Eylül 2013 Yıl: 10 | Sayı
Transkript
Eylül 2013 Yıl: 10 | Sayı
15 Eylül 2013 Pazar YIL: 10 SAYI: 115 VATAN Gazetesi’nin ücretsiz ayl›k kitap eki VATAN K‹TAP Hatıralardaki okumalar! Fotoğraf: DİLAN BOZYEL 10’uncu yılımızı Türk edebiyatının görkemli kalemleri ve VatanKitap dostlarıyla kutluyoruz. Yazarlar, unutamadıkları, dönüp dönüp hatırladıkları okumalarını kaleme aldı. Fotoğraf sanatçıları da bu çok özel metinleri okuyup, zihinlerinde uyanan imgeyi fotoğrafladı. editörden... Buket AŞÇI basci@gazetevatan.com Teşekkürler ocukluğumun hatırı sayılır bir kısmı Kastamonu’nun Küre İlçesi’nde geçti. Çocukluğu taşrada geçenler bir kitaba ulaşmanın ne denli zor olduğunu bilir. Bizim kırtasiyeye İstanbul’da ne varsa gelirdi. Ama kitap yoktu. Daha doğrusu kırtasiyeye yeni bir kitabın gelmesi mucizeydi. Düşünüyorum da gazeteci olmamın, dahası Türk basınında yaygın olmayan bir alanda uzmanlaşmamın nedeni her hafta ısrarla kırtasiyeye “kitap geldi mi?” diye soran o küçük kızdır, onun kitaba olan açlığı, sevgisi... Bu yüzden 10’uncu yıl özel sayısında önce o “küçük kıza” teşekkür etmek isterim. Onun ısrarına... Çünkü onun bu inatçı huyuyla yoğrulan VatanKitap’ın en büyük amacı ülkenin tüm küçük kızları ve beylerinin yeni çıkan tüm kitapları yakından takip edebilmesini sağlamak oldu. Sanırım bunu başardık da. Çünkü 10 yıl önce yayımlanmaya başladığımızda, “Ulusal bir gazetenin kitap eki olmaz, yaşamaz” denmişti. Bakın 10 yıl olmuş. Dahası bizim başarımız görüldükçe tüm gazeteler kitap eki yayımlamaya başladı. Şimdi bir küçük espri: Hazır şu sıralar “Oscar Edebiyat Ödülleri” verilmişken, ben de 10’uncu yıl özel sayımızın bu bölümünde Oscar Ödülleri’ne yakışır bir teşekkürde bulunmak isterim: → İlk teşekkür elbette VatanKitap yazarlarına. Hamdi Koç, Ahmet Ümit, Sinan Genim, Levent Tülek, Ömer Özgüner, Sevil Atasoy, Fügen Ünal Şen, Tekin Budakoğlu, Özlem Kumrular, Müge İplikçi, Özlem Akalan ve ne zaman yazı istesem beni kırmayan tüm değerli yazar dostlara, → En sinirli halimi göğüsleyen derviş sabırlı VatanKitap ekibine... Yani, elinizde tuttuğunuz dergiyi bir görsel şölene çeviren Görsel Yayın Yönetmeni’m Murat Çiçek’e, sağ ve sol kolum İpek Ceylan Ünalan ve Ersin Şenel’e, → Her daim desteklerini esirgemeyen Demirören ailesine ve Yayın Yönetmenim İsmail Yuvacan’a, → Manevi desteğini daima hissettiren Okay Gönensin’e, → VatanKitap’ın marka egemenliğine hep destek veren Reklam Grup Başkanı Savaş Yılmazer’e... Kitap ekimizin “Bir numara” olmasına büyük katkısı olan ve 10 yıldır birlikte çalıştığım reklam direktörümüz Cengiz Eken’e, → Tabii ki, kitap eki çıktığı gün soluğu bakkalda alan anneme, en sıkı okurumuz babama, kardeşime, dostlarıma ve sevdiğime çok teşekkürler:) VATANK‹TAP, 15 Eylül 2013 Pazar Y›l: 10 Say›: 115 Yayın Sahibi VATAN GAZETECİLİK A.Ş Genel Yay›n Müdürü: ‹smail Turgut YUVACAN VATANKİTAP Genel Yayın Yönetmeni: Buket AŞÇI Görsel Yönetmen: Murat ÇİÇEK Yay›n Dan›şman›: Okay GÖNENS‹N Reklam Grup Başkanı: Savaş YILMAZER Reklam Grup Başkan Yrd.: Aygül ERÖZÜ Reklam Direktörü: Cengiz EKEN Reklam Müdürü: Doruk DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü: Güven ÖNEMLİ Tüzel Kişi Temsilcisi: İsmail ERALP Sorumlu Yaz›işleri Müdürü: Ali Naz›m ONARAN Adres: İzzet Paşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 ÇAĞLAYAN 34387 ŞİŞLİ İSTANBUL TEL (0212) 337 99 99 Rezervasyon: (0212) 337 97 32-14 Bas›ld›ğ› Yer: DPC Doğan Medya Tesisleri 34850 Esenyurt, ‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Yerel Süreli Yay›n EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 4 Benim üniversitelerim On yedi yaşındaydım, bir gün Arif Dino’yla karşılaştık “sana hayatının en güzel hediyesini veriyorum. Git kitapçıdan al, hepsini oku.” Koşarak kitapçıya gittim, paketten beş tane “Don Kişot” çıktı. eni ilk etkileyen kitap “Don Kişot” oldu. Onu okuyunca yeni bir dünya buldum, önce bir karanlığa düştüm, sonra da içimde bir aydınlanma, yücelme oldu. Bu kitabı bugünlerde bile okumalıyım. On yedi yaşındaydım, bir gün Arif Dino’yla karşılaştık “Hadi gel, bir çay içelim,” dedi. Gittik oturduk. “Kemal oğlum,” dedi, “sana hayatının en güzel hediyesini veriyorum. Git kitapçıdan al, hepsini oku.” Kitapçıya gittim önüme yüzden fazla kitap koydu. “Çiftlikten biraz para gelmiş, bunları sana aldı,” dedi. Koştum kahveye girdim, teşekkür ettim. “Haydi köye mi gideceksin, kasabaya mı? Git bu kitapları oku,” dedi. Kitaplarımı alıp Kadirli’ye gittim. Okumaya başladım ki, aralarından beş tane “Don Kişot” çıktı. Adana’ya gittiğimde dördünü alıp Arif Beye gittim. “Kitapçı yanlışlıkla bunları fazla vermiş. Gidip başka kitaplarla değiştireceğim,” dedim. “Yok, yok. Ben özellikle koydum. Bu kitabı ömür boyu tekrar tekrar okuman için,” dedi. Kısa bir süre sonra Kozan’da hapishaneye girmiştim. Çantamda bir tane “Don Kişot” kalmış. Tekrar tekrar okumaya o zaman başladım. Bana klasikleri ve “Don Kişot”u tanıtan Arif Dino, Abidin Dino’nun ağabeyi, edebiyat ve resim dünyasının büyüğüydü. Siyasal sürgünlükleri Arif Dino’nun Kayseri’nin Develi kazasında, Abidin Dino’nun ise Çorum’da. başlamıştı. Arif Bey’in Cenevre’den sınıf arkadaşı Şükrü Saracoğlu başbakandı. Sürgün yerlerini bir zamanlar büyükbabalarının valilik yaptığı Adana’ya çevirmişti. Onların Adana’ya gelmesi de benim büyük şansım olmuştur. Arif ve Abidin Dino’larla tanışmadan önce de şiirler yazıyor, birçok dergide yayımlıyor, folklor derlemeleri yapıyordum. Büyük bilimsel kitaplar yazma hayallerim vardı. Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalışırken onların da önerilerini alarak durmadan okuyordum. Bu iki insan da çağımızın belki de en ince, en zevkli insanlarıydılar. Arif Bey benimle ve yeteneklerine inandığı pek çok gençle uğraştı, klasikleri, resmi, sanatı tartıştı. Arif Dino bir gün tutturdu, “çağımızın romancıları tek tipten korkuyorlar” diye , “örneğin bunların içinden “Don Kişot” gibi bir tipi yazmaya yüreklilik gösterecek bir kimse çıkamaz”. Ona göre dünya romanı, “Don Kişot” gibi, tek tipin romanıydı. “İlyada”da Akhilleus’la Hektor’un romanıydı. Daha sonra Arif Bey bütün şiirlerini ezbere bildiği Rimbaud’nun “Sarhoş Gemi”sini birlikte çevirelim, dedi. Altı ay boyunca birlikte bu şiiri çevirdik. Bir tek şiir bile insana çok yardım ediyor. Avrupa’ya gittiğimde hangi üniversitede okudun diye soranlar oluyor. Benim tek cevabım var: Benim üniversitem Arif Dino ve Ramazanoğlu. www.vatankitap.com.tr Don Quijote (2 Cilt) Miguel de Cervantes Saavedra Çe v: Roza Hakmen, Ahmet Güntan Yapı Kredi Yayınları 50 TL Yaşar KEMAL Türkçe edebiyatın yaşayan en büyük yazarı. Kendisine asla “Yaşar Bey” denmesini sevmeyen, “Bey deme, Yaşar! İlla yaşın büyük diyeceksen de Yaşar Abi de!” diyen güzel insan. Dünyayı bir bahçeye, halkları da o bahçedeki çiçeklere benzeten demokrat. O bahçeden bir çiçek koparılırsa “bahçenin tüm renkleri değişir” değişir diyen barış elçisi. Eşkıyalığa iade-i itibarda bulunan “İnce Memed”in efsane yazarı. Sayısız ödül aldı, sayısız dile çevrildi, sayılamayacak kadar çok sattı. Öyle ki, hesabı yapılamıyor. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 5 Fotoğraf: DİLAN BOZYEL “Yaşar Kemal için çektiğim bu kareyi kendisi gibi kalbe gömülecek kadar sade anlatmak için parmak uçlarımı jiletleyebilirim. Değerli Yaşar Kemal bu anıyı yazmamış, adeta karşımda oturup anlatmış. Bir masada görmüşüm sanki onu ve heyecanla karışık çekingenliğimle üç adım ileri beş adım geri gide gide yanınıza varmış.” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 6 Ben bu konuda bir kitap yazmıştım Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. ayatta pek çok kitabı okuduktan sonra unutamadım. Onları yeniden yeniden okudum. Her seferinde yeni şeyler keşfederek. Bir kitabın etkisi üzerimizde güçlüyse onu nasıl okuduğumuzu, nerede okuduğumuzu, okurken oturduğumuz masayı, sandalyeyi, odayı, lambayı ya da ışık gelen pencereyi de hatırlarız. Hatta ben bu konuda bir kitap da yazmıstım. Bu yüzden buradan sonra “Yeni Hayat”ın başındaki “Bir gün bir kitap okudum” diye başlayan paragraflardan alıntı yapabilir: “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissettim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama ragmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu peril peril parlatan bir ışık. Bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları okuyordum. Bir sure sonra, başıma gelecek şeylere karşı kendimi o kadar hazırlıksız ve çaresiz hissettim ki, kitaptan fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an içgüdüyle yüzümü sayfalardan uzaklaştırdım. Çevremdeki dünyanın baştan aşağıya değiştiğini o zaman korkuyla fark ettim ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Sanki dilini, alışkanlıklarını, coğrafyasını bilmediğim bir ülkede yapayalnız bulmuştum. Bu yalnızlık duygusunun verdiği çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı sıkıya bağladı. İçine düştüğüm yeni ülkede yapmam gereken şeyleri, inanmak istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın alacağı yolu bana bu kitap gösterecekti. Sayfaları tek tek çevirirken kitabı şimdi bana vahşi ve yabancı ülkedeçyol gösterecek bir rehber gibi okuyordum. Yardım et bana, demek geliyordu içimden, yardım et ki kazaya belaya uğramadan yeni hayatı bulayım. Bu hayatın da, ama, rehberinin kelimeleriyle yapıldığını biliyordum. Kelimeleri tek tek okurken, bir yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir yandan da yolumu büsbütün kaybettirecek hayal harikalarını hayretle tek tek kuruyordum.” www.vatankitap.com.tr Yeni Hayat Orhan Pamuk İletişim Yayınları 22.5 TL Orhan PAMUK Türkçe Edebiyatın Nobelli yazarı. “Boğazın suları çekilirse” diye düşünen bir hayalperest. Pencereden bakmaktan hiç bıkmayan bir çocuk. İğneyle kuyu kazacak kadar sabırlı ve “yaza yaza yazar oldum” diyecek kadar inatçı bir yazar. Benzersiz bir tarihi roman olan “Sessiz Ev”in, okurla oyun oynayan “Kara Kitap”ın, nakkaşların büyülü dünyasını resmettiği “Benim Adım Kırmızı”nın ve “Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum” ilk cümlesinin yazarı. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP Fotoğraf: MEHMET TURGUT “Bir sanat disiplinine başka bir sanat dalıyla pencere açmaya çalışmak o sanatsal eylemi gerçekleştirmekten kat ve kat daha zor geldi bana... Okuduğum yazıların bendeki görsel karşılıkları umarım yeterli olmuştur.” 7 EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 8 Amca gazeteyi okuyabilir miyim? Trendeki adama, öğretmenimin üçüncü sınıftayken “İleride yazar olacaksın” demesinden, görmeyen enişteye gazete, çini kızlarına roman okuma serüvenlerime kadar her şeyi anlattım. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş. O dönemler doğum yerim olan Emet’e yakın bir köyde (aslında burası bucak ama köy gibi yaşıyoruz) savaşın etkileri hâlâ sürüyor. Yokluk, kıtlık, kol geziyor. Kırk kişilik sınıfta beş alfabe var. Okumayı sökünce ölçüsüz bir istekle okuyacak bir şeyler arıyorum. Ama yok. Köy yerinde kesekâğıdı bile yok. Alışverişte sepet, zembil, kova, mendil, bohça vb. kullanıyor yükleri taşımak için. Ben de alfabe okuma sıram geldiğinde, baştan sona, sondan başa, aşağıdan yukarıya... Kitabı yalayıp yutuyorum. Ama doymuyorum. Gerçekten ancak açlıkla eşdeğerde bu durumum. Sınıfın camlarından biri kırıldı. Köyde camcı yok. Öğretmen, evinden yastık getirip pencereye tıkıştırdı. Çünkü o dönemin kışları korkunç. Saçaklardan adam boyu buzlar sarkıyor... Yastığa çok gülmüştük sınıfça. Ne var ki, kısa bir süre sonra, her nasıl olduysa, bizim evin de camı kırıldı. Zaten çatlaktı ya! Anneme yastık çözümünü önerdim. Ele güne karşı ayıp oldur diyerek, el ovuşturdu. Bucak müdürünün eşi hemşerimiz. Annem onlara sıkça giderdi. Evde müdür beye gelen resmi gazete yığınını görmüş. Hemen oraya gidip birkaç gazeteyle geri döndü. Kırık camın yerine, hamurla gazeteleri yapıştırdı. Görme engelli bir evimiz oldu. Zaten küçük iki pencere var. Birinin gözü kapandı. Bir gün okuldan eve döndüm. Bir şeyler okuma isteğim doruklarda ya! Hemen penceredeki gazetelere yöneldim. Ne var ki, okuma yazma bilmeyen anacığım, onları ters yapıştırmış. Tahta iskemleyi alıp üstüne çıktım. Lale gibi boynumu eğip yazıları okumaya yeltendim. Olmadı, iskemlenin üstüne yastık koyup, yazılara daha rahat erişmeyi denedim. Yine olmadı. Üstelik boynumu eğince, az kalsın tepe taklak, baş aşağı yuvarlanacaktım. O sevdadan vazgeçmek zorunda kaldım. Köyden Kütahya’ya göç ettik. Köyde pek kimsemiz yoktu. Ama Kütahya’da akrabalarımız var. Gidip gelmeler beni mutlu ediyordu. Görme engelli bir eniştemiz var. Şeker hastalığı nedeniyle sonradan göremez olmuştu. İki de bir beni çağırtır, kendisine gazete okumamı isterdi. Önce bu işi yadırgadım. Çünkü bizim eve ne gazete, ne de kitap giriyordu. Sanırım ilk okuduğum gazete, eniştemizin, “Oku” diye elime tutuşturduğu MARKO PAŞA oldu. Bu gazeteyi son satırına kadar okurdum. Tam kurtuldum derken, enişte okunmamış gazeteleri de sürerdi önüme. Öyle bir sıkılırdım ki! Çünkü gazetede yazılanları hiç anlamıyorum. Politik taşlamalardı bunlar. Yıllar sonra bilincine vardım durumun... Üstelik enişte yanlış okuduğum sözcükleri, özellikle özel isimleri düzelttirirdi. Yanlışlar sıklaşınca, sesini yükselttiği olurdu. Rüzgar Gibi Geçti Margaret Mitchell Çev: Yeliz Üslü Artemis Yayınları 28 TL Gülten DAYIOĞLU Çocuk edebiyatı denilince ilk akla gelen isim. 80’e yakın kitaba imza attı. İlk kitabı “Bahçıvanın Oğlundan” beri okurlarının kalbinde ölçüsüz bir sevinç. Sadece çocukların değil büyümeye direnenlerin de yazarı. Çocukken yatılan tatlı bir öğle uykusu sıcaklığı... Sıcak ve sevecen cümlelerin anlatıcısı. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP İşçi kızlar evin birinde toplaşarak sabahlara kadar çini çizerlerdi. Bu iş pek zor değildi. Bu işler gaz lambaları altında yapılırdı. Ve elbette genç kızlar çok sıkılırdı. Ben de onlara kitap okurdum. 10 Örneğin: Şemsettin Günaltay. Dönemin başbakanı. Nedense bu adı hep “Şemşettin” şeklinde okurdum. Enişte bir gün, “Dilini eşek arısı soksun emi, Şemşettin dediğin adam, koskoca başbakan”... “Siz adam olacaksınız da biz göreceğiz!” diye kükredi. Ben de küstüm. Epey bir zaman “Ödevim var” diyerek, bu okuma işkencelerine gitmedim... Sonradan bayramda el öpmeye gittiğimizde, enişte gönlümü aldı. Arada bir gazete okumaya gider oldum. Enişteye sabırla gazete okumamdan konu komşu, hısımlar pek etkilenmişlerdi. Beni yeri geldikçe övüp duruyorlardı. Bir gün komşulardan biri: “Gülten bizim kızlar seni çağırıyorlar, dersin bitince bize gel” dedi. Komşunun bizim kızlar dediği, “Çini Kızlarıydı.” Kütahya’daki çini işlikleri, bisküvi denilen ham çinilerin ilk çizimlerini, parça başı hesabıyla, geçici işçilere yaptırırdı. Çokluk bu işi, çeyiz parası biriktiren genç kızlar, karşıdan kaparlardı. Çünkü işe gitmek yerine iş onların ayağına gelirdi. Küfeler dolusu tabak çanak, fincan, vazo vb. ham halde evlere taşınırdı. İşçi kızlar, evin birinde toplaşarak, sabahlara kadar çini çizerlerdi. Bu iş pek zor değildi. Çini bezekleri, yağlı kâğıda çizilirdi. Bu çizgiler iğne ile delinir, bu kâğıt, çini yüzeye konulur, üzerine kömür tozu serpilirdi. Motifler soluk da olsa çiniye çıkardı. Kızlar bu kez, özel bir kalemle motifleri belirginleştirirlerdi. Bu işler gaz lambaları altında yapılırdı. Ve elbette genç kızlar çok sıkılırlardı. Bizim komşu kızlar bu sıkıntıyı kitap okuyarak gidermeyi keşfetmişler. Okumayı kendileri yapmıyordu. Birileri kitapları onlar için okuyordu. Bu iş daha çok çocuklara yükleniyordu. Sonunda sıra bana da geldi. Her akşam, bir iki saatliğine, çini kızlarına kitap okumaya başladım. “Yeşil Yunus Sokağı”, “Rüzgâr Gibi Geçti”, “Saratoga Güzeli”, “Hayber Kalesi”, “Sinekli Bakkal”, “Çalıkuşu” vb. kitapları okuduğumu anımsıyorum. Doğrusu ya, bu roman okuma geceleri beni çok zenginleştirdi. Ve kitap okuma alışkanlığımın kökleşmesini sağladı. Arada bir, sesi güzel kızlardan dinlediğim şarkılar, türküler de cabası... Bir gün Eskişehir’de yaşayan akrabamız hastalanmış. Kütahya’da yaşayan ablası onu görmeye gidecek. Ancak eşi onun tek başına tren yolcuğu yapmasını istemiyor. Kendisi de işini bırakıp gidemiyor. Aile içinde hazır kuvvet benim ya! Abla, kendisiyle Eskişehir’e gitmem için, anneme yalvarıyor. Annem de akrabayı kıracak değil ya! “Günübirlik gidiver kızım” diye, oldu bittiye getiriyor. Sıkıcı bir yolculuk ve iç karartıcı bir hasta ziyareti... Dönüş yolunda, can sıkıntım doruğa erişti. Kompartıman dolu ama yolcuların hemen hepsi kadın ve çocuk. Sadece bir erkek yolcu var. Abla dediğim elli yaşlarında alabildiğine tutucu bir akraba. Altında şalvar, üstünde damalı bir yerel örtü. Yüzünü bu örtüyle gözleri ve burnu görünecek şekilde kapatıp duruyor. Üstelik adama olabildiğince sırtını dönüyor. Oysa adam bize dönüp bakmıyor bile. Elindeki gazeteye gömülmüş. Ben adamın yanında oturuyorum. Gazetedeki resimler ve başlıklar, baştan çıkarıcı. İki de bir gözlerim oraya kayıyor. O yıl ilkokulu bitirmişim. Epey gözüm açılmış. Ben boynumu uzatıp hırsızlama gazete okumaya çalışırken, birden abla, baldırıma bir çimdik attı. Acıyla irkildim. Kulağıma eğilerek: “Sen ne arsız kızsın böyle! Adamın ağzının içine giriyorsun. Ayıp değil mi?” diye homurdandı. Hiç sesimi çıkarmadım. Adam gazeteyi bitirdi. Tam cebine koyuyordu ki, “Amca, dedim, gazeteyi okuyabilir miyim?” Adam gazeteyi bana uzatırken, abla böğrümü öyle bir dirsekledi ki! Adeta bir an soluğum kesildi. Yine ses çıkarmadım. Gazeteyi okumaya giriştim. Adam bu olup bitenleri görüyor, işitiyor. Bir ara: “Kızım sen bu gazete okuma merakını nasıl edindin? Yaşın daha pek küçük” dedi. Ben hemen makineli tüfek gibi konuşmaya başladım... Öğretmenimin, daha üçüncü sınıftayken, yazarlık yeteneğimi keşfetmesinden, “Sen ileride yazar olacaksın” demesinden, beni kütüphaneye götürüp kitap okumamı sağlamasından tutup, görmeyen enişteye gazete, çini kızlarına roman okuma serüvenlerime kadar her şeyi anlattım. Ben konuşurken, abla tümüyle sırtını bize dönmüştü. Sanırım utanmıştı benden. Adama “Ben büyüyünce yazar olacağım. Şimdiden öyküler yazmaya başladım bile” deyince, adam: “Ben Afyon’da gazeteciyim. Öykülerinden birini gönderirsen, belki gazetemizde yayınlarız” demesin mi? Hemen gazetenin kenarına adresi yazdı. “Gazete sende kalsın. Hikâyeyi daktilo ile yazman gerek. İki sayfayı geçmesin emi!” dedi. Dünyalar benim oldu. Abla beni anneme şikayet etti. Annem pek bunalıp üzüldü. Ama doğrusu ya, sadece azarlamak ve ahlak öğütleri vermekle yetindi. Birkaç gün sonra öykülerimden birini alıp, avukat tutamayan insanlara, parayla, yasalara uygun dilekçe yazıveren, arzuhalciye götürdüm. Öyküyü ben okudum, o daktilo ile yazdı. İki lira istedi. Sevinerek verdim. Öyküm, 1950 yılı Mayıs ayında, Afyon İkaz Matbaası’nda basılan Kudret gazetesinde yayınlandı. Trende tanıştığımız bey Cüneyt Mollaoğlu. Şimdilerde doksan yaşına ulaştı sanırım. Ama şükür ki hâlâ hayatta. Seyrek de olsa haberleşiyoruz. Öykümü içeren birkaç gazete, aynı yıl, Kütahya’dan İstanbul’a göç ederken, yük treninde bazı eşyalarla birlikte yok oldu. O öykünün belgeliğimde yer alması için, çalmadığım kapı kalmadı. Ama o gazeteyi bulamadım. www.vatankitap.com.tr EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 11 Fotoğraf: DİLAN BOZYEL “Korkularımı dile getirmek için daha fazla cesaretimi toplayacağım bir an olamaz herhalde. Sayın Gülten Dayıoğlu’nun hatırasını okurken ilk kanadığım yere tutundum; “Görme engelli bir evimiz oldu.” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 12 Işığı kapatıp uzun uzun yıldızları seyrettim Aradığım kitabı bir sahafta bulmak hayatımdaki mutlu anlardan birisiydi. Attığım sevinç çığlığı sahafı şaşırtmış, kitapta ne bulduğumu soran bakışlarla bir süre beni süzmüştü. utlaka her iyi kitabın ilginç bir bulunma, okunma serüveni vardır. Birkaç örnek vermek gerekirse, okuduğum zamanı, üzerimde yarattığı etkileri hiç unutamadığım kitaplardan ilki, Jean de la Hire’in “İki Çocuğun Devrialemi”... Bu 10 ciltlik, Jano ile Yanik adlı 15 ve 13 yaşında iki çocukla, köpekleri Sultan’ın maceralarını anlatan kitapları unutmam mümkün değil. Serinin 10 kitabını bir yıl içinde tek tek bularak okumuştum. Her birinin ayrı bir ele geçirme serüveni vardı. Bir cildin bitip, ötekini bulmak için araştırmaya başlamak, bazılarını kitapçılarda, bazılarını kitap kiraya veren sahaflardan bulmak... “İki Çocuğun Devrialemi” bende iki önemli etki yaratmış, hem okuma hem de çoğrafya merakı uyandırmıştı. Ciltleri, atlaslarla birlikte okuduğumu hatırlıyorum. Coğrafya merakı bir anlamda da serüven merakıdır... Unutamadığım diğer kitap ise Conrad’ın “Karanlığın Yüreği”dir. Bu kitabı denizde okumuştum. Conrad’ın öykü anlatan kaptanlarıyla ilk kez orada karşılaşmıştım. Üçüncü önemli kitapsa Romain Gary’nin “Cennetin Kökleri”dir. Bu kitabın varlığını Attila İlhan’dan duymuş ve uzun süre İngilizce’sini, “Roots of Heaven”ı aramıştım. Kitabı sonunda Sıhhiye’de, Zafer Pasajı‘ndaki sahaflardan birinde bulmak hayatımdaki mutlu anlardan birisiydi. Attığım sevinç çığlığı sahafı şaşırtmış ve elimde tuttuğum kapağı buruşuk bu kitapta ne bulduğumu soran bakışlarla bir süre beni süzmüştü. Ve denizin kenarında bitirdiğim “Hadrianusun Anıları”... Yourcenar’ın son 15 sayfasını büyüsünü, ona gelen ilhamı hissederek adeta içerek okumuş, sonra da ışığı kapatıp uzun uzun yıldızları seyretmiştim... www.vatankitap.com.tr Mehmet EROĞLU “Issızlığın Ortası”ndan yazan yazar. “Fay Kırıkları”ile kırıldığımız hassas yerlere dokundu, dokunuyor. Saksafon çalar, bu sayede sigarayı bırakmıştır. Solcudur, Anti-Kapitalist Müslüman İhsan Eliaçık’ın Türkiye için anlamını herkesten önce gördü ve son romanına kahraman yaptı. Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN “Bir kitabın peşinden koşmak, kapağını kapattıktan sonra yıldızları seyretmek ve sonra yazar olmak. Kök salmak böyle bir şey mi? “ İki Çocuğu n Devrialem i (10 Cilt) Jean De La Hire Çev: Gülten İldeniz Can Yayınları EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 14 Çekip gitmeyenlerin izi... Bende izi kalan eserlerin çoğu ana kahramanlarından ötürü. Çünkü hemen hepsi bir dönemin ve mekânların içindeki toplumsal hayatların simgesi olmuş. klıma ilk gelen şöyle bir şey oldu: Oscar Wilde’in “Dorian Grey’in Portresi” romanının önsözünü yazan Andre Gide’in buradaki ilk cümlesi mesela: “İnsan ne kadar yaşarsa o kadar ölür.” Taa lise yıllarımdaki Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ından, Çehov’un hemen bütün sahne oyunları ve hayat hikâyesinden, hele hele Jean- Jacques Rousseau’nun ilk gençlik yıllarını döktürdüğü pek eğitici üç ciltlik “İtiraflar”ından başlama şansına kavuşup da bizim Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Utanmaz Adam”ından tutun Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ından sıçrayarak Peyami Safa’nın “Fatih Harbiye”sinde elim çenemde kalakalıp Mithat Cemal Kuntay’ın “Üç İstanbul”una kadar uçmuşumdur. Derken Memduh Şevket Esendal’ın “Ayaşlı ve Kiracıları...” Ne de olsa serde bürokratlar kenti Ankara var ve babası esnaf olan bendeniz ondan oraya, şundan buna doğru bir çekime uğramışlık içindedir; kitaplar ise birbirini çağırmakta... İleri bir yaşa gelene kadar öyle adlar, şanlar, ünlü kahramanlarıyla haşır neşir olunmuş romanlar, şiir ve inceleme kitaplar zenginliğiyle boğulabilmiş olunuyor ki insan kendini “ilk aklınıza gelen hangisi” benzeri bir soruyla karşılaşınca, tam da Gide’in dediği gibi çoktan yok olup gitmişsiniz hissine kapılabiliyor... Şöyle bir silkiniyor ve bakıyorum ki bende izi kalan eserlerin çoğu ana kahramanlarından ötürü. Çünkü bunların hemen hepsi bir dönemin ve mekânların içindeki toplumsal hayatların birer simgesi olabilmişler. İlk aklıma düşen Cervantes’in “Don Kişot”u desem, Shakespeare’in “Hamlet”i yanı başına düşüveriyor. İkisi de din hakimiyeti yanı sıra güçlü aristokrasinin sorgulanarak yıkılışının 1505’ler ve devamının kahramanları. Yeni aranışlar... 16’ıncı yüzyılda Avrupa’da ilim ve sanatın yenilenişi: Rönesans. Der demez aklım 18. yüzyıla sıçramakta... Ve sahiden de zihnime ilk düşenler yine roman kahramanları oluveriyor. Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında yazar ilk defa kitabına tarihi bir figürü, Napolyon’u katmış olmakla kalmayıp insanı ezip biçen geleneklerle hesaplaşırken toplumsal ilişkileri tam damarından vurmakta: “Anna Karenina!” Ardından hemen, hani sanki 1812’lerde “Savaş ve Barış”a bir cevapmış gibi, Gonçarov’un “Oblomov”u çıkageliyor. Miskin, mızmız, ağırkanlı, toplumda olup bitenleri umursamaz toprak sahibi Rus halkının hâli pür meâli. Hele şu her şeye ‘peki efendim’ deyip duran uşağı Zahar? Bakın onu hiç unutmadım. Sorgusuz sualsiz bir baş eğiş. Oblomov’un karşısına enerjik, atılımcı, Stoliç’i bir şamar oğlanı gibi çıkarmakla ne demeye getiriyor Gonçarov? Toprak köleliği bitti, “fabrikasyon imalat” başlamakta da ondan herhalde. Ben bu meseleyi ancak romanı ikinci okuyuşumda çözebilmiştim; yaşım ermişti, memlekette de nerdeyse 50- 100 yıl sonra böyle bir takım itiş kakışlar başlar gibiydi de heralde ondan... Meraklı okurların Dostoyevski’yi yeniden yeniden okumalarıyla edindikleri yeni anlamlar da bundan olmalı. Dedim ya, ileri yaştaki okur/ yazarların torbasını açtırmayacaksınız. Biteceği yok. Sustum. Yine de şu anda içimi dışa vurmadan edemeyeceğim: Son yıllarda, dışarıdan içeriye doğru çıkıp/ gelen modern sonrası mı, post modern mi neyse, benim bunlardan merakla alıp okuduklarım zihnimde hiç iz bırakmadan çekip gidiyorlar genellikle. Neden acaba? Adalet AĞAOĞLU Kahramanı Tezel’e “Bir Düğün Gecesi” romanının ilk cümlesinde “Madem intihar etmiyoruz o halde içelim” dedirten modern Türkçe edebiyatın büyük yazarı. “Dar Zamanlar” üçlemesiyle Türkçe roman sanatının yerel damarlarını sonsuzluğa açan yenilikçi ve güçlü ses. 1980’e kadar ki Cumhuriyet serüvenimizi “bağımsız bir iç konuşma”yla bireyin ve kadının dilinden anlatan entelektüel. Haksızlıklara ve baskılara her daim karşı çıkan yazılı bir adalet dilekçesi. www.vatankitap.com.tr Dorian Gray‘in Portesi Oscar Wilde Çev: Nihal Yeğinobalı Can Yayınları 1 9 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 15 Fotoğraf: DİLAN BOZYEL “Hiroşima diye fısıldadım kendime. Üst üste kolajlanmış onlarca imaj belirdi gözümde. Kalkıp bir bardak soğuk suyu diktim kafama. Su kulaklarımdan, burun deliklerimden, göz pınarlarımdan ve hatta dizlerimden süzülerek taşsın diye bir süre genzimi yukarıya doğrulttum bir kuş gibi.” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 18 Çocuk Balıkçı Çocukken “Yaşlı Adam ve Deniz”ini okumuş ve o kadar etkilemiştim ki, bir gece çok az bir parayla otobüse binip Eskihisar’a vardım. ocukluktan gençliğe adım attığım yıllarda beni en çok etkileyen, elimden düşürmediğim roman Ernest Hemingway’in Türkçeye ‘’İhtiyar Balıkçı’’ diye çevrilen ‘’Yaşlı Adam ve Deniz’’iydi. Ankara’da Bahçelievler semtindeki evimizde odamın duvarları Ernest Hemingway’in resimleriyle kaplıydı. Her cumartesi Amerikan kitaplığına gidiyor, yeni çıkan dergilerde Hemingway’le ilgili ne varsa gizlice keserek eve getiriyor, dosyalıyordum. Masamın üstünde Hemingway’in kitaplarının İngilizce ve Türkçe baskıları duruyordu. Kardeşi Leicester Hemingway’inki de dahil olmak üzere, onun hakkında yazılmış her biyografi kitabını satır satır okumuştum. Hemingway bana bir özgürlük duygusu veriyordu. Önümdeki uçsuz bucaksız ömrü onun gibi yaşamak istediğimi hissediyordum. Normal ve herkesinkine benzeyen bir yaşam sürmeyecektim, adım gibi biliyordum bunu. Hemingway tutkunluğu, beni birtakım çılgın deneylere sürükledi. Bir gün evden birkaç parça eşya ve bir-iki kitap aldım yanıma. Harçlığımdan biriktirdiğim çok az parayı da cebime koyup dışarı çıktım. Kimseye haber vermeden elbette. Otobüs garajına gittiğimde hava kararmak üzereydi. İstanbul’a giden Gazanfer Bilge otobüsünün en arka sırasında yer buldum. Bir arkadaşımdan, Eskihisar ve Darıca diye iki kıyı kasabasının övgüsünü dinlemiştim. Oralarda denizin tuzuyla yıkanan yaşam beni çok çekiyordu. Özellikle “Yaşlı Adam ve Deniz”den sonra, balıktan, denizden ve maceradan başka bir şey düşünemez olmuştum. Aklını kitaplarla bozup yollara düşen Mancha’lı ihtiyarın çocuk versiyonu gibiydim. Sabaha karşı Ankara-İstanbul karayolu üzerinde bir benzincide indim otobüsten. Karanlıktı, benzin istasyonu ve iki yol üstü kahvesi dışında hiçbir şey görünmüyordu. O kahvelerden birine girdim. Şoförler ve kahvede bulunan sabahçılar arasında çay içtim. Bir yandan da ben yaşlardaki sarışın garsona Eskihisar’ı soruyordum. Garson çocuk, kahvenin arka tarafını işaret etti; oradan aşağı, denize inen bir orman yolu varmış, beş kilometrelik bir yolmuş bu. “Birazdan orman bekçileri gelir,” dedi. “Ben seni onlarla gönderirim.” Şafak sökerken iki orman bekçisi geldi, çaylarını içtikten sonra Eskihisar’a doğru yola koyulduk. Çok yoğun, sağlıklı bir çam ormanı içinden iniyorduk. Ben bütün soruları, kamp yapmaya çıkmış bir öğrenci olduğumu söyleyerek karşılıyordum. Aklı kitaplarla karışmış kaçak bir çocuk olduğumu söyleyecek halim yoktu ya! Zorlu bir yürüyüşten sonra Hanibal’in mezarının olduğu yerlere, Eskihisar adlı küçük balıkçı kasabasına ulaştık. Hakkında onca şey okuduğum Hanibal’e böylesine yakın olmak müthiş heyecanlandırmıştı beni. Ayrıca Eskihisar da Karayip Denizi’ndeki o ünlü balıkçı köyünü andırıyordu. Mutluluktan ağlamak üzereydim, Hemingway’in romanının içine girmiştim, ömrüm boyunca yaşayacağım yeri bulmuş gibiydim. Girişteki büyük çınarın altında çok hoş bir kahve vardı. Orman bekçileriyle birlikte ilk mekânımız orası oldu. Yol boyunca sohbet ede ede geldiğimiz orman bekçileri beni kahvenin sahibi Hasan’a tanıttılar: “Ankara’dan gelen bir öğrenci, tatile çıkmış, kalacak yer arıyor.” O andan itibaren, birçok kez hayatımı kurtaracak olan Anadolu insanının yardım geleneği işlemeye başladı. Tanrı misafiri olduğum için herkes bana yardım etmeye çalışıyordu. Ne de olsa gariptim. Hasan bir yerlere haber gönderdi, sonra tepede ihtiyar bir kadının evinde kalabileceğimi söyledi. Evi de uzaktan gösterdiler. Kasabanın diğer evlerinden apayrı bir yerde, tepede tek başına duran köhne, ahşap bir yapıydı. Zülfü LİVANELİ Müzisyen, yönetmen, yazar... Çok yönlü bir kişilik. Thomas Moore’un “Ütopyası” ile George Orwell’ın “1984”ü arasındaki bir darbelik mesafenin yani “Son Ada”nın yazarı... “Kardeşimin Hikayesi”nde “Mutluluk”un tarifini resimle değil de bir “Seranad“la anlatan düşünce insanı. Bono’ya “Yiğidim Aslanım”ımı söyleten uluslararası kültür insanı. Yaşlı Ada m ve Deniz Ernest Hemingway Çev: Orhan Azizoğlu Bilgi Yayınevi 1 2 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 20 Hemen kendimi kumsala attım, ıssız bir yere çekilip akşama kadar Hemingway okuyup denizin, özgürlüğün tadını çıkardım. Akşam Hasan’ın kahvesinde çıtır çıtır kızartılan taze balıkları yerken, omuzlarım ve sırtım müthiş yanıyordu ama keyfim yerindeydi. Gecenin bir vaktinde kalacağım eve doğru yola çıktım. Tepeyi tırmanmaya başladım. Evler bitti. Ay ışığında iyice ürkütücü görünen kara, ahşap eve doğru yürürken birden mezarlığın içine düştüm. Bir macera filminden korku filmine geçmiş gibi duyuyordum kendimi. Garip bir ürpertiyle ahşap eve vardım. Kapı açıktı, itip içeri girdim. Evde çıt yoktu. Ayaklarımın altında gıcırdayan tahta döşemede yürüyerek kimse olup olmadığını sordum. Arka odalardan bir inilti geldi, oraya doğru yürüdüm. Bir odadan içeri girince, pencereden vuran ay ışığında çok garip görünen yaşlı bir kadınla karşılaştım. Sonradan yatalak olduğunu öğrendiğim kadın hiçbir şey söylemeden bana bakıyor, arada inliyordu. Oradan üst kata çıktım. İlk bulduğum yatağa attım kendimi, sabaha kadar karabasanlarla, garip düşlerle bölünen tedirgin bir uykuya gömüldüm. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evden çıkıp gittim; Hasan’a o evde kalamayacağımı söyledim. Bir yandan da çalışmak, balıkçılık öğrenmek istiyordum. Hasan bir balıkçıyla konuştu, bana iş buldu. Çavuş diye anılan usta balıkçının teknesinde ağları toplayacak, tekneyi temizleyecek, balıkta ona yardım edecektim. Büyük bir sevinçle işe başladım, sonra Çavuş’tan teknede yatmak için izin aldım. Sabah kör hayırda açılıyor, parakete ve ağları çekiyorduk. Çavuş bana balık yataklarını, ağ çekmeyi, ağ sermeyi, tanımadığım deniz yaratıklarını öğretiyor, kimi zaman da deniz dibinde zıpkınla balık vurmayı gösteriyordu. Denizden çektiğimiz ağları temizleyip işe yarayanları tekneye, yaramayanları denize atmayı öğretirken hep başımda duruyordu. Bir gün ağda gri, kalkana benzeyen, garip bir yaratık belirdi. Tutacak yeri yok gibiydi, yalnız bir delik görünüyordu. Tam elimi o deliğe atıyordum ki Çavuş telaşla elimi yakaladı. O deliğe parmağımı sokarsam, balık elimi koparırmış. Geceleri teknede, açık havada yatıyor, yıldızları seyrederek denize, tuza, yakamoza bulanmış maceramın tadını çıkarıyordum. Ömrüm boyunca Eskihisar’da kalmaya, balıkçılık yapmaya ve kitap yazmaya karar vermiştim. Başka bir yaşam istemiyordum. Beni üzen tek şey, aileme yaptığım kötülüktü. O yaşlarda serüven tutkusuyla çok fazla farkına varamadığım bu kötülük, az da olsa içimi sıkıyor, suçluluk duygusuyla kıvranmama neden oluyordu. Zaten Hemingway macerası da iki ay sonra bitti. www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN “Yaşlı Adam ve Deniz”i okuyup bir gece yarısı evden, sahil kasabasına kaçak küçük çocuk. Belki bu yaşlı adam ve sohbet ettiği köpeği sana o günlerden bir şarkı mırıldanır.“ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 22 Sevgiyi arayan kadın Aşk ona gelmeyince o aşka gidiyor. Aşk uzağa gittikçe o arkasından gidiyor. Sonunda etrafının saygısını kaybediyor ve galiba kendine olan saygısını da kaybediyor. Ama ben hala biliyorum... okuz yüz yetmiş dokuz ya da seksen yazı olmalı, Faulkner’ın “Ses ve Öfke” adlı romanını karşıma dişli bir metin çıkacağını, bir kez okumayla nüfuz edilemeyeceğini bilerek, ve kendimi baştan teselli ederek okumaya başladım. O yaşıma, yani 17 filan, kadar beni derinden etkileyen birkaç büyük roman olmuştu ama bana insan ruhunun ölümcül çıkmazlarından birine dair sıkıntılı, hatta çözümsüz bir soru ödünç veren bir roman okumamıştım. Hakiki, kalbi ve hayati bir soru: Sevgi ihtiyacı ve ahlaki doğruluk. Compson ailesinin tek kızı Candace (Caddy) bir okur olarak içimde açılan ilk büyük yaradır. Bir roman kahramanına, hele de Candace kadar kusurlu bir kadın kahramana aşık olunabileceğini o soruyla birlikte “Ses ve Öfke”yi okurken gördüm. Hikayenin acı bir yol çizeceği, kahramanları trajik sonların beklediği baştan hissedilen bir şeydi. Sevgisizliğin hüküm sürdüğü, kaybeden ve kaybolmaya mahkum bir aile... Herkesin kendi öfkesini dinlediği o ailenin sevgisizlik içinde savrulan kızı. Bir süre sonra bir tür kibar fahişe oluşu. Yalnızlığını anladığım, sevgi ararken kendini büyük bir düşüşe mahkum etmesini dehşet içinde izlediğim, ama masumiyet ve sevecenliğinden şüphe etmediğim bir genç kadın. Bir yara. Düşüş, dedim ve diyorum, ahlaki çizgiler tuzağına düştüğümü bile bile. O yıllardan beri aklıma takılıp kalmış çıkmaz da bu. Tastamam bu. Sevgiyi ararken unutuşu bulmak, huzuru ararken savruluşu bulmak. Adının “orospu”ya çıkması. Tek akıllı kardeş Jason kendi bölümünü anlatmaya o ünlü cümleyle başlıyor: “Once a whore always a whore” (“İnsan bir kere yoldan çıkmayagörsün,” diye çevirmiş Rasih Güran, ama asıl anlamı daha sert; belki “insan orospuluk yapmaya bir kez başlamayagörsün,” diye çevirmek daha doğru olur, daha az şık olsa da.) Kastettiği Candace. Acı, değil mi. Vicdan sahibi bir okur olarak Candace’ı Jason’dan daha iyi tanıyorum ve ona ne büyük haksızlık ettiğini biliyorum. Ama hayat böyle. Kimse sevgiyi biraz dikkatsizce arayan bir kadın için bir türlü gönlüne göre birini bulamadı türünden bir teselli, bir anlayış, bir hoşgörü ifadesi kullanmaz da bir “düşüş” ifadesi kullanır. Aşk ona gelmeyince o aşka gidiyor. Aşk uzağa gittikçe o arkasından gidiyor. Sonunda etrafının saygısını kaybediyor ve galiba kendine olan saygısını da kaybediyor. Ama ben hala biliyorum, Candace, özürlü kardeşine gösterdiği sevgiden belli, hala masum, hala sevgi dolu. Tüm ailenin en “insan” olanı. Ve belki o yüzden, en kolay kandırılanı. Bir kadının kendine değer vermesiyle yerleşik ahlaka değer vermesi arasında nasıl bir ilişki var? Hayatını dikkatli yaşamak ve ruhunun ihtiyaçlarına cevap aramak aynı anda mümkün mü? Ne istediğini bilmek, hatta, ve ne yapıyor olduğunu bilmek her zaman mümkün mü? İçindeki fırtınayı susturup, acı dolu bir isteği içinde boğup oturup beklemek mümkün mü? Denemeye ve kaybetmeye değer mi, değmez mi? En sonunda denek taşımız, elbette, o kadından “mutlu musun?” ya da “pişman mısın?” sorularına alacağımız karşılıktır. Romanda bunu yapma şansımız yok. Büyük roman size kolay kolay cevap vermeyecek romandır. Sonunda Candace görebildiğimiz kadarıyla mutlu değil. Hiç olmazsa benim on yedi yaşındaki gözlerime mutlu gelmedi. Ama o yaşımda ben de bilmiyordum bir kadının ya da hatta bir erkeğin- mutlu olmasının sadece kendi elinde olmadığını. Son romanım “Çıplak ve Yalnız”da arka kapak yazısı olan düşünce, “Hayatın adil davrandığı bir kadın veya erkeğe henüz rastlamadım. İstediğini almak kalbin kaderi değil” ta o yaşlarımdan, Candace için duyduğum kederden gelir. www.vatankitap.com.tr Hamdi KOÇ “Melekler Erkek Olur”, “Çiçeklerin Tanrısı”, “Bir Eski Kocanın Öğleden Sonrası” ve “Çıplak ve Yalnız”ın yazarı. Elbette başka romanların da. İnsanın içine işleyen kağıt kesiği gibi cümlelerin yazarı. Kalın çizgilerin değil, detayların gözlemcisi. Küçük bir gülümsemenin ya da ani bir hüznün derinlere çöken ağırlığının yazarı. Joyce’un “Ulysses”ini çevireceğini söylediğinden beri gözlerimizi yollara düşüren harika çevirmen. Ses ve Öfke William Faulkner Çev: Rasih Güran YKY 1 3 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP Fotoğraf: MEHMET TURGUT “Yazıları okuduktan sonra bu fotoğraflara baktığında okuyucunun tepkisi bende yeni bir merak konusu ve heyecanlı, sabırsız bir bekleyiş artık...“ 23 EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 24 Ve umutla aktı hayat “Ve Durgun Akardı Don” bende insan sevgisi, iyimserlik ve umut bırakmıştı. Umutla dolmuştum. Devrim denen şey işte buydu yani bugündü. ıl 1984, 12 Eylül Askeri Darbesi olmuş. Bir örgüt evindeyim, kızım 3 yaşında. Üniversite gençliği sorumlusuyum. Adım Ali. Örgütten bir arkadaşı içeri almışlar, gerçek adımı bilmediği için bana ulaşmaları zor. Zaten işkence yapsalar da adımı söylemez. Söylememiş de yani bildiği adımı... Moralim bozuk. Çok bozuk. Nasıl oldu, nereden aldım, hatırlamıyorum ama Şolohov’un “Ve Durgun Akardı Don” kitabını okumaya başladım. Çok sevdim bu kitabı, o kadar ki bana o zor günlerde moral oldu. Ve yıllar sonra yeni bir umutla karşılaştığımızı o romanla anladım. Bu kitabı neden bu kadar sevdim ya da hayatımı neden bu derece derinden sarstı? Şöyle anlatayım. Aslında Mihail Şolohov, pek çok Rus yazar gibi çok eser vermiş bir yazar değil. “Don Kıyısında Hasat”, “Vatan İçin Dövüştüler” isimli kitaplarını da önceden okumuştum. İyi bir yazardı, etkileyiciydi ama o kadar. Yani bir Tolstoy, Dostoyevski değildi. Ama “Ve Durgun Akardı Don”un yeri ayrı. Daha okuduğumda şok geçirdim. Dört ciltlik bir kitaptı. Ekim Devrimi’ni anlatıyordu ve çok iyi anlatıyordu. Romanda Rus Kazaklar vardır yani Çar’ın devrimci isyanlarını bastırmak için kullandığı askerler. Romanın kahramanı Gregor da hem bir Kazak hem de Türk. İşte Şolohov bize onun gözünden devrimin iki tarafını da anlatıyordu. Yani devrimcileri de Çarlık tarafını da. Zaman zaman kızıllara, zaman zaman beyazlara hak veren biriydi bu yüzden Gregor. Çünkü dayandığı yer insanlıktı. Böylece bizlere devrimin hem o büyük umutlarını anlatırken hem de hayatları nasıl alt üst ettiğini de anlatabiliyordu. Yani haklılıklarını ve yarattığı sancıları. O yıllar, biz de bir şeylerin yanlış olduğunu biliyorduk, çünkü şartlar çok zordu. 250 kişilik bir örgütü yönetiyordum. Görüştüğüm 6 çocuk vardı, üniversite sorumluları... Yakalanırsan ve işkencede ölmezsen ya da sakat kalmazsan en az 5 yıl ceza alıyordun. İşte “Ve Durgun Akardı Don”da da bu tür insani durumlara da yer verilmişti. Sadece şanlı devrim hikayelerine değil! Bu yüzden Şolohov’u Yaşar Kemal’in karşılığı olarak görebiliriz. Yaşar Kemal, nasıl Çukurova Destanı‘nı “İnce Memed” serisinde anlatmışsa Şolohov da bu dört ciltte aynısını yapmıştı. Bu yüzden de “Dr. Jivago”dan çok daha iyi anlatır Ekim Devrimi’ni ve izlerini; “Ve Durgun Akardı Don”... O yüzden o dört cilt bende insan sevgisi, iyimserlik ve umut bırakmıştı. Umutla dolmuştum. Devrim denen şey işte buydu yani bugündü. Zaten bir ideolojinin gereklerini yerine getirmek için devrim yapmaya çalışıyorsan kötü bir devrimciydin. Devrim önce senin içinde olmalıydı. Devrimciyi soyduğunda içinden insan çıkmıyorsa ondan iyi insanların yanı sıra diktatör ve katil çıkıyordu.”Ve Durgun Akardı Don” da bu vicdanla yazılmıştı. Bir Beyaz Ordu neferinin ölümünü de Kızıl Ordu neferinin ölümü gibi anlatıyordu. Taraf tutmadan, insani yönleriyle... Benden olmayan ölsün demiyordu. Tıpkı bizim Gezi Ruhu’nun demediği gibi. O yüzden yıllar sonra Gezi Hareketi’nin yaşandığı bu günlerde durup durup hatırıma geliyor bu roman, umut doluyorum. Ahmet ÜMİT “Polisiye ucuz edebiyattır” önyargısını “Sis ve Gece”, “Kar Kokusu”, “Patasana”, “Bab-ı Esrar”, “Sultanı Öldürmek” ve diğer romanlarıyla kıran yazar. Sadece romanlarından ötürü değil delikanlı kişiliğiyle de okurların kalbini keşfeden “Beyoğlu’nun Güzel Abi”si. “Yaşadığın şehir özgür değilse sen de özgür değilsin” diyen bir özgürlük savaşçısı, güzel bir Ümit. www.vatankitap.com.tr Ve Du rgun Akardı Don Mihail Aleksandroviç Şolohov Çe v: Tektaş Ağaoğlu Evrensel Basım Yayın 58 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP Fotoğraf: MEHMET TURGUT “Ne mutlu ki bana bunun bir parçası oldum...“ 25 EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 26 Eve gelen bir sandık dolusu kitabın sihri Bu yazı benim hikâyem, sakın ola “yahu adam ne çok kitap okuduğunu anlatmaya çalışmış” demeyin. Okuduğum kitapları değil, hayatımı anlatmak istedim, biraz size ama çoğu bana. kumaya 1951 yılının ilk aylarında başladığımı hatırlıyorum. Kısa zamanda okumak benim için büyük bir tutkuya dönüştü. Elime ne geçerse okuyordum; gazete, mecmua, kitap... Hatırladığım kadarıyla önceleri yüksek sesle okumaya çalışırdım; sanırım insanın kendi sesini duymasının bazı yeteneklerinin gelişmesinde önemi var. Her gün birkaç gazete alınan bir evde büyüdüm. Evin büyükleri muntazaman gazete okur, eğer o gün herhangi bir şekilde eve gazete gelmemiş ise meraklanılır, tanıdık birisini Kuzguncuk iskelesine göndererek günlük gazetenin alınması sağlanırdı. Bir süre sonra okuma merakım herkesin dikkatini çekmeye başladı. Yaşıtlarımın nerede ise tümü oyun oynarken, ben bir köşeye çekilir elime geçeni okurdum. Bu tutkum benim için alınan kitaplar ile gelişti. Daha ilkokul öğrencisi iken kitap almaya başladım. Günün birinde Kuzguncuk İcadiye Caddesi üzerinde, Rum Kilisesi’nin hemen karşısındaki Evro Efendi’nin bakkal dükkânında aynı zamanda kitap da satıldığını gördüm ve müdavimi oldum. Daha okula gitmeden tanıdığım Evro Efendi beni çok sever, ona uğradığımda renkli küçük kâğıtlara sarılmış karamelalar ikram ederdi. Biraz büyüyünce bana kitap da hediye etmeye başladı. Daha önce okunmuş veya uzun müddet satılmamış, dükkanda kalmış kitaplar; Mayk Hammer veya Çağlayan Kitabevi’nin bilimkurgu romanları. Mayk Hammer’lara ne oldu hatırlamıyorum, ama Çağlayan Kitabevi’nin yayımladığı bilimkurgu kitaplarının büyük bir bölümü hâlâ kütüphanemde duruyor. Ortaokul birinci sınıfta Türkçe öğretmenimiz Sedad Bey cumartesi günleri son iki saatte bize kitap okumaya başladı. İlk olarak Cervantes’in “Don Kişot”unu okudu. O güne kadar okuduklarımdan farklı bir kitapla karşılaşmıştım, merakım giderek artmıştı. Yaz tatilinde okuduğum Memduh Şevket Esendal ve Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul hayatına dair denemeleri beni, tabiri caizse, okumanın esiri yaptı. Biraz büyünce “pembe dizi” denilen hafif duygusal romanlara merak sardım. Emily Bronte ile tanışmam bu sıradadır; “Uğultulu Tepeler” (Rüzgârlı Bayır) romanı beni çok etkilemişti. Heyecanlı polisiye romanlarından klasik edebiyata geçtim ve John Steinbeck ile karşılaştım; “Sardalye Sokağı” peşinden “Tatlı Perşembe.” Benim dünyamın dışında neler oluyordu, tanıdıklarımın dışında ne kadar farklı insanlar vardı? Dünya nasıl bir yerdi, çok çok uzaklarda bizim yaşantımızdan farklı insanlar da zaman zaman tıpkı bizim gibi düşünüyor, bizim gibi yaşıyorlardı. Aramızda büyük farklılıklar, mesafeler olmasına karşın kendimi onların arasında dolaşıyor, onlar gibi düşünüyor buluyordum. Bir gün kendimi Jack London’un “Güneş Çocuğu”nu okurken buldum. Ahmet Cemil’in Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan 1938 tarihli tercümesi. Aniden evden çok uzaklara Pasifik Okyanusu’nun adalarına gittim; sakın yanılmayın gitmiş gibi olmadım, hakikaten gittim. Sanki David Grief’in bir kopyası gibiydim. Willi-Waw yelkenlisinin güvertesinde dalgaların esintisinde günlerce yol aldım. Aloysius Pankburn’un alkolizmin getirdiği aşağılanmadan nasıl kurtulduğunu yaşadım. Rattler yelkenlisi ile Fuatino adasına yolculuk yaptım. Pasifik’in ıssız bir adasında Swinthin Hall’e ait kütüphanenin varlığını öğrendim. Yanılmıyorsam ortaokulda okuduğum yıllarda bir gün Kuzguncuk’taki evimize iki sandık dolusu kitap geldi. Uzaktan akrabamız olan ve uzun yıllar Anadolu liselerinde edebiyat öğretmenliği yapan İsmail Bey, emekli olmuş ve ailece İstanbul’a dönmüşlerdi. Ancak bu iki koca sandık evlerine sığmamış ve bizim eve getirmek mecburiyetinde kalmıştı. Sinan GENİM Eşi Rennan Hanım tarafından Nâzım Hikmet’in akrabasıdır. Çocukluğu Nazım Hikmet ve Necip Fazıl başta olmak üzere Türkçe edebiyatın görkemli kalemlerinin hikayeleriyle geçmiştir ama kolay kolay bunları kimseye anlatmaz. Doğma büyüme Kuzguncuklu’dur. Mimardır. Pera Müzesi, Tophane Saat Kulesi, Topkapı Sarayı’nın bazı bölümleri ile Aya İrini’nin restorasyonu ona aittir ve İstanbul’un görkemli pek çok binasının da mimarıdır. Sıkı bir entelektüel ve bir İstanbul beyefendisidir. Ölü Canlar Nikolay Vasilyeviç Gogol Çev: Erol Güney, Melih Cevdet Anday Everest Yayınları 15TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP İsmail Bey’in bize emanet ettiği sandıklara ailesinden talip çıkmadı. Kaç kere “Gelin kitaplarınızı alın” dendiyse de gelen olmadı. Böylece o kitaplar sandıktan kütüphane doğru taşınmaya başladı. 28 İsmail Bey, müthiş üzgündü, sanki bir parçasını bizde bırakmışçasına ağır ağır müsaade istedi ve gitti. Onun gidişinden sonra bana sıkı sıkıya tembih ettiler, “Aman sakın bu sandıkları karıştırma, onların içinde İsmail Bey’in kitapları var!”. İki sandık dolusu kitap, nasıl dokunmam! Kısa bir süre sonra evde kimselerin olmadığı zamanlarda sandıkları açıp, karıştırmaya başladım; Milli Eğitim Bakanlığı’nın klasikleri, Remzi Kitabevi’nin yayınları, neler neler yoktu ki? İsmail Bey ise bizim eve bir daha gelmedi, gelmedi mi, gelemedi mi, hala çözemedim. Bir süre sonra vefat ettiğini duyduk, sanırım bizim eve bırakmak mecburiyetinde kaldığı kitapların yanı sıra, İsmail Bey yaşamından da bazı şeyleri bize terk etmişti, bu üzüntü onun erken ölümüne neden oldu diye düşündüğümü hatırlıyorum... İsmail Bey’in bize emanet ettiği sandıklara ailesinden talip çıkmadı. Kaç kere “Gelin kitaplarınızı alın” dendiyse de, gelen olmadı. Lise yıllarımın sonlarına doğru yavaş yavaş sandıklardaki kitapları kendi kütüphaneme taşımaya başladım. İsmail Bey, bu kitapların hepsini okumuştu, bazı cümle ve kelimelerin altını çizmiş veya yanlarına notlar almıştı. Bu kitapları okurken bu notlardan çok faydalandım. Allah rahmet eylesin, kitap okuma alışkanlığımın pekişmesinde onun çok önemli katkısı vardır. Lise eğitimimi aldığım Haydarpaşa Lisesi’nde bir kitaplık kolu kurmuştuk. Her hafta aramızda birer lira toplayıp kitap alıyor, daha sonra dönüşümlü olarak bu kitapları okuyup tartışıyorduk. Ne demek istiyor, ne anlatıyor, niçin yazıyor, hikâyenin akışı, cümle kuruluşları, kullanılan kelimeler... Şimdi elimde o dönemden kalmış bazı kitaplar var. Üzerinde “1962-63 Ders Yılı Kitaplık Kolu” notu bulunan bu kitaplardan birisi Gogol’un “Ölü Canlar”ı. Vedat Gülşen Üretürk tarafından dilimize çevrilmiş. David Grief’in bazı zamanlar dalgalı, bazıları sakin, güneş ışığı altında parlayan denizlerinden, Rusya’nın buzlu topraklarını ziyaret etmeye başladım. Gogol, Rus köylülerini, “Ölü Canlar” olarak anlatıyordu. Yaşama tutunmak için yapabileceği çok az şey olan ve umutsuzca hayatta kalmak için çabalayan insanlar... Uçsuz bucaksız bir bozkırda yaşam savaşı veren, var olduğunu unutmamaya çalışan insanlar. Bu yıllarda Rus edebiyatına ilgim artı, Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy, Maksim Gorki, Turgenyev, Gladkov ve diğerleri. Daha sonra İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” ve “Uğursuz Avlu”sunu okudum, şimdi bizim coğrafyamızı öğreniyordum. Anılarımda yer almış kitaplardan biri de Can Yücel’in çevirisini yapmış olduğu F. Scott Fitzgerald’ın “Muhteşem Gatsby”sidir. Daha başlangıcında büyük bir öğütle başlıyordu roman. “Ne zaman birini tenkite davranacak olursan, hatırından çıkartma, herkes senin imkanlarında gelmemiştir dünyaya.” Ne kadar ders aldım bu öğütten bilmiyorum, ama zaman zaman aklıma gelir ve kendi kendime söylenirim, “Yine unuttun, kırk yıl önce ne okumuştun, şimdi ne yapıyorsun” diye... Kitabın girişinde, Can Yücel’in muhteşem çevirisi ile Thomas Parke D’Invilliers’in bir dizesi yer alır; “Gönlü olacaksa, var sırma kaftanlar kuşan; Ve istiyorsa yüksel yükselebildiğin kadar, Ta ki ‘Sultanım benim, sırma kaftanlım!’ diye Koşsun sana nazlı yar.” Kitaplar insanları etkiler, hatta bazen büyüler; hiçbir zaman gidemeyeceğiniz yerlere götürür sizi, hiç karşılaşmayacağınız, karşılaşsanız bile konuşup anlayamayacağınız insanlar ile tanışırsınız. Kitap, gerçek hayattır. Lise son sınıfta ise başka kitaplarla tanıştık; Rabelais’in “Gargantua”sı, Erasmus’un “Deliliğe Methiye”si elimizden düşmez oldu. Sanırım erken bir okuma içine girmiştik. Okuyor fakat anlam vermekte, satır aralarında söylenmek istenenlerle bağlantı kurmakta zorlanıyorduk. Okuduklarımız için arkadaşlar arasında sık sık tartışmalar yaşadığımızı hatırlıyorum. Ama şimdi düşündükçe, ne mutlu bir çocukluk ve gençlik yaşamışım, herhangi bir kırgınlık yaşamaksızın okuduklarımı anlamama neden olan tartışmalara girebileceğim arkadaşlarım vardı. Tam o sıralarda Çağdaş Fransız Edebiyatı gündemimize düştü, gençliğin getirdiği heyecan ve varoluşçuluk felsefesi. Jean Paul Sartre’ın “Özgürlüğün Yolları”, “Bulantı”, “Gizli Oturum” ve diğerleri...1969 yılında mimarlık diploması aldım, okuma hızım oldukça yavaşlamıştı, bir de kızım olunca hayat yükünü taşımak giderek zorlaşıyordu. Mimarlık oldukça emek isteyen bir iştir. İnsanın düşündüklerini ve tasarladıklarını çizgi ile ifade etmesi, hele hele bizim dönemimizde olduğu gibi grafos ve rapido gibi kullanımı oldukça zor kalemlerle uzun geceler boyu proje çizen insanlar için okumaya vakit bulmak, ancak ailesinden çaldığı saatler ile sınırlıdır. Bir süre eski hızımı kaybettim. Birkaç sene sonra doktora çalışmalarına başlayınca bu kez karşıma okumam gereken bilimsel yayımlar da çıktı. Üstelik rahmetli hocam Prof. Behçet Ünsal ile birlikte mimarlık tarihi derslerine girmeye başlamıştım. Hızlı bir tempo ile bilimsel yayınları takip etmeye başladım. Kısa süre sonra okuma alışkanlığımı tekrar kazandım, üstelik artık okurken not alma gibi bir mecburiyet vardı. Başlangıçta oldukça zorlandım, çeşitli defterlere aldığım notları bulmakta, karşılaştırmakta güçlük çekiyordum. O sırada elime “Bilimsel Araştırma El Kitabı” adıyla bir yayın geçti ve not almanın usul ve esaslarını öğrendim. Mimarlık eğitiminde kendimizi yazı ile ifade etme konusunda herhangi bir yönlendirme yapılmaz. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP Kısalan ömrün içinde giderek “benden sonra bu kitaplara ne olacak” diye düşünmeye başladım. Sanırım ömrümüzü birlikte tamamlayacağız, Allah bana İsmail Bey’in yaşadığı acıyı tattırmasın, şimdilerde onun kitaplarını terk ederken neler yaşadığını daha iyi anlayabiliyorum. 30 Hoş şimdilerde lisansüstü çalışmaları sırasında tez yazma zorunluluğu varsa da, bunu pek çoğumuz ilk ve orta öğrenim sırasında aldığımız eğitim ile başarmaya çalışırız. O yüzden genelde teknik eğitim alan insanların çoğu düşüncelerini yazı ile ifade etmekte güçlük çeker. Bir dönem ben de aynı sıkıntıları yaşadım. Üstelik hem çiziyor, hem de yazmaya çalışıyordum. Ancak çalışmanın getirdiği kazanç bu olsa gerek, zaman içinde her ikisinde de bir şeyler yapar oldum. 1974 yılında asistan olarak Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne geçtim. Bu arada Topkapı Sarayı’nı Sevenler Derneği’nin üyesi olmuştum. Beni Yönetim Kurulu’na seçtiler. Birden arkadaş çevrem Hayrullah Örs, Orhan Şaik Gökyay gibi isimlere terfi etti. Sevgili hocam Nurhan Atasoy ve Mazhar Şevket İpşiroğlu, rahmetli Ünsal Yücel, doktora hocam rahmetli Oktay Arslanapa... Bu birbirinden değerli insanlarla uzun sohbetler etmeye, aralarındaki konuşmalara ve tartışmalara katılmaya başladım. Bu yıllar hızla Montaigne’nin “Denemeleri”ni, Descartes’in “Metot Üzerine Konuşmaları”nı, Thomas More’un “Ütopya”sını, Campanelle’nın “Güneş Ülkesi”ni okuduğum bir dönem oldu. Hızımı alamadım, doğu klasiklerini okumaya başladım Nizamülmülk’ün “Siyasetname”si ve elbette İbn Haldun’un “Mukaddime”si... Bir kaç yıl sonra ise hayatımın en güzel kitabını okudum. Francis Bacon’un “Denemeleri.” Sevgili dostum, rahmetli Akşit Göktürk, Bacon’u bile kıskandıracak bir akıcılıkta herkesin birkaç kere okuması gereken bu kitabı dilimize kazandırmıştı. Okudum, bir kere daha okudum, kitap elimde eskidi, ciltledim tekrar tekrar okudum, hala senede birkaç kere okurum. Sevdiğim kitaplardan biri de Paul Lafargue’nin “Tembellik Hakkı”dır. Zaman zaman tekrar okur, günümüz koşullarında ütopik de olsa insanların tembellik haklarına imrenirim. Zaman zaman vakit yaratıp macera ve bilimkurgu romanları da okurum. Bu tarz benim dikkatimi toplar ve can sıkıntısından uzaklaştırır, hoşça vakit geçirir ve dinlenirim. Hayranlık duyduğum yazarlardan biri de Isaac Asimov’dur; Mehmet Harmancı ve Gönül Suveren’in dilimize kazandırdığı ve “İmparatorluk” adıyla bilinen bir dizi roman... Kanımca Isaac Asimov, kitaplarında Doğu yazarlarını taklit etmiştir. Eğer düşündüklerini felsefi açıdan açıklamaya çalışsa idi, sanırım bu dünya ona dar getirilirdi. Hâlbuki Asimov düşüncelerini günümüzden on bin, yüz bin yüzyıl sonra gerçekleşen bir hikâye kurgusu içinde anlattığı için dikkat çekmedi. Bilimkurgu yazarı diye insanlar, yazdıklarını eleştirmediler ya da dikkate almadılar. O da istediğini dilediği gibi söyleme imkânına sahip oldu. Kitaplarını binlerce insan okudu, ama çokça ciddiye almadı, hâlbuki günümüz insanının Isaac Asimov’u fazlasıyla ciddiye alması ve dikkatli bir şekilde okuması gerekiyor, o yalnız bir serüveni anlatmakla kalmayan, satır aralarına çok şeyler saklamış bir yazardır. Son yıllarda sevdiğim romancılardan biri de açık ara, Amin Maalouf’dur. Çoğunlukla bizim hikâyelerimizi anlatır Maalouf, özellikle de Esin Talu Çelikkan’ın tercümeleri muhteşemdir. Sanki Amin Maalouf Türkçe yazmış gibi, Ömer Hayyam’ın hikayesini anlatan “Semerkant” kitabındaki rubailerin çevrimi bence dilimizdeki en başarılı Ömer Hayyam tercümeleridir. Hele hele “Tanios’un Kayası”ndaki, “şeyhin elini gördüm” benzetmesi bize çok şeyler anlatır. Çocukluğumdan bugüne çok kitap okudum, halen de okumaya devam ederim. Masamda, yatağımın başucunda, oturduğum koltuğun yanında üst üste kitaplar durur, keyfim o gün hangisini çeker ise onu okurum. Bilimsel okumalarımın yanı sıra her gün düzenli olarak okumaya vakit ayırırım, kitap okumadan uyuyamam. Bu arada günlük gazeteleri ve çeşitli dergileri de takip ederim. Tercüme kitapları okurken aklıma hep Hilmi Ziya Ülken’in “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Önemi” isimli kitabında söyledikleri gelir. Gerçekten tercüme bir kitabı ya okutur ya da okutmaz, kitap ne kadar özgün olursa tercüme eylemi de bir o kadar zordur. Hele hele konuya yabancı insanlar tarafından yapılan tercümeler genelde ziyandır, tabiri caizse katur kuturdur. İşin kötü tarafı hiç bir yayınevi talebi az olan bir kitabı yeniden tercüme etmek ve yayımlamak istemez. Can Yücel’in Shakespeare’in 66. Sonesi için yaptığı tercüme okuduklarım arasında bir doruk noktasıdır. “Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e...” Sanırım Shakespeare eğer bu deyimi bilse idi, bu satırda mutlaka kullanırdı. Tercüme, büyük bir kültür birikimi gerektiriyor. Son zamanlarda sıkça gördüğüm bu tercümedeki incelik konusuna bir kere daha değinmek istedim Bu yazı benim hikâyem, sakın ola “yahu adam ne çok kitap okuduğunu anlatmaya çalışmış” demeyin. Ben okuduğum kitapları değil, hayatımı anlatmak istedim, biraz size, çoğu ise bana. Bu vesile ile hayatımı bir kere daha gözden geçirmek nasip oldu. Çocukluğumda Eflatun Cem Güney cumartesi günleri radyoda masal anlatırdı ve sonunda mutlaka “gökten üç elma düştü, biri bu masalı yazana, biri size, biri de bana” diye bitirirdi. Benim hikâyem de işte öylesi bir hikâye. Son olarak: Kısalan ömrüm içinde giderek “benden sonra bu kitaplara ne olacak” diye düşünmeye başladım. Sanırım ömrümüzü birlikte tamamlayacağız, Allah bana İsmail Bey’in yaşadığı acıyı tattırmasın, şimdilerde onun kitaplarını terk ederken neler yaşadığını daha iyi anlayabiliyorum. www.vatankitap.com.tr EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 31 Fotoğraf: DİLAN BOZYEL “Gün batımında çakalların sesi duyulan bir vadi”de değil yelkenlerin rüzgarlarla sonsuz bir ahenkle salındığı bir hayat okyanusunda sıralanacak kitaplarınız.“ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 32 Bir tefekkür odasına kapanır gibiydi... 1976 senesinin yazı. Aşığım... Üstelik çok sancılı bir aşk bu. O yaz kendime çekilmeliyim diyorum. Dedemlerin Şişli’deki evindeyim. Erenköy, deniz, yazın kıpırtısı bana çok uzak. er ‘yazı’nın yazarı için bir zamanı vardır. Bir başka deyişle her kitap vaktini bazen de farkettirmeden bekler. Yazıyı bu nedenle sık sık, küçük bir kelime oyununun verdiği güce dayanarak, alınyazısıyla ilintilendirmek istemişimdir. Aynı hal okuma zaman(lar)ı için de geçerli midir? Hayat tecrübem bu soruyu biraz da buruk bir sevinçle cevaplamama yol açıyor. Buruk dememe bakmayın aslında. Şimdi gittiğim yer, bana bir geleceğin kapısının da nasıl yavaş yavaş açıldığını gösteriyor. Resme biraz daha yakından bakalım mı? Sene 1976... Üniversite’nin ilk yılı bir fırtınayla bitmiş. Belki de fırtına daha yeni başlamış demem daha doğru. Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okuyorum. Kendi ‘yazı’mın yoluna çıkmışım. Ürkek adımlarla tabii, tereddütlerle. İlk hikâyelerimi yazıyor, daha doğrusu çiziktiriyorum. Sorular soruyorum elbette kendime. Cevapların çok uzun yıllar sonra geleceğini henüz bilmeden. Ama fırtına dediğim ne bu tereddütlerden, ne korkularımdan, ne de yazmakla ilgili yetersizlik duygumdan kaynaklanıyor. Aşığım... Üstelik çok sancılı bir aşk bu. Hayal edildiğince yaşanamayan ve hiçbir zaman yaşanamayacak bir aşk. Yazmak için en elverişli zemin kendiliğinden inşa edilmiş ama henüz bu hakikatin de farkında değilim. Yetersizlik duygusu kendisini hayatın başka köşelerinde de hissettiriyor. Ne yapacağım? Aniden bir karar alıyorum. Bu yaz kendime çekilmeliyim diyorum. Dedemle anneannemin Şişli’deki evindeyim. Erenköy, deniz, yazın kıpırtısı bana çok uzak görünüyor. Odama kapanmaya daha hazır hissediyorum kendimi. Kendimi odama kilitlemeye... Bir çeşit hayata bağlanma çabasıydı bu aslında, şimdi daha iyi anlıyorum. Ne var ki o günlerde duygum farklı. Bir neden de aramıyorum aslında. Tek bir bildiğim var. Kendimi kapattığım odamda tüm kaybettiklerimi, okuyarak ve okuduklarımdan aldıklarımla bir nebze de olsa telafi edebileceğim. Bu ihtimal beni içimdeki bir deniz yolculuğuna taşıyor. Kendimi geliştirmek, her anlamda geliştirmek için okumaya çok ihtiyaç duyduğumun farkındayım. Harçlıklarımın büyük bölümünü ayırdığım kitaplar karşımda. Odam bir tefekkür hücresine dönüşüyor... 1976 senesinin yazı böyle bir yazdı. Yaklaşık üç aylık dönemde kaç kitap okudum? Cevabını vermem mümkün değil. Tek söyleyebileceğim günde ortalama on saat okuduğum. Nerdeyse hiçbir yere çıkmadan. Yazın, denizin, o akşam laciverdinin, kösnüllüğün, birbirine kavuşabilen çıplak bedenlerin sarhoşluğunun başka yerlerde, başkaları için aktığını mümkün olduğunca hatırlamamaya çalışarak. Çok uzağında kaldığım sevgilimi düşünmeden edemeden... Suç ve Ceza Fyodor Dostoyevski Çev: Mazlum Beyhan İş Bankası Kültür Yayınları 2 0 TL Mario LEVİ Nefis bir İstanbul Türkçesi ile tane tane konuşur. “İstanbul Bir Masaldı”, “Bir Şehre Gidememek”, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” kitaplarının yazarı... Kahramanlarının her bir hareketi, ışığın gün içindeki değişimleri kelime kelime dökülür romanlarına... En genel anlatımı bile bir detaydan hareket eder, bu yüzden kurgudan çok hikaye yüzeye çıkar eserlerinde... EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 33 Fotoğraf: ERCAN ARSLAN “Yazarların hayal dünyasından akan yazılara, fotoğrafçı gözüyle bakmaya gayret ettim. Gördüklerimi görsel olarak kendi adıma yorumlamaya çalıştım. Okurların da bu fotoğraflara bakarak görünenin dışında görünmeyeni görmelerini istedim. “ Ne keşiş hayatıydı... Ama bir hayata dönüş adımıymış da o odaya attığım. İleride bana ışık tutacak birçok satır o karanlıktan geçmişti. Dostoyevski, Çehov, Tolstoy, Kafka, Proust, Camus, Woolf... Kim bilir başka kimler de vardı.Bu okuma deneyimini başka hiçbir yaz yaşamadım. Başka hiçbir yaz bu kadar çok kitap okumadım. Sonbaharın ilk yağmurları yağmaya başladığında kendimi başka bir insanmış gibi hissediyordum. Başkalaşmanın hep devam edeceğini, yaşadığımın giderek önemsizleşeceğini nerden bilecektim. Özgüvenimi yeniden tesis etmeye o kadar muhtaçtım ki... Aşk acısı dediğiniz nelere kadirmiş meğer. Zaman her acının er ya da geç aşılacağını, günü geldiğinde de anlatılabilir, hatta yazılabilir olduğunu da söyletecekti. Önce okumak, okurken de sormak, kendini başkalarının satırlarından geçerek deşmek varmış. Aynılarını yazarken de yapacaktım. Hâlâ da yapmaya devam ediyorum. Küçük bir farkla. Okumayı artık bir çeşit soluklanma gibi görerek. Yazma çilesini taşımak için bu durağa tabii ki ihtiyacım var. Başka satırlarda başka sorulara yol alma ihtimalinin verebildiğim tüm cevaplara rağmen gizlenmeye devam ettiğini biliyorum çünkü. Soruların cevaplardan daha büyük bir önem taşıdığını da. Kim ne derse desin, bu okuma yolculuğum başkalarına değil, öncelikle içime yaptığım bir yolculuktu. www.vatankitap.com.tr EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 34 Hayat denilen nehirde “Don Quijote”yi okurken, Salamanca’da doktor olmaya karar verdim ve üniversitenin kapısında beliriverdim. Onlar da “Bir deli gelmiş” diyerek beni geri göndermediler. ki Don sevdim hayatta: Don Quijote ve Don Camillo. Birisini diğerinden biraz daha fazla. Bir hamur gibi yoğurup şekil verdi bana Don Quijote. Hayatımın akışını düzenledi, kendi istediği şekilde ve debide akmasını sağladı. Kitapların üzerimde hükmünün geçmesine izin verecek bir yaştaydım. Boğaziçi Üniversitesi’nde Jale Parla’dan aldığım anlatım teknikleri dersinde sadece ve sadece “Don Quijote” okumaları yapıyorduk. Eğitimi ve bilgeliği temsil eden bir kahramanı vardır Avrupa’nın ilk romanı olarak bilinen eserin: Sansûn Carrasco. İspanya’nın en eski, Bologna ve Paris’ten sonra Avrupa’nın ise 3’üncü en eski üniversitesi olan Salamanca Üniversitesi’nde okumuştur. İşte ben de Okullu Carrasco’nun okuduğu, İspanyol Altınçağı’nın parlak simalarının diplomasını taşıdığı üniversitede doktor olmaya karar verdim, “Don Quijote”yi okurken. O denli kararlıydım ki, bavulumu alıp üniversitenin kapısında beliriverdim. Onlar da “Türkiye’den bir deli gelmiş” diyerek beni geri göndermediler. Kimler geçmemişti ki bu sıralardan? Meksika fatihi ve kıyıma uğrayan Aztekler’in hafızalarında hiç de hoş bir yer etmeyen Hernán Cortés, daha üniversitenin rektörlük koltuğuna da oturacak olan büyük düşünür ve yazar Miguel de Unamuno, büyük astronom, astrolog ve matematikçi Sefarat Abrajam Zakuto, Quevedo’nun kendisiyle sürekli bir yarış içinde olduğu için “buruna yapışık bir adam” olarak satirize ettiği şanlı saray şairi Luis de Gûngora’yla başlayan ve uzayan bir liste... Bir de kocaman hayalim vardı Salamanca’ya giderken: Osmanlı tarihini değiştirecek belgeler bulmak. Öyle de oldu. Hep zafer gibi gösterilen, Kanuni’nin dönüşte beş gün beş gece kutlama yaptığı Alaman Seferi’nin aslında büyük bir hezimet olduğunu gösterdi belgeler. Kanuni dönemine ait binlerce belgeyi bavullarla taşıyıp eve yığdım. İspanyollar düzenli arşivlemeyi bizden yüzyıllarca önce öğrenmişlerdi çünkü. Şehre 1 saat uzaklıktaki Simancas Arşivi yarım milenyumdur tüm gelen belgelerin saklandığı bir şato olarak sık sık ziyaret ettiğim bir mekân haline gelmişti. Okullu Sansûn Carrasco tam anlamıyla hayatımı değiştirmişti. Uçsuz bucaksız hayallerin orta yeri olan bana bile bir hayat planı çıkarmış oldu. Baştan aşağı aynı kehribar sarısı taştan örülmüş, gerçek bir şeker kent olan Salamanca’da hiç uyanmak istemediğim bir rüyada yaşadım. Carrasco’nun Salamanca’sı da en az benimki kadar renkli olmalıydı. Bugün demografik olarak 35 kişiye 1 barın düştüğü şehirde, 16. yüzyılda öğrencilerin yerleri süpüren kara pelerinleriyle şehri türlü yaramazlıklarla şenlendiriyorlardı. Sakal Günü’nde sakal traşı olup bütün gün eğleniyorlar, taverna’larda yiyip içiyorlar ve eğleniyorlardı. Salamanca’ya çocuklarını okumaya gönderen aileler o dönemde de şehrin sadece bilim değil, bir eğlence yuvası olduğundan bittabi haberdarlardı. Salamanca aslında sizin de evinizde. Bir köşeye astığınız ve “miladi takvim” adını verdiğiniz takvimin doğum yeri çünkü! Bugün kullandığımız bu Gregoryen takvimin tarihi ise gerçekten bir yılan hikâyesidir. 1515’te Salamanca Üniversitesi’nde matematikçiler ve astronomlar tarafından yapılan ölçümlerle geliştirilen takvim Papalığa sunulur. Papalık ise 63 yıl sonra “kendileri tarafından geliştirildiğini” iddia ettikleri takvimi onaylanması ise Salamancalı bilginlere sunarlar. Şaka gibi değil mi? Dolayısıyla takvim tarihe XIII. Gregory’nin adıyla “Gregoryen” olarak geçerken gerçek bilimadamlarının adı da, Salamanca da unutulup gider. Siz gününüzü belirleyen Salamancalı bilim adamlarını unutmayın. Küçük bir not daha. Belki biraz konu dışı ama büyük önem arz eden... llk cildi 1605 yılında çıkan “Don Quijote” Avrupa’nın ilk romanı kabul edilir. Tabii ki 1554 yılında basılan pikaresk roman “Lazarillo de Tormes”, roman sayılmazsa. Oysa 1536 yılında Petar Zoranié’in kaleminden çıkıp Hırvat okura ulaşan “Planine” (Dağlar) aslında Avrupa’nın ilk romanıdır. Bilinsin yeter. www.vatankitap.com.tr Özlem KUMRULAR Beşi anadili gibi olmak üzere dokuz dil bilen, on sekiz kitaba imza atmış arada on iki kitap çevirmiş ve bu arada sadece 38 yaşında olan yazar. Yemek tarihi uzmanı. Doçent. Profesörlük için gerekli olan 120 YÖK puanını 860 puan fazlayla çoktan geçmiş durumda. Kısaca profesörlüğü için kıdem sayıyor. Fakat şu ana kadar onu çalışırken gören daha kimse olmadı. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 35 Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI “Okuduğu kitapta bir hayale düşen ve bunun peşinden giden modern bir Don Kişot... Elbet satırlarda bulacaktı kendini.” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 36 Eşitlik ve özgürlük için kardeşlik gerekliydi Bu hatıramı anımsadıkça, içimi bir şüphe kaplar. Şiirselliğinden ötürü yaşadığım anın gerçekliğinden şüphe ederim. Ama gerçek. Hatta iddiaya girebilirim çünkü o yazdan beri, kanepeye uzanıp ayaklarımı duvara dikerek kitap okurum. ıcaktı. 1993 yazına dair ilk hatırladığım bu. Bir odadan diğerine geçmek bile zordu ya da ben o kadar çok sıkılıyordum ve bu sıkıntıyı sıcakla o kadar çok içselleştirmiştim ki, böyle hatırlıyorum. Zira, o yıllar Eyüp’te, Otakçılar’da, Onur Sitesi’nde oturuyorduk. Ve tuhaf bir şekilde İstanbul sıcaktan terlerken hiç budanmadığı için bodur kalmış bir palmiye ağacına bakan iki balkonlu evimizde hep tatlı bir serinlik olurdu. Öyle ki, o eve dair en belirgin anılarımdan biri uzun, beyaz uçuşan tüllerdir. Ama o yaz, farklı olmalı... Çünkü kendimi sürekli kanepeye uzanmış, ayaklarımı yaslanma yerlerine dikmiş tavanı seyrederken anımsıyorum. Terlememek için olabildiğince az hareket ediyordum. Sırtım kaşınmışsa bile önce geçmesini bekliyordum. Öyle bir miskinlik, öyle zamansızlık halindeydim... Elbette bir süre sonra sıkıldım. Bir süreden kastım bir hafta falandı. Aslında o yaz çok sıkılıyordum. Çünkü üniversitede birinci yıl bitmiş, hareketli günler geçirmiş ama içimdeki boşlukta azalma olmamıştı. Arayan soran arkadaşım neredeyse yok gibiydi, olanlarla görüştüğümüzde de birlikte sıkılıyorduk. Özetle günlerim şöyleydi; uyanıyordum daha doğrusu gözlerimi açıyordum, açlık iyice kendini belli ettiğinde ya da mesanemin son kapasitesine geldiğimde kalkıyor, bir şeyler yiyor, tv’ye bakıyor, sıkılıyor, balkona çıkıp palmiyeyi seyredip tekrar kanepeme yığılıyordum. Ayaklarımı duvara dikerek.. Bir gün, bakkala gitmek için evden çıktım. Sitenin merdivenlerinden miskin miskin tırmandım. Selçuk abi sahibi olduğu Çağdaş Kırtasiye’nin önünde oturuyordu. İki sandalye koymuştu dükkânın önüne, araya da bir sehpa. Sehpanın üstüne bir dolu kitap koymuştu. Belli ki kitaplar, yeni gelmişti, raflara dizmeden önce kendisi bir göz gezdiriyordu. Sanki her zaman yapıyormuşum gibi, yani kanepeye uzanıp ayaklarımı duvara diker gibi oturdum sandalyeye ve sehpadan bir kitap alıp okumaya başladım. Sanırım yarım saat kadar okudum ve sonra kitabı alıp eve gittim. Ve elbette gider gitmez de kanepeye çöktüm, ayaklarımı duvara dikip... Bu anımı anımsadıkça, içimi bir şüphe kaplar... Şiirselliğinden ötürü yaşadığım anın gerçekliğinden şüphe ederim. Ama yine de gerçekliği için iddiaya girebilirim çünkü elimde büyük bir kanıt var; o yaz mevsiminden beri, ne zaman evde kitap okusam, okumaya önce sandalyede başlar sonra ayaklarımı duvara diker ve okumayı öyle sürdürüp sonlandırırım. O yaz Selçuk Abi’den alıp okuduğum o kitap, sadece okuma pozisyonumu değiştirmekle sınırlı kalmamış, dünyayla, insanlarla nasıl bir ilişki kurmak istediğimi anlamamı da sağlamıştı. Bir çırpıda okuyup bitirdiğim, sonra tekrar okuduğum bu kitap Steinckbeck’in “Sardalye Sokağı”ydı. Bir sokağın hikayesiydi bu. Bir biyolog vardı; Doc. Sonra mahallenin serserileri... Yani Max ve arkadaşları. Yapımı asla bitmeyen bir sandal yapan, denizden korkan bir denizci ve bir de kerhane... Doc, mahallenin aklı başında olanıydı. Max ve arkadaşları başlı başına bir hikayeydi. Mesela benzin almak için çıkıp 4-5 ay sonra eve (Sefalet Palas) dönen “serseriler”den oluşan bir grup. Geceleri orospulara giden, gündüzleri de onlarla arkadaşlık etmeyi sürdüren. Kimse mesleğinden ya da yaptığı işten ötürü ikinci ya da birinci sınıf değildi bu sokakta: Eşitti. Sadece haklar olarak değil ahlaki ve kişilik olarak da... Çok sevmiştim bu sokağı. Hani boş bir daire bulsam hemen kiralardım. Boş ev yoktu gerçi ama devamı olan “Tatlı Perşembe” vardı. Sırf o kitap için kanepeden kalkıp Beyazıt’a kitapçılara gittiğimi anımsıyorum. Böylece o sıcak yaz mevsiminde, “Sardalye Sokağı”ndan çıkmamak ve hayat denilen o tekdüze dünyaya karışmamak için ikinci bir şans daha elde etmiştim. Bu roman da ilki gibi eğlenceli ve keyifliydi. Üstelik bu kez işin içine aşk da karışmıştı. Doc, mahalleye yeni gelen orospuya aşık olmuştu. Kadın da ona... Ama Buket AŞÇI Kitap hayatımızın “inatçı” prensesi. Güleryüzlü olmak ve arkadaşlarına enerji zerketmek için doğmuş, iyilik için yaşıyor. Koca bir kitap ekini yoktan var edip 10 yaşına getirdi. Sadece iyi edebiyatın, dürüst kalbin sözcüsü değil, kronik sağlık sorunlarımızın da çare arayıcısı oldu. Kendini hiç saklamadı. Buket Aşçı bir cömertliktir. (Hamdi Koç) Sardalye So kağı John Steinbeck Çev: Ayşegül Çetin Tekçe Remzi Kitabevi 12.5 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP işte gelin görün ki, tuhaf kaprisler, kişilik özellikleri devreye girmiş ilişki bitme noktasına gelmişti. Kadın mahalleden gitmek üzereydi ve Doc’un onu durduracak cesareti yoktu. Tam burada devreye Max ve arkadaşlarının en aptalı sanılanı girmişti. Şöyle düşünmüştü: “Doc’un perşembe sabah erkenden denize gitmesi gerek çünkü inceleyeceği deniz kabukluları o gün karaya vuracak. Ama bir sorunu olur ve arabayı tek başına kullanamaz ve kimse ona yardım etmezse o da onu çağırırsa o zaman yolda konuşmak zorunda kalırlar ve ilişkileri de yoluna girer.” Peki bu nasıl olacaktı? İşte akıllı arkadaşımız bunun üzerine fark ettirmeden, karanlıkta Doc’un bacağını kırıverdi. Ve tüm dedikleri de oldu. O yaz bu bacak kırma meselesi üzerine çok düşündüm. Düşünsenize bir arkadaşınız gece karanlıkta geliyor ve küt bacağınızı kırıp kaçıyor. Neymiş, aşkınızın geleceği içinmiş? Adama “Sana ne benim aşkımdan” denir değil mi? Hem de o kırık bacak acısıyla daha neler denir... Üstelik, söz konusu mahalle kimsenin kimseye karışmadığı, kimliğini, yaşam biçimini tanımlamadığı bir yerken birinin hayatına böylesi “sert” bir müdahalede bulunmak... Bunu nasıl yorumlamak gerekirdi? O yaz, ayaklarımı duvara dikerek pek çok kitap okudum. Vasconcelos’un “Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”i gibi... Ben de kahramanı gibi kendimi geceleri bir güvertede uzanmış yıldızlara bakarken buldum. Gemi direğini bir bilardo sopası olarak hayal edip yıldızları kara deliklere yolladım. Ama en zor atışlarımı 37 gerçekleştirirken bile bu kırık bacak meselesi aklımı kurcalayıp durdu. Bir gün balkonda her zamanki gibi palmiyeyi seyrediyordum. Ne hazin bir hali vardı, kimse yapraklarını kesmediği için bodur kalmıştı. Büyüyemediği için tohum da atamamıştı. “Keşke” derken buldum birden kendimi; “Keşke biri müdahale etseydi, çoğalabilseydi...” O an, şiirselliğinden ötürü gerçekliğinden şüphe edeceğim anlardan bir diğerini daha yaşadım ve ilişkilerimizi hep bir bencillik üzerine kurduğumuzu fark ettim. Kimseyi kaybetmemek adına onun mutluluğu yakalaması için bile gerekli müdahaleyi yapmadan yaşadığımızı... Buna “bireye saygı” dediğimizi... Birbirimizin sınırlarına müdahale etmemek adına git gide sterilleşip birbirine dokunamayan bir memeli türüne dönüştüğümüzü. Kimse gelip yapraklarımızı kesmediği için bodurlaşıyorduk. Düşünüyordum da, ayaklarımı duvara dikip kimseyle görüşmeden kitap okuduğum o yaz, eşitliğin ve özgürlüğün kardeşlikten ayrı olamayacağını, bizi birey kılan şeyin sadece amaçlarımız değil aynı zamanda dayanışma ve dostluk olduğunu böyle anlamıştım. Ve ne yazık ki, o yaz, bir tek arkadaşım eve gelip “Senin neyin var, neden kendini kapattın, çık ve aramıza katıl” deyip beni kolumdan tutarak dışarı çıkarmamıştı. Çünkü dostlarıma, kendi Sardalye Sokağı’ma taşınmam için daha çok zaman vardı. Elbette o zaman bunu bilmiyordum, ama yine de sanırım içgüdüsel olarak- palmiyenin kuruyan yapraklarını ellerimi kesme pahasına budamaya başladım. Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN “İnzivaya çekilmiş, rüzgarın sürüklediği bulutlarda kendi sokağının sesini dinleyen bir ruh... Özgürlüğün sesini kardeşlikte arayan, kendine eşit duran... Büyümek için kendini budayan, dostlarını bekleyen bir gülümseme... “ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 40 Annem mutfaktaydı, babam içeriki odada Şişhane’deki eski apartmanın bir köşesinde okuyordum kitabı. Güvercin gurultuları kitabın beynimde yarattığı görüntülere eşlik ediyor; beni akıl almaz hayallere sürüklüyordu. ocukluktan gençliğe geçiş yıllarım... Bir akşam babam elinde iki ciltlik bir kitapla geldi. Bana armağan getirmişti. Kitabın adı “Monte Kristo Kontu” idi. Yeşil ciltli kapağın üstünde hapishanedeki yaşlı Rahip Farya’nın belleğime kazınmış beyaz dağınık saçlı resmi vardı. Bu iki cilt hala kütüphanemde durur, onları İstanbul’dan Ankara’ya büyük bir özenle getirmiştim. İstanbul’da, odamın derinliklerine çekilip o eşsiz serüven kitabının sayfaları arasına daldığım zamanlar, saatlerin nasıl geçtiğini anlayamaz, kitabın o tuhaf gizemli dünyasından bir türlü ayrılmak istemezdim. Ne tuhaf şey, büyüyünce okuduğum onca kitap belki de beni bu kadar etkileyemedi hiçbir zaman. Şişhane Yokuşu’ndaki eski apartmanın bir köşesinde okuyordum kitabı. Güvercin gurultuları kitabın beynimde yarattığı görüntülere eşlik ediyor; o yılların görsellikten kısır dünyasında bir akşamüstü ışığında eski mahalleden sızan seslerin arasında okuduğum “Monte Kristo Kontu”, beni akıl almaz hayallere sürüklüyordu. İçerideki odada oturan babamın sesi hala kulağımda, annem mutfakta bir şeyler hazırlıyor. Belki ertesi gün için okul ödevlerimi yapmam gerek ama ben “Monte Kristo Kontu”na yapışıp kalıyorum sanki. Neydi beni bu kitapta bu kadar cezbeden? Bilmiyorum. Belki de kitaplar dünyasına attığım ilk adımlardan birini oluşturduğu için önümde sonsuz bir ekran açmıştı bu yeşil ciltli kitap. İçinde tek tük çizimler de vardı. İncelerdim onları. Kitabı ya bir ilkbahar ya da bir sonbaharda okuduğumu tahmin ediyorum. Geçmiş zaman... Şimdi bile düşündüğümde bu kitap bana tuhaf bir mutluluk veriyor. Çünkü o küçük apartman dairesinde o zamanlar annem ve babamın varlığı beni her şeyden koruyordu. Elimi uzatsam içerideydiler. Yıllar sonra yazdığım “Monte Kristo” öyküsü bir anda çok ünlü oldu. Bütün antolojilere alındı. Şu anda da dokuz yıldır İtalya’da Floransa’da kapalı gişe oynayan bir oyun. Neydi benim Monte Kristo’m? Ev kadını Nebile’nin mutsuz olduğu ve adeta bir hapishaneye dönüşmüş olan evlilik hayatından ve evinden, gizlice yan duvarı kazarak başka bir odaya; yan dairedeki Selahattin Bey’in karanlık odasına geçişini ve hayatının geri kalan kısmını bu karanlık odada onun metresi olarak yaşadığını anlatır bu hikaye. Şimdi size Monte Kristo Kontu’nun asıl hikayesini veriyorum: “(Le Comte de Monte-Cristo) Alexandre Dumas PËre’in romanı (1844). Romandaki olaylar 1815-1840 yılları arasında Fransa ve İtalya’da geçer. Genç bir denizci olan Edmond DantËs, güzelliğiyle tanınan MercÈdËs ile evlenmek istemektedir. Düşmanlarının ve kendisini kıskananların iftirasına uğrar; NapolÈon’un ajanı olmakla suçlanır ve İf Şatosu’nda bir hücreye kapatılır; 14 yıl hapis yatar. Hapisteyken yine kendisi gibi tutuklu olan İtalyan rahip Faria ile ilişki kurmayı başarır. Faria, hükümete, Monte Kristo Adası’nda büyük bir hazinenin gömülü olduğunu bildirmiş, ancak deli zannedilerek hapse atılmıştır. Faria ölürken sırrını Edmond’a açıklar. Edmond rahibin yerine tabuta girerek hapisten kaçar. Monte Kristo Adası’ndaki hazineyi ele geçirerek ülkesine geri döner. Kendisine iftira eden hasımlarıyla kıyasıya bir mücadeleye girişir ve başarıya ulaşır. Bu romanda da A. Dumas PËre’in öteki romanlarındaki gibi masal ve efsane ögeleri oldukça boldur.” Kitabı unutmuşum ama kitabın ruhumdaki etkisi hiç azalmamış. Taptaze, coşku ve heyecan dolu, bu güne kadar gelmiş benimle. www.vatankitap.com.tr Nazlı ERAY Tuhaf ve mistik hikayelerin sadece yazarı değil yaşayanıdır. Evden çıkıp köşedeki pastaneye kadar yazıldığında insanı şaşırtacak en az üç hikaye yaşar. “Aşk Artık Burada Oturmuyor”, “Aşkı Giyinen Adam”, “Yoldan Geçen Öyküler” kitaplarının ve daha pek çoğunun yazarıdır. Öyküleri de romanları da bir düşten kopup hayata konmuş gibidir ya da onun dünyasında hayat bir düşe konar. Kızıl saçlı ve çok renkli bir kişiliktir. Monte Cristo Kontu Alexandre Dumas Çev: Aysen Altınel İthaki Yayınları 4 9 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 42 Fotoğraf: MUSTAFA SEVEN “Binalar eskir. Pencedeleri, duvarları... Ama hatıradaki sesler, kokular hep dün gibi. Her an tekrarlanacakmış hatta sokağın başından az sonra görünecekmiş gibi. “ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 44 Büyümek istemeyen bir “Küçük Prens” “Küçük Prens”le aslında çocukluğumun donup kaldığını ve hiçbir zaman çözülemeyeceğini o an anlamıştım. Ve bütün dünyanın da öyle olmasını diledim... özümün değdiği, kulağımın duyduğu ellerimin dokunduğu her şeyden haz aldığım, etkilendiğim, her gelincik açışına şaşırdığım ve hemencecik soluşuna üzüldüğüm, güneşi ve yıldızları birbirilerini kıskanmasınlar diye farklı farklı sevdiğim, içinde yaşadığım dünyanın, evimin, sokağımın, bakkalın, arkadaşların, yolların, plastik topların ve tabi ki birbirinden değerli kitaplarımın yaşamımı ve düş gücümü zenginleştirdiği yıllardı. Her şeyi okuyordum. Varlık Yayınları’nın “Çin Masalları” veya Reşat Nuri’nin “Araba Sevdası”... Hiç fark etmiyordu. Okula gitmek, sokakta oynamak, bisiklete binmek, demiryolu boyunca yürümenin arasına sıkıştırdığım ve çocukça törensel anlar yaratarak pötibör bisküviyi çaya batırarak bir yandan da bitmemesini umut ederek kitapları iştahla tükettiğim taze zamanlardı. Nereden elime geçti anımsamıyorum ama bir göktaşının üzerinde elleri cebinde ayakta duran sarı saçlı bir çocuğun bulunduğu davetkar kapağıyla bir kitabın daha ilk satırlarını okuduğumda oburca sevdiğim bisküvi-çay muhabbetini unutuvermiş, çayın soğumasına, bisküvinin çayın içinde eriyip hamur olmasına aldanmadan büyülenivermiştim. Bir pilot uçağıyla çöle düşüveriyor ve birden hayvanların dile geldiği fantastik bir dünyada saf, iyi yürekli ve pırıltılı bilgelikte bir çocukla, Küçük Prens’le yani benimle karşılaşıyordu. Ve inanılmaz güzellikte anlatımı, diyalogları ve betimlemeleri ile (ve de çizimleri) benim bayrak kitabım oluvermişti. Gerçekte de pilot olan SaintExupery’nin “Küçük Prensi”ni okuduğum andaki coşkuyu ve hazzı bir daha yaşayamam gibi geldi bana yıllarca. Aslında o hazzı ilk gençliğimin coşkusuyla daha bir köpürtmüştüm belki de. Belki de bu kadar abartılı değildi okuduğum ve etkilendiğim kitap. O an dünyam zaten öyleydi. Çocuksu umutlarım, sevinçlerim, ideal bir dünya özlemim Küçük Prens’le örtüşüvermişti. Ama öyle olmadığını 1987 yılında Can Yayınlarının kitabı yeniden basması ile daha iyi anladım. Üstelik bu kez kitabı bir efsane ikili, Tomris Uyar ve Cemal Süreya birlikte çevirmişlerdi. Maalesef daha önce hangi yayıneviydi, kim çevirmişti anımsamıyordum. O çeviri bende ilkinden daha büyük bir deprem yaratıvermişti. Taksim Sıraselviler’de, Haldun Taner’in yarattığı Devekuşu Kabare’nin salonunu Ali Poyrazoğlu devralmıştı. Muhteşem bir ekiple muhteşem oyunlar oynuyor, turnelere gidiyor, dostlar ediniyor, kitaplar okuyor, şairlerle, ressamlarla, yazarlarla tanışılıyor, efsane oyuncularla sahnede karşılıklı oynuyor, kısaca ayaklarımız yere basmadan, bulutların üzerini mesken tutmuş aşağılara inmiyorduk. İşte Küçük Prens’in bu yeni edisyonu elime geçtiğinde ilk gençliğimi anımsayıvermiştim. Kitabın sayfalarını karıştırdığımda sanırım Ege’de bir yerlerde turnedeydik. Penceresi yabancı bir şehrin çarşısına bakan bir otel odasında Küçük Prens’i okurken bir ‘an’ dışarı bakıverdim. O şehrin adı, coğrafyası, kimliği önemli değildi. Orası benim için “Büyük Çöl”’dü. Ben tiyatroyla o şehre düşmüş Küçük Prens’tim. Akşam sahne alacağımız tiyatro, oynayacağımız oyun, replikler, şakalar, alkışlar hepsi çöldeki canlılar gibi hayatımın çok önemli parçalarıydılar. (Pilot Ali Poyrazoğlu’ydu o zaman) Aradan geçen on yıl sonra “Küçük Prens”le aslında çocukluğumun donup kaldığını ve hiçbir zaman çözülemeyeceğini anladım. Ve bütün dünyanın öyle olmasını diledim. Kötülüğü, aptallığı, savaşları, kötümserliği affettim. Gezegenimize olan sevgim ve saygım daha bir coştu. Bu çocukça dilekleri sıradan bir optimist olmaya yeğledim. Ve VatanKitap’ın 10. Yılı için yazdığım bu yazıda tekrar sayfalarını karıştırdığım bu şahane kitap hatırına yine diliyorum. Levent TÜLEK Üzerine bir ceket seçip sonra da bir çırpıda giyer gibi karakter giyinen bir tiyatrocu. Varoş haikuları yazan tuhaf bir şair. Sokakların sesini dinleyen bir sözlük yazarı. “Lümpen Sözlüğü” ve “Klişeler Sözlüğü”ne imza atan bir çılgın. Romanları didik didik okuyan, belki de giyinecek yeni karakterler arayan tutkulu bir okur. Kitapların satıraralarındaki fısıltıları yakalayan yazar. Küçük Prens Antoine de Saint-Exupery Çev: Fatih Erdoğan Mavi Bulut 1 7 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 46 Şairin dediği gibi “ne içindeydim zamanın/ ne de büsbütün dışında...” “Yekpare geniş bir an”ı yaşıyorum hala. Her izlediğim oyunda, her baktığım resimde, her filmde, her dinlediğim müzikte ve her okuduğum kitapta o “an”ı arıyor ve buldu mu bırakmıyorum. Bu yaşımda okuduğum ve iler ki yaşlarda tekrar okumaktan keyif alacağımı adım gibi bildiğim bu kitabı tekrar çocukluğuna dönmesini umut ettiğim bu dünyaya bağışlayacağım. Her kitap okuyucunun geçici ıssız adasıdır. O kitapla kendisi baş başadır ve fıkradaki gibi başka yanına alacağı üç şeye de pek ihtiyacı yoktur. Onun yoldaşlığı ve besin zenginliği bedenimizin içini de dışını da kurtarmaya yeter. Hayatın anlamı “an”lardaki mutluluğu tüm zamana ve mekana yaymaksa eğer, işte “Küçük Prens” bunun için biçilmiş bir kaftandır. Bir çok genç arkadaşım bana sorar “abi, ne okuyalım?” diye. Benim önerdiğim ilk iki, üç kitaptan biridir “Küçük Prens.” Onun dışında “Martı”, “Şeker Portakalı” veya “Küçük Kara Balık” öneririm. Çocuğun yaşı ne olursa olsun... İster on ister yetmiş... Onların meraklı gözleri ve heyecanlarını kendi “an”larımla paylaşabileceğim yeni yoldaşlar edinmiş olurum böylece. Bu gezegen için, diğer gezegenler için, kendi küçük gezegenlerimiz, evimiz, şehrimiz, ülkemiz için umudum artar... “... Çiçeklerin milyonlarca yıldır dikenleri var. Yine de milyonlarca yıldır koyunlar onları yer. Şimdi, çiçeklerin bunca güçlüğe göğüs gerip hiçbir işe yaramayacak dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak önemli değil mi sence?... Koyunlarla çiçekler arasındaki savaş önemli değil mi? Kızarık suratlı şişko bir bayın toplama işlemlerinden daha mı az önemli? Ya ben kendi gezegenimden başka hiçbir yerde yetişmeyen, eşine rastlanmadık bir çiçek tanıyorsam ve günün birinde ne yaptığını bilmeyen bir koyun onu bir lokmada yutuverirse, sence önemli değil mi bu?... Sevdiğiniz çiçek milyonlarca yıldızdan yalnız birinde bile bulunsa, yıldızlara bakmak mutluluğumuz için yeterlidir. “Çiçeğim işte şunlardan birinde” deriz kendimize. Ama bir de koyunun çiçeği yediğini düşün, bütün yıldızlar bir anda kararmış gibi gelir. Bu mu önemli değil?...” Kendini çocukça sorularla mı yoksa derin bir felsefi metinle mi baş başa olduğunu anlamana fırsat vermeden aslında kabul ettirir tüm tezlerini, doğrularını Küçük Prens. Okuyucu olarak siz pilotun yerine koyarsınız kendinizi. Tıpkı kendi çocuklarınıza, başka insanlara, dünyaya kabul ettirmek ister gibi çocukça öğütler vermeye çalışırsınız içinizden ama hep yeni sorular yeni hesaplar çıkagelir... Hem de hep çalışmadığınız yerlerden... Tıpkı saf, dünyaya geleli birkaç yıl olmuş küçük bir çocuk merakıyla sorulan sorular gibi. Bu dünyanın içine bu kadar ettiğinizden, kirlettiğinizden, savaştığınızdan, kininizden, öfkenizden ve nefretinizden utanırsınız ya... İşte çalışmadığınız, uğraşmadığınız, beceremediğiniz, çuvalladığınız, barışamadığınız, affedemediğiniz, sevemediğiniz, sevişemediğiniz yerler bunlardır. Yo, sizi köşeye sıkıştırmaktan zevk almaz Küçük Prens’ler... Onların derdi dünyevi “an”ların dışındadır. Onlar bembeyaz bir evreni renkli kalemle boyamak isterler. www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: ERCAN ARSLAN “Onların derd dünyevi “an”ların dışındadır. Onlar bembeyaz bir evreni renkli kalemle boyamak isterler.” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 48 Kitap ayracım kum taneleriydi o yıllar... Liseliydim. Tutku vardı hayatımızda. Aşkta da kavgada da tutku. Kahramanca severdik, kahramanca ölürdük. O zamanların sığınağı Suat Taşer’in “Gönderilmeyen Mektuplar”ydı. epi topu bir karış. Sayfaları sapsarı. Sanırım hiç beyaz olmamış, fiyatı “500 kuruş.” Zor okunan bir aceleci el yazısıyla yazılmış mektuplardan seçilmiş satırlar serpiştirilmiş pembe beyaz kapağa. Üstünde kitabın adı ve yazarı: Suat Taşer... Gönderilmeyen Mektuplar. Durup durup okuduğum, okuyup okuyup durduğum kitaplardandır “Gönderilmemiş Mektuplar“. Kitabı bilenler o mektupların “G”ye yazıldığına şahittir ama ben bana yazıldığından çok eminim. O ki yazıldığı yıllarda henüz bebekmişim ne farkeder, bozmayınız. Canım Buket “Vatan Kitap’ın 10. Yılı’nı” bahane edip, “unutulmayan okumaların” peşine düşmüş, ve demiş ki, “ Her okurun o sihirli ‘okuma anı’ vardır ya... Unutulmayan bir okumadır bu... Belki günlerce odadan dışarı çıkılmayan, belki sabahlara kadar süren kapalı bir mekanda ya da bir hamakta... Ama her okuduğunuz kitapla tekrar tekrar o okuma anına dönmek istediğiniz...” İşte tam da böyle söylemiş. Ve eklemiş, “Hadi o anı anlatın. O okumayı, o heyecanı, telaşı...” Ne vakit Buket’in yazdıklarını okudum, yüzümde kırık bir gülümseme dolaştı, yüreğimde bir korku... O sözünü ettiği kitabı da biliyordum, mekanı da... İkisi de burnumun dibindeydi. Bir dokunuşla kitaba ulaşabilirdim, birkaç dakikada mekana. Kitap “Gönderilmemiş Mektuplar” idi, mekan ise Suadiye Çay Bahçesi... Ama bu çok tehlikeli bir geri dönüş, çok savurucu bir kavuşma olacaktı, hissediyordum. “O ana dönmek...” Ne güzel bir dilek bu. Ama bu dilek beni bir anaforun içine fırlatıyor, 80’li yıllara emanet ettiğim genç kız yüreğimi bugünün hoyrat duvarlarına vuruyor bir yandan da... Ne yapmalıyım? O anın peşine düşmek dilendiği kadar eğlenceli olmayabilir. O günlerin kavgası bugünün huzurunu da yerlebir edebilir? Ya da tam tersi, o günlerin pırıltılı günleri şu anın yapış yapış karalığını yüzüme de vurabilir. Ah Buket ah... Tılsımlı okuma anlarını didiklemek güzel ama; aması var işte... Neyse yine de yapacağım Buket’in istediğini, “Gönderilmeyen Mektuplar“ı çantama koyup Suadiye sahiline ineceğim, kim bilir belki paslı bir çivide, kırık bir midye kabuğunda, Ada’dan kopup gelen ılık bir dalgada ya da topyekün hayatta bulurum gençlik yıllarımı... Sonrası Allah kerim. (Bundan sonraki satırları Suadiye Çay Bahçesi’nde, önümde “Gönderilmemiş Mektuplar“, zihnimde bir kesif dumanla yazacağım.) İşte sevgili okur, yazıma, neredeyse bir saat ara verdikten sonra devam ediyorum. Geldim, Suadiye Çay Bahçesi’deyim. Elbette o zamanlar geldiğim değil. Eski Suadiye Çay Bahçesi’nin üzerinden Dalan’ın sahil yolu geçiyor şimdi. Bir balıkçı barınağından dönüştürülmüş bu mekan, ama hatıralar havada uçuşuyor ya gerisini boşverin... Hava puslu. Etraf kalabalık. Plastik masanın beyazı çoktan griye dönmüş, plastik koltukların ayakları kamyonlarla ™ile’den getirilip sahile boşaltılan kuma saplanmış. Bir de ben oturunca iyice gömüldü, masa yüksekte kaldı. “Abla ne verelim” diyen çocuğun üstünden deniz akıyor, sırılsıklam. “Kurulan da bir çay getir” diyorum. Çay anında masada, çocuk anında denizde. İhtimal bir sonraki müşteri gelene ya da benim bardak boşalana kadar suda kalacak. Ve “şu müziği biraz kısabilir misiniz?”diyeceğim kimse yok ortada şu an. Bakıyorum da çoğunluk nescafe içiyor. Ama o zaman. 70’lerin sonu yani...Masalar tahtaydı. Fügen ÜNAL ŞEN Klasik bir biyografi onun için; gazeteci-yazar diyecektir. Evet, yıllarca pek çok gazetede kalem oynatmış, farklı departmanlarında çalışmıştır. “Kuzey yanım Ayazım”,”Kuytuda Bir Hayat”, “Bir Avuç Mazi” kitaplarını yazmıştır. Ama o tüm bunların yanı sıra o eski İstanbul terbiyesini modern hayatta yaşayan nostaljik ve zarif bir kişiliktir. Gönderilmeyen Mektuplar Suat Taşer Yeditepe Yayınları EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 50 Rengini pek hatırlamıyorum nedense, koyu kahve olabilirmiş gibi geliyor ve elbette sandalyeler de... Yine kuma basardık da kum halis mulis Suadiye’nin kumuydu, çakılı da vardı... Kitap ayracım kum taneleriydi o zamanlar, hala yosun kokar kimi sayfalar.Unutmam, unutamam, 1977 idi yıl. Liseliydik. Dersleri boykot ederdik. Okul bahçesinde toplanıp forumlar düzenler, vatanı kurtarır, slogan atardık o yıllar. Tutku vardı hayatımızda. Aşkta da kavgada da tutku.Kahramanca severdik, kahramanca ölürdük. Dedim ya liseliydik... Suadiye Çay Bahçesi sığınağımdı. Ulu dut ve ıhlamur ağaçlarının göğün mavisini sakladığı, bozuk parke taşlar döşeli dar sokaklardan kıvrıla kıvrıla denize doğru inerdim. Bahçesinde sandalların dinlendiği köşkler ve elbette en yükseği dört katlı apartmanlar arasından... Her defasında başka sokaklardan geçip, Atlantik Sineması’nın dibinden yokuş aşağı, yosun kokusuna doğru gittim mi, tam karşımdaydı işte. Henüz deniz mevsimi açılmamışken giderdim. Sessiz ve ıssız olurdu. Denize en yakın masayı kapmak isterdim. Zaten kaç masa vardı ki, durun hatırlamaya çalışayım... Yedi mi, sekiz mi? Önemli mi ki? Mutlaka ince belli cam bardakta çay getirirdi çaycının çırağı. O zaman da ismini bilmez miydim, hatırlayamadım şimdi, ne ayıp. Sonra gelsin “Gönderilmeyen Mektuplar”, Suvat Bey, Azem Dayı, Saksağan ve elbette “G”. “Saksağan... Devam ediyor budalalık. Otlar ve ihanetler büyümeye devam ediyor. Şimdi bakıyorum da neredeyse tüm satırların altını çizmişim. Henüz 0.5 ya da 0.7 hayatımızda yokken, ucu kalınlaşmış bir kurşun kelemle.Tahta sandalyeler elbette rahatsızdı ama saatlerce otururdum. Bir bardak çayı minik yudumlarla içerdim, buz gibi olurdu ama bardak önümde hep dolu dururdu. Öğrenci harçlığı vardı cebimde kolay mı? “İnsan etten ve ihanetten... Acıkınca inançlarını bile yiyen.” Okur dururdum, düşünür dururdum.Başımı kaldırıp Adalar’ı seyreder, durulurdum. Kargalar bu kadar çok değildi o zamanlar, minik kırmızı gagalı martılar yüzerdi. Balıkçılar pancar motorlu ahşap tekneleriyle, livarları istavritle, izmaritle dolu dönerdi.“Kendini kurtarmanın tek yolu, başkaları için çabalamaktır” der N. Kazancakis. Suat Taşer ise “Gönderilmemiş Mektuplar”ın son satırlarında, “Zamanın dipsiz kuyusuna attıklarımız. Sevinçler, kederler, anılarımız. Anıların içimi sızlatanını seviyorum. Pişmanlıklarımı da seviyorum. Sen benim pişmanlığımsın. Seviyorum.” Ah be sevgili okur... Eski zamanların en neşeli anıları bile yüreğini sızlatıyor insanın. Havadaki pus, yüreğime yapıştı sanki. Allah’tan Adalar hala yerinde ve ne vakit gelsem demli çay elbette... www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI “Çocukluğumu hatırladım. Suadiye Çay Bahçesi’nde benim de çok çay içmişliğim vardır. O yüzden bu fotoğrafı çektikten sonra keyfime diyecek yoktu.“ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 52 Bir yaz günü Sartre ile bir Paris kafesinde 2011 yılının 26 Haziran günü... Beş saatten fazladır buradayım ve Sartre okumaktan çok, Sartre düşünmekte ve yazmaktayım. Yanımdaki sandalye boş görünüyor. eine Nehri kıyısından yürüyerek geldim buraya. Sıradan bir kahve burası, turistlerden çok Parisliler’in geldiği. Pazar günü yalnız olan Parisliler’in. Eiffel’in çıplak demir çubuklarla örülü gövdesinin ortası görünüyor oturduğum yerden. Altını ağaçlar kaplamış, tepesini ise tam önümdeki otobüs durağı kesiyor. Kule yine de orada işte. Tüm kente egemen. Parisliler ona aldırmasa da, hatta çoğu zaman görmezden gelse de, orada o ve onsuz olamıyor sevdiğim bu yer. 19’uncu yüzyılın sonlarındaki inşaatı sırasında çıkan tartışmalar bugün yalnızca sanat tarihçileri tarafından anımsanıyor belki. Tek başına çirkin olduğu muhakkak. Ama bu şehrin pek önemli bir parçası işte, çoktandır. İki ötemdeki masada oturan yaşlıca, kırçıllaşmış saçlı ve yakışıklı adamın yakışıklı olduğunu içeri girer girmez fark etmişim! Beni dikkatle süzüyor, kahveye adımımı attığımdan beri. Bakışlarını sol omzumda duyumsuyorum neredeyse. Paris kahvelerinin sıkışık masa geleneği... Adam beni kafasında nereye koyacağını kestiremiyor, elimde bilgisayarımla biraz yabancıyım, diğer elimde tuttuğum kitabın kapağında Jean-Paul Sartre adı okunuyor ama kitabın başlığı adamın tanımadığı bir dilden, öte yandan jambonlu kiş ve roze şarap ısmarlıyorum, “Cote du Provence”, menüye bakıp garsona danışmadan, bu beni bir parça Parisli yapıyor onun gözünde galiba. Bilgisayarımı açıyorum, kahvenin internet şifresini sorup bağlanıyorum, sonra da kendime kızıyorum, bugün olsun e-postalarıma bakmayacağım, sadece okuyacağım ve yazacağım. Yan masadaki gençler şampanya ısmarlamış, birer kadeh. O anda yalnız içilemeyecek tek içkinin şampanya olduğunu farkediyorum. Geçmişte içtiğim şampanyaları düşünüyorum... Adam iri bir parça bonfileyle bolca patates kızartmasından ve birkaç kadeh kırmızı şaraptan oluşan yemeğini bitiriyor, ama masadan kalkmaya niyeti yok. Jilet gibi ütülü mavi gömleğini düzeltiyor, bana bakarak. Hemen yanımdaki masada oturan platine saçlı geçkince kadın karşısındaki sandalyeye beyaz tüy yumağı köpeğini oturtuyor. O da uslu uslu oturuyor, buna alışkın olduğu belli, anlaşılan başka refakatçileri olmuyor pek. Kadın kendine mükellef bir Pazar yemeği olarak horoz kızartması ısmarlıyor. Yandaki adama davetkarca baksa da, adam hiç aldırmıyor ona. O adam Sartre olsa... Nereden geldi bu düşünce şimdi? Evet, adamın gözlüğü var, hatta ünlü yazarın gözlüğünün çok benzeri. Ama yüzü yazarınkinden çok daha çekici hatlara sahip. Sartre yaşasaydı kaç yaşında olurdu? Yalnızca birazdan okumaya hazırlandığım kitap mı bana bunları düşündürten? Arkamı dönünce adamla göz göze geliyoruz, o sırada garson onun ısmarladığı çilekli ve romlu rumbaba tatlısını getiriyor. Ben de mi ısmarlasam ondan? Hiç niyetim yoktu oysa. Sabah otelden çıkarken masamdaki boş sandalyeye belki Monet gelip oturur diye bir hayal kurmuştum, her zamanki o kendime sakladığım tuhaflıklardan, ola ki geçenlerde tekrar gittiğim müzede onun tabloları karşısında geçirdiğim sevinçli anlardan esinlenerek. Ama Monet burayı sevmez. Işık yeterince girmiyor her yana. İlginç gölgeler de yok. Hem onun çevresinden ressamların müdavimi olduğu yerlere benzemiyor burası. Monet’i bir başka sefere, başka mekana bırakacağım mecburen.Akasyaya benzer ağaçlar var bu caddede. Ve yeni binaların yanında eskiler.Mükemmel Paris avenülerinden değil burası. Sadece otelime yakın ve ben iki haftadır aralıksız süren toplantılar nedeniyle yorgunum ve o toplantılardan tanıdık kimseye rastlamak istemiyorum ve laptopu taşımak buraya kadar kolay ve belki de kahvenin ismi beni çekti içten içe: Cafe des Ondes, Yayılan Dalgalar Kahvesi. Gül İREPOĞLU “Sultan Çiçeği” ve “Cariye” isimli tarihi romanların yazarı olan değerli sanat tarihçisi, profesör. “Osmanlı Saray Mücevherleri” kitabı ile tarihin saklı odalarında kalan bir tarihi günışığına çıkarmıştır. çünkü o zamana kadar Osmanlı kumaşları bilinse de mücevherleri üzerine çalışma yoktu, Gül İrepoğlu ile sarayın mücevher sanatı dünya literatüründe kendine yer bulmuştur. Toplu Oyunlar Jean Paul Sartre Çev: Işık M. Noyan İthaki Yayınları EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 54 Adam kalktı sonunda, elinde bir eski evrak çantası, boş olduğu belli. “İşe yaradığı” günlerden kalan bu hatırayı yanından ayırmıyor anlaşılan. Bej ceketinin ütüsü bozulmuş. Gömleklerini çamaşırcıya verip ütülü giyiyor, ama evinde ceketini ütüleyecek biri yok. Hafif kamburlaşmış sırtıyla taksi durağında bekliyor. Son aşkı kimdi acaba onun? Hayatta ilk aşkların değil, son aşkların önemini anlayacak yaşa gelince diğerleri... Nereye gidiyor? Dönüp bana bakıyor, veda eder gibi, ben de gülümsüyorum ona. İnsan hayatta bir daha hiç görmeyeceği ne çok insanla karşılaşıyor. Adam taksi sırasını genç bir kadına veriyor, nazik bir jestle, neredeyse bir reverans bu, ama abartılı değil, bedenini hafifce eğerek ve ellerini iki yana açarak. Böylesi bir reveransı opera dışında görmemiştim hiç. Benim onu izlediğimi biliyor. Onu masama davet etmeliydim. Ne olurdu sanki? Neredeyse yerimden kalkıp yanına gideceğim ve “Mösyö, sizinle biraz sohbet edelim mi?” diyeceğim. Demiyorum. Adam hala bekliyor. Dalgalı gri saçları ensesine doğru uzamış biraz. Gözlük camları kalınca. Bir taksi geliyor sonunda, biniyor, ağır kapıyı çekmekte zorlanarak. Bana bakıyor son defa. Taksi eski köprüye doğru dönüyor. Ben bilgisayarımın ekranına doğru dönüyorum. Şarabımdan bir yudum alıp ince kitabımın kapağını okşuyorum önce, gençliğimin kitabı, bir piyes. Ne kadar etkilenmiştim... Çevirideki ismi de vurucuydu: “İş İşten Geçti“. Okuduğum ilk Sartre yapıtı. Sartre ile tanışmak için iyi bir seçimmiş. Paris’in çalkantılı günlerinde ihanete uğrayıp aynı gün öldürüldükten sonra tanışan ve birbirine âşık olan Eve ile Pierre’in öyküsünü yeniden okumaya başlarken lise birinci sınıfın masumiyetine gidiveriyorum birden. Yazarın o yalın betimlemeleriyle olan bitene eskiden olduğu şekilde öfkelenip, eskiden olduğu şekilde heyecana kapılıyorum. Sınıf farklarını bir kenara bırakıp birbirlerine koşan bir kadınla bir erkek. Eve ile Pierre’in aşkını izliyorum sanki tiyatro sahnesinde. Onlara bir şans daha tanındığında değerlendirebilecekler mi bunu? Ölüler dünyasından dünyaya geri dönerek bir tüm gün boyunca aşklarını herşeyden üstün tutabilecekler mi? Tekrar yaşama hakkını ancak böyle elde edebilecekler, ama bunun bedeli sevdiklerini koruma olanağına kayıtsız kalmak... Sonunda aynı soru beliriyor kafamda, onca yıl sonra, yine en saf haliyle: “Peki ben ne yapardım?” Bilgisayarım açık önümde, kitabı bırakıp zihnime akanları yazmaya başlıyorum hızlı hızlı. Masamın yanında birinin belirmiş olduğunu fark etmemişim, sesini duyduğumda başımı kaldırıyorum ve nedense hiç şaşırmıyorum. Kurduğum hayallerin canlanışı ilk kez gelmiyor başıma. Önce o adamın geri geldiğini sanıyorum, sonra onun fotoğraflarından çok iyi tanıdığım birine dönüştüğünü görüyorum. Jean-Paul ince yüzündeki alaycı gülümsemesiyle kemik gözlüklerinin ardından bakıyor bana. -İzin verir misiniz, oturabilir miyim Madame? -Elbette, buyurun. -Bu roze şarabı da nereden buldunuz Madame? Şarap dediğiniz kırmızıdır. Ona itiraz etmek aklımdan geçmez. Zarif bir hareketle garsonu çağırıp bir şişe Bordeaux ısmarlıyor. Etraftaki konuşmalar duyulmaz oluyor. Sartre kadehinden büyük bir yudum alıyor, gözlerimin içine bakıyor. -Demek yazıyorsunuz. -Evet, hayatımdaki en önemli şeyin yazmak olduğunu anladığımdan beri. -Peki onlar sizi anlıyor mu, yazdıklarınızı okuyanlar? Anlam katmanlarını ayırabiliyorlar mı? Yoksa sadece... Neyse, boşver, düşünmeyin siz bunları! Kendiniz için yazın. Karanfil satan yaşlı kadına gözü takılınca bir süre etraftaki insanlar üzerinde geziniyor bakışları, izliyor onları, bunu fırsat buldukça yaptığı belli, belki de “çağrıldıkça” diyorum kendi kendime, olan biteni hiç de mantık dışı bulmayarak. Dikkatini tekrar bana yönelterek masada duran kitabı eline alıyor. -Les Jeux Sont Faits, ha? O çok sevdiğim kitabı yıllar sonra bir de öykünün geçtiği Paris’te okumak üzere yanımda getirdiğimi, aslında piyesi henüz onbeş yaşındayken ödev konusu olarak seçtiğimi ve yazdıklarının içine girdikçe nasıl etkilenmiş olduğunu anlatıyorum ona. Yüzündeki ifadeden pek memnun olduğunu anlıyorum. -Nereden bilebilirdim o zamanlar bana uzak bir hayal olan şehirde, İstanbul’da bir genç kızın o dramının ardında yatanları yakalayacağını? Boşuna gelmemişim masanıza. Oradaki Pierre karakterine ben de acımışımdır hep. Biliyorum içiniz paralandı ona, sizden de bu beklenirdi! Ama onun elinde değildi yandaşlarını korumamak, anlamalısınız. Bu seçim hayatının aşkını bir yana bırakma pahasına da olsa... Demek siz de taa içinizde duydunuz o ızdırabı. Ve değiştirdiniz kitabın sonunu hayalinizde! Eh, belliymiş ilerde yazacağınız. Var olmanın çeşitli yolları var. Neyse. Şu kadarını söyleleyim size, bu derece yufka yürekli olmayınız Madame, hayat öyle değil ki! Simone’a da hep söylemişimdir bunu. Gerçi beni pek dinlemez, her konuda kendi bakış açısını üstün görmeyi sürdürür. Belki de ona aşık oluşum bundandır. Size de aşık olabilirdim. Akıllı kadınları çekici bulurum, bir kenara çekilip durmaktansa düşüncelerini kabul ettirmek için mücadele verenleri. Elbette yüzüne bakılır gibi olmalı bir de. Kızardığımı, öte yandan bu iltifatın hoşuma gittiğini fark etmemesini diliyorum, ama onun gözünden kaçar mı? Gülümsemesi yüzüne yayılıyor. - Fazla açık sözlü mü buldunuz beni chere Madame? Olabilir. Siz erkekleri tanır mısınız sahiden? Ah, tanıdığınızı sanırsınız ancak. Doğrusu ben kadınları EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 56 tanıdığımı söyleyemem. Evet, birçok maceram oldu ve birçok sevdiğim ve bir aşkım. Hepsi yeni birşeyler öğretti bana, şaşırttı beni, hatta kendimi gerçek bir aptal gibi hissetmeme yol açtı. Neyse, bu konu asla bitmez, beni anlar gibi görünen sizin gibi bir kadınla bu konuyu daha onra uzun uzun tartışmak isterim. Zaten kadınları kadın oldukları için severim ben, biz erkeklerden çok daha derin bakarlar yaşama.. Ne zaman içip bitirdik Bordeaux’yu? Fikrimi almadan bir şişe daha ısmarlıyor, garson getirene kadar epey zaman geçecek her zamanki gibi, bu arada sandalyesini benimkine yaklaştırıp kitabı inceliyor, “Güzel!” diyor. Peki ama, nasıl anlaşıyoruz, nece konuşuyoruz biz bunca lafı? Ben Fransızca bilmem ki! Sartre’ı ise İngilizce konuşurken düşünemiyorum. Garson şarabı getirip açıyor, kadehlere doldurma işiniyse yazar üstleniyor. -Bu kentin insanları hızlı değildir Madame. Zorluklara karşın yaşamanın tadını çıkarırlar, en azından benim zamanımda böyleydi. Çok şey değişti biliyorum, ama bir o kadar da değişmez kaldı yaşam. Aşksa hep aynı. Birileri hayatı hep yeni baştan öğreniyor, her aşkta, acı çekerek. Haksızlık mı bu? Hayır. Aşk sahici zenginliktir. Benim böyle konuştuğumu duysalar... Ah! Kimsenin ne düşündüğünü gerçekten bilemezsiniz. Benim de! Şu geniş caddelerdeki sıra sıra ağaçlara bakın, onların nelere tanıklık etmiş olduklarını bir düşünün. Onların altından kimlerin geçtiğini.. Ya da onları kimin diktiğini. Bir an başımı çeviriyorum ağaçlara bakmak için, tekrar döndüğümde o yok. Kitabın son sayfasına ne zaman geldim ben? İçeri giren tatlı rüzgarla havanın biraz serinlemiş olduğunu farkediyorum. Gökyüzünde akşam ışığının hazırlığı. Yalnızlığın en şiddetli duyumsandığı anlar, özlemlerin de. Az ötedeki masaya kayıyor gözüm o anda. Kadın özenle lokmayı hazırlıyor ve adamın ağzına uzatıyor, adam adeta paçalarından akan bir erotik iştahla lokmayı alıp çiğniyor, kadının gözlerine bakarak. Etrafı umursamıyorlar. Biz de böyle manzaralar vermiş olmalıyız onunla, bir zamanlar. Aman Allahım. O sırada neler düşündü çevremizdekiler? Az önce yataktan kalkmış olduğumuzu, sevişmenin o benzersiz ihtişamdaki duygularını hala yaşadığımızı, birbirimizi her an arzuladığımızı. Bunların hepsi tek bir harekette gizli, çok basit ve çok karmaşık. Eve ile Pierre böyle anlar yaşayamadılar basit bir Paris kahvesinde. Benim hayalimde yaşıyorlar ama. 2011 yılının 26 Haziran günü akşama erecek neredeyse, beş saatten fazladır buradayım ve Sartre okumaktan çok, Sartre düşünmekte ve yazmaktayım. Yanımdaki sandalye boş görünüyor. www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: ERCAN ARSLAN “Bir an başımı çeviriyorum ağaçlara bakmak için, tekrar döndüğümde o yok. Kitabın son sayfasına ne zaman geldim ben?” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 58 Bir kadın ve çocuğun düşündüren dostluğu Bir hafta sonu elime aldım, birkaç sayfa sonra kitap beni kendi büyüsüyle kuşatmıştı. Başka bir kitapta, içimde bu kadar çok duygu bir araya gelmemişti. nca Yoksulluk Varken‘i Emile Ajar takma adıyla yazan Romain Gary, 1980 yılında intihar ederek yaşamına son verdiğinde Fransa’nın en önemli edebiyat ödüllerinden olan Goncourt’u iki kez kazanmıştı, ne var ki iki ödülü, iki farkla adla kazanmıştı. Bu romanı Goncourt’a değer bulan jüri, Ajar’ın aslında Romain Gary olduğunu bilmiyordu ve yazar ölene kadar da bu ikisinin aynı kişi olduğunu kimse öğrenemedi. 90’lı yılların başlarıydı. Yazarın kitaplarını okumamıştım, ancak kitabın adı beni kendine çekmişti. Yarım kalmış bir cümleydi ve ne çok imge barındırıyordu. Cümleyi herkes kendine göre tamamlayabilirdi. “Onca yoksulluk varken aşka yer yok” denebilirdi, örneğin. Ya da “Onca yoksulluk varken, özgürlük daha güzel” , “Onca yoksulluk varken acılar hissedilmez” de olabilirdi cümlenin gerisi. Daha onlarca şekilde tamamlanabilirdi. Kitabı elime alıp kapağına uzun uzun baktığımı, kapaktaki resimle kitabın adını bağdaştırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Olmadı, pek bir bağ kuramadım. Sonra çoğunlukla yaptığım gibi, kitabı okumaya başlamadan önce yazar ve kitap hakkında biraz bilgi edindim, Emile Ajar’ı tanımaya çalıştım. İntiharı seçen yazarlardandı; Sylvia Plath, Virginia Woolf, Klaus Mann, Cesare Pavese, Primo Levi, Stefan Zweig gibi. Yaratıcılık, pek çok yazarı olduğu gibi sonunda onu da bu noktaya götürmüştü. İnce sayılacak bir kitaptı, bir hafta sonu elime aldım, birkaç sayfa sonra kitap beni kendi büyüsüyle kuşatmıştı, elimden bırakamıyordum, bırakılacak gibi değildi. Başka bir kitapta, içimde bu kadar çok duygunun bir araya geldiğine tanık olmamıştım. Kâh gülüyor, kâh hüzünleniyordum. Cümlelerin altını çiziyordum, yazarın ustalığı her sayfada yeniden şaşırtıyordu beni. Ödülü boşuna vermemişlerdi. Son sayfaya geldiğimde kitabı kapattım, boğazımda bir yumruyla, buruk, garip bir duyguyla kalakaldım. Önümde bilmediğim dünyalar açmıştı, tanımadığım âlemlere gitmiştim. Kullanılan dil, betimlemeler, hayat hikâyeleri ve onca yoksulluk... Vivet Kanetti’nin olağanüstü çevirisini ve yazarın kullandığı sokak dilini, argoları ustalıkla uyguladığını anmazsam haksızlık etmiş olurum. “Onca Yoksulluk Varken”, Arap asıllı Müslüman küçük Momo ile Hitler’in zulmünden kurtulmuş yaşlı bir Yahudi olan Madam Rosa’nın sıra dışı, grotesk, yürek burkan hikâyesi. Birbirine sevgiyle, dostlukla ve vefayla bağlı bu iki dostu, Paris’in, yoksulların yaşadığı bir arka mahallesinde bir araya getiren neden hiç de alışıldık değil. Madam Rosa, yetmişine yaklaşmış eski bir fahişe. Ellili yaşlardan sonra mesleğini bırakır ve bu yoksul mahalledeki kira evinde kendisi gibi fahişelik yapan, babaları çoğunlukla belli olmayan çocuklar doğuran kadınlara yardımcı olmak için bir bakımevi açar, para karşılığında bu çocukların bakımını üstlenir. Her milletten, her yaştan çocuk kalır o evde. Bunlardan biri de Madam Rosa’nın Arap olduğunu söylediği on yaşındaki Momo’dur. Momo, Madam Rosa’nın gözdesidir, ama ne kadar ısrar etse de annesinin ve babasının kim olduğunu öğrenemez ondan. Hatta, “Madam Rosa’nın sadece ay sonunda gelen bir havale için bana baktığını önceleri bilmiyordum. Bunu öğrendiğim zaman artık altı ya da yedi yaşımı doldurmuştum, parayla bakıldığımı bilmek beni iyice sarstı. Madam Rosa’nın beni bedavaya sevdiğini, birbirimiz için bir anlam taşıdığımızı sanıyordum. Bütün bir gece ağladım; ilk büyük kederimdi bu,” der Momo. Yine de çok bağlanır ona. Ancak Madam Rosa hastadır ve ölümü yakındır. Çocukla kadın arasındaki inanılmaz dostluk çok etkilemişti beni. Çocuk onun için neler yapmıyordu ki. Kiloları yüzünden yerinden zor kalktığı için besliyor, daha güzel görünsün diye yüzüne makyaj İlknur ÖZDEMİR Türkiye yayın dünyasının efsane yayın yönetmeni. Can Yayınları, Yapı Kredi, Turkuvaz Kitap‘ı (Merkez Kitap) yönetti. Şimdi bayrağı Kırmızı Kedi Yayınları’nda taşıyor. Titiz mi titiz bir çevirmen. Paul Auster’ın kitaplarını ve son olarak Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sını sırf o çevirdiği için tekrar okuyabilirsiniz. Onca Yoksulluk Varken Emile Ajar Çev: Vivet Kanetti Agora Kitaplığı 20 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 60 yapıyor, altı kat merdiveni indirip çıkartıyor; mutlu etmek için ona yalanlar söylüyor; tabii bütün bunlar naif ve dünyayı sadece yaşadığı mahallenin sınırlarının içinde, oradaki insanların bakış açısından tanıyan, fahişelerin, kadın satıcılarının, işsiz-güçsüzlerin, Afrikalı göçmenlerin arasında yaşayan, onların diliyle konuşan on yaşındaki bir çocuğun ağzından anlatılınca ortaya trajikomik bir şey çıkmıştı. Fahişelerin yaptığı işi ‘kendini savunmak’, ötenaziyi ‘kürtaj olmak’, eroini şeker hastalığından kurtulmak için kullanılan ‘bir ilaç’ diye bilen, yani nasıl duyuyorsa ona inanan bir çocuktu sonunda. Bulunduğu ortamı, çevresindekilerin yaşamlarını doğal kabul ediyor, büyüklerle arkadaşlık ediyordu. Gerçekleri şöyle kabulleniyordu ve itiraz etmek aklından geçmiyordu: “Uzun zaman Arap olduğumu bilmedim, çünkü kimse beni aşağılamıyordu.” Ya da: “Önceleri annem olmadığını, hatta bir annem olması gerektiğini bile bilmiyordum.” Hayaller kurar, düşler görür, King Kong’u görebilir isteyince, Frankenstein’ı bile, bir tek annesini göremez, “çünkü bu konuda yeterince imgeye sahip değilim,” der tevekkülle. Madam Rosa ona aslında on değil de on dört yaşında olduğunu da söylemez, çünkü Momo’nun büyümesini, kendinden kopmasını istemez. Ta ki bir gün babası çıkıp gelene kadar. O zaman gerçek yaşını öğrenir Momo ve bir günde dört yaş birden büyüdüğüne inanır, ona uygun düşünmeye, davranmaya başlar. Bu kabulleniş sırasında kurduğu cümleler inanılmaz güzel. Farkına varmaktan vazgeçtiğimiz küçük ayrıntıları, ya da üzerinde düşünmediğimiz pek çok şeyi Momo’nun kendi naif bakış açısıyla ortaya koyması, olaylara normal insandan daha farklı bir açıdan bakması, “Onca Yoksulluk Varken”in kendini bana sevdiren bir başka yanı. “Doktor Katz beyaz giysiler içinde içeri girip de saçımı okşayınca kendimi daha iyi hissediyordum, işte bu yüzden tıp diye bir şey vardır,” diyor bir yerinde. Momo tıbbı, insanların kendisini iyi hissetmesi için var olan bir şey sanıyor, ona bu duyguyu veriyor doktor. Bunu hangimiz düşünürüz ki. Madam Rosa kanserden korktuğu için, öleceğini bilmesine rağmen doktorun her gelişinden sonra Momo’nun kadını, “Merak etmeyin kanser değilsiniz, demek ki korkacak bir şey yok,” diye avutmasına ne demeli. Ne zaman Madam Rosa’dan uzaklaşıp başka bir yerde hoş vakit geçirse vicdan azabı duyar Momo, böylesine garip bir bağ vardır aralarında. “Mutluluk, özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir,” der Momo. Doğru. Küçük bir filozoftur, “İnsanlar, serseri olacak yaşa varmamış bir çocuk gördükleri zaman kendilerini hep güven altında hissederler,” deyince hak veririz ona. Bıçkındır, batakhane denecek bir ortamda yaşamaktadır, oranın kurallarını benimsemiştir, ama çok saf, çok iyi yüreklidir. “Onca Yoksulluk Varken”, unutulmaz bir roman kahramanı olan küçük Momo’nun, kendisine sahip çıkan yaşlı Madam Rosa’yla olan dostluğunu anlatırken küçük hayat dersleri de vermişti bana. www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: ERCAN ARSLAN “Farkına varmaktan vazgeçtiğimiz küçücük ayrıntılar ya da üzerine düşünmediğimiz pek çok şey...” EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 62 Bir eski fotoğrafın hüzün veren hikayesi Tekrar tekrar baktım o fotoğrafa. Sonra birden buldum! Bu halin bir diğer adı John Berger’in “O Ana Adanmış“ isimli kitabıydı... Ya da onu yeniden bir yorumlayış. er okurun okur olduğu bir an vardır. Kendi okurluğumu ‘hatırlamak’ olarak yaşadığımı itiraf etmeliyim. Kitabı okumuşumdur, etkilenmişimdir. Kapağını kapatır, yaşama devam ederim. Sonra aynı yaşamın içerisinde bir ‘an’ bana çarpar. İşte o çarpan an çok kıymetlidir. Orada okumuş olduğum kitabın gerçek okuru olmaya hak kazanmışımdır. Benim açımdan okumak, gerçekten de yaşamaktır zaman zaman. Alın size bir örnek. John Berger’in “O Ana Adanmış“ı. O kitap benim gözümde bir ilk kitap değil ama onun sayesinde geçmişi okumayı yeniden öğrendiğim için de herşeyin ilklerinden sayılabilir. Biraz anlatmaya çalışayım. Elimde bir fotoğraf var. Onun için yazdığım bir yazı da. Yakınlarda yazdım onu. Size hiç olur mu bilmiyorum. O fotoğrafa bakma anımla o fotoğrafla ilgili yazıyı yazma anım arasında yaklaşık otuz yılın geçtiğini ama her nasıl olduysa, yazıyı bitirdikten sonra oluyor bu, ‘hep aynı fotoğrafa’ bakmış olduğumu fark ettim. Oysa yaşamın değişkenliğini düşündüğünüzde bu pek de mümkün değildi. Her şey değişirdi. Yaşamlar, binalar, duygular, hücreler... Ne tuhaf ki aradaki otuz yıl duygularımda hiçbir şeyi değiştirmemişti. Üstelik bu ‘eski sevgili’ fotoğrafı falan da değildi. Hepi topu dört liseli kız çocuğunun kendi halindeki bir fotoğrafıydı. Bir ikindi vakti Moda sahilinde çekilmişti ve sonrasında bir çekmecede unutulmuştu.Birazını paylaşayım sizinle: O fotoğraf. Söylememe gerek var mı bilmiyorum, eski. Eski olanın bütün masrafı, külfeti ve sırrı birikmiş üzerinde. Dört kız çocuğu, genç kız, güneşin kendini bir ilkyaz ikindisine bıraktığı anda kameraya gülümsemişiz. Sanki hiç yaşlanmayacakmışız gibi nazlı bir eda var üzerimizde. Fena değil, neşeliyiz. Besbelli rüyaların tekil görülmediği zamanlardan bir zamandayız. Ayrı ayrı görülse de o rüyalar; kahramanları, ana fikirleri, olay örgüleri farklı olsa da, ölüme, bitişe değil, yaşamaya ve sonsuzu masumca anlamaya örülmüş sanki. Ortaklığı burada! Kimseyle cebelleşmeye gerek duymaksızın, sadece yeryüzünü anlamaya niyetlenmiş rüyalar oldukları için. Bizleri varlığın sınırsızlığına taşıyacak rüyalar gördüğümüz günler o günler kısacası. Hayal edilebilecek her şeyi hayal etmek, bu sayede ruhlarımızı aşıp kendiliğinden başka yerlere gittiğimiz zamanlar. Ama bu fotoğraf biraz flu olduğu için mi bu kadar hüzünlü? Gülüşlerimiz bu yüzden mi yarım kalmış? Fotoğraf ‘ikindi’ demiş. En azından yüzümüzdeki ışık böyle bir halde. Moda’dayız. Arkadaki ağaçlar yeni çiçeğe yatmış. Bahar geldi gelecek. A.’nın üzerinde bir deri ceket var, saçından bir teli kulak arkası etmiş. Uzun yıllar birçok şeyi kulak arkası etti, ne kadar da iyi etti. Benim elimde balıksırtı ceketim, omzumda komik bir çanta. N.’nin üzerinde bildik gri hırkası, F.’nin gülüşü yine gamzelerini ortaya çıkarmış, güzel. Fotoğrafı Y. çekti. ‘Buraya bakın bakayım’ cümlesi, cümleye sinmiş cıvıltı hâlâ kulaklarımda. Çok değil bir yıl sonra çocukluğun esrarının saklı olduğu bir lise duvarından atlayıp bir bilinmeze bırakacağız kendimizi. Çok değil, pek kısa bir süre sonra aynalara bakıp ‘bu ben miyim’ diyeceğiz. Üstelik bunu büyük bir karamsarlıkla ya da olmak-olamamak hesabına dayalı bir açık uçlu bilinmezin mağlubu olarak da yapmayacağız. Henüz yaşlılık denklemi üzerimize paldır küldür inmemiş. Bilinmez kentlerin bilinmez sokaklarında kendimizin binbir suretteki izini sürmemişiz daha. ‘Hayallerin peşinden koş ve istediğini gerçekleştir’ gibisinden rengârenk reklam sloganlarını andıran nahoş ufuklara takmamışız kafayı. Daha çok var onlara çok . Bankada birikecek makul bir ana paraya, o paraya hiç dokunmaksızın faiziyle bir dünya seyahatine çıkmaya, ne bileyim, sonrasında bu seyahat Müge İPLİKÇİ “Edebiyat ışıltılı, gerçeküstü bir serüvendir. Hayatın içerisinde bulamadığım bir sürü mucizeyi orada buldum ve bu bakış açısıyla hayatın kendisinin de bir mucize olabileceğine inandım. Hayatla kendi benliğim arasında bir köprüydü edebiyat ve müthişti” diyen, ilmik ilmik dokunan metinlerin, kitapların yazarı... Kadınların ve onların dertlerinin ulağı, alzheimer’ın sildiği anıları yakalamaya çalışan bir hafıza işçisi. “Kafdağı”nın ardındakine, “Transit Yolcular”la eşlik eden bir gezgin. “Uçan Salı” ve “Bir Deniz Yolculuğu” isimli kitapların çocuk kalbi. O Ana Adanmış John Berger Çev: Müge Gürsoy Sökmen ve Yurdanur Salman Metis Yayınları 14.5 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 64 yüzünden mi, bu seyahat sayesinde mi, dünyanın çok küçük olduğunu anlamaya, bunu anlamanınsa artık hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini keşfetmeye, daha çok var. O halde nedir bu hüzün? O fotoğrafla hemen sonraki zaman arasında bir şeylerin değişeceğini ortak rüyalarımızda görmüş olmamız mı? Artık o bizin ‘o biz’ olmayacağını sezmiş olmamız mı? Artık ortak düşler görmeyeceğimizi mi? O rüyalardaki her şey aynı olsa bile bir şeylerin bizlere yeni bir senaryo yazdığını anlamış olmamız mı? Adına olgunluk, rüyasızlık denilen o kum fırtınasına girmemize ramak kaldığını hissetmiş olabilir miyiz bu fotoğrafta?’’ O fotoğrafı farklı bir çekmece algısıyla otuz yıl üzerine buldum. Hüznü de. Gerçekten de otuz yıl boyunca bu fotoğraftaki hislerimde değişmeyen ne olabilirdi? Hemen hepimiz başka başka yerlere savrulmuştuk, izlerimizi kaybetmiş, belki de özellikle kaybettirmiştik. Tahmin edebileceğiniz öyküler işte. O fotoğrafta gördüğümü düşünüp taşınırken zihnimde başka başka sözcüklerin oynaşmaya başladığını fark ettim. İlki Melih Cevdet Anday’ın Fotoğraf adlı şiiriydi. Bu fotoğrafı çektirdiğimiz sırada rastladığım ve duyduğum hüznün evsahibi olan o şiir. Bilirsiniz o şiiri ama yine de yazayım: “Dört kişi parkta çektirmişiz, Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi... Anlaşılan sonbahar Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli Yapraksız arkamızdaki ağaçlar... Babası daha ölmemiş Oktay’ın, Ben bıyıksızım, Orhan, Süleyman Efendi’yi tanımamış. Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz.“ O fotoğrafa orta yaşlarındaki bir insanın haliyle bakmıştım. Şiir bana yol göstermiş olmalıydı ama yine de bir şeyler daha vardı sanki. Fikret Kızılok’un ‘insanın kendine geç kalışları’ndan bahsettiği bir şarkısı vardır ya öyle bir şeyler... Ben de kendime erken ve onu anlamaya ise geç kalmıştım galiba. Tekrar tekrar baktım o fotoğrafa. Sonra birden buldum! Bu halin bir diğer adı John Berger’in ‘O Ana Adanmış’ adlı kitabıydı. Berger’in kitabını fotoğraftan da, Melih Cevdet’in şiirinden de bağımsız okumuş, hayran kalmış, notlarımı almıştım. Kitaptaki yazılarında fotoğraf ve fotoğrafın çekildiği anla bütünleşenleri bize anlatmıştı Berger. Fotoğrafa baktığımızda o anı mı, şimdiki zamanı mı hatırlıyorduk? Ya da hangi zamanın içindeydik aslında? Zaman sadece bir hatırlayış olabilir miydi? Ya da onu yeniden bir yorumlayış? “Hayat, dümdüz bir tarlanın bir ucundan bir ucuna yapılan bir yürüyüş değildir“ demişti Berger. Sanırım Berger’ın kitabının okuru olmayı da böylece başardım...Dahası birçok kitabın (ve anının) da . Bugüne kadar bizleri nice kitapla buluşturan Vatankitap’a, Buket Aşçı ve değerli ekibine teşekkürler... www.vatankitap.com.tr Fotoğraf: ERCAN ARSLAN “Adına olgunluk, rüyasızlık denilen o kum fırtınasına girmemize ramak kaldığını hissetmiş olabilir miyiz?“ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 66 Kahramanlara selam olsun! Jules Verne’nin “Michel Strogoff”u Fatih’in fedaisi Kara Murat ile Jedi Şövalyesi Obi-Wan Kenobi’nin karışımıydı ve yıllar sonra bile hatırlayacağım kadar süperdi! evat Çapan’ın “Doğal Tarih” adlı bir şiiri vardır. “Michel Strogoff’un gözüne mil çekildiğinde ben sekiz yaşındaydım” diye başlayan.O şiiri severim çünkü Michel Strogoff’un gözüne mil çekildiğinde ben de sekiz yaşındaydım. Babamın elinden tutmuş, Eskişehir’deki “Bizim Kitabevi”ne gidiyordum. Daha önce Jules Verne’in eserinin Milliyet Çocuk’ta çıkan çizgi romanını okumuş, bayılmıştım. Ama kitapçıda gördüğüm kitabın kapağındaki atlı, çizgi romandakine benzemiyordu pek. Farklı bir çizimdi. Neyse ki o da beni Sibirya steplerinde, Volga Irmağında müthiş maceralara çağırıyordu! Çarın mesajını onunla beraber taşıyacak, Tatar isyancılardan onun yanında kaçacak, gözlerine mil çekilirken annesini gördüğünde, onunla beraber gözyaşı dökecektim.Eve döner dönmez başladım okumaya. Uzun zaman elimden bırakamadım. Süper bir aksiyon kahramanıydı Michel Strogoff! Fatih’in fedaisi Kara Murat ile Jedi Şövalyesi ObiWan Kenobi’nin karışımı gibi bir şeydi. Görev bilinci, vatan aşkı, merhamet, cesaret gibi değerlerin ete kemiğe bürünmüş haliydi resmen. Aynı zamanda bir yol hikâyesiydi ve okuduğum çocuk kitabı Tuna KİREMİTÇİ Onunla ilk röportajı Buket Aşçı yapmıştır. Öyle ki, “Git Kendini Çok Sevdirmeden” henüz çok satan bir roman bile değildi. “Bu İşte Bir Yalnızlık Var”, “Selanik’te Sonbahar”,”Gönül Meselesi”nin yazarı Kiremitçi aynı zamanda “Kumdan Kaleler” müzik grubunun solisti ve gitaristidir. gibi olmayan ilk kitaptı. Aslında sıradan bir avantür olabilecekken Jules Verne’in dehası sayesinde klasik mertebesine yükselmişti. Ama o zaman bunları bu şekilde ifade edemezdim. Çünkü sekiz yaşındaydım. Ben sekiz yaşındayken, dünya 1981 yılını yaşıyordu. Türkiye bir kırılma noktasındaydı. Tam 32 yıl sonra, o yıl yaşananların gerçek anlamını biraz olsun kavradığımız, hakkında sakin kafayla düşünebildiğimiz bugünlerde bile, Jules Verne’in kitabın girişine astığı o cümle aydınlatıyor hâlâ karanlığı: “Bak, bütün gözlerinle bak.” Başta Strogoff olmak üzere, bana hem akıl hem de gönül gözüyle bakmayı öğreten bütün kahramanlara, selam olsun! www.vatankitap.com.tr Mişel Strogof Jules Verne Çev: Nihal Özyıldırım İthaki Yayınları 1 0 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 68 Büyüyü bozmamak için tekrar okumam Bakire ve Çingene David Herbert Lawrence Çev: Püren Özgören Turkuvaz Kitap Bir gün, güneşin kanepeye yumuşaklıkla vurduğu bir sabah bir kitap çektim kütüphaneden; ” Çingene ve Bakire”. nutamadığım okumalarımdan biri, on dokuz yaşıma ait. Annemin ölümünün üstünden bir yıl geçmiş. Annem, kardeşim ve benim oluşturduğumuz üç kişilik hayat üstümüze çökmüş ve kardeşimle hayatı yeniden ayağa kaldırmaya çalışıyoruz. Hayatımızın en güzel günleri değil kısaca. Bütün zor zamanlarımın hem kurtarıcısı hem de yükü olan uyku üstümde kol geziyor. Başımı kaldıramıyorum, evden çıkamıyorum, çıktığımdamda paniğe kapılıp ağlayarak eve dönüyorum. Sonunda teşhis konuluyor: Depresyon. Bu bir de ilaçlarla uyutulmak demek. Uykuya hapsedilmiş bir zaman dilimi kısacası. Sonra bir gün, güneşin kanepeye yumuşaklıkla vurduğu bir sabah saatinde elim gitti bir kitap çektim kütüphaneden,” Çingene ve Bakire”, D.H. Lawrence. Kanepeye uzandım ve okumaya başladım, okudum ve bitirdim. Genç kızın tutkuyla birlikte olduğu adamın adını bilmemesini, bunu bilmediğini farketmemesini düşündüm. Yabancılığın ağırlığını ve hafifliğini... Sırma KÖKSAL Türkiye yayın dünyasının değerli yayın yönetmenlerinden. Everest Yayınları’ndan Can Yayınları’na transfer oldu. Sanatçı bir ailenin tüm özelliklerini taşır. Edebiyat sevgisi derindir. Bir yazarın kitabını çok sevmişse, o kitap yayın yönetmenliğini yaptığı yayınevinden çıkamasa da hakkında yazar. Annesi öykücü Ayhan Bozfırat, babası ressam ve hukukçu Mehmet Köksal’dır. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 70 Karantina günlerimde Kral hastalık suçiçeği sayesinde Ray Bradbury’yi yakından tanıdım,fantastik edebiyatın büyülü dünyasında nice gezintiye çıktım. Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI “Sisli gecelerde kırmızı-beyaz yanıp sönen ışıklarına geceyi yırtan bir sisin eşlik ettiği deniz feneri...“ uçiçeği geçirdiniz mi? “Hatırlamıyorum” diyorsanız geçirmemişsiniz demektir. Çünkü suçiçeği öyle kolay kolay unutulacak bir hastalık değildir. Benim gibi otuzlu yaşlarda suçiçeği olduysanız bu hastalık daha da unutulmazdır! Bulaşıcı hastalıkların kralıdır bence suçiçeği. Çünkü sadece kaşındığınız için iki hafta raporlusunuzdur! Kütüphaneyi karıştırmaya başladım. “Fahrenheit 451”ini okuduktan sonra hayran kaldığım ve bir Amerika gezisi sonrası kütüphane raflarıma dizip öylece bıraktığım Ray Bradbury’nin öykü kitaplarından birine gitti elim; “Bradbury - Classic Stories 1”. Sayfaları çevirip ilk öyküyü okumaya başladım: “Fog Horn - Sis Düdüğü”. Sekiz sayfalık, kısacık gibi “görünen”, çok “büyük” bir öyküydü bu. Bir deniz feneri vardır bu hikâyede. Sisli gecelerde kırmızı-beyaz yanıp sönen ışıklarına geceyi yırtan sis düdüğünün eşlik ettiği. Her kasım ayında, yılın en sisli günlerinde bir ziyaretçisi olur deniz fenerinin. Okyanusun kilometrelerce EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 71 aşk derinliklerinden, bir ada gibi büyük cüssesi ve metrelerce uzunluktaki boynuyla denizden süzülerek çıkan, milyon yaşında bir dinazor. Tüm dostlarını yitirmiş, tek başına, kötülüklerden uzakta denizin derinlerinin derinlerinde yaşayan. Sis düdükleri onu çağırır. Karşılıklı konuşurlar; düdük çalar, yaratık cevap verir. Düdük çalar, yaratık cevap verir. Umutsuzca ve umutla ve elbette büyük bir özlem ve aşkla. Hikâyenin ardından kitabı kapattım; takip eden öyküye geçmem uzun zaman aldı. Ateşim çıktığını, halüsinasyon gördüğümü, aslında böyle bir öykü okumuş olamayacağımı düşündüm önce. “Acaba her şeyi yanlış mı anladım” dedim sonra. Bir kez daha okudum; gözümde her anı canlandırarak. Deniz feneri oradaydı işte! Dinozor da! Fanusunda yaşayıp türdeşlerini arayan, yitirdiklerine ağlayan ne çok kişiyizdir dünya üzerinde. Acılarımız ortaktır. Yazarının da dediği gibi “Tıpkı sis düdüğünün, onu duyan herkese sonsuzluğun hüznünü ve hayatın kısalığını hatırlatması gibi.”“Sis Düdüğü”nün ardından, diğer öykülerine geldi sıra Bradbury’nin. Her birinin ardından derin bir iç çekip, okuduklarımı tekrar tekrar canlandırdım gözümde. “Benim babam Edgar Allen Poe” der Bradbury her fırsatta. Sonra da ekler; “Yıllar geçtikçe başka babalarım da oldu: L. Frank Baum, H. G. Wells, Jules Verne. Annelerim de öyle: Emily Dickinson, Willa Cather ve Eudora Welty. Ve bir de ebelerim: Shakespeare ve İncil.” Biz de onun ve daha pek çok yazarın çocuklarıyız aslında. Bradbury sayesinde ben de H. G. Wells, Neil Gaiman, Kurt Vonnegut, Frank Herbert, Margaret Atwood ve daha niceleriyle tanıştım. Ray Bradbury’yi dev bir ağaç gibi hayal ediyorum şimdi; kökleri toprağın en derinine inen. Her bir dalı farklı bir yazara uzanıyor; her bir yaprağı bir başka okuru; bir başka çocuğu. Kral hastalık suçiçeği sayesinde Ray Bradbury’yi yakından tanıdım, fantastik edebiyatın büyülü dünyasında nice gezintiye çıktım. Aradan geçen yıllardan sonra, bugün bile yeni bir fantastik romana başlarken, Ray Bradbury’nin “Sis Düdüğü”nü okurum önce. Yitip gidenleri, belki de hiç kavuşulamayacak olanları tekrar hatırlayarak. İçimde bir kasım akşamı hüznü ama kitabı elime aldığımda keşfedeceğim güzelliklerin umuduyla. www.vatankitap.com.tr Özlem AKALAN Türk basınının efsane editörlerinden. Sabah’ta, Aktüel’de, Vatan’da, Akşam’da ve daha pek çok gazetede, farklı alanlarda çalıştı. Ama en yoğun tempoda bile fantastik romanlarını ihmal etmedi. O yüzden de son olarak VatanKitap’a demir attı. Fahrenheit 451 George Orwell Çev: Korkut ve Zerrin Kayalıoğlu İthaki Yayınları 1 3 TL EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 72 Yaşamak için okumayı öğreten kitap Madame Bo vary Gustave Flaubert Çev: Samih Tiryakioğlu İletişim Yayınları 23.5 TL Aşk sarhoşluğuyla, sevgilisini görmek için herkes uyurken evden çıkıp taşlı-topraklı yolları çamura bata çıka arşınlayan Emma Bovary ile okur olmanın zevkine ilk kez varıyordum. alın bir kitapmış dediğimi hatırlıyorum elime ilk aldığımda... Ortaokul yıllarıydı ve o yaz babamın kütüphanesinde dizili duran klasiklere el atmaya heves etmiştim. Babamın sık sık edebiyat göndermeleri yaptığı sohbetleri sayesinde ismini gayet iyi biliyordum: “Madam Bovary”. Ama doğrusu konusu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Adana’nın insanda hareket etme isteğini sıfıra indiren boğucu yaz sıcağında, yapacak daha iyi bir şey de olmadığından, bir öğle sonrası romanı elime alıp baygın baygın yatağa uzandığımda, sonraki 36 saat boyunca Emma Bovary adlı bir kadının hayatına ortak olacağımı, onun duygularını, düşüncelerini, hırslarını, arzularını, hayalkırıklıklarını, mutsuzluklarını, tatminsizliklerini, ruhunun iniş ve çıkışlarını tüm gerçekliğiyle, onunla birlikte yaşayacağımı bilmiyordum. Romanın konusu basitti, manastırda iyi bir eğitim alan sonra “dizginlenmek ona göre olmadığı için” oradan Mine Akverdi DENKTAŞ Gazeteci. “Örümcek Adam“ tutkunu. Bir çocuk annesi. Küçücük bir bilgiyi kesinleştirmek için bile internete en az on adrese bakan ve sonra kaybolan bir sanal gezgin. 19’uncu yüzyıl romanlarının aşığı. Her daim Modalı. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP ayrılıp babasının çiftliğine dönen genç ve güzel Emma, babasını tedaviye gelen köy doktoru Charles Bovary’nin teklifini kabul edip onunla evleniyor ama hayalkırıklığına uğruyordu ve mutluluğu başka yerlerde, başka erkeklerde aramaya girişiyordu. Ama bu basit hikayeyi bir başyapıta dönüştüren başka bir şey vardı: Gustave Flaubert’in olağanüstü anlatımıyla resmen hayat verdiği tutkulu kahramanı Emma. Emma’nın büyük hayalleri, büyük beklentileri vardı. Manastırdayken gizli gizli okuduğu romanlar “aşklar, sevgililer, ıssız köşklerde çile dolduran hanımlar, her konaklamada öldürülen seyisler, her sayfada gebertilen atlar, karanlık ormanlar, coşkun yürekler, yeminler, hıçkırıklar, gözyaşları, öpüşler, ay ışığında sandallar, koruluklarda bülbüller, aslanlar kadar yiğit, kuzular kadar yumuşak başlı, görülmedik derecede erdemli, hep güzel giyimli, mezar başlarında gözyaşı döken beyefendiler” üstüneydi. Ve o bu tutkulu aşkları, karizmatik aşıkları, şaşaalı ve heyecan dolu hayatları, coşkuyu, sarhoşluğu istiyordu. Oysa hayalleriyle gerçek hayatı arasında büyük bir uçurum vardı, zira bir umutla evlendiği kocası son derece ruhsuz, heyecansız, sıkıcı bir adamdı ve bu haliyle Emma’yı büyük bir hayalkırıklığına sürüklemişti. “Charles’ın konuşması bir sokak kaldırımı gibi dümdüzdü, bayağı kılıklar içinde, bir heyecan, bir kahkaha, bir düş uyandırmadan geçip giden, orta malı düşüncelerle doluydu. (... ) Oysa bir erkeğin her şeyi bilmesi, birçok alanlarda üstün derecelere yükselmesi, insanı tutkunun güçlerine, yaşamın inceliklerine alıştırması gerekmez miydi? Ama nerde, hiçbir şey öğretmiyordu bu adam, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey arzulamıyordu.” Emma sıkıcı evliliğinin yanında taşra hayatının sıradanlığı içinde de boğulacak gibi hissediyordu: “Onun için hayat, penceresi kuzeye bakan bir tavan arası kadar soğuktu ve can sıkıntısı tıpkı bir örümcek gibi, gölgeli ağını kalbinin her kuytusuna sessizce örüyordu.” Flaubert’in müthiş benzetmeleri, şiirsel dili, detaylı ve çarpıcı tasvirleriyle karakterler, sahneler, her şey neredeyse bir film gibi gözümün önünde canlanırken ben de ağa çoktan takılmıştım. www.vatankitap.com.tr 73 Fotoğraf: ÇAĞRI KILIÇÇI “Bir Afgan kadının bakışındaki çaresizlik... Onun Küçük Hanım Emma gibi hayal kuracak imkanı bile yok. Madame Bovary’nin aşk cesaretine bir de buradan bakalım istedim. “ EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 74 21 temmuz 1977 yılında Ankara’da doğdu. İsmini aldığı dedesi Mehmet Turgut’un mesleği olan fotoğrafçılık kaderini belirledi. Uzun yıllardır teorik fotoğrafçılık, baskı teknikleri, boyama, kara kalem ve fotoğraf işleme üzerine çalışmalar yaptı. İlerleyen zamanlarda kendisini kurgusal fotoğraflar üretmeye adadı. Photographic Society of America PSA ve Austria Super Circuit başta olmak üzere yurtiçi ve yurtdışında sayısız ödül kazandı. Son dönem çalışmaları arasında; Fransız şarkıcı Patricia Kaas’in “best of” albümü “19” kapak fotoğrafları, Hollandalı müzisyen Anneke Van Giersbergen’ın konser albümü “Live In Europe” ve Ozzy Osbourne’un single çalışması “Let It Die” için kullanılan fotoğrafları dikkat çekenlerden sadece birkaçı. 2009’da Türk Sanat Kurumu tarafından yılın fotoğraf sanatçısı seçilen Turgut, aynı zamanda, Mart 2010’da yayımlanmaya başlanan 46 dergisinin sahibi ve yaratıcı yönetmeni. Mustafa Seven Mehmet Turgut Yazarlar yazdı, 1974 yılında Sivas’da doğan Mustafa Seven, 1995 yılında Sabah Gazetesi Dergi Grubu’nda başladığı foto muhabirliğini sırasıyla Hürriyet Dergi Grubu, Gazete Pazar, Milliyet ve son olarak da fotograf editörü olarak Akşam Gazetesi’nde sürdürdü. Fotomuhabirliği yıllarından sonra 2006 yılında Güzel İşler Fotoğrafhanesini kuran Seven çalışmalarını reklam alanında ve özel projeler ile GİF çatısı altında yürütüyor. Mustafa Seven uzun yıllar fotoğrafın birçok alanında üretim yapmış ve bunları farklı mecralarda bizlere sunmuş bir fotografçı. Mustafa Seven için fotoğraf karelerindeki insanlar yerler, kurdukları ilişkiler onun kendi için yarattığı yaşam alanının en önemli parçaları. Asıl hayatın sokaklarda olduğunu, fotograflarında gördüğümüz kişilerle sohbet etmekten ve onların fotoğraflarını çekmekten mutlu olduğunu söyleyen Seven, aslında hayatın bir yolculuktan ibaret olduğunu belirtiyor. VatanKitap’ın 10’uncu yıl özel sayısı için yazarlar “unutamadıkları okumaları” yazdı, fotoğraf sanatçısı dostlarımız da bizi kırmayıp o metinleri okuduklarında zihinlerinde uyanan imgeyi fotoğrafladı. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 75 Çağrı Kılıççı 1967 Ankara doğumlu. 28 sene basında foto muhabirliği yaptıktan sonra 2 yıldır serbest fotoğrafçılık yapıyor. Güneş, Milliyet gazetelerinde Nokta, Tempo ve Fortune dergilerinde çalıştı. 1992 yılında Cizre’deki olaylarda çektiği fotoğraflarla ve sonraki yıllarda açlık grevlerinin bitişi ile ilgili çektiği fotoğrafla İzzet Kezer Basın Fotoğrafı Ödülünü aldı. Halen serbest fotoğrafçı olarak çalışıyor. 1985 Temmuz’unda Diyarbakır’da Liceli bir baba, Limasollu bir annenin ortanca kızı olarak dünya ile tanışma görevini kabul etti. İstanbul’da okuduğu üniversiteden ayrılarak İngiltere’ye yerleşti. London College of Communication’da reklamcılık ve sanat yönetimi, London Academy of Art&Media&TV’de ise fotoğrafçılık eğitimi aldı. Londra’nın yanı sıra Türkiye’de Mardin, Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde sergi açtı. İstanbul Modern Sanat Müzesi fotoğraf galerisinde açılan “Yakın Menzil” isimli karma sergideki eseri müze koleksiyonuna dâhil oldu. Türkiye’ye geri döndüğünden beri doğulu ilköğretim öncesi çocuklara, yine doğuda ve batıda lise ve üniversite öğrencilerine sanat ve bilinçaltının paralelliğinin farkındalığını sağlayarak değerli hayatlar kurmaları için algı eğitimleri vermektedir. Ercan Aslan Dilan Bozyel onlar fotoğrafladı 1970 doğumlu Ercan Arslan, 1997 yılında MSGSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümünden mezun oldu. 1995 yılından beri Milliyet Gazetesi’nde “foto muhabiri” olarak görev yapan Arslan, MSGSÜ Fotoğraf Bölümü ve YTÜ Fotoğraf ve Video Bölümünde “Basın Fotoğrafı” dersi vermektedir. 2008 yılında 15. Adana Altın Koza Film Festivali ve 2009 Adalar 6. Kısa Film Festivali‘nde “Türk Sinemasından Portreler”, 2009 yılında İstanbul CRR Salonunda 5.Dünya Su Forumu çerçevesinde “Su İle Gelen Kültür” sergisini açtı, 2007 yılında İtalya’da ”Öteki İstanbul” 2012 Tarihinde Ara Güler ve İzzet Keribar ile “Kadına Dair” sergisine katıldı. Arslan, World Travel Channel da “Şimdi Fotoğraf Zamanı” adlı 21 bölümlük bir televizyon programı hazırlayıp sundu. Ercan Arslan, 2011 yılı TGC yılın fotoğrafı ödülünün, yanı sıra fotoğraf alanında çok sayıda ödülün de sahibi. EYLÜL 2013 VATAN KİTAP 76 Pervaneler, gömlekler anlaşılmamış kadınlar “Muhteşem Gatsby”yi ilk kez şimdi okusam, hiç savunmaya geçmeden “Ben bu kadını seviyorum” der, kestirir atarım. az geceleri boyunca komşumun evinden çalgı sesleri dinmek bilmedi. Çimenliklerde erkekler, kızlar; fısıltılar, şampanya kadehleri ve yıldızlar arasında pervaneler gibi uçuştular.” Can Yücel’in dokunuşuyla otantik ruhuna neredeyse yaklaşan bu cümleyle yıllar içerisinde farklı yerlerde karşılaştım. İçinden kopartıldığı romanı anlatan bir dolu yazıda bu cümle, oraya buraya serpiştirilmiş haliyle beni defalarca ergenlik yıllarıma götürdü. İngilizce okuduğum zamanlar içim o cümledeki “pervaneler” gibi pır pır etti. Türkçesini okuduğumda kendi kendime orijinalini tekrarladım. Hem de tane tane. Hızlı konuşan, hızlı düşünen bir insan için büyük bir şey bu. Okuduğum kitaplardan çok az cümleyi hatırlarım. Hatırladıklarımın hemen hepsi de beni lise yıllarıma, okuduğum her sözcükten hayatın nasıl bir şey olduğuyla ilgili bir şeyler yakaladığımı sandığım ergenliğime götürür. Ama hiçbir cümle Nick Carraway’in uzaktan hayranlıkla izlediği, adım adım hayatının parçası olduğu komşusunun evindeki partileri anlattığı bu cümle kadar derinden etkilemedi beni. “Muhteşem Gatsby”nin muhteşem partileri o kadar doğru bir yerden vurmuştu ki ergen kalbimi. Bir de, “ne güzel gömlekler!” diyerek kendinden geçen Daisy Buchanan. www.vatankitap.com.tr Emrah GÜLER Sosyal medya ve popüler kültür uzmanı. Dünya “Lost, Lost” diye inlerken dizinin şifrelerini bir bir çözüp sonra da kitaplaştıran keyifli insan. Fantastik romanı yakında çıkacak olan genç yetenek... Muhteşem Gatsby F. Püren Özgören Çev: Roza Hakmen Everest Yayınları 12.5 TL