkinlik olduğunun bilincine varmıĢ olan kültürler diyebileceğimiz cinselliği destekleyen, gerekli olduğunu savunan ve bunun sağlıklı bir Ģekilde gerçekleĢtirilmesini öğreten kültürlerdir. Bu toplumlardaki kadınlık ve erkeklik modelleri de diğerlerinden daha mantıklı bir biçimde tanımlanmıĢtır. (Avcı, N &Kızılkaya,N. ) Kadınlar bu toplumlarda nesnelleĢmekten ziyade kendi varlığını özgür iradesiyle sürdürebilen bireylerdir. Erkekler ise kadının sorumluluğunu almak durumunda kalmayan kendi varlığının yükümlülüğüyle hayatını idame ettiren bireylerdir. Bireylerin kadın ve erkek olarak toplumsal rollerle sınıflandırılmasından ziyade özgürlükleri ve kendilerine özgü kiĢilik, karakterleri ön plandadır. Referanslar: -Baker, U. (n.d) “Alçaklık ve Ġhanet Kuramı: Borges” . Körotonomedya. http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?index -Civil, B.& Yıldız, H. (2010) “Erkek Öğrencilerin Cinsel Deneyimleri ve Toplumdaki Cinsel Tabulara Yönelik GörüĢleri” Dokuz Eylül Üniversitesi HemĢirelik Yüksekokulu Elektronik Dergisi -Erman, G. (2002) “Kadına Yönelik Cinsel ġiddet Ġçinde Kadına Yönelik ġiddete karĢılaĢtırmalı hukukun YaklaĢımı. (ss,15-23) Ġstanbul: Ġstanbul Barosu Kadın Hakları Uygulama Merkezi. -Harper, M. (1985) “ Recovering the Other; Women and the Orient in Writing of Early Nineteenth Century France” Critical Matrix -Montagu,L. M. (1965) “The Complete Letters” Oxford: Clarendan Press -Ölçer, E.(2003) “Türkiye Masallarında Toplumsal Cinsiyet ve Mekan ĠliĢkisi” Ankara ; Bilkent Üniversitesi -Said, E. (1978) Orientalism. English : Vintage books -Yegenoglu, M. (1998) Colonial Fantasies. United Kingdom; Cambridge University Press -Yegenoglu, M (1996) “Cultural Studies in the United States and Multiculturalism” Retrieved from World Wide Web: http://www.ake.hacettepe.edu.tr/Install/index.php?option=com_content&view=article&id=287&Itemid=74 -Yegenoglu, M. (2011)” Postcolonial Europe Gender, Ethnicity and Migration” Retrieved from World Wide Web: http://www.genderstudies.nl/athena2/postcolonialeurope/index.php?pageid=36 OKUDUNUZ MU ? Gonzo Corpus Geniza Serisinden Avantgard Reaktörü Yayınlandı… Francis Picabia - – Marcel Duchamps – André Breton – Hugo Ball – Man Ray – André Malraux – Guy Debord – Tristan Tzara… Avantgard Reaktörü, Avantgard sanat akımlarının öncül isimlerindenin fragmanlarından, Ģiirlerlerinden ve metinlerinden oluĢan toplama bir kitap – müptelasına… ĠĢkence kurbanlarının evlatları bugünün iyi teröristlerini yarattı. (…) Tüm eleĢtiriler suikaste kurban gitmeli. (…) Kim bir domatesin üzerinde dörtnala koĢan bir atı kafasında canlandıramıyorsa, o dangalaktır. (…) DADA bakire bir mikroptur Avantgard Reaktörü’nü Pdf Formatında Ücretsiz Aşağıdaki Linkten İndirebilirsiniz… http://gonzocorpus.files.wordpress.com/2012/05/avantgardreaktc3b6rc3bc.pdf OKUDUNUZ MU ? Gonzo Corpus Geniza Serisinden Hunter S. Thompson, Gonzo Fragmanları Yayınlandı… Televizyonculuk hemen her şeyden daha mide bulandırıcı bir iştir. Genelde gaddar ve sığ paranın gazetecilik endüstrisinin içini oyması gibi algılanır, içinde hırsızların ve pezevenklerin cirit attığı plastik bir koridor, iyi adamların bir hiç uğruna köpekler gibi öldüğü bir yer….Hunter S. Thompson BU KĠTAP, THOMPSON‟UN KĠTAP, MAKALE VE RÖPORTAJLARINDAN DERLENEN 20 KISA ALINTIDAN OLUġMAKTADIR… Gonzo Fragmanları’nı Pdf Formatında Ücretsiz Aşağıdaki Linkten İndirebilirsiniz… http://gonzocorpus.files.wordpress.com/2012/04/gonzo-fragmanlarc4b1.pdf OKUDUNUZ MU ? Aram Saroyan‟ın Kahve Kahve Kitabı Yayınlandı… yapı * sigara sigara sigara sigara * insanlar insanlar insanlar insanlar * susamak Kahve Kahve’yi aşağıdaki linkten Pdf Formatında Ücretsiz İndirebilirsiniz http://halilduranay.files.wordpress.com/2012/05/aram-saroyan-kahvekahve.pdf ÖLÜLER ÜNİVERSİTESİ GONZO CORPUS 1. YIL ALMANAĞI 2011 – 2012 Seçme Metinler YAKINDA BASKI FORMATINDA KÜLT NEŞRİYAT’TA… http://kultnesriyat.wordpress.com HALĠL DURANAY ARINMA: PATAFĠZĠK METĠN YAKINDA KÜLT NEġRĠYAT‟TA 20. Yüzyıl korku çağıydı, 21. Yüzyılı ise tek bir kelime tanımlayacak “karanlık”. “Arınma: Patafizik Metinler” kurgu ve kurgu-dıĢı metinlerden oluĢan düzensiz bir kitap; tek derdi ise “her an her Ģey yazılabilir” olgusunu haklı çıkartmak… Aforoz edilmiĢ kolonilerin kendi kabul-dıĢı nitelikleri; eĢcinsellerden, gizli cemaatlere kadar her alan dıĢına sürülmüĢün ya da niteliğinden ötürü alandıĢına gönüllü çıkmıĢ olanın kendi sınır koyucusudur. Gizli eĢcinsel kulüpler, gizli cemaat tapınakları, 17.yy sonrası Avrupa‟daki Yahudi gettoları ya da alandıĢına itilmiĢ bir cüzzamlı kolonisi aynı kurumsallaĢma emarelerini gösterir.*** ĠĢte dedim bu nihilizmin yinelenmesidir. ĠĢte dedim Ġsa‟dan Sonra Huzursuzluk ! *** YERALTINI GÖRDÜN MÜ ? ORADA BĠR LOKANTADA ÖLÜLER BĠRBĠRLERĠNĠ YĠYOR. *** Eskiden kutsal esrimelerin hüküm verdiği suikastler ve tekerklerin cehalet marifetiyle gerçekleĢtirilen toplu katliamların yasını tutardık. ġimdi politika doğmamıĢ çocukların cesetleri üzerine iktidar kumarı oynuyor… http://kultnesriyat.wordpress.com/ YAŞASIN BOŞLUK