tc erciyes üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tek
Transkript
tc erciyes üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü tek
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEK- PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN SONRASI DÖNEME ETKİLERİ Tezi Hazırlayan İrfan PAKSOY Tezi Yöneten Prof. Dr. Mustafa KESKİN Tarih Ana Bilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi Haziran 2008 KAYSERİ T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEK- PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN SONRASI DÖNEME ETKİLERİ Tezi Hazırlayan İrfan PAKSOY Tezi Yöneten Prof. Dr. Mustafa KESKİN Tarih Ana Bilim Dalı Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı Doktora Tezi Haziran 2008 KAYSERİ II ÖNSÖZ Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevcut siyasi yapıyı ve siyasi kültürü sağlıklı bir şekilde algılayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanan hangi süreçler sonucu kurulduğunu, bu devleti kuran aktörlere ilham veren fikirlerin neler olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 yılına kadar iktidarda bulunan siyasi parti ve felsefesi ile bunların çok partili demokratik hayat dönemindeki etkilerinin gerçekçi bir şekilde algılanması fevkalade önem arz etmektedir. Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşmak üzere Batılılaşmayı devlet politikası olarak benimsediği ve uyguladığı 19’uncu yüzyıl, devlet çapında yoğun bir modernleşme çabasına sahne olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu esnada, mevcut olan kurumlar, bahse konu dönemde başlatılan ve kesintisiz bir şekilde sürdürülen modernleşme çabaları esnasında kurulmuş olan müesseselerdir. Bugün nasıl dün ile ilişkiliyse, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurumları da 19’uncu yüzyıl başında başlatılan ve artarak sürdürülen modernleşme çabalarıyla yakından ilişkiliydi. Özelde 1923-1950 arası döneme, genelde ise Türk siyasi hayatına ciddi anlamda etki etmiş bir siyasal kurum olan ve iktidarda bulunduğu 1923-1950 arası dönemde adeta devletle örtüşen Cumhuriyet Halk Partisinin siyaset kültürü, Türkiye’deki çok partili dönemdeki demokratik siyaset kültürünü önemli ölçüde etkilemiş, hala da etkilemeye devam etmektedir. Çok partili demokratik hayata geçilmesinden bu yana yaklaşık 60 yıl geçmesine rağmen Cumhuriyet, hala pratikte demokrasiyle taçlandırılabilmiş, demokratik siyaset kültürü de henüz normalleşmiş değildir. Bu durum Türkiye’nin 200 yıldan beri süregelen ve henüz arzu edilen seviyenin de yakalanamadığı çağdaşlaşma çabasını da olumsuz yönde etkilemekte ve bu konuda önemli ölçüde gayret israfına sebep olmaktadır. Zorlu bir coğrafyada bulunan Türkiye’nin çağdaşlaşma çabalarının kesintiye uğramadan ve etkin bir şekilde devam edebilmesi, milletin refahı ve devletin bekası bakımından çok önemlidir. Türkiye, milli hedefi olan çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine yükselmeyi dünü sağlıklı bir şekilde irdeleyerek, bugününü de doğru şekilde algılayarak, yarınlar için sağlıklı öngörülerde bulunarak, insan gücü başta olmak üzere milli güç unsurlarını rasyonel III bir şekilde kullanabilme becerisi ile yakalayabilir. Bu, Atatürk’ün veciz sözlerinde de ifadesini bulduğu üzere Cumhuriyet’in ilelebet payidar kalması için önemlidir ve gereklidir. Bu çalışma bağlamında Türk modernleşme tarihi genelinde Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve bunun sonrası dönemdeki siyaset kültürüne etkileri incelenmiştir. Tek Parti Dönemi siyaset kültürü, esas itibariyle modernleşme tarihimizin aktörlerinin paradigmaları ve modernleşme tasavvurlarıyla yakından ilişkili olup, bu sürecin sağlıklı bir şekilde tetkiki, başarıları ve başarısızlıklarının ortaya konulması, sağlıklı bir şekilde algılanacak dünün bugüne dair yansımalarının geleceğin inşaasında sağlam bir veri olarak kullanılmasına da imkan sağlayacaktır. Hiç süphesizdir ki, tarihin sağlıklı olarak bilinmesi geleceğin isabetle öngörülebilmesi ve sağlıklı bir şekilde kurgulanabilmesi için fevkalade önemlidir. Öte yandan, tarih ne denli objektif bilinirse, insanların ondan da isabetle faydalanabilceği hususu gözden ırak tutulmamalıdır. Bahse konu nedenlerle Türkiye’de Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ile bunun sonrasına etkilerinin salt bugün için değil, kıstlı kaynaklarımızla yürütmek ve başarmak zorunda olduğumuz iki asırlık modernleşme projemiz için de önemli olduğu değerlendirilmektedir. Tez çalışmalarım esnasında değerli bilgi ve tecrübeleriyle beni yönlendiren danışman hocam Sn. Prof.Dr. Mustafa KESKİN’e, inceleme konusu olan döneme ilişkin belge, hatıra, telif eser, ansiklopedi v.b eserlerin (kaynakların) temini konusunda bana yardımcı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Kütüphanesine, Milli Kütüphane görevlilerine, Genelkurmay Başkanlığı Kütüphanesi görevlilerine, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı Arşivi personline, TBMM Kütüphanesi çalışanlarına, kaynaklardan elde edilen bilgilerin bilgisiyara aktarılması konusunda katkıları bulunan kimi değerli meslekdaşlarıma, evimde bana huzurlu bir çalışma ortamı bahşeden, çocuklarımla ilgili sorumluluklarımı yerine getirmem konusunda özverili çabaları ile manevi desteğini esirgemeyen eşime, moral kaynaklarım arasında yer alan kızıma ve (kimi metinleri bilgisayara yazmam esnasında okumak suretiyle bana zaman tasassrufu sağlayan ve 2006 yılında ilkokula başlamış olduğu halde bu işi de fevkalade önemseyerek yapan) oğluma teşekkür etmeyi bir borç bilirim. İrfan PAKSOY IV TEK PARTİ DÖNEMİ SİYASET KÜLTÜRÜNÜN SONRASI DÖNEME ETKİLERİ İrfan PAKSOY ÖZET Bu çalışma, Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün ne olduğu ve bahse konu siyaset kültürünün Tek Parti Dönemi sonrası döneme olan etkilerinin ortaya konulması üzerine temellendirilmiştir. Tek parti dönemi siyaset kültürünün Tek Parti Dönemi sonrasına olan etkilerinin ortaya konulabilmesi için Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün ve bunu oluşturan şartların sağlıklı bir şekilde ortaya konulması gerekir. Ancak Türk modernleşme tarihi dikkatli bir şekilde incelendiği takdirde 19. yüzyılın başından itibaren devlet politikasına dönüşen modernleşme projesini yürüten aktörlerin modernleşme paradigmaları ve siyasal tasavvurları ile Tek Parti Dönemi seçkinlerinin modernleşme paradigmaları ve siyasal tasavvurları arasında esasta bir farklılık olmadığı anlaşılacaktır. Kimi siyaset bilimciler tarafından da ifade edildiği üzere, kamu yönetimi bağlamında, Cumhuriyet, Osmanlı kamu yönetimi anlayışından bir kopuşa ve kırılmaya değil, aksine bir devamlılığa tekabül etmektedir. Tek Parti Dönemini sağlıklı bir zemine oturtabilmek için yapılacak çalışmalar, ilgilileri Türk modernleşme tarihinin başlangıcına, bu dönemin aktörlerinin paradigmalarına ve bu paradigmaların oluşumunda etkili olmuş unsurlara kadar dikkatle iz sürmeye sorlayacaktır. Devlet nasıl kurtulur? sorusunun cevabı olan ve bir devlet politikası şeklinde uygulanan modernleşme projesi bağlamında 19. yüzyılın önde gelen aktörlerinin siyasal tasavvurlarını çizen unsurların Osmanlı patrimonyalizmi (ülkeyi, devleti ve tebayı atadan miras olarak alınmış bir mülk gibi gören yönetim anlayışı), kameralizm (aydın despotizmi), Gustave Le Bon’cu seçkinci düşünce, Comte pozitivizmi, solidarist korporatizm ve Rouseau’nun fikirleri olduğu ve bunların da kamu yönetimi anlayışı bağlamında Cumhuriyet dönemine de yansıdığı ve Cumhuriyet dönemi seçkinlerinde de otoriterizm olarak devam ettiği görülecektir. Sonuç olarak, bugün dahi yaşanan kimi sıkıntıların sebeplerinin sadece Tek Parti Döneminde değil, aynı zamanda daha gerilerde ve derinlerde olduğu değerlendirilmektedir. Anahtar kelimeler: Tek parti, pozitivizm, seçkincilik, otoriterizm, solidarist korporatizm, Rouseau. V THE EFFECTS OF ONLY POLITICAL-PARTY POLITICAL CULTURE ON THE FOLLOWING TERMS İrfan PAKSOY ABSTRACT This study is based upon what one-party period political culture is and effects of this period on the following terms. It is essential to examine one-party period political culture and the conditions leading to this movement properly in order that the effects of one-party period political culture upon the following terms are revealed. From this perspective, when Turkish modernization history is examined, it will be understood that there is basically no difference between the modernization paradigms and political intentions of the actors directing modernization project which turned out to be a government policy from the beginning of the 19th century and those (modernization paradigms and political intentions) of élites. As is expressed by some political scientists, the Republic refers to a continuum of Ottoman public management system rather than a break-off from it in terms of public management. The studies to be done in order to put one-party period political culture onto a healthy ground will take people concerned to the beginning of Turkish Modernization History and force them to keep the close track of the paradigms of the actors in that period and elements which have an influence upon the coming about of those paradigms. In the context of the modernization project implemented as a government policy and the answer to the question, How will the state be saved?, the elements affecting the political intentions of outstanding actors in 19th century are Ottoman patrimonialism, Cameralism, Le Bon’s élite thinking, Comte positivism, solidarist corporatism and the ideas of Rousseau and it will be seen that those elements are reflected upon the Republic period in terms of public management and Republic period élites carried on to have those elements. As a result, the reasons of some current hardships lie not only in only political-party period but in earlier times and deeper contexts. Keywords: One-party, pozitivism, elitizm, authotitarianism, solidarist corporatism, Rousseau. VI İÇİNDEKİLER Sayfa No KABUL ONAY ………………………….…………………..……….. ……………..… I ÖNSÖZ ……………………………………………………………….………………… II ÖZET .………………………………… …………………………….…..……….…….. III ABSTRACT .………………………………………………………….………………… IV İÇİNDEKİLER .………………………………………………….…………………….. V KISALTMALAR …………………………………………………..…...……………… X GİRİŞ ..…………………………………………………………………………….…..… 1 1. PROBLEM ………………………………………………………………………….. 1 2. AMAÇ ……………………………………………………………………………….. 22 3. ÖNEM ………………………………………………………………………………. 23 4. YÖNTEM ………….………………………………………………………………… 24 4.1. Verilerin Toplanması ...…………………………………………………………. 24 4.1. Verilerin İşlenmesi, Çözümü, Yorumlanması .……….……….………………… 25 5. SINIRLILIKLAR …..………………………….…………………………………… 26 5.1. Araştırmanın Konu Bakımından Sınırlandırılması .………………….…………. 26 5.2. Araştırmanın Mekan Bakımından Sınırlandırılması …………….……………… 26 5.3. Araştırmanın Zaman Bakımından Sınırlandırılması ..………………….……….. 26 6. KONU İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR: ..…….…………………………………... 27 BİRİNCİ BÖLÜM MUTLAKİYETTEN II. MEŞRUTİYET’E (İNKILAB-I AZÎME’YE) GİDEN SÜREÇ 1.1. Mutlakiyetten I. Meşrutiyet’e Uzanan Yol ..…….……………………………….… 28 1.1.1. Yeniden Yapılanmaya Yönelik Gayretler ..…….………………………….. 28 1.1.2. Değişimin İstikametinin Belli Olması: Batılılaşma ………………………… 32 1.1.3. Sened-i İttifak’tan Tanzimat’a Uzanan Yol ..…….…………………….…… 35 1.1.4. Tanzimat Dönemi (1839-1876) ..…….…………………………………….. 40 VII 1.1.4.1. Tanzimat Fermanı ..……………..…….………………………….… 40 1.1.4.2. Islahat Fermanı ..……………..…….……………………………….. 45 1.1.4.3. Tanzimat ile Kameralizm İlişkisi .…….…………………………..… 47 1.1.4.4. Kuleli Vakası ..……………..…….……………………………….… 53 1.1.4.5. I. Jön Türk Muhalefeti ya da Yeni Osmanlılar Hareketi ..………..… 55 1.2. I. Meşrutiyet’in İlanı, Tekrar Mutlakiyet ve Sonu ..….…………………………..… 64 1.2.1. I. Meşrutiyet’in İlanı ..……………….…..…….……………………………. 64 1.2.2. Tekrar Mutlakiyete Dönüş ..……………..…….…………………………… 69 1.2.3. II. Jön Türk Muhalefeti ya da İttihat ve Terakkî Cemiyeti …….…………… 75 1.2.3.1. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti …....…….…………………………..… 76 1.2.3.2. Cemiyetin Paris Merkezi: İttihat ve Terakkî Cemiyeti ……………. 81 1.2.3.3. Yurt Dışındaki Jön Türklerin Bölünmesi ….………..…………..… 95 1.2.3.4. Büyük Devletler ve Ayrılıkçı Unsurların Jön Türkler ile İşbirliği … 100 1.2.3.5. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti …..…….…………………….……..… 104 1.2.3.6. Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin Birleşmesi …….…………………….……………… 106 1.2.4. II. Meşrutiyet’in İlanı ..……………..…….……………………………...…. 109 1.2.5. Ahmet Rıza Bey, Seçkinler Teorisi ve Millet-i Müsellaha ..……………….. 115 1.3. II. Meşrutiyet Dönemi ..…………….……....….….…………………………........... 118 1.3.1. Yönetimde Saray, İttihat ve Terakkî Cemiyeti ile Bâb-ı Âlî Dengesi .…..….. 118 1.3.2. İttihat ve Terakkînin Denetleme İktidarı (1908-1913) ….…..………………. 119 1.3.2.1. 31 Mart Olayı ..……………..…….……………………………..….. 122 1.3.2.2. Padişah ve Anayasa Değişikliği ....…….…………………………… 131 1.3.2.3. Çok Partili Dönemde Osmanlı Hükümetleri .…….…………………. 132 1.3.2.4. Bâb-ı Âlî Baskını ..……………..…….…………………………..…. 138 1.3.3. İttihat ve Terakkînin Mutlak İktidar Dönemi (1913-1918) ……….………….. 142 1.3.4. İttihat ve Terakkî İktidarının, İttihat ve Terakkî Fırkasının ve İttihatçıların Sonu ..……………..…….………………………………………………….….. 146 1.3.5. İttihat ve Terakkînin Aşkın Siyaset Anlayışı ...…….………………………….. 149 VIII İKİNCİ BÖLÜM MİLLİ MÜCADELE’DE BİRİNCİ MECLİS DÖNEMİ 2.1. Mondros Mütarekesi’nden Heyet-i Temsiliye’ye Giden Yol ……………..……..…. 161 2.2. Milli Mücadele’de Heyet-i Temsiliye Dönemi ……………………………….…….. 172 2.3. Son Osmanlı Mebusan Meclisi ve Misak-ı Milli’nin Kabulü ………………..……… 180 2.4. Büyük Millet Meclisinin Açılması …………………..……………………………... 184 2.5. Büyük Millet Meclisinin Yapısı ve Özellikleri …………………..……..………….... 193 2.6. Büyük Millet Meclisinde Kurulan Partiler ve Gruplar ………………………….….. 196 2.7. Mustafa Kemal’in Başkomutan Olması (5 Ağustos 1921) …………………………. 206 2.8. Saltanatın Kaldırılması ………………..…………………………………………...... 209 2.9. I. Meclisin Çalışma Döneminin Sona Ermesi ve Halk Fırkası’nın Kurulması …..….. 213 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TEK PARTİ DÖNEMİ VE FELSEFESİ 3.1. Tek Parti Dönemi veya Tek Partili Cumhuriyet ………………..……………..…….. 217 3.1.1. İkinci Meclis Döneminin Başlaması ………………..………………..……….. 217 3.1.2. Cumhuriyetin İlanı ………………………………….………….……..……….. 224 3.1.3. Cumhuriyetin İlanını Takiben Artan Gerilim …..…..………….……..…….…. 235 3.1.4. Tek Parti Döneminde Sonuçsuz Kalan Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri ve Siyasi Gelişmeler ……………..………………..…………………………… 240 3.1.4.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası .............……………………..……. 240 3.1.4.2. İzmir Suikastı ve Örgütsüz Muhalefetin Tasfiyesi …………..……….. 283 3.1.4.3. Bir Dönemin Sonu: Nutuk ………………..………………..…………. 298 3.1.4.4. Serbest Cumhuriyet Fırkası ................................................................... 302 3.1.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası Dönem ……..……………..……………... 342 3.1.6. Tek Parti Döneminin Panoraması ………………..………………..……….….. 357 3.1.7. Tek Parti Döneminin Siyaset Kültürü ………………..………………..…….... 367 3.2. Tek Parti Felsefesi ………………..………………..……..………………..………... 444 3.2.1. Tek Parti Devleti (Rejimi) ...………………..……..………………..…….….. 444 IX 3.2.2. Tek Parti ve Otoriterlik ...………………..………...………………..……….. 446 3.2.3. Tek Parti Sitemleri ...………………..……..………………..……………….. 450 3.2.3.1. Kapani’nin Tek Parti Sistemleri Tipleri …..……..………………..………. 450 3.2.3.1.1. Gerçek Tek Parti Sistemi ...………………..……..… …………..…….… 450 3.2.3.1.1.1. Totaliter Tek Parti Sistemi ...………………..……..………………...... 451 3.2.3.1.1.2. Otoriter-Pragmatik Tek Parti Sistemi ………..………………..……… 451 3.2.3.2. Karmaşık Tek Parti Sitemleri ...………………..……..……………….….. 451 3.2.3.2.1. Üstün (Hâkim) Parti Sitemi ...………………..……..………………..….. 452 3.2.3.2.2. Hegamonyacı Parti ...………………..……..………………..……..……. 452 3.2.3.3. Huntington’un Tek Partili Sistem Algılaması ...……..………………..….. 452 3.2.3.4. Sartori’nin Tek Partili Sistem Algılaması ….…..……..………………..….. 455 3.2.3.5. La Palombara ve Weiner’in Tek Partili Sistem Algılaması …..………..….. 457 3.2.3.6. Vesayet Partisi - Hâkim Parti ...………………..……..………………..….. 457 3.2.4. Tek Parti ve Özellikleri ...………………..……..………………..………….. 458 3.2.4.1. Tek Partinin Temeli ...………………..……..……………...…..…… 458 3.2.4.2. Tek Partinin Fonksiyonu ...………………..……..……………..….. 459 3.2.4.3. Tek Partinin Ayırt Edici Özellikleri ...………………..……..……… 459 3.2.4.4. Tek Parti, Halk ve Devlet İlişkileri ……..……..………………..….. 461 3.2.4.4.1. Parti = Devlet Formülü ……..……..….……………..….. 461 3.2.4.4.2. Tek Parti ve Halk İlişkileri …..……..………….……..…. 461 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM ÇOK PARTİLİ DÖNEM, TÜRK SİYASÎ HAYATININ SENTEZİ VE AŞKIN SİYASET 4.1. Çok Partili Siyasî Hayat ..……………………………………….………….…..….. 463 4.1.1. Çok Partili Siyasî Hayata Geçişi Zorunlu Kılan Şartlar ..………………..….. 463 4.1.2. Demokrat Partinin Kuruluşu ve İktidar Değişimine Uzanan Yol …..........….. 474 4.1.3. Demokrat Partinin İktidar Dönemi ve Sonu ……...……..…………………... 485 4.1.4. 27 Mayıs Darbesi’nden 12 Mart Muhtırası’na. ..…..……..………………..… 504 4.1.4.1. Darbe ve Analizi ...………………..……..………………..………… 504 4.1.4.2. Darbeden Devrime: Profesörlerin Rolü …..……..………………..… 511 X 4.1.4.3. Demokrat Parti Yönetiminin Yargılanması ……..………………….. 523 4.1.4.4. Yeniden Demokrasiye Dönüş ..…………………………………….. 527 4.1.5. 12 Mart Rejimi (1971-1973) ...………………..……..………………………... 553 4.1.6. Siyasî Çöküş ve Tekrar Askeri Müdahaleye Uzanan Yol (1973-1980) …….. 574 4.1.7. Askeri Darbe ve Normalleşme Dönemi (1980–1991) ....................................... 579 4.1.8. Yönetemeyen Demokrasi ya da Kayıp Yıllar (1991-2002) ............................... 587 4.1.9. Siyasî Deprem ve Sonrası ...………………..……..…………………..…..…. 592 4.2. Türk Siyasî Hayatının Sentezinde Anahtar Kavramlar ve Genel Değerlendirme ............................................................................................................ 615 4.2.1. Türk Siyasî Hayatının Sentezinde Anahtar Kavramlar ....………………..….. 615 4.2.1.1. Merkez-Çevre Yaklaşımı ...………………..……..…………….….. 615 4.2.1.2. Devletçi - Seçkinci ve Gelenekçi - Liberal Çizgi Yaklaşımı …...…. 626 4.2.1.3. Doğucu İslamcı Halk Çizgisi ve Batıcı Laik Bürokratik Çizgi Yaklaşımı ...………………..……..………………..………………... 632 4.2.1.3.1. İdris Küçükömer’in Bakış Açısından İlginç Bir Tablo ….. 632 4.2.1.3.1. İdris Küçükömer’in Tezine İlişkin Güncel Değerlendirmeler ……………………………………….. 635 4.2.2. Türk Siyasî Hayatının Sentezine İlişkin Genel Değerlendirme ……..……….. 639 4.3. Aşkın Siyaset ...………………..……..…………………………………………….. 645 SONUÇ ...………………..……..………………..………………..……..………………. 658 BİBLİYOGRAFYA …...……..………………..………………..……..………………… 680 DİZİN ….……………..……..………………..………………..……..………………….. 731 ÖZGEÇMİŞ ……..……..……..………………..………………..……..………………... 736 XI KISALTMALAR AKP : Adalet ve Kalkınma Partisi ANAP : Anavatan Partisi AP : Adalet Partisi A-RMHC : Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti A-RMHG : Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu BM : Birleşmiş Milletler BMM : Büyük Millet Meclisi Bsmv. : Basımevi BTP : Büyük Türkiye Partisi CGP : Cumhuriyetçi Güven Partisi CHF : Cumhuriyet Halk Fırkası CHP : Cumhuriyet Halk Partisi CKMP : Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi CP : Cumhuriyetçi Parti C. : Cilt DP : Demokrat Parti DSP : Demokratik Sol Parti DYP : Doğru Yol Partisi DTP : Demokratik Türkiye Partisi Gnkur. : Genelkurmay Gnkur.Bşk. : Genekurmay Başkanı Gnkur.ATASE: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüdler Başkanlığı. GP : Güven Partisi HF : Halk Fırkası HP : Halkçı Parti Hvİ . Hürriyet ve İtilaf HvİF . Hürriyet ve İtilaf Fırkası Hv.K.K. : Hava Kuvvetleri Komutanı İvT : İttihat ve Terakki XII İvTC : İttihat ve Terakki Cemiyeti İvTF : İttihat ve Terakki Fırkası K.K.K. : Kara Kuvvetleri Komutanı MBK : Millî Birlik Komitesi MDD : Millî Demokratik Devrim MDP : Milliyetçi Demokrasi Partisi MGK : Millî Güvenlik Kurulu MHC : Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri MHP : Milliyetçi Hareket Partisi MNP : Millî Nizam Partisis MSB : Millî Savunma Bakanı MSP : Millî Selamet Patisi Org. : Orgeneral RP : Refah Partisi SCF : Serbest Cmhuriyet Fırkası SF : Serbest Fırka SODEP : Sosyal Demokrat Parti SP : Saaadet Partisi S. : Sayı s. : Sayfa TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi TTK : Türk Tarih Kurumu TpCF : Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Tümg. : Tümgeneral TİP : Türkiye İşçi Partisi YTP : Yeni Türkiye Partisi 1 GİRİŞ 1. PROBLEM Siyasî kültür, bir toplumun siyasî düşünce ve davranışlarını, siyasal kurumlarını ve siyasetini biçimlendiren faktörlerin başında gelmektedir. Bir siyasî sistem ile o siyasî sistemi besleyen fikrî yapı arasında yakın bir ilişki vardır. Herhangi bir ülkede mevcut olan siyasî sistem yakından incelendiği takdirde, mevcut siyasî sistemi ayakta tutan bir fikrî yapı ve egemen bir siyasî kültür olduğu görülecektir. Bir siyasî sistemin nasıl bir siyasal kültür üzerine şekillendiği ya da temellendiğini de, o sistemde iktidar ilişkilerine hâkim olan ya da bu ilişkileri kontrol eden aktörlerin siyasal tutum ve davranışlarından ortaya çıkarılması mümkündür. Genelde Türk siyasî hayatının gelişimine, özelde de Tek Parti Dönemi siyasî hayatına ilişkin yapılan çalışmalarda, Tek Parti Döneminde siyasî hayata otoriter-vesayetçi, hatta yer yer totaliter eğilimler gösteren bir siyasî yapının hakim olduğu siyaset bilimciler ve araştırmacılar tarafından yaygın bir görüş olarak ileri sürülmektedir. Ancak yerli ve yabancı pek çok yazar, bahse konu siyasî yapının ve biçimin, 19’uncu yüzyılın başından itibaren Devlet nasıl kurtulur? sorusunun cevabı mahiyetinde bir devlet projesi olarak kabul edilen, ilerleyen zamanla birlikte kapsamı ve yoğunluğu artırılarak sürdürülen ve Cumhuriyetin ilanıyla birlikte de devlet ve toplum hayatında radikal bir değişime dönüşen modernleşme projesi bağlamında; aydın kesimde Tanzimat’tan itibaren değişim ve dönüşüm geçirmeye başlayan fikrî yapıdan, yeni Türk devletinin seçkinlerine Osmanlı’dan tevarüs eden fikrî yapıdan, yeni Türk devletinin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısınıın yetersizliğinden kaynaklanan nedenlerle inkılâpların yerleşmesi ve çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkılmasına yönelik bir ihtiyaç nedeniyle zorunlu bir tercih olarak ortaya çıktığı, asıl amacın ise gerekli altyapının kurulmasını takiben yarışmacı ve rekabete dayalı çok partili bir sistem kurmak olduğunu vurgulamaktadırlar. 2 Bu çalışmanın ana ekseni Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası döneme (çok partili döneme) etkilerinin neler olduğu sorusudur. Tarihî olgularda olduğu gibi, siyasî olgularda da zaman ve mekan düzlemindeki sebep ve sonuç ilişkileri, incelenen konuyu daha bir anlaşılır, gerçekçi ve objektif kılmaktadır. Bu itibarla, tez kapsamında ele alınan siyasî olguların da sebep ve sonuç ilişkileri içinde genişliğine ve derinliğine incelenmesi önem arz etmektedir. 1945 yılında başlayan ve günümüze kadar ilerleyen zaman içerisinde zaman zaman kesintiye uğrasa da gelişerek yoluna devam eden çok partili siyasî hayat Tek Parti Dönemi siyaset kültüründen önemli ölçüde etkilendiği gibi, Tek Parti Dönemi siyaset kültürü de Osmanlı kamu yönetimi anlayışından, Cumhuriyet öncesi yaşanan Türk modernleşme sürecinden ve aydınlarının modernleşmeye ilişkin düşüncelerinden önemli ölçüde ekilenmiştir. Bu itibarla çalışmanın ana eksenini teşkil eden sualin cevaplanabilmesi, çalışmayı, zamanen sadece Cumhuriyet Dönemi bağlamında değil, bunun da ötesinde Türk modernleşme tarihini bağlamında ele almayı zorunlu kılmaktadır. Çalışmanın ana eksenini oluşturan (yukarıdaki paragrafın baş tarafındaki cümlede ifade edilen) soru kapsamında ele alınması gereken talî soruları Türk modernleşme tarihi bağlamında ardışık bir sırada ifade edecek olursak; birincisi, Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurların ve gelişimin neler olduğu, ikincisi Millî Mücadele döneminde Birinci Meclis eksenli olarak yaşanan siyasî gelişmelerin ve egemenliğin kaynağı ile kullanımında yaşanan büyük değişimin neler olduğu, üçüncüsü Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesinin ne şekilde olduğu, dördüncüsü de çok partili dönemde yaşanan gelişmelerin, Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiğidir. Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra büyük devlet olma vasfını kaybeden ve devlet olarak ciddi bir beka (varoluş) sorunu ile karşı karşıya kalan Osmanlı Devleti III. Selim’le birlikte bahse konu beka sorununu bir devlet projesi olan Batılılaşma ya da modernleşme ile aşmayı denemiştir. Japon ve Rus modernleşmelerinden farklı olarak, bahse konu ülkelerin aksine Osmanlı’da bir sermaye birikimi ve güçlü bir orta sınıf olmadığı için modernleşme Devlet eliyle başlatılmış ve sürdürülmüştür. Bu durum ise Türk 3 modernleşmesinin idarî, hukukî ve bürokratik yönünün ağırlıklı olmasına, ekonomi boyutunun ise kısa kalmasına neden olmuştur. Çalışmanın temel önermesi; Tek Parti Dönemi seçkinlerinin devlet ve siyaset anlayışında belirleyici etkide bulunan unsurların Comte pozitivizmi, Le Bon’cu seçkincilik ve solidarist korporatizm düşüncesine dayanan halkçılık ile Rousseau’nun devlet yönetimine ilişkin düşüncelerinin olduğu, bahse konu unsurların da Türk modernleşmesinin siyasal boyutunu ifade eden demokratikleşme hedefinin yakalanmasında ve demokratik kültürün gelişiminde güçleştirici rol oynadıkları hususudur. Çalışmanın ana eksenini, (Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası (çok partili) döneme etkilerinin neler olduğunu) destekleyen talî sorular ise; - Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurların ve gelişiminin neler olduğu, - Millî Mücadele döneminde I. Meclis eksenli olarak olayların, yaşanan siyasî gelişmelerin ve egemenliğin kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişimin neler olduğu, - Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesinin ne şekilde olduğu, çok partili dönemde yaşanan gelişmelerin, - Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiği şeklindedir. Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların ilki olan Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurların ve gelişimi birinci bölümde ele alınmıştır. Bu çerçevede; yeniden yapılanmaya yönelik gayretler, değişimin iskametinin Batılılaşma olarak belirlenmesi, Sened-i İttifak’tan Tanzimat’a uzanan süreç, Tanzimat Dönemi (1839-1876), bu dönemde ön plana çıkan hususlardan Tanzimat ile Kameralizm ilişkisi, Kuleli Vakası, Yeni Osmanlılar Hareketi, kısa süreli I. Meşrutiyet Dönemi ve ardından tekrar başlayan mutlakiyet dönemi, Jön Türk Muhalefeti ya da İttihat ve Terakki Cemiyeti (ivTC), II. Meşrutiyet Dönemi, Jön Türkler ile 4 bunların 1908’de iktidara gelen kanadı olan İttihatçıların fikir yapısı, modernleşme tasavvuru ve siyaset anlayışı, İttihat ve Terakki (İvT)’nin mutlak iktidarı ve sonu üzerinde durulmuştur. Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların ikincisi olan Millî Mücadele dönemindeI. Meclis eksenli olarak olayların yaşanan siyasî gelişmelerin ve egemenliğin kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişimin neler olduğu ikinci bölümde ele alınmıştır. Bu çerçevede; Mondros Mütarekesi’nden TBMM’ne giden süreç, TBMM’nin yapısı ve özellikleri, TBMM’nde kurulan partiler ve gruplar, Mustafa Kemal’in karizmasının yükselmesi ve ön plana çıkması, saltanatın kaldırılması, I. Meclisin çalışma döneminin sona ermesi ve Halk Fırkasının kurulması üzerinde durulmuştur. Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların üçüncüsü olan Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesinin ne şekilde olduğu üçüncü bölümde ele alınacaktır. Bu kapsamda; II. Meclis döneminin başlaması, Cumhuriyetin ilanı, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF), İzmir Suikastı ve ardından örgütsüz muhalefetin tasfiyesi, Nutuk, Serbest Cumhuriyet Fırkası ve SCF sonrası dönem, Tek Parti Döneminin panoraması, Tek Parti Döneminin siyaset kültürü, Tek Parti felsefesi, Tek Parti Devleti (Rejimi), Tek Parti ve otoriterlik, Tek Parti sistemleri, Tek Parti ve özellikleri üzerinde durulmuştur. Çalışmanın ana eksenini destekleyen talî soruların dördüncüsü olan çok partili dönemde yaşanan gelişmelerin, Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramların ve Türk siyasî hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyasetin neleri içerdiği dördüncü bölümde ele alınmıştır. Bu çerçevede; çok partili siyasî hayata geçişi zorunlu kılan şartlar, Demokrat Parti (DP)’nin kuruluşu ve iktidar değişimine uzanan yol, DP’nin iktidar dönemi ve sonu, 27 Mayıs Darbesi’nden 12 Mart Muhtırası’na uzanan süreç, 12 Mart Rejimi (1971-1973), siyasî çöküş ve tekrar askeri müdahaleye uzanan yol (1973-1980), askeri darbe ve normalleşme dönemi (1980-1991), yönetemeyen demokrasi ya da kayıp yıllar (1991-2002), siyasî deprem ve sonrası, Türk siyasî hayatının sentezinde anahtar kavramlar (Şerif Mardine’e ait merkez ve çevre yaklaşımı, Emre Kongar’a ait Devletçi - Seçkinci ve Gelenekçi - Liberal Çizgi Yaklaşımı, İdris Küçükömer’e ait Doğucu İslamcı Halk Çizgisi ve 5 Batıcı Laik Bürokratik Çizgi Yaklaşımı), Türk siyasî hayatının sentezine ilişkin genel değerlendirme ve aşkın siyaset üzerinde durulmuştur. Çalışmanın ana bölümlerini ortaya koyduktan sonra sonra Tek Parti Dönemi siyaset anlayışını kavramlaştırabilmek, zihinlerde sağlıklı bir zemine oturtabilmek, çok partili demokratik siyasî yapıyla olan farkını görebilmek için gerek Cumhuriyet öncesi dönemde, gerekse Cumhuriyet Döneminde dünyada etkili olan siyasî akımlardan ve düşüncelerden patrimonyalizm, paternalizm, kameralizm, Gustave Le Bon’cu seçkinci düşünce, pozitivizm, liberalizm, sosyalizm, faşizm ve Rousseau’cu düşünceyi kısaca ele almak gerekecektir. Bu inceleme sonucu, yukarıdaki faydalara ilaveten, Tek Parti Dönemi siyaset anlayışı ile bahse konu fikrî ve siyasî akımları karşılaştırma ve bu fikirlerin Tek Parti Döneminin fikrî yapısı üzerinde ne denli etkileri olduğunu anlama imkânı doğacaktır. Bazı toplumlarda ebeveynler çocukları üzerine aşırı boyutta titremekte, çocuklarına tercih hakkı vermeyerek, onlar adınna tüm kararları almaya çalışmaktadırlar. Bunun altında yatan mülahaza, ebeveynlerin çocuklarının kısa görüşlü olduğu, uzun vadede en iyi çıkarlarının ne olduğunu bilmedikleri ve dolayısıyla kötü tercihler yapacakları yönündeki inançlarıdır. Bu tür toplumlarda devlet-vatandaş ilişkilerinde de benzer bir yapının hâkimiyetinden söz edilebilir. Bu anlayışa göre vatandaşlar kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilemezler ve kendi çıkarlarına uygun davranamazlar. Dolayısıyla, devlet müdahalesi için hiçbir gerekçe olmaması durumunda bile devlet bu gerekçeye sığınarak bireylerin kendi çıkarına uygun davranması için çaba harcamalıdır. Devletin kişilerin en iyi çıkarının ne olduğunu onlardan çok daha iyi bildiği için bireyi yönlendirmesi ve bireye ait alana müdahale etmesi gerektiği görüşü paternalizm (vesayetçilik) olarak adlandırılır. Bazı ülkelerde devlet bu rolüne o denli sarılır ve bireylerin kendi çıkarlarını onlardan daha iyi bildiğine o denli inanır ki örnek bir vatandaşın nasıl hareket etmesi gerektiğine, neyi tüketmesi, nasıl yaşaması gerektiğine onlar adına karar verir ve onları bu davranışlara zorlar. Aslında buna karar veren devlet değil, devlete ve siyasî otoriteye hâkim bir seçkinler grubudur. Bu anlayış, bir baba olarak devletin, birey olarak yurttaşların çıkarını yurttaşlardan daha iyi bildiği ve yurttaş adına karar vererek yurttaşı bu şekilde davranmaya 6 zorlama hakkına sahip olduğu inancına temel oluşturmuştur. Üstlendiği bu rol sayesinde devlet, ideal vatandaş örneğini de kendine göre tanımlar. Patrimonyal yönetim şekli, ülkenin hâkimi olan kral ya da hükümdarın, yönetim organlarını, malikanesinin ya da mülkünün bir uzantısı olarak görülmesi şeklinde açıklanabilir. Teorik olarak hükümdar herşeyin sahibi ve tüm halk da onun bağımlıları (ev halkı) konumundadır. Kurumlar büyüdükçe daha düzenli ve profesyonel yönetim ihtiyaçları artıp yerel yönetim ihtiyaçlarının artması halinde dahi ilişkiler yine ebeveyn-evlat ilişkisi şeklinde sürdürülür. Kişilere verilen ünvanlar her ne olursa olsun, bunun istikrarlı bir yetki, güç, hiyerarşi ve sorumluluk konumunu ifade etmesi söz konusu değildir. İlişkiler ebeveyn - evlat ilişkileri bağlamında, yöneticinin kişisel sorumluluğu olarak sürdürülür. Tüm yetkiler doğrudan hükümdar tarafından onun mülahazalarına göre dağıtılır. Halil İnalcık da Osmanlı Devleti’nde siyasî iktidar ile kanun ve her çeşit meşrulaştırma hakkının, mutlak şekilde patrimonyal bir hükümdarın elinde toplanmış bulunduğunu belirtmektedir. Max Weber’in tanımladığı biçimde patrimonyal Osmanlı Sultanı, ülkeyi, devleti ve tebayı atadan miras olarak alınmış bir mülk gibi algılamış ve tüm siyasî ve sosyal imtiyazlar ile tasarruf ve mertebeler de ancak onun onayıyla meşruluk kazanmıştır. Bu yüzden, devlet içinde ve toplumda bir imtiyaz elde etmek isteyen önce hükümdara mutlak bağlılığını kanıtlamak, onun kulu (sadık bir görevlisi) olmak ve bunu göstermek zorundaydı. Bütün sosyal kademelerde, patron-kul sistemi hakimdi. Rejimin vazgeçilmez prensibi; tabiyet, sadakat ve itaattir.1 Feodal kalıntıların temizlenmesi ve merkezî ulus devletin kuruluş sürecinde mutlakiyetçi kralların ve devletin, toplum üzerindeki denetimini kolaylaştırmak için üretilmiş bir ideoloji olan ve ilk kez 1760’larda Diderot tarafından aydın despostizmi anlamında kullanılan kameralizm kavramıyla Prusya, Fransa, İspanya, Avusturya gibi ülkelerde monarkların kapitalist üretim biçimine uygun bir toplumsal-siyasal düzen kurmaya yönelik çabaları anlatılmaktadır. Kameralistler, kamu yönetimini, esasları bilimsel olarak belirlenen bir uzmanlık alanı ve bir tür teknisyenlik olarak görmekteydiler. Bu dönemde ortaya çıkan 1 Halil İnalcık; “Patron-kul sistemi sürüyor”, Milliyet, 19.06.1998. 7 ekonomik, politik ve maliye bilimleri marifetiyle merkeziyetçi devletin merkantilist hedeflerinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan rasyonel norm ve ilkelerin bulunması hedeflenmişti. Şerif Mardin de, Aydın Despotizminin amacının, merkezden yönetilen, bütün birimleri birbiriyle bütünleşmiş ve birbirini tamamlayan bir merkezi devlet kurmak olduğunu belirtmektedir.2 Köker, Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı Devleti’ne girişinin Batıda fizyokratlar olarak bilinen bir kamu idaresi kuramcılarının uzantısı sayılan kameralizm yoluyla olduğunu, kameralizmin ise Aydın Despotizmi adı verilen siyasal görüşün teorisini oluşturduğu, Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nu yürürlüğe koyan kadronun esas amacının modern anlamıyla bürokratik bir yapı oluşturmak olduğunu, hürriyetlerin güvence altına alınmasındaki hedefin yeni bir bürokratik merkezi örgütlenme oluşturmaya çalışan kadronun bu amaç için gerekli reformları yaparken güvence içinde olmalarını sağlamak olduğu, hürriyetlerin ortalama Osmanlı vatandaşı için değil de bu yeni bürokrasiyi tesise çalışan ıslahatçı devlet adamları kadrosu için getirilmeye çalışıldığını ifade etmektedir.3 Söğütlü, Kameralizmin, devletin toplum üzerindeki denetiminin arttırılması yönündeki yaklaşımının, Osmanlı devlet adamlarını fazlasıyla etkilediğini, Mardin de, bozulan devlet nizamının yeniden tesis edilebilmesi için bu kuramın Osmanlı devlet adamları ve devlet seçkinleri için aradıklarının tam cevabını verdiğini belirtmektedir. Âlî ve Fuat Paşalar, Tanzimat hareketinin yürütücüleri olarak, ıslahatı, Mustafa Reşit Paşa’nın başlattığı şekilde, Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Osmanlı devlet adamlarının, Avrupa devlet sistemlerini incelemeleri sonucu Osmanlı’ya daha yakın olan Fransız modelinin ve Fransız Jakoben sistemini tercih edilmesinde şüphesiz Osmanlı’nın merkeziyetçi bir devlet yapısına sahip olmasının etkisi büyüktü. Söğütlü bu tercihin, Türk modernleşmeci seçkininin modernleşme perspektifinin oluşumunda belirleyici olacak olan pozitivizmin sağladığı epistemolojik ve ideolojik destekle daha da pekişeceğini, ayrıca ideal siyasal düzenin gereklerinin belirlenmesi ile bu düzenin kurulması ve korunması işlevini seçkinlere 2 İlyas Söğütlü, Tek Parti Dönemi Devlet ve Siyaset Anlayışı, Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi, Sakarya 2003, s. 25. 3 Levent Köker; Demokrasi Üzerine Yazılar, İmge Kitabevi, İstanbul 1992, s. 173. 8 bırakan Platonyen ilke ile Kameralizmin seçkin zümreye biçtiği misyon arasında da fazlaca bir fark olmadığını ifade etmektedir.4 Elitizm, bir elitin veya bir azınlığın yönetmesi gerektiğine inanma veya yönetim işinin bir elit veya azınlık tarafından yapılmasıdır. Siyaset teorisinde normatif, klasik ve modern elitizm olmak üç tür elitizmden söz edilebilir: Normatif elitizm'e göre, elit yönetimi arzuya şayandır; zira, yönetim en akıllıların veya en iyilerin elinde olmalıdır. Bu görüşün en tipik temsilcisi filozof kralların iktidarda olmasını isteyen Platon'dur (M.Ö 427-347). Klasik elitizm, bir reçete sunmaktan ziyade bir olguyu tespit iddiasıyla elit yönetiminin toplumsal hayatın kaçınılmaz ve değiştirilemez bir gerçeği olduğunu ileri sürer. Wilfredo Pareto (1848-1923), Gaetano Masco (1857-1941) ve Robert Michels (1876-1936) klasik elitizmin belli başlı teorisyenleridir. Modern elitizm, klasik elitizm gibi ampirik temelli olmakla birlikte, elit oluşumunu / yönetimini toplumun kaçınılmaz yapısından ziyade belirli ekonomik ve siyasal yapılara bağlamaktadır. Plüralist, rekabetçi veya demokratik sıfatlarıyla da anılan modern elitizm, modern elitlerin insicamlı ve birleşik bir bütün olmaktan ziyade çeşitli hatlar boyunca parçalanmış olduğunu ve parçalar arasındaki rekabetin elitlere dâhil olmayan kişi ve grupların da demokratik politikada etkili olmalarına fırsat sağlayabileceğini savunur. Seçkinci düşüncenin önde gelen bir başka şahsiyeti ise Fransız kökenli bir sosyolog olan Gustave Le Bon (1841-1931)’dur. Kitle psikolojisi konusunda öne sürdüğü görüşlerle tanınmış olan Le Bon, sosyal psikoloji üzerinde yaptığı çalışmalarla ün kazanmıştır. Le Bon, 1894 yılında yazdığı Halkların Evriminin Psikolojik Yasaları adlı kitabında uygarlık alanındaki tüm ilerlemelerin akıl yürütme gücüden yoksun kitleler tarafından değil, entelektüel bir seçkinler grubu tarafından gerçekleştirildiğini savunmuştur. Aynı kitapta, akıl yürütme yeteneği, dikkat gücü ve güdülere egemen olabilme gibi psikolojik ölçütlere dayanan ve beyaz ırkların en üstte, siyahların ise en altta yer aldığı bir ırk hiyerarşisi geliştirmiştir. Anglo-Saksonlar ve Germen ırkından gelenlerle, Latinler arasında yaptığı karşılaştırmaların sonucunda, birincilerin her açıdan ikincilerden üstün olduğunu ileri sürmüşse de I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu görüşünü değiştirmiştir. 1895 yılında yazdığı 4 A.g.tez, s. 26. 9 ve en önemli kitabı olan Kitleler Psikolojisi adlı kitabında, milletlerin geleceklerinin artık bir grup seçkin insan tarafından değil, siyasal yaşama katılma hakkını elde etmiş örgütlü kalabalıklar tarafından belirlendiği görüşünde olan Le Bon, kalabalıkların yönetimi ele geçirdiği ve denetlediği her dönemde, uygarlığın, barbarlığa dönüştüğünü öne sürmüştür. İşçi hareketlerine ve devrimlere karşı çıkmış, sosyalistleri, hayvanları, çocukları, delileri, yozlaşmış kişileri ve ilkel insanları bayağı yaratıklar olarak nitelemiştir. II. Meşrutiyet Döneminin önde gelen düşünürlerinden Abdullah Cevdet de Le Bon’un görüşlerini benimsemiş ve birçok kitabını Türkçeye çevirmiştir.5 Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı güçlükler çerçevesinde Batıya yönelimi, aslında başlangıçta düşünülenin çok ötesinde derin değişikliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Osmanlı yöneticileri, Batıya yönelimi basit bir teknoloji ithali olarak görmüşlerdi. Onlara göre, sorun sadece Batının nasıl başardığı anlaşılmayan bir teknolojik üstünlüğe erişmiş olmasından kaynaklanmaktaydı. O halde yapılması gereken de bu teknolojinin ülkeye ithalinden ibaretti. Osmanlı yöneticileri, bu nedenle yurt dışına gönderdikleri öğrencilerin tamamen teknolojik yenilikleri öğrenerek ülkeye dönmesini arzulamışlardır. Fakat durum hiç de bu denli basit bir şekilde çözümlenemedi. Batıyla karşılaşan aydınlar, ilk planda çok değişik, fakat üstün bir yapıyla karşı karşıya bulundukları kanaatine vardılar. Bu şekilde bir üstün-aşağı kültür ayrımının yapılması ve geleneksel kültürün bu bağlamda ikinci role getirilmesi ise yakın tarihimizdeki toplumsal değişikliklerin dönüm noktasını oluşturacak bir zihniyet farklılaşmasını karşımıza çıkarmaktadır. Batının üstünlüğünün yegâne nedeni ilim ve fünundur. Bunun, siyasal düşünce eserlerine getirdiği değişiklik de oldukça çarpıcı olmuştur. Artık, her konuda karşılaşılan sorunu çözebilmek için ilim ve fünun referans alınmaya başlanmıştır. Burada ise ilgi çekici nokta bilimin fazlasıyla aşkıncı bir konuma oturtulmasıdır. Yeniliğin yanısıra önemli olan bir başka gelişme de Osmanlı yöneticileri tarafından bu fikrin her alana nüfuz ettirilmesidir. Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir nokta, bu fikrin oluştuğu dönemde karşılaşılan Avrupa biliminin oldukça maddeci-pozitivist bir özellik taşımasıdır. Osmanlı aydınlarının halk ile aralarındaki ilişkiyi aydınlatan / aydınlanan ilişkisi olarak 5 Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Gustave Le Bon”, C. 7, Anadolu Yayıncılık, İstanbul 1983, s. 34673468. 10 görmeleri de, çoğu ansiklopedist nitelikli dergilerde, bu alanda çeşitli anlatımların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kısa bir süre sonra, Batı biliminin, her alanda yegâne rehber olarak ele alınması, daha önemli bir alanda da kendini göstermiştir. Bu da, yönetim biçiminin de bilimsel esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmesi hakkındaki düşüncedir. Böylece bilimin almaya başladığı anlamlar, düşünce ve siyasî tarihimizde önemli sonuçları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan birincisi, toplumsal olayların ve siyasal yönetimin maddî teorilerle açıklanmaya çalışılmasıdır. Biyolojik materyalizm Osmanlı Devleti’ne böylesi bir bağlamda girmiştir. Siyasal yönetimler ise en baskıcı olanları bile bu konudaki düşünceleri genel olarak bilimsel faaliyetler olarak kabul ettiklerinden, buna dokunmamışlardır. Kuşkusuz, hızla girişi izlenen bu tür teorilerden ikisi gelişmelere büsbütün damgasını vurmuştur. Bunlardan birincisi Darwinizmdir. Osmanlı Devleti’nde tartışılan bu düşünce, yukarıda belirtilen çerçevede toplumsal hayatı açıklamakta kullanılmıştır. Bu açıdan Sosyal Darwinizm, Osmanlı aydınlarının çoğunda etkili olmuştur. Bu düşüncenin toplumsal yaşama uygulanması da, aynen doğada olduğu gibi toplumsal yaşamda da bir seleksiyonun (elemenin) olacağı sonucuna varılmasını sağlamaktaydı. Bunun, Osmanlı yapısının örgütlenmesi düşünüldüğünde, zaten var olan seçkinci düşünceleri ne denli etkileyebileceği açıktır. Daha sonra, Türk düşünce hayatına damgasını vuracak olan seçkinci düşüncenin de bir kökü de burada bulunmaktadır. İkinci olarak bir bilim dini olarak ortaya çıkan pozitivizm bu alanda kendisine gerekli yeri bulmuştur. Bir sonraki aşamada tartışmanın boyutu, bilimi bilen seçkinlerin niteliklerinin ne olması lazım geldiği alanına kaymıştır. 1890’dan itibaren, başta Gustave Le Bon olmak üzere, Guyo-Daubes, Letourneau ve Haeckel gibi düşünürlerin gördüğü ilgiyi de buna bağlamak mümkündür. Bilimin aldığı yeni anlamın bir diğer sonucu da, toplumsal tabakalaşmanın olmadığı bir sosyal yapıda, siyasal mücadelenin ilericilik / gericilik şeklindeki bir eksen etrafında şekillenmeye başlaması olmuştur. Bu ise bahse konu değişikliğin en önemli etkisidir ki yakın dönem Türk siyasî tarihi incelendiğinde bunun ne denli tesirli olduğu rahatlıkla görülebilir.6 6 M.Şükrü Hanioğlu; “Bilim ve Osmanlı Düşüncesi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 346-347. Seçkincilik düşüncesi konusunda ilave bilgi için bkz. Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, 3. Baskı, Yağmur Yayınları, İstanbul 2005. 11 Pozitivizm, 17’nci yüzyıl rasyonalizmi ve 18’inci yüzyıl ampirizminin sentezine dayanır. Rasyonalizme göre akıl, deneye başvurmaksızın kendisinde bulunan sabit anlama kategorileri vasıtasıyla dış dünyanın bilgisine ulaşabilmek için tek başına yeterli bir araçtır. Modern zamanların başlangıcı kabul edilen Rönesans ve Reform dönemlerinden Aydınlanma Çağına kadar geçen sürede, entelektüel çevrelerce en çok kabul gören bilgi teorisi rasyonalizmdir. Pozitivizm; Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan ve insan aklına aşırı güvenin bir tezahürü olan doğaya egemen olmak için doğa yasalarını keşfetme tutkusunun insani-toplumsal alana da taşınmak istenmesi olarak özetlenebilir. Bu düşüncenin ortaya çıkışında Kepler, Galileo ve Newton’un ortaya koydukları bilimsel ilke ve yöntemlerin doğa bilimleri alanında başarılı sonuçlar vermesinin yarattığı coşku ve iyimserlik etkili olmuştur. Nur Vergin, pozitivist epistemolojinin formülasyonunda siyasal ve toplumsal amaçların ön planda olduğu söylenebileceğini, pozitivist yaklaşımın öncüleri olan Saint Simon, Comte ve Durkheim’in çıkış noktalarının, doğa bilimi yöntemleri ile toplumsal hayata yön veren yasaları bulup ortaya çıkarmak ve bu yasalardan hareketle toplumsal çatışmaların olmadığı bir sosyal-siyasal düzen kurmak olduğunu belirtmektedir. Bahse konu düşünürlerin, böylesi tür bir arayışa yönelten saiklerin başında ise içinde yaşadıkları dönem Fransa’sındaki sınıf çatışmalarını sona erdirmek isteyişleri gelmektedir. Köker, pozitivist epistemolojinin temelini; tek ve mutlak hakikatin kaynağı olarak bilimin görülmesi ve bilim dışındaki bilgi kaynaklarının (din, gelenek, tecrübe...) reddedilmesinin oluşturduğunu, pozitivizme göre bilimsel bilginin, nesnel gerçekliğin insan zihni tarafından deney ve gözlem vasıtasıyla kavranması olduğunu, buna göre insan-öznenin dışında bir nesnel gerçeklik alanının olduğunu, bu nesnel gerçekliğin kavranmasının da ancak ampirik (deneye dayalı) çalışmalarla mümkün olduğunu, ampirizme göre dış dünya hakkındaki kanılar ve inançların da ancak deney yoluyla sınanarak doğrulanabileceği ya da yanlışlanabileceği belirtmektedir. Buna göre ancak deney ve gözleme konu olanın, yani olgusal olarak sınama imkânı olanın bilimi yapılabilir. Olgusal olarak test edilemeyen mit, din, teoloji ve metafizik ise bilim dışıdır. Ampirik epistemoloji ekolünden Isiah Berlin’in bu konuya ilişkin görüşleri, pozitivist epistemolojinin yaklaşımlarına adeta itirazi mahiyettedir. Şöyle ki; liberalizm bu bağlamda rasyonalist, ampirist ve pozitivist epistemolojilerdeki aklî muhakeme yoluyla bulunacak çözümlerle her sorunun nihaî olarak çözüme kavuşturulabileceği yönündeki naif inanca karşı çıkar. Çünkü bu tür bir 12 epistemolojik varsayımın kaçınılmaz sonucu otoriter ve totaliter bir düzendir. Zira nihaî çözüme olan inanç, boş ve tehlikeli bir kuruntudur. Çünkü böyle bir çözümün olabileceğine inanan birisi buna ulaşmanın bedeli ne olursa olsun yine de bu amaç karşısında değersiz olacaktır. İnsanlığa sonsuza dek mutlu ve adil bir hayata kavuşturacak bir düzen için hangi bedel yüksek sayılabilir ki? Tarihe bakıldığında Hitler, Lenin, Troçki, Stalin, Mao ve Pol Pot’un milyonlarca insanın hayatına mal olan eylemlerini bu bağlamda meşrulaştırdıkları görülecektir. Böylesi bir inanç içinde olanları sınırlayacak hiçbir insanî ve ahlakî ilke ve değer olamaz. Milyonları mutlu kılmak için yüzbinlerin heder edilmesi bu yaklaşıma göre kolaylıkla benimsenebilecek bir tutumdur.7 Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıl boyunca geçirdiği sarsıntılar tıpkı Fransız toplumunun 1789 İhtilalinden sonra girdiği karmaşa dönemini andırmaktadır. Bu çeçevede pozitivist toplum teorisinin devlet yönetimi konusundaki önerilerinin bu karmaşaya bir son verebileceğine olan sarsılmaz inanç da Ahmet Rıza gibi kimi Osmanlı aydınlarını yakından etkilemiştir. Comte, 1789 (Fransız) Devriminin sonuçlarını yaşamış ve düzen bozukluğu karşısındaki çift yönlü önerilerin bir çözüm olamayacağına inanmıştı. Bu önerilerden ilkine göre düzen ancak (eski) krallık geleneğine dönülerek kurulabilir. Diğer kaşıt öneri ise her ne olursa olsun toplumsal ilerleme (progres) ilkesi etrafında biçimlenmekteydi. Comte ise bu iki görüşü kendi pozitivist felsefesi içinde uzlaştırmaya çalışıyordu. Comte’nin amacı geleneksel otorite çerçevesinde ilerleme ülküsünü gerçeğe dönüştürebilecek yeni bir toplum düzeni yaratmaktı. Böyle bir düzen (ordre) anlayışına varabilmek için düşünsel anarşiye son verebilecek gücün pozitif bilimler olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla bunalım içindeki bir toplumda düzen sağlandıktan sonra ilerleme kesintisiz bir biçimde gerçekleşebilecekti.8 Liberalizm, sınırlı ve tarafsız bir devleti öngören bir ideolojidir. Devlet, insanlar tarafından, insanın doğuştan sahip olduğu temel hakları korumak, güvenlik ve adaleti sağlamak üzere bir toplumsal sözleşmeyle var ettikleri ve insan eseri olan bir kurumdur. Liberalizmin 7 A.g.tez, s. 27-28. Konuya ilişkin ilave bilgi için Ahmet İnsel, “Özgürlük ve eşitliğin yeni ittifakı”, Yeni Yüzyıl, 20.07.1997. 8 Ekrem Işın; “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 356-357 13 öngördüğü devlet, özel ilişkiler alanının koruyucusu, bu işlevle sınırlı ve araçsal bir mekanizmadır. A.Yayla, liberalizminin esasının, insanın birinci değer olduğuna yönelik varsayım olduğunu, liberalizmin bireyciliğinin ontolojik ve metodolojik bir bireycilik olduğunu, bireyin varlığının, halk, sınıf, toplum ve devlet gibi bütünlerden daha gerçek olduğunu, çünkü bireyin, bu tür kollektivitelerden önce de var olduğunu, dolayısıyla bireyin hakları ve özgürlüğünün de bu tür kolektif bütünlerden önce geldiğini ifade etmektedir. Zühtü Arslan da, liberalizmde bireyin bir amaç olduğunu ve hiçbir meşruiyet gerekçesinin insanın başka bir amaç için araçsallaştırılmasına yeterli olmayacağını ifade ederken, bunun gerekçesi olarak da Yayla, bireyin bir araç durumuna indirgenmesini meşrulaştırmak için öne sürülen toplum çıkarı, kamu yararı ve ortak iyi gibi kavramların belirsiz muğlak kavram olduğunu, liberalizmin, bireylerin bireysel çıkarlarının dışında ve onlara üstün olan ortak çıkarlar ve herkes için geçerli ve bağlayıcı iyiler olabileceği düşüncesini kabul etmeyeceğini, iyiliğin öznel bir kavram olduğu için her bireye göre farklılık arz edeceğini, liberalizme göre hiç kimsenin en iyiyi bilmesinin mümkün olmadığını, bu durumda her bireyin kendisi için iyi olanı bulmasının, istediğini denemesinin ve yapabileceklerini görmesinin yolunun açık olması gerektiğini, yani bireye özgürce davranmasına izin verildiği zaman kendisi için iyi olanı seçebileceğini ifade etmektedir. Crespigny ise, liberal filozoflardan Hayek’in, insanlığın maddî ve kültürel ilerlemesinin temelinde özgür bireyi gördüğünü, burada söz konusu olan ilerlemenin, bilinçli ve planlanmış bir hedefe yönelik bir süreç olarak anlaşılmaması gerektiğini, bireyin bilinçli aklın ürünü olan bir plan dâhilinde ilerleyebileceği düşüncesinin tam bir ütopya olduğunu ifade etmektedir. Hayek’e göre bu sahte bir bireyciliktir. Gerçek bireycilik olgusu, insan ilişkilerinde ortaya çıkan düzeni, bireysel eylemlerin öngörülmemiş ve önceden hesaplanmamış bir sonucu olarak görür. Zira insan aklı, ontolojik olarak sınırlıdır ve bu nedenle insan bütün davranışlarını önceden tam olarak planlayamaz9 Hayek, özgür bir toplumda genel iyinin, çok sayıda bilinmeyen farklı amaçların izlenmesini kolaylaştırmaktan ibaret olduğunu belirtmektedir.10 İnsel de bu çerçevde; siyasal liberalizmin 18’inci yüzyıldan itibaren toplumsal mücadelenin toplumu ileriye götüren ana 9 10 A.g.tez, s . 4-5. Friedrich Hayek; Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, (Çeviren: Mustafa Erdoğan), C. 2, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1995, s. 21. 14 güç olduğunu savunarak, organik toplum felsefesine karşı çıktığını, bu düşüncelerin Immanuel Kant, Adam Smith, John Stuart Mill gibi kimi liberal aydınlar tarafından dile getirildiğini, Mill’in savunduğu liberal etik, mücadele (rekabet) ve çatışmanın engellenip boğulduğu yerde toplumun yerinde saymaya başlayacağına inandığını, ardından da devletin ve o toplumun ait olduğu medeniyetin çöküşünün geleceğini, farklılıkların çatışmasının toplumu ileriye götürmesi ile rekabet ortamının yaratıcılığı teşvik etmesi gibi ilkelerden hareket eden siyasal liberalizmin, organik toplum anlayışına karşı mücadelede demokrasi ile yan yana geldiğini belirtmektedir.11 Bireyin özgürlüğünün engellenmediği bir toplumsal ve siyasal düzeni öngören liberalizme göre bireyin özgürlüğüne yönelik en ciddi tehditlerden biri de devletten gelir. Zira devletin geleneksel işlevleri dışında üstlendiği her fonksiyon özgürlüğü kısıcı, bireysel faaliyet alanını daraltıcı ve çoğul yapıyı tekilleştirici bir nitelik arz edecektir. Çünkü, devletin faaliyetleri arttıkça sivil toplumun alanı daralacaktır. M.Erdoğan’a göre liberal çizgide yer alan devlet, toplumdaki farklı görüşler karşısında tarafsız ve nötr olmalıdır. Çünkü liberalizme göre devlet, belirli bir iyi anlayışını ve belirli bir yaşam biçimini topluma dayatamaz, toplumdaki farklı iyi anlayışları ve yaşam biçimlerinden bazıları yönünde ağırlığını koyamaz. Liberal devletin meşruiyeti, bireysel ve toplumsal tercihler karşısında tarafsız olmasına bağlıdır. Bu çerçevede R.Yumer de liberal devletin haklılığının, onun belirli bir yaşam biçimini geliştirmesine değil, aksine bundan kesin olarak kaçınabilmesine dayandığını ifade etmektedir. Erdoğan, bireylerin kendileri için iyi olan yaşam biçimlerini seçebilmeleri, onların özgür olmalarına bağlı olduğunu, özgürlük için de, toplumdaki herkes için geçerli bir iyi anlayışının devlet otoritesi tarafından resmî ideoloji olarak benimsenmemiş olması gerektiğini, devletin belirli bir ideolojisinin olması halinde, en yüksek değer olan özgürlüğün ihlalinin kaçınılmaz olacağını, bu görüşün temelini Kant’ta bulduğunu, Kant’ın ahlak ve siyaset felsefesine göre devletin, ahlakî bir misyonu ve belirli bir mutluluk anlayışını gerçekleştirmeye yönelemeyeceğini, zira bu paternalist tutumun sonucunun kaçılmaz olarak despotik bir devlet olacağını ifade etmektedir. Arslan, birbirinden farklı olan bütün iyi anlayışlarının ve bütün insanların eşit saygıya layık 11 İnsel; a.g.m. 15 olduklarını, liberalizmin öngördüğü düzenin mutlak bir iyi anlayışının bulunmadığına göre, farklı iyi anlayışlarının bir arada bulunabileceği ve bunların ancak o iyi anlayışını savunanlar tarafından değiştirilebilmesinin mümkün olduğu çoğulcu bir düzen olduğunu, böyle bir düzenin var olabilmesi için devletin sınırlı ve tarafsız bir devlet olarak kurgulanması gerektiğini belirtmektedir. Giovanni Sartori de, liberalizmin, ortak sorunların çözümünün de, mümkün olduğunca en geniş halk katılımına dayalı, çoğulcu ve yarışmacı bir düzen içinde gerçekleşmesi fikrinde olduğunu, liberal siyasal düzeni daha açık şekilde ortaya koyabilmek için liberalizm demokrasi ilişkisine kısaca değinmek gerektiğini, demokrasinin, egemenliğin kimde olduğuna ve yöneticilerin nasıl seçileceğine dair bir öğreti olduğunu, liberalizmin ise, kendiliğinden, düzenin korunması için egemenliği kullananların sınırlanmasıyla ilgilendiğini belirtmektedir. Bu bağlamda Karl Popper da, liberalizmin, siyasal alanda da yarışmacı ve rekabetçi bir düzenin insanlar için maksimum faydayı sağlayacağını öne sürdüğünü, demokrasinin de, bu yarışmanın şiddete dönüşmeden cereyan etmesi için gerekli bir çerçeve olduğunu belirtmektedir. Ancak Hayek’in de belirttiği gibi, bir demokrasinin her zaman bir çoğunluk diktatörlüğüne dönüşmesi ihtimali vardır. Bunun engellenmesi için liberalizm, siyasal iktidarın anayasal hükümet, hukuk devleti ve güçler ayrılığı ilkeleriyle siyasî iktidarın sınırlandırılmasını öngörür. Liberal demokratik siyasî iktidar, siyasetini toplumsal taleplere dayandırmak zorundadır. Ancak bir toplumda birbiriyle çatışan çok sayıda çıkar, düşünce ve program olduğu da bir gerçektir. Demokrasi bunlardan hangilerinin doğru, hangilerinin yanlış olduğunu belirlemenin bir aracı değildir. Zira, demokrasi, bir hayat tarzı değil, farklı hayat tarzlarının barış içinde bir arada bulunmasını mümkün kılan bir yöntemdir. Demokrasi hangi programların uygulanması gerektiği konusunda halkın çoğunluğu tarafında onaylanmış olanı tercih eder. Tabii ki bu seçmenlerce onaylanmamış görüş ve programların yanlış olduğu anlamına gelmez. Zira demokrasi, kaynağı ister bilim, ister din veya bir ideoloji olsun bir doğruluk kriterine göre işlemez, demokraside önemli olan halkın ne istediğidir. Bir dönemde çoğunluk tarafından tasvip edilmemiş bir program, bir sonraki seçimlerde çoğunluğun desteğini alabilme şansına her zaman sahiptir. Bunun için düşüncelerin serbestçe ifadesi, örgütlenmesi ve iktidara talip olabilmesi gerekir.12 12 A.g.tez, s . 6-8. 16 Marksist ideolojideki özgürlük anlayışı liberal anlayıştan farklıdır. Liberalizmde özgürlük, insanın ayrılmaz bir parçası ve doğal bir özelliği olarak kabul edilmiştir. Marksistlere göre liberalizmin özgürlük anlayışı soyuttur. Marksizmde ise özgürlük, tarihsel gelişim içinde, sosyo-ekonomik koşullar bağlamında ele alınmıştır. Buna göre burjuva toplumunda eşitlik, sadece yasalar karşısındadır. Özgürlük ise, bu özgürlüklerin gerçekleşmesini sağlayacak maddî koşullara sahip küçük bir azınlık için söz konusudur. Oysa sosyalist toplumda özel mülkiyet kalktığı için insanın insanı sömürmesi son bulacak ve bütün insanlar eşit derecede maddî imkânlardan ve bunlar vasıtasıyla elde edilecek özgürlüklerden yararlanacaktır. J.Juan Linz, Lenin ve Stalin’in öngördükleri, sosyalist ideolojide, söylem olarak devletin halk için olduğunu, ancak uygulamada, halkın devlet üzerinde denetim kurmasını sağlayacak mekanizmalara pek fazla yer verilmediğini, kitlelerin siyasete katılmasında yegâne kanalın da Komünist Partisi olduğunu, devletin yegâne meşruluk temelinin Marksist - Leninist ideoloji olduğunu, devletin bu resmî ideolojisinin, mutlak, tartışılmaz ve herkes için bağlayıcı olduğunu, sosyalist sistemde halkın katılımını biçimsel düzeye indirgeyen en önemli unsurun resmîideolojinin sorunların tek çözüm yolu olarak görülmesi olduğunu, mutlak hakikat iddiasının, bunu gerçekleştirmek üzere muhaliflere karşı şiddet ve teröre başvurulmasını da ahlakî olarak haklı hale getirdiğini, zira mutlak hakikatçiliğin, oybirliği tutkusunu ortaya çıkardığını, muhalif unsurların da bu türdeşliğe ulaşmanın önündeki engeller olarak görüldüğünü ve tasfiye edildiğini belirtmektedir.13 Linz, sosyalist sistemde, devletin topluma üstün olduğu totaliter bir yapının söz konusu olduğunu, devlet ile toplum arasındaki sınırların yıkılmış ve toplumun da Komünist Partisi ve onun yan örgütleri tarafından topyekün siyasallaştırılmış olduğunu belirtmektedir. C.Manfred Vernon da, halkın siyasete yegâne katılma kanalının Komünist Partisi olduğunu, partinin, halkın tümünü temsil ettiğinin kabul edildiğini, sosyalist ideologlara göre, birden fazla partinin ancak birbirine düşman ve uzlaşmaz çıkarları olan sınıfların bulunduğu bir toplumda mevcut olabileceğini, oysa Komünist Partisinin çıkarları özdeş olan işçi ve köylülerin partisi olduğunu belirtmektedir. Ancak, Linz ise uygulamada bu partinin, bir seçkinler partisi olduğunu ve ülke nüfusunun ancak % 4 veya 5’ini temsil ettiğini ifade 13 A.g.tez, s . 9. 17 etmektedir. George Sabine de, bu sistemde parti içi demokrasinin işlediğinin söylenemeyeceğini, parti üyelerinin, parti üst yönetiminin kararlarını fazla tartışmaya gerek duymaksızın kabul ettiklerini, uygulamada sosyalist devletlerin ortaya koyduğu tablo ile Marksist teoride öngörülen arasında kesişen pek az nokta olduğınu belirtmektedir. Uygulamada sosyalist devlete hiç de işçi sınıfı egemen olmamış, alınan kararlar oluşturulan politikaların her ne kadar halkın çıkarı için alındığı söylenmişse de, gerçekte bu kararlar seçkin bir azınlığın iradesinden başka bir şey olmamıştır. Her şeyden önce tek partililik dolayısıyla, işçilerin alınan kararları kabul etmeme gibi bir hakkı yoktur. Dolayısıyla sosyalist demokrasi biçimsel olmaktan öte gidememiştir. Sosyalist devlette bütün iletişim kanalları devlet kontrolünde olduğu için kamuoyunu istediği gibi yönlendirmiş ve farklı düşüncelerin ifadesine izin verilmemiştir. Tek Parti, siyasal, ekonomik ve kültürel hayatın bütün kumanda merkezlerini elinde tutar. Tek Parti, tek liste, muhalefetsiz kazanılan seçimler ve parti yöneticilerinin söz ve işlemlerinin tartışılmaz kabul edildiği bu sistemde demokrasiden söz etmek elbette imkânsızdır. 14 Ayferi Göze, faşizmin devlet ve siyaset anlayışının ele alınabilmesi için bu ideolojinin birey ve toplum hakkındaki varsayımlarına kısaca değinmek gerektiğini, zira faşist devletin, faşist ideolojinin birey ve toplum tasavvurunun bir uzantısı şeklinde yapılandığını, bireytoplum-devlet ilişkileri konusunda faşizmin temel kavramlarının organik toplum teorisi ve bu teoriye dayanan toplumsal siyasal örgütlenme modeli olan korporatizm olduğunu, organik toplum teorisinde ve bu teoriye dayanan korporatizmde toplumun, meslek ve teşekküllerinden oluşan bir birlik ve bir organizma olarak tanımlandığını, buna göre, nasıl ki insan vücudundaki farklı organlar arasında uyum ve işbirliği, organizmanın bütünlüğünün ve devamının temeli ise toplumun devamının da meslek teşekkülleri arasındaki dayanışmaya bağlı olduğunun vurgulandığını, bu teoriye göre toplumun, toplum içindeki insanların ve sosyal birliklerin hayattan bağımsız ve kendine özgü bir hayatı olduğunu, yani toplumun, bireylerin sayısal toplamından daha büyük bir bütün olduğunun kabul edildiğini, temelini organik toplum anlayışının oluşturduğu korporatizmde temel çözümleme biriminin birey değil, toplum olduğunu, korporatizmin, liberal toplum 14 Söğütlü, a.g.tez, s .9-11. 18 modelindeki birey anlayışını reddettiğini, yani, korporatizmde, liberal teoride öne sürülenin aksine bireyin, toplumun kuruluşundan önce ve toplumun dışında bir değer ve varlığa sahip olduğunun kabul edilmediğini ifade etmektedir. Bireye varlık ve değer kazandıran, onun vicdan ve düşüncelerine yön veren ve yaşamını sürdürmesini sağlayan toplumdur. Bireyin çıkarları ancak toplumun genel çıkarlarının bir versiyonudur. 15 N.Haşim Sinanoğlu, faşizmde bireysel ve sınıfsal çıkarların farklılığını ve buna bağlı olarak rekabeti esas alan liberal toplum teorisinin reddedildiğini, faşizmde esas olanın ulusun çıkarları olduğunu, faşizmde ulusun, onu oluşturan topluluklardan bağımsız ve sonsuz bir gerçeklik olarak görüldüğünü, ulusun, mevcut topuluklardan daha yüksek amaçları ve hayatı olduğunu belirtmektdir. Roger Bourderon, ulusun ırkın maddî ve manevî değerlerinin en üstün bireşimi, bireysel ve toplumsal çıkarların kendisine sıkı sıkıya bağımlı olduğu aşkın bir varlık olduğunu, onun bireyler, gruplar ve sınıflar gibi bütün birleştirenlerden üstün olduğunu ve onların hiçbiriyle özdeşleştirilemeyeceğini, ulusun, ortak bir yazgıya sahip olduğunu, bireylerin, grupların ve sınıfların ancak onun bir fonksiyonu olduklarını belirtmektedir. Ayferi Göze de, faşizme göre ulusun, devlette somutlaştığını, devletin de ulusun hukukî kişiliğe bürünmüş hali olduğunu, ulusun yaşamının güvence altına alması ve zenginleşmesi için, devletin güçlü ve otoriter olması gerektiğini, devletin, bireylerin, meslek gruplarının ya da toplumsal sınıfların ötesinde kolektif yararı üstün tuttuğunu, faşizme göre toplumun ancak devlet sayesinde varlık kazandığını, diğer bir ifadeyle ulusun, devletin içeriği, devletin ise ulusun dış görünüşü, hukuki-siyasî kalıbı olduğunu, toplumu devletten, devleti de toplumdan ayırma imkânı olmadığını, devletin kendiliğinden oluşan sosyolojik ve tarihsel bir gerçek, organik ve biyolojik bir bütün olduğunu, yani devletin de kendine özgü bir hayatı, bireylerin amaçlarına nazaran daha üstün ve farklı amaçları olduğunu, liberalizmde olduğu gibi devletin, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini koruyan bir araç olmadığını, onun toplumun kendine özgü üstün amacının hizmetinde olduğunu belirtmektedir. Dolayısıyla toplum 15 A.g.tez, s . 11. Faşist devlette birey ve toplum anlayışı ile birey ve devlet anlayışı konusunda detaylı bilgi için bkz. Ayferi Göze; Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1980, s. 101-112. 19 tarafından denetime tabi tutulamaz ve hiçbir hukuk kaidesiyle sınırlanamaz. Aksine, devlet insanların görevlerini tayin eder, onları eğitir, yönlendirir ve cezalandırır. 16 Taha Parla, korporatizmin, bireysel ve sınıfsal çıkarları değil, meslekî çıkarların temsilini esas alan bir siyasî düzen öngördüğünü, Ayferi Göze de, korporatizmin, geniş anlamda kapitalist iktisadî sistem içinde bu sistemin aksayan yanlarını düzeltmek ve kapitalizmin yol açtığı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak için çalışanlar ve çalıştıranlar arasında işbirliğini organize eden bir ekonomik sistem olarak tanımlandığın belirtmektedir. Faşizmde, liberalizmde olduğu gibi birey, soyut bir varlık ve değer olarak kabul edilmez. Birey, devlet ve toplum için yerine getirdiği fonksiyonlar açısından ele alınır. Faşizmde bireyin devletin bir aracı olmasının bir olumsuzluk olmadığı söylenir. Birey devletin aracıdır ve ancak devlet de üstün bir amacın hizmetindedir, Bu üstün amaç, bireylerin de arzu ettikleri, vicdanlarında benimsedikleri amaçla özdeştir. Bu durumda bireyin devletin amaçlarına hizmet etmesi, aslında kendine hizmet etmesidir. Faşizmde bireycilik ve özgürlük toplumsal çatışmaya ve düzensizliğe neden olduğu için reddedilmektedir. Faşizm demokrasiyi de reddeder. Zira demokrasi özel çıkarların siyasallaşmasına imkân tanımakla ulusal çıkarın heba edilmesine neden olmuştur. Bu nedenle demokrasi ve parlemantarizm yozlaştırıcıdır. Faşizme gore kitleler, zaten kendi başlarına karar verecek yetkinliğe sahip olmadıkları için onlar adına ancak seçkin ve dâhi kimseler karar verebilir.17 Faşist korporatizmde devlet ve siyaset sadece topluma değil, ekonomiye göre de önceliklidir ve devletin işlevi, salt teşvik ve yol göstermeyle sınırlı değildir. Devlet, ekonomik ve kültürel yaşamın tamamını yönetir. Zira faşist devlet ve devletin güdümündeki parti, bütün kararların alındığı tek merkezdir. Korporasyonlar, devlet organizmasının organlarıdır. Faşizmde ulusun birliği ve bütünlüğü için iktisadî açıdan dayanışmanın gerçekleşmesi yetmez, fertler arasında düşünce birliğinin de sağlanması gerekir. Bu nedenle basın-yayın, film, müzik, spor tüm faaliyetler devletin kontrolüne alınmıştır. Tek ulus, tek devlet ve tek fikir faşizmin temel sloganıdır. Faşist parti göstermelik bir aygıt ve seçimler de sadece biçimsel düzeydedir. Her şeyden önce parti 16 A.g.tez, s . 11-12. 17 A.g.tez, s. 13-14 ve Göze; a.g.e, s. 108-116. 20 siyasal tartışmaların yapıldığı ve politikaların saptandığı bir zemin değildir. Kararlar dar bir kadro tarafından alınır, üyeler partinin politikalarının saptanmasına hiçbir şekilde katılmazlar. Parti, hiyerarşik ve otoriter ilişkilerin egemen olduğu bürokratik bir aygıttır. Seçimler ise bu kadronun belirlediği listenin onaylanmasından başka bir anlam ifade etmez.18 Ayşe Buğra, korporatizmin uygulamada farklı kombinezonlar içinde karşımıza çıkabildiğini, bunların faşist korporatist devlet ve solidarist koporatist devlet olarak ikiye ayrıldığını, korporatizmin solidarist ve faşist biçimleri arasındaki ayrımın, esas olarak birey-toplum ve devlet arasındaki ilişkilere yaklaşımlarındaki farklılıktan kaynaklandığını, korporatizmin her iki türünde de, bireyin birincil kategori olmasına karşı çıkıldığını, zira korporatizmde toplum ve toplumun çıkarının birincil kategori olduğunu, toplumun varlığını sürdürmesinin toplumdaki fertler arasındaki dayanışma ve işbirliğinin sağlanmasına bağlı olduğunu, liberalizmde ise çıkış noktasının, bireyin ve sınıfların çıkar ve düşüncelerinin farklılığı olduğunu, bu yüzden liberalizmin, toplumsal sorunların bu farklı çıkar ve grupların arasındaki sözleşmeye dayalı ilişkilerle çözülebileceği tezini içerdiğini, liberalizmin sınırlı bir devlet ve güçlü bir sivil toplum idealine dayalı olduğunu, oysa korporatizmin toplumu çoğulcu bir yapı olarak görmediğini, ulusal çıkarın son tahlilde devletin yerine getirebileceği bir işlev olduğunu, bu durumun korporatist yapılanmalarda güçlü ve otoriter bir devleti ortaya çıkardığını ifade etmektedir. Korporatizm salt olarak faşizme indirgenemez. Bir toplum felsefesi olan korporatizm yere, zamana ve nesnel koşutlara göre farklı biçimlerde kendini gösterebilir. Faşist korporatizm, korporatizmin en radikal biçimidir. Faşist korporatizmde birey, metafizikleştirilmiş bir ulus ve devlet içinde eritilir. Korporatizmin bu türünde devlet meslekî örgütleri, korporasyonları ve sivil toplumu kendi içine eritir. Bu organlar devletin sivil toplumu kontrol altına almasında birer araçtır. Parla, korporatizmin daha yumuşak biçimi olan solidarist korporatizmde meslekî grupların, birey ve devlet arasında bir tampon işlevi gördüğünü, korporatizmin iki türü arasındaki temel farkın, faşist korporatizmin liberalizmi tümüyle yadsımasına karşın, solidarist 18 A.g.tez, s. 14. 21 türün, bazı siyasal ve kültürel ideallerini koruduğu liberalizmi değiştirmek istemesi olduğunu belirtmektedir.19 Otoriter düşüncenin ve totaliter yönetimlerin teorik lideri olarak görülen Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin seçkinlerini fikrî yönden etkileyerek Türk modernleşmesinin simgesi haline gelmiştir. Rousseau, insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın uygarlık tarafından değiştirilmemiş doğal halinin birçok açıdan daha üstün olduğu fikri ve modern demokrasi anlayışına temel oluşturan Toplumsal Sözleşme öğretisiyle şöhret kazanmıştır. Devletçi anlayışının önde gelen savunucularından olan ve Genel İrade kuramıyla bilinen Rousseau’nun devlet-toplum-birey hakkındaki fikirleri, yönlerini Paris’e çeviren ve Cumhuriyetin temellerini bu düşünceler üzerine inşa edecek olan Jön Türkleri derinden etkilemiştir. Rousseau Devlet nasıl ortaya çıktı? sorusuna cevap verirken liberal düşüncenin kurucularında sayılan Locke gibi Toplum Sözleşmesi ile cevabını verirken, toplum sözleşmesinin nedeni hakkındaki ve Devlet nasıl olmalıdır?sorularına verdiği cevaplarla Locke ve Montesquieu gibi özgürlükçü ve birey haklarını savunan düşünürlerden net bir şekilde ayrılarak Hobbes’in de savunduğu devletçi bir yaklaşıı ele almaktadır. Devletçi anlayışa göre, devletin gücü sınırsızdır. Devlet ölümlü tanrıdır, ona karşı gelinmez. Devlet araç değil, amaçtır. Birey ise amaç için kullanılan ve harcanabilen araçtır. Hegel’in de belirttiği gibi devlete bağımlı olmayan bağımsız değildir. Devlet kutsanmıştır. Karl Schmitt’e göre devlet hukukun önündedir, hukuku oluşturan ise devlettir. Devlet istisnalara karar verir, hukuku askıya alabilir. Rousseau’ya göre birey hayatını devlete borçludur, prens (devlet) birine öl derse o birey ölmelidir. Çünkü yaşama hakkı, devletin bireye verdiği bir lütuftur. Devletçi yaklaşım, birey hak ve özgürlüklerini devlet karşısında görmezden gelir. Hukukun üstünlüğünü reddeder ve kanun çıkartanların hukuka bağlayıcı olamayacağını savunur. Devlet hukukta istisnalara karar verebilir ve bekası için hukuku askıya alabilir. Hikmet-i hükümet kavramını içselleştirir ve böylece çıkarlara dayalı icraatları meşrulaştırabilir.20 19 A.g.tez, s. 15. 20 Talha Can; “Rousseau’nun Türk Siyasî Yapısına Etkileri”, http://www.pakvizyon.com/?p=59. 22.01.2007. 22 Rousseau’nun egemenlik hakkındaki görüşleri devletçi olduğu kadar otoriterdir de. Güçler birliğini mutlak bir şekilde destekleyen Rousseau, siyasî farklılıklara, toplumdaki çeşitliliklere ve özellikle de siyasî partilere karşıdır. Solidarizm (Dayanışmacılık anlayışı) ile kuvvetler birliğine dolaylı yoldan katkı sağlamakta ve bu anlayışla mevcut otoritenin şekillenmesi desteklenmektedir. Savunduğu güçler birliği ve tek partili yönetim ile dolaylı yoldan paternalizmi (vesayetçilik) de öngörmektedir. Hikmet-i hükümet ile paternalizmi birleştirerek devletin istisna kullanıp hukuku askıya alabileceğini, bunu da beka adı altında meşrulaştırabileceğini, çünkü genel iradenin yanılmaz bir güç olduğunu savunmaktadır. Devletçiliğin İncil’i sayılan Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı kitabında Kutsal Devletin kurtarılması için demokratik düzene müdahale edilmesinin meşru olduğunu savunmuştur.21 2. AMAÇ Bu araştırmada, Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası döneme etkilerinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevap bulunmaya çalışılmıştır: - Türk modernleşme tarihinin başlangıcından ya da mutlakiyetten (ikinci) meşrutiyete geçen süreçte siyasî ve fikrî unsurlar ve gelişimi nelerdir? - Millî Mücadele döneminde I. Meclis eksenli olarak yaşanan siyasî gelişmeler, egemenliğin kayanağı ile kullanımında yaşanan büyük değişim neleri içermektedir? - Tek Parti Dönemi siyaset kültürü ve Tek Parti felsefesi ne şekildedir? - Çok partili dönemde yaşanan gelişmeler nelerdir? - Türk siyasî hayatının sentezindeki anahtar kavramlar nelerdir? - Türk siyasî hayatına ilişkin önemli bir gerçeklik olan aşkın siyaset neleri içermektedir? 21 Can; a.g.m. 23 3. ÖNEM Türkiye Cumhuriyeti’ndeki mevcut siyasî yapıyı ve siyasî kültürü sağlıklı bir şekilde algılayabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşanan hangi süreçler sonucu kurulduğunu, bu devleti kuran aktörlere ilham veren fikirlerin neler olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti’nde 1950 yılına kadar iktidarda kalan siyasî parti ve felsefe ile bunların çok partili demokratik hayat dönemindeki etkilerinin gerçekçi bir şekilde algılanması fevkalade önem arz etmektedir. Osmanlı Devleti’nin çağdaşlaşmak üzere Batılılaşmayı devlet politikası olarak benimsediği ve uyguladığı 19’uncu yüzyıl, devlet çapında yoğun bir modernleşme çabasına sahip olduğu için bu yüzyılı İlber Ortaylı’nın ifadesiyle İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı olarak değerlendirmek mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu esnada mevcut olan kurumlar da bahse konu dönemde başlatılan ve kesintisiz sürdürülen modernleşme çabaları esnasında kurulmuş olan müesseselerdir. Bugün nasıl ki dün ile ilişkili ise, 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı Devleti’nin en uzun yüzyılı ile yakından ilişkili idi. 19’uncu yüzyıl başında istikametini belirleyen çağdaşlaşma çabaları, 20’inci yüzyılın başında hızlanan siyasî şartlar sonucu 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan yeni Türk devletinde daha hızlı ve yoğun bir şekilde sürdürülmüştür. 23 Nisan 1920 tarihinde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisinde (birinci dönemdeki) Birinci ve İkinci Grup şeklindeki ayrışma, 1 Nisan 1923 tarihinde alınan milletvekili genel seçim kararı üzerine HaziranAğustos 1923 döneminde yapılan iki dereceli milletvekili genel seçimlerinin ardından Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (A-RMHG)’nun zaferiyle son bulmuştur. A-RMHG, 9 Eylül 1923 tarihinde Halk Fırkası (HF), Cumhuriyetin ilanı sonrasında da Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) adını almıştır. Devlet kuran bir parti olarak, özelde 1923-1950 arası döneme, genelde ise Türk siyasî hayatına ciddi anlamda etki etmiş bir siyasal kurum olan ve iktidarda bulunduğu 1923-1950 arası dönemde adeta devletle örtüşen CHF/CHP’nin icraatları sonucu ortaya çıkan siyaset kültürü, Türkiye’deki çok partili dönemdeki demokratik siyaset kültürünü önemli ölçüde etkilemiş, hala da etkilemeye devam etmektedir. Çok partili demokratik hayata geçilmesinden bu yana 60 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen Cumhuriyet henüz 24 işlevsel olarak demokrasiyle taçlandırılabilmiş ve demokratik siyaset kültürü konusunda henüz normalleşme sağlanabilmiş değildir. Bu durum Türkiye’nin 200 yıldan beri süregelen ve henüz arzu edilen seviyenin de yakalanamadığı çağdaşlaşma çabasını olumsuz yönde etkilemekte ve bu konuda da önemli ölçüde gayret israfına sebep olmaktadır. Zor bir coğrafyada konuşlu bulunan Türkiye’nin çağdaşlaşma çabalarının kesintiye uğramadan normal seyrinde devam edebilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin millî hedefi olan milletin refahı ve devletin bekası bakımından çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti bu millî hedefini elde gerçekleştirme konusunda Atatürk’ün Türk milletine işaret ettiği çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine yükselme ideali kapsamında dünü sağlıklı bir şekilde irdeleyerek, bugününü de doğru şekilde algılayarak, yarınlar için sağlıklı öngörülerde bulunabilme ve insan gücü başta olmak üzere millî güç unsurlarını rasyonel bir şekilde kullanabilme becerisini süratle elde edebilmelidir. Bu, Atatürk’ün veciz sözlerinde de ifadesini bulduğu üzere Cumhuriyetin ilelebet payidar kalması için önemlidir ve gereklidir. 4. YÖNTEM Türkiye’de Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrası dönem üzerinde etkisi hala da alabildiğine hissedilen önemli ve uzun vadeli etkilerini Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Gnkur. ATASE Başkanlığı Arşivi ve Millî Kütüphanede çalışmalarda bulunmak, TBMM Zabıt Cerîdelerini, yeni Türk devletinin kurulması ve takip eden aşamasında önemli roller üstlenmiş siyasî ve/veya askerî aktörlerin hatıratını, yerli ve yabancı telif ve tetkik eserleri, konuyla ilgili gazete ve dergi haber ve makaleleri ile internet dosyalarını esas alarak değerlendirmek çalışmanın ana konusunu teşkil etmektedir. 4.1. Verilerin Toplanması: Araştırmayla ilgili verileri 4’üncü maddede belirtilen kaynakları esas alarak değerlendirmek çalışmanın ana konusunu teşkil etmektedir. Önce mevcut kaynaklar belirlenmiş, ulaşılan kaynaklar okunmuş, bahse konu kaynakların konuyla ilgili kısımlarından not ya da fotokopi alınmış, takiben değerlendirilerek tahlil edilmiştir. Çalışmanın içeriğine uygun olarak, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü ile Gnkur. ATASE Bşk.lığı Arşivinde incelemelerde bulunulmuş ve konuyla ilgili kimi bilgiler edinilmiştir. 25 TBMM Kütüphanesi’nde bulunan Zabıt Cerîdelerinde 1’inci ve 2’nci devreye ait kimi bilgiler ile mikrofilm kısmında eski tarihli kimi günlük gazetelerin mikrofilmleri incelenmiştir. Millî Kütüphane’de yapılan inceleme sonucu çalışma kapsamına giren kimi anı, telif ve tetkik eserler ile eski yıllara ait bazı gazete ve dergilere ulaşılmış ve bunlardan gerekli notlar ve fotokopiler alınmıştır. Ayrıca Gnkur.Bşk.lığı, Harp Akademileri Komutanlığı, Hava Kuvvetleri Komutanlığı, Millî Güvenlik Kurulu, Hava Lojistik Komutanlığı ve Millî Güvenlik Akademisi Komutanlığı Kütüphanelerinde de gerekli incelemeler yapılmış ve konu kapsamına giren yerli ve yabancı eserler ve dokümanlar incelenerek gerekli bilgi ve notlar alınmıştır. Bilahare, toplanan bilgiler sanal ortamda (bilgisayar ortamında) fişler halinde kaydedilmiştir. 4.2. Verilerin İşlenmesi, Çözümü ve Yorumlanması: Belge ve diğer dokümanlardan elde edilen bilgiler, kaynakça belirterek ve konu tasnifi yapılarak sanal ortamda fişlenmiş ve ardından da sınıflandırma işlemine tabi tutumuştur. Fişlerin tasnifi ve mantıkî bir silsile içinde sıralanmasıyla çalışmanın ana başlıkları ve ana başlıklar altında yer alacak olan alt başlıklar belirlenmiştir. Başlıklarda ondalık sistem kullanılmıştır. Bu sistemde, bölüm ve alt bölümlerde rakamlar kullanılmış ve rakamlara göre sıralama yapılmıştır. Takiben bilgiler, konu başlıklarına göre sırayla ve araştırmanın amacına uygun olarak anlamlı hale getirilmeye çalışaılmıştır. Sanal fişlerdeki bilgiler yorumlanmış ve çalışmanın problemine çözüm önerisi getirebilmek için bütünleştirilmiştir. Araştırmanın sağlam kaynaklara istinat ettiğini göstermek ve bilginin doğruluğunu araştırmak isteyenler için dipnotlar kullanılmıştır. Dipnotlarda, Giriş bölümünden itibaren, sayfaların üst ortalarında 1’den başlayarak ardışık numaralar kullanılmıştır. (Örnek: 1, 2, 3, 4, … gibi) Çalışmada istifade edilen kaynağın kitap olması durumunda, dipnot olarak ifade edilirken; önce yazarın adı ve soyadı, eserin adı, kaçıncı baskı olduğu, (varsa) cilt no, (varsa) çevirenin adı, basım yeri ve tarihi, takiben de hangi sayfadan alındığı belirtilmiştir. (Örnek; Ayferi Göze; Liberal, Marksist, Faşist ve Sosyal Devlet Sistemleri, 1. Baskı, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1980, s. 101-112) Çalışmada istifade edilen kaynağın makale olması 26 halinde, dipnot olarak ifade edilirken, makale adı tırnak içinde yazılmıştır. (Örnek: Abdullah Alperen; “Osmanlı Devleti’nde Modernleşme ve Din”, Osmanlı Ansiklopedisi, C. 7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 212-213) Çalışmada istifade edilen kaynağın bir arşiv belgesi olması halinde, bahse konu arşiv belgesi dipnotlarda ifade edilirken satır sonundaki parantez içi ifadede de örneği görüleceği üzere koyu renkle kutu numarası ve gömlek numarası belirtilerek yazılmıştır. (Gnkur.ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 4, Gömlek No: 92) Yazım işlemi tamamlandıktan sonra araştırma metni okunarak düzeltilmiş, ardından da araştırma sonucunda varılan sonuç ve değerlendirme kısmı kaleme alınmıştır. 5. SINIRLILIKLAR Araştırma süresince elde edilen veriler; konu, zaman ve mekan açısından şu sınırlılıklar (kısıtlar) içerisinde değerlendirilmiştir. 5.1. Araştırmanın Konu Bakımından Sınırlandırılması: Bu araştırmada Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerinin ortaya konulması için, konu, (yukarıda) italik olarak belirtilen bağlamda sınırlandırılmıştır. 5.2. Araştırmanın Mekan Bakımından Sınırlandırılması: Bu araştırmada Türk modernleşme tarihi boyunca seçkinlerin, bürokratların ve aydınların (yurt dışına kaçan Jön Türkler de dâhil olmak üzere) siyaset yaptıkları Osmanlı coğrafyası, yurt dışına kaçan Jön Türklerin muhalefetlerini sürdüğü kimi ülkeler ve Cumhuriyet Dönemi Türkiyesi ile mekanen sınırlandırılmıştır. 5.3. Araştırmanın Zaman Bakımından Sınırlandırılması: Bu araştırmada genel olarak Türk modernleşmesi kapsamındaki zaman limiti dikkate alınmıştır. Konular anlaşılma kolaylığı olması için kronolojik sırada ele alınmıştır. Bu çerçevede; bir yandan somut tarihî olaylar ele alınırken, bir yandan da bu olaylarla eşzamanlı olarak o zamanın ruhuna hakim olan olaylar siyasî ve fikrî açıdan ele alınmıştır. 27 Bu yöntemin tercih edilmesinin gerekçesi ise, tez bağlamında ele alınan soyut olayların daha bir anlaşılabilir ve anlamlandırılabilir olması ile konuya ilişkin yorumların incelenen dönemdeki siyasî olaylarla da ilişkilenin daha sağlıklı bir şekilde ortaya konulmasına imkân sağlayabilmektir. 6. KONU İLE İLGİLİ ARAŞTIRMALAR Bu çalışmanın konusu Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerinin ortaya konulmasıdır. Bu konuda yapılan çalışmalar incelendiğinde, mevcut çalışmaların konunun bütününü kapsayacak mahiyette (Türk modernleşme tarihi bağlamında) değil de, sadece bir parçasını (Tanzimat modernleşmesi, Jön Türkler Dönemi, II. Abdülhamit Dönemi, II. Meşrutiyet Dönemi, İvT Dönemi, Tek Parti Dönemi, Menderes ya da DP Dönemi) ya da Türk modernleşmesini belli kavramlar (Şerif Mardin’in merkez-çevre, Emre Kongar’ın devletçi-seçkinciler ile gelenekçi-liberaller ve İdris Küçükömer'in İslamcı-Doğucu Cephe ile Batıcı-Lâik Cephe yaklaşımı) bağlamında ele alan çalışmaların bulunmakla birlikte Tek Parti Dönemi siyaset kültürünün sonrasına etkilerini modernleşme tarihi bağlamında ve uzun soluklu olarak ele alan bir çalışmaya, oldukça geniş bir kaynakça içeren bu araştırma süresinde rastlanmamıştır. 28 BİRİNCİ BÖLÜM MUTLAKİYETTEN II. MEŞRUTİYET’E (İNKILAB-I AZÎME’YE) GİDEN SÜREÇ 1.1. MUTLAKİYETTEN I. MEŞRUTİYET’E UZANAN YOL 1.1.1. Yeniden Yapılanmaya Yönelik Gayretler Bir devletin ya da toplumun yenileşme hareketlerinin başlangıcıyla ilgili olarak kesin bir tarih belirlemek oldukça güç bir iştir. Zira toplumlar dinamik bir yapıya sahip oldukları gibi, az ya da çok sürekli de değişim içindedirler.Dolayısıyla toplumları hiç değişmiyormuş gibi durağan bir yapıda düşünmek doğru değildir. Her şeyden önce toplumları oluşturan insan unsuru değişmekte ve yenilenmektedir.22 Osmanlı Devleti, tarih sahnesine çıkışından bu alanı terk edene dek sürekli bir değişim, gelişim ve yenileşme içerisinde olmuştur.23 Bu çerçevede Osmanlı modernleşmesine ilişkin çalışmalarda kesin bir tarih belirlemek zorlaşmaktadır. Bunu Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerine kadar geri götürenler de vardır. Ancak bu değişim, gelişim ve yenileşme hareketlerinin sistemli bir hareket olarak başlaması 18’inci yüzyılın başlarından itibarendir.24 Yeni Avrupa, Fatih’in İstanbul’u fethettiği esnada doğmaya başlamış, Kanunî zamanında ise kendisine özgü yönünü ve rengini almıştı. Takip eden bir asır zarfında ise Batı, Osmanlı’ya nazaran göreli olarak ilerlerken, Osmanlı Devleti de göreli olarak yavaşlamaya ve/veya gerilemeye başlamıştı. 1683 yılında Viyana önlerinde ve takip eden 16 yıl zarfında 22 Abdullah Alperen; “Osmanlı Devleti’nde Modernleşme ve Din”, Osmanlı Ansiklopedisi, C. 7, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 212. 23 Ertuğrul Zekai Ökte; Türk Düşünce ve Hayat Tarzının Tarihi Gelişimi, Tarihi Araştırmalar ve Dokümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı Yayını, İstanbul 1995, s. 262. 24 Alperen; a.g.m., s. 212. 29 yaşanan yenilgiler, her ne kadar askerî boyutlu hadiseler gibi görülse de, bu durum Avrupa’nın sadece askerî sahada bir üstünlüğünün sonucu değil, bunun da ötesinde Rönesans ve Reform sürecini çoktan geride bırakan ve Aydınlanma sürecini yaşamakta olan Avrupa’nın ekonomide, ilimde, fende ve teknikte ileri olmasının bir sonucuydu. Yaklaşık 100 yıldır Avrupa’daki gelişmelere bigane kalan Osmanlı Devleti, Viyana Bozgununu izleyen yıllarda, Avrupa’daki gelişmeleri daha yakından izlemek gerektiğini acı bir şekilde anlamış oldu.25 Burada etkili olan faktör, Osmanlı’nın artık geri kalmışlığının farkında oluşudur. Kimi yüzeysel tedbirler alınarak devletin idarî yapısı, askerî, siyasî, sosyal ve ekonomik kurumlarındaki bozulmaların düzeltilemeyeceği ve en önemlisi devletin çöküşünün durdurulamayacağı artık devlet ricali tarafından anlaşılmış bulunmaktadır.26 17’inci yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti ile Avrupa arasında kapatılması güç bir uçurum meydana gelmişti. Bunun ilk yansıması Viyana Bozgunu nedeniyle askerî alanda görülür. Viyana Bozgunu’ndan Karlofça Barış Antlaşması’na kadar alınan yenilgiler nedeniyle 18’inci yüzyılda öncelikle askerî alanda olmak üzere bünyeye uygun yenilikler ve ıslahatlar yapılmıştır.27 18’inci yüzyıl içinde yapılan yenilik ve değişim çabaları kapsamında; Paris’e sefir olarak gönderilen Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin Sefaretnamesini28, 1757 yılında 25 Metin Kunt; “Siyasal Tarih (1600-1789)”, Türkiye Tarihi, C. 3, 7. Basım, Cem Yayınevi. İstanbul 2002, s. 43. 26 Alperen; a.g.m., s. 212. 27 18’inci yüzyıldaki yenileşme çabaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Alaattin Yalçınkaya; “XVIII. Yüzyıl: Islahat, Değişim ve Diplomasi Dönemi (1703-1789)”, Türkler, C. 12, 7. Baskı, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 479-511. Yirmisekiz Mehmet Çelebi ve diğer sefirler tarafından yazılan sefaretnameler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Belkıs Altıniş Gürsoy; “Sefaretnameler”, Türkler, C. 12, s. 582-591 ve Faik Reşit Unat; Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri, TTK Basımevi, Ankara 1987, s. 53, 102, 112 ve 154. 28 Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin (ve heyetinin) Paris’e sefir olarak bulunduğu döneme ilişkin gözlemleri içeren Sefaretname isimli eseri Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı etkilemiş ve Lale Devrindeki icraatlar için ilham kaynağı olmuştur. Bkz. Meydan Larousse Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C. 12, Meydan Yayınevi. İstanbul 1990. s. 809. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'yi Paris'e elçi tayin ederken verdiği talimatta kalkınma vasıtaları ve eğitim sistemi konusunda bigi edinerek, uygulanabilir olanların bildirilmesi isteği yer alıyordu. Bu sadrazam sayesinde Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin oğlu Sait Efendi ve İbrahim Müteferrika ilk matbaayı kurdular. Bkz. Avni Özgürel; “Üçüncü Meşrutiyet” Radikal, 22.11.1999. 30 Avusturya’ya cülus tebliği için gönderilen Ahmet Resmi Efendi’nin Sefaretnamesini29, 1791 yılında Viyana’ya sefir olarak gönderilen Ebubekir Ratib Efendi’nin Sefaretnamesini30, Katip Çelebi’nin Cihannüma (Dünyayı Gösteren) ve Mîzanü’l Hak fî İhtiyar-il Ahlak31 (En Doğruyu Seçmede Gerçek Ölçü) adlı eserlerini, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesini, Saray’ın müsaadesi sonucu 1727 yılında İbrahim Müteferrika32 ve Sait Efendi33 marifetiyle matbaanın faaliyete geçmesini, Humbaracı Ahmet Paşa34 (1675-1745) 29 Ahmet Resmi Efendi’nin Sefaretnamesi, Avusturya İmparatorluğu’nun idarî ve ekonomik yapısı hakkında bilgi veriyor, devletin aldığı tedbirleri sıralıyordu. Bkz. Süleyman Hayri Bolay; “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türk Düşünce Tarihi”, Türkler, C. 14, s. 516. 30 1791 yılında III. Selim tarafından Avusturya hakkında bilgi toplamak üzere sefir olarak Viyana’ya gönderilen Ebubekir Ratib Efendi, Mayıs 1791’de görevini tamamlayarak geri döndü. Avusturya ve genel olarak Avrupa’daki toplum hayatı ve askerî sistem hakkında iki ayrı sefaretname yazdı. Bunlardan birincisi olan Büyük Layiha’da Avusturya Devleti’nin askerî teşkilatı ve sosyal yapısı ayrıntılı olarak ele alınmış, ekonomisiyle ilgili bilgiler verilmiş, ayrıca diğer Avrupa devletlerinin askerî durumlarından da söz edilmiştir. Bu layihada verilen bilgilerden, III. Selim tarafından hazırlanan Nizam-ı Cedit programında faydalanılmıştır.. Bkz. Sina Akşin; “Siyasal Tarih (1789-1807)” Türkiye Tarihi, C. 3, 7. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul 2002, s. 78-79 ve TDV Diyanet Ansiklopedisi, C. 10, Güzel Sanatlar Matbaası, A.Ş. İstanbul 1994, s. 277-278. 31 1656 yılında yazılan Mîzan-ül Hak fî İhtiyar-il Ahlak adlı eser Katip Çelebi (1609-1657)’nin son eseri olup, çağında şiddetli tartışmalara yol açan birtakım konuları pozitif düşünceyle aydınlatmak üzere yazmıştır. Bkz. Meydan Larousse. Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C. 7, Meydan Yayınevi. İstanbul 1990. s. 83 ve Katip Çelebi; “Mîzanü’l Hak, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980. 32 Osmanlı Devleti’nde ilk kez matbaayı kurup çalıştırmış ve kitap basımını geliştirmiş olan İbrahim Müteferrika, düşünce tarihimizde de Usul’ül Hikem fî Mîzanü’l Ümmen (Milletlerin Düzeninde İlmî Usuller) adlı eseriyle yerini almıştır. Yazar bu kitapta, modern devletlerin yeni ve akli yöntemlerle idare edildiğini, devlet idaresinde bilimin, özellikle coğrafya biliminin önemini belirtmekte, Amerika’nın keşfiyle Avrupalıların İslam dünyasını kuşatmaya kuşatmaya başladıkları uyarısını yapmakta ve geri kalışımızın sebeplerini (kanunların uygulanmaması, idarenin ehil kimselere verilmemesi, âlimlerin düşüncelerine tahammül edememek, askerin yeni tekniklerden yoksun oluşu ve rüşvet alması, devlet parasını kötüye kullanmak ve dış dünyadaki gelişmelerden haberdar olmamak) saymaktadır. Bkz. Bolay; a.g.m., s. 516. Matbaa bizde 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvasıyla İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş ve 11 yüksek rütbeli ulema takriz yazarak matbaayı desteklemiştir. Ama matbaanın gelişmesi için, okul kitapları ve gazete gibi modernleşme sürecinin ihtiyaç yaratması gerekmiştir. (Matbaa konusunda, A.Cihan'ın araştırması da göstermektedir ki, 250 yıllık gecikmemizin sebebi din ve ulema değil, teknik gerilik ile matbaaya toplumsal talebin olmamasıdır.) Bkz. Ahmet Cihan; Reform Çağında Osmanlı’da İlmiye Sınıfı, Birey Yayınları. İstanbul 2004. s. 131-133. Osmanlı bürokrasisinde birçok görevde bulunan İbrahim Müteferrika sadece bir matbaacı değil, aynı zamanda 18’inci yüzyılın en önemli Osmanlı aydınlarındandı. 1731 yılında Padişah I. Mahmut'a sunduğu bahse konu eserinde Avrupa'daki devlet yönetimi şekilleri monarkiya, aristokrasiya ve demokrasiya başlıklarıyla üç gruba ayırır. Eserde ayrıca fizik, astronomi ve coğrafya ilimlerinin devlet yönetimindeki önemi üzerinde durarak, bu ilimlerin gelişmediği bir ülkede sağlam bir devlet düzeninin kurulamayacağını söyler. Bunun yanında ilk defa Nizam-ı Cedid, yani Yeni Düzen tabirini kullanarak Osmanlı Devleti'nin de 18’inci yüzyıl Avrupa'sında gelişen yeni askerlik düzenlerini mutlaka alıp uygulaması gerektiğini ifade eder. Bkz. Erhan Afyoncu, “Osmanlı'nın İlk Matbaasının Sırları Çözüldü”, Bugün, 29.10.2006. 33 Sait Efendi, ilk Paris sefiri olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğludur. Bkz. Meydan Larousse. Büyük Lügat ve Ansiklopedi, C. 12, s. 809. 31 tarafından Humbaracı Ocağının (Topçu Okulunun) ve Hendesehane (Mühendishane) adlı ilk askerî fen okulunun açılarak faaliyete geçmesini, Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa tarafından Tersane’nin ıslah edilmesini, 1776 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun35 (Deniz Mühendislik Okulu)’un kurulması, Baron de Tott36 (1730-1793) yardımı ile 1776 yılında Tersane Mühendishanesi ile 1784 yılında İstihkam Okulu’nun faaliyete sokulmasını, Tophane’nin ıslah edilerek yeni toplar dökülmesini, Baruthane’nin düzene sokulmasını, yine yabancı uzmanlardan faydalanarak 1795 yılında Mühendishane-i Berr-i Hümayun (Kara Mühendislik Okulu)’un kurulmasını ifade etmek mümkündür. 18’inci yüzyıldaki ıslahat hareketleri üç aşama ve üç ayrı zaman kesitinde başladı, devam etti ve birbirini tamamladı. Bunlar; Karlofça Antlaşması’ndan 1730 tarihinde gerçekleşen Patrona Halil İsyanı’na kadar olan ve Lale Devrini de kapsamına alan ıslahat hareketleri, 1730 yılından 1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar olan ıslahat hareketleri, üçüncüsü ise 1774 yılından asrın sonuna kadar sürdürülen ıslahatlardır.37 Lale Devrinde başlayan Batıya yönelme ve modernleşme hareketleri Sultan III. Selim 34 Fransız Ordusunun değerli subaylarından biri olan Kont Claude Alexandra Comte de Bonneval , Fransa kralı XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusturya'ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve Osmanlı Devleti’ne karşı savaşmış bir generaldi. Prens Eugene ile rekabeti nedeniyle hapse atılmasının ardından 1727 yılında Venedik’e kaçmış, 1729 yılında’da Bosna’ya geçmişti. I. Mahmut döneminde İstanbul’a gelen Bonneval, Humbaracı Ocağı’nın komutanlığına getirilmiştir. Takiben müslüman olmuştur. Humbaracı Ahmet Paşa, humbara yapımı ve atımının yanısıra askerî yürüyüş ve talimlerde de Batı örneğini yerleştirmek istemiştir. Humbaracı Ahmet Paşa'nın oğlu da din değiştirerek Süleyman Paşa adını aldı. Humbaracı Ahmet Paşa'nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı'nda Humbarahane ve Hendesehane adlı bir askerî okul açıldı. Humbaracı Ahmet Paşa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Gürsoy; a.g.m., s. 582-591. TDV İslam Ansiklopedisi, Humbaracı Ahmet Paşa, C. 18, s. 351-357 ve Frédéric Hitzel;Fransız Gözüyle Osmanlı: Bonneval Kontu Ahmet Paşa, Popüler Tarih, Ekim 2006, S. 74, s. 41-45. 35 Mühendishane-i Bahri-i Hümayun, Osmanlı Devleti’nde ilk kez Batılı anlamda mühendislik eğitimi vermek ve deniz subayı yetiştirmek üzere açılan bir okuldur Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Meydan Larousse. Büyük Lügat ve Ansiklopedi. C. 9, s. 128 ve TDV İslam Ansiklopedisi, C. 25, İstanbul 2002, s. 15-19. 36 18’inci yüzyılda Fransa tarafından Osmanlı Ordusunda yenilik yapmak üzere görevlendirilen Macar asıllı Fransız subay ve diplomat François Baron de Tott (1733-1793), Humbaracı Ahmed Paşa'nın izinde yürüyerek Osmanlı Ordusunda bazı yenilikler yapmaya çalıştı. Baron de Tott hakkında ilave bilgi için bkz. Taha Akyol; “Din, Bilim ve Düşünce”, Bilim ve Yanılgı, 3. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1988, s. 21-22. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul 1992, s. 83-84 ve Niyazi Berkes; Türk Düşününde Batı Sorunu, 1. Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1975, s. 23. 37 Ökte, a.g.e., s. 262. 32 (1789-1807) zamanında daha da belirgin hale gelmişti.38 III. Selim, Batının hükümet sistemleri, toplum fikri ve siyasal düşünceleri konusunda bilgi edinmeye çalışmıştır. Yenileşme arayışları içinde Osmanlı Devleti ilk daimî elçiliğini 1793 yılına Londra’da açmış, arkasından Paris, Viyana ve Berlin Sefaretleri açılmıştır. Bu elçilikler, Batıya açılan pencerelerdi. III. Selim’in bu diplomasi hareketlerinin amacı Batıyı üstün kılan değerleri öğrenmekti. Çünkü ferdi kahramanlığı esas alan Osmanlı Ordusu 1774 yılında mağlup olmuştu. Önceki birtakım mağlubiyetler de Ordu bünyesinde yenilenmeyi zorunlu kılıyordu. Böylece Osmanlı Devleti, modern askerî stratejileri ve taktikleri uygulayabilen, hareket kabiliyeti yüksek, disiplinli bir bir orduya sahip olmanın yollarını aramaya başladı. Modernleşme sürecinin temelinde bu gerçek yatmaktadır. Ama işin başka boyutları da vardır. Çünkü bu amacın gerçekleşmesi; güçlü ve merkezî bir devlet idaresine, güçlü bir maliyeye, güçlü bir ekonomik yapıya ve çok pahalı ekonomik yatırımları yapmaya bağlıydı. Dolayısıyla, askerî reformlar, önemli ölçüde çok boyutlu reformlara kapı aralamaktaydı. 39 Yeniden yapılanma kapsamında ilk neden ve çözüm olarak ordu üzerinde durmuştur. Mevcut ordunun yenilenmesinin güç olacağı değerlendirilerek ilk düzenli ordu olan Nizam-ı Cedit kurulmuş ve böylece artık denetlenemez hale gelen Yeniçeri Ocağı karşısında, Padişah, kendisine bağlı ve mutlak denetim yetkisine sahip olduğu bir askerî güce sahip olmuştu. Bu çabalar sonucu elde edilen başarılar, 1807 tarihli Kabakçı Mustafa İsyanı’yla yok olmuş, Padişah III. Selim de asiler tarafından katledilmiştir.40 Sonuç olarak, 18’inci yüzyılda yapılan yenilikler, Osmanlı Devleti’nin kendi tarih ve kültüründen esinlenerek yapılmış olup, ağırlıklı olarak askerî alanla sınırlı olmuştur. 1.1.2. Değişimin İstikametinin Belli Olması: Batılılaşma 18’inci yüzyıl boyunca devam eden ıslahat çalışmalarını Sultan III. Selim (07.04.1789 29.05. 1807) de sürdürmüş ve daha ileri noktalara vardırmıştır. III. Selim 18’inci 38 Besim Özcan; “Sultan III. Selim Devri Islahat Hareketleri”, Türkler, C. 12, s. 671-683. 39 Bolay; a.g.m., s. 516-517. 40 Osman Metin Öztürk; Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, 1. Baskı, Ankara 1993, s. 35. 33 yüzyılın ıslahatçı geleneği içinde yetişmiş ve daha veliahd iken (ihtilal öncesi Fransa’nın son kralı olan) XVI. Louis ile yapılabilecek ıslahat konusunda gizlice mektuplaşmış ve ondan tavsiyeler almıştı. Bu davranış, III. Selim’in seleflerinden daha ileri gitmek niyetinde olduğunu göstermekteydi.41 III. Selim tahta çıktığında, Osmanlı Devleti 1787 yılında Rusya ile, ertesi yıl da Avusturya ile başlamış bir savaşın içindeydi. III. Selim savaş sona ermeden ıslahat sorununa el attı. 1791 yılında Avusturyalılar ile yapılan Ziştovi Barış Antlaşması’nın ardından Ebubekir Ratib Efendi’yi sefir olarak Viyana’ya gönderdi. Görevi, Avusturya hakkında bilgi toplamak olan Ebubekir Ratib Efendi, Mayıs 1791’de görevini tamamlayarak geri dönünce Avusturya ve genel olarak Avrupa’daki toplum hayatı ve askerî sistem hakkında hazırladığı 500 sayfalık Sefaretnamesini III. Selim’e takdim eder. Bu Sefaretnamenin III. Selim’i nasıl ve ne ölçüde etkilediği bilinmemekle birlikte, Padişah 1791 yılı sonbaharında devletin çeşitli kesimlerinden yirmi iki kişiden (yirmisi Müslüman, biri yerli Hıristiyan, biri de yabancıydı.) devletin zaaf nedenlerini ve alınması gereken ıslahat tedbirleri hakkında görüş ister. Sonuç olarak ortaya layiha adını taşıyan yirmi iki adet rapor çıkar. Başarısız geçen savaş da daha yeni bitmiş olduğu için, askeri ıslahat, üzerinde en çok durulan konuydu. Herkes durumdan şikayetçi olmakla birlikte; kimileri Kanun-i Kadim dönemine dönmeyi, 41 Akşin, a.g.m., s. 77. Dünya sistemi değişmekteydi ve Batı giderek artan bir tempoda meydan okumaya yönelmişti. Geleneksel kurumlar ve yöntemlerle bu meydan okumaya karşı koymak, çekilmeyi ve küçülmeyi durdurmak imkânsız görünüyordu. Asırlardır rekabet halinde olduğu Batı karşısında savaş meydanlarında uğranılan başarısızlıkların askerî alanla sınırlı olmadığını anlamak zor değildi. Bkz. Davut Dursun; “Klasik / Geleneksel Sistemden Modern Sisteme Geçiş Çabaları”, Türkler, C. 14, s. 581-582. III. Selim’in biyografisi için bkz. Erik Jan Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, (Çeviren: Yasemin Saner Gören) İletişim Yayınları, 19. Baskı, İstanbul 1995. s. 496-497. III. Selim döneminde yapılan ıslahat çabaları için bkz. İlhan F. Akın; Türk Devrim Tarihi, 4. Baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 1989, s. 6-11. Halil İnalcık’ın belirttiği gibi, Osmanlı Devleti’nde yükselme devrinde yönetim ihtiyaçları artmış, Devletin geniş sınırlara sahip olduğu dönemde idarî işleri düzenleme gereği ve büyüyen malî problemleriyle başa çıkma çabası, tedricen gelişip profesyonelleşen bir bürokratik kurumlaşmayı meydana getirmiştir. Bir yandan kurallara bağlılık, diğer yandan yönetim mekanizmasındaki bu nispî uzmanlaşma ve profesyonelleşme 16. yüzyılda Osmanlı bürokrasisinin patrimonyal-kişisel yönetim modelini aşarak bürokratik yönetim modeline doğru evrildiğini gösterir. Bu modelde, sultanî patrimonyalizmin aksine, bürokrasinin sultan karşısında belli bir özerkliği (kamusallığı) vardır ve objektif kurallara bağlı olarak uzmanlaşmış elemanlar tarafından yürütülmektedir. Cornell Fleischer ve S.N. Eisenstadt gibi araştırmacılar da bu görüştedir. Carter V. Findley, III. Selim’in tahta geçmesiyle Islahat (reform, modernleşme) Devrine girildiğini ve bürokrasinin karakterinin değişmeye başladığını, artık patrimonyal bürokrasiden hukukî-rasyonel bürokrasiye doğru bir evrimleşmenin başladığını, bunun, aynı zamanda bürokratik hizmet anlayışının sekülerleşmesini ifade ettiğini belirtmektedir. Bkz. Taha Akyol; Osmanlıda ve İran’da Mezhep ve Devlet, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1999, s. 182-183. Osmanlı Devleti’ndeki patrimonyal sistem konusunda bilgi için bkz. İnalcık; a.g.m. 34 kimileri de eski kurumların tasfiye edilip bunların yerine yepyeni kurumlar teşkil edilmesini tavsiye etmekteydi. Tabii ki Yeniçeri Ocağı’nın çağdaşlaştırılması gerektiğini ileri süren ortalama çözümler de vardı. III. Selim, ihtilal öncesindeki Fransa Kralı XVI. Louis’nin tavsiyeleri, Ebubekir Ratib Efendi’nin Sefaretnamesi ve layihalardan hareketle kendi düşüncesine paralel insanlara makam ve mevki verip Nizam-ı Cedit adlı ıslahat projesini başlattı. III. Selim’in, başlattığı ıslahat için kullandığı bu deyim ilham kaynağını apaçık ortaya koymaktaydı. Çünkü Fransa, İhtilalin getirdiği düzene Yeni Düzen adını takmıştı.42 III. Selim’in de, başlatmış olduğu ıslahat programı için aynı adı benimsemiş ve kullanmış olması değişimin istikametini de belirledi. Değişimin istikameti ve bu konuya ilişkin resmî politika Batılılaşma 43 şeklinde belirlenmiş oluyordu. Nizam-ı Cedit, III. Selim’in, Osmanlı Devleti’ni Avrupa’nın ilim, sanat, tarım, ticaret ve medeniyete yaptığı ilerlemelere ortak yapmak için giriştiği yenilik hareketlerinin bütünüdür. III. Selim’in Nizam-ı Cedit’i esas olarak çağdaş Avrupa modeli üzerinde uzun süreli hizmete dayalı yeni süvari ve topçu birlikleri kurmak için 1792 ve 1973’te çıkarılan fermanlardan oluşuyordu. Başlangıçta İstanbul’da bulunan 1.600 subay ve askerden oluşan bir tek alay vardı. 1806 yılı sonlarında Anadolu ve Balkanlar’da oluşturulan askerî birliklerle 22.700 asker ve 1.600 subaya çıkarılan sayı dikkat çekicidir.44 1807 Mayıs ayında Kabakçı Mustafa öncülüğünde gelişen bir isyanın ardından III. Selim’in hal edilmesi sonucu Ordunun modernleşmesini öngören bu reform hamlesi akim kalmıştır. 1700-1789 döneminde olduğu gibi III. Selim döneminde (1789-1809) de reformlar ağırlıklı olarak askerî alana yöneliktir. II. Mahmut’tan itibaren, çağdaşlaşma sorunu artık sadece 42 Akşin; a.g.m., s. 77-78. III. Selim’den önce imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile III. Selim döneminde gerçekleşen Napolyon’un Mısır’ı işgali (1798-1801) Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin ne denli vahim boyutlara ulşatığını gösteriyordu. Bu gerilemenin durdurulması için bir an önce tedbir alınması, düzenin yeniden yapılandırılması veya Nizam-ı Cedid’in kurulması gerekiyordu. III. Selim’i çabaları aslında devletin gerilemesinin durdurulmasına ve problemlerini çözemeyen geleneksel sistemi problem çözer hale getirme amacına yönelik çabalardı. Aslında gerileme ve çöküşün sadece askerî alanda değil, idarî ve sosyal alanda da durdurulması gerektiğine işaret ediyordu. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 584. 43 Osmanlı’daki Batılılaşma süreci hakkında detaylı bilgi için bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, s. 148186. 44 William Hale; 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset (Türkçesi: Ahmet Fethi), 1. Baskı, Hil Yayınları, İstanbul 1996, s. 15. Nizam-ı Cedit hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi C. V, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 13-76 ve Besim Özcan; “III. Selim Devri Islahat Hareketleri” (Nizam-ı Cedit), Türkler, C. 12, s. 782-804. 35 askerî yenileşme işi olmaktan çıkmış, çok daha farklı alanlarda ve çok kapsamlı olmaya başlamış, daha hızlı ve somut bir hale gelmişti.45 1.1.3. Sened-i İttifak’tan Tanzimat’a Uzanan Yol 18’inci yüzyıla girerken askerî teşkilatın bozulması neticesinde, devletin merkezî otoritesi zayıflamıştı. Mültezimlerin reayayı ezmeleri nedeniyle, devlet vergi toplama işini mahallî eşrafa devretme siyasetini gütmüş, bu da ayan46 denilen güçlü ve nüfuzlu bir zümrenin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Yerli halk arasından veya dışardan gelip halka söz geçirebilecek durumdaki kimselerden meydana gelen ayanların nüfuzları zamanla daha da artar. Yeniçeri ve tımar sisteminin bozulması sebebiyle, ihtiyaç duyduğu askeri temin edemeyen devlet de, ayanların nüfuzundan faydalanma yoluna gitti. 1767-1774 OsmanlıRus Savaşı sırasında Hükümet, kaza merkezlerinde idareyi ele geçirmiş olan ayan ve mütegallibeye başvurarak para ve asker teminine çalıştı. Bu durum, ayanlar üzerindeki İdarenin kontrolünün kalkmasına sebep oldu ve mütegallibe de taşrada İdareye tamamen hakim oldu. Nizam-ı Cedit’i tasvip etmeyen Yeniçeriler, 1807 yılı Mayıs ayında III. Selim’i tahttan indirip zindana attılar ve yerine de amcasının oğlu IV. Mustafa’yı (29.05.1807-29.07.1807) geçirdiler. Saray’da önde gelen reformcular, isyancılar tarafından bertaraf edilmişlerdi. Fakat yandaşlarının pek çoğu o sırada Balkanlarda Ruslar’a karşı savaşmaktaydılar. Bunlar Başkent’ten uzakta, 1767-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ünlü paşası olan ve o zamandan beri Tuna’daki ikametgahına çekilen ve Alemdar Mustafa Paşa’nın etrafında toplandılar. Yeni Sultan IV. Mustafa da isyanı gerçekleştiren ve çatışma halindeki hiziplerin elinde bir 45 III. Selim ve II. Mahmut dönemleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Stanford J. Shaw; “Osmanlı İmparatorluğunda Geleneksel Reformdan Modern Reforma Geçiş: Sultan III. Selim ve Sultan II. Mahmut Dönemleri”, Türkler, C. 12. s. 609-628. II. Mahmut’un biyografisi için bkz. Zürcher, a.g.e., s. 496-497. 46 Ayan: Bir memleketin ileri gelenleri. Eşraf (Taşranın İleri Gelenleri). Muteberan (İtibarlı Kişiler). Bkz. Şemsettin Sami; Kamus-ı Türkî. Tercüman Gazetesi Yayını, İstanbul 1985, s. 71. Osmanlı Devleti’nde şehir ve kasabalarda devlet ile halk arasındaki ilişkileri düzenleyen kimselere verilen ad. Tarihi belgelerde voyvoda, mütesellim, muhassıl, mutasarrıf ve vali olarak görülen yerli hanedanlar aynı zamanda ayan, derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmektedir. Ayrıca kadı, müftü, müderris gibi ilmiye mensupları, kethüdayeri ve yeniçeri gibi kapıkulları ve bunların emeklileri ile çocukları, esnafın önde gelenleri, kimi tüccar ve mültezimler de ayandan sayılmıştır. Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, “Ayan”, C. 4, İstanbul 1991, s. 195-196. 36 kukladan ibaretti. 1808 yazında Balkanlar’daki Nizam-ı Cedit birlikleri ile Balkan vilayetlerinde bulunan ayanın birleşik kuvvetleri Alemdar öncülüğünde İstanbul’a yürüdü.47 Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim’i tekrar tahta geçirmek için 28 Temmuz 1808’de Bâb-ı Âlî’yi basıp sadaret mührünü ele geçirdi. Fakat bu arada IV. Mustafa da III. Selim’i boğdurttu. Bunun üzerine Alemdar Mustafa Paşa da, Şehzade Mahmut’u sultan ilan etti. II. Mahmut’un başa geçmesinden sonra Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve devlete çekidüzen verilmesi için çalışmalara başlandı. Rumeli ve Anadolu’daki ayanlar çağrılarak Meşveret-i Amme adı verilen büyük bir toplantı yapıldı. Yeniçeri Ocağı’nın düzeltilmesi ve düzenli şekilde eğitilmesi için karar alındı. Alemdar Mustafa Paşa, çok sayıda askeriyle İstanbul’a gelmiş olan ayanlar ile devlet arasındaki ihtilaf ve mücadelenin kaldırılarak, devletin zafiyetinin önlenebileceğini düşünüyordu. Yapılan görüşmeler sonunda aynı yıl içinde Sened-i İttifak imzalanmıştır.48 Taşrada güçlenen ayanlar ile merkezî iktidar arasında imzalanan Sened-i İttifak her ne kadar uygulanma imkânı bulamamış bir sözleşme ise de ilk kez farklı feodal toplum güçleri ile merkezî bir yönetimin toplanarak bazı tasarrufları konuşmaları ve sonunda bir metin üzerinde ittifak etmeleri açısından önemlidir. Bir taşra derebeyi olan Alemdar Mustafa Paşa’nın çabarıyla İstanbul’da toplanan bazı Anadolu ve Rumeli ayanı ile valilerin, merkezî yönetimin temsilcileriyle birlikte üzerinde ittifak ettikleri Sened-i İttifak’la kendi haklarını ve imtiyazlarını pekiştirmiş ve merkezî yönetime kabul ettirmişlerdi.49 Bu belge, kimi anayasa hukukçuları tarafından anayasa ile ilgili ilk metin olarak kabul edilmekte olup, bahse konu belgenin, siyasî otoritenin keyfî işlemlere karşı ayana tanınan bir çeşit direnme hakkı olduğu kabul edilmektedir. Bu belgeyle siyasî iktidar denetime tabi kılınmıştır. Hatta bahse konu belge, demokrasi düzenine gidişin ilk çabası ve siyasal iktidarın 47 Hale; a.g.e., s. 26-27. 48 Sened-i İttifak maddeleri için bkz. Akın, a.g.e., s. 13-14. 49 A.g.m., s. 585. 37 demokratikleşmeye başlandığının ilk emaresi olarak da görülmüştür.50 Sened-i İttifak, Osmanlı tarihinde ve yönetim anlayışında mutlakiyetçi monarşiye geçişi sağlayan önemli bir kilometre taşıdır. Bu siyasal olgu, din ve devlet bileşimini, din ve devlet ikilisine bölmesi açısından Osmanlı çağdaşlaşma sürecinde yeni ve önemli bir aşamadır. Sened-i İttifak, padişahın, ayanlara verdiği taahhütleri içermekteydi. Göreve gelen her sadrazamın bu Senet’e yeminle bağlı olması, sadece padişaha karşı değil, ayanlara karşı da sorumlu olması anlamına geliyordu. Bu sebepler, Padişah ve Saray çevresinin Sened-i İttifak’a muhalefetini gerektiriyordu. İdareye tamamen hâkim olan Alemdar’ın korkusu nedeniyle de kimse ses çıkaramıyordu. Alemdar Mustafa Paşa, birkaç aylık iktidarında Sekban-ı Cedit adıyla bir askerî teşkilat kurar ve Yeniçeri Ocağının hoşuna gitmeyecek bazı ıslahatlara girişir. Yeniçerilerin hoşuna gitmeyen bu uygulamaları onların isyanına sebep olur. İsyanda Alemdar Mustafa Paşa ölür ve başlattığı ıslahatlar da akim kalır. Öte yandan ayanlar arasında da birlik kalmayıp kısa zamanda dağılmaları üzerine Sened-i İttifak da hükümsüz kalır. İktidarını güçlendirmeyi, düşündüğü reformların bir ön şartı olarak gören II. Mahmut, önce taşradaki feodal güçleri ve merkezdeki her türlü yeniliğin önüne dikilen kurumları etkisiz hale getirmek mecburiyetinde olduğunu biliyordu. Bu nedenle önce merkezî yönetimle bir sözleşme imzalayacak kadar güçlenen ve Sened-i İttifak ile çeşiti imtiyazlar elde eden taşra ayanını ortadan kaldırma yoluna gitti. Ardından da Yeniçeri Ordusunu ortadan kaldırdı (1826) ve ulema sınıfını güçsüzleştirmeye çalıştı.51 II. Mahmut’un dirayetli idaresi neticesinde merkezî otorite tesis edildi. II. Mahmut, düşündüğü reformlar kapsamında öncelikle ordu üzerinde durmuş, artık bir anarşi unsuru haline gelmiş olan Yeniçerileri ortadan kaldırarak, kendisine bağlı yeni ve 50 Sened-i İttifak hakkında ayrıntılı / ilave bilgi için bkz. Suna Kili; Şeref Gözübüyük; Türk Anayasa Metinleri (Senedi İttifaktan Günümüze), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1985. Akşin; a.g.m., 94-96. İlber Ortaylı; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 2. Baskı, Hil Yayınları, İstanbul 1987. Stanford J. Shaw; Ezel Kural Shaw; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, C. 2, Doğuş Matbaası. İstanbul 1983, s. 26-27. 51 Dursun; a.g.m., s. 585. II. Mahmut’un ayanlıkla mücadelesi hakkında bkz. Akşin; a.g.m., s. 100-101. 38 düzenli bir ordu kurmuştur.52 Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılması sonucu padişahın Ordu üzerinde denetimini kurması, Osmanlılar’daki Batılılaşma çabalarının askerî alandan merkezî hükümet alanına kayması sonucunu doğurmuş, böylece bürokratlar, izlenen siyasetin belirlenmesinde daha önemli roller oynamaya başlamıştır.53 II. Mahmut (1808-1839) döneminde, merkezî otoritenin kuvvetlenmesi sonucu oluşan ortam içerisinde Batılılaşma istikametinde şeklî mahiyette birçok reformlar yapılmıştır.54 Bu yeniliklere karşı çıkan sosyal güçlerin ürettiği gâvur icadı ve Frenk mukallitliği gibi ifadeler yenileşme hareketlerini tesirsiz kılmaya yönelikti. Berkes, bunu yapanların da genellikle toprak ağaları ve derebeyi artıkları olduğunu, Paris’te ya da Berlin’de okuyanlar arasında dahi bu tür insanlar olduğunu, bunların, Tanzimat’a kadar yapılmak istenen tüm reform girişimlerini gerçekleştirmeyen ve baltaladıkları bu gibi, reformları Tanzimat’ın çeşitli reformlarını da kendi çıkarlarına uyacak biçime sokmayı başardıklarını belirtmektedir.55 52 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın yerini alan Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı yeni ordu, II. Mahmut’un ve ona tavsiyelerde bulunan Bab-ı Ali’deki yüksek mevkilerde bulunan memurların eseriydi. Bunların amacı, Avrupa standartlarında modern bir savaş gücü oluşturmaktı. Bu Ordu, Yunan asilerine karşı koymak için en azından Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Ordusu kadar yetenekli olmalıydı. II. Mahmut, yeni Orduyu eğitmesi için yabancı askerî danışmanlardan faydalanma zorunlululuğu duydu. 1836 yılında Ordunun problemlerini mahallinde incelemeleri için İngiliz subayları ülkeye davet etti. Ruslardan gelen baskı nedeniyle İngilizlerin yerini Moltke komutası altında bir Prusya askerî heyeti yer aldı. Kırım Savaşı (1853-1856)’ndan sonra Bâb-ı Âlî; Orduda yapılacak reformlar için Fransızları, Donanma’da yapılacak reformlar için de İngilizler’i davet etti. Askerî okullarda artık, ülkede hâkim olan rejimin geleceği için çok tehlikeli olacak liberalizm ve milliyetçilik fikirlerini de beraberlerinde getiren Fransızlar öğretmenlik yapıyordu. Bkz. Feroz Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s. 13. 53 Emre Kongar; İmparatorluktan Günümüze Türkiye’nin Toplumsal Yapısı, Cem Yayınevi, İstanbu 1976, s. 44-45. 54 II. Mahmut döneminde yapılan yenilikler için bkz. Akın, a.g.e., s. 1-18, Bernard Lewis; Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Metin Kıratlı), 2. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1984. s. 77-105 ve Ahmet Mumcu; Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İnkılâp ve Aka Basımevi İstanbul 1981, s. 13. 55 Berkes; a.g.e., s. 27. Ahmet Cihan’ın Reform Çağında Osmanlı İlmiye Sınıfı adlı eserinde belirtilen hususlar da Berkes’in görüşleriyle örtüşür mahiyettedir. Bu kapsamda Cihan’ın eserindeki bazı tespitler şu şekildedir; Eski aşiret ve göçerlik geleneklerinden yerleşik medeniyete ve kurumlaşmış devlete geçtikçe ilmiye sınıfının rolü ve devlet içinde temsil oranı artıyor. (s. 27-33) Bu, medeni gelişmemizde ulemanın çok olumlu bir katkısıdır. Ulema, devlet bürokrasisinin çok önemli bir unsuru ve devletin etkin bir destekçisidir. Bunun sebebi, hem Osmanlı devlet yapısında siyasî otoritenin dinî otoriteye üstün olmasıdır, hem Kuran'daki ulül emre itaat ayetinin Sünnilikte yönetenlere itaat biçimde algılanmasıdır. Matbaa bizde, 1727'de Şeyhülislam Abdullah Efendi'nin fetvasıyla bir Macar muhtedisi olan İbrahim Müteferrika tarafından kurulmuş ve on bir yüksek rütbeli ulema 'takriz' yazarak matbaayı desteklemiştir. Ama matbaanın gelişmesi için, okul kitapları ve gazete gibi modernleşme sürecinin ihtiyaç yaratması gerekmiştir. (s. 131-143) Matbaa konusunda, Ahmet Cihan'ın araştırması da gösteriyor ki, 250 yıllık gecikmemizin sebebi din ve ulema değil, teknik gerilik ile 39 II. Mahmut döneminde (1808-1839) yenileşme; askerî, idarî ve siyasî alanda kapsamlı olarak gerçekleşmiştir.56 Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını takiben Avrupa standartlarına uygun bir ordu kurulurken diğer taraftan da devlet düzeni ve yönetiminde yenilikler yapılmaya başlandı. Hükümet teşkilatında da değişikliklere gidilerek kabine ve nezaret (bakanlık) usulü benimsendi. Valiler maaşlı hale getirilerek hem bunların merkeze bağlılıkları, hem de merkezî otorite güçlendirildi. 1824 yılında iptida mektepleri (ilkokullar) açılarak ilköğretim zorunlu hale getirildi. Daha önce kurulan okullar yeniden düzenlenerek bunlara Mekteb-i Harbiye (1834), Bando Okulu ve Mekteb-i Tıbbiye (1834) gibi okullar eklendi. Bu arada eğitim ve öğretim için ilk kez Avrupa’ya öğrenci gönderilmeye başlandı. 1831 yılında Takvim-i Vekayi adlı ilk Resmî Gazete çıkarıldı. II. Mahmut döneminin sonlarına kadar, Avrupa’nın bilim ve tekniğinden de yararlanılarak geniş kapsamlı yenilik hareketlerine girişildi. Bu ise ülkede yeni görüşlere sahip bir yönetici kadrosu oluşmasına ve yenilik hareketlerinin hızlanmasına neden oldu. Bunun bir sonucu olarak da, Sultan Abdülmecit’in tahta çıkmasından hemen sonra Tanzimat ilan edildi.57 Önce askerî alanda başlatılan ve ardından da diğer alanlarda yapılan bu Batılılaşma çabaları büyük ölçüde askerî himaye altında geçekleştirilmiştir. matbaaya kitlevî talebin olmamasıdır. Reform çağında ulema, bütün reformları, modern eğitimi, modern askerî eğitimi, vergi reformlarını hatta Meşrutiyet'leri desteklemiştir. (s. 121. vd.) 28 kişilik Kanun-ı Esasî İdari Komisyonunun 10 üyesi ulemadır. (s. 171) 18’inci yüzyılda oluşturulan Meşveret Meclisleri’nde de ulema ıslahata destek vermişti. (s. 63 vd.) 1783 yılında bir Meşveret toplantısında, İstanbul Kadısı Müftizade Ahmed Efendi “devlet”e diyor ki: ... Siz buyurun, biz onu tasdik ederiz. (s. 68) Yeni meseleler karşısında ulema,"Bu madde ulemanın malumu değildir.” diyerek işi siyasî otoriteye bırakıyor. (s. 69) Zaman ilerledikçe ulemanın malumu olmayan ekonomik, sosyal, siyasî, askerî meseleler artıyor. Modern Harbiye, Hukuk ve Mülkiye ile Tıbbiye Mektepleri devletin yeni kadrolarını yetiştiriyor. Artık ulemanın işlevi sadece dinî konulara inhisar ediyor. (s. 285). Bkz. Taha Akyol; “Asker, Modernleşme”, Milliyet, 24.05.2004. 56 57 Akın; a.g.e., s. 1-18 ve Mumcu; a.g.e., s. 13. Rıfat Uçarol; Siyasî Tarih, Harp Akademileri Bsmv., İstanbul 1987, 4. Baskı, s. 139-140. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı karşısında; Osmanlı Devleti’nin valisi karşısında üst üste yenilgiler alması, acze düşmesi ve meseleye Avrupa devletlerinin müdahil olarak olayın uluslar arası bir soruna dönüşmesi sürecinde İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği Başkatibi Bulwer’in samimi ya da samimi olmayarak verdiği birçok söz üzerine Mısır’a karşı İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne yardım edeceğini uman Mustafa Reşit Paşa sonunda, Türk-İngiliz Ticaret Antlaşması konusunda, Padişah II. Mahmut’u ikna etmiştir. Bu şekilde II. Mahmut ikna edildikten sonra, İngilizler, antlaşma metni müsveddesini göndererek antlaşmanın imzalanması hususunda emr-i vaki yapmışlardır. Kimi yazarlar, her ne kadar İngiliz hayranı olursa olsun gerek Mustafa Reşit Paşa’nın, gerekse de diğer devlet ricalinin, Mısır’ın bağımsızlığını kabul edilemez bularak, Osmanlı Devleti’nin hamiliğini üstlenme vaadi karşılığında İngilizlerin imzalatmak istediği ticaret anlaşmasının istemeyerek de olsa imzalandığını belirtmektedirler. Bu antlaşma yapılıncaya kadar Osmanlı Devleti’nin zayıf da olsa sosyo-ekonomik yapısını ve siyasî gücünü yenilemek ve kuvvetlendirmek şansı varsa da, bu antlaşmayla bu şans da yitirilmiştir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Özçelik; a.g.e., s: 13-27 ve 37-66. 40 1.1.4. Tanzimat Dönemi (1839-1876) 1.1.4.1. Tanzimat Fermanı Tanzimat kelimesi, Tanzim (nizam verme, düzenleme) kelimesinin çoğulu olup, düzenlemeler demektir. Kısa adı Tanzimat veya resmîadı ile Tanzimat-ı Hayriye diye anılan bu hareket, II. Mahmut’un hükümdarlığının son yıllarına doğru, devletin iç ve dış nedenler ve olaylarla dağılma tehlikesiyle karşılaşması üzerine, devleti bu durumdan kurtarmak için bir çare olarak düşünülmüştür.58 Tanzimat Fermanı’nın II. Mahmut (1808-1839) döneminde planlanmış olması, yenileşme konusunda Osmanlı Devleti’nin ne denli sıkıntıda olduğunu ortaya koyar. Ferman’ın görünürdeki mimarı olan Hariciye Nazırı ve Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa’nın59, Osmanlı Devleti’ni kurtarmak için Değişmez esaslara dayalı bir sistem kurmak niyetinde olduğunu, kendisi, İngiliz Dışişleri Bakanı Palmerston’a ifade etmiştir. Mustafa Reşit Paşa’nın maksadı; Osmanlı Devleti’ni, padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı bir hukuk Mardin, bahse konu ticaret anlaşmaları hakkında düşüncelerini, Tanzimat’ı başlatanların çok iyi anlamadıkları bir husus çeşitli devletlerin birbirleriyle ticaret alanında amansız bir savaşa girmiş oldukları ve 19’uncu yüzyıl ilerledikçe “emperyalizm” adını verdiğimiz kapsayıcı politikayı da (bu adı kullanmadan) daha çok benimseyecekleriydi. şeklinde ifade etmektedir. Bkz. Şerif Mardin; Türk Modernleşmesi, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 13. Nitekim yıllar sonra Musafa Kemal Paşa, bu hususta şunları söylemiştir: …..Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret devri, Avrupa rekabetine karşı kendini müdafaa edemeyen iktisadımızı, bir de iktisadî kapitülasyon zincirleriyle bağladı. Teşkilat ve ferdî kıymet nokta-i nazarından iktisat sahasında bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde, bir de fazla olarak imtiyazlı mevkide bulunuyorlardı. Temettü vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman, istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar dâhilinde memleketimize sokuyorlardı. Bütün şuebat-ı iktisadiyemize, bu sayede hâkim-i mutlak olmuşlardır. Efendiler! Bize karşı yapılan rekabet, hakikaten çok gayr-ı meşru, hakîkaten çok kahredici idi. Rakiplerimiz, bu suretle inkişafa müsait sanayimizi de mahvettiler. Ziraatimiz de rahnedar eylediler. İnkişaf ve tekâmül-ü iktisadî ve maliyemizin önüne geçtiler. Bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III. 5. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1997, s. 241. 19’uncu yüzyılın sonuna doğru, İstanbul, tüccar, vurguncu, imtiyaz avcısı ve yabancı işletme yöneticilerinden oluşan kozmopolit bir nüfusun faaliyetlerin merkezi haline gelmişti ki bu durum, Osmanlı Devleti’nin yarı sömürge statüsünü simgeliyordu. 19’uncu yüzyılın sonlarında devlet fiilen iflas etmişti. 19’uncu yüzyıl, devletin yeni ekonomik donanımlar edinmek için bu altyapıyı inşa etme çabasına tanıklık etti. Bu riskli girişim kısmen başarılı oldu ama bu girişimin gerektirdiği ödemeler için gereken kaynakları bulabilmek amacıyla büyük bir borç altına girdi ve 1881’de vergi kaynakları uluslar arası kontrol altına alındı. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 220-221. 58 59 Uçarol; a.g.e., s. 138-139. Mustafa Reşit Paşa (1799-1857). Paris ve Londra’da büyükelçilik yaptı. 1836’da Hariciye Nazırı oldu. Bab-ı Ali’de İngiliz yanlısı hizbi yönetti. 1838 Ticaret Anlaşması ve 1839 reform hareketi sırasında inisiyatifi elinde tuttu. 1845’ten sonra altı kez sadrazamlık yaptı. 1850 ve 1850’lerin başındaki reformların mimarıdır. Bkz. Zürcher, a.g.e., s. 503. Mustafa Reşit Paşa’nın hayatı için bkz. Nazım Tekdaş; Sadrazamlar, Çatı Kitapları, İstanbul 2002, s. 508-522. 41 devleti (monarşi) haline getirmekti. Çünkü Mustafa Reşit Paşa’ya göre; istibdat azaldıkça Hükümete duyulan sevgi artar, millet sevgisinin desteğiyle gerçek bir reform hızla gelişir, Osmanlı Devleti de kısa zamanda çok kudretli bir devlet haline gelirdi.60 II. Mahmut’un vefatının ardından Londra Büyükelçisi ve Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa Londra’dan hareket ederek, yeni reform paketini, yeni padişah olan Abdülmecit’e kabul ettirmek için İstanbul’a gelir. 3 Kasım 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı adıyla ilan edilen bu ferman, (bir süre sonra İstanbul’a İngiliz Büyükelçisi olarak atanacak olan) Lord Stratford Canning ile Mustafa Reşit Paşa arasında Londra’da hazırlanmış, ıslahatın kaleme alınmasında da Canning belirleyici bir rol oynamıştı. 61 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Gülhane’de okunduğu için bu belgeye Gülhane Hatt-ı Hümayunu da denir.62 Hariciye Nazırı ve Londra Büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa’nın, yeni padişah olan I. Abdülmecit’i (1839-1861) kutlamak üzere İstanbul’a geldiğinde, Padişahı, Tanzimat Fermanı’nın ilanına razı eder.63 Tanzimat Fermanı’nın ilan 60 Bolay; a.g.m., s. 517-518. Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat’ın ilanı konusunda İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston’la yaptığı mülakat için bkz. Şerif Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 291-299. Palmerston’un Osmanlı Devleti’nin malî sistemine ilişkin görüşleri hakkında ilave/özet bilgi için bkz. Şerif Mardin; Siyasal ve Sosyal Bilimler (Makaleler 2), 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 63-65. 61 Süleyman Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, Vatan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1993, s. 32. 1808'den 1858 yılına kadar süren yarım asır içinde çeşitli aralıklarla İngiltere Hükümetini Osmanlı Devleti nezdinde temsil etmiş olan ve o dönemin bir anlamda özetlenmiş tarihi olarak addedilebilecek Stratford Canning'in resmî ve özel yazıları hakkında bkz. Stanley Lane Poole; Lord Stratford Canning’in Türkiye Anıları, Tarih Vakfı Yayınları, Ankara 1999. 62 Türkler Ansiklopedisi, C. 1, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1946, s. 63-65. Tanzimat Fermanı, kapsamı ve dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.m., s. 124-126. Muzaffer Erendil; Çok Yönlü Lider Atatürk, Gnkur.Bsmv., Ankara 1986. s. 279-282. Karal; a.g.e., C. V, s. 170-188 ve s. 260-266. Mardin: Türk Modernleşmesi, s. 11-14 ve Ergün Aybars; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Ankara Üniversitesi Bsmv., Ankara 1995, s. 34-38. II. Mahmut’un 30 Temmuz 1839 tarihinde ölmesi üzerine 16 yaşınaki oğlu Abdülmecit’in tahta geçmesiyle reform hareketlerinin liderliği de II. Mahmut’un üst seviye danışmanlarının (özellikle Londra Büyükelçisi ve Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa’nın) ellerine geçti. Reformcuların başlangıçtaki amaçları, ilk olarak yeni dönemde değişim ivmesinin kesintiye uğramamasını güvenceye almak, ikincisi Osmanlı Devleti’nin liberalizme ve ilerlemeyi benimseyebileceğine ve bu nedenle Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı desteklenmesi gerektiğine Batılı güçleri ikna etmekti. Bkz. Hale; a.g.e., s. 30. 63 Bolay; a.g.m., s. 517-518. Mustafa Reşit Paşa’nın Tanzimat’ın ilanı konusunda İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston’la yaptığı mülakat için bkz. Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 291-299. Tanzimat Fermanı ve bu fermanın mimarı Mustafa Reşit Paşa hakkında detaylı bilgi için bkz. Reşat Kaynar; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, 2. Baskı TTK Bsmv., Ankara 1985. 42 edilmesini takiben, Padişah bu fermana riayet edeceğine dair yemin eder. Böylece Osmanlı Devleti için büyük bir yenilik olan Tanzimat Dönemi (1839 -1876) başlamış oldu. Osmanlı siyasî hayatını düzenleme iddiasında bulunan Tanzimat Fermanı ve bu fermanda ifadesini bulan Tanzimat reformları ve düşüncesi; insan haklarını teminat altına almış, vatandaşların kabiliyetlerini fiiliyata dökecek ortamı hazırlamış, rasyonel esaslara göre çabuk işleyen bir bürokrasiye sahip ve merkeziyetçi güçlü bir devleti hedef almıştır.64 Tanzimat, Osmanlı Devleti’nde Sultan III. Ahmet’den itibaren başlamış olan ıslahat hareketleri içinde önemli bir aşama teşkil eder. Fakat bu aşama, kendinden öncekilere nazaran çok farklı bir özellik taşır. O zamana kadar, daha ziyade askerî sahada ıslahat yapılırken, bu dönemde devletin başına gelen sıkıntıların sebepleri, Osmanlı toplumunun düzeninde görülmüş ve bu düzenin temellerinin ıslahı düşünülmüştür. Bunun için Tanzimat Fermanı bir nevî vatandaş hakları beyannamesi olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu beyanname, bir halk hareketi sonucunda tabandan ya da halktan değil, aksine yukarıdan aşağıya yani idare edenlerden gelmiştir. Bu husus, Tanzimat'ın zayıf taraflarından birini teşkil ettiği için halk tarafından kolaylıkla benimsenmemiştir. Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin gerileme sebepleri araştırılırken, bunun devlet kurumlarında ve yönetim anlayışı ile ilerleme ve yenilenme çabalarında Batılı devletlerden geri kalınmış olduğumuzun anlaşılmasından doğan ıslahat olup, Avrupalılaşmaya doğru atılan ilk adımdır. Tanzimat, bu ıslahatın uygulandığı dönem olan 1839-1876 yılları arasında, Osmanlı Devleti’ne, Batılı anlamda bir düşünce ve yönetim şekli getirmek için Avrupa’dan esinlenerek yapılan programlı bir yenilik ve kültür hareketidir. Mevcut rejimin yapısını etkileyen reformların yolunu açan Tanzimat Femanı’nda özetle; tüm uyrukların kanun önünde eşit olacağı, bütün uyrukların can, mal ve ırzlarının dokunulmaz olduğu, vergilerin konulmasında ve toplanmasında eşitlik ilkesinin 64 Bolay; a.g.m., s. 516-517. Bürokrasi, bürokrasi kurumunun tarihsel gelişimi, bürokrasi ve iktidar ilişkileri ile Osmanlı bürokrasisi konusunda kapsamlı bir inceleme için bkz. Metin Heper; “Bürokrasi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul 1983, s. 290-297. Cumhuriyet bürokrasisi konusunda kapsamlı bir inceleme için bkz. Heper; a.g.m., s. 296-297 ve Gencay Şaylan; “Cumhuriyet Bürokrasisi”, a.g.e., s. 290-297. 43 gözetileceği, askerlik hizmeti süresinin sınırlandırılacağı ve ceza davalarının açık olacağı öngörülmüştür. 65 Tanzimat Fermanı’nın ilanının ardından fermanın öngördüğü kanunlar çıkarılmaya başlanarak; idarî, askerî, iktisadî , sosyal ve ve kültürel alanlarda geniş kapsamlı yenilik hareketlerine girişilmiştir.66 II. Mahmut’un yenilik çabalarıyla başlatılan İdarenin merkezileştirilmesi süreci Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde de sürdürülmüştür. Osmanlı geleneğine uygun bir formda hazırlanmış olan Tanzimat Fermanı ile devlet idaresinde köklü değişiklikler hedeflenmekteydi. Klasik sistemden kopuşu ve modern sistemin kuruluşunu simgelemesi açısından Tanzimat Fermanı’nın ayrı bir önemi vardır. Tanzimat Fermanı, mevcut sorunların üstesinden gelinebilmesi için bir dizi değişiklik, yenilik ve kavanin-i cedide (yeni kanunlar) yapılması ihtiyacına işaret ediyordu. Fermanı padişah adına kaleme alan ve ilan eden Mustafa Reşit Paşa, bürokrasinin görüşlerine ve isteklerine tercüman olmakta, ıslahatta siyasî ve idarî tedbirlere öncelik vermekte, devletin kurtuluşunu bilhassa kuvvetli ve merkezî bir idarede görmekteydi.67 Osmanlı Devleti’nin askerî bir toprak düzeninden sivil bir düzene geçişi ve bu amaca yönelik çabalarda Tanzimat Fermanı’nın büyük etkisi olmuştur. Bahse konu fermanla; siyasî kurumların dayanacağı ilkeler ile kişi hürriyetleri birlikte ele alınmıştır. Tanzimat Fermanı, Türk Anayasa Hukukunun gelişmesinde de bir başlangıç sayılır. Bu Ferman asker 65 Öztürk; a.g.e., 1993, s. 37. 66 Tanzimat Fermanı ve dönemi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. - , “Tanzimat”, Türk Ansiklopedisi, Millî Eğitim Bsmv., C. 30, Ankara 1981, s. 392-420. Ortaylı; a.g.e., s. 23-25. Tarık Zafer Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul 1966. s. 128. Abdullah Saydam; “Tanzimat Devri Reformları”, Türkler, C. 12, s. 782-804 ve Lewis, a.g.e., s. 106-127. 67 Dursun; a.g.m., s. 585-586. Mustafa Reşit Paşa’nın gerçekten yapmak istediği; Padişahın siyasî ve idarî otoritesi ile karar verme yetkisini sınırlandırarak fiilen bu yetkileri bürokrasiye devretmekti. Böylece padişahın siyasî otorite açısından gücü sınırlandırılırken, bürokrasi güçlendirilmiş ve idarî işlevlerin yanında siyasî işlevlerle de donatılmış olacaktı. Bunun için elbette ki sistemin merkezileştirilmesi gerekiyordu. Bâb-ı Âlî’nin, İdarede kesin egemenliğini sağlamak için sadece Padişahın otoritesini sınırlandırmak da yeterli değildi. Ayrıca ayanın ve ulemanın nüfuz ve gücünden kurtarılmış ve merkezin emirlerine bağlı bir memur kitlesinin meydana getrilmesi de gerekiyordu. Bu süreçte gerçekleştirilen yeniliklerle ulema sınıfının İdaredeki etkinliği azaltılarak bürokrasi güçlendirilmiştir. Bundan dolayı, Tanzimat Devrinin bir bakıma bürokrasinin en parlak devri olduğu söylenebilmektedir. Tanzimat Devrinin yenilikçileri, karşılarındaki engelleri aşmak için merkeziyetçi bir idare meydana getirmişlerdir. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 586. 44 kişiler tarafından ve askerî himaye altında ilan edilmiş olmasına rağmen bu fermanla ilk kez toplum ve devlet düzeninin aksaklıklarına farklı bir açıdan bakılmış, az da olsa siyasal açıdan önlemler alınması yoluna gidilmiştir. Padişah kendi iradesi ile kendi yetkilerini sınırlandırmış, otoritesinin faaliyet çerçevesini çizmiş ve kudretinin kullanılma tarzını belirli bir statüye bağlamıştır. Tanzimat Fermanı, hukukî bakımdan bir Charte Constiutionalle (Anayasal Belge) olarak kabul edilmektedir. Millî egemenlik, meşrutiyet veya cumhuriyet yönetimlerine gidilmeksizin, Padişah, kendi iradesiyle kendi yetkilerini sınırlamış, kendi otoritesinin faaliyet sınırlarını çizmiş ve siyasî gücünün kullanılma şeklini belli bir statüye bağlamıştır. Bir charte, değiştirilmediği ya da kaldırılmadığı sürece hukuken bağlayıcı bir güce sahiptir. Yani bu ferman yürürlükte kaldığı sürece, bu fermandaki hak ve ayrıcalıkların hilafına kurallar konması mümkün olmayacaktır. Bu itibarla, bahse konu fermanın bir özelliği de, Türk toplumunda anayasalı rejimin gerçekleşmesi yolunda atılmış ilk adım olmasıdır. Daha önceki reform ve yenileşme hareketlerinde böyle bir özellik yoktu. Padişahın, kendi otoritesini, irade-i seniyye suretiyle ve tek taraflı olarak sınırlaması ilk defa yaşanan bir olguydu.68 E.Behnan Şapolyo gibi kimi yazarlar da bu fermanı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile mukayese etmişlerdir. 69 Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat Dönemiyle sınırlanamayacağı gibi daha da eskiye dayanan bir olgudur. Osmanlı modernleşmesi Avrupalılar ile ani karşılaşmanın yarattığı bir şok da değildir. Çünkü Osmanlı coğrafyası, tarihi boyunca Avrupa coğrafyası ile siyasî ve iktisadî yönden bir bereberlik içindedir.70 Ancak, Tanzimatla birlikte, devlet hayatında modernleşmenin kapsamı ve yoğunluğu artmıştır. Modernleşme olgusu, Osmanlı dünyasında hâkim olan dinin tartışılmasını, ona atfedilen kurum ve kuralların sarsılmasıyla değişikliğe uğramasını da beraberinde getirmiştir. Bu değişimin bir yüzüydü ama Müslümanlar kadar Hıristiyanları ve diğer dinlerin de 68 Fahir Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, TTK Bsmv., Ankara 1999, s. 223. 69 E.Behnan Şapolyo; Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat Devri Tarihi, Güven Yayınevi, İstanbul 1945, s. 77. 70 Ortaylı; a.g.e., s. 11. 45 mensuplarını da kapsayan ortak yüzüydü.71 Osmanlı modernleşmesi, o toplumdaki kurumların ve bireylerin değişmesini ve nihayet toplumsal ve siyasal örgütlenmenin odağı olan devletin yapısını da kapsar. Tanzimat olaylarının hala yoğun bir tartışma konusu olması bundan dolayıdır.72 Osmanlı insanı 18’inci yüzyıldan itibaren bulunduğu mekânı ve zamanı başka bilinçle görmeye, dünya tarihini ve coğrafyasını tanımaya başladı.73 Tanzimat Fermanı, Osmanlı toplumunun siyasî, içtimî, dinî, iktisadî, ailevî ve estetik görüntülerini değiştirmiş, dünya görüşünü de adeta tersine çevirmiştir.74 Batıdan alınan kanunlar ve kurumların uygulama sahasına konulması sonucu iç bünyede ikili bir yapı meydana gelmiş, bunun sonucu olarak da idareciler ve aydınlar, halktan tamamen kopmuşlardır. Aydın-halk ikilemi ve bu iki kesimin birbirine yabancılaşması daha sonraki dönemlerde de artarak devam etmiştir. 1.1.4.2. Islahat Fermanı Tanzimat Döneminde, hukuk devleti açısından dikkati çeken fermanlardan biri de Islahat Fermanı’dır.75 Islahat Fermanı, aslında Osmanlı Devleti’nin bir iç düzenleme girişimi olmakla beraber, Kırım Savaşı’nı (1853-1856) sonuçlandıran devletlerarası bir antlaşma olan Paris Antlaşması’nın hazırlıkları sürecine Rusya’ya karşı Osmanlı Devleti’nin müttefiki olan İngiltere, Fransa ve Avusturya tarafından 1855 yılında Viyana’da alınan kararlar arasında bulunması nedeniyle, aynı zamanda siyasî niteliği de olan bir girişimdir. Viyana’da kabul edilen barış ön şartlarından biri de Osmanlı Devleti’nin Hıristiyan uyruklarına tanımış olduğu hakların yeniden ve kendiliğinden teyit edilmesini 71 A.g.e., s. 11. 72 A.g.e., s. 12. 73 A.g.e., s. 13. 74 Tanzimat’la gelen yeni görüş ve bu döneminin fikriyatı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 275-287 ve 299-307.Gökhan Çetinsaya; “Kalemiyeden Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). 5. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 54-59. 75 Öztürk; a.g.e., s. 38. Islahat Fermanı ve kapsamı hakkında ayrıntılı-ilave bilgi için bkz. Akşin; a.g.m., s. 132-134. Özcan Yeniçeri; “Kırım Savaşı, Islahat Fermanı ve Paris Barış Antlaşması”, Türkler, C. 12, s. 850-851. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 14-15 ve -; Atatürk İnkılapları ve Hukuk, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, Gnkur.Bsmv., Ankara 2005, s. 50-52. 46 öngörüyordu.76 Bu konu devletin içişlerine karışma anlamına geleceğinden, böylesi bir duruma meydan vermemek için Osmanlı Devleti Sadrazam, Hariciye Nazırı ve diğer devlet adamlarına ilaveten İngiltere, Fransa ve Avusturya elçilerinin de bulunduğu bir komisyon kurarak gerekli çalışmalara başladı. Komisyonda görevli yabancı devlet temsilcilerinin her birinin amacı, Rusya’nın daha önce Osmanlı Devleti’nden Hıristiyan uyrukları bahane ederek sağladığı hak ve ayrıcalıkları, kendilerinin de bu şekilde elde etmelerine dayanıyordu. Bununla beraber, yabancı devlet temsilcilerinin hepsinin ileri sürdüğü ortak nokta, Tanzimat Fermanı hükümlerinin Müslümanlar ile Müslüman olmayan uyrukların arasındaki aralarındaki farkları ortadan kaldıramadığı, bu nedenle yeni çıkarılacak fermanda Müslüman olmayan uyruğa eşitliği sağlayacak hükümlerin konması ile bunların uygulanmasında Avrupa devletlerinin söz hakkına sahip olmasıydı. Sonuçta, komiyon tarafından kabul edilen Fransız tezine göre, Müslümanlar ile Müslüman olmayan uyruk arasında eşitliği sağlayacak bir fermanın hazırlanıp ilan edilmesi ve bunun da barış antlaşmasında yer almasına karar verildi. Bu şartlar altında hazırlanan Islahat Fermanı 28 Şubat 1856 tarihinde İstanbul’da devlet ricali ile yabancı devlet temsilcilerinin huzurunda okunarak ilan edildi.77 Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü kötü durumdan kurtulması için, Osmanlı devlet adamları tarafından herhangi bir dış etki olmadan hazırlanmıştı. Islahat Fermanı ise yabancı devletlerin baskısı sonucu hazırlanmıştır. Osmanlı Devleti bu fermanı kendiliğinden ilan etmiş görünmekle sadece şeklen hükümranlık şerefini kurtarmış buluuyordu. Gerçekte ise, Osmanlı Devleti tebası olan Hıristiyan uyrukların korunması kararları Avrupa devletlerinin eline geçmiş bulunuyordu. Nitekim, fermanın ilanını takiben Avrupa devletleri her fırsatta Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmaya başlayacak, bu ise birçok iç ve dış gailenin çıkmasına neden olacaktı.78 76 Akşin; a.g.m., s. 132. 77 Uçarol; a.g.e., s. 170-171. Islahat Fermanı’nın değişik veçhelerden tetkiki ile fermanın Türkçe metni için bkz. Karal; a.g.e., C. V, s. 256-272, Kocabaş, a.g.e., s. 48-54 ve Lewis; a.g.e., s. 115-120. 78 Uçarol; a.g.e., s. 173. 47 1856 tarihli Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı’nın genişletilmiş bir şekli idi.79 Islahat Fermanı, modern devletin en önemli özelliği olan vatandaşların dinlerine göre ayırıma tabi tulmaması yönünde büyük bir adım attı ki bu durum klasik/geleneksel sistemden radikal bir kopuştu. Tanzimat Fermanı’nın açtığı kapıyı Islahat Fermanı sonuna kadar açtı. Cizye kaldırılırken, askerlik de gayrı müslimlere teşmil edildi. Böylece devlet, Osmanlı tebasının eşitliğini ilan ederek geleneksel anlayış ve değerlerden kopmuş oldu. Bu ferman ile Osmanlı iktidarı Avrupa’nın talep etmiş olduğu reformların tümünü kabul etmiş oluyordu.80 1.1.4.3. Tanzimat ile Kameralizm İlişkisi Kameralizm, feodal kalıntıların temizlenmesi ve merkezî ulus devletin kuruluş sürecinde mutlakiyetçi kralların ve devletin, toplum üzerindeki denetimini kolaylaştırmak için üretilmiş bir ideolojidir. 18’inci yüzyıl Avrupasında bazı krallar, tıpkı Aydınlanma Dönemi filozofları gibi Orta Çağ kalıntısı kurum ve değerlere cephe almışlardı. Zira kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği merkezîleşme süreci açısından bu feodal unsurlar ciddî bir engel oluşturuyordu. Kameralizm kavramı Aydın Despotizmi anlamında ilk kez 1760’larda Diderot tarafından kullanılmıştır. Bu kavramla Prusya, Fransa, İspanya, Avusturya gibi ülkelerde monarkların kapitalist üretim biçimine uygun bir toplumsal-siyasal düzen kurmaya yönelik çabaları anlatılmaktadır. Kameralistler, kamu yönetimini, esasları bilimsel olarak belirlenen bir uzmanlık alanı ve bir tür teknisyenlik olarak görmekteydiler. Bu dönemde ortaya çıkan ekonomik, politik ve maliye bilimleri marifetiyle merkeziyetçi devletin merkantilist hedeflerinin gerçekleşebilmesi için gerekli olan rasyonel norm ve ilkelerin bulunması hedeflenmişti. Mardin, Aydın Despotizminin amacının, bu merkezkaç güçleri ortadan kaldırarak bunların yerine merkezden yönetilen, bütün birimleri birbiriyle bütünleşmiş ve birbirini tamamlayan bir merkezî devlet kurmak olduğunu belirtmektedir. Gianfranco Poggi de devletin bu çerçevede görevinin; halkı eğiterek iyi bir üretici ve tüketici haline getirmek, ticari ilişkilerin ülke çapında düzenli bir şekilde işlemesi için gerekli normları koymak, yolları yapmak, iletişim koşullarını iyileştirmek ve elde edilen 79 Islahat Fermanının, devletin siyaseti üzerine etkileri için bkz. Karal; a.g.e., C.VI, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 7-28. 80 Uçarol; a.g.e., s. 173. 48 vergilerle ulusal çıkarları koruyacak güçlü bir ordu kurmak, kısaca kapitalist ekonomik düzenin işlemesi için gerekli siyasî ve idarî değişiklikleri gerçekleştirmek olduğunu belirtmektedir. 81 Batı siyasal düşüncesinin Osmanlı Devleti’ne girişi başlangıçta Batının büyük siyasal düşüncelerinin eserleri yoluyla değil, fakat Batılı fizyokratlar82 olarak bilinen bir kamu idaresi kuramcılarının uzantısı sayılan Kameralizm yoluyla girmiştir. Kameralizm, Batıda Aydın Despotizmi adı verilen siyasal görüşün siyasal teorisini oluşturuyordu. Aydın Despotizmi, Avusturya İmparatoru II. Joseph ve Prusya kralı Büyük Friedrich gibi merkeziyetçi devlet kurucularının o zamanlar için uyguladıkları gelişme politikasıydı. Bu hükümdarlar, tıpkı Aydınlanma Devri filozofları gibi Orta Çağ kalıntılarına karşı cephe almışlardır. Ancak filozofların Orta Çağ karşıtı tutumu hürriyet ve kişi ile ilgiliyken, bahse konu krallar ise tekellerinde toplamak istedikleri gücü parçalayan Orta Çağ kurumlarını ortadan kaldırmak istiyorlardı. Bunların arasında da loncalar, şehirlerin özel imtiyazları, kısaca bölük pörçük bir yönetim sistemini (yapısını) oluşturan egemenliği parçalayıcı tüm kurumlar giriyordu. Aydın Despotizminin istediği, bunların yerini, merkezden idare edilen ve tüm birimleri birbirinin benzeri olan bir devlet kurmaktı. Bu yönüyle, Aydın Despotizminin nihaî halkasının bu amacı gerçekleştirmiş olan Fransız İhtilaliyle gerçekleştiği söylenebilir.83 Aydın Despotizmi, Prusya Kralı II. Frederick’in yönetimi sırasında uygulamış olduğu iktidar uygulamalarının tamamı, merkeziyetçi bir devlet yapısının kurulmasını ve gelişmesini sağlamak içindi. Aslında bu, o dönemdeki birçok Avrupa hükümdarı için 81 Söğütlü; a.g.tez, s. 25. 82 Fizyokratların düşünceleri pek çok bakımdan doğal hukuk öğretisinin devamıdır. Doğal hukuk okulunun kurucularından Grotius ve Pufendorf’a göre devlet, insan yapısı olup, devletin kuruşlunu açıklayabilmek için Tanrı’ya kadar gitmenin gereği yok. İnsanlar doğuştan birtakım haklara sahiptirler. Devlet de insan akıl ve iradesinin ürünüdür. İnsanlar doğuştan sahip oldukları hakları toplum içinde nasıl kullanacaklarını bir sözleşmeyle saptarlar. Fizyokratlar devlet idaresi konusunda yasaların belirleyici olmasını savunurlar. Fizyokratların mutlak monarşisi; doğa yasalarına uyan, aracı kuruluşlara (meclislere) ve siyasî eşitliğe yer vermeyen bir rejimdir. Doğa yasalarına olan inançlarıyla ve iktisadî özgürük konusundaki görüşleriyle tanınan fizyokratlar Fransız İhtilalini yakından etkilemişlerdir. Bkz. Murat Sarıca; 100 Soruda Siyasî Düşünce Tarihi, 2. Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1977, s. 96-97. 83 Şerif Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 342. 49 böyleydi. Amaç Orta Çağdan kalma ve merkezî iktidari egemenliğini parçalayıcı kurumlarının yerine merkezden yönetilen bir aygıtın birimlerini koymaktı. Fransız İhtilali bunun gerçekleşmesini sağlayan bir hareket oldu. Kameralizm bu anlamda güçlü bir devletin siyasal teorisiydi. İşte 18’inci yüzyıl sonlarından itibaren Batıya düzenli olarak gitmeye başlayan Osmanlı elçileri ve aydınlar böyle bir sistemle karşılaştılar.84 Kameralizm, Aydın Despotizminin kuram haline getirilmiş düşüncesiydi. Kameralistlere göre, güçlü bir devlet, aynı zamanda güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa dayanan bir devlettir. Devletin, bu açıdan görevi; tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırmak, onları koruyarak birer üretici haline getirmek ve bu yolla elde edilen vergilerden yeni tipte bir ordu ve bürokrasiyi, genel olarak da devlet kurallarını güçlendirmekti. Avrupa’ya düzenli bir şekilde giden ilk Osmanlı diplomatları (1795) devlet sistemlerini incelemeye başladıklarında, Kıt’a Avrupasında böyle bir sistemle karşılaşmışlardı.85 Batının sadece askerî kuruluşları sayesinde yükselmediği, bunları ayakta tutan malî kaynakların ve vergi toplama sisteminin de Osmanlı Devleti bünyesinde oluşturulması gerektiği III. Selim zamanından beri biliniyordu. II. Mahmut devrinin sonlarına doğru, Batıda bulunan Osmanlı elçileri, Batının yeni bir özelliğini keşfettiler. 18’inci yüzyıl Avrupasında bazı krallar tebanın verimliliğini artıracak bir koruyucu tedbirler manzumesini devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdi. Otoritenin bir temsilciler meclisiyle paylaşılmadığı ülkelerde bile millî devlet kurmak isteyen hükümdarlar, tebaanın mülkiyet haklarının garanti altına alınmasının zorunluluğunu anlamışlar, eğitimi halka yaymanın kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı. Millî devletlerin kurulmasına ve orta sınıfların güç kazanmasına paralel olarak yürüyen bu politika, aynı zamanda millî bütünlük kurmayı ve feodalizmden kalan imtiyaz alanlarını temizlemeyi amaçlıyorlardı. Bu İdare sistemine sonradan Aydın Despotizmi86 denmiştir. O zamanlar Avrupa’da yeni gelişmekte olan devlet bilimlerinde ise bu unsura Kameralizm adı veriliyordu.87 84 Mardin; a.g.m., s. 345. 85 A.g.m., s. 342. 86 Aydın Despotizmi konusunda ilave bilgi için bkz. Alev Alatlı; Aydın Despotzimi; 1. Baskı, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 2002. Voltaire, toplumsal düzende sınıfların egemenliğine teorik düzeyde de olsa 50 19’uncu yüzyılda Batı etkisinde kalan Osmanlı Devleti’nde Batının fikirlerini, bilimini ve bilimselliğini benimseyen, çağa uyum sağlamak gerektiğini ifade eden kişiler ve bu kişilerin oluşturdukları gruplar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar Batıdaki düşüncelerden teorik düzeyde etkilenme yoluna gitmiş, ancak bu düşüncelerin devlete / topluma aktarılmasında farklılıklar yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nin Kameralizm düşüncesiyle ilk kez karşılaşması 1795 yılında Batıyı ziyaret eden diplomatlar vasıtasıyla olmuştur. Kameralizm düşüncesinde güçlü bir devlet, güçlü ve problemsiz bir orta sınıf söz konusuydu. Batıya gidip bu fikre tanık olan sefirler Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin sebebini şu şekilde açıklamışlardır: Osmanlı Devleti toplumun dizginlerini elinde tutamamıştır. Çünkü Kameralizm'e göre, devletin hem koruyucu, hem kolaylaştırıcı, hem de güçlendirici özelliklerini bünyesinde barındırması gerekir. Bunu yapamayan Osmanlı Devleti’nin toplumla olan bağı kopmuştur. İşte bu noktada, yani Osmanlı Devleti’nin böylesine problemler bulunan toplumsal yapısında yeniden denetimi sağlaması ve mevcut problemleri çözmesi gerekliliği Tanzimat kavramını ortaya çıkarmıştı. Tanzimat'ı ise diğer reform hareketleri takip etmiştir. Tanzimat olarak bilinen ve 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun ilanıyla kabul edilen yenilik hareketi, büyük ölçüde Kameralizmden esinlenmiştir. Kameralizmin uygulanmasını görerek, Batının özünü bunda arayanlar arasında; Avusturya Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa’yı ve Londra Büyükelçiliği, Hariciye Nazırlığı ve Sadrazamlık görevlerinde bulunan Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa’yı saymak gerekir. Kameralizmin bahse konu devlet adamlarına belki de en cazip gelen tarafı, Osmanlı Devleti gibi dağınık bir ülkeye birleştirici bir görüntü getirmesiydi. Osmanlı devlet adamları millî çapta idarî, hukuksal ve idarî tedbirlerle Osmanlı Devleti’nde yüksek sayıda yer alan karşı çıkmamış, yaşamının sonuna kadar, toplumda zengin ve yoksulun yanyana var olmalarının kaçınılmaz bir zorunluluk saymış, Aydın Despotizmi ile kurucu monarşi yönetimi anlayışlarını birlikte sürdürmüş, aydınlanmış bir monarkın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak yaşamının sonuna kadar savunmuştur. Veysel Atayman, Aydınlanma, Donkişot Yayınları, İstanbul 2005, s. 33. Voltaire, her ne kadar ömrü boyunca yurttaşlık hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları savunmuş olsa ve var olan Fransız rejimini eleştirse de demokrasiden yana değildi. O’nun gözünde en iyi yönetim biçimi aydın bir monarşi veya aydın mutlakiyeti idi. Nitekim hayatının sonuna kadar aydınlanmış bir monarkın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak savundu Voltaire'nin düşünce tarihi açısından önemli biri sayılır. Zaten tarihsel planda çok büyük önem taşıyan Fransız İhtilalinin de babası sayılmıştır. Araştırmacının notu. 87 Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 12. 51 kültür birikimlerini eritebileceklerini ve bir Osmanlılık şuuru meydana getirebileceklerini sanıyorlardı. 88 Mardin’in de belirttiği üzere, Osmanlı devlet adamlarına göre, Osmanlı Devleti’nin gerilemesinin esas sebebi, devletin, toplumun dizginlerini ve bu arada vergi kaynaklarını elinden kaçırmış olmasıydı. Toplumun dizginlerini nasıl tekrar devletin kontrolüne girebileceğini anlatan bir kuram, pek tabii ki Osmanlı devlet adamları için aradıklarının tam cevabını veriyordu.89 Osmanlı’nın Batı karşısında gerileme sürecine girmesiyle, Osmanlı devlet adamları Batının üstünlüğünün nedenlerini araştırmak istediklerinde karşılaştıkları ilk ideoloji Kameralizm olmuştur.90 Batı siyasal düşüncesini (Osmanlı’nın yüksek memurlarına yönelik bir şekilde) sistematik olarak değerlendiren ilk Osmanlı düşünürü olan (Avusturya) büyükelçi(si) Sadık Rıfat Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği raporlar böylesi bir çerçeve içinde anlam kazanmaktadır. Mustafa Reşit Paşa’nın fikirlerini ve başlattığı Tanzimat adı verilen politikalar dizisini de bu bağlamda değerlendirmek gerekir.91 Tanzimat Fermanı’nın mimarı Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat’ın ünlü Paşaları Âlî ve Fuat Paşa’lar modernleşme sorununa Kameralizmin gözlükleriyle bakıyorlardı. Zira bu akımın öngördüğü merkeziyetçi siyaset anlayışı Osmanlı geleneğiyle büyük ölçüde 88 Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 12. Tunaya da, (II. Mahmut ile başlayan Aydın Despotizmi anlayışıyla yapılan yeniliklerin) Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan Tanzimat Hareketiyle devam ettirildiğini dile getirir. Bkz. Tunaya; a.g.e., s. 128. 18’inci yüzyıldan beri devletler, kaçınılmaz olarak merkeziyetçi bir dönüşüm geçirmektedirler. Modern çağda merkeziyetçilik, devletlerin büyük ölçüde malî, idarî ve hukukî alanda standart ve bütüncül bir kontrol kurmalarıyla ortaya çıkan bir niteliktir. Merkeziyetçi devlet, uzmanlaşan ve kalabalıklaşan bir bürokrasiye, toplumun üzerindeki güçlü kontrol nedeniyle mükemmelleşen bir kontrol sistemine sahiptir. Kısaca merkeziyetçilik bir anlamda bürokrasin gücü demektir. Bu güç, mutlak bir iktidar tarafından kullanılabilir veya denetlenen bir iktidarın emrinde olabilir. Ama merkeziyetçi bürokrasinin gelişmiş teknolojiyi kullanarak kontrol gücünü artırması evrensel bir olgudur. 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti de geleneksel devlet tipinden modern merkeziyetçi bir devlet tipine geçiş süreci yaşamaktaydı. Merkeziyetçi reformları yürütenler, Osmanlı tarihinin aydın mutlakiyetçileriydi. Merkeziyetçilik, Orduda ve İdarenin diğer birimlerinde yaygın bir şekilde görülmektedir. Osmanlı Devleti’nde Aydın Despotizmi (Aydın Mutlakiyeti) ve merkeziyetçi reformalar hakkında detaylı bilgi için bkz. Ortaylı; a.g.e., s. 97-128. II. Mahmut’un aydın mutlakiyetçiliği kapsamındaki uygulamaları hakkında ilave bilgi için bkz. Niyazi Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul Matbaası, İstanbul 1978, s. 163-165. 89 Mardin; a.g.m., s. 343. Suavi Aydın, Tanzimat öncesi dönemin askerî modernleşme, Tanzimat Döneminin de bürokratik modernleşmenin ağırlıklı olduğu zaman dilimleri olarak belirtmektedir. Bkz. Suavi Aydın; Modernleşme ve Milliyetçilik, Gündoğan Yayınları, Ankara 1993, s. 39. 90 A.g.tez, s. 24. 91 A.g.m., s. 343. 52 benzeşmekteydi.92 Söğütlü, kameralizmin, devletin toplum üzerindeki denetiminin arttırılması yönündeki yaklaşımının, Osmanlı devlet adamlarını fazlasıyla etkilediğini, bunun sebebi olarak da Devletin gerileme dönemine girmesiyle birlikte merkezin çevre üzerindeki denetiminin zaafa uğradığını ve buna paralel olarak, devletin toplum üzerindeki otoritesini paylaşan, eşraf ve ayan gibi merkezkaç güç odaklarının ortaya çıktığını belirtmektedir.93 Mardin, bu gelişmenin, Osmanlı devlet adamları için devlet nizamının bozulması anlamına geldiğini, Devletin, toplumun dizginlerini tekrar ele geçirebileceğini anlatan bu kuramın, devlet seçkinleri için aradıklarının tam cevabını verdiğini belirtmektedir. Âlî ve Fuat Paşalar, Tanzimat hareketinin uygulayıcıları olarak, ıslahatı, Mustafa Reşit Paşa’nın başlattığı şekilde, Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Osmanlı devlet adamları Avrupa devlet sistemlerini incelediler ve Fransız modelini Osmanlı’ya daha yakın buldular. Fransız Jakoben modelinin tercih edilmesinde şüphesiz Osmanlı’nın merkeziyetçi bir devlet yapısına sahip olmasının etkisi büyüktü. Kameralizm, bu uzaktan denetimli yapının yakından denetimli bir hale gelmesini ifade ediyordu. Türk seçkinlerinin Fransız modeline öykünmesi Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. Reşat Kasaba’ya göre, 1793-1794 yıllarında Fransız devletine egemen olan Jakobenler ile Osmanlı/Türk reformcuları arasında, devleti ve toplumu yeniden biçimlendirmeye yaklaşımlarındaki coşku bakımından birçok benzerlik vardı. Jakobenler için devrim her şeyi kapsayan ve Fransa’daki yaşamın tüm yönlerini etkileyen bir girişimdi. Mahçupyan da, Aydın Despotizminin, bir azınlığın güç kullanarak siyasal erki eline geçirmesini ve bir baskı ortamında hayalindeki düzeni gerçekleştirmesini ifade ettiğini belirtmektedir. Bu yaklaşım, Türk modernleşmeci seçkininin modernleşme perspektifinin oluşumunda belirleyici olacak olan pozitivizmin sağladığı epistemolojik ve ideolojik destekle daha da pekişecekti. Söğütlü ideal siyasal düzen’in gereklerinin belirlenmesi ve bu düzenin kurulması ve korunması işlevini seçkinlere bırakan Platonyen ilke ile Kameralizmin seçkin zümreye biçtiği misyon 92 A.g.tez, s .24. 93 A.g.tez, s. 24-26. 53 arasında da fazla bir fark olmadığını ifade etmektedir.94 1.1.4.4. Kuleli Vakası 1826 yılında Sultan II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kapsamı ve hızı artan Batılılaşma çabaları sonucu meydana gelen ortamda; Fransız İhtilalinin ardından ortaya çıkan milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı Devleti’nin gayr-ı müslim tebaası arasında gelişmeye başlaması, gayr-ı müslim tebanın bağımsızlık düşüncesiyle hareket etmesi ve bu amaç doğrultusunda Batı ülkelerinden her türlü desteği görmeleri, 16 Ağustos 1838 tarihinde İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması’nı95 takiben Osmanlı Devleti’nin ekonomik iflas ve Batının vesayeti sürecine girmesi, Türklerin devlet bünyesindeki gayr-ı müslim unsurlarla hukuken eşit olmayı hazmedememeleri, Tanzimat sürecinde Batıdan esinlenerek yapılan düzenlemelerin devletin çeşitli kademelerinde ikili (dual) bir yapı meydana getirmesi Tanzimat’tan beklenen sonuçların doğmasını önlemiştir.96 19’uncu yüzyılda Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan siyasî gelişmelerin en önemlilerinden 94 A.g.tez, s. 26. 95 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması ya da Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması, 1841 yılında başta Rusya olmak üzere Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinin itirazı üzerine Osmanlı Devleti ile ticaret yapan diğer tüm ülkelerle de (Rusya, Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Belçika, Almanya, Prusya, Danimarka) imzalanmıştır. Bütün bu antlaşmalarla yerli sanayiinin rekabet şansı tamamen ortadan kalkmış, bu durum Osmanlı Devleti’nin ekonomik çöküşünü hızlandırmıştır. Bu antlaşmalar, ekonomisi bozulan ve malî kaynak yetersizliği yaşayan Osmanlı Devleti’ni, bütçe açıklarını kapatmak için Batı kapısında borç isteyen bir devlet haline getirmiştir. Batı Avrupa, Osmanlı’da olduğu gibi, önceleri mal satarak sömürüye başlıyor, ardından sattığı malların gelirini borç vererek sömürüsünü sürdürüyor sonra da az gelişmiş ülkelerdeki kuruluşları ve tesisleri çok ucuza kapatarak sömürünün son halkasını tamamlamış oluyordu. Bu konuda 1879’da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby, kendisinden gayet emin olarak Osmanlı Devleti’ni o denli yakından denetliyoruz ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir demektedir. Batının, böylece sömürdüğü ülkeleri, ağır borç yoluyla sisteme bağlamayı klasik bir yöntem haline getirdiği anlaşılmaktadır. Bu antlaşma yapılıncaya kadar Osmanlı Devleti’nin zayıf da olsa sosyo-ekonomik yapısını ve siyasî gücünü yenilemek ve kuvvetlendirmek şansı varsa da bu antlaşma ile bu şans da yitirilmiştir. 1838 tarihli Balta Limanı Ticaret Antlaşması ya da Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşması konusunda ayrıntılı bilgi için bkz; Mübahat S Kütükoğlu; Osmanlı-İngiliz İktisadi Münasebetleri 1580-1838, C. I, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1974, Ayfer Özçelik; Osmanlı Devleti’nin Çöküşü’nde Ekonomi-Politik Baskılar Üzerine Bir Deneme (1838-1914), 1. Baskı, Ecdad Yayım, Ankara 1993, 19’uncu yüzyıl boyunca başta İngiltere olmak üzere Batılı kapitalist güçler önceleri borçlandırmayla başlayan bir ekenomik müdahaleyi gerçekleleştirmiş, yüzyıl sonunda Osmanlı Devleti’ni bağımlı, her türlü sömürüye açık bir ülke haline dönüştürmüşlerdi. Detaylı bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu, Ant Yayınları, İstanbul 1970. 96 Dursun; a.g.m., s. 589. 54 biri de devlet ve iktidara ilişkin düşüncelerin farklılaşması ve örgütlü muhalefet hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. 19’uncu yüzyıla kadar Osmanlı aydınları siyasî iktidara ilişkin sorunları ve süreçleri geleneksel ölçüler içinde tartışırken, yürürlüğe konulan yenilikler ve uygulanan politikalar toplum ve aydınlar arasında farklı tepkilerle karşılanmıştır. Özellikle giderek güçlenen ve siyasî iktidarın kullanılmasında padişahın önüne geçen Bâb-ı Âlî’nin Tanzimat Döneminde izlediği politikalar geniş bir muhalafet cephesinin oluşmasında etkili olmuştur. Türk siyasî tarihinde millî nitelikte ilk siyasal parti, siyasal organ ya da kuruluş Fedailer Cemiyeti adı altında 1859 yılında tarih sahnesine çıkmış ve İstanbul’da faaliyete başlamıştır.97 Aydınların idareye karşı ilk örgütlü hareketi, Islahat Fermanı’nın ilanından üç yıl sonra (1859) Şeyh Ahmet Efendi liderliğinde gerçekleşen Kuleli Vakası’dır.98 Tanzimat çabalarının başarısızlığa uğraması, içlerinde askerlerin de yer aldığı yeni çözüm yolları aramaya yöneltmiştir. Bu olumsuz sürece paralel olarak, aydınlar arasında, mutlakiyeti yıkarak, meşrutiyet yönetimini kurma fikri giderek artan bir şekilde taraftar bulmaya başlamıştır. Osmanlı aydınları, amaçlarını gerçekleştirmek üzere Bâb-ı Âlî’yi basarak Sultan Abdülmecit’i devirmeyi ve ülkedeki düzeni değiştirmeyi düşünmüşlerdir. Cemiyet, orta ve alt rütbeli subayları da kapsayan 40-50 kişilik bir organizasyondu. Ancak bu düşünce eyleme dönüşememiş, planın Saray tarafından haber alınması üzerine 13 Eylül 1859 yılında komplocuların bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da Avrupa’ya kaçmıştır. Komplocular İstanbul’un Çengelköy Semti’ndeki Kuleli Kışlası’nda tutuklu oldukları için bu olay Türk tarihine Kuleli Vakası olarak geçmiştir. Bu olay, o sırada Ordu içinden de destek gören bir siyasî muhalefet hareketinin varlığını ortaya koymaktaydı.99 Niyazi Berkes de Kuleli Olayı’nın, Ordunun siyasal hayata müdahale edebilecek hale gelmek üzere 97 Lewis; a.g.e., s.150. Uluğ İğdemir; Kuleli Vakası Hakkında Bir Araştırma, TTK Bsmv., Ankara 1937. Şaban İba; Ordu Devlet Siyaset, 1. Basım, Çiviyazıları-Sezai Ekinci Matbaası, İstanbul 1998, s. 29 ve Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 265-269. Akşin; a.g.m., s. 135-136. Tarık Zafer Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), İstanbul 1952, s. 89-90 ve Yeniçeri, a.g.m., s. 853-854.. 98 A.g.m., s. 589. Fedailer Cemiyetinin üyeleri için bkz. İlhami Soysal; “Türk Siyasal Yaşamında Yer Almış Başlıca Siyasal Dernekler, Partiler ve Kurucuları”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2010. 99 Öztürk; a.g.e. s. 39 ve Hale; a.g.e., s.33. Sanıklara verilen idam cezaları Abdülmecit tarafından sürgüne çevrilmitir. Araştırmacının notu. 55 olduğunu gösterdiğini ifade eder.100 Bu olay, Türk siyasî tarihinde; önceden düzenlenmiş ilk siyasî çıkış olup, meşrutiyet öncesinde askerlerin karıştığı dikkate değer siyasî olaylardan biri olarak görülebilir. Bu olaydan da anlaşılacağı üzere, Sultan Abdülmecit döneminde Batı ile temaslar, Batılı yaşam tarzına özenmeler ve nihayet Batı tarzı eğitim sonucu, kişi hak ve hürriyetleri sorununu çözmeye çalışanların sayısı artmış ve bu eğilim de Ordu içinde giderek daha çok taraftar bulmaya başlamıştır. Artık sadece gerilemekte olan devletin kalkınma yolları değil, aynı zamanda kişi hak ve hürriyetlerinin gerçekleştirilip teminat altına alınması da Osmanlı aydınlarının çabalarına konu olmaya başlamıştır.101 Kuleyi Vakası’na katılanları harekete geçiren memnuniyetsizlik, daha sonra da Yeni Osmanlıları da harekete geçirmiş olan memnuniyetsizliğin aynısıydı. Bu ilk örgütlü muhalefet hareketi, meşveretli (meclisli) bir yönetim kurulmasını istemekteydi. Cemiyet, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin de ilham kaynağı olarak kabul edilmektedir. Namık Kemal’in, bilahare sürgünde iken karşılaştığı Kuleli Vakası tertipçilerinden Şeyh Ahmet’e karşı gösterdiği saygı anlamlıdır. Çünkü, Şeyh Ahmet, Namık Kemal’den önce onun savunduğu fikirlerin öncülüğünü yapmıştı.102 1.1.4.5. I. Jön Türk Muhalefeti ya da Yeni Osmanlılar Hareketi Fransız İhtilalinin ortaya çıkardığı ve olgunlaştırdığı fikirler nedeniyle Avrupa’da meydana gelen 1830 ve 1848 liberal ihtilalleri, bulundukları ülkelerde anayasalı bir rejimin kurulmasını amaçlamıştı. Bir anlamda mutlakiyetten meşrutiyete geçiş… Armaoğlu, Avrupa ülkelerinde yaşanan ve liberal ihtilallerle kendini ifade eden bu değişim sürecinin, tabandan gelen bir dalganın sonucu olduğunu, Osmanlı Devleti’nde bu ihtilallerle 100 Kurtuluş Kayalı; Ordu ve Siyaset 27 Mayıs - 12 Mart, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 33. 101 Öztürk; a.g.e. s.39. Kuleli Vakası'na damgasını vuran Cemiyet, Sultan Abdülmecit'i tahttan indirerek yerine Sultan Abdülaziz'i geçirmeyi ve meşruti-anayasal bir sistemi istiyordu. Cemiyetin, Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla gelen dış baskılara karşı millî bir tepki olduğu konusunda da kimi değerlendirmeler mevcuttur. Araştırmacının notu. 102 Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 284-285 ve Hakkı Uyar; Tek Parti Dönemi ve Cumhuriyet Halk Partisi, 2. Baskı, Boyut Matbaacılık, İstanbul 1999. s. 53-54. 56 eşzamanlı olarak tabandan herhangi bir hareket meydana gelmediğini, 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nın ise İrade-i Seniyye tarafından tebaya verilen bir lütuf olduğunu, bu Ferman’ın bir yönüyle de Osmanlı Devleti’nde anayasal düzene doğru atılmış bir hareket olarak değerlendirilebileceğini, Islahat Fermanı’nın da Avrupa’daki liberal akımlara benzetilemeceğini ve bir anayasacılık hareketiyle de ilgisi olmadığını belirtmektedir.103 Sultan Abdülmecit’in 1861 yılında ölümünün ardından padişah olan Abdülaziz döneminde de Batılaşma süreci devam etmiştir. Her ne kadar Abdülaziz döneminde mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıç güvenliği ilkelerine yer veren Ferman-ı Adalet yayımlanmış ise de gelişmeleri yeterli bulmayan ve meşrutî bir idare kurulması fikri, aralarında askerlerin de bulunduğu aydınlar arasında hızla gelişmiş ve taraftar bulmuştur.104 Bu gelişmelere paralel olarak meşrutî düzeni hedefleyenler tarafından 1865 yılı Haziran ayında Yeni Osmanlılar Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurulmuştur. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin amacı, ülkede var olan mutlakiyetle yönetim şeklini meşrutiyete ya da anayasalı bir bir yönetim/hükümdarlık şekline dönüştürmekti.105 103 Fahir Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1992, s. 56. 104 Öztürk; a.g.e., s.41-42. 105 Tunaya; a.g.e., s. 91-96. Tekin Erer; Türkiye’de Parti Kavgaları, Tekin Yayınevi, İstanbul 1966, s. 7. Akşin; a.g.m., s. 143-146. Kemal Karpat; Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul Matbaası, İstanbul 1967, s. 32. Mutlak monarşiyi, meşrutî monarşiye dönüştürmek gayesiyle yola çıkan Yeni Osmanlılar Hareketinin ana hatları itibarıyla gerçekleştirmek istedikleri arasında Nizam-ı Serbastane (Demokasi), Nizam-ı Esasiye (Kanun-ı Esasi) ve Şura-yı Ümmet (Millet Meclisi) bulunmaktadır. Bkz. Metin Eriş; “Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma Hareketleri”, Türkler, C. 14, s. 597. Yeni Osmanlıların amacı, Osmanlı Devleti’nde bir Meclis-i Meşveret’in kurulmasını sağlayarak siyasî iktidarın paylaşılmasını kurumlaştırmak, bir kuvvetler ayırımı sağlamaktı. Kuvvetlerin muvazenesi, icra unsurunu, kurulacak olan Meclise karşı mesul tutmakla elde edilecekti. Yeni Osmanlılar icradan Padişahı değil, Abdülaziz devrinde devlet idaresini fiilen eline almış olan Bâb-ı Âlî üst bürokrasisini kasdediyorlardı. Yeni Osmanlıların bu fikirlerini uygulama sahasına konmasını sağlayan grup ise devlet adamlarından, askerî liderlerden ve ulemadan oluşan bir cunta idi. Böylece Yeni Osmanlılardan bazıları, (Mithat Paşa’nın da teşvikiyle) Anayasa’yı hazırlama faaliyetlerine katılmak fırsatını elde etmişlerdi. Bkz. Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895-1908, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1964. s. 9-10. Abdülaziz’in tahta çıkışından bir süre sonra Devletin inhitata (yıkılışa) doğru doğru gidişinden huzursuzluk duyan bir kısım aydınlar 1865 yılında memleket içinde güdülen politikaların ıslahı gayesine yöneltilen bir teşekkül meydana getirmiş ve bilhassa neşriyat yoluyla ülkedeki aydınları uyandırmaya çalışmışlardı. Bkz. Şerif Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 277 ve Fahir Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, TTK Bsmv., Ankara 1999, s.592. Yeni Osmanlıların çıkış sebebi ve kuruluşu konusunda ilave bilgi için bkz. Tevfik Ebuzziya; Yeni Osmanlılar Tarihi, (Yayına hazırlayan: Ziyad Ebuzziya), Kervan Yayınları, İstanbul 1973, s. 9-60 ve 61-72. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin üyeleri için bkz. Soysal; a.g.m., s. 2010. 57 Tanzimat’ın kurucuları (Mustafa Reşit Paşa, Âlî Paşa106 ve Fuat Paşa107) tarafından Batının askerî ve idarî yapısı Osmanlı Devleti’ne aktarılırken, Batının günlük lükse dayalı tüketim kültürü de ikinci kez ve etkin bir şekilde Osmanlı toplumu bünyesine girmişti. Bunun üzerine, 1860’larda Namık Kemal ve Ziya Paşa önderliğindeki Yeni Osmanlılar tarafından ilk ve ikinci kuşak Tanzimatçılara sistematik eleştiriler başlar. Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların sömürü olayını anlamadıklarını, bir üst tabaka meydana getirdiklerini, kendi kültürlerini kösteklediklerini ve ancak yüzeysel anlamda Batılı olduklarını söylediler. Yeni Osmanlılar, Tanzimatçıların, Batının ruhunu oluşturan hürriyetçi ve parlamenter eğilimleri dikkate almadıklarını da dile getiriyorlardı.108 1865’e doğru şekillenen Yeni Osmanlılar Hareketi, esas itibariyle Tanzimat’ın Reşit Paşa’dan sonraki uygulayıcıları olan Âlî ve Fuat Paşalara karşı bir başkaldırma olarak belirmiştir. Bu başkaldırmanın üç ayrı ekseni vardır. Âlî ve Fuat Paşalar, ıslahatı Kameralizmin bir uzantısı olarak uygulamışlardı. Tebaaya aşırı bir hürriyet vermek söz konusu olamazdı. Zira ana hedef devleti kurtarmaktı. 106 Âlî Paşa (1815-1871), 1835’te Viyana Elçiliği’ne katip olarak atandı. Mustafa Reşit Paşa’nın himayesine girdi. 1841’de Londra Elçiliği’ne atandı. Yedi kez hariciye nazırlığı, beş kez de sadrazamlığa getirildi. Reform programının ortaya konulmasında Fuat Paşa ile sıkı bir işbirliği yaptı. Bkz Zürcher; a.g.e., s. 486. 107 Fuat Paşa (1815-1866), 1837’de Bâb-ı Âlî Tecüme Odası’nda görev aldı. Reşit Paşa’nın himayesine girdi. Londra’da başkâtiplik, Madrit’de büyükelçilik yaptı. 1846’da Divan-ı Hümayun Amedciliğine (Hariciye Nezaretine bağlı bir daire) getirildi. 1851’den sonra beş kez Hariciye Nazırlığı yaptı. 1861 ve 1863’te iki kez sadrazamlık görevinde bulundu. 1850 ve 1860 reform politikalarında Âlî Paşa ile birlikte çalıştı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 492. 108 Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 13-14. 1789 tarihli Fransız İhtilali, 19’uncu yüzyıldaki siyasî ve diğer alanlardaki tüm gelişmelerin muharrik unsuru olmuştur. Bu süreçte yeni sınıflar, yeni aktörler, yeni değerler ve yeni düşünceler siyaset sahnesine çıkmıştır. Klasik/geleneksel olarak nitelendirilebilecek eski rejimin kurumları, yapıları, değerleri, düşünceleri, aktörleri ve süreçleri giderek gündemden düşerken yeni rejimin değerleri, aktörleri ve süreçleri gündemi işgal etmeye başlamışır. Siyasal süreçler ve örgütlenmeler sahasında da bu yüzyıl yeni yönelişlerin ve örgütlenmelerin de asrı olmuştur. Bu süreçte egemenliğin halkta olduğu inancı yaygınlaşmış, iktidar gökten yeryüzüne indirilmiştir. Bu süreçte halk kesimleri siyasî ikidarı ele geçirme yarışına siyasî partiler aracılığıyla katılırken, iktidarın sınırlandırılması için anayasalcılık hareketleri giderek güç kazanmıştır. Halkın temsilcilerinden oluşan yerel ve ulusal kurullar ve meclisler, iktidarı kullanmada ön safa geçmişlerdir. İktidar-toplum ilişkilerinde temsil ilkesi belirleyici bir ilke olarak gelişmelerde etkin bir rol oynamıştır. İktidarın toplumun temsilcileri aracılığıyla kullanılacak bir alan olduğu ve ilişkilerin buna göre örgütlenmesi gerektiği inancı yerleşmiştir. 19’uncu yüzyılın yükselen medeniyeti olan Batı dünyasında bu gelişmeler olurken, batı dışı toplumlarda da bu değişimin etkisi kısa sürede ortaya çıkıyordu. Emperyal bir sürece yönelen Batı medeniyetinin kurumları, değerleri ve problem çözme yöntemleri Batı dışı toplumlar tarafından taklit edilen, iktibas yoluyla alınan kendine özgü problemlerin çözümünde kendisinden yararlanılan model olarak görülmüştür. Bu nedenle 19’uncu yüzyıl Batı dışı toplumlar için Batı kurumlarının ve süreçlerinin alınmaya çalışıldığı, geleneksel sistemlerden uzaklaşarak çözümün Batı modellerinde arandığı, bu çerçevede geleneksel olanlar ile modern olarak tanımlananların rekabet ettikleri bir yüzyıl olarak ortaya çıkmıştır. Bu süreçleri Osmanlı Devleti de yaşamış ve köklü bir değişime maruz kalmıştır. Bkz. Dursun; a.g.m., s. 581-582. 58 Yeni Osmanlılar bu tutuma karşı koyarak hürriyet istiyor ve bunun anayasaya dayalı bir parlamento ile sağlanacağını düşünüyorlardı.109 Yeni Osmanlıların Avrupa’daki faaliyetleri sırasında, İtalyan ve Alman millî birliklerini gerçekleştiren Genç İtalya ve Genç Almanya gibi derneklerin faaliyetlerine benzetilerek, kendilerine Genç Osmanlılar ya da Genç Türkler, yani Jeunnes Turcs (Jön Türkler) denilmiş ve bu deyim sonradan bizim siyasî tarihimize de girmiştir.110 Bu tabir Yeni Osmanlılar için ilk kez Prens Mustafa Fazıl Paşa’nın yayınladığı bir mektupta, Yeni Osmanlılar karşılığı olarak kullanılmıştır. Daha sonraları Namık Kemal ve Ali Suavi tarafından da benimsenerek, Türkçe'ye yerleştirilen bu tabir, uzun süre, Osmanlı topraklarında yetişen, devlet idaresine karşı gelen ve yabancılar tarafından da yönlendirilen ihtilalcilerin tamamının ortak adı olmuştur. Önce İttifak-ı Hamiyet adlı gizli örgüt aracılığıyla, ardından da Jön Türk bayrağı altında biçimlenen modern aydın hareketi olan Yeni Osmanlılar, Batılı bir görünüme sahipti. Ancak bu görünüm, geleneksel Osmanlı dünya görüşü üzerinde temellenen sorularla ve İslamî kavramlar ile Aydınlanmacılık arasındaki sentez arayışlarıyla birlikte değerlendirilmelidir.111 Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınların, Aydınlanma 109 Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 344. 110 Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 594. 111 Şerif Mardin; Yeni Osmanlılar Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul 1996. s. 344-346. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 86-91. Kemal Karpat; Osmanlı’da Değişim, Modernleşme ve Uluslaşma (Çeviren: Dilek Özdemir), 1. Basım, İmge Kitabevi, Ankara 2006, s. 38-51. Enver Ziya Karal; Osmanlı Tarihi (Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1876-1907), C. VII, TTK Bsmv., Ankara 1962, s. 209-212 ve. Kocabaş; a.g.e., s. 75-92. Tunaya; a.g.e., s. 91-96. Tanzimat Döneminin üstünkörü ve taklitçi modernleşme anlayışına karşı duran bir grup genç düşünür, 1865 yılının yaz aylarında Belgrad Ormanı’nda yaptıkları bir piknik esnasında İttifak-ı Hamiyyet isimli bir örgüt kurdular. Örgüt üyeleri bir süre yurt içinde faaliyetlerini sürdürdükten sonra Avrupa’ya geçti. Grubun üstadı yaşça da büyük olan Şinasi idi. Şinasi, Namık Kemal, Ali Suavi gibi üyelerin ortak özellikleri Tercüme Odası’nda çalışmış olmaları veya kariyerlerini gazeteci olarak sürdürüyor olmalarıydı. Grubu bir arada tutan dinamik ise Tanzimat reformlarına karşı olan duruşlarıydı. Bir diğer özellikleri ise çoğunluğunun edebiyatın farklı dallarıyla ilgileniyor olmalarıydı: İlk özel gazete Tercüman-ı Ahval Şinasi tarafından çıkarılmış, ilk tiyatro eseri Şair Evlenmesi de yine Şinasi tarafından yazılmıştı. İlk edebi roman olarak kabul edilen İntibah ise Namık Kemal tarafından yazılmıştır. Görüldüğü üzere bu topluluk ülkemizin sadece fikir hayatına değil basın ve edebiyat dünyasına da önemli katkılarda bulunmuştur. 19’uncu yüzyılın ortasına gelindiğinde Osmanlı Devleti’nin geleceği bu insanları kaygılandırmaktaydı. Her ne kadar 1856 yılında Paris Antlaşması’yla Rus tehdidi bertaraf edilmiş ve Osmanlı Devleti bir Avrupa ülkesi sayılıp varlığı garanti altına alınmış ise de toplumsal ve ekonomik yapının gidişatı Yeni Osmanlılar için hiç de iç açıcı değildi. Yeni Osmanlılar dönemin liberallerinin tipik bir göstergesi olarak romantik bir hürriyet düşüncesi içindeydiler. Monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması ve bir parlamentonun kurulması en önemli somut hedefleri arasındaydı. İslami arka plan, Yeni Osmanlı düşüncesini derinden 59 felsefesinin öncülerinden Rousseau’ya ait felsefî metinleri çevirmiş olmaları, esas itibarıyla Yeni Osmanlılar Hareketinin oluşturmak istediği atmosferin bir ifadesi olmuştur.112 Abdülaziz döneminde Yeni Osmanlılar adı altında sergilenen ve meşrutî bir rejimi amaçlayan siyasî muhalefeti Birinci Jön Türk Muhalefeti olarak da tanımlamak mümkündür. Osmanlı Devleti’nde gerçek anlamda meşrutî hareketi, 1865 yılında kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti ile başlatmak isabetli olur. Kurucuları arasına Namık Kemal’in de bulunduğu bu Cemiyete bir süre sonra Ali Suavi, Ziya Paşa, Mithat Paşa ve Mısır Hidivi113 Kavalalı İsmail Paşa tarafından veraset usulünün değiştirilmesi sonucu haklarından mahrum edilen kardeşi Prens Mustafa Fazıl Paşa gibi siyasî tarihimizin önemli kişileri de katılmıştır. Veliaht (V.) Murat ile Şehzade Abdülhamit de bu toplulukla yakından ilgilenmişlerdir.114 Tanzimat Döneminin etkin devlet adamları olan Âlî ve Fuat Paşaların yönetimi sırasında yeni kanunların ve kurumların sökün etmesi muhalefetin gelişmesine önemli etkide bulunmuştur. Yeni Osmanlılar, dönemin etkili haberleşme vasıtası olan etkilemiştir. Gerçekten de Âlî ve Fuat Paşalar önderliğinde yapılan Tanzimat reformları batılı hayat tarzına yönelik olmaktan öteye gidemiyordu. Yeni Osmanlıların en önemli dayanak noktası reformların Osmanlı iç dinamikleriyle birlikte gerçekleştirilmesi gerektiği yönündeydi. Bunun için bir parlamento kurulmalı ve halkın temsilcileri reform hareketini sürdürmeliydi. Yeni Osmanlılar özellikle ekonomi ve dış politikada yabancılara bağımlılığa şiddetle karşı çıkıyorlardı. Her şeyden önce onurlu politikalar izlenmesi gerektiğini dış dünyayı yakından tanıdıkları için kavramışlardı. Dış dünyayı tanımaları yapılan reformların yetersiz ve gösterişten ibaret olduğunu anlamalarını da kolaylaştırıyordu. Bu noktada günümüzde de Yeni Osmanlıların en tanınan ismi Namık Kemal, İslam’ın temel kaynak olması gerektiğini ve parlamenter bir hükümetin zorunlu olduğunu savunmaktaydı. İslam ve demokratik kuralları sentezlemeye çalışması pek çok kişiyi (günümüzde dahi) rahatsız etmiştir. Ancak bir teoriysen olarak o, kendisinin de farkında olduğu ikilemleri aşan söylemler ve düşünceler geliştirmeyi başarmıştır. Namık Kemal hem düşüncelerini korumadaki idealizmi hem de ülkesini sevmesiyle her daim örnek alınması gereken bir kişiliktir. Yeni Osmanlılar lidersiz ve birbirinden hem idarî, hem de fikirsel olarak kopuk bir topluluk olarak fikir üretmekten öte bir işe kalkışamazdı. Ancak fikirler bazen pek çok organizasyondan daha güçlü olabilmektedir. Zira 1876 Anayasası’nın ilanında Yeni Osmanlıların fikirsel payı ortadadır. Yeni Osmanlıların fikrî açılımları bir sonraki kuşak olan Jön Türkleri derinden etkilemiştir. Kısacası Yeni Osmanlılar yalnızca kendi dönemlerini değil, gelecek kuşakları da etkileyecek pek çok işe imza atmayı başarmışlardır. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz. Mardin; a.g.e. İstanbul’daki İttifak-ı Hamiyet üyelerinin Karbonari kitaplarını, İtalya’dan kaçarak İstanbul’a gelen Karbonari üyelerinden / sürgünlerinden elde etmiş olmaları pek muhtemeldir. Bkz. Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 271. 112 TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, s.154. Ziya Paşa’nın biyografisi için bkz. Zürcher, a.g.e., s.514 113 Hidiv: 1867 yılından itibaren Mısır valilerine verilen ünvan. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul 1998, s. 477. 114 Armaoğlu; a.g.e., s. 592-593. Yeni Osmanlıların hakiki hüviyeti ve fikrî yapıları için bkz. Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset, s. 275-287. 60 gazeteler yoluyla muhalif düşüncelerini ve Hükümet politikalarını eleştirmeye başlamışlardır.115 İkbal küskünü olan Mustafa Fazıl Paşa İstanbul’da yaşadığı zaman zarfında, bulunduğu meclislerde Hükümete muhalif bir tutum sergiliyordu. Bu muhalif tavrı hoş karşılamayan Hükümet, muhaliflerden Mustafa Fazıl Paşa’yı sınırdışı ederken, bir başka muhalif aydın olan Ali Suavi’yi116 de Kastamonu’ya sürgün etmiştir. Bu durumu gören diğer muhalifler de İstanbul’da yaşayamıyacaklarını görerek yurt dışına gitmişlerdir. Mısır Hidivliği konusunda mağdur edilmesine ilaveten bir de İstanbul’dan çıkarılmasına kızan Mustafa Fazıl Paşa, Paris’e yerleştikten sonra Yeni Osmanlıların önde gelen isimleri olan Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi, Mehmet, Nuri ve Agâh Efendi gibi aydınları da Paris’e davet ederek, onlara siyasî mücadelelerinde maddî destek sağlamıştır.117 Siyasî muhalefetlerini Avrupa’da sürdüren Yeni Osmanlılar, Bâb-ı Âlî Hükümetinin ülkeyi keyfî olarak idare ettiğine inananıyorlar, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında ezik ve edilgen hale gelmesinden rahatsızlık duyuyorlar ve mevcut duruma çare bulmak için çeşitli önerilerde bulunuyorlardı. Temel hedefleri Bâb-ı Âlî’nin keyfî idaresine son verip yerine meşrutî bir idare getirmek idi. Yeni Osmanlılar, Padişahı değil, bürokrasiyi ve Bâb-ı Âlî ‘yi 115 Dursun; a.g.m., s. 590. 116 Ali Suavi ve yaşadığı dönem hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hüseyin Çelik; Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul 1996 ve İsmail Doğan, Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İz Yayıncılık, İstanbul 1991 ve Bolay; a.g.m., s. 526-528. 117 Ahmet Bedevi Kuran; İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakkî, Tan Matbaası, İstanbul 1948, s. 45. Yeni Osmanlılar Paris’e gelince, Mustafa Fazıl Paşa, onları kiraladığı evlere yerleştirmiş, ayrıca maaş bağlamıştı. Bu çerçevede Ziya Bey’e 3.000, Namık Kemal’e 2.000, Rıfat Bey’e 2.000, Ali Suavi’ye 1.000, Reşat Bey’e 1.000 ve Nuri Bey’e de 1.000 frank aylık bağlamıştı. Ayrıca Sakakini, Mustafa Fazıl Paşa’dan maaş alan bunların hepsini Mason Locasına kaydetmişti. Bkz. Kocabaş, a.g.e., s. 89. Dumont, Mustafa Fazıl Paşa’nın I’Union d’Orient adlı Mason Locasının saygın bir üyesi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Paul Dumont; “Kemalist İdeolojinin Kökenleri”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 55. Mustafa Fazıl Paşa’nın Yeni Osmanlılara harcadığı paraların kaynağı üzerinde durulurken çeşitli spekülasyonlar söz konusudur. N.Nazif Tepedelenlioğlu bu konuyla ilgili olarak şunları yazar: Mustafa Fazıl Paşa adındaki o prensin hem Ruslar’la, hem de İngilizler’le pek sıkı fıkı ilişkiler kurmuş bir politika maceracısı olduğunu artık sağır sultan dahi duymuştur. Sarfetmiş olduğu altınlardan bir tanesinin dahi kendi kesesinden harcanmadığı öğrenilmiş bulunuyor. Bkz. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu; Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğu’nda Komitacılar, Toker Yayınları, İstanbul 1972, s. 127. 61 hedef alıyorlar, Usul-i Meşveret adını verdikleri parlamenter rejimi savunuyorlardı. 118 Paris’te bulunan Mustafa Fazıl Paşa’nın, Sultan Abdülaziz’e hitaben yazdığı mektup, 1867 yılında Türkçe'ye tercüme edilerek, Tasvir-i Efkâr gazetesi’nde yayınlandı ve Osmanlı coğrafyasında da binlerce adet bastırılıp dağıtıldı. Sözkonusu mektup, meşrutiyet fikirleri ve meşrutiyetin ilanı arzusu bahanesiyle, Osmanlı Devleti’ne ve bazı devlet ricaline karşı ağır ifadeler ihtiva ediyordu. Bu mektubun akabinde, Mustafa Fazıl Paşa tarafından Paris’e çağrılan Jön Türkler, onun maddî desteğiyle, Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine giriştiler. Bu yayınların biri sönüp diğeri açılıyor ve sayıları da giderek çoğalıyordu. Jön 118 Dursun; a.g.m., s. 590. Islahat Fermanı, Tanzimat’ın uygulanmasının önemli bir kademesini oluşturmuştu. Bu kademede gayri müslim teb’aya o zamana kadar özel statüleri dolayısıyla bağışlanan imtiyazlar, onlara Osmanlı tebaasının tümünün sahip oldukları statü tanınmak şartıyla, ortadan kaldırılıyordu. 19’uncu yüzyılın başından beri Devlet bünyesinde birer ulus haline gelme yoluna girmeye başlayan Hıristiyan unsurlar Osmanlı Devleti’nden ayrılmak için çaba sarf eden gruplar oldukları oranda, kendilerinin Osmanlı Devleti’ni parçalayan ve onu arkadan vuracak unsurlar olarak çalıştıkları korkusu yayılmıştı. Çağdaş olmaya çalışan bir devlette bu yeni hakların yarattığı tepkinin ikinci bir boyutu, azınlık cemaat liderlerinin kendilerine verilmiş önderlik imtiyazlarını kaybetmeleriydi. Buna benzer bir tepki de, Müslümanların doğal gördükleri millet-i hâkime statüsünün ortadan kalkmasıydı. Fakat Ferman’ın gündeme getirdiği üçüncü bir konu, azınlıkların yabancılarla olan ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Azınlıkların Batı iktisadî girişimcileri olan bağları onları yeni şekillenmekte olan Batının iktisadî emperyalizminin işbirlikçileri durumuna getirmişti. Yeni Osmanlıların görüşü, Islahat Fermanı’nın iktisadî emperyalizmi pekiştiren bir belge olduğu merkezindeydi. Onlara göre, Âlî ve Fuat Paşalar, Osmanlı Müslümanlarını, Avrupa’nın büyük devletlerine siyasî bakımdan peşkeş çekmekle kalmamış, malî politikaları dolayısıyla da Avrupa’nın esiri olmuşlardı. Son olarak, Yeni Osmanlılar, Âlî ve Fuat Paşaların Avrupa’yı kültür konularında taklit etmelerine karşı çıkıyorlardı. Onlara göre Tanzimat bir kültür taklitçiliği olduğu için kültür planında kısır kalmış, Müslüman topluluğunu da temelinden sarsmıştı. Bundan dolayı Yeni Osmanlılar, demokratik anlayışlarını, şeriattan alacakları ilkeler üzerine kurmak istemişlerdir. Bu tutum, daha sonraki yıllarda tekrar sahneye çıkacak olan bir yaklaşımın ilk sistematik ifadesiydi. Yeni Osmanlılara göre; Tanzimat’ın dayandığı bir temel felsefe ve ahlakî değerlerin kökünü oluşturacak bir zemin yoktu. Yeni Osmanlılar bu boşluğu doldurmak için İslam felsefesinden yararlanmayı teklif ediyorlardı. Onlara göre, İslamda siyasal demokrasinin esaslarını bulmak da mümkündü. Yeni Osmanlılar; gerek Batıya karşı tutumla ilgili görüşlerinde, gerekse de azınlıklar ve değerler konusundaki düşüncelerinde Osmanlıların bir kitle olarak harekete geçirilmesi zorunluluğunun ortaya çıktığı hususunun altını çizmektedirler. Bu açıdan, Osmanlıların, siyasî sürece bir kitle olarak katılmaları zorunluluğu yoluyla Batı düşüncesi içine ve aynı zamanda İslamî kültüre çekildiklerini görüyoruz. Adına toplumsal diyebileceğimiz bu zorunluluk, tarihimiz üstüne sadece iktisadî açıdan yapılacak değerlendirmelerin ne denli güdük kalacağını işaretlerinden biridir. 19’uncu yüzyılda bu zorunlulukların bir sonucu olarak din, Osmanlı Devleti’nde eski kisvesini kaybederek bir ideolojik eksen kazandı ve kitlelerin katılmasıyla ilgili yönü her zamankinden daha önemli olmaya başladı. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi gibi kişilere göre Osmanlılar, o zamana kadar Avrupalı büyük devletlerinin politikasına pasif bir şekilde, miskinlikle karşı koymuşlardı. Bunun üstesinden gelerek ülke tebaasını ve bilhassa kendilerine itimat edebilecek olan Müslüman halkı bir direnç hareketine sokmak gerekiyordu. Siyasal fikirlerde bu seferberlik isteği, çağdaş milliyetçiliğin sadece Osmanlı Devleti’nde değil, hemen hemen gözüktüğü her yerde çıkardığı bir davranış türüdür. Bunun sebebini sosyolog Ernest Gellner anlatmıştır. Gellner’e göre çağdaş merkeziyetçi devletin bu merkeziyetçiliği sağlamaya çalışmasının yollarından biri, mahallî kültürlerin yerine millî kültürler geliştirme isteği olmuştur. Bu da genellikle yeni bir millî eğitim ve onunla paralel çalışan bir kültür sisteminin ortaya çıkarılmasıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bkz. Mardin; a.g.m., s. 344-345. 62 Türkler, bu yayınlarında mükemmel bir fikir sisteminin ifadesi ve izahından ziyade belli başlı birkaç nokta üzerinde durdular ve hep aynı şeyleri tekrarladılar. Namık Kemal, Ali Suavi ve Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin, kalemleriyle dile getirilen fikirler, Osmanlı Devleti’ne meşrutiyet idaresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupaî tarzda hak, hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir. Ancak bunların sağlanması için, aralarında birlik kuramadılar. Çoğu, ihtilal ve kanlı mücadele isterken, bir kısmı da fikrî mücadele taraftarı gözüktü. Sultan Abdülaziz’in Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında, Padişah’tan af diledikten sonra kendisine nazırlık verilen Mustafa Fazıl Paşa, maksadına kavuşup Genç Osmanlıların aralarından ayrıldı. Padişahın bu ziyaretinden sonra, Osmanlı Devleti ile dost geçinmek mecburiyetini hisseden Fransa ve İngiliz Hükümetleri, Jön Türklere itibar etmez oldular. Hiçbir devletten destek göremeyen Jön Türkler bir süre çeşitli Avrupa şehirlerinde dolaştılar. Bir kısmı İstanbul’a dönüp Padişahtan özür dileyerek devlet kademelerinde görev aldılar. Bazıları da yayıncılık faaliyetlerine devam ettiler. Yeni Osmanlıların birçok yazılarında istibdata karşı ateş püskürdükleri bir gerçektir. Fakat istibdat kelimesi bizleri aydınlatacak kadar somut bir kelime değildir. Bu şartlar içinde yapılması gereken işlem, bu istibdat kavramını somut bir şekle dönüştürmektir. Belki o zaman Yeni Osmanlıları harekete geçirmiş olan güdülerin gerçek mahiyetini tesbit etmek mümkün olur. Namık Kemal’e göre, Padişah, halkın kendisinden istediği bir şeyi yapmakta tereddüt etmemiştir. Mesele daha etraflıca incelendiğinde karşılaşılan ilk sonuç, Yeni Osmanlıların asıl hedef aldıkları istibdatın Âlî Paşa İstibdatı oluşudur. Bu sonuç ilk anda şaşırtıcı gelebilir. Sultan Abdülaziz devrinde günlük politikanın tayininde Padişah ancak talî bir rol oynamaktadır. Aslında, Sultan Abdülaziz, Fuat Paşa ve Âlî Paşa’nın esiridir. denilebilir. Mustafa Reşit Paşa devrinde başlamış olan bu vüzera hegamonyasının son safhası Fuat ve Âlî Paşaların ölümünden sonra Rüşdü ve Süleyman Paşalar gibi Âlî Paşa’nın yetiştirdiği çırakların Abdülaziz’i hal etmiş olmalarıdır. Sadrazam ve ona hizmet eden yüksek bürokrasinin, o devirde böylesine kuvvetlenmiş olması ise doğrudan Batılılaşmamızla ilgili bir mesele olup, başlangıç safhası da Mustafa Reşit Paşa devridir. Mustafa Reşit Paşa zamanından yapılan idarî değişiklikler, kendi sadrazamlığı döneminde bile yeni bir yüksek memur tabakası meydana getirmişti. Bu grubu, Batı ile irtibatta bulunan kalem efendileri oluşturuyordu. Batıyı tanımaları nedeniyle devletin tüm önemli 63 işlerinin kontrolü yavaş yavaş bu yeni memur tabakasının eline geçmekteydi. Bu yeni üst tabakanın özelliklerinden biri de kendini beğenmişliği ve ülkeyi idareye sadece kendilerini ehil görmesiydi. Daha Mustafa Reşit Paşa zamanında, sadrazam, İngiliz Dışişleri Bakanı ile yaptığı bir mülakatta II. Mahmut’un şahsına bir hayli yüksekten baktığını ve Osmanlı Devleti’nde meydana getirilen yenilikleri tamamen kendisine maledip, Padişahı bu yeniliklerin uygulanması için bir vasıtadan ibaret saydığını gösteren kelimeler sarf etmişti. Âlî Paşa bu tutumu bir adım daha ileri götürerek devlet idaresinin sınırlı bir elit tarafından yapılmasının önemine işaret etmekten çekinmiyordu.119 Bunu, Âlî Paşa’nın Cenab-ı Hak bu milletin saadet halini beş altı kişiye tevdi etmiş, anlar hal ve akdi umuru devlet edivermelidirler . şeklindeki sözlerinde de görmek mümkündür.120 1839-1856 yılları arasında yapılan ıslahatlar Mustafa Reşit Paşa tarafından yürütülürken, 1856’dan sonraki ıslahatlarda büyük ölçüde Âlî ve Fuat Paşalar söz sahibi oldular ve bahse konu ıslahatlarda kuvvetli bir Fransız etkisi görüldü. Bu dönemin en önemli olayı, Fransa’daki Conseil d’Etat (Devlet Konseyi/Meclisi)’ın benzeri olan Şura-yı Devletin 1868 tarihinde kurulmasıdır.121 Sultan Abdülaziz 10 Mayıs 1868 tarihinde parlamento tarihimizin ilk meclisi olan Şûra-yı Devleti açarken şunları söylüyordu: Teşkilat-ı cedîde; kuvve-i icraîyyenin, kuvve-i adliyye, diniyye ve teşrîiyyeden tefriki esasına müsteniddir... (Yeni teşkilat, yürütme kuvvetinin, yargı, din ve yasama kuvvetinden ayrılması esasına dayanmaktadır.) Bu ifadeler bir bakıma Gazi’nin Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. diyerek ifade ettiği sürecin de başlangıcından notlardır.122 Küçük çapta bir parlamentoya benzetilen böyle bir kurum Osmanlı tarihinde ilk defa görülüyordu. Ne var ki Şûra-yı Devlet kısa zamanda önemini kaybederek Şûra-yı Belâ veya Şûra-yı Belî haline gelmiştir. Mardin, Yeni Osmanlılar Hareketinin genellikle bir bütün olarak incelendiğini, oysa bu hareketin içinde en azından üç ayrı eksen bulmanın mümkün olduğunu, bu çerçevede; Şinasi’nin komplekssiz Batıcılığının, Namık Kemal’in en geniş oranda parlamentolu bir 119 Mardin; Türkiye’de Toplum ve Siyaset. s. 277-279. 120 A.g.e., s. 269. 121 Şura-yı Devlet konusunda ilave bilgi için bkz. Shaw; a.g.e., s. 113-114. 122 Özgürel; a.g.m. 64 idareden faydalanmak istemesinin ve Ali Suavi’nin de parlamenter demokrasiyi bir çeşit insan tabiatına aykırı oyun olarak değerlendirmesinin söz konusu olduğunu, toplumumuzda ilk kez bahse konu kişiler tarafından sergilenen bu tutumların da zamanımıza kadar devam ettiğinin söylenebileceğini, Yeni Osmanlıların hürriyet konusundaki bu ihtilaflarının terakkî konusundaki fikir birlikleri dolayısıyla çoğu zaman ortaya konmadığını, zira hem Namık Kemal, hem de Ali Suavi’nin, Osmanlı Devleti’nin (bekası için) Batının maddî gücünü elde etmesi gerektiği konusunda birleştiklerini, Osmanlılarda iktidar, güç ve bastırma ilkelerinin, aile hayatından başlayan bir zincirle devlet idaresine kadar uzanan halkalarının her iki grubu da çok özel bir anlamda terakkî taraftarı yaptığını ve iki grubun da terakkîyi bir üretim yapan fabrika, ekonomik güç, askerî güç ve Batıyı bastırma süreci olarak değerlendirdiklerini, her iki grubun da, Batının endüstri medeniyetinin bastırıcı bir güç olması dışında özerk ve ona hâkim olunmaması prensibine dayalı bir sivil toplumu da yaratmış olduğunun nispeten çok az farkında olduklarını, oysa Batının, hürriyet kavramının gelişmesinin geniş oranda kamu ile özelin ayrılması, kamunun yanında insanlara hareket serbestisini artıran bir mahfuz bölge yaratması ve kamunun ilahî güce dayandırılan 123 otoritesinin bu kökten arınmasıyla ilgili olduğunu ifade etmektedir. 1.2. I. MEŞRUTİYET’İN İLANI, TEKRAR MUTLAKİYET VE SONU 1.2.1. I. Meşrutiyet’in İlanı Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahati esnasında Fransa’nın Tulon liman kentinde karaya ayak bastığında Mustafa Fazıl Paşa padişahtan af dilemiş ve bu affı da kabul edilerek Padişahla birlikte yurda dönmüştü. Böylece Yeni Osmanlılar, Müstakbel Meşrutiyet Sadrazamı olarak gördükleri Mustafa Fazıl Paşa’nın bu vefasızlığı karşısında büyük hayal kırıklığı yaşamışlar, Paşa’dan sağlanan maddî destek de kesildiği için maddî sıkıntı 123 Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 345. Yeni Osmanlılardan, parlamenter demokrasiyi yerenler arasında insanların esasta okumuş tabakaların ve elitlerin idaresinde olması gerektiğini savunan Ali Suavi başta geliyordu. Ali Suavi’nin, Yeni Osmanlılardan ayrıldıktan sonra, daha açık bir şekilde beliren bu fikirlerinde, çağdaş siyaset bilimlerinde doğrudan demokrasi adını verdiğimiz, daha ziyade idare edene doğrudan doğruya halkın arzularını aksettirmeye yönelik bir sistemin arayışı belirir. Bu da, Ali Suavi’ye göre, idarecilerin halkın dertlerini dinlemeleriyle ortaya çıkacaktı. Bu anlayış (seçkincilik) da ülkemizde modern demokrasinin değerlendirilmelerinden birini oluşturmaya devam etmiştir. Bkz. Mardin; a.g.m., s. 346. 65 çekmeye başlamışlardı. Yeni Osmanlılara karşı İstanbul’da muhalefetin başını çeken Sadrazam Âli Paşa da bu sırada ölmüştü (1871). Af dilekleri Bâb-ı Âlî tarafından kabul edilen Yeni Osmanlılar yurda dönmeye başladılar. Yurt dışındaki Yeni Osmanlıların çoğu 1871 yılında yurda geri döndü ve yönetim tarafından da işsiz bırakılmayarak çeşitli görevlere atandılar. Sultan Abdülaziz, Yeni Osmanlılara görev vermek ve onları çeşitli memuriyetlere getirmek suretiyle onları pasifize etmeyi düşünmüştü. 1870’li yılların başında pasifize edilen Meşrutiyet mücadelesi 1870’li yılların ortalarına doğru yeniden hızlanmıştır. Bu mücadelenin hızlanması büyük ölçüde İngiltere ve Fransa gibi devletlerin Sultan Abdülaziz’in politikasını ve icraatlarını giderek kendi aleyhlerine görmeleri ve onu Yeni Osmanlıları kullanarak harcama girişimlerinden kaynaklanıyordu.124 Jön Türkler, Avrupa’daki faaliyetlerinde bir fikrî birlik kuramadıkları için dağılmışlar ve İstanbul’a dönmek zorunda kalmışlardı. Aralarındaki yegâne ortak fikir, Sultan Abdülaziz yönetiminde somutlaşan mutlakiyet yönetiminin yıkılmasıydı. Yeni Osmanlılar, yapıcılıkan ziyade yıkıcılıkta birleşmiş idiler. Ayasofya Camii’nde yapılan bir toplantıda müstakbel bir kabine teşkili hususunda anlaşamayacak kadar birbirinden ayrı olan bu insanlar, istemekte değil, istememekte bir idiler. Etkin bir teşkilatlanma meydana getiremeyen Yeni Osmanlılar, bir fikir hareketi olarak etkili olmuşlar ve fikirlerine de birçok Osmanlı aydınını çekebilmişlerdir. Sonuç olarak; Yeni Osmanlılar önce Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinde ve sonra da II. Abdülhamit’in tahta çıkarılmasında önemli rol oynamışlardı. 23 Aralık 1876 tarihinde I. Meşrutiyet’in ilanı ve 19 Mart 1877 tarihinde ilk Meclis-i Mebusanın açılması Yeni Osmanlılar Hareketinin bir eseri olmuştu.125 Yeni Osmanlıların bu fikirlerini uygulamaya koyan grup ise devlet adamlarından, askerî liderlerden ve ulemadan oluşan bir cunta olmuştu. Böylece Yeni Osmanlılardan bazıları, tasarladıkları reformları gerçekleştirme ve Anayasayı (Mithat Paşa’nın da özendirmesiyle) hazırlama faaliyetlerine katılma fırsatını elde etmişlerdi.126 124 Kocabaş; a.g.e., s. 92-93. 125 Armaoğlu; a.g.e., s. 594. I. Meşrutiyet dönemi hakkında bkz. Akın; a.g.e., s. 39-55. 126 Mardin; Jön Türklerin Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 31-32. Yeni Osmanlılar Cemiyetinin Genel Başkanı Mustafa Fazıl Paşa, kurucuları ise Namık Kemal, Kayazade Reşat, Menapirzade Nuri, Sagır Ahmet Beyzade Mehmet, Mir’at Mecmuası sahibi Refik ve Suphi Paşazade Ayetullah, diğer üyeleri de Ziya 66 1876 Anayasal Devrimi, üç gücün birleşmesiyle gerçekleşti. İlk olarak Batılı güçlerden gelen baskılar vardı. İkincisi, kendi başına anayasalcılığı destekleyen yazar Namık Kemal’in başını çektiği ve Genç Osmanlılar olarak bilinen liberal aydınların etkisi vardı. Son olarak da, Devletin, Sultan’ın mutlakiyetçiliği nedeniyle çöküşe gitmesine engel olmak üzere padişahın yetkilerine kimi kıstlamalar konulması gerektiğine inanan daha pragmatik üst düzey sivil ve askerî memurlar grubu vardı. Son grubun en önemli kişisi, Mithat Paşa127 olup, anayasal hareketteki liderliği de Ordunun desteğine de dayanıyordu. 1876 Anayasal Devrimi gerçekte bir darbeydi ve başarısı da Tanzimat’ın sivil ve asker aydınları arasındaki ittifaka bağlıydı.128 10 Mayıs 1876 tarihinde medrese öğrencileri, Kabinenin görevden alınması talebiyle, Bâbı Âlî önünde başkaldırdı.129 Abdülaziz de, kişiliksiz bir bürokrat olan Mütercim Rüştü Paşa’yı sadrazamlığa atayarak, bu fiilî duruma boyun eğdi. Yeni kabineye Mithat Paşa sandalyesiz nazır olarak, Ordudaki önde gelen reformist Hüseyin Avni Paşa da Harbiye Nazırı olarak girdi.130 Yeni Hükümette, Yeni Osmanlılar yanlıları da görev almıştı. Ne var ki yeni Hükümet ile Padişah arasında ciddî bir güven problemi bulunuyordu.131 Hal böyle olunca kabine ile taht arasındaki ilişkiler kaçınılmaz olarak bozuldu ve muhalefet liderleri Sultan’ın tahttan indirilmesi gerektiğine karar verdiler. 30 Mayıs’ta Harbiye Mektebi Müdürü Süleyman Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nı kuşatırken, Donanmaya ait Paşa, Ali Suavi, Agah Efendi ve Ebüzziya Tevfik idi. Bkz. http://www.tbmm.gov.tr/partiler/partiler.htm. 04.03.2006. 127 Mithat Paşa (1822-1884) etkili ve ilerici bir vali olarak ün kazandı. 1868’de Şura-yı Devlet Reisliğine atandı. 1872’de üç ay sadrazamlık yaptı. 1876 darbesini yapanlardan biri olup, darbenin ardından yeniden sadrazam oldu. 1876 tarihli Osmanlı Kanun-u Esasisi’ni hazırlayanların en önemlisidir. 1877’de Sultan Abdülhamit tarafından Taif’e sürüldü ve burada 1884’te padişahın emriyle öldürüldü. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 485. Mithat Paşa’nın İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığınması, Abdülaziz’in ölümüyle ilgili olarak yargılanması, sürgünü ve ölümü konusunda bkz. Raif Karadağ; Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar, Kalem Yayınevi, İstanbul 1978, s. 556-558. 128 Hale; a.g.e., s. 34. Konuyla ilgili ilave bilgi için bkz. Cemil Koçak; “Yeni Osmanlılar ve I. Meşrutiyet”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), s. 72-82. 129 Sultan Abdülhamit, gösterilerin, Mithat Paşa tarafından düzenlenip maddî olarak desteklendiğini ve onun perde arkasındaki arkadaşları arasında Mütercim Rüştü Paşa, Damat Mahmut Paşa, Halim Paşa, Hayrullah Efendi ve Murat’ın bulunduğunu söyler. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 158-159. 130 Hale; a.g.e., s. 34. Hüseyin Avni Mütercim Rüştü Paşa hakkında bilgi için bkz. Tekdaş; a.g.e., s. 524-537. 131 Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis; a.g.e., s. 161. 67 gemiler de Boğaz tarafından Saray’ı kuşattılar.132 Şeyhülislamın da Sultanın hal edilmesine cevaz veren bir fetva vermesiyle yeni bir döneme girilmiş olundu. Padişah Abdülaziz, Hükümet tarafından iktidaran uzaklaştırılırken yerine V. Murat padişah yapılmıştı (30 Mayıs 1876).133 V. Murat’ın padişah olması hürriyetçiler için bir zafer gibi göründü. Çünkü V. Murat yıllarca Yeni Osmanlılarla temasta bulunmuş ve onlara sempati göstermişti. Bunların bir çoğu yeni dönemde Saray memuriyetine intisap etmişlerdi.134 Bu gelişmeler Osmanlı Devleti’nde anayasal devlet idaresine geçmenin kapısını da aralamış oldu. Zira Hükümete giren Mithat Paşa ve diğer Yeni Osmanlılar, parlamenter düzen ile Anayasayı savunuyorlardı. Anayasa ve Meclis ile birlikte tesis edilecek parlamenter sistemin, bürokrasinin konumunu güçlendireceğine, sorunların çözümüne katkıda bulunacağına ve bu yolla da Avrupa devletlerinin ilgisini kazanacaklarına inanıyorlardı.135 V. Murat’ın kısa süren saltanatı sırasında Kanun-ı Esasî için ön hazırlıklar yapılmışsa da 132 Hale; a.g.e., s. 34. 133 Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis, a.g.e., s. 160-161. Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmek isteyen grupların başında Fransa ve İngiltere gibi dış güçlere ilaveten bunlarların destek verdiği Yeni Osmanlılar ve iç bünyedeki diğer muhalifler bulunuyordu. İç bünyedeki muhalifler ise Mustafa Fazıl Paşa, Mithat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Askeriye Nazırı Süleyman Paşa, Bahriye Nazırı Kayserili Ahmet Paşa, Şair Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi ve Agâh Efendi’den oluşuyordu. Nihayet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan muhalefetin ileri gelenleri, Veliahd Şehzade Murat'ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye Kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa, 300 kadar Harbiye talebesiyle o sırada İstanbul'da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini kullanarak Abdülaziz’i tahttan indirdi. Önce Topkapı Sarayı'na ve oradan Ortaköy'deki Fer'iye Sarayı’na götürülen Abdülaziz, buraya götürülüşünün dördüncü günü bilek damarları kesilerek öldürüldü. Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi. Ancak bir insanın her iki bilek damarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinayet mevcuttu. Ayrıca, Hüseyin Avni Paşa’nın, doktor muayenesi bile yaptırmadan, aceleyle cenazeyi kaldırtmasından da bu işin bir cinayet ve tertipleyenin de kendisi olduğu anlaşılıyordu. Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülaziz ortadan kaldırıldıktan sonra, daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içindeyken, yüzbaşı ve Sultanın kayınbiraderi Çerkez Hasan Bey tarafından öldürüldü. Amcasının işkenceli ölümü üzerine, darbeci liderler tarafından tahta çıkarılan V. Murat’ın aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple, 31 Ağustos 1876'da tahttan indirildi ve yerine de II. Abdülhamit Osmanlı sultanı oldu. Sultan Abdülaziz’in hal edilmesi, ölümü/öldürülmesi, V. Murat’ın kısa süren saltanatı ve bunun ardından II. Abdülhamit’in tahta çıkması hakkında ilave bilgi için bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 132-150 ve Tektaş; a.g.e., s. 997-1006. Necdet Sakaoğlu; Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 512-526 ve Akın; a.g.e., s. 29-36. Abdülaziz’in ölümü/öldürülmesi konusunda ilave bilgi için bkz. Alpay Kabacalı; Türkiye’de Siyasal Cinayetler, 2. Baskı, Gürer Yayınları, İstanbul 2007, s. 24-29. Tektaş; a.g.e., s. 994-996. Akın; a.g.e., s. 29-33 ve Shaw; a.g.e., s. 206-208. 134 Dursun; a.g.m., s. 590 ve Lewis; a.g.e., s. 161. 135 A.g.m., s. 590. 68 bundan olumlu bir sonuç alınamamıştır.136 Sağlık sebepleriyle V. Murat tahttan indirilmiş ve yerine de kendisinden Anayasa’yı ilan etme sözü alınmış olan II. Abdülhamit 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkarılmıştır.137 Abdülhamit tarafından verilen taaahhüdün doğal bir sonucu olarak Kanun-ı Esasî 23 Aralık 1876’da Çorluluzade Mahmut Celaleddin Paşa tarafından ulema, askerî erkân, eski ve yeni vekiller ile azınlık cemaat reisleri önünde Bayezid Meydanı’nda okundu. Toplar atılarak Kanun-ı Esasî ilan olundu. Hariciye Nazırı Safvet Paşa da yabancı devlet elçilerine Kanun-ı Esasî ’yi izah etti.138 1876 Anayasası ile kurulan meşrutî monarşi, Yeni Osmanlılar hareketinin amaçlarının gerçekleşmesi demekti.139 II. Meşrutiyet ile Osmanlı Devleti ilk kez anayasalı bir rejime geçmiştir. 1876 Osmanlı Anayasası, (Avrupa’da yaşanan) 1848 İhtilalleri sonucu 1851 tarihinde Prusya’nın kabul etmek zorunda kaldığı, nispeten liberal olan Prusya Anayasası’ndan esinlenerek hazırlanmıştır.140 1876 Anayasası; seçilmiş bir organ olan Meclis-i Mebusan ile padişah tarafından atamayla gelmiş bir organ olan Ayan Meclisi arasındaki diyaloga dayanır. Bu anayasaya göre; Meclis-i Mebusana Hükümeti düşürme yetkisi tanınmamış, Meclis tarafından kabul edilen bir kanunun onay yetkisi de padişaha bırakılmıştır.141 Gerek Tanzimat, gerekse de Meşrutiyet kâğıt üzerinde sultanı, fiiliyatta ise devlet ricalini zapturapt altına alma girişimiydi. 1876 Kanun-ı Esasîsi’nin Osmanlı Hükümetini ıslah etmek veya değiştirmek için gerçek bir arzuyu temsil etmediği, sadece Batılı Devletlerin gözünü boyamak ve Osmanlı Devleti’ne 136 A.g.m., s. 590. 137 A.g.m., s. 590 ve A.g.e., s. 161. 138 1876 Anayasası için bkz. Hasan Tunç; Anayasa Hukukuna Giriş, En Son Değişikliklerle 1982 Anayasası, 2. Baskı, Nobel Yayın Dağıtım Ltd.Şti.,Yayın No: 118, Ankara 1999, s. 22-27 ve Mustafa Erdoğan; Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, 4. Baskı, Ankara 2003, s. 13-24. 1876 Anayasası hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. A.Yuri Petrosyan; “1876 Anayasasının Türk Tarihindeki Yeri”, Türkler, C. 12, s. 899-908. Robert W. Zens; Kemal Karpat; “I. Meşrutiyet Dönemi ve II. Abdülhamit’in Saltanatı (1876-1909)”, Türkler, C. 12, s. 873-888 ve Akın; a.g.e., s. 55-59. I. Meşrutiyet konusunda ilave bilgi için bkz. –; Atatürk İnkılapları ve Hukuk, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, Gnkur. Bsmv., Ankara 2005, s. 57-60 ve Selçuk Somel; Selçuk Akşin; “Reform Çağında Osmanlıcılık Düşüncesi (1839-1913) “, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), s. 88-107. 139 Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 594. I. Meşrutiyet idaresinin kurulması hakkında ilave bilgi için bkz. Karal; a.g.e., C. VII, s. 215-241. 140 Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 57. 141 I. Meşrutiyet dönemi ve 1876 Kanun-u Esasisi hakkında ilave bilgi için bkz. Akın; a.g.e., s. 39-59. 69 bağlı milletler (gayrı müslim anasır/unsurlar) yararına müdahale planlarını bozmak amacında olan bir manevra ve bir göstermelik olduğu tenkidi sık sık yapılmıştır. 142 Tanzimat’tan beri iktidar ile muhalefet yani Tanzimat Paşaları (Mustafa Reşit Paşa, Âlî Paşa ve Fuat Paşa) ile Genç Osmanlılar (Ziya Paşa, Namık Kemal, Ali Suavi v.s.) arasındaki kavga asker-sivil karışımı yeni bir grubun (Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa) devreye girerek I. Meşrutiyet’i ilan ettirmesiyle son bulmuştu. Asker-sivil aydınlar arasında hedefe ulaşmanın verdiği bir rahatlık vardı. Sanki siyasî gerginliklere bir nevî mola verilmişti. Artık Meşrutiyet ilan edilmiş, Kanun-ı Esasî (Anayasa) gelmiş ve Padişahın yetkileri de Kanun-ı Esasî ile sınırlandırılmıştı. Kanun önünde herkes hür ve eşitti. Meclis açılmış ve müzakereler yapılıyordu. Osmanlıcılık ve İttihad-ı Anasır idealine doğru bir başlangıç yapılmış ve yola çıkılmıştı. Umut doğmuştu. Artık modernleşebilecektik. Pek çok asker-sivil aydında parlamentolu ve Anayasalı bir rejimle idare edilmenin pekala mümkün olabileceği kanaati doğmuştu. Artık hasta adama çare bulunmuştu. Hasta iyileşme yoluna girmişti.143 1.2.2. Tekrar Mutlakiyete Dönüş 1876 tarihinde ilan edilen I. Meşrutiyet fazla yaşamamıştır. Meşrutiyet’in ilanının takiben yaşanan gerek Osmanlı- Rus Savaşı, gerekse de Ali Suavi Vakası ile Cleanthi Scalieri Aziz Bey Komitesinin144 girişimi I. Meşrutiyetin sonunu hazırlamıştır. Yeni Osmanlılar, 1877’den sonra Abdülhamit tarafından dağıtıldılar. Yeni Osmanlıların çeşitli yönlere dağıldıkları 1877-1889 yılları arasında hürriyetçi davranışların bir devamı sayılacak bir tek önemli olaya rastlanılmaktadır. O da Yeni Osmanlıların ideal Padişahı olan V.Murat’ı tekrar tahta getirmeyi amaç edinen Ali Suavi Vakası’dır.145 Sultan 142 Lewis; a.g.e., 163-164. 143 Bayram Kodaman; “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-194)”, Türkler, C. 13, s. 168. 144 Cleanthi Scalieri-Aziz Bey Komitesi konusunda bilgi için bkz. Kabacalı; a.g.e., s. 46-49. İstanbul’da yaşayan ve Yunan uyruklu bir şahsiyet olan Cleanthi Scalieri’nin önemi, Çengelköy Mason Locasının üstad-ı azamı olarak sahip olduğu mevkiden ve bunun kendisine sağladığı gurur verici Avrupa ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Bahse konu Komitenin bir diğer üyesi olan Aziz Bey de Evkaf Teftiş Kurulunun yüksek bir üyesidir. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 174-17. 145 Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), 5. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 32. Ali Suavi hakkında ayrıntılı-ilave bilgi için bkz. Çelik; a.g.e. ve Aydın; a.g.e., s. 134-135. 70 Abdülaziz zamanında Yeni Osmanlılar Cemiyetine giren Ali Suavi, dokuz yıl Avrupa’da kaldıktan sonra II. Abdülhamit’in tahta geçmesini takiben tekrar ülkeye döndüğünde Sadrazam (İngiliz) Said Paşa’nın aracılığıyla Sultan’ın has müşaviri olmuş, ardından da Galatasaray Lisesi Müdürlüğüne tayin edilmişti. Ali Suvai dengesiz davranışlarından dolayı bir süre sonra bu görevden de azledildi. Bu nedenle sefalete düşerek II. Abdülhamit’in can düşmanı oldu.146 Ali Suavi gibi, Sultan Abdülhamit zamanında yükselmekten ümidini kesenler, onun etrafında toplanarak Ali Suavi Komitesi ya da Üsküdar Komitesi147 adı altında gizli bir teşekkül kurmuşlardı. Bu komitenin düşüncesi, hastalığı sebebiyle tahttan indirilen V. Murat’ı tekrar tahta geçirmekti.148 Aynı zamanda bir Mason olan Ali Suavi, Masonların desteği yanında İngilizlerin de aktif desteğini almaya çalışıyordu. Ali Suavi ile işbirliği halinde çalışan V. Murat’ın annesi, İngiliz Sefiri Layard’a gizli bir ajanını göndererek oğlunun lehine İngiltere desteğini istemiş, hatta sefirin bizzat Çırağan Sarayı’na gelerek V. Murat ile görüşmesini sağlamıştı.149 Rumeli kökenli muhacirlerden etrafına topladığı epeyce bir kalabalıkla, 20 Mayıs 1878’de, Çırağan Sarayı’na girmeyi başaran Ali Suavi, Sultan Murat’ı bu Saray’dan dışarıya çıkarmaya çalıştılarsa da Beşiktaş’ın inzibat işleriyle görevli Mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle derhal isyancıların üzerine yürüdü. Bu esnada Ali Suavi, Hasan Paşa tarafından öldürüldü.150 Silah seslerinin Yıldız Sarayı’ndan duyulması üzerine Sultan Abdülhamit tarafından Çırağan Sarayı’na sevk edilen askerler tarafından isyancılar iki saat içerisinde dağıtıldı. Ali Suavi’nin yalısında bulunan defter ve vesikalar, İngiliz olan hanımı tarafından yakıldığından, Üsküdar Cemiyetine, Hükümet adamlarından kimlerin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak, saldırı sırasında sağ ele geçenler, Divan-ı Harbe verilerek 146 Kocabaş; a.g.e., s. 172-173. 147 Üsküdar Komitesi hakkında bilgi için bkz. Erer; a.g.e., s. 7 ve Soysal; a.g.m., s. 2010. 148 V.Murat’ın Masonlarla irtibatı ve Masonlar tarafından elde edilmesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 109-115 ve Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 216. 149 Kocabaş; a.g.e., s. 175. 150 Kocabaş; a.g.e., s. 178 ve Lewis; a.g.e., s. 174. 71 çeşitli cezalara çarptırıldılar.151 Ali Suavi Vakası, II. Abdülhamit’in vehmini büsbütün artırmıştır. Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak II. Abdülhamit’i kendisini koruyacak tüm emniyet tedbirlerini almaya sevk etti.152 Düşman orduları, Saray’ından birkaç kilometre ötede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos Antlaşması'nı bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa ile mücadele eden Sultan’ı, bir gazetecinin, tahtından indirip, yerine rahatsız olan ağabeyi V. Murat’ı getirmek istemesi II. Abdülhamit’i fevkalâde şaşırttı. II. Abdülhamit alelade bir gazetecinin, böylesine bir işe cüret etmesine inanamamıştı. Padişah, Ali Suavi’nin kendi teşebbüsü ile harekete geçmiş olduğuna inanmıyordu. Çırağan’a yapılan bu baskının o esnada sürgünde bulunan Mithat Paşa’nın telkini ve Ruslar’ın para yardımı ile kendi hayatına karşı girişilmiş bir suikast olduğundan emin bulunuyordu.153 Birinci Çırağan Vakası’nı takiben, nispeten hafif izler bırakan bir seri yeraltı hürriyetçi hareket Yeni Osmanlıların geleneğini devam ettiriyordu. Bunlardan birincisi Cleanthi Scalieri- Aziz Bey Komitesi Girişimi ya da İkinci Çırağan Hadisesi’dir. Scalieri Hareketi, Jön Türkler bakımından oldukça önemlidir. Bir kere Jön Türkler arasında özellikle 1906 yılından sonra rastlamaya başladığımız siyasî masonluk teması154 ilk kez bariz bir şekilde Scalieri Hareketinde karşımıza çıkmaktadır. İkincisi, Scalieri Komitesinin önemli isimlerinden Ali Şefkati Bey; hem Namık Kemal’in akadaşıydı, hem de ilk Jön Türk yayınını çıkaracaktı.155 V. Murat’ın da Mason olduğu ve uluslarası Masonluğun 151 Sultan II. Abdülhamit’e karşı düzenlenen ilk ihtilal hareketi ya da Birinci Çırağan Baskını için bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 172-178. Tektaş; a.g.e., s. 1036-137. Lewis; a.g.e., s. 174, Kabacalı; a.g.e., s. 36-45 ve Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), s. 98-100. 152 Kocabaş; a.g.e., s. 179. 153 A.g.e., s. 177. Birinci Çırağan Baskını ya da Ali Suavi Olayı’nda yabancı parmağı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. A.g.e., s. 172-179. 154 Siyasal Masonluk konusunda ek bilgi için bkz. M.Şükrü Hanioğlu; Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902, C. I, İletişim Yayınları, İstanbul 1985, s. 75-93. 155 Mardin; a.g.e., s. 10-11 ve Kocabaş; a.g.e, 172-178. 72 V. Murat’ın tekrar tahta geçmesi için önemli bir rol oynadığı ileri sürülmüştür.156 Ali Suavi’nin başarısızlıkla sona eren isyanından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan Hadisesi daha meydana geldi. Cleanti Scalieri-Aziz Bey Komitesi tarafından, 8 Temmuz 1878 tarihinde II. Abdülhamit’in selefi olan V. Murat, ikinci kez Çırağan Sarayı’ndan kaçırılmak istendi. Bu komite, V.Murat’ın hal edilmesinden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reisi olan Cleanthi Scalieri157, 1868 yılında İstanbul’da kurulan Prodos Mason Locasının üstad-ı azamıydı. Üyelerinin büyük bir kısmı, V. Murad taraftarlarından olup, diğerleri de memur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Cleanti Scalieri, veliahtlığı zamanından beri V.Murat’ın dostu idi ve tekrar saltanatını temin için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi V. Murat’ın annesinin cariyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların itimadını kazanan İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ricalinden bazılarını komiteye katmak için çalıştıysa da bu konuda başarılı olamadı.158 Cleanthi Scalieri, V. Murat ile Çırağan Sarayı’nda görüşmüştü. V. Murat’ın durumundan şikâyet ederek, milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, duvarlara V. Murat lehine beyannameler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, Sultan II. Abdülhamit’i öldürmek için harekete geçtiyse de sonuç alamadılar. 1878 yılının Şubat ayında hazırlanan plana göre, su yollarından Çırağan Sarayı’na girilerek V. Murat, önce komite üyelerinden Aziz Bey’in evine getirilecek, oradan da halk ile biat merasiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulema ve devlet erkânı da davet edilerek, V. Murat tahta geçirilecekti. Komite, bu planını gerçekleştirmek için uygun bir zaman beklerken, Birinci Çırağan Vakası meydana geldi. Başarısızlıkla sonuçlanan bu olay, komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. V. Murat’ı kaçırmak çarelerini araştırmak için komite üyelerinden Aziz 156 Mardin; a.g.e., s. 11. 157 Cleanthi Scalieri ve masonik faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 75-79. 158 Cleanthi Scalieri - Aziz Bey Komitesi girişimi ya da İkinci Çırağan Baskını hakkında ayrıntılı/ilave bilgi için bkz. Kocabaş; a.g.e, 178-182. Lewis; a.g.e., s. 174-176. Sakaoğlu; a.g.e., s. 526-527 ve Tunaya; a.g.e., s. 100-102. 73 Bey’in evinde çalışmalarını hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir komite üyesi, durumu Saray’a ihbar edince Aziz Bey’in evi zaptiyeler tarafından basıldı. Cleanthi Scalieri, Nakşibend Kalfa ve Âli Şevki Bey yurt dışına kaçtılar. Cleanthi, kaçarken bütün önemli evrakı beraberinde götürür. Komitenin ikinci başkanı olan Aziz Bey ile diğer üyeler yakalanarak tevkif edildiler. Yargılama sonucu Scalieri, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve Tabip Agâh Efendi ölüme mahkûm edildi. II. Abdülhamit bunların cezasını müebbet hapse çevirdi. Cezalandırılan tüm üyeler İstanbul’dan sürüldüler. Sultan, Scalieri’yi yakalatmak için gayret ettiyse de Scalieri’nin Atina’ya kaçmış olması nedeniyle bu çabadan sonuç alınamadı.159 Cemal Kutay’ın Örtülü Tarihimiz adlı eserinde, Cleanthi Scalieri-Aziz Bey Komitesi hakkındaki değerlendirmeler oldukça kayda değerdir. Kutay, Aralık 1960’da İstanbul’daki Yunan Başkonsolosu ve Cleanthi Scalieri’nin torunu olan Yorgo Scalieri ile görüştüğünden ve dedesinden ona intikal eden belgeleri incelediğinden bahsederek şu hususları ifade eder: Bu incelemeden sonra karanlıktaki noktalar açığa çıkmıştı. Olayı, Batı Avrupa Mason Locaları düzenlemişti ve siyasî iktidarlardan da en esaslı yardımı görmüştü.160 Birinci ve İkinci Çırağan Vakalarının ortak noktası; her iki olayın da V. Murat’ı tahta çıkarmak için düzenlenmiş, her ikisinin de ulema, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan tertip edilmiş olmasıdır. Ali Suavi olayında rol sahibi olan üç kişi, aynı zamanda Cleanthi Komitesinin üyesidir. Ayrıca, Ali Suavi ve Cleanthi Scalieri Masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu iki Çırağan Hadisesi’nin, yurt dışında önemli bir teşkilatın emri veya onayı ile yapıldığı tahmin edilmektedir. I. Meşrutiyet 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na varan Balkan Buhranı sürecinde ilan edilmişti.161 I. Meşrutiyetin Osmanlı Parlamentosunda ana dili Türkçe olan mebusların sayısı % 50’yi bulmuyordu. Rum, Bulgar, Romen, Ermeni, Yahudi, Sırp gibi gayri müslim 159 Kocabaş; a.g.e, 182. 160 Cemal Kutay; Örtülü Tarihimiz, C. 11, Hilal Matbaası, İstanbul 1975, s. 1104. İkinci Çırağan Baskını ya da Cleanthi Scalieri - Aziz Bey Komitesi Girişimi hakkında yabancı parmağı konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 176-183. 161 Armaoğlu; a.g.e., s. 57-58. I. Meşrutiyet hakkında ilave bilgi için bkz. Kemal Karpat; Robert W. Zens; “I. Meşrutiyet Dönemi ve II. Abdülhamit’i Saltanatı”, Türkler, C. 12, s. 873-888. 74 mebuslar olduğu gibi, Müslüman fakat Türk olmayan ayrılıkçı mebuslar da vardı. Bunlardan Ermeni Patriki Narses, Rus Çarına başvurarak Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermenistan Devleti’nin kurulması için yardım yapılmasını dahi isteyebiliyordu. Türk mebuslar da olumlu bir icraat ortaya koyamıyorlardı. Osmanlı Devleti’nin 287.510 km² toprak kaybına uğradığı Berlin Kongresi, Osmanlı Devleti’nin parçalanma ve dağılma aşamalarından en önemlisini teşkil eder. Bu anlaşma ile Osmanlı-İngiliz ilişkilerinde de yeni bir dönem başlamış, İngiltere artık Osmanlı Devleti’nin parçalanması için çaba harcamaya başlamıştır. O günler için Osmanlı mozaiği, içerdeki yapı yanında, dışarıdan yapılan tahrikler dolayısıyla da parlamenterizmin gerektirdiği şansa sahip olmakan uzaktı. Zira gerek fikir hareketlerinin doğurduğu gelişmelerle, gerekse de Osmanlı Devleti’nin parçalanması hedefinden vazgememiş Batı sömürgeciliğinin tahrikleri, kurulan parlamento içinde Osmanlı Devleti bünyesindeki çeşitli ırkları, milliyetçilik düşünce ve hareketlerine doğru daha hızlı itmekten başka bir sonuca varmamıştır. Üstelik elde edilen idarî ve malî kaynaklarla da tahriklerin bizzat içinde olma fırsatı genişlemiştir.162 Aybars da, 1877 baharında kurulan Meclis-i Mebusana tüm Osmanlı tebaasının temsilcilerinin katıldığını, ancak bu Meclisin yaşamasının mümkün görünmediğini, Rum’un kafasında Megal-i İdea, Bulgar’ın kafasında Büyük Bulgaristan, Ermeni’nin kafasında da Ermenistan bulunduğunu, Arap Milliyetçiliğinin etkisi de başlamış olduğu için İslamiyetin de artık birleştirici olma niteliğini taşımadığını, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda uğranılan ağır yenilginin I. Meşrutiyet’in sonu ve Abdülhamit istibdadının da başlangıcı olduğunu belirtmektedir.163 Padişah, Anayasa’nın 113. maddesinin kendisine verdiği yetkiye dayanarak 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusanı süresiz tatil etti ve bu suretle meşrutî monarşi de sona erdi.164 162 Eriş; a.g.m., s. 598. 163 Sultan II.Abdülhamit Dönemi hakkında detaylı bilgi için bkz. Karpat; Zens; a.g.m., s. 873-888 ve İlber Ortaylı; “Son Üniversal İmparatorluk ve II. Abdülhamit”, Türkler, C. 12, s. 903-930. 164 Aybars; a.g.e., s. 37-38. 75 Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nde I. Meşrutiyet uygulamalarının başarısızlığı üzerinde dururlarken, Yeni Osmanlıların ülke ve dünya şartlarını bilmedikleri, halka dayanmadıkları, ülkeye neler getireceği belli olmayan ve Batıdan taklitle peşine düştükleri ham bir meşrutiyet hayali uğrunda koştuklarından bahsederler.165 1.2.3. II. Jön Türk Muhalefeti ya da İttihat ve Terakkî Cemiyeti II. Abdülhamit’in 13 Şubat 1878 tarihinde Meclis-i Mebusanı süresiz olarak tatil etmesi sonucu meşrutî monarşiye son vermesi meşrutiyetçi aydınları hayal kırıklığına uğrattı. Öte yandan Birinci ve İkinci Çırağan Vakaları II. Abdülhamit’in vehmini iyice artırmıştı. Bu olayların ardından sultan, Yıldız Sarayı’na çekilerek memleketi sıkı bir şekilde idare etmeye başlamıştı. Ayrıca, Sultan, Yeni Osmanlılar üzerindeki baskıyı daha da artırmış, çoğunu İstanbul’dan sürmüş, son olarak da İstanbul’da Yıldız Mahkemesini kurarak Sultan Abdülaziz’in hal edilmesinde görev alan Yeni Osmanlıları cezalandırmak suretiyle bunların son kalıntılarını da İstanbul’dan uzaklaştırmıştı. 1880-1890 döneminde Yeni Osmanlılık adeta ölmüş gibiydi.166 I878 Berlin Kongresi sonucu Rumeli’deki büyük toprak kayıpları ve Kars, Ardahan ile Batum’un Rusya’ya verilmesi, Kıbrıs’ın ayrı bir anlaşmayla İngiltere’ye devredilmesi, 1881 yılında Tunus’un Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesi, 1882 yılında Duyun-u Umumiye167 İdaresinin kurulması, Anadolu’da Ermeni İhtilal Çetelerinin faaliyetlerine başlaması, Girit ve Doğu Rumeli Meseleleri Osmanlı toplumunda, özellikle de aydınlarda şu kanaatin doğmasına yol açtı: Osmanlı Devleti hasta yatağında, ölmek üzere ve tedavisiyle de hiç kimse meşgul olmamaktadır. II. Abdülhamit 165 166 167 zararlı ilaçlarla tedaviye çalışmaktadır ve hastanın ölümünü Kocabaş; a.g.e., s. 168. A.g.e., s. 186.. 19’uncu yüzyılın sonuna doğru Osmanlı Devleti yarı sömürge haline gelmişti. Doklar, rıhtımlar, demiryolları, elektrik, gaz ve su kaynaklarından raylara devletin gelir getirecek tüm kalemleri yabancıların mülkiyetindeydi. 19’uncu yüzyıl, Osmanlı Devleti’nin yeni ekonomik donanımlar edinmek için gerekli altyapıyı inşa etme çabasına tanıklık etti. Bu riskli girişim her ne kadar kısmen başarılı olduysa da Osmanlı Devleti, bu girişimin gerektirdiği ödemeleri yapmak için gereken kaynakları bulabilmek amacıyla büyük bir borç altına girdi ve 1881’de vergi kaynakları zorla uluslar arası kontrol altına alındı. Bkz. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 221. 76 hızlandırmaktadır. Bu kanaatin yaygınlaşmasıyla birlikte de kamuoyunda Devlet nasıl kurtulur? sorusu seslendirilmeye başlandı. Bu soruya verilen cevaplar: II. Abdülhamit’in devrilmesi, Meclisin açılması ve Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe konulması ile muhafaza-i vatan (Devletin toprak bütünlüğünün korunması), ittihad-ı anasır (Devletin tebasının Osmanlı üst kimliğinde birleşmesi), def-i tecavüzat-ı düşman (düşman müdahalesinin ve saldırısının önlenmesi), kapitüasyonların kaldırılması ve reformların yapılması şeklindeydi. 1878-1908 döneminde II. Abdülhamit yönetimine karşı oluşan ve gittikçe büyüyen muhalefetin ana hedefleri bundan ibaretti. Bu muhalefetin yegâne ortak noktası da Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet’in ilan edilmesiydi.168 II. Abdülhamit’in Meşrutiyet rejimine son vermesi ve baskı idaresi kurması gibi iki tercihi II. Meşrutiyet’e giden yolu açmıştır. Çünkü bu tercih, Osmanlı aydınları tarafından devletin parçalanmasına sebep olacak nitelikte görülüyordu. Avrupa, gayrı müslimler, liberaller ve Jön Türkler Meşrutiyet’in durdurulmasını uygun bulmuyorlardı. Bu arada Osmanlı aydınlarında ortak bir fikir ve ortak bir çareden önce ortak bir endişe ve ortak bir korku doğdu. 1.2.3.1. İttihad-ı Osmanî Cemiyeti 1878 yılında II. Abdülhamit tarafından Anayasa’nın askıya alınmasına rağmen Osmanlı aydınları arasında ülkenin parçalanmasını durdurmak üzere anayasal düzenin tesisine yönelik faaaliyetler ve hürriyet çabaları devam etmiş olup, bu çerçevede ülke sınırları içinde ve dış ülkelerde bitakım gizli cemiyetler kurulmuştur. Nasıl ki Sultan Abdülaziz döneminde Yeni Osmanlılar adı altında sergilenen ve meşrutî bir rejimi amaçlayan siyasî muhalefeti Birinci Jön Türk Muhalefeti olarak tanımlamak mümkün ise, Sultan II. Abdülhamit döneminde sergilenen ve meşrutî rejimi geri getirmeyi amaçlayan örgütlü siyasî muhalefeti de İkinci Jön Türk Muhalefeti olarak tanımlamak mümkündür. 1 Mayıs 1889 tarihinde İstanbul’daki Askerî Tıbbiye Mektebinde İttihad-ı Osmanî 168 Kodaman; a.g.m. s. 168-169. 77 Cemiyeti adında gizli bir cemiyet kuruldu. Cemiyetin kuruluşu Fransız İhtilalinin 100. yılına tesadüf etmekteydi.169 İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin kurucuları Ohrili İbrahim Temo170, Arapkirli Abdullah Cevdet171, Diyarbakırlı İshak Sukuti172 ve Kafkasyalı Çerkes Mehmet Reşit idi. Daha sonra Şerafettin Mağmumi, Girit’li Şefik, Bakülü Hüseyinzade Ali173, Konyalı Hikmet Emin, Cevdet Osman, Kerim Sebati, Mekkeli Sabri ve Selanikli Nazım da bu Cemiyetin kurucuları arasında yer aldılar.174 Cemiyetin kuruluşunda, Mason teşkilatı ve İtalyan Birliğini sağlamak amacıyla kurulan 169 Ahmet Eyicil; “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, Türkler, C. 13, s. 228 ve Lewis; a.g.e., s. 194-195. 170 Kocabaş; a.g.e., s. 190 ve Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 217-218. Cemiyet fikrinin mucidi Arnavut asıllı İbrahim Temo idi. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 190. 1888 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahaneye giren İbrahim Temo (1865-1939), Tıbbiyede öğrenci iken İvTC’nin çekirdeğini oluşturan İttihad-ı Osmani Cemiyetinin kuruluşuna katıldı. Örgüt’ün kurucusu olarak 1/1 numaralı üyesi ve lideriydi. Tıbbiyeden mezun olduktan sonra 1895 yılında Romanya’ya kaçtı ve orada Hareket bir dergi yayınladı. 1906 yılında Terakkî ve İttihat Cemiyeti yeniden organize edildiği sırada İbrahi Temo da Cemiyetin Köstence Şubesi’ni kurdu. II. Meşrutiyet’in ilanı üzerine İstanbul’a döndüyse de umduğunu bulamadı. 6 Şubat 1909 tarihinde Osmanlı Demokrat Fırkasını (Fırka-i İbab) kurdu. Bu partinin 5 Aralık 1911 tarihinde HvİF’na katılmasından sonra Romanya’ya döndü. İbrahim Temo’nun İvT anıları hakkında detaylı bilgi için bkz. İbrahim Temo, (İttihad ve Terakkî Cemiyetinin Kurucusu ve 1/1 Nolu Üyesi) İbrahim Temo'nun İttihad ve Terakkî Anıları, (Hazırlayan: Bülent Demirbaş), Arba Yayınları, İstanbul 1987. 171 Materyalist, pozitivist, şair ve siyasetçi A.Cevdet (1869-1932) Batıcı düşüncenin (Jön Türkler arasındaki) en önemli temsilcisidir. Askerî Tıbbiyede iken tanıştığı İbrahim Temo’nun yönlendirmesiyle materyalist oldu. İttihatçılarla aynı siyasî görüşleri görüşleri paylaştı. 1895 yılında tutuklanarak Trablusgarb’a sürüldüyse de oradan Fransa’ya kaçtı. Sonra da Cenevre’de Osmanlı adlı bir dergi çıkardı. Bilahare Sultan Abdülhamit’e yaklaştı ve ardından da Viyana Türk Sefaretinde resmî doktor oldu. Abdullah Cevdet, Osmanlı’da esas inkılâbı yapacak bir seçkin grubun yetiştirilmesini istiyor, seçkin aydınların da halkın isteklerini dinliyor ve gereğini yerine getiriyor gibi davranmaları gerektiğini söylüyordu. Abdullah Cevdet, halka da bu seçkinleri denetlemek gibi bir görev yüklemekteydi. A.Cevdet hakkında ilave bilgi için bkz. Bolay; a.g.m., s. 539. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 221-250 ve Şükrü Hanioğlu; Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, Ankara 1981, s. 216-219. 172 Diyarbakır’lı İshak Sukuti’nin Cemiyete girişi hakkında bkz. Demirbaş; 13-18. 173 Ali Hüseyinzade, Bakü’de doğmuş ve St. Petersburg Üniversitesini bitirdikten sonra 1890 yılında İstanbul’da Askerî Tıbbiyeye girmiştir. Burada İvTC’nin kuruluşunda önemli bir rol oynadığı belirtilir. Bkz. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 97. Etkili bir Pan-Türkçü teorisyen ve propagandacı Bakülü Ali Hüseyinzade (1864-1942)’nin biyografisi için bkz. Zürcher; a.g.e.,s. 496. 174 Kazım Karabekir; İttihat ve Terakkî Cemiyeti 1896-1909, 2. Baskı, Emre Yayınları, İstanbul 1993, s. 464 ve Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler, 108-109. İvTC, önce İttihad-ı Osmanî adıyla Mayıs 1889’da Askerî Tıbbiyede kuruldu. 1894 yılında İvT adını almıştır. O yıl Cemiyet üyelerinin bir kısmı Avrupa’ya geçmeyi hızlandırmışlardır. Cemiyet, 1905 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr.Nazım’ın hâkim oldukları bir grup haline gelmiş, 1906 yılından itibaren ise Şakir-Nazım grubu Türkçülüğe, parti örgütlenmesine ve askerî örgütlere daha çok önem vermeye başlamıştı. İvT, 1908 Devriminden bir süre sonra da siyasî parti olarak varlığını sürdürmeye başlamıştır. Mardin, a.g.e., s. 98-99. 78 Karbonari Teşkilatı175 da etkili oldu. Nitekim İbrahim Temo, İtalya’nın Brindisi kentine giderek buradaki Mason Locasını ziyaret etti. Bu ziyaret esnasında edinmiş olduğu bilgiler ışığında İttihad-ı Osmanî Cemiyetini de buna benzer şekilde örgütledi. Cemiyet üyelerine verilen numaralar İtalyan Karbonari Teşkilatı üyelerine verilen numaraların bir örneği idi. Bu modele göre İbrahim Temo’nun numarası 1/1 olarak kaydedildi. Yani birinci şubenin bir numaralı üyesi demekti.176 Cemiyetin fikrî kökleri arandığında Askerî Tıbbiyede 19’uncu yüzyıl biyoljik materyalizminin etkili olduğu görülmektedir Askerî Tıbbiye öğrencileri, kendilerine okutulan derslerin gereği olarak, hayatı, Tanrı’nın iradesinin bir ürünü olmaktan çok biyolojik ve fizyolojik bir süreç olarak görüyorlardı. Bu arada, 19’uncu yüzyılda tıp bilimini, tecrübî bir bilim haline getirme konusunda en başta gelen bilim adamlarından bir 175 İtalyanca kömürcüler anlamına gelen Karbonari, İtalya’da, Fransız Devrimi fikirlerinin etkisi altında 1820’li yıllarda doğan ve amacı millî ve cumhuriyetçi bir İtalyan siyasî birliğini gerçekleştirmek olan örgütlerin en ünlüsüdür. Mason örgütlenişini model alan Karbonaroslar, devletlerin orduları ve ve polisleri karşısında her yerde başarısızlığa uğradılar, hücre fedaileri de hapishane çürüyen kahraman oldular. 1834 yılında bu hücrelerle devrim yapılamayacağını anlayan Mazzini’nin kurduğu Grovane İtalia, 1850-1860 yıllarında İtalya’da ve daha sonra tüm Avrupa’da Jeune Europe akımı halinde yayıldı. Siyasal fikirlerinin eğitim görmüş gençler arasında yayılması, gençliği (jeune’lüğü) Avrupa’nın birçok ülkelerinde ilk kez görülen bir devrim gücü durumuna getirmişse de bahse konu jeune girişimleri her yerde bastırıldı. En güçlü olduğu İtalya’da bile başarı elde edemedi. Üçüncü aşamada (1860’da), Garibaldi’nin temsil ettiği gerillacılar devrimciliği başladı. Garibaldi pekçok başarı kazandı. Ancak İtalyan Birliği’ni tamamlamak için Vatikan devleti ordusuyla da savaşması gerekti. O zaman Fransa’da imparatorluk ve diktatörlük kuran III. Napolyon 1867’de Papalık Ordusuna askerî birliklerle yardım ederek Garibaldi kuvvetlerinin ezilmesini sağladı. 1852 tarihli Fransız Anayasası’nın baskıcı yöntemi sonucu Mazzini-Garibaldi yanlısı cumhuriyetçiler ve jeuneler arasında İstanbul’a yerleşenler bile vardı. Bkz. Berkes; Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 271. Cumhuriyetçiler, 1805-1815 yılları arasında Karbonari isimli gizli bir örgüt kurmuşlardır. Bunların savaş parolaları Kurdun parçaladığı kuzu için intikam idi. Hedefi İtalyan Birliğini kurmak olan Napoli Kralı, bu maksatla Karbonari örgütünden faydalanmıştır. Karbonarilerin gayeleri ormanları kurtlardan temizlemek (istibdata karşı mücadele) sözleriyle sembolik olarak ifade edilmiştir. Örgütün üye sayısı kuruluşunda kısa bir süre sonra 30.000’e kadar yükselmiş ve tüm İtalya’ya yayılmıştır. Sadece 1820 yılının Mart ayında 65.000 yeni üye kaydediliği ve tüm şehirlerin örgüte katıldıkları söylenmektedir. 1821 yılında Napoli ve Piemonte İsyanı’nın bastırılmasından sonra, tüm İtalya’daki Karbonariler vatana ihanetle suçlanmışlar ve cezalandırılmışlardır. Bkz. Türk Ansiklopedisi, C. 9, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1958, s. 375-375. 176 Eyicil; a.g.m. s. 228. Ernest Edmondson Ramsaur; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, (Çeviren: Nuran Ülken), Sander Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1982. s. 32 ve Lewis; a.g.e., s. 195. Cemiyet fikrinin mucidi olan Arnavut asıllı İbrahim Temo tatil aylarında vapurla Arnavutluk’a gidip gelirken birkaç kez de İtalya’ya uğramış, Napoli’de bir Karbonari Kulübünü gezmiş ve Brindisi’deki Mason Locasına kaydolmuştur. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 190. İvTC’nin, Masonlarla ilişkisi hakkında ilave bilgi için bkz. Orhan Koloğlu; İttihatçılar ve Masonlar, Pozitif Yayınları, İstanbul 2005 ve Lewis; a.g.e., s. 196. İbrahim Temo’nun Carbonari Örgütü’nden esinlenmesi hakkında ilave bilgi için bkz. Akın; a.g.e., s. 61 ve Yuriy Aşatoviç Petrosyan; Sovyet Gözüyle Jön Türkler, (Türkçesi: Mazlum Beyhan, Ayşe Hacıhasanoğlu), Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, İstanbul 1974, s. 175. Jön Türkler ve siyasal masonluk hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu; Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakkî Cemiyeti ve Jön Türklük 1889-1902, s. 80-92. 79 olan Claude Bernard’ın fikirleri kendi öğrencisi ve Askerî Tıbbiye hocası olan Şakir Paşa yoluyla intikal etmişti. Bu materyalist fikrî temelin, Cemiyetin kurucularını etkilemiş olduğu, bu yolla bir nevî kâinat sırrına vakıf olabileceklerine ve bunun da kendilerine, daha önceki kuşakların elinde olmayan bir gücü temin edeceğine inanmaları muhtemeldir. Bu açıdan, aynı paralelde giderek Paris’te pozitivizm’in yine kendisine tılsımlı bir kalkınma anahtarı sağladığına inanan Ahmet Rıza Bey’in ilk liderlerinden biri olması tesadüf değildir. Zamanla bu camiada, kendilerine güç veren tılsımın madde olmayan fakat yine bilimden kaynaklanan toplum şekillenmesiyle ilgili bir unsur olduğu anlaşılmaya başlandı.177 177 Mardin; a.g.e., s. 98-99 ve Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 351. Zürcher de, Jön Türklerin Batıya yönelişlerinin laikliği, materyalizmi ve elitist otoriter bakış açısını, popülarize edilmiş bir pozitivizmden aldıklarını, bunun kökeninde ise Osmanlı Devleti’nin modern (Batı tarzı açılan) okullarının nihayet (özellikle birinci kuşak Jön Türklerin) Avrupa’da yaşadıkları gurbet deneyiminin olduğunu belirtmektedir. Bkz. Eric Jan Zürcher; Savaş, Devrim ve Uluslaşma; Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi; 19081928 (Çeviren: Ergun Aydınoğlu), İstanbul Bilgi Ünivesitesi Yayınları, İstanbul 2005, s. 151. Mardin, İvTC’nin zaman zaman değişik ideolojilerle ve üyelerle ortaya çıkmakla birlike, bütün bu ideolojilerin arkasında Osmanlı Devleti’ni kurtarma fikri yattığını ifade etmektedir. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 98. Jön Türklerin fikrî temelleri için bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 9-73. Jön Türklerin ideolojisi için bkz. Sina Akşin; Jön Türkler ve İtihat ve Terakkî, Remzi Kitabevi, İstanbul 1987, s. 80-82, Cemiyetin adının değişerek merkezinin Paris olmasından sonra, Cemiyetin fikrî yapısında Auguste Comte’un pozitivist felsefesi ve Sosyal Darwinizm de etkili olmuştur. Bkz. Eriş, a.g.m., s. 598. İdealini gerçekleştirmek için Ahmet Rıza Bey, kendini vatana hasredecek, inisiyatif sahibi ve iradeli bir gençliğin yetiştirilmesine ihtiyaç görüyordu. Bu ihtiyacın doldurulması için de bir eğitim sisteminin çerçevesini kurmak gerekliydi. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 217. Pozitivizmin otoriter tarafı Ahmet Rıza Bey’e, propagandasına kulak asmayan Osmanlı ahalisine yön verme hakkını bağışlayacak unsurlar sağlıyordu. Pozitivizm, iki yanı bir kılıç olarak görev yapıyordu. Bir yandan ideal, ilerici ve gelişmenin zorunluluğunu anlayan teorik halk, bir başka açıdan bir türlü kendisinden istenen ihtilali meydana getirmeyen ve bu itibarla hayvanî ve egoist kütle (halk) oluyordu. Bu ikili görüş Leninizm’de olduğu gibi pozitivizmde de temel iç çekişmelerinden birini oluşturuyordu. Her iki teoriye göre halkın gerçek hüviyeti olan birinci hüviyetinin ortaya çıkarılması için ikinci anlayışsız hüviyetinin maruz bırakılacağı her türlü eziyet ve baskı mübahtı. Halk, gerçek çıkarlarını bilmediği için ancak bu çıkar öğretilmeliydi. Leninizm’de, bu uyarıcı görevi, halkın önderi olarak komünist parti verecektir. Ahmet Rıza Bey’in teorisinde bu öğretici görevi, ilericilik bilincine erişen subaylar üstlerine alacaklardı. Bu benzetme önemli bir noktayı ortaya çıkarmaktadır. Bunlardan biri Ahmet Rıza Bey’in fikirlerinde 1906 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in etkisi altında belirmeye başlayan totaliterlik unsurlarıdır. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 219. Cemiyet, 1905 yılından sonra Dr. Bahaeddin Şakir ve Dr.Nazım’ın hâkim oldukları bir grup haline gelmiş, 1906 yılından itibaren ise Şakir-Nazım Grubu, Türkçülüğe, parti örgütlenmesine ve askerî örgütlere daha çok önem vermeye başlamıştı. Örgütlenme zorunluluğu, gerçekten de 19’uncu yüzyıl sonu Avrupa’sında yavaş yavaş liberal demokrasinin yerine geçmeye başlayan bir ideoloji idi. Bu doğrultuda Ahmet Rıza Bey Askerin nasıl tabii bir lider vasfına sahip bulunduğunu anlatan broşürler çıkarırken, Bahaeddin Şakir ve Dr. Nazım Beyler de çok daha sıkı bir parti örgütü kurmaya başladılar. 1908 başarısının fiilî mimarları olan zaten Rumeli’de gözlemledikleri devletin batışından tedirgin olmuş subayların gruba katılmaları da bu şekilde temin edildi. Bkz. Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 98-99 ve Mardin; “19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 351. 80 1892 yılında Sultan Abdülhamit, İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin varlığından ve faaliyetlerinden haberdar olunca Mekteb-i Tıbbiyede bir seri tedbir aldı. Mekteb-i Tıbbiyede şartların fevkalade ağırlaşması üzerine, Cemiyet, yetenekli Tıbbiye öğrencilerini öğrenimlerine devam etmesi için Avrupa’ya gönderiyor ya da baskıya maruz kalan öğrencilerin Avrupa’ya kaçmalarını sağlıyordu. Bu arada Arap Mehmet ve Ali Zühtü Paris’e, Mülkiye Mektebinde tarih öğretmenliği yapan Mîzancı Murat Bey178 de 1895 yılında Sivastopol üzerinden Paris’e kaçtı ve orada Ahmet Rıza Bey ile temas kurdu. İttihad-ı Osmanî üyeleri tarafından İstanbul’da yapılan çalışmalar sonucu, üyelerin sayısı artmaya başladı. Kısa zamanda Harbiye, Baytar, Mülkiye, Bahriye, Topçu ve Mühendishane gibi okullardaki öğrencilerin tamamı Cemiyetin etkisi altında kaldı.179 Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden Cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni Olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûti, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Akil Muhtar ve Tunalı Hilmi gibi faal üyeleri yapılan soruşturmalar sonucu suçlu bulunarak dağıtıldılar.180 178 Mîzancı Murat Bey, Avrupa’dayken Cemiyetin Cenevre kolunun başkanlığını yapmıştır. 1897 yılında II. Abdülhamit’in Avrupa’ya gönderdiği elemanlar tarafından ikna edilerek İstanbul’a dönmüş ve Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. 1908 yılından sonra İtilafçıları desteklemiştir. 31 Mart Vakası’ndan sonra yayınlanması yasaklanana kadar Mîzan’ı çıkarmaya devam etmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. 1895 yılında Sivastopol üzerinden Paris’e kaçan Mîzancı Murat Bey’in bir süre sonra da Hidiv Abbas Hilmi Paşa’dan Mısır’a gelip yerleşmesini öneren bir davetiye aldı. Mîzancı Murat, Mısır’a hareket etmeden Londra’da (İngiltere Başbakanı) Lord Salisbury ile görüştü. Ondan Mîzan’ı Mısır’da çıkarma izni aldıktan sonra Mısır’a hareket etti. Murat Bey, Mısır’a vardıktan sonra 4 Ocak 1896’dan itibaren burada Mîzan adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Ancak 1896 yılı ortalarında İngiliz işgal yönetiminin başında bulunan Lord Cronier Osmanlı Devleti’nin baskılarını öne sürerek Murat Bey’den Mısır’ı terk etmesini rica etti. Hidiv de Mîzan gazetesini umduğundan sert bulmuştu. Bunun üzerine Mîzancı Murat Mısır’ı terk etti ve tekrar Paris’e döndü. Mîzancı Murat Bey’in Mısır’daki faaliyetleri için bkz. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 93-101. Mîzancı Murat Bey, Mısır’dan Paris’e geri döndükten sonra Paris Jön Türklerinin ısrarları sonucu Cemiyetin başkanlığını kabul etti. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 103. Muhalif Mîzan dergisinin yayıncısı Murat Bey, 1908 Devrimi öncesinde, yetişen muhalif kuşakların öğretmeni olmuştur. Onun anahtar kavramı Meşveret geleneksel siyasal zihniyetten modern demokrasiye ve özgürleşme fikrine bir köprü olmaktaydı. Bkz. Aydın Suavi; “İki İttihat ve Terakkî “, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 119. Mîzancı Murat Bey ve fikirleri için bkz. Mardin, a.g.e., s. 77-135 ve Sina Akşin; Jön Türkler, İstanbul 1987, Evrim Matbaacılık Ltd. Şti, s. 34-35. 179 180 Temo; a.g.e., s. 33-35 ve Lewis; a.g.e., s. 195. İvT’nin doğuşu için bkz. Sina Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1988, s. 25-27 ve Şerif Mardin; “Yenileşme Dinamiğininin Temelleri ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, 1. Baskı, Dr.Nejat Eczacıbaşı Vakfı Yayınları, İstanbul 1983, s. 33-36. 81 Yurt dışında Cemiyet, Meşveret ve Mîzan gazeteleriyle siyasî muhalefetini sürdürürken yurt içinde de İvTC’nin Merkez Komitesinin başkanlığına seçilen Hacı Ahmet Efendi, II. Abdülhamit’e karşı yapılacak bir darbe planı üzerinde çalışmaya başladı.181 Bu maksada yönelik olarak, Ulemadan Şeyh Naili ve Seraskerlikte bulunan Yarbay Şefik Bey’in ve Birinci Tümen Komutanı Kazım Paşa’nın desteği sağlandı. 1896 yılının Ağustos ayında yapılması planlanan darbeden yönetimin haberdar olması üzerine, yönetim, planı uygulamalarına fırsat vermeden darbecileri tutukladı. Bundan sonra darbecilerin İstanbul’daki faaliyetleri yönetim tarafından tamamen deşifre edildi, darbe planına katılan kişiler sürgüne gönderildi.182 Bir kısmı da yurt dışına kaçtı. Avrupa’daki Jön Türkler de sıkı takibata alındı. 1902’ye kadar Jön Türk Hareketi içte ve dışta sönük kaldı.183 1.2.3.2. Cemiyetin Paris Merkezi: İttihat ve Terakkî Cemiyeti III. Selim zamanında başlayan ve amacı teknik eleman yetiştirmek olan okullar, II. Abdülhamit döneminde de pozitif bilimin öğrenildiği merkezler statülerini korudular. Bu eğitim kurumlarından yetişen pekçok genç, hilafet makamının temsil ettiği felsefe ile modern Batı toplumlarının dayandığı felsefe arasındaki uçurumu rahatça görebiliyorlardı. Görebildikleri bir ikinci gerçek daha vardı ki, pozitivizm konusunu aydınlatması açısından önemlidir. Reformcu aydınların düşüncelerini belli bir sistematik içinde belirleyebilecek felsefe anlayışı, 1880’lere kadar bir bütün olarak kavranamamıştı. Savunulan düşünceler, daha çok aralarında bazı ortak noktalar bulunan farklı eğilimlerin sonucuydu. Yeni 181 Ramsaur, a.g.e., s. 46. 182 A.g.e., s. 48-49 ve Lewis; a.g.e., s. 196. Bahse konu Darbe girişimi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Süleyman Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, 1. Baskı, Vatan Yayınları, İstanbul 1993, s. 188192. Jön Türklerin bu darbe girişimi sırasında İngiltere’nin II. Abdülhamit’i devirmek için Avrupa’da ve Türkiye’de faaliyette bulunduğu bilinmektedir. Bunun sebebi, Sultan’ın, Ermenilerin tahrikleri sonucu Doğu Anadolu’da Osmanlı yönetimine isyan eden Ermeni Komitacıları’na göz açtırmaması ve Türkiye’de artan Alman nüfuzunun İngiliz emellerini tehdit etmesi idi. II. Abdülhamit’i hal uğrunda İngiltere’nin Büyük Devletler nezdindeki girişimleri Almanya ve Rusya’nın bu fikre karşı koymasından dolayı sonuç vermemekle birlikte Jön Türklerle de ilişki kurmuştur. 4 Mayıs 1896 tarihinde İngiliz Ajanı Arminus Vambery tarafından İstanbul’dan yazılan bir mektubu ilişkiler konusunda ipuçları vermektedir. Mektupta, İngiliz Hükümetine, Sultan’ın etkisiz hale getirilmesi için Jön Türklerle işbirliği teklifinde bulunuluyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 191. İngiliz Casusu Vambery’nin faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Mim Kemal Öke; Saraydaki Casus (Gizli Belgelerle Abdülhamid Devri ve İngiliz Ajanı Yahudi: Vambery), İrfan Yayınevi, İstanbul 1998. 183 Kocabaş; a.g.e., s. 192. 82 Osmanlıların düşünsel eklektizminde bu felsefesizlik açıkça görülür. Oysa modernleşme eleştirisini sistemli bir biçimde sürdüren gelenekçi kesim, dinin sistematik ya pısına sahipti. Sistematik bir dinsel dünya görüşünü eleştirebilmek için yine sistematik bir bakış açısına sahip olabilmek gerçeği Osmanlı reformcularının ancak 19’uncu yüzyıl sonlarında bilincine vardıkları bir olguydu. Bu dönemde aydınlarımızın toplama bilgilerle değil de belli düşünce ekolleri içinde eleştiri perspektiflerini kurduklarına tanık oluyoruz. Böylece aydınlarımızın düşünce referansları belirginleşiyor ve felsefî çaba bir kültür biçimlendiricisi olarak Osmanlı reformcularının zihinlerine yerleşiyordu. Pozitivizmin184 de modern bir kültür biçimlendiricisi olarak referans kabul edildiği dönem, 19’uncu yüzyılın son çeyreğidir. Pozitivizm, Jön Türk hareketi içinde, özellikle Ahmet Rıza’nın çabalarıyla yaygınlık kazanmıştır. Ahmet Rıza Grubunun Osmanlı toplumunun geleneksel yapısı üzerine yaptıkları eleştirilerde pozitivizm bir arka plan oluşturur. Ahmet Rıza, toplumsal ilerlemenin ve ekonomik açıdan kalkınmanın temelinde ziraatın modernizasyonu gerçeğini gördüğü için Paris’e ziraat öğrenimi yapmaya gitti. Yurda dönüşünde görev aldığı bürokratik kurumların rasyonel idarecilik anlayışından yoksun oluşları, Ahmet Rıza’nın düşüncelerinde, toplumsal ilerlemenin ancak eğitim yoluyla sağlanabileceği ve bu eğitimi de ancak pozitif bilimlerin verebileceği gerçeğini doğuruyordu. 1889’da Fransız İhtilalinin 100. yıldönümü nedeniyle Paris’te açılan sergiye Osmanlı Hükümetini temsîlen gittiğinde bu görevinden istifa ederek Jön Türk hareketinin başına geçti.185 Cemiyetin yurt içindeki faaliyetlerinin yurt dışında da etkin bir şekilde devam edebilmesi için Cemiyet tarafından, Mekteb-i Tıbbiyenin üçüncü sınıfında okuyan Selanikli Nazım’ın186 Paris’e gönderilmesine karar verildi. Selanikli Nazım hem öğrenimini yurt 184 Pozitivizm konusunda detaylı bilgi için bkz. Söğütlü; a.g.tez, s. 27-28. 185 Işın; a.g.m., s. 356. 186 Dr.Nazım (1870-1926) perde arkasındaki İttihatçıların belki de en etkilisi. Cemiyetin İstanbul’daki ilk üyelerindendir. Tıbbiyeye girmiş, öğrenimini Paris’te tamamlamıştır. Paris’te Ahmet Rıza ile birlikte çalışmıştr. 1907 yılında İvT’nin daveti üzerine Selanik’e dönmüş Cemiyetin Selanik ve Paris dalları arasında bağlantı sağlamıştır. Anadolu’da, İttihatçı propagandası yapmıştır. II. Meşrutiyet’in İlanından sonra perde arkasında çalışmaya devam etmeyi tercih etmiş, Selanik Belediye Hastanesi Baştabibi olarak görev yapmıştır. Cemiyetin merkez komitesinin daimî üyesi olmuş, 1991 yılına kadar Cemiyetin genel sektererliğini yapmıştır. 1918 yılında Maarif Nazırı olarak kabineye girmiştir. 1926 yılında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e karşı hazırlanan komplo ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle asılmıştır. Bkz. Ahmad; İttihat ve Terakkî 1908-1914 83 dışında tamamlamak, hem de 1889 yılında Osmanlı Hükümeti adına görevli olarak gittiği Fransa’dan dönmeyen (Paris’te yaşayan, pozitivist camiada ve Avrupa’da iyi bir şöhret sahibi olan) Ahmet Rıza Bey’i187 Cemiyete üye yapmak üzere Cemiyet tarafından 1893 yılında Avrupa’ya gönderildi. Selanikli Nazım, Paris Tıp Fakültesine kaydolduktan sona Ahmet Rıza ile temas kurarak onu Cemiyete üye olmaya davet etti.188 Ahmet Rıza Bey’in, Cemiyetin Avrupa’daki temsilci olmasını istediğinde, Ahmet Rıza Bey önce Cemiyetin adına itiraz etmiş ve yazışmalardan sonra Ahmet Rıza Bey’in teklifi olan Ordre et Progress yani Nizam ve Terakkî adı gençler tarafından değiştirilerek, Cemiyet için İttihat ve Terakkî adı kabul edilmiştir.189 (Jön Türkler), s. 256. Nazım Bey, Enver Paşa’nın da eniştesi idi. Bkz. Kazım Nami Duru; İttihat ve Terakkî Hatıralarım, Suluoğlu Matbaası, İstanbul 1957, s. 22. 187 1889 yılında Paris’e kaçan Ahmet Rıza (1859-1933) burada Meşveret gazetesini çıkarmış ve yurt dışındaki Jön Türkleri örgütlemiştir. 1908 ve 1912 yılında yapılan genel seçimlerde mebus seçilmiş ve Mebusan Meclisi Başkanlığı görevini yapmıştır. 1912 yılında daha pasif bir görev olan Ayan Meclisi üyeliğine atanmış ve burada İttihatçı siyasetin en başta gelen muhaliflerinden biri olmuştur. Ahmad, a.g.e., s. 259. Jön Türklerin öncü şahsiyetlerinden Ahmet Rıza Bey ve siyasî fikirleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 173-220. Ahmet Rıza’nın pozitivizmle ilk tanışması 1887’de İstanbul’da Dr. Robinet’nin A.Comte üzerine yazdığı bir kitap aracılığı ile olmuştur. Dönem, bu türden kitapların Osmanlı aydın çevrelerinde yaygın bir ilgi gördüğü dönemdir. Ahmet Rıza’nın pozitivizmi keşfettiği yıl olan 1887, aynı zamanda Beşir Fuat’ın intihar ettiği yıl olup, Osmanlı gelenekçi çevrelerinin bu vesileyle pozitivizm ve materyalizme karşı yoğun bir kampanya açtıkları dönemin başlangıcıdır. Ahmet Rıza’nın pozitivizmle ilgilenmeye başlamasında kuşkusuz bu dönemin tartışma atmosferi etkili olmuştur. Bu düşünsel atmosfer içinde pozitivizm, geleneksel kesimin dünya görüşüne karşı bir alternatif olarak beliriyor ve modernleşme savunucularının sahip çıktıkları yegâne eleştirel felsefe kabul ediliyordu. Paris’te (Comte’un öğrencsi olan) Pierre Lafitte (1823-1903)’in pozitivist çevresine katılan Ahmet Rıza, aynı çevrenin yayın organı olan Revue Occidentale’da çıkan yazılarıyla düşüncelerini daha sistemli bir çevreye yerleştirir. Ahmet Rıza’nın, Paris’teki Jön Türk hareketinin başında bulunması nedeniyle, yazılarında işlediği temalar, bu hareketin muhalefet programını biçimlendirmiştir. Bu program, 1895’ten itibaren yayımlamaya başladığı Meşveret’te Osmanlı reformcularının modernleşme konusunda uymaları gereken siyasî, kültürel ve toplumsal ilkeleri bir bütün olarak ifade etmektedir. Bkz. Işın; a.g.m., s. 356-357. Ahmet Rıza, Pozitivist düşüncenin Türkiye’ye aktarılmasındaki rolü yanında, İvT’nin fikrî önderlerinden biri olarak bilinir. Türkiye’de modern siyasetin oluşumunda; siyasal faaliyet ile siyasal düşünce üretimi arasındaki açının büyüklüğünü simgelediği söylenebilir. Bkz. Barış Alp Özden; “Ahmet Rıza”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 121. 188 189 Eyicil; a.g.m., s. 229 ve Lewis, a.g.e., s. 195-196. Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 595-596. 1889 yılında gittiği Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey ile temasa geçerek Nazım Bey yurt dışına kaçırıldı. Katı bir pozitivist olan Ahmet Rıza Bey, uzun süren bir haberleşme sürecinden sonra Cemiyetin amaç, örgütlenme ve takip edeceği siyaset konularında kendi görüşlerinin kabul edilmesini istedi ve Cemiyetin adının İttihad-ı Osmanî’den Auguste Comte’un pozitivizm akımının sembol kelimeleri olan ordre et progress kelimelerinin tercümesi olan nizam ve terakkîye çevrilmesini istedi. Cemiyet üyelerinin ittihat kelimesinin muhafazası yolundaki ısrarları üzerine Örgüt’ün yeni isminin Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti olmasına karar verildi. Bkz. Şükrü Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 23, s. 477. Comte’un düşünceleri, 19.yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınlarının birçoğunu cezbetti. Sosyolojiyi, pozitif ilim gibi vazetmesi ve toplumu aklî yöntemlerle 84 Selanikli Nazım’ın çabaları sonucu 1894 yılında Paris’te kurulan İvTC’nin başkanlığına Ahmet Rıza Bey getirildi. Dr. Nazım Bey, Şerafettin Mağmumi, Milaslı Halil Bey ve Halil Menteşe190 de üye oldu. 1895 yılında Paris’te Tıbbiye Mektebinden mezun olan Dr. Nazım Bey yurda dönmeyip Fransa’da bir hastanede çalışmaya başladı. Gençleri örgütleyerek, Cemiyette Ahmet Rıza Bey ile birlike Hükümet aleyhinde siyasî faaliyetlere devam etti. Cemiyetin bu çalışmalarından dolayı Dr. Nazım ve Ahmet Rıza Bey, II . Abdülhamit yönetimi tarafından vatan haini ilan edildiler.191 Dr. Nazım Bey’in önerisi ve bu öneriyi takiben üyeler arasında yapılan tartışmalar sonucu Cemiyetin bir yayın vasıtası olarak 1 Aralık 1895 tarihinden itibaren, müdürlüğünü Ahmet Rıza Bey’in yaptığı, 15 günde bir (Fransızca olarak) çıkan Meşveret gazetesi yayınlanmaya başladı. Meşveret gazetesinde pozitivist görüşü de savunulduğu için gazete, Fransız basını tarafından önemsendi ve desteklendi.192 Meşveret gazetesinin başlık kısmında, Paris’teki pozitivistlerin sembol kelimeleri olan ordre et progres yani nizam ve terakkî kelimelerinin yönlendirilebilir görmesi (toplum mühendisliği anlayışı) Osmanlı modernleşmecilerinin gerek acelesine, gerekse dinsel düşünüş kalıplarından gelen bütüncül ve düzenli ihtiyaçlarına denk düşmüştür. İvT’nin isminin ilham kaynağında da Comte’un ilkeleri görülebilir. Bkz. Murtaza Korlaelçi; “Pozitivist Düşüncenin İthali”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), s. 215. 190 Halil Menteşe (1874-1948). İttihatçı mebus ve nazır. İstanbul’da hukuk, Paris’te ise tarım tahsili yapmıştır. Siyasal felsefeye merak salmış, Rousseau ve Spencer üzerinde çalışmıştır. Fransız fikir ve kurumlarının hayranı olduğu söylenir. II. Meşrutiyet’in İlanından sonra her üç mecliste de Menteşe mebusluğu yapmıştır. 1909 yılının ardından İvT Başkanlığı, İvT Genel Kurul Üyeliği, Mebusan Meclisi Başkanlığı Menteşe Mebusluğu yapmıştır. 10 yıllık dönem boyunca Cemiyet içinde etkili ve arabulucu bir rol oynamıştır. 1919 yılında Müttefikler tarafından Malta’ya sürülmüştür. 4. ve 6. dönemlerde TBMM milletvekilliği yapmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 250. Adı geçen şahsın anıları için bkz. Halil Menteşe; (Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi) Halil Menteşe’nin Anıları, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986. 191 Eyicil; a.g.m., s. 229. Comte’çu pozitivizm, Beşir Fuat’ın intihar ettiği 1887 yılında Osmanlı aydınları camiasında yoğun olarak tartışılmıştır. Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıl boyunca geçirdiği sarsıntılar tıpkı Fransız toplumunun 1789 İhtilalinden sonra girdiği karmaşa dönemini andırması ve dolayısıyla pozitivist toplum teorisinin devlet yönetimin konusundaki önerilerinin bu karmaşaya bir son verebileceğine olan sarsılmaz inanç Ahmet Rıza gibi kimi Osmanlı aydınlarını yakından etkilemişti. Comte, 1789 İhtilalinin sonuçlarını yaşamış ve düzen bozukluğu karşısındaki çift yönlü önerilerin bir çözüm olamayacağına inanmıştı. Bu önerilerden ilkine göre düzen ancak eski krallık geleneğine dönülerek kurulabilir. Diğer karşıt öneri ise her ne olursa olsun toplumsal ilerleme / progres ilkesi etrafında biçimlenmekteydi. Comte ise bu iki görüşü kendi pozitivist felsefesi içinde uzlaştırmaya çalışıyordu. Comte’nin amacı, geleneksel otoritenin çevresinde ilerleme ülküsünü gerçeğe dönüştürebilecek yeni bir toplum düzeni yaratmaktı. Böyle bir düzen / ordre anlayışına varabilmek için düşünsel anarşiye son verebilecek gücün pozitif bilimler olduğuna inanmıştı. Dolayısıyla bunalım içindeki bir toplumda düzen sağlandıktan sonra ilerleme kesintisiz bir şekilde gerçekleşebilecekti. Bkz. Işın; a.g.m., s. 356-357 192 Eyicil; a.g.m., s. 230. Ahmet Rıza ve Meşveret gazetesi hakkında bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 122-161. 85 de yer alması193 gazetenin Fransız kamuoyunda desteklenmesinde ve önemsenmesinde etkili oldu. Osmanlı entelektüellerini derinden etkileyen, hakların değil, vazifelerin ön plânda olduğu bir toplumu savunan Auguste Comte Pozitivizminin194, kendisinden esinlenen Ahmet Rıza’nın siyasî ilkelerini yakından etkilediğini ve Osmanlı toplumu üzerinde yaptığı gözlemlere teorik bir çerçeve hazırladığını da söylemek mümkündür.195 Ahmet Rıza (da Comte’u izleyerek) Osmanlı toplumunun 19’uncu yüzyıldaki serüvenini bir bunalım olarak nitelendiriyor ve bu durumdan kurtulmanın yolunun önce düzeni sağlam esaslar üzerine kurmada buluyordu. Ahmet Rıza, toplumsal ilerlemenin kaynağında bir ordre/düzen düşüncesinin yattığını ve bunu zedeleyebilecek olaylardan kaçınabilmek için geçmişten yararlanabileceğini belirtiyordu. Ahmet Rıza’nın burada tecrübe diye vurguladığı olgu Osmanlı toplumundaki kurumların geçmişten devraldıkları bozulmamış manevî içerikleridir. Örneğin; askerlik kurumu 19’uncu yüzyılda büyük bir sarsıntı geçirmiş olabilir ama onun dayandığı manevî değerler, Ahmet Rıza’ya göre tecrübe ya da başka bir ifadeyle geleneğin olumlu yönüdür. Böylece Comte’un ordre et progres (düzen ve ilerleme) sloganı, Ahmet Rıza’da en geniş biçimiyle yankısını buluyordu. Ahmet Rıza, Comte’un pozitivizmden yalnızca ana hatlarıyla etkilenmiş, düzen ve ilerleme motiflerini somutlaştıran toplumsal tabaka analizlerini de benimsemişti. düzen motiflerine bağlı olarak Osmanlı toplumunun tabakalaşma yapısı üzerinde durmuş ve bu noktadan hareket ederek bizdeki ilk modern siyaset teorisine kapı aralamıştır. Bunun yanısıra, siyaset yapıcı temel unsur olarak insanı ele almış ve bu unsur etrafında pozitivist bir etik geliştirmeye çalışmıştır. Ahmet Rıza’nın bu konulardaki düşüncelerini, Comte’un teorik çerçevesine bağlı olarak izlemek mümkündür. Comte kendi kurduğu sosyolojiyi iki bölüme ayırır: sosyal statik ve sosyal dinamik. Bu ikili ayrıma göre sosyal statik, bir toplumun değişmeyen ve onun özgül varoluşunu sağlayan konuları işler. Sosyal statikin Comte’un 193 Lewis; a.g.e., s. 196. 194 A.Comte’un görüşleri ve pozitivist felsefenin siyasî görüşleri hakkında bilgi için bkz. Sarıca; a.g.e, s. 117118. Burns; a.g.e., s. 78-79 ve Ayferi Göze; Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, BETA Basım Yayım Dağıtım A.Ş., İstanbul 1965, s. 234-237. Comte’cu Pozitivizm hakkında bigi için bkz. Russel Keat; John Urry; Bilim Olarak Sosyal Teori, (Çeviren: Nilgün Çelebi), 1. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara 1994, s. 85-90. 195 Işın; a.g.m., s. 356. 86 genel toplum teorisindeki karşılığı düzendir. Comte, bu iki ana temadan düzeni, ilerlemenin biçimleyicisi olara kabul etmiş ve her ikisinin birbirine dolaysız olarak bağlı bulunduğunu vurgulamıştır. Toplum, sosyal statik açısından incelendiğinde bir bütün olarak somutlaşır. Bu somutluğu sağlayan unsurları Comte, bazı alt başlıklar halinde sıralanmıştır. Bunlar; birey, aile ve toplum olmak üzere bir piramit kurarlar. Ahmet Rıza’ya göre, Osmanlı toplumunda Batıdaki anlamıyla bir birey yoktu. Benimsenen teorik çerçeve yerine, sokaktaki Osmanlı insanının oluşturduğu halk kavramından yola çıkmak Ahmet Rıza için daha tutarlı bir yol sayılmıştır. Çünkü birey, halkın geleneksel değerleri içinde silinmiş ve varolabilme şansını da yitirmişti. Halk ise Ahmet Rıza’ya göre genel bir cehalet içindeydi. Bu kütle, var olan bozuk idare anlayışının da destekçisiydi. Siyasal haklarını kavrayamayan bu kütleye karşı Ahmet Rıza güven duymuyordu. Halkın cehaletini Hükümetin sistematik baskısına bağlıyordu. Yönetimin baskıcı niteliğini de halkın cehaletine bağlayan Ahmet Rıza’ya göre aile kurumu, Osmanlı toplumunun temel direkleri arasındaydı. Ancak Ahmet Rıza kendi düşünce programını daha çok yönetim sosyolojisi doğrultusunda geliştirdiği için sorunu yönetenler açısından ele almış ve ailenin idarî işlev açısından edilgen ve konumuna karşılık olarak etken konumda kabul ettiği kamu bürokrasisi ya da mesleki örgütlenmeleri de toplumun temel birimleri saymıştır. Ne var ki aile, yine de bir örgütlenme olup, içerdiği değerlerle insan üzerinde yönlendirici etki yaratmaktadır. Bu yüzden sıradan insanın kültürel biçimlendiricisi olarak aile, temsil ettiği değerler yönünde modernleştirilerek toplumsal ilerlemenin dinamiklerin biri durumuna sokulabilir. Bu da ancak Ahmet Rıza’ya göre eğitim yoluyla gerçekleştirilebilir. Comte’un sosyal statikin üçüncü alt başlığı olarak ele aldığı toplum birimi, Ahmet Rıza’nın üzerinde en çok durduğu konudur. Comte gibi Ahmet Rıza da toplumu dengede tutan ve bütünleştirici mekanizmanın bürokratik örgütlenme olduğunu belirtir. Ahmet Rıza, geleneksel bürokrasinin, başta padişah olmak üzere idarî mekanizmayı felce uğrattığı ve toplumun içinde bulunduğu genel çöküşün bu devre dışı kalmış mekanizmadan kaynaklandığı görüşündedir. Ona göre toplumu yeniden örgütleyen ve ilerlemesini sağlayan güç, rasyonel kurallar çerçevesinde düzenlenmiş bürokratik elitin denetimine verilmelidir. Ahmet Rıza elit sorununa, Osmanlı’da sivil toplumun oluşmaması nedeniyle çok daha kapsamlı işlevler yükler. Ahmet Rıza, toplumsal ilerlemenin dinamiklerinden birisi olarak eğitimi göstermiştir. Bu tema tüm Jön Türk programlarında yer alır. Ahmet Rıza, Paris’ten II. Abdülhamit’e gönderdiği layihalarında, 87 toplumsal ilerlemeyi sağlayabilmek için eğitimin ön plana alınmasını vurgular. Ahmet Rıza, Comte’a paralel olarak, eğitimin içeriğini pozitif bilimlerle sınırlandırmış ve toplumsal elit yetiştirmede de bu eğitim biçiminin önemini sürekli gündemde tutmuştu. Pozitivizm, Osmanlı modernleşmesine iki açıdan büyük katkıda bulunmuştur. Bunlardan ilki kültürel sürecin laikleştirilmesini sağlanması olup, Osmanlı’nın Cumhuriyete devrettiği önemli miras da budur. Pozitivizmin ikinci önemli katkısı da siyasî alanda olmuştur. Bürokrasinin rasyonel kalıplar içinde düzenlenmesi ve bu yeni bürokrat kadronun devletçi ideolojiyi kendine eksen yapması pozitivist felsefenin izlerini taşır. Ancak, pozitivizmin bu iki belirgin katkısının dışında bir de düşünce tarihimize yaptığı kalıcı bir etki vardır ki o da gerçeğin araştırılmasında bilimin önceliğidir. Pozitivizm, bu temel önermesiyle, Tanzimat’tan Cumhuriyete modernleşme tarihimizde yer alan belli aydın gruplarının savunduğu bir düşünce akımı olmaktan çok, bir yönetim belirleyicisi olmuştur. Diğer bir ifadeyle, insanımızın bilincini, bilimin uğraştığı hedefler doğrultusunda disiplin altına almıştır. Yaygınlığını ve sürekliliğini de bu işlevsel özelliğine borçludur.196 Atilla Yayla, pozitivist düşünürlerin, toplumsal gerçekliğin de tıpkı doğa bilimcinin üzerinde çalıştığı nesnenin dışında durarak onu incelemeye çalışması gibi incelenebileceği kanısında olduklarını, başka bir ifadeyle doğa bilimlerindeki bilen-özne ve bilinen-nesne ayrımının sosyal bilimler için de kabul edildiğini, nitekim Comte’un sosyolojiyi sosyal-fizik olarak tanımlamasının da bu anlayışın tipik bir yansıması olduğunu belirtmektedir. Çünkü Comte, toplumu da doğa gibi belirli yasalar çerçevesinde işleyen bir makine gibi görmekte ve (halefi Durkheim gibi) sosyal olayların da fiziksel olgular gibi ele alınabileceğine inanmaktadır. Levent Köker, Comte’a göre doğa ve toplumun, insanın dışında var olan nesnel gerçeklik alanının iki yönünü ifade ettiğini, aralarında bilimsel bilgi edinme yönetiminin farklılaştırmayı gerektirecek ölçüde bir fark olmadığını, dolayısıyla doğa ve toplum bilimleri arasındaki farkın öze ilişkin olmayıp sadece konuların farklı olmasından ibaret olduğunu, bu nedenle her iki alanda da aynı metodolojik ilkelerden yararlanılabileceğini ifade etmektedir. Anthony Giddens da, Comte’a göre insan düşüncesinin evrim sürecinde ilk gelişen bilimlerin, astronomi ve fizik gibi insan 196 Işın; a.g.m., s. 356-359 88 müdahalesinden uzaktaki olguları yöneten yasaları keşfeden bilimler olduğunu, ancak zamanla bilimin giderek insanlığın kendisine daha çok yaklaştığını ve insan davranışlarının bilimine yani sosyolojiye ulaşarak nihaî noktasına vardığını ifade etmektedir. C.Wright Mills de pozitif sosyal bilim anlayışında toplumun belirli yasalara göre işleyen bir düzenlilik arz ettiğinin kabul edildiğini ve bu anlayıştan yola çıkılarak sosyal teorinin amacının da, toplumda varolduğu düşünülen bu düzenin yaslarının keşfedilmesi olarak tanımlandığını ifade etmektedir. Raymond Aron, pozitivist paradigma içinde yer alan düşünürlerin, kapitalist toplumdaki sınıf çatışmalarını insanlığın ilerleyişini kesintiye uğratan bir olgu olarak gördüklerini, örneğin Comte’un, insanlığın ilerleyişinin sürmesi için bu ilerlemenin düzen içinde gerçekleşmesi gerektiğini belirttiğini, başka bir ifadeyle Comte için düzenin, ilerlemenin ön koşulu olduğunu, Comte’a göre toplumları siyasî, iktisadî ve toplumsal açıdan düzen ve istikrara kavuşturmak için bilimden iki şekilde yararlanılabileceğini, bunlardan birincisinin, endüstri toplumuna uygun bir ideoloji geliştirmek yani bir toplumsal tip olarak endüstri toplumun kaçınılmazlığının bilimsel izahını yapmak ve insanları ona uygun davranmaya ikna etmek olduğunu, zira Comte’a göre toplumsal düzenin ancak o toplumda yaşayan insanlar arasında düşünce birliğinin olması halinde kurulacağını, (Peyami Erman tarafından ifade edilen) ikincisinin de, bilimsel bir reform programı hazırlayarak, endüstri toplumunun çatışmalara meydan vermeyecek bir şekilde yeniden düzenlemek olduğunu belirtmektedir. Edward Tiryakian, (Durkheim’a göre) sosyal bilimin konusunun, toplumsal dayanışmanın nasıl gerçekleştirilebileceği olduğunu belirtmektir. Tiryakian; Saint- Simon ile başlayıp, Comte, Le Play ve Durkheim ile devam eden Fransız sosyoloji geleneğinin ortak paydasının, politik çatışmalardan ve sınıf mücadelelerinden nefret ediş olduğunu belirtmektedir. Kapitalizmin bunalımlarını aşmak ve toplumsal düzeni yeniden kurmak için geliştirilen solidarist korporatist ve faşist korporatist düşünce, entelektüel kökleri itibarıyla bir ölçüde bu düşünürlere dayanmaktadır.197 Köker, pozitivizme göre bilimin ahlaki görevinin, insan yaşamını iyileştirmek olduğunu, örneğin Comte’a göre toplumsal ilerlemenin hangi yasalar ve şartlar altında mümkün 197 Söğütlü, a.g.tez, s. 28-30. 89 olacağını önceden bilimsel olarak kestirmenin mümkün olduğunu, Comte’un burada bilim adamlarına bir tür toplum mühendisliği misyonu yüklediğini, bu varsayımların özellikle modernleşmek için yeterli iç dinamiklere sahip olmayan az gelişmiş ülkelerde, seçkinlerin öncülüğünde hazırlanacak bilimsel bir projenin uygulanmasıyla modern topluma geçilebileceği yönündeki anlayışlara da zemin hazırladığını belirtmektedir. Jön Türklerden Cumhuriyet Dönemi seçkinlerine uzanan tarihî çizgide Türk aydın-bürokratı arasında pozitivizmin en çok kabul gören modern düşünce akımı olmasının nedenlerinden biri de budur. C.Wright Mills, pozitivizmin, her türlü sorunun çözümünün ancak bilimsel yoldan mümkün olduğu varsayımının, bu yaklaşımın otoriter bir siyaset tarzını içerdiğini açıkça gösterdiğini, Comte’a göre bir toplumda düzenin ancak o toplumda hakikati bilenlerin siyasî otorite haline gelmeleri halinde kurulabileceğini, pozitivizme göre toplumsal sorunların çözümünün bir toplumsal mühendislik meselesi olduğunu, yani pozitivizmin öngördüğü siyasî yapının tam anlamıyla bir teknokrasi olduğunu belirtmektedir. Muteza Korlaelçi de teknokratların aldığı bilimsel kararların, toplumun çoğunluğunun talepleri değil bilimin gerçekleri olduğunu belirtmektedir. Pozitivizm, toplumu, bilimsel olarak hazırlanmış projelerle istenilen kalıba sokulabilecek bir nesneler yığını olarak görür. Bu nedenle 20’inci yüzyılda otoriter ve totaliter pek çok rejim kendilerini bu tür bir bilimsellik anlayışına dayandırarak haklılaştırmıştır. Örneğin, sosyalizm bu tür bir toplumsal mühendislik ütopyasının tezahürüdür.198 Comte, toplumsal yapıların insan zihnindeki gelişme yasaları tarafından dönüştürüldüğünü ve insanın gelişen rasyonalitesinin dinî ya da metafizik varsayımlara dayanan geçmiş modellerden farklı yeni bir pozitivist ilerleme çağını yaratacağını ileri sürüyordu.199 Comte, devletin fikir ve inanç birliğini sağlayarak sosyal düzeni kurmakla görevli olduğunu, ama devletin bunu başarabilmesi için de kendiliğinden sosyal eğilimleri iyice gözlemesi ve değerlendirmesi gerektiği düşüncesindedir. Burada sözkonusu olan, düzene müdahaledir. Yoksa düzeni yeni baştan yaratmak değil. Böyle olunca devletin ekonomik ve sosyal 198 199 A.g.tez, s. 30. Hale; a.g.e., s. 38. 90 alanlarda da düzenleyici rolü kabul ediliyor demektir.200 Yukarıda belirtilen Comte pozitivizminin niteliğine ilişkin özellikler bağlamında Ahmet Rıza ve taraftarları kendilerini, anayasal yönetim kadar, kültürel ve toplumsal yeniden doğuşu da kucaklayarak Osmanlı Aydınlanmasının lideri olarak görüyorlardı.201 Jön Türkler, II. Abdülhamit aleyhindeki çalışmalarına hürriyeti kurtarmakta olduklarını söyleyerek başlamışlardı. Oysa İvT’nin 1876 Anayasası’nı yeniden yürürlüğe koymanın ötesinde bir hürriyet kuramı yoktu. Padişah aleyhinde çalışan grupların tamamının kuramı; esasta bir kalkınma kuramı, dolaylı olarak da bir hürriyet kuramı olmuştur. Ahmet Rıza Bey’e göre bu kalkınma, insanların düşüncelerinin bilimselleştirilmesi sonucu mümkün olabilecekti. Bilahare Jön Türklere katılacak olan Prens Sabahattin’e göre ise, bu sonuç (kalkınma), bürokratik idareye son vermek suretiyle sağlanacaktı. Sadece Prens Sabahattin’in bir dereceye kadar hürriyetçi sayılabilecek düşünceleri dışında, Jön Türklerin fikirleri milletin uyandırılmasıyla ilgilidir. Burada, Avrupa’da o sıralarda rağbet bulan kitleleri mobilize etme ya da kalkınmayı sağlamaya yönelik toplumsal seferberlik zorunluluğunu ileri süren fikirlerin yankılarını görmek gerekir. Cumhuriyet Dönemindeki fikirler de bu vurguyu devam ettirmiştir. Cumhuriyetin de ana siyasal kuramı, devleti parçalanmaktan kurtarmak ve kalkınmak olmuştur.202 Yabancı postahaneler aracılığıyla Türkiye’ye sokulan Cemiyete ait iki yayından (Mîzancı) Murat Bey tarafından çıkarılan Mîzan gazetesi, Ahmet Rıza Bey tarafından çıkarılan Meşveret gazetesi ile kıyaslanamayacak kadar daha fazla ilgi görüyordu.203 Ahmet Rıza’nın dikbaşlılığı ve uzlaşmaz tutumu kendisine dost kazandırmak bir yana, çevresindekileri de kaybetmesine yol açmakta, bunlara pozitivist faaliyet ve davranışları da eklenince, 200 Sarıca; a.g.e., s. 119. 201 Hale; a.g.e., s. 38. 202 Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 100-101 ve Mardin; 19. yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, s. 351. Bu konuda Mardin ile benzer düşünceleri paylaşmakta olan Çağlar Keyder de Jön Türk düşüncesinin ön planında bir iktisadî program değil, devleti kurtarmayı amaçlayan bir siyasî eylemciliğin söz konusu olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Çağlar Keyder; Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, 4. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 78. 203 Ramsaur; a.g.e., s. 45. Mîzancı Murat Bey tarafından Paris’te çıkarılan Mîzan gazetesi hakkında bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 67-68. 91 ortaya Cemiyetin dinsizlikle suçlanması tehlikesi çıkmaktaydı. Böyle bir suçlama, Sultan Abdülhamit’in elinde gerçekten çok tehlikeli bir silaha dönebilirdi. Ahmet Rıza’nın gerek pozitivist eğilimleri, gerekse kendini beğenmişliği yurt dışındaki Jön Türkler arasında sürekli bir tartışma konusuydu.204 İvTC, II. Abdülhamit idaresine karşı mücadele eden ve meşrutî düzene tekrar geçilmesini hedefleyen Jön Türk Hareketi kapsamındaki örgütlerin en güçlüsü ve sonuca varanı olmuştur.205 İvTC kurulduktan sonra Paris’teki Türk aydınları, Cemiyetin Paris şubesini oluşturmuşlardır. Cemiyet kısa sürede İstanbul’da da pek çok taraftar toplamış, kimi yerleşim merkezlerinde de şubeleri açılmıştır.206 Cemiyet daha önce Avrupa’ya kaçarak mücadelelerini oradan sürdürmekte olan Jön Türkler207 ile temasa geçtikten sonra daha da güçlenmiştir. Bu arada Paris, Cenevre, Bükreş, Kahire ve Rumeli’de birçok şubeleri 204 Ramsaur; a.g.e., s. 45. 205 Uçarol; a.g.e., s. 353. İvT hakkında ilave bilgi için bkz. Karal; a.g.e., C. VII, TTK Bsmv., Ankara 1962, s. 513-515. Hanioğlu; a.g.m., s. 478-479 ve Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 98-101. 206 207 Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597. Mardin “Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908)” isimli kitabının son bölümünde Jön Türkler hakkında özetle şu hususlardan bahsetmektedir; Jön Türklerin en büyük isteği hürriyet değil, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını durdurmaktı. Hürriyet, ancak dolayısıyla kendilerini ilgilendiriyordu. Çünkü hürriyetin ve adaletin egemen olduğu bir rejimde İmparatorluktan kopmak isteyenlerin sayısı azalacaktı. Jön Türklerin hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır. Jön Türkler siyasî fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalışmışlardır. Bir yandan kendi devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin popülerize edilmiş şekillerin etkisi altında kalmışlar ve büyük teorisyenler ile halk arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecede düşünürlerin görüşlerini kendi fikirlerini intikal ettirmişlerdir. Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet ettikten sonra Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasî ve sosyal dünya görüşlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerde rastladığımız Türkçülük başlangıçları, bunun tipik örneğini verir. Abdülhamit devrinde ise hürriyetçi aydın çok daha zor bir durumdaydı. Eleştirilerini doğrudan doğruya Padişaha yöneltmek zorundaydı. Büyük kütleler’in Padişaha kolay zedelenmeyen bir saygıyla bağlandıkları bir İmparatorlukta bu gibi davranışın çabuk sonuç vermesi beklenemezdi. Zamanla Jön Türkler de bunu kavradılar ve halka hitap edeceklerine Osmanlı Devleti içinde istenen hareketi meydana getirebileceklerine inandıkları bir unsura (subaylara) propagandalarını yöneltmeye başladılar. Jön Türklerin ortaya çıkardıkları siyasî fikirlerde, o dönemde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin izlerini görmek mümkündür. Bkz. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), 5. Baskı, İstanbul, 1994, s. 301-308. Jön Türklerin derin bir fikrî olgunluktan yoksun oluşları ve siyasî öngörülerinin yetersizliği konusunda Şerif Mardin’e ilaveten Fahir Armaoğlu ve Hüseyin Cahit Yalçın da benzer görüşler içerisindedir; Birinci Jön Türk (Yeni Osmanlılar) Hareketi’nde olduğu gibi İvT Hareketi’nin de en büyük kusuru sistematik bir fikir birliğini ve ortak birgörüşü gerçekleştirememiş olmasıdır. Hepsi de istibdat rejiminin sona erdirilmesi gereklililiğinde ve meşrutî bir yönetimin kurulması zorunluluğunda birleşmeleridir. Fakat Meşrutiyet’te İmparatorluğa verilecek siyasî yapı, aralarında görüş ayrılığı doğurmuştur. Bkz.Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597. Jön Türkler dar, sıkı, karanlık, bir çevre içinde kendi kendilerini yetiştirmişlerdi. Batıyı pek uzaktan şöyle böyle seçiyorlar, ona büsbütün hayali ve kendine özgü bir nitelik veriyorlardı. Bkz. Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Anılar, (Hazırlayan: M.Mutluay), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1976, s. 23. 92 açılmıştır. Bu dönemde Jön Türkler, II. Abdülhamit yönetimine karşı, özellikle yayın yolu ile mücadele etmişler ve bu amaçla çeşitli ülkelerde 95’i Türkçe, 12’si Fransızca, sekizi Arapça ve biri de Musevice olmak üzere 116 gazete çıkarmışlardır.208 Paris, Napoli, Cenevre ve Londra’da çıkardıkları gazete ve dergilerde209 Hükümet aleyhine, Meşrutiyetin ilanı lehine yazılar yazıp, bunları gizlice yurda sokmaya başladılar. Ahmed Rıza Bey, çıkardığı Meşveret gazetesinde ve Saray’a yazdığı layihalarda meşrutiyet ve hürriyet kavramlarını işlemeye başladı. Ancak Jön Türklerin yurtdışı yayınları tenkit ve temennilerden ibaret kaldı. Osmanlı Devleti’nin sosyal ve ekonomik temellerine dair araştırma ve yayın faaliyetinde bulunamadılar. Osmanlı Devleti’nin içeride ve dışarıda karşılaştığı sorunlar ve bu sorunların devletin dış ilişkilerine yaptığı etkiler, özellikle de dış politikaya bakıştaki farklılıklar da, fikir ve görüş ayrılıklarını şiddetlendirmiştir. Başka bir ifadeyle devletin kurtarılması ve yıkılmasının önlenmesi konusundaki temel mülahaza, görüşleri ve fikirleri farklılaştırmıştır. Bunun sonucu, kimisi İvT taraftarı, kimisi de onun karşısında olmak üzere farklı kuruluşlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Fikir ve görüşlerdeki farklılıklar ve hatta çatışmalar eylem alanına da intikal etmiştir. Bu çerçevede, 1896 yılının Aralık ayında Cenevre’de amaca ulaşmak için terör yöntemlerini de benimseyen Osmanlı İhtilal Fırkası kurulmuştur. Böylece 1889 yılında İttihad-ı Osmanî Cemiyetinin kurulmasıyla başlayan fikir planındaki mücadele, yedi yıl sonra 1896 yılında eylem ve hatta terör niteliğine dönüşme eğilimi göstermeye başlamıştı. Sadece neşriyatla amaca ulaşılmasının mümkün olmadığına inanan İvTC’nin Kahire şubesi, amaca ulaşmak için terör yöntemlerini uygulayacak Bitaraf Yeni Osmanlılar adlı bir cemiyetin kurulmasını istiyordu. Gerekçeleri ise sadece yayınla bir sonuç 208 Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 597. Cemiyetin yurt içindeki varlığının yönetim tarafından farkına varılması üzerine kimi üyeleri sürgüne gönderilirken, kimi üyeleri de Avrupa’ya kaçtılar. Jön Türklerin taşradaki ve yurt dışındaki faaliyetleri ve neşrettikleri yayınlar hakkında ilave ve detaylı bilgi için bkz. Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908). Jön Türklerin ideolojisi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, .s. 111-113. 209 Bu çerçevede Londra’daki Jön Türklerden Ali Şefkati Bey tarafından çıkarılan Hayal ve İstikbal, Paris’teki Jön Türklerden Ahmet Rıza Bey tarafından çıkarılan Meşveret, Cenevre’deki Jön Türklerden İshak Sukuti, Mîzancı Murat, Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Nuri Ahmet, Reşit Halil Muhakkak, Akil ve Refik Beyler tarafından çıkarılan Mîzan ve Osmanlı adlı gazeteleri zikretmek mümkündür. Bahse konu yayın faaliyetleri konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 137-250. 93 alınmasının mümkün olmadığı idi.210 1896 yılındaki başarısız darbe girişimini211 takiben İstanbul’daki Cemiyetin merkez komitesi etkisiz hale gelmiş olmakla birlikte, Jön Türkler Mîzan ve İçtihat gazeteleriyle yurtdışında mücadeleye devam ettiler. Paris’te çıkarılan Meşveret gazetesinde II. Abdülhamit aleyhine yazılan yazıların Saray’ı rahatsız etmesi üzerine Osmanlı Devleti’nin Paris Büyükelçisi tarafından Fransız Hükümeti nezdinde girişimde bulunuldu. Bu girişim üzerine Fransa Hükümeti, Meşveret gazetesini kapattığı gibi Cemiyeti de Paris’ten çıkardı. Bunun üzerine Ahmet Rıza, Dr. Nazım Bey ve arkadaşları faaliyetlerini Belçika’ya taşıdılar. II. Abdülhamit’in Belçika Hükümeti nezdindeki girişimi sonucu Cemiyetin üyeleri Belçika’dan da çıkarıldı. Bu defa Belçika’da bulunan Jön Türkler (Dr.İshak Sükuti, Abdullah Cevdet, Ethem Ruhi (Balkan), Tıbbiyeli Mustafa Ragıp, Esat, Mithat Şükrü 210 Konuyla ilgili olarak bkz. Tunaya; a.g.e., s. 105. Geniş çaplı örgütlenme, aynı zamanda Cemiyet içerisinde ilk önemli fikir ayrılığı ve gruplaşmayı da beraberinde getirdi. Yurt dışında Paris ve Cenevre’de bulunan ve muhalefetlerini örgüt içinde Osmanlı İhtilal Fırkası isimli bir hizip kurmaya kadar vardıran çok sayıda cemiyet mensubu Ahmet Rıza’nın ihtilal karşıtı siyasetine karşı çıktı ve bu yaklaşım yurt içindeki çok sayıda Cemiyet mensubu ve sempatizanları tarafından da desteklendi. Bu şartlar altında, Mısır’da bulunan Mîzancı Murat Bey, Cemiyetin yönetimini Ahmet Rıza Bey’den devralmak amacıyla 1896 Temmuz ayında Avrupa’ya geri döndü. 1896 yılı Kasım ayı ortalarında yapılan olağanüstü cemiyet toplantısı sonucunda Teftiş ve İcra Heyeti kuruldu. Bu heyetin yönetimine Murat Bey seçildi. Cemiyetin örgütsel yapısı önemli değişikliklere uğrarken yönetim de Mîzancı Murat Bey ve onu destekleyen ihtilaci grubun eline geçti. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 477. Sultan Abdülhamit döneminde Mülkiye’de hocalık yapan, hürriyetçi görüşlere sahip ve basının sansür altında tutulduğu dönemde 1886 yılından itibaren Mîzan adlı haftalık bir gazeteyi yayınlayan ve daha sonra Paris’e kaçan, oradan da 1896 yılının başında Mısır’a giden, 1896 yılı ortalarında da Mısır’dan Paris’e tekrar geri dönen Mîzancı Murat Bey, Paris’teki Jön Türklerin ısrarı üzerine Cemiyetin başkanlığını kabul etmiştir. O zamanlar bu değişme hakkında fikir yürüten Hürriyet gazetesinin yayımcısına göre, bu değişikler, İvTC’nin askerî unsurunun denetimi eline alması için bir paravana olarak kullanılmıştı. Gerçekten de Sükuti, Mağmumi, Miralay Şefik ve Çürüksulu Ahmet gibi askerlerin Cemiyete bundan sonra 7-8 ay kadar egemen oldukları ve direktiflerin askerler tarafından hazırlanıp Mîzancı Murat Bey’e verildiği anlaşılıyor. Bu liderlerin dünya görüşü her şeyden önce Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını durdurmaktı. Gerçekten de Mîzancı Murat Bey’in 1896 sonbaharından itibaren Meşveret’te yazmaya başladığı makalelerde iki temaya (vatanı kurtarma çağrısına ve 1876 Anayasası’nın savunmasına) daha çok önem verilmeye başlandığı görülüyor. Bu yeni tutumda birbirine karışmış, fakat gelişmeleri değerlendirebilmemiz için birbirinden ayrılması gereken iki tema mevcuttu. Bunlardan biri padişaha karşı cephe alma şeklinde özetlenebilir. İkincisi, şiddet usullerine başvurmaya hazır bulunmaydı. Gerek mevcut belgeler, gerekse de Paris’te yayımlanan Mîzan gazetesinin bahse konu yeni tutumu ise şiddet usullerinin asker Jön Türkler arasında benimsendiğini göstermektedir. Cemiyet kurulmadan bir süre önce, kurucular, memleket işlerinin kötü gitmesinin sorumluluğunu Padişaha mı yoksa çevresindekilere mi yükleneceklerini bilmedikleri için bir yıl kadar durumu incelemeye karar vermişler ve yıl sonunda asıl sorumlunun Abdülhamit olduğu ve ona karşı cephe almanın zorunlu olduğu noktasında anlaşmışlardı. Bu bakımdan Padişaha suikast düzenlenmesine ve terör usullerinin kabulünde en ileri gelenlerin Tunalı Hilmi ve Ali Fahri gibi iki askerî okul mezunu şahıs olmaları bir rastlantı sonucu değildi. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Mardin; a.g.e., s. 91-106. 211 Petrosyan; a.g.e., s. 200-201. 94 (Bleda)212, Ahmet, Mîzancı Murat213, Tunalı Hilmi, Seraceddin, Dr. Hasan, Lütfi, Dr. Akil Muhtar (Özden), Nuri Ahmet, Reşit Beyler 1897 yılında faaliyetlerini İsviçre’nin Cenevre şehrine taşıdılar. Daha sonra Dr. Nazım Bey ve arkadaşları Paris’e gelerek Ahmet Rıza Bey ile birlikte siyasî muhalefete devam ettiler.214 Yine 1897 yılında Cemiyetin Kahire şubesi de faaliyete geçti. Cemiyetin Kahire şubesinin kurucuları ise İshak Sukuti, Tunalı Hilmi, Hoca Kadri, Salih Cemal, Ali Ziya ve Ferit (Tek) Beylerden oluşuyordu. II. Abdülhamit tarafından bu siyasî muhalefe karşı bir önlem olarak Hafiye (İstihbarat) Teşkilatının başı olan (Serhafiye/Başhafiye) Ahmet Celaleddin Paşa ve Necip Melha 10 Temmuz 1897 tarihinde Paris’e gelerek buradaki Cemiyet mensuplarına affedildiklerini belirterek onları yurda dönmeleri için ikna etmeye çalıştılar. Ahmet Celaleddin Paşa, Paris Büyükelçisi Münir Bey ile yaptığı çalışma sonucunda Paris, Cenevre, Kahire ve Brüksel’de faaliyet gösteren Cemiyet üyelerini ikna etmeye çalıştı. Bu çerçevede İttihatçıların bir kısmı ikna oldu. Yaşanan gelişmeler Mîzancı Mehmet Murat Bey ile Ahmet Rıza Bey’in aralarının açılmasına sebep oldu. Cemiyetin Cenevre teşkilatı tamamen çökertildi ve yaklaşık 60 kişi yurda dönmeye razı edildi. Bu çalışmalar kapsamında Abdullah Cevdet ile 212 Mithat Şükrü Bleda (1874-1956)’nın kısa biyografisi için bkz. Andrew Mango; Atatürk, (Çeviren: Füsun Doruker), 2. Baskı, Remzi Kitabevi, İstanbul 2004, s. 629. 213 Mehmet Murat (1853-1912). Mîzancı Murat olarak da tanınır. İstanbul’da Mülkiye’de öğretim üyesi ve Düyun-u Umumiye’de memur olarak çalışmıştır. Mîzan adlı bir gazete çıkarmıştır. İhtilalci faaliyetleri yüzünden yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştır. Paris’e kaçan, ordan da 1896 yılının başında Mısır’a giden, 1896 yılı ortalarında da Mısır’dan Paris’e tekrar geri dönen Mîzancı Murat Bey, Paris’te bulunan Jön Türkler arasında ön plana çıkmıştır ve Paris’teki Jön Türklerin ısrarı üzerine Cemiyetin başkanlığını kabul etmiştir. Cemiyetin yönetimindeki bu değişiklik, Cemiyetin örgütsel yapısında önemli değişiklikleri beraberinde getirirmiş ve yönetimin de ihtilaci grubun eline geçmesine neden olmuştur. Murat Bey Başkanlığındaki Cemiyet 24 Nisan 1897 tarihinde Cenevre’ye taşındı ve siyasî muhalefetini oradan sürdürmeye başladı. Bu sırada II. Abdülhamit’in başhafiyesi Ahmet Celaleddin Paşa Avrupa’ya geldi ve yurda dönmeleri için Jön Türklerle temas kurdu. Bu süreç sonunda Murat Bey de ikna edilmiş ve İstanbul’a dönerek Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi olmuştur. İstanbul’da tekrar yayımlanmaya başlanan Mîzan’ın yayın politikası Abdülhamit yanlısı, İvT aleyhtarı oldu. Murat Bey 1908’den sonra İtilafçıları desteklemiştir. 31 Mart Vakası’ndan sonra yayınlanması yasaklanana kadar Mîzan’ı çıkarmaya devam etmiştir. 31 Mart Vakası’nın ardından Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesini takiben tutuklanarak Rodos’a sürgüne gönderildi. Bilahare İstanbul’a döndüyse de fazla yaşamadı ve öldü. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. Hanioğlu; a.g.m., s. 477. Mardin; a.g.e., s. 91-109 ve Teber Kireçci; Yalıların Gizemi, Çapraz Kitaplar, İstanbul 2004, s. 152. Mîzan (gazetesi), 1897 yılında örgütü (İttihat ve Terakkî Cemiyetini), pozitivist örgütlerin Türkiye şubesi haline getirdiği için Ahmet Rıza’ya sitem ediyor ve onu kınıyordu. Ahmet Rıza’nın pozitivizminin, örgütü (İvTC’ni), ateizmle suçlanma tehlikesi altına düşürdüğünü ve bunun, Sultan Abdülhamit’in elinde, Jön Türklere karşı korkunç bir silah olarak kullanılabileceğini kaydetmektedir. Bkz. Petrosyan; a.g.e., s. 200-201. Mîzancı Murat Bey hakkında ilave bilgi için bkz. Sina Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, İmge Kitabevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1988, s. 43-46 ve Lewis; a.g.e., s. 196-198. 214 Eyicil; a.g.m., s. 231. 95 İshak Sukuti’nin çıkardığı Osmanlı dergisi kapatılırken, İshak Sukuti Roma, Abdullah Cevdet Viyana, Tunalı Hilmi de Madrit Büyükelçiliğinin tabiplik kadrosuna atandılar. Mîzancı Mehmet Murat Bey de 1897’de yurda döndü ve Şura-yı Devlet üyeliğine atandı.215 Mîzancı Murat Bey’in İstanbul’a dönmesiyle Cemiyet içinde bir boşluk meydana gelmesi üzerine Paris’teki İttihatçılar, Ahmet Rıza Bey ve Dr. Nazım Bey’in etrafında toplandı.216 1.2.3.3. Yurt Dışındaki Jön Türklerin Bölünmesi Yurt dışındaki İttihatçıların bir kısmının affa uğrayıp yurda dönmeleri Cemiyette kan kaybı meydana getirdiyse de Paris’te bulunan Ahmet Rıza ve Dr. Nazım Bey Meşveret gazetesinde yazılar yayınlayarak siyasî mücadelelerine devam ettiler. Onların bu çabaları kimi gençlerin Cemiyete üye olmasına neden oldu.217 1899 yılına kadar özgürlükçü hareket dağılma ve uyuşukluk halinde kaldı. O yıl hareketin canlanması, bir bakıma sunî biçimde, İngliz-Alman demiryolu rekabeti sonucunda oldu. Bir Alman şirketi olan Anadolu Demiryolu Şirketi 1896’da Eskişehir-Konya Hattı’nı açtıktan sonra, hattın Konya’dan Bağdat’a218 doğru devam etmesi gündeme gelmişti. Bu aşamada 215 Karabekir; a.g.e., s. 492. Ramsaur; a.g.e., s. 71 ve Lewis; a.g.e., s. 198-199. Ahmet Celaladdin Paşa’nın yurt dışındaki Jön Türk muhalefetinin çözülmesi için Avrupa’daki faaliyetleri hakkında bkz. Mithat Şükrü Bleda; İmparatorluğu Çöküşü, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1979. s. 17-20. Lewis; a.g.e., s. 198-199 ve Petrosya; a.g.e., s. 204. Meşveret gazetesinin Paris’te çıkarılan Fransızca sayılarını denetlemek üzere Cemiyet tarafından iki kişinin görevlendirilmesi üzerine Ahmet Rıza denetçilerin yetkilerini kabul etmedi. Murat Bey bunun üzerine istifa ettiyse de Komite tarafından kabul edilmedi. Ahmet Rıza Bey’in yeni Cemiyetle hiçbir ilgisi olmadığını göstermek için olacak, Cemiyet, 24 Nisan 1897 tarihinde Cenevre’ye taşındı. Bu süreçte bir başka gelişme de Ahmet Rıza Bey’in Cemiyetten kovulmasıyla sonuçlandı. 1897 Türk-Yunan Savaşı başlamıştı. Ahmet Mithat Efendi de Journal des D’ebats adlı gazetede bu vesileyle vatanperane bir makale koymuştu. Komitenin talebi üzerine, Murat Bey bu makalenin Mayıs 1897’den beri Cenevre’de çıkmakta olan Mîzan gazetesinde yayınlanmasını istedi. Makale Mîzan’da çıktı, fakat Ahmet Rıza Bey Meşveret’te çıkmasını reddetti. Jön Türklerle işbirliği yapan Aristidi isimli bir Rum tarafından Ümit takma adıyla Girit’teki Rum asileri savunan ve millî duyguları da rencide eden bir makalenin Meşveret‘in Fransızca baskısı olan Mechveret Supplement Français adlı süreli yayında yayınlanması üzerine Ahmet Rıza Bey Cemiyetten çıkarıldı, Osmanlılık ve Müslümanlık nitelikleri Cemiyet tarafından üzerinden alındı. Fakat sorunu istenen şekilde idare edememiş olan ve en küçük eleştirilere dahi tahammülü olmayan Murat Bey Cemiyetten istifa etti. Psikolojik bakımdan Murat Bey’in yıprandığı bu sırada II. Abdülhamit’in başhafiyesi Ahmet Celaleddin Paşa Avrupa’ya geldi ve yurda dönmeleri için Jön Türklerle temas kurdu. Bu süreç sonunda Murat Bey İstanbul’a dönmeyi kabul etti. Bkz. Mardin; a.g.e., s. 107-109 ve Hanioğlu; a.g.m., s. 477. 216 Eyicigil; a.g.m., s. 232. 217 A.g.m., s. 232. 218 Bağdat Demiryolu Projesi hakkında ilave bilgi için Bkz. Süleyman Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, Vatan Yayınları, İstanbul 1988, s. 92-104. 96 bir İngiliz sermeye grubu da İskenderun-Basra Hattı’nı yapmaya talip olurlar ve Sultan Abdülhamit nezdinde kulis yapmak üzere, Abdülhamit’in kız kardeşi Seniha Sultan’la evli olan Damat Mahmut Celalettin Paşa (1853-1903)’ya219 başvurdular. Paşa, Sultan Abdülhamit ilk tahta geçtiği sırada onun çok yakını iken, eşinin Cleanthi Scalieri-Aziz Bey Komitesi ile olan ilişkili olduğu şüphesi ile bir ara gözden düşmüştü. Sonradan bu şüphenin yersiz olduğu anlaşılmışsa da Paşa uzak durmayı tercih etmişti. Paşa, İngiliz grubunun savunuculuğunu üstlenirken, Abdülhamit’in kendisini kırmayacağını sanıyordu. Ne var ki, sonuç olarak Sultan Abdülhamit tercihini Almanlar lehine kullandı. Sonuç olumsuz olunca, Damat Mahmut Celaleddin Paşa özgürlükçülük davasına sarıldı ve oğulları Sabahattin220 ve Lütfullah’ı yanına alarak 1899 yılının Aralık ayında Avrupa’ya kaçtı.221 Padişahın eniştesi ve yeğenlerinin istibdattan şikâyet ederek Avrupa’ya kaçması Avrupa’da bomba etkisi yaptı. Jön Türklerin gücüne ve itibarına büyük bir katkı sağladı. Ama aynı zamanda onlar arasındaki parçalanmayı şiddetlendirici bir etkisi oldu. Mîzancı Murat Bey ve Abdullah Cevdet’in siyasî muhalefetten vazgeçmeleri sonucu Jön Türk camiasında rakipsiz kalan Meşveret gazetesinin pozitivist peygamberinin (!) karşısına çıkmak üzere itibarı yüksek ve ilkesi sağlam Prens Sabahattin222 (1877-1948) isimli yeni ve güçlü bir 219 Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın Avrupa’daki muhalefeti ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Hanioğlu; a.g.e., s. 342-369. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî ve s. 41-43. Lewis; a.g.e., s. 199. Mahmut Celaleddin Paşa Sultan Abdülaziz’in katillerindendir diye yargılanıp suçlu bulunmuştu. Mahkemeden almış olduğu idam cezası, Sultan Abdülhamit tarafından müebbete çevrilmiş, tüm nişanlarından soyutlanmış ve eşinden de boşanmıştı (1881). Bkz. Tektaş, a.g.e., s. 1059. 220 Prens Sabahattin hakkında bilgi için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 47-51. Cenk Reyhan;“Prens Sabahattin”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi). s. 146-151 ve Bayram Kodaman; “Günümüzde Yeniden Değerlendirilmesi Gereken Bir Düşünür”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, C. II, S. 6-7, Yıl 1996-1997. Dokuz Eylül Üniversitesi Bsmv., İzmir 1997, s. 117-129. 221 222 Ramsaur; a.g.e., s. 72. Lewis; a.g.e., s. 199 ve Petrosyan, a.g.e., s. 212. Prens Sabahaddin, Osmanlı Devleti’ni canlandırmak için asgari devlete ve serbest girişimin gücüne inanan bir liberal politikacı olarak dikkati çekti. Düşünce sistemini oluştururken Anglo-Sakson toplum yapısından etkilendi. Science Social’i (Sosyoloji’yi) kuran Le Play Okulu’na ve bu okulun önde gelen temsilcilerinden olan E.Demolins’e bağlandı. Prens Sabahaddin’e göre toplumlar cemaatçi ve bireyci olarak ikiye ayrılırlar. Birinci tür toplumlarda bireyler herşeyi toplumdan, devletten beklerler. İkinci tür toplumlarda ise birey öncelikle kendi gücüne dayanır, üretim gücü yüksek, girişimci ve bağımsız karakterlidirler. O’na göre Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarabilecek olan bu tarzda yetişen bireylerdir. Bunun dünyadaki en iyi örneği ise Anglo-Saksonlar olup, bunlar âdem-i merkezi bir teşkilat yapısına ve kişisel düzeyde girişimci, bireyci bir toplumdur. Prens Sebahaddin, bu düşüncelerini İvTC’ne ve Osmanlı kamuoyuna Açık Mektuplar ve Türkiye Nasıl Kurtarılabilir? adlı yazılarında duyurmuş, Demolins’in AngloSaksonların Üstünlüğü Neden İleri Geliyor? isimli eserini de Türkçeye çevirerek yayımlamıştır. Bkz. Mehmet 97 rakip belirmişti. İkisi arasında, Jön Türklerin sürgün yıllarında devrime kadar, iktidarda da, Devleti sonuna kadar ikiye ayıran bir fikir kutuplaşması doğdu.223 II. Abdülhamit, Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın iadesi konusunda Fransa Hükümeti nezdinde girişimde bulunduysa da bundan sonuç alınamadı. Damat Mahmut Celalaeddin Paşa, (1903 yılında) ölümüne neden olacak bir hastalığa yakalanınca liderlik oğullarına ve özellikle kendine özgü fikirler geliştirmeye başlayan 25 yaşındaki Prens Sabahattin’e kalmıştı.224 Seyitdanlıoğlu; “Türkiye’de Liberal Düşüncenin Doğuşu ve Gelişimi”, http://yunus. hacettepe.edu.tr/~mehmets/liberalizmindogusu.htm, 06.11.2006. Sabahattin Bey, sosyoloji konusunda özellikle Demolins’den kaynaklanan düşünceleri çerçevesinde Osmanlı Devleti’nin gelişimi için kuram geliştirmiştir. Prens, Osmanlı eğitim sisteminin ve aile terbiyesinin her şeyi devletten bekleyen bir insan yarattığını, buna karşılık İngiliz toplumunun ileri gidişinin nedeninin ise bu ülkede her türlü eğitim ve değerler aktarımının sonuçta yaşam için kavga veren bir fert ortaya çıkardığını ileri sürmüştü. Burada Sabahattin Beyin, incelediğimiz dönemde Osmanlı aydınlarını çok etkilemiş bulunan Sosyal Darvinizmi de kurama derhal ithal ettiği gözden kaçmıyor. Bunun yanısıra Sabahattin Bey, yine Demolins’in anlatımı çerçevesinde, İngilizlerin üstünlüğünün, uyguladıklarını âdem-i merkeziyete (decentralization) dayandığı kanaatine varmıştı. Bkz. M.Şükrü Hanioğlu; “Osmanlı Devleti’nde Meslek-i İçtima Akımı”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 382-383. Sosyolojiye kurtarıcı bir ilim olarak ilgi duyan Osmanlı modernleşmecilerinin müstesna ilham kaynaklarından Frederique Le Play 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da muhafazakâr ideolojiyi canlandırmaya çalışan bir düşünürdür. Aydınlanma karşıtıdır. Geleneksel toplumun modernliğin etkilerine karşı korunmasına dönük çözümler aramıştır. Onun içinde olduğu, muhafazakârlığı bilimsel-ilerlemeci fikirlerle aşılayarak Modernleştirme yönelimi, faşist ideolojilerin hazırlayıcılarından olmuştur. Bkz. Cenk Reyhan; “Prens Sabahattin”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), 5. Baskı, İstanbul 2002, s. 153. Tarihçi İ.Hami Danişment ve Yılmaz Öztuna, Prens Sabahattin’in Sultan Abdülhamit’e karşı olanlar tarafından çok takdir edildiğini, ancak devlet için çok zararlı bir kişi olduğu, Öztuna tarafından ayrıca Prens Sabahattin’in arkasında İngiltere olduğu belirtilir. Tektaş, a.g.e., s. 1060. Prens Sabahattin, dağılma sürecindeki Osmanlı Devleti için en en uygun çözümün yönetimde adem-i merkeziyet prensibinin uygulanması olarak görülüyordu. Prens Sabahattin’in fikirlerini ve faaliyetlerini tehlikeli görüyordu. II. Meşrutiyet’ün ilanını takiben yapılan ilk Mebusan Meclisi seçimlerinde siyasî çizgisi başarısızlığa uğramıştı. Konferanslar, siyasî yayınlar ve siyasî faaliyetlerle siyasî amacına ulaşmaktan ümidinî keserek örtülü faaliyetlere yönelmişti. Bu çerçevede 31 Mart Vakası’nda önemli bir rol oynamıştı. Prens Sabahattin’in sütkardeşi Fazlı Bey, Avcı Taburları mensuplarından Hamdi Çavuş’u kullanarak erleri sokağa dökmüş ve isyan ettirmişti. İsyan’ın bastırılmasını takiben Prens Sabahattin hapse atılmıştı. Amcası Mehmet Reşat’ın padişah olması üzerine siyasetle uğraşmaması konusunda söz alınarak serbest bırakıldıysa da sözünde durmadı. Balkan Harbi esnasında İngiliz yanlısı Kamil Paşa’nın sadrazam olmasını takiben Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’yı, hazırlattığı suikaste kurban ettirmişti. Bu suikast işinde başarılı olmakla beraber, İvT Hükümetini deviremeyince, yakalanacağını anlayarak Avrupa’a kaçmıştı. I. Dünya Savaşı esnasında da Yunan Başbakanı Venizelos ile anlaşarak Yunan parası ve Yunan vasıtalarıyla İstanbul’da bir ayaklanma çıkararak Hükümeti düşürmeyi hedefleyen gizli bir örgüt kurmuşsa da bu teşebbüsleri Hükümet tarafından haber alınmış bu örgütün elemanları İstanbul Emniyet Müdürü İsmail Canbolat varafından yakalanmıştı. Bkz. Rauf Orbay; Siyasî Hatıralar, 2. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2005, s. 412-414. 223 224 Lewis; a.g.e., s. 199-200 ve Akşin; “Siyasal Tarih (1789-1908)”, s. 176. Ramsaur; a.g.e., s. 83. Prens Sabahaddin (1877-1948) İtilafçıların ideologu ve İttihatçı aleyhtarlarının lideridir. 1899 yılında yurdışına kaçan babası Damat Mahmut Celaleddin Paşa’nın ölümünden sonra Jön 98 Abdülhamit’in otoriter yönetimine son verilmesi konusunda fikir birliği içerisinde olan İvTC üyeleri bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda anlaşmazlık içerisinde olmuşlardır. Prens Sabahattin ve Lütfullah tarafından Jön Türklere basın yoluyla yayımlanan çağrı ile Türkiye’de hürriyet ve adaletin yeniden kurulmasının yollarını görüşmek üzere bir kongreye davet edildiler. Jön Türkler tarafından olumlu karşılanan bu çağrı sonucu İvTC tarafından 4-9 Şubat 1902 tarihlerinde Paris’te Fransız Senatosu üyesi Lafevre Pontalis’in evinde ilk Osmanlı Liberalleri Kongresi (Birinci Jön Türk Kongresi) gerçekleşmiştir.225 Kongre esnasında, II. Abdülhamit’e karşı yürütülen siyasî mücadelenin ve inkılâbın başarısı için; yayın faaliyetine ilaveten ihtilal metodunun da kullanılması ile yabancı devletlerin desteğinin ve müdahalesinin sağlanması gerektiği tartışılmıştır.226 Ancak kongrede bir birlik sağlanamamıştır. Sonuçta; Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti adı altında tanımlanan Merkezciler ile Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyeti adı altında tanımlanan Adem-i Merkeziyetçiler şeklinde iki farklı grup çıkmıştır. Önderliğini Prens Sabahattin’in yaptığı ve inkılâbın başarısı için yabancı müdahalesinin yapılmasını ve istenmesini savunanlar örgütten ayrılarak Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetini kurmuşlar, Ahmet Rıza Bey’in başında bulunduğu aykırı görüşü savunanlar (yabancı müdahalesine karşı olanlar) da teşkilatın adını değiştirerek yine Paris’te Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti şeklinde yeniden teşkilatlanmışlardır.227 Türkler içindeki hizbin başına geçmiş olup, Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetini kurmuştur. Eylül 1908’de İstanbul’a dönmüştür. Hiçbir zaman açıktan açığa liberallere liderlik etmemiş, perde arkasında kalmayı tercih etmiştir. 1913 yılında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış, hayatının geri kalan kısmını dış ülkelerde geçirmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 259-260. Prens Sabahaddin’in hayatı, fikirleri ve amaçları hakkında bilgi bkz. Mardin; a.g.e., s. 287-299. Bayur; a.g.e., s. 272-296. Reyhan; a.g.m., s. 146-151. Petrosyan, a.g.e., s. 212. Ahmet Emin Yalman; Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, C. 1, 2. Baskı, Pera Turizm ve Ticaret A.Ş., İstanbul 1997, s. 84-85. Lewis; a.g.e., s. 200-204 ve Nezahat Nurettin Ege; Prens Sabahatin, Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Fakülteler Matbaası, İstanbul 1977. İ.Hami Danişment ve Yılmaz Öztuna, Prens Sabahattin’in Sultan Abdülhamit’e karşı olanlar tarafından takdir edildiği, yine Y.Öztuna, Prens Sabahattin’in devlet aleyhine çalıştığı ve arkasında da İngiltere olduğu belirtilir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1059-1060. 225 Ramsaur; a.g.e., s. 83. Lewis; a.g.e., s. 200 ve Petrosyan; a.g.e., s. 216-222. Birinci Jön Türk Kongresi hakkında detaylı bilgi için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 43-44 ve Aydın; a.g.e., s. 140-141. Damat Mahmut Paşa’nın oğulları, muhalefetin yeniden bir örgüt çatısı altında toplanması ve gayrı müslim Osmanlılara ait muhalefet teşkilatlarıyla ittifak tesisi için ilk olarak Tunalı Hilmi’nin ortaya attığı bir kongre düzenlenmesi fikrini yeniden gündeme getirdiler. Bkz. Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 478-479. 226 227 Birinci Jön Türk Kongresinde alınan kararlar için bkz. Petrosyan; a.g.e., s. 219-220. Armaoğlu; 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 598-599 ve Petrosyan; a.g.e., s. 222-223. Kongrede yaşanan gelişmeler konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 84-93. Paris’teki Jön Türk Kongresinde gayrı 99 müslim delegeler inkılâbın başarısı için yabancı devletlerin müdahalesini savunmaktaydılar. Kongrenin ardından Jön Türk Hareketi’nde meydana gelen ayrışma sonucu üyelerin çoğu Teşebbüs-ü Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetine dâhil oldular. Ancak, Ahmet Rıza Bey önderliğinde olan ve Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti adını alan müdahale karşıtları zamanla çoğunluk durumuna geldiler ve duruma hâkim oldular. Armaoğlu; a.g.e., s. 598. Ahmet Rıza Bey meşruti ve merkeziyetçi bir yönetimi savunurken, Prens Sabahaddin ise İngiltere ve ABD örneğini vererek serbest teşebbüs ve yerinden yönetimi benimsiyordu. Bu fikir ayrılığına rağmen her iki taraf da II. Abdülhamit’in hal edilmesi konusunda anlaştılar. Yerinden Yönetim tarzının Osmanlı Devleti’nin dağılmasına sebep olacağı endişesiyle Ahmet Rıza Bey grubunda bulunan Dr. Nazım Bey olağanüstü gayret göstererek teşkilatı genişletme ve şubeler açma istikametinde çabalarını sürdürdü. Bkz. Eyicil; a.g.m., s. 232. 4-9 Şubat 1902 tarihlerinde Paris’te yapılan kongre istenen istenen birleşmeyi temin etmek yerine rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi sürecinde yabancı müdahalesinin talep edilip edilmemesi hususundaki anlaşmazlık yüzünden birbirine tamamen muhalif iki grubun ortaya çıkmasına neden oldu. Rejim değişikliğinin gerçekleştirilmesi sürecinde yabancı devletlerin müdahalesi taraftarı olan Prens Sabahaddin ve İsmail Kemal, kongreye katılan ortak Daşnaksutyun-Verakazmial Hınçakyan Delegasyonu ve Rum temsilcilerinin desteğiyle kendi görüşlerine uygun bir kararı oy çokluğuyla kabul ettirdiler. Bu karara şiddetle muhalefet eden Ahmet Rıza ve taraftarları ile icraatçı örgütlerin temsilcileri yeni örgütlenmeye katılmayacaklarını ve kendi örgütlerini kuracaklarını bildirdiler. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 479. Kongre’de ilk oturum Lafevre Pontalis’in evinde, müteakip bileşimler ise Prens Sabahttin’in evinde gerçekleşti. Kongre’ye Türk, Arap, Rum, Kürt, Ermeni, Arnavut, Çerkes ve Musevi toplam 47 delege katılmış olup, Prens Sabahattin de ittifakla başkan seçilmiştir. Kongre’de delegelerden birinin kararlara eklenmesini istediği Osmanlı İmparatorluğu’nun zulmü altında ezilen halkları için Büyük Avrupa Devletlerini yardıma çağıran paragraf, Ahmet Rıza ve arkadaşlarının şiddetli tepkilerine rağmen Kongredeki gayrı müslim çoğunluğun desteğiyle kabul edilmişti. Bu maddenin Ahmet Rıza Bey ve arkadaşları tarafından kabul edilmesi mümkün değildi. Çünkü onlara göre Türkiye’deki kargaşa ve fikir ayrılıklarının başlıca nedeni Avrupa’lı güçlerdi. Nitekim Mîzancı Murat Bey de, 1897 yılında Jön Türk davasına sırtını çevirene dek bu konuda aynı görüşleri savunmuştu. Kongre’deki anlaşmazlığa şaşmamak gerekir. Aslında Jön Türk grupları arasındaki birleşmenin karşısındaki en büyük engel olan yabancı müdahale konusunun er-geç ortaya çıkacağını Kongreye katılan tüm delegelerin bilmesi gerekirdi. 1901 yılının Eylül ayında Prens Sabahattin çizgisinde olan İsmail Kenan Bey, Matin gazetesinde yayımlanan bir yazısında Fransa’yı Türkiye ile olan diplomatik ilişkileri konusunda sert bir tavır takınmasından dolayı övüp istisnasız tüm Osmanlıların, Fransa’nın Türkiye’de daha insancıl ve dürüst bir hükümet kurulmasını sağlamak üzere harekete geçmesini sevinçle karşılayacağını belirten yazısı Ermeniler tarafından büyük bir destek görmüştü. Özellikle yabancı müdahalesinin kabul edilmesi nedeniyle Kongrenin sağladığı elle tutulur yegâne sonuç olumsuz olmuştu. Kongre sonucu Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey’in fikir ayrılıkları iyice belirginleşmiş ve Paris’teki Jön Türklerin her biri kendi köşesine çekilmişti. Prens Sabahattin ise, hayranlarından birinin ifadesine göre, Sultan Abdülhamit karşıtı hareketin liderliğini üzerine alacak kadar hazırlıklı olmadığını görerek, kendini sosyal ve siyasal bilimler eğitimine verecekti. Ancak, aynı Sabahattin kısa bir süre sonra lafla peynir gemisinin yürümeyeceğine ve Sultan Abdülhamit’e karşı yürütülen mücadelede derhal eyleme geçilmesine karar vererek, İsmail Kenan Bey’le Osmanlı Devleti’nde bir ihtilal yapmak için hazırlıklara girişecektir. Bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 84-93. Prens Sabahattin’in darbe tasarıları hakkında bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 46-47. Ahmet Rıza Bey, Osmanlı-Müslüman sadakati ilkesi etrafında inşa edilen güçlü bir merkezi yönetimin korunması fikrinden yanayken, Prens Sabahattin âdem-i merkeziyetçiliği savunuyordu ve gayr-ı müslim azınlıklarla (başta Ermeniler) ve onların destekçileriyle bir ittifak arayışı içindeydiler. Bu iki ilke ve taraftarları (İttihatçılar ve Liberaller) arasındaki çatışma, 1908’den sonra devrimciler arasındaki ana bölünmeye neden olacaktı. Bkz. Hale; a.g.e., s. 39. Prens Sabahattin’in fikirleri, başlangıçtaki bazı başarılarıa rağmen, gerçekte iflasa mahkûmdu. Gönüllerini kazanmak için o kadar çaba harcadığı gayrı müslim unsurlar, bir Osmanlı Federasyonunda kendilerini çekecek pek az şey buldular ve siyasal arzularını hep birlikte Osmanlı Devleti’nin dışında gerçekleştirmeye çalışmayı tercih ettiler. Ermeni Komiteleri’yle çarpışmalardan onların iddialarından zaten kızgın olan Türkler için özel teşebbüs ve âdem-i merkeziyet; İvT’den çok daha az tatminkâr bir slogan olarak görüldü. Ayrılıkçı milliyetçiliğin ve yabancı emperyalizmin Osmanlı Devleti’nin bütünlüğüne karşı teşkil ettiği gittikçe artan tehdit, âdem-i merkeziyeti bir intihar formülü değilse bile tehlikeli bir formül olarak gösterdi. Devrim hareketinde Ordunun gittikçe artan üstünlüğü, devrimin yönetimini, kaçınılmaz olarak, otoriter bir merkeziyet ruhuyla dolu bir müesseseye ve mesleğe verdi. Prusya terbiyesi görmüş Osmanlı Ordusunun subaylarına ne özel teşebbüs, ne de âdem-i merkeziyet fazla çekici 100 Jön Türkler, 1902 yılında bu şekilde başlıca iki gruba ayrıldıktan sonra bir yandan yayın organlarıyla birbirlerine saldırırken, diğer yandan da kendi düşüncelerini yaymaya çalıştılar.228 Kongre’de olup, bitenleri öğrenen II. Abdülhamit, Jön Türklerin ayrılıkçı unsurlarla olan işbirliğine olan kızgınlığını hatıralarında şu şekilde ifade ediyordu: Ben Ermeniler’in istiklal sevdasına kapılmalarına şaşmıyorum. Hele büyük Devletler tarafından durmadan tahrik edildiklerini bildikten sonra… Fakat Avrupa’ya kaçıp, orada benim aleyhime gazete çkaran bazı Jön Türklerin Ermeni Komitacılar’la işbirliği yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hala şaşıyorum. Hele Osmanlı ülkesini parçalanmaktan kurtarmak istediklerini söylüyorlar, hem de parçalayanlarla işbirliği, ahit birliği yapıyorlar. Eğer aralarına nifak düşürmeseydim, işi nerelere kadar götüreceklerdi acaba? Anadolu’nun göbeğinde bir Ermeni devleti kurmak, vatanseverliklerinin bir isbatı mı olacaktı?229 Osmanlı Devleti’nin üç kıtada toprakları olması nedeniyle Rumeli ve Mısır’da şubeler açmak ve bu şubeler arasında irtibat sağlamak güçtü. Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey’in230 gayretleri sonucu Cemiyetin yurt içinde ve yurt dışında teşkilatlanması ve kadrolaşması sağlanmıştır.231 1.2.3.4. Büyük Devletler ve Ayrılıkçı Unsurların Jön Türkler ile İşbirliği 20. asrın başlarına gelindiğinde, Büyük Devletler ve Osmanlı Devleti’nden ayrılmak peşinde koşan ayrılıkçı unsurların II. Abdülhamit’in politikalarına olan düşmanca tutumları iyice netleşmeye başlamıştı. II. Abdülhamit, Büyük Devletlere karşı genelde denge geldi. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 202. İ.H.Danişment, bu kongrede Türk tarihinin ebediyyen lanet edeceği bir takım yüz kızartıcı kararlar alındığını belirtir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1059. 228 Uçarol; a.g.e., s. 354. 229 -; II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, (Hazırlayan İsmet Bozdağ), Kervan Yayınları, İstanbul 1975, s. 59. 230 Dr.Bahaeddin Şakir (1877-1922). İvT’nin önemli şahsiyetlerindendir. İhtilalci faaliyetlerinden dolayı Erzincan’a sürülmüş, oradan da önce Mısır’a, takiben de Paris’e kaçmıştır. Paris’te Ahmet Rıza ile çalışmış ve Şura-yı Ümmet gazetesini çıkarmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Cemiyetin iç örgütünde çalışmıştır. 1912-1918 döneminde Merkez Komitesi üyeliği, 1914 yılında da Teşkilat-ı Mahsusa’nın Siyasî Bölüm Şefliği görevini yapmış, savaştan sonra da Berlin’e kaçmıştır. 1920 yılında yapılan Bakü Konferansına katılmış, 1922 yılında da Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 261. 231 Eyicil; a.g.m., s. 232. 101 politikası takip ediyor, bu arada Almanya ağırlıklı dış politikasını da sürdürüyordu. Yatırımların dağılımında ve ticarette Almanya’ya ağırlık vermesi İngiltere, Rusya ve Fransa gibi devletleri rahatsız ediyordu.232 II. Abdülhamit’in politikasını kendi menfaatleri ve emellerine zararlı gören bu devletler, II. Abdülhamit’e yönelik mücadele veren Jön Türkler hareketini desteklemeye başladılar. Bu çerçevede İngiltere, Londra’da ve İngiliz işgalindeki Mısır’da faaliyet gösteren Jön Türklere önemli ölçüde maddî ve manevî destek sağlamıştır. Fransa da merkezi Paris’te bulunan Jön Türklere yardım yapmaktaydı. İngiltere ve Fransa tarafından Jön Türkler, Alman dostluğu ile tanınmış olan II. Abdülhamit’in bertaraf edilmesi için sadece bir araç olarak görülüyor ve böylece de Osmanlı-Alman ilişkilerinin bozulacağı tahmin ediliyordu. Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’ı ele geçirmeyi hedefleyen İtalya ise II. Abdülhamit’i bu amacına engel olarak gördüğü için Jön Türkleri desteklemeye başladı. Osmanlı Devleti’nin dış politikada önem verdiği Almanya da, Avrupa’da çıkması muhtemel bir savaş için kurmak istediği bir Osmanlı-Alman ittifakına ilişkin 1898 yılında yaptığı teklife II. Adülhamit’ten olumlu cevap alınamayınca, Osmanlı Devleti’ni Alman emperyalizminin yarı sömürgelerinden biri durumuna dönüştürme sürecini hızlandırmak üzere II. Abdülhamit’e cephe almaya başlamıştı.233 Almanya bu politik tavır kapsamında hedeflerine ulaşmak üzere Jön Türkleri kullanmaya başlamıştır. Jön Türkler de başarılarının yabancı devletlerin desteğine bağlı olduğu düşüncesiyle, bu devletlere yaklaşıyorlar, Almanya’nın da yardımlarını umuyorlardı. 232 233 Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, s. 192-193. A.g.e., s. 194-195. Jön Türklerin çeşitli dış ülkelerde sadece geçimlerini sağlamakla kalmayıp, gazete ve dergi çıkarmak gibi her şeyden önce yine para gerektiren bir zorluğu nasıl aştıkları herhalde üzerinde durulmaya değer bir olaydır. Ama ne gariptir ki bu konuda hiçbir inceleme ve belgeye rastlanılmamaktadır. Ahmet Rıza Bey Paris’te Meşveret gazetesini, Mîzancı Murat Bey Kahire’de Mîzan gazetesini, İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet Beyler Cenevre’de Osmanlı gazetesini herhalde bedava çıkarmamışlardır. Daha sonra İngiltere’de aynı istikamette faaliyet gösteren Türklerin durumu da bunlaran farklı değildi. 1902 yılında ilk Jön Türk Kongresinin Paris’te bir Fransız’ın evinde yapıldığı dikkate alınırsa, Jön Türklerin hürriyet hareketlerine taraftar olan bazı yabancılardan yardım aldıklarına inanmak daha da kolaylaşmaktadır. Hiç birinin dişe dokunur serveti olmadığı gerçeği de meydandadır. Avrupa’ya kaçan ve orada parasız bir şekilde ölen Damat Mahmut Paşa (ki Avrupa’ya kaçan Türkler arasında en varlıklı olanıydı)’nın oğlu Prens Sabahattin Avrupa’da kalabilmiş ve yayın faaliyetini yine de sürdürmüştür. Hal böyle olunca muhtemelen, Osmanlı Devleti’ne karşı besledikleri düşmanlığı, hürriyet sevgisi ve hürriyet hareketlerini desteklemek hesaplarıyla bir arada yürüten Avrupa devletlerinin Jön Türk hareketini gizli olarak maddî olarak destekledikleri akla gelmektedir. Bkz. Akın; a.g.e., s. 63-64. 102 II. Abdülhamit de hatıralarında bu konuda şu hususları ifade etmektedir: Jön Türklerin gafletini, İngiltere nasıl mason locaları kanalıyla kullanıyorsa, Almanya da bunların diğer parçasını yine mason locaları kanalıyla kullanmaya başladı. Böylece Jön Türklerin Selanik teşkilatı Almanların, Manastır teşkilatı da İngilizlerin eline geçmiş oldu. İngilizler Manastır İttihatçılarını, Almanlar da Selanik İttihatçılarını sürekli kışkırtıyorlar, devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesine zorluyorlardı234 Almanya’nın en önemli endişesi, 20’nci yüzyılın başlarında Avrupa’da genel bir savaş ihtimalinin belirmesi sonucu, Türkiye’nin Alman askerî ittifakına alınması zorunluluğunun doğması ve Sultan’ın da tarafsızlık ve denge politikası nedeniyle bu ittifaka girmeyeceğinin kesin olarak ortaya çıkması hali idi. Almanlar, Türkiye’yi istedikleri doğrultuda bir statüye sokmak için Sultan’a karşı alternatif aramaya başladılar.235 Almanlar, Sultan’a karşı esas alternatif unsur olarak Jön Türkleri kullanmaya koyuldular. Bu konuda başrolü İngiltere ve Fransa oynuyordu. Bu devletler, Jön Türkleri kullanarak, Alman yanlısı Sultan’ı etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. 1908 Jön Türk İhtilali, Fransa ve İngiliz topraklarında hazırlanmış, gerek Londra, gerekse de Paris Hükümetleri tarafından yardım görmüş ve oradaki unsurlarına yardım yapılarak Türkiye’de gittikçe artan rakip Alman nüfuzu aleyhinde faydalanılmıştı. İngilizler ve Fransızlar tarafından İttihat ve Terakkî Fırkası (İvTF), Alman yanlısı II.Abdülhamit’in bertaraf edilmesi için bir araç olarak görülmekte ve böylece Türk-Alman ilişkilerinin bozulmasının mümkün olacağı tahmin edilmekteydi. Jön Türklerin, Sultan’a karşı, İngiltere ve Fransa tarafından kullanılmak istendiğini gören Almanya da bir ihtilale gidebileceği düşüncesiyle, Sultan’a karşı, muhalif unsurları el altından destekleyerek, yeni düzende kendisine zemin aramaktan geri kalmıyordu.236 1902-1903 yıllarına gelindiğinde, içte ve dışta Jön Türk Hareketi’nde birdenbire hızlanma görüldü. Bunun sebebi; II. Abdülhamit başta kaldığı sürece Osmanlı Devleti ile ilgili 234 II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 75-76 ve Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 124-125. 235 Kocabaş, a.g.e., s. 123 Alman Askerî Heyet Başkanı Colmar von der Goltz, bu istikamette, daha önceden, Osmanlı Ordusunu, Sultan Abdülhamit’i Alman istekleri doğrultusunda yola getirmek için bir baskı unsuru olarak kullanmak üzere bir plan geliştirmişti. Bkz. a.g.e., s. 123. 236 Kocabaş; a.g.e., s. 123-124 103 emellerine ulaşmalarını mümkün görmeyen Büyük Devletler ile İmparatorluk bünyesindeki ayrılıkçı unsurların Jön Türklere tam destek vermeye başlamalarıydı. Bu destek çerçevesinde, ilk önce, içte ve dışta dağınık ve sönük bir şekilde faaliyet gösteren Jön Türklerin teşkilatlanması yoluna gidildi. I. Meşrutiyet mücadelesinde olduğu gibi, II. Meşrutiyet mücadelesinde de en büyük rolü yabancı merkezlerin Mason Localarına bağlı ülkenin çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Mason Locaları oynadı.237 Makedonya’daki Bulgar, Rum ve Sırp Komitacılar’ın isyanlarıyla hedeflerine ulaşamayacaklarını anlayan Büyük Devletler ve ayrılıkçı unsurlar bu kez de adı geçen bölgedeki III. Orduyu kullanarak II. Abdülhamit’e karşı ihtilal yollarını aradılar. Kurulan bu Cemiyetin adı İvT oldu. Cemiyet, Makedonya’daki Mason Locaları’nın içinden çıkmış olup, iki önemli mimarı İtalya Büyük Locasına bağlı Macedonia Rizorta Mason Locasının üstad-ı azamı Emanuel Karasso238 ve yine bu locaya mensup olan Talat Bey’di. İvTC’nin önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Mithat Şükrü (Bleda) Bey, Rahmi Bey, İsmail (Canbolat) Bey ve Cemal Bey de bu Loca’ya mensuptular. İspanya Büyük Locasına bağlı 237 Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı s. 208. 17. asırdan beri Masonluğun maksadı ve Masonluk teşkilatı tamamen değişmişti. Bunun sebebi de sanayileşmiş ülkelerin sömürgecilik siyasetine yönelmeleri idi. İşgal edilecek yerleri az bir kuvvetle elde tutabilmek ve sömürge olmaya müsait diğer yerleri de kolayca işgal edebilmek için Masonluğun ilmî ve insanî gibi görünen özelliklerini bir maske olarak kullanmayı pek faydalı bulmuşlardı. Böylece 18’inci yüzyılda Masonluk artık milletlerin hayatı ve ölümü üzerinde etkili bir kuvvet haline gelmiş bulundu. Çünkü İngilizlerden başka, Fransızlar, İtalyanlar ve diğer bazı devletler de bu örgütü siyasî emellerine tam olarak uygun bir kurum haline getirmişlerdi. Bkz. Kocabaş, a.g.e., s. 208 Masonluk, sömürgeciliğin emrine girince, Osmanlı Devleti de bundan nasibini aldı. Kırım Savaşı’ndan sonra yabancı devletler tarafından Osmanlı topraklarında açılmaya başlanan Mason Locaları, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında başrolü oynadılar. Her ne kadar II. Abdülhamit tahta geçince bunları yasaklamıştı ama 1900’lü yılların başında kapitülasyon imtiyazlarından faydalanmak suretiyle Makedonya’nın Selanik, Manastır, Üsküp, Kosova, Serez v.b. şehirlerde yabancılar tarafından Mason Locaları yeniden açılmaya başlandı. Bahse konu bölge, ihtilalci fikir ve örgütlerin yayılıp, serpilmesine elverişli, Osmanlı Devleti’nin yumuşak karnı haline gelmişti. Burada açılan Localar (İtalya Büyük Locasına bağlı Macedonia Rizorta, Veritas ve Labor-Lux Locaları, Fransa Büyük Locasına bağlı L’Avenir de O’rient Locası, İspanya Büyük Locasına bağlı Presseveratzin Locası, Yunanistan Büyük Locasına bağlı Promete, Makedonya ve Aristotelis Locaları), yabancı merkezlere bağlı localar olup, İstanbul’daki büyükelçileri tarafından himaye ediliyorlardı. Loca yöneticilerinin büyük bir kısmı, bölgede ikamet eden Yahudiler veYahudi Dönmeleri idi Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 208-212. 238 Emanuel Karasu (öl.1934) Selanik kökenli İttihatçı, İspanyol Yahudisi ve Masondur. Makedonya’daki Macedonia Rizorta adlı Mason Locasının üstadıdır. İvT’nin Selanik kolunda çalışmış ve bu hareketin Mason Locaları tarafından korunmasını sağlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanını takiben yabancı ve özellikle İngiliz yorumcular tarafından İvT’nin liderlerinden ve habis ruhlarından biri olarak nitelenmiştir. Ancak, sanıldığı kadar etkili olmamıştır. 1908 ve 1912 yıllarında Selanik mebusu olmuş, 1914 ara seçimlerinde de İstanbul mebusu olmuştur. I. Dünya Savaşı sırasında İaşe Müfettişi olmuş ve bu arada büyük bir servet biriktirmiştir. 1919 yılında İtalya’ya kaçmış ve İtalyan vatandaşı olarak Trieste’ye yerleşmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 253. 104 diğer bir loca olan Constitution Locasının üstad-ı azamı ise (bilahare İttihatçıların önde gelen simalarından birisi olan ve Gazi’ye yapılmek istenen İzmir suikastinin ardından asılan) Cavit Bey idi. Cemiyete Selanik ve bölgedeki diğer zengin Yahudiler tarafından para yardımında bulunulduğu gibi, Viyana, Budapeşte, Berlin, Londra ve Paris’in milletlerarası ve yarı milletlerarası kapitalistleri tarafından finansman sağlanıyordu.239 II. Abdülhamit de hatıralarında İvTC ile Masonlar arasındaki ilişkileri şu şekilde anlatmaktadır: Avrupa’da ve Mısır’da çeşitli isimler altında çıkan gazeteler ve buralarda gizlenen gizli Cemiyetin adamları, daha önce söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat Mason Locaları, bütün takiplerimize rağmen, İttihat ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu avare insanlar birer bayrak haline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî Cemiyetinin hikâyesi budur.240 Jön Türk İhtilali, karargâhı Selanik’te bulunan İvTC tarafından yönetilmişti. Cemiyetin esas unsurlarını, yurt içinde yabancı okullar, yurt dışında da Batının idaealleri ile ilişki kuran genç Müslüman ve Yahudiler oluşturuyordu.241 Ordu tarafından desteklenen İvTC, başlangıçta gizli olarak, daha sonra da açıkça bu vazifeyi yapmayı üzerine aldı. Yahudiler ile Selanik Masonları da, İvTC’yi bu vazifesini ifa etmesi konusunda kuvvetle desteklemişlerdir.242 1.2.3.5. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti Bulgar Komitesi Örgütünden ve Mason Teşkilatı’ndan esinlenilerek 1906 yılının Eylül ayında Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin243 amacı; Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale eden Rusların, Bulgarları koruma politikasını reddederek Orduda görevli subaylar arasında taraftar toplamaktı. Adı geçen Cemiyetin kurucu üyeleri 239 A.g.e., s. 211-215. 240 II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 64. 241 Kocabaş; a.g.e., s. 215. 242 A.g.e., s. 215. 243 Osmanlı Hürriyet Cemiyeti hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 82-89. 105 arasında Selanik Askerî Rüşdiye Müdürü Bursalı Tahir Bey, Naki Bey, Talat Bey244, Mithat Şükrü (Bleda)245, Ömer Naci 246 , Kazım Nami (Duru) Bey, İsmail (Canbulat) Bey, İsmail Hakkı Bey ve Süleyman Fehmi Bey bulunuyordu. Cemiyetin genel merkez üyeleri ise Talat Bey, İsmail (Canbulat) Bey ve Rahmi Bey idi. Üyeler hücre şeklinde örgütlendiğinden birbirlerini tanımıyorlardı. Bu tip örgütlenme, İtalyan Karbonari Teşkilatı’nın kurulmasından beri revaçtaydı.247 Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin Selanik’te kurulmasından yaklaşık beş ay sonra 8 Şubat 1907 tarihinde Cemiyetin Manastır şubesi kuruldu. Manastır Şubesinin kurucuları ise Enver (Bey) 248, Kazım (Karabekir) Bey249 ve Hüseyin Bey idi.250 244 Mehmet Talat (1874-1921) İttihatçı mebus, nazır ve sadrazamdır. Cemiyetin kişiliğine yön veren en enemli üyesidir. 1906 yılında kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyetini kurucu üyelerindendir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra her üç Mecliste de mebusluk yapmış, çeşitli kabinelerde Dâhiliye Nazırı olmuştur. 1917 yılında Sadrazam olmuş, 8 Ekim 1918 tarihinde de istifa etmiştir. Mondros Mütarekesi’nin ardından Avrupa’ya kaçmış olup, 16 Mart 1921 tarihinde Berlin’de Ermeniler tarafından öldürülmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 263. Talat Paşa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Talat Paşa (Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü), Kültür Bakanlığı Yayınları 1995. Talat Paşa’nın biyografisi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 501502 ve Tekdaş; a.g.e., s. 708-715. 245 Mithat Şükrü (Bleda) (1874-1957) İttihatçı politikacılardandır. İvTC’nin iç grubunda çok önemli bir yeri olmuştur. 1906 yılında Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin kurucuları arasında yer almıştır. İhtilaci faaliyetleri nedeniyle Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmış ve Cemiyetin Cenevre kolunda çalışmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Serez (1908), Drama (1912) ve Burdur (1916 Ara Seçimleri) mebusu olmuştur. 1917-1918 yıllarında İvTC Merkez Komitesi Daimî Üyesi ve Genel Sekreteri olarak görev yapmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 263. 246 Ömer Naci (1880-1916), İvTC’nin ilk üyelerindendir. Siyasî faaliyetleri nedeniyle Paris’e, Kafkasya’ya ve sonra da İran’a kaçmak zorunda kalmıştır. Cemiyet içinde bir hayli nüfuz sahibiydi. II. Mecliste Kırkkilise (Kırklareli) mebusu olarak görev yapmıştır. 1910-1912 yıllarında İvT Merkez Komitesi üyesi olarak görev yapmıştır. İran Cephesi’nde ölmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 255. Manastır Askerî İdadisi’nde tanıştığı Mustafa Kemal (Atatürk)’ün en en yakın arkadaşı olan ve 1906 yılında Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin kurucuları arasında yer alan Ömer Naci, bir süre sonra Şam’dan Selanik’e gelen arkadaşı Mustafa Kemal’in Vatan ve Hürriyet Cemiyetine girmiştir. Bu gizli ihtilal komitesinin ömrü uzun olmamış, Mustafa Kemal’in vazifesine dönmesi, Ömer Naci’nin de basında yayımlanan bir yazısı üzerine Hüsrev Sami ile Paris’e kaçmaları ve orada Ahmet Rıza Bey ile uyuşmaları ve Dr. Nazım Bey ile anlaşmaları sonucu İvTC adı altında son şeklini bulmuştur. İvT’nin kurucuları arasında bulunan, onun Teşkilat-ı Mahsusa’sında çalışan ve partinin Millî Hatibi diye anılarak hatipliğini, yöneticiliğini, kısa bir süre de (1912) Kırklareli mebusluğunu yapan Ömer Naci, İran’da meşruti ihtilalin hazırlanmasına çalışmış, Trablus, Balkan ve I. Dünya Savaşlarında Kafkaslar’da başarılı görevler yapmış ve son olarak İran Azerbaycanı’nda Ruslara karşı çarpışırken tifüse yakalanmış ve tedavi için getirildiği Kerkük’te vefat etmiştir. Bkz. Türk Ansiklopedisi, C. 25, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1977, s. 65. 247 Eyicil; a.g.m., s. 233 ve Lewis; a.g.e., s. 203. 248 Tarihe Enver Paşa olarak geçmiştir. Asker, devlet adamı ve ünlü İvT üçlüsünün en genci olmakla birlikte en ünlü üyesidir. 1902 yılında Harp Akademisi’ni yüzbaşı rütbesiyle bitirerek merkezi Selanik’te bulunan 3. Orduya tayin edilmiştir. 1906 yılında Manastır’da İvTC’ne girmiştir. Makedonya’daki 1908 Ayaklanması’nın liderlerinden biri olarak ün yapmıştır. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Cemiyetin Merkez Komitesi üyesi olmuştur. 1909 yılında Askerî Ataşe olarak Berlin’de bulunmuştur. 1911 yılında Trablusgarp Savaşı’na ve 1912 yılında da Balkan Savaşı’na iştirak etmiştir. 1914 yılında mirlivalığa (tuğgeneralliğe) terfi 106 1.2.3.6. Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin Birleşmesi 1900 yılından itibaren Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti Makedonya’da yayılmıştır. Bunun sebebi Makedonya bölgesinin özelliğindeydi. Bu bölgede Türk nüfus dışında Arnavut, Rum, Rumen, Bulgar ve Sırp çeteleri Osmanlı yönetimine başkaldırarark kan döküyorlardı.251 Bu sırada Makedonya’da kurulan bu şubeler ile Paris merkez teşkilatı arasında bir irtibat kurulamadığı gibi merkez teşkilat ile şubeler arasında da bir bütünlük sağlanamamıştı. Nazım Bey daha önce Cemiyetin İstanbul ve Paris merkezleri arasında irtibatı sağlamıştı. Bunun ardından Paris merkezi ile Selanik merkezini birleştirerek teşkilatı bütünleştirmeye çalıştı. Bu çerçevede Dr. Nazım Bey, Rum Komiteciler ve Talat Bey yardımıyla Atina üzerinden Selanik’e geldi ve burada Cemiyetin Paris merkezi ile Selanik merkez teşkilatını birleştirmeye çalıştı. Nazim Bey’in bu çalışmaları sonucu; kısa zamanda Selanik teşkilatı tüm şubelerin merkezi haline getirildi, şubeler arasındaki dağınıklık giderildi ve Cemiyet de bir gizli ihtilal cemiyeti şeklinde örgütlendi. Subayları da etkisi altına alarak tüm faaliyetlerini tek merkezden yürüttü.252 etmiş ve Harbiye Nazırı olmuştur. 1915 yılında Sarıkamış’ta Ruslar karşısında büyük bir başarısızlık yaşamıştır. Osmanlı Devleti’nin I. Düya Savaşı’nda yenilmesi üzerine imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından diğer İttihatçı liderlerle beraber ülke dışına kaçmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 247. 249 Kazım Karabekir (1882-1948), 1905 yılında Harp Akademisini bitirdi. 1907 yılında Edirne’de İvT’ye katıldı. Sadece askerî bir kariyer yaptı. 1918 yılında mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle Kafkas Ordusunu yönetti. 1919 yılı Mart ayında Doğu Anadolu’da 15. Kolordu Komutanlığı’na atandı. Kuvvetleri, millî direniş hareketinin belkemiğini oluşturdu. 1920 yılında Ermenileri mağlup etti. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda ardından Mustafa Kemal Paşa’nın iktidar tekeli kurması üzerine O’nunla anlaşmazlığa düştü 1924 yılında TpCF’yi kurdu. 1926 yılında İzmir Suikastı ile ilgili görülerek tutuklandı ve yargılandı ama sonra serbest bırakıldı. Atatürk’ün ölümünden sonra yeniden milletvekili seçildi. 1946 yılında Meclis başkanlığına getirildi. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 488. 250 Eyicil; a.g.m., s. 234. 251 Eyicil; a.g.m., s. 234 ve Fethi Okyar; Üç Devirde Bir Adam, (Hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman gazetesi, İstanbul 1980, s. 8. 252 Eyicil; a.g.m., s. 234. Bu ittifak Cemiyetin ihtilalcilik boyutunu büsbütün kuvvetlendirdi ve bilhassa askerî kadro içindeki örgütlenmenin hız kazanmasına neden oldu. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 480. Modern eğitimle aydınlanan, bir yandan da kendilerini devleti koruma-kurtarma misyonunun ayrıcalıklı sahibi sayan subaylar, 19’uncu yüzyılın son döneminde Osmanlı’daki siyasal hareketliliğin ve milliyetçi ideolojik arayışlığın önde gelen unsurlarıydılar. Bkz. Suavi Aydın; “İki İttihat ve Terakkî, İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset “, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 1 (Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası. Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi), s. 125. 107 1902-1906 arasında Jön Türk hareketi yayılmaya ve dal budak salmağa devam etti. 1906 yılında gerçek önemli gelişme (kıta hizmetindeki subaylar arasında devrimci hücrelerin kuruluşu) başladı. Bu çeşit örgütlerin ilkinin, aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu küçük bir subay grubu tarafından 1906 yılı sonbaharında Şam’da kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti olduğu görülmektedir. 5. Ordu subaylarının da bulunduğu Yafa ve Kudüs’te bu Cemiyetin şubeleri açıldı.253 1906 yılında Şam’da bulunan Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti254 de 1907 yılında Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile birleşmiştir. Dr. Nazım Bey, iştirak ettiği toplantılarda Cemiyetin adının değişmesi gerektiğine ilişkin görüşünü açıkça savundu. Bu teklifle ilgili olarak, üyelerin isteği üzerine, Cemiyetin isim değişikliği hakkında görüşleri alınmak amacıyla şubelere mektup gönderildi. Mektuplara verilen cevaplarda Dr. Nazım Bey’in Teklif ettiği Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti ismi uygun bulundu. Bunun sonucu, Dr. Nazım Bey’in teklif ettiği ve üzerinde önemle durduğu Osmanlı İtihat ve Terakkî Cemiyeti ismi ekseriyetle kabul edildi. Böylece Paris ve Selanik’te bulunan teşkilatın isimleri birleştirilerek Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti adını aldı. Bundan sonra her iki Cemiyet bu isimle anıldı.255 1906 yılının Eylül ayında Selanik’te kurulan ve üyelerinin çoğunluğunu Rumeli’deki askerlerin oluşturduğu Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin 27 Eylül 1907 tarihinde Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti ile İvTC adı altında birleşmesi, Cemiyetin Rumeli’de 253 Lewis; a.g.e., s. 202-203. 254 Armaoğlu; 19.Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 599. Bu birleşme hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur, s. 315-320. Bu birleşmeden sonra Jön Türkler hareketi hem Müslümanlar tarafından, hem de Hıristiyanlar tarafından desteklendiğinden gücünü hızla arttırdı. Hıristiyan azınlıklar kurulacak meşruti idare sayesinde millî bağımsızlıklarını kazanmak ümidiyle İvT’yi tutuyorlardı. Bkz. Karpat, a.g.e., s. 19. İvTC hakkında ilave bilgi için bkz. Lewis; a.g.e., Ankara 1984, s. 209-237. O dönemde Suriye’de görev yapmakta olan Mustafa Kemal de 1906 yılı Ekim ayında arkadaşlarının birkaçıyla birlikte Şam’da (gizlice) Vatan ve Hürriyet Cemiyetini kurdu. Bkz. Muzaffer Erendil; Askerî Yönüyle Atatürk, GATA Bsmv., Ankara 1981, s. 8. Bahse konu Cemiyetin amacı; hürriyetçi ve halkın temsili esasına dayalı yeni bir düzen tesis etmekti. Bu amaçla yöredeki kentlerde (Beyrut, Yafa, Kudüs) teşkilatlanmaya başladılar. Mustafa Kemal, bahse konu Cemiyeti Makedonya’da da örgütlemek amacıyla gizlice Selanik’e gitti. Cemiyetin bir şubesini de burada kurdu. Arandığını öğrenince Yafa’ya döndü. Bkz. Yusuf Çotuksöken; Atatürk Antolojsi, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstabul 1982, s. 3. Şam’da kurulan hürriyetçi örgütler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 80-82. 255 Eyicil; a.g.m., s. 235. 108 yayılmasında ve tarihinde önemli bir aşama olduğu gibi I. Meşrutiyet Hareketi’nin de bu Cemiyet tarafından başarılmasında büyük rol oynamıştır. 1902 yılında Paris’te gerçekleşen I. Jön Türk Kongresinde azınlıkta kalan ve Kongrenin ardından Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyetini kuran grup, Cemiyetin özellikle Rumeli’de hızla yayılması nedeniyle kısa sürede güçlenmiştir. Jön Türklerin gerek yurt dışı, gerekse de yurt içinde İvTC adı altında teşkilatlanmalarını müteakip, sıra ihtilal kararı alınıp programın yapılmasına gelmişti.256 Bu maksada yönelik olarak 27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Taşnaksütyun Partisi aracılığıyla Paris’te II. Jön Türk Kongresi yapıldı.257 Bu kongrede Jön Türklerin ayrılıkçı unsurlarla, özellikle bunlardan Ermenilerle işbirliği iyice ortaya çıktı. Bu kongreye Ermenilerin yanında Yahudiler, Araplar ve Makedonya Komitacılarından da delegeler katılmıştır.258 Bu kongrede de Jön Türkler arasında kesin birleşme sağlanamadı. Fakat aralarındaki görüş farkları geçici olarak bir tarafa bırakılarak, Osmanlı’daki mutlakiyet yönetiminin yıkılması konusunda prensip anlaşmasına varıldı.259 1908 yılına gelindiğinde hürriyetçi hareketlerin başarısı ve II. Abdülhamit’in otokratik yönetimine son verilmesi için ülkede geniş bir zemin oluşmuştu. Ortak amaç, mevcut yönetimin yıkılması olmakla birlikte, bu ortak amaca yönelik yöntem ve yolların seçiminde farklılıklar söz konusu idi.260 Bununla birlikte taraflar mevcut yönetime karşı kalemle mücadele yanında, eyleme geçerek ihtilal yapılması görüşünde birleştiler.261 Sultan 256 Kocabaş; a.g.e., s. 217. 257 Uçarol; a.g.e., s. 354 ve Bayur, a.g.e., s. 385-403. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 220 ve Ramsaur; a.g.e., s. 144. İlk Kongre’de aralarında görüş ayrılığı çıkan Ahmet Rıza Bey ve Prens Sabahattin’in grupları İkinci Jön Türk Kongresinde birbirine yaklaşmıştır. Kongre sonunda yayımlanan beyannamede, istibdadın (!) yok edilmesi, meşrutî (parlamenter) düzenin tesisi ve bunları sağlamak için her çareye başvurulması kararlaştırıldı. Araştırmacının notu. 258 Kocabaş; a.g.e., s. 217. 259 Uçarol; a.g.e., s. 354 ve Bayur, a.g.e., s. 385-403. 260 Armaoğlu;19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 599. 261 Ramsaur; a.g.e., s. 144-145. Kongre’de yapılan müzakereler sonunda iki önemli karar alınmıştı: Meşrutiyetin ilanı ve II. Abdülhamit’in tahtından indirilmesi. Bunlar için şunlar yapılacaktı: Hükümetin hal ve hareketlerine göre silahlı mukavemet, polis ve hükümet memurlarının pasif direnişi sonunda siyasî, idarî ve iktisadî faaliyetlerin yavaşlatılması, hükümete vergi ödememek, halkı ayaklanmaya teşvik etmek, Ordu dâhilinde askerî ihtilal hazırlamak. v.s. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 219. 109 Abdülhamit’in iktidardan uzaklaştırılmasının ve meşrutî idarenin yeniden tesisi konusunda gerek Jön Türkler, gerekese de devlet bünyesindeki gayrı müslimler ittifak halinde olmakla birlikte hedefleri ve beklentileri farklıydı. Hedefin gerçekleşmesi; Jön Türkler için Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunu (!), gayrı müslimler için de kendilerinin bağımsızlığını sağlayacaktı. 1.2.4. II. Meşrutiyet’in İlanı 27-29 Aralık 1907 tarihlerinde Ahmet Rıza Bey, Prens Sabattin ve Ermeni Devrimci Federasyonu Taşnaksutyan’dan K.Malumyan’ın ortak başkanlığında Paris’gerçekleşen II. Jön Türk Kongresinde her yola başvurarak ihtilal kararı alınmıştı. Şimdi sıra bunun uygulamasına gelmişti. Jön Türkler ilkin bir halk ayaklanmasıyla ihtilal planlamışlardı. Fakat halk onları desteklemeyince, hayal kırıklığına uğradılar. Halk, Jön Türklerin beklediği şekilde ihtilal yapmadığı için Jön Türklerin güvenmediği bir unsur olmuştu.262 Jön Türkler, bir halk hareketinden ümitle, ihtilalde kullanmak üzere başka unsurlar aramaya başladılar. İşte tam bu sırada Ordunun kullanılması gündeme geldi. Jön Türklere göre, asker elde edilmedikçe ihtilal teşebbüsü akim kalmaya mahkûmdu. İhtilalde kullanılacak güç olarak Rumeli’de bulunan III. Ordu üzerinde duruldu. İhtilal için III. Ordunun durumu müsaitti. Bunun iki sebebi vardı. Birincisi Mekteb-i Harbiye’de meşrutiyet propagandasıyla yetişen ve mezun olurken meşrutiyet taraftarı olan olan genç zabitler ilkin III. Orduya atanıyorlardı. İkinci olarak Rumeli’de asayiş sağlamak için Bulgar, Rum ve Sırp Komitacıların peşine düşen bu genç subaylar ihtilaci deneyimler kazanmışlar, bir türlü söndürülemeyen komitacılık faaliyetleri karşısında çözüm ararlarken Meşrutiyet’in ilanı fikrine saplanmışlardı.263 Bunlara son Jön Türk Kongresinde ve Mason Localarında alınan kararlar gereği, maddî ve manevî destek de eklenince ihtilal süreci hızlandı. 262 Şerif Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), İletişim Yayınları, İstanbul 1984, s. 218. Ramsaur; a.g.e., s. 144. 1907 yılında geçekleşen İkinci Jön Türk Kongresinin toplanmasına, birkaç Ermeni örgütünü birleştirmeyi başarmış olan ve Türkiye’deki rejime karşı çalışan diğer grupların da işbirliğini sağlamaya heves eden devrimci Ermeni Federasyonu’nun önayak olduğu anlaşılmaktadır. Bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 144. 263 Kocabaş; a.g.e. s. 219-220. 110 Balkanlarda Rusya, Avusturya ve İtalya başa olmak üzere Avrupa devletlerinin nüfuz kazanma mücadelesi ile Balkan devletlerinin ihtirasları ve girişimleri bu bölgeyi gittikçe daha huzursuz hale getiriyordu. Özellikle Rusya’nın 1904-1905 Savaşı’nda Japonya’ya yenilmesi ve 1907 yılında İngiltere ile Çin, Tibet, Afganistan ve İran üzerinden Anadolu sınırlarına kadar Asya’da nüfuz bölgelerinin belirlenmesinde bir anlaşmaya varması, bu iki devletin yeniden Balkan politikasına önem vermesine neden oldu. Bu durum ise Balkanlar’da emelleri olan Avusturya ve İtalya’yı endişelendirdi ve bölgedeki devletlerarası rekabeti daha da şiddetlendirdi.264 1890’lardan itibaren büyümeye başlayan Makedonya Sorunu,265 Balkanların üç küçük ülkesi olan Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan’ı bir toprak mücadelesi içine itti.266 Osmanlı Devleti’nin zayıflığı bu devletlerin hem iştahını artırıyor, hem de aralarındaki siyasî tansiyonu iyice yükseltiyordu. Bahse konu nedenlerle özellikle Makedonya’daki Türk varlığı için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Bu durum Türkleri, Jön Türkleri, İvT yönetici kadrolarını ve III. Ordu subaylarını endişelendiriyordu.267 Balkanlarda durumun gittikçe daha bunalımlı hale geldiği sırada İngiliz Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola 8-9 Haziran 1908 tarihinde Estonya’nın Reval şehrinde bir görüşme yaptılar.268 Reval Görüşmeleri’nin yoğunlaştığı nokta Almanya ve Avusturya’dır. Reval’de Makedonya ve Boğazlar Sorunu da ele alınmıştır. Ancak görüşmelerden sonra İngiltere ve Rusya, Almanya’yı ürkütmemeye dikkat etmişler, sadece Makedonya Sorunu’na ve reformlara değinmişlerdir. Bu şekilde İngiltere ve Rusya’nın birbirlerine yaklaşmaları ve Balkan Sorunu’nda mutabakata vardıklarını açıklamaları Makedonya’daki İvTC üyeleri arasında endişe ve korku uyandırdı.269 İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ni paylaşma 264 Uçarol; a.g.e., s. 354-355. 265 Makedonya Sorunu hakkında detaylı bilgi için bkz. Akşin; a.g.e., s. 65-69 ve s. 94-97. 266 Armaoğlu; a.g.e., s. 600. 267 Kodaman; a.g.m., 170. 268 Yusuf Hikmet Bayur; Türk İnkılabı Tarihi, C. I., İstanbul 1940, s. 217-218 269 Armaoğlu; a.g.e., s. 600-601 ve Uçarol; a.g.e., s. 355. II. Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan’ın hatıralarında, İhtilal’de Almanlar’ın rolü üzerinde durulmuştur. Reval Mülakatı, Alman propagandası tarafından tarafından, Rusya ile İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu taksime karar verdiklerine dair bir dedikodu şeklinde yorumlanıp, yayınlanmıştr. Almanlar, Reval’de İngilizler ile Ruslar’ın arasında taksim yapıldığı hakkındaki kesif propaganda perdesi arkasında, önce II. Meşrutiyet’i İttihat ve Terakkî eliyle ilan etmişler, 111 ve parçalama konusunda anlaştıkları, dolayısıyla Rumeli’de Osmanlı Devleti’nin sonunun geldiği şeklinde yorumlar ortaya çıktı.270 Reval Görüşmeleri’nin Makedonya’daki Cemiyet üyeleri arasındaki yorumu Rumeli’nin paylaşılacağı, Padişahın Rumeli’ye ordularını gönderemeyeceği ve bu duruma boyun eğeceği şeklinde idi. Bu nedenle, İvTC artık Osmanlı Devleti’nin siyasal düzeninin reforme edilmesi için harekete geçmenin zamanı geldiğine karar verdi. Yani Osmanlı Devleti’nin parçalanması teşebbüsüne meşrutî yönetimin kurulması ile cevap verilecekti.271 İvTC, bu suretle meydana gelebilecek dış müdahaleleri önlemeyi ve devleti içine düştüğü güç durumdan kurtarmayı hedefliyordu. Reval Görüşmesi sonucunda alınan kararları uygun bulmayan ve gelişmeleri millete hakaret sayan subaylar harekete geçti. Reval Görüşmeleri ihtilalin başlamasına yol açan son damla oldu. İvTC yöneticilerine ve subaylara göre en kestirme çözüm II. Abdülhamit rejimine son vermek, meşrutiyeti ilan etmek ve Kanun-ı Esasi’yi uygulamaktı. Ancak bu çözüm şekli İngiltere’yi, Rusya ile işbirliğinden vazgeçirebilir ve Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumaya yeniden sevk edebilir ve Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti lehine çevirebilirdi.272 İvTC, ilk iş olarak 1908 yılı Mayıs ayında çalışmalarını gizli olarak sürdürmekten vazgeçip Makedonya’da duruma hâkim olmak üzere açığa çıkmayı düşünmeye başlamıştı. Selanik’te yapılan toplantıda Avrupa’nın büyük devletlerine Cemiyetin varlığını ve nüfuzunu açıklamak kararı alındı. Bu çerçevede İttihatçılar bir bildiri hazırlayarak Büyük Devletlerin konsoloslarına gönderdiler. Ancak Büyük Devletlerden ses çıkmadı. Cemiyetin her şeye babamın elindeki Hükümet yetkilerini azaltmışlar İttihat ve Terakkî’yi devlet siyasetine hâkim kılmışlardır. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 222. Sultan II. Abdülhamit’in de hatıralarında Selanik İttihatçılarının Almancı, Manastır İttihatçılarının ise İngilizci olduklarından bahisle İngilizler ve Almanların kendisini devirmek istedikleri konusunda şunları yazar; İngilizler Manastır İttihatçılarını, Almanlar ise Selanik İttihatçılarını durmadan kışkırtıyorlar, Devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesini zorluyorlardı. İngilizlerin Manastır İttihatçılarıyla başarıya ulaşması benim için felaketti. Çünkü hem beni bertaraf edecekler ve muradlarına ereceklerdi. Almancı İttihatçılardan korkum yoktu. Onların başarısı İngiltere’yi daha da korkuturdu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 222-223. 270 Kodaman; a.g.m., s. 170. 271 Armaoğlu; a.g.e., s. 600-601 ve. Uçarol; a.g.e., s. 355. 272 Kodaman; a.g.m., s. 170. 112 rağmen eyleme geçmeye kararlı olduğu, Temmuz’da başlayan isyanı yönetecek hale gelmiş olmasından anlaşıldı.273 II. Abdülhamit’in hafiyeler ağının başarılı çalışmaları karşısında telaşa düşen Cemiyet, Saray’ın Makedonya’daki hafiyelerine karşı kesin ve kıyıcı davranmak kararı almıştı. Hafiyeleri sindirmeyi başaramamak, gizli örgütün yok olmasına göz yummak demekti. 1908 yılı Şubat ayından beri Selanik’te İvTC’ne yönelik bir soruşturmayı yöneten ve bu konuda hazırladığı raporu Saray’a gönderen Selanik Merkez Kumandanı Albay Nazım Bey öldürülecek hafiyeler listesinin başında geliyordu. 11 Haziran 1908 tarihinde Albay Nazım Bey’e suikast düzenlediyse de suikastten yaralanarak kurtulan Albay Nazım Bey, ertesi gün İstanbul’a hareket ederek edindiği bilgileri Saray’a iletti.274 Bunun üzerine Padişah, Selanik ve Manastır’daki yüksek rütbeli subaylardan otuz sekizini İstanbul’a getirterek muhakeme ve hapsettirdi. Bu olay, Rumeli’de bulunan III. Ordu subaylarının bir an önce harekete geçmesine sebep oldu. Resne’de bulunan Kolağası (Yüzbaşı) Niyazi Bey, 3 Temmuz 1908 tarihinde yanına aldığı gönüllülerle dağa çıktı ve Anayasa ilan edilmedikçe silahı bırakmayacağını ilan etti.275 Bir süre sonra Ohri’li Eyüp Sabri Bey276 de Resneli Niyazi Bey’e katıldı. Bu gelişmeler üzerine Makedonya resmen kaynamaya başladı. Niyazi Bey’in istibdat Hükümetine karşı başkaldırdığı ve hürriyetin ilanını sağlamak amacıyla isyan ederek dağa çıktığı Manastır Bölgesi Kumandanı tarafından Selanik’te bulunan III. Ordu Komutanı Müşir (Mareşal) İbrahim Paşa’ya resmen bildirildi.277 273 Ahmad; a.g.e., s. 16-17. 274 Armaoğlu; a.g.e., s. 600 ve Ahmad; a.g.e., s. 17. 275 Armaoğlu; a.g.e., s. 601-602. Lewis; a.g.e., 205-206 ve Ahmad; a.g.e., s. 19. Makedonya’da meydana gelen ve II. Meşrutiyetin İlanını sağlayan olaylar hakkında detaylı bilgi için bkz. Ahmet Eyicil; “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, Türkler, C. 13, s. 237-238. Bayur; a.g.e., s. 429-478 ve Türk Ansiklopedisi, C. 24, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1976, s. 61. Resneli Niyazi Bey, kurduğu ihtilal çetesine Arnavutluk’ta Türk hakimiyetine isyan eden Toska İhtilal Reisi Çirçis’i bile almıştır. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1062. 276 Eyüp Sabri (Akgöl) (1876-1950). 1908 yılında Ohri’de yüzbaşı iken İvTC’ne girmiş, bilahare Temmuz ayaklanmasının liderlerinden biri olmuştur. 1909 yılında İvT Merkez Komitesine seçilmiş, Ekim 1918’de Cemiyet dağılana kadar bu görevi sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde de TBMM’de mebus olarak görev yapmıştır. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 260. 277 Eyicil; a.g.m., s. 238 ve Lewis; a.g.e., s. 205. 113 Resneli Niyazi Bey’in isyanı üzerine İvTC’ne mensup subaylar, silah depolarını açıp halka silah dağıtmaya başladılar. Olayların merkezi Manastır idi. Padişahın olayları bastırması için Manastır’a gönderdiği Şemsi Paşa 7 Temmuz 1908 günü Manastır’da bir subay tarafından öldürüldü. Bu olayı takiben İvTC’nin önde gelen üyelerinden Binbaşı Enver Bey 20 Temmuz’da Kolağası Niyazi Bey’e katıdı. Şemsi Paşa’nın ardından Manastır’a görevlendirilen Müşir Tatar Osman Paşa asiler tarafından dağa kaldırıldı. Bu arada Anadolu’dan Selanik’e sevk edilen askerlerin bir kısmı Manastır’a gitmediği gibi, gidenler de asilerin üzerine gitmedi.278 Bu şiddet olayları gelişerek devam ederken bir yandan da yazılı vasıtalarla Padişah baskı altına alınmaya başlamıştı. Resne’li Niyazi Bey’in dağa çıkmasından iki gün sonra (7 Temmuz 1908) İvTC’nin Manastır Merkezi, sokaklara bir beyanname asarak, bir yandan mevcut Hükümeti gayrı meşru ilan ediyor, bir yandan da Anayasa’nın ilan edilmesini istiyordu. İvTC’nin Genel Merkezi de 21 Temmuz 1908 tarihinde (Kâbe-i Hürriyet olarak tanımladıkları) Selanik’te yaptığı toplantıda 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet’in ilan edilmesi kararını aldı. Bu karar üzerine, Cemiyetin bölgede teşkilatı bulunan yerleşim merkezlerinden İstanbul’a telgraf yağmuru başlatılarak 1876 Anayasası’nın yürürlüğe konması ve hemen meşrutî yönetime geçilmesi istenmiştir. Gelişen olaylarla eşzamanlı olarak, İvTC’nin Manastır merkezi, daha önce alınmış olan karara uygun olarak 23 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet’i ilan eder. Takiben Cemiyetin Selanik Merkezi de Meşrutiyet’i ilan eder. Bu hadiseler geniş ölçüde askerin desteğiyle yapılmaktaydı.279 Rumeli’de kontrolden çıkan bu gelişmeler karşında artık yapabileceği bir şey kalmadığını gören Sultan Abdülhamit 24 Temmuz 1908 tarihinde 1876 Anayasası’nın yeniden yürürlüğe konulduğunu ilan etti. Böylece II. Meşrutiyet dönemi başlamış oldu.280 278 279 Armaoğlu; a.g.e., s. 601-602. Ahmad; a.g.e., s. 19 ve Lewis; a.g.e., s. 206. Ercüment Kuran; Osmanlı İmparatorluğu’nda İnkılap Hareketleri ve Millî İstanbul 1956, s. 422-424. 280 Mücadele, Baha Matbaası, Armaoğlu; a.g.e., s. 602-603. Olayların gelişmesi ve/veya Meşrutiyet’in ilanı hakkında bkz.: Tunaya; a.g.e., s. 137-142. Aybars; a.g.e., s. 39-43. Ş.Süreyya Aydemir; İkinci Adam (1884-1938), C. 1, İstanbul 1993, s. 55. Türk Ansiklopedisi, C. 24, Ankara 1976, s. 61-63. Tektaş; a.g.e., s. 1058-1065. Kazım Karabekir; İttihat ve Terakkî Cemiyeti Neden Kuruldu Nasıl Kuruldu Nasıl İdare Olundu, TÜRDAV Ofset Tesisleri, İsanbul 1945, s. 297-330 ve Ayşe Osmanoğlu; Babam Sultan Abdülhamid (Hatıralarım), Selçuk Yayınları, Ankara 1984, s. 131-133. II. Abdülhamit’i bazı yönleriyle takdir, bazı yönleriyle de tenkit eden Yılmaz 114 II. Meşrutiyet her ne kadar tebaa-ü Şahaneyi vatandaş yapmış ise de halk henüz azgelişmişliğin çemberini aşamadığı için güçlü bir sosyal uyanıştan söz edilmesi mümkün değildi. Dönemin aydınlarından Celal Nuri Bey’in ifadesiyle, halk için Anayasa’nın, Avcılık Nizamnamesi’nden pek farkı yoktu.281 Aykut Kansu, II. Meşrutiyet’in ilanını bir devrim olarak ele almakta ve bu devrim ile başlayan sürecin 20’inci yüzyılın ilk onyıllarını tamamıyla imal ettiğini belirtmektedir. Kansu ile aynı fikirleri paylaşan Akşin de bu hareketi çağdaş Türk tarihinin başlangıç noktası olarak kabul etmektedir. Çağlar Keyder de 1908 Anayasası’nın parlamenter demokrasiye sağladığı katkının 1925-1946 arasında Cumhuriyetin sağladıklarından çok daha fazla olduğunu belirtmektedir.282 İhtilal öncesi, Ege Bölgesi’nde cemiyeti örgütlemek üzere İzmir’e giden ve İhtilal esnasında da İzmir’de bulunan İvTC’nin liderlerinden Dr. Nazım Bey, İzmir’de İhtilal sonrası dönemde görevli kimi komutan ve devlet memurlarını cezalandırdı. İzmir’e propaganda yapmaya gelen Prens Sabahattin’in adamlarını hapsettirdi. Hürriyeti savunan ve geçmişi istibdat olarak kabul eden Dr. Nazım Bey İvTC dışındakilerin cemiyet kurma faaliyetlerine izin vermedi. İstibdata karşı çıkarken istibdat devrini aratan davranışlarda bulundu.283 Sultan Abdülhamit’in politikasına karşı olan Büyük Devletler ve ayrılıkçı unsurlar, bu politikayı etkisiz hale getirmek için iki aşamalı bir mücadele stratejisi çizmişlerdi. Meşrutiyet’in ilanı ve ardından da Sultan’ın hal edilmesi. 1908 tarihli Jön Türk İhtilali ile birinci merhale gerçekleşmişti.284 İkinci merhalenin gerçekleşmesi ise bir yıldan daha az bir zaman sonra gerçekleşecekti. Öztuna, İvT’nin uğraşıp istediğini elde ettiğini söyler ve şunları ifade eder: Ancak bu Türkiye tarihi ve Türklük bakımından pek hayırsız bir zafer olmuştur. 1911’den 1922’ye kadar Türk Milletini İtalya, Balkan ve Cihan Savaşları ile Millî Mücadele nedeniyle onbir yıl nefes almadan savaşmak zorunda bırakmış, düşman sürüleri Ankara kapılarına kadar gelmiştir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1060-1061. 281 Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 72. 282 Tazegül; a.g.e., s. 85. 283 Eyicil; a.g.m., s. 239. 284 Kocabaş; a.g.e., s. 224. II. Abdülhamit’in 1908 İhtilali ile birlikte hal edilememesinin sebebi, Jön Türklerin adı geçen İhtilal günlerinde bu kudreti kendilerinde bulamamalarıdır. Ordudaki erat (erler-askerler) padişahın hal edilmesine (tahttan indiriklmesine) karşıydı. Ayrıca, hal olayının cereyan edeceği İstanbul’da Jön Türklerin durumu çok zayıftı. Bkz. Ramsaur; a.g.e., s. 157-158. 1908 Jön Türk ihtilali meydana gelince, bu 115 II. Meşrutiyet’in ilanının ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinin pek çok gizli ve açık sebepleri vardır. Bu konuda son tahlilde şu sebepleri sıralamak mümkündür: Sultan Abdülhamit’in hal edilmesini ve II. Meşrutiyet’in ilanını, içte; aydınların büyük bir kısmı, Türklerin ve Panislamistlerin bir kısmı, gayrı müslimlerin tamamı, Türk olmayan Müslümanların önemli bir kısmı, dışta ise; özellikle İngiltere ve Fransa resmî çevreleri ve kamuoyları arzu etmekteydiler. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü ve siyasî birliğini Türklerden başka samimî bir şekilde isteyen yoktu. Türkler Osmanlı Devleti’nin II. Abdülhamit’in iktidardan uzaklaştırılmasında ve meşrutî idarede görüyorlardı ya da en azından beklentileri bu idi. Avrupa ise Osmanlı’nın paylaşılmasını ve sömürgeleştirilmesini bekliyordu. Gayrı müslimler ise kendilerinin kurtuluşu için zeminin ve şartların hazır hale geleceğini umuyorlardı.285 1.2.5. Ahmet Rıza Bey, Seçkinler Teorisi ve Millet-i Müsellaha Ahmet Rıza Bey’in Mechveret'teki yazılarında, nispeten otoriter bir devlet anlayışı taşıdığını gösteren ilkelere rastlamak mümkündür. Fakat bu eğilimler, ancak arada sırada ve kısa aralıklarla ortaya çıkmıştır. Nitekim Ahmet Rıza Bey’in temel görüşleri, Comte’dan esinlenme olsun ya da olmasın, zamanının pre-totaliter görüşleriyle de uyuşmaktadır. Ahmet Rıza Bey’in bu görüşlerinde Comte’un yeri, bu düşünürün siyasî sistemini kuvvet ve iktidar kavramlarına dayandırmış olmasından geliyordu. (II. Meclis-i Mebusanda mebus olarak yer alan Selanik kökenli Yahudilerden) Albert Fua’ya göre, Ahmet Rıza Bey’in sistemi, Comte teorisinin sonucu olup, bu sistemdeki otorite prensibi ise bu sistemin en önemli unsurlarından biriydi.286 Bu dönemde Avrupa’da demokrasiye karşı duyulmaya başlanan kuşku gerek Ahmet Rıza Bey, gerekse de hocası Lafitte üzerinde de etkisini gösteriyordu. Bizzat Ahmet Rıza Bey’in, devlet yönetimini bir elitin eline teslim etmesini ihtilal hakkında Alman İmparatoru ll. Wilhelm’in görüşleri ilginçtir: Bu ihtilal, Paris ve Londra’da yaşayan genç Türklerin işi değildir. Bu özellikle Alman subayları tarafından yetiştirilen Türk subayları tarafından yapıldı ve tam anlamıyla askerî bir ihtilaldir. Kuvvet ve kudret bu subayların elindedir. Bunlar Alman olan her şeye eğilimlidirler. Bkz. Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 126. 1908 Jön Türk İhtilalini gerçekleştiren subay kadrosunun çoğu Alman yanlısıydı. Jön Türklerin sivil kanadını ve Osmanlı subaylarının az bir kısmını İngiltere ve Fransa’ya taraftarlar meydana getiriyordu. Bu nedenle, İhtilal günlerinde ülke genelinde İngiltere ve Fransa’ya karşı olumlu bir hava vardı. Bkz. Kocabaş, a.g.e., s. 128. 285 Kodaman; a.g.m., s. 170. 286 Mardin; a.g.e., s. 209-210. 116 öngören fikirleri, Avrupa’da kalışının son yıllarında somutlaşacaktı. Mechveret çevrelerinde bu şekilde elitist görüşlerin kabul edildiğini, ilk önce (I. Meclis-i Mebusanda Suriye Mebusu olarak bulunan, Meclis-i Mebusanın dağılması üzerine Fransa’ya kaçarak Paris’te hayatını gazetecilikle idame ettiren ve Yeni Osmanlılar ile Jön Türkleri birbirine bağlayan zincirde son halka olan Osmanlı aydını) Halil Ganem’in yazılarında görmek mümkündür. Halil Ganem’e göre halka güvenmek uygun olmadığı için başlarına bir elit geçirmek gerekiyordu. Bilahare, Ahmet Rıza Bey’in de bu konuda Halil Ganem’le aynı çizgide buluştuğu görülecektir. Ahmet Rıza Bey, 1 Aralık 1902 tarihindeki (Fransızca yayımlanan) Mechveret gazetesindeki yazısında şunları yazıyordu: Aydınlanma feyzine (ilhamına), iyinin ve güzelin geliştirilmesi için gerekli olan eylem kuvvetini ilave etmek gerekir. Elit, vasat (ortalama) kabiliyetlilerin, kendisine hâkim olmasına izin verirse, o zaman acınacak bir duruma gelir. Vasatlık, elit’i kısa bir sürede yok edecek ve bu büyük ışığı karartacaktır.. Ahmet Rıza Bey başlangıçta halka karşı pek büyük bir güven beslemişse de zamanla Jön Türk propagandalarının Osmanlı Devleti bünyesinde sonuçsuz kalması, O’nu halka karşı bezdirir. Ahmet Rıza yazılarında, şiddet usullerini kullanmadığı için şahsına yöneltilen hücumlara karşı halkı ikna etmenin ne denli zor olduğunu dile getiriyordu. Kullandığı savunma araçlarından biri, Osmanlı Devleti’ndeki elitlerin de, devlet çevrelerinde oluştuklarını ve bu bakımdan halk kadar hareketsiz olmalarının doğal olduğunu söylemekti. Fakat tezinin ağırlık noktası Osmanlı Devleti’nde halkı kazanmanın zorluğuydu. Ahmet Rıza Bey’in toplum karşısında tutumunun Gustave Le Bon’dan287 aldığı fikirlerle şekillendiği, çok daha sonra yazmış olduğu eserlerden eserlerden anlaşılmaktadır. Öte yandan, Ahmet Rıza Bey, 1 Eylül 1905 tarihli Mechveret’te yazmış olduğu La crise de L’orient adlı makalesinde, yine de Le Bon’dan toplumun zoraki bir yeniliği kabul etmeyeceği fikrini almış olduğu görülmektedir. Ahmet Rıza Bey’in yeni görüşlerinin açıklandığı bir diğer risale Ağustos 1906’da yani İttihat ve Terakkî şeklinde olan Cemiyetin ismini Terakkî ve İttihat şekline dönüştürdüğü ve Prens Sabahattin 287 Gustave Le Bon (1841-1931) ve görüşleri konusunda detaylı bilgi için bkz. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, “Gustave Le Bon”, s. 3467-3468. Hanioğlu; “Bilim ve Osmanlı Düşüncesi”, s. 346-347 ve Gustave Le Bon, a.g.e. 117 Bey’in grubuyla tüm ilgisini kestiği sırada çıkmıştı. Ahmet Rıza Bey, bu eserde örgütlü bir seçkinler teorisi ortaya atıyordu.288 Ahmet Rıza Bey, Mechveret dergisinin 47. sayısında, yeni elit teorisini açıklarken, hareket noktası Osmanlı Devleti’nin askerî bir devlet olmasıydı. Askerlik, Osmanlı Develeti’nin ana unsurlarından biriydi. Bu itibarla devletin askerî gücünün azalması Osmanlı Devleti’nin de gerilemesi demekti. Bu gelişme, bir meslek olarak askerliğe itibarın azalması sonucunu doğurmuştu. Sivil makamlar, askerî makamları talî bir unsur olarak mütalaa ediyorlardı. Ancak bu gelişmeler Avrupa’nın hızla silahlanmakta olduğu ve Osmanlı Devleti’nin de doğal zenginliklerine göz diktiği bir sırada okuyordu. Bundan dolayı, Osmanlı Devleti için Ordu personelinin ikinci sınıf vatandaş olma keyfiyeti son derece tehlikeliydi. Tersine, askerî kariyere diğerlerine nazaran bir öncelik vermek vermek gerekirdi. Aynı zamanda Orduyu modernleştirmeye ve en son askerî teorileri anlamaya daha çok ağırlık vermek gerekiyordu. Ahmet Rıza Bey’in, Mechveret dergisinin 38’inci sayısında, öne sürdüğü bir diğer fikir de, Omanlı Devleti’nin gelişme devrinden beri Ordunun rolünün değiştiği idi. Ordunun amacı artık fetih peşinde koşmak değil, devletin parçalanmasına engel olmaktı. Bu itibarla, bir emel olarak gaza fikri yerine vatanperverliği geçirmek gerekliydi. Vatanperverliğin bir diğer unsuru da bizzat vatan savunmasında görev yapanların memleketin yakalanmış olduğu sorunları anlamalarıydı. İzlenmesi gereken model Fransız İhtilal Orduları modeliydi. Ahmet Rıza Bey’in (Mechveret dergisinin 32. sayısında), bu tezleri savunduğu risale aynı zamanda subaylara politikaya karışmayı ve iktidarın yetersizlerin eline geçmelerine engel olmalarını tavsiye ediyordu. Bu yeni askerî elit, sivil hayatta da önderlik yapacaktı.289 Askerî erkânın milleti uyaran bir elit olma görevini ifa etmesi bununla beraber gelen halkın sürekli bir seferbelik (teyakkuz ya da mobilizasyon) halinde bulundurulması fikrini Ahmet Rıza Bey belki de (Bahaeddin Şakir Bey aracılığıyla) Colmar von der Goltz’un bir kitabından almıştı. Colmar von der Goltz, Millet-i Müsellaha (Silahlı Millet/Askerî Toplum) ismiyle Türkçeye tercüme edilen ve o devirde tüm Avrupa’da geniş bir ilgi gören 288 Mardin; a.g.e., s. 212-214. 289 A.g.e., s. 215-216. 118 Das Volk in Waffen isimli kitabında savaşın kazanılması için sivil kesimin askerî kesimden ayrılmaması gerektiği fikrini aydınlara intikal ettirmişti. Bu fikir, toplumu, topyekün bir şekilde tüm devlet faaliyetlerine katılması gereken bir kudret hazinesi saydığı oranda pretotaliter düşüncenin karakteristik izlerini taşıyordu. Devlet, faaliyetlerini başarıyla sonuçlandırmak için, her bireyi, savaşta ve barışta kendi amaçlarına hizmet eden birer piyon değerine getiriyordu. Colmar von der Goltz’un daha sonra 20’nci yüzyıl faşist Almanya’sında kurulan para-militer örgütlerin 19’uncu yüzyılda temellerini atmış olması, kendisinin bu konudaki fikirlerini bize açıkça anlatmaktadır. Fakat Jön Türkler fikriyatını ilk kez uyarlı bir teori halinde ortaya koyan görüşün de bu pre-totaliter akımların etkisi altında kalmış olması dikkate değerdir.290 1.3. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ 1.3.1. Yönetimde Saray, İttihat ve Terakkî Cemiyeti ile Bâb-ı Âlî Dengesi 24 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in İlanı ve Kanun-ı Esasî yürürlüğe konulmuştu ama II. Abdülhamit’in tahtta kaldığı dikkate alındığında bu durum Jön Türkler ile İvTC için kısmî bir başarıydı. Sultan Abdülhamit bazı yetkileri elinden alınmış olsa bile tahtta kalmayı başarmıştı. Bu süreçte başarılı gözüken ve tekrar güçlenen bir diğer güç ise Bâb-ı Âlî ve onun bürokrasisidir. Görüldüğü üzere II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte üç farklı güç odağı ortaya çıkmış olup, bunların her biri de kendini başarılı ve güçlü görüyordu. Bu durum, bu güçlerin aralarında gizli ve fakat ciddî bir iktidar mücadelesine neden olacaktır. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte bu kez de bu üç farklı güç merkezi arasında mücadele başlıyordu. Çünkü bu güçlerin her biri iktidarı tamamen kendi eline alarak olaylara istikamet verme arzusundaydı.291 II. Abdülhamit, inkılâba rağmen hala güçlü olup, Hükümetin başında da hala Padişahın tayin ettiği Sait Paşa292 ve Kamil Paşa293 bulunmaktadır. Bu ise Saray ile Bâb-ı Âlî 290 Mardin; Jön Türklerin Siyasî Fikirleri (1895-1908), s. 217. 291 Kodaman; a.g.m., 171. 292 Sait Paşa (1838-1914)’nın kısa biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 634. 293 Kamil Paşa (1832-1913)’nın kısa biyografisi için bkz. a.g.e., s. 626. 119 arasındaki diyalogu, dayanışmayı ve ittifakı kolaylaştırıyordu. Ayrıca, Padişah Kanun-ı Esasî’nin kendisine tanıdığı önemli yetkileri politik kabiliyetleriyle birleştirerek inisiyatifi elinde bulunduruyordu. II. Abdülhamit’in zayıf yönü ise elinde, gerektiğinde güvenebileceği ve kullanabileceği askerî bir gücün olmaması idi. 294 İvTC, II. Meşrutiyet’in ilanından önceki başarıyı, II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında gösteremedi. En zayıf tarafı, genç ve kararsız olmalarıdır. Diğer bir önemli husus da belli bir lideri ve programı yoktu. Bu nedenle II. Abdülhamit’i devirip, iktidarı ele alma cesaretini kendilerinde bulamadılar. Bu tavırları, onların hem acemiliklerinin, hem de özgüvenlerinin yokluğunu ortaya çıkarıyordu. Onların bu çekimserliği II. Abdülhamit’e, Bâb-ı Âlîye ve muhalefete cesaret vermiştir. İvTC’de öne çıkma yerine perde arkasından Saray’ı ve Bâb-ı Âlîyi kontrol altında tutarak siyaseti yönlendirmeyi tercih etmiştir. İvTC, Saray’ı ve Bâb-ı Âlîyi kendi yörüngesinde tutabilmek için özellikle Sultan Abdülhamit’in dayandığı ve güvendiği güç kaynakalarını kurutmaya (Hafiye Teşkilatı’nın dağıtılması, sansürün kaldırılması, genel af ilanı, eski yönetimde etkili mevkilerde bulunanların sürgüne gönderilmesi ya da işten atılmaları) kalktı. İvTC, Hükümete İttihatçılardan üye sokarak, Bâb-ı Âlîyi de kontrol altına almaya çalıştı. Bu kapsamda II. Meşrutiyet sonrası dönemde sadrazamlık görevinde bulunan Said Paşa ve Kamil Paşa dönemlerinde başarılı olamamışlar, Hüseyin Hilmi Paşa295 zamanında ise bu hedeflerine ulaşmışlardı.296 Bâb-ı Âlî her ne kadar Kanun-ı Esasî’nin yürürlüğe girmesiyle biraz güç ve şahsiyet kazandıysa da yine de gölgede kaldı. 1913 yılındaki Bâb-ı Âlî Baskını sonucu ise Bâb-ı Âlî tamamen İvTC’nin kontroluna girdi.297 1.3.2. İttihat ve Terakkî’nin Denetleme İktidarı (1908-1913) İvT, 24 Temmuz 1908 tarihinde elde ettiği iktidarı nasıl sürdüreceği sorunuyla karşılaştı. 294 295 Kodaman; a.g.m., 172. Hüseyin Hilmi (1855-1922)’nın kısa biyografisi için bkz. a.g.e., s. 625. 296 Kodaman; a.g.m., s. 171. 297 A.g.m., s. 171. 120 Tecrübesiz olmalarından dolayı, iktidarı, kendilerinden daha yaşlı ve tecrübeli devlet adamlarına bırakarak bir kenara çekildiler.298 II. Meşrutiyet ilan edildiğinde zaten sadrazam olan Said Paşa299 1 Ağustos 1908 tarihinde bu göreve tekrar atandıysa da, İvTC ile geçinemeyerek 4 Ağustos 1908 tarihinde istifa etti.300 Said Paşa’nın istifasının ardından, Sultan Abdülhamit tarafından, eski rejimin adamlarından ve İngiliz yanlısı olarak bilinen Kamil Paşa sadrazam olarak görevlendirildi. Kamil Paşa daha çok liberal eğilimli ve karma bir Hükümet kurdu. Kabineye de İttihatçıların istediği iki üye girmişti.301 İvT, İdareyi ele geçirmek için ihtilal yapmış görünmemek için Kabineye giren birkaç parti üyesi dışında, şeklen Hükümetin dışında kalmış görünmekle birlikte Hükümetleri dışarıdan 298 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakkî 1908-1914. Kaynak Yayınları, 3 Baskı, İstanbul 1996, s. 95. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra 1909 yılının Eylül ayında İvTC Selanik’te ikinci kongresini yapmıştır. III. Orduya bağlı olarak görev yapmakta olan Yüzbaşı Mustafa Kemal de bahse konu kongreye katılır ve kongrede yaptığı konuşmada, yapılan hareketin bir inkılâp değil, bir ihtilal olduğunu ve şimdilik sadece Saray’ın nüfuzunun kırıldığını, asıl inkılâbın bundan sonra yapılması gerektiğini ifade ettikten sonra şu hususların gerçekleştirilmesini teklif eder; Cemiyetin bir siyasî fırka (parti) haline getirilmesi, Ordunun politikadan çekilmesi, Cemiyet ile Masonluk arasında hiçbir bağlantının kalmaması, Cemiyet içinde eşitliğin sağlanması ve Hükümet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılması (laiklik). Bkz. Yusuf Hikmet Bayur; Türk İnkılâbı Tarihi, C. I, Kısım II, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1983, s. 63. Seçimlere katılabilmek için fırka olmak zorunlu olduğu için Cemiyet kısa bir süre sonra fırka haline getirildi. Fakat Cemiyet tarafından Yüzbaşı Mustafa Kemal’in diğer tavsiyeleri dikkate alınmadı. Ayrıca İvTC bünyesinde Mustafa Kemal’e karşı bir hoşnutsuzluk meydana geldi. Görüşleri dikkate alınmayan Yüzbaşı Mustafa Kemal, askerlikle ilgili çalışmalara ağırlık verdi ve yayın çalışmaları yaptı. Bkz. Yusuf Çotuksöken; Atatürk Antolojsi, İnkılap ve Aka Kitabevleri Tic.A.Ş. İstabul 1982, s..4. Atatürk’ün askerliğe dair yazmış olduğu eserler de şunlardır; Takımın Muharebe Talimi (General Litzman’dan Tercüme. Selanik. 1908), Cumalı Ordugâhı (Süvari, Bölük Alay, Liva Talim ve Manevraları. Selanik.1911), Tabiye ve Tatbikat Seyahati, Bölüğün Muharebe Talimi (General Litzman’dan Tercüme. İstanbul. 1912), Zabit ve Kumandan ile Hasbihal (Bu kitap Atatürk’ün yakın arkadaşı olan Binbaşı Mehmet Nuri (Conker)’nin Balkan Savaşı’ndaki yenilgi üzerine yazmış olduğu Zabit ve Kumandan isimli kitaba ve Mehmet Nuri (Conker)’e cevap mahiyetindedir.). Bu eserlerin tamamı konusunda detaylı bilgi için bkz; Atatürk’ün Askerliğe Dair Eserleri, Doğuş Ltd.Şti. Matbaası. 1959. 299 Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 38. Mehmet Sait Paşa (1838-1914), 1870 yıllarında Damat Mahmut Celalettin Paşa’nın himayesinde yükselmiştir. 1876 yılında II. Abdülhamit’in birinci kâtibi, 1879 yılında da ilk kez sadrazam olmuştur. 22 Temmuz 1908 tarihinde yedinci kez sadrazam olmuştur. Önceleri İttihatçılara karşı düşmanca davranmışsa da, kısa zamanda onlarla anlaşmıştır. İttihatçıların da Sait Paşa gibi kendi adlarına devleti idare edecek yetişmiş insanlara ihtiyacı vardı. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 260. 300 301 Kodaman; a.g.m., s. 172-173. Kamil Paşa Hükümeti hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur, a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77. Kamil Paşa’nın Sadrazam olarak görevlendirilmesine önceleri Jön Türklerin Almancı kanadı ses çıkarmadı. Çünkü bunların sivil kesimi İngiltere’ye büyük sempati duyuyordu. Kamil Paşa’nın atamasını İngiltere memnuniyetle karşılamış, İngiliz Kralı VII. Edward, bu davranışından dolayı, Padişahı, o zamanki milletlerarası gelenekleri çiğneyerek kutlamıştı. Doğan Avcıoğlu; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1969, s. 32. 121 komuta ile etkisi ve denetimi altında tuttu. Anayasal bir konumu bulunmayan İvTC’nin bu şekilde siyasete müdahalesi ise iktidar otoritesinin hangi merkezde toplanacağı sorununu ortaya çıkararak işlerin normal seyrinden çıkmasına ve politik kargaşaya neden oldu.302 İvTC’nin sık sık Hükümet işlerine müdahale etmesi Kamil Paşa ile İvTC’yi karşı karşıya getirdi ve arada şiddetli bir siyasî mücadele başladı. Kamil Paşa’nın projelerinden biri de Orduyu İvTC’nin etkisinden çıkartmak suretiyle onu önemli bir destekten mahrum bırakarak zayıflatmaktı.303 5 Ekim 1908 tarihinde Bulgaristan’ın bağımsızlığının ilanını takiben Avusturya tarafından Bosna-Hersek’in ilhak edilmesi üzerine İttihatçılar Kamil Paşa’yı suçlu buldu ve onu düşürme kararı aldı. Kamil Paşa’nın kimsenin fikrini almadan Bahriye ve Harbiye Nazırlarını değiştirmesi hem İvTC’yi, hem de II. Abdülhamit’i rahatsız etti.304 Bu gelişmelerin ardından Kamil Paşa Hükümeti, İtihatçı mebuslar tarafından 13 Şubat 1909 tarihinde verilen bir gensoru önergesiyle düşürüldü.305 Cemiyetin isteği doğrultusunda, İttihatçılara ve Almanlara sempatisiyle tanınan Hüseyin Hilmi Paşa306 14 Şubat 1909 tarihinde, Padişah tarafından sadrazam olarak 302 Rifat Uçarol; Siyasî Tarih, Hava Bsmv., Ankara 1979, s. 313 ve Hüseyin Cahit Yalçın; Siyasal Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 1976, s. 37. 303 Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1970, s. 16-17. Almanya ise Kamil Paşa’nın sadarete getirilmesinden hiç memnun değildi. Hele Kamil Paşa’nın İngiliz politikasının etkisiyle, Alman taraftarı olarak bilinen İvTC’ne mensup Jön Türkleri harcamaya kalkışması, Türkiye’de bir iktidar değişikliği ve giderek de II. Abdülhamit’in hal edilmesine zemin hazırlama sebep oldu. Kamil Paşa’nın sadrazamlığını İngilizlerin zaferi olarak gören Almanlar, ilk fırsatta onu harcayarak yerine kendilerine taraftar bir paşayı sadarete getirmenin yollarını aramaya başladılar. Bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinilmediği gibi, İstanbul’daki Deutch Bank ve Alman Demiryolları İdaresinin kasaları İvTC’ne açıldı. Almanların kendi taraftarı İvT mensupları nezdinde yaptıkları baskının neticeleri kısa bir süre sonra görüldü. Bu baskının yanında Sadrazam Kamil Paşa’nın, İttihatçılar’ın Meşrutiyet’in ilanını takiben Selanik’ten getirip Taşkışla’ya Meşrutiyet’in Koruyucuları sıfatıyla yerleştirdikleri Avcı Taburları’nı İstanbul’dan uzaklaştırma girişimi de Kamil Paşa’nın aleyhinde bardağı taşıran son damla oldu. Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, s. 225-226. 304 Kamil Paşa ile İvT arasındaki çatışma için bkz. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî. s. 154-162. 305 Kamil Paşa Hükümeti hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur; a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77. İngilizler, Kamil Paşa’nın Sadaretten uzaklaştırılmasını kendi politikalarının sükûtu olarak değerlendirdiler. Tam bu sırada kendilerine İngiliz taraftarlığını meslek edinen Jön Türklerin Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Grubu, İttihatçılar’a karşı şiddetli bir muhalefete başladı. Bu grubun Servet-i Fünun, Yeni Gazete ve İkdam gibi gazeteleri İvTC ile Hükümete ateş püskürüyorlardı. Bu grup aynı zamanda II. Abdülhamit aleyhine olan propagandayı da en üst seviyeye çıkarmıştı. Bunun altında İngiliz Planı gereği Sultan ve Sadrazam’ın, hem de Alman taraftarı İttihatçılar’ın ortadan kaldırılması hedefleri yatıyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 226-227. 306 Hüseyin Hilmi Paşa (1855-1923). Sadrazam, bürokrat, diplomat ve devlet memuru. Özellikle Rumeli Genel Müfettişi olarak ün yapmıştır. (1903-1908) Jön Türkler tarafından sevilen Hüseyin Hilmi Paşa II. 122 görevlendirildi.307 Kabinesinde, İttihatçılara daha çok yer veren Hüseyin Hilmi Paşa, Cemiyetin tam desteğine sahipti. Ordu da İttihad-ı Anasır ilkesini gerçekleştirecek şekilde reformları öngören Hükümete açık destek veriyordu. 308 1.3.2.1. 31 Mart Olayı309 1908 Jön Türk İhtilalini gerçekleştiren subay kadrosunun çoğu Alman yanlısıydı. Jön Türklerin sivil kanadını ve Osmanlı subaylarının az bir kısmını İngiltere ve Fransa’ya taraftar olanlar meydana getiriyordu. Bu nedenle, ihtilal günlerinde ülke genelinde İngiltere ve Fransa’ya karşı olumlu bir hava vardı.310 İhtilali takiben, sadrazamlığa İngiliz dostu Kamil Paşa getirilmişti. Ülkede tam bir İngiliz havası esiyordu. İngiltere’den çeşitli kurumları ıslah edecek uzmanlar getiriliyordu. Bütün önemli ekonomik imtiyazları, İngiltere ve Fransa’ya vermek eğilimi belirmişti. Hatta Almanların elindeki tüm imtiyazların alınıp, bu iki ülke sermayedarlarına verileceği söylentileri bile başlamıştı.311 Bu sırada Avusturya’nın Bosna-Hersek-i ilhakı ve bunu da Almanya’nın onaylaması, ülkede Almanya’ya olan düşmanlığı iyice arttırmış, Avusturya mallarıyla birlikte bir kısım Alman malları da boykot edilmişti. İhtilalin hemen ardından Almanların itibarı sıfıra inmişti. Almanya, binbir güçlükle yıllardır elde ettiği kazanımlarını bir anda kaybetmek üzereydi.312 Bu durum karşısında Almanlar, yeni bir iktidar arayışı Meşrutiyet’in ilanından sonra nazırlık (Dahiliye 1908-1909, Adliye 1912), 1914-1918 yıllarında da Viyana Büyükelçiliği görevinde bulunmuştur. İttihatçılarla olan ilişkisinden dolayı, Mütareke’den sonra Türkiye’ye dönmesi yasaklanmıştır. Viyana’da ölmüştür. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 251. 307 Ahmad; a.g.e., s. 63. 308 Kodaman; a.g.m., s. 173. İstanbul’da, İngilizler ve onların taraftarı Jön Türklerin propagandalarından, Almanlar ve onlara taraftar Jön Türkler iyice rahatsız olmaya başlamışlardır. Bu sırada adına Berlin Planı denilen ve yıllar önce yapılan bu plan yürürlüğe konuldu. Berlin Planı’nın hedeflerini, Almanya ile askerî bir ittifak antlaşması yapmak istemeyen II. Abdülhamit’in hal edilemesi ve İngilizci muhalefetin tasfiye edilmesi teşkil ediyordu. Görülüyor ki, birbirlerinin hasmı İngilizler ve Almanlar ile bunların taraftarları olan Jön Türk grupları, hem birbirlerini harcamak, hem de II. Abdülhamit’i hal etmek için aynı anda harekete geçmişlerdi. İşte bu hareketin yansıması, kendisini 31 Mart Olayı şeklinde gösterdi. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 227. 309 Bu ayaklanma, o dönemde çeşitli amaçlarla kullanılmakta olan Rumi takvime göre 31 Mart tarihinde gerçekleştiği için, Türk tarihinde 31 Mart Vakası olarak bilinir. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 215. Olay gerçekte 13 Nisan 1909 tarihinde meydana gelmiştir. Bkz. Aydemir; a.g.e., s. 55 ve Osmanoğlu; a.g.e., s. 141. 310 Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 128. 311 A.g.e., s. 128. 312 A.g.e., s.128-129. 123 içerisine girdiler. İhtilali takiben yönetime İngiltere yanlısı Jön Türkler hâkim olmuştu. Bunların hemen hemen hepsi Jön Türklerin sivil kanadını oluşturuyordu. İhtilali yapan Alman sempatizanı askerler geri plana itilmişlerdi. Türkiye, iç ve dış dinamikler sebebiyle yeni ihtilallere gebe idi.313 Bahse konu dış aktörlerin Osmanlı Devleti’ne yönelik çıkarları, Osmanlı Devleti bünyesindeki iç aktörleri kullanarak iktidara sahip olmasına neden olacaktı. II. Abdülhamit’in mutlakiyet idaresine son vermek ve meşrutiyet idaresine geçilmesini sağlamak Jön Türklerin fikir birliği içerisinde oldukları yegâne noktaydı. Jön Türkler arasında, devlet düzenini ıslah etme konusunda mevcut olan farklı fikirlerin II. Meşrutiyet’in ilanından sonra daha belirgin bir şekilde ortaya çıkması devletin siyasî hayatında istikrarsızlıklara ve karışıklıklara sebep oldu. II. Meşrutiyet’in ilanını takiben yurt dışındaki Jön Türkler, aralarındaki mevcut ihtilafları da koruyarak yurda döndüler. Yurda dönenler içinde önde gelen şahsiyetler Prens Sabahattin, Ahmet Rıza Bey, Mîzancı Murat Bey ve İsmail Kenan Bey idi. İvT’nin, Jön Türk hareketinin bu mümtaz simalarından bazılarını bünyesine almaması, İvT’ye muhalif birtakım parti ve cemiyetlerin kurulmasına ve politik mücadeleye neden oldu. Bu çerçevede 1908 yılının Ağustos ayında Fedakaran-ı Millet Cemiyeti314, Eylül ayında ise Osmanlı Ahrar Fırkası315 ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası316 kuruldu. Osmanlı Ahrar Fırkası, İvT’nin uyguladığı politikaya muhalif ve Prens Sabahattin’in Bey’e bağlı Jön Türkler tarafından 14 Eylül 1908 tarihinde kurulmuştur. Daha sonraları gayrı müslimlerin ve gayrı Türklerin itibar ettiği bir partiye dönüşmüştür. Ahrar Fırkasının seçim programı daha ziyade İvTC’nin tenkidi üzerine hazırlanmıştır. Prens Sabahattin’in Âdem-i Merkeziyetçi ve Teşebbüs-ü Şahsî fikrinin etkisi açıkça görülüyordu. Kısaca liberal bir parti hüviyetiyle seçime katılıyordu. Ancak İstanbul dışında teşkilat kuramamıştı.317 Fedakaran-ı 313 A.g.e., s. 129 ve Avcıoğlu; a.g.e., s. 57. 314 Fedekaran-ı Millet Cemiyeti hakkında bilgi için bkz. Erer; a.g.e., s. 9. 315 Osmanlı Ahrar Fırkası hakkında bilgi için bkz. a.g.e., s. 9. 316 İttihad-ı Muhammedi Fırkası hakkında bilgi için bkz. a.g.e., s. 9-10. 317 Kodaman; a.g.m., s. 174. Osmanlı Ahrar Fırkası hakkında ilave bilgi için bkz. a.g.m., s. 185-186 124 Millet Cemiyeti ise ciddî bir siyasî varlık gösterememiş olup, 31 Mart Olayı’ndan sonra kapanmıştır.318 Muhafazakâr kesimin en etkili fırkası İttihad-ı Muhammediye Fırkası idi.319 Bu partinin basın organı meşhur Volkan gazetesi, sözcüsü ise Derviş Vahdeti olmuştur. 10 Kasım 1908 tarihinden itibaren yayınlanmaya başlanan Volkan gazetesinde, Derviş Vahdeti dinî içerikli siyasî propaganda yazıları yazıyordu.320 1908 yılının Ekim ve Kasım ayları şiddetli seçim çekişmeleri içerisinde geçtiken sonra 11 Kasım 1908 tarihinde yapılan seçimde İvT büyük çoğunluğu kazandı.321 Meclise gelen 288 mebusun 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Slav, 4’ü de Musevi idi. 322 17 Aralık 1908 tarihinde II. Meşrutiyet’in ilk Ayan ve Mebuslar Meclisi açıldı. 323 Böylece siyasî hayatta yeni bir dönem başlıyordu. Bu yeni dönem artık çok partili ve parlamentolu olacaktı.324 318 Fedakaran-ı Millet Cemiyeti, hayır derneği ile siyasî fırka arasında bir yapıya sahip olması bakımından, İvT’ye karşı gösterdiği sert muhalefetle Cemiyet, II. Meşrutiyet sonrasında kendine has bir özellikle ortaya çıkmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı ile yurt dışından dönen sürgün ve kaçaklardan İttihatçı olanlar kolayca ikbal mevkilerine geçerken, büyük çoğunluğun bu gibi nimetlerden mahrum kalması üzerine kurulan Cemiyet, Hürriyet (II. Meşrutiyet) kahramanı oldukları halde mağdur edildiklerinin inancıyla faaliyet göstermişlerdir. Cemiyet, 31 Mart Olayı’ndan sonra dağılmış ise de Tek Parti yönetiminin zararlarını açıkça dile getirmesiyle, muhalif bir teşkilat olarak arihte yerini almıştır. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186. 319 31 Mart Olayı’ndan 10 gün önce kurulmuş, parlamento ile direkt ilgisi bulunmayan İttihad-ı Muhammedî Fırkası, İttihatçılara karşı muhalefetin en şiddetli kesimini teşkil etmiştir. İttihatçılar dışında, halk arasında en yaygın fırkanın İtihad-ı Muhammedî Fırkası olduğu söylenebilir. 40 gün süreyle faaliyet göstermesine rağmen, fırka, hem Türk siyasî hayatında önemli gelişmeler yol açmış, hem de parlamentoda üyesi olmadığı halde Ayan ve Mebusan Meclislerinde etkisini hissettirebilmiştir. Fırkanın 31 Mart Olayı ile ilişkisi sonunu hazırlayan başlıca etken olmuştur. İsyan’ın bastırılmasıyla başta Derviş Vahdeti olmak üzere ileri gelenlerin idam edilmesi Fırkanın kapanmasına sebep oldu. Bkz. Kodaman; a.g.m., s.186. 320 Kodaman; a.g.m., s. 177. 321 Uçarol; a.g.e., İstanbul 1987, s. 357. İvTC’nin yanı sıra seçimlere giren yegâne parti, liberal eğilimli Osmanlı Ahrar Fırkası idi. Resmî kuruluş tarihi 14 Eylül 1908 tarihi olan bu partinin seçimlere kadar örgütlenebilecek zamanı olmamıştı. Seçimlerde liberaller, Prens Sabahaddin ve Kamil Paşa gibi tanınmış adaylara sahip oldukları halde İstanbul’dan tek bir mebus dahi çıkaramamışlardı. Ahrar Fırkasının çıkardığı tek mebus da Ankara’dan adaylığını koymuş olan Mahir Sait Bey’di. Bkz. Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler, s. 239-241. 322 Ahmad; a.g.e., s. 53 ve 229. 323 Uçarol; a.g.e., s. 357. 324 Kodaman; a.g.m., s. 174. 125 13 Şubat 1909 tarihinde Sadrazam Kamil Paşa’nın güvensizlik oyuyla düşürülmesi sonucu 14 Şubat’ta Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa getirildi.325 Hüseyin Hilmi Paşa Hükümeti, Ordu ile İvT tarafından destekleniyordu. Öte yandan Orduyu ve İvT’yi siyasete bulaştırdığı iddia edilen Hükümete karşı muhalefet de gittikçe artıyordu.326 Kamil Paşa’nın, güvenoylaması esnasında sadece sekiz oy alması İvTC’nin Meclisteki üstünlüğü açıkça ortaya çıkmıştı ve artık İvTC’nin Anayasa çerçevesi içinde yenilgiye uğratılması da sözkonusu olamazdı. Bu olayı izleyen iki ay zarfında, basında İvTC aleyhtarı bir kampanaya girişildi ve İttihatçı gazeteler de karşı ateş açtılar. Kamil Paşa’nın Sadaretten düşmesi İngiliz Büyükelçiliği ve Türkiye’de çıkarları olan İngilizler tarafından itibarlarına indirilen bir darbe olarak yorumlandığından, İngiliz basını, İvTC aleyhtarı bu kampanyaya katıldı.327 Muhalefet, Meclisteki zayıf durumunu dikkate alarak kuvvetlenmek için İstanbul’daki İngiliz Büyükelçiliğini kendi safına çekme cihetine gitti. Muhalefete ait mebuslar Büyükelçiyi ziyaret edip, ülkedeki ve özellikle başkentteki politik hava üzerine günü gününe bilgi vermekteydiler.328 Siyasî arenada mücadele devam ederken, başında Derviş Vahdeti’nin bulunduğu Volkan gazetesi ve İttihad-ı Muhammedî Fırkası da dinî söylemlere ağırlık veren, İngiltere yanlısı, İvT karşıtı bir muhalefet sergilemeye başlamıştı.329 Derviş Vahdeti330 11 Aralık 1908 tarihinde Volkan gazetesini yayınlamaya başladı.331 İttihad-ı Muhammedî Derneği’nin yöneticisi Derviş Vahdeti’nin 31 Mart Öncesi Volkan gazetesinde yazdıklarının dikkatli bir 325 Ahmad; a.g.e., s. 63. 326 Kodaman; a.g.m., s. 173. 327 Ahmad; a.g.e., s. 64-65. Hüseyin Cahit Yalçın’ın ifadesiyle, Meşrutiyet’in ferdasında Abdülhamit’in zulmüne düşman olduğu zannolunan İngiltere’nin İstanbul sefirinin arabasını, hürriyete kavuşmuş Türkler, beygirleri çıkararak sokaklarda çekmişlerdi. Fakat İstanbul’daki İngiliz sefareti, İttihatçıları, ‘şoven’ bularak iktidarı teşçi etmişlerdir. Bkz. Avcıoğlu; a.g.e., s. 61. 328 Ahmad; a.g.e., s. 65. 329 Uçarol; a.g.e., s. 358-365. 330 Derviş Vahdeti hakkında biyografik bilgiler için bkz. Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Sevinç Matbaası, Ankara 1970, s. 21. 331 Akşin; a.g.e., s. 21. 126 şekilde incelenmesi dahi 31 Mart Vakası’nın rengini gösterir. 15 Aralık 1908 tarihli Volkan gazetesi, İngilizlerin âdem-i merkeziyetçiliği (yerinden yönetim anlayışı) sayesinde Kıbrıs’ın küçük bir İsviçre haline gediğini ileri sürmektedir.332 8 Nisan 1909 tarihli Volkan gazetesinde dile getirilen şu hususlar oldukça dikkate değerdir: İngiliz Hükümetinden kuvvetli, mütefennin (teknolojik), her surette müterakkî (her bakımdan gelişmiş), hami-i insaniyet (insan haklarını koruyan) bir hükümetin mevcudiyeti (varlığı) hala mutasavver mi (düşünülebilir mi)?333 Bu itibarla, Derviş Vahdeti’ye göre, memleket için en isabetli siyaset, İngiliz siyasetidir.334 Derviş Vahdeti’ye göre Rus Çarı ve İngiliz Kralı, İslam’ın dostlarıdır.335 Peki ya düşman kimdir? Düşman, milliyetçi eğilimlerle İngiliz politikasına karşı çıkan İvT’dir. Nitekim Volkan gazetesi 12 Ocak 1909 tarihli Sadrazam Kamil Paşa’nın Mevkii adlı yazısında, İngiliz belgelerinde Çılgınlık derecesinde İngiliz taraflısıdır diye tanıtılan Sadrazam Kamil Paşa’ya aleyhtarlık ediyor diye İvT’yi suçlamaktadır. Volkan’cıların arkasında dış ülkelerin gizli teşekküllerinin parmağı olduğuna şüphe yoktur. Nitekim bu şüphe, 31 Mart Vakası’nın ardından yapılan duruşmalar sırasında kuvvetlenmiş, fakat İttihatçılar (ve Mahmut Şevket Paşa) Büyük Devletler ile arayı bozmamak için soruşturmaya izin vermemişlerdir.336 1909 yılı Mart ayında liberal eğilimli Ahrar Fırkası tarafından yapılmak istenen gösteri yürüyüşüne Hükümetin sınırlama getirmesi siyasî havayı iyice gerginleştirdi. Kısaca Hükümet-Muhalefet ve İvT-Muhalefet ilişikileri iyi değildi. Buna karşılık Hükümet-İvTOrdu Dayanışması sözkonusu idi. Bu gerginlik 31 Mart Olayı’na da zemin hazırlayan hususlardan biridir.337 Bu gergin ortamda siyasî tansiyonu yükselten olaylardan biri de ilmiye denilen medrese öğrencileri tarafından yapılan çeşitli gösterilerdi. Bu gösteriler, Kamil Paşa lehine olduğu kadar, Hüseyin Hilmi Paşa ile İvT aleyhine bir nitelikte ortaya 332 Avcıoğlu; a.g.e., s. 14 ve Akşin; a.g.e., s. 21. 333 Avcıoğlu; a.g.e., s. 14. 334 Akşin; a.g.e., s. 21. 335 Avcıoğlu; a.g.e., s. 15. Derviş Vahdeti, Volkan gazetesindeki 15 Ocak ve 21 Ocak 1909 tarihli yazılarında, İslamcı görüşlerin de, İngilizlerin ve Rusların müslüman tebaasının hükümetlerine karşı olan bağlılığını sarsmayacak biçimde yürütülmesi gerektiğini savunur. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 21. 336 Avcıoğlu; a.g.e., s. 15. 337 Kodaman; a.g.m., s. 173. 127 çıktı. İlmiye öğrencilerinin tepkilerinde, onların da askere alınmalarına karar verilmesi rol oynamakla birlikte, İvT’nin, Masonluk yönündeki eğilimleri de bir başka faktördü.338 1908 Jön Türk İhtilalinde olduğu gibi, bu kez de yine Ordunun kullanıldığı görülmektedir. Gerek Almanların, gerekese de İngilizlerin bu alanda kullandığı ya da manipüle ettiği askerî güç, Avcı Taburları oldu. Bir yandan muhalefetin İvT aleyhinde dinî söylemleri de kullanarak yaptığı muhalefet ve propaganda, diğer yandan da İvT’nin İngiliz ve Alman yanlısı kesimlerinin askeri galeyana getirmek ve sokağa dökmek için yapmış oldukları örtülü faaliyetler kimi askerleri de etkilemiş, İvT’nin yeni düzeni korumak ve başkentin güvenliğini sağlamak daha önce Makedonya’dan İstanbul’a getirtmiş olduğu Avcı Taburlarından 4. Avcı Taburu askerlerinin, 13 Nisan 1909 (31 Mart 1909) tarihinde, subaylarını hapsederek ayaklanmasıyla 31 Mart Olayı patlak verdi.339 338 Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 163-167. 31 Mart Vakası hakkında ilave bilgi için bkz. Ayşe Osmanoğlu; a.g.e., s. 141-145. İvTC, parti hüviyetine bürünmüş olmakla birlikte, partiyi etkin kişilerin olduğu bir komite yönetiyordu. Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrutiyet ilan edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, Masonların törenlerine benzer usullerle Cemiyete alınırdı. Rehber üyeler tarafından tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, Yemin Kurulu önünde yemin ederlerdi. Heyet Başkanı, önce Cemiyetin amacını, Cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra genel merkezin hazırladığı yemini okurdu. Aday üye, inandığı dinîn kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilatın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca, Cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için Fedai Şubeleri kurulmuştu. Araştırmacının notu. 339 31 Mart Vakası öncesinde yaşanan gerginlikler ve ayaklanmış askerlerle ilgili olaylar hakkında ilave bilgi için bkz. Bayur; a.g.e., C. I Kısım II, s. 71-77 ve Akşin; 31 Mart Vakası, s. 31-222. İngiltere yanlısı Jön Türkler, bahse konu taburlar içinde Arnavut Hamdi Çavuş’u parayla elde ederek, askeri ayaklanmaya tahrik etmişlerdi. Arnavut Hamdi Çavuş’a para veren, Kamil Paşa’nın oğlu Sait Paşa idi. Bu para, İngiliz Büyükelçiliği Baştercümanı Fitz Maurice vasıtasıyla İngiliz Haberalma Teşkilatı tarafından verilmişti. Bkz. Sina Akşin; 31 Mart Olayı, Sinan Yayınları, İstanbul 1972, s. 361. İşin ilginç yanı Avcı Taburlarını, İngilizlerin taraftarları yanında, Alman taraftarları da kullanma hesabı içine girmişti. Taşkışla’daki Avcı Taburları arasında mızıkacı olarak bulunan görgü tanığı Mustafa Turan’ın yazdıklarına göre, asker şu şekilde isyan ettirilmişti: Taburların içine sahte paşa ve ve sahte zabit kılığında bir sürü ajan sokulmuştu. Paşa kılığındaki tertipçi, Padişahın şapka giyilmesini emreden sahte fermanı okumuş ve gitmişti. Sahte paşa gidince Bahaeddin Şakir, Mithat Şükrü (Bleda) ve Ömer Naci gibi asker kılığındaki İttihatçılar şapka giyilmemesi konusunda askeri tahrik etmek için nutuk atmaya başlamışlardı. Askerin arasına karışmış diğer casuslar da bu şekilde askerleri tahrik etmeye devam ediyorlardı. Bu tahrikler sonucu kışlalarını terk eden askerler, Şeriat isteriz ve Padişahım çok yaşa sloganlarını söyleyerek Ayasofya Meydanı’na doğru yürümeye başladılar. Bir görgü tanığı olan (Jön Türk) Mehmet Murat’ın Tatlı Emeller Acı Hakikatler isimli hatıratında yazdıklarına göre, isyan ettirilen askerler, er kıyafeti giymiş İttihatçı subaylar tarafından sevk ve idare ediliyordu. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 227-228. Ş.S.Aydemir, asker Ayasofya Meydanı’na geldiğinde bunların 128 İsyana başlangıçta az sayıda asker katılmıştı. II. Abdülhamit hatıralarında, eğer Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa tarafından işin başında etkili tedbirler alınsaydı, isyanın iki saat içinde bastırabilececeğinden bahseder.340 İsyanın kısa sürede genişlemesinden dolayı, hal çareleri aramaktan aciz kalan Hüseyin Hilmi Paşa ve Kabinesi isyanın çıktığı gün (19 Nisan 1909) istifa etti. Sultan Abdülhamit, isyandan dolayı ileride sorumlu tutulmamak için nazırların istifa sebeplerini yazarak bir mazabatayla sunmalarını istedi.341 Gerek askerin isyanı, gerekse Hükümetin istifası İstanbul’daki İttihatçılar tarafından Selanik’e Meşrutiyet mahvoldu şeklinde bildirilince buradan Meşrutiyeti iade hedefiyle nizamî askerlerin yanında içlerinde Yahudi, Rum, Bulgar, Ermeni v.s. gönüllülerin de bulunduğu adına Hareket Ordusu denen 15.000 kişilik bir tümen hazırlandı. Selanik’te bulunan III. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa342 tarafından, Hüseyin Hüsnü Paşa komutasındaki Hareket Ordusunun öncü birlikleri İstanbul’daki olayları bastırmak üzere 15 Nisan 1909 tarihinde Selanik’ten İstanbul’a gönderildi. Edirne’de adı geçen tümenle birleşen Hareket Ordusu 21 Nisan 1909 tarihinde İstanbul’a geldi. Hareket Ordusu, 24 Nisan’da şehre hâkim oldu ve aralarında hoca ve imam kıyafetli birtakım şüpheli adamlar bulunduğundan, ancak bunların gerçek din adamı ve medrese talebeleriyle bir ilgisinin olmadığından bahseder. Bkz. Aydemir; İkinci Adam, C. 1. s. 55. Çünkü ulema, olayların başlangıcında Sadrazama haber göndererek Meşrutiyet’e bağlılığını bildirmiş, Hükümetin olağanüstü toplanarak tedbirler alınmasını istemişti. Bu gerçekler, 31 Mart Olayı’nın gerçek yönünün anlaşılması için önemli delillerdir. Olayın tertipçileri ve destekçileri, olayın gerçeğinin gizlenmesi ve toplumun kendi düşünceleri istikametinde yönlendirilmesi için farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Avcı Taburları’nı isyan ettirip Taşkışla’dan Ayasofya Meydanı’na getiren İttihatçı subaylar, Berlin Planı’nın bu safhasında, bahse konu meydanı terk ederek Hareket Ordusuna katılmışlardır. Tam bu sırada isyancı askerlerin kontrolunu ele geçiren İngiliz taraftarı Jön Türkler ise askerlere kendi hedefleri doğrultusunda isteklerde bulundurtmuşlardır. Bunlar arasında Sadrazamın istifası, Kamil Paşa’nın Sadarete, Nazım Paşa’nın Seraskerlik makamına getirilmesi, Meclisten Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit, Cavit, Rahmi ve Talat Beyler’in ihracı, İvTC’nin dağıtılması, isyan eden askerlerin affı gibi istekler vardı. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 228-230. 340 II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 110. 341 Zekeriya Türkmen; Osmanlı Meşrutiyetinde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yayınevi, İstanbul 1993, s. 27. 342 Mahmut Şevket Paşa (1856-1913). Asker, nazır ve sadrazam. 1882 yılında Harbiye’yi bitirdikten sonra dokuz yıl Almanya’da kalmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı esnasında Kosova Valisiydi. III. Ordu Komutanı iken meydana gelen 31 Mart Vakası’nı bastırdıktan sonra Devletin en güçlü şahsiyeti haline gelmiştir. Hiçbir zaman Cemiyete girmemiş, ancak, kendi duygularıyla bağdaşan vatanseverlik ideolojisi yüzünden İvT’ye hoşgörü göstermiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 262. Mahmut Şevket Paşa, askerin siyasetle ilgilenmesine karşıydı. Sadrazam olunca da bu konuda çaba gösterdi. Mahmut Şevket Paşa anılarının bir yerinde İttihatçılarla ilgili olarak Ben müstakil (hür) fikirli bir adamım (insanım). İttihat ve Terakkî’nin oyuncağı olamam. İttihat ve Terakkî Umumî (Genel) Merkezi, sathî (yüzeysel) fikirli adamlardan (insanlardan) mürekkeptir (oluşmaktadır) gibi yaklaşımlarla (Balkan Savaşı sonucu) Balkanların kaybedilişinde onların da önemli sorumlulukları olduğunu açıklar. Ortodoks yaklaşımlarda bu tespit pek dile getirilmez. Bkz. Bayram Bayraktar; “Subayların Siyaset Yapmalarına Engel Olmak Amacıyla Yapılan Bir Uygulama Hakkında Bir Değerlendirme”, Osmanlı Ansiklopedisi (Siyaset), C. 2, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 460. 129 ayaklanmayı tamamen bastırdı. Böylece bir bakıma İvT’ye ve Meşrutiyete karşı yapılan hareket ve önemli bir iç sorun bertaraf edilmiş oldu.343 Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesiyle sonuçlanan 31 Mart Vakası, Avrupa’da bir Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak yorumlanmıştır. Bu isyan, Alman Sefiri ve İstanbul’daki Almanlar tarafından gizlemeye dahi lüzum görülmeyen bir sevinçle karşılanmıştı. Dönemin Rus Sefareti baş tercümanı bu olayı Durum, 31 Mart irticaının geçici başarısı üzerine değil, fakat Abdülhamit’in tahttan indirildiği an Almanya’nın lehine dönmüştür şeklinde değerlendirmekedir.344 31 Mart Olayı, Osmanlı Ahrar Fırkasının da sonunu getirmiştir. 345 Hatta Prens Sabahattin, 31 Mart Olayı’nda kışkırtıcılar arasında olduğu iddia edilerek, bir süre tutuklanmış ise de bilahare serbest bırakılmıştır. 346 343 Kocabaş; a.g.e., s. 229. Uçarol; a.g.e., s. 365-366 ve Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 606. 31 Mart Olayı hakkında ilaveten bkz. İ.Hami Danişment; 31 Mart Vakası. Yeni Matbaa, İstanbul 1961. Ecvet Güresin; 31 Mart İsyanı, Fono Matbaası, İstanbul 1961. Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 176-177 ve Bleda; a.g.e, s. 65-74. İngiliz taraftarı Jön Türkler, 31 Mart Olayı’nın ardından Hareket Ordusunun İstanbul’a girmesine karşı çıkmışlardı. Çünkü bu Ordu, Alman taraftarı İttihatçıların kontrolündeydi. Bu Ordu, Sultan’a ilaveten İngiltere yanlısı Jön Türkleri de tepelemeye geliyordu. Kendilerinin geleceklerinden korkan İngilizler de Hareket Ordusunun İstanbul’a girmemesi için her çareye başvuruyorlardı. Alman elçisinin raporuna göre Selanik’teki İngiliz Konsolosu Lamp, Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’yı iki kez ziyaret edip, birincisinde dostça, ikincisinde de resmen İstanbul üzerine yürümenin Devletin parçalanmasına yol açacağı uyarısında bulunmuştu. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 358 ve Kodaman; a.g.e., s. 230. Yılmaz Öztuna, Büyük Osmanlı Tarihi isimli eserinde, Hareket Ordusu içinde düzenli birliklerin çok az olduğunu, çoğunluğunu ise Sırp, Bulgar, Yunan, Makedon ve Arnavut çeteleri ile sözde gönüllülerin oluşturduğunu ifade eder. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1062. Hareket Ordusunun başında İstanbul’a yürüyen ve Yeşilköy’e gelip burada karargahını kuran Mahmut Şevket Paşa, II. Abdülhamit’in, Hareket Ordusuna karşı koymasından korkuyordu. Yıldız Sarayı’nı koruyan Arap ve Arnavut Taburları ile 30.000 kişilik Hassa Ordusu harekete geçerse derme-çatma Hareket Ordusunu dağıtmak işten bile değildi. Bu arada, kan dökülmesini istemeyen Sultan Abdülhamit de silahlarını kullanmamaları için Saray muhafızlarına haber göndermişti. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 231. İsyan sebebiyle, Selanik’ten İstanbul’a hareket eden Hareket Ordusunun başına Alman danışman Colmar von der Goltz’un tavsiyesine uyularak Mahmut Şevket Paşa getirilmişti. İsyanın bastırılmasını takiben yönetici konumuna Jön Türklerin askerî önderleri geçmeye başlamıştı. Bu değişiklik İngiltere’yi korkuttu ve taraftarları için iktidar yolları aradı. Bunun sonucu Türkiye I. Dünya Harbi’nin başlangıcına kadar bir kaç kez darbe girişimine sahne oldu. Bu teşebbüslerin hepsi de başarısızlıkla sonuçlandı. Bu duruma İngiltere’nin Üçlü İtilaf Bloku içerisindeki konumu ve genel Türkiye politikasındaki menfi tutumu da eklenince Meşrutiyet Türkiye’si hızla Almanya safına kaydı. Bkz. Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 130. 344 345 Avcıoğlu; a.g.e., s. 57-59 ve Kocabaş; a.g.e., s. 129. Armaoğlu; a.g.e., s. 611. Türk siyasî hayatının en önemli olaylarından birisi olan 31 Mart Olayı, Ahrar Fırkasının geleceğini belirlemekte birinci derede etkili olmuştur. İngiliz Sefareti’nin mensuplarıyla birlikte hareketin tertip ve hazırlığına katkıda bulunan fırka, böylece hukuk dışı bir yolla iktidarı devirmek arzusuyla, dönemin siyasî fırkalarıyla benzer özellikler gösterir. İsyanın başlamasıyla kovuşturmaya uğrayan Fırka, 31 130 31 Mart Vakası’nın dikkati çeken ilk büyük özelliği askerî bir eylem olmasıdır. Bir irtica olarak tanımlanması bir yorum meselesi olarak sonradan ortaya çıkmıştır. Ertesi gün gazetelerdeki ilk isimlendirmeler bu gerçeğin doğru tanımlanmasından başka bir şey değildir. Bu konuda bazı örnekler şöyle sıralanabilir: Hadise-i Askeriye, Harekât-ı Askeriye, 31 Mart İhtilal-i Askerî, Hareket-i Askeriye, Askerî Kıyam, Askerî bir İğtişaş (kargaşa). 31 Mart Vakası’nın niteliği hakkında ilk anda gazetelerde verilen doğru tanımlar, daha sonra yerini irticaî boyutlu tanımlamalara ve yorumlara bırakmıştır. Bu durum ise bu olayın üzerinde doğru ve sağlıklı bir şekilde düşünmeye ve yorumlar yapmaya engel olmaktadır. 347 31 Mart Olayı’nı tek bir kişiye ve sebebe bağlamak doğru değildir. Olayı, 23 Temmuz 1908 sabahından 7 Nisan 1908 sabahına kadar geçen zaman zarfında birbiriyle çatışan gelişmelerin patlamaya dönüştüğü bir durum ve çok karmaşık faktörlerin bir sonucu olarak değerlendirmek daha isabetli olur.348 31 Mart Olayı’nın galibi birinci derecede Ordu ise ikinci derecede İvT’dir. Buna rağmen Ordunun gelecekteki olayların yönlendiricisi olduğunu, İvT’nin de iktidarı tam olarak ele geçirip her şeye hâkim olduğunu söylemek güçtür. Muhalefetin yine ayakta kalması ve Osmanlı Devleti’nin hızla çöküşe doğru yol alması bu kanaati doğrular niteliktedir. O halde, 31 Mart Olayı’nda kaybeden Osmanlı Devleti ve Osmanlılık idealidir. Kazanan taraf Mart Olayı’ndan iki önemli kazanç elde etmeyi umuyordu: II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi ve İttihatçıların devre dışı bırakılması. Fırka açısından başarısızlıkla sonuçlanan 31 Mart Olayı sonunda, II. Abdülhamit tahtan indirildi Fakat İttihatçıların iktidara yürüyüşüne ve Ahrar Fırkası üzerindeki baskılarına engel olunamadı. Fırkanın genel sekreteri Nureddin Ferruh da yurt dışına kaçan üyeler arasında olup 1910 yılında Türkiye’ye dönerek Fırkanın feshini ilan eden bir bildiri yayınladı. Eylül 1908 ile Nisan 1909 arasında faaliyet gösterebilen Fırka, İvT karşısında ilk önemli siyasî muhalefeti başlatmış olması bakımından önemlidir. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186. 346 Armaoğlu; a.g.e., s. 611. Prens Sabahaddin Bey’in de bu hadiseden en azından haberdar olduğu ve bu harekete büyük ümitler bağladığı anlaşılmaktadır. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 186. Askerin isyan etmesini bir fırsat olarak gören ve bundan faydalanmak isteyen Prens Sabahaddin, adamlarından Mevlanzade Rıfat’a (Mevlanzade Rıfat’ın Hakk-ı Vatan Yahut Tarik-i Mücahedede Hakikat Ketm Edilemez adlı kitabında da belirttiği üzere) sevincini belirtmek için şunları söylemişti: ………. İşte biz, durur durur da meydan-ı siyasîye böyle atılırız. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 230 347 Birinci; a.g.m., s. 199. 348 Armaoğlu; 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi, s. 611. 31 Mart Ayaklanması ve Hareket Ordusu tarafından bastırılması konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Türkmen; a.g.e., s. 23-127 ve Süleyman Kani İrtem; 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, (Yayına Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul 2003. 131 ise Osmanlı Devleti’nin zayıf düşmesini, kaosa sürüklenmesini ve devletin parçalanmasını isteyenler olmuştur.349 31 Mart Vakası’nın tam ve nihaî bir yorumunun yapılması herhalde hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Çünkü hadisenin çok taraflı olması ve bunlardan bazılarının hala meçhul kalması buna manidir. Olayın içinde bulunduğu ifade edilen ve tam bir tarifi yapılamamış olan kişilerden bahsedilmesi ortaya çözümü gereken başka bir bilmece çıkarmaktadır. Bu gibi kişiler o zaman dikkati çekmiş, ancak bir merak ve araştırma meselesi yapılmamıştır. Bilhassa askerleri, mektepli zabitlere karşı kışkırtan veya medreselere gidip şeriatın elden gittiğini söyleyerek isyana katılmaya davet eden bozuk Türkçeli şahısların Türk ve Müslüman olmadıkları muhakkak ise de tahminden öteye bir şey söylemek mümkün görünmemektedir. Gerçekten de 31 Mart Vakası bilmecesinin en önemli parçaları arasında bu gibi olaylar bulunmaktadır.350 1.3.2.2. Padişah ve Anayasa Değişikliği Hareket Ordusu İstanbul önlerine geldiği sıralarda Ayan ve Mebusan Meclisleri de, Başkente nazaran daha güvenli görülen Yeşilköy’de 22 Nisan 1909 tarihinde Millî Meclis olarak toplanmış ve burada II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi konusunu görüşmeye başlamışlardı. Ancak, Mahmut Şevket Paşa’nın, bu konuda zamanın henüz erken olduğunu belirtmesi üzerine, karar geriye bırakılmıştı. İstanbul’da olayların yatışmasından sonra 27 Nisan 1909 tarihinde Millî Meclis bu kez İstanbul’da olağanüstü bir toplantı yaparak II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve yerine de kardeşi Mehmet Reşat’ın padişah yapılmasına karar verdi.351 Bu gelişmelerin ardından 19 Ağustos 1909 tarihli bir kanunla 349 350 351 Kodaman; a.g.m., s. 179. Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 477. Uçarol; a.g.e., s. 366-367. 31 Mart Olayı sonucu, II. Abdülhamit’in hal edilmesi ile Büyük Devletler, ayrılıkçı unsurlar ve bunlarla işbirliği yapan Jön Türklerin mücadelelerinin ikinci merhalesi de gerçekleşmiş oldu. Hal olayının ardından aldatılmış birçok masum kişi olayın suçlusu olarak yargılanıp idam ve hapsedildi. Olay’a da bir sürü sahte kılıf giydirildi. Böylece İngilizler, Almanlar ve Jön Türkler hem birbirlerini, hem de Sultan’ı harcamak için karşılıklı olarak kendi tahrik ve tertipleriyle hazırladıkları bu olayı, masum milletin üzerine yıkarak işin içinden sıyrılarak çıkmak istemişlerdi. Daha sonra olayın içyüzü ortaya çıkmış, bizzat Jön Türklerden devrin olaylarını yaşayan kişiler olan Halil Paşa, Ahmet Bedevi Kuran, Ahmet Saib, Yusuf Kemal Tengirşek, Talat Paşa, Mevlanzade Rifat, Süleyman Nazif, Şerif Paşa, Ali Fuat Cebesoy, Cemalettin Paşa, Burhan Felek, Fethi Okyar hatırat ve ifadeleriyle 31 Mart Olayı’nda II. Abdülhamit’in rolünün bulunmadığını, olayın muhalefeti ve Sultan’ı harcamak için kendilerinin tertibi olduğunu itiraf etmişlerdir. 132 II. Meşrutiyet’in dayandığı 1876 Anayasası’nın 20 maddesi değiştirildi, bazı maddeleri kaldırıldı ve yeniden üç madde eklendi. Bu ilave ve değişiklerle padişahın yetkileri yeniden belirlendi ve kısıtlandı. Yasama ve yürütme organlarının ise yetkileri arttırıldı.352 31 Mart Olayı’nı takiben Sultan Abdülhamit’i hâl eden ve muhalefeti sindiren İvTF kendini Meşrutiyet’in yegâne getiricisi ve hamîsi ilan ederek Sadrazam tayinlerine kadar her şeye müdahale etmeye başlamış, ülkede bir nevî tek parti esasına dayalı bir diktatörlük havası kendini göstermiştir. Halk, İvTF’nin baskıcı yönetiminden o denli bıkmıştı ki istibdat devri diye anılıp suçlanılan Sultan Abdülhamit devri aranılır hale gelmiştir. Ülkede her şeyi tekeline alan İttihatçılar, muhalefete göz açtırmıyorlardı.353 Bu durum 1910 yılının başlarından itibaren Meclis içinde ve dışında iktidara karşı güçlü bir muhalefetin doğmasına, gelişmesine ve yeni siyasî bunalımların meydana gelmesine neden oldu.354 1.3.2.3. Çok Partili Dönemde Osmanlı Hükümetleri 31 Mart Olayı’nın patlak vermesi üzerine istifa eden Hüseyin Hilmi Paşa yerine 15 Nisan Bkz. Kocabaş; s. 232-233. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.Süleyman Kocabaş; Jön Türkler Nerede Yanıldı, Vatan Yayınları, Kayseri 1991, s. 254-256. Sultan Abdülhamit, Hareket Ordusu Yeşilköy önlerine geldiğinde Sadrazam Tevfik Paşa’ya şu teklifi yapmıştır: Madem beni istemiyorlar, saltanatı birderime ferağ ederim; devleti o idare etsin. Fakat bir komisyon mu, meclis mi, ne derseniz deyiniz, teşkil olunup benim bu vakada medhalim olup olmadığını meydana koymalıdır. Tevfik Paşa bu teklifi Ayan Meclisi Reisi Said Paşa’ya iletmişse de evhamıyla meşhur olan Said Paşa Tebrie ederse (eğer temize çıkarsa) bizim hal-ü mevkimiz ne olur. diye resmî tahkikat açılmasını reddetmiştir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1063. Tarihçi M.Armağan II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesini şu ifadelerle dile getirmektedir: Oysa o gün orada Abdülhamit, açtığı okullardan yetişenler tarafından tahtından indirilmiyor, aslında bir İmparatorluğun kaderiyle oynanıyordu. O gün orada bir padişah tahttan indirilmiyor, Thierry Zarcone’un tespitiyle söylersek, Osmanlı Devleti’ni sadece dokuz yıl içinde giyotinle doğrayarak tanınmaz hale getirecek olan mason iktidarı tahta çıkıyordu. Bkz. Mustafa Armağan; “Abdülhamit ve Nankörlük”, http://www.hayatinrengi.net/showthread.php?t=22634 06.04.2007. Sultan Abdülhamit’in görevden alındığını ifade eden hal kararını tebliğ eden dört kişi şunlardır; Selanik Milletvekili Emanuel Karaso, Senatör Ermeni Aram Efendi, Draç Milletvekili Arnavut Esat Toptanî Paşa ve Senatör (Bahriye Feriki) Gürcü Arif Hikmet Paşa’dır. Bunlardan ikisi gayrı müslim olup diğer ikisi de Türk değildirler. Bu tebliğcilerin akıbetlerine gelince; Musevi Emanuel Karaso, İtalya’dan para alan bir casus olup, Libya’nın İtalyanlar tarafından işgal edilmesinde meşum br rolü bulunmuş ve sonradan İtalya’ya kaçmış bir vatan hainidir. Jandarmad paşası olan Arnavut kökenli Esat Toptanî ise birkaç yıl sonra devlete isyan ederek Arnavut’un bağımsızlığı için silah çekmiş ve sayısız Türkün kanına girmiş biridir. Ermeni kökenli Aram Efendi’nin Ermeni ihtilal komiteleri ile yakın ilişkisi bilinmekte olup, Sultan Abdülhamit’ten Ermenilerin intikamını almak için bu heyete dâhil edilmiştir. Arif Hikmet Paşa ise müteakip yıllarda karanlık siyasî hayatı olan bir denizcidir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1066-1067. 352 Uçarol; a.g.e., s. 367. 353 Kocabaş; a.g.e., s. 234. 354 Uçarol; a.g.e., s. 367. 133 1909 tarihinde Ahmet Tevfik Paşa sadrazam olarak görevlendirilmiştir. Bu dönemde her ne kadar kendisi Sadaret makamında olmakla birlikte eşzamanlı olarak Hareket Ordusunun İstanbul’a gelerek isyancıları bastırması ve sıkıyönetim ilan etmesi nedeniyle idare fiilen Ordunun (Mahmut Şevket Paşa’nın) eline geçmişti. Ahmet Tevfik Paşa da, İvT’nin baskısı üzerine 5 Nisan 1909 tarihinde istifa etmiştir.355 Ahmet Tevfik Paşa’nın istifasının ardından İvT’nin isteği üzerine Hüseyin Hilmi Paşa 6 Mayıs 1909 tarihinde tekrar sadrazamlığa getirildi. Yeni Kabineye İttihatçılardan Talat Bey Dâhiliye Nazırı, Cavit Bey de Maliye Nazırı olarak girdi. İvT hem Hükümeti kontrol etmek, hem de İtihatçıların ülke yönetiminde tecrübe kazanmalarını sağlamak için Nezaretlere kendi mebuslarının müsteşar olarak atanmasını isteyince hem Sadrazam’la, hem de Mahmut Şevket Paşa ile arasına soğukluk girdi. Bu arada Ordu-Cemiyet, CemiyetFırka, Cemiyet-Hükümet ilişkileri de anlaşmazlık kaynağı olmaya devam etti. Bu Hükümetin de ömrü 28 Aralık 1909 tarihine kadar sürdü.356 10 Ocak 1910 tarihinde İbahim Hakkı Paşa357 tarafından kurulan Hükümette İttihatçılara daha fazla yer verildi. Bunlar arasında Talat Bey Dâhiliye Nazırlığına, Cavit Bey Maliye Nazırlığına, Mahmut Şevket Paşa Harbiye Nazırlığına, Mithat Paşa da Hariciye Nazırlığına getirildi. Ancak İvTF içindeki geçimsizlikler nedeniyle Maliye Nazırı Cavit Bey ile Maarif Nazırı Babanzade İsmail Hakkı Bey 1911 yılı Mayıs ayında Hükümetten istifa ettiler.358 İbahim Hakkı Paşa Hükümeti tarafından yapılan kimi olumlu icraatlara karşın işler iyi gitmiyordu. İki yıldır devam eden Meşrutiyet idaresi parlak nutuklara, güzel vaadlere ve projelere rağmen pek fazla bir şey yapamamıştı. Osmanlı Devleti’nin Üçlü İttifak’ın lideri 355 Kodaman; a.g.m., s. 179. 356 A.g.m., s. 179. 1909-1911 arasında İvT, önce yüksek rütbeli subaylar ve yaşlı devlet adamlarıyla ittifak yoluyla, daha sonra da Hükümet içindeki ve arkasındaki kendi adamları aracılığıyla Devletin etkin kontrolunda hakim siyasî kuvvet haline geldi. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 219. 357 İbrahim Hakkı Paşa (1863-1918). II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kısa sürelerle (1908-1909) Dahiliye ve Maarif Nazırlığı yapmış, 1909-1910 yıllarında da Roma’da büyükelçi olarak görev yapmıştır. 1910-1911 yıllarında Sadrazamlık yapmıştır. 1913-1914 yıllarında Basra Körfeziyle ilgili Türk-İngiliz Antlaşması’nı yapmıştır. 1915 yıllında Berlin Büyükelçisi olmuştur. 1917 yılında Alman-Türk Antlaşması’nı imzalamıştır. 1918 yılında imzalanan Brest Litovsk Antlaşması’nda Osmanlı Devleti adına tam yetkili temsilci olarak bulunmuştur. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 250. 358 Armaoğlu; a.g.e., s. 629. 134 durumunda olan Almanya’ya meyletmesi üzerine Rusya ve Fransa Osmanlı Devleti’ni parçalamaya karar vermişlerdi. Öte yandan Hükümetin beklenen huzuru ve düzeni getirmekte yetersiz kalması üzerine İttihatçı olmayan müslim ve gayrımüslim muhalifler Hükümete karşı mıuhalefetini artırdılar. Bu kesim, Hükümeti ve İttihatçıları bir yandan Alman tarafarlığı ile suçluyorlar, diğer yandan da İtilaf Devletleri’ne ilgisiz kaldığı için Hükümeti tenkit ediyorlardı. Ahrar Fırkası da muhalefetini iyice şiddetlendirmişti. Bu ortamda siyasî hava da iyice gerginleşmişti. Bu sırada İtalya’nın Trablusgarb’ı işgale kalkışması Hükümeti iyice sıkıntıya soktu. Bunun üzerine İbahim Hakkı Paşa Hükümeti 29 Eylül 1911 tarihinde istifa etti.359 Hükümeti kurmakla görevlendirilen Sait Paşa 7 Ekim 1911 tarihinde yeni Kabineyi kurdu. Mahmut Şevket Paşa bu kabinede de Harbiye Nazırlığına devam etti. Said Paşa Hükümeti dışta Trablusgarb ve İtalya ile uğraşırken, içte yeni bir muhalefet fırkası doğuyordu. 23 Şubat 1911 tarihinde kurulan ve tüm muhalefeti tek çatı altında toplayan bu fırkanın adı Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HvİF) idi.360 18 Ocak 1912 tarihinde yapılan Anayasa değişikliği sonucu Meclis feshedildi ve seçim kararı alındı.361 Meclisin dağılması üzerine, her iki parti de, ateşli ve kavgalı bir seçim kampanyasına giriştiler. 1912 yılında yapılan bu seçime sopalı seçim denmiştir. Seçimleri 359 Kodaman; a.g.m., s. 180. 360 A.g.m., s. 180. İtalyanların Trablusgarp’a saldırmasının iç politikadaki en önemli sonucu, o güne kadar kurulmuş bulunan bölük pörçük muhalefet fırkalarının yerine, tüm muhalefeti bir cephe halinde birleştiren bir fırka olan HvİF’nın kurulmasıydı (21.11.1911). Bkz. Akşin; a.g.e., s. 271. Bu partinin kurucuları arasında Miralay Sadık Bey, İbrahim Hakkı Paşa, Damat Ferit Paşa ve Dr.Rıza Bey gibi şahsiyetler bulunmaktaydı. Bkz. Armaoğlu; a.g.e., s. 629-630. Şehzade Vahidettin’in eniştesi Damat Ferit Paşa, bu fırkaya başkan olmuştu. Zamanında birçok gözlemcinin ve sonraki yazarların üzerinde birleştikleri nokta, HvİF’nın son derece türdeş olmayan unsurlardan oluşan oluşan bir yapısı olduğu ve bunların da daha ziyade İvT’yi yıkmak için birleştikleri idi. Bkz. Akşin; a.g.e., s. 271. HvİF, II. Meşrutiyet Devrinin hiç şüphesiz en güçlü muhalif fırkasıdır. HvİF, İvT’ye yönelen tüm muhalefetin biraraya geldiği siyasî organ olması bakımından fikrî ve ideolojik bakımdan berrak bir görüntü kazanamamıştır. Fırkanın fikrî yapısında göze çarpan unsurlar, İvT’nin örtülü milliyetçiliğine karşı Osmanlılık İdeolojisi, Ahrar Fırkası mensuplarının iştirakiyle Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkezi fikri, uygun şartlarda dış sermayeden faydalanılması gerektiğini savunan Liberal İktisat Anlayışı ve gayet tabii bir şekilde Meşrutiyetçiliktir. Bkz. Kodaman; a.g.m., s. 185. 361 Uçarol; a.g.e., s. 383. 135 İvT ezici bir çoğunlukla kazanır. 362 Seçilen 270 milletvekilinden ancak altısı muhalifti. 18 Mayıs 1912 tarihinde toplanan Mecliste muhalefet adeta yok gibiydi.363 Meclis toplandıktan bir müddet sonra, 1912 Mayıs ve Haziran aylarında farklı bir muhalefet grubu oluşum halindeydi. Bu kez muhalefet Ordudan geliyordu. Bazı subaylar İstanbul’da Halaskar Zabitan Grubu364 adıyla yeni bir teşkilat kurdu. Bu grup, HvİF ile dirsek temasında, İvT’ye de karşı idi. Halaskar Zabitan Grubu, seçimlerin yenilenmesini yani Ordunun politikadan elini çekmesini ve politikanın sivillere bırakılmasını istiyordu.365 Mahmut Şevket Paşa da bu grubun görüşlerine katılıyordu. Bunun üzerine İvT, Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı istifaya zorladı ve o da 9 Temmuz 1912 tarihinde Nazırlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Bu arada Arnavutlar isyan etmiş, Halaskar Zabitan Grubu da tehditlerini artırmıştı.366 Bu kargaşa ortamında umutarını yitiren Sadrazam Said Paşa, 17 Temmuz 1912 tarihinde istifa etti. Böylece muhalefet önemli bir başarı kazanmış, İvT de prestij kaybına uğramış oluyordu. 367 362 Kodaman; a.g.e., s. 181. 363 Uçarol; a.g.e., s. 383. 364 İvTC’nin Rumeli’den gelerek İstanbul’a yerleşmesi ve müstebitleşmesi, Rumeli’de gizli ve yeni bir muhalefetin ortaya çıkmasına neden olmuştr. Amaçları, gayrı meşru saydıkları Hükümeti ve Meclisi bertaraf etmek, İvT iktidarını yıkmak, yeni ve serbest seçimler yapmak olan Rumeli’deki genç subaylar, dağlara çıkarak mücadeleye başlamışlardır. Bkz. Bernard Lewis; Modern Türkiye’nin Doğuşu, (Çeviren: Metin Kıratlı), TTK Bsmv., Ankara 1984, s. 222. 1912 yılı Mayıs-Haziran döneminde içerisinde Rumeli’deki bu gelişmelere bağlı olarak İstanbul’da Halaskar Zabitan Grubu kurulmuştur. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 161-163. Dr. Rıza Nur, Halaskar Zabitan Grubunun faaliyetlerinde Prens Sabahaddin, Nazım ve Kamil Paşalarla olan ilişkileri belirttikten ve evini grup toplantılarına tahsis ettiğini açıkladıktan başka ........ biz kendimizi ve tüm sivilleri gizleyerek bu harekete, sırf bir askerî harekat süsü veriyorduk. demektedir. Bkz. Türkler Ansiklopedisi, Millî Eğitim Bsmv., C. 18, Ankara 1970, s. 340-341. 365 Kodaman; a.g.m., s. 181. 366 A.g.m., s. 181. Ülkede buhranlar artınca İvTF’na olan muhalefet de artmış, nihayet 16 Temmuz 1912 tarihinde kendilerine Halaskar Zabitan Grubu denilen ve muhalefet partisini meydana getiren HvİF ile az-çok ilişkisi olduğu anlaşılan subaylar dağa çıkarak, İttihatçıların takhakkümüne isyan etmişlerdi. İsyancı subayların yayınladıkları bildiride; Ordunun politikadan arındırılması, mevcut Kabinenin çekilerek yerine itimat edilir ve namuslu kişilerin gelmesi, Hükümet işlerine sorumsuz kişilerin karışmaması, jandarma ve polisin müdahalesi olmaksızın seçimlerin adil olarak yenilenmesi v.s isteniyordu. Bunun sonucu İvT bir sarsıntı geçirmiş ve güvenoyu almasından henüz 24 saat geçen Said Paşa Hükümetinin 22 Temmuz 1912 tarihinde istifası ile İvT iktidarı bıramıştır. İvTF, bunu kendisinin bir mağlubiyeti olarak değerlendirmiştir. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 235 ve Türk Ansiklopedisi, C. 18, s. 341. 367 Kodaman; a.g.m., s. 181. 136 İvT Hükümetinin bu şekilde sona ermesi üzerine gerek ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış gailelere çözüm bulmak, gerekse de Hükümet otoritesini tekrar tesis etmek maksadıyla herkesin takdirini ve güvenini kazanmış, hiçbir partiye girmemiş ve Ordu üzerinde de fevkalade büyük bir nüfuza sahip olan Ayan Meclisi Başkanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa368 Sadrazamlığa getirildi. O da 22 Temmuz 1912 tarihinde Büyük Kabineyi kurdu.369 Büyük Kabinenin kurulması, İvT için bir siyasî mağlubiyet oldu. Nitekim Büyük Kabine ile İttihatçılar iktidardan uzaklaştırılmış ve nüfuzu kırılmıştı. İktidar artık Halaskar Zabitan Grubu ile HvİF Grubunun eline geçmişti. Buna karşılık Meclis çoğunluğu hala İttihatçıları elindeydi. Bu itibarla Hükümetin, Halaskar Zabitan’ın, HvİF’nın hedefi Meclisi kapatıp, seçimlere giderek Meclis çoğunluğunu ele geçirmek oldu. Nitekim 4 Ağustos 1912 tarihinde Meclis kapatıldı.370 Meclisin kapatılmasından sonra Hükümet, 8 Ağustos 1912 tarihinde sıkıyönetim ilan ederek, İvT’ye karşı sert tedbirler almaya başladı. Hükümet iç meselelerle ve özellikle İvT ile uğraşırken, Balkanlar’da Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmeler oluyordu. Balkanlardaki bunalımının ve özellikle Makedonya meselesinin savaşla çözülebileceğine inanan, Osmanlı Devleti’ni tehdit eden Balkan İttifakı’na karşı savaş için hazır olduğunu duyurdu ve 3 Ekim 1912 tarihinde de İstanbul’da bir gösteri yaptı.371 368 Gazi Ahmet Muhtar Paşa (1839-1938). 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde oynadığı rolden dolayı Gazi ünvanını kazanmıştır. 1885-1906 döneminde Mısır Genel Valisi olarak görev yapmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ayan Meclisine tayin edilmiş, 1911 yılında da Ayan Meclisi Başkanı olmuştur. 1912 yılında Sadrazam olarak görevlendirilmiştir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 254. 369 Uçarol; a.g.e., s. 383. Yeni hükümeti tarafsızlığıyla tanınan Gazi Ahmet Muhtar Paşa kurmuştu. İçinde, daha önceden sadrazamlık yapan H.Himi Paşa ve Kamil Paşa’nın da bulunması sebebiyle Büyük Kabine denen bu kabine ne İttihatçıları, ne de İtilafçıları memnun edememiştir.Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 235 370 Kodaman; a.g.m., s. 181. Said Paşa Hükümetinin istifasının ardından, meşru bir hükümet teşkilinde tekrar açılmak üzere, başkan tarafından davet edilinceye kadar Meclisin tatile girmesi kararlaştırılmıştır. Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti döneminde, 4 Ağustos 1912 tarihli irade-i seniyye ile; Ordunun siyasetle uğraşmaktan menedilmesi faaliyetine geçilmiş, Padişah zabitlerden siyasetle uğraşmayacaklarına dair yemin istemiş, onlar da yemin ederek bu konuda birer senet vermişlerdir. Bu sırada başlayan Balkan Savaşı nedeniyle Halaskar Zabitan Grubu mensupları harbe katılmışlardır. Bkz. Türk Ansiklopedisi. C. 18, s. 341. Zabitlerin siyasetle uğraşma yasağı Meclis tarafından da hukukîleştirilmiştir. Bu yasak 1961 yılına kadar devam edecektir. Bkz. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 276-276. 371 Kodaman; a.g.e., s. 181-182. 137 Bu sırada Osmanlı Devleti en kritik günlerini yaşıyordu. Ülke içte kısır siyasî çekişmelerle çalkalanırken Balkan devletleri de Osmanlı’nın Rumeli’deki topraklarına el koymak için hazırlanıyor ve aralarında ittifak anlaşmaları imzalıyorlardı. İttihatçılar da, muhalifleri olarak gördükleri Büyük Kabineyi, bir harp ortamının kargaşalığından faydalanarak yıkmak için onu Balkan devletleri ile harbe tahrik ediyorlardı.372 7 Ekim 1912 tarihinde Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilan eden Karadağ’a karşı aynı gün savaş ilan edildi. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’ın 13 Ekim 1912 tarihli çok ağır şartlar taşıyan ültimatonu Osmanlı Devleti tarafından reddedilince 17 Ekim 1912 tarihinde Bulgaristan ve Sırbistan, 18 Ekim’de de Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş ilan ettiler. Balkan Savaşı iki aşamalı olup, I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Trakya’da Bulgarlara’a karşı savaşan Doğu Ordusu ile Makedonya ve Arnavutluk’ta Yunan, Sırp ve Karadağlılar’a karşı savaşan Batı Ordusu tüm cephelerde yenilgiye uğradı. Yanya, İşkodra ve Edirne Savunmaları devam ediyordu Bu ağır yenilgi iç politikada büyük tepkilere yol açtı ve bunun sonucu Gazi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti 29 Ekim 1912 tarihinde istifa etmek zorunda kaldı. Yeni hükümeti İngiltere yanlısı olarak bilinen Kamil Paşa kurdu. Barış antlaşması Londra’da toplanacak bir konferansta yapılmak üzere 3 Aralık 1912 tarihinde ateşkes ilan edildi.373 29 Ekim 1912 tarihinde istifa eden Ahmet Muhtar Paşa’nın ardından 30 Ekim 1912 tarihinde Kamil Paşa Hükümeti kuruldu. Hükümet yine İvT düşmanlarından teşkil edilmişti. Bu nedenle İvT, Hükümetten memnun değildi.374 Kamil Paşa’nın sadrazam olması, Hükümet ile İttihatçılar arasındaki mücadeleyi daha da hızlandırdı.375 Kamil Paşa İngiliz taraftarıydı. Almanya bu durumdan telaşa kapılmış, ilk fırsatta onu devirmenin yollarını aramaya başlamıştı. Öteden beri İttihatçıları sevmeyen Kamil Paşa, yeniden iktidar olunca, onları etkisiz hale getirecek tedbirleri almaya başladı. Kamil Paşa İttihatçıları 372 Kocabaş; a.g.e., s. 236. 373 Uçaraol; a.g.e., s. 386-388. Tektaş, Balkan Savaşı’nı kaybetmemizin, askerin politikayla uğraşması nedeniyle olduğunu, Edirne’yi savunan ve 30 gün dayan yeter denen Şükrü Paşa’nın, yiyecek ekmek dahi kalmaması üzerine askere süpürge tohumu yedirirken, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın da Çatalca Hattı’nda tren vagonundan dışarıya boş şampanya şisesi attığını belirtmektedir. Bkz. Tektaş; a.g.e., s. 1087-1088. 374 Kodaman; a.g.e., s. 182. 375 Kocabaş; a.g.e., s. 236. 138 sindirmenin yanısıra, İngiltere ile ittifak girişimlerine de başlamıştı. Bu gelişmeler karşısında telaşa kapılan Almanlar ve İttihatçılar, Kamil Paşa Kabinesini devirmek için harekete geçtiler.376 1.3.2.4. Bâb-ı Âlî Baskını 31 Mart Olayı’ndan sonra da Türkiye’de Alman yanlısı ve İngiliz yanlısı iktidar mücadeleleri varlığını sürüdürmüş, tarihimize Bâb-ı Âlî Baskını ve Mahmut Şevket Paşa Suikastı adlarıyla geçen hükümet darbeleri de bunların yansımaları olmuştur.377 Daha önce de ifade edildiği gibi İvT 1912 yılının Temmuz ayında iktidardan çekilmişti. Göreve yeni gelen Gazi Ahmet Muhtar Paşa Kabinesi, Balkan Savaşı çıktıktan sonra çekildi ve yerine Kamil Paşa Hükümeti geldi. Fakat İvT dışında kurulan her iki Hükümet de sağlam bir tabana sahip değildi. Her iki Hükümetin de dayanağı ülkede İvT Fırkasına duyulan hoşnutsuzluk olmuştu. Fakat bu hoşnutsuzluk unsuru da fazla devam etmedi.378 Balkan Savaşı’nın çıkması ve savaşın ilk günlerinden itibaren itibaren peşpeşe yenilgiler yaşanması İvT’ye kuvvetli bir propaganda silahı verdi. Propagandanın birinci yönü Ordunun ihmal edildiği, ikinci yönü ise Londra’da devam eden barış görüşmeleri sürecinde Hükümetin Edirne’yi düşmana vereceği şeklinde bir ithamdı.379 Bâb-ı Âlî Baskını, İttihatçılardan Talat Bey ve Enver Bey tarafından planlanıp yürürlüğe konmuştu. İstanbul’da bulunan Talat Bey’de darbe fikrinin uyanması üzerine Bingazi’de bulunan Enver Bey İstanbul’a çağrıldı. İşin çok dikkate değer tarafı ve baskını kimlerin hazırladığını açığa vuran olaylardan biri de Enver Bey’in İstanbul’a doğru yola çıktığını ilk 376 A.g.e., s. 237. Kamil Paşa’nın İttihatçılara karşı aldığı tedbirleri yetersiz gören HvİF mensupları da bu sırada Kamil Paşa’ya karşı darbe teşebbüsü içinde bulunuyorlardı. Onların sadrazam adayı İngiliz yanlısı olarak bilinen ve mevcut kabinede Harbiye Nazrı olan Nazım Paşa idi. Hükümete karşı darbe teşebbüsünden şüphelenen İstanbul Muhafızı Memduh Paşa, Nazım Paşa’ya başvurarak tedbir almasını istemişti. Nazım Paşa da Birkaç güne kadar sadrazam olacağım. Bu gibi tedbirlere asla ihtiyaç kalmayacak. demişti. İtilafçılar darbe günü olarak 22 Ocak 1913 tarihini planlamışlardı. İttihatçılar bir gün önce davranmasalardı, baskını İtilafçılar yapıp Kabineyi devireceklerdi. Bkz. A.g.e., 237. 377 Kocabaş; a.g.e., s. 236. 378 Armaoğlu; a.g.e., s. 674. 379 A.g.e., s. 674. 139 haber veren Alman Frankfurt Zeitung gazetesi olmuştu.380 Öte yandan Jön Türklerden Hasan Amca Doğmayan Hürriyet adlı kitabında, Bâb-ı Âlî Baskını’ndan iki gün önce Mahmut Şevket Paşa’nın Alman Sefarethanesine giderek, Alman Sefiri Wangenheim ile iki saat baş başa görüşmesini de darbede Alman parmağının varlığına işaret olarak yorumlar.381 İttihatçılar, darbe girişimlerinin arefesinde kamuoyunu lehlerine hazırlamak uğrunda Kamil Paşa aleyhine propagandaya başlamışlardı. Propagandalarının esasını, Kamil Paşa Hükümetinin, Balkan Savaşı’nı idarede yetersiz kaldığı, Edirne ve Ege Adaları’nı düşmana bırakma kararı aldığı hususları oluşturuyordu. Bu aşamada, içerisinde Enver Bey ve Talat Bey, etraflarına topladıkları 30-40 kişi ile 23 Ocak 1913 tarihinde Kabinenin toplantı halinde bulunduğu Bâb-ı Âlî’yi bastılar. Çıkan çatışmada, içlerine Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın382 da bulunduğu birkaç kişi öldürüldü. Sadaret Dairesine giren Enver Bey, burada bulunan Kamil Paşa’yı silahla tehdit ederek istifasını yazdırdı.383 380 Kocabaş; a.g.e., s. 238. 381 Kocabaş; a.g.e., s. 238. Almanlar Türkiye’de nüfuzlarını ve hakimiyetleini kurmak uğrunda en çok Jön Türklerin subay kadroları üzerinde durmuşlardı. Osmanlı subayları, daha 1883 yılından beri Alman subayları tarafından eğitilmeye başlanmışlardı. Almanlar, Osmanlı subaylarını Alman hayranı olarak yetiştirip, onları kendi emelleri uğrunda kullanma hesapları içerisindeydiler. Bu subaylar nezdinde en başarılı çalışma Enver Bey (Paşa) üzerinde yapılmıştı. Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 250. 382 Hüseyin Nazım Paşa (1848-1914) Harbiye’yi bitirdikten sonra askerî öğrenimine Fransa’da devam etmiştir. II. Abdülhamit tarafından Bağdat’a sürülmüştür. 1908 yılında Edirne’de konuşlu bulunan II. Orduya kumandan olarak tayin edilmiştir. Nisan 1909’da İstanbul Garnizon Kumandanı olmuştur. 31 Mart Ayaklanmasından sonra Bağdat’a vali olarak tayin edilmiştir. (Nisan 1910-Şubat 1911) İvT iktidardan düştükten sonra, 1912-1913 yıllarında Harbiye Nazırı olarak görev yaptı. 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleşen Bâb-ı Âlî Baskını esnasında vurularak öldürüldü. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 256. 383 Kocabaş; a.g.e., s. 238-239. Enver ve Talat Beylerin baskısı sonucu Kamil Paşa istifa etmiştir. Kamil Paşa istifasında cihet-i askeriyeden vuku bulan teklif üzerine diyerek istifa gerekçesini belirtmiş olduğu halde Enver ve Talat Beyler buna bir de ahali kelimesi ilave ettirmişlerdir. Bkz. Ali Fuat Türkgeldi; Görüp İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1984, s. 78. Armaoğlu; a.g.e., s. 675-676 ve Tektaş, a.g.e., s. 090. Böylece Sadrazam’ın halktan gelen tepki üzerine istifa etmiş olduğu izlenimi verilmek istenmiştr. Nitekim Dâhiliye Nezaretine giden Talat Bey de, vilayetlere gönderdiği, genelgelerde, Kamil Paşa Hükümetinin Edirne ve Ege Adalarını düşmana bırakmak istemesi üzerine, halkın galeyana gelerek Bâb-ı Âlî önünde gösterilerde bulunduğunu ve bunun sonucu olarak da Hükümetin istifa ettiğini bildirdi. Bkz. Armaoğlu; a.g.e., s. 676. Almanya ile Mahmut Şevket Paşa arasındaki ilişkilerden çıkan sonuç şudur: Çeşitli kaynaklardaki bilgilere göre Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığı zorla kabul etmiştir. İttihatçılardan Mithat Şükrü Bleda hatıralarında (İmparatorluğun Çöküşü adlı kitabında), onun bu göreve isteksiz geldiğini yazar. Ziya Şakir de (Mahmut Şevket Paşa adlı kitabında) Mahmut Şevket Paşa’nın, sadrazamlığı, Kabinesine Hacı Adil ve Talat Bey’lerin girmemesi şartıyla kabul ettiğinden bahseder. Mehmet Selahattin de (Bildiklerim adlı kitabında) Mahmut Şevket Paşa, Kamil Paşa’dan sadareti devralırken ona şunları söylediği ifade edilmektedir: Biz buraya isteyerek gelmedik. Bizi getirdiler.” Bkz. Kocabaş; a.g.e., s. 239. Türk Ordularının Balkanlarda uğradığı ağır yenilgiler, Hükümetin teslim olma ve Devletin kaderini büyük güçlerin eline teslim etme isteği, 140 Bâb-ı Âlî Baskını’nı takiben Halaskar Zabitan Grubu mensupları başta olmak üzere tüm muhalifler takip ve tevkif edilmişlerdir. Uygun zemin ve zamanda geniş muhalefet kitlesinde ve Hükümeti düşürmek isteklerinden faydalanarak kurulmuş ve kısa bir süre gelişme ve geçici bir başarı göstermiş bulunan Halaskâr Zabitan Grubu, İvT’nin tekrar iktidara gelmesiyle tamamen dağılmıştır.384 Baskının ardından hem Almanlara, hem de İttihatçılara yakın olan Mahmut Şevket Paşa Sadaret’e getirildi. Mahmut Şevket Paşa, sadrazamlığa başlamasından kısa bir süre sonra İttihatçılarla takıştı. Buna sebep de barış görüşmelerinin devam ettiği bir sırada, İttihatçılar harbin devam edilmesini arzu ediyor, Edirne dâhil tüm Trakya’nın kurtarılmasından sonra barış yapılmasını arzuluyorlar olmalarıydı. İttihatçılar, Bâb-ı Âlî Baskını’na da gerekçe olarak bunu göstermişlerdi. Sadrazam Mahmut Şevket Paşa da Ordunun durumunun çok kötü olduğunu ifade ederek Ordunun ıslahı ile barış yapılmasını istiyordu. İttihatçıların ve Enver Bey’in baskısıyla Çatalca Ovası’nda yapılan mukabil askerî harekât da başarısızlıkla sonuçlandı. Bu yenilgi üzerine İtilafçılar, İttihatçıların aleyhinde propagandaya başlamışlardı. İtilafçıların hedefi, İttihatçıların Bâb-ı Âlî Baskını’nda öldürdükleri Nazım Paşa’nın intikamını almak ve darbe yapmaktı. Cemal Paşa’nın hatıralarında, darbe gerçekleşirse, İvT erkânının katledileceği, Sadarete de Kamil Paşa veya Prens Sabahattin’in getirileceği ifade edilmektedir.385 İtilafçı darbeciler, İngiltere tarafından da destekleniyorlardı. Çünkü İngilizler, Bâb-ı Âlî Baskını ile kendi taraftarı olan Kamil Paşa’nı devrilmesini ve yerine Alman taraftarı olan Mahmut Şevket Paşa’nın getirilmesini, kendilerine karşı bir Alman Darbesi olarak nitelendiriyorlardı. Öte yandan Sadrazam’ın Alman Sefiri Wangenheim’dan Osmanlı Ordusunun ıslahı için yeni bir Alman askerî ıslah heyeti istemesi, İngiltere’yi büsbütün liberallerin itibarlarını kaybetmelerine neden oldu. Bir İttihatçı darbesiyle devrilmiş olmasalardı, her türlü radikal değişim ve bağımsızlık anlayışını terk edeceklerdi. Liberaller, tıpkı 19’uncu yüzyıl reformcuları gibi Türkiye’nin modern dünyaya girmek için Avrupa’nın (tercihen Britanya’nın) rehberliğine ihtiyaç duyduğuna inanıyor, Britanya’nın Mısır’da uyguladığı türden bir yönetimin emperyal sisteme yarar sağlayacak şekilde Türkiye’de de uygulanabileceğini düşünüyorlardı. Bkz. Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 15. 384 Türk Ansiklopedisi, C. 18, s. 341 385 Kocabaş; a.g.e., s. 240-241. 141 korkutmuştu. İngiltere, Mahmut Şevket Paşa’yı devirme kararı alınca, derhal taraftarlarıyla temasa geçip, İtilatçılara yardım etmeye başladılar.386 Osmanlı-Alman yakınlaşması konusunda, General von der Goltz387 da 1926 yılında yayınlanan hatıralar ve mektuplarında, Mahmut Şevket Paşa’nın Almanya’dan ordu ve donanma uzmanları istemesi sebebiyle, Ruslar, özellikle de İngilizler tarafından devrildiğini yazar.388 Ahmet Emin Yalman da hatıralarında, gizli İngiliz tertibiyle 3 Haziran 1913 tarihinde Mahmut Şevket Paşa’ya bir suikast tertip edildiğinden bahseder.389 İttihatçılar daha Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerden beri Mahmut Şevket Paşa’yı kendilerinden birisi olarak bilmelerine rağmen, Paşa, çoğu kez, hatalı tutumları sebebiyle onları sevmiyor, onları eli tabancalı bir takım cüretkâr komitacılar olarak kabul ediyor, Talat Bey ve arkadaşlarını da kendisini eleştiren zararlı şahsiyetler olarak görüyor, hem onların nüfuzunu, hem de İvTF Genel Merkezinin Hükümet üzerindeki baskısını ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Mahmut Şevket Paşa’ya göre Hükümet, İvTF Genel Merkezinin baskısı altında kalmamalıydı. Paşa ayrıca, Ordunun siyasete karışmasını zararlı görerek, Ordunun siyasetten ayrılmasını istiyordu. İvTC ise Cemiyetin yegâne istinatgâhı 386 A.g.e., s. 241. 387 Prusyalı general. Türk Ordusunun ıslahatı için geldiğinden kendisine mareşallık rütbesi verilmiştir. 1866 Bohemya ve 1870 Fransa Seferlerine katıldıktan sonra, Prusya Gnkur. Harp Dairesi’nde 10 yıl kadar çalışmıştır. 1883’te Osmanlı Ordusunun yeniden düzenlenmesinde bilgisinden faydalanmak için Türkiye’ye çağrılmıştır. 1886-1895 arasında Osmanlı Ordusunun ıslâhı için çalışmıştır. Daha sonra 1907’de 6. Ordu Başmüfettişliği ve 2. Ordu Müfettişliğinde bulunmuştur. 1911’de Almanya’ya döndükten sonra kendisine General Feld Mareşal rütbesi verilmiştir. I. Dünya Savaşı esnasında Türkiye’deki görevinden ayrılmıştır. 1914’te Osmanlı Ordusunun Genel Karargâhına ve 1915 yılında da 1. Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. 1916’da Bağdat’ta gripten ölmüştür. Askerlik sanatı üzerindeki geniş bilgisi vardır. Sayısız etütleri vardır. Yazdığı kitaplar da şunlardır: Leon Gambetta ve Orduları, Silahlanmış Halk, Rossbach’tan Jena’ya, 19. Asırda Alman Harp Târihi ve Hatıraları. Araştırmacının notu. 388 389 A.g.e., s. 242 ve Cemal Kutay; Örtülü Tarihmiz, C. 11, Hilal Matbaası, İstanbul 1975, s. 198. Kocabaş; a.g.e., 242. Balkan Savaşı’ndan sonra, Alman subaylarına yol verilmişti. Ordunun durumu çok perişandı. Her şey mahvolmuştu. Orduyu yeniden bir düzene sokmak gerekiyordu. Bu durum karşısında Jön Türkler, Almanlara başvurmaktan başka çare bulamadılar. Mahmut Şevket Paşa, Bâb-ı Âlî Baskını üzerine 23 Ocak 1913’te sadrazamlığa getirilmişti. Mahmut Şevket Paşa, Ordunun ıslahı için askerî bir ıslah heyeti istediğini 24 Nisan 1913’te Alman Büyükelçisi Wangenheim’e iletti. Almanlar, Türkiye’de Ordunun büyük etkili gücünü, rejim, iktidar ve nüfus değişmelerinde temel karar ve icra unsuru olduğunu görerek ve Ordunun bu özelliğinden faydalanmak hesabıyla askerî heyetin gönderilmesini kabul ederler. 1914 yılı başında yürürlüğe giren askerî yardım programı sonucu ülkeye tamamen Alman nüfuzu hâkim olmuştu. Alman sefiri Wangenheim adeta Türkiye’yi, Alman himayesi altına girmiş bir sömürge gibi görüyordu. Ülkede buna direnecek güçlü bir hükümet de yoktu. Bkz. Kocabaş; Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 138-142. 142 (dayanak noktası) olan kuvvet, ancak Ordudur. diyerek onun bu isteğini reddediyordu.390 İttihatçılar, Mahmut Şevket Paşa ile takışmaları artınca, onu gözden çıkardılar. İttihatçılar, İtilafçı darbeciler içine ajanlarını sokarak, onların darbe girişimlerini günü gününe İstanbul Muhafızı Miralay Cemal’e bildiriyorlardı. Yine Jön Türklerden A.Bedevi Kuran’a göre de İttihatçılar, Mahmut Şevket Paşa’ya suikast yapılacağını bildikleri halde onu ikaza dahi gerek görmemişlerdi. Böylece İvTC; hem İtilafçılardan, hem de İvTF Genel Merkezinin artık hoşuna gitmemeye başlayan Hareket Ordusu Kumandanından kurtulmuştur. Süleyman Nazif’e göre ise, İttihatçılar eğer isteselerdi Mahmut Şevket Paşa’nın katledilmesini önleyebilirlerdi. Çünkü suikast planından dakikası dakikasına haber alıyorlardı.391 Sadrazam Mahmut Şevket Paşa 3 Nisan 1913 günü yapılan suikast sonucu öldürüldü. Darbecilerin planlarını bilen ve eylemlerini takip eden Miralay Cemal de suikast üzerine derhal harekete geçerek, tüm darbecileri tutuklamaya başladı.392 Suikastı izleyen tutuklama dalgası, liberallerin örgütlenmesini fiilen ortadan kaldırdı.393 Mahmut Şevket Paşa’nın ölümü, İttihatçı reisleri çok memnun etmişti. Çünkü kendilerince büyük tanıdıkları ve çekinecekleri kimse kalmadığından Hükümette ve ülkede artık serbestçe hareket etme imkânına kavuştular.394 1.3.3. İttihat ve Terakkî’nin Mutlak İktidar Dönemi (1913-1918) Mahmut Şevket Paşa’nın ölümü, çok partili rejimin de sonu olmuştur. İtilafçıların darbe 390 Kocabaş; Osmanlı İhtilallerinde Yabancı Parmağı, s. 242-245. 391 A.g.e., s. 243. Almanlar, Mahmut Şevket Paşa’yı istedikleri gibi kullanamayacağından ve İttihatçılar içinde Enver Bey ve arkadaşları gibi daha rahat kullanabilecekleri kişiler olduğundan Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesine kayıtsız kalmışladır. Bkz. A.g.e., s. 245-246. 392 A.g.e., s. 244. 393 Hale; s.g.e., s. 49. 394 Kocabaş; a.g.e., s. 244. II. Abdülhamit, bu suikastle ilgili olarak düşüncelerini hatıralarında Hareket Ordusu Kumandanı’nın şöhretinden kurtulmak ve Enver Bey’e Harbiye Nazırlığı yolunu açmak için Mahmut Şevket Paşa’yı güpegündüz kurşunlayıp öldürdüler. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hele, ikide bir önlerine çıkan meşhur bir kumandanın gölgesinden kurtulmak, hem de ondan yanaymış gibi davranıp günün muhaliflerini bir çırpıda temizleyivermek.!... Nasıl Avcı Taburları’nı kışkırtıp, Hareket Ordusunu İstanbul kapılarına getirmişler ve beni düşürmüşlerse, bu sefer de Mahmut Şevket Paşa’nın kan davası ve asayiş bahanesiyle bütün muhalifleri astılar, sürdüler, bir köşeye sindirdiler. şeklinde ifade etmektedir. Bkz. a.g.e., s. 246-247 ve II. Abdülhamit’in Hatıra Defteri, s. 165. 143 girişimini müteakip, İttihatçılar, muhalifleri olan İtilafçılardan kurtulmak için onları tevkif ederek yargılamaya başladılar. Muhaliflerin büyük bir kısmı yurt dışına kaçtı. Kaçanlar arasında darbenin elebaşlarından Prens Sabahattin de bulunuyordu.395 Bu arada Sadaret’e getirilen Prens Sait Halim Paşa396 da kukla gibi kullanılıyordu. Muhalefet de tasfiye edildiğinden İvTF’nin mutlak iktidarı başlamış, İvT’nin diktatörlüğü kesin olarak kurulmuştu. Bu olay sonucu ülkede İvT’ye ağız açacak kimse bırakılmamış ve Devletçi Seçkincilerin mutlak baskısı başlamıştı.397 23 Temmuz 1908'den 30 Ekim 1918'e kadar süren döneme II. Meşrutiyet Dönemi ya da İvT Dönemi adı verilir. Medeniyetin Bekleme Odasında adlı kitabında bu dönemi değerlendiren Tunaya bu dönem hakkında ilginç ve çarpıcı tespitlerde bulunmaktadır: Türk tarihinin siyasî bir laboratuarı görünümünde olan II. Meşrutiyet on senelik fiilî ömrüne karşılık birkaç devletin tarihini dolduracak kadar siyasî ve sosyal hadiselere sahne olmuştur. Onun asıl önemi, kendisini takip eden hareket(ler)in insanlarını yetiştirmesi, imparatorluk ile cumhuriyet rejimi arasında bir geçiş devresi mahiyetine sahip olmasıdır. Bu cihetten bakıldıkça II. Meşrutiyet hem bir son, hem de bir başlangıçtır. Uzun, asırlık bir istibdat idaresinin sonu, fakat Türk İnkılâbı’nin hazırlayıcısı olmak itibariyle başlangıcı...398 395 Tunaya; a.g.e., s. 231 ve Kocabaş; a.g.e., s. 244. Kurulan Divan-ı Harpler idam ve sürgün cezaları vermiştir. İtilafçılardan ya da bu hareketlerle ilgili olan kimselerden bazıları (Prens Sabahattin, Miralay Sadık gibi) gıyaben ölüm cezasına çarptırılmışlar ve memleket dışına kaçabilmişlerdir. HvİF’nin, siyaset sahnesinden çekilişiyle beraber, ülkede muhalefet de sindirilmiştir. İvT 1913-1918 yılları arasında fiilî bir Tek Parti Rejimi kurmuştur. İtilafçılar ve diğer muhalifler, 1918’den itibaren Mütareke Döneminde tekrar ortaya çıkacaktır. Bkz. Tunaya; a.g.e., s. 233. 396 Mehmet Sait Halim Paşa (1863-1921), Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a gelmiş ve Ayan Meclisne girmiştir. Trablusgarp Savaşı sırasında Cemiyet tarafından Türkler’in desteklenmesini sağlamak göreviyle Avrupa’ya gönderilmiştir. 1912 yılında Devlet Şurası Başkanı, 1913 yılında da İvTC’nin Genel Sekreteri olmuştur. Hariciye Nazırı iken Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine Sadrazam oldu. 1917 yılında başlıca temsilcilerinden olduğu İslamcılık siyasetinin başarısızlığa uğraması üzerine bu görevinden istifa etti. 1919 yılında tutuklanarak Malta’ya sürüldü. 1921 yılında da Roma’da Ermeniler tarafından öldürüldü. Bkz. Ahmad; Jön Türkler, s. 250. 397 Kocabaş, a.g.e., s. 244-245 ve Kongar; a.g.e., s. 137. Suikast sonrası İstanbul’da tekrar sıkıyönetim ilan edildi. Bu dönemde 12 muhalif idam edildi ve aralarında Prens Sabahattin’in de bulunduğu dört kişi gıyaplarında idama mahkûm edildi. Bkz. Hale, a.g.e., s. 49. 398 Selami Kılıç; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Türk Devrimi ve Fikir Temelleri, 1. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul 2005. s. 18. 144 İktidara hazırlıklı olan İvT, öncelikle Ordu içinde ıslahata yönelmiştir. Orduyu mutlak denetimi altına almak amacıyla; çağdaşlama olgusundan sadece savaş silah, araç ve gereçlerinin yenilenmesini anlayan ve bu nedenle Batılılaşma hareketlerini yavaşlatan eski subayları tasfiye etmişve Orduyu siyasal sürecin dışında tutmaya çalışmıştır. 399 I. Balkan Savaşı’nın galiplerinin, savaştan en fazla ganimeti alan Bulgaristan’a karşı, II. Balkan Savaşı’nı başlatması üzerine, Bulgarlar işgallerinde bulunan Edirne’deki kuvvetlerinin tamamını çekmişler ve Edirne’yi de fiilen savunmasız bırakmışlardı. Bu fırsattan yararlanılması konusunda Enver ve Talat Beyler Hükümeti sıkıştırdılar. Türk birlikleri İkinci Edirne Fatihi olarak Enver Bey ile birlikte Edirne’ye tekrar girdi.400 Artık bir halk kahramanı olan Yarbay Enver Bey, 1 Ocak 1914 tarihinde, yasalara aykırı olarak iki rütbe birden terfi ettirilip 33 yaşında mirliva / paşa / tuğgeneral yapılmış ve Sait Halim Paşa Kabinesinde de Harbiye Nazırı yapılmıştı.401 Enver Paşa, Padişah V. Mehmet Reşat’ın kızı Naciye Sultan’la da evlenerek gücünü perçinlemiştir. Bu arada, 1913’ten beri İstanbul Askerî Valisi olan Miralay Cemal de Bahriye Nazırı olarak Kabinedeki yerini aldı. Dâhiliye Nazırlığına da Talat Bey’in gelmesi sonucu yaptıkları devrimden yaklaşık 4,5 yıl sonra, bu üçlü iktidarı ele geçirmişti. Sait Halim Paşa 1917 yılına kadar Sadrazam olarak kaldıysa da rolü hiçbir zaman sembolik 399 Öztürk; a.g.e., s. 45. 400 Hale; a.g.e., s. 50. 401 Öztürk; a.g.e., s. 45. Mahmut Şevket Paşa’nın ölümünden sonra Ahmet İzzet Paşa Harbiye Nazırı olur. Balkan Savaşı yenilgisinin sorumluları olarak nitelendirilen erkân ve ümeranın tasfiyesi konusu ele alınır. Ancak Ahmet İzzet Paşa, kendi kuşağının bu şekilde Ordudan uzaklaştırılmasına istekli görünmez. Yarbay Enver Bey’e ölümüne bağlı fedai genç subaylar, Harbiye Nazırlığına Enver Bey’in geçmesini ısrarla istemişlerdir. Talat Bey (Paşa) ve Halil Bey (Menteşe)’in önerisi sonucu Ahmet İzzet Paşa 2 Ocak 1914 tarihinde istifa eder. I. Dünya Savaşı’nın öncesinde Harbiye Nazırı olan Enver Paşa; 2 mareşal, 3 orgeneral, 30 korgeneral, 95 tuğgeneral ve tümgeneral, 184 albay, 236 yarbay, 236 binbaşı, 4 kolağası (ön yüzbaşı) 4 yüzbaşı, 4 üsteğmen ve 2 teğmenden oluşan çok sayıda (800) subayı emekliye sevk ederek, tanımlanan şekliyle Orduyu, yaşları ilerlemiş ve gayrı muktedir anasırdan tecrit etmiştir. Bkz. Bayraktar; a.g.e., s. 454460. 145 olmaktan öteye geçmedi.402 Osmanlı Devleti’ni, Almanlar yanında I. Dünya Savaşı’na bu üçlü sokacaktı.403 Alman İmparatoru (Kayzer) Wilhelm II, Kasım 1913’te Osmanlı Ordusunu ıslah etmek üzere Alman askerî misyonunun başkanı olarak Türkiye’ye gönderilen General Liman von Sanders’e şunu tavsiye ediyordu: Türk subaylarının saflarından siyaseti çıkart. En büyük kusur siyasî faaliyetidir. Teorik olarak Kayzer Wilhelm’in tavsiyesi hayranlık vericiydi ama çok geç idi. I. Dünya Savaşı’nın arefesine gelindiğinde Türk Ordusu, çıkamazcasına siyasî bataklığa batmıştı.404 Ocak 1913’te iktidarı ele geçiren İttihatçıların fikirleri çok farklıydı. Onlar da Avrupa’nın hâkim olduğu dünya sisteminin bir parçası olmak istiyor. Ancak küçük de olsa kendilerine eşit ortaklar gibi davranılmasını istiyorlardı. Japon örneğini izleyerek, gerekli gördükleri toplumsal sınıfları olan bir kapitalist toplumu Türkiye’de kurmaya yetecek ölçüde özerklik ve bağımsızlığı sağlamak için çalıştılar. Bu toplumsal mühendisliği gerçekleştirmeden önce, İttihatçılar, Ordunun hayatî bir bileşenini oluşturduğu devlet üzerinde tam bir denetim kurmak zorunda olduklarını anladılar.405 İttihatçı Hükümetin birinci görevi, birlik ve ilerleme ideolojisini Ordu içinde yaymak ve buna ters düşen tüm fikirleri ortadan kaldırmaktı. Bu çerçevede, Enver Paşa Harbiye Nazırı olduktan sonra Ocak 1914’te, İvTC’nin önderliğini benimsemeyeceği düşünülen subaylar, emekliye sevk edilmek suretiyle Ordunun karakteri önemli ölçüde değiştirildi.406 Ordunun İttihatçılaştırılması, modern Türkiye tarihinde büyük bir olaydı. Eski rejim siyasal olarak etkisizleştirildi ve Hükümet ile Ordu arasındaki çelişki ortadan kaldırıldı. Her iki kurumda ilk kez reform programı aynı sınıfın (Türk alt-orta sınıfının) eline geçmişti. Bu 402 Ş.Süreyya Aydemir; Enver Paşa, C. II (1908-1914), Remzi Kitabevi, İstanbul 1981, s. 398-435 ve Hale; a.g.e., s. 50. 403 Kocabaş; a.g.e., s. 251. 404 Hale; a.g.e., s. 50. Konuyla ilgisi olması bakımından ilave bilgi için bkz. Kodaman; a.g.m., s. 454-460. 405 Ahmad; Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 15. 406 A.g.e., s. 15. 146 nedenle her iki kurum da ilk kez aynı reform programını destekleyebiliyorlardı.407 Almanlar Enver, Cemal ve Talat Paşanın şahsına dayanarak, Osmanlı Devleti’ni bahse konu savaşa sokmak için her türlü tedbiri almışlardı. Bu uğurda meşrutiyet uygulamalarına bile son verdiler. Harbiye Nazırı Enver Paşa, harp hazırlıklarına bir başlangıç olarak 19 Temmuz 1914 tarihinde seferberlik ilan edince, aynı gün gazetelere resmî bir tebliğ vererek Meclis-i Mebusanı tatil ettiğini ilan etmişti. Sultan Abdülhamit’i Meclis-i Mebusan-ı kapattı diye suçlayıp ona karşı ihtilal yapan Enver Paşa, şimdi kendisi Meclisi kapatıyordu.408 1914 yılında yapılan Anayasa değişikliği sonucu iktidarını daha da sağlamlaştıran İvT, 1918 yılına kadar siyasî arenada tam bir egemenliğe sahip olmuştur. Hemen hemen savaş dönemine tekabül eden bu yıllarda siyasî güç de büyük ölçüde askerlerin kontrolüne geçmiştir. İvTF içinde yönetimi ele geçiren ve trumvira (üçlü yönetim) oluşturan Enver, Cemal ve Talat Paşalar ülkeyi istedikleri gibi yönetmişlerdir. Bu nedenlerden dolayı, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, ülkenin, bahse konu üç şahsiyetin önderliğinde fiilî bir askerî diktatörlükle yönetildiği ileri sürülmüştür.409 1.3.4. İttihat ve Terakkî İktidarının, İttihat ve Terakkî Fırkasının ve İttihatçıların Sonu Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkması yeni bir durum yarattı. Bu şartlarda savaş sırasında gücünü kaybeden eski rejim, siyasî boşluğu doldurma girişiminde bulunarak kendisini yeniden kanıtlayabildi. Anadolu’da kendi nüfuzunu kurmak isteyen Britanya da, İstanbul’daki Sultan’ın Hükümetini destekledi.410 İvT son kongresini 1 Kasım 1918 tarihinde topladı. Kongrede yeni bir fırka kurulması kararlaştırılmış olup, kurulacak yeni fırkanın, İvT’nin inkılâpçı rolünü terk ederek liberal bir kimliğe sahip olması kararlaştırılmıştır. Kongre’nin üçüncü gününde İvT’nin bazı 407 A.g.e., s. 16. 408 Kocabaş; a.g.e., s. 251. 409 Lewis, a.g.e., s. 224 ve Öztürk; a.g.e., s. 45. 410 Ahmad; a.g.e., s. 16. 147 liderlerinin (Talat, Enver ve Cemal Paşalar ile Beyrut eski Valisi Azmi Bey, eski Polis Müdürü Bedri Bey, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım ve Dr. Rasuhi Beyler) yurt dışına firarlarının gerçekleştiği haber alındı. Bunların kaçmış olmaları, Hükümetin de durumunun sarsılmasına neden oldu.411 Şiddetli fırtınanın yalpa yaptırdığı geminin dümenine geçen İttihatçılar yol ve iz bilmedikleri gibi devlet yönetimi konusunda da ehliyetsizdiler. Bu nedenle de sert kayalara çarpmaktan kurtulamadılar. Gemi su almaya başlayınca da, birer ikişer firar etmeyi kurtuluş saydılar. İstanbul’dan gitmeleri, Makedonya’dan gelmelerinden daha hızlı ama daha isteksizceydi. Geldiklerinde, vatan kurtaracak kahraman oldukları vehmi ile gururlu ve güçlüydüler. Bir vatan kalmadığı zannına kapılıp kaçarlarken ise taşıdıkları duygu itibarsız olsa gerek.412 İvTF 1908 yılından 1918 yılına kadar (aradaki 6 ay, 8 günlük muhaliflerinin iktidarda kaldığı zaman çıkarılınca) 9 yıl, 8 ay, 12 gün iktidarda kalmıştır. Çoğu zaman ismen Hükümet liderliğini Sait Halim Paşa ve Hüseyin Hilmi Paşa gibi orta kuşaktan bir şahsiyete bırakmayı tercih ettilerse de ülkenin gerçek efendileri yaşlı Türkler değil, Genç (Jön) Türkler idi. Devlet en kara günlerini, onların iktidar günlerinde gördü. Trablusgarp, Bingazi ve Rumeli’nin tamamı, Akdeniz adaları, Hicaz, Yemen, Irak, Suriye, Filistin ve Lübnan iktidar dönemlerinde kaybedildi. I. Dünya Savaşı’nda da 3.842.580 askerimiz zayî oldu. Bu rakamın 600.000’e yakını şehit, diğerleri de yaralı, kayıp ve esirdir. I. Dünya Savaşı sonunda elde kalan toprakların da hangi şartlarda elde kaldığını en iyi Modros Mütarekesi maddeleri ortaya koymaktadır.413 5 Kasım 1918 tarihinde, İvTF isminin tarihe karışması ve yeni bir fırkanın kurulması kararlaştırıldı. 11 Kasım 1918 tarihinde kurulan Teceddüt Fırkası, İvTF’nin yerini aldı.414 411 Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 306-307 ve Gotthard Jaeschke; Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri II, (Çeviren: Cemal Köprülü), Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. İstanbul 2001, s. 104. İlave bilgi için bkz. Tevfik Çavdar; Türkiye’nin Demokrasi Tarihi (1839-1950), 3. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul 2004, s. 156. 412 Tektaş; a.g.e., s. 1110. 413 A.g.e., s. 1110-1111 ve Lewis; a.g.e., s. 226. 414 Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 483. Teceddüt Fırkası üyeleri için bkz. Soysal; a.g.m., s. 2012. 148 5 Aralık 1919 tarihli Meclis-i Vükela kararı ile Teceddüt Fırkası da kapatıldı. 5 Temmuz 1919 tarihinde, firari durumdakiler hariç, İttihatçı liderler çeşitli cezalara çarptırıldı. Bu arada bazı İttihatçılar Malta’ya sürgün edildi. Yurt dışındaki İttihatçı liderler örgütsel faaliyetlerini sürdürüp çeşitli cemiyetler kurdularsa da faaliyetlerinden ciddî sonuçlar alamadıkları gibi Millî Mücadeleyi bir İttihatçı harekete dönüştürme çabaları da sonuçsuz kaldı. Öte yandan Millî Mücadele sırasında yurt dışına kaçan İttihatçı liderlerin önemli bir kısmı Ermeni Daşnaksutyun Komitesi Fedaileri ve Bolşevik Kuvvetler tarafından öldürüldüler.415 Tunaya’nın ifadesiyle, II. Meşrutiyet, Cumhuriyet öncesinde bir siyaset laboratuvarı olmuştur. Gerçekten de Türk tarihinin su kesim çizgisi ya da kırılma noktası 1908 yılı olmuş, bu tarihten sonra Türkiye’de sular bambaşka mecrada akmaya başlamıştır. İvTF ile CHP arasındaki yakın ideolojik ve sosyolojik bağlar ve hatta kadro bağları bu tarihî birlikteliğin ya da tarihî sürekliliğin önemli işaretlerindendir. Bu itibarla Kurtuluş Savaşı’nın bambaşka bir programa sahip olduğu söylenemez. Kapitülasyonların kaldırılmasının bir tam bağımsızlık ilanı mahiyetinde olduğu, İvT’nin I. Dünya Savaşı’nda bizzat Mütefiklerine karşı nasıl dişe diş bir bağımsızlık mücadelesi verdiği aşikârdır. Kurtuluş Savaşı gerçekte, I. Dünya Savaşı’nda uğrunda savaşılmış ve bir ölçüde de olsa elde edilmiş olan tam bağımsızlığa yönelik kazanımların yitirilmemesi için yapılmış bir mücadeledir. Tabii ki Kurtuluş Savaşı’nın ve Atatürk Devrimlerinin çok daha başarılı olduğu, Cumhuriyetin, II. Meşrutiyet’in birçok hastalık ve çarpıklıklarını taşımadığı muhakkaktır. Fakat bu başarıyı değerlendirebilmek ve anlayabilmek için Cumhuriyetin organik, sosyolojik, ideolojik ve siyasal kökü olan II. Meşrutiyet ile İvT’yi iyi bilmek gerekir.416 Her ne kadar Millî Mücadeleyi tamamıyla bir İttihatçı hareket olarak görmek mümkün değilse ve İttihatçı liderlerin bu harekete el koyma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmışsa da bazı istisnalar dışında Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerini örgütleyenler ile kongreleri ve 415 A.g.e., s. 483. 416 Akşin; Jön Türkler ve İttihat ve Terakkî, s. 308. 149 daha sonra Ankara’daki Meclisi toplayan kadro eski İvT üyelerinden teşekkül etmiştir. Bunun yanında her iki hareket arasında bir ideolojik devamlılık sözkonusudur.417 Millî Mücadelenin başarısından sonra yurda dönen İttihatçılar ise yeniden örgütlenme çabalarına başladılar. 1922 yılında eski Maliye Nazırı Cavid Bey’in evinde toplanan İttihatçılar 9 maddelik bir fırka programı hazırladılar. Daha sonra bazı İttihatçılar, 1924 yılında muhalefeti aynı çatı altında toplamaya gayret eden TpCF’nin faaliyetlerinde önemli roller oynadılar. 1926 yılı Haziran ayında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’i hedef alan bir suikast girşiminin ortaya çıkarıldığının ilan edilmesinin ardından 26 Haziran’da göreve başlayan İzmir İstiklal Muhakemesi’nde, bazıları eski İttihatçı olan 14 kişi idam cezasına çarptırıldı. Diğer İttihatçı liderler ile (o esnada yurt dışında olmaları nedeniyle gıyaplarında) Rauf Bey ve Adnan Bey 1 Ağustos 1926 tarihinden itibaren Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandılar. Dr. Nazım, Cavid, Hilmi ve Nail Beyler 26 Ağustos 1926 tarihinde idam edildiler. Diğer İttihatçılar da değişik cezalara çarptırıldılar. İzmir ve Ankara’daki muhakemeler bir anlamda İttihatçılığın sonu oldu.418 1926 yılında yapılan İttihatçı yargılamaları, suikastteki rollerinden ziyade, 1908 öncesinden 1926 yılına kadar, İvT’nin bütün faaliyetlerinin sorgulanmasına dönüşmüş ve bir siyasî tasfiye ile sonuçlanmıştır.419 İvTF’nin yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî hayatı ve bu yeni yapı içerisinde siyasî teamüllerin oluşumu üzerindeki etkisi tartışılmaz olmakla birlikte bu Cemiyetin / Fırkanın çok uluslu bir devletin şartları içinde doğmuş ve yine böylesine bir çerçevede faaliyette bulunmuş bir örgüt olduğunu da gözardı etmemek, bu alanda aşırı genellemelere gitmemek daha isabetli olur.420 1.3.5. İttihat ve Terakkî’nin Aşkın Siyaset Anlayışı İvT, 19’uncu yüzyıl ıslahat hareketlerinin ve özellikle de Genç Osmanlılar çizgisinde bir 417 Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 483. 418 A.g.e., C. 23, s. 483. 419 A.g.e., s. 483. 420 A.g.e., s. 483. 150 uzantıdan ibarettir. İttihatçılar da Genç Osmanlılar gibi sadece Devletin nasıl kurtarılacağı sorunuyla ilgilenmişlerdir. Temelde Jön Türkler, 1860-1870 yıllarında Genç Osmanlılar’ın getirdikleri çözüm yolundan başka bir yol bulmuş değillerdi. Bu da meşrutî bir Hükümet kurarak padişahın yetkisini kısıtlamak ve azınlıklara kanun önünde eşitlik tanıyarak onların iseklerini yerine getirmekti. 421 H.Cahit Yalçın Talat Paşa isimli kitabında bu konuyu Jön Türkler, İmparartorluğu meydana getiren çeşitli unsurların şikâyetlerinin kötü idare, baskı ve hürriyetsizlikten ileri geldiğini düşünüyorlar, bu hoşnutsuzluk sebepleri, Anayasa ve parlamenter rejimle ortadan kaldırılınca Türk milletinin kurtulacağını sanıyorlardı. Bu, toy ve saf olarak nitelenebilecek bir mantıktı. Hayatlarında bir kez olsun Meclis nasıl toplanır ve neler tartışır görmemişlerdi. Ama Anayasa’ya ve Meclise, bir muskaya inanır gibi inanıyorlardı. şeklinde değerlendiriyordu.422 Toplumsal açıdan bakıldığında, Genç Osmanlılar, padişaha meşrutiyeti kabul ettirdikleri için iktidara geçme imkânına sahip olmuşlardı. Çünkü emir vermek ve devlet idare etmek üzere yetiştirilmiş seçkin bir zümreye mensuptular. Jön Türkler, Genç Osmanlılar ile aynı toplumsal değerleri paylaşmakla birlikte, toplumda aynı yere sahip değildiler. II. Abdülhamit döneminde, padişahın çabaları sonucu, ıslahat hareketinin tabanı çok genişlemişti. Genç Osmanlılar devlet kurumlarının mensupları ve ürünleri olmasına karşılık, Jön Türkler yeni doğmakta olan meslek sınıflarına mensuptular. Bunların çoğu devlet okulunda okumuşlar, ancak, tahsillerini tamamlayamamışlardı. İyi eğitim görmüş olanların da devlet idaresi konusunda tecrübeleri yoktu. Aralarında tek bir tecrübeli devlet adamı dahi yoktu.423 İdareci sınıftan olan Genç Osmanlılar, devleti yönetme hakkı kendilerine verildiği takdirde Devleti kurtarabileceklerine inanmışlardı. Onlardan bir nesil sona gelen Jön Türkler ise kendilerini yönetici olarak yeterli görmüyorlardı. Dolayısıyla hiçbir zaman yüksek 421 Ahmad; a.g.e., s. 37. 422 A.g.e., s. 38. 423 Ahmad; a.g.e., s. 38. 151 makamları ele geçirmeyi düşünmediler.424 Bu çerçevede Keyler de, Jön Türk düşüncesinin ön planında bir iktisadî program değil, devleti kurtarmayı amaçlayan bir siyasî eylemciliğin yer aldığını, Jön Türklerin başlıca kaygısının Osmanlı Devleti’nin malî özerkliğini ve coğrafî bütünlüğünü yeniden kurmak olduğunu, böylece devleti kurtarmak söyleminin, bürokrasinin ayıcalıklı konumunu değiştirmeden geleneksel düzeni korumanın sembolik formülü olduğunu, Jön Türkler tarafından Avrupa’nın etkisinin sadece siyasî düzeyde yorumlandığını ve bu nedenle de Avrupa kamuoyunun, Osmanlı Devleti’ndeki istibdatı ve Padişahın baskılarını denetlemeye hazır olması nedeniyle olumlu bir şekilde değerlendirildiğini, Jön Türklerin teşhis edebildikleri hastalıklara çare olarak sadece idarî reform önerirken hem hastalığın, hem de tedavinin iktisadî yönlerinden habersiz olduklarını ifade etmektedir.425 Ahmad’a göre, İttihatçılar siyasî fikirlerle derinliğine ilgili olmadıklarından, getirdikleri formüllerin çoğu basit ve saf bir nitelikteydi. Dik kafalı, inatçı, kendi yaptıkları dışında yapılagelmişleri önemsemeyen insanlardı. Biçimlenmemiş bir meşrutiyetçilik kavramı dışında gelecekteki eylemlerini tayin edecek ilkelerden yoksundular. Değer ölçüleri; kolektif disiplini bireycilikten üstün gören, siyasetin merkezî ve oligarşik bir denetim altında bulunması gerektiğini savunan küçük ve itibarı kıt bir grubun değer ölçüleriydi. Kendilerini bir buluş sahibi olarak görüyorlar ve daha önceki hareketlere bazı şeyler borçlu olduklarını düşünmüyorlardı. Yegâne emelleri, Jön Türk hareketini, modası geçmiş ve yozlaştırıcı olarak niteledikleri liberalizm mikroplarından temizlemekti.426 Osmanlı’nın son dönem aydınlarından Celal Nuri (İleri) de Atî gazetesinde çıkan 6 Kasım 1918 tarihli yazısında Enver, Cemal ve Talat üçlüsünün işbaşına getirdikleri İvT yönetiminin oligarşik bir cumhuriyet olduğunu ileri sürmekte ve şunları yazmaktaydı: Almanya, (ve) Avusturya-Macaristan’da millet saltanattan şikayet ediyor. Rusya’da da öyle idi. Binaenaleyh o gibi yerlerde yapılacak şey imparatorluğu devirmekti. Bizde acaba öyle midir? Ben vaziyeti makûs (aksi) görüyorum. 10 Temmuz (1908)’dan sonra Saltanat’a 424 A.g.e., s. 38. 425 Keyder; a.g.e., s. 78-79. 426 Ahmad; a.g.e., s. 223. 152 ismen ve şeklen değil, fiilen nihayet (son) verildi. Merkez-i Umumî (Genel Merkez) namıyla oligarşik cumhuriyet vücut buldu.427 İvT diğer partilere karşı sert bir sindirme politikası izliyordu. Özellikle diğer partilerin yayın organları kapatılıyor, diğer partilerin gazetelerini satan çocuklar dövülüyor ve diğer partilerin üyeleri işkenceye bile maruz kalıyorlardı. İvT’nin 1 numaralı kurucusuyken anlaşmazlığa düşüp Demokrat Partiyi kuran İbrahim Temo bile tehdit edilmişti. Gümülcine Milletvekili İsmail Bey tarafından verilen gensoru önergesinin tartışmaları sırasında parti üyelerinden Demokrat Partili Mustafa Bey’e yapılan işkencede kullanılan aletler ve sökülmüş tırnaklar kürsüden gösterilmişti.428 Ahmad, İttihatçıların iktidarı ele geçirdiklerinde, her ne pahasına olursa olsun kaybetmemeye kararlı olduklarını, bunun için de her yola başvurmaya hazır olduklarını, iktidar peşinde koşarken hiçbir şey tanımadıklarını, kendilerine muhalefet edenleri ve başkaldıranları da suçlu olarak gördüklerini, bu gruba girenlerin de bunun cezasını hayatlarıyla ödemeye hazırlıklı olmaları gerektiğini belirtmektedir.429 Zürcher de bu konuda, İttihatçıların da içinde bulundukları Jön Türk hareketiyle ilgili olarak Ahmad’la benzer görüşleri paylaşmaktadır: Jön Türk hareketinin toplumsal temelinden ya da arka planından konuşurken, söz konusu olanın, rekabetçi bir ortamda çalışan açık ve demokratik örgütler olmadığını hatırlamamız gerek... Bu yüzden Jön Türklerin sahip oldukları toplumsal destek konusunda söylenecek çok az şey vardır.430 İvT dönemi siyasî, iktisadî ve soyal açıdan birçok önemli başlangıç ve hareketlere yön vermiş olsa da Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sebep olmak gibi bir vebali üstlenmiş olmaktadır. İvT ile ilgili bir başka gerçeklik de, Türk siyasî tarihine damgasını vuracak olan particiliğin kötü anlamda İvT döneminde yerleşmiş olduğudur. Bizans devri partizanlığının 427 Selami Kılıç; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete’e Türk Devrimi ve Fikrî Temelleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 39. 428 Erhan Afyoncu; “Partileri Eskiden Sopayla Kapatırdık”, Bugün, 16.03.2008. 429 Ahmad; a.g.e., s. 240. 430 Zürcher; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Mirası: Yeni Bir Dönemselleştirme Denemesi”, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 1908-1928, (Çeviren: Ergun Aydınoğlu, 1. Baskı, İstanbul 2005, s. 49. 153 hortlaması olarak kabul edilecek partizanlığın, karşı fikir ve parti anlayışını vatan hainliğiyle eşdeğer tutan bir değerlendirme içinde oluşunu getirdiği sonuç, Balkan Savaşı’nda açıkça ortaya çıkacaktır.431 Meclis-i Mebusan ikinci kez açıldıktan hemen sonra, örgütlerini siyasî bir partiye dönüştüren İvT, diktatoryal eğilimler sergilemeye başlayınca, Fedekaran-ı Millet Fırkası adlı ilk muhalif partinin meydan okumasına maruz kaldı. İvTF’nın tepkisi bir hoşgörüsüzlük örneğiydi. Muhalif fırka, devlete ihanetle suçlanmıştı. Sonraları, sanıklar temize çıkarıldıkları zaman, bunun, suçu muhalefete yüklemek için İvT’nin bir komplosu olduğu açığa çıkmıştı. Bu görüntü diğer muhalefet partilerine karşı da tekrarlanmıştı. İvT sonunda sıkıyönetim ilanıyla ve seçimleri yenilemeyi reddetmekle, kendi diktatörlüğünü kurmuş oldu.432 İvT’nin bir başka yadîgârı ise, II. Meşrutiyet İlanında olduğu gibi, 31 Mart Vakası’nda ve sonrasında da Orduyu hep siyasetin içinde tutarak, Ordunun siyasîleşmesine göz yummasıdır. Hatta Ordunun, İvT lehine siyaset yapmasına çalışmasıdır.433 Son görevi Sadrazamlık olan Mahmut Şevket Paşa, Ordunun siyasete karışmasını zararlı görerek, İvTF’ndan, Ordunun siyasetten ayrılmasını istediğinde, İvTF Cemiyetin yegâne dayanak noktası olan kuvvet ancak Ordudur. diyerek Sadrazamın bu isteğini reddediyordu.434 Mahmut Şevket Paşa Suikastı (11 Haziran 1913), İvT’nin ülkede muhalefeti sindirerek Tek Parti Yönetimi kurmasına yol açtı. Bu durum Mondros Mütarekesi sonrasına kadar devam etti. İvT, bu süre içerisinde, 1914 yılında seçimlerin yapılmasına rağmen, Meclisi devre dışı bırakarak geçici kanunlarla ülkeyi yönetti ve Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na girişi gibi hayatî kararlar aldı.435 II. Abdülhamit’in hal edilmesi sonrasında, Saray, siyasette belirleyici rol oynayan bir kurum olmaktan çıkmış, Bâb-ı Âlî önce dolaylı olarak, sonra da doğrudan İvT hakimiyeti 431 Eriş; a.g.m., s. 601. 432 Mardin; Türk Modernleşmesi, s. 180. 433 Eriş; a.g.m., s. 601. 434 Kocabaş; a.g.e., s. 242-245. 435 Hanioğlu; “İttihat ve Terakkî Cemiyeti”, s. 482. 154 altına girmiştir. İvT’nin kendini vatan kurtarıcı teşkilat olarak görmesi ve muhalefeti vatan hainliğiyle eş tutan bir anlayışa sahip olması II. Meşrutiyet Döneminin iktidar - muhalefet ilişkilerinin sertleşmesine ve iktidar değişimlerinin seçim dışı yöntemlerle gerçekleşmesine sebep olduğu kadar, daha sonra Türk siyasî hayatı üzerinde derin tesir icra edecek bir Tek Parti geleneğinin kurulması sonucunu doğurmuştur.436 İttihatçılar, tarih tarafından haşin bir şekilde yargılanmışlardır. Zor, baskı ve dehşetle kamu hayatının vahşileştirilmesi, Ordunun politikaya sokulmak suretiyle askerîleştirilmiş hükümet ve siyasîleştirilmiş komuta gibi ikiz musibete yol açılması, içeride ve dışarıda doğrudan doğruya devletin yıkılışına yol açan politikalar takip edilmesi gibi pek çok nedenlerden dolayı kınanmışlardır.437 1908’den 1918’e kadar olan olan yılların bilânçosu, ilk bakışta cidden karadır. II. Meşrutiyet Devriminin yüksek ümitleri çabucak suya düşmüş ve meşrutî Hükümetin düzenli ilerlemesi, tertip ve karşı tertip, baskı ve fesat, tiranlık, sindirme ve yenilginin perişan silsilesi içinde sona ermiştir. Bu olumsuzlukların yanısıra, tüm Jön Türk ve hizip ve komitelerinin en büyük endişesi, o zaman kadar açık bir tehlike içinde olan devletin bekasıydı.438 Bu dönemin literatüründe, yabancı öğretiler yine siyasal ve toplumsal eleştirilerin teorik temellerini sağladı. Bu yabancı entelektüel etkilerin kaynağın yine Fransa olmakla birlikte, 18’inci yüzyılın Aydınlanma felsefesi439 yerine, 19’uncu yüzyılın sosyal bilimi Türk reformcu ve devrimcilerinin düşüncesine hâkim oldu. Ortaya çıkan ilk etki Comte’unki idi.440 O’nun pozitivist sosyolojisi Ahmet Rıza’ya İvT’nin ilk yorumlamalarını ilham etti ve Türkiye’de laik radikalizmin daha sonraki gelişmesini derinden etkiledi. Prens Sabahattin 436 A.g.m. s. 484. 437 Kocabaş; a.g.e.; s. 226. 438 A.g.e.; s. 226. 439 Aydınlanma (felsefesi) hakkında ilave-detaylı bilgi için bkz. Murat Tazegül; Modernleşme Sürecinde Türkiye, Birinci Basım, Babil Yayınları, İstanbul 2005, s. 39-40. Levent Köker; Demokrasi Üzerine Yazılar, İmge Kitabevi, İstanbul 1992, s. 156-162. Macit Gökberk; “Aydınlanma Felsefesi, Devrimler ve Atatürk”, Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk, s. 291-296 ve Fehmi Baykan; Aydınlanma Üzerine Bir Derkenar, Kaknüs Yayınları, 1. Basım, İstanbul 2000. 440 Lewis; a.g.e., s. 230-231. 155 de kendi rakip okuluna bir felsefe ararken bunu Le Play’in ve özellikle Demolins’in öğretilerinde buldu. Onların fikirleri Prens Sabahattin’in Şahsî Teşebbüs ve Adem-i Merkeziyet (yerinden yönetim-decentralization) doktrininin temelini attı. Son olarak Ziya Gökalp, ilk işlenmiş teorik formüllendirmesini ve kurduğu fikrî çerçeveyi, sosyolojide, özellikle de Durkheim sosyolojisinde buldu.441 Bu ekollerin ortak bir özelliği, sosyolojiyi bir tür felsefe ve hatta din olarak ele almak ve ahlakî, toplumsal, siyasî ve hatta dinî sorunlar üzerinde sanki vahiy kudretinde bir kaynak olarak sosyolojiyi görmek eğilimleridir.442 441 Lewis; a.g.e., s. 230. Durkheim’ci Pozitivizm hakkında bigi için bkz. Keat; Urry; a.g.e., s. 97-106. A.Comte’un düşünceleri, 19’uncu yüzyılın sonlarında Osmanlı aydınlarının bir çoğunu cezbetmiştir. Sosyolojiyi pozitif ilim gibi vazetmesi ve toplumu aklî yöntemlerle yönlendirilebilir görmesi (toplum mühendisliği anlayışı), Osmanlı modernleşmecilerinin gerek acilcesine, gerekse dinî düşünüş kalıplarından gelen bütüncül ve düzenci ihtiyaçlarına denk düşmüştür. İvT’nin isminin ilham kaynaklarında da, Comte’un ilkeleri görülebilir. Bkz. Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin İthali”, Türkiye’de Modern Siyasî Düşünce, Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi, C. 1, 5. Basım, İstanbul 2003, s. 215. Sosyolojiye bir bilim bir kurtarıcı bir bilim olarak ilgi duyan Osmanlı modernleşmesinin müstesna ilham kaynaklarından Le Play, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da muhafazakâr ideolojiyi canlandırmaya çalışan bir düşünürdür. Aydınlanma karşıtı olup, geleneksel toplumu modernliğin etkisine karşı korunmasına yönelik çözümler aramıştır. Onun, içinde olduğu muhafazakârlığı, bilimsel fikirler aşılayarak modernleştirme yönelimi, faşist ideolojilerin hazırlayıcılarından olmuştur. Bkz. Kaan Durukan; “Prens Sabahattin ve İlm-i İçtima, Türk Liberalizminin Kökenleri”, Türkiye’de Modern Siyasî Düşünce Cumhuriyete Devreden Düşünce Mirası Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi, s. 153. Science Sociale adı verilen sosyoloji kurucusu Le Play (1806-1882) Prens Sabahaddin’i etkileyen düşünürlerden biridir. Toplumlarda kurulu düzenin, barışın ve mutluluğun sağlanması için Tanrı’ya bağlılığın ve aile yapısının korunmasının gerekli olduğunu savunan Le Play, ekonomik dengesizlikleri düzeltmek için işçiler ile işverenlerin kuracağı yeni bir düzende devlet müdahalesine gerek olmadan, işverenlerin çalışanlara daha rahat bir hayat sağlamalarının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Bkz. Hanioğlu; a.g.m., s. 384 442 Osmanlı-Türk aydınının Batı ile temasının yoğunlaştığı 1870’li yıllar sonrasına bakıldığında Batının önemli kentlerine giden seçkinlerin, pozitivist düşünce ve bu düşüncenin ideologlarıyla çok sıkı ilişkiler içinde olduğu görülmüştür. Yeni Osmanlıların bu ilişkileri, pozitivist fikirlerin ülkemize intikalinde önemli bir rol oynamıştır. Yine dönemin önemli devlet adamlarından Mithat Paşa da Fransa’da Comte’un talebeleriyle görüşmüş ve fikirlerinden etkilenmiştir Ortaya koyduğu pozitivist felsefeyi benimsemek açısından Müslümanların Hıristiyanlardan daha müsait olduğuna inanan Comte, Tanzimat’ın mimarlarından Mustafa Reşit Paşa’ya bir mektup göndermiş ve fikirlerinin Osmanlıların kurtuluşu için iyi bir reçete olduğunu belirtmiştir. Jön Türk hareketi içinde yer alan aydınlar arasında pozitivizmden etkilenmeyen kimse yok gibidir. İvTC’nin bir dönem liderliğini yapmış olan Ahmet Rıza, Paris’te kaldığı yıllarda Paris pozitivistlerininin başı olan Pierre Lafitte’den dersler almıştır Pozitivist dergilerde yazı yayımlayacak kadar pozitivizmden etkilenen Ahmet Rıza, Padişaha sunduğu bir layihada bir uzmanlar zümresi olmaksızın hükümet etme ilminin gereklerinin yerine getirilemeyeceğinden bahsetmiştir. Comte’un fikrî öncüsü SaintSimon’un düşüncelerini yansıtan bu görüş, Ahmet Rıza Bey’in düşüncesinin kökenlerine işaret etmesi bakımından dikkate değerdir. Jön Türkler, Paris’te yaptıkları toplantılara pozitivist ideolog Pierre Lafitte’yi davet etmişler, Ahmet Rıza bu toplantıların birinde kendi gayelerinin de pozitivizmin ünlü sloganında vurgulandığı gibi bütün güçleriyle düzen ve ilerlemeyi gerçekleştirmek olduğunu belirtmiştir. Ahmet Rıza ve diğer Jön Türklerin pozitivizme bağlılıkları o noktaya varmıştır ki kurdukları Cemiyetin adını Comte’un ünlü Ordre et Progres (düzen ve ilerleme) sloganından esinlenerek küçük bir değişiklikle İttihat ve Terakkî olarak belirlemişlerdir. Ahmet Rıza tarafından Paris’te bir Jön Türk yayını olarak çıkarılan Meşveret 156 Diğer partilerin sadece siyaset yapması için yönelttiği ısrarlı taleplere karşı İvTC, kendisinin toplumu ileriye götürme misyonunu yüklenmiş kutsal bir teşkilât olduğu cevabını veriyor ve buna itiraz edenleri de Cemiyet üyelerinin sık kullandığı tabirlerden birisiyle, sebükmağzan443 olarak tanımlıyordu. Siyaset, bu kutsal teşkilâtın ulvî amaçlarına ulaşması için yeterli olmayan ama gerekli bir araçtı. Zaten İvT’nin muhalefet gibi bir görevi kabul edilemez bulmasının en önemli nedeni, söz konusu amaçlara ulaşabilme, toplumu aydınlığa çıkartma için siyaseti kendi tekelinde tutmak arzusuydu. Sadece siyaset yapmak ise eğitimsiz halk yığınlarını kandırma amaçlı bir eylemden başka bir şey değildi ve böylesi siyaset zararlı olabilirdi. Bu tür dar anlamda siyasetçilerin ise, meşrutî idarenin getirdiği kazanımlardan rahatsız olan eski rejim taraftarları olmaları ihtimalini de göz ardı etmemek dergisinin başlık yazısında Ordre et Progres yer almış, ayrıca Comte’un icat ettiği pozitivist takvim uygulanmıştır. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısı ve 20’inci yüzyılın ilk çeyreği pozitivizmin pek çok ülkede etkili olduğu yıllardır. Ülkemizde de Beşir Fuad, Ahmet Rıza, Rıza Tevfik, Salih Zeki, Hüseyin Cahit ve Ziya Gökalp gibi önde gelen yazar ve politikacılar pozitivist akımından etkilenmişlerdir. Mardin, Comte’çu epistemolojik yaklaşımların bir tekrarı olan bu görüşlerin bir benzerinin de Ahmet Rıza Bey tarafından ifade edildiğini, Ahmet Rıza Bey’e; göre nasıl ki maddî varlıklar birbirlerine objektif tabiat kanunlarıyla bağlıysa, toplumsal olayların da tıpkı doğada olduğu gibi belirli yasalar çerçevesinde cereyan ettikleri, işte bu nedenle toplumların ilerlemesinin ancak ilerlemenin sırlarına vakıf olan bir seçkin grubunun rehberliğinde gerçekleşeceği ifade edilmektedir. Bkz. Söğütlü, a.g.tez, s. 31-33. Osmanlı aydını, Batıda olduğu gibi burjuva benzeri çevresel güçlerin sözcüsü olarak ortaya çıkmamış, aksine bozulan devlet düzenini yeniden tesis etmek üzere devlet tarafından yetiştirilmiş kişilerden oluşmuştur. N.Mert, Osmanlı aydınının bu niteliğinden dolayı Batı entelektüellerinden farklı olduğunu ve daha ziyade 19’uncu yüzyıl Polonya ve Rus aydınları için kullanılan intelijansiya tabirinin Osmanlı aydını için daha uygun düşeceğini belirtmektedir. M.A.Kılıçbay da Osmanlı aydını ile Batı aydını arasında önemli farklar bulunduğunu, zira Batı aydınının sadece entelektüel kaygılarla fikir üreten ve mevcut ideoloji ve fikirleri eleştiren bir kişi iken Osmanlı aydınının ise daha ziyade aydınlanan değil, aydınlatan kişi olduğunu, bunların Batı kaynaklı her fikri devletin kurtuluşuna çare olacak bir kurtuluş reçetesi olarak gördüğünü ve harekete geçtiğini, bu nedenle Batı aydınının bir öğrenci, Osmanlı aydınının ise bir öğretmen tavrı içinde olduğunu belirtmektedir. Cemil Meriç ise her iki grubun da Batıdan gelen her fikri bir nas olarak kabul ettiğini ve bunun da eleştirel düşünce geleneğine sahip olamamalarından kaynaklandığını belirtmektedir. Bkz. Söğütlü; a.g.tez, s. 31. Nuray Mert; Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış, Bağlam Yayınları, İstanbul 1994, s. 61 ve Mehmet Ali Kılıçbay; “Osmanlı Aydını”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. I, s. 56. 443 Sebükmağzan: Farça sebük ve mağz kelimelerinden oluşan bileşik bir kelime olup, bileşik kelimenin sonuna gelen an takısı da kelimeyi çoğul yapmaktadır. Kelime olarak anlamı hafif beyin(li)ler olup, belli bir grup insan ya da topluluk için akılsız kafalar, aklı kıt insanlar, akılsızlar, beyinsizler, cahiller, eğitimsiz halk kitlesi, güruh ya da ayak takımı anlamında kullanılmaktadır. II. Meşrutiyet yıllarında İvTC/İvTF tarafından muhaliflerine ve yandaşı olmayanlara karşı küçümseyici ve aşağılayıcı anlamda kullanılan bu kavram, 1950 seçimleri öncesinde sade vatandaşa karşı kimi siyasetçiler tarafından kullanılan ayak takımı ve hasso-memo söylemleri, 2007 yılı genel seçimlerinin ardından yine vatandaşa karşı kimi politikacılar ve gazete köşe yazarları tarafından kullanılan seçmenin kullandığı oyun rasyonalitesi (mantığı / akıllıca bir yanı) yok, göbeğini kaşıyan adam ve bidon kafalılar söylemleri aynı politik tavrı anımsattığı gibi, bu ifadelerde kendi düşüncesine mutlaklık izafe eden seçkinci bir tavır ve anlayış da sözkonusudur. Araştırmacının notu. 157 gerekir. Muhalefet partilerinin kendilerinin de meşrutî rejime en az İvT kadar bağlı oldukları iddiası, bu kurumun liderlerince samimi ve inandırıcı bulunmuyordu.444 1908 İhtilâli sonrasında liberal bir parlâmenter düzene geçileceğini uman çevreler büyük hayal kırıklığına uğramışlardı. İvTC içinde 1905 yılından itibaren, Ahmed Rıza Bey gibi pozitivizmi Osmanlı resmî ideolojisi haline getirme hayalleri kuran entelektüeller gitgide arka plânda kalırken, Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Talat, Ömer Naci Beyler gibi komitecilik vasıfları ağır basan liderler ön plâna çıkmışlardı. Bu gibi liderlerin elinde pragmatizmi ilke edinen İvT, temel amacı olan İmparatorluk kurtarıcılığını gerçekleştirmek için değişik siyasetleri uygulamakta bir sakınca görmüyordu.445 31 Vakası’na kadar olan devrede İvT’nin tekelci ve başka hiçbir siyasî teşekkül ve şahıslara hayat hakkı tanımayan tavrı, henüz paylaşımcı bir siyaset geleneğinin oluşmadığı bir iklimde pek de şaşırtıcı görülmemelidir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da ittihad-ı tammeden ve ittihad-ı anasırdan bahseden İvT, artık bu kavramlardan kendisine kayıtsız şartsız itaat ile tüm vatandaşların kendi etrafında uslu ve uysal bir şekilde toplanmasını kasdediyordu. Çünkü artık en büyük ve (II. Abdülhamit’e rağmen) rakipsiz bir iktidar merkeziydi.446 1908 İhtilâli'nin getirdiği bir diğer değişiklik de o zamana kadar yerel hanedanlar, tarikatlar ve bürokratik klikler aracılığıyla yapılan siyasetin partiler tarafından icra edilmeye başlanmasıydı. Bahse konu unsurlar da kısa sürede kendilerini yeni şartlara uydurmuşlar ve siyasete bu yeni kanalla katılmaya başlamışlardı. Ancak burada karşılaşılan temel sorun partilerarası mücadelenin eşit kurumlar arasında yapılmamasıydı. Kendini vatanı felâketten kurtaran bir Cemiyet-i Mukaddese (Kutsal Cemiyet/Topluluk) olarak kabul eden İvT, bu nedenle tüm partilerin üzerinde olduğunu düşünüyordu. Bunun sonucunda ise kendisine muhalefet, vatan hainliği ile eşanlamlı oluyordu.447 444 M.Şükrü Hanioğlu; “Tarihi Gelişimi İçinde Yüksek Siyaset”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, 1. Basım, Bağlam Yayınları, İstanbul 2006, s. 130. 445 Hanioğlu; “Doksan Altı Yıl Sonra 10 Temmuz”, a.g.e., s. 259. 446 Birinci; a.g.m., s. 194. 447 Hanioğlu; a.g.m., s. 260. 158 II. Meşrutiyetin İlanı öncesinde Padişahın istibdatına (!) karşı mücadele ettiklerini ve ülkeye hürriyet getirerek kurtaracaklarını (!) dile getirenler ne hazindir ki iktidara geldiklerinde bu söylemlerine karşı dahi büyük bir çelişkiye düşecek eylem ve söylemlerde bulunmaya başladılar. Ülkede II. Meşrutiyetin ilanı öncesi mutlakiyetten kaynaklanan bir istibdat idaresi varken, II. Meşrutiyet’ten sonra da (özelllikle 1913-1918 döneminde) Tek Parti Diktatoryası vardı. O dönemi yaşayan önemli şahsiyetlerden Rauf Orbay’ın siyasî hatıralarında Bir zamanlar hürriyet uğrunda mücadele edenlerin ilk safında bulunan Talat Bey’in, sadrazam paşa olunca ‘Millet henüz meşrutî idareye hazır değildir. Münevver (aydın) bir istibdat idaresi zaruridir!’ dediğini işitmiştim.448 şeklinde dile getirilen hususlar istibdatın devam ettiğini teyit edici mahiyettedir. Tunaya, II. Meşrutiyet’in hürriyeti boğan bir hürriyet olayına sahne olduğunu, eski hürriyet savaşçılarının yeni istibdatçılar haline geldiği, İvT’nin yasama ve yürütümeyi kendi kontroluna alınca kamu hürriyetlerinin de iktidar partisinin dilediği gibi kısıtlayacağı bir alan içine girdiğini, adı geçen partinin hâkim parti olarak giderek parlamentarizmi ortadan kaldırdığını ve fiilî bir Tek Parti Diktatörlüğü doğurduğunu dile getirmektedir.449 İvT’nin muhaliflere hayat hakkı tanımayan tekelci tavrı, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Meşrutiyet Hatıraları ismli makalesinde şu şekilde ifade edilmektedir: Memlekette bir teşkilat ve idare kabiliyeti, bir samimiyet ve vatan muhabbeti varsa bu yalnız İttihat ve Terakkî’de toplanmıştı. Onun haricindeki kuvvetler, sırf kendi şahsî ve millî menfaatleri namına Türk vatanını yıkmak için çalışan menfî, zararlı ve hain unsurlardan yahut hakikati bilmeyecek kadar düşüncesizlerden ibaretti.450 448 Orbay; a.g.e., s. 232. Anayasa Hukuku profesörü olan Ali Fuat Başgil de 1948 yılında Vatan gazetesinde yazdığı bir makalede Başıma inen haksız bir yumruğun sahibi kim olursa olsun, bunun bence önemi yoktur. Haksız yumruk ister bir hâkimiyet hakkına dayanan bir hükümdar yumruğu, ister arkasını milletin manevî şahsına dayamak suretiyle hükmeden bir şahıs veya zümre yumruğu olsun, bu aynıdır. Mutlakiyet, egemenliğin şahsî veya kolektif olmasından değil, kuvvet dengesizliğinden, hak ve hürriyetin teminatsızlığından doğar... şeklindeki ifadeleriyle meşrutî bir idarenin, hak ve özgürlükler için bir yeter şart değil, bir ön şart olduğuna ve meşrutî görünümlü sistemlerde de istibdat olabileceğine dikkat çeker. Bkz. Taha Akyol; “Prof. Başgil'e Saygı”, Milliyet, 02.04.1998 ve Taha Akyol; “Ali Fuat Başgil’e Saygı”, Bilim ve Yanılgı, s. 120. 449 Tunaya; a.g.e., s. 136. 450 Birinci; a.g.m., s. 194. 159 Kongar, İvTF’nin önderliği altında süren, Devletçi-Seçkinci dönemin, başarısız milliyetçilik ve bölük pörçük Batılılaşma çabalarıyla belirlendiğini, üstelik Batının siyasal ve ekonomik denetiminin de aynen sürdüğünü, bu dönemin sadece, erken Cumhuriyet Dönemi seçkinleri için, Cumhuriyet idaresinin kuruluşu konusunda bir deneme birikimi olarak anlam kazandığını belirtmektedir.451 İvTF çizgisinde birleşmiş Jön Türk yazar ve siyasetçilerinin ana gövdesi, Aydınlanma ve Fransız İhtilali geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan insanlardan oluşuyordu. Dünya görüşlerini, pozitivizmin Büchnerci bir maddecilikle karışık popüler bir biçiminden devşirmişlerdi. Elbette, pozitivizmin, Fransız Devriminin mirasıyla olan ilişkisi muğlâk olup, bu ilişki devrimci dönemin kargaşasına ve aşırılıklarına karşı bir tepki olarak görülebilir. Entelektüel mahiyetteki bu tepki de, entelektüel bir elit ve bir fikir aristokrasisi tarafından otoriteryen bir idareyi öngörür. İttihatçılar (ve erken Cumhuriyet Dönemi seçkinleri de) açıkça bu otoriteryen ve elitist bakışı paylaşırlar. En büyük ilham kaynakları (Fransız sağındaki (özellikle subaylar arasındaki) popülerliği kitlelere duyulan derine işlemiş bir korkuya bağlı olan) kitle psikolojisinin kurucusu Gustave Le Bon’du (Le Bon, Fransa’da Action Française/Fransız Devrimcileri ve İtalya’da da faşistler için büyük bir ilham kaynağıydı.) Ama İttihatçılar’ın (ve erken Cumhuriyet Dönemi seçkinlerinin) çoğu, her ne kadar, popüler demokrasiyi, sanayileşen bir toplumda demode bulan 19’uncu yüzyılın son dönemindeki düşünürlerinden ilham almışlarsa da; aynı zamanda, onlarınki radikal değişiklik içeren, rasyonalizme dayalı evrensel gerçeklerce rehberlik edilen toplumsal ve siyasal bir projeydi. Ne de olsa, pozitivizmin özü, bilim yasalarına benzer evrensel yasaların toplumların evrimini belirlediği varsayımındadır. Bu anlamda, hem genel olarak pozitivistler, hem de özel olarak İttihatçılar (ve erken Cumhuriyet Dönemi seçkinleri), Aydınlanmanın ve Fransız İhtilalinin varisleridir.452 451 452 Kongar; a.g.e., s. 140. Erik Jan Zürcher; “Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası ve Siyasal Muhafazakârlık”, (Çeviren: Özgür Gökmen), Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 5 (Muhafazakârlık), İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 41. Seçkinci düşüncenin önemli şahsiyetlerinden Gustave Le Bon hakkında detaylı bilgi için bkz. Edward Mc Nall Burns; Çağdaş Siyasal Düşünürler, (Çeviren: Alaaddin Şenel), 1. Baskı, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara 1984, s. 274-277. 160 İvT, kendine muhalefet gibi bir rolü asla uygun görmediği gibi iktidarı tekelinde tutmak için her çareye başvurmaktan çekinmiyordu. Muhalefetin de iktidarı ancak eylemle ele geçirmenin mümkün olduğuna kanaat getirmesi nedeniyle bu alandaki değişimler seçimler yoluyla gerçekleşmiyordu. Bu baskıcı iktidar-komplocu muhalefet ilişkisinin günümüze değin etkileri olduğu da şüphesizdir.453 İvT’nin entelektüelizmden daha basit ve daha milliyetçi bir çizgiye kayması ve muhafazakâr eylemciliği ilke edinmesi, bu örgütün, genç subaylar arasında önemli bir taraftar kitlesi bulmasına yol açmıştı. İhtilâl’in vurucu gücü bu subaylar olduğu gibi, bu kitle Ordudaki hiyerarşiyi tedricen darmadağın ederek kontrolü altına almıştı. 1913 yılında tamamlanan bu süreç sonrasında Ordu, Colmar von der Goltz'un 454 Das Volk in Waffen (Millet-i Müsellâha ya da bugünkü adıyla Ordu Millet veya Askerî Toplum) kuramı çerçevesinde bir Osmanlı millet-i müsellahası yaratmak amacıyla siyasetin önemli aktörlerinden birisi haline gelmişti. Bu ise bir anlamda, 1826'da siyaset dışı bırakıldığı düşünülen bir kurumun yeniden ve değişik bir şekilde siyasete ağırlığını koyması demekti. Bunun da modern Türk siyasetindeki dengelere kadar uzanan etkileri olduğu şüphesizdir.455 453 Hanioğlu; a.g.m., s. 260. 454 1881’de Fransa’nın Tunus’u, İngiltere’nin de Mısır’ı işgali, Sultan’ı bu iki devletten iyice soğutuyor, Alman nüfuzunun Osmanlı Devleti’ne girmesine kapı açıyordu. 1882’de Albay Kaehler, Yzb. Komphövener, Yzb. von Höve ve Yzb. Ristow’dan oluşan bir Alman Askerî Heyeti, Türkiye’ye gelir. 1884 yılında da askerî eğitim ve öğretim sisteminin ıslahı için yapılan talep üzerine 1883 yılında Bnb. Colmar Von der Goltz Türkiye’ye görevlendirildi. Colmar von der Goltz’un Türkiye’deki görevi süresince yaptığı faaliyetlerden ve giriştiği ilişkilerden Almanya hesabına dört görevi üstlendiği görülmektedir: Genç subaylara Alman hayranlığı aşılamak, Osmanlıların Alman silahlarını satın almalarını sağlamak, Sultan ve İdareyi Almanya’nın safında tutmak ve İstihbarat. Goltz’un asıl görevi Harp Okullarını bir düzene sokmak olmuştur. Okullarla ilgili görev, Almanya’ya bulunmaz bir fırsat veriyordu. Gelecek için hesaplar yapan Goltz, Türkiye’de Almanya’nın etkinliğini sağlayacak ve Alman Doğu Politikası’nın işine yarayacak genç subaylarla sıkı ilişkiler içerisinde bulunarak onların saygısını kazanmaya çalışıyordu. Goltz özellikle genç subay gruplarıyla sıkı ilişki kurmanın gerekliliğini anlamıştı. Bkz. Kocabaş, Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 53-55. Alman askerî heyeti, Sultan’ın Almanya saflarından uzaklaşmaması için Orduyu bir baskı unsuru olarak da kullanmayı amaç edinmişti. Bkz. Kocabaş, Tarihte Türkler ve Almanlar, s. 57 ve İlber Ortaylı; Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1983, s. 78-79. 455 Hanioğlu; a.g.m. , s. 260-261. 161 İKİNCİ BÖLÜM MİLLÎ MÜCADELEDE BİRİNCİ MECLİS DÖNEMİ 2.1. MONDROS’TAN MÜTAREKESİ’NDEN HEYET-İ TEMSİLİYE’YE GİDEN YOL 1917 yılı başında Sait Halim Paşa’nın456 Sadrazamlıkan çekilmesinden beri o mevkide bulunan Talat Paşa’nın 4 Ekim 1918 tarihinde istifa etmesi457 üzerine yeni Hükümeti kurmakla görevlendirilen ve İttihatçıların dışında bir kabine kurmak isteyen Ahmet Tevfik (Okday) Paşa458 bu çabalarından sonuç alamıyordu.459 Kabinenin kurulması için yaşanan güçlükleri gören ve o sırada Güney Cephesinde bulunan Mustafa Kemal Paşa 14 Ekim 1918 tarihinde Padişah Başyaveri Naci Bey’e gayet mahremdir (çok gizli) gizlilik dereceli bir telgraf göndererek Osmanlı Ordularının savaş gücünü kaybettiğini, düşman baskısının artmış olması nedeniyle bir an önce barışa gidilmesi gerektiğini, aksi halde yurdun 456 Sait Halim Paşa (1863-19219, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunudur. Kahire’de doğdu ve Avrupa’da eğitim gördü. 1888’de Şura-yı Devlet üyeliğine, 1912’de Şura-yı Devlet Reisliğine, 1913‘te Hariciye Nazırlığına atandı. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesini takiben sadrazamlığa getirildi. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşı çıktıysa da 1917’ye kadar sadrazamlık görevini sürdürdü. 1917 yılında istifa ederek görevi Talat Paşa’ya devretti ve Ayan üyesi oldu. 1919 yılında İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Serbest kalınca gitmiş olduğu Roma’da 1921 yılında bir Ermeni tarafından öldürüldü. Bkz. Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 507-508. 457 Talat Paşa Hükümetinin istifası konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Yılmaz Çetiner; Son Padişah Vahidettin, 14. Baskı, Epsilon Yayınları, İstanbul 2005, s. 29-30. 458 Kırım hanedanı soyundan gelen Ahmet Tevfik (Okday) Paşa (1845-1936), 1895-1909 arası Hariciye Nazırlığı yaptı. 1909’da bir ay, 1918-1922 arasında dört kez sadrazamlık yaptı. Osmanlı Devleti’nin son sadrazamı ve Sultan Vahidettin’in de dünürüydü. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 485 ve Akşin; Jön Türkler, s. 308. Ahmet Tevfik Paşa’nın hayatı için bkz. Şefik Okday; Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa, Ata Ofset, İstanbul 1986. Ahmet Tevfik (Okday) Paşa’nın ilk kabinesi hakkında detaylı bilgi için bkz. Sina Akşin; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, Cem Yayınevi, İstanbul 1983, s. 78-145. 459 Sina Akşin; “Siyasal Tarih 1908-1923”, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye, Cem Yayınevi, 7. Basım, İstanbul 2002, s. 66. Selahattin Tansel; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C. I, Millî Eğitim Bsmv., Ankara 1990, s. 13-15 ve Feridun Ergin; K.Atatürk, Duran Ofset Matbaacılık, İstanbul 1978, s. 76. 162 baştanbaşa kaybedilmesi ihtimalinin bulunduğunu belirtti ve Sadaretin de Müşir Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa’ya460 verilerek, yeni Kabineye kendisi ile birlikte Fethi461, Tahsin, Rauf (Orbay)462, Azmi ve İsmail Canbolat Beylerin girmesini istedi ve bu isteklerin Padişaha duyurulmasını istedi. Naci Bey de Mustafa Kemal Paşa’nın bu isteklerini Padişaha iletir.463 Ahmet Tevfik Paşa’nın kabineyi kurmakta başarılı olamaması üzerine, Ayan Meclisi (Senato) üyelerinden Erkan-ı Harbiye Ummiye eski Başkanı (eski Gnkur. Bşk.) Müşir Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa, Padişah tarafından Hükümeti kurmakla görevlendirildi.464 460 Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa (1864-1937). Arnavut kökenli Osmanlı subayı ve devlet adamıdır. Goltz Paşa ile birlikte çalıştıktan ve Almanya’da eğitim aldıktan sonra 1897’de Yunan Savaşı’na katıldı ve daha sonra Suriye ile Yemen’de görev yaptığı sırada Balkan Savaşı çıktı. İstanbul’a dönünce Gnkur.Bşk.lığına, Başkumandan Vekilliğine ve Harbiye Nazırlığına atandı. Sonuncu görevini 1914 yılında Enver Paşa’ya devretti. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşı çıktı ve 1916 yılında Doğu Cephesi’ndeki II. Ordu Komutanlığına getirilinceye dek savaş alanında sorumluluk almadı. Mütareke’nin imzalanmasından (Talat Paşa’dan) sonra 25 gün süreyle sadrazamlık yaptı. Tevfik Paşa’nın Kabinesinde de Dahilie Nazırlığına getirildi. Mustafa Kemal’le pazarlık etmesi için İstanbul’dan Eskişehir’e gönderildiğinde zorla Ankara’ya götürüldü. Hürriyetine kavuşmak için görevinden istifa etti. Ama kısa bir süre sonra yine Tevfik Paşa Hükümetinde Hariciye Nazırı olarak görev yapmayı kabul etti. Bir yurtsever olmasına rağmen Anadolu hareketine katılmadı. İstiklal Savaşı’nın bitiminde devlet görevinden emekliye ayrıldı. Bkz. Mango; a.g.e., s. 616 ve Zürcher; s. 497. Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa hakkında ilave bilgi için bkz. Tekdaş; a.g.e., s. 716-717 ve Orhan Bayrak; Büyük Nutuk’ta Kim Kimdir, 1 Basım, Milenyum Yayınları, İstanbul 2004, s. 32-33. 461 Fethi Okyar (1880-1943)’ın biyografisi için bkz. Mete Tunçay; Tek Parti Yönetiminin Kurulması (19231931), Yurt Yayınları, Ankara 1981, s. 250-251 ve Mango; a.g.e., s. 623. 462 Hüseyin Rauf Bey (1881-1964). Bir Osmanlı amiralinin oğludur. 1913 yılında Balkan Savaşı’nda Hamidiye Kruvazörü komutanı olarak ülke çapında ün kazanan bir deniz subayı oldu. I. Dünya Savaşı’nda Donanma’da ve İran’da bir Osmanlı ajanı olaak görev yaptı. Rusya ile yapılan Brest-Litovsk Görüşmeleri’nde Osmanlı delegasyonunda yer aldı. Mondros Mütarekesi’nde Osmanlı delegasyonunun başkanlığını yaptı. Mayıs 1919’da millî direnişi örgülemek üzere Anadolu’ya geçti. Son Osmanlı Mebusan Meclisinde millî direniş yanlısı grubun başkanlığını yaptı. İstanbul’un işgalini takiben İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. 1992’de sürgünden söndükten sonra BMM Hükümetinde Vekillik ve Heyet-i Vekile Reisliği yaptı. 1923’te Halk Fırkası içinde Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’ya karşı muhalefeti yönetti. 1924’te TpCF’yi kurdu. 1926 İzmir Suikastı’nın arkasındaki beyin olmakla suçlandı ve gıyabında 10 yıl siyasî sürgün cezasına mahkûm oldu. 1936’ya kadar yurt dışında yaşadı. 1942-1944 yılları arasında Londra Büyükelçiliği yaptı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 495-496. Rauf Orbay’ın hayatı ve siyasî hatıraları konusunda bilgi için bkz. Rauf Orbay; Siyasî Hatıralar, 2.Baskı, Örgün Yayınevi İstanbul 2005, s. 601-626, Mustafa Alkan; “Hüseyin Rauf Orbay ve Siyasî Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Atatürk Araştırma Merkezi Bsmv., Temmuz 2004, Ankara 2004, s. 59 ve Bayrak; a.g.e., s. 205. 463 Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lord Kinross; Atatürk Bir Milletin Doğuşu, 13. Basım, Akdeniz Yayıncılık, s. 159-160. Bahse konu telgraf metni için bkz. Orbay; a.g.e., s. 108-109, Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lord Kinross; Atatürk Bir Milletin Doğuşu, 13. Basım, Akdeniz Yayıncılık, s. 159-160. 464 Sina Akşin; “Siyasal Tarih 1908-1923”, s. 66. Tansel; a.g.e., C. I, s. 15 ve Lewis; a.g.e., s. 239. 163 Padişah, bahse konu telgrafı Ahmet İzzet Paşa’ya göstermesine, Enver Paşa’nın Orduyu Mustafa Kemal Paşa’dan başkası idare edemez. demesine ve Mustafa Kemal Paşa’nın da Harbiye Nazırı olarak kabineye girme konusunda Ahmet İzzet Paşa’ya başvurmasına rağmen, Ahmet İzzet Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına tayin edileceği gerekçesiyle Mustafa Kemal Paşa’nın bu dileğini yerine getirmemişti.465 Ahmet İzzet Paşa 14 Ekim 1918 tarihinde yeni Kabinesini açıkladı. Yeni Kabinede Ahmet İzzet Paşa hem Sadrazam, hem de Harbiye Nazırı olarak görev yapacaktı. Kabinenin kurulduğunu öğrenen Mustafa Kemal Paşa büyük üzüntü duydu. Rakibi Enver Paşa artık safdışı kaldığına göre kendisini Harbiye Nazırlığı için en doğal aday olarak görüyordu. Böyle düşünmesinin bir nedeni de, Alman Cephelerini gezmek üzere Almanlar tarafından davet edilen Vahidettin’e Almanya gezisi esnasında yaver olarak refakat etmiş olmasıydı.466 19 Ekim günü de Mebusan Meclisinde yeni Hükümetin programı okundu ve bunu takiben de Ahmet İzzet Paşa bir açıklama yaptı. Gerek Hükümet programından, gerekse bu açıklamadan, Osmanlı Ordularının ve Müttefiklerinin cephelerdeki güç durumları nedeniyle savaşı sona erdirecek bir mütarekenin imzalanmasının her işten daha öne alındığı anlaşıldı.467 Padişah Vahidettin ile Kabine arasında ilk anlaşmazlık mütareke için seçilecek delege konusunda çıktı. Taht güvenliğini ön planda tutan padiah Vahidettin, daha önce dul kalan kızkardeşi Mediha Sultan’la evli olmaktan başka hiçbir özelliği olmayan, silik ve 465 Akşin; a.g.m., s. 66. Tansel; a.g.e., s. 15 ve Ergin; a.g.e., s. 76 ve Kinross; a.g.e., s. 160. İlave bilgi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 200. Padişah ve Sardrazam, dağılan Orduyu toparlayabilecek inisiyatif sahibi bir generalin Anadolu’da bulundurulmasına ihtiyaç duyuyorlardı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Kabineye girmesi, İttihatçıları kızdırabilirdi. Bkz. Ergin, a.g.e., s. 76. 30 Ekim 1918 tarihinde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, General Liman von Sanders’e telgraf çekerek, Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığının komutasını Mustafa Kemal Paşa’ya devrederek İstanbul’a dönmesini ister. Ertesi gün, Mustafa Kemal Paşa, Adana’da General Liman von Sanders’ten görevi teslim alırken, Alman General, Mustafa Kemal Paşa’yla ilgili övgü dolu konuşmasını yenildik diye bitirir Mustafa Kemal Paşa da Savaş Mütefiklerimiz için bitmiş olabilir. Ama bizi ilgilendiren savaş, İstiklal Savaşımız, ancak şimdi başlıyor şeklinde Alman generale mukabelede bulunur. Bkz. Uluğ İğdemir; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1919-1918, 2. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 1. Kinross; a.g.e., s. 164 ve Çetiner; a.g.e., s. 35. 466 Akşin; a.g.m., s. 66 ve Ergin, a.g.m., s. 76.Yeni Kabinenin üyeleri için bkz. Tansel; a.g.e., C. I, s. 16. 467 Tansel; a.g.e., s. 16. 164 mecnunvarî, İngiliz yanlısı, HvİF yanlısı, Damat Ferit Paşa’nın, mütareke için görevlendirilecek heyete başkanlık yapmak üzere görevlendirilmesini Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya teklif ettiyse de bu teklif Kabine tarafından kesinlikle kabul edilmedi. Sonuçta, Hükümet tarafından Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığında bir heyetin Mondros’a gönderilmesi kararlaştırıldı.468 Kût-ül Emare’de esir edildikten sonra İstanbul’da ikameti sağlanan İngiliz Generali Charles Townshend’in arabuluculuğuyla İtilaf Devletleri ile mütareke imkânı sağlandı.469 Neticede 30 Ekim 1918 tarihinde, İtilaf Devletleri adına İngilizlerin Akdeniz Donanmasının Komutanı Amiral Arthur Gaugh Calthorpe ile Bahriye Nazırı Miralay Hüseyin Rauf Bey başkanlığındaki Osmanlı heyeti arasında Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda Agamemnon Zırhlısı’nda imzalanan Mütareke Osmanlı Devleti’nin tam anlamıyla teslim olmasıydı.470 Alman yazar Fritz Rössler’e göre, bu Mütareke’yle Osmanlı Devleti’nin 468 Ergin, a.g.e., s. 76-77. Kinross; a.g.e., s. 161 ve Hülya Özkan; İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele Karşıtı Faaliyetleri (4 Mart 1919-16 Ekim 1920), Gnkur.Bsmv., Ankara 1994, s. 6. Mondros Mütaresi için görevlendirilen heyet başkanının seçimi ve Mütareke’ye giden Türk delegasyonuna verilen sekiz maddelik talimat konusunda bilgi için bkz.Tansel; a.g.e., C. I, s. 20-22. Osmanlı Heyeti: Rauf Bey, Reşad Hikmet, Yarbay Sadullah ve Sekreter Ali Fuad (Türkgeldi)’dan oluşuyordu. Heyetin seçimi tartışmaları için Bkz., Ali Fuad Türkgeldi; Görüp İşittiklerim, TTK Bsmv., Ankara 1951, s. 151. Türk İstiklâl Harbi. C. l. Gnkur. Harp Tarihi Yayını. s. 31-32. 469 470 Tansel; a.g.e., s. 17-18 ve Özkan; a.g.e., s. 5. Zürcher; a.g.e., s. 194. Kinross; a.g.e., 163. İğdemir; a.g.e., s. 1. Lewis; a.g.e., s. 239. Çetiner; a.g.e., s. 36-38 ve Gotthard Jaeschke; Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi (30 Ekim 1918-11 Ekim 1922), TTK Bsmv., Ankara 1970, s. 1. Mütareke’ye esas olan metin her ne kadar Mondros’taki Osmanlı delegasyonu (Hüseyin Rauf, Reşat Hikmet ve Sadullah Beyler) tarafından da ağır bulunmuşsa da müzakereler sonucunda Amiral Caltrophe Mütareke şartlarının kabul edilmemesi durumunda İstanbul’a zorla gireceğini belirtmiştir. Rauf Bey, Caltrophe’un tehdidi üzerine, müzakereleri keserek İstanbul’a dönmek ya da Mütareke’yi imzalamak şıklarından birinin tercihi konusunda Hükümet ile temas kurmuş, Ahmet İzzet Paşa Kabinesi de ittifakla Mütarekename şartlarını kabul ederek imzalanması konusunda da Rauf Bey’i yetkili kılmıştır Padişah Vahidettin’in ise herhangi bir şekilde bu Mütarekename ile bir ilgisi olmamıştır. Bkz. Orbay; a.g.e., s. 604. Mütareke’nin imzalanmasını takiben İstanbul’a dönen Rauf (Orbay) Bey Devletin ve milletin bağımsızlığı, Saltanatın hukuku ve milletin onuru tamamen kurtarılmıştır. Yaptığımız Mütareke, ümit ettiğimizin çok üzerindeydi. şeklinde beyanda bulunmuştur. Rauf Bey, 2 Kasım 1918 tarihli Tasvir-i Efkâr ve Yenigün gibi gazetelerden anlaşılacağı üzere, basına Mondros’u bir zafer olarak sunmuştur. İmzaladığımız mütareke sonunda devletimizin bağımsızlığı, Saltanatın hakları tamamen kurtarılmıştır. Bu mütareke yenen ile yenilen arasında imzalanmış olan bir mütareke değil, belki savaş durumundan çıkmak isteyen iki devlet arasında imzalanabilecek, çatışmalara son veren bir belge niteliğindedir. Bkz. Doğan Avcıoğlu; Millî Kurtuluş Tarihi, C. I, Tekin Yayınevi, İstanbul 1998, s. 14-16. Mondros Mütarekesi ve maddeleri hakkında bkz. Yusuf Hikmet Bayur; Türkiye Devletinin Dış Siyasası, 2. Baskı, TTK Yayınları, Ankara 1993, s. 23-24. İsmail Soysal; Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. 1, TTK Yayınları, Ankara 1989, s. 12-14. Öncesiyle ve 165 yıkılışı imzalanmış oluyordu. Mustafa Kemal Paşa, Mütareke şartlarını öğrenince, Osmanlı Devleti’nin sadece kayıtsız şartsız kendini düşmana teslim etmekle kalmadığını, hatta memleketin istilasında düşmana yardım ettiğini ileri sürdü.471 Nitekim Mütareke’yi takiben yaşanan talihsiz gelişmeler de Mustafa Kemal Paşa’yı haklı çıkaracaktır. Mütareke’nin imzalanmasını takiben 2/3 Kasım 1914 gecesi İvT’nin ileri gelenleri olan sabık Sadrazam Talat Paşa, Sabık Başkumandan Vekili Enver Paşa ve Sabık Bahriye Nazırı Cemal Paşa ile Dr. Nazım ve Dr.Bahaeddin Şakir’in Almanların Lorely adlı elçilik vapuruyla Odesa (Rusya)’ya kaçmalarına göz yumduğu ileri sürülen Ahmet İzzet Paşa Hükümetine gerek muhalefet, gerekse de Padişah sert tepki göstermişti.472 Meclisteki İvT mebusları da kaçan liderlerinin aleyhlerine dönmüşler ve sorumluların adalate hesap vermesini istiyorlardı. Fethi (Okyar) Bey473, Mehmet Cavit Bey474 ve Şeyhülislam bu Sonrasıyla 100 Soruda Mondros Mütarekesi ve Sevr Anlaşması, Gnkur.Bşk.lığı Yayını, Ankara 2001, İbrahim Sadi Öztürk; Mondros, Sevr, Lozan Antlaşmaları, Ankara Ticaret Odası Yayını, Ankara 2004, s. 1113. Yusuf Hikmet Bayur; Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I, Gün Ofset Ltd.Şti, Ankara 1997, s. 173-178. Şerafettin Yamaner; Sevr ve Lozan, Harp Akademileri Bsmv., İsanbul 1999 ve Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 11. Mütareke’nin imzalandığı geminin isminin Agamemnon olması çok dikkat çekicidir. Bu zırhlı daha önce 18 Mart 1918 tarihinde İngiliz-Fransız Müttefik Donanmasının Çanakkale Boğazı’na yaptığı deniz saldırısında en öndeki gemiydi. Agamemnon, Yunan mitolojisinde Sparta Kralı Menelaos’un büyük kardeşi olup, kralın, konuk prens olarak sarayına kabul ettiği Truva’Iı bir erkek olan Paris’le kaçan karısının ihanetini ağabeyi Agamemnon’a anlatması üzerine, Agamemnon’un kumandasındaki ordu iki yıl içinde hazırlığını bitirir ve Truva’ya saldırır. Araştırmacının notu. 471 Ergin, a.g.e., s. 77 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 31. Mondros Mütarekesi’nin ardından Mustafa Kemal Paşa’nın Mütareke hakkındaki düşünceleri konusunda ilave bilgi için bkz. Bayur, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I, s. 178-179. Mustafa Kemal Paşa’nın, İstanbul’da tutacağı yolun ana çizgilerini, Adana’dan ayrılacağı sırada silah arkadaşı Ali Fuat Paşa ile yaptığı bir konuşmada açıkça belirtir: İngilizlerin Mütareke hükümleri dışına çıkarak durmadan yeni istekler ileri sürmeleri ve işgallerde bulunmaları üzerinde duran Mustafa Kemal Paşa, Ali Fuat Paşa’ya ‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar bu yolu göstermemiz ve bütün Ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır.! dedi. Bkz. Bayur, a.g.e., s. 229. 472 Tansel; a.g.e., C. I, s. 41. Orbay; a.g.e., s. 212-224 ve Lewis; a.g.e., s. 239-240. Enver, Cemal ve Talat Paşa’ların yurtdışına kaçışı konusunda ilave bilgi için bkz. Çetiner; a.g.e., s. 38-41. Fethi Okyar; Üç Devir’de Bir Adam, (Yayına Hazırlayan: Cemal Kutay), Tercüman Tarih Yayınları, İstanbul 1980, s. 250-251. Samih Nafiz Tansu; İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Tan Matbaası, İstanbul 1960, s. 386-388 ve - , Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, 2. Baskı, Anadolu Ajansı Yayınları, Ankara 2004, s. 2. Talat, Enver ve Cemal Paşaların biyografileri için bkz. Ziya Şakir; Yakın Tarihin Üç Büyük Adamı, Muallim Fuat Gücener Yayınları, İstanbul 1944. Cemal Paşa’nın hatıraları için bkz. Cemal Paşa, Hatıralar: İttihat ve Terakkî I. Dünya Savaşı Anıları, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2006. 473 Ali Fethi (Okyar) Bey (1880-1943) 1907 yılında İvT’ye katıldı, 1911 yılında parti genel sekreteri oldu. Enver Paşa’yla anlaşmazlığa düştükten sonra milletvekilliği, Sofya Büyükelçiliği ve Nazırlık (1917) yaptı. 1918 yılında Hürriyetperver Avam Fırkasını kurdu. Mütareke sonrasında İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. 1922 yılında ülkeye döndükten sonra Anadolu hareketine katıldı. Milletvekilliği görevine ek olarak 166 hücumların boy hedefiydi. Padişah, Mondros’a delege seçilirken iradesine karşı gelenleri affetmemişti. Önce istemediği kişilerin Kabineden çıkarılmasını talep etti. Birkaç gün sonra da Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’yı görevden çekilmeye davet etti.475 Müttefikler, sözde Rusya’daki Bolşevik tehlikesine karşı koymak, gerçekte ise Osmanlı Devleti’nin parçalanması konusunda daha önce kendi aralarında yapılmış olan gizli anlaşmayı uygulamak maksadıyla 13 Kasım 1918 tarihinde, Yunan Averof zırhlısı dâhil 55 adet kadar büyük savaş gemisinden oluşan bir donanmayla İstanbul’a gelerek Dolmabahçe önüne demir attılar ve aynı gün karaya asker çıkarmaya başladılar. Böylece İstanbul’da işgal ya da Mütareke Dönemi denen dört yıllık acı günler başladı.476 Dâhiliye Vekilliği ve ilki 1923’te, ikincisi de 1924-1925’te olmak üzere iki kez başbakanlık yaptı. Daha sonra Atatürk’ün isteği üzerine SCF’yi kurduğu üç aylık dönem dışında sürekli büyükelçilik görevlerinde bulundu. Mustafa Kemal Atatürk’ün eski ve yakın arkadaşlarındandır. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 485. Fethi Okyar’ın biyografisi için bkz. Hamit Bozarslan; “Ali Fethi Okyar”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 (Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 108-115 ve Mango; a.g.e., 623. 474 Mehmet Cavit Bey (1875-1926) Selanikli bir dönmenin oğludur. 1896’da Mülkiye’yi bitirdi. Daha sonra İvT ile birleşen Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin ilk üyelerindendir. II. Meşrutiyet’i takiben Selanik’ten mebus seçildi. Birçok kez Maliye Nazırlığı (Bakanlığı) ve bir kez de Nafia (Bayındırlık) Nazırlığı yaptı. 1919’da ülke dışına çıktı. Kurtuluş Savaşı’nı takiben İvT’yi canlandırmak için girişimlerde bulundu. İzmir Suikasti Davası’nda suçlu görülerek 1926 yılında idam edildi. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 501. Mehmet Cavit Bey’in biyografisi için bkz. F.Hasan Arol ; “Mehmet Cavit Bey”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 (Liberalizm), s. 48-65 ve Mango; a.g.e., s. 619. 475 Ergin, a.g.e., s. 78. 10/11 Kasım 1918 tarihinde, Ahmet İzzet Paşa’nın gönderdiği telgrafa istinaden, Mustafa Kemal Paşa görevini II. Ordu Komutanı Nihat Paşa’ya devrederek Adana’dan trenle İstanbul’a hareket eder. Bkz. İğdemir; a.g.e., s. 6-7. Yıldırım Orduları Grubu ile 7. Ordu Karargahının kaldırılarak 7. Ordu Kumandanı Musafa Kemal Paşa’nın Harbiye Nezareti emrine verildiğine dair Sadrazam ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın tekliflerini onaylayan irade için bkz. -; Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2007, s. 271-272. Padişah iradesinin orijinal metninin kopyesi için bkz. a.g.e., s. 590-592. 476 Sakaoğlu; a.g.e., s. 564-565. Tansel; a.g.e., C. I, s. 55. Lewis; a.g.e., s. 239-240. Jaeschke; a.g.e., s. 4. Kemal Karpat; Türk Demokrasi Tarihi, AFA Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 50. Bu denli şartları ağır bir Mütareke sonrası durum çok ümitsiz görünüyordu. Bu nedenle Padişah, Osmanlı yönetimi ve diğer devlet ricali Devletin bekası için İngilitere yanlısı ya da İngiltere karşıtı olmayan bir politika ve tutuma yönelmişlerdi. Bu çerçevede Tevfik Paşa’nın Morning Post gazetesine verdiği ve gazetenin 22 Kasım 1918 tarihli nüshasında yayımlanan demecinde Gayemiz İngiltere ile eski dostluğumuzu canlandırmaktır. İtilaf Devletlerininin, bizi, biraz tecrübeli şahısların emrine vermeleri lazımdır. ifade edilmekteydi. Adana’da Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevinden 10 Kasım’da ayrılarak İstanbul’a gelen ve (arkadaşı Ali Fethi (Okyar) Bey’in sahibi olduğu) Minber gazetesinin kendisiyle yapmış olduğu mülakatı aynı gazetenin 17 Kasım 1918 tarihli nüshasında yayımlanan Mustafa Kemal Paşa da … İngilizlerin, Osmanlı milletinin hürriyetini tanımada gösterdikleri saygı ve insanlık karşısında, sadece benim değil, bütün Osmanlı milletinin de İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever/iyiliğini isteyen) bir dost bulamayacağı kanaatiyle hoşnut olmaları pek tabidir. diyordu. Vakit gazetesinin 18 Kasım 1918 tarihli nüshasında yayımlanan mülakatında Mustafa Kemal Paşa …Hükümetimiz ile Mütareke imzalayan devletlerin ve bu devletler adına Mütareke şartlarını belirleyen Britanya Hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmek istemem. Söz 167 İzzet Paşa’nın sadareti ancak 25 gün sürdü. Görevlendirildiği mütarekeyi sağlayarak, yerine eski bir sadrazam ve Londra büyükelçisi olan ve İngilizlerin teveccühünü kazanabileceği umulan Ahmet Tevfik Paşa’ya bıraktı.477 Ahmet İzzet Paşa Hükümetinin 8 Kasım 1918 tarihinde istifa etmesi üzerine 11 Kasım 1918 tarihinde kurulan Ahmet Tevfik Paşa Hükümeti 18 Kasım’da Meclisten güvenoyu aldı. İç politikanın dengesiz ve istikrarsız bir yörüngeye girdiğini hisseden Vahidettin, Tevfik Paşa Kabinesinin kurulmasından üç gün sonra 21 Aralık 1918 tarihinde Mebusan Meclisinde okunan fermanı ile İttihatçıların çoğunlukta olduğu Mebusan Meclisini feshetti. İstanbul’da fiilî iktidar, artık Sarayın ve galip devletlerin temsilcilerinin elindeydi.478 Ahmet Tevfik Paşa Kabinesi beklendiği kadar İngiliz yanlısı değildi. Bu nedenle İvT kovuşturmaların aktif bir şekilde yürütülmesi mümkün olmayacaktı. İstanbul’daki İtilaf Devletleri makamlarının sık sık emrivakîleri karşısında zor durumlar yaşayan Ahmet Tevfik Paşa istifa etmiş, 13 Ocak 1919 tarihinde ikinci kabinesi, 24 Şubatta da üçüncü kabinesini kurmuştu. Bu Hükümetin de 3 Mart 1919 tarihinde istifa etmesinin ardından 4 Mart 1919 tarihinde içinde bazı HvİF mensubunun bulunduğu, HvİF tarafından da konusu belge (Mütareke) hükümlerinin uygulanmasında yanlış anlamayı gerektirecek bir husus görülüyorsa, bunun nedenini hemen anlamak ve karşımızdakilerle anlaşmak gerekir. Doğal olarak, bu görev hükümetlere düşer. Benim bildiğime göre, hükümetimiz bu konuda gereken girişimlerde bulunmuştur ve bulunmaktadır. diyordu. Padişah Vahidettin 24 Kasım 1918 tarihinde Daily Mail muhabiri G.Ward Price ile yaptığı mülâkatta En fazla İngiliz milletinin hoşuma gitmesi ve ona hayranlığım, bana babamdan miras kalmıştır. …. Ermeni Tehciri meselesinde suçlular yakında cezalandırılacaktır. diyordu. Britanya Yüksek Komiserliği, Foreign Office’in yönergesine uyarak, dikkatini özellikle Teceddüt Fırkasında yeniden örgütlenen İttihatçılara yönelttiğinden dolayı, Mustafa Kemal Paşa’nın Söz gazetesine verdiği ve gazetenizin 29 Aralık 1918 tarihli sayısında kimi kaynaklardan size bildirildiğine göre benim Teceddüt Fırkasına girdiğim konusunda bir haber yayımlanmıştır. Bu haber doğru değildir. Ben askerî sıfat ve makamımla ilgimi sürdürmekteyim. Dolayısıyla gerek olmayan bu haberin yalanlanmasını rica ederim. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 4-6, 11. Mustafa Kemal Paşa’nın 17 ve 18 Kasım 1918 tarihlerinde Minber gazetesine verdiği demeçler için bkz. Avcıoğlu; a.g.e., s. 122 ve Fikret Başkaya; Paradigmanın İflası, 8. Baskı, Maki Bas.Yay.Ltd.Şti, Ankara 2002, s. 58. Padişah, Enver Paşa ve yandaşlarına karşı derin bir kin beslemekte ve bunların cezalandırılmasını isteyerek İngilizlerin teveccühünü kazanmak düşüncesindeydi. Bunun için The New York Herald gazetesinden William Elis’e 1919 yılının Mart ayında İttihatçılara savaş açtım. Onları sonuna kadar izleyeceğim. Jaeschke; a.g.e., s. 110. Devlet ricalinin bu denli İngiltere yanlısı demeçleri Mütareke sonrasında durumun ne denli vahim ve ümitsiz oduğunun delilidir. Araştırmacının notu. 477 478 Lewis; a.g.e., s. 240. Akşin; a.g.e., s. 70. Ergin, a.g.e., s. 79. Sakaoğlu; a.g.e., s. 564-565, Kinross; a.g.e., s. 169-174. Lewis; a.g.e., s. 240. Paul C. Helmreich; Sevr Entrikaları Büyük Güçler, Maşalar, Gizli Anlaşmalar ve Türkiye'nin Taksimi, Sabah Kitapçılık, İstanbul 1996, s. 79. İsmet İnönü; Hatıralar, (Yayıma Hazırlayan: Sabahattin Selek), C. I, 1. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1985, s. 164. 168 desteklenen Damat Ferit Paşa Hükümeti kurulmuştur.479 Damat Ferit Paşa Kabinesi, kuruluşu bakımından tam bir Hvİ Hükümeti idi.480 İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Richard Webb, Damat Ferit Paşa’nın sadarete gelince kendisini ziyaret ederek, Kendisinin ve Padişah Efendisinin ümitlerinin Allah’tan sonra İngiltere’de toplandığını ve bu mesajın İngiliz Hükümetine iletilmesini istediğini ifade etmektedir.481 Ümide gerçekten pek az yer vardı. Hemen hemen sekiz yıl devam eden savaşla bitkinleşmiş bir zamanların haşmetli Osmanlı Devleti yenilerek sırt üstü yere serilmiş, Başkenti işgal edilmiş ve savaş dönemi liderleri de firar etmişti. Ülke parçalanmış, yoksullaşmış, nüfusu azalmış ve maneviyatı kırılmıştı. Mağlup ve şevki kırılmış Türk halkı, galiplerin hemen hemen tüm isteklerini kabule hazır görünüyordu.482 Padişahın ve nazırlarının ilk görevlerinden biri Jön Türklerin kalıntılarını ezmekti. 26 Kasım 1918’de Enver Paşa ve Cemal Paşa hakkında gıyaben Divan-ı Harp Mahkemeleri açıldı. 1 Ocak 1919 da Ordudan tart edilen ayın sonunda da İvT Fırkasının eski liderleri ve destekleyicilerine karşı bir dizi tutuklamalar ve kovuşturmalar başladı. Başkentteki yeni 479 Jaeschke; a.g.e., s. 13. İğdemir; a.g.e., s. 17. Bkz. Bayur, Atatürk’ün Hayatı ve Eserleri I, s. 267. 13 Ocak3 Mart 1919 tarihlerinde görev yapan II. Ahmet Tevfik (Okday) Paşa Hükümeti hakkında detaylı bilgi için bkz. Akşin; İstanbul Hükümetleri ......., s. 148-193. Birinci Damat Ferit Paşa Hükümeti 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlıların İzmir’i işgâline kadar 2.5 ay sürdü. Damat Ferit Paşa’nın 19 Mayıs’ta kurduğu ikinci hükümet, 20 Temmuz 1919’a kadar devam edebildi. 21 Temmuz’da kurduğu üçüncü kabine ise 30 Eylül 1919 tarihinde sona erdi. 2 Ekim 2006 tarihinde kurulan Ali Rıza Paşa Hükümetinin 3 Mart 1920 tarihinde düşmesini takiben kurulan Salih Paşa Hükümetinin 25 günlük iktidardan sonra çekilmesi, Tevfik Paşa’nın da Hükümet kurmayı kabul etmemesi üzerine Damat Ferit Paşa 5 Nisan 1920 tarihinde dördüncü kez sadrazamlığa geldi. Damat Ferit Paşa 30 Temmuz 1920 tarihinde (Sevr Barış Anlaşması’nın onaylanması öncesinde) kabinesini yenilemek için istifa etti ve bir gün sonra da son kabinesini kurdu. Bu beşinci ve son kabinesi 17 Ekim 1920’ye kadar devam etti. Damat Ferit Paşa’nın 13 aylık iktidarı sırasında önemli olaylar; Meclis-i Mebusanın kapatılması, Sevr Barış Antlaşması’nı imzalaması ve Kuvâ-yı Milliyeye karşı davranışlarıdır. Anadolu’da hiç sevilmeyen Damat Ferit Paşa, Millî Mücadelenin zafere ulaşması üzerine, Avrupa’ya kaçtı. 6 Ekim 1923’te Fransa’nın Nice şehrinde öldü. Araştırmacının notu. 480 Akşin; a.g.e., s. 70. Ergin, a.g.e., s. 79. İğdemir; a.g.e., s. 14. Kinross; a.g.e., s. 169-174. 4 Ocak 1919 tarihinde de mebus seçiminin sulh akdine kadar tehirine dair irade yayımlanmıştır. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 12. 481 482 Özkan; a.g.e., s. 25. Lewis; a.g.e., s. 241. Millî Mücadeleye en son katılan askerî liderlerden Miralay İsmet (İnönü) Bey dahi Mütareke sonrası dönemde çok umutsuzdur. Kazım Karabekir de anılarında, Mondros Mütarekesi sonrası İnönü’nün 27 Kasım 1918 tarihinde kendisiyle İstanbul’da yaptığı görüşmede çok ümitsiz olduğunu, ……… Köylü olalım. Askerlikten istifa edelim Senin kaç liran var? Birleşelim. Kazım Ağa, İsmet Ağa olalım. Çiftçilikle hayatımızı sürükleyelim……………. dediğini ifade etmekedir. Bkz. Nejdet Sançar; İnönü ile Hesaplaşma, Afşın Yayınları, Ankara 1973, s. 244-245. Aynı konuda ilave bilgi ve benzeri ifadeler için bkz. Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, Dünya Yayınları, İstanbul 1964, s. 10. 169 liderler arasında bağımsız yaşama arzusu bile iflas etmiş görünüyordu ve siyasal tartışma Türk bağımsızlığının alacağı şekil ile Amerikan veya İngiliz Mandası’ndan hangisinin daha iyi olduğu noktasında toplanıyordu.483 İtilaf Devletleri’nin baskısı üzerine 30 Ocak 1919 tarihinde başta İsmail Canbulat, Hüseyin Cahit (Yalçın)484 iaşeci Kara Kemal485 ve Ziya Gökalp olmak üzere 27 İttihatçı gözaltına alınarak Harbiye Nezareti’ndeki Bekirağa Bölüğü’ne hapsolunur.486 10 Mart 1919 tarihinde de İngilizlerin baskısıyla, Sait Halim Paşa, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Rıfat (Menemenci), Halil (Menteş), Fethi (Okyar) ve Ahmet Emin (Yalman) gibi bazı tanmış şahsiyetler tutuklanır.487 Yeni Hükümet hem İngilizlere yaranmak, hem de İvT mensuplarından nefret ettiği için geniş çapta tutuklamalar yapar ve İvT mensupları aleyhindeki kovuşturmaları hızlandırır. Bu çerçevede, Ermeni Tehciri’ndeki icraatlarından dolayı Boğazlıyan (Yozgat) Kaymakamı Kemal Bey, Kürt (Nemrut) Mustafa Paşa’nın Başkanlık ettiği Divan-ı Harp kararı gereği 10 Nisan 1919 tarihinde idam edilmiştir.488 483 Lewis; a.g.e., s. 241. 484 H.Cahit Yalçın (1874-1957) Mekteb-i Mülkiye mezunudur. II. Meşrutiyetten önce yazarlık ve çevirmenlik yaptı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra hem mebus, hem de İvT ile sıkı bağlantıları olan günlük Tanin gazetesinin başyazarı olarak sivrildi. 1920 yılında Malta’ya sürüldü. Sürgün dönüşünde 1922 yılından 1925 yılına kadar tekrar Tanin gazetesini yeniden çıkardı, reformları destekledi ama Cumhuriyet önderlerinin otoriter eğilimlerine muhalefet etti. 1925 yılında tutuklanarak Çorum’a sürüldü. 1933 yılından sona Türk Dil Kurumunun öz Türkçeci politikasına karşı çıktı. 1943 yılında milletvekili seçildi ve Tanin gazetesini yeniden yayınlamaya başldı. 1948 yılnda CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinin başyazarlığına getirildi. DP’ye muhalefet etti. 1954 yılında 26 ay hapse mahkûm oldu. 1957 yılında vefat etti. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 495. 485 1918 yılında İvT’nin İstanbul’daki parti teşkilatının başında olan Kara Kemal, Enver ve Talat Paşaların girişimiyle Karakol Teşkilatını kurmuştu. Bahse konu teşkilatın amacı; savaş sonrası ortamda İttihatçıları korumak ve onları İtilaf Devletlerinin, İtilafçıların ve Hıristiyan cemaatlerinin öç almalarına karşı himaye etmekti. Ayrıca, İstanbul’dan yetenekli insanlar, para, silah, erzak ve gereç göndermek suretiyle Anadolu ve Kafkasya’daki direnişi güçendirmeyi amaçlıyordu. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 197-198. 486 Jaeschke; a.g.e., s. 15. İğdemir; a.g.e., s. 20 ve Bayur, a.g.e., s. 265-267. 487 İğdemir; a.g.e., s. 27. Bayur, a.g.e., s. 274-275 ve Çetiner; a.g.e., s. 89-90. 488 Akşin; a.g.m., s. 70-71. İğdemir; a.g.e., s. 30 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 119-120. Özkan; a.g.e., s. 29-32. Damat Ferit Paşa ve Hükümetinin icraatları da Ermeni tezini teyit eder yönde olmuştur. Mesele Ermeni yetimleri adına düzenlenecek konserler ve eğlencelerden vergi alınmasını kaldırmakla kalmamış Ermeni ve Rum tehcirleri sırasında meydana geldiği ileri sürülen sözde zulümleri araştırmak üzere heyetler kurularak ilgili yerlere gönderilmiştir. Ayrıca Adliye Nazırı Haydar Molla tarafından 25 Aralık 1918 tarihinde Ermeni meselesi konusunda suçlu oldukları iddia edilenlerin Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanacakları ilân edilmiş; Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey de (sözde) Ermeni katliamından suçlu bulunarak idam edilmiştir. Detaylı 170 8 Şubat 1919 tarihinde İstanbullular adeta bir tiyatro sahnesi izledi. Daha önce İstanbul’a vapurla gelmiş olan ve Merkezi Selanik’te bulunan Fransa Yakın Doğu Orduları Komutanı olan General Franchet d’Esperey, 8 Şubat 1919 tarihinde Romalı komutanların zafer alaylarını andıran bir törenle ve azınlıkların çılgın alkışları arasında beyaz bir ata binmiş olarak Galata’dan Beyoğlu’ndaki Fransız Büyükelçiliğine gitti.489 Süleyman Nazif, 9 Şubat 1919 tarihinde bu olayı protesto amacıyla Kara Bir Gün başlıklı bir yazı yazar. 490 bilgi için bkz. İsmet Parmaksızoğlu, Ermeni Komitelerinin İhtilâl Hareketleri ve Besledikleri Emeller, Ankara, 1981, s. 129-192 ve Tansel; a.g.e., C. I, s. 119-120. Divan-ı Harb-i Örfi kurularak Kemal Bey gibi sözde katliamdan suçlu bulunanların tereddüt edilmeden idam edilmesi tabii ki meselenin kapanmasını sağlamamış, bilakis uluslar arası bir mesele haline dönüşmesini kolaylaştırmıştır. İttihatçıların sözde Ermeni katliamıyla itham edilmelerinde olduğu gibi Divan-ı Harb-i Örfi’nin kurulması ve verdiği kararlar, Damat Ferit Paşa Hükümetinden önce görev almış olan üst düzey yöneticilerin bir bir öldürülmelerine zemin hazırlamıştır. Millî Mücadele döneminde dahi siyasî bir baskı aracı olarak aynı gerekçeyle tutuklamalar ve sürgünlerin yapılması İstanbul yönetiminin bencil, aciz ve teslimiyetçi tavrını ortaya koymaktadır. Araştırmacının notu. İstanbul’un İtilâf Devletlerince işgalinden sonra İngilizler Bâb-ı Âli’ye baskı yaparak Ermeni katliamı suçuyla Türk liderlerini yargılamış, suçları sabit görülmeden yakalananları (Harbiye Nezareti’nde, daha ziyade siyasî suçluların hapsedildiği) Bekirağa Bölüğünde tutuklamış ve sonra Malta adasına sürmüşlerdir. Ermeni vurucu timlerinin idam listelerinde isimleri bulunan Paşalar da yurt dışına çıktıklarından gıyaben mahkûm edilmişlerdir. Onların peşini bırakmamakta kararlı olan İngilizler Almanya’da bulundukları yolunda haber aldıkları Enver, Talat, Cemal ve Said Halim Paşalar ile Dr. Nazım, Bahattin Şakir, Cemal Azmi Beylerin bu ülkeden iadelerinin sağlanması için Damat Ferid Paşa’ya baskı yapmışlardır Bkz. Osmanlı delegeleri 30 Haziran 1919 tarihinde Paris Konferansına verdikleri takrir ile Almanya’ya iltica etmiş olan İttihat Terakkî Hükümeti ricalinin muhakeme ve tecziye edilmek üzere Müttefikler tarafından oradan aldırılmasını istemişlerdir. Bkz. Bayur, a.g.e., s. 37. İngiliz Gizli Servisi’nden Sir Andrew Ryan’ın bizzat takip ettiği teşebbüslerden de bir sonuç alamayan İngilizler kendi metotlarıyla İttihatçı avına çıkmışlardır. Yine İngiliz istihbaratından Aubert Herbert Almanya’da Talat Paşa’ya ulaşmış ve kısa bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada Talat Paşa’nın Mustafa Kemal hareketine yardımcı olmak üzere İslâm ülkelerinden destek aradığı, yurt dışında Müttefiklere karşı ciddî bir muhalefet hareketini örgütlediği ve kısa bir süre içinde Ankara’ya iltihak edeceğine dair haberler teyit edilir. Üstelik Talat Paşa, Türkiye’ye uygun bir barış antlaşmasına İngiltere imza koymadıkça Pan-Turan ve Pan-İslâm hareketlerini İngiltere aleyhine atağa kaldıracağı tehdidinde bulunmuştur. Talat Paşa’nın dile getirdiği hususlar İngilizleri olduğu kadar Rusları da tedirgin etmiştir. Bu gelişmelerden sonra İngiliz ve Rus istihbaratları işbölümü yaparak Talat Paşa’nın idamını kararlaştırmışlardır. Ancak hükmün Ermeni komitecileri tarafından infaz edilmesi kararlaştırılacak ve 5 Mart 1921 tarihinde Talat Paşa Berlin’de Erzurum asıllı Ermeni komiteci Sogomon Tehlerian tarafından şehit edilecektir. Yedi yıl sonra görülen mahkemede olay saptırılarak Ermeni meselesi sebebiyle Türklerin suçlandığı bir mahkemeye dönüştürülmüştür. Türk tarafının temsil edilmediği mahkemede mahkûm edilen Türkler olmuştur. Bu davadan sonra vuku bulan Ermeni suikastleri, suçlarını meşrulaştırıcı ve dolayısıyla katillerinin salıverildiği siyasî bir boyut kazanacaktır. Said Halim Paşa 6 Aralık 1921’de Roma’da, Dr.Bahaeddin Şakir 17 Nisan 1922’de Berlin’de, Cemal Azmi 17 Nisan 1922’de yine Berlin’de, Cemal Paşa da 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te benzer tertiplerle öldürülmüşlerdir. Bkz. Mim Kemal Öke; Ermeni Sorunu 1914-1923, TTK Yayınları, Ankara, 1991, s. 242-243. Jaeschke; a.g.e., s. 178 ve Yeşilyurt; Atatürk-Karabekir Kavgası, s. 186-189. 489 490 Sakaoğlu; a.g.e., s. 565. İğdemir; a.g.e., s. 21 ve Lewis; a.g.e., s. 240 Jaeschke; a.g.e., s. 16. 171 İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı olan General Milne’in491 emri üzerine 28 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’da Bekirağa Bölüğünde tutuklu bulunan 67 kişiden 55’i Malta’ya, 12’si de Mondros’a sürgüne gönderildi. İzmir’in işgali ve sürgünleri protesto amacıyla Fatih, Sultan Ahmet, Üsküdar ve Kadıköy’de mitingler yapıldı.492 Mütareke’den sonra İstanbul ve Ankara’da önemli siyasal gelişmeler olmuştur. Üylerinin çoğu 1918 yılında dağılan İvTC üyelerinden oluşan yerel gruplar, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri493 adı altında, millî bağımsızlığı kurtarmak amacıyla örgütlenmişlerdi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçmeden önce, bu grupların bazılarıyla ilişki kurmuş, bunların ileri gelenleriyle izlenecek hareket tarzını görüşmüştü. Öte yandan Anadolu’da bulunan 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa ile 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa yardım vaat etmişlerdi. İlaveten, Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da Harbiye Nezaretinde görev yapmakta olan yakın arkadaşı Miralay İsmey (İnönü) Bey ile Fevzi (Çakmak) Paşa494 da hükümet merkezindeki durum hakkında kendisini düzenli olarak bilgili kılıyorlardı.495 491 General Milne, 1916'da Makedonya'daki İngiliz kuvvetlerinin başına geçti. 1919'da İngiliz işgal kuvvetleri komutanı olarak İstanbul'a girdi. Anadolu'da başlayan millî hareketlerden endişelenerek, İstanbul Hükümetinden, Ordu Müfettişi olarak Sivas'a gönderilen Mustafa Kemal'in geri çağrılmasını ve çete hareketlerinin durdurulmasını istedi. Bir yandan da İzmir ve çevresini içine alan Milne Hattı'nı belirleyerek, Yunanlıların Ege'yi işgalini kolaylaştırdı. Araştırmacının notu. 492 Sakaoğlu; a.g.e., s. 566 ve Jaeshke, a.g.e., s. 36-38. 493 Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin gayesi, yurdu düşman işgaline karşı savunmak, memleket topraklarının paylaşılmasını önlemek ve insan haklarını korumaktı. 1920’de tüm dernekler (A-RMHC adı altında) birleştiler, partizanca gayeleri bir tarafa iterek, ortak gayenin elde edilmesi için işbirliği yapmaya karar verdiler. Bkz. Karpat; a.g.e., s. 51 494 Fevzi (Çakmak) Paşa (1876-1950)’nın kısa biyografisi için bkz. Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayınları, Başbakanlık Bsmv., Ankara 1983, s. 149 ve Mango; a.g.e., s. 623-624. 495 Karpat; a.g.e., s. 51. Mütareke’nin İtilaf Devletleri tarafından keyfî olarak uygulanması sonucu ülke yer yer işgal ediliyordu. Müttefik devletlere göre Anadolu karışmalı, otoritesiz kalmalı ve anarşi hüküm sürmeliydi. Yaşanan gelişmeler nedeniyle gidişatın fevkalade olumsuz olduğunu gören Gnkur.Bşk. Cevat Paşa ve Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa güvendikleri komutanları Anadolu’da stratejik komutanlıklara atadı. Bu çerçevede; 1919 yılı Nisan ayı başlarında Kazım Karabekir Paşa Erzurum’da konuşlu olan 15. Kolordu Komutanlığı’na, daha sonra da Kırşehir’de konuşlu olan ve bilahare de Ankara’ya nakledilen 20. Kolordu Komutanlığı’na Ali Fuat Paşa Sivas’ta konuşlu olan 3. Kolordu Komutanlığına Albay Refet (Bele), Edirne’de konuşlu olan 1. Kolordu Komutanlığına Albay Cafer Tayyar, Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına Albay Galatalı Şevket, İstanbul’da konuşlu 10. Kafkas Tümeni Komutanlığına Yarbay Çolak Kaval, Manisa’da konuşlu 17. Kolordu ve 56. Tümen yeniden yapılandırılarak komutanlığına Albay Bekir Sami Bey, 14. Kolordu Komutanlığına Yusuf İzzet Paşa, 61. Tümen Komutanlığına Albay Kazım Özalp, 9. Ordu Müfettişliğine de Mustafa Kemal Paşa atanmışlardı. Bkz. Bayram Bayraktar; “20’nci Yüzyıl Başlarında 172 2.2. MİLLİ MÜCADELEDE HEYET-İ TEMSİLİYE DÖNEMİ Karadeniz Bölgesindeki Rumların bölgede çıkardıkları karışıklığa son vermek ve böylece İngiltere’nin (Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesine dayanarak) bölgeyi işgal etmesini önlemek üzere 9. Ordu Müfettişi496 olarak geniş yetkilerle bölgeye görevlendirilen Mustafa Kemal Paşa, İzmir’in Yunanlılar tarafından 15 Mayıs 1919 tarihinde işgalinin ertesi günü, maiyetiyle birlikte İstanbul’dan ayrılıp 19 Mayıs’ta Samsun’da karaya çıktı.497 Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması, Türk siyasî hayatında yeni bir devrin başlangıcının işaretidir. Bu tarihten itibaren ülke iki kampa bölünmüş; bir tarafta devletin ve müesses (kurulu) düzenin varlığını idame ettirmek için Müttefiklerle işbirliği halinde olan İstanbul Yönetimi, diğer tarafta da ülkenin toprak bütünlüğünü ve millî bağımsızlığı korumak maksadıyla Anadolu’da mücadeleye başlayan Mustafa Kemal Paşa ve onun etrafında toplananlar yer almıştır. Bu dönem, aynı zamanda, askerlerin Türk siyasî hayatında bariz bir etkinliğe kavuştuğu dönemdir.498 Ulusal Egemenlik ve Atatürk”, BAL-TAM (Balkan Türkoloji Araştırmalar Merkezi) Türklük Bilgisi 2, S. 2, Prizren-Kosova 2005, s. 4-5. 496 9. Ordu Müfettişliği, Hükümetin bir düzenlemesiyle 15 Haziran 1919 tarihinde III. Orduya dönüştürüldü. Cengiz Sunay; Son Karar Misak-ı Milli, 1. Baskı, Doğan Kitap, İstanbul 2007, s. 97. 497 Mustafa Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişliği’ne tayini, kendisine verilen yetkiler ve Padişahla görüşmesi konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Tansel; a.g.e., C. I, s. 226-236. Özkan; a.g.e., s. 33-37 ve Akçakayalıoğlu, a.g.e., s. 132-137. Bu esnada Osmanlı Ordusunun durumu vahimdi. Yedek subaylar terhis edildiği için subay kadrosu fevkalade boşalmış, er sayısı çok düşürülmüş, silahların % 92’si elinden alınmış, üstelik vatanın bazı yerleri de İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Bkz. Tansel; C. III, s. 180. 24 Mayıs 1919 tarihinde İstanbul’dan Anadolu’ya kaçan Rauf Bey de şu demeçte bulunmuştu: Memleket ve milletin kurtuluşu ve bağımsızlığı, saltanat ve halifelik makamının dokunulmazlığı sağlanıncaya kadar, Mustafa Kemal Paşa ile çalışmaya bütün kutsal inancımızla ahd ve misak (yemin) ettiğimizi bildiririm. Bkz. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ……., s. 64. Yunanlıların Batı Anadolu’yu işgale başlamaları Türkleri galeyana getirdi ve silahlı direnişe sevk etti. Türkler istilacılara karşı hazırdı. Sadece bir lider bekleniyordu. Bkz. Lewis; a.g.e., s. 242. Mustafa Kemal Paşa ile birlikte maiyetinde Samsun’a çıkanların listesi için bkz. M.Orhan Bayrak; Kurtuluş Savaşı ve Atatürk, Kastaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 1990, s. 89-90. 498 Osman Metin Öztürk; Ordu ve Politika, Gündoğan Yayınları, 1.Baskı Ankara 1993, s. 48. Öztürk; İstanbul Hükümeti ile birlikte Padişahın da devletin ve kurulu düzenin varlığını idame ettirmek için Müttefiklerle işbirliği yaptığını zikretmesine karşın, (dönemin tanıklarından ve Kurtuluş Savaşında da Doğu Cephesi’nde 12., Batı Cephesinde de 23. Tümen Kurmay Başkanlığı, Kolordu ve Gnkur. Harekât Şube Müdürlükleri görevlerinde bulunan Emekli Kogeneral) Fahri Belen (1892-1975); Amasya’ya vardığında hararetli bir şekilde karşılanan ve halka karşı ilk konuşmasını burada yapan Gazi’nin, söze, Padişahın ve Hükümetin düşman elinde esir ve memleketin elden gitmekte olduğunu belirterek başladığı konuşmasını, düşmanların Samsun’da yapacakları harekete karşı vatanın en son kayasına kadar savunulacağını ve bu konuda da Amasyalılardan hep beraber yemin edilmesini dile getirerek tamamladığını, bu konuşmayı takiben Amasya’daki havanın birdenbire değiştiği ve Mustafa Kemal Paşa’nın ardında büyük bir halk desteği oluştuğunu dile getirmektedir. Bkz. Belen; a.g.e., s. 70. Serdar Sakin; “Ulusal Mücadele Döneminde Mustafa 173 Samsun’da bir süre kalan Mustafa Kemal Paşa 12 Haziran’da Havza yoluyla Amasya’ya geçti ve orada Bahriye eski Nazırı Rauf (Orbay) Bey, Ankara’da konuşlu 20. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşa499 ve Sivas’ta konuşlu 3. Kolordu Kumandanı Miralay Refet (Bele) Bey500 ile buluşup toplantılar yaptı. Görüşmeler sonunda, Mustafa Kemal Paşa’nın önceden hazırladığı prensipleri kapsayan bir metin üzerinde anlaşma sağlandı. Toplantılara iştirak edemeyen Konya’da konuşlu II. Ordunun Müfettişi olan Mersinli Cemal Paşa 501 ve Erzurum’da konuşlu 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’nın da görüşleri alındıktan sonra bazı düzeltmelere uğrayan metin, 21/22 Haziran gecesindeki son toplantıda kesin şeklini aldı. Amasya Kararları/Tamimi/Genelgesi olarak bilinen bu kararlar, 22 Haziran 1919 tarihinde ülke sathındaki askerî ve mülkî erkâna telgrafla bildirildi.502 Amasya’dan sonra, Rauf Bey ile birlikte, Sivas ve Erzincan üzerinden Erzurum’a giden ve İngilizlerin İstanbul Hükümeti nezdindeki baskısı sonucu 8/9 Temmuz 1919 gecesi askerlikten ayrılmak zorunda kalan503 Mustafa Kemal Paşa, 24 Temmuz 1919’da Erzurum’da toplanan Doğu vilayetleri temsilcilerinin kongresine katıldı ve kongreye Kemal Atatürk, Demokrasi, Ulusal Hakimiyet, Ulusal İrade Kavramları Üzerine Bir Değerlendirme”, Atatürk Haftası Armağanı, 10 Kasım 2004, Gnkur. ATASE Bşk.lığı Yayını, Gnkur.Bsmv., Ankara 2004, s. 143. 499 Ali Fuat (Cebesoy) Paşa (1882-1968)’nın biyografisi için bkz. Bayrak; a.g.e., s. 40. 500 Refet Bele (1881-1963)’nin biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 632-633. 501 Mersinli Cemal Paşa’nın biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 620. 502 Ercüment Kuran; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu”, Türkler Ansiklopedisi, C. 16, s. 327 ve Nurettin Türsan, Atatürk’ün Biyografisi, Harp Akademileri Bsmv., İstanbul 1988, s. 9. Amasya Genelgesinin esas noktaları için bkz. Mustafa Kemal Atatürk; Nutuk I, (Baskıya Hazırlayanlar: Birol Emil, Metin Has-Er, Mehmet Ali Aydın), 1. Baskı, Millî Eğitim Bsmv., İstanbul 1973, s. 37-38. İlave bilgi için bkz. Bülent Tanör; Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), Yapı Kredi Yayınları, Ankara 1983, s. 223. Yaşar Akbıyık; “Atatürk’ün Hayatı”, Türkler, C. 16, s. 456. ve Zehra Odyakmaz; “Millî Birlik, Laiklik Evrenselleşen Atatürkçülük”, Atatürkçülük Konferansları, Gnkur. Askerî Tarih ve Stratejik Etütler Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s. 64. Amasya’da bahse konu kişilerle yapılan toplantı ve orada alınan kararlardan sonra Mustafa Kemal Paşa milletçe Millî Lider olarak tanınmağa başlamıştı. Fakat kurtuluş düşüncesi ve hazırlanması ve hatta harekete geçmesi bu toplantıdan çok önce olmuştu. Bkz. Ali Fuat Cebesoy; Bilinmeyen Hatıralar, (Hazırlayan: O.Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, 2001 İstanbul, s. 218. 21 Haziran 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'da bulunan tanınmış kişilere (Abdurrahman Şeref Bey, Ahmet İzzet Paşa, Reşit Akif Paşa, Seyit Bey, Halide Edip (Adıvar) Hanım, Kara Vasıf Bey, Nafia Nazırı Ferit Bey, Sulh ve Selamet Fırkası Başkanı Ferit Paşa, Cami (Baykut), Ahmet (Rıza) Bey) gönderdiği mektupta Artık İstanbul Anadolu'ya hâkim değil, tabi olmak mecburiyetindedir. diyordu. Bkz. Nutuk I, s. 42. Cebesoy, Mukaddes İttifak diye nitelendirdiği Amasya Kararları, toplayıcı bir ruh taşımakta olup, bunun başlıca sebebi de Mustafa Kemal Paşa’dır. Bkz. Ali Fuat Cebesoy; Millî Mücadele Hatıraları, Temel Yayınları, İstanbul 2000, s. 96. 503 Jaeschke; a.g.e., s. 49 ve İğdemir; a.g.e.,s. 66. Mustafa Kemal Paşa’nın askerlik mesleğinden istifa ettiğini Padişaha bildirmesi konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 8, Gömlek No: 7. 174 başkan oldu. Onun ustaca yönetimi sayesinde, Erzurum Kongresinin 7 Ağustos 1919’da yayımlanan beyannamesi Amasya Kararları’na uygun olarak hazırlandı. Erzurum Kongresinin aldığı en önemli karar, daha sonra Misak-ı Millî olarak tanınacak olan demecin ilk nüshasını hazırlamış olmasıdır.504 O tarihte Erzurum’da bulunan Mütareke denetim subayı İngiliz Yarbay Rawlinson, rüzgârın hangi yönden esmekte olduğunu fark edip, Türk milliyetçilerinin gelecekte büyük bir İslam Cumhuriyeti kurma ihtimali olduğunu Londra’ya bildirmişti.505 Erzurum Kongresini takiben çeşitli vilayet temsilcilerinin katılımıyla 4-11 Eylül 1919 tarihlerinde gerçekleşen Sivas Kongresinde, Erzurum’da alınan kararlar, burada da aynen kabul edildi. Sivas Kongresinin önemi Erzurum’da sadece Anadolu’nun Kuzey ve Doğu Bölgeleri temsilcileri tarafından alınan kararların vatanın tamamı için hukuken geçerli hale getirilmiş olmasıdır.506 Öte yandan Mütareke’den sonra kurulmuş dernekler Anadolu ve 504 Lewis; a.g.e., s. 248. Jaeschke; a.g.e., s. 56. Kinross; a.g.e., s. 220. İğdemir; a.g.e., s. 72. Cebesoy; a.g.e., s. 249 ve Sonyel; a.g.e., s. 27-29. Erzurum Kongresi, beyannamesi, kararları ve önemi için bkz. Nutuk I, s. 78-80. Alexandre Jevakhoff; Kemal Atatürk Batı’nın Yolu, (Türkçesi: Zeki Çelikkol), İnkılap Kitapevi, İstanbul 1998, s. 83-87. Mazhar Müfit Kansu; Erzurumdan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Cilt: I, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 43-117. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 4, Gömlek No: 102 ve Atatürkçülük Birinci Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, Gnkur.Bsmv., Ankara 1983, s. 469-473. Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’i Millî Mücadelede niçin önder seçtiklerini şu şekilde açıklamaktadır: Benim amacım milletimizin kurtulması düşüncesinin başarıya ulaşması idi. Yoksa kişisel olarak herhangi bir mevkiye çıkmak değil. Bu kararla Mustafa Kemal’i tutuyordum. Benimle birlikte arkadaşlarımın da bu şekilde hareket ederek başarıya ulaşacağımıza kesinlikle emindim. Çünkü ben başa geçersem, aynı güçteki kanaatimle beni tutacak (destek verecek) kimseyi göremiyordum. …. Bkz. Nurşen Mazıcı; Belgelerle Atatürk Döneminde Muhalefet, Dilmen Yayınevi, İstanbul 1984, . s. 36 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 92. 505 506 Mango; a.g.e., s. 285. Lewis; a.g.e., s. 248-249. Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1, s. 249. Jaeschke; a.g.e., s. 61-63 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 92-98. Sivas Kongresi hakkında ilave bilgi için bkz. Salahi Sonyel; Atatürk-The Founder of Modern Turkey, Turkish Historical Society Printing House, Ankara 1989, s. 33-34. Orbay; a.g.e., s. 339-379. 10. Mahmut Goloğlu; Sivas Kongresi, Başnur Matbaası, Ankara 1969. Kansu; a.g.e., s. 211-340. Uluğ İğdemir; Sivas Kongresi Tutanakları, TTK Yayını, Ankara 1969. Hüsrev Gerede; Hüsev Gerede’nin Anıları, (Hazırlayan: Sami Önal), Literatür Yayınları, İstanbul 2002, s. 59. Özalp; a.g.e., s. 43. Haluk Selvi; “Millî Mücadelede Erzurum ve Sivas Kongreleri Dönemi”, Türkler, C. 15, s. 954. 293-297. Atatürkçülük Birinci Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, s. 474-479 ve Kazım Karabekir; Paşaların Hesaplaşması, (Yayına Hazırlayan: İsmet Bozdağ), Emre Yayınları, İstanbul 1992, s. 50-51. Akyol, Sivas Kongresi ve Mandacılık konusunda; Erzurum ve Sivas Kongrelerinin zabıtlarının yayımlanmış olduğunu, Mustafa Kemal'in (bu kongrelerde) mandaya karşı hiçbir konuşmasının olmadığını, hatta Amerikalı General Harbord'la temas kurarak Amerikan müzaharetini istediğini söylediğini, Prof. Ömer Kürkçüoğlu ve Prof. Sina Akşin'in (de) vurguladığı gibi Mustafa Kemal’in bu tavrıyla siyaset yaptığını, İngiltere'ye karşı ABD'yi yanına çekmek istediğini, Sovyetler'le yapacağı Bolşevikçe konuşmalar gibi, o dönemde ABD'yi çok öven konuşmalarının mevcut olduğunu, (Sivas Kongresinde) İnönü, Refet Paşa, Mustafa Fazıl Paşa ve Halide Edip gibi isimlerin de Amerikancı oldukları için değil, yine siyaseten, İngiltere'ye karşı destek aramak amacıyla Amerikan müzahareti’ni istediklerini belirtmektedir. Bkz. Taha Akyol; “Atatürkçü Düşünce”, Milliyet, 02.02.2007. 175 Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC) adıyla birleştirildi. Bu kongrede de başkanlığına Mustafa Kemal’in seçildiği Heyet-i Temsiliye artık millî direniş hareketinin yürütme organı haline gelmişti.507 6 Haziran 1919 tarihinde Paris Konferansına katılmak üzere Fransa’ya giden Damat Ferit Paşa başkanlığındaki Osmanlı Heyetine yapılan muamele, tüm millî duyguları ayaklar altında ezercesine ve emsali görülmemiş bir şiddette olur. Damat Ferit Paşa Paris’teki müzakereler esnasında Fransa Başbakanı Clemancau ve İngiltere Başbakanı Lloyd George tarafından da istiskale maruz kalır. Osmanlı temsilcilerinin, Clemancau tarafından Fransa’da istenmeyen kişi ilan edilmesi üzerine 4 Temmuz 1919 tarihinde Osmanlı Heyeti Paris’ten ayrılır. Damat Ferit Paşa ve heyet üyelerinin Fransa’dan kovulması İstanbul’da çok kötü bir hava yaratır.508 Batılı ülkeler, Anadolu da olup bitenleri çok daha geniş ve yaygın bir biçim de ele almakta, yeni bir devletin kuruluşuna yönelen bir devrim hareketi olarak görmekteydiler. Erzurum Kongresinden sonraki devrede, Paris’te yayınlanan 24 Ağustos 1919 tarihli Le Temps’ın haberi Batılı kaynaklar bakımından cumhuriyetin ilk müjdecisi olmuştur. Gazetede yayınlanan haber şu şekildedir: Mustafa Kemal geçen gün İstanbul’a çektiği bir telgrafta ulusal kuvvetlere karşı asker gönderilecek olursa, Anadolu’da bağımsız cumhuriyet ilan edilecektir. 509 Sivas Kongresinden sonra Mili Mücadele hareketi, Anadolu’da daha bir güç kazanmıştır. kazanmıştır. Milliyetçiler artık İstanbul Hükümetini dinlememektedir. İngiliz Amirali Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas’ta General Harbord’la görüşmesi konusunda bkz. Muzaffer Erendil; İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk, Gnkur.Bsmv. Ankara 1988. s. 25. 507 Ergin; a.g.e., s. 93. Zürcher; a.g.e., s. 220 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 92-98. Erzurum Kongresinde seçilen dokuz kişilik Temsilciler Heyeti'nden dördü önceden gelmeyeceklerini bildirmişlerdi. Böylece bu gruptan Mustafa Kemal, Rauf Bey (Orbay), Hoca Raif Efendi, Şeyh Hacı Fevzi Efendi ve Bekir Sami Bey Sivas Kongresine katıldı. Bkz. Muhittin Nalbantoğlu; “Sivas Kongresi ve Kararları”, Yeniçağ, 04.09.2006. Sivas Kongresinin bitiminde yayınlanan beyanname konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 6, Gömlek No: 62. 508 Jevakhoff; a.g.e., s. 81 ve Jaeschke; a.g.e., s. 48. Damat Ferit Paşa’nın Paris Konferansında maruz kaldığı muamele konusunda ilave bilgi için bkz. Can Kapyalı; Ataçağ, 1. Basım, İstanbul 2006, s. 164-165. 509 Hamza Eroğlu; “Atatürk ve Cumhuriyet”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Ankara 1998, s. 23. 176 John de Robeck, 19 Eylül 1919’da Lord Curzon’a gönderdiği raporda, Türkiye’deki gelişmelerin bir cumhuriyete doğru yönelmiş olduğunu şu şekilde açıklamıştı: Hükümet ve İtilaf Devletleri kuvvetsizdir. Alınan bütün haberlere göre Millî Hareket, Anadolu’da bir cumhuriyete doğru inkışaf ediyor. Bu hareket, İstanbul’dan bilhassa, Harbiye Nezareti’nden, desteklenmektedir. Bu yeni milliyetçi parti bugünkü Damat Ferit Hükümetinden ziyade halk efkârını (kamouoyunu) temsil etmektedir.510 510 Eroğlu; a.g.m., s. 23 ve İğdemir; a.g.e., s. 95. İstanbul’daki İngiliz Yükek Komiseri Amiral John de Robeck’in 19 Eylül 1919 tarihinde Lord Curzon’a yazdığı rapor konusunda ilave bilgi için bkz. Tevfik Bıyıklıoğlu; Atatürk Anadolu’da (1919-1921), Türk Tarih Kurumu Yayınları 1959, s. 54. Mazıcı, 1919’da Mustafa Kemal Samsun’a çıktıktan sonra Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, hatta Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişinden sonra başlayan hareketlerin Türkiye çapında bir Kurtuluş ümidi taşımadığını, yegâne kurtuluş çaresi olarak ya İngiliz ya da ABD mandasını kabul etmek olarak görüldüğünü, Cumhuriyetin kuruluşunda Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı olarak bilinen ve öyle de olan İsmet Paşa’nın bile, Anadolu’ya geçmeden önce aynı düşüncede olduğunu belirtmektedir. İsmet Paşa 27 Ağustos 1919 tarihinle Kazım Karabekir’e İstanbul’dan yazdığı mektubunda bu birliğin dışında kalma nedenini şöyle açıklıyor: …… İstanbul’da belli başlı iki cereyan (eğilim) var; Amerikan ve İngiliz taraftarlığı. İngiliz taraftarları; Hürriyet ve İtilaf (Fırkası) taraftarları Türkçe (yayımlanan) İstanbul gazetesi, (Dâhiliye Nazırı) Adil Bey ve diğerlerinden oluşmaktadır. Kalan kısmı (da Sadrazam) Tevfik Paşa’nın dâhil olduğu Amerika taraftarlarıdır. (Manda konusunu) Evvelce (daha önce) Amerika’nın kabul etmesi şüpheli olduğu için İngilizler sakindiler. Bugün, tahmin edilenin tersine, Amerika’nın da Türkiye’ye gelmek için eğilimi artmış, neşriyat (yayın faaliyeti) başlamış olduğu için İngilizlerde de telaş artmış. (Bu nedenle İngilizler) İstanbul’da propagandaya başladılar. Hükümet dahi İngiltere taraftarlığını teşvik etmektedir. İngiltere yanlıları ‘İngilizleri isteriz’ şeklinde İstanbul’un bazı yerlerine bildiriler dağıtmışlar. İngilizlerin emeli, bu esnada memlekette Amerika heyetinin incelemelerini ve eğilimlerini iptal edecek akımlar izhar ve ilan ettirmek. Böylece, bir defa Amerika işini suya düşürdükten sonra yine bildiklerini yapmaktır diye tahmin olunuyor. Korkuluyor ki bütün Asya’yı ele geçirmiş olan İngilizlerin, yegâne kabiliyet-i harbiye ve ihtilaliyesi (savaş ve ihtilal kabiliyeti) olan Türkiye’yi elinde bulundurarak tamamını sürüp mahvetmek isteyeceklerdir. Eğer Amerika’nın gelmesi suya düşerse, İngilizler için bugünkü talebin vaziyeti genişletmekten başka bir şey yok gibidir ki bu hususta diğerleri İngilizlere yardım edecekler, muhalefet etmeyecekledir. Eğer Anadolu’da halkın, Amerikalıları, herkese tercih ettikleri(ne dair) yakınma, Amerika milletine müracaat edilirse pek ziyade faydası olacak deniliyor ki ben de tamamıyla bu kanaatteyim. Bütün memleketi parçalanmadan Amerikanın denetimine tevdi etmek, yaşayabilmek için yegâne ehven-i çare gibidir. Fakat bugün için bu kanaatin kıymeti onun açıklanmamasındadır… İsmet Paşa mektubunun son bölümünde Anadolu hareketinin dışında kalmasını şu şekilde açıklamaktadır: …………. Sen Erzurum’a giderken ‘korkuyorum ki seni bir şeye karıştıracaklar.’ demiştin. Evimden dışarı çıkmadım ve hiçbir şeye karışmadım. Fakat senin muhitin karıştı. Ben karışmadım da ne oldu? Hiç. Sekiz ay evimde oturduktan sonra bir gün beni çağırdılar. Askerî Şura oluşturduklarını ve beni de oraya tayin ettiklerini bildirdiler. Bir hafta sonra (da) affettiklerini (görevden aldıklarını) bildirdiler. Kim istemişti? Sonra ne sebeple affettiler? Bilen ve söyleyen yoktur. ‘Anadolu’ya silah ve cephane giderse, ben göndermişim, hep ben idare etmişim.’ (Dâhiliye Nazırı) Adil Bey’in kanaati bu. O’nun her bildiği işte böyle ise vay milletin başına. Dâhili nifak, Hükümet ile millet arasındaki iftirak (kopukluk), en soysuz, en alçak kısmının idare başında bulunması gibi ahvalin (şartların) memleketi daha nice felaketlere götüreceğine şüphe yok. Anadolu’da anarşi günden güne artıyor. Hükümetsizlik günden güne daha çok beliriyor. Bu durum yalnız başına büyük bir felakettir. En muktedir hükümetle ve temiz insanlar bu anarşiyi senelerce tedaviye ve mahvolan hükümet nüfuzunu iadeye teşebbüs etseler de bu başarıları şüphelidir. Bilakis tutulan yanlış yolun inat ve ısrarla takibinden doğacak sonuç bakalım ne olacaktır? İşte biz evimizde hiçbir kimse ve hiçbir işle alakadar olmaksızın (Hükümetin kanaatine rağmen) ahvali (genel durumu) böyle teessürle (derin bir üzüntüyle) görüyoruz, kan ağlıyoruz. Duadan başka elimizden bir şey gelmez. Malatyalılar bana Malatya mebusluğunu teklif ediyorlar. (Teklif eden Damat Ferit Paşa Kabinesi) Ne dersin... İsmet Bkz. Mazıcı; 177 18 Eylül'de Mustafa Kemal, Paris'teki Yüksek Konsey'e, Damat Ferit Paşa başkanlığındaki heyetin halkın iradesini temsil etmediğini bildirerek, işgalleri protesto etti. Paris Barış Konferansı’nda yaşanan başarısızlık, pahalılık ve yoksulluk ile Anadolu’dan sağlanan devlet gelirlerinin artık İstanbul’a gönderilmesinin Kuva-yı Milliye yanlıları tarafından engellenmesi sonucu Damat Ferit Paşa Hükümeti itibarını ve otoritesini kaybetmişti. Mustafa Kemal’in Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak, millletin Kabineyi istemediğini belirten ve Padişaha iletilmek üzere gönderdiği telgrafın Padişaha aktarılmaması üzerine İstanbul’da meşru bir Hükümet kuruluncaya kadar Anadolu ile İstanbul arasındaki haberleşmeyi kesti. Mustafa Kemal’in koyduğu bu tavır sonucu Damat Ferit Paşa Hükümeti 2 Ekim 1919 tarihinde istifa etmişti.511 Böylece Kuva-yı Milliye politik bir zafer kazanmıştı. Batılı Devletler de, Anadolu’ya giderek artan bir ilgi duymaya başlıyorlardı. Fransa’dan Georges Picot ve ABD’den de General Harbord Sivas’ta Mustafa Kemal ile görüşmüşlerdi. İngilizler ise bir yandan Anadolu’ya karşı politik kampanyayı yoğunlaşırırken, öte yandan da sessizce Anadolu’dan askerî kuvvet çekiyorlardı. Yeni kabine 3 Ekim 1919 tarihinde Ayan Meclisi üyelerinden Ali Rıza Paşa tarafından kuruldu.512 Mustafa Kemal aynı gün yeni Sadrazama çektiği telgrafta, Hükümet, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin amaçlarına uyduğu takdirde, Kuva-yı Milliye’nin, Hükümete yardımcı olacağını belirtti. 513 Amiral De Robeck’in Lord Curzon’a gönderdiği 3 Ekim 1919 tarihli telgrafta da, Kabinenin çoğunluğunun milliyetçi ve bazı üyelerin İvTF sempatizanı olduğu bildiriliyor ve bu arada özellikle, Sadrazam Ali Rıza Paşa, Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa, Nafia a.g.e., s. 37-39, Sançar; a.g.e., s. 247-249, Süleyman Yeşilyurt; Mareşal ve İnönü’nün Bitmeyen Kavgası, Kültür Sanat Yayınları, Ankara 2006, s. 13-16. Çetin Yetkin; Karşı Devrim, 1. Baskı, Otopsi Yayınları, İstanbul 2002, s. 28-19 ve Süleyman Yeşilyurt; Atatürk-Karabekir Kavgası, 3. Baskı, Kültür Sanat Yayınları, Ankara 2006, s. 107-108. Bahse konu mektubun orijinali için bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 228. 511 Damat Ferit Paşa’nın sadaretten istifası hakkında bkz. Nutuk I, s. 235-236. Kansu; a.g.e., s. 364-379 ve Gnkur. ATASE Bşk.lığı İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No: 1535, Gömlek No: 31. 512 Ergin; a.g.e., s. 93-95, Nutuk I, s. 236-238-141 ve Tansel; a.g.e., C. II, s. 140-142. 513 Nutuk I, s. 237-238. İğdemir; a.g.e., s. 102 ve Özkan; a.g.e., s. 62. 178 ve Harbiye eski Nazırı Ferik (Korgeneral) Abuk Ahmet Paşa'nın milliyetçi hareket sempatileri üzerinde duruluyordu. Amirel de Robeck'e göre, Mersinli Cemal Paşa ile Ferik Abuk Ahmet Paşa, Mustafa Kemâl liderliğindeki Millî Mücadelenin en kuvvetli destekçileriydi. Padişah ve Sadrazam, İstanbul’daki yönetimin meşruluğu üzerindeki tartışmaları durdurmak ve gerginliği azaltmak için Parlamentoyu tekrar toplamaya ve Kuvayı Milliye ile tekrar diyalog başlatmaya karar verdiler. Bu çerçevede, İstanbul Hükümeti tarafından Bahriye Nazırı Salih Paşa, Temsil Heyeti ile görüşmeye memur edildi. Görüşme yeri, Amasya idi. İstanbul Hükümeti böylece politik bir kuruluş olarak Temsil Heyeti’nin varlığını tanımış oluyordu.514 20-22 Ekim 1919 tarihlerinde gerçekleşen Amasya Görüşmeleri, Sivas Kongresinde kabul edilen kararlar üzerinde yapıldı ve beş protokol üzerinde anlaşmaya varıldı. Görüşülen ve mutabık kalınan en önemli konu yeni Meclisin Ankara’da toplanmasıydı.515 Salih Paşa İstanbul’a döndüğünden Hükümetin de, Padişahın da böyle bir çözüme karşı oldukları ortaya çıktı. Onlara göre Meclisin İstanbul dışında toplanması, Meclisin, Hükümetle ilişkilerini çok zorlaştırabileceği gibi, bu durum Osmanlı’nın İstanbul’u terk etmeye hazır olduğu izlenimini de verebilirdi.516 Böyle bir zorluk ortaya çıkınca, Mustafa Kemal, A-RMHC bünyesinde genişletilmiş bir Temsil Heyeti toplantısı düzenledi. 16-29 Kasım 1919 tarihlerinde Sivas’ta gerçekleşen toplantıya A-RMHC adına Mustafa Kemal ile 3., 12., 15. ve 20. Kolordu Komutanları katıldılar. Herhalde bu nedenle, bu toplantı Nutuk’ta Gazi Mustafa Kemal tarafından Kumandanlar Toplantısı olarak ifade edilir. Toplantı sonunda, sakıncalarına ve tehlikelerine rağmen Meclisin İstanbul’da açılması, milletvekillerinin İstanbul’a gitmeden önce Trabzon, Samsun, İnebolu, Eskişehir ve Edirne gibi şehirlerde toplanmaları sağlanarak durum 514 Ergin; a.g.e., s. 95-96, Lewis; a.g.e., s. 250. Tansel; a.g.e., C. II, 146-148. İğdemir; a.g.e., s. 105 ve Erendil; a.g.e., s. 98-100. Amasya Görüşmelerine, Temsil Heyeti adına Mustafa Kemal Paşa, Hüseyin Rauf Bey ve Bekir Sami (Kunduh) Bey iştirak ettiler. Araştırmacının notu. 515 Ergin; a.g.e., s. 96-97. Lewis; a.g.e., s. 250. Nutuk I, s. 292-300. Sonyel; a.g.e., s. 42-43. Jevakhoff; a.g.e., s. 104 ve Sabahattin Selek; Anadolu İhtilali, C. I, Kastaş Yayınları, İstanbul 1987, s. 314-318. 516 Akşin; a.g.m., s. 85. 179 hakkında bilgili kılınmaları kararlaştırıldı.517 Ali Rıza Paşa Hükümeti, Meclis-i Mebusan seçimlerinin 7 Kasım 1919 tarihinde yapılmasını kararlaştırdı. Seçimler iki dereceli olduğundan uzun sürdü ve hemen hemen tamamen A-RMHC’nin egemenliği altında cereyan etti. Gayrı müslimler ile HvİF seçimi boykot ettiler.518 Seçimlerde ağırlıklı olarak A-RMHC tarafından desteklenen kişiler seçildiler.519 Mustafa Kemal’in 17 Aralık 1919 tarihinde mebuslara gönderdiği talimatta, Mecliste aynı amacı gerçekleştirecek güçlü ve kararlı bir grubun oluşturulması için mebusların Temsil Heyeti ile görüşmesi, Temsil Heyeti’nin bir süre sonra İstanbul’a yakın bir yere taşınacağı bildiriliyordu.520 Mebuslara İstanbul’a gitmeden önce Ankara’ya gelmeleri ve görüşmelerin orada yapılacağı bildirildi. Sivas’tan karargâhı ile birlikte ayrılan Mustafa Kemal 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldi. 3 Ocak 1920 tarihinden itibaren mebusların bir kısmı, küçük gruplar halinde Ankara’ya uğrayıp Mustafa Kemal ile görüştüler.521 517 Akşin; a.g.m., s. 85-86. Akın; a.g.e., 122-123, Tansel; a.g.e., C. II, s. 166-168. Nutuk I, s. 326-330. Selek; Anadolu İhtilali, C. I, s. 320-322. Orbay, a.g.e., s. 396-402 ve Hamdi Gürler; Paşaların Gözüyle Millî Mücadele, 1. Baskı, Vadi Yayınları, Ankara 2007, s. 210-216. 518 Ergin; a.g.e., s. 97 ve Akşin; a.g.m., s. 85-86. Erzurum’luların Mustafa Kemal’e fahrî hemşehrilik verdikleri ve Erzurum mebus adayı olarak seçtiklerinin bildirildiği konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 15, Gömlek No: 52. 519 Ergin; a.g.e., s. 97. Lewis; a.g.e., s. 250. Zürcher; a.g.e., s. 220-221. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu; İlk Meclis Millî Mücadelede Anadolu, 2. Baskı, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1990, s. 9 ve Sunay; a.g.e., s. 68. 520 Enver Behnan Şapolyo; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (1918-1950), Millî Eğitim Bsmv., İstanbul 1951, s. 123 ve Nutuk I, s. 330-335. 521 Ergin; a.g.e., s. 98. Javekhoff, a.g.e., s. 116-118. Nutuk I, s. 435-437. Tansel; a.g.e., s. 169-171 ve Utkan Kocatürk; Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, 2. Baskı, TTK Bsmv., Ankara 1988, s. 124-125. Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusanın İstanbul’da toplanmasından önce, Mecliste izlenmesi gereken yol konusunda görüşmelerde bulunmak amacıyla mebusları toplantıya çağırmıştır. Ancak Mustafa Kemal’in Ankara’daki mebuslarla görüşmesi istenilen seviyede olmamıştır. Bazı mebuslar Ankara’ya hiç uğramamışlar, bazıları yol üzeri olduğu için uğramışlar, bazıları da çağrıya uyarak Ocak 1920 başından itibaren Ankara’ya gelmişler ve Mustafa Kemal ile görüşmüşlerdir. Mustafa Kemal’in, Ankara’ya gelmeye başlayan mebuslarla yaptığı görüşmelerde, öncelikle Meclis-i Mebusandan nelerin beklendiği ve bunların nasıl gerçekleştirilebileceği üzerinde durulmuştu. Bu hususta Mustafa Kemal iki husus üzerine vurgu yapmıştı. Bunlardan birincisi, İstanbul’a gitmeyecek olmasına rağmen kendisinin Meclise başkan seçilmesinin sağlanmasıydı. Böylece toplanacak olan Meclisin kontrolünün kimde olacağının herkese gösterilmesi sağlanmış olacaktı. İkincisi ise; Meclis-i Mebusanda bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubunun kurulması idi. Mustafa Kemal, oluşturulmasını istediği Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubundan beklentisini ise, millî teşkilata ve millete dayanarak, her nerede olursa olsun, milletin mukaddes isteklerini korkmadan dile getirmek ve savunmak olarak ifade ediyordu. Bkz. Erol Kaya; “Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı”, 180 2.3. SON OSMANLI MEBUSAN MECLİSİ VE MİSAK-I MİLLÎ’NİN KABULÜ Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920 tarihinde İstanbul’da açıldı.522 Ancak Mustafa Kemal tarafından arzu edilen şeylerin bir kısmı gerçekleşemedi. İstanbul’daki durumun hassasiyet arz etmesi nedeniyle ne Mustafa Kemal Meclis başkanlığına seçilebildi, ne de Mecliste Müdafaa-i Hukuk Grubu kurulabildi. Mebuslar, Müdafaa-i Hukuk Grubu gibi doğrudan Anadolu Hareketını çağrıştıran iddialı bir isim altında biraraya gelmeyi, İstanbul’un o günkü durumunda tehlikeli bulmuşlar ve bunun yerine Felah-ı Vatan Grubu ismini uygun görmüşlerdi. Bu grup 7 Şubat 1920 tarihinde 80 kadar mebusla kurulmuş, daha sonra da bu grubun başkanlığına Celalaeddin Arif Bey seçilmiştir. 523 Müttefikler, Kabinenin bazı üyelerinin milliyetçi eğilimlere sahip olması nedeniyle, Ali Rıza Paşa Hükümetinden memnun değillerdi. Kabinedeki milliyetçi eğilimlere sahip üyelerin başında Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa524 gelmekteydi. Bunun sonucu olarak, üç Müttefik Yüksek Komiseri adına Fransız Yüksek Komiserliği tarafından Sadrazam Ali Rıza Paşa'ya 20 Ocak 1920'de verilen bir notayla, Harbiye Nazırı Cemal Paşa ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat Paşa'nın istifası istendi. Ali Rıza Paşa, Kabinesiyle topluca çekilmektense, bu notayı kabul etmeyi uygun gördü ve ertesi gün bahse konu iki paşanın istifası Yüksek Komiserlere bildirildi.525 Ali Rıza Paşa Kabinesinin Müttefik ültimatomuna boyun eğmesi, Mustafa Kemal’i son derece sinirlendirdi. Ayrıca, Ali Rıza Paşa'nın, 14 Şubat 1920'de yayımladığı bildiriyle, Türkler, C. 3, s. 517-519 ve Nutuk I, s. 435-436. Seçilen mebusların İstanbul’a girmeden önce Ankara’da yapılacak toplantı için beklenildiği konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 18, Gömlek No: 8. Mustafa Kemal’in Ankara’ya geldiğinde yaptığı konuşma için bkz. Kemal Bek; Atatürk’ün Nutuk’ta Kullandığı Belgeler, 3. Baskı, Bordo Siyah Klasik Yayınlar, İstanbul 2006, s. 277-289. Mustafa Kemal’in Ankara’ya geldiğinde halk tarafından coşkuyla karşılandığı hususunda Ankara Vali Vekili Yahya Galip tarafından Dahiliye Nezaretine çekilen telgraf için bkz. -; Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri Gn.Md.lüğü Yayını, Ankara 203, s. 141-142. 522 Ergin; a.g.e., s. 98. Nutuk I, s. 440. Jaeschke; a.g.e., s. 85 ve Orbay, a.g.e., s. 406-410. 523 Kaya; a.g.m., s. 519-520. Tunçay, Son Osmanlı Mebusan Meclisinde kurulan Felah-ı Vatan Grubu’nun 88 kişi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 39. Son Osmanlı Mebusan Meclisinde kurulan Felah-ı Vatan Grubu hakkında detaylı bilgi için bkz. Tülay Duran; “Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Felah-ı Vatan İttifakı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, S. 61 (Ekim 1972), s. 12-21. 524 Ergin; a.g.e., s. 98, Nutuk I, s. 132-141 ve 426-429. Jaeschke; a.g.e., s. 87 ve Tansel; a.g.e., s. 140-142. 525 Özkan; a.g.e., s. 75, Kinross; a.g.e., s. 24 ve Kocatürk; a.g.e., s. 130. 181 millî iradenin temsil edildiği makamın Mebusan Meclisi olduğunu belirterek, Ankara'yı geçersiz sayması üzerine, Mustafa Kemal, A-RMHC Temsil Heyeti adına 22 Şubat 1920'de yayınladığı bir genelgeyle Milletin varlığı ve devamı esasına dayanan millî teşkilatın, vatanın her köşesinde geniş çapta ve yaygın bir şekilde kökleşmesine eskisi gibi devam edilmesi hususunu tüm Müdafaa-i Hukuk örgütlerinden bir kere daha önemle rica etmekteydi.526 Özellikle Mustafa Kemal’in talimat ve telkinleriyle Mebusan Meclisinde kuvvetli bir milliyetçi hava ortaya çıktığı gibi, esasları Ankara'da tespit edilmiş olan Misak-ı Millî'yi de bu Meclis kabul edecektir. Başka bir ifadeyle, Millî Hareket, Müttefiklerin gözleri önünde kendilerine alenen meydan okumaktaydı ve daha da önemlisi, Müttefiklerin barış şartlarını hazırlamakta olduğu bir sırada, Türkler, kendilerinin kabul edebileceği barış şartlarını kendileri tespit ediyorlardı. Öte yandan, İstanbul Hükümeti de bütün bu olup bitenlere hâkim olmaktan çok uzak bulunuyordu. 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda Misak-i Millî’yi kabul eden Mebusan Meclisi, 17 Şubat 1920 tarihinde de bu kararını kamuoyuna açıkladı. Altı maddelik belgenin esasları Amasya Tamimi’ne dayandığı gibi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin yayınladıkları beyannamelerde kayıtlı ayrıntıları da ihtiva eder. 527 Misak-ı Millî’nin kabulü ve ilânı, İstanbul’u yarı işgal altında tutan İtilâf Devletleri’ni huzursuz etmiş ve çeşitli tepkiler göstermelerine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nin 526 Nutuk I, s. 459-46 ve 466-470. Kocatürk; a.g.e., s134-136. 527 Kuran; a.g.m., s. 328. Kinross; a.g.e., s. 245-246. Ergin; a.g.e., s. 98. Jevakhoff; a.g.e., s. 118-119 ve Orbay; a.g.e.,s. 427-429. Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen Misak-ı Millî için bkz; Cihat Akçakayalıoğlu; Komutan, İnkilapçı ve Devlet Adamı Yönleriyle Atatürk, Gnkur. Bsmv., Ankara 1998, s. 241-244. Hilmi Uran, Hatıralarım, Ayyıldız Matbaası. Ankara 1959, s. 131-132 ve 296-297. Hamza Eroğlu; Türk İnkılap Tarihi, 1. Baskı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982, s. 199-201 ve Atatürkçülük Birinci Kitap Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri, s. 480-483. Bireysel bir kararın ürünü olmayan bu kararda en büyük etken, Müdafaa-i Hukuk yanlısı Felah-ı Vatan grubunun çalışmalarıdır. Bu karar bilahare BMM tarafından da kabul ve teyid edilerek siyasî mücadelede kalkan olarak kullanılacaktır. Bkz. Cebesoy; Bilinmeyen Hatıralar, s. XXIX. Misak-ı Milli’nin maddeleri için bkz. Suna Kili; Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4. Baskı, İstanbul 2001, s. 90-91. Misak-i Milli’nin, Mustafa Kemal Paşa tarafından ne zaman düşünüldüğü ve sonradan nasıl son şeklini aldığı konusunda bkz. Osman Selim Kocahanoğlu; Ali Fuat Cebesoy’un Arşivinden Askerî ve Siyasî Belgeler, Temel Yayınları, İstanbul 2005, s. 199-219. 182 parçalanmasından beklediği payı alamamış olan İtalyanlar, Misak-ı Millî’yi bütün dünyaya duyurmuştur. Yunanistan’ın kararı protesto etmesi İngilizleri harekete getirmiş, Lloyd George ve Clemanceau, Wilson’un da onayını alarak işgale karar vermişlerdir.528 Mustafa Kemal’in Müttefiklere karşı yeteri kadar karşıt bulmadığı Mebusan Meclisinin verdiği bazı kararları Misak-ı Millî adı altında yayımlaması büyük bir cüretti. Çünkü İtilaf Devletleri, Talat Paşa’dan sonra kurulan Ahmet İzzet (Furgaç) Paşa Kabinesinden beri işbaşına gelen Osmanlı Hükümetlerini sadece kendileri tarafından ileri sürülen her isteği kabul etmeye mecbur bir teşekkül olarak düşünmüşlerdi.529 Hâlbuki Mebusan Meclisi, bu kararıyla istenilenleri değil, ancak kendi istediğini yapmış oluyordu.530 Bu itibarla Misak-ı Millî, Anadolu’nun gerçek zaferidir. Mustafa Kemal önderliğindeki Millî Mücadelenin etkisi ve gücü her gün biraz daha artarken, bununla ters orantılı olarak, 9 Şubat 1920 arihinde Mebusan Meclisinden güvenoyu alan Ali Rıza Paşa Kabinesi (İstanbul Hükümeti)'nin aczi de her gün biraz daha belirgin hale geliyordu. Hâlbuki barış antlaşmasının hüküm ve şartları her gün biraz daha belirginleşiyor ve bu antlaşmanın uygulanması sorunu ortaya çıkmaya başlıyordu. Müttefikler, barışı İstanbul Hükümetine imza ettirmeye hazırlanırken, bu hükümet giderek gücünden kaybediyor, buna karşılık, bu antlaşmayı kabul etmeyeceği belli olan Millî Mücadele ise, bir yandan gücünü arttırırken, bir yandan da İstanbul Hükümeti üzerindeki etkisini arttırıyordu. Ali Rıza Paşa Hükümeti, Müttefikler ile Kuvayı Milliye arasında sıkışmıştı. Müttefikler Anadolu’daki Millî Hareketin faaliyetlerinin sorumluluğunu da Ali Rıza Paşa Kabinesinin sırtına yüklüyorlardı. Yunanlıların ileri harekata başlayarak Çerkes Ethem’in tuttuğu cephe ile Demirci Mehmet Efe’nin tuttuğu cephe arasındaki bölgeye taarruzla Gölcük Yaylası’nı ve Bozdağ’ı işgal etmeleri, Kuva-yı Milliye hareketini önlemeye çalışan ve böylelikle ülkeyi işgallerden kurtaracağını sanan İstanbul Hükümetini, içinden çıkılması imkânsız çok 528 Cemil Özgül; Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’daki Çalışmaları, ATAM Yayınları, Ankara 1989, s. 133. 529 Özkan; a.g.e., s. 72 ve Tansel; a.g.e., C. 3. s. 20-21. 530 Özkan; a.g.e., s. 72. 183 zor bir duruma soktu ve Sadrazam Ali Rıza Paşa 3 Mart 1920 tarihinde istifa etti.531 Aynı gün Felah-ı Vatan Grubunun başkanları ile Meclis Başkan Vekilleri saraya giderek Kuva-yı Milliye’nin kabul edebileceği bir hükümetin kurulmasını istemişlerdi. Mustafa Kemal’in 4 Mart 1920'de, bu konu için Padişaha çektiği telgraf gerçekten önemlidir.532 Mustafa Kemal, bahse konu telgrafta; milletin güvenine sahip bir hükümetin kurulması gerektiğini belirtirken, Ali Rıza Paşa'nın istifa sebebi olarak da İtilâf Devletleri'nin bağımsızlığa ve onura dokunan saldırılarına ve Mütareke hükümlerine uymayan müdahalelerine ve davranışlarına daha fazla dayanamamış olmasını göstermekteydi.533 Yeni hükümeti, 8 Mart 1920 tarihinde eski Bahriye Nazırı Salih Paşa kurdu ve Sultan Vahideddin tarafından da onaylandı.534 İstanbul, Misak-ı Millî’den rahatsız olan İngilizler tarafından 16 Mart 1920 tarihinde resmen işgal edilir.535 Şehzâdebaşı Karakolu basılarak uyuyan 6l askerin üzerine ateş açılması sonucu 5 asker şehit olur. Harbiye eski Nazırı Mersinli Cemal Paşa giyinmesine bile fırsat verilmeden evinden alınırken yeni Harbiye Nazırı Fevzi (Çakmak) Paşa’anın odasına giren İngiliz askerleri Paşa’nın göğsüne süngü dayadılar. İngilizler tarafından, İstanbul’un işgalini müteakip uygulamaya konulan bir diğer faaliyet de, daha önceden de örnekleri görülen, önde gelen Kuva-yı Milliyecileri ve onlara taraftar ve yardımcı olduklarına inandıkları kişileri tutuklamak ve Malta’ya sürmek olmuştur. Bu çerçevede, aralarında eski Harbiye Nazır Mersinli Cemal Paşa ile eski Bahriye Nazırı Rauf Bey de dâhil olmak üzere 14 mebusun da bulunduğu 150 kadar Türk devlet adamı ve aydını tutuklanarak Malta’ya sürüldü.536 531 Kaya; a.g.m., s. 519-520. Nutuk I, s. 479-481. İğdemir; a.g.e., s. 137 ve Mango; a.g.e., s. 321 532 Özkan; a.g.e., s. 75. 533 Nutuk I, s. 484-485 ve Kocatürk; a.g.e., s. 137-138. 534 Kaya; a.g.m., s. 524. Nutuk I, s. 486-487. Kocatürk; a.g.e., s. 139 ve Mango; a.g.e., s. 321. 535 Kaya; a.g.m., s. 524. Karpat; a.g.e., s. 52. Kinross; a.g.e., s. 249-251 ve Orbay , a.g.e., s. 439-441. İstanbul’un işgali konusunda ilave bilgi için bkz. Kazım Özalp; Kazım; Millî Mücadele 1919-1922, C. I, TTK Yayınları, Ankara 1971, s. 101-108. Serdar Sakin; “İtilaf Devletlerinin İstanbul’u İşgali ve Misak-ı Millî Üzerine Bir Değerlendirme”, Askerî Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl: 2004, Gnkur. Bsmv., Ankara 2004, s. 95-106 ve Mango; a.g.e., s. 322. 536 Kaya; a.g.m., s. 524. Jaeschke; a.g.e., s. 94. Zürcher; a.g.e., s. 221. İğdemir; a.g.e., s. 143. 184 18 Mart 1920 tarihinde son Osmanlı Mebusan Meclisi, İstanbul’da son toplantısını yaptı. Üyelerinden bazılarının zor kullanılarak tutuklanması nedeniyle, mebusların, görevlerini serbestçe yerine getirme imkânı kalmadığına ilişkin bir protesto kararını oybirliğiyle kabul ettikten sonra çalışmalarını süresiz olarak durdurma kararı verdi. Bir daha toplanmadı.537 İstanbul’un işgali, Meclisin dağılması, millî mukavemetle ilgili sanılan şahısların tevkif edilmeleri ve sonra da memleket dışına götürülerek hapsedilmeleri Türk istiklaline vurulmuş son bir darbe oldu. Bu darbe üzerine İstanbul’da milleti temsil eden artık bir otorite kalmamıştı.538 2.4. BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN AÇILMASI İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemal, aynı gün, yabancı devlet temsilcilerine gönderilmek üzere hazırladığı protesto metnini Antalya’da bulunan İtalyan Temsilciliği aracılığıyla bütün dünyaya duyurdu. 539 Yine aynı gün, İstanbul'u tamamen saf dışı etmek, 537 Lewis; a.g.e., s. 251. Jevakhoff; a.g.e., s. 122-123. Kinross; a.g.e., s. 252. Kocatürk; a.g.e., s. 143 ve Mango; a.g.e., s. 323-324. Osmanlı Meclisinin sonu hakkında ilave bilgi için bkz. Selek; Anadolu İhtilali, C. I, s. 336-338. İstanbul’un işgal edilmesinden sonra Mebusan Meclisindeki ilk toplantı 18 Martta yapılmıştır. Meclis Birinci Başkan Vekili Hüseyin Kâzım Beyin başkanlığında başlayan toplantıda, çoğunluğun olduğu ifade edilerek görüşmelere geçilmiştir. Bkz. Meclis-i Mebusan Zabıt Cerideleri (MMZC); D: 4, C. I-IV, BMM Kültür ve Sanat Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 441. Milletvekillerinden bazılarının Mebusan Meclisi binasından zorla alınması üzerine Rıza Nur Bey Mecliste bir beyanatta bulunarak bir takriri olduğunu söylemiştir. Rıza Nur Bey bu beyanatında Efendiler, mühim tarihî bir an yaşıyoruz. Bu devlet ve millet bu zamana kadar böyle bir musibete uğramamıştır. Osmanlı payitahtı ve İslâm hilâfetinin merkezi bugün ecnebi devletlerin silâhlı işgali altına geçmiş bulunuyor. Bunu icap ettiren hiçbir hâl yoktur. Osmanlı Mebusan Meclisi tecavüze uğradı. Mebus arkadaşlarımızdan Rauf, Vasıf, Faik Beyler ve Numan Efendi, Mebusan Meclisinden işgal kuvvetleri tarafından zorla alınıp tevkif edildiler. Bu hâl Anayasa hukukuna ve devletler hukukuna tamamen aykırıdır. Kayıtsız ve şartsız fikir ve vicdan hürriyetine malik olmayan bir Mebusan Meclisinin serbestçe karar alması mümkün olamayacağından mebusların dokunulmazlığına karşı yapılan bu tecavüzü protesto ediyoruz. Bu protestomuzun bütün cihan teşrii meclislerinin ve bilhassa bütün parlâmentoların anası olan Britanya Parlâmentosuna ve bu gibi tarihî vak’alara defalarca sahne olmuş olan Fransız ve İtalyan parlâmentolarına bildirilmesini temenni ederiz. Bugün üzerimize aldığımız millî vazifeyi yapmaya ancak bu derecede kudretliyiz. Bu takririmizi millî bir vesika olarak tarihe bırakıyoruz demiştir. Bkz. Samet Ağaoğlu; Kuvay-ı Milliye Ruhu, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul 1984, s. 31-32. Oturum başkanı Hüseyin Kâzım Bey tarafından; milletvekilliği vazifesinin icraasında emniyetli bir hâlin tekrar sağlanmasına kadar görüşmelerin ertelenmesini teklif ediyorlar sözleriyle oya sunulan Rıza Nur Beyin takriri oybirliğiyle kabul edilmiştir. Bkz. MMZC; D:4, s. 441-444. 538 539 Cebesoy; Bilinmeyen Hatıralar, s. 283. Bu metinde; ….. ilgili milletlerin şeref ve haysiyetiyle de bağdaşmayan buhareketin mahiyetinin takdirini, resmî Avrupa ve Amerika’nın değil, ilim, kültür ve uygarlık Avrupa ve Amerikasının vicdanına bırakmakla yetinir ve bu hadiseden doğacak büyük tarihî sorumluluğa son olarak bir daha dünyanın dikkatini çekeriz. denilerek İtilâf Devletleri’nin devlet adamlarının yaptığı bu insanlık ve medeniyet dışı davranışı, o devletlerin 185 Heyet-i Temsiliye'yi geçici bir hükümet gibi çalıştırarak, Ankara'da millî iradeyi gerçekleştirecek bir meclis toplamak üzere harekete geçerek, bir yandan askerî ve mülkî erkâna peşpeşe telgraflar çektirirken, diğer yandan da işgali prostesto eden telgrafların işgal makamlarına gönderilmesini ister ve alınması gereken önlemleri bildirir.540 Son Osmanlı Mebusan Meclisinin kapatılması ve İstanbul'un işgali üzerine, Mustafa Kemal, Türk Milletine yayınladığı beyannamede ise 700 yıllık Osmanlı Devleti'nin hayat ve hâkimiyetine son verilmiş olduğu, Türk Milletinin medenî kabiliyetini, hayat ve istiklal hakkını ve bütün istikbalini korumaya çağırıldığını bildiriyordu.541 İstanbul’un işgali üzerine 16 Mart 1920 tarihinde Mustafa Kemal tarafından verilen emirlerin en önemlilerinden biri de hiç şüphesiz Anadolu’daki yabancı subay ve askerlerin tutuklanmasına dair verilmiş olan emirdir.542 Önce elindeki kuvvetleri toplayarak, 19/20 Mart 1920 tarihinde Afyonkarahisar ve Eskişehir'deki İngiliz kıtalarını geri çekilmeğe mecbur etti. Ardından da Anadolu'daki İtilaf Devletleri'ne mensup subayları tutuklattı. Böylece İtilaf Devletlerinin herhangi bir harekete geçmelerine engel oldu. 543 Madem ki artık memleketin mukadderatına el koyacak bir makam yoktu, o halde bunu tesis etmek lazımdı. Bunun için de Ankara'da milletin temsilcilerinden ibaret olağanüstü yetkiye sahip bir meclis kurmak ve milletin idaresini bu meclise vermek gerekiyordu. Mustafa Kemal, 19 Mart 1920 tarihinde Temsil Heyeti adına, illere, sancaklara ve kolordu komutanlıklarına bir genelge göndererek Selahiyet-i fevkaladeyi haiz (olağanüstü yetkilere sahip) bir meclisin Ankara’da içtimaı (toplanması) kararını ilgililere duyurdu ve yeni seçimlerin yapılmasını istedi. Bu genelgede, İstanbul’dan Anadolu'ya medenî, kültürlü ve insancıl olduklarını iddia eden kendi kamuoylarına şikâyet etmektedir. Bkz. Nutuk I, s. 508-510 ve Özkan; a.g.e., s. 83. 540 Nutuk I, s. 508-511. İstanbul’un işgali üzerine Mustafa Kemal’in emriyle yabancı temsilciliklere gönderilen protesto telgrafları konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 30, Gömlek No: 13. 541 Nutuk I, s. 511-513. Jaeschke; a.g.e.,s. 94. İğdemir; a.g.e., s. 141 ve Kocatürk; a.g.e., s. 141. 542 Tansel; a.g.e., C. III, s. 67-72. Jaeschke; a.g.e.,s. 94 ve Kocatürk; a.g.e., s. 142 ve 144. 543 Kocatürk; a.g.e., s. 144-149. İstanbul’da tutuklanan Türk milliyetçilerine karşılık Mustafa Kemal, Anadolu’daki İngiliz subaylarının gözaltına alınması emrini verdi. En önemli rehine, Erzurum’da bulunan Binbaşı Rawlinson idi. Türk milliyetçileri ana köprü ve tünelleri imha etmeye başlarken, demiryollarını denetleyen İngiliz birikleri tam zamanında yerlerinden ayrıldılar. Bkz. Mango; a.g.e., s. 323. 186 geçen milletvekillerinin haklarının saklı tutulacağı da bildiriliyordu.544 İtilaf Devletleri, Ali Rıza Paşa’dan, Anadolu’daki Millî Mücadeleyi suçlayan bir bildiri hazırlamasını isteyince, Salih Paşa görevde kalamayacağını anladı ve 2 Nisan 1920 tarihinde istifa etti. Görev, Tevfik Paşa’ya teklif edildiyse de o kabul etmedi. Bu gelişmeler 5 Nisan 1920 tarihinde Damat Ferit Paşa’yı yeniden Sadrazamlığa getirdi.545 Damat Ferit Paşa Kabinesinin iktidara gelmesiyle birlikte Meclis-i Mebusanın feshedilmesi yönünde hızlı bir çalışma başlatılmıştı. Bu çalışmalar bizzat Damat Ferit Paşa tarafından ve gizli bir şekilde sürdürülüyordu. 546 Saray ve İstanbul Hükümeti, Mütefik İşgal Ordusu Komutanı’nın, İngiliz, Fransız ve İtalyan Yüksek Komiserlerinin isteklerini yerine getirerek durumu idare etmeye çalışıyordu. Mebusan Meclisi, 11 Nisan 1920 tarihinde Sultan Vahidettin’in Siyasî gelişmelerden kaynaklanan zorunlu şartlardan dolayı feshi gerektiren irade-i seniyyesiyle dört ay içinde tekrar toplanmak kaydıyla kapatıldı. Hükümet tarafından Meclis-i Mebusanın kapatılması için ileri sürülerek gerekçelerin hiçbir tutarlı tarafı yoktu. Dağılan Meclisin birçok üyesi de Ankara’ya giderek Büyük Millet Meclisi (BMM)’ne katıldı.547 Bıyıklıoğlu, İstanbul’un işgalini, Mustafa Kemal’in Anadolu’da kuvvetlenmesinin bir sonucu olarak değerlendirmektedir. Öte yandan İstanbul’un işgali, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra Millî Mücadele ve mukavemetin halk tarafından 544 Nutuk I, s. 505-508. Tansel; a.g.e., C. III, s. 93. Tunçay; a.g.e., s. 40 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 12-14. Bahse konu genelge/telgraf için bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 1. 545 Akın; a.g.e., s. 134. Jaeschke; a.g.e.,s. 97. İğdemir; a.g.e., s. 146 ve Mango; a.g.e., s. 324-325. 546 Kaya; a.g.m., s. 525. 547 Sakaoğlu; a.g.e., s. 568. Kaya; a.g.m., s. 525-526. İğdemir; a.g.e., s. 149. Müttefiklerin isteği üzerine 10 Nisan 1920 tarihinde Şeyhülislam Dürrizâde Abdullah Efendi tarafından hazırlanan Padişah ve Halife kuvvetleri dışındaki millî kuvvetleri kâfir ilan eden ve katlinin vacip olduğunu bildiren fetvası ertesi gün Takvim-i Vekayi gazetesinde yayımlanır. Bu fetva düşman uçakları ile tüm Anadolu’ya dağıtıldı. 18 Nisan’da asilerin tenkili için Kuva-yı İnzibatiye (Hilafet Ordusu). teşkil edildi. Bkz. Jaeschke; a.g.e., s. 97-98. İğdemir; a.g.e., s. 148-149 ve Lewis; a.g.e., s. 251-252. Dürrizade Mehmet Efendi’nin fetvasına karşı BMM de benzer şekilde cevap verdi. 5 Mayıs’ta Ankara Müftüsü Börekçizade Rifat Efendi, yabancı baskısı altında çıkarılan bir fetvanın geçersiz olduğunu bildiren ve Müslümanları, esaret altında bulunan Halifelerini kurtarmaya çağıran, Anadolu’daki diğer 152 müftünün onayladığı bir fetva yayınladı. Bkz. Lewis; a..g.e., s. 252. Karpat; a.g.e.254 ve Belen; a.g.e., s. 165. 187 benimsenmesini kolaylaştıran ikinci olay olmuştur.548 Mumcu da, İtilaf Devletlerinin, Misak-ı Millî’yi hoş karşılamadıklarını, toplanmasına ve çalışmasına karşı çıkmadıkları Meclisi Mebusandan istediklerinin tam tersi sesler yükseldiğini, böylesi bir şeye katlanmanın İtilaf Devletleri için çok güç olduğunu, Mebusan Meclisinin kesin bir şekilde cezalandırılmasına karar verdiklerini, nitekim Misak-ı Millî’nin de İstanbul’un işgali için onlar adına iyi bir vesile olduğunu ifade etmektedir.549 Zürcher de, İstanbul’un işgalinin ve Mebusan Meclisinin kapatılmasının, Mustafa Kemal’in Anadolu’daki konumunu güçlendirdiğini belirtmektedir. Karpat ve Jevakhoff da bu konuda Zürcher ile benzer görüştedir.550 İstanbul’un Müttefikler tarafından işgali tarafsız Türkler arasında bile tüm tereddütleri kökünden sildi ve bunlar da tamamen Mustafa Kemal’in safına geçtiler. Sonuç olarak, Müttefiklerin İstanbul’u işgal etmeleri, Anadolu davasının ancak Anadolu bozkırlarında halledileceği konusunda artık kimsede şüphe ve tereddüt bırakmamıştı.551 Sultan Vahidettin’in Mebusan Meclisi için fesih kararını almasında, Meclisin Anadolu’da toplanabileceği endişesi önemli rol oynamıştı. Zira Mebusan Meclisinin toplantılarını erteleyen karar, mebuslara sağlanan dokunulmazlığın son bulması dolayısıyla kutsal görevlerini güvenle sürdürebilecekleri bir durum ortaya çıkıncaya kadar genel birleşimlerin ertelenmesi şeklinde alınmıştı. Meclisin bu kararına dayanarak, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Meclisi Anadolu’da toplayabilecekleri ve böylece Anadolu’da kontrolleri altına alacakları Mebusan Meclisinden istedikleri kararları çıkarabilecekleri bir ortamın oluşması, Padişah ve Hükümet için düşünülebilecek bir durum değildi. Dolayısıyla kendileri açısından çok vahim sonuçlarının olacağına inandıkları bu gelişmenin önünü kesebilmenin en kolay yolunun Mebusan Meclisini feshetmek olduğuna inanmışlar ve bu yola gitmişlerdir. Osmanlı yönetiminin aldığı bu karar, Osmanlı meşrutî hayatında yeni bir 548 Bıyıklıoğlu; a.g.e., s. 57. 549 Ahmet Mumcu; Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, 6. Baskı, İnkilap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1981, s. 53-54. 550 Kaya; a.g.m., s. 524. Erik Jan Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, İletişim Yayınları, İstanbul 1992, s. 32. Jevakhoff; a.g.e., s. 123 ve Karpat; a.g.e., s. 532. 551 Karpat; a.g.e., s. 532. 188 dönemi ifade etmektedir. Artık İstanbul merkezli meclislerin yerini Ankara merkezli meclisler alacaktır. Anadolu’da yürütülen Millî Mücadelenin gerçekleştirilmesi de BMM ile olacaktır. 552 Mustafa Kemal’in askerî birlikler ile vilayetlere 21 Nisan 1920 tarihli telgrafta, Meclisin toplanmasının maksadının, memleketin bağımsızlığını sağlamak, Hilafet ve Saltanat makamını düşmanların elinden kurtarmak olduğu belirtilmektedir.553 22 Nisan günü de tüm askerî ve mülkî erkâna gönderilen telgrafta, 23 Nisan günü Meclis açılarak vazifeye başlayacağından, o günden itibaren, sivil ve askerî tüm makamların ve bütün milletin tek yetkili merciinin Ankara’da toplanacak Meclis olacağı duyurulur.554 23 Nisan 1920 Cuma günü, başlarında Mustafa Kemal olmak üzere İstanbul’dan gelen milletvekilleri ile yeni seçilen temsilcilerden kurulu Meclis üyeleri Hacı Bayram Camii’nde namaz kıldıktan sonra hep birlikte törenle Meclis binasına gelinmiş, orada vatan ve milletin esenliği ve bağımsızlığı için dua edilmişti. Meclisin en yaşlı üyesi olan Sinop Mebusu Şerif Bey geçici olarak Meclis Başkanlığına getirilmiş, böylece Meclis açılarak vazifesine başlamıştı.555 Şerif Bey’den sonra ilk sözü Mustafa Kemal alarak Türk Milletinin takip edeceği siyasetin esaslarını açıkladığı ve zamanın gerçeklerine uygun bir konuşma 552 Kaya; a.g.m., s. 526. 553 Karpat; a.g.e., s. 52-53. Jaeschke; a.g.e., s. 99 ve İğdemir; a.g.e., s. 153 ve Nutuk I, s. 526-528. 554 İğdemir; a.g.e., s. 153 ve Kocatürk; a.g.e., s. 153. Nutuk I, s. 528 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 14. Bahse konu telgraf için bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı Atatürk Arşivi, Kutu No: 33, Gömlek No: 5. 555 Tansel; a.g.e., C. III, s. 94. Karpat; a.g.e., s. 53 ve Kansu, a.g.e., s. 571. Meclisin açılması konusunda ilave bilgi için bkz. Velidedeoğlu; a.g.e., s. 15-21. Turhan Olcaytu; Devrimlerimiz İlkelerimiz, 8. Baskı, AjansTürk Basın ve Basım A.Ş. Ankara 1998, s. 138, Nuran Yiğit; Atatürk’le 30 Yıl, 2. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 2004, s. 182-187. İnönü; a.g.e., s. 191-192 ve Clair Price; Türkiye’nin Yeniden Doğuşu, 1. Basım, İstanbul 2003, Yeni Hayat Yayıncılık, s. 160-161. Kili, Meclisin ilk oturumunda geçici başkan Şeref bey tarafından Büyük Millet Meclisi ifadesinin kullanıldığını, bu ismin 29 Nisan’da kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’yla resmî bir şekle büründüğü ve yasallaştığını ifade etmektedir. Bkz. Suna Kili; Türk Devrim Tarihi, Tekin Yayınları, İstanbul 1982, s. 105. İnönü, hatıralarında, bu konuya daha farklı bir şekilde değinmektedir. İnönü, hatıralarında, Meclisin adının ne olacağını Mustafa Kemal Paşa ile uzun uzun tartıştıklarını, sonunda Büyük Millet Meclisi olarak tespit ettiklerini, Meclis açılır açılmaz bu ismin teklif edilmesini ve bu şekilde söylenmesini kararlaştırdıkları, Nitekim Geçici Başkan Şerif Bey’in de bu açış konuşması esnasında bu ifadeyi kullandığını belirtmektedir. Bkz. İnönü; a.g.e., s. 191-192. Meclisin isim meselesi konusunda ilave bilgi için bkz. Gürler; a.g.e., s. 242-244. 189 yaptı.556 Erzurum Kongresinde yer alan Kuva-yı Milliye’yi amil ve millî iradeyi hâkim kılmak temel ilkesine dayanarak kurulacak bu yeni meclis, millî bir meclis idi. Bu Meclis, Mustafa Kemal’in, Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak yayımladığı 19 Mart 1920 tarihli bildiride açıklanan esaslara uygun olarak seçim yoluyla işbaşına gelen bir meclis idi.557 Artık Amasya Tamimi’nde gerekli görüldüğü tarzda her türlü tesir ve murakabeden (kontrolden) azade (bağımsız) bir heyet-i milliye (millî heyet) meydana gelmişti.558 23 Nisan 1920 tarihinde açılan BMM, millet iradesiyle seçilen mebuslardan oluşan, millî egemenlik ilkesini esas alan demokratik karakterde ve yapıda bir Meclis idi.559 BMM, İstanbul’dan gelebilen Mebusan Meclisi üyeleri ile yeniden seçilen mebuslardan oluşur. Son araştırmalara göre BMM’nin üye sayısı 390 kişidir. Ancak Mecliste hiçbir zaman bu kadar milletvekili toplanmamıştır. Bunun nedeni bazı milletvekillerinin istifaları, bazılarının memuriyeti kabul ederek ayrılmaları, bazılarının devamsızlık nedeniyle gelmemeleri ve ölenlerin bulunmasıdır. 23 Nisan 1920 tarihinde 120 milletvekili toplanmış, bu sayı bilahare günden güne artmıştır.560 556 Mustafa Kemal’in bahse konu konuşması için bkz. BMM ZC Devre: I, C. I, s. 8-37. 557 Eroğlu; a.g.m., s. 23. 558 Kuran; a.g.m., s. 328. 559 Hamza Eroğlu; Türk İnkılap Tarihi, 1. Baskı, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1982, s. 206. BMM üyelerinin yarıdan fazlası (233) asker, memur ve aydınlardan oluşmuştu. Üyelerden 47’si din adamı, diğerleri de çiftçi, tüccar ve aşiret reisiydi. 233 kişilik aydınların da 54’ü askerlerden oluşuyordu. Bu duruma göre BMM’de çeşitli sosyal gruplar temsil edilmekle birlikte bunların bir kısmı Mustafa Kemal’e bağlanmışlardı. Fakat diğer bölümü onun karşısındaydı. Rusya’da bulunan Enver Paşa ile ilişki kurmuş olan İttihatçılar, ondan talimat alıyorlardı. Bkz. Mumcu; a.g.e., s. 55. 560 Mumcu; a.g.e., s. 55-56 ve Öztürk; a.g.e., s. 50. I. Meclisteki milletvekili sayısı için değişik kaynaklarda değişik rakamlar belirtilmektedir. Bunlardan bazıları şu şekildedir: Cebesoy, 66 seçim bölgesinden 337 milletvekilinin olduğunu ve 23 millletvekilinin de Meclise gelmeden istifa ettiğini belirtir. Bkz. Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1, s. 339. Eroğlu ise milletvekillerinin sayısının 414 olması gerekirken, ölen ve istifa edenlerin durumu nedeniyle, bu sayının 381’e düştüğünden bahseder. Bkz. Eroğlu; a.g.e., s. 280. Mazhar Müfit Kansu da Meclise katılanların 399 kişi, katılmayanlarla birlikte bu rakamın 437 olduğunu belirtir. Bkz. Kansu; a.g.e., Cilt: II, s. 574. Yiğit ise BMM’ye 451 mebusun seçildiğini, 33 kişinin Meclise gelmeden istifa eetiğini, 4 mebusun da düşmanlar ve çeteler tarafından şehit edildiğini, bir kişinin de mazbatasının kabul edilmeyip milletvekilliği düştüğü için bu rakamın 399’a düştüğünü belirtmektedir. Bkz. Yiğit, a.g.e., s. 183. Güneş’e göre bu rakam 390’dır. Bkz. İhsan Güneş; Birinci BMM’nin Düşünce Yapısı (1920-1923), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 1997, s. 79. Atay ise bu sayıyı 381 olarak belirtir. Bkz. Falih Rıfkı Atay; Çankaya; Bateş Yayınları, İstanbul 1984. Erdoğan, I. BMM’ne, İstanbul’daki Son Osmanlı Mebusan 190 BMM’nin açılması sonucu eşi görülmemiş bir durum meydana geldi. Bir yanda millî bağımsızlığı sağlamak hedefine yönelmiş görünen BMM, diğer yanda (İstanbul’da) ise Müttefiklerin elinde hapis durumda olan ve hanedan menfaatleri uğruna millî hareketi suçlamakla halkı kendinden soğutmuş bir Halife-Padişah vardı.561 Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920 tarihinde uzun bir konuşma yaparak, Millî Mücadelenin başlama sebeplerini ve izlediği yönü anlattıktan sonra, bu konuda izlenmesi gereken yolu açıklayan ve hükümetin kurulması hakkında bir önerge verdi.562 Aynen kabul edilen önergede; hükümet kurmanın zorunlu olduğu, geçici kaydıyla bir hükümet başkanlığı tanımanın doğru olmadığı, millî iradenin temsilcisinin BMM olduğu, memlekette BMM’nin üstünde hiç bir kuvvet olmadığı, kanun yapmak ve kanunları yürütmenin BMM’nin hakkı olduğu, BMM tarafından tefrik edilen bir heyetin hükümet işlerini göreceği ve Meclis Başkanının bu heyetin de başkanı olacağı ifade edilmektedir. Bu önergenin altında da önemli bir not bulunuyordu. Bu notta Padişah ve Halife, altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyeceği kurallar çerçevesinde durumunu alacaktır. deniliyordu.563 Mustafa Kemal’in hazırladığı bu önerge, özünde, yeni kurulacak olan devletin nasıl bir rejimi benimseyeceğinin ipuçlarını taşımaktadır. Meclisin üstünlüğüne ve onun denetimine bağlı bir yürütme gücü olacaktır. Öyle ki, Padişah bile bu Meclisinden katılan milletvekili sayısının 92 olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mustafa Erdoğan, “Siyasal Sistem, Devlet ve Rejim”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel Sayısı), S. 23-24. Eylül-Aralık 1998, s. 802. 561 Karpat; a.g.e., s. 53. 562 Kuran; a.g.m., s. 329.330. Yavuz Arslan; “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti”, Türkler, C. 16, s. 37. Özkan; a.g.e., s. 100-101 ve Kocatürk; a.g.e., s. 155. Mustafa Kemal’in yaptığı bahse konu konuşma için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 12-60 ve 60-63 ve Mango; a.g.e., s. 329-330. Mustafa Kemal Paşa bahse konu konuşma esnasında; Millî Mücadeleyi, düşmanların Halifeye isyan şeklinde gösterdiklerinin, Millet Meclisinin, Halife ve Padişah ile vatanı düşman işgalinden kurtarmak istediğini, vekillerin Tanrı ve Yüce Peygamber adına yemin ederek Halife ve Padişaha isyan sözünün bir yalandan ibaret olduğunu dile getirir.I. Meclis üyeleri de Hilafet ve Saltanatın vatan ve milletin kurtuluşundan ve bağımsızlığından başka amaç gütmeyeceğiz. diye yemin etmişlerdi. Bkz. Belen; a.g.e., s. 170. 563 Nutuk II, s. 8-9. Mustafa Kemal Paşa’nın BMM’nin 24 Nisan 1920 tarihli oturumunda çabalarımızın birinci amacı saltanat ve hilafet makamını yabancı esaretinden kurtarmaktır. şeklinde konuşarak Meclis içinde, saltanat ve halifelik makamları ile bağlantı ve İstanbul Hükümeti ile uzlaşma arayan bir akımın bulunduğunu sezerek onları susturmuştur. Böylece, İstanbul Hükümeti tarafından çıkarılan Millî Mücadele aleyhindeki fetvanın da uydurma olduğunu, Padişahın da düşman süngüsü altında böyle bir davranış içine girdiğini açıklayarak, daha işin farkına varmamış kimselere hissettirmeden, bir hükümetin kurulmasının gerekli olduğunu belirtmiştir. Bkz. İlkin; a.g.e., s. 139-140. 191 Meclisin kendisine tanıyacağı statü içinde kalacaktı.564 Aynı gün TBMM’ne başkan seçilmesi konusu görüşüldü. Yapılan oylamada, Mustafa Kemal oy çokluğu (110 oy) ile Meclis Başkanı seçilir.565 İstanbul’daki Mebusan Meclisinin başkanı olan (Anayasa Hukuku Profesörü) Celaleddin Arif Bey de BMM’de ikinci başkanı olarak seçilir.566 Yeni Meclis, daha ilk günlerinde yetkilerine kıskançlıkta sahip çıkmıştır. Halkı doğrudan doğruya temsil eden Meclis, yurdu biran önce düşman işgalinden kurtarmak için tüm güçleri kendinde toplamış ve yetkilerini aracısız kullanmıştır.567 23 Nisan 1920’de açılarak çalışmalarına başlamış olan ve hatta açıldığının ikinci günü bir kanun bile çıkarmış olan BMM yasama ile ilgili görevlerine de başlamış oluyordu.568 Halkı doğrudan doğruya temsil eden Meclis, yurdu biran önce düşman işgalinden kurtarmak için bütün güçleri kendinde toplamış ve yetkilerini aracısız kullanmıştır.569 Böylece BMM ya da I. Meclis bir Kurucu Meclis karakterini almış ve yeni bir rejimin temelleri atılmıştı. BMM, zafer kazanılıncaya kadar dağılmamak kararını vermişti. Meclisin 25 Nisan 1920 tarihli oturumunda, Mustafa Kemal’in bir önceki gün kabul edilen hükümetin teşkili hakkında teklifine göre, yürütme yetkisini bizzat kullanacak olan Meclisin bu yetkiyi ne şekilde kullanacağı üzerinde durulmuştu. Meclis, Celaleddin Arif Bey’in kabul edilen önergesi gereğince, 25 Nisan 1920 tarihli beşinci oturumunda, Muvakkat İcra Encümeninin (geçici hükümetin) seçimine başlamıştır. Böylece seçimle belirlenen altı kişi (Celaleddin Arif Bey, Sami Bey, Bekir Sami Bey, Fevzi Paşa, Hamdullah Suphi Bey, Hakkı Behiç Bey) seçimsiz olarak Meclis Genel Kurulu kararıyla 564 Akın; a.g.e., s. 140. 565 Tansel; a.g.e., C. III, s. 95-96. Nutuk II, s. 9. Jevakhoff; a.g.e., s. 134. Kocatürk; a.g.e., s. 156. Selek; Anadolu İhtilali, C. I, s. 344 ve Akın; a.g.e., s. 142. Mustafa Kemal’in Meclis Başkanı seçildikten sonra yapmış olduğu konuşma için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Yayına Hazırlayan: Ali Sevim, İzzet Öztoprak, M.Akif Tural), Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık, Ankara 2006, s. 95-96 566 Jaeschke; a.g.e., s. 100. Kocatürk; a.g.e., s. 156. Mango; a.g.e., s. 330 ve Velidedeoğlu; a.g.e., s. 27. 567 Öztürk; a.g.e., s. 51. 568 Kuran; a.g.m., s. 329.330. Arslan; a.g.m., s. 37 ve Kocatürk; a.g.e., s. 156. 569 Öztürk; a.g.e., s. 51. 192 Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi İsmet Bey ve BMM Başkanı olması sıfatıyla, (hükümetin teşkili hakkındaki karar gereğince) bu heyetin tabii başkanı olan Mustafa Kemal’den oluşan yedi kişilik geçici bir hükümet kurulmuştur. Muvakkat İcra Encümeni adı ile kurulan bu heyet BMM’nin ilk yürütme organı, yani ilk hükümetidir.570 25 Nisan günü Meclis Başkanı Mustafa Kemal imzalı olarak, düşman propagandasına inanılmaması gerektiğine dair bir beyanname yayımlanır.571 27 Nisan günü de Padişaha BMM emriyle Mustafa Kemal imzalı bir sadakat arizası gönderilir.572 Millî egemenliğin emanetçisi, Türk halkının ve Türkiye’nin yegâne temsilcisi olduğu inancıyla hareket eden BMM, 29 Nisan 1920 tarihinde, Meclisin meşruiyetine karşı karşı çıkanlar için ölüm cezasını getiren Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu kabul etti.573 BMM tarafından 7 Haziran 1920 tarihinde kabul edilen bir başka kanunla da, İstanbul Hükümetinin 16 Mart 1920 tarihinden sonra yaptığı ve yapacağı antlaşmalarla vermiş olduğu ve vereceği imtiyazların hükümsüz sayılacağı kabul edilmiştir.574 Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Ordu-Politika ilişkilerini en iyi şekilde BMM’nin çıkardığı kanunlarda görmek mümkündür.575 BMM 2 Mayıs 1920 tarihinde, İcra Vekillerinin ne şekilde seçileceğini belirleyen kanunu kabul etti. Bu kanuna göre; hükümet işleri (Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti / Gnkur.Bşk.lığı dâhil) 11 vekalette toplanacak, vekiller de 570 Arslan; a.g.m., s. 40-41. Jaeschke; a.g.e., s. 100. İğdemir; a.g.e., s. 157 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 134. Muvakkat İcra Encümeni üyelerinin isimleri için bkz. -; Türkiye Büyük Millet Meclisinin Kuruluşundan Günümüze Hükümetler, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü Yayını, Ankara 1998, s. 33. 571 Tansel; a.g.e., C. III, s. 95-96 ve İğdemir; a.g.e., s. 156. 572 Tansel; a.g.e., s. 96. Mango; a.g.e., s. 331 ve Belen; a.g.e., s. 175. 573 Kocatürk; a.g.e., s. 159. Mango; a.g.e., s. 332. Karpat; a.g.e., s. 53. Jaeschke; a.g.e., s. 101 ve BMM ZC Devre: I, Cilt: I, s. 145. Bu yasa, Meclisten geçen ikinci yasa idi. Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun birinci maddesi: (sadeleştirilerek): Yüce halifelik ve sultanlık-padişahlık makamı ve Osmanlı Devleti'ni yabancıların elinden kurtarma ve saldırıları savmak amacına yönelik olarak oluşturulan Büyük Millet Meclisinin meşruiyetine isyanı içeren sözle veya eylemle veya yayın yoluyla muhalefet veya bozgunculukta bulunan kimseler vatan haini sayılır. Bkz. Türk Parlamento Tarihi, C. 1, TBMM Vakfı Yayınları, Ankara, 1994, s. 121. 574 Kocatürk; a.g.e., s. 170, Karpat; a.g.e., s. 53 ve Jaeschke; a.g.e., s. 101. Bu kapsamda BMM, 19 Ağustos 1920 tarihinde aldığı bir kararla, 10 Ağustos 1920 tarihinde İstanbul Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr Barış Antlaşması’nı tanımadığı gibi bu antlaşmayı imzalayanları da vatan haini ilan eder ve vatandaşlıktan çıkarır. Bkz. Akın; a.g.e., s. 146. 575 Öztürk; a.g.e., s. 51. 193 mebuslar arasından Meclis tarafından teker teker seçilecek, vekiller arasında çıkacak anlaşmazlıklar da Meclis tarafından çözülecekti. Bu kanun gereğince Meclis 3 Mayıs 1920 günü, İcra Vekillerinin (Bakanlar Kurulunun) seçimine geçmiş ve aynı gün seçim sonuçları açıklanmıştır. 576 2.5. BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN YAPISI VE ÖZELLİKLERİ BMM, Mustafa Kemal’in telkiniyle, Türk hukuk tarihinde ilk defa olarak millî hâkimiyet prensibini siyasî ve hukukî temel edinerek, Osmanlı Kanun-ı Esasî’ne aykırı olarak, kuvvetler birliği esasına dayanan Meclis Hükümeti Sistemini kabul etmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanına kadar devam eden bu sistem BMM Hükümeti adı ile anılacak ve 20 Ocak 1921 Anayasası’na da bu isimle geçecektir. 577 Meclis Hükümeti Sistemi rastgele ortaya çıkmamıştır. Bunda, Mustafa Kemal’in kafasındaki nihaî hedefe doğru gidişin çok ustaca düzenlenmiş bir safhasını görmek mümkündür. Mustafa Kemal hem Millî Mücadeleyi başarıya ulaştırmak, hem de bu mücadele sonunda devletin idare şeklini değiştirmek niyetindeydi. Meclis Hükümeti Sistemi’nin kabul edilişiyle, daha başlangıçtan itibaren böyle bir değişikliğinin temellerini atmakla birlikte, bu gidişin göze çarpacak bir açıklıkla ortaya çıkmasını ve padişahlığı 576 Arslan; a.g.m., s. 42. Nutuk II, s. 10-13. Jaeschke; a.g.e., s. 101-102. İğdemir; a.g.e., s. 160. Kocatürk; a.g.e., s. 160. Erendil; a.g.e., s. 119. Kocatürk; a.g.e., s. 166 ve BMM ZC Devre: I, Cilt: I, s. 185-186. Bu kanunun birinci maddesini değiştiren 4 Kasım 1920 tarih ve 47 sayılı kanunla, yürütme üyelerinin, BMM Başkanının Meclis üyelerinden göstereceği adaylar arasından ve BMM tarafından salt çoğunlukla seçilmeleri esası kabul edilmişti. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 8. Bu kanunla Erkan-ı Harbiye (Genelkurmay / Gnkur.) işlerini görmek üzere ayrı bir bakanlık kurulmuştur. Savaşı daha iyi ve tutarlı bir şekilde yüretebilmek, siyasî ve askerî organlar arasında ortaya çıkabilecek uyumsuzluğu en aza indirebilmek amacıyla, Gnkur. Vekâleti, doğrudan BMM’ne karşı sorumlu tutulmuştur. Bu düzenlemeyle, aynı zamanda İvT döneminde yaşanan fiilî askerî diktatörlüğün bir daha ortaya çıkmaması ve BMM’nin Ordu üzerinde denetimini tam olarak kurması da amaçlanmıştır. Buna paralel olarak, 5 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen 18 sayılı Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun dördüncü maddesiyle, kural olarak BMM üyeliği ile memurluğun bir kişinin üstünde toplanmamasına rağmen, o dönemin şartları dikkate alınarak, ordu ve kolordu komutanlığı görevlerinin Meclis üyeliği ile bağdaşabileceği öngörülmüştür. Böylece, kolordu düzeyinin altındaki askerî birimlerin siyasetle ilgilenmesi hukuken önlenmeye çalışılmıştır. Meclisin tüm güçleri ile kendisinde toplanmasına bağlı olarak, 13 Eylül 1920 tarihinde Vekiller Heyeti programında, Ordunun, BMM’nin Ordusu olduğu, emir ve komuta yetkisinin de BMM’nin manevî şahsiyetinde olduğu ve komutaya ait işlerin Gnkur.Bşk.lığı tarafından yürütüleceği öngörülmüş, gereksiz ve zararlı tartışmalara yol açacağı değerlendirilerek başkomutanlık konusuna değinilmemiştir. Bkz. Öztürk; a.g.e., s. 51-52. 577 Arslan; a.g.m., s. 38. 20.01.1337 (1921) tarihli ve 85 kanun numaralı 1921 Anayasası için bkz. Yavuz Atar; Karşılaştırmalı ve Notlu Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Önceki Anayasalar, Mimoza Yayınları: 51, Hukuk Dizisi: 23, Konya 2002, s. 191-194. Erdoğan; a.g.e., s. 45-55 ve Tunç; a.g.e., s. 27-31. 194 vazgeçilmez bir kurum olarak kabul eden çevrelerde lüzumsuz tepkilerin uyanmasını önlemiştir. Gidilen yol, başlı başına ayrı bir yürütme organı meydana getirmektense, BMM’nin olağanüstü durumunu gerekçe olarak gösterip saltanatı ve hilafeti kurtarma görevinin, yani yürütme kudretini kullanmanın bu Meclis tarafından yerine getirileceğini belirtmekti. 578 BMM’nin meydana getirmiş olduğu sistem, Meclisi, millî hâkimiyetin temsilcisi kabul eden çeşitli devlet kudretlerini bu hâkimiyetin belirtileri sayan, bu yönüyle tümünü meclise mal eden ve günün şartlarına bağlı olmaksızın genel prensip halinde benimsenen bir kuvvetler birliği anlayışına dayandırılmıştır. Bu anlayış Millî Mücadelecilerin ruhunu da kaplamıştı. İşte böyle bir anlayış ve Meclis Hükümeti sayesinde yeni rejim yerleşmiş, başarı sağlamış, saltanatın kaldırılmasına dayanak teşkil etmiş ve dolayısıyla cumhuriyet rejiminin kabulüne yol açmıştır. Zaten Mustafa Kemal de, Nutuk’ta, kendi telkiniyle getirilen bu sistemi şu şekilde değerlendiriyordu: Efendiler, bu esaslara müstenit olan (dayanan) bir hükümetin mahiyeti, suhuletle (kolaylıkla) anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, hâkimiyet-i milliye (millî egemenlik) esasına müstenit (dayanan) halk hükümetidir. Cumhuriyettir. Mustafa Kemal, böyle bir hükümetin kurulmasında ana ilkenin kuvvetler birliği olduğunu da belirtmiştir. Mustafa Kemal’in Mecliste yaptığı birçok konuşmada da kuvvetler birliği sisteminden bahsettiği ve bu sistemi savunduğu görülmektedir.579 Türkiye’de, Meclis Hükümeti Sisteminin, Türk milletinin içinde bulunduğu gerçeklerden ve günün şartlarından doğduğunu ve buna Mustafa Kemal’in fikrî ve fiilî olarak önderlik ettiğini söylemek mümkündür. Millî Mücadelenin başarıya ulaşmasında çok büyük rolü olduğu inkâr edilemez bir gerçek olan Meclis Hükümeti Sistemi (Kuvvetler Birliği Sistemi) nedir? Hangi prensiplere dayanmaktadır ve nasıl meydana çıkmıştır? Yasama ve yürütme 578 579 Arslan; a.g.m., s. 38-39. A.g.m., s. 39. Meclis hem yasama, hem de yürütüme yetkisini kullanmaktaydı. Meclis Başkanı aynı zamanda Hükümetin de başkanı idi. Ayrıca Devlet Başkanlığı diye bir makam mevcut değildi. Meclis Başkanı aynı zamanda Devlet Başkanlığı görevini de yerine getirmekteydi. TBMM, yasama ve yürütme yetkisini herhangi bir kayıt ve sınırlamaya tabi olmadan kullanıyordu. Meclisten ayrılan bir heyet de vekâleten Hükümet işlerini görüyordu. Mustafa Kemal Paşa’ya göre böyle bir hükümet, hâkimiyet-i milliye esasına müstenit halk hâkimiyetidir, cumhuriyettir. Bkz. Eroğlu; a.g.m., s. 25. 195 kuvvetleri yasama organında toplanırsa ortaya Meclis Hükümeti Sistemi çıkar. Klasik Anayasa Hukukunda, Parlamenter ve Başkanlık Sistemleri arasında yer alan Meclis Hükümeti, bu iki şekilden, kuvvetler ayrılığını kabul etmemesiyle ayrılır. Bu sistemde, kuvvetlerin karışımı vardır. Daha doğrusu seçimle kurulu yegâne organ olan yasama meclisi, yürütme ve yargının üstündedir. Onlara hâkimdir ve onları bir çeşit idarî organlar haline getirir. Kuvvetlerin karışımı zaten yürütmeyi bağlı duruma sokar. Millî hâkimiyetin temsilcisi ve kullanıcılığı tekelini kurar. Böylece yasama ve yürütme, ne fiilen ne de hukuken iki eşit otorite olamaz. Yürütme, meclisin ajanı durumundadır. Onun saptadığı politikayı sadece ve yine onun direktifleri ile uygular.580 Kemal Dal Anayasa Hukuku Temel Kuralları adlı eserinde, Meclis Hükümeti Sistemi’ni şu şekilde tarif etmektedir: Devletin bütün fonksiyonları yasama organı olan parlamentoda toplanır. Devletin adeta parlamentodan başka organı yok gibidir. Yürütme tamamıyla parlamentoya bağlanmıştır. Parlamento yasama, yürütme ve yargı fonksiyonunu yapar. Bu tip devlet idaresi rejimine Meclis Hükümeti Sistemi ismi verilir.581 Bizde de 1921 ve 1924 Anayasaları’nın kabul ettiği sistem, Meclis Hükümeti Sistemi olarak değerlendirilmektedir. BMM eski Osmanlı Meclisine benzemediği gibi yeni Meclis tarafından kurulacak olan Yürütme Organı da Osmanlı Kabinelerinin bir taklidi olamazdı. Kurulacak yeni hükümet, Meclisin istediği bir hükümet olmalıydı. Millî Mücadele, normal bir parlamenter sistem kurmakla kazanılamazdı. Meclisin fiilen işleri eline alması gerekiyordu. Yasama ve yürütme yetkileri Meclisin kendi elinde bulunmalıydı. 582 580 Arslan; a.g.m., s. 39. 581 A.g.m., s. 40. 582 A.g.m., s. 37. Bu sisteme göre, siyasî iktidar mekanizması bir Meclis Hükümeti düzeni içinde işleyecektir. kuvvetler ayrılığının kabulü yerine, millî egemenliğe dayalı ve tüm yetkileri kendinde toplayan bir Meclis topluma hâkim olacaktır. BMM’nin açılmasıyla egemenlik İstanbul’dan Ankara’ya geçmekle kalmıyor, bunun da ötesinde egemenliğin kaynağında ve niteliğinde de önemli bir değişiklik oluyordu. Yasama organı niteliğindeki BMM normal bir parlamento değil, tüm yetkileri (yasama, yürütme ve yargı) kendinde toplamış olağanüstü bir Meclistir. Artık bundan sonra ülkemizde yasamanın yürütmeden değil, tersine yürütmenin yasamadan birşeyler koparması ve yetkisini bu şekilde oluşturması durumu doğmaktadır. Bkz. Akın; a.g.e., s. 140. BMM rejimin temelleri konusunda detaylı bilgi için bkz. Ahmet Demirel; Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup, 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1995, s. 151-210. 196 2.6. BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE KURULAN PARTİLER VE GRUPLAR 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan BMM üyeleri iki farklı seçimden ve üç ayrı kanaldan gelmekteydiler. Yapılan seçimlerin ilki son Osmanlı Mebusan Meclisi için 1919 yılı sonlarında yapılan genel seçimdi. Diğeri ise Mustafa Kemal’in Ankara’da toplanacak Meclis için yaptığı 19 Mart 1919 tarihli genelge doğrusunda yapılan ikinci genel seçimdi. Mebusların geldiği kaynaklar ise; Osmanlı Mebusan Meclisi, yeni seçilen mebuslar ile Malta’dan sürgünden kurtularak gelen milletvekilleriydi. Farklı kaynaklardan gelen mebuslar belirli bir görüşü temsil etmediklerinden ve herhangi bir siyasî partinin temsilcisi olmadıklarından, doğal olarak aralarında bir birlik hali de mevcut değildi.583 Farklı kaynaklardan gelen bu insanlar, aynı zamanda farklı düşüncelerin de sahibi idiler. Bu nedenle Mecliste tam bir fikir birliği yoktu.584 Sivas Kongresinde mahallî kurtuluş hareketlerini birleştiren A-RMHC,I. Meclise egemen olmuş ve seçilen mebuslar da A-RMHC üyeleri arasından çıkmıştır. Toplumun farklı kesimlerinden gelen kişilerden (aydın, asker-sivil bürokrat, din adamı, aşiret reisi, şeyh, toprak sahibi ve tüccar) oluşan BMM, genellikle ülkenin kurtuluşu fikrinin ortaklığından başka ortak bir amaca sahip olmayan üyelerden oluşuyordu. Milletvekilleri farklı toplumsal kesimlerden geldikleri gibi, aynı zamanda II. Meşrutiyet yıllarından beri aralarında farklı ideolojik yaklaşımlar da vardı. Her ne kadar Sivas Kongresi sırasında her türlü fırkacılıktan uzak kalınmasına ilişkin alınan karar, BMM içinde partileşmelerin önünü kapamakla beraber, birçok gruplaşmalar ve hizipleşmeler kendini göstermiştir.585 1920 ortalarından itibaren görülmeye başlanan gruplaşmalar da giderek artmaya başlamıştı. Ülkede var olan tüm düşünce akımlarının temsilcileri Meclise girmiş olduklarından, bu düşünce akımları doğrultusunda bir araya gelerek oluşan değişik gruplar, kendi siyasî programlarını da oluşturmaya başlamışlardı. 583 Eroğlu; a.g.e., s. 280-281. 584 I. Meclisin sosyo-ekonomik tabanı ve eğitim düzeyi için bkz. Güneş; a.g.e., s. 79-91. 585 Uyar; a.g.e., s. 60-61. 197 Mustafa Kemal tarafından Nutuk’ta da belirtildiği üzere, BMM aynı zamanda A-RMHC’nin siyasal bir grubu niteliğindeydi. Bu nedenle milletvekillerinin hepsi aynı zamanda A-RMHC’nin temsilcisi sayılmışlardır. BMM’nin benimsediği hedef, A-RMHC’nin amacıydı. Çeşitli toplumsal kesimlerden ve mesleklerden gelen farklı dünya görüşlerine ve fikirlere mensup bu mebuslar arasında birlik olmamakla birlikte üzerinde mutabık kaldıkları yegâne konu vatanın müdafaası ve millî istiklâlin temini için yapılan Millî Mücadele hareketi ile bu hareketin fikir, program ve hedefini oluşturan Misak-ı Millî olmuştur. Her ne kadar Millî Mücadele ve Misak-ı Millî, milletvekilleri arasında ittifakla mutabık kalınan konu ise de, mebusların çok farklı düşünce, inanç ve görüşlere sahip olmaları nedeniyle aralarında zaman zaman sert tartışma ve münakaşalar yaşanmaktaydı. Bu durum ise Mecliste ortak karar alınmasında güçlüklere ve Meclisin verimli bir şekilde çalışamamasına neden oluyordu. 1920 yılı sonlarına doğru, Mecliste kimi mebusların biraraya gelerek oluşturdukları gruplar görülmeye başlanmıştır. Bu gruplaşmaları genel olarak; Sosyalist-Komünist gruplaşmalar: (Yeşil Ordu Cemiyeti586, Türkiye Komünist Fırkası587 ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası588) ve BMM’de yer alan mebusların sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarından kaynaklanan düşünce farklılıklarının oluşturduğu gruplar (Halk Zümresi589, Tesanüd Grubu590, İstiklâl Grubu591, Islahat Grubu592, Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti593 ve Müdafaa-i Hukuk Grupları) olarak tasnif etmek mümkündür. 586 Yeşil Ordu konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. Yılmaz Gülcan; Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1946), Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, 1999, s. 34-35. Mustafa Yılmaz; Millî Mücadelede Yeşil Ordu, Sevinç Matbaası, Ankara 1987, s. 316-324. Kurt Steinhaus; Atatürk Devrimi Sosyolojisi, Sander Yayınları, İstanbul 1973, s. 99-100 ve Soysal; a.g.m., s. 2014. 587 Türkiye Komünist Fırkası konusunda ek bilgi için bkz Aclan Sayılgan; Solun 94 Yılı 1871-1975, Mars Matbaası, Ankara 1975, s. 144-149 ve Tunaya; Türkiye’de Siyasî Partiler (1859-1952), s. 531. 588 Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.tez, s. 37-39. Tunaya; a.g.e., s. 532-533. Çavdar; a.g.e., s. 257-259 ve ve Soysal; a.g.m., s. 2014. 589 Halk Zümresi konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için bkz. a.g.tez, s. 34-35. ve Çavdar; a.g.e., s. 252. 590 Tesanüd Grubunun ne zaman kurulduğu tam olarak belli değildir. Meclisteki milliyetçi mebusların kurduğu bu grup, en örgütlü gruptur. Bahse konu Grubun, Hükümet ile olan ilişkilerini düzenleme görevi M.Müfit (Kansu) Bey’e verilmiştir. Grubun amacı, Mecliste dayanışmayı sağlamaktı. Bkz. Gülcan, a.g.tez, s. 33. 591 Tesanüd Grubu konusunda bilgi için bkz. a.g.tez., s. 33-34. 198 Başlangıç aşamasında oluşan bu gruplaşma ve hizipleşmeler, müteakip aşamalarda Birinci Grup ve İkinci Grup adlı iki büyük grubu doğurmuştur. Bu grubun dışında kalan bağımsızlar da vardır.594 I. Meclis döneminde bu gruplar içerisinde en sıkı mücadele Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu (A-RMHG) ya da Birinci Grup ile İkinci Grup arasında gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal’in Halkçılık Programının Teşkilat-ı Esasiye Kanunu595 olarak benimsenmesinden sonra, Meclisteki gruplaşmalar daha da artmıştı. Yasama, yürütme ve zaman zaman da yargı görevini üstlenen Meclisten karar çıkarmak da güçleşmişti. Oysa Meclis çalışmalarının gruplara dayanarak daha düzenli bir hale geleceği sanılmıştı. Ancak 592 İstiklal Grubu hakkında bilgi için bkz. Güneş; a.g.e., s. 160. 593 Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti hakkında bilgi için bkz. Nutuk, C. II, s. 191-192. Soysal; a.g.m., s. 2014 ve Jorge Blanco Villata; Atatürk, TTK Bsmv., Ankara 1979, s. 227-228 . 594 595 Uyar, a.g.e., s. 61. 20 Ocak 1921 Anayasası’na giden süreç, önem arz eden kimi maddeleri ve önemi konusunda Akın tarafından şu hususlar ifade edilmektedir. Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan Anayasa Tasarısı, tamamen değilse bile, Mustafa Kemal Paşa’nın en önemli saydığı konuda ona karşı çıkıyordu. Komisyon, gerekçesinde; Meclis ve onun Hükümeti ancak Saltanat ve Hilafetin kurtuluşu zamanına kadar yasal sayılıyor, böylece geçici bir nitelik tanınmış oluyordu. Öte yandan 04 Eylül 1920 tarihinde kabul edilen Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun l’inci maddesinde de ‘BMM, hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin (kurtuluşu) ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne (gerçekleşmesine) kadar şerait-i atiye dairesinde (geleceğin şartları kapsamında) müstemirren inikat eder’ diyerek Anayasa Hazırlık Komisyonunun getirdiği gerekçeye uygun bir görüşü benimsemiş oluyordu. Böylece amaç İstanbul’aki işgal kuvvetlerinin boyunduruğu altında bulunan Padişahın kurtarılmasından ibaret kabul ediyordu. Bu durum yepyeni bir devlet kurma özleminde bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesine ters düşüyordu. Hem ‘BMM’nin üstünde bir güç yoktur’ denecek, hem de aynı Meclisi, Hilafeti ve Saltanatın kurtarılmasına kadar geçerli saymak ve Meclisi sadece bu amaçla bağlı kılmak, gerçekten büyük bir çelişkiydi. Aslında çelişki sadece teori planında kalmaya mahkûmdu. Çünkü böyle bir görüşü kabul edenler, Meclisteki belirli sayıdaki milletvekilleriydi. Mustafa Kemal ve ona bağlı olanlar saltanat ve hilafetin kaldırılmasını ve hükümet yetkisinin mutlak olarak Mecliste toplanmasını istiyorlardı. Bu konudaki tartışmalar Mecliste günlerce (37 gün) sürdü. Mustafa Kemal Paşa 37. gün sonunda bir gizli oturumda yaptığı bazı açıklamalar Meclisi etkiledi ve yeni bir özel komisyon kuruldu. (151) 5 ay süren tartışmalar sonunda hazırlanan Anayasa 20 Ocak 1921 tarihinde Mecliste kabul edildi. 1921 Anayasası’na bakıldığında, eldeki metnin gerçekten Mustafa Kemal’in ilkelerine dayalı ‘Meclis Hükümeti Sistemini getirdiği görülür. Anayasa’nın ilk üç maddeleri şu şekildedir: Madde-1- Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Hükümet, milletin kaderini doğrudan kendisinin tayin edeceği esasına dayanır. Madde-2- Yürütme gücü ve yasama yetkisi, milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan BMM’nde temerküz eder ve toplanır. Madde-3- Türkiye Devleti, BMM tarafından idare olunur ve hükümeti BMM Hükümeti ünvanını taşır. 9. maddede ‘kuvvetler birliği’ tam anlamıyla açığa vurulmaktadır. Meclis, kendi içinden bir seçim dönemi için Başkan seçer. Bu Başkan, aynı zamanda Vekiller Heyetinin de başıdır. Bu sıfatla hem Meclisin, hem de İcra Vekilleri Heyetinin kararlarını imzalar. İcra Vekilleri Heyeti, içlerinden birini kendilerine Başvekil seçer. ‘Kuvvetler Birliği’ ilkesinin sıkı sıkıya hükme bağlanmasının temel gerekçesi, yeni bir devlet kurulacağına göre, tüm yetkiler Mecliste toplanırsa, kurtuluştan sonra tekrar canlanabilecek olan HalifeSultan tartışmalarını bu yolla önlemek ve yegâne yetkili makamın Meclis olduğunu şimdiden belirlemekti. Bkz. Akın; a.g.e., s. 150-153. 199 bu beklenti gerçekleşmemişti. Aksine gruplar arasındaki mücadele kaygı verecek duruma gelmeye başladı. Grupların bu olumsuz tavrından rahatsız olan mebuslar da kendi aralarında toplanıp yeni bir grup kurarak, Meclis çalışmalarını daha düzenli bir şekle sokmaya yöneldiler. Mebusların, bu yeni gelişmeyi Miralay Refet Bey aracılığıyla Mustafa Kemal’e yansıtmalarının ardından Mustafa Kemal de doğrudan bu meseleye müdahale etmek kararı aldı. Önce Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin vatan ve millet menfaatine yönelik faaliyetlerini daha faydalı bir şekilde yapmaları için Meclis Başkanlığı ile ilişkilerinin daha düzenli bir hale getirilmesini isteyen bir genelge yayınlamıştı. Daha sonra da Mustafa Kemal, inkılâpçı zihniyete sahip mebuslarla gruplar halinde Vilayet Konağında görüştükten sonra A-RMHG adı altında Meclis içinde büyük bir grup kurmaya karar verdi.596 10 Mayıs 1921 tarihinde Misak-ı Millî’ye göre milletin istiklalini temin etmek maksadıyla BMM’de A-RMHG adıyla geniş tabanlı bir Meclis grubu kurulmuştur.133 mebusun katılımıyla ilk toplantısını yapan grubun başkanlığına Mustafa Kemal seçilmiştir.597 Daha sonra bu grubun üye sayısı 261’e kadar çıkmıştır. O günlerde BMM’nin mevcudu 351 milletvekiliydi. Bunların 261’i Gruba alınmış, 90 milletvekili de Grup dışında kalmıştı. Bu sonuncular küçük birlikler halinde muhalefet faaliyetinde bulundular. Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulması, önceden beliren muhalefeti bir kat daha artırmıştır. 16 Mayıs 1921 tarihinde Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey bu durumu Meclise getirmiş, Mecliste tartışmalar olmuş ve böyle bir grubun kurulması eleştirilmiştir. 598 Yunan tehdidi sırasında geçici olarak sessiz kalmış olan muhalefet 1921 sonbaharında bu tehlikenin uzaklaşmasından sonra yeniden örgütlenmiş, İngilizler tarafından Malta’ya 596 A-RMHG’nun kurulması konusunda bilgi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 232. Tunaya; a.g.e., s. 533-537 ve D.v. Mikusch; Gazi Mustafa Kemal Asya ile Avrupa Arasındaki Adam, (Türkçesi: Esat Nermi Erendor), Remzi Kitabevi, İstanbul 1981, s. 276. 597 598 Jaeshke, a.g.e.,s. 150 ve Nutuk, C. II, s. 190. İlave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 42-43. Arslan; a.g.m., s. 46. Hüseyin Avni Bey Meclisin 16 Mayıs 1921 tarihli oturumunda Mecliste bulunan herkesin Misak-ı Millî etrafında toplanmış olduğunu, böyle bir grup kurarak ayırım yapmanın tehlikeli souçlar doğurabileceğini ileri sürerek eleştiride bulunmş ve birçok milletvekili tarafından da bu görüşü desteklenmiştir. Grubun kurulması hakkında yapılan eleştirilere cevap veren Edirne milletvekili Şerif Bey, bu grubun kesin sınırlarla belirlenmediğini ve isteyen herkesin bu gruba girebileceğini belirten bir konuşma yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa bu görüşmeler esnasında Mecliste olmasına rağmen bu eleştirilere cevap vermemiştir. Bkz. BMM ZC, Devre: I, Cilt:10, s. 296-299. 200 sürülen tutukluların o yılın sonunda serbest bırakılıp Ankara’ya dönmeleriyle birlikte de hız kazanmıştır. Başkumandanlık Kanunu’yla Mustafa Kemal’in şahsında toplanan yetkiler ve Meclisin üstünlüğü ilkesine aykırı çeşitli uygulamalara karşı beliren muhalefet hareketi, 1921 yılın sonlarında Malta’dan dönen kimi milletvekillerini (eski Karakol Örgütü Şefi Kara Vasıf dâhil) de bünyesinde dâhil ederek, A-RMHG’nun kurulmasından 14 ay sonra 1922 yılının Temmuz ayında İkinci Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla teşkilatlı bir yapı içine girmiştir.599 Birinci Grup adıyla tanınan Müdafaa-i Hukuk Grubuna tepki olarak kurulan gruba İkinci Grup denildi. İkinci Grubun kuruluşuyla ilgili olarak Ercüment Kuran’ın değerlendirmeleri ise şu şekildedir: O günlerde BMM’nin mevcudu 351 mebustu. Bunların 261’i Gruba alınmış, 90 mebus Grup dışında kalmıştı. Bu sonuncular küçük birlikler halinde muhalefet faaliyetinde bulundular. Birinci Grubun kuruluşundan 14 ay sonra, 1922 Temmuz’unda İkinci Müdafai Hukuk Grubu halinde teşkilatlandılar. Başlarında Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş), Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Mersin Mebusu Selahattin (Köseoğlu) Beyler bulunuyordu. Birinci Grup adıyla tanınan Müdafai Hukuk Grubu’na tepki olarak kurulan gruba ‘İkinci Grup’ denildi. 600 Grubun lideri Erzurum milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey’dir.601 Kurucular arasında Mersin milletvekili Selahattin Bey, Sivas milletvekili Vasıf Bey, Erzurum Milletvekili Süleyman Necati gibi milletvekilleri bulunmaktadır. Tunçay da, Meclisin 437 kişilik toplam mevcudunun; 122’sini Bağlantısız, 197’sini Birinci Grup ve 118’ini de İkinci 599 Zürcher; a.g.e., s. 232 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 190. 600 Zürcher; a.g.e., s. 232. Jevakhoff; a.g.e., s. 190 ve Tunçay; a.g.e., s. 45-46. İkinci Grubun kuruluşu ve görüşleriyle ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Kuran; a.g.m., s. 329-330 ve Demirel; a.g.e., s. 379-405. 601 Hüseyin Avni Ulaş (1887-1948). Erzurum’doğdu. 1912 yılında İstanbul Hukuk Fakültesinden mezun oldu. I. Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı savaştı. 1918’de Bitlis ve Kars’ın kurtuluşuna katıldı. Kasım 1918’de Kars’ta Millî İslam Şurası kurucularına fahrî hukuk müşavirliği yaptı. Erzurum’a gelince Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi kurucuları arasında yer aldı. Erzurum Kongresine Beyazıt temsilcisi olara katıldı. Erzurum’dan son Osmanlı Mebusan Meclisine seçilip Misak-ı Milli’yi imzaladı. Mebusan Meclisinin kapanmasından sonra BMM 1. dönem milletvekilliğine seçildi. I. Mecliste etkili konuşmalarıyla tanınır.I. Mecliste bu yüzden iki defa Meclis Başkan Yardımcısı seçildi. II. Meclise seçilemedi. İstanbul’da avukatlığa başladı ve TpCF’nin İstanbul İdare Heyetinde çalıştı. Bu yüzden İzmir Suikastı zanlısı olarak İstiklal Mahkemelerinde yargılandı ve mahkeme sonunda beraat etti. 1945’te ünlü işadamı Nuri Demirağ’ın kurduğu Millî Kalkınma Partisi idare heyetine katıldı. 23 Şubat 1948’de İstanbul’da vefat etti. Bkz. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 10, Anadolu Yayıncılık, İstanbul, s. 5364. Ulaş’ın biyografisi için bkz. Ahmet Demirel; “H.Avni Ulaş”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 (Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 170-180. 201 Grup üyesi olarak belirtmektedir.602 Millî Mücadele kahramanlarından Ali Fuat Paşa da siyasî hatıralarında, İkinci Grubun, Meclis Reisi’nin diktatörlüğe doğru gittiğinden şüphe ettiğini bildirir. Çünkü Meclis Başkanı, Anayasa ve Meclisin kimi yetkilerini içeren Başkumandanlık Kanunu’na göre, istediği takdirde, hem İcra Vekilleri Heyeti’ni ve hem de Meclisi etkileyebilirdi. Aslında iki grup da Kuva-yı Milliye ruhunu paylaşıyor, ana hedeflerde kolayca görüş ve karar birliğine varıyorlardı. Fakat İkinci Grup, Mustafa Kemal’in giderek Meclisin yetkilerini ele geçirmesine karşı çıkıyordu.603 Zürcher de; İkinci Grubun özgül bir programı olmadığını ve gevşek bağlarla bir araya gelen bir koalisyon olduğunu, Birinci Gruba nazaran daha tutucu bir bakış açısına sahip olmakla birlikte üylerinin tamamının muhafazakârlardan ibaret olmadığını, temelde onları bir araya getiren şeyin Mustafa Kemal’in gittikçe daha fazla kendini gösteren mutlakiyetçi ve radikal tutumu karşısında duydukları korku olduğunu belirtmektedir.604 İkinci Grup bir muhalefet hareketi olarak ortaya çıktığı için, yelpazesini geniş tutmuş, farklı amaç ve düşünceye mensup milletvekillerini bu çatı altında biraraya getirmeye özen göstermiştir. Bu nedenle görüşlerinde bir ortaklık yoktur. Grup içerisinde İttihatçısı, Bolşeviki, muhafazakârı, İslâmcı - Saltanatçısı ve mutlakiyet yanlısı milletvekilleri bulunuyordu. İdeolojik açıdan çok karışık bir yapıda olan İkinci Grup, gerçekte birbirlerine, sadece Mustafa Kemal’de algıladıkları artan mutlakiyet ve radikalizme karşı ortak bir muhalefetle bağlı idiler.605 İkinci Grup üyeleri arasında gerek yaş, gerekse de meslek bakımından bir türdeşliğe rastlanmamaktaydı.606 Bölgesel bir özellikte gösteren İkinci Grup üyelerinin büyük bir kısmını Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgelerinden gelen milletvekilleri oluşturmuştur. Her ne kadar Birinci Grup, Mecliste genel olarak çoğunluğa sahip idiyse de, Grupların 602 Tunçay; a.g.e., s. 46. 603 Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1, s. 15-16. 604 Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 37. 605 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 232. 606 Mazıcı; a.g.e., s. 58. 202 her ikisi de disiplinli değildi ve her birinin taraftar sayısı sürekli değişiyordu.607 Birinci Grubun liderliğini Mustafa Kemal yaparken, İkinci Grubun öncülüğünü Hüseyin Avni (Ulaş), Ali Şükrü ve Selahattin (Köseoğlu) Beyler yapıyorlardı. Birinci Grubun yaklaşık 200, İkinci Grubun ise yaklaşık 60 üyesi vardı. Başlangıçta her iki grup birbirinden kesin sınırlarla ayrılmamaktaydı. Öyle ki, bir gruptan diğerine geçişler dahi görülmektedir. Kesinlik, daha ziyade grupların liderleri arasındadır. Zaman geçtikçe gruplar arasında geçişler azalmış, farklılıklar da daha bir belirginleşmiştir. Tunaya’nın ifadelerine göre, İkinci Grubun amacı şahıs istibdatını önleme ve bireysel egemenlikler yerine yasal egemenlikleri koymaktı. İkinci Grup, Meclis diktatörlüğüne taraftar olmakla birlikte, şahıs otokratlığına muhaliftir. Buradan da anlaşılacağı üzere, İkinci Grup Mustafa Kemal’in kişisel egemenlik kuracağı endişesiyle ve O’nun etrafında oluşan Birinci Gruba karşı kurulmuştur.608 Meclisin daha etkili çalıştırılması için Müdafaa-i Hukuk Birinci Grubunun kurulması ve benzeri tedbirler Mecliste bölünmeye ve ayrılığa sebep olan akımlara yol açmıştı. Meclisin bir kısım yetkilerini de üzerine alan Mustafa Kemal’in pek yakında Meclise tahakküm etmek isteyeceği ve diktatörce davranacağı şayiaları dolaşmış, şüphe ve vehim yaratmıştı. Bu şayialar üzerine Meclis çoğunluğunu bazen kendi etrafında toplamayı başaran İkinci Grup, Hükümetin bir kısım önemli icraatına engel olmakla, Mustafa Kemal’e karşı vaziyet almıştı.609 Birinci Grup üyelerinden ve Mustafa Kemal’in yakınlarından olan bazı milletvekilleri, İkinci Grup üzerinde baskı kurabilmek için gerektiğinde Meclis Başkanının diktatörce teşebbüsleri de olabileceğini etrafa yaymışlardı. Bu şayialar üzerine endişeye kapılan İkinci Grup üyeleri Meclis Başkanının tahakkümünü önlemek için karşı teşebbüslere geçmişlerdi.610 Bu çerçevede İkinci Grup, Meclis tarafından aday gösterilmek suretiyle Vekil (Bakan) seçimi hakkındaki 4 Kasım 1921 tarihli kanunun uygulanmasında zorluk 607 Zürcher; a.g.e., s. 232. 608 Uyar,a.g.e., s. 61. 609 Ali Fuat Cebesoy; Siyasî Hatıralar 1 Büyük Zaferden Lozan’a. (Hazırlayan Osman Selim Kocahanoğlu) Temel Yayınları, İstanbul 200, s. 24. 610 Cebesoy; a.g.e., s. 16. 203 çıkarmış ve mevcut uygulamayı değiştirmeyi öngören kanun tasarısı hazırlamıştır.611 Vekillerin seçilme şeklini belirleyen 4 Kasım 1921 tarihli kanunun değiştirilmesinin çeşitli sebepleri vardı. Meclis, Sakarya Zaferi’nden önce çıkarılmış olan Başkumandanlık Kanunu ile önemli bazı yetkilerini Meclis Başkanına (Mustafa Kemal’e) vermiş bulunuyordu. Bahse konu kanun değişikliğiyle vekillerin, Meclis Başkanının nüfuzu altından çıkarılması ve bunların Meclise karşı sorumlu olması hedeflenmiştir. Birinci Grup ise haklı olarak, bu usulün yürürlükte bulunan Anayasa’ya uymadığını ileri sürmüş ve kanun tasarısını Komisyona iade ettirmişti.612 İkinci Grup, hazırlanan kanun tasarısının, Komisyona iadesinden sonra daha kapsamlı faaliyete geçmiş, Meclis tarafından aday gösterilmek suretiyle Vekil seçimi hakkındaki 14 Kasım 1921 tarihli kanunun uygulanmasında derhal zorluk çıkarmış ve boş bulunan vekâletlere de seçim yapılmasına mani olmuştu. Bu başarıyı da yeterli görmeyen İkinci Grup, Kabine Usulü’nün yerine sadece Meclise karşı sorumlu ve bağımsız bir Vekiller Heyeti Reisliği makamının ihdası ve diğer Vekillerin aday gösterilmek suretiyle değil, doğrudan doğruya Meclis tarafından seçilmesi için çalışmalara başlamıştı. Bu mücadele de İkinci Grup lehine sonuçlanmış, Mecliste gerekli çoğunluk pek kısa zamanda sağlanmış ve vermiş oldukları kanun tasarısı da kabul edilmişti.613 İkinci Grup sonuçta, Birinci Grubun tahakkümüne ve Meclis Başkanının muhtemel diktatörlüğüne karşı kanunu istediği şekilde değiştirmeyi başarmıştı.614 Kanun değişikliği sonucu İcra Vekillerinin Meclis Başkanı tarafından seçilmesi usulü kalkmış ve İcra Vekilleri Başkanı ile İcra Vekillerinin Meclis tarafından gizli oy ve oy çokluğuyla Meclis üyeleri arasından ayrı ayrı seçilmesi esası kabul edilmiştir.615 Vekillerin seçilmeleri hakkındaki kanununun değişmesi üzerine, 9 Temmuz 1922 tarihinde İcra Vekillerinin Meclis Başkanlığına birer birer istifalarını vermeleri sonucu 19 Mayıs 1921 tarihinden beri görevde bulunan Fevzi Paşa Vekiller Heyeti istifa etmiş oldu. 12 Temmuz 1922 tarihinde de Mecliste, 8 Temmuz 1922 tarihli kanun gereğince, İcra Vekilleri Heyeti 611 A.g.e., s. 24-25 ve Jaeschke; a.g.e., s. 127. 612 Cebesoy; a.g.e., s. 15. 613 A.g.e., s. 16. 614 A.g.e., s. 245. 615 Kocatürk; a.g.e., s. 329. 204 Başkanı ile İcra Vekillerinin seçimi yapılmıştır. Bu seçim sonucu, 203 mebustan 197’sinin oyunu alan Rauf Bey İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığına, Dr. Adnan (Adıvar) Bey616 de Meclis İkinci Başkanlığına seçilir.617 Mustafa Kemal, Birinci Grubun Başkanlığını da Ali Fuat Paşa’ya teslim eder.618 Yeni kanuna göre İcra Vekillerinin seçimi tamamlanmış ve vekiller görevlerine başlamıştı. Fakat Mecliste havanın sakin olacağına ihtimal vermek güçtü. Bir iki gün sonra İcra Vekillerinin görev ve sorumluluklarına dair kanun tasarısı ikinci kez Meclis Genel Kuruluna gelecek, her iki grup yeniden birbirine girecekti. 619 Meclisin çoğunluğu, Misak-ı Millî ve Anayasa’nın belirlediği genel siyaset etrafında birlik ve beraberlik gösteriyor olmasına rağmen her iki grup arasındaki anlaşmazlık genellikle devam ediyordu.620 Bu durum karşısında İcra Vekilleri Heyeti Başkanı Hüseyin Rauf Bey ile Vekiller Heyeti Üyeleri, Meclis İkinci Başkanı Dr. Adnan ve her iki grup, günün ihtilaflarını yenerek, Meclisin eskisinden daha çok millî dava etrafında birleşmesi için azamî gayret gösteriyorlardı. Ali Fuat Paşa da Müdafaa-i Hukuk Birinci Grubu Başkanı olarak elinden geldiği kadar bu birlik ve beraberliğin teminine çalışıyordu.621 616 Adnan Adıvar (1882-1959). Tıp öğrenimi gördü. II. Abdülhhamit’e muhalefet etmek üzere Avrupa’ya kaçtı. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Kızılay Cemiyetini kurdu. 1911’de Trablusgarp Savaşı’nda Libya’da görev yaptı. I. Dünya Savaşı’nda bir hastaneyi yönetti. 1917’de Halide Edip (Adıvar) ile evlendi. Millî Mücadeleye katılmak üzere 1920’de Anadolu’ya geçti.I. Mecliste milletvekilliği, Sağlık Bakanlığı ve Meclis Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Cumhuriyetin ilanından sonra kurulan muhalif TpCF’ye katıldı. 1926 yılında adı geçen partinin kapatılmasından sonra Avrupa’ya gitti. Mustafa Kemal’e suikast düzenlemekle suçlanıp beraat ettiği halde, 1939 yılına kadar yurda dönmedi. Son yıllarını akademik bir yazar olarak geçirdi. Bkz. Mango; a.g.e., s. 615. 617 Kocatürk; a.g.e., s. 329-330 ve Jaeschke; a.g.e., s. 185. Rauf Bey Malta’da 20 ay sürgün hayatı yaşayıp, Ankara’ya döndüğünde, Mustafa Kemal ve İkinci Grup üyelerinin ortak düşünceleriyle Hükümeti kurma yetkisi O’na verilmek istendi. Ama Rauf Bey böyle bir göreve gelmek istemiyor, eğer Hükümeti kurarsa, Mustafa Kemal’in kendisine kesinlikle karışmamasını istiyordu. Mustafa Kemal, hiçbir surette kendisine karışmayacağına söz verdi. 12 Temmuz’u 1922’de, 203 milletvekilinden 197’sinin oyunu alan Rauf Bey, İcra Vekilleri Heyeti Başkanlığı’na seçildi. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 41. Jevakhoff; a.g.e., s. 196-197 ve Feridun Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, Sinan Matbaası, İstanbul 1965, s. 60-62. 618 Jevakhoff; a.g.e., s. 196. 619 Cebesoy; a.g.e., s. 18. 620 A.g.e., s. 25. 621 A.g.e., s. 26. 205 Ahmet Demirel, İkinci Grubun önderlerinin de Osmanlı saltanatının en amansız eleştiricileri olduklarını ve muhaliflerin 1921 Anayasası’nın, egemenliğin halka ait olduğunu belirterek adını söylemeden cumhuriyeti ilan eden birinci maddesi kabul edilirken ve 1922’de Saltanat kaldırılırken iktidara var güçleriyle destek verdiklerini, adı geçen Grubun, dönemi olağanüstü bir dönem kıldığı öne sürülen konularda muhalefet etmediğini, muhalefetini esas olarak iç politikada kurumlaşma eğilimi gösteren otoriter yapıya yönelttiğini, bu Grubun kişi tahakkümüne karşı tavır aldığını, Meclis egemenliği kavramına dayanarak, fiilen oluşabilecek her türlü kişisel yönetime karşı tepki geliştirdiği, Meclis üstünlüğü ve bu gücün üzerinde herhangi bir yetkili makam tanımamak konusunda olağanüstü duyarlı davrandığını, ülkede kanuna dayalı bir yönetim kurulmasını isteyerek temel hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olduğunu, öte yandan İkinci Grubun muhalefet ettiği temel konuların çoğunun kendi görüşleri doğrultusunda çözülmesini sağladığını ve bu durumun ülke için herhangi bir zaaf oluşturmadığını, yine İkinci Grubun çabalarıyla Meclis Başkanlığı ile Hükümet Başkanlığının birbirinden ayrıştırılarak kuvvetler ayrılığı yönünde önemli bir adım atıldığını, bu durumun bir yönetim boşluğuna bir yol açmadığını, İkinci Grubun, Meclisin yetkilerini sınırlayan bir uygulama olarak değerlendirdiği Meclis Başkanının, Vekil (Bakan) seçimlerinde aday göstermesi uygulamasının yine adı geçen Grubun çabalarıyla yürürlükten kaldırıldığını, Başkumandanlık Kanunu ile Mustafa Kemal’e tanınan olağanüstü yetkilerin İkinci Grubun çabalarıyla Büyük Taarruz’un hemen öncesinde kaldırıldığını (zaferin kazanılacağı zamana kadar olması kaydıyla sınırlandırıldığını), bu durumun savaşın kazanılması için bir zaaf oluşturmadığını, sonuç olarak, İkinci Grubun verdiği mücadelenin,I. Meclisin günümüzde de Türkiye’nin en demokratik Meclislerinden biri olarak anılmasını mümkün kıldığını, ülkenin, işgal altındayken ve savaş en ağır şartları dayatırken, demokratik bir Meclise sahip olması ve İstiklal Savaşı’nı böyle bir Meclisin yönetimi altında başarıya ulaştırılmasının, Türkiye için, bugün de gelecekte de kıvanç verici bir miras olarak anılması gerektiğini ifade etmektedir.622 622 Demirel; a.g.e., s. 613-614. 206 2.7. MUSTAFA KEMAL’İN BAŞKOMUTAN OLMASI (5 AĞUSTOS 1921) Meclisteki İttihatçı yanlısı mebusların de taktikleri şu idi: Mustafa Kemal’e bir süre baş eğilecekti. Çünkü bahse konu mebuslar zaferi sadece O’nun kazanabileceğine inanıyorlardı. Ayrıca O’nun İttihatçı olmaması halkın da güvenini sağlıyordu. Bu nedenlerle İttihatçılar böyle bir destekten vazgeçemiyorlardı. Ancak zafer kazanıldıktan sonra Enver Paşa’yı Türkiye’ye getirip eski iktidarlarını elde etmeyi hedefliyorlardı. Mustafa Kemal, İttihatçıların bu taktiğini bildiği için, Enver Paşa’yı da çeşitli yollarla Türkiye’den uzak tutmaya çalışıyordu. Bu maksatla bazen onunla doğrudan haberleştiği de oldu. Yaşanan olumlu gelişmelere paralel olarak Mustafa Kemal’in prestiji arttıkça Enver Paşa’nın Türkiye’ye gelme umutları azaldı.623 II. İnönü Savaşı’ndan sonra tekrar toparlanan Yunanlıların 10 Temmuz 1921 tarihinde üç koldan ilerlemeye başlaması sonucu Türk kuvvetleri ağır zayiat vermiş, Afyon, Kütahya ve takiben de 20 Temmuz’da Eskişehir kaybedilmişti. Bunun üzerine Türk kuvvetleri, Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in emriyle Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmiştir. Yunanlıların Eskişehir’i almaları kamuoyunda büyük bir moral çöküntü meydana getirmiş ve Mecliste sert tartışmalara neden olmuştur. Mecliste düşmanın Anadolu içerisindeki ilerleyişinin sorumlusu olarak Mustafa Kemal gösteriliyor ve Ordunun başına geçilmesi isteniyordu.624 Eskişehir - Kütahya mağlubiyetinden sonra Meclis, Millî Mücadele yıllarının en buhranlı günlerini yaşamıştır. Özellikle eski İttihatçılar, Mustafa Kemal’e karşı olan tutucular Ordunun iyi yönetilmediğinden söz ederek muhalefetlerini şiddetlendirdiler. Bazı milletvekilleri yenilgiden sorumlu olan komutanların derhal cezalandırılmalarını istemişlerdir. Fevzi Paşa kendinden başka kimsenin sorumlu olmadığını söyleyerek büyük bir feragat gösterdi. Sevilen bir kişi olduğu için onun sözü Meclist’eki gerginliği biraz yatıştırdı. Bir meclis kurulunun cepheye gönderilmesine, gerekirse meb’usların askerlerle yan yana savaşa katılmalarına karar verildi’. Bu karar da muhalifleri yatıştıramamış, 623 Mumcu; a.g.e.,s. 55. Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçme çabaları hakkında bkz. Ömer Kürkçüoğlu; Türkİngiliz İlişkileri 1919-1926, Ankara Üniversitesi Bsmv., Ankara 1978, s. 94-97. Jevakhoff, a.g.e., s. 173-174. Mango; a.g.e., s. 380-381. Goloğlu; a.g.e., s. 261-302 ve Zürcher; a.g.e., s. 230-232. 624 Akın; a.g.e., s. 157 ve Kocatürk; a.g.e., s. 265-274. 207 ‘Ordu nereye gidiyor; millet nereye götürülüyor?’ Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır. O nerededir? O’nu göremiyoruz. Bugünkü acıklı halin, feci durumun hakiki sorumlusunu Ordunun başında görmek isterdik. diyerek eleştirileri Mustafa Kemal üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bu tartışmalar bütün şiddetiyle devam ederken 4 Ağustos 1921 tarihinde BMM’nin gizli oturumunda Selahattin Bey şu teklifi yapmıştır: Mümkün mertebe milletin kuvvetini biraraya toplamak üzere bütün kuvvetimizi, hükümetin başında bulunan zata hudutsuz yetkilerle verelim. Hükümetin başında bulunan zat kim ise onun arkasından millet yürüsün. Mustafa Kemal’in Başkomutanlık görevini alması konusunda, kimi mebuslar onun Başkomutan olarak Ordu ile birlikte yenileceğini ve böylece çekilmesinin sağlanacağını düşünüyorlardı. Kimi mebuslar da böyle bir yenilgiyi önleyecek yegâne kişinin Mustafa Kemal olduğuna inanıyorlar ve bu yüzden Başkomutanlığı üzerine almasını istiyorlardı.625 Mustafa Kemal kendisinin Başkomutan olarak Ordunun başına geçmesinin istenmesi üzerine, yine 4 Ağustos 1921 tarihinde BMM’ne, Bu vazifeyi kendi üzerime almaktan faydaların en büyük süratle yerine getirilmesi, ordunun maddî ve manevî gücünün en kısa zamanda arttırılıp pekiştirilmesi ve yönetimin bir kat daha sağlamlaştırılması için, BMM yetkilerini fiilî olarak Başkomutanlığı kabul ettiğini bildiren bir önerge sunmuştur. Mustafa Kemal, bahse konu önergede, Başkomutanlığı kabul ederken üç ay süre ile BMM’nin askerî konulardaki yetkilerinin tamamını kullanmak şartını ileri sürüyordu.626 Bunun üzerine BMM, 5 Ağustos 1921 tarihinde 144 sayılı Yasayla, bu yetkileri kullanması ve Meclis tarafından verilen bu yetki gerekirse geri alınmak kaydıyla, 3 ay gibi kısa bir süre için Başkomutanlık yetkisini Meclis Başkanı olan Mustafa Kemal’e vermiştir. Başkomutanlık yetkisinin kendisine verilmesi üzerine Mecliste kısa bir teşekkür konuşması yapan Mustafa Kemal, Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimiz hakkındaki güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakika, bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilan ederim. diyerek 625 626 Akın; a.g.e., s. 157-158. Nutuk 2, s. 208, Akın; a.g.e., s. 158. Kinross. a.g.e., s. 322-323. Jevakhoff; a.g.e., s. 173. İlave bilgi için bkz. Ali Tartanoğlu; Yalnız Adam Mustafa Kemal, 1. Baskı, Öncü Kitap Ltd.Şti., Ankara 2002, s. 56-57. 208 BMM’deki karamsarlığa son vermek istemiştir. Buna rağmen bazı mebuslar Başkomutanlık yetkilerinin diktatörlüğe yol açacağı şeklinde muhalefet yapmışlarsa da, asıl amaç savaş döneminde gerekli kararların vakit geçirilmeden verilmesi ve Ordunun daha iyi yönetilmesi isteğiydi.627 Sakarya Savaşı’nın zaferle sonuçlanması Mustafa Kemal’in itibarını fevkalade arttırdı. Bu başarı üzerine Meclis tarafından 14 Eylül 1921 tarihinde Mustafa Kemal’e mareşallik rütbesi ve gazilik ünvanı verildi.628 Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasının müzakere edildiği 31 Ekim 1921 tarihli oturumda Mustafa Kemal tarafından yapılan konuşmada savaşın ancak şiddetli bir taarruzla bitirileceği ifade edildi ve oturum sonunda Başkumandanlık Kanunu üç ay süre ile uzatıldı.629 4 Şubat 1922 tarihinde tekrar uzatılan Başkomutanlık Kanunu630 1922 yılının Mayıs ayında yeniden ihtilaflı bir şekilde gündeme geldi. Gazi’nin Başkomutanlık yetkileri, muhalifler tarafından eleştirilmeye başlandı. Başkumandanlık Kanunu’nun üçüncü kez yenilenmesi konusu Mecliste şiddetli tartışmalara neden oldu. Meclis, bahse konu Kanun’un yenilenmesine ilişkin tasarıyı 5 Mayıs 1921 tarihinde kabul etmedi. Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılmasını istemeyen muhaliflere karşı Mustafa Kemal 6 Mayıs 1922 tarihinde yapmış olduğu etkileyeci konuşmada … En büyük vazifemiz siyaset yapmak değil, en büyük vazifemiz topraklarımızda bulunan düşmanı tard etmektir. der. Bilahere yapılan oylama sonucu, Başkumandanlık Kanunu 627 Nutuk 2, s. 211, Akın; a.g.e., s. 158 ve Kocatürk; a.g.e., s. 274-275. İlave bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu; Cumhuriyete Doğru 1921-1922, Başnur Matbaası, Ankara 1971, s. 172-173 ve Feridun Kandemir; Siyasî Dargınlıklar, Ekicigil Matbaası, İstanbul 1955, s. 103-112. ve Demirel; a.g.e., s. 261-265. Mustafa Kemal’e Başkumandanlık tevcihi kanunu konusunda bkz. Gnkur. ATASE Bşk.lığı İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No: 1425, Gömlek No: 192. 628 Jaecshke, a.g.e., s. 161-162. Kocatürk; a.g.e., s. 287. Akbıyık; a.g.m., s. 459 ve Gnkur. ATASE Bşk.lığı İstiklal Harbi Arşivi, Kutu No: 1428, Gömlek No: 22. Sakarya Zaferi’ni takiben Ankara’ya gelen Mustafa Kemal’in 18 Eylül’de Mecliste yaptığı konuşmayı takiben iki önerge sunuldu. Birincisi 65 milletvekili tarafından, diğeri de Fevzi Paşa ve İsmet Paşa tarafından. Her iki önerge de Mustafa Kemal’e Mareşallik ve Gazilik ünvanı verilmesine ilişkindi. Önegeler Meclis tarafından aynen kabul edilmiştir. Özellikle Gazi ünvanı, Mustafa Kemal’in taraftarları arasında fevkalade itibar kazanmasına yol açacaktı. Mustafa Kemal, artık imzasını Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi, Başkumandan, Gazi Mustafa Kemal Paşa diye atacaktı. Birbirinin eşi iki önergenin eşzamanlı sunulması, bir iltifat etmek yarışı gibi görülebilirse de Fevzi Paşa ve İsmet Paşa’nın vermek istedikleri bir mesaj vardı. Mustafa Kemal’e sadık olduklarını, sadık kalacaklarını ve onun liderlik konusundaki iddialarına uyacaklarını gösteriyorlardı. Sakarya Zaferi, bir önder ve iki yardımcısından oluşan yeni bir triumviranın (üçlü yönetimin) doğmasına neden olmuştu ve bu üçlü Türkiye’nin millî uyanış kaosuna yeni bir düzen getirecekti. Bkz. Mango; a.g.e., s. 380. 629 Jaecshke; a.g.e., s. 165. 630 A.g.e., s. 173. 209 Meclis tarafından 11 red ve 15 çekimsere karşı 177 oyla üçüncü kez üç ay süre ile uzatıldı.631 5 Ağustos’ta süresi dolacak olan Başkumandanlık Kanunu’nun uzatılması yine Mecliste hararetli tartışmalara neden oldu. Burada asıl önemli olan, kendisine verilen olağanüstü yetkileri bundan sonra da kullanıp kullanmayacağı konusunda bazı mebuslar kuşku duyuyorlardı. Bu kuşkuyu sezen Gazi, konuşmasının son bölümünde Başkumandanlık makamının süresi olsa olsa Misak-ı Millî’mizin asli ruhuna uygun kesin neticeye ulaşacağımız güne kadar devam eder. Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza şüphe yoktur. O gün değerli İzmir’imiz, İstanbul’umuz, Trakya’mız ana vatana katılmış olacaktır. O mutlu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim başkaca ikinci bir saadetim olacaktır ki, o da, mukaddes davaya başladığımız gün bulunduğum duruma yeniden dönebilmem imkânıdır... demiş ve bu sözlerini bitirirken, en büyük muhalifleri olan Kara Vasıf ve Hüseyin Avni Bey tarafından da alkışlanarak desteklenmişti. Gazi’nin yaptığı konuşma ve bir bakıma vermiş olduğu teminat mebusları yumuşatmıştı. Artık besbelliydi ki, Gazi, Başkomutanlık yetkilerini sadece savaş süresince devam ettirecek ve zaferi takiben Millî Mücadele başlangıcındaki gibi sine-i millette bir fert konumuna dönecekti. Bu yüzden de 5 Ağustos 1922 tarihinde sona erecek olan Başkomutanlık Yasası 20 Temmuz 1922 tarihinde Meclis tarafından ittifakla ve süresiz olarak uzatıldı.632 Ancak Meclis gerekli gördüğü takdirde Başkumandanlık ünvan ve yetkisini yürürlükten kaldırabilecekti. 633 2.8. SALTANATIN KALDIRILMASI Büyük Zafer’in kazanılmasını takiben Gazi, İstanbul Hükümeti ve Padişahlık sorunlarının nasıl çözümleneceğini İzmir’deyken de, Ankara’ya döndükten sonra da arkadaşlarıyla uzun uzadıya görüşmüştü. Zamanı gelince saltanatı kaldırmayı çok önceden tasarlamış 631 Kocatürk; a.g.e., s. 323. Nutuk II, s. 256-264. Jevakhoff; a.g.e., s. 197 ve Demirel; a.g.e., s. 281-302. 632 Nutuk II, s. 256-264. Mazıcı; a.g.e., s. 41. Jevakhoff; a.g.e., s. 197. Kocatürk; a.g.e., s. 331. Cebesoy; a.g.e., s. 32-37. Tartanoğlu, a.g.e., s. 59-63 ve Kazım Karabekir; Paşaların Kavgası Atatürk-Karabekir, (Yayına Hazırlayan: İsmet Bozdağ), Emre Yayınları, İstanbul 1991, s. 100. 633 Kuran; a.g.m., s. 329. 210 bulunuyordu. Meclis de onun bu niyetini sezmiş ve telâşlanmaya başlamıştı. Gazi Mustafa Kemal, Rauf Bey, Ali Fuat ve Refet Paşalar, bundan sonra atılacak adımı tartışmak için Refet Paşa’nın Keçiören (Ankara)’deki evinde sabaha kadar süren bir toplantı yaptılar. Gazi, ihtiyatlı davranarak, onlardan bu sorun üzerindeki görüşlerini teker teker bildirmelerini istedi.634 Rauf Bey, cevabında vicdan, duygu ve gelenek bakımından Saltanata ve Halifeliğe bağlı olduğunu söyledi. Ancak, vatan haini gibi davranmış olan ve değiştirilmesi gereken Vahidettin’i tutmadığını belirtti. Refet Paşa, Padişahlığın meşrutî bir hükümdarlık olmasını uygun görüyordu. Burada Hükümdarın rolü sadece, Meclise karşı sorumlu bir Başbakanın seçmiş olduğu bakanları onaylamak olacaktı. İngiliz Sistemini beğenen Rauf Bey ve ülkede daha birçok kişi bu düşüncedeydiler. Bunlar Ankara Hükümetinin İstanbul’a yerleşmesini ve Padişahın da istikrarı sağlamak için Hükümetin sembolik başkanı olmasını ileri sürüyorlardı. Ama asıl iktidar, İtalya’daki Mussolini örneğinde olduğu gibi, Başvekil olarak Gazi’nin elinde bulunacaktı. Ali Fuat Paşa’ya düşüncesi sorulunca, Moskova’dan yeni döndüğü ve olayların biraz dışında kaldığı için somut bir düşünce edinmeye vakit bulamamış olduğunu belirterek kesin ve açık bir görüş belirtmemiştir.635 Gazi, şimdilik bu konuyu daha fazla zorlayamayacağını anlamıştı. 634 635 Kinross; a.g.e., s. 401. Akın; a.g.e., s. 172. Kinross; a.g.e., s. 401-402. Ş.Süreyya Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, 6. Basım, İstanbul 1978, s. 51 ve Akın; a.g.e., s. 172. Mustafa Kemal ile onun rakipleri arasında güçlü bir toplumsal gerilim unsuru da vardı. Mustafa Kemal, taşra alt-orta sınıfa mensuptu. Bu sınıfın üyeleri Orduyu iş bulma ve yükselme aracı olarak görmüşlerdi. Bu nedenle Hanedana derin bir sadakat duygusundan yoksundular. Öte yandan, Mustafa Kemal’in rakipleri İstanbul’un üst sınıflarından geliyorlardı. Osmanlı Hanedanı ile derin bağları olan ailelerin ilişkilerinden yararlanmışlardı. Onlar da reformlar (Tanzimat tipi modernleşme) yoluyla Devleti kurtarmak istiyorlardı. Ancak, Saltanat’ın muhafaza edilmesi, süreklilik ve gelenekle birlikte gelen hazır bir meşruluk ve istikrar sağladığı için, kendi ideolojileri bakımından büyük önem taşıyordu. Millî mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra Ankara Hükümetinin İstanbul’daki Padişaha sadakat göstermemesi üzerine meşruti monarşi taraftarları endişeye kapılır. Başbakanlık görevinden ayrıldıktan sonra bilahare muhalefete geçen Rauf Bey, 10-13 Ekim 1922 tarihlerinde, Meclisteki odasında Gazi’yi ziyaret ederek, kendisiyle bazı önemli hususları görüşmek istediğini ve akşamleyin Refet Paşa’nın Keçiören’deki evine gelebilirse daha detaylı konuşabileceklerini söyler. Gazi de bu teklifi kabul eder. Rauf Bey, Gazi’den, akşamleyinki görüşme esnasında Ali Fuat Paşa’nın da bulunması konusunda izin ister ve bu talep de Gazi tarafından kabul edilir. Akşamleyin Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplanır. Rauf Bey özetle; Meclisin, Saltanat makamının ve belki de Hilafetin ortadan kaldırılması endişesiyle sıkıntı içinde olduğu, Gazi’den ve Gazi’nin gelecekte alacağı vaziyetten şüphe ettiğini, bu nedenle Gazi’nin Meclisi ve kamuoyunu tatmin etmesi gerektiğine inandığını belirtir. Takiben Gazi, Rauf Bey’den, saltanat ve hilafet hakkındaki düşünce ve kanaatlerinin ne olduğunu sorar. Rauf Bey de şu açıklamada bulunur: Ben Saltanat ve Hilafet makamaına vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü benim babam, Osmanlı Devleti’nin ricali arasına girmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim. Padişaha sadakatimi muhafaz etmek borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem icabıdır. (Bu konuda) Genel mütalaam da vardır. Bizde umumî vaziyeti tutmak güçtür. Bunu, ancak herkesin erişemeyeceği kadar, yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin 211 Arkadaşlarına, Saltanat sorununun henüz söz konusu olmadığını söyledi. Mecliste de bu yolda bir demeç vererek mebusları yatıştırdı.636 22 Ekim 1922 tarihinde İtilaf Devletleri, BMM Hükümetini Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler. Ne var ki, İtilaf Devletleri, bu konferansa İstanbul Hükümetini edebilir. O da Saltanat ve Hilafet makamıdır. Bu makamı kaldırmak, lağvetmek, onun yerine başka bir mahiyette bir varlık yerleştirilmesine çalışmak, felaket ve hüsran-ı mucip olur. Asla caiz değildir. Bkz. Aydemir, a.g.e., 50. Ahmad, a.g.e., s. 73. Abdi İpekçi; İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Genişletilmiş 1. Basım, Dünya Kitapları, Doğan Ofset Matbaacılık, Eylül 2004, s. 49-50. Anıl Çeçen; Atatürk ve Cumhuriyet, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1981, s. 257-258 ve Kılıç; a.g.e., s. 30-31. Ancak Saltanatın kaldırılması konusunda Gazi son derece kararlıydı. Nitekim uygulamaya geçeceği gün ilk iş olarak Rauf Bey’i odasına çağırarak Halifeliği ve Padişahlığı birbirinden ayırarak Padişahlığı kaldıracağız. Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleceksiniz. demiş ve Rauf Bey’in bu konudaki düşüncelerini hiç bilmiyormuş gibi hareket etmiştir. İlgi çekici bir nokta da Rauf Bey’in Meclis kürsüsünden iki kere bu konuda olumlu konuşması ve dahası, Padişahlığın kaldırılması gününün bayram kabul edilmesini önermesidir. Gazi Rauf Bey’in bu durumunu yorumlamak istememektedir. Rauf Bey’in Padişaha ve Halifeye saygılı bile olsa liderine inanmış bir kimseydi ve O’nun bu isteğine gönülden uymuştur. Bkz. İlkin; a.g.e., s. 172-173 ve Avcıoğlu; a.g.e., Cilt: 4, İstanbul 2000, s. 1312. Gazi Mustafa Kemal’in Saltanat’ın kaldırılması konusunda silah arkadaşları (Ali Fuat Paşa, Refet Paşa ve Rauf Bey) ile yapmış olduğu görüşme konusunda ilave bilgi için bkz. Çetiner; a.g.e., s. 202-203. Bilindiği gibi Gazi tarafından 10 Mayıs 1921 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Grubu (MHG) kurulmuştu. MHG’nun kurulması MHC’lerinde yer yer tepkilere neden olmuştu. Bunun bir örneği de Erzurum’dur. K.Karabekir’in anılarında Erzurum MHC ileri gelenlerinden Hoca Raif (Dinç) Efendi’nin yeni grup konusundaki kuşkuları ile K.Karabekir’in kendisinin çekincelerini görüyoruz. Mustafa Kemal Paşa 1921 yılı Temmuz ayı sonunda çekmiş olduğu şifreli dört uzun telgrafla, aslında Ocak 1921’de kabul edilen Anayasa’ya tepkiden kaynaklanmaya başlayan bu itirazları karşılamaya başlamıştır. Mustafa Kemal Paşa bu telgraflarında, Hoca Raif Efendi’nin Saltanat şeklinin Cumhuriyete dönüştürüleceğini sezinlemesini bir kuruntu olarak değerlendirdiğini, K.Karabekir’in çekinceleri konusunda ise evrensel bir akım olan halkçılığın benimsenmesini savunarak Türkiye’nin başında bir Halife-i İslam ve Hükümdar Sultan olacağını belirtir. Bkz., Tunçay; a.g.e., s. 43-44. 20 Temmuz 1921 tarihinde Mustafa Kemal tarafından K.Karabekir’e cevabi olarak gönderilen telgrafta da bu kanunda (Anayasa’da) Cumhuriyetin manasını ifade eden bir şey mevcut olmadığı gibi dedikten sonra şöyle söylüyor: Hilafet ve saltanat meselesi, bir mesele-i esasiye (önemli mesele) olarak mevcut değildir. Türkiye’nin başında Halife-i İslam olacak, bir hükümdar; ‘sultan’ bulunacaktır. Mustafa Kemal Paşa tarafından 21 Temmuz 1921 tarihinde K.Karabekir Paşa’ya gönderilen telgrafta da Raif Efendi’nin saltanat şeklinin Cumhuriyetçiliğe kalb-i mahsus olduğu hakkındaki fikrî vehimdir. diyordu. Bkz. Karabekir; a.g.e., s. 77-78. Konuyla ilgili ilave bilgi için bkz. Mikusch; a.g.e., s. 275-276. Rauf Bey ve arkadaşları ile Gazi arasında geçekleşen saltanat ve hilafet kurumlarının geleceği hakkında duyulan endişeyle ilgili toplantıda dile getirilen hususlar ve bu konuda Gazi’ye yönelik dile getirilen beklentilerde, yukarıda Tunçay’dan alıntı yapılan hususlarda yer alan Gazi’nin ifadelerinin etkili olduğunu söylemek mümkündür. Araştırmacının notu. 636 Kinross; a.g.e., s. 402. Saltanatın kaldırılması konusunda son derece kararlı olan Gazi, konuda tarihi görevini en kısa zamanda yerine getirecekti. Nitekim uygulamaya geçeceği gün ilk iş olarak Rauf Bey’i odasına çağırarak, onun bu konudaki düşüncelerini hiç bilmiyormuş gibi davranarak ona Halifeliği ve Padişahlığı birbirinden ayırarak Padişahlığı kaldıracağız. Bunun uygun olduğunu kürsüden söyleyeceksiniz. demişti. İlgi çekici bir nokta da, Rauf Bey’in Meclis kürsüsünden iki kere bu konuda olumlu konuşması ve dahası, Padişahlığın kaldırılması gününün bayram kabul edilmesini önermesidir. Gazi, Rauf Bey’in bu davranışını yorumlamak istememektedir. Buradan çıkarılacak sonuç, Rauf Bey, Padişaha ve Halifeye saygılı olsa bile liderine inanmış bir kimseydi ve bu konuda da liderinin isteğine gönülden uymuştur. Bkz. Akın; a.g.e., s. 172-173. 212 de davet etmişlerdi.637 Bu durum, İstanbul Hükümetinin Lozan Konferansı’na temsilci göndermesine mani olunması ve Saltanat meselesinin de kökünden halledilmesi için BMM Hükümetine önemli bir fırsat sundu. Saltanatın kaldırılması için psikolojik an gelmiş bulunuyordu. Pratik metotlarını elden bırakmayan Gazi, hemen bir orta çözüm yolu seçti. Padişahlık ile Halifelik birbirinden ayrılacaktı. Cismanî iktidarı temsil eden padişahlık kaldırılacak; ruhanî iktidarı temsil eden halifelik bırakılacaktı. Bu iktidar, görevi dinî olacak ve fakat hiç bir şekilde siyasetle uğraşmayacak olan bir şehzadeye devredilecekti. Gazi, Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını, yeni bir Türk devletinin doğduğunu, Anayasaya göre, egemenliğin millete ait bulunduğunu bildiren bir önerge hazırlayarak konuyu ortak komisyonda çözüme bağladı. Meclise verilen kanun tasarısı iki maddeden ibaretti. Birincisi, tek kişi egemenliğine dayanan İstanbul’daki hükümet biçiminin İngilizlerin şehri işgal ettiği 16 Mart 1920 tarihinde sona erdiğini bildiriyordu. İkincisi ise, Halifeliğin her ne kadar Osmanlı Devleti’ne ait ise de, Türk devletinin malı olduğunu ve Meclisin Osmanlı hanedanı içinden bilgi ve karakter bakımından en uygun görünen kimseyi Halife olarak seçtiğini ilan ediyor; İslam tarihinde ilk olarak cismanî ve ruhanî iktidarı kanun yoluyla birbirinden ayırıyordu. 638 30 Ekim 1922 günü bu konu Meclis gündemine getirilmişti. BMM 30 Ekim 1922 günü verdiği bir kararla Osmanlı Devleti’nin hayatının sona erdiğini, İstanbul’daki Padişahlığın da tarihe karıştığını belirtti. 1 Kasım 1922 günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Gazi’nin bu konuda bir konuşma639 yapmasını takiben yasa tasarısı hazırlandı ve Meclis tarafından oybirliğiyle kabul edildi. Böylece Osmanlı Saltanatı, İstanbul’un işgal tarihi olan 16 Mart 1920 tarihinden itibaren kaldırılmış oldu.640 Bu karar İstanbul’a ulaşır ulaşmaz Refet Paşa, İtilaf Devletleri Yüksek Komiserliğine, Bâb-ı Âlî Hükümetini BMM adına 637 Akın; a.g.e., s. 172 ve Kinross; a.g.e., s. 409. 638 Kinross; a.g.e., s. 409-410. 639 Gazinin bahse konu konuşmasının metni için bkz. Bek; a.g.e., s. 336-349. 640 Akın; a.g.e., s. 173-174. Kinross; a.g.e., s. 410 ve Kocatürk; a.g.e., s. 361. san; a.g.e., s. 21. Saltanatın kaldırılması konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Uğur Mumcu; Kazım Karabekir Anlatıyor, Um:ag Vakfı Yayınları, 23. Baskı, Ankara 2002, s. 53-55. Dursun Ali Akbulut; Saltanattan Ulusal Egemenliğe, Temel Yayınları, İstanbul 2006 ve Arnold J. Toynbee; Türkiye (Bir Devletin Yeniden Doğuşu), Milliyet Yayınları, İstanbul 1971, s. 175-183. 213 teslim aldığını duyurdu. Son Osmanlı Hükümeti Sadrazamı Tevfik Paşa da 4 Kasım 1922 tarihinde istifa ederek, bir daha hiç kimseye verilmeyecek olan Mühr-ü Hümayun’u Padişaha iade etti.641 Tanör, Saltanat’ın kaldırılmasıyla yok sayılanın İstanbul Hükümeti değil, Osmanlı Devleti ve Osmanlı Monarşisi olduğunu belirtmektedir. 642 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Konferansı’nın imzalanması sonucu, yeni Türk devletinin bağımsızlığını ve egemenliğini dış dünyaya tescil ettiren BMM Hükümetinin, bundan sonra, ülke dâhilindeki siyasî yaşamı nasıl düzenlediğini görmek gerekir. Gazi’nin mücadelesi bitmemiştir. İnkılâplara başlamadan önce, en büyük eseri olan Cumhuriyeti ilan etmesi ve buna uygun bir anayasayı kabul etmesi gerekmektedir.643 2.9. I. MECLİSİN ÇALIŞMA DÖNEMİNİN SONA ERMESİ VE HALK FIRKASININ KURULMASI Yunanlılar’a karşı kazanılan Büyük Zafer’den sonra Gazi, milletvekilliğin, Başkumandanlığın ve Meclis Başkanlığının yetki ve imkânları az çok sınırlı olan, Meclisin ve Meclisteki muhaliflerinin her zaman sıkıştırabilecekleri kontrol çevrelerinden fiilen ve birden sıyrılmıştı. Çünkü bu zafer, Gazi’nin konumunu fazlasıyla güçlendirmişti. Halkın ruhunda tarihin pek az faniye nasip ettiği insanüstü bir şöhret, şan ve şeref halesi içinde göklerdeki tahtına yükselmişti. Halk, zaferin bütün hak ve ganimetlerini birden ona mal etmişti. Halkın gözünde o, artık milletin sinesinde bir ferd-i mücahit olmaktan çıkmış, milletin manevî rızasıyla, milletin üstünde bir varlık haline getirilmişti.644 Halaskar Gazi (Kurtarıcı Gazi), bu durumundan, savaş sonrası dönemdeki konumu sağlamlaştırmak için yararlanmakta kararlıydı.645 Gazi her şeyi BMM’ne ve millete mal etmekle beraber, gerçekte Meclis ile Gazi arasındaki mesafe ister istemez açılıyordu. Bu durumdan, 641 Akın; a.g.e., s. 174 ve Kocatürk; a.g.e., s. 362. 642 Bülent Tanör; Kuruluş, 2. Baskı, Çağdaş Yayınları, İstanbul 1998, s. 173. 643 Akın; a.g.e., s. 185. 644 Aydemir; a.g.e., s. 40-41. 645 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 232-233. 214 Mecliste birçokları ciddî kaygılar içindeydiler.646 6 Aralık 1922 tarihinde Ankara’da bulunan Hakimiyet-i Milliye, Yenigün ve Öğüt gazetelerinin basın mensuplarına demeç veren Gazi, geleceğe ilişkin düşüncelerinden bahsederken, barış yapıldıktan sonra, hürriyet ve istiklal için yapılan büyük savaşı tamamlamak ve milletin yetenek ve kabiliyetlerini azami şekilde geliştirmek, ülkenin tüm servet ve kaynaklarından faydalanmak yolunda hiçbir fırsat ve hareketi zayi etmeyerek çalışmağa mecbur olduğumuzu hatırlatmak, fakat bunun bir programa bağlanması gerektiğini, ülkede yapılması gerekli reformları planlayacak bir programın başarılı ve devamlı olmasının şart olduğunu söylerek, barışın istikrarını takiben Halkçılık esasına dayalı ve Halk Fırkası (HF) adında siyasî bir parti kurmak istediğini belirtmiştir.647 Gazi bu konuya ilişkin ifadelerinin gazetelerde yayımlanmasından bir hafta kadar sonra yurt içinde bir inceleme gezisine çıkarak halkla temas etmiş ve bu arada kuracağı siyasî parti hakkında geniş açıklamada bulunmuş, halkı da bu yeni parti etrafında toplanmağa davet etmişti. 648 BMM’de Birinci Grup mensupları bu yeni kurulacak partide hizmete hazırlandılar. Gazi’ye göre HF tüm milletin refah ve mutluluğuna yönelik olacaktır. Gazi, Ortaya koyacağımız şey müsbet millet programı olmalıdır. demekte ve tam bağımsızlık ile millet egemenliğinin HF’nin programının iki esas maddesini oluşturduğunu ifade etmekteydi. 649 646 Aydemir; a.g.e., s. 40-41. 647 Cebesoy; a.g.e., s. 340. Eroğlu; a.g.e., s. 283. Jevakhoff, a.g.e., s. 222 ve Tunçay; a.g.e., s. 47. Gazi, 6 Aralık 1922 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu Halk Fırkası adlı siyasal bir partiye dönüştürme kararını ilk kez açıkladı. Önde gelen bazı gazetecilerle olan görüşmelerde Halifeliğin kaldırılması ve bir cumhuriyet kurulması fikrinden ilk kez söz etmişti. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 233 ve Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s. 12-60 ve 60-63. 648 Cebesoy; a.g.e., s. 340. Gazi’nin, Eskişehir’den sonra gittiği Balıkesir’de, 7 Şubat 1923’te bir camide minbere çıkarak verdiği hutbe bu açıdan çok önemlidir. Gazi, bu konuşmasında, HF ile ilgili olarak şunları söylemiştir: …… Bu milletin siyasal partilerden çok canı yanmıştır. Şunu söyleyeyim ki başka ülkelerde partiler kesinlikle ekonomik amaçlar üzerine kurulmuştur ve kurulmaktadır. O ülkelerde çeşitli sınıflar vardır. Bir sınıfın çıkarını korumak için kurulan siyasal partiye karşılık başka bir parti kurulur. Bu çok doğaldır. Güya bizim ülkemizde ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan siyasal partiler yüzünden şahit olduğumuz sonuçlar bilinir. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun içine bir kısım değil, bütün millet girmektedir………... Bu konuşma, daha sonraki birçok gelişmeye ışık tutar bir niteliktedir. Konuşmanın tamamı için bkz. - ; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Yayına Hazırlayan: Ali Sevim, İzzet Öztoprak, M.Akif Tural), Atatürk Araştırma Merkezi, Divan Yayıncılık, Ankara 2006, s. 464-466. 649 Eroğlu; a.g.e., s. 283. 215 Gazi, ülkenin yeni bir döneme girdiğine ikna etmek üzere, yeni bir yöntem kullanır. Gerçek bir siyasî pazarlama yöntemi uygulayarak, seçim gezisine çıkar. 1923 yılının Ocak ayının ikinci yarısı ile Şubat ayının ilk yarısı arasında Batı Anadoluyu dolaşır, Ankara’da üç hafta kaldıktan sonra, Mart ayının ikinci yarısını geçirdiği Orta ve Güney Anadoluya harekete eder. Gazi, her gittiği yerde halka yeni Türkiye’nin nasıl olacağını anlatır. 650 1876 tarihli Osmanlı Anayasasına göre Mebusan Meclisi seçimlerinin dört yılda bir yapılması gerekiyordu. 23 Nisan 1920’de BMM açıldığında, Meclisin görev süresinin kaç yıl olacağı belirtilmemiş, fakat Osmanlı Anayasası yürürlükten kaldırılmadığından, başlangıçta orada belirtilen dört yıllık sürenin BMM için de geçerli olacağı var sayılmıştı. 29 Nisan 1920 tarihinde kabul edilen Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun 1’inci maddesi de bu yönde düzenlenmiş olup, aynı maddenin 1’inci kısmı BMM’nin kuruluş amacını belirliyordu. Bu amaç, Hilafet ve Saltanat makamları ile ülkenin düşman elinden ve saldırılardan kurtarılmasıydı. 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1’inci maddesi de BMM’nin amacına ulaşıncaya kadar toplantılarını sürdürmesini öngörmekteydi. Her iki kanunun söz konusu maddeleri birlikte ele alındığında, I. Meclisin süresinin zamanla değil, şartlarla sınırlandırılmış olduğu görülür. O şart da vatanın kurtuluşudur. Başka bir ifadeyleI. Meclis vatanın kurtuluşuna kadar görevini sürdürecekti.651 Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla sonuçlandırarak görevini tamamlamış ve aynı zamanda yıpranmış olan I. Meclis Gazi’ye karşı da güçlü bir muhalefeti içermekteydi. Lozan’da Müttefiklerin karşısına, Türk halkından yeni güvenoyu almış bir Hükümet çıkması isabetli olacaktı. Gazi 1923 yılının ilk aylarında çıkmış olduğu yurt içi geziden döndükten sonra Meclisin yenilenmesi kararı alındı. 1 Nisan 1923 tarihinde de seçimlerin yenilenmesi konusunda A-RMHG tarafından Meclise verilen 120 imzalı önerge kabul edildi. 1 Nisan 1923 tarihinde milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararını alan BMM son oturumunu 15 Nisan 650 651 Javekhoff, a.g.e., s. 223-224. Dursun Ali Akbulut; “İkinci Dönem BMM ve Cumhuriyetin İlanı”, Türkler, C. 16, s. 532. 4 Eylül 1921 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’nun 1’inci maddesi şu şekildeydi: Büyük Millet Meclisi, Hilafet ve Saltanatın, vatan ve milletin kurtuluşu ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne (gerçekleşmesine) kadar şerait-i atiye dairesinde (aşağıdaki şartlar kapsamında) müstemirren (sürekli) inikat eder (toplanır) Bkz. Ergun Özbudun; 1921 Anayasası, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1992, s. 15. 216 1923 tarihinde yaptı ve ertesi gün de dağıtıldı.652 652 Zürcher; a.g.e.,s. 233. Karpat; a.g.e., s. 56-57. Kocatürk; a.g.e, s. 385. Uran; a.g.e., s. 161 ve Demirel; a.g.e., s. 511-516. BMM’nin seçim kararı alması yla ilgili olarak bkz. BMM ZC Devre: I, Cilt: XXVIII, s. 293. Velidedeoğlu; a.g.e., s. 237-241 ve Erol Şadi Erdinç; “Tarihe Not Düşmek”, Toplumsal Tarih, Ekim 2002, S. 106, s. 53. Meclisin fesih kararı alması konusunda ilave bilgi için bkz. Çavdar; a.g.e., s. 265-268. 15 Nisan 1923 tarihinde, 29 Nisan 1920 tarihli Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun birinci maddesinde değişiklik yapılarak seçim kararının alınması konusunda ilave bilgi için bkz. Erdinç; a.g.m., s. 53. Kocatürk; a.g.e., s. 387. Demirel; a.g.e., s. 527-531. Ergun Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, 1. Baskı, İleri Kitabevi Yayınları, İzmir 1994, s. 56. BMM ZC Devre: I, Cilt: XXIX, s. 190-191 ve 240. Tunçay, Meclisin fesih kararında; Meclisin o dönemdeki bileşimiyle kesintiye uğramış bulunan Lozan Barış Görüşmeleri’nin sonunda varılacak bir anlaşma tasarısını kabul etmeyeceğinden endişe duyulduğunu, Meclisin yenilenmesi isteğinin temel nedeninin bu olduğunu belirtmekedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 49-550. 217 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TEK PARTİ DÖNEMİ VE TEK PARTİ FELSEFESİ 3.1. TEK PARTİ DÖNEMİ VEYA TEK PARTİLİ CUMHURİYET 3.1.1. II. Meclis Döneminin Başlaması Gazi, inkılâpların yürütülmesi için TBMM’nin yenilenmesi gerektiğini düşünüyordu. İlk Meclis, Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, tarihsel görevini de bitirmiş ve yıpranmıştı. Yeni ve dinç bir Meclis ile işlerin yürütülmesi gerekiyordu.653 Nitekim,I. Meclis, 1 Nisan 1923 tarihinde milletvekili seçimlerinin yenilenmesi kararını aldı.654 Takiben Birinci Grup 8 Nisan 1922 tarihinde topluca Öğretmen Okulu’nun Konferans Salonu’nda toplanmış ve Gazi’nin de hazır bulunduğu toplantıda Grup Genel Kurulu tarafından önceden hazırlanmış olan ve yapılacak olan seçimde milletvekillerine verilecek görev ve yetkileri belirleyen (bir nevî seçim beyannmesi olan ve Meclisteki A-RMHG’nun HF’na dönüşeceğini açıklayan) Dokuz Umde (Dokuz İlke)655 üzerinde müzakereler yapılmıştı. Sonuçta bu beyanname Birinci Grup Genel Kurulu tarafından kabul edilmiş ve onaylanmıştı. Ayrıca, Birinci Grup üyelerinin tamamı, yeni seçimle meşgul olmak üzere Gazi tarafından teklif edilen bir heyetin seçimini de karar altına almıştı. Seçilen heyet aynı zamanda grubun milletvekili adaylarını da seçecekti. Kabul edilen seçim beyannamesinde A-RMHG’nun HF’na dönüşeceği de belirtilmişti. Heyet ilk kez 10 Nisan 1922 tarihinde Gazi’nin başkanlığı altında İstasyonu’ndaki İcra Vekilleri Başkanının ikametgâhında toplanmış ve seçimin 653 Mumcu; a.g.e., s. 114. 654 Zürcher; a.g.e., s. 233. Dursun; a.g.tez, s. 5-6 ve TBMM ZC Devre: I, C. XXVIII, s. 283-294. 655 Dokuz Umde Beyannamesi için bkz. Tunaya; a.g.e., s. 580-582. Uran; a.g.e., s. 162-164. Bahir Mazhar Erüreten; Kemalizm; Sistem Mücellit, İstanbul 1988, s. 12-15 ve Tunçay; a.g.e., s. 354-356. Dokuz Umde ile ilgili ilave bilgi için bkz. Aydemir; a.g.e., s. 50. Demirel; a.g.e., s. 525-527 ve Kemal Zeki Gençosman; Devlet Kuran Meclis, 1. Baskı, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1981, s. 74. 218 sonuna kadar çalışmalarına burada devam etmiştir.656 Birinci Meclis son kez 16 Nisan 1923 tarihinde toplandı. Bilahare, Gazi, seçim için kendi adaylarını belirlemeye başladı. Gazi, adayları belirleme sürecinde, eski dostları ile yeni adaylarını biraraya getirmeye çabalarken, bu seçimin hiçbir itiraz kabul etmeyeceğini, herkes anlamıştı. Kazım Karabekir anılarında, Gazi’nin kendisine Ben muhalif istemiyorum. dedikten sonra, adaylığı reddettiğini, ama sonunda ricalara boyun eğip isteksizce kabul ettiğini açıklamaktadır. Rauf Bey ise Gazi’nin partiler üstü bir kişi olması gerektiğini boş yere savundu. Gazi, Anadolu’ya ayak bastığı andan itibaren bu istekle karşılaşmıştı ve yıllar boyunca da tekrarlanmasına tanık olacaktı. Ama ülkenin içinde bulunduğu kaosu yansıtacak bir politik süreç içerisinde bir hakem ya da sembolik yetki sahibi bir kişi olmaya hiç niyeti yoktu. Ülkeyi yönetmek ve yeni bir düzen kurmak istiyordu. Bunu yapabilmek için de ileriki yıllarda işbaşına getireceklerini seçmek amacıyla kendisine sadık destekçilerin bir arada bulunmasına ihtiyacı vardı. Adayların sicillerini, yeteneklerini ve hepsinden de önemlisi sadakatlerini değerlendirdi. Meclisteki Hükümet çoğunluğunu oluşturan 220 kişiden sadece 114’ü bu kriterelere uygundu. Beklenildiği gibi bunların hepsi seçildi ve yarısından fazlası da Gazi’nin yaşamının sonuna kadar Meclisteki görevlerini sürdürdü.657 Cebesoy da anılarında; seçim süreci ve seçimle ilgili olarak kişisel düşüncesinin; Gazi’nin tarafsız bir devlet başkanı kalarak seçim hareketlerini daha iyi idare edeceğini, seçim heyetinin başında bulunan Gazi’nin bizzat seçim işlerine çok yakından müdahale etmesinin Meclis ve Hükümetin tarafsızlığını ister istemez ihlal ettiğini, böylece Gazi’nin pek kuvvetli şahsiyeti karşısında hiçbir kimse, ne zümre ve fırka oluşturmaya, ne de seçim mücadelesine kalkmamış olduğunu, Gazi’nin seçim sırasında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti 656 Cebesoy; a.g.e., s. 341-342. Eroğlu; a.g.e. s. 283. Uyar, a.g.e., s. 63 ve Kocatürk; a.g.e., s. 386. Dokuz İlke’ye göre, HF, şu esasları kabul ediyordu: Egemenlik milletindir., TBMM’den başka hiçbir makam, milletin işlerine karışamaz, Bütün kanunların yapılmasında, yönetimde ve her türlü idarî ayrıntılarda, genel eğitimde ve ekonomide millî egemenlik esasları içinde çalışacaktır, Saltanatın kaldırılması hakkındaki karar değişmez ilkedir. Parti çalışma programında mahkemelerin ve kanunların düzeltilmesi, bankaların güçlendirilmesi, demir yollarının çoğaltılması, Aşar denilen ve köylüyü ezen verginin kaldırılması, öğretim ve eğitimin birleştirilmesi, askerlik süresinin indirilmesi gibi ülkenin öenmli sorunlarına çözüm yolları öneriliyordu. Bkz. Mumcu; a.g.e., s. 114. 657 Mango; a.g.e., s. 448. 219 ve HF Başkanı olarak seçim işleriyle bizzat meşgul olduğu ve aynı zamanda Başkumandanlık sıfatını da muhafaza ettiğini, bu doğal olmayan durumu biraz olsun telafi edebilmek için İcra Vekilleri Heyeti Başkanı olan Rauf Bey’in Hükümetin, kendisinin de Meclis Başkanı olarak görevlerinin başında kalmış olduğunu ve seçim heyetinin faaliyetlerine katılmayarak tarafsızlıklarını korumaya çalıştıklarını,I. Meclisteki İkinci Grup üyelerinin seçim sürecinde gizlice ve Gazi’nin gelecek hakkındaki düşünceleri üzerine olumsuz propagandalar yapmaya başladıklarını, faaliyet merkezi İstanbul olan kapatılmış İvT mensuplarının seçim esnasında siyasî bir rol oynamak istemediklerini ilan ettiklerini ve herhangi bir grup adı altında da seçime katılmayı arzu etmediklerinden oylarını Gazi’ye vereceklerini söylediklerini, böylece maksatlarının mevcut bir eseri zayıflatmak niyetinde olmadıklarını anlatmak olduğunu, seçim işlerinin genelde normal seyrini takip etmiş olduğunu, Gazi’nin A-RMHC Başkanı sıfatıyla bütün teşkilata genelgeler yayımlayarak, kendisi ve partisi hakkında olumsuz propagandaları cevaplandırdığını ve teşkilatı da uyardığını, yapılan seçimlerde her tarafta Müdafaa-i Hukuk adaylarının kazandığını ifade etmektedir.658 Cebesoy, yine bu konuda anılarında; ülkenin çoğunluğunun şahsî saltanattan bıktığı kadar, parti ve şahsî tahakkümlerden de çok bıktığını, bunların geçmişte çok acı tecrübelerinin ve örneklerinin görüldüğünü, barışın büyük bir zorlukla elde edilebileceğini sezmiş olan ülke çoğunluğunun her taraftan bu ikiliğe meydan vermemeğe çalıştığı ve birlik göstermekte asla kusur etmediğini, herkesin, gelecekte Gazi Paşa’nın bir parti başında çalışacağını anladığı halde yine de sıklet merkezi olan Gazi’nin etrafında toplanmanın, ülkenin mukadderat ve istikbalini Türkiye’nin bu en kuvetli şahsiyetine terk etmenin doğru bir hareket olduğuna kanaat getirdiğini, barış imzalanıncaya kadar birlik ve beraberliği ihlal edebilecek tüm konuların geleceğe bırakıldığını ifade etmektedir.659 1923 yılının Haziran ve Temmuz aylarında yeni bir Meclis için yapılan iki dereceli seçimlerde milletvekili adayların nitelikleri ve geçmişleri Gazi tarafından sıkı bir incelemeye tabi tutulmuş olduğu için Meclis üstünlüğü ve millî irade adı altında Gazi’ye ve onun uygulamalarına karşı çıkan İkinci Grubtan hiçbir üye yeni Meclise girememişti. 658 Cebesoy; a.g.e., s. 345-346. 659 A.g.e., s. 347. 220 Gümüşhane’deki bir milletvekilliği hariç, seçimleri tamamen Birinci Grup üyeleri kazandılar.660 Velidedeoğlu, güdümlü 1923 seçimlerinin (ve izleyen Tek Parti Dönemindeki seçimlerin) niteliğini oldukça yalın bir şekilde şu ifadelerle değerlendirmektedir: Gerçi iki dereceli seçim yasasındaki yönteme göre bütün illerde milletvekili seçimi yapılıyordu, ama bu seçim, işin formalite yönüydü. Halk Partisi tarafından gösterilen aday mutlaka seçiliyordu. O halde bu adaylar, ‘halkın seçimine sunuluyordu’ demektense halkın onayına sunuluyordu ifadesini kullanmak belki daha yerinde olur.661 Demirel, I. Mecliste Muhalefet isimli kitabında, Haziran-Temmuz 1923 aylarında yapılan milletvekili genel seçimlerine ilişkin değerlendirmelerde de bulunmaktadır. Seçim sonuçlarının istenen/planlanan bir şekilde alınması üzerine Gazi tarafından 18 Temmuz 1923 tarihinde Belediye ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri reislerine çekilen kutlama telgrafında, seçim sonuçlarını, seçmenlerin yüksek siyasî rüşdünün ve vatanseverlik yeteneğinin göstergesi olarak nitelendiği ifade etmiştir. Ahmet Demirel; Gazi tarafından halkın siyasî rüştünü ispatlamasının, ancak vesayetçi Tek Partinin ilkelerini ve adaylarını ya da karizmatik şefin gösterdiği tek doğru yolu kabul etmesiyle mümkün görüldüğünü ifade etmektedir. Tek Partinin mutlak şefi aday gösterecek, halk bunları ittifakla onaylayacak, halkın temsilcilerinin kimler olması gerektiği 660 Uyar, a.g.e.,s. 62, Öztürk; a.g.e., s. 54 ve Zürcher; a.g.e., s. 233-234. İkinci TBMM seçimleri için bkz. Tunçay, a.g.e., s. 47-60. Mango; a.g.e., s. 447-448. Demirel; a.g.e., s. 574. Dokuz Umde ile Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nun bağdaşması, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun dışında bir siyasal gücün ortaya çıkışını imkânsız kılmaya yaramıştı. Seçimlerde, İttihatçı kökenli İsmail Canbolat ile Ahmet Şükrü de HF’den seçilmişlerdir. Bkz. Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 45. A-RMHG üyeleri, başlarında Gazi Paşa olduğu halde, adeta kendilerinden olanları seçtirmeye çalıştılar. Bunda da başarılı oldular. Çünkü seçimlere siyasî partilerle değil, Müdafaa-i Hukuk Grubu ile gidilmiştir. Seçimlere katılacakların listesi ve Müdafaa-i Hukuk Grubunun başkanı olan Gazi tarafından denetlendiği için, Meclisin uyumlu bir şekilde çalışmasını temin etmek üzere muhaliflerin safdışı bırakıldığı ve iki dereceli olarak Haziran ve Temmuz aylarında yapılan yeni seçimler sonucu oluşan Meclis, örgütlü bir muhalefeti Meclis dışında bırakmış olarak 11 Ağustos 1923 tarihinde toplanmıştır. Bkz. Goloğlu; a.g.e., s. 191. Kuran; a.g.e., s. 330. Akbulut; a.g.m., s. 532-53 ve Hikmet Özdemir; Devlet Krizi, Afa Yayınları, İstanbul 1989, s. 18. 661 Velidedeoğlu; a.g.e., s. 246. Keyder de, İki Dereceli Seçim Sisteminin, seçilen bir grup erkeğin kendilerine Ankara’dan yollanan listeyi onaylamaları anlamına geldiğini, böylece mebusların Mecliste hayatlarında hiç görmedikleri ülkenin uzak köşelerini temsil ettiklerini, bu sıkı kontrole rağmen (daha doğrusu bu kontrol nedeniyle) yasama için mebuslara pek ihtiyaç duyulmadığını, Hükümetin ne Meclise karşı sorumlu olduğunu, ne de yasama inisisyatifine ihtiyacı olduğundan bahsetmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 120-121. Velidedeoğlu da, ilk Meclis için Millî Mücadele Meclisi, ikinci ve III. Meclisler için Devrim Meclisleri nitelemesinin kullanıldığını, Gümüşhane bağımsız milletvekili Zeki Bey ile Bursa bağımsız milletvekili Nurettin Paşa dışında II. Meclis ile III. Meclisin Tek Parti Meclisi olduğunu, II. Meclisle başlayan Tek Parti Meclisi olma özelliğininin 1946 yılında çok partili rejime geçilinceye dek sürdüğünü belirtmektedir. Bkz. Velidededoğlu; a.g.e., s. 246-247. 221 ona şef ve parti tarafından bildirilecek. Başka bir ifadeyle; milletvekili seçimi, esas olarak bir seçim formalitesidir, daha doğrusu gerçek anlamda bir seçim değil, merkez tarafından yapılan bir şeçmedir.662 Vatandaş ya da seçmenler de önüne konulan adayları seçme değil de sadece tasdik etme durumunda kalıyorlardı. Bursa’da bağımsız listesinden seçilen Nurettin Paşa gibi kimi istisnaî örnekler ise bu kapsamın dışındaydı. Bağımsız seçilen Gümüşhane mebusu Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey dışında tümü büyük bir özenle belirlenmiş olan Birinci Grup adaylarından oluşan II. Meclis 11 Ağustos 1923’te açılmıştır. 13 Ağustos 1923 tarihinde Gazi yeniden Meclis Başkanı seçilir.663 BMM tarafından 24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması’nın imzalanması sonucu iç politik ortamda Gazi’nin durumu daha da pekişti. Bu arada Lozan müzakereleri esnasında İsmet Paşa ile yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle Bakanlar Kurulu Başkanı Rauf Bey’in 4 Ağustos 1923 tarihinde görevinden çekilmesi üzerine 14 Ağustos 1923 tarihinde bu göreve Gazi’nin yakın arkadaşlarından Fethi Bey getirildi.664 662 Demirel; a.g.e., s. 582. Mikusch,Gazi’nin amaçladığı reformun alabildiğine köklü ve devrimci bir nitelik arz ettiğini, bunların gerçekleşebilmesi sırasında istikrarsız bir çoğunluğun kararlarına bağımlı olunmaması gerektiğini, parlamentarizmin de Türkiye’ye genellikle yabancı bir bitki gibi olduğunu, Batı demokrasilerinin normal mekanizmaları içinde gizleyebilecek kadar da henüz yeterince birikime sahip olmadığını belirtmektedir. Bkz. Mikusch; a.g.e., s. 340. Seçimlere sadece A-RMHG adaylarının katılmasını, adayların Gazi tarafından belirlenmesini, bilahare kurulan HF ve Tek Parti Dönemi siyaset anlayışını bu Mikusch’in yorumu bağlamında değerlendirmek isabetli olur. Araştırmacının notu. 663 664 A.g.e., s. 598-599. Mumcu; a.g.e., s. 114. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Kocatürk; a.g.e., s. 391-393. 14 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’nde yeni İcra Vekilleri Heyeti seçimi konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s. 61-62. Lozan Müzakaereleri süresince İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki görüş ayrılıkları sürüp gitmiş, Birinci BMM’nin barış şartları konusunda hiçbir fedakarlığı benimsemeyen kesin tutumu karşısında Rauf Bey, Başvekil olarak Meclise karşı taahhüt altına girmiştir. Çünkü Lozan görüşmelerinin ikinci safhası başladıktan sonra Lozan’dan gelen haberler, başta savaş tamiratı, Batı Trakya, tahrip edilen yerlerin imarı, Midilli, Sakız, Sisam gibi Ege kıyılarımıza çok yakın adalar üzerindeki gayr-ı askerî bölgenin devamlı kontrol hakkı gibi konularda hissedilir tavizler verildiğini göstermektedir. Meclis, mutlak heyecan içinde sonucu beklemektedir. Öte yandan İsmet Paşa, elde edilenden başka hiçbir şeye sahip olunamayacağı ve hatta geçen her günün, barış yolunda anlaşmaya varılabilme yolundaki iyi niyetlerimize gölge düşürdüğü inancındadır ve Gazi’ye de aynı hissi telkin edebilmiştir. Olaylar kısa sürede İsmet Paşa-Rauf Bey arasında olmak ekseninden çıkar, GaziRauf Bey arasında olma genişliğine sahip olur. Vekiller Heyetinin tutumunu, 1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki Saray Heyetine benzeten İsmet Paşa’nın ağır telgrafı, o ana kadar açıklanmamış görüş ayrılıklarının şahsî kırgınlıklara kapı açan darbesi olur. Olaya Gazi müdahale eder ve Rauf Bey’e sükûnet tavsiye ederken, İsmet Paşa’ya da aynı mahiyette mesaj iletir. Fakat olay sadece şahsî de değildir. Rauf Bey, barış görüşmelerinin aldığı istikametten kuşkulu olan Meclise devamlı teminat vermektedir. Oysa ki, bilhassa tamirat ve savaş tazminatı ile Batı Trakya üzerinde, Irak Sınırı ve Musul Meselelerinde beklenenler gerçekleşmemiştir. İsmet Paşa’nın Lozan’ı imzalamış olarak Ankara’ya dönüşünden iki gün önce, Gazi ile aralarında uzun bir konuşma sonucu Rauf Bey istifa eder ve seçim bölgesi olan Sivas’a gider. Bkz. Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 334- 222 TBMM, milletvekili seçimlerinden sonra, 11 Ağustos 1923 tarihinde ilk toplantısını yaptı. 13 Ağustos’ta, Gazi, Mecliste bulunan 197 milletvekilinden 196’sının oyunu alarak, TBMM Başkanlığına yeniden seçildi. Meclis İkinci Başkanlığına da Ali Fuat Paşa seçildi665 İkinci TBMM’nin önünde önemli problemler bulunuyordu. Dışarıda Lozan Anlaşması'nın onaylanması, içeride başkentin ve hükümet şeklinin tespit edilmesi bunlardan başlıcalarıydı. Lozan Müzakereleri esnasında zaman zaman Hükümetten talimat almak yerine Hükümeti atlayarak Gazi ile temas kuran ve ondan talimat alan İsmet Paşa ile arası bozulan Rauf Bey’in Başvekaletten istifası üzerine 14 Ağustos 1923 tarihinde Fethi Bey’in başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. 21 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’ne sunulan Lozan Antlaşması ve ekleri 22 ve 23 Ağustos günleri onaylandı.666 335. İsmet Paşa’nın, devam eden barış görüşmeleri esnasında, zaman zaman, Rauf Bey başkanlığındaki Hükümetin talimatlarına uymaması, özellikle İsmet Paşa’nın, Vekiller Heyeti Başkanı olan Rauf Bey’i atlayıp doğrudan Gazi ile temas kurması Rauf Bey tarafından hoş karşılanmamıştı. Lozan görüşmeleri esnasında milliyetçi cephedeki çatlakların üstü örtüldü. Ancak 24 Temmuz’da Lozan Antlaşması imzalanınca tekrar kendini gösterdi. Rauf Bey, İsmet Paşa’nın dönüşünü beklemeden 4 Ağustos 1923 tarihinde istifasını verdi. Bahse konu uyuşmazlık konusunda ilave bilgi için bkz. Tartanoğlu, a.g.e., s. 79-84 ve Zürcher; a.g.e., s. 46. İsmet İnönü - Rauf Obay arasındaki ihtilaf konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Nurer Uğurlu; Gizli Belgelerle Rauf Orbay- İsmet İnönü Kavgası 1. Perde 1922, 1. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2005. Uğurlu; Gizli Belgelerle Rauf Orbay- İsmet İnönü Kavgası 2. Perde 1922-1923, 1. Baskı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2006 ve Mango; a.g.e., s. 452-453. Rauf Bey, Bakanlar Kurulu Başkanlığından istifa ettiği gün, Meclis İkinci Başkanı olan Ali Fuat Paşa ile birlikte Çankaya’ya Gazi’yi ziyarete gider. Rauf Bey, Çankaya’da Gazi’ye İsmet Paşa ile yüzyüze gelmeyi düşünmüyorum, birlikte çalışamayız. der. Bunun üzerine Gazi de Raufçuğum, sana ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Haklısın. ..... Bu ortam insanı ahlaksız yapıyor. diye karşılık verir. Rauf Bey de Paşam, üzülme, bir düzine namuslu adamla sen bu memleketi mükemmel idare edersin. der. Bunun üzerine Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi’ye (yeni dönemde) Havarilerin, çalışmalarını paylaşanlar kimler olacaktır? der. Gazi de Benim havarilerim yok. Ülkenin ve milletin hizmetindeki kişiler var. Bu havariler güçlerini ve kabiliyetlerini ispat etmelidirler. diye cevap verir. Şimdi teorik olarak Gazi’nin elinin altında bir Meclis vardır. Seçimler zaferle bitmiştir. İkinci Grup üyelerinden kimse seçilememiştir. Gazi, oybirliğiyle Meclis Başkanlığına yeniden seçilmiştir. Havari değil ama Lozan müzakerecisi (İsmet Paşa), yeni dönemin önemli aktörlerinden biri olur. Bununla birlikte, birinci havari İsmet değildir. Gazi, Fethi Bey’i Başbakan olarak seçmiştir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s. 130. Ali Fuat Paşa ile Gazi arasındaki bu konuşma hakkında ilave bilgi için bkz. Aydemir; İkinci Adam, C. 1, s. 487. Y.Kadri Karaosmanoğlu; Politikada 45 Yıl, 1. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 1968, s. 68. Okyar; a.g.e., s. 338. Fethi Bey’in biyografisi hakkkında bkz. Hamit Bozarslan; “Ali Fethi Okyar”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 (Liberalizm), 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 108-115. 11 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’nin ilk toplantısını yapması ve 13 Ağustos’ta, Gazi’nin Meclis Başkanlığına yeniden seçilmesi hakkında bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s. 2 ve 36. 665 Arslan; a.g.m., s. 50. Mumcu; a.g.e., s. 114. Jevakhoff; a.g.e., s. 236. Kocatürk; a.g.e., s. 392 ve Tunçay, a.g.e., s. 57. Aybars, II. Meclise 72 seçim bölgesinden 270 kişi seçildiğini belirtmektedir. Bkz. Aybars; T.C Tarihi I, s. 612-620. 666 Akbulut; a.g.m., s. 532-533. Jevakhoff; a.g.e., s. 236 ve Tunçay; a.g.e., s. 57. 223 Gazi, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu HF haline dönüştürmek istiyordu.667 Ancak araya Lozan Barış Antlaşması’nın girmesi nedeniyle HF’nin kuruluşu bir süre gecikti. 11 Eylül 1923 tarihinde Müdafaa-i Hukuk Grubu HF (10.11.1924 tarihinden sonra da CHF) adını aldı, kurucusu olan Gazi’yi Genel Başkanlığına seçti ve kuruluş dilekçesini de İçişleri Bakanlığına vererek resmen kurulmuş oldu. Böylece Meclisteki milletvekilleri HF’nin üyesi oldular. Fırka’nın Meclis Grubu Başkanlığına da Başvekil Fethi Bey getirildi.668 Öte yandan HF’nin, A-RMHC’nin bütün varlığını devralması, HF’ye ülke çapında bir örgüt sağlamıştı.669 HF Genel Kurulunda, Meclisteki tüm HF üyeleri tarafından müzakere edilerek, 9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen parti tüzüğü 1927 yılında yenisi yapılıncaya kadar küçük değişikliklerle yürürülükte kalmıştır. Tüzüğün özellikle ilk yedi maddesinde yer alan genel ilkelerin yansıttığı demokratik ve özgürlükçü tutum ise fazla uzun ömürlü olmamıştır. Tüzüğün birinci maddesinde HF’nin üç amacı belirtilmektedir: demokrasi, 667 Kuran, a.g.m., s. 330. 668 A.g.m., s. 330. Jevakhoff; a.g.e., s. 236. Gülcan; a.g.,tez., s. 75. Kocatürk; a.g.e., s. 395 ve 425. Alpkaya; Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu, 1923-1924, s. 43-44 ve Okyar; a.g.e., s. 335-336. HF’nin kuruluşu konusunda detaylı bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 47-60. HF’nin tüzüğünde, 1. maddede de ifade edildiği üzere millî hakimiyetin demokratik bir şekilde (halk tarafından ve halk için) kullanılmasına rehberlik etmek, ülkeyi çağdaşlatırmak ve yasanın her şeyin üstünde egemen olmasını sağlamak diye tanımlanmıştır. Bkz. Mete Tunçay; “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2019. Jevakhoff, Gazi’nin, millî hakimiyetin halk tarafından ve halk için uygulanmasında rehber olarak hizmet etmek üzere 9 Eylül 1923’te HF’yi kurduğunu, bu teşkilatı, mukaddes bir cemiyet ve ihtilal (inkılâp) ruhunun bütün millette yeniden doğuşu olarak tarif ettiğini belirtir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 237. Cebesoy, anılarında; yeni başlayan siyasî yaşamda Gazi’nin HF’nin başına geçerek kurulacak diğer partilere karşı karşıya gelmek gibi bir durum meydana geldiğini, oysa, partilerin üstünde tarafsız bir devlet başkanı makamında kalabileceğini, fakat öyle olmadığını, Gazi gibi ülkenin büyük bir kurtarıcısının, hem devlet ve hem de parti başkanı olarak iktidarda kaldığını, bu durum nedeniyle, millî egemenliğin esasını kuracak olan siyasî partilerin serbestçe gelişemediklerini, HF’nin de yegâne siyasî parti olarak yıllarca iş başında kaldığını ifade etmektedir. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 343. Mikusch, HF’nin tam anlamıyla Kemalist parti programı olduğunu, bu programda o güne kadar elde edilenlerden söz edildiğini, gelecekteki hedeflerden söz edilmediğini, sadece genel ve farklı anlamalara çekilebilen ilkelerle, halkın kayıtsız şartsız egemenliği ve millî çerçeve içinde gelişme ve ilerlemenin söz konusu yapıldığından bahsediliğini belirtmektedir. Bkz. Mikusch; a.g.e., s. 341. 669 Uyar; a.g.e., s .62, Öztürk; a.g.e.,s. 54. Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 233-234 ve Tuncay Dursun; Tek Parti Dönemindeki CHP Büyük Kurultayları, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2001, s. 6-7. Tunçay, büyük ölçüde Batılılaşma hareketi içinde doğan yeni tip yönetici sınıfının partisi olan İvT’nin tarih sahnesinden silindiyse de ona vücut veren bu yönetenler sınıfı ve Cemiyetin kadrolarının varlıklarını sürdürdüklerini, Millî Mücadele hareketini de bu kadroların başlattıklarını, hareketin önderi olan Gazi Mustafa Kemal’in kurduğu CHF’nin, tabanı ve kadrolarının büyük kısmı itibarıyla İvT’nin devamı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.m., s. 2037. 224 çağdaşlaşma ve hukuk devleti.670 3.1.2. Cumhuriyetin İlanı Ankara’da, Lozan’dan sonra, Savaş bitti diyorlardı. Oysa savaş bitmiş değildi. Gazi, amaçlarından birincisini elde etmişti. Türkiye’yi kurtarmış ve canlandırmış, düşmanlarla sarılı, dağınık ve parçalanmış bir devletten ileride dost olabilecek milletler tarafından tanınan yoğun ve katıksız bir devlet çıkartmıştı. Amacının büyük önemi, ölçülü yöntemlerle kıvama gelip, kızgın bir canlılığın aleviyle çelikleşerek bu sonuca erişmeyi sağlamıştı. Gazi, gençliğinden beri şiddetle arzuladığı iktidarı, bu nitelikleri sayesinde, en sonunda elde etmişti. Şimdi yapacağı iş için daha fazla bir şeyler gerekiyordu: Yurdunu kurtardıktan sonraki amacı, yeni bir yurt yaratmak olacaktı. Türk toplumunu kökünden değiştirmek, Batı uygarlığına dayanan yeni ve çağdaş bir düzen getirmek istiyordu.671 Bu yeni çabasına da yine bir asker gibi düşünerek girişti. Zaferin üzerine yatıp dinlenmek yoktu. Yine Gazi’nin komutasında bu yeni savaşa girişmeden önce gevşemek de yoktu. Bu seferki savaş maddî değil, manevî silahlarla yapılacaktı. Fakat usül ve taktik bakımından diğerinden farklı değildi. Önceki gibi, adım adım gerçekleştirecekti. Yalnız, şimdi inisiyatif kendi elinde olduğu için, daha hızlı olacaktı. Şimdi vakit gelmişti. Türkiye, gelişiminin yeni bir dönemine giriyordu. İzleyeceği rota ne olacaktı? Kararı şuydu: Türkiye bir cumhuriyet olmalıdır. Şimdi kararını yerine getirmek için güçlü bir durumdaydı. Kazandığı zafer ve şerefli bir barış nüfuzunu yükseltmişti. Kendi topladığı yeni bir Meclis ve hem kurucusu, hem de başkanı olduğu yeni bir parti, ona yeni iktidar yolları açmıştı. Reformlara girişmek 670 Tunçay; a.g.e., s. 57-58. HF Nizamnamesi için bkz. Tunçay, a.g.e., s. 362-369 ve Arsev Bektaş; Demokratikleşme Sürecinde Liderler Oligarşisi, CHP ve AP (1961-1980), 1. Basım, Bağlam Yayınları, İstanbul 1993, s. 22-23. 9 Eylül 1923 tarihinde kabul edilen ve Dokuz İlke’nin devamı niteliğindeki HF Nizamnamesi, HF’nin ilk resmî tüzüğü ve programı olacaktır. Gerçekte ortada hazırlanan bir program yoktur. Tüzüğü ve geçici programı oluşturulan HF, tarihimize devlet kuran parti olarak geçecektir. Zira HF’nin kurulmasından 50 gün sonra cumhuriyet ilan edilecektir. Cumhuriyetin ilanı ve Gazi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine HF içinde ihdas edilen genel başkan yardımcılığı görevi 19 Kasım 1923 günü Gazi tarafından İsmet Paşa’ya verilir. İsmet Paşa, Genel Başkan Yardımcısı olarak 20 Kasım 1923 tarihinde tüm Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerine gönderdiği genelgeyle, birer parti merkezine dönüşen Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, yurdun kurtarılmasındaki görevini tamamlamış, bu defa yurdun kalkınması ve gelişmesi için siyasal bir kurum haline gelerek göreve devam edeceği belirtilmiştir. Bkz. Gülcan; a.g.,tez., s. 78-81. 671 Kinross; a.g.e., s. 443. 225 işi artık sadece bir taktik ve zaman sorunuydu.672 TBMM kurulduğu zaman, yeni devletin bir başkanı yoktu. Yeni devletin başkanlığa ilişkin önemli işleri de Meclis Başkanı olan Gazi yerine getiriyordu. Saltanat kaldırılınca devlet biçiminin ne olacağı üzerinde tartışmalar başladı. Millî egemenliği esas alan TBMM’nin yapısı nasıl bir devlet biçimini gösteriyordu? Özellikle muhafazakârlar, Halifenin durumunu güçlendirerek onu bir çeşit Devlet Başkanı olarak göstermek istiyordu. Anacak, Devletin başı Cumhurbaşkanı olduğu takdirde, Saltanat yanlılarının istedikleri bir ölçüde önlenebilirdi. Zaten kurulduğundan beri yeni devletin yapısı Cumhuriyete benziyordu. Yapılması gereken, birkaç ayrıntıyı formülleştirmekti. Fakat pek çok aydın cumhuriyet kelimesinden ürküyordu. Bunlar millî egemenliğe sahip TBMM’nin başı olarak hep Halifeyi göstermek istiyorlardı. Bu da millî egemenlik ilkesiyle bağdaşamazdı.673 Cumhuriyet düşüncesi, 1923 yazında Gazi’nin kafasında belirgin bir şekil almıştı. Bir tasarı hazırlayarak, gizlice, daha önceleri de Saltanatın kaldırılması ve bir takım Anayasal konular hakkında kendisine danıştığı, Adalet Bakanı Seyit Bey’e yolladı. Seyit Bey, tasarıyı ilke olarak yasama bakımından uygun buldu ve sadece bazı ayrıntıların düzeltilmesi için geri gönderdi. Sonra tasarı, barış imzalanıncaya kadar bir yana bırakıldı.674 Gazi, 27 Eylül 1923 tarihinde Viyana’da çıkan Neue Freire Presse gazetesinin muhabirlerinden Hans Lazar’a verdiği bir demeçte niyetini dünyaya açıkladı: Türk Devletinin adından başka her şeyiyle bir Cumhuriyet olduğu noktasından hareket ediyordu. Anayasanın ilk maddesinde egemenliğin millete ait olduğu; ikinci maddesinde de halkın, yalnız Büyük Millet Meclisi tarafından temsil edildiği bildiriliyordu. Gazi: Bu iki cümle bir tek sözcükle özetlenebilir. diye devam etti. Cumhuriyet... Türkiye’nin şimdiki gerçek şekli kısa zamanda kanunla onaylanacaktır. Bu demeç, Ankara’da yıldırım etkisi yaptı. Cumhuriyet kavramı, geleneksel Müslüman Devlet anlayışıyla taban tabana zıttı ve bu sözcük Türkçe bir 672 A.g.e., s. 444 673 Mumcu; a.g.e., s. 115. 674 Kinross; a.g.e., s. 444. Kocatürk; a.g.e., s. 395 ve Eroğlu; a.g.m., s. 27. Devlet yönetimi olarak Gazi’nin Cumhuriyet düşüncesi yeni değildir. Erzurum Kongresi sırasında Mustafa Kemal zihnindeki yönetim şeklini Mazhar Müfit (Kansu) Bey’e şu şekilde not ettirecektir: Zaferden sonra şekl-i hükümet cumhuriyet olacaktır. Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Bkz. Mazhar Müfit Kansu; Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, C. I, TTK Yayını, Ankara 1998, s. 131. 226 konuşmada ilk kez telaffuz ediliyordu. Böyle bir değişiklik tehlikesi hem İstanbul basınında, hem de henüz ciddî bir cumhuriyetçi hareketin gelişmemiş olduğu Mecliste heyecan yarattı. Gazi bu konu’da Mecliste açık bir tartışmanın kötü sonuçlar vereceğini anlamıştı. Cumhuriyeti, muhalefet daha birleşmeye vakit bulmadan, başka yollardan ilan etmek gerekiyordu.675 Cumhuriyet, sağdan da soldan da karşı akımları harekete geçirecek bir sorundu. Her türlü köklü değişime karşı olan tutucular, Halifenin gücünü ne pahasına olursa olsun korumak istiyor, bazıları da Cumhuriyet ilân edilecekse, Halifenin, Cumhurbaşkanı olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Adım adım ilerleme taraftarı olanlar, güçler arasında bir denge kurmak çabasındaydılar. Bazı kimseler, Halifenin başına geçeceği meşrutî bir krallık gibi bir yönetim tarzı düşünüyor; bazıları da Batıdaki (örneğin Fransa ya da Amerika’daki) gibi gerçek bir demokratik Cumhuriyet kurulmasını uygun buluyorlardı. Bir yandan da Cumhuriyetin Mustafa Kemal’in elinde Güney Amerika ve Sovyet Rusya da olduğu gibi bir çeşit diktatörlüğe dönmesinden çekiniyorlardı. Ali Fuat Paşa ile Rauf Bey’in görüşleri de böyleydi. Onların bu sırada Meclisten uzaklaşmış olmaları Gazi’nin işine yarıyordu. Ne olursa olsun, Gazi Mustafa Kemal’in, Mecliste, bir olup bittiyle Cumhuriyeti ilân etmesinden korkuyorlardı. Evet. Gazi, böyle bir şeyi gerçekten de tasarlamıştı. BMM Hükümeti, elbette ki geçici bir yönetim şekli ve rejimdi. Devlet idaresi şekilleri arasında böyle bir idare biçimi yoktu. Bu devlet şekli, olağanüstü şartların doğurduğu, İstiklâl Savaşı’nın ve onu takip eden Cumhuriyet öncesi dönemin geçici ihtilal düzeniydi.676 Saltanat da kaldırılmış olduğuna göre TBMM’nin açılmasından itibaren yaşanan gelişmelere paralel olarak devletin rejiminin ya da idare şeklinin adının konulması gerekiyordu. Birinci Meclis, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde topladığından, yürütme görevi de vekâleten Bakanlar Kuruluna devredilmiş bulunuyordu.677 Meclisin, Vekilleri seçme 675 Kinross, a.g.e., s. 445. Kocatürk, s. 395 ve Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 24-253. 676 Ş.Süreyya Aydemir; İhtilalin Mantığı, Yükselen Matbaacılık, Ltd.Şti, İstanbul 1973, s. 132. 677 Akbulut; a.g.m., s. 535. 227 yetkisini hâlâ elinde bulundurması, milletvekillerinin iktidar için manevralara girişmelerine ve hizip yaratmalarına yol açtığı için birliği bozuyordu.678 14 Ağustos 1923 tarihinde Fethi Bey başkanlığında kurulan bu Hükümetin tamamı, 8 Temmuz 1922 tarihindeki değişikliğine göre seçilmişti. Tamamı Meclis tarafından seçilen bu Hükümet, Birinci TBMM’de olduğu gibi, yine Meclis tarafından eleştirilmeye başlandı. Bu alışılmış bir durumdu. Ancak II. Meclisteki bu muhalefet grubunun gizli çalışmaları yüzünden Bakanlar Kurulu iş göremez hale gelmişti. Anayasa’da Kabine Sistemi mevcut olmadığından, milletvekilleri, Hükümete sık sık müdahalede bulunulabiliyorlardı.679 Hükümet Başkanlığı görevi ile birlikte İçişleri Bakanlığını da yürütmekte olan Fethi Bey, dikkatini ve çalışma gücünü Hükümet Başkanlığı görevinde toplayabilmek için 24 Ekim’de ikinci görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı.680 Ali Fuat Paşa’nın Ordudaki görevine dönmeyi istemesi üzerine, 24 Ekim 1923 tarihinde Meclis İkinci Başkanlığından ayrılması sonucu bu makam da boş kalmıştı. Fethi Bey, kendisinden boşalan İçişleri Bakanlığına Ferit (Tek) Bey’i aday göstermiş, Ali Fuat Paşa’dan boşalan TBMM İkinci Başkanlığına Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey’in seçilmesini istemişti. 25 Ekim 1923 tarihinde HF toplantısında, Meclis İkinci Başkanlığına Rauf Bey’in, İçişleri Bakanlığına da Erzincan Milletvekili Sabit Bey’in seçilmesi için karar alınmıştı. Ancak Gazi, HF Grubunun bu kararından hoşnut olmaz. Gazi’ye göre, Rauf Bey’i BMM İkinci Başkanlığına getirmeğe kalkışmakla, tüm Meclisin Rauf Bey’le hemfikir olduğu, yani tüm Meclisin Lozan Barış Antlaşması’nı yapan ve Hükümette de Dışişleri Bakanlığı olarak bulunan İsmet Paşa’nın aleyhinde olduğunu göstermek maksadı hedefleniyordu.681 678 Kinross; a.g.e., s. 446. 679 Akbulut; a.g.m., s. 535. Mecliste Fethi Bey’in Başkanlığındaki Hükümet ile Fethi Bey’in şahsına yapılan sataşmalar ve tenkitler hakkında bkz. Nutuk, C. II, s. 420-422. 680 A.g.m., s. 535. Nutuk, C. II, s. 421 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 238. Aynı tarihte Ali Fuat Paşa da, Ordu Müfettişliği görevine gitmek istediğini belirterek, Meclis İkinci Başkanlığından ayrılmış, Meclis tarafından tümgeneralliğe yükseltilerek Konya’da bulunan II. Ordu Müfettişliğine tayin edilmişti. Kazım Karabekir Paşa da yine aynı düşüncelerle daha önce Meclisten ayrılmış ve Ordu Müfettişi olarak, I. Ordu Müfettişliğine tayin edilmişti. Bkz. Nutuk, C. II, s. 418-419. Ali Fuat Paşa, Ankara’dan ayrıldığında Konya’dan önce İstanbul’a gider ve Cumhuriyetin ilanı öncesinde de İstanbul’dadır. Bkz. Nutuk, C. II, s. 426. 681 Meclis İkinci Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı için aday seçimi konusunda ilave bilgi için bkz. Aydemir; a.g.e., s. 277 ve Okyar; a.g.e., s. 341. 228 Yeni Meclisin ilk döneminde gizli muhalefet yapan küçük bir grubun tuzağına düşmek durumuyla karşılaştığını değerlendiren Gazi, Hükümet Başkanı olan Fethi Bey ve arkadaşlarının Hükümet işlerini sağlıklı bir şekilde yürütemeyecek hale getirildiğini, Fethi Bey’in bu durumdan defalarca şikâyetçi olduğunu ve Hükümetten çekilmek istediğini belirtir.682 Bu kişilerin söz konusu makamlar için aday gösterilmelerini uygun bulmayan Gazi, HF içindeki muhaliflerin çektiği blöfe rest diyerek, Başvekil Fethi Bey ile diğer Bakanlara istifa etmeleri ve yeniden seçilecek olsalar dahi Kabinede görev almamaları için talimat verdi. Şimdi, muhalefetin kendi kabine listesini hazırlaması gerekecekti.683 Meclis içinde gizli ve muhalif bir grubun varlığını keşfeden Gazi, muhaliflerin kuvvetini ölçmek için onlara bir fırsat vermeyi düşünür. Gazi 25 ve 26 Ekim günleri, doğal başkanı olması sıfatıyla, Bakanlar Kurulunu Çankaya’da topladı. Ordunun idare ve komutasında herhangi bir zafiyet meydana gelmemesi için Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa dışındaki Bakanlara, görevlerinden istifa etmelerinin zamanı geldiğini, Meclis tarafından tekrar seçilecek olurlarsa istifa ederek Bakanlar Kuruluna girmemeleri gerektiğini söyledi ve bu hususta da onlarla mutabakat sağlandı. Böylece muhalif grubun Hükümet kurmasına fırsat verilecek, hatta bir süre ona yardımcı da olunacaktı.684 Gazi böylece, renklerini açıkça belli ederek kendisiyle savaşa girmeleri için, Meclis üyelerine meydan okumuştu ki bunu yapamayacaklarını da pekâlâ biliyordu. Bir hadise çıkacak olursa, yanındaki Meclis Başkanlığı Muhafız Alayı ile karşı koymaya da hazır olduğu şeklinde ortaya bir söylenti attı. Bu yolda Ordunun desteğine ve milletin kendisine olan saygısına güveniyordu.685 27 Ekim 1923 tarihinde Bakanlar Kurulunun istifasının ardından muhalif grup, yer yer toplantılar yaparak muhtelif Bakanlar Kurulu listeleri hazırlamaya başladı. Muhalefet grupları, Rauf Bey’in yokluğunda, aralarındaki uzlaşmazlıkları yatıştırmaya ve hepsinin 682 Nutuk II, s. 421-422. Kinross; a.g.e., s. 446 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 238-239. 683 Kinross, a.g.e., s. 446. Nutuk II, s. 422-423. Jevakhoff; a.g.e., s. 238-239. Kocatürk; a.g.e., s. 398. Tunçay; a.g.e., s. 59-60. Kabinenin istifası konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. III s. 99-100. Villata, Gazi’nin, Cumhuriyetin ilanını hedefleyen bu manevrası için, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Adnan (Adıvar) Bey ve Rauf Bey gibi şahsiyetlerin o esnada Ankara dışında bulunmalarının, Gazi’nin eylem planı için doğru bir zamanlama yapmış olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Villata; a.g.e., s. 336-337. 684 Akbulut; a.g.m., s. 535. Mango; a.g.e., s. 457. Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 25 ve Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, s. 151. 685 Kinross, a.g.e., s. 446-447 ve Çeçen; a.g.e.; s. 238. 229 onaylayacağı bir kabine listesi hazırlamaya çalıştılar. Bu durum 28 Ekim günü geç vakte kadar devam ettiyse de girişimlerinde başarılı olamadılar. Böylece aralarında fikir birliği ve ortak bir gayesi olmayan muhalifler bütün çabalarına rağmen bir Bakanlar Kurulu listesi çıkaramayınca ülke için zararlı bir hükümet bunalımı baş gösterdi. Gazi, Mecliste meydana gelen bu durumu anarşi diye niteledi. 686 Ülkenin, iki gün boyunca hükümetsiz kalması üzerine Gazi harekete geçti.687 28 Ekim 1923 akşamı Gazi, bazı yakın arkadaşlarını Çankaya’ya yemeğe davet etti. İsmet Paşa, Kazım Paşa, Fethi Bey, Afyon Milletvekili Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey, Sinop Milletvekili Kemalettin Sami (Gökçen) Paşa688, Şark Cephesinde görev yapmış Halit (Karsıalan) Paşa689 ve Rize Milletvekili Yarbay Fuat (Bulca)690 ile birlikte ortaya çıkan Hükümet bunalımının nasıl aşılacağına ilişkin düşüncelerini onlarla onlarla paylaştı.691 Gazi, Mecliste yaşanan zorluğun Anayasa’dan doğduğunu, çünkü yasama organı ile yürütme organı arasındaki ilişkilerin iyi düzenlenmediğini öne sürdü. Bu nedenle Anayasa’yı, cumhuriyetin ilanını mümkün kılacak şekilde değiştirmeyi teklif etti. Devletin başında Meclis tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı bulunacaktı. Cumhurbaşkanı, Başvekili seçecek ve isterse Meclise ve Vekiller Heyetine başkanlık edebilecekti. Başakan ile Kabine, Meclisin onayından geçecekti.692 Sofrada bulunanlar Gazi’nin bu fikirlerine iştirak ettiler. Gazi, Fethi Bey ile diğer arkadaşlarına, izleyecekleri taktik konusunda talimat verdikten sonra, konuklar dağıldılar693 Konukların dağılmasını takiben başbaşa kalan Gazi ve İsmet Paşa, sabaha kadar yaptıkları çalışmada, Cumhuriyet tasarısına, mevcut Anayasa üzerinde yapılacak birtakım değişiklikler halinde son şeklini verdiler. Anayasa’nın birinci maddesine 686 Akbulut; a.g.m., s. 535. Kinross; s. 446-447. Nutuk II, s. 424-427 ve Kocatürk; a.g.e., s. 398-399. 687 Kinross; a.g.e., s. 446-447. 688 Kemalettin Sami Gökçen (1884-1934)’in özgeçmişi için bkz. Mango; a.g.e., s. 628. 689 Deli Halit Paşa (1888-1935)’nın özgeçmişi için bkz. Bayrak; a.g.e., s. 116. 690 Fuat Bulca (1881-1962)’nın özgeçmişi için bkz. Mango; a.g.e., s. 624. 691 Akbulut; a.g.m., s. 535. Nutuk II, s. 427. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Kocatürk; a.g.e., s. 399. Aydemir; a.g.e., s. 279-280 ve Nezihe Araz; Mustafa Kemal’le 1000 gün, 4. Baskı, Dünya Yayınları, İstanbul 1995, s. 158. 692 Karpat; a.g.e., s. 57. Nutuk II, s. 427-428. Araz; a.g.e., s. 158 ve Mango; a.g.e., s. 457-458. 693 Kinross; a.g.e., s. 446-447 ve Nutuk II, s. 428. İlave bilgi için bkz. Villata; a.g.e., s. 336. 230 Türkiye Devletinin hükümet şekli Cumhuriyettir. cümlesi eklenecekti.694 Böylece Gazi, kendisine gerekli olan iktidarı sağlamış oluyordu.695 Ertesi gün her şey öngörüldüğü gibi cereyan eder. HF İdare Heyeti tarafından hazırlanan yeni Bakanlar Kurulu listesi de 29 Ekim 1923 sabahı toplanan HF Grubu tarafından reddedilir.696 Bu çabalardan da olumlu bir sonuç alınamaması üzerine Anayasa değişikliği tasarısı, aynı gün öğleden sonraki HF Grubuna sunulur. Hükümetin kuruluş şeklinde esaslı bir yanlışlık vardı. Mevcut durum, her milletvekilinin Bakan seçimine iştirak etmesini ve dolayısıyla milletvekillerinin her bir Bakan üzerinde etkili olmasını gerektiriyordu. Artık sakıncaları anlaşılmış olan bu sistem, Gazi’nin tavsiyelerine uygun olarak, düzeltilmeliydi. Kemalettin Sami Paşa, bir gece önce Çankaya’da mutabık kalındığı üzere, Gazi’den hakemlik etmesini ister. Önerge oylanır, Gazi gelir ve milletvekillerine hitap eder.697 Gazi, ortaya çıkan Hükümet bunalımın aşılabilmesi için Anayasa’da bazı değişikliklere gidilmesini gerekli gördüğünü belirtir ve İsmet Paşa da Anayasa Komisyonu’nun yaptığı değişiklikleri anlatır. Anayasa’nın 1. maddesine Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir. cümlesinin eklenmesini, 10. maddenin Türkiye Cumhurbaşkanı TBMM genel kurulu tarafından ve kendi üyleri arasından bir seçim devresi için seçilir.’, 12. maddesinin de ‘Başvekil, Reisicumhur tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer Vekiller (Bakanlar), Başvekil tarafından yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra tamamı Reisicumhur tarafından Meclisin onayına sunulur. şeklini almasını kararlaştırmıştı.698 Bu tepeden inme değişikliğe içerleyen bazı parti üyeleri, şaşkınlık içinde mırıldanmaya başladı. Ancak Adalet Bakanı, bu yöntemin yeni bir icat olmadığını, sadece aslında var olan bir yasayı açıklığa 694 Kinross; a.g.e., s. 447.Nutuk II, s. 428. 1921 Mumcu; a.g.e., s. 115-116 ve Aybars; a.g.e., s. 25. Anayasası’nın 1’inci maddesi Hakimiyet; bila kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır. şeklinde idi. Bkz. Alpkaya; a.g.e., s. 91-92. Keyder, 19’uncu yüzyıl reformcuları olan Jön Türkler ve Cumhuriyetçilerin, kendilerine devletlerarası sistemde yer arayan bir devletin, din kurallarına ve dinî meşruiyet temeli üzerine oturamayacağının farkında olduklarını, Osmanlı bürokratlarının, Fransız Devriminin öğretisi olan egemenliğin ulustan kaynaklandığı ilkesini iyi özümsediklerini, ülkenin hedeflenen bir uluslar birliğine adaylığını Avrupalı devlet adamlarının, ulusal egemenliğin, pozitivizmin, laikliğin ve ilerlemeye inanç gibi 19’uncu yüzyıl ölçüleriyle değerlendireceğine inandıklarını belirtmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 124. 695 Kinross; a.g.e., s. 447 ve Çeçen; a.g.e.; s. 239. 696 Kuran, a.g.e., s. 331 ve Nutuk II, s. 429-433. 697 Kinross; a.g.e., s. 447. Nutuk II, s. 438. Aydemir; a.g.e., s. 152-13. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. 698 Alpkaya; a.g.e., s. 97-98. Kuran; a.g.e., s. 331. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Çeçen; a.g.e.; s. 240 ve Toynbee; Türkiye (Bir Devletin Yeniden Doğuşu), s. 184-186. 231 kavuşturduğunu ileri sürdü. HF Grubu, birkaç itiraza rağmen, Anayasa değişikiğini ister istemez kabul etmek zorunda kaldı. Artık, Anayasa değişlikliği teklifinin, o akşam Meclis tarafından onaylanması sadece bir formaliteden ibaretti. Aynı gün saat 18.00’de çalışmalarına başlayan Meclis, Anayasa değişikliği tasarısını kabul eder ve saat 20.30’da oturum başkanı yaşasın Cumhuriyet der. Cumhuriyetin hükümet biçimi olarak kabulünden sonra, yine aynı oturumda Ertuğrul (Bilecik) Milletvekili Dr. Fikret Bey’in cumhurbaşkanının hemen seçilmesine ilişkin önergesini kabul edilmesinin ardından saat 20.45’te gizli oylamayla yapılan cumhurbaşkanı seçiminde Gazi Mustafa Kemal oylamaya katılan 158 milletvekilinin oybirliğiyle Cumhurbaşkanlığına seçildi. Cumhurbaşkanı seçilmesi münasebetiyle milletvekillerine bir teşekkür konuşması yapan Gazi, Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır temennisiyle sözlerini tamamladı. Toplantı, Cumhuriyetin gelecekteki mutluluğu için edilen dualarla son buldu. Cumhuriyetin ilânı, bütün yurtta 101 pare top atışıyla kutlandı. Tarih 29 Ekim 1923’tü.699 Artık Türk Devleti’nin adı da konmuştu: Türkiye Cumhuriyeti. Cumhuriyete geçiş, devlet başkansız devlet şeklindeki istisnaî duruma son vermiş ve daha da önemlisi devletin zirvesindeki makamın da seçimle doldurulmasına imkân sağlamıştır.700 Cumhuriyet usulünün kabul edilmesiyle Anayasa’nın bazı maddeleri de değiştirilmiştir.701 29 Ekim 1923 tarihinde Anayasa’da kabul edilen değişikliğine göre, ilk hükümeti kurma görevi, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından 30 Ekim 1923 tarihinde, İsmet Paşa’ya verilmiştir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Başvekili İsmet Paşa 699 Kinross; a.g.e., s. 447. Nutuk II, s. 439-442. Jevakhoff; a.g.e., s. 239. Cebesoy; a.g.e., s. 38 ve Akbulut; a.g.m., s. 536. Gazi’nin resicumhur seçilmesi ve teşekkür konuşması için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. I, s. 99-100.Cumhuriyetin nitelikleri için bkz. Erdoğan; a.g.e., s. 135-175 ve Cemil Koçak; “Siyasal Tarih (19231950)”, Türkiye Tarihi, C. 4, 7. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul 2002, s. 133-134. 700 701 Tanör; a.g.e., s. 84. Anayasa’nın tavzihan tadil edilen (düzeltilmek suretiyle değiştirilen) maddeleri 1, 2, 4, 10, 11 ve 12. maddelerdir. Bkz. Alpkaya; a.g.e., s. 91-92. Çeçen; a.g.e.; s. 243-244. Bu kanunla, milletvekili seçimindeki mevcut sistem de değiştirilmiş ve kabine Sistemine geçilmiştir. Yani artık Bakanlar, Meclis tarafından şahsen, gizli oyla ve ayrı ayrı seçilmeyecekti. Bakanlar sadece ayrı ayrı Meclise karşı sorumlu olmayacak, kabine olarak sorumlu tutulacaklardı. Yeni getirilen şekle göre, Türkiye Devleti’nin Başkanı olan Cumhurbaşkanı, Meclis üyeleri arasından birisini Başbakan olarak tayin edecek ve bu başbakan yine Meclis üyeleri arasından birlikte çalışacağı kişileri Bakan olarak seçip, kabinesini oluşturacaktır. Böylece Başbakan ve Bakanlar tespit edildikten sonra, bu heyetin tümü, Cumhurbaşkanı tarafından Meclisin onayına sunulacaktı. Bkz. Arslan; a.g.m., s. 52. Bahse konu kanun teklifi ve mazbatası için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. III, s. 89-99. 232 olmuştur.702 İsmet Paşa’nın seçtiği kabine, Cumhurbaşkanı tarafından Meclisin onayına sunuldu ve oylamaya katılan 166 milletvekilinin oybirliğiyle Hükümete güvenoyu verildi. Gazi’nin, Cumhurbaşkanlığa seçilmesi sonucu, O’ndan boşalan Meclis Başkanlığına da 1 Kasım 1923 tarihinde Fethi Bey seçildi.703 Böylece Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, bir yıldan beri sürmekte olan Anayasal rejim tartışmaları sona ermiş ve Halifeyi yeni devletin başkanı görmek isteyenlerin beklentileri de boşa çıkarılmıştır.704, Dumont, Cumhuriyet sözcüğünün, Gazi tarafından 29 Ekim 1923 tarihinde kurulan yeni Türk yönetimini tanımlamak amacıyla seçildiğini, bunun özgün bir terim olduğunun söylenemeyeceğini, bu sözcüğün Tanzimat Döneminde, bu dönemi takip eden Jön Türk muhalefeti ve II. Meşruiyet döneminde de etkisi giderek artan bir arka planı olduğunu, Gazi’nin kafasında bir cumhuriyet kurma düşüncesinin tam olarak ne zaman şekillendiği bilinmemekle birlikte 1919 yılının yaz ve güz mevsimlerinde Anadolu’daki Millî Mücadele önderlerinin yapmış oldukları toplantıların raporlarına bakarak Mustafa Kemal’in Millî Mücadelenin ilk günlerinden beri hiç değilse bazı faaliyetlerinde (ve ifadelerinde) cumhuriyetçilik fikirinin etkisinin görülebileceğini, fakat ülkenin henüz Sultanlığa ve Halifeliğe sırtını dönmeye hazır olmadığı için Gazi ve etrafındakilerin sabırla beklediklerini, 1921 Anayasası hazırlanırken dahi konunun etrafında dönüp durup bu hususun bir türlü açıkça ifade edilemediğini, ancak Hilafetin kaldırılmasından bir yılı aşkın bir süre geçtiken sonra 29 Ekim 1923 tarihinde bir atılım yapılarak Cumhuriyetin ilan edildiğini, yeni yönetimin ilk yılında cumhuriyetçilik bağlamı içinde yer alan halkın egemenliği, hürriyet ve yasalar önümde eşitlik kavramlarının ağırlıklı olarak 702 Arslan; a.g.m., s. 52. İlave bilgi için bkz. İsmet İnönü; Hatıralar. (Yayına Hazırlayan: Sabahattin Selek), 2.Kitap, Birinci Basım, Bilgi Yayınevi, İstanbul 1987, s. 181 ve İbrahim Artuç; İsmet Paşa Bir Dönemin Öyküsü, Kastaş Yayınları, İstanbul 1993, s. 288. Kinross, Gazi’nin, savaş alanlarında olduğu gibi Mecliste de isteklerini yerine getireceğine güvendiği için İsmet Paşa’yı Başbakan olarak seçtiğini, görüşleri daha liberal olan Fethi Bey’e ise o kadar güveni olmadığı için onu Başbakanlık yerine Meclis Başkanlığına getirdiğini, Gazi’nin uygun zamanı, sürpriz yaratacak taktiği ve üstü kapalı tehdidi bir arada ustalıkla kullanarak ülkede iktidarın en yüksek noktasına eriştiğini, üç başkanlığı (Devlet Başkanlığı, Hükümetin ve Meclisin gerçek başkanlığ ile HF Başkanlığı) şahsında topladığını ifade etmektedir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 448. 703 Akbulut; a.g.m., s. 536. Nutuk II, s. 442 ve Kocatürk; a.g.e., s. 401. 283. Cumhurbaşkanlığına seçilen Gazi, İsmet Paşa’yı Başbakan olarak atadı. Yeni Kabinede Fevzi Paşa Gnkur.Bşk.lığı görevinde kaldı. Kazım (Özalp) Paşa da Millî Savunma Bakanlığı görevini sürdürecekti. Bunlar rejimin temel direkleriydi. Bu arada Fethi Bey’e de teselli olarak Meclis Başkanlığı görevi verildi. Bkz. Mango; a.g.e., s. 459. 704 Akbulut; a.g.m., s. 537. 233 vurgulandığını, tıpkı Genç Osmanlılarda olduğu gibi, Gazi de, cumhuriyetçilik fikrini düşünürken aklında olanın büyük Batı demokrasileri, özellikle de Fransız Cumhuriyeti olduğunu belirtmektedir.705 Dumont gibi, Cumhuriyetin ilanının bir kırılmanının değil bir sürecin ve tarihî bir birikiminin sonucu olduğuna dikkat çeken Akyol da Cumhuriyetin kökleri bağlamında; 23 Nisan 1920'de Meclis açıldığı zaman parlamento usulleri hakkında hiç kimsenin acemi olmadığını, çünkü Tanzimat'la başlayan mahallî nitelikli Muhassıl Meclisleri'nden beri Türkiye’nin temsilî kurumlarına alışmış olduğunu, özellikle de I. ve II. Meşrutiyetin bunu kökleştirdiğini, dünyanın birçok yerine cumhuriyeti askerî cuntaların getirdiğini, bizde ise Cumhuriyeti seçilmiş bir Meclisin kabul ve ilan ettiğini, öyle bir Meclis ki, üyeleri arasında Gazi'nin siyasî muhaliflerinin de olduğunu ve bu Meclisin demokratik bir yapıda olduğunu, bir yıl önce 1 Kasım 1922'de hazırlanmasına ve imzalanmasına muhaliflerin de katıldığı kararlarla Meclisin hür iradesiyle saltanatı kaldırdığını ve buna da hiçbir önemli tepkinin olmadığını, Saltanat’ın kaldırılmasının zaten cumhuriyet anlamına geldiğini, Atatürk'ün Nutuk'ta belirttiği gibi, 29 Ekim 1923'te de bu işin adının konulduğunu, cumhuriyetin temel kavramlarının mesela tebaa yerine vatandaş, padişah emri yerine millî irade, divan yerine seçilmiş Meclis, intisap yerine hürriyet, mertebe yerine eşitlik kavramların hepsinin Tanzimat'la birlikte gelişen hem hukukî, hem de kültürel kavramlarımız olduğunu, tebaa yerine vatandaşlık kurumunu getiren kanunun tarihinin 19 Şubat 1869 olduğunu, laiklik konusuna gelince ise 1920'ye kadar aile, miras ve ahval-ı şahsiye dışında tüm hukukumuzun laikleştirildiğini, cumhuriyetin ise bu uzun modernleşme sürecindeki radikal bir atılım olduğunu, Gazi’nin yedi arkadaşını Çankaya'ya çağırıp Yarın cumhuriyet ilan ediyoruz! demesinin, muhaliflerini siyasî süreç dışında bırakmak için uyguladığı bir taktik olduğunu, cumhuriyeti taktik bir olaya indirgemenin onun tarihimizdeki köklerini ve demokratik içeriğini görmemek olacağını, bin yıllık merkezî devlet geleneği, 1820'lerde başlayan modernleşme tarihimiz, Namık Kemal'le gelişen liberal fikirler, mektepler, meşrutiyetler ve meşruluğunu Meclisten alan şanlı Millî Mücadelenin önemine dikkat çekmekte ve Atatürk'ün önderlik ettiği Cumhuriyetin arkasında bu büyük tarihî birikimin olduğunu belirtmektedir. 706 705 Dumont; a.g.m., s. 51-54. 706 Taha Akyol; “Cumhuriyet ve Kökleri”, Milliyet, 29.10.2007 234 Toynbee ve Kirkwood, Cumhuriyetin ilanının uluslararası camiada ihtiyatla karşılandığını, bir milletin asla düşünce tarzını tamamen değiştirmeyeceğini ve sadece eski şeylere yeni isimler vererek yüzyıllardır süren geleneklerini tamamen reddedemeyeceğini, asırlardır devam eden Saltanat yönetiminin bir günde istikrarlı bir cumhuriyete dönüştürülemediğini, tek bir kişinin otokratik hâkimiyetine dayalı olarak yönetilmeye alışılmış bir milletin mükemmel düzenlenmiş demokratik bir devlet veya cumhuriyeti çabucak kavrayamayacağını, 1795’den 1871’e kadar olan Fransa tarihinin, devrim yolunun çok uzun bir yol olduğunu ispat ettiğini, benzer şekilde Türkiye’nin de önünde birçok iniş ve çıkışları olan aksiliklerle dolu bir yol olduğunu, Türkiye’de de temel kurala ait gerçeğin tek bir kişide toplandığını, Gazi’nin ülkede tek hâkim güç olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece bir çeşit görüntüden ibaret olduğunun söylendiğini belirtmektedir. Toynbee ve Kirkwood konuyla ilgili olarak devam eden değerlendirmelerinde, Anayasal bir devlet kurmak için yapılan 1876 ve 1908 denemelerinden sonraki bu üçüncü denemede de, gerçek bir demokratik modele ulaşmak için halâ gidilecek çok fazla yol olduğunu, Türkiye’nin ileriye doğru (büyük) bir adım attığını, fakat geçmişin gölgesinin hala Cumhuriyetin üzerinde asılı durmakta olduğunu, ne milletlerin, ne de fertlerin kendilerine kalan mirastan tamamen kaçamayacaklarını, Türkiye’nin de bir gün içinde hatta 10 yılda yapısını tümüyle değiştiremeyeceğini, bu nedenle, yeni Türkiye’yi incelerken, devlet modeline dikkat edildiği takdirde, meşrutiyet kıyafetleri içinde bir despotik oligarşi görüldüğünü, bu despotik oligarşinin henüz politik eğitim almamış bir halkı, ustaca ve fakat emrivaki bir tavırla yönetmekte olduğunu, Kurtuluş Savaşı’ndan ve 1923’te cumhuriyetin ilanından bu yana Türkiye’nin, anayasal bir devlet görüntüsü altında otokratik bir idare tarafından yönetilmekte olduğunu, büyük bir komutan olarak Orduyu otoritesi altında tutan ve düşmanları yenen millî bir kahraman olarak halkı büyüleyen Gazi Paşa’nın, (zafer sonrasında) ülkedeki en büyük gücün sahibi haline geldiğini, ülkesinin rejiminin cumhuriyet ve kendisinin de onun yöneticisi olduğunu ilan ettiğini, ondan sonra da yeni devletin kaderine yön verdiğini onun hemen altında İsmet Paşa’nın olduğunu, devletin bu iki kişinin birleşik otokrasisi haline geldiğini, arkalarında da güçlü bir Ordu desteği 235 olduğunu belirtmektedir.707 Jung ve Piccoli de Yol Ayrımındaki Türkiye isimli eserlerinde, Cumhuriyetin ilanı bağlamında yaptıkları değerlendirmede, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun, yeni bir Batılı yüze sahip olmasına rağmen daha ziyade Osmanlı toplumunun sosyal, siyasî ve kültürel düzeninin ulusal çapta yeniden dirilişi olduğunu belirtmektediler. 708 3.1.3. Cumhuriyetin İlanını Takiben Artan Gerilim 29 Ekim 1923 tarihinde TBMM tarafından Cumhuriyetin ilan edilmesi, yaklaşık tam bir yıl sonra tümüyle bağımsız bir muhalefet partisinin kuruluşuna yol açan en önemli nedendi. Ne var ki, tanınmış birçok milliyetçi önderin hararetli itirazlarına ve HF içinde bir bunalıma yol açan geçek neden, cumhuriyetin ilanı değil, bunun yapılış tarzıydı. Gazi, Osmanlı hanedanına bağlılığı bilinen, bu yüzden de Cumhuriyetin ilanından yana olmayacakları muhtemel olan tanınmış parti üyeleri şehir dışındayken bu olayın gerçekleştirilmesini sağlamıştı. Rauf Bey, Refet Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey zaten İstanbul’daydı. Ali Fuat Paşa da 29 Ekim günü İstanbul’a varmıştı. Cumhuriyetin ilan edilmesi kararı alınırken onlara ne danışılmıştı, ne geri çağrılmışlar ve hatta ne de durumdan haberdar edilmişlerdi.709 707 Arnold L. Toynbee; Kenneth P. Kirkwood; Türkiye İmparatorluktan Cumhuriyete Geçişin Serüveni, (Çeviren: Hülya Karaca), Birey Yayıncılık, 1. Baskı, İstanbul 2003. s. 81-82, 141 ve 161-162. 708 Dietrich Jung; Wolfango Piccoli; Yol Ayrımında Türkiye, (Çeviren: Berna Kurt), 1. Basım, Kitap Yayınevi, İstanbul 2001, .s. 77. 709 Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 49. Bahse konuşahısların bu olaya karşı çıkma nedenlerini anlamak için Cumhuriyetin ilan edilmesinde izlenen yola kısaca göz atmak gereklidir. Cumhuriyetin ilanında oku yaydan fırlatan olay, BMM tarafından Hükümetin önerdiği adaylar olarak Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey ve Ferit (Tek) Bey yerine Rauf Bey’in Meclis Başkan Yardımcılığına ve Sabit (Sağıroğlu) Bey’in de Dâhiliye Vekâletine seçilmeleri olmuştu. Mustafa Kemal, Hükümeti bu olayın bir güvensizlik göstergesi olduğuna ve istifa etmesi gerektiğine ikna etti. Fethi Bey Hükümeti 27 Ekim’de istifa etti. Mevcut Anayasa gereği, bu durumda Meclisin derhal yeni Vekiller Heyetini oluşturması gerekirken, Gazi tüm önde gelen taraftarlarına yeni Hükümette görev kabul etmemelerini önceden tembih ettiğinden, yeni Kabinenin kurulmasının imkânsızlığı ortaya çıktı. İçine düştüğü çıkmazda kımıldayamaz hale gelen Meclisin kendisine danışmaya karar vermesi üzerine, Gazi duruma radikal bir çözüm önerdi. Bir gece önce hazırlanan, seçimle gelen bir cumhurbaşkanı, cumhuraşkanının atadığı bir başvekil ve başvekilin atadığı bir vekiller heyeti unsurlarını içeren ve böylelikle tek tek seçilmiş vekillerden oluşan konvansiyonel hükümet sisteminin yerine bir cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi önerisini Meclise sundu. Bunun güçlü ve istikrarlı bir hükümet için yegane reçete olduğunu da belirtti. Bölünmüş durumdaki Meclis, biraz da gafil avlandığından önergeyi kabul etti. Aynı gün, daha sonra Gazi Türkiye’nin ilk cumhurbaşkanı seçildi. O da ertesi gün İsmet Paşa’yı başvekil olarak atadı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 49-50. 236 Cumhuriyetin ilanı, Rauf Bey ve diğerleri için büyük bir sürpriz oluşturmamakla birlikte, karşılaştıkları bu oldu-bittinin yapılış tarzı karşısında şaşkınlıktan dona kalmışlardı.710 Cumhuriyetin ilanını duyurmak ve kutlamak üzere İstanbul’da atılan 101 bir pare top atışının sesiyle uykusundan uyanan Rauf Bey Cumhuriyet gerçekleşti demek. diye düşündü. Böyle birdenbire, kendisine, Ali Fuat Paşa’ya ve de Refet (Bele) Paşa ’ya sorulmadan Cumhuriyetin ilânı, Gazi ile eski arkadaşları arasındaki uçurumu, açık bir muhalefet haline sokacak kadar derinleştirecekti. Cumhuriyetin ilânı, Ankara basınına nazaran daha açık konuşabilen, İstanbul gazeteleri tarafından eleştiri konusu oldu.711 Rauf Bey’in Cumhuriyetin ilan ediliş şeklinden duyduğu rahatsızlık, İstanbul gazetelerinden Vatan ve Tevhid-i Efkâr’ın 1 Kasım 1923 tarihli nüshalarında yayınlanan bir mülakatında açıkça görülmektedir. Bahse konu mülakatta; önce Hükümetin istifasına gerçekten kendisinin Meclis Başkan Yardımcılığına seçilmesinin yol açmış olmasının düşünülemeyeceğini belirten Rauf Bey, daha sonraki günlerde tutarlı bir şekilde savunmaya devam edeceği bir muhakeme geliştirerek, dünyada gerçekte sadece demokratik ve despotik olmak üzere iki tip hükümet olduğunu söylemektedir. Kendisi daima demokratik ilkeleri destekleyecekti. Bunlara bağlı kalındığı sürece, bir isim değişikliği büyük bir sorun yaratmazdı. Bu yüzden kendisi gerçekte Cumhuriyetin ilanına karşı değildi. Karşı olduğu, Anayasa’nın Mecliste ve ülke çapında yeterince tartışılmadan alelacele ve usule aykırı bir şekilde değiştirilmesiydi. Bu, kamuoyunda olayın sorumsuz politikacılar tarafından planlanan bir oldu-bitti olduğu düşüncesine yol açabilir ve onlara İvT dönemindeki Genel Merkezin sorumsuz yönetimini hatırlatabilirdi. Meclisten ve Hükümetten bu davranışa ilişkin bir açıklama bekliyordu. Gerçekten güçlü bir Hükümetin, yumruk gücüyle yönetmek isteyen kimselerden değil, ancak millî egemenliği özümsemiş, bu ideale kendini adamış ve yetkin kişilerden oluşabileceğini sözlerine ilave etmişti.712 Rauf Bey, Cumhuriyetin ilanı konusunda kullanılan yöntemi Hatta en büyük kişiler bile, kuvvetlerini kullanmanın zevkine karşı koymazlar. şeklindeki sözlerle ağır bir şekilde eleştirir.713 Aslında bu eleştiriler 710 Zürcher; a.g.e., s. 50. 711 Kinross; a.g.e., s. 448. İlave bilgi için bkz. İpekçi; a.g.e., s. 55 ve Aybars; a.g.e., s. 55. 712 Zürcher; a.g.e., s. 50-51 ve Kinross; a.g.e., s. 449. 713 Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve Cebesoy; a.g.e., s. 41-43. 237 HF’den bir kopmanın emaresi olarak kabul edilebilirdi. Gerçekten de bu kopma 1924 yılının sonbaharında gerçekleşecektir.714 Ali Fuat Paşa da, gazetelerde eleştirel yorumlarını dile getirirken715, Rauf Bey’in akıl yürütme tarzı Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in 31 Ekim 1923 tarihli Tanin gazetesindeki Yaşasın Cumhuriyet başlıklı alaycı yazısında olduğu gibi Ebuzziya Velid’in 1 Kasım 1923 tarihli yazısında da yinelenmekteydi. Aynı gün resmîbir ziyaret için İstanbul’a gelmiş olan I. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir Paşa716, geniş ilgi uyandıran bir açıklama yaptı. Karabekir bu açıklamasında Ben Cumhuriyetten yana, fakat kişisel yönetime karşıyım. sözleriyle bir yandan Cumhuriyetten yana olduğunu vurgularken, bir yandan da Gazi’nin siyasalarına üstü örtülü bir gönderme olacak şekilde, kişisel buyurganlığın her türlüsüne karşı olduğunu ifade ediyordu. Böylece, Millî Mücadelenin önderlerinden üçü, Gazi’ye karşı açıkça cephe almış oluyorlardı.717 Cumhuriyetin ilanı üzerine Rauf Bey ile Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar tarafından İstanbul’da basın yoluyla ortaya konan bu tepkiler, Gazi’nin 19 Kasım’da vekâleten HF liderliğine getirdiği İsmet Paşa’nın öncülüğündeki radikallerini çileden çıkardı. Gazi de o sırada muhtemelen geçirdiği bir kalp krizi nedeniyle hala iyileşemediği için ortalarda gözükmüyordu. HF Meclis Grubu, Cumhuriyetin ilanı üzerine İstanbul basınında yer alan demeçleri konusunda Ankara’ya gelerek parti grubunda izahat yapması için Rauf Bey hakkında bir çağrı çıkardı.718 Rauf Bey, bu hava içinde, Ankara’ya gitmek üzere İstanbul’dan ayrılırken kendisini, Ali Fuat, Refet ve Kâzım Karabekir Paşalar ile Halifenin yaverlerinden biri ve aralarında deniz subayları ile Tıbbiye öğrencileri bulunan 714 Gülcan; a.g.tez, s. 85. 715 Cumhuriyetin ilanı üzerine Ali Fuat Paşa, Rauf Bey ve Adnan (Adıvar) Bey’in Tanin, Vatan ve Tevhid gazetelerinde verdikleri Cumhuriyetin ilanına ilişkin hoşnutsuzluklarını içeren demeçler konusunda ilave bilgi için bkz. Villata; a.g.e., s. 338. 716 Kazım Karabekir’in biyografisi için bkz. Faruk Alpkaya; “Kazım Karabekir”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 5 (Muhafazakarlık), 2. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 44-49. 717 Zürcher; a.g.e., s. 51. Kinross; a.g.e., s. 449 ve Mumcu; a.g.e., s. 106. 718 Zürcher; a.g.e., s. 51-52. 238 bir kalabalık uğurlamıştı.719 Başvekil İsmet Paşa’nın girişimi sonucu, Rauf Bey, Cumhurbaşkanı ile karşılaşmadan HF’nin huzuruna çağrılmıştır.720 Rauf Bey Ankara’ya gelince, 22 Kasım 1923 tarihinde HF Grubunda, İstanbul’dayken basına vermiş olduğu demeç konusunda açıklamada bulunmaya çağrıldı. Bu demecin, Cumhuriyeti güçten düşürmek amacıyla verildiği ve kendisinin muhalif bir parti kurmak yolundaki niyetini ortaya çıkardığı ileri sürülüyordu. Sekiz saat süren toplantıya başkanlık eden İsmet Paşa, uzlaşmaz bir tutum takınarak sert ve emredici bir tonla, savaş zamanıyla bir kıyaslama yaparak, Millî Mücadelenin hayatî önem taşıyan bu ikinci döneminde de düşünce birliğinin şart olduğunu ve Rauf Bey’in bu şekildeki ifadeleriyle de ülkenin anarşiye sürüklenmesine yol açtığını belirtti. İsmet Paşa’dan sonra söz alarak konuşan Rauf Bey, sert bir mantıkla ithamları reddeder, cumhuriyeti desteklediğini, gerçek hedefinin halk egemenliği olduğunu ve bunun da cumhuriyetçi bir yapı ile korunabileceği yolundaki düşüncelerini ayrıntılı olarak açıklar. Son bölümü HF Grubu tarafından da alkışlanan Rauf Bey Benim bir muhalefet partisi kurmam istenmektedir. Bunu yapmayacağım. Beni partiden ihraç ederseniz, yapacağım şey izin alıp gitmektir. Karar sizindir, ben vicdanen rahatım. Ben buradan çıkıp gidiyorum. Kararınızı serbest olarak veriniz. Şahıslar payidar değildir, fikirler her zaman payidardır. şeklindeki ifadelerle konuşmasını bitirerek kararı Meclis grubuna bırakıp salonu terk eder. İsmet Paşa, Meclis grubun Rauf Bey’e sempati beslediğini sezince, önerisinde ısrar etmedi. 25 Kasım’da, HF İdare Heyeti tarafından, Rauf Bey’in Saltanat’a karşı ve Cumhuriyetten yana olduğunu belirten bir bildiri yayınlandı. Basına verdiğin demecin yanlış yorumlanmış olduğu anlaşıldığından HF’den ayrılmasını gerektirecek bir durum kalmadığı belirtildi.721 Ali Fuat Paşa, Konya’ya II. Ordu Müfettişliği görevine gitmeden önce, Rauf Bey’in 719 Kinross; a.g.e., s. 449. Cebesoy; a.g.e., s. 44. Zürcher; a.g.e., s. 51-52 ve Alpkaya, a.g.e., s. 122-123. Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’i İstanbul’dan Ankara’ya uğurlarken, ona, Ankara’da monarşist olarak mimlendiğini duyduğunu belirtip, bu konuda dikkatli davranması konusunda onu uyarır. Unutulmamalıdır ki, bu kanıtlandığı takdirde, Rauf Bey, 15 Nisan 1923 tarihli Hiyanet-i Vataniye Kanunu gereğince vatana ihanetle suçlu duruma düşecektir. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 52. 720 Jevakhoff; a.g.e., s. 240. 721 Kinross; a.g.e., s. 450. Cebesoy; a.g.e., s. 41-53. Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve Kocatürk; a.g.e., s. 403. 239 görüşleri konusunda Cumhurbaşkanını yatıştırmaya çalıştı. Gazi’nin, Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey ile açıkça çatışmaya girmek henüz işine gelmiyordu. Ancak daha sonra, Gazi tarafından, Rauf Bey’in niyetleri kötülenmeye çalışılarak, 25 Kasım 1923 tarihinde HF Grubu tarafından lehinde alınmış olan kararla , Rauf Bey ve arkadaşlarına, bir süre daha, HF’nin içinde Parti’yi yıkmak için çalışma fırsatı verilmiş olduğu ifade edilmiştir.722 Cumhuriyet aleyhtarı duyguyu kısmen, Halifenin gelecekteki konumuna ilişkin kaygı körüklüyordu. Birçok kimse, kuşkusuz İstanbul’dakiler, hanedana duygusal şekilde bağlı bulunuyordu. Ayrıca Halifenin, Mustafa Kemal’in siyaset sahnesindeki üstünlüğüne karşı olası tek karşı ağırlık olduğuna da inanılıyordu. Cumhuriyetin ilanının hilafetin sonunu işaret ediyor olmasından (haklı olarak) endişe ediliyordu. Kasım ayında İstanbul Barosu Başkanı Lütfü Fikri basın yoluyla Halifeye hitaben açık bir mektup göndererek Halifenin daha etkin olmasını istemiş ve benzer bir mektup Aralık ayında iki ünlü Hintli Müslüman lider (Emir Ali ve Ağa Han) tarafından hem Başvekil’e, hem de basına gönderilmişti. Ankara ile olan haberleşme zorluklarından dolayı, mektup daha Başvekil İsmet Bey’e ulaşmadan İstanbul’da yayınlanmış, bu ise Başvekili ve Meclisteki taraftarlarını sinirlendirmişti. Yeni yasama yılının 1 Mart 1924 tarihinde açılmasının hemen ardından beklenen darbe indi, hilafet kaldırıldı ve Osmanlı Hanedanı mensuplarına ülkeden gitmeleri emredildi. Yoğun tartışmalardan sonra Nisan ayında, 1876 Anayasası’nın yerine Cumhuriyetin yeni anayasası kabul edildi.723 Cumhuriyetin İlanı’ndan sonra iki büyük gruplaşmanın ülkedeki ve meclisteki durumları daha da belirgin bir hale geldi. Gazi ve onun çizgisinde bulunanlar Meclis ve Hükümeti kontrol altında tutmakla beraber, kendi iktidarları için Halifeliğin her zaman bir tehlike teşkil ettiğini biliyorlardı. Bu sebeple Gazi, halifeliğe karşı tavır aldı. Takiben Meclis 3 Mart 1924 tarihinde Hilafeti kaldırdı. Yenilikçilere göre Halifeliğin kaldırılmasıyla laikliği ve inkılâpları engelleyen en büyük engel de ortadan kalkmış oluyordu. HF’nin Gazi ve İsmet’in önderliğindeki radikal kanadı, 1924 kışı ve ilkbaharı boyunca, 722 Nutuk II, s. 476. Kinross; a.g.e., s. 450. Zürcher; a.g.e., s. 53 ve Mango; a.g.e., s. 464. 723 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 244-245. 240 Cumhuriyetin ilan edilme şekline karşı çıkmış olan Rauf Bey’in önderliğindeki oldukça küçük ılımlılar grubu üzerindeki baskıyı artırmayı sürdürdü. HF içerisinde süren muhalefet gitgide daha da güçlenmiş ve yaz sonlarında HF içindeki bu muhalif azınlığın ayrı bir muhalefet partisi kurmaktan başka bir seçeneği kalmadığı belli olmuştu. Hükümetin, Yunanistan’dan gelen Müslümanları, Yunanistan’a giden Rumların geride bıraktıkları gayrı menkullerine (geniş çaplı yolsuzluklara yol açan) yerleştirme şekli üzerine olan bir tartışma zemini kesin bölünmeyi de beraberinde getirdi.724 3.1.4. Tek Parti Döneminde Sonuçsuz Kalan Çok Partili Hayata Geçiş Denemeleri ve Siyasî Gelişmeler 3.1.4.1. Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası 30 Ağustos 1922 tarihinde kazanılan Başkumandan Meydan Muharebesi’nin ertesi gününe ilişkin Gazi’nin sözlerine bakalım: O gün Fevzi ve İsmet (İnönü) Paşalar ile Çal Köyü’nde yıkık bir evin avlusunda buluştuk. Kırık kağnı arabalarının oklarına ilişerek durumu gözden geçirdik. Kazandığımız Meydan Savaşı her şeyi sona erdirebilecek büyüklükteydi Artık, Ordumuzun asıl kuvvetleriyle İzmir’e yürüyebilirdik. Gazi ve Fevzi Paşa o gün gece yarısı karargâhta büyükçe bir masa önünde çalışırlarken Halide (Edip Adıvar) Onbaşı içeri girer ve Gazi’yi kutlar. Halide Onbaşı daha sonra Gazi’ye Artık biraz dinlenmelisiniz Paşam. İzmir’e varınca her şeyi bir yana koyup dinenmelisiniz. Savaş bitti artık. dediğinde Gazi Bitmedi! Bitmedi, güzel onbaşı. Asıl savaş bundan sonra başlıyor. Asıl savaş. Şimdi birbirimizle çekişeceğiz ve birbirimiz yiyeceğiz. şeklinde karşılık verir.725 724 725 A.g.e., s. 245-246. Araz; a.g.e., s. 23-24. Gazi’nin bu sözleri gerçek olacaktı. Düşmana karşı yürütülen savaş bitmiş ve zaferle sonuçlanmıştı. Şimdi iç hesaplaşma başlayacaktı. Nitekim Alkan; zaferin kazanılmasından ve Lozan Anlaşması’nın kabulünden sonra gerek devletin alacağı yeni şekil, gerekse de iktidarın paylaşılması gibi ertelenmiş meselelerin gündemi işgal etmiş olduğunu, Ahmad da, Gazi’ye karşı genellikle dinî renkler taşıyan muhalefet kesiminin Millî Mücadelede Gazi’nin yanında kahramanca savaşan küçük rütbeli subayların yanı sıra İstanbullu aydınları da kapsadığını, bunların çeşitli nedenlerle bir Osmanlı Sultanının yönetimi altında bir monarşiyi cumhuriyete tercih ettiklerini, birlikte savaşanlar arasında bile siyasal bir mutabakat olmadığını, Gazi ve etrafındakilerin dinamik yeni bir Türkiye’nin ancak halkın güçlü ve kararlı bir hükümetin etrafında birleşmesiyle yaratılabileceğine inandıklarını, subayların (Ordunun) bile rejim konusunda bölündüğünü, bu durumun eski düzenin muhalefetinden daha kötü olduğunu, çünkü Gazi’ye muhalif olan generallerin çoğunun liberal ve modernist oldularını, bunların, mutlak monarşiyi, Gazi’nin şahsî yönetimi altında bir mutlak cumhuriyet kurmak için devirmediklerini söyleyerek durumu protesto ettiklerini, Gazi’nin, Türkiye’nin hızla 241 Millî Mücadele liderleri arasında Lozan dolayısıyla başlayan yol ayrımı, Gazi’nin, Hükümetin seçimiyle ilgili Anayasa maddelerini, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanıyla birlikte değiştirdiği zamana kadar derinleşti. Cumhuriyetin ilanını takiben, Gazi ile Rauf Bey ve diğer Millî Mücadele liderleri arasındaki güven bağları daha da zayıflamış, taraflar nezdinde karşılıklı şüpheler doğmuştu.726 Gazi ve çevresinin cumhuriyete yönelen yolları, Rauf Bey ile Ali Fuat, Refet ve Kazım Karabekir Paşaların meşrutî monarşiye taraf olan yollarından ayrılıyordu.727 Yaşanan köklü ve hızlı değişimler, kaçınılmaz olarak kırgınlıklara ve tepkilere yol açmakta gecikmedi. Gazi’nin Millî Mücadelenin ilk aşamalarında büyük desteklerini gördüğü ve yakın işbirliği, içinde olduğu silah arkadaşları ile arasında çıkan anlaşmazlıklar günden güne artmaktaydı. Anadolu’ya Mustafa Kemal Paşa ile ya da daha önce girmiş olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa ve Refet Paşa ile Eski Başvekil Rauf Bey ile Eski (I. ve II. TBMM Hükümetinde Sağlık) Bakan(ı) (olan) Dr. Adnan (Adıvar) Bey, Millî Mücadeleye daha geç katılanlar tarafından gitgide geriye itildikleri düşüncesine kapıldılar. Millî Mücadeleye sonradan katılıp da sonradan ön plana çıkan grupta ise İsmet Paşa728, Kılıç Ali729, Recep (Peker)730, Ali (Çetinkaya)731 ve Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi isimler yer almaktaydı.732 Birinciler, 20. yy doğru ilerlemesini sağlayacak yeni bir ideoloji ve yeni semboller yaratmayı tercih ettiğini, Gazi’nin tutucu olmadığı için ne laik modernizminden, ne de kendi radikalizmine bir fren olarak gördüğü liberal demokrasiden korktuğunu, Gazi’nin yaşadığı sürece tam olarak yürürlüğe koymadıysa da liberal kurumların (partilerin, sendikalar, özgür basın ve düşüncelerin özgürce ifade edilmesi) akılcılığını benimsediğini, kurduğu rejimin temel varsayımının, Türk toplumu uygun gelişme aşamasına gelir gelmez bu kurumların yürürlüğe konulacağı olduğu, ancak Gazi’nin, muhafazakârları kendi programında birleşilmesi gerektiğine ikna etmeyi başaramadığını belirtmektedir. Bkz. Ahmet Turan Alkan; “Meşrutiyetten Cumhuriyete Ordu ve Siyaset İlişkileri”, Türkler, C. 14, s. 778 ve Ahmad; a.g.e., s. 71-73. 726 Osman Okyar; Mehmet Seyitdanlıoğlu; Fethi Okyar'ın Anıları. Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1999, s. 34. 727 Çeçen; a.g.e., s. 257. 728 İsmet İnönü (1884-1973)’nün özgeçmişi için bkz. -; Dünden Bugüne Başbakanlık 1920-2004, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara 2004, s. 40-41. 729 Kılıç Ali (1888-1971)’nin kısa özgeçmişi için bkz. Erick Jan Zürcher; Millî Mücadelede İttihatçılık, Çeviren: Nüzher Salihoğlu, Bağlam Yayınları, İstanbul 1987, s. 242. 730 Recep Peker (1889-1950). Subay ve siyaset adamı. I. Dünya Savaşı’nda görev yaptı. Şubat 1920’de Anadolu’ya geçti. TBMM’de genel sekreterlik görevinde bulundu. 1923-1946 döneminde birçok kez CHF/CHP’nin genel sekreterliğini yaptı. Bu dönemde ayrıca çeşitli vekillikler de yaptı. 1946’da başbakan oldu oldu ama antidemokratik tutumu muhalefetin büyümesine neden oldu. 1947’de görevinden ayrılmak zorunda aldı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 242-243. 731 (Kel) Ali Çetinkaya (1878-1949)’nın biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 616-617. 242 Ankara’da kendilerine karşı haksız yere cephe alındığı düşüncesindeydiler. Ayrıca temel siyasî kararlarda kendi fikirlerinin alınmadığından da şikâyetçiydiler. Dahası bu grup, başta İsmet Paşa olmak üzere Gazi’nin etrafını çevreleyen genç, ateşli ve itiraz sahibi yeni elemanların kendilerini bertaraf etmek istedikleri, Gazi’nin ise bu duruma ilgisiz davrandığı ve asıl şöhretleri kenara iterek diktatörlüğe yöneleceği düşüncesini paylaşıyordu.733 Kinross’a göre Gazi, savaşta olduğu gibi reform hareketlerinde de tam yetki istediği için, Rauf Bey ile Refet, Ali Fuat ve Kâzım Karabekir Paşaların, Cumhuriyetin ilânından sonra, birlikte hazırlamış oldukları zaferin meyvelerinden yararlanamayacakları anlaşılmıştı. Zafer kazanılıncaya kadar aralarında gizli kalan uyuşmazlık, şimdi su yüzüne çıkmıştı. Ali Fuat Paşa dışında, ne Gazi’nin diğerlerine, ne de diğerlerinin Gazi’ye benzer yanları vardı. Artık, aralarındaki görüş ayrılıklarının derinliği anlaşılmıştı. Gazi, toplumsal bir devrime hazırlanıyordu. Rauf Bey ile arkadaşları ise bu dönemde, toplumun yavaş yavaş gelişmesini daha uygun görüyorlardı.734 732 Saime Yüceer; “Cumhuriyet Dönemi Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinde İlk Girişim: Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası”, Türkler, C. 16, s. 544. 733 Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3, 1922-1938. Remzi Kitabevi, İstanbul 1965, s. 202 ve Zürcher; a.g.e., s. 242-243. İkincilerin Gazi’ye karşı duydukları endişe bilahare kurulacak olan TpCF’nin beyannamesinde de net bir şekilde ifade edilecekti. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 111-112. Bu konuda İsmet Paşa hatıralarında Gerek Rauf Bey, gerek diğer arkadaşlar, Atatürk’ü neler yapacağı bilinmeyen bir insan olarak kabul ediyorlar. Başından beri böyle tanımışlar ve bunun için ondan korkarlardı. Onu frenleyecek ve nihayete (sonsuza) kadar bu hususta emniyet verecek tek çareyi, ne yapacaksa yapmadan evvel kendilerinin muvafakatini (onayını) almasında görüyorlar. Kendileri ne vaziyette bulunurlarsa bulunsunlar böyle olmasını istiyorlardı. demektedir. Bkz. İnönü; a.g.e., 2. Kitap, s. 184. 734 Kinross; a.g.e., s. 459. Gazi ve Millî Mücadele dönemindeki silah arkadaşları arasındaki ihtilaf konusunda ilave bilgi için bkz. Orhan Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, 1. Baskı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 227 ve Ümit Özdağ, Ordu ve Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), 1.Basım, Gündoğan Yayınları Ankara 1991, s. 54. D.Dursun, Türk modernleş(tir)meci seçkinlerini çağdaşlaşma söylemine iten en belirleyici öğenin mağlubiyet psikolojisi olduğunu, 17’inci yüzyılın sonlarından itibaren Batı uygarlığının Osmanlı-İslam uygarlığı karşısında giderek üstünlük sağlamaya başladığını ve 19’uncu yüzyıla gelindiğinde bu üstünlüğün adeta bir meydan okuma biçimine dönüştüğünü, savaşlarda alınan yenilgilerin ardından yaşanan toprak ve insan kaybı ile malî ve ekonomik kayıpların Osmanlı seçkinlerinde büyük bir hayal kırıklığı ve eziklik duygusu meydana getirdiğini ifade etmektedir. Bu nedenle Batılılaşma, Osmanlı-Türk aydın bürokratı için hep bir varoluş sorunu olarak algılanmıştır. Tek Parti Dönemi seçkinleri tarafından da çağdaşlaşma hayati bir sorun olarak görülmeye devam edilmiştir. Örneğin dönemin Türk Tarih Kurumu üyesi Saffet Engin bu konuda şöyle der: İnkılâp tam manası ile Avrupalılıktır. Zaten Avrupalı olmamak, bu asırda yaşamamak, hayatı bilmemek, manen ölmek demektir. Recep Peker de Türkiye’yi çağdaşlaştırmaya yönelik bu inkılâbı ... Türkleri (...) yokluktan varlığa, düşkünlükten onura ve üstünlüğe götüren büyük evrensel bir hadise (Peker, 1984.13) olarak betimler ve bu hareketi bir varoluş meselesi olarak takdim eder. Gazi’nin söyleminde de çağdaşlaşmaya hayati bir önem atfedilir: Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok bîamandır. Dağları delen, 243 Gazi ve silah arkadaşları arasında ortaya çıkan ihtilaf için; gerek Aydemir’in ifadelerinde dile getirilen bir kenara itilme olgusu, gerekse de Kinross tarafından dile getirilen zaferin meyvelerinden yararlanamama olgusu, meydana gelen ihtilaf konusunda bir ölçüde sebep olsa bile ihtilafın asıl sebebi konusunda Akyol’un ifadelerinde daha doyurucu ve sağlıklı bir değerlendirme bulmak mümkündür: Gazi ve silah arkadaşları Cumhuriyetin ilanını takiben Cumhuriyetin siyasî rejimi ve sisteminin nasıl olacağı konusunda da ihtilafa düşmüşler ve siyaseten karşı karşıya gelmişlerdir. Gazi ülkenin esenliği, inkılâpların ve çağdaşlaşma projesinin başarısı için ‘Tek Adam’ yönetiminde bir ‘devrimci cumhuriyet’ rejimine yönelmişti. Totaliter olmamakla birlikte siyaset bilimi kitaplarında ‘Plebisiter Demokrasi, Bonapartizm, Jakoben Demokrasi, Vesayetçi Rejim’ gibi terim(ler)le adlandırılan bir rejim semalardan pervaz eden, göze görünmeyen zerrattan yıldızlara kadar her şeyi gören, tenvir eden, tetkik eden medeniyetin muvacehe-i kudret ve ulviyetinde kurun-u vusta zihniyetlerle, iptidai hurafelerle, yürümeye çalışan milletler mahvolmaya mahkûmdurlar. Burada Gazi, geri kalmışlığın nedeni olarak Orta Çağın skolastik düşünce kalıplarını görmekte ve mahvolmaktan kurtulmak için metafizik ve teolojik düşünceden Batı uygarlığının temelinde yatan pozitif düşünceye geçme zorunluluğundan bahsetmektedir. Bunun için de Gazi’ye göre Türk Milletini son asırlarda geri bıraktırmış müesseseleri yıkarak, yerlerine, milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini temin edecek yeni müesseseleri koymak gerekmektedir. Seçkinler, kendilerini, geri kalmışlığın nedeni olarak gördükleri bu iki unsurdan (din ve gelenekten) milleti kurtarma ve bunun yerine ileri olan Batı medeniyetinin değerlerini ikame etmekle ödevli sayarlar. Türk modernleştirici seçkinlerine göre çağdaş uygarlık ile ‘Batı’ özdeş kavramlardır. Mustafa Kemal bu konuda şöyle der; Memleketimizi süratle asrileştirmek istiyoruz. Bütün mesaimiz Türkiye’de asri, binaenaleyh Garplı bir hükümet meydana getirmektir. Medeniyete girmek isteyip de garba teveccüh etmemiş millet hangisidir. Aynı düşünceyi paylaşan Falih Rıfkı Atay’a göre de Biz Batılı bir millet ve Batılı devlet olmadıkça kurtulamayız. Bizî Batılı bir millet ve bir Batı devleti haline gelmekten alıkoyan gelenekler ve müesseseler ortadan kalkmalıdır. (Atay, Çankaya, 1984, s. 369). Görüldüğü üzere seçkinler kendi toplumlarındaki değer ve kurumların hiç birini muhafazaya değer bulmamakta ve bunları öteki konumuna oturtmaktadırlar. Bu hayatî sorunun çözülebilmesi için mevcut toplumsal yapı bütünüyle ortadan kaldırılacak, bunun yerine Batılı kurum ve değerler kayıtsız şartsız ikame edilecektir. Bu aceleci ve köktenci tutumun nedenlerinden biri Batı karşısında ülkenin varlığını ve bağımsızlığını muhafaza etmek ve sömürgeleşmekten kurtulmak, diğeri de Batılı kurumların alınmasıyla Batılı bir toplum olunabileceği yönündeki inançtır. Bu nedenle pek çok Batı dışı toplumda olduğu gibi Türkiye’de de modernleşme daha ziyade Batılılaşma olarak yaşanmıştır. Bkz. Söğütlü; a.g.tez, s. 73-75. Atay, Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte modernleşme anlayışındaki kırılmayı Tanzimat’tan beri devam eden kültür ve medeniyet ikiliğinden vazgeçmek olarak açıklar [Atay, 1984:360]. Atay’a göre geleneksel değerler ile Batı uygarlığının değerleri tam bir karşıtlık içindedir. Bu nedenle, bağdaştırmacı modernleşme anlayışı derhal terk edilmelidir. Bozkurt da bu hususta Atay’ı destekler mahiyette şöyle der: Batı medeniyeti bir kültür; ayrılık kabul etmez. Ya hep alınır, yahut alınmaz. Tıpkı dinler gibi. (Bozkurt, 1967:156). Osmanlı’nın yıkılmış olması onların bu kanaatini pekiştiren en somut gelişme olmuştur. Mustafa Kemal’in söyleminde de Doğu, yoksulluğu, geriliği ve yok oluşu, Batı ise zenginliği, ileriliği ve varoluşu simgeler. M. Kemal’in görev duygusu işte bu çerçevede oluşur. ... Artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. Bunun yolu da yukarıda vurgulandığı gibi medeniyet ile eşanlamlı olarak görülen batılılaşmaktan geçer. Bu nedenle Türk İhtilalinin başlıca gayesi eski ve kötü olanın kaldırılıp yerine yeni ve güzel olanı getirmektir. İşte modern Türkiye’nin kurulma süreci böyle bir yaklaşımla başlamış ve seçkinler, otoritelerini ve politikalarını üstlendikleri bu misyon temelinde meşrulaştırma yolunu seçmişlerdir. Seçkinlerin modernleşme-Batılılaşma sorununu bir varoluş-yok oluş meselesi olarak ortaya koymaları, bu projenin mimarları olarak kendi iktidarlarının sorgulanamazlık ve tartışılamaz bir nitelik kazanmasına yol açmıştır. Bkz. Söğütlü, a.g.tez, s. 73-75. 244 türü. ‘Kuvvetler Birliği’ ilkesi gereği tüm kuvvetler bir elde toplanacak ve toplumu yekpare kuşatacak olan devlet, devrimleri yapacaktır. Muhalifler ise, aksine, ‘Kuvvetler Ayrılığını, Ferdî Teşebbüsü ve Serbest Seçimleri’ savunuyordu. Biri merkeziyetçi ve otoriter, diğeri de adem-i merkeziyetçi ve liberaldir. Modernleşme anlayışları da farklı: Kemalizm, devlet eliyle siyasî ve kültürel devrim modelidir; Fransız modernleşmesine benzer: Devlet toplumu tamamen kuşatır, toplumun geleneksel değerlerini, kültürünü, (ve) hayat tarzını asrîleştirmek ister. Dil, tarih, müzik dâhil... Diğer çizgi ‘kültür devrimi’ne değil, ekonomik gelişmeye ve siyasî özgürlüklere öncelik verir. İngiliz ve İskandinav modernleşmesine benzer. Ama Türkiye'de güçlü orta sınıf (burjuvazi) yoktu henüz.735 Nitekim Millî Mücadele 735 Taha Akyol; “Cumhuriyet’in Rejimi ve Geleceği“, Milliyet, 29.10.2003. TpCF hareketinin kökenleri için bkz. Ömür Sezgin; Gencay Şaylan; “Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2043-2044. TpCF hareketinin kökenleri için bkz. Ömür Sezgin; Gencay Şaylan; “Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2043-2044.Keyder de, yeni rejimin çabalarının, halkı, yeni model devlete hazırlamak üzere ıslah etmek amacına yönelik olduğunu, bunun için de bireylerin yerel ve özel bağlılıklarından koparılıp sadece genel birleştirici ilkeleri kabul etmelerini sağlamak gerektiğini belirtmektedir. Bkz. Keyder; a.g.e., s. 125. Mazrui de, Cumhuriyetin İlanını takiben kültür de dâhil olmak üzere benimsenen topyekün Batılılaşma ve modernleşmenin sebebi konusunda, Türk kültürü modernleşmeden ne devletin ve ne de ekonominin etkin bir şekilde modernleşemeyeceği öncülünden hareketle yola çıkıldığını, Cumhuriyet Dönemi Türk modernleşmesinin (Batılılaşmadan modernleşmek yöntemini esas alan Meiji dönüşümünden farklı olarak) Batılılaşma yoluyla modernleşme yöntemini esas aldığını ifade etmektedir. Bkz. Ali Mazrui; “Meiji Restorasyonu ile Atatürk’ün Mirası Arasında Afrika”, Uluslararası Atatürk Sempozyumu Bildiriler ve Tartışmalar (17-22 Mayıs 1981), 1. Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1983, s. 391. Aydın da, Tek Parti Döneminde ulusal bütünleşmenin mobilize edildiği, buna karşın etkili bir siyasal katılımın ve parti içi demokrasinin önlendiğinin söylenebileceğini, bu nedenle, iktidarı ellerinde tutanların demokratik değerlerden çok, ulusal sınırları koruma ve kişisel etkinliklerini sürdürebilmek için oligarşik sistemlerin gelişmesinde etkili rol oynadıklarını ve buna uygun bir ortam hazırladıklarını belirtmektedir. Bkz. Suavi Tuncay, “Türkiye’de Parti İçi Demokrasinin Gelişimi ve Bu Gelişimi Engelleyen Faktörler”, Yeni Türkiye, S. 23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı, Ankara 1998, s. 980. Köker, Kemalizme göre milletin, devletle varlık kazanan ve devlette somutlaşan bir kategori olduğunu, buradan hareketle Kemalist millî devlet anlayışının, Rousseau’cu bir temele dayandığının söylenebileceğini, bilindiği üzere siyasî iktidarı topluma dayandıran sözleşmeci anlayışların ikiye ayrıldıklarını, bunlardan birincisinin toplumu atomistic bir bakış açısı ile değerlendirenler, ikincisinin de toplumu birleşmiş bütünleşmiş ve organik bir bütünlük olarak görenler olduğunu, birincisinde, devletin, toplumun değil, tek tek bireylerin haklarını güvence altına alan bir güç olarak görüldüğünü, bu hususta da iki farklı görüş olduğunu, örneğin Hobbes’a göre bireylerin bu güvence karşılığında tüm haklarını devlete devrettiklerini, Locke’a göre ise fertlerin sadece bireysel haklarını koruma yetkisini devlete verdiğini, diğer temel haklarını devletin faaliyet alanın sınırlarını belirleyecek bir biçimde kendilerinde tuttuğunu, ikinci gruba (toplumun organik bir bütün olduğuna) ilişkin sözleşme kuramlarında, toplumun kendisini oluşturan bireylerden bağımsız, ayrı ve üstün bir genel iradeye sahip olduğu ve bu genel iradenin de devlette somutlaştığının varsayıldığını, Atatürk’ün ulusal egemenlik anlayışının ikinci gruba daha yakın gözüktüğünü, CHP Genel Sekreteri Peker’in de tıpkı Atatürk gibi, Rousseau’cu düşünceye yakın bir millet anlayışına sahip olduğunu, Peker’e göre milletin, demokrasilerde benimsenen ülke sınırları içinde yaşayan vatandaşlık bağıyla bağlı tüm kişilerin toplamı olan somut bir varlık değil, kendisine manevî kişilik tanınan soyut bir varlık olduğunu, örneğin Peker’e (ait İnkılap Dersleri isimli kitapta da ifade edildiği üzere) göre ulusun, kendi başına fertlerin yarattığı bir kalabalık toplamından ibaret olduğu, bu kalabalığın ise bir değer ifade etmesinin ancak devletle mümkün olduğunu belirtmektedir. Bkz. Levent Köker; Modernleşme, Kemalizm ve 245 kahramanlarından (Emekli Orgeneral) Fahrettin Altay’ın anılarını içeren On Yıl (19121922) Süren Savaş ve Sonrası adlı kitapta dile getirilen husular da Akyol’un değerlendirmeleriyle benzerlik arz etmektedir. Altay anılarında; Ekim 1924 ayında, Gazi’nin İzmir Seyahatinde aynı trende bulunan II. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın da aynı trende bulunduğunu, Gazi’ye tahsisli vagonun salonunda Gazi ile Ali Fuat Paşa arasındaki münakaşaya şahit olduğunu, Gazi’nin, yakın arkadaşlarının, idare tutumunda (yönetim tarzı konusunda) kendisinden ayrılmaya başladıklarını ve muhalif bir partide bulunmalarını hoş görmediğini, bu fikirler üzerine cevap veren Ali Fuat Paşa’nın da, esasta bir ayrılık olmadığını, Meclislerin Tek Partili olamayacağını kendilerinin (Gazi’nin) de tasdik edeceklerini ve Gazi’nin partiler üstü kalmasının arzu edildiğini, Gazi’nin de (bu ifadeye karşı) bundan şüphe etmediğini ama Cumhuriyetin ilanıyla işin bitmediğini, dünya medeniyet âlemine katılmak için bazı önemli inkılâplar yapılmasının gerektiğini, bu nedenle de geçici bir süre muhalif bir cephe yaratılmamasının gerekli olduğunu belirttiğini, (bunu takiben söz alan) Ali Fuat Paşa’nın da, bunların yapılmasına muhalefet edilmeyeceğini dile getirdiğini, (takiben) Gazi tarafından, ülkenin gerçek demokrasiyle kurtarılabileceği kanaatinde samimi olduğuna (arkadaşlarının) inanmaları ve güvenmeleri gerektiğini söylediğini, Ali Fuat Paşa’nın da Gazi’ye cevaben, güvenlerinin hiçbir şekilde sarsılmadığını, ancak çevresine sokulmaya başlayan bazı türedilerin ifsadından üzüldüklerini cevabını verdiğini belirtmektedir. Altay, anılarında devamla, Afyon İstasyonu’na kadar devam eden bu tarzdaki konuşmalardan, Gazi’nin eski arkadaşı Ali Fuat Paşa’yı tekrar kendisine çevirmek istediğini, fakat Ali Fuat Paşa’nın kanaatlerinden vazgeçmediğini, trenden Afyon’da indiklerini, Gazi’nin Ankara’ya, kendilerinin de Konya’ya döndüklerini, bir süre sonra (Ekim ayının sonunda) Ali Fuat Paşa’nın Ankara’ya gittiğini belirtmektedir.736 Bu noktada Landau’nun da görüşleri, Akyol tarafından yapılan Demokrasi, 9. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s. 155-156 ve Söğütlü, a.g.tez, s. 110-111. Can da, Rousseau’cu düşüncenin, Genel İradenin Rousseau’nun ortaya attığı bir terim olarak, tek tek bireylerin iradelerinin toplamının ancak bu bireylerin iradelerini bağlayan bir güç olduğunu, Genel İradenin her zaman haklı olduğunu, kamu yararını ve çıkarlarını hedeflediğini, o halde genel iradeye itaatin de mutlak olması gerektiğini, savunduğu organik devlet anlayışıyla, bireylerin iradelerinin, genel irade içerisinde erimesi gerektiğine inandığını belirtmektedir. Bkz. Can; a.g.m. 736 Fahrettin Altay; On Yıl (1912-1922) Süren Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 377-378. Gazi ve Millî Mücadele Dönemindeki silah arkadaşları arasındaki ihtilaf konusunda ilave bilgi için bkz. Türkdoğan; a.g.e., s. 227. 246 değerlendirme ve Altay’ın anılarında (yukarıda) belirtilen hususlarla örtüşmektedir. Landau, Atatürk’ün aslî amacının çağdaş uygarlığın en üst düzeyinde yer alan diğer devletler, milletler ve toplumlarla başarılı bir biçimde yarışabilecek modern ve laik bir Türkiye olduğunu, aynı zamanda da modernleşmiş olmakla birlikte geçmişiyle gurur duyabilecek ve anavatanına derin bir bağ duyabilecek bir Türk yaratmak istediğini belirtmektedir.737 Gazi, halkının hâlâ Doğulu ve kültürce geri olduğu, harfi harfine uygulanacak bir Batı tarzı demokrasinin halkının mizaçlarına aykırı geleceği, halkının henüz kendi kendini yönetecek duruma gelmediği ve yönetilmek istediği, Sultan ve Halifenin güçlü otoritesinin yerini onun kadar güçlü laik bir otorite alması gerektiği düşüncesindeydi. Bunu da şimdilik, Meclisi bizzat yöneterek, ancak kendisi sağlayabilirdi. Rauf Bey ile diğerleri, ilkeleri ve görüşlerinin yumuşaklığıyla, bu işi tehlikeye sokuyor ve O’na kalırsa, kendinden başka hiçbir kimsenin ne düşünebileceği ve ne de yapabileceği reformları engelliyorlardı. Gazi, şimdi Millî Mücadeleye sonradan katılmış olan Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve sadık yardımcılarıyla birlik olarak, dostlarına ve düşmanlarına karşı bir iktidar savaşına girişecekti. Bu savaş, bir liberal demokrasi ile Tek Parti Hükümeti (ve kişisel yönetim) arasında olacaktı.738 Toynbee ve Kirkwood, Gazi’nin, hem Parti başkanlığını, hem de Cumhurbaşkanlığını üzerine aldığını, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni güçlendirmek için gerekli güce sahip olduğuna emin olduğunu, HF’nin devlet ve milletle özdeş olduğunu (düşündüğünü) ve bu nedenle de her ikisinin başında yer alması gerektiğini düşündüğünü, Cumhurbaşkanının, HF’nin ünvandan ibaret başkanı olmadığını, olağanüstü şartlarda, TBMM’yi ve Kabineyi yönetme yetkisinin olduğunu, Meclisin (yıl boyunca sadece dört ay sürmekte olan oturumlarındaki) idarî yetkinin tamamıyla Cumhurbaşkanı ve onun Bakanlarında olduğunu, Bakanlara daimî komisyon üyelerinin eklenmesiyle İdarî kadronun daha da güçlendiğini, 737 Jacop M.Landau; “Atatürk’ün Başarısı: Bazı Düşünceler”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, Derleyen: Jacop Landau; (Türkçesi: Meral Alakuş), 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 14. 738 Kinross; a.g.e., s. 460. İsmet Paşa hatıralarında, ABD’nin İstanbul’daki temsilcisi Amiral Bristol’e, cumhuriyeti ne kadara zamanda yerine oturttuklarını sormuş olduğunu anlatmaktadır. Amiral Bristol de bu soruya 20 yıl diye cevap vermiştir. İsmet Paşa da O halde bizim için de süre 20 yıl olacaktır. der. Bkz.. Jevakhoff; a.g.e., s. 240 ve İnönü; a.g.e., 2. Kitap, s. 185. 247 İdari kadronun gücünün aşırı artması ve bu gücün tamamının Cumhurbaşkanının elinde toplanmasının Gazi’ye sıradan bir demokratik anayasada emsali olmayan bir yetki verdiğini belirtmektedir.739 İktidarın bu şekilde tek elde toplanması, doğal olarak eleştiri ve muhalefetin doğmasına sebep olmuştur. Muhalefeti destekleyen basın sert eleştirilere girişmiş ve yaşayan Türk gazetecileri içinde en ünlüsü Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey ülkenin bir diktatörlük tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu yazmıştı. Hoşnutsuzluk toplumun tüm kesimleri arasında hızla yayılmıştı. Gazi’nin iktidarına karşı düşmanlık 1923’teki Anayasa tartışmaları sırasında tekrar kendini göstermiştir. Gazi’nin istediği Meclisi feshetme yetkisi sert tartışmalara yol açmış ve sonunda kendisine bu yetki tanınmamıştır. Gazi’nin istediği bir başka önemli yetki de veto hakkı idi. Bu hak, kendisine, kısıtlanmış bir şekilde verilmiştir. Bir konuşmasında da ifade etmiş olduğu gibi, Gazi, hem Cumhurbaşkanlığına, hem de Parti şefliğine sahip olmayı bir gurur meselesi yapmıştı. Çünkü Fransız İhtilali öncesindeki Fransız İmparatorlarından 14. Lui’nin Devlet benim sözünde olduğu gibi, hem cumhuriyeti sadece kendisinin güçlendireceğine, hem de CHP’nin hükümet ve millet demek olduğuna inanmıştı. Cumhurbaşkanı sadece partinin önderi olmakla kalmayacak, olağanüstü hallerde Meclise ve Kabineye başkanlık edecekti. Yılda sadece dört ay toplanması öngörülen Meclis tatilde iken yürütme kuvveti tamamen Cumhurbaşkanı ve Bakanlarda bulunacak, yürütmeye Meclis komisyonlarının başkanları destek olacaklardı. Bu şekilde yürütmenin gücü çok aşırıydı ve Cumhurbaşkanında da bu kadar çok yetkinin toplanması, onu, o güne kadar hiçbir demokraside rastlanmamış bir duruma getiriyordu. 740 Millî Mücadele önderleri arasında bu savaşın ya da parçalanmanın suçluları kimlerdi? Tabii ki hiç kimse. İnkılâp, tek otorite ve tek irade istiyordu. Gazi bunun peşindeydi. HF, bu tek iradenin icracısı olarak birlik halinde bir kadro olmalıydı. Karşı taraf ise, demokrasinin bir karşılıklı denetim istediğine inanıyor, bir diktatörlüğe gidişten korkuyordu. Onlar da haklıydılar. Zaten Gazi’nin Meclisi açarken ilan ettiği iki hedeften biri, demokrasinin gelişimi, demokrasi organlarının kuruluşu, değil miydi? Karşılıklı denetim ve çok partili 739 Toynbee; Kirkwood; a.g.e., s. 163-164. 740 Toynbee; Türkiye (Bir Milletin Yeniden Doğuşu), s. 212-213. 248 rejim. Ama ne var ki inkılâp, henüz son sözünü söylemiş, klasik organları ile bir Batı demokrasisinin yaşayabileceği zemini henüz tavsiye etmiş değildi. Zaman çok şeylere gebeydi.741 Meclis, 20 Nisan 1924 tarihinde Anayasa’yı kabul ettikten bir ay sonra tatile girer. Bu nedenle siyasî bakımdan 1924 yılının yaz ayları sakin geçecektir. Yalnız bu sakinlik, fırtına öncesi sessizliğe benzemektedir.742 9 Eylül 1924 tarihindeki İzmir’in kurtuluşu törenlerine iştirak etmek ve ayrıca evlenmek üzere İzmir’e gelmiş olan Kazım Karabekir Paşa ile bahse konu düğüne davet edilen Rauf Bey ve Ali Fuat Paşa, Rauf Bey’in annesinin Karşıyaka’daki evinde bir araya gelerek görüşürler. Konuşma, Meclis açılıncaya kadar beklemek kararıyla son bulur.743 741 İpekçi; a.g.e., s. 65-66. Ömer Çaha’nın da belirttiği gibi, Osmanlı siyasal sisteminde muhalefet, hep hoşnutsuzluk ve tepkiyle karşılanmış, farklı düşünce ve anlayışların yeşermesine pek müsamaha gösterilmemiştir. Bu tutum, Türk tarihinin neredeyse tümü için geçerlidir. Türkler tarih boyunca, devlet ile toplumu organik bir bütün olarak görmüşler ve devlet(in resmî söylemlerinin, yorumlarının ve politikalarının) gereklerine uymayan düşünceleri sapkınlıkla suçlamışlardır. Görüldüğü üzere Tek Parti Dönemi seçkinleri, devletin topluma, siyasal sistemin de sosyo-ekonomik sisteme nazaran üstün ve öncelikli olduğu bir otoriter bir siyasal gelenek içinde yetişmişler ve zihniyet dünyaları da bu bağlamda şekillenmiştir. Bkz. Söğütlü; a.g.tez; s .24. 742 743 Gülcan; a.g.tez, s. 92. Cebesoy; a.g.e., s. 97-98. Zürcher; a.g.e., s. 59. Bahse konu görüşmede, Rauf Bey Ankara’da gizliden gizliye hafiyelik ve jurnalcilik hissedildiğini, kendisine gelen mektupların bazen açıldığı şüphesinin uyandığını, ülkenin yararına söz söyleyen milletvekillerinin derhal onuruna ve iyi niyetine her nevî tecavüzde bulunulduğunu, serbest eleştiri olmadıkça millî hâkimiyet de olmayacağını, bu gibi durumlarda Cumhurbaşkanının tarafsız bir hakem olarak her iki tarafı da çağırıp dinlemesinin O’nun en nazik ve en önemli bir vazifesi olması gerektiğini dile getirir. Takiben söz alan Kazım Karabekir Rauf Bey’in anlattıklarına kendisinin de iştirak ettiğini, mektuplarının açıldığı şüphesinin kendisinde de arttığını, Millî Mücadele önderlerine karşı husumet ilan edilmiş gibi bir durum olduğunu dile getirir. Ali Fuat Paşa da Kendisinin de mektuplarının açıldığından şüphe ettiğini, Millî Savunma Bakanlığının, ödenek kalmadığı gerekçesiyle İkinci Ordu Müfettişliği uzmanlarının teftişlerine engel olduğunu, Konya’da da jurnalcilik başladığını dile getirir. Bunun üzerine Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa’lara hitaben Meclisten ayrılmanıza rağmen sizlerin de Meclisin içerisinde kalan bizler gibi şüphe altında kaldığınız anlaşılıyor. Cumhurbaşkanının tarafsız bir hakem vaziyetine geçip geçmeyeceği hakkında bir şey diyemem. Fenalığın önüne Meclisin geçmesi ihtimali vardır. der. Kazım Karabekir Paşa da Şüphe altında Birinci Ordu Müfettişliğinde çalışmayı çok güç gördüğünü, tüm arkadaşların Mecliste toplanması durumunda kısmen de olsa fenalığın önüne geçilebileceğini dile getirir. Cebesoy; a.g.e., s. 97-98. 1924 yılının Temmuz ayının ortalarında Avrupa’dan dönen Rauf Bey, İzmir’in kurtuluşu törenleri nedeniyle gittiği kentte bazı arkadaşlarıyla görüşür. Kesinlikle emin olunmasa bile, bir muhalefet partisinin kurulma kararının alınmasına yol açacak ilk görüşmelerin yazın yapıldığı ileri sürmek akla yakın olacaktır. Ali Fuat Cebesoy’a göre, bu konudaki ilk ciddî tartışmalar, kentin kurtuluşunun ikinci yıldönümü nedeniyle yapılan kutlamalar sırasında kendisi Rauf ve Kazım (Karabekir) ile birlikte Rauf’un annesinin İzmir’deki evinde kalırken gerçekleşti. Görüşmelerin ikinci oturumu da Rauf Bey’in İstanbul’daki evinde yapılır ve bu toplantıda partinin kurulmasına karar verilir. Bkz. Gülcan; a.g.tez., s. 92. 249 Artık Çankaya’nın bekleme salonları ile Meclis koridorlarına bir entrika havası sızmaya başlamıştı. Ortada birtakım iş karıştırıcılar, muhbirler ortaya çıkmış ve Gazi’nin kulağını kötü niyetli dedikodularla doldurmaya koyulmuşlardı. Bunlardan etkilenen Gazi de çevresindekilerden çekinmeye ve önüne çıkanların niyetlerinden kuşkulanmaya başladı. Bunun sonucu Gazi, Rauf Bey ile Refet (Bele) Paşa’nın aleyhlerinde bulunuyor, hizmetlerini küçümsüyor ve gericiliği teşvik ettiklerini söylüyordu. Bu konuda Alman tipli ve sert tabiatlı bir kişi olan Dahiliye Vekili Recep Bey de Gazi’ye yaranmak için birtakım önlemlere girişmiş; 1924 yılının Eylül ayında İstanbul gazetelerine verdiği bir demeçte, inkılâp hareketlerine karşı her türlü irticaî eylemin Millî Mücadele dönemindeki gibi cezalandırılacağını söylemişti.744 TBMM’nin ikinci döneminin ilk toplantı yılı boyunca hükümete karşı muhalefet eksik olmamış, fakat bu muhalefet HF’nin safları içinde kalmıştır. 1924 yılının yaz aylarında TpCF henüz siyaset sahnesine çıkmamış olmakla birlikte, yakında bir muhalefetin doğacağı anlaşılıyordu. Bu durumda Cumhurbaşkanının partili oluşu da zaman zaman eleştirilmekte ve tarafsız kalması istenmekteydi. Gazi 1924 yılı güz döneminde yapmış olduğu yurtiçi gezisinde Trabzon’a uğradığında 16 Eylül 1924 tarihinde HF Vilayet İdare Heyeti tarafından kendisine verilen yemekte bu tarafsızlık önerisini reddetmiş ve muhaliflerine meydan okumuştu. 745 744 Kinross; a.g.e., s. 460. Cebesoy; a.g.e., s. 98. Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, s. 227 ve Türkdoğan; Kemalist Sistem Kültürel Boyutları, s. 194. 745 Tunçay; a.g.e., s. 94-99. Zürcher; a.g.e., s. 61-62. Gülcan, a.g.tez, s. 82-83. Mango; a.g.e., s. 477-478. Mango; Gazi’nin Trabzon’daki konuşmasında HF içindeki muhalif unsurların, kendisinin tarafsız olması gerektiğine dair önerilerini (sadeleştirilmiş) şu sözlerle reddetmiş ve muhaliflerine de meydan okumuştu: Arkadaşlar; HF, ülke ve millet her türlü güvenceden mahrum bırakılarak felakete atıldığı uğursuz kargaşada bütün milleti kadrosu içine alarak kuvvet ve kudret yapan dış düşmanlarını kovan, iç düşmanlarını imha eden halka hürriyet ve hâkimiyet sağlayan kutsal bir cemiyettir. HF hiçbir safsataya iltifat etmeyerek Türk Cumhuriyeti’ni kuran inkılâpçı bir ruhun tüm ülkede ortaya çıkması ve şekillenmesidir. HF Türkiye’yi medeni dünyaya sokan ve orada yükseltmeyi taahhüt eden kararlı bir partidir. Onun için Başbakanımız muhterem İsmet Paşa Hazretlerinin fiilen idare ve başkanlık ettiği HF’nin Genel Başkanlığı benim için gurur vesilesidir. Arkadaşlar! Bu münasebetle bir cumhurbaşkanının parti başkanlığıyla ilişkisini ikide bir tekrar edenler ve bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraftarlık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp taraftarlığı, HF’nin ideali, esas ilkesi olan bu noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi hariç düşünmek istemiyorum. Bu nedenle cumhurbaşkanlığında bulunduğum halde partimizin genel başkanlığını da övünerek muhafaza ediyorum. Böylece yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin destek ve sağlamlaştırmasına hizmet etmekte olduğum düşüncesindeyim……. Gazi’nin 16 Eylül 1923 tarihinde Trabzon HF Mahfeli’nde yapmış olduğu bahse konu konuşmanın tam metni için bkz. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 195-196. Zürcher; a.g.e., s. 159-160. Tunaya; a.g.e., s. 583. Hakimiyet-i Milliye, 18.9.1924. Trabzon 250 Demokrasinin tek partili olamayacağını ve Gazi’nin de Cumhurbaşkanı olarak partiler üstü ve tarafsız olarak kalmasını isteyen muhalefete cevaben Gazi Buna şüphe yok ama iş Cumhuriyetin ilanı ile bitmemiştir. Dünya medeniyet âlemine katılmak için de geçici bir süre muhalif bir cephe yaratılmaması gereklidir. diyordu.746 Toynbee ve Kirkwood bu gelişmelerle ilgili olarak, Cumhurbaşkanının karakterinin ve itibarınin ona bir diktatörün gücünü verdiğini, Başvekili İsmet Paşa’nın da ona yönetimde kuvvetli bir şekilde destek olduğunu, ilk önceleri Hükümetin hiçbir muhalefetle karşılaşmadığını, çünkü yöneticilerin güçlü olduğunu ve halk tarafından desteklendiğini, Gazi‘nin Trabzon’da, bütün dünyaya duyurun, benim için tarafsızlık söz konusu değildir. Ben bir cumhuriyet taraftarıyım ve entelektüel ve sosyal evrim taraftarı olan HF’nin konuşmasıyla, Gazi’nin eski dostlarının, hala üyesi oldukları HF’nin çoğunluğuna muhalefet ettikleri takdirde, HF içinde çoğunluğu oluşturanları kendi eliyle seçmiş olan ve denetleyen Cumhurbaşkanıyla mücadele etmeleri gerekeceği konusunda uyarılmış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 478. Aydemir’in de konuya ilişkin değerlendirmeleri, Gazi’nin Trabzon’daki konuşmasında vurguladığı hususlarla benzerlik arz etmektedir: İnkılapların nerede başlayıp, nereye kadar gideceği konusunda İstiklâl Savaşı’nı başaran asker ve sivil önderler ile basın mensupları ve aydınlar arasında bir görüş birliği yoktu. Çünkü İstiklâl Savaşı boyunca hedef birdi ve müşterekti: Düşmanı vatandan kovmak. Ama ya sonraki işler ve hedefler? Bunlarda farklılık söz konusuydu. Mesela Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey ile yıllardır silah ve fikir arkadaşı olan Mustafa Kemal Paşa ve çevresi arasında gergin rüzgârlar esiyordu. Çünkü ülkenin ihtiyaçları ve olayların akışı, çok partili bir düzeni değil, tek partili ve otoriter bir düzeni gerekli kılıyordu. Bu otoriter nizam ‘kanun demek, ben demektir.’ şeklinde bir şef sistemi olamazdı. Ama meşruluık kurumlarını adım adım yerleştirecek, fakat devletin ve rejimin yön belirleyici konumunda ve icraatında üstün söz sahibi olan bir şef sistemi şarttı. Böyle bir şefi de İstiklâl Savaşı ve zafer, ülkeye vermişti: Mustafa Kemal. O halde söz onundu. Batmış bir gemiyi kurtarmıştı. Bu geminin, artık, boyasını da o vuracak, adını da o koyacaktı. Bkz. Aydemir; İhtilalin Mantığı, s. 132-133. Gazi, Trabzon’daki konuşmasından dört gün sonra da Samsun’daki konuşmasında, Trabzon’daki konuşmadan daha açık konuşur. Konuşmasında hâlihazırda ülkeyi idare etmekte olan HF’nin esas ilkesinin ülke ve milletin gerçek mutluluk ve esenliğini sağlamak olduğu, ülkeye ve millete hizmet noktasında maksada ulaştıran yolun bu yol olduğu ve bunun da zaten belirlenmiş olduğu, ülkeye ve millete hizmet yürüyüşünde, bu yolda yürüyenlerin aynı fikirde olmayabilecekleri, ancak yoldan ayrılmamaları, bakışlarını da genel hedeften ayırmamaları ve esas maksadı ihlal etmemeleri, bugün yolun başında olunduğu, henüz önemli mesafe katedilmemiş olduğu, bu nedenle görüşlerin yeteri derecede açık ve isabetli olması gerektiği, bundan önce tefrika (görüş ayrılığı) fikrinin sıradan particilik olduğu, ülkenin ve milletinde huzur ve emniyet şartlarının henüz böylesi bir ayrışmaya müsait olmadığı, böylesi bir zamanda meydana gelebilecek bir ihtilafın ülkenin birliğinin ihlal edilmesinden başka bir sonuç vermeyeceği, gezdiği yerlerde de bu gerçeğin tamamen anlaşılmış olduğuna kanaat getirdiğini ifade etmiştir. Bu sözler, ne geleceğin muhalefeti, ne de basın için Cumhurbaşkanının konumuna ilişkin hiçbir kuşkuya yer vermeyecek kadar açıktı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 62-63. Toynbee’nin de bu konuşmaya ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: Mustafa Kemal, Trabzon’daki konuşmasından birkaç gün sonra Samsun’da yaptığı konuşmada da HP’nin taşıdığı ideal bakımından bütün milletin isteklerini dile getirdiğini eklemişti. Partinin temel ilkesi, milletin mutluluğu ve refahı için çalışmaktı. Mustafa Kemal’e göre; bu amaca ulaşmanın tek yolu Cumhuriyeti güçlendirmek ve millete, giriştiği kültürel ve sosyal evrimde kılavuzluk etmekti. Birlik esastır ve rakip teorilere ve rakip partilere yer yoktur. Bkz. Toynbee; Türkiye (Bir Devletin Yeniden Doğuşu), s. 212. 746 Aybars; a.g.e., s. 56. 251 amentüsünü oluşturan bu temel noktada farklı düşünen tek bir Türk hayal edemiyorum. dediğini, bir kaç gün sonra Samsun’da yaptığı konuşmasında da HF’nin ülküsünün tüm milleti kucaklamak olduğunu söylediğini, HF’nin milletin mutluluk ve refahı için çalışmak olduğunu, O’nun fikrine göre, bunu yapmanın yegâne yolunun, Cumhuriyeti güçlendirmek ve ülkenin şimdi içinde bulunduğu sosyal evrim döneminde insanlara rehberlik etmek olduğunu, bunu da Birlik zarurîdir ve hiçbir farklı teori, rakip parti olamaz. sözleriyle dile getirdiğini belirtmektedirler.747 Hastalığı nedeniyle 1,5 ay hava değişimi alarak istirahat etmek üzere İzmir’den İstanbul’a gelen Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey, İstanbul Milletvekili İsmail Canbulat ve Ali Fuat Paşa’nın akrabası olan eski İzmir Valisi Rahmi Bey, Eylül ayının ikinci yarısında, Rauf Bey’in Şişli’deki evinde görüşürler. Bu görüşmede, Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa arasında İzmir’de ulaşılan sonuçlar daha da şiddetlendi, ülkede şahıs ve zümre hâkimiyetine gidilmesine manî olmak için bir siyasî parti kurmaya karar verdiler.748 747 748 Toynbee; Kirkwood; a.g.e., s. 162-163. Cebesoy; a.g.e., s. 98-99. Zürcher; a.g.e., s. 60 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Bahse konu görüşme sonunda Şüphe altında kalan Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın artık Ordu Müfettişliği görevine devam etmelerinin mümkün olmadığı, herhangi bir düşünceyle milletvekilliğinden istifa etmenin doğru olmadığı, inkılâpların tamamına taraftar olmakla beraber bunların herhangi bir şahsa veya zümreye ayrıcalık vermek için değil tüm ülkeye ve halka mal edilmek emeliyle yapılmış olduğu, Cumhuriyetin bir şahıs veya zümrenin idaresine alet olmasına manî olmaya elden geldiği kadar çalışılacağı, Mecliste toplanmanın ve orada ülkenin yararına tüm kabiliyetleriyle çalışılmasının içinde bulundukları durum konusunda en uygun bir hal çaresi olacağında mutabık kalındığı ve Mecliste kendileriyle aynı fikirde olacak şahıslarla sözlerini işittireceklerine kanî oldukları hususunda mutabık kalınmıştı. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 98-99. Zürcher; a.g.e., s. 60. Bahse konu toplantıyla ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Kinross; a.g.e., s. 460. Jevakhoff da; bu şahsiyetlerin İngiliz usulü bir monarşiyi tercih etmekle birlikte Cumhuriyete karşı savaşarak ölmeye de hazır olmadıklarını, eleştirilerinin ise inkılâpların hızlı yapılması, kendilerine danışılmaması ve Meclisin bir kayıt merkezi haline dönüştürülmesi üzerinde toplandığını belirtmektedir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. TpCF’nin ortaya çıkışının kişisel çekişmeler nedeniyle olduğu suçlamasında bir doğruluk payı vardır. (Ali Fuat Paşa’nın anılarında da belirtildiği üzere) Gazi’nin, kendilerine ait güç tabanları olmayan ve mevkilerini ona borçlu olan genç kuşaktan daha radikal yandaşlara dayanmaya başladıkça, bağımsızlık hareketinin eski liderlerinin, kendilerini iktidar merkezinden gitgide daha fazla dışlanmış olarak hissettikleri kesinlikle doğrudur. TpCF önderlerinin gözünde, bağımsızlık hareketinin mirasının, bu hareketin sadece bir parçası tarafından tekel altına alınmaya çalışılması gayrı meşru bir tutumdu. Aynı zamanda Gazi’nin, kendilerine ait onurun bir kısmına da el koyması olgusuna karşı çıkıyorlar, resmî konumlarından tümüyle bağımsız olarak kurulmasına yardım ettikleri devletin, geleceğini biçimlenirden temel kararlarda olma hakkına sahip olduklarına kesinlikle inanıyorlardı. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. 125-126. 252 TpCF’nin kurulmasına yol açan siyasal olay, 20 Ekim 1924 tarihinde, Menteşe (Muğla) milletvekili Esat Efendi’nin Mübadele, İmar ve İskân Bakanı Refet Bey’e yönelttiği bir soru önergesidir. Bu önerge mübadil ve muhacirlerin yerleştirilmesinde görülen beceriksizlik ve yolsuzlukları eleştiriyordu. Bakanın verdiği cevabı Meclis yeterli bulmadığı için soru, gensoruya çevrilmişti.749 30 Ekim 1925 tarihinden önce yapılan bir CHF toplantısında konuşma yapan İsmet Paşa’ya, Partinin, Kabineye güvenoyu verilmesi söz konusu olduğunda, Parti olarak bu konuda ortak hareket edilmeyeceği ve Parti’nin Mecliste serbest bırakılacağına dair verilen karar bir Kabine bunalımının yakın olduğunu göstermişti. 30 Ekim 1924 tarihinde İmar ve İskân Bakanının istifası sonucu Başvekil İsmet Paşa’nın konumu da hayli sarsılmıştı.750 Mecliste gensoru nedeniyle siyasî tansiyonun yükseldiği bir sırada Kazım Karabekir Paşa, diğer arkadaşlarıyla tasarladıkları plan gereğince, Millî Müdafaa Vekilinin, kendi tavsiyelerini dikkate almadığı gerekçesiyle, 26 Ekim 1924 tarihinde I. Ordu Müfettişliği görevinden istifa etmiş ve milletvekilliğine dönmek istediğini belirtmişti.751 Basında Kazım Karabekir Paşa’nın istifasını, diğer iki Ordu Müfettişinin, yani II. Ordu (Konya) Müfettişi Ali Fuat Paşa ve III. Ordu (Diyarbakır) Müfettişi Cevat (Çobanlı) Paşa’nın izleyeceği söylentileri yer aldı. Bu arada Ali Fuat Paşa da 30 Ekim’de Gnkur.Bşk. Fevzi Paşa ile görüşmek üzere Ankara’ya gelir.752 Ali Fuat Paşa 30 Ekim‘de Fevzi Paşa ile yaptığı görüşmede; Hükümet ve Millî Müdafaa Vekili tarafından çalışmalarından şüphe edilmesi ve haberleşmesinin bahse konu makamlar tarafından kontrol edilmesi nedeniyle Ordu Müfettişliği yapamayacağını, bu konuda Fevzi Paşa tarafından bir şey yapılmadığı takdirde, 749 Tunçay; a.g.e., s. 1000. İlave bilgi için bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 106-107 ve Mazıcı; a.g.e., s. 79. 750 Cebesoy; a.g.e., s. 105. 751 Kinross; a.g.e., s. 461. Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Kocatürk; a.g.e., s. 423 ve Zürcher; a.g.e., s. 65. Kazım Karabekir istifa dilekçesinde; Bir yıllık Ordu Komutanlığım zamanında gerek teftişlerim sonucu verdiğim raporlarımın, gerekse Ordumuzun yükselmesi ve güçlenmesi için sunduğum tasarılarımın dikkate alınmadıklarını görmekle çok üzüntülüyüm. Üzerime düşen görevi mebus olarak daha vicdan rahatlığı ile yapacağıma tam bir kanım olduğundan Ordu Komutanlığından istifa ettiğimi bildiririm. diye yazmıştır. Bkz. Çavdar a.g.e., s. 293 ve Uğur Mumcu; Kazım Karabekir Anlatıyor, s. 143. Gazi, Nutuk’ta, I. Ordu Müfettişi Kazım Karabekir Paşa’nın istifasına gerekçe olan raporları ve tasarılarının Gnkur.Bşk.lığınca incelendiğini, içlerinden kabul edilebilecek ve uygulanabilecek gibi olanların gözönüne alındığını ve uygulandığını, ancak uygulanması devletin gücünün üstünde olan ve ilmî bir değeri olmayıp hayalî ve keyfî olan tekliflerinin dikkate alınmadığını belirtmektedir. Bkz. Nutuk II, s. 486. 752 Zürcher; a.g.e., s. 66. 253 ülkeyi fesada verenlere karşı askerlik görevinden istifa ederek Mecliste görev yapmak istediğini ifade eder. Görüşme sonunda Fevzi Paşa da Ali Fuat Paşa’nın endişelerine ve istifa talebine hak verir ve çok büyük bir üzüntüyle birbirlerinden ayrılırlar. Ali Fuat Paşa, aynı gün Gnkur.Bşk.lığına vermiş olduğu dilekçede, milletvekilliği görevine başlayacağını gerekçe göstererek II. Ordu Müfettişliği görevinden istifa eder. Aynı gün istifa dilekçesinin bir suretini de Millî Savunma Bakanlığına gönderir.753 Ali Fuat Paşa, anılarında, Ankara’ya geldiğinde, II. Ordu Müfettişliği görevinden ayrılmadan önce Gazi ile görüşmeyi düşündüğünü, fakat askerî sıfatının buna müsait 753 Cebesoy; a.g.e., s. 102-104. Kocatürk; a.g.e., s. 423 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. Cebesoy, anılarında; askerlik görevinden ayrıldığını belirten dileçeyi verip Gnkur.Bşk.lığından ayrıldığında çok üzgün olduğunu, bunun sebebinin de bir yıl önce Meclis İkinci Başkanlığından II. Ordu Müfettişliğine atanan kendisinin, haberleşmesinin Hükümet tarafından kontrol edilmesi ve takip edilmesi nedeniyle istifaya mecbur olduğu ve amiri bulunan Gnkur. Bşk.nın da bu meseleye bir çare bulamamış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 104. Karaosmanoğlu’nun anılarında bu konuyla ilgili önemli tesbitler bulunmaktadır: Ankara ve İstanbul basını arasındaki gergin hava daha da artmıştı. ............ Bir yandan İstanbul basının feveranları, öte yandan da Meclisteki muhalif hizbin ardı arası kesilmeyen soru ve gensoruları ve bunlar nedeniyle çıkan acı tartışmalar, çoğu kez sen-ben kavgalarına yol açan kaşılıklı suçlamalar; başbakan İsmet Paşa’nı sabır ve tahammülünü aşıyor, taraftarları ile muhalifleri arasında şiddetli bir anlaşmazlık devam ediyordu. Böyle bir ortamda, HF’de esaslı bir tasfiye yapmak tedbiri pek çoğumuza bu anarşik durumdan kurtulmanın tek çaresi olarak görünmeğe başlamıştı. İçimizden ykılma tehlikesi ancak bu şekilde önlenebilirdi ve Cumhuriyet Hükümetinin devrim kanunlarını uygulamak için ihtiyaç duyduğu istikrar ancak Partideki amaç birliğine bağlıydı. Oysa HF, o zamanki haliyle bunun tam zıddı bir manzara gösteriyordu. Cumhuriyet ve Hilafet kaldırılmıştı ama bu iki kurumun leh ve aleyhinde tartışmalar hala devam edip gidiyordu. Bu tartşmala muhalefet hizbinin lideri sayılan Rauf Bey ile HF Genel Başkanı sıfatını taşıyan Hükümet Başkanı İsmet Paşa arasında ve bunların taraftarları arasında öylesine şiddetli bir şekil alıyordu ki TBMM bazı günler Fransız İhtilali önderlerinin birbirlerini bertaraf etmeye çalıştıkları Konvansiyon Meclisini andırıyordu. Üstelik TBMM’de yaşanan bu çatışmalar tam bir kördöğüşünü andırıyordu. …… O halde mesele ne idi? Mesele, Gazi’nin eski silah ve Millî Mücadele arkadaşlarıyla birleşmesi ve sadece İsmet Paşa’ya bağlanıp kalmamasıydı. Bunu Lozan Barış Antlaşması’nın imzalandığını haber vermek üzere, Gazi’yi, heyet hainde görmeye giden Hükümet Başkanı Rauf Bey ve arkadaşları açıkça ifadeden çekinmemişlerd. Rauf Bey bu ziyarette Gazi’ye ‘‘Paşam, bu başarı (Lozan Barış Antlaşması) başta siz olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşaların eseridir. Ben de aranızda bir arkadaşınız olarak çalıştım.’ der. Takiben Meclis İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa, Gazi’ye şunu sormuştu: ‘Şimdi senin havarilerin kimlerdi? Bunu anlayabilir miyiz?’ Yeni (dönemde) çalışmalarınızı paylaşanlar kimler olacaktır?’ Gazi de ‘Benim havarilerim yok. Ülkeye kimler hizmet ve liyakat kudreti gösterirse havarilerim onlardır.’ diye cevap verir. Bu kouşmalarda Rauf Bey’in Lozan Barış Antlaşması’ndan bahsederken İsmet Paşa’dan bahsetmemesi, Ali Fuat Paşa’nın sorusu altında İsmet Paşa’ya dokunur bir kinayenin olması HF’nı ve dolayısıyla Meclisi ikiye bölen faktörlerin en başında bir ‘İsmet Paşa allerjisini’ yer aldığını ispat etmez mi? Ve buna temelleri henüz yeni atılmış Türkiye Cumhuriyeti devletinin yapısında şimdiden birtakım yarıklar açan siyasî rekabetten başka ne mana verilebilirdi.? Üstelik bu rekabet ve iktidara geçme yarışı, her şeyden önce bir fikir ve ilke birliğine dayanması gereken devrim partisinin içinde başgöstermiş bulunuyordu. Bu düşüncelerle HF’nı tehdit eden hizipleşmeye karşı, çare bulmak üzere Çankaya’da gizli bir toplantı yapıldı. HF’den ihraç edilmesi düşünülen muhalif milletvekilleri belirlendi. Bu sayı o denli fazlaydı ki Gazi ‘Bu listeye göre bir tasfiye yaptığımız takdirde Mecliste azınlıkta kalacağız.’ der. …. Ancak muhalif bir parti kurmak üzere Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın peşpeşe Ordu Müfettişliği görevlerinden istifa etmeleri Gazi tarafından HF içinden muhalif unsurların ihraç edilmesi projesine de ihtiyaç bırakmamıştır. Bkz. Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 67-76. 254 olmadığı için ancak görevinden istifa ettikten sonra böyle bir görüşmenin mümkün olacağı kanaatine vardığını belirtir.754 Gazi de, Nutuk’ta, 30 Ekim günü II. Ordu Müfettişi Ali Fuat Paşa’nın Konya’dan geldiğinin kendisine bildirildiğini, eski silah arkadaşlarıyla aralarında büyüyen uçurumu kapatmak amacıyla, Ali Fuat Paşa’yı akşam yemeği için Çankaya’ya davet etmiş olduğunu, geç vakte kadar beklemesine karşın Ali Fuat Paşa’nın gelmediğini, onu aratırken Ali Fuat Paşa’nın Ankara’ya geldiğinde Rauf Bey tarafından Ankara İstasyonu’nda karşılanmış olduğunu, Millî Savunma Bakanlığına ve Gnkur.Bşk.lığına gitmiş olduğunu, orada bir süre Fevzi Paşa ile görüştüğünü, Fevzi Paşa’nın yanından çıkarken, O’nun yaverine, milletvekilliği görevine başlayacağı gerekçesiyle II. Ordu Müfettişliği görevinden istifa ettiğini belirten dilekçeyi bıraktığını belirtmektedir.755 Ali Fuat Paşa ise anılarında, Gazi tarafından yemek daveti için aratılmış olmasına rağmen kendisinin bulunamaması konusunda, kendisinin böylesi bir davetten haberdar olmadığını ve Gazi’nin etrafındakilerin kasten davetten kendisini haberdar etmediklerini ifade eder.756 Zürcher ise, Ali Fuat Paşa’nın Çankaya’ya davet edilmesi konusunda Gazi tarafından görevlendirilen kişilerin Ali Fuat Paşa’yı bulamadıklarının gerçekçi olmadığını, Ali Fuat Paşa’nın tanınmış bir milletvekili olan Saffet (Arıkan) Bey’in evinde kaldığı dikkate alındığında Paşa’nın bulunulamamış olmasının tuhaf olduğu, herş ey bir yana Ali Fuat Paşa gibi ünlü bir şahsiyetin o günlerin Ankara’sında bulunamış olduğuna ilişkin argümanın gerçekten çok gülünç olduğunu, bu durumun daha ziyade HF’ndaki radikal ya da İsmet Paşa yanlısı milletvekilllerinin, Cumhurbaşkanı ile HF’deki ılımlıların arasında bir uzlaşma olmasını önleme girişimine benzediğini, amaç bu ise başarılı olunduğunu, çünkü Gazi’nin, Ali Fuat Paşa’nın Çankaya’ya gelmemesini düşmanca bir tutum olarak değerlendirdiğini ifade edilmektedir.757 754 Cebesoy; a.g.e., s. 102-104. 755 Nutuk II, s. 486-487 756 Cebesoy; a.g.e., s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. 757 Zürcher; a.g.e., s. 66-67. Bu konuda dönemin canlı tanıklarından Gazi çizgisinde gazetecilik ve siyaset yapan Karasomanoğlu, hatıralarında önemli tespitlerde bulumaktadır. Karaosmanoğlu anılarında, Ali Fuat Paşa’nın 30 Ekim 1924 akşamı Gazi’nin Çankaya’daki yemek davetine iştirak etmemesi/edememesi üzerine Gazi’nin kendisine karşı bir Paşalar Komplosu olduğu sanısıyla ilgili olarak Gazi’nin ve kendisinin Ali Fuat Paşa’nın kandırıldığını ve siyasî ihtiraslarının esiri olduğunu düşünmekle yanıldıklarını ifade etmektedir. Karasomanoğlu anılarında bunları şu şekilde ifade etmektedir: Ali Fuat Paşa, kendisini Ankara İstasyonu’nda karşılayan muhalefet erkânından ayrılır ayrılmaz kendisi Moskova Büyükelçisiyken, Büyükelçilikte askerî 255 30 Ekim 1924 tarihinde Mecliste eleştirilerin sertleşmesi, aynı gün Ali Fuat Paşa’nın milletvekilliği görevine dönmek üzere II. Ordu Müfettişiliği görevinden istifa etmesi ve aynı akşam Gazi’nin Ali Fuat Paşa’yı Çankaya’da yemeğe davet etmesine rağmen Ali Fuat Paşa (böyle bir davetten haberdar olmadığını ve Gazi etrafındaki art niyetli kimilerinin kasıtlı olarak kendisini haberdar etmediğini belirtmesi nedeniyle)’nın Çankaya’daki yemek davetine gel(e)memesi üzerine, Gazi, kendisine karşı bir Paşalar Komplosu olduğu endişesine kapılır.758 Gazi’ye göre bu, bir yılı aşkın bir süredir kurulan bir komploydu ve komplocular da Ordunun desteğini kazanarak iktidarı elde etmeye çalışıyorlardı. Rauf Bey ataşe olarak görev yapmış olan Saffet (Arıkan) Bey’in evine gider. Saffet Bey, hem Gazi’nin yakınlarından, hem de Yemen’de birlikte görev yapmış olmaları münasebetiyle İsmet Paşa’nı yakın dostlarındandı. Ali Fuat Paşa, bu duruma rağmen, İstasyon’dan ayrıldıktan sonra doğruca Saffet Bey’in evine gitmekte hiçbir sakınca görmemiştir. Saffet Bey de o akşam Çankaya’ya davetlidir. Ali Fuat Paşa, Saffet Bey’e, o gün mutlaka Gazi’yi görmek istediğini belirtmiş, Gazi’ye karşı diğer politika arkadaşlarının yaptığı gibi küskün bir tavır almak kararında olmadığını ifade etmiş ve o akşam Köşk’e davetli olan Saffet Bey’den bu husuta kendisi için aracılık yapması konusunda ricada bulunmuştu. Fakat Ali Fuat Paşa geç vakitlere kadar beklediği halde bu ricasının yerine getirildiğine dair bir haber alamamıştır. Neden? Niçin? Ali Fuat Paşa (hatıralarında) bu olay üzerinde durmaz. En usta dedektifleri bie şaşkına düşürecek kadar karışık bir olaydı bu. Düşününüz bir kere; biri Devlet Başkanı, diğeri Ordu Müfettişi konumunda iki eski arkadaş o zamanın Ankara’sı gibi avuç içi kadar küçük bir kasabada birbirini arapıp buluşamıyor. Her ikisi arasında kalın ve ağır bir perde gerili duruyor. Kim germişti bu perdeyi. Hangi gizli eller.? Yıllar geçmesine karşın hiç kimse bunu kesin olarak bilememiştir. Gerçi o günlerde Meclis kulislerinde dolaşan bazı söylentiler, bu olayın İsmet Paşa’nın bir tertibi olduğu şüphesini uyandırıyordu. Fakat İsmet Paşa böyle bir oyuna neden tenezzül etsin ki? İsmet Paşa, Gazi ile Ali Fuat Paşa’nın görüşmelerini engellemekle ne kazanacakt? Ya da buluşsalardı bile İsmet Paşa bundan niye rahatsız olsundu ki? Bu sorulara muhalefet cephesinden gelenler şöyle cevap veriyordu. Ali Fuat Paşa, Konya’dan geldiğinde, ilk iş olarak, Gazi ile Rauf Bey, Kazım Karabekir ve Refet Paşa’nın arasını bulmağa karar vermişti. Bu konuda da Gazi’nin kendisi hakkında beslediği hislere güvenerek bu girişiminde başarılı olacağını ümit ediyordu. Kaldı ki adı geçen kişilerin muhalefeti doğrudan doğruya Gazi’ye yöneltilmiş değildi ve hepsinin de arzusu Gazi ile anlaşmaya varmaktı. Fakat böyle bir anlaşma İsmet Paşa’nın işine gelirmiydi? Gazi’nin Millî Mücadele ve eski silah arkadaşlarıyla arası düzelirse, İsmet Paşa artık devlet işlerinde ‘en gerekli’ ve ‘hizmeti ülkeye nimet yegâne vazgeçilmez adam’ vasfını kaybetmez miydi? İşte, Başbakan İsmet Paşa böyle bir kuruntu içindedir ki, ne yapmışsa yapmış, Gazi ile Ali Fuat Paşa’nın buluşup uzlaşmasını öneleyecek tedbirleri almıştır. Nitekim Refet Paşa bu görüşü, TBMM kürsüsünde şu şekilde ifade etmiştir: Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşlarının, sadece uygulama (icraat) konusunda aralarında meydana gelen görüş ayrılığından faydalanarak aralarını daha çok açmak ve kendilerini çok önemli birer şahsiyet göstermek fikrini takip eden insanların aynı tarz düşünüşün eser ve izlerini şimdi de (Hâkimiyet-i Milliye gazetsinde Y.K. Karaosmanoğlu, Cumhuriyet gazetesinde de Yunus Nadi tarafından) yazılan makalelerde görmekteyiz. ........ Bize ‘Rauf Bey ve şürekâsı’ diyorlar. Bunu reddederim. (Ortada) Sadece Mustafa Kemal ve arkadaşları vardır. Karaosmanoğlu, yine anılarında, bizzat yaşadığı bir olayla Gazi’nin Ankara’da birini aratıp bulduramamasının ne kadar imkânsız olduğuna değiniyor. Şöyle ki; Ankara’nın epeyce kalabalıklaştığı ve büyük bir şehir halini almaya başladığı yıllarda ailece İstanbul’da bulunduğu bir sırada, bir özel işi için birkaç günlüğüne Ankara’ya geldiğinde Ankara Palas Oteli’ne gittiğini, akşam yemeğinden sonra vaktini geçirmek için sinameya gittiğini, bu konuda otel görevlilerine de bilgi vermediğini, bununla beraber ne sihirdir, ne keramet, sinemada film başlayacağı sırada ışıklar henüz sönüp beyaz perdede gölgeler henüz harekete başladığında, karanlığın içinde birinin kulağına doğru eğilip ‘sizi Köşk’ten bekliyorlar.’ dediğini ifade etmektedir. Bkz. Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 64-67. 758 Tunçay; a.g.e., s. 101. Cebesoy; a.g.e., s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 248. 256 milletvekilleri arasında destek bulmaya çalışırken Kazım Karebekir Paşa ve Ali Fuat Paşa Ordudaki komutanları kendi yanlarına çekmeye çalışıyorladı. Sonunda Musul Bunalımı esnasındaki gelişmeler açısından, Ordunun teyakkuz haklinde bulunması gereken bir anda görevlerini terk etmişlerdi.759 Nutuk’ta da ifade edildiği üzere, Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın istifasını, generallerin Rauf Bey ile birlik olarak, Ordunun da desteğiyle kendisini devirmek için hazırladıkları büyük bir komplo gibi görür.760 Dönemi ayrıntılı olarak inceleyen Zürcher ise, (29.04.1924 tarihinde mebusluktan istifa eden) Refet Paşa’nın milletvekili olarak istifasını geri çekmesiyle birlikte, Meclisteki gensoru önergesinin ve Ordudaki istifaların, Anayasal bir muhalefetin en avantajlı şartlarda kurulabilmesi amacıyla, en azından Eylül ayından beri geliştirilen bir planın aşamaları olduğuna kuşku 759 760 Zürcher; a.g.e., s. 68. Nutuk II, s. 487. Jevakhoff; a.g.e., s. 248 ve Zürcher; a.g.e., s. 161-167. Gazi, Nutuk’ta bu konu hakkında şu ifadeleri dile getirmektedir: Bir sene evvelden Rauf Bey’in Hükümet Başkanlığından çekildiğinden beri, Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Rafet Paşa ve saire arasında bir tertip düşünülmüştür. Bunda muvaffak olabilmek için Orduyu ele almak lüzumlu görülmüştür. Bu maksatla Kazım Karabekir Paşa Birinci Ordu Müfettişliğine tayin olduktan sonra, eski komutanlık bölgesi olan, Doğu Vilayetlerinde dolaşırken, Ali Fuat Paşa da politikadan hazzetmediğini ve hayatını askerlik mesleğine vermek istediğini ileri sürerek, İkinci Ordu Müfettişliğine gitti. Üçüncü Ordu Müfettişi olan Cevat Paşa’nın bu Müfettişliğe bağlı kolordunun komutanı olan Cafer Tayyar Paşa’nın aynı tertibe katılabileceklerini kabul ettiler. İstifalardan önce, bazı kumandanların kendileriyle beraber hareketlerini sağlamak için çalıştılar. Harekete politika yolundan geçeceklerdi. Siyasî sahada ve Orduda hazırlıklarını kâfi addediyorlardı ……… İkinci Grup mensupları vasıtasıyla, bütün memlekette milleti aleyhimize kışkırtmak için çalışmak fırsatını buldular. Memleket içinde bazı gizli teşkilat ve teşebbüslere de geçtiler. İstanbul’da Vatan, Vakit, Tevhid-i Efkâr ve Son Telgraf ve Adana’da Abdülkadir Kemal-i Bey tarafından çıkarılan gazetelerle birleştiler. ……… Memleket kamuoyunda genel bir kargaşalık yarattılar. ……… İngiltere’nin ültimatomlarına, malum olduğu veçhile cevap verdik. Savaş ihtimalini göze aldık. İşte bahsettiğimiz kimseler, bu çetin anda, bir yabancı devletin bize hücum edeceği zamanda kendilerinin de bize hücum ederek, hedeflerine kolaylıkla varabilecekleri hayaline kapıldılar. Savaşa hazırlıklı bulundurmak zorunda oldukları Ordularını başsız bırakıp, vaktiyle hoşlanmadıklarını söyledikleri politika sahasına koştular. Bkz. Nutuk II, s. 487. Özdağ, Gazi’nin Nutuk’ta Paşalar Komplosu bahsiyle dillendirildiği olayın öznesi olan Paşaların, Gazi’nin söylemlerinin aksine iktidardan uzaklaşmamak için Orduyu kendilerine bağlamak üzere nasıl çalıştıkları konusunda pek açık bilgi olmadığını, ancak Gazi ve Cumhuriyet siyasal elitinin bahse konu Paşaları sıkı takip ve kontrol altına aldıklarına dair bilgilerin mevcut olduğunu, H.Rıza Soyak’ın da anılarında belirttiği üzere Hükümetin bahse konu komutanları kontrole başladığını, Gazi’nin Paşalar Komplosu diye nitelendirilen Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların Ordu Müfettişliklerinden. istifa ederek Meclise dönmelerinin, Gazi tarafından Ordunun ele geçirilmesi ve adı geçen Paşalara manevra alanı bırakılmaması üzerine yenilgiye uğradıklarını anlayan Paşaların muhalefete Mecliste devam etme kararı aldıklarını, fakat Gazi’nin bu istifaları duyduktan sonra gösterdiği tepkinin ve Ordudaki komutan milletvekillerinden (aynı zamanda milletvekili statüsüne de sahip olan komutanlardan) istifa etmelerini istemesi dikkate alındığında Gazi’nin dahi ilk adımda Ordunun ele geçirildiğini veya bilgisi dışında gelişen olaylar sonucunda Ordunun üzerindeki hâkimiyetini yitirdiği düşüncesiyle ve Paşaların istifasıyla Meclisteki muhalefetin müşterek bir komplo hazırladıklarını düşündüğünün anlaşıldığını, Paşaların Ordudan istifaları sonucu Ordunun tam anlamıyla Gazi’nin hâkimiyetine girdiğini ve Orduda Gazi’ye direnebilecek ve rakip olabilecek komutan kalmadığını ifade etmektedir. Bkz. Özdağ; a.g.e., s. 55-56. 257 olmadığı, öte yandan Rauf Bey ve diğerlerinin, Ordunun yardımıyla iktidarı elde etmeyi akıllarından bile geçirdiklerine inanmanın çok güç olduğunu, böyle bir şeyi düşünmüş olsalardı Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa’nın Ordudaki hâkim mevkilerini terk etmelerinin çok akılsızca bir adım olacağını, çünkü böylesi bir durumun (askerî görevlerinden ayrılmış olmaları nedeniyle Ordu üzerindeki etkinliklerinin azalacağı için) artık sadece subay arkadaşları arasındaki saygınlıklarına güvenmek zorunda kalmaları anlamına geleceği belirtilmektedir 761 Gazi’nin bir komplo olarak değerlendirdiği bu gelişmelere karşı tepkisi son derece hızlı ve etkili oldu. Gazi, Ordunun bu durumda oynayacağı kilit rolü dikkate alarak, Ordu üst düzeyinin kendisine bağlılığından emin olmak için harekete geçti.762 Gazi, Ordunun kesin olarak siyasetten uzak kalmasını sağlamak üzere harekete geçerek Fevzi Paşa ile Ordu Müfettişliği ve Kolordu Komutanlığı görevinde bulunan 7 generalden, Meclisteki milletvekilliği görevlerinden istifa etmelerini istedi. Fevzi Paşa da, buna uymak için milletvekilliğinden çekildi. Bunun üzerine Gazi, Ordu Müfettişliği ve Kolordu Komutanlığı görevinde bulunan 6 generali telgraf başına çağırtarak, kendilerine derhal TBMM Başkanlığına, milletvekilliğinden istifa ettiklerine dair telgraf çekmelerini emreder. İçlerinden sadece III. Ordu Müfettişi Cevat (Çobanlı) Paşa ile 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa’nın Ordudan ayrılarak yasama (milletvekilliği) görevini tercih edeceklerini belirtmeleri üzerine adı geçen komutanların askerî vazifelerine son verilir.763 Gazi tarafından Nutuk’ta Paşalar Komplosu olarak ifade edilen bu olaydan sonra, Orduda Gazi’ye muhalefet edebilecek hiçbir yüksek rütbeli komutan kalmamış ve Ordu üzerindeki denetimini pekiştirmişti. Refet (Bele), Halit, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Ali İhsan (Sabis) ve Cafer Tayyar Paşalar da siyasete atılmışlardı.764 Kayalı da, Orduda açık olan görevlere (kadrolara) kendi istediğini tayin ettirme ve diğer önemli mevkidekilerin istifasının 761 Zürcher; a.g.e., s. 67. 762 A.g.e., s. 67. 763 Cebesoy; a.g.e.; s. 105. Kinross; a.g.e., s. 461. Tunçay; a.g.e., s. 113. Nutuk II, s. 490-495. Jevakhoff; a.g.e., s. 248 ve Altay; a.g.e., s. 379-382. Yeni kabul edilen Anayasa’ya göre bir kişi üzerinde milletvekilliği ile devlet memuriyetinin birleşmesi mümkün değildi. Bu nedenle, bu durumda olan kişilerin bir tercihte bulunmaları gerekiyordu. Mustafa Kemal Paşa özellikle Ordu mensubu olan milletvekillerinin, milletvekilliğinden istifa ederek asli görevlerine dönmelerini istedi. Bkz. Koçak; a.g.m., s. 175 764 Mazıcı; a.g.e., s. 73-74. İlave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 110-113 ve Zürcher; a.g.e., s. 68. 258 sağlanılmasının, Ordu yoluyla muhalefet yapılması korkusunun bir tezahürü de olsa, temelde Orduyu, Gazi’nin mensup olduğu politik akımın destekçisi durumuna getirme sonucunu doğurduğunu belirtmektedir.765 Öte yandan, Gazi’nin emriyle, Millî Müdafaa Vekili tarafından, Ordu Müfettişliği görevlerinden istifa eden Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa’nın da istifa ettikleri askerî görevlerine devir ve teslim işlemlerini yapmadıkları gerekçesiyle (gensoru görüşmeleri tamamlanıncaya kadar) Meclise katılmalarının engellenmesi cihetine gidilmiştir.766 Bu çerçevede, Millî Müdafaa Vekilinden 31 Ekim 1924 tarihinde Ali Fuat Paşa’ya hitaben gönderilen tezkerede, Ali Fuat Paşa’nın, kendisinin yerine II. Ordu Müfettişliği görevine atanan ve halefi durumundaki Fahrettin (Altay) Paşa’ya görev devir ve teslimi yaptıktan sonra Meclisteki görevine dönebileceği bildirilmişti. Aynı gün Millî Müdafaa Vekili imzalı bir başka tezkere de Kazım Karabekir Paşa’ya gönderilerek, I. Ordu Müfettişliğine atanan Sait Paşa’nın Erzurum’dan Ankara’ya gelinceye kadar Kazım Karabekir Paşa’nın (26 Ekim 1924 tarihinde I. Ordu Müfettişliği görevinden istifa etmesini takiben 4-5 gündür Meclisteki oturumlara iştirak eden ve oy dahi kullanmış olmasına rağmen) Meclisteki görevine başlamaması ve Meclise katılmaması bildirilmişti. Ertesi gün de Gnkur.Bşk. Fevzi Paşa imzalı olarak II. Ordu Müfettişliğine gönderilen bir tezkerede, Ali Fuat Paşa’nın görev dönemine ilişkin tecrübe ve değerlendirmelerini içeren ve halefi Fahrettin Paşa’ya teslim edilmesi gereken görev devir ve teslim muhtıralarının ülke savunması ve seferberlik hazırlıkları bakımından çok önemli olduğu belirtilerek bunların halefine devri istenmişti. Ali Fuat Paşa, hatıralarında; ortada halefe devredilecek herhangi bir şey olmadığını, bahse konu muhtıraların II. Ordu Müfettişliği Karargâhında muhafaza edildiğini, Hükümetin, Kazım Karabekir Paşa ve kendisinin bir süre Mecliste bulunmamasını istenmesinin, İsmet Paşa Kabinesinin 30 Ekim’de başlayan ve daha ne kadar süre devam edeceği ve nasıl bir sonuca varacağı bilinmeyen bir gensoru dönemine tesadüf etmesinden ileri geldiğini ifade etmektedir. Görev devir ve teslim işlemlerinin tamamlanması sonucu Ali Fuat Paşa 10 Kasım’da Kazım Karabekir Paşa da ancak 23 765 Kayalı; a.g.e., s. 46. 766 Tunçay; a.g.e., s. 101. 259 Kasım 1924 tarihinde Meclise girebilmişti.767 Rauf Bey, Cumhuriyetten yana olduğunu bir kez daha ilân ederek arkadaşlarıyla birlikte bir askerî darbe hazırladığı iddiasını gülünç olarak niteledi. Ordunun siyasete karışmasına üzülenlerin başında kendisi geliyordu. Şimdi ülkeye bu kadar hizmette bulunmuşken, çıkıp da kendi başına hükümet kurmaya kalkacak değildi herhalde. Bütün istediği, Anayasa’ya göre Meclisin elinde bulunan iktidarın herhangi bir grubun tekeline girmesini önlemekti.768 İsmet Paşa 5 Kasım’da sadece gensoru konusunda değil, Hükümetin tüm icraatı ve düşünceleri konusunda geniş bir müzakere açılmasını teklif etmiş, bu teklif de Meclis tarafından kabul edilmişti. Hükümete ait çevreler, Kabinenin zayıf taraflarını kabul etmekle beraber, kuvvetli gensoru esnasında tasfiye yapılmayacağını, bunalımın aşılmasını takiben tasfiyeyi kendilerinin yapacağını etrafa yaymışlardı. 9 Kasım 1924 tarihinde yapılan güven oylamasında Hükümet, 147 milletvekilinden güvenoyu almış, 19 milletvekilinden de güvensizlik oyu almıştır. Güven oylamasında 1 kişi çekimser kalmış, 41 kişi de oylamaya iştirak etmemişti.769 Hükümeti eleştirme konusunda ön planda olanlar ve sonuçta HF Hükümetine güvensizlik oyu verenler artık CHF’de kalamayacaklardı. Hükümet yanlıları da bu milletvekillerinin tasfiye edilmesini istiyorlardı. Güven oylamasında 19 milletvekilinin Hükümete karşı güvensizlik oyu kullanması üzerine artık yeni bir partinin kurulacağı anlaşılmıştı. Yeni partinin de kimilerinin, bilhassa İsmet Paşa’nın beklediği gibi muhafazakâr bir fırka değil, aksine daha fazla yeniliğe taraftar bir fırka olarak meydana çıkmağa hazırlandığı 767 Cebesoy; a.g.e., s. 106-108. Kazım Karabekir Paşa’nın MSB’nın 31.10.1924 tarihli yazısına itirazî mahiyette Meclis Başkanlığına verdiği dilekçe için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. X, s. 20-21. Ancak bahse konu dilekçeye konu olan talep Meclis Başkanlığı tarafından kanbul görmemiştir. Araştırmacının notu. Nutuk II, s. 495-498. Kazım Karabekir Paşa ve Ali Fuat Paşa askerlik mesleğinden değil, Ordu Müfettişliği görevlerinden istifa etmişlerdi. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 114. 768 Kinross; a.g.e., s. 461. HF cenahında ise tek parola vardır: Cumhuriyeti savunmak. Recep Bey Şimdi işleyebileceğimiz en büyük hata tereddüt göstermek ve kararsız olmaktır. Kimse, bunun bizi nereye götüreceğini kestiremez. demektedir. Artık saygınlık ve eski arkadaşlık argümanı işe yaramaz. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. 769 Cebesoy; a.g.e., s. 108-111. Nutuk II, s. 499-526. Mango; a.g.e., s. 484. Tunçay; a.g.e., s. 101. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal (1922-1938), C. 3, s. 165 ve Zürcher; a.g.e., s. 71. 260 anlaşılıyordu. Bu arada CHF’nin radikalleri de karşı taarruza geçmişler ve Hükümeti sık sık tenkit edenler ve ona sık sık soru soranlar Cumhuriyet aleyhtarısınız Haydi şunu itiraf edinîz. şeklinde tertiplenmiş bir planla baskı yapmışlardı. Bu baskı politikası esnasında epeyce geniş olan muhalefet cephesi adeta çözülmüş ve Kabineden hesap sormayı unutmuştu. Cumhuriyet aleyhtarı diye teşhir edilenlerle bir görünmemek için zayıf ruhlu muhaliflerin çoğu tavır değişikliği yoluna gitmiş, Kabine çoğunluk kazanmıştı. Bu baskı manevrasının şiddeti kapsamında ancak ilkeli olanlar ilk aşamada, Kabineye güvensizlik belirterek HF’den ayrılacaklardır.770 9 Kasım 1924 tarihindeki güven oylamasında bu 19 muhalif oyu kullanan milletvekilleri, cumhuriyet tarihinde ilk kez siyasal muhalefeti oluşturan TpCF’nin kurucularıydı. Durum böyle olunca HF daha titiz ve duyarlı araştırma yoluna giderek, Fırka’nın prensiplerine yabancı görülen, hatta iki yanlı siyaset izleyen Rauf Bey’in HF’den ihracı düşünülmüştü. Rauf Bey de birliğin bozulduğunu ve bunu sürdürme imkânının kalmadığını anlayınca 10 Kasım 1924’te 10 arkadaşıyla, bundan üç gün sonra Ali Fuat Paşa ve Niğde milletvekili Hazım Bey, beş gün sonra Mersin milletvekili Besim Bey, İzmir milletvekili Şükrü Bey, Erzurum milletvekili Münir Hüsrev Bey, Eskişehir milletvekili Arif Bey, Afyon milletvekili Kamil Bey, bir hafta sonra Trabzon milletvekili Ahmet Muhtar Bey, Erzurum milletvekili Hoca Faik Efendi, 10 gün sonra Trabzon milletvekili Rahmi Bey, Saruhan milletvekili Abidin Bey, Kars milletvekili Ömer Bey, 12 gün sonra da Bursa milletvekili Osman Nuri Bey ve Ertuğrul milletvekili Halil Bey HF’den istifa ettiler. 26 Kasım 1924 tarihinde Kazım Karabekir, ertesi gün Eskişehir milletvekili Abdullah Azmi Hoca, 7 Aralık’ta da Edirne milletvekili Cafer Tayyar Paşa HF’den istifa etmişlerdi.771 HF’den ayrılan milletvekilleri, sık sık toplantılar yaparak, yeni bir partinin kurulmasına karar vermişlerdi. Parti’nin hedefi iktidara gelmek değil, muhalefet partisi kurarak iktidar ile birbirini tamamlayacak bir manzume teşkil etmekti. Yeni partinin Cumhuriyet adını alacağını duyan HF cenahı, 10 Kasım 1924 tarihinde HF’nin adının Cumhuriyet Halk 770 Cebesoy; a.g.e., s. 112-112. 771 Mazıcı; a.g.e., s. 79-80 ve Zürcher; a.g.e., s. 74. 261 Fırkası (CHF) olmasını kabul etmişti.772 CHF içinde başgösteren ayrılık nedeniyle Parti’nin tanınmış üyelerinden bazıları CHF’den ayrıldıktan sonra, 17 Kasım 1924 tarihinde Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası adı altında yeni bir siyasî parti kurdular.773 TpCF’nin başlıca kurucuları Ali Fuat, Kazım Karabekir, Refet Paşalar ile Rauf ve Adnan Beyler idi.774 Partinin temeli her ne kadar Birinci Gruba ve HF’ye dayansa da, sonradan değişik kesimlerden birçok grubun Parti’ye girdiği 772 Cebesoy; a.g.e., s. 113. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. Kocatürk; a.g.e., s. 425. Tunaya; a.g.e., s. 560 ve Mango; a.g.e., s. 485. Çeşitli vesilelerle monarşist olmakla suçlanan Rauf Bey liderliğindeki muhalefetin kendisini cumhuriyetle özdeşleştirecek bir isimde parti kurması ihtimalinin HF’nin radikal kanadı tarafından tahammül edilmez bir durum olarak yorumlanacağı kesindi. TpCF’nin 17 Kasım tarihinde kurulduğu dikkate alınırsa, 10 Kasım’da HF’nin isminin önüne cumhuriyet eklenerek CHF’ye dönüştürülmesine yol açan etken, muhaliflerin kuracağı partide cumhuriyet isminin kelimesinin geçeceğine dair söylentiydi. Bkz. Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, a.g.e., s. 77-78 ve Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 245-246. HF’nin isminin CHF olarak değiştirilmesi konusunda ilave bilgi için bkz. Okyar; a.g.e., s. 352 ve Zafer Toprak; Cumhuriyet Fırkasının İkinci Büyük Kongresi”, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 106, Ekim 2002, s. 43 ve Atay; a.g.e., s. 395. 773 Karpat; a.g.e., s. 59. Kocatürk; a.g.e., s. 425. Kongar; a.g.e., s. 143. Ahmad; a.g.e., s. 74. Aybars; a.g.e., s. 56-57. Türkdoğan; Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı,. s. 227 Tunaya; a.g.e., s. 606. TpCF’nin başkanı ve kurucuları için; Bu konuda Mango; Hepsi Türk milliyetçisi ve çoğu çağdaşlaşma yanlısıydı. Aralarındaki tek ortak nokta, Mustafa Kemal’in Başvekil İsmet Paşa aracılığıyla kullandığı iktidar tekeline karş çıkmaktı. demektedir. Mango; a.g.e., s. 485. Alkan, TpCF’nin ortaya çıkmasındaki ana sebep olarak, CHF’nin iç siyasette Tek Partili egemenliği tesis etmek arzusuna muhalefet olduğu kadar, Millî Mücadelede emeği ve kıdemi bulunan TpCF kurucularının yeni siyaset sisteminden dışlanması olarak da yorumlanabileceğini ifade etmektedir. Bkz. Ahmet Turan Alkan; “Meşrutiyetten Cumhuriyete Ordu ve Siyaset İlişkileri”, Türkler, C. 14, s. 778. Kandemir; a.g.e., s. 141. Zürcher de, TpCF’nin kuruluş dilekçesi Dahiliye Vekaletine götürüldüğü zaman CHF’nin keskinliğiyle ünlü isimlerinden biri olan Recep (Peker) Bey Dâhiliye Vekili olup, Recep Bey’in TpCF delegasyonunu nezaketle, hatta dostça karşılaması ve kayıt işlemleri sırasında hiçbir güçlük çıkarmamasının oldukça şaşırtıcı olduğunu belirtmektedir. Bkz. Zürcher; Terakkîperver Cumhuriyet Fırkası, s. 79. 774 Kocatürk; a.g.e., s. 425 ve Kandemir; a.g.e., s. 141. TpCF’nin önderlerinden Ali Fuat Cebesoy, TpCF’nin kuruluş sebeplerini şu şekilde ifade etmektedir: (sedeleştirilerek yazılmıştır) Cumhuriyetin ilânından sonra, benim görüşüm, kurulacak olan partilerden birinin başında değil, bütün partilerin üstünde Atatürk'ün bulunacağı düşüncesiydi. Hâlbuki Atatürk ülkede gerçek bir reform ve kalkınma yapacak bir partinin başında bulunmayı çok arzu ediyordu. Bu isteğini yerine getirdi. Cumhuriyet Meclisinde yalnız onun partisi vardı. Atatürk gibi tarihî bir lidere karşı hiç kimse parti kurmaya cesaret edemiyordu. Bu yüzden, Hükümet Meclis denetiminden mahrum kalmıştı. Bu durum çok devam edemezdi. Düşündük; ülkede son bir hizmet daha yapabilmek için, o zaman işgal ettiğimiz önemli mevkileri bırakarak, sırf BMM’de denetim durumunda kalmak şartıyla 'Cumhuriyet' ismini verdiğimiz bir parti kurduk. O zamanki Cemiyetler Kanunu gereğince, dışarıda teşkilâtı olmayan bir parti kurulamazdı. Biz de, yalnız İstanbul'da bir teşkilât yaparak, Terakkîperver Cumhuriyet Fırkasını kurduk. Meclisten bize 80 kadar mebus gelmek istediyse de, bizim hedefimiz iktidara geçmek değil, aksine muhalefette kalmaktı. Bunun için 38 kişi ile yetindik. Bu 38 kişi aynı zamanda kayıtsız şartsız Atatürk ilkelerini kabul etmiş kimselerdi. HF, anlamadığımız bir sebepten dolayı, bir (bu) isim altında parti teşkil edilemeyeceği hakkında bir kanun çıkarttı ve kendisine CHF adını verdirdi. Pek tabiîdir ki, bunun üzerine biz de TpCF ismini aldık. Bkz. Muhittin Nalbantoğlu; “Cumhuriyet Devrinde İlk Muhalefet Partisini Kuran Ali Fuat Paşa Anlatıyor (2)” Yeniçağ, 1.5.2006. 262 görülmektedir.775 TpCF, İstanbul basını (Vatan, Tanin ve Tevhid-i Efkâr gazeteleri) tarafından geniş ölçüde destekleniyordu.776 TpCF’nin kurulması aşamasında CHF, artık milletvekillerinin izinsiz gensoru veremeyecekleri hakkında bir karar vermişti. CHF’nin bu kararıyla, hem iktidarın, hem de muhalefetin denetim yapma silahı elinden alınıyordu. CHF tarafından ayrıca, yeni Fırkayı teşkil edecek milletvekillerinin de, milletvekilliğinden çekilmesi istenmişti. Ali Fuat Paşa anılarında, bu milletvekillerinin Müdafaa-i Hukuk adayı olarak seçildiklerini, Müdafaa-i Hukuk ilkelerinden ayrılanların bu milletvekilleri değil, CHF mensupları olduğunu belirtmektedir.777 Yine Ali Fuat Paşa’nın anılarında, yeni partinin demokratik olduğu kadar yenilikçi, yapılan ve yapılacak inkılâplar taraftarı olmasına çok dikkat edildiğini, bu nedenle parti mensubu milletvekili mevcudunun 30’dan fazla olmamasına karar verildiğini, muhafazakâr milletvekilleri de partiye alındığı takdirde yeni partinin mevcudunun 80’i bulacağını, bütün gayelerinin iktidar ile muhalefetin birlikte çalışmasını sağlamak olduğunu ve iktidara gelmek için parti kurmadıklarını ifade etmektedir.778 Gazi, TpCF’nin kurulması üzerine Bırakınız, karşımıza çıksınlar, memleket işlerini münakaşa edelim ve bizim Meclisimizde de iki parti olmalı, hükümeti denetleme sistemi kurulmalı ve medeni ülkelerin parlamentolarına benzemeliyiz diyordu.779 Gazi’nin ümidi, iktidar-muhalefet ilişkilerini medenî bir şekilde yürüterek Meclisi olumlu bir şekilde çalıştırmaktı. Fakat CHF’nin radikal kanadının, Mecliste teşkilatlanmış bir muhalefetin bulunmasını kabul etmediği, TpCF’lileri de mürtecî ve Cumhuriyet düşmanı olarak gördüğü kısa sürede anlaşılacaktı.780 Ancak, Tunçay, TpCF’nin kurulduğu gün basına açıklanan parti beyannamesi ve programının, özünde gerek siyasal, gerekse de ekonomik anlamıyla, liberal demokrasiyi savunan belgeler olduğunu, 1924 yılı sonlarında siyaset 775 Bayram Bayraktar; Muhammet Karakaş; Hasan Özsoy; Çağdaş Türkiye Tarihi, İnkilap Kitabevi, İstanbul 2002, s. 201. 776 Timur; a.g.e., s. 70 ve Tunçay; a.g.e., s. 107. 777 Cebesoy; a.g.e., s. 116. 778 A.g.e., s. 115-116. 779 Hüsrev Tökin; Türk Siyasî Tarihinde Siyasî Partiler ve Siyasî Düşüncenin Gelişmesi, İstanbul 1965, s. 70. 780 Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 40 ve Nutuk II, s. 528-532. 263 sahnesinde bulunan iki partiden, diktacı İttihat ve Terakkî geleneğine hiç şüphesiz ki CHF’nin daha yakın olduğunu ifade etmektedir.781 Ayrıca, Gazi’nin çevresinde bulunan şahsiyetlerden F.Rıfkı Atay da Çankaya isimli kitabında; TpCF’nin ciddî ve büyük bir hareket olduğunu, halk, hatta o devrin aydınları arasındaki karşılığının devrim ideolojisinin karşılığından çok daha esaslı olduğunu, kendisinin TpCF’yi kuranlarla aynı fikirde olmadığını, fakat bu fikrî ayrılığın bizleri tarihî yanlış görmeye ve göstermeye, TpCF’nin başındaki ve içindeki ve etrafındaki şahsiyetleri mahalle mekebi kıskançlığı veya sadece şahsî hırs ve hesaplar üzerinde üzerinde yürüyen basit kimseler gibi teşhir etmeye sevk etmemesi gerekiğini dile getirmektedir.782 TpCF’nin 64 maddelik tüzüğünün ilk 3 maddesi, partinin hedeflerini içermekte, diğer maddeleri ise partinin teşkilatıyla ilgiliydi. Tüzüğün ilk maddesi şu şekildeydi: TpCF milletin tecelli eden sarih ve katî iradesi veçhîle, hâkimiyetin kayıtsız şartsız kendisinde olduğunu ve mukadderatına bizzat vaz-ı-ül-yet bulunduğu esasına istinaden, cumhuriyet idaresini takviye etmek ve kanunların seyyanen tatbikini temin ve istikrar ve emniyeti teyit ve tezyit eylemek ve teceddüt ve tekâmül esaslarıyla milleti muasır medeniyette bir refah mevkiine ulaştırarak esbabını hazırlamak maksadıyla teşekkül etmiştir. Tüzüğün diğer maddeleri de özet olarak şunları içermekteydi: Türkiye devleti halkın egemenliğine dayanır (bir) cumhuriyettir. Liberalizm ve demokrasi Fırka’nın ana mesleğidir. Anayasa milletten açık izin almadıkça değiştirilemez. Fırka, düşünce ve dinî inançlara saygılıdır. 783 781 782 783 Tunçay; a.g.e., s. 104. TpCF’nin kuruluş beyannamesi için bkz. Zürcher; a.g.e., s. 167-169. Atay, a.g.e., s. 396. Mazıcı; a.g.e., s. 80-81 ve Karpat; a.g.e., s. 59. TpCF’nin programının liberal bağlamda değerlendirilmesi konusunda bilgi için bkz. Mustafa Erdoğan; Aydınlanma, Modernlik ve Liberalizm, 1. Baskı Orion Yayınevi, Ankara 2006. s. 159-160 ve Tunaya; a.g.e., s. 616-620. TpCF’nin programında göze çarpan en önemli nokta: gerek siyasal, gerekse de ekonomik alanda liberal demokrasiyi savunan bir belge olmasıdır. Ayrıca partinin programındaki 6’ıncı madde göze çarpmaktadır. Bu maddede : Fırka efkâr ve itikadat-ı dinîyeye hürmetkârdır. denmektedir. Yani partinin fikirlere ve dinî inançlara saygılı olduğu belirtiliyordu. Bu madde ileride TpCF’nin başına sorunlar açacaktır. CHF bu maddeyi laiklik karşıtlığı olarak yorumlayacaktır. Bkz. a.g.tez, s. 100-101. Kimi yazarlar TpCF’nin programında yer alan Fırka, fikirlere ve dinî inançlara saygılıdır. şeklindeki maddenin Parti’nin irtica yanlısı olduğuna dair bir karine teşkil ettiğini dile getirmektedirler. Oysa 1924 Anayasası’nın 2’inci maddesi Türkiye Devletinin dini İslâmdır: Resmî dili Türkçedir; makkarı (başkenti) Ankara şehridir. şeklindedir. Öte yandan İnönü (1968 yılında gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı mülakatında), TpCF programında yer alan bu maddenin, İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet tarafından mübalağalı bir şekilde yorumlandığını belirtmektedir. Bkz. Abdi İpekçi; İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, Genişletilmiş Birinci Basım, Dünya Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 20. 264 TpCF muhalefet kontrolü olmaksızın yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin TBMM’de toplanmasının otoriter bir idare doğuracağı düşüncesindeydi. Bunun için parti, birkaç kişinin oligarşik gayelerine karşı koyarak ferdî hürriyetleri korumak amacındaydı.784 Bu sözlerle hiç şüphesiz merkeziyetçi ve otoriter bir yönetimi öngören Cumhurbaşkanı ile taraftarları kasdediliyordu.785 TpCF’nin programı önemli noktalarda CHF’den ayrılıyordu: TpCF liberaldi, hür girişim yanlısıydı ve yabancı semayeye karşı değildi. Geleneklere ve dinî inançlara saygı gösterilmesini, seçimlerin tek dereceli olmasını, Cumhurbaşkanının tarafsızlıktan ayrılmamasını, yargıçlara teminat tanınmasını ve yerinden yönetim ilkesinin kabul edilmesini istiyordu. Basın hürriyeti vaat ediyordu. Devrimci değil, evrimci idi. Kurucuları da demokratik zihniyetli vatansever kişilerdi.786 TpCF’nin programı liberal ve demokrattı. Parti aynı zamanda laik bir idarenin taraftarıydı. Milletten vekâlet alınmadıkça yeni inkılâplar yapılmayacak, fakat yapılan inkılâplar da halka iyice hazmettirilecekti. Anayasada hiçbir şekilde değişiklik yapılmayacaktı.787 Cumhurbaşkanının, CHF’den istifa etmeyeceği kısa bir süre sonra anlaşılmıştı. Ancak CHF Genel Başkanlığı Vekâletini, İsmet Paşa üzerine almıştı. 22 Kasım 1924 tarihine kadar CHF’den istifa edenlerin toplamı 32’ye ulaşmıştı. Bunlardan dördü bağımsız olacağı için TpCF’nin mevcudu 28 idi.788 784 TCF’nin kuruluş beyannamesi içn bkz. Tunaya; a.g.e., s. 615-616. 785 Karpat; a.g.e., s. 59 ve Timur; a.g.e., s. 69-70. 786 Feridun Ergin; K.Atatürk, Duran Ofset ve Matbaacılık 1978, s. 156-157. İlave bilgi için bkz. Türkdoğan; a.g.e., s. 228. Gazi’nin TpCF’nin programına ilişkin düşünceleri, Nutuk’ta TpCF ve en hain kafaların eseri olan programı başlığı altında detaylı olarak ifade edilmektedir. Bkz. Nutuk II, s. 531-533. Cebesoy da siyasî hatıralarında her iki fırka arasındaki başlıca farkları şu şekilde ifade etmektedir: TpCF halkçılığa daha yakındı. CHF’nin toplantıları gizli, TpCF’nin ise alenî ydi. O dönemde Avrupa’daki fırka toplantıları aleniydi. Demokrasinin en büyük düşmanı gizliliktir. TpCF’de altı adet ihtisas komisyonu vardı. CHF’de ise böyle bir şey yoktu. Bkz. Cebesoy; a.g.e., s. 121. 787 Cebesoy; a.g.e., s. 119. Zürcher, TpCF’nin, Kemalist rejimin daha radikal ve otoriter eğilimlerine karşı, ılımlı ve Batı tipi liberal bir alternatifi temsil ettiğini belirtmektedir. Bkz. Zürcher; Millî Mücadelede İttihatçılık, s. 248.. 788 Cebesoy; a.g.e., s. 121-122. 265 Parti programını düzenlemeye karar veren CHF, mücadele araçlarını değiştirmeye başlamıştı. Şahsî hücumlar yerine, CHF’den kopuşun sebeplerini şüpheli göstermek yoluna gidilmişti. CHF mensupları, dünkü inkılâp arkadaşlarıyla mücadelelerinde; bir yandan dünkü arkadaşlarının cumhuriyet ve demokrasiyi tehlikeye maruz bıraktıkları ifade edilirken, diğer yandan da TpCF mensuplarının cumhuriyet ve hürriyetten zarar gören hoşnutsuzları etraflarına topladıkları şeklinde asılsız ve çok zararlı şayialar çıkarmaktan ve söylemekten çekinmemişlerdi.789 Gazi, CHF’nin içinden çıkarak muhalefete bürünen bu meydan okumayı otoritesine yöneltilmiş bir tehdit olarak algıladı. Cumhurbaşkanı bu muhalefete sert bir şekilde cevap vermeyi düşündüyse de CHF içindeki ılımlılar tarafından yatıştırıldı. Sertlik yanlısı olarak bilinen İsmet Paşa, ülkede tansiyonun düşürülmesini için sıkıyönetim ilan edilmesine ilişkin teklifinin CHF grubunda reddedilmesi ve aynı zamanda o dönemde de ağır hasta olması nedeniyle Başvekaletten istifa eder. İsmet Paşa’nın istifası üzerine, partinin liberal kanadının önderi olan Fethi Bey Başvekil olarak görevlendirilerek CHF’den daha fazla kopma engellendiği gibi gibi liberaller de yatıştırıldı.790 İsmet Paşa’nın 21 Kasım 1924 tarihinde istifa etmesi üzerine, ertesi gün Fethi Bey Başvekil olarak görevlendirildi ve yeni Kabineyi kurdu.791 İsmet Paşa’nın yerine Fethi Bey’in Başvekil olması, sadece bir Başvekil değişikliği değildi. Bu değişikliğin genel hayatta da bir zihniyet değişikliği olmasına dair pek çok ihtimal vardı. Hürriyet, usül ve kanun taraftarlığı Fethi Bey’in siyasî şahsiyetinin belirgin özellikleriydi. Ancak Fethi Bey’in bu değerleri sürekli kılmak için uygun ortam bulması ise 789 A.g.e., s. 122. 790 Ahmad; a.g.e., s. 75. Tunçay; a.g.e., s. 104 ve Karaosmanoğlu; a.g.e., s. 76-77. Kimi yazarlar, İsmet Paşa’nın Başbakanlık’tan kendisinin istifa ettiğini, istifa sebebinin de, 21 Kasım’da HF Meclis Grubunun yaptığı gizli toplantıda, tüm ülkede sıkıyönetim ilan edilmesine yönelik teklifinin kabul edilmemesi olduğunu belirtmektedirler. Bkz. Mango; a.g.e., s. 485-486. Tunçay, a..g.e., s. 486 ve Demirel; a.g.e., s. 602-603. 791 Kocatürk; a.g.e., s. 425. Cebesoy; a.g.e., s. 122. C. 3, s. 206. Doğuda kıpırdanmalar nedeniyle Başbakan İsmet Paşa, CHP Grubundaki sıkıyönetim ilan edilemesi önerisi mebuslar tarafından reddedeceklerdir. Benim burnuma barut ve kan kokuları geliyor, inşallah ben yanılmışımdır. diyen Gazi, sertlik yanlısı İsmet Paşa’nın istifasını kabul eder ve daha ılımlı olan Fethi Bey’i Hükümeti kurmakla görevlendirilir. Bkz. Gülcan; a.g.tez, s. 101-102. Özdağ, Fethi Bey’in TpCF lider kadrosundan (Karabekir, Cebesoy, Orbay, A.Adıvar) partiyi feshetmelerini istemesini ve aksi halde kan döküleceğini belirtmesinin gerçekte Gazi’nin TpCF önderlerini tehdit etmesinden başka bir şekilde yorumlanamayacağını belirtmektedir. Bkz. Özdağ, Ordu ve Siyaset İlişkisi (Atatürk ve İnönü Dönemleri), s. 60. 266 şüpheliydi. Çünkü Fethi Bey’e asıl yıkıcı hücumlar, bilahare kendi partisinden gelecekti. CHF, Fethi Bey başkanlığındaki kendi Hükümetine ittifakla güvenoyu vermişti. TpCF de kanun hâkimiyetini sağlamak için çalışacak olan Kabineye güvenoyu vermişti. Gazeteler de Fethi Bey Hükümetine destek verir bir tavır almıştı. İktidar için bundan daha uygun şart olamazken hiç kimse istikrarın başladığı ve devam edeceği konusunda emin değildi. Hoşnutsuzluğun sebebi CHF’nin belli bir kesimine mensup dimağlarda devlet ve ülke menfaati ile politika menfaatlerinin çatışıyor olmasıydı. CHF içindeki radikaller kanunların üstünde keyfî bir siyasî tekel sahibi olmak istiyorlardı. Meclisten ittifakla güvenoyu alan Fethi Bey Kabinesi sadece içeride keyfî usullere karşı olanları memnun etmekle kalmamış, dışarıda da güven uyandırmıştı. Ancak CHF içindeki radikaller Fethi Bey Kabinesinin huzur ve istikrarı hedefleyen dengeli siyasetini beğenmiyorlardı. HF adeta radikaller ve ılımlılar olarak ikiye bölünmüş ve Fethi Bey Hükümetinin de devamı, ılımlıların radikallere üstün gelmesine kalmıştı. CHF’deki radikaller kendi sabit fikirlerinin, hırs ve kızgınlıklarının içinde yaşayan insanlar olmuştu. İktidarın tekelci ve radikal kesimi ülkede istikrar ümitlerinin uyandığını hissedince, durumu karıştırmak için türlü türlü şayialar çıkartmaya başlamışlardı. Fethi Bey Kabinesinin TpCF tarafından beğenilmesi bile iktidar partisi mensuplarından bazılarını kızdırmıştı.792 İsmet Paşa’nın 1924 yılının son günlerinde vefat eden kayınvalidesinin cenaze törenine iştirak eden ve bu tören esnasında İsmet Paşa’ya taziyede bulunan Cumhurbaşkanının, taziye esnasında karşılaşmış olduğu Başvekil Fethi Bey ve Doktor Adnan (Adıvar) Bey’e hal-hatır sorduktan sonra konuşmalarının arasında, Türkiye’de de partiler ve parlamento hayatının başlamasından dolayı memnuniyet duyduğunu ifade etmesi Fethi Bey gibi ılımlı ve dengeli siyaset taraftarı olanlar için ümit verici olmuştu.793 Bu konuda genel arzu da Cumhurbaşkanının, Devlet Başkanı olarak olabildiğince faal olması ve harabe halindeki ülkenin mamur hale dönüştürülmesi konusunda yüksek şahsiyetinin rehberliğinden ülkenin 792 Cebesoy; a.g.e., s. 122-129. Jevakhoff; a.g.e., s. 249. TpCF ile CHF arasındaki ilişkilerde de ikili bir durum vardı. Herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus Fethi Bey’in, CHF’nin İsmet Paşa kanadından daha liberal olduğudur. Bu nedenle TpCF, Başbakan Fethi Bey’in kabinesine güvenoyu vermiştir. Özetlemek gerekirse; ülkede askerî aydın gruplar arasındaki çatışma dışında, askerî aydınlar ile CHF’nin sivil kanadı arasında ve askerî aydınlar ile İkinci Grup ve İttihatçılar arasında da çatışma vardır. Bkz. Kayalı; a.g.e., s. 48. 793 Cebesoy; a.g.e., s. 130. 267 azamî derecede faydalanmasıydı. Fakat Gazi’nin politik faaliyetlere karışması, harabeyi mamureye dönüştürme işini hızlandırmazdı. Bu konuyla ilgili olarak Gazi’nin The Times gazetesinde yayınlanmadan önce Ankara’da yayınlanan bir mülakatının bazı önemli noktaları ülkede dengeli ve ılımlı siyasetin hakim olmasını arzu edenleri çok sevindirmişti. Gazi bahse konu mülakatı esnasında, muhabirin sorularına karşı bir diğerini kontrol edecek partilerin varlığını, millî hakimiyet ve bilhassa Cumhuriyet idaresine sahip bir ülke için normal gördüğü, bu doğal duruma karşı kendi durumunun doğal olmaktan başka bir şey olamayacağını, TpCF’nin programında mevcut maddelerde, CHF’nin ilkelerinin dışında ve münakaşa konusu olmaya değer esaslı bir fikir ve prensip görülmediğini, fikir ve dinî inançlara saygılı olmanın öteden beri doğal ve genel bir anlayış olduğunu, bunun aksini düşünmek için sebep olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe olmadığını, CHF’ye olan geleneksel bağını korumakla beraber bir Cumhurbaşkanının partilerin üstünde olması esasını kabul ettiğini, ancak Cumhurbaşkanlığı süresinin bitiminde Partisiyle beraber ve Partisinin başında bizzat çalışacağını ifade etmişti. Bu mülakatta ortaya konulan prensip uygulanacak olursa genel hayatı belirsizlik içinde bırakan ortak bir rehberin başkanlığı altında ahenk ve görüş birliği oluşmasına engel olan bir unsur giderilmiş olacaktı. Gazi, özellikle diğer sorulara verdiği cevaplarda, yeni partinin programını, kendisinin mensup olduğu partinin (CHF’nin) programından farklı görmemekte olduğunu belirtmişti.794 1925 yılı Ocak ayı başında İstanbul Belediye Başkanının halk tarafından seçilmesi konusundaki Bakanlar Kurulunun aldığı karara muhalif kalan İçişleri Bakanı Recep Bey istifa etmiş, ardından da CHF Genel Sekreterliğine getirilmişti. Fethi Bey ile Recep Bey arasındaki anlaşmazlık sadece İstanbul Belediye Başkanının seçimle göreve gelmesinden ibaret değildi. Recep Bey’in şiddet taraftarı olmasına karşın Fethi Bey huzur ve istikrarı hedef almıştı. 10 Ocak 1925 tarihinde toplanan CHF Grubu 11 Ocak 1925 tarihinde 794 Cebesoy; a.g.e., s. 131. Jevakhoff; a.g.e., s. 250. Kocatürk; a.g.e., s. 426. Kayalı; a.g.e., s. 47. Türkdoğan; a.g.e., s. 229 ve Ergun Özbudun; “Atatürk ve Demokrasi”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara 1998, s. 120. Kuruluşundan itibaren Gazi, TpCF’ye pek olumlu bakmıyordu. 11 Aralık 1924 tarihinde Times’ın İstanbul muhabirinin yazılı sorularına verdiği yanıtta TpCF ile ilgili şunları söylüyordu. Terakkîperver Fırkanın programında mevcut fırkanın ilkelerinin dışında tartışma konusu olmaya değer esaslı bir prensip ve fikir görülmüyor. Oysa TpCF’nin bir programı olmasına rağmen CHF’nin henüz bir programı yoktu. Bkz. Gülcan, a.g.tez, s. 101-102. 268 Dahiliye Vekaletindeki değişiklik nedeniyle Fethi Bey ile Recep Bey arasında bir anlaşmazlık olamadığı vurgulanarak, CHF olarak kamuoyuna birlik ve beraberlik mesajı verildi. Ancak bu tebliğden iktidar partisinin bir buhran geçirmekte olduğu anlaşılıyordu. Recep Bey’in istifasından sonra CHF Meclis Grubundaki ılımlılar daha homojen bir grup haline gelmişler ve bunların Parti içindeki aşırılarla olan ilişkileri daha da azalmıştı. Görünüşte CHF Meclis Grubunda anlaşmazlık olmadığı ifade edilmekle birlikte anlaşmazlık için için devam etti.795 17 Kasım 1924 tarihinde kurulmasının ardından geçen 2,5 aylık zaman zarfında TpCF Ankara, İstanbul, İzmir, Samsun ve Sivas’ta örgütlenmişti. Doğu illerinin çoğunda devlet iktidarı, valiler ile birkaç sekreterden ibaret durumda ve halk da fevkalade cahil olduğu için bu illerde teşkilatlanmak düşünülmemişti. Sadece, daha önce Urfa’da mutasarrıflık 796 yapmış dürüstlüğü ve liyakatıyla tanınmış bir şahıs, inceleme yapmak üzere Doğu illerine gönderilmişti. TpCF her tarafta büyük bir rağbet görmesine karşın, parti programının ve hedeflerinin halka anlatılması konusunda acele edilmememişti. İlk aşamada özellikle çok muhafazakâr çevrelerde fırkanın görüşlerinin anlatılması yeterli görülmüştü797 13 Şubat 1925 tarihinde Doğu Anadolu'da Şeyh Sait İsyanı798 patlak vermiş ve asiler 23 Şubat 1925 tarihinde Elazığ’a kadar ilerlemişlerdi. İsyan bölgesinde ve civarında sıkıyönetim ilan edildi. İsyan üzerine TpCF, hükümete destek vermiş ve Hükümetin sıkıyönetim ilan etmesini de doğru bulduğunu belirtmiştir. 799 795 Cebesoy; a.g.e., s. 129. 796 Mutasarrıf, (Tanzimat Döneminden itibaren mülki teşkilatta yer alan ve) vali ile kaymakam arası idare memurları. Bkz. Şemseddin Sami, Temel Türkçe Sözlük (Sadeleştirilmiş ve genişletilmiş Kamus-ı Türkî), Karakuşak Basın Yayın Limited Şti, İstanbul 1985, s. 915. 797 Bayraktar; Karakaş; Özsoy; Çağdaş Türkiye Tarihi, s. 201 ve Cebesoy; a.g.e., s. 147. 798 Şeyh Sait İsyanı için bkz. Metin Toker; Şeyh Sait ve İsyanı, 2. Baskı, Bilgi Yayınevi, Ankara 1994. Uğur Mumcu; Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925. Toynbee; Türkiye ve Avrupa, s. 228-230. Nurer Uğurlu; Kürtler ve Şeyh Sait İsyanı, Örgün Yayınevi, İstanbul 2006. Ahmet Süreyya Özgeevren; Şeyh Sait İsyanı ve Şark İstiklâl Mahkemesi, Temel Yayınları, İstanbul 2002. Behçet Cemal; Şeyh Sait İsyanı, Sel Yayınları, İstanbul 1995 ve İba; a.g.e., 136-138. 799 Ahmad; a.g.e., s. 75. Cebesoy; a.g.e., s. 148-149. Kinross; a.g.e., s. 465. Jevakhoff; a.g.e., s. 251-253 ve Kocatürk, a.g.e., s. 429-430. Öke, ayaklanmanın yarattığı ortamdan yararlanan İngiltere’nin Musul Sorunu’nu bir oldu-bittiye getireceğini, dinî ve millî motiflerin yan yana kullanıldığı Şeyh Sait İsyanının ardında İngiltere’nin bulunup bulunmadığının da henüz aydınlanamamış olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mim Kemal 269 Fethi Bey 25 Şubat 1925 tarihinde Kazım Karabekir Paşa, Rauf Bey ve Doktor Adnan Bey ile görüşür ve onlara (belli ki Cumhurbaşkanından aldığı bir talimat uyarınca) Size partinizi kendi kendinize dağıtmanızı tebliğe beni görevlendirdiler. Dağıtmazsanız geleceği çok karanlık görüyorum. Kan dökülecektir. der. Bunun üzerine Kazım Karabekir Kanun dairesinde parti kurmak etmek elimizdedir. Fakat bunu dağıtmak elimizde olmayan bir şeydir. Hükümetsiniz. Her türlü kuvvetiniz ve türlü vasıtalarınız vardır. Partimizi derhal dağıtmayı arzu ediyorsanız onu yapmak elinizdedir. der. Fethi Bey de Sizinle bu şekilde konuştuğuma çok üzgünüm. Bilirsiniz ki ben her türlü örfi muamelelerin aleyhindeyim. Azınlıkta kalacağımdan korkuyorum. der. Bilahare ülkenin genel durumu üzerinde de görüşülmüş, Kazım Karabekir ile arkadaşları Doğudaki isyanı bastırmak için Hükümetin isteyeceği her şeyi memnuniyetle yapacaklarını bildirmişler, Fethi Bey de Doğudaki isyanın bastırılması için başlanmış olan harekatın iyi geliştiğini ve yeni bir tedbirin alınmasına gerek olmadığını söylemiş ve isyan bölgesi dışında sükûn ve sükûnetten başka bir şey olmadığını ifade etmiştir.800 Bu sırada iç politikada önemli değişiklikler meydana geldi. 2 Mart 1925 tarihinde CHF toplantısında milletvekillerinden dördü radikal, altısı da ılımlı tavır almıştı. Fethi Bey her iki tarafın da görüşlerini dinledikten sonra ılımlıların görüşünü savundu. Milletvekillerinden bazıları radikallerin, bazıları da ılımlıların tarafını tuttu.801 Parti toplantısında en fazla ve en acı eleştiri yapan Recep Bey oldu. Toplantıda bulunanlardan Ticaret Vekili İhsan Bey ile Dahiliye Vekili Bakanı Cemil Bey şiddet taraftarlarının görüşlerine iştirak etmişlerdi. Toplantıda Doğudaki isyan üzerine alınan tedbirlerin yeterli olmadığı ileri sürüldü ve tüm ülkeyi kapsayan tedbirlerin alınması Hükümete teklif edildi. Bu kapsamda TpCF‘nin de kapatılması söz konusu oldu. Fethi Bey bunların gereksiz ve Öke, Musul-Kürdistan Sorunu, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2002, s. 214-215. Akyol da, Şeyh Sait İsyanı çıktığında Ankara'daki köklü kanaatin, bunu İngilizlerin tertiplediği şeklinde olduğunu, çünkü o sırada Türkiye’nin, İngiltere ile Musul (Kuzey Irak) Meselesi için diplomatik bir savaş verdiğini ve İsyanın Türkiye'nin elini zayıflatacağını, İnönü’nün ise hatıralarında, isyanı doğrudan doğruya İngilizlerin hazırladığı veya meydana çıkardığı hakkında kesin deliller bulunamamıştır diye yazdığını belirtmektedir. Bkz. Taha Akyol; “Hamaset ve Terör”, Milliyet, 27.10.2007 800 Cebesoy; a.g.e., s. 149-150. Tunçay; a.g.e., s. 147. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3, s. 217 ve İba; a.g.e., s136. 801 Cebesoy; a.g.e., s. 150. 270 zararlı olduğunu, olay çıktığı zaman sadece bu olay için tedbir alınmasının gerekli olduğunu ifade etti.802 Parti Grubunda tartışmalar uzadığında Fethi Bey, Hükümetine güvensizlik duyulduğunu hissettiği sırada bazı radikaller, fırkanın bir lideri olduğunu ve onun dinlenilmesini teklif ettiler. Bu teklifin kabul edilmesi üzerine Başkanlık Odasında bulunan Gazi, Parti toplantısına davet edildi. Gazi, Parti toplantısında uzun bir konuşma yaptı ve sonuç olarak Milletin elinden tutmağa lüzum vardır. İnkılabı başlatan tamamlayacaktır.803 dedi. Takiben radikaller tarafından verilen gensoru onaylandığında 60 güven oyuna karşı, 92 güvensizlik oyu verildi. Parti grubunda yapılan oylama sonucu Başvekil azınlıkta kalmış ve parti grubundan güvenoyu alamamış olduğu için istifa etmişti. Kabul edilen gensoru; şiddet siyasetini, suçluların İstiklâl Mahkemesine gönderilmesini ve sıkıyönetim bölgesinin büyütülmesini isteyen bir gensoruydu.804 Cebesoy, anılarında, Ferhi Bey Kabinesinin görünüşte Doğudaki isyan sebebiyle düştüğünü, fakat CHF’deki akımları ve partinin içyüzünü bilenlerin, işbaşına geldiği günden beri Fethi Bey’in kuyusunu kazan bir kesim olduğunu anlamış olduklarını ifade emektedir.805 Gazi, 3 Mart 1925 tarihinde Başvekil Fethi Bey’i görevden aldı ve İsmet Paşa’yı yeniden Başvekil olarak görevlendirdi.806 İsmet Paşa aynı gün Mecliste yaptığı konuşmada Hükümetin genel siyasetinin bilindiğinden bahsetti ve iç siyaset hakkında da Her şeyden önce son olayların sürat ve şiddetle yapılması ve ülkenin madi ve manevî fesattan kurtulması, genel huzur ve Sükûnun korunması, ve her halde devlet nüfuzunun teyit ve kuvvetlendirilmesi için seri ve etkili özel tedbirlerin alınmasını gerekli görüyoruz. dedi. Yeni Kabine için 4 Mart 1924 tarihinde Mecliste yapılan oylamada 154 milletvekili 802 Cebesoy; a.g.e., s. 150. Jevakhoff; a.g.e., s. 254. Fethi Bey, 2 Mart 1924 tarihli Parti Grubu toplantısında acil durumda yeteri kadar sertlik göstermemekle suçlanması üzerine Gereksiz şiddetle ben elimi kana bulamam. cevabını vermiştir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 490. 803 Cebesoy; a.g.e., s. 151 Mango; a.g.e., s. 490. Tunçay; a.g.e., s. 139, Dipnot: 18 ve Aydemir; a.g.e., s. 219. 804 Cebesoy; a.g.e., s. 151. Kocatürk; a.g.e., s. 431. Suavi Tuncay; “Türkiye’de Parti İçi Demokrasinin Gelişimi ve Bu Gelişimi Engelleyen Faktörler”, Yeni Türkiye (Cumhuriyet Özel Sayısı), S. 23-24. EylülAralık 1998, s. 980 ve Koçak; a.g.m., s. 141-142. 2 Mart 1925 tarihinde yapılan oylamada güvenoyu alamayan Fethi Bey’in Başvekaletten istifası ve İsmet Paşa’nın da Başvekalete seçilmesi konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. XIV, s. 127-129. 805 Cebesoy; a.g.e., s. 151 ve Kocatürk; a.g.e., s. 431. 806 Ahmad; a.g.e., s. 75-76. 271 güvenoyu, 23 miletvekili de güvensizlik oyu vermiş, 2 üye de çekimser kalmıştı.807 Yeni Kabine, aynı gün, daha önce hazırlamış olduğu Takrir-i Sükûn Kanunu’nu da Meclise sundu ve 22 muhalif oya karşı 122 oyla kabul edildi808 Takrir-i Sükûn Kanunu irtica ve isyanı ve memleketin içtimai (sosyal) nizamını ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlal edebilecek bütün teşkilat ve tahrikat ve teşebbüsat ve teşvikat ve neşriyatı idareten yasak etme yetkisini iki yıl süre ile hükümete tanıyordu.809 Yürürlüğe konan Takrir-i Sükûn Kanunu ile Hükümete, Cumhurbaşkanının onayı alındıktan sonra idarî bir kararla; gericiliği, ayaklanmayı kışkırtan, ülkenin sosyal düzenini, sükûn ve huzurunu bozan kuruluş ve yayınları yasaklama yetkisi de verilince, Hükümetin ülkedeki otoriter yönetimi kendini gösterir hale gelmiştir.810 Muhalefet yapmayı neredeyse imkânsız kılan Takrir-i Sükûn Kanunu, Hükümete adeta diktatörlük düzeyinde yetkiler tanıyordu.811 Hükümet 31 Temmuz 1922 tarihli İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun verdiği yetkiye dayanarak askerî harekât bölgesinde derhal bir İstiklâl Mahkemesinin işe başlamasını, bu Mahkeme tarafından verilecek idam kararlarını, görevin özelliği ve aciliyeti sebebiyle, Meclis tarafından onaylanmadan infazını TBMM’den istemişti. Bundan başka, irticaî propagandaların, ülkenin sükûnunu bozacak her türlü teşebbüs ve hareketlerin süratle cezalandırılması için merkezi Ankara’da olmak üzere, yetkisi, askerî harekât mıntıkası dışındaki illeri kapsamak üzere ikinci bir İstiklâl Mahkemesinin kurulmasını istemişti. Bu Mahkemeye ilk başta idam cezasının infazı yetkisi verilmemişti. Meclis bu iki teklifi de kabul ederek, Hükümeti iki yıl boyunca olağanüstü yetkilerle donatan Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkarmış ve İstiklâl Mahkemelerinin geniş yetkilerle kurulmasına karar vermiştir. Meclis, 7 Mart 1925 tarihli toplantısında da her iki Mahkemenin başkan, üye ve savcılarını seçti. Seçilen kişiler CHF’nin radikal kanadına mensuptular.812 Cebesoy, bu 807 Cebesoy; a.g.e., s. 153-155 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 127-129. 808 Kocatürk; a.g.e., s. 431-432. Cebesoy; a.g.e., s. 155-158 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 148-149. 809 Takrir-i Sükûn Kanunu için bkz. Aybars, a.g.e., s. 276-279 ve TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 145. 810 Şükrü Karatepe; Tek Parti Dönemi, İz Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 29-30. 811 Hasan Ersel; Ahmet Kuyaş; Ahmet Oktay; Mete Tunçay; Cumhuriyet Ansiklopedisi; (1923-1940), C.1, 3. Basım, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002, s. 60, Aydemir; a.g.e., s. 223. 812 Kocatürk; a.g.e., s. 432. Cebesoy; a.g.e., s. 158 ve Ahmad; a.g.e., s. 75-76. Doğu illerinin bir kısmında sıkıyönetim ilanının kabulü için bkz. TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 244-288. Doğudaki askeri harekat 272 Mahkemelerin CHF’ye muhalefet eden teşekküller hakkında tarafsız ve adilane hüküm vermeyeceklerinin aşikâr olduğunu, zaten bu radikal kesimin önceden beri muhalif parti mensupları ile İstanbul basını mensuplarına ve yazılarına düşman nazarıyla baktığının herkesçe bilindiğinden bahseder.813 Cumhurbaşkanı 7 Mart 1925 tarihinde, milllete hitaben yayınladığı beynannamede; isyana değinmiş, Hükümetin, ülkenin her tarafında rahatlık ve sükûneti, emniyet ve asayişi tehdit edebilecek tüm unsurlara karşı özel kanunla yetki aldığını, bu yetkiyi azim ve imanla derhal uygulama kararı verdiğini, Meclisin kabul ettiği kanunun tüm Hükümet memurlarına, kanunun gözönünde bulundurduğu herhangi bir olayı olduktan sona bastırmaktan ziyade o olayı olmadan önlemek vazifesini de yüklediğini, devletin sarsılmaz nüfuz ve kudretinin asilerin ve milletin masum fikirlerini karıştırıp bozanların süratle bastırılmasını emrettiğini, sivil ve asker tüm devlet memurlarını da öncelikle bu yüksek vazifelerini sürekli ve şiddetle yerine getirmeye davet ettiğini belirtmiştir.814 Cumhurbaşkanının beyannamesinden de anlaşılacağı üzere Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulama alanı sadece asiler olmayacak, bunun da ötesinde Hükümete muhalefet edecek her türlü oluşum olabilecekti. Çünkü kanun, mahiyeti itibarıyla, her türlü muhalefeti de sindirmek üzere yorumlanabilecek bir yapıdaydı. Nitekim İsmet Paşa Hükümeti ilk icaat olarak, 6 Mart 1925 tarihinde; Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklal, Orak Çekiç, Sebiülrreşat ve Aydınlık gazetelerini süresiz olarak kapattırmıştı. Bahse konu gazetelerin kapatılmasından bir ay sonra da Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanin gazetesinin yayını durdurulmuştu. Tanin’in kapatılma nedeni, Hüseyin Cahit’in Şeyh Sait İsyanı bahane edilerek muhalefet susturulmak isteniyor. içerikli yazısı olmuştu. 14 Nisan 1925’te hem gazete kapatılmış, hem de Hüseyin Cahit İstanbul İstiklâl Mahkemesinde yargılanarak Çorum’a sürülmüşü. Hükümet sadece bahse konu gazetelerin yayınını durdurmakla kalmamış, gazetelerin sahipleri ile makale yazarlarını da İstiklâl Mahkemesinde yargılatarak tutuklatmıştı. İzmir’de Sada-i Hak, Trabzon’da İstikbal bölgesinde ve Ankara’da birer İstiklal Mahkemesinin kurulması konusunda bkz. TBMM ZC Devre: II, C. XIV s. 125-129 ve 149-154. 813 814 Cebesoy; a.g.e., s. 158. A.g.e., s. 159-160. Kocatürk ve Koçak; a.g.m., s. 140. 273 ve Kahkaha, İstanbul’da Pres de Suar kapatılan gazeteler arasındaydı.815 Ankara İstiklâl Mahkemesi daha ilk günlerinde TpCF’yi yargılayacak bir gerekçe bulmaya çalışırken CHF’nin radikallerinden olan Millî Müdafaa Vekili Recep Bey, Meclis kürsüsünden Muhalefet erbabı bir gün iktidar mevkiine gelirse, sadece Anayasa değil, vatanın hayatından damla damla vere vere vatan kalmayacaktır. Fakat yarın onların da yuvalarından çıkarılarak başlarını ezmek için gereken tedbirleri kabul edeceğiz. demek suretiyle muhalefete karşı son derece tehditkar beyanatta bulunmaktan çekinmemişti.816 Cebesoy hatıralarında; İstiklâl Mahkemesinin TpCF aleyhindeki hareketleri, Millî Müdafaa Vekilinin Meclis kürsüsünden haincesine vakî olan ithamları ve resmî Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin TpCF aleyhinde uyandırdığı şüpheler biraraya getirildiği takdirde, iktidarın tüm gayretinin bir suç bulup TpCF’yi kapatmak olacağının anlaşıldığını, ayrıca TpCF’nin kapatılmadan bir süre önce CHF’nin İstanbul Kongresinin toplanmış olduğunu, bu kongrede Başmutemet Refik İsmail Bey’in TpCF’nin bir irticaî fırka olduğundan uzun uzadıya bahsettiğini, bunu da yeterli görmeyerek isyana katılmak suretiyle ülkeye ihanet ettiğini ve bu Fırkanın yakında kapatılacağını pervasızca ifade ettiğini, bu isyanda muhalefetin ve basının herhangi bir suçu olmadığını, iktidarın Doğu illerindeki idaresizliğini ve beceriksizliğini muhalefete ve basına yükleterek bunları kapatmak ve susturmak istediğinden bahseder.817 815 Cebesoy; a.g.e., s. 163. Mazıcı; a.g.e., s. 153. Kocatürk; a.g.e., s. 432 ve Aybars; a.g.e., s. 58. Ankara’ya göre, İstanbul basını, milletin ihtiyaçlarını anlayamadığı ve kötü niyetle hareket ettiği için, yalnızca yapay bir kamuoyu oluşturmaktaydı. Dolayısıyla muhalefet gerçekleri göremediği ölçüde gafil, görüp de doğru politika çizgisini engellemeye çalıştığı ölçüde haindi. Tek maddelik bir kanundu Takrir-i Sükûn. Hükümete ülkeyi emirle yönetme yetkisi tanıyor, ayrıca iki adet İstiklal Mahkemesi kurulmasını öngörüyordu. Kanun kabul edildikten sonra, ilk tutuklamalar gazetecilere yönelik yapıldı. Muhalif kabul edilen tüm basın organları kapatıldı, gazeteciler tutuklandı. Yargılanan gazeteciler, duruşmaların sonuna doğru, Mustafa Kemal'e hitaben aflarını isteyen müşterek bir telgraf çektiler. Böyle bir girişimde bulunmaları halinde, yargı sürecinin leyhlerine sonuçlanacağı kulaklarına fısıldanmıştı elbette. Öyle de oldu. Gazi, İstiklal Mahkemesi Başkanlığı'na gönderdiği Cumhuriyete bağlılıklarını ve pişmanlıklarını açıklayarak aflarını isteyen gazetecilerin bu davranışlarının dikkate alınmasının uygun olacağı kanaatindeyim... şeklindeki bir telgrafla duruma müdahale etti. Neticede gazetecilerin devlet otoritesini sarsacak isyana yol açmak kastı taşımadıkları, dolayısıyla kendilerine atfedilen suçu işlemediklerine karar verildi. Bkz. Avni Özgürel; “Muhalif Olmak Hak mı, Suç mu?”, 26.08. 2006. Radikal. 816 Cebesoy; a.g.e., s. 164. 817 A.g.e., s. 165-170. 274 6 Mart 1925 tarihinden itibaren bağımsız basının susturulması ve yasama döneminin 20 Nisan’da sona ermesiyle, Hükümetin eylemleri üzerindeki iki temel denetim aracı ortadan kalkmış oldu. Geriye kalan tek unsur, muhalefet partisiydi ve şimdi Hükümet bu konuya yönelmişti.818 Nitekim 5 Mayıs’ta İstiklâl Mahkemeleri, TpCF mensuplarının irticaî faaliyetlerle uğraştığını iddia ederek hükümeti ikaz etmiş ve Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi de kendi yetki alanında bulunan TpCF şubelerinin kapatılmasına karar vermiştir. Hükümet ise Takrir-i Sükûn Kanunu'na dayanarak, 3 Haziran 1925 tarihinde yayımladığı bir karanameyle, irticayı tahrik etmesi gerekçesiyle tüm ülkede TpCF’nin kapatılmasını kararlaştırmış, bilahare propagandacıları da tutuklanarak İstiklal Mahkemesinde yargılanmıştır.819 Oysa TpCF’nin ayaklanmalara karıştığını gösteren somut kanıtlar bulunmamaktadır. Hükümet, Takrir-i Sükûn Kanunu nedeniyle elde ettiği olağanüstü yetkiyi, kendi iktidarını tehdit eden muhalefeti tasfiye etmek için kullanmıştı.820 Hatta Abdi İpekçi’nin 1969 yılında İnönü ile yaptığı mülakatı içeren İnönü Atatürk’ü Anlatıyor isimli 818 Zürcher; a.g.e., s. 119. Doğudaki isyanın bastırılmasını takiben, Hükümetin yegâne uğraşısı haline gelen muhalefet partisiyle ilgili açık aranmaya başlanacaktır. Bu açık da Şark İstiklâl Mahkemesinde yargılanan TpCF’nin Urfa ili sorumlusunun ayaklanmayla ilgili yargılanması üzerine bulunacaktır: 30 Nisan Perşembe günü Urfa’da TpCF’nin sorumlu sekreteri olarak görevli ve Şeyh Sait İsyanı’nda manen etkili olduğu gerekçesiyle tutuklanmış bulunan Emekli Yarbay Fethi Bey’in duruşması yapıldı. Fethi Bey’in ayaklanmayı kışkırtmadığını, partisinin programında bulunan hissiyat-ı ve itikad-ı dinîyeye hürmetkâr maddesini zararlı bulduğunu ve programı beğenmediğini, bu hükmün bilgisiz şeyhlerce istismar edilerek kullanıldığını ileri sürdü Fethi Bey bu açıklamalara rağmen mahkûm olur. Fethi Bey’in mahkûm olmasından sonra Şark İstiklâl Mahkemesi 25 Mayıs 1925 tarihinde sorumluluk bölgesindeki tüm valiliklere bir yazı göndererek; sorumluluk bölgesindeki tüm TpCF şubelerinin kapatılmasını ister. Bu istek valiler tarafından derhal yerine getirilir ve kapatma tutanakları Mahkemeye gönderilir. Bkz. Ergun Aybars, İstiklâl Mahkemeleri, Cilt: I-II / 1920-1927, İleri Kitabevi Yayınları, İzmir 1995, s. 301-302. 819 Tunaya; a.g.e., 613-614. Karpat; a.g.e., s. 68. Özbudun; a.g.m., s. 120. Jevakhoff; a.g.e., s. 255 ve Tunçay; a.g.e., s. 147. TpCF’nin kapatılması konusunda ilave bilgi için bkz. Tunçay; a.g.e., s. 146-149 ve Uyar; a.g.e., s. 116-117. Ahmad; TpCF’nin kapatılması sonucu, CHF’nin bu fırsatı radikal reformları gerçekleştirmek için kullandığını belirtmektedir. Bkz. Ahmad; a.g.e., s. 76. Alkan, Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait Ayaklanması münasebetiyle kabul edilen Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, esasen Anayasal çerçevede faaliyet gösteriyor olsa bile herhangi bir partinin sudan sebepler bahane edilerek kapatılmasına meşru zemin hazırladığını, bu kapsamda TpCF’yi destekler mahiyette yayın yapan gazetelerin faaliyetten men edildiğini, TpCF’nin Diyarbakır Şubesi’nin isyanla ilgili görülerek Ankara İstiklâl Mahkemesi kararıyla kapatıldığını, bunun üzerine İsmet Paşa Hükümetinin TpCF’nin kalan şubelerini 5 Haziran’da kapatarak siyasî hayattan sildiğini belirtmektedir. Bkz. Alkan; a.g.m., s. 778-779. Ankara İstiklâl Mahkemesi Başkanı Ali Çetinkaya’nın bazı suçlayıcı belgelerin varlığından söz etmesine karşın, bunlardan hiçbiri ortaya çıkarıl(a)mamıştır. Bkz. Zürcher; a.g.e.; s.124-125. . 820 Tülay Özüerman; “Türkiye’de Siyasal Partilerin Kurumsallaşması”. Yeni Türkiye. S. 23-24. Eylül-Aralık 1998, s. 971. TpCF’nin programında yer alan Efkâr ve itikad-ı dinîyeye hürmetkâr olmak ifadesinin iticayı teşvik ettiği şeklinde değerlendirilmesinin partinin kapatılması konusunda İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet kararına esas sebep oluşturmuştur. Ancak, İnönü, anılarında, bu maddenin, İstiklâl Mahkemesi ve Hükümet tarafından mübalağalı bir şekilde yorumlandığını belirtmektedir. Bkz. İpekçi; a.g.e., s. 20. 275 kitabın Doğu İsyanı, Terakkîperver Fırka ve Serbest Fırka adlı bölümünde, İnönü Doğu İsyanı ile Terakkîperver Fırka’nın doğrudan doğruya bir ilişkisi çıkmadı meydana. demektedir.821 Aybars da, bu Mahkemelerin devrim karşıtı her teşebbüsü; hürriyet, eşitlik, birlik ve Cumhuriyetin bölünmezliği ilkesine, devletin iç ve dış güvenliği aleyhindeki her suikastı ve Padişahlığı tekrar kurmak hedefini güden, millî hâkimiyete karşı koyan üm komploları yargılamak ve cezalandırmak yetki ve amacıyla kurulduğunu, bu nitelikleri bakımından 1924 Anayasası’nın da zorlandığının görüldüğünü belirtmektedir.822 Cemal Kutay’a göre İsyanın çıkması, HF ifratçıları (radikalleri) için nimet olmuştur. Muhalif TpCF dağıtılmış, Fethi Bey gibi liberal ve ılımlı bir başvekilin yerine İsmet Paşa iktidara gelmiş, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılmış ve İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur. Devrimlerin halkın hayatına intihali (geçmesi) emeğinden kaçınılmış, feci bir oligarşik nizam (düzen), HF’nin esas bünyesi olmuş, kısacası Şeyh Sait İsyanının mahiyeti memleketteki demokratik gelişmeyi bir şef ve vesayet sistemine çevirmek isteyenler tarafından maharetle istismar edilmiştir.823 Koçak’ın da yaşanan bu gelişmelere ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: Şeyh Sait Ayaklanmasının siyasal sonuçları Tek Parti diktatörlüğünün kurulması sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. Ayaklanmadan sonra, ülkede yeni başlamış olan çok partili hayat daha doğum anında sona erdi ve Takrir-i Sükûn Kanunu ile Hükümet tüm ülkede otoriter bir yönetim kurmayı başardı. Bundan sonraki dönemde gerek Mecliste ve gerekse Meclis dışındaki muhalefet geçmişe oranla pek cılz kaldı ve serbest tartışma ve eleştiri imkânı büyük ölçüde ortadan kalktı. Siyasal muhalefet, Hükümetin sert baskısı altında yaşamak zorunda kaldı. Bununla birlikte örgülü muhalefet son bulmakla birlikte yönetime muhalif gruplar (örgütsüz olarak da olsa) bir süre daha ayakta kalmayı sürdürdüler.824 TpCF’nin kapatılmasının üstünden 4-5 ay geçtikten sonra, eski muhalefet partisinin (bağımsız durumda bulunan) mebuslarına karşı CHF’nin saldırıları hala devam etmektedir. 821 İpekçi; a.g.e., s. 20. 822 Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 58. 823 Öke; a.g.e., s. 214. 824 Koçak; a.g.m., s 140 ve Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, s. 143. 276 Anayasa’da ve seçim yasasında böyle bir imkân olmadığı halde, Ekim ayında bu gibi kimselerin mebusluklarının kaldırılması istenmiştir. Bu tutum, Cumhuriyet gazetesinin 13 Teşrinievvel 1341 (13 Kasım 1925) tarihli nüshasında Milletin İstemediği Üç Beş Mebus (Refet, Ali Fuat ve Kazım Karabekir Paşalar ile Canbulat, Rauf ve Adnan Beyler) başlıklı haberle dile getiriliyordu. Öte yandan eski TpCF’li milletvekilleri, 9 Kasımda da, İsmet Paşa Hükümetinin büyük bir çoğunluk kazandığı güvenoyu yoklamasında kırmızı oy kullandıkları için ağır bir dille kınanmışlardı. Bu durum, Cumhuriyet gazetesinin 10 Teşrinisani 1341 (10 Kasım 1925) tarihli nüshasında Adem-i itimat reyi (güvensizlik oyu) verenler zerre kadar vicdan azabı uymadılar mı? başlıklı haberle dile getiriliyordu.825 TpCF’nin kapatılmasından sonraki ülkenin genel durumu hakkındaki, CHF’nin İsmet Paşa’dan önceki Başvekili olan Fethi Bey’in ifadeleri oldukça kayda değerdir: 1926 yılında İttihat ve Terakkî ileri gelenlerininin İstiklâl Mahkemesi kararlarıyla tasfiyesinden sonra memleket, gerçekten susmuş ülke halindeydi. Cumhuriyetin ilanını takip eden 1924’te kurulmuş ve sinesinde Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Rauf, Cafer Tayyar gibi şahsiyetleri toplamış olan TpCF, Şeyh Sait hadisesini takip eden günlerde çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu hükümlerine göre kapatılınca, Tek Parti Devri bütün özellikleriyle işlemeye başlamış ve politik kayat seçimden seçime, müntehib-i sanilerin (ikinci seçmenlerin) sandıklara attığı önceden ellerine verilmiş isimlerin sayılmasından ibarettir.826 Jevakhoff da Kemal Atatürk Batı’nın Yolu adlı kitabında; Şeyh Sait İsyanının ardından, İsmet Paşa Hükümeti tarafından çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu kapsamında alınan önlemler ve yapılan icraatlarla suçlu ya da masum, iktidara karşı koyanların susmasının rica 825 826 Tunçay; a.g.e., s. 148-149. Okyar; a.g.e., s. 531. İki Dereceli Seçim Sisteminde, halk (müntehib-i saniler / ikinci seçmenler) doğrudan milletvekillerini değil, müntehib-i evvelleri (birinci seçmenleri) seçiyorlar, bunlar da Meclisteki temsilcileri seçiyorlardı. 1876 Anayasası’nın ardından hazırlanan (ve Padişahın onayı için 32 yıl bekledikten sonra II. Meşrutiyet’in ilanını takiben 1908 yılında Padişah tarafından onaylanarak yürürlüğe giren) bu sistem 1946 yılına kadar uygulamada kalmıştır. Bkz. Feroz Ahmad; ”Türkiye’nin Cumhuriyet Dönemi Siyasal Gelişmeleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 7, s. 1992 ve http://www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm. 01.03.2008. Tekeli, 1927-1946 döneminde, seçimlerin dört yılda bir düzenli olarak yapıldığını, ancak seçime tek partinin (CHP’nin) katılması ve oy sayımının açık sayım kuralına uymaması nedeniyle bu seçimlerin demokratik olarak kabul edilmesinin imkânsız olduğunu belirtmektedir. Bkz. Şirin Tekeli; ”Cumhuriyet Döneminde Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 7, s. 1802. 277 edildiğini, dokuz aylık demokrasi tecrübesinden sonra Kemalist Türkiye’nin iyi huylu bir despotizm içine yerleşmekte olduğundan bahseder.827 Çavdar’ın da konuya ilişkin değerlendirmeleri şu şekildedir: 1926 yargılamaları, İttihat ve Terakkî’nin tüm yöntemlerini benimseyen ve Tek Parti olarak iktidarda bulunan bir grup İttihatçının, muhalefette bulunan diğer İttihatçıları temizleme işlemidir. Acımasızdır. İsmet İnönü’nün anılarında sezdirdiği gibi başka bir yöntem de bilinmemektedir.828 Görece küçük bir muhalefet partisini bu denli tahlikeli yapan neydi? Bu soruya Frederick W. Frey tarafından The Turkish Polical Elite (Türk Politik Elitleri) adlı eserde doyurucu bir cevap getirilmektedir. Frey, TpCF’nin CHF’ye potansiyel olarak çok tehlikeli bir rakip olmasının nedeninin, birbirinden çok farklı toplumsal grupları ya da CHF’nin dayandığı ideolojiye tümüyle karşıt bir ideolojiyi temsil etmesinden değil, tamamen CHF’nin de içinden çıkmış olduğu millî hareketin nüvesini oluşturan aynı gruplar arafından oluşturulmuş olmasından kaynaklandığını belirtmektedir. Aydınlar, bürokratlar ve çok sayıdaki askerden oluşan TpCF’nin Meclis üyeleri oldukça gençti. Bunlar, aynı zamanda Kemalistlerin de sahip oldukları niteliklerdi. Ancak, bu nitelikler TpCF’de, CHF’de olduğundan çok daha fazla belirgindi. İşte TpCF’yi bu denli tehlikeli bir rakip yapan da buydu.829 Timur da Türk Devrimi ve Sonrası isimli eserinde; Takrir-i Sükûn Kanunu’nun Türkiye’deki iktidar kavgasında siyasî iktidarın kontrolünün Gazi önderliğinde küçük burjuva kökenli asker ve sivil devrimcilerin eline geçmesini ifade ettiğini ve bu kanunla 827 Jevakhoff; a.g.e., s. 255. Tachau, siyasal kültürün siyasal tarihin bir ürünü olduğunu, Türk siyasal kültürünün de Osmanlı geleneğinden kendisine miras kalmış çok güçlü bir devlet ve devlet otoritesi kavramlarına büyük saygı taşıdığını, bu anlayışın bir gereği olarak muhalefet partilerinin devlet otoritesinin icraatlarını engellemesi nedeniyle yönetenler tarafından muhalefete şüpheyle bakılması ve hatta daha güçlü duygularla karşı konulması gerektiğini, birçok biliminsanının da Osmanlı Devleti’nden kalma bir anlayışla, özellikle bazı siyasal seçkinlerin Türk siyasal kültüründe siyasal muhalefete karşı derin bir güvensizlik duyulduğunu ileri sürdüğünü ifade etmektedir. Frank Tachau; “Kemalist Külürün Siyasal Kültürü”, Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 101 ve 106. TpCF’nin varlığına karşı siyasî iktidarı temsil CHP’nin tavırlarını, Şeyh Sait İsyanı nedeniyle kurulan İstiklal Mahkemesi tarafından verilen münferit bir karara istinaden Takrir-i Sükün Kanunu kapsamında Hükümet tarafından TpCF’nin kapatılmasını ve 1930 yılında yaşanan kısa ömürlü SCF örneğini de Tachau’nun ifadeleri çerçevesinde değerlendirmek iktidar-muhalefet ilişkilerinde daha sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını mümkün kılacaktır. Araştırmacının notu 828 829 Çavdar; a.g.e., 321. Zürcher; a.g.e., s. 123-124. 278 iktidarın sosyal tabanının artık belli olduğunu dile getirmektedir. 830 Şeyh Sait İsyanı, Tek Parti Yöneti önderliğinde uygulanan kültürel değişimi hızlandırmıştı. Ne varki, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yılların gösterdiği gibi, Türkiye’de çok derin kültürel değişimlerin yaşanmadığı dönemlerde bile çok partili siyasî hayatın sürdürülmesi zor olmuştur. 1925 yılında ise çok daha zordu. Halkın büyük çoğunluğu okur-yazar değildi. Yeniden yapılandırma henüz başlamaktaydı. Gazi medeniyet ile huzur ve asayişin birbirinden ayrılmadığına inanıyordu. Gazi, her ikisini birden istiyordu.831 Frey, TpCF mensuplarını bağımsızlık sonrası muhafazakârları olarak sınıflandırır ve değerlendirmelerine şu hususları ilave eder: Çoğu milliyetçi hareketler, ülkelerinin bağımsızlığının elde edilmesini ya da korunmasını kendilerine en yüce hedef olarak almaktadırlar. Yalnızca geçici bir birliğe imkân vediğinden, bu hedef, temelde oldukça kendini kısıtlayıcı ve olumsuz bir nitelik taşır. Bağımsızlık bir kere elde edildikten sonra bölünmeler başlamaktadır. Milliyeçi hareketin geleceğine yönelik program konusunda, hareketin içinde farklılaşan görüşler ortaya çıkmakta ve birbiriyle çarpışmaktadır. Çatışan görüşler, ya birinin egemenliği altında bir dereceye kadar uzlaşmakta, ya da büyük bir olasılıkla yeni bir karışıklığa yol açacak bir zayıflığa neden olarak uzlaşmaya varılmaksızın sahnede kalmayı sürdürmektedirler. Doğmakta olan birçok ulusun milliyetçi hareketlerinin varlığı için, bağımsızlık sonrası farklılıklarının eritilmesi aşaması olarak ifade edebileceğimiz bu aşama en çetin dönemdir. Türkiye’de TpCF’nin kısa ve mutsuz yaşamı, siyasal gelişmenin bu aşamasının son evresini oluşturur. TpCF, Tek Parti Döneminde CHF hegamonyasına karşı gerçekten tehlikeli olan son geleneksel tehditti. 832 TpCF, 19’uncu yüzyıl sonları liberal ve lâik geleneğinde ılımlı programlı bir parti olarak nitelendirilebilir. TpCF’liler, bunda, 1920’li yılların ortalarındaki Ankara’nın siyasal gelişmeleri ve atmosferiyle uyum halinde değildiler. Beyanname ve program metinleri gibi davranışları da temel varsayımlarının şu olduğunu aşikâr kılar: Savaşla geçen 10 yıldan (1912-1922) ve 1923-24’te yaşanan radikal değişikliklerden sonra artık, içinde siyasal 830 Timur; a.g.e., s. 71-72. 831 Mango; a.g.e., s. 496. 832 Zürcher; a.g.e., s. 139-140. 279 tartışmaya yer olan ve kişisel hürriyetlere hürmet edilen olağan duruma dönme vakti gelmiştir. Beyannameleri, bağımsızlığını kazanmış milletin yeni bir döneme girmiş olduğunu ve kendi kaderini eline alabilecek bir olgunluk düzeyine eriştiğini söyler. Ancak bu konuda da, ülkenin tüm millî güçlerinin bir elde toplanmasını gerektiren toplumsal ve kültürel bir devrimden geçtiğini, hem siyasal muhalefetin, hem de güçler ayrılığı fikrinin devrimlerini tehdit ettiğini düşünen katı Kemalistlerle açıkça anlaşmazlık içindedirler. Bu nedenle Frey’in, TpCF’ye dair yaptığı nitelemeyi kabul etmek mümkündür. Frey, TpCF’lileri bağımsızlık sonrası muhafazakârları olarak sınıflandırır. Frey’in açıkladığı gibi, bağımsızlık için yapılan her mücadelenin ardından, harekette bir bölünme görürüz ki bu bağımsızlığı elde etme ya da yeniden kazanma arzusuyla bir arada tutulur. Frey tarafından, ateşli milliyetçiler olarak adlandırılan hareketin bir kanadının, yeni statüsünü, zor kazanılmış bağımsızlığı gelecekte doğruluğundan şüphe edilemez kılması gereken, uzun menzilli toplumsal ve kültürel bir reform başlatmak için kullanmak istedikleri belirtilmektedir. Bu reform programını geniş bir millî uzlaşma olmadan zorla kabul ettirmek üzere, devlet için elde edilebilir tüm iktidar düzeyini artırması ve iktidarı olabildiğince yoğunlaştırması gerekmektedir. Ateşli milliyetçilere muhalefet edenler olarak, bağımsızlık başarısını kendi tutkularının gerçekleşmesi olarak kabul eden ve daha fazla radikal toplumsal ve kültürel değişikliği reddeden bağımsızlık sonrası muhafazakârlarını görürüz. Aynı zamanda, bir reform programı için, bir diktatörlüğün inşasıyla eş anlamlı gördükleri tek elde toplanmış bir iktidarın otoriteryen kullanımını da reddederler. Her ne kadar Türk örneğinden esinlenmiş olsa da, bu yalnızca Türkiye için biçilmiş bir model değildir. II. Dünya Savaşı sonrasının dekolonizasyon sürecinde de örnekleri çoktur. Bu süreçte özellikle Orta Doğu’da bağımsızlığını kazanan Arap ülkelerinde kurulan rejimler, radikal reform gündemleriyle, totaliteryen rejimler kuran ve devletin gücünü artıran ve yoğunlaştıran Arap sosyalist subaylarca devrilecektir. Arap ülkelerindekiler ile Türkiye’deki süreçler arasında birçok fark bulunsa da, neredeyse evrensel olan bağımsızlık sonrası muhafazakârların radikallere mağlup düşmesi kuralı geçerli görünmektedir. Bağımsızlık sonrası muhafazakârları tanımı TpCF’ye mükemmelen uyar görünmektedir. Bununla birlikte, muhafazakârın bu bağlamda ne anlama geldiğini unutmamalıyız. Bu bağlamda muhafazakâr, evrimci değişme ve demokrasi taraftarlarını içeren, bağımsızlık hareketinin mutedil kanadını resmeden bir terimdir. 19’uncu yüzyıl Avrupası’nda 280 geliştirilmiş olduğu haliyle muhafazakârlığın siyasal felsefesiyle alakası yoktur. Bu, TpCF’nin 1925’te kapatılmasından doğrudan sorumlu olan İnönü tarafından da (daha sonraları) kabul edilmiştir. İnönü, daha sonra, TpCF’nin ilerici reformist cephe içinde kabul edilebilir mutedil bir siyaset biçimini temsil ettiği fikrine varmış görünmektedir. 1963’te, Siyasî Hayatımın 40. Yılı ve CHP başlıklı makalesinde, TpCF’nin o dönemde muhafazakâr bir zihniyetin ifadesi olarak telakki edildiğini, fakat Partinin kendisini asla muhafazakâr olarak tanımlamadığını ve liderlerinin aslında ileri fikirli ve ıslahatçı insanlar olduğunu ifade etmiştir.833 İnönü, hatıralarında; TpCF’nin kuruluşunun, Atatürk’ün süratli icraatta nereye kadar gideceğinden ve ne şekilde bir otorite tesis edeceğinden korkulması üzerine, onunla beraber çalışma imkânından ümitleri kesildikten sonra girişilmiş bir teşebbüs olduğunu, siyaset ayrılığının meydana getirdiği sonuçların, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformların uygulanmasındaki metot farkından, buna ayak uydurmak ve hazmetmek yeteneğinin zayıflığından olduğunu, (siyasî) mücadele yapılırken medenî ve ileri bir seviye mevcutsa, ayrılığın makul ölçülerde kalabildiğini, siyasî seviye olgun değilse aradaki ayrılığın tamir edilmez bir istikamette düğümlendiğini, sosyal olay olarak, siyasî çatışmaların seyrinin bu olduğunu, uzun tecrübelerden ve birçok örneklerden sonra kendisinde bu kanaatin oluştuğunu, bu nedenle TpCF ayrılığı birçok kırgınlıklar geçirdikten sonra cumhurbaşkanı olduğu zaman, kendilerini topluma kazandırmak imkânının olup olmadığını düşündüğünü ve ve herbiri ile görüştüğünü, makul sınırlar içinde olurlarını alarak tekrar beraber çalışmayı denediğini dile getirmektedir.834 Çavdar da İnönü’nün siyasî uyumu itaat kavramına endekslemesini şu sözlerle eleştirmektedir: Dikkat edilirse İsmet Paşa, tam uyumdan söz ederken itaati gündeme getirmektedir. Oysa demokraside mutabakat önemlidir. Mutabakatta ise uyma değil, karşılıklı bir noktada, (ve) bir düşüncede buluşma söz konusudur.835 833 Zürcher, a.g.m., s. 52-53. 834 İnönü; a.g.e., 2.Kitap, s. 206-207. 835 Çavdar; a.g.e., s. 321. 281 İnönü Döneminde yıldızı parlayan ve itibar gören siyasetçilerden Faik Ahmet Barutçu, anılarında; Çok partili demokratik hayata geçiş sürecinde İnönü’nün 19 Mayıs 1945 tarihinde gençlik bayramı münasebetiyle yapmış olduğu ve demokrasiye vurgu yapan konuşmasının takip eden günlerde kimi CHP yöneticileri ve milletvekilleriyle birlikte Çankaya’ya davet edilmiş olduklarını, bu davet esnasında İnönü’nün demokratik yönetimin gerekliliğine ilişkin düşüncelerini dile getirirken şu hususları da dile getirdiğini ifade etmektedir: Demokratik yönetim, insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileriyle geliştireceğiz. Bir eksiğimiz, ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur; Eğer, İttihat ve Terakkî, Hürriyet ve İtilaf girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş olsaydık, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkîperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait İsyanı bizi korkuttuğu için, yeni olan devrimi koruma kaygısıyla bu partiyi kapattık ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. ......... Serbest Fırka kuruldu. ...... Ama yine de hata ettik. Her ne pahasına olursa olsun ikinci partiyi koruyacaktık ve yaşatacaktık. Yaşatsaydık, şimdi bu eksiğimiz de olmayacaktı. Baskı yönetimi kolaydır, önemlisi insanlık yönetimi olan demokrasiyi işletmektir.. .......836 Kayalı da bu konuda benzer hususları dile getirmektedir: Bu dönemin daha doğru değerlendirmesi aşırı sabitleştirici bir şekilde de olsa, İsmet İnönü tarafından 1963 yılında yapılmıştır. İnönü, Rauf Bey’in Cumhuriyet karşısındaki tavrının mübalağa payı olan bir şekilde yorumlandığını; (TpCF) program(ın)daki maddenin de aynı biçimde (mübalağalı şekilde) tahlile tabi tutulduğunu, İkinci Grubun TpCF’ye benzediğini, tedricî reform taraflıları olarak nitelenmeleri gerektiği belirtmiştir.837 Şeyh Sait İsyanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin içeriden ve dışarıdan tehdit edildiğini düşünenlere istemeden de olsa yardım etmiştir. Cumhurbaşkanı da böyle düşünenlerin tarafında olmuştur. Gazi, 1925 yılının Ağustos ayı ortalarında Halkımız bir anayasal ve demokratik rejim için henüz hazır değildir. Biz Cumhuriyetin kurucuları, Cumhuriyeti buna hazırlamak zorundayız. 15 yıl devlet işlerini, biz, sadece biz üstleneceğiz. Sonra Türk halkının, iç ve dış sorunları serbestçe tartışmak için siyasî partiler kurulmasına izin 836 Faik Ahmet Barutçu; Siyasî Anılar (1939-1954), Milliyet Yayınları, İstanbul 1977, s. 285-286. 837 Kayalı; a.g.e., s. 49. 282 verilecektir. ..... diye yakın çevresine açıklar.838 Böylece Cumhuriyet tarihinin ilk çok partili hayata geçiş denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış839 ve örgütlü siyasî muhalefet de tasfiye edilmiştir. Bundan sonra, iktidar partisi olan CHF dışında her türlü siyasal faaliyet durduruldu. Ülke 1908 yılından beri ilk kez siyasal istikrar kazanmıştı.840 Bu gelişmeleri uygun bir fırsat olarak değerlendiren Gazi, Ordunun da desteğiyle, rahat ve sessiz bir ortamda modern ve çağdaş bir devlet kurmaya yönelik diğer inkılâpları yapmaya devam etmiştir.841 Siyasal sahnede tam hâkimiyetin sağlanmasıyla Gazi ve Hükümet yoğun bir reform programına girişti. Burada ll. Meşrutiyet Dönemiyle olan ilginç bir paralellik sözkonusudur. ll. Meşrutiyet Döneminde, anayasayı geri getirme mücadelesi olarak yola çıkmış olan bir hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı başkalarıyla çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre paylaşmış ve sonunda kendi iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913-1918’de) kökten bir laikleştirme ve modernizasyon programını Meclisten zorla ve hızla geçirmede kullanmıştı. Şimdi de aynı kalıp, bir Millî Mücadelenin zafere ulaşması (1922’de), çoğulcu bir aşamadan geçmesi (1925’e kadar) ve sonra bir reform programına girişmiş olan otoriter bir yönetim biçimini kurmasıyla kendini tekrarladı. Bu da şu izlenimi uyandırıyor ki, Jön Türk hareketinin bu her iki aşamasında, reform hızı daha yavaş olan bir demokratik sistem ile radikal önlemler için daha çok imkâna sahip bir otoriter sistem arasında bir tercih durumunda ikinci seçenek galip gelmekteydi. Çünkü Jön Tükler için sonuçta önemli olan, devletin güçlenmesi ve bekasıydı. Demokrasi (veya meşrutiyetçilik ya da ulusal egemenlik) bu amaç için sadece bir araçtı, amacın kendisi değildi.842 838 Jevakhoff; a.g.e., s. 255. 1925 yılı bütçesi 25 milyon lira ve kişi başına düşen millî geliri de 70 ABD doları olan Türkiye’nin durumunu çok sarsmıştı. Devlet bu isyanın bastırılması için 25 milyon lira harcamıştı. Bu ortam içinde yaşanan kısa süreli TpCF girişimi de çok partililiğin zamanlama hatasından dolayı uygulanamadığını gösterir. Bkz. Aybars, a.g.e., s. 190. 839 Bayraktar; Karakaş; Özsoy; a.g.e., s. 202. 840 Ahmad; a.g.e., s. 76. 841 Mumcu; a.g.e., s. 133. 842 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 251-252. 283 3.1.4.2. İzmir Suikastı ve Örgütsüz Muhalefetin Tasfiyesi Bundan sonra yönetimdeki CHF dışında her türlü siyasal faaliyet durduruldu. Siyasal muhalefet ve basın 1925’te susturulmuştu. Ülke 1908’den beri ilk kez siyasal istikrar kazanmış olmakla birlikte, bütün bunlar halkın ekonomik durumunda iyileşme sağlamadı ve ekonomideki durgunluk devam etti. 1929’da Wall Street’in iflası Türkiye’nin neredeyse yegâne ihraç ürünü olan tarımsal ürünlerin fiyatında keskin bir düşüşe yol açarak, zaten kritik olan ekonomik durumu daha da ağırlaştırdı.843 Ülkede siyasî muhalefet tamamen tasfiye edilmişti ama Gazi rakiplerinin yeteneklerini ve bunların (1908 Devrimi öncesi günlere kadar giden) yeraltında örgütlenme ustalıkların iyi biliyor ve kendini güvenlikte hissetmiyordu. İvTC’nin ve TpCF’nin eski liderleri bağımsızlık savaşı kahramanları olarak zedelenmemiş itibarıyla ortaklıkta var oldukları sürece, sürekli kötü ekonomik durum ve halkın inkılâpları tutmayışı yüzünden hüküm süren hoşnutsuzluğu istismar edebilirlerdi.844 Gazi, artık Çankaya’da yanında sofra arkadaşları, bazen kadın dostları, entelektüel gazeteciler grubu, uysal Bakanları ve İsmet Paşa ile kalmıştı. Eline fevkalade yetkiler geçirip muhalefeti sindirdiğinden beri eski arkadaşları sofrasına pek uğramaz olmuşlardı. Böylece her şeyden uzak kalması nedeniyle Gazi birtakım kuşkulara kapılıyor ve kendi düşmanlarına karşı durumlarını güçlendirmek için onu kışkırtan kimselerin etkisinde kalıyordu. Aynı zamanda, İstiklâl Mahkemelerinin kin ve korku saçtığı ülkeyle de bağlantısını kaybetmişti. Bu durum, muhalefetin yeraltına kaymasına, muhalefetin birtakım sorumsuz maceracılar tarafından sömürülmesine yol açtı ve dâhili komploların gelişmesine neden olabilecek bir hava yarattı.845 Gazi 1926’nın Mayıs ve Haziran aylarını ülkenin güney batısında uzun bir inceleme gezisiyle geçirdi. 15 Haziran’da İzmir’e gelmek üzereyken kendisi beklenmedik şekilde gecikmişti. Ancak o gün Balıkesir'de kaldı. Lazistan (Rize) eski milletvekili (ve Müdafaa-i Hukuk Grubu kâtibi) Ziya Hurşit ve işbirlikçileri Gazi’nin İzmir’de olacağı tarihte, silahlı ve bombalı saldırıyla O’nu öldürmeyi planlamışlardı. Suikastın yapılmasını takiben de 843 Ahmad, a.g.e., s. 76 ve Zürcher; a.g.e., s. 253. 844 Zürcher; a.g.e., s. 253. 845 Kinross; a.g.e., s. 494. 284 kendilerini limanda bekleyen bir motorla Ege adalarından birine kaçacaklardı. Giritli motor kaptanının bazı endişelere kapılarak resmîgörevlilere ifşaatta bulunması üzerine İzmir Valisi Kazım (Dirik) Bey’in hemen suikastçilere karşı harekete geçmesi sonucu Ziya Hurşit ve diğer suikastçılar hemen yakalandılar.846 Suikastın bir düzine kadar fesatçı tarafından hazırlandığı anlaşılıyordu. Suikast, tamamen kişisel nitelikte olup, normal bir ağır ceza davası gibi işlem görebilirdi. Suikastçilere verilecek bir ceza, düzeni sağlamaya yeterli olabilir ve ileride Gazi’nin kişiliğine yönelik girişimleri de önlerdi. Topyekün bir iktidar için sabırsızlananlar ile kendisine karşı olan herkesten kuşkulanmaya başlayan Gazi tarafından, ülkedeki tüm muhalifleri tasfiye etmek için suikast teşebbüsünün büyük ölçüde siyasî bir komplo gibi ele alınması daha uygun görüldü. İstiklâl Mahkemesi, derhal özel bir trenle Ankara’dan İzmir’e getirildi.847 Mahkeme 18 Haziran’da İzmir’e vardıktan hemen sonra tutuklamalar başladı. 200 kişi için tutuklama emri verilir ve 15 milletvekili de tutuklanır.848 Tutuklananlar arasında, aralarında Şükrü Bey ve Arif Bey gibi suikasta doğrudan karışanlardan başka, hem hayatta kalan ünlü İttihatçıların neredeyse tamamı, hem de kapatılan TpCF’nin (o sırada yurt dışında olan Rauf Bey ve Adnan (Adıvar) Bey dışında kalan) Meclisteki tüm üyeleri tutuklanmıştı. Millî Mücadelenin askerî önderlerinden Kâzım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa da ile Rüştü (Dadaş) Paşa da bunların içindeydi.849 846 Kinross; a.g.e., s. 496. Bayraktar; Karakaş; Özsoy; a.g.e. s. 203. Zürcher; a.g.e., s. 254. Kocatürk; a.g.e., s. 457. İzmir Suikastı (girişimi) konusunda ilave/ayrıntılı bilgi için Bkz. Uğur Mumcu; Gazi Paşa’ya Suikast, Tekin Yayınevi, İstanbul 1993. Yaşar Şahin Anıl; Mahkeme Tutanaklarına Göre İzmir Suikastı, 1. Baskı, Kastaş Yayınevi, İstanbul 2005. Osman Selim Kocahanoğlu; Atatürk’e Kurulan Pusu İzmir Suikasti’nin Perde Arkası, Temel Yayınları, İstanbul 2003. Uzman Avcı; “İzmir Suikasti”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mart 1994, S. 28, s. 89-103. Feridun Kandemir; İzmir Suikastının İçyüzü, C. I-II. Ekicigil Tarih Yayınları, İstanbul 1955 ve Koçak; a.g.m., s. 143-145. 847 Kinross; a.g.e., s. 497-498. Mazıcı; a.g.e., s. 135. Ergin; a.g.e., s. 158 ve Kocatürk; a.g.e., s. 457. 848 Zürcher; s. 254. Kocatürk; a.g.e., s. 458 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 269. Yargılanan kişiler, suikast planı içinde doğrudan yer aln çete üyeleri, suikastı düzenleyenlerle ilişkisi olan ve olmayan eski TpCF mensupları, eski İkinci Grubun önde gelen üyeleri ile İvTC’nin önde gelenleri olmak üzere dört grupta toplanıyordu. Bkz. Ersel; Kuyaş; Oktay; Tunçay; a.g.e., s. 76-78. 849 Zürcher; s. 254. Kinross; a.g.e., s. 498. Mazıcı; a.g.e., s. 156. Aydemir; a.g.e., s. 269 ve Koçak; a.g.m., s. 144. Eski İttihatçılardan Doktor Nazım ile Maliyeci Cavit Bey de tutuklananlar arasındaydı. Ankara eski Valisi Abdülkadir Bey kaçmaya çalışırken sınırda yakalanmış, bir süre kaçtıktan sonra polis tarafından izi bulunan Kara Kemal de kendini vurarak intihar etmiştir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 498 ve Mazıcı; a.g.e., s. 156. 285 İstiklâl Mahkemesinin emriyle Kâzım Karabekir Paşa’nın Ankara’da tutuklananması üzerine İsmet Paşa buna karşı koyarak eski arkadaşının, kendi sorumluluğu altında serbest bırakılmasını istemişti. İsmet Paşa, ayrıca tutuklanan Paşalardan hiçbirinin suikastta rolü olamayacağı konusunda ısrar etti. Böylece Hükümet ile Mahkeme arasında açıkça bir uyuşmazlık baş gösterince, gücünü Gazi’den alan Mahkeme, İsmet Paşa’yı da tutuklamakla tehdit etti. Mahkeme üyeleri, Meclis adına davrandıklarını ileri sürerek, Hükümetin kendilerine emir vermeye ve işlerine karışma yetkisi olmadığını söylediler. Gazi’nin emri üzerine İzmir’e gelen İsmet Paşa, Mahkemenin bir oturumunda bulunduktan sonra itirazlarını geri aldı. Böylece Mahkemeye, Hükümetin yardımcılığını sağlamış ve meydanı çifte Ali’lere bırakmıştı. 850 Jevakhoff, Türk bayrağının ve Gazi’nin resminin simgesel manevî himayesi altında Elhamra Sineması’nda 26 Haziran’da başlayan Mahkemenin ilk bileşiminden itibaren üç hâkim ve savcının, adaletten yana olmaktan ziyade, siyasî bir hava takındıklarından bahseder.851 26 Haziran’da başlayan ve 12 Temmuz’a kadar devam eden davanın nasıl yürütüleceği, iddianameden ve Kel Ali’nin basına verdiği bir demeçten belli olmuştu. Kapatılan TpCF milletvekilleri, suikasta katılmakla suçlanacaklardı. Şükrü, Cavit ve Kara Kemal’in temsil ettiği İttihatçıların, inkılâba karşı olan amaçları uğruna ve Gazi’yi öldürüp yerine kendi kuracakları bir hükümeti geçirmek için kapatılan TpCF milletvekilleriyle işbirliği yapmış oldukları iddia edilecekti. Mahkeme, tanık dinlemeyi pek gerekli görmüyor; suçlular sadece bir kez sorgudan geçiriliyor, ardından da yargıç kararını veriyordu. TpCF liderleri ile Millî Mücadelenin efsaneleşmiş komutanları, bu çeşit bir adalet oyunu karşısında şerefleriyle en bağdaştırdıkları yolu izlediler: Kendilerini savunmadılar. Savunma konusunda söylenecek bir şeyleri olup olmadığı sorulunca, Hayır cevabını verdiler. Ziya Hurşit ve işbirlikçileri gibi gerçek suçluların sorgusu sonucu Paşaları suçlayacak herhangi bir kanıt elde edilemedi. Ziya Hurşit de girişiminin siyasî bir amacı olduğunu kabul etti. Ziya Hurşit ve aynı düşüncede olduğu Ankara eski Valisi Abdülkadir Bey ile birlikte ayrı bir grup kurmuş ve bir hükümet darbesi yapmayı 850 Kinross; a.g.e., s. 498. Kocatürk; a.g.e., s. 458. Jevakhoff; a.g.e., s. 269 ve Koçak; a.g.m., s. 143. İnönü, hatıralarında, bu tutuklama konusununun aslı olmadığını ve tamamen uydurma olduğunu belirtir. Bkz. İnönü; a.g.e., 2.Kitap, s. 212. 851 Jevakhoff; a.g.e., s. 269 ve Alkan; a.g.m., s. 779. 286 tasarlamışlardı. Ziya Hurşit, başına gelecek şeyi tahmin ettiği için, sorgusu süresince suçunu soğukkanlılıkla itiraf etti. 852 852 Kinross; a.g.e., s. 499. Mazıcı; a.g.e., s. 135. Zürcher; a.g.e., s. 254. Alkan konuyla ilgili olarak, 16 Haziran 1926’da Gazi’ye İzmir’de suikast tertiplenmesi sonucu, bu kez aralarında eski İttihatçıların ve TpCF önderlerinin de bulunduğu mevcut ve muhtemel bütün muhalifler baskı altına alındığını, 22 Haziran 1926’da Kazım Karabekir Paşa’nın, olayla ilişkisi olduğu gerekçesiyle İzmir’de görev yapan İstiklâl Mahkemesi tarafından tevkif edildiğini, vaktiyle TpCF’ye katılmış olan 22 milletvekilinin tutuklanarak İzmir’e getirtildiğini ve Mahkemede yargılandığını, yargılanan kişiler arasında Millî Mücadelenin efsaneleşmiş kumandanlarının da yer almasının Mahkeme’yi bir anda büyük bir ilgi odağı haline getirdiğini, Paşalar hakkındaki kararın açıklanacağı gün, duruşmaların yapıldığı Elhamra Sineması’nda bulunan askerlerin, sanıklar içeri girdiğinde aynı anda ayağa kalkıp hazırol durumuna geçerek Ordunun tavrını açığa vurduklarını, askerin bu mesajın anında değerlendirildiğini ve Paşalar serbest bırakıldığını, Elhamra Sineması’da meydana gelen askerin bu tavrının TpCF’ye destek vermek gibi siyasî bir tavır olarak değil de Kazım Karabekir Paşa ve birkaç silah arkadaşının şahsında Ordunun bir meslek dayanışması gösterme ihtiyacı duyduğunu, İstiklâl Mahkemesi üyelerinin Çeşme’de duruşmaları izleyen Cumhurbaşkanı tarafından çağırıldıklarını ve Paşaların serbest bırakılma kararının alındığını, beraat kararına rağmen TpCF’nin üyelerinin Gazi’nin ölümüne kadar iktidar çevresinden itina ile uzak tutulduklarını, Kazım Karabekir Paşa’nın ancak Gazi’nin ölümünden sonra aktif siyasete dönebildiğini ve 1946’da İnönü’nün desteğiyle Meclis Başkanı seçilmesinin açık bir tarzda bir iade-i itibar işlemi sayılması gerektiğini dile getirmektedir. Bkz. Alkan; a.g.m., s. 779. Tepedelenlioğlu ve Zürcher’in konuyu ilişkin değerlendirmeleri de Alkan ile benzerli arz etmektedir. Tepedelenlioğlu; Kazım Karabekir’e ve diğer Millî Mücadele kahramanı komutanlara sempatisi olan subayların mahkeme salonuna tabancalarıyla gelip oturarak bir irade ortaya koymaları sonucu Gazi’nin kontrolunda olan İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin fazla ileri gidemediğini belirtmektedir. Mahkeme süreci esnasında İzmir’de bulunan Gazi’nin Dışişleri Bakanı T.Rüştü Aras’a Bir ölüm dirim kavgası bu…Onlar istediler. Hepimizi yok etmek için harekete geçtiler. Milletin hayrına olarak rejimi ve kendimizi korumak için en son şiddet derecesi ile tam bir tasfiye yapmak tarihî bir vazifemiz olmuştur. Biz tasfiye yapmazsak, onlar bizi yok edecekler! Ne dersin? der. Aras’ın bacanağı Dr. Nazım Bey de o hengâmede asılmıştır. Tevfik Rüşdü Bey ne diyebilirdi ki? Kimde ne demeye takat kalmıştı ki? Bkz. Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu; Ordu ve Politika, Bedir Yayınları, İstanbul 1967, s. 241-242. Zürcher de eski TpCF liderlerinin İstiklâl Savaşı kahramanları olarak halk arasında, özellikle Orduda prestijlerinin çok yüksek olduğunu, bu duruma bir de bahse konu şahsiyetlerin etkileyici savunmaları eklenince, mahkûm edilmelerinin imkânsız hale geldiğini belirtmektedir. Bkz. Erik Jan Zürcher; “Siyaset Adamı Tarihçi Olunca Atatürk’ün Nutku Üzerine”, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 1908-1928, (Çeviren: Ergun Aydınoğlu, 1. Baskı, İstanbul 2005, s. 10. Zürcher TpCF ile yakından ilişkisi olan askerî kahramanların (Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşalar) kamuoyunun ve Ordudan gelen memnuniyetsizlik işaretlerinin baskısıyla serbest bırakıldıklarını, ama siyasetteki konumlarının da onarılamaz şekilde yok edildiği ifade etmektedir. Bkz. Zürcher; a.g.e., s. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 254. Paşaların yargılanması esnasında duruşmaları izleyen subayların mahkeme salonunda tutuklu meslekdaşları (eski komutanları) lehine yaptıkları tezahürat ve tavır konusunda ilave bilgi için bkz. Tansu; a.g.e., s. 404. Cebesoy’un hatıralarında, (bu hadislerin üzerinden yaklaşık 10 ay sonra) kendisinin 18 Mart 1927 akşamı Gazi’nin sofrasına davet edilerek itibar gördüğünü, Gazi’nin kendisine yakınlık gösterdiğini ve Gazi’nin kendisine Paşaları senin için affettirdim. dediğinden bahsetmektedir. Aydemir; a.g.e., s. 275. Fahrettin Altay tarafından kaleme alınan On Yıl (1912–1922) Süren Savaş ve Sonrası adlı kitapta; İzmir’de bulunan Gazi’nin, Başbakan İsmet Bey ve II. Ordu Müfettişi Fahrettin (Altay) Paşa’ya İzmir’de bulunan İstiklâl Mahkemesinin tutuklu paşaları asacağını tahmin ettiğini ifade ederek, bu konuda onlara ne düşündüklerini sorar. Onlar da lütufkâr davranılmasının (aff edilmelerininin) uygun olacağını belirtirler. Bu görüşler üzerine Gazi, İzmir İstiklâl Mahkemesi Başkanıyla bu konuda tekrar görüşeceğini belirtir. Bkz. Altay; a.g.e., s. 421. Mango, İstiklâl Mahkemesi tarafından yapılan yargılamaların Gazi’nin kontrolu dâhilinde gerçekleştiğini, özellikle de gözaltına alınan TpCF kökenli paşaların yargılanmaları ve yargılama sonunda da serbest bırakılmalarında Gazi’nin belirleyici olduğunu belirtir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 516-517 Bu af meselesine ilişkin ifadeler, gerek Cebesoy’un hatırlarında dile getirilen hususlar, gerekse de Fahrettin Altay Paşa’nın hatırlarında dile getirilen 287 Üç hafta süren İzmir duruşmalarının daha başlangıcında, Gazi, Çeşme’ye çekilmişti. Burada adaletin doğal seyrinde yerine gelmesi gerektiğini ve devam eden davanın sonunun da kendisini ilgilendirmediğini ileri sürerek, tarafsız bir tutum takınmışa benziyordu. Ama Mahkeme üyeleri ve diğer nüfuzlu kimseler yine gelip Gazi ile görüşüyorlardı. Bu durum, kararların O’nun onayından geçtiği şeklinde düşünülmesine neden olabilirdi. Ziya Hurşit, İzmir milletvekili Şükrü, Eskişehir milletvekili Arif, henüz yakalanmamış olan Kara Kemal ve Ankara eski valisi Abdülkadir Bey ile ayrıca 11 kişi ölüm cezasına, Rauf Bey ile yedi kişi de çeşitli hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Cavit Bey, Doktor Nazım ve diğer İttihatçıların yargılanması daha sonra Ankara’da görülecekti. Ancak Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Cafer Tayyar Paşa ile Rüştü Paşa ve çoğu kapatılan TpCF eğilimli olan daha 10 kişi beraat ettiler. Halk, Millî Mücadele kahramanı Paşaların tutuklanmasını hoş karşılamamış, Mahkeme de, kendilerine karşı açıkça sempati göstermişti. Gazi, belki de eski arkadaşlarını astırmak değil de, onlara sadece bir ders vermek istemişti. Ancak adı geçen Paşaların beraat etmeleri İsmet Paşa’nın etkisi olarak yorumlandı. Beraat edenler, idamların infazından iki gün sonraki sabahleyin serbest bırakıldılar. Dışarıda toplanan halk Tanrıya şükürler olsun, Paşalarımızı bize bağışladı! diye onları alkışlıyordu. Böylece, Paşaların bırakılışı, bir zafer gösterisine dönüştü.853 TpCF ile yakından ilişkisi olan askerî ifadeler İzmir İstiklâl Mahkemesinin Gazi’nin kontrolunda hareket ettiği düşüncesini kuvvetlendirmektedir. Araştırmacının notu. 853 Kinross; a.g.e., s. 499-501. Zürcher; a.g.e., s. 254. Jevakhoff; a.g.e., s. 270. Mumcu; a.g.e., s. 144. ve Aybars; a.g.e., s. 58 ve Aydemir; a.g.e., s. 274-275. Suikastın duruşması, İzmir İstiklâl Mahkemesinin verdiği kararla 13-14 Temmuz 1926 tarihinde sonuçlanmıştı. Bu karara göre ölüm cezasına çarptırılanlar şunlardır: İstanbul milletvekili İsmail Canbolat, Lazistan milletvekili Ziya Hurşit, Saruhan milletvekili Halis Turgut, Ayıcı Arif, İzmir milletvekili Şükrü, Erzurum milletvekili Rüştü Paşa, Trabzon milletvekili Hafız Mehmet, Emekli Albay Baytar Rasim, eski Ankara Valisi Abdulkadir, Abidin, Sarı Efe Edip, Gürcü Yusuf, Laz İsmail, Copur Hilmi ve Kara Kemal. Suikastla ilişkileri olmadığı gerekçesiyle serbest bırakılanlar dışında: Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar, Rüştü ve Cevat Paşalar ile milletvekillerinden Faik, Sabit, Feridun Fikri, Kamil Zeki, Bekir Sami, Besim Necati ve Münir Hüsrev Beyler, gazetecilerden de sadece Hüseyin Cahit bu nedenle gözaltına alınmış, ancak o da sorgulamasından sonra serbest bırakılmıştı. Bahse konu ceza yasası gereği, Rauf, Dr. Adnan (Adıvar), Vahap ve Rahmi İdris Beyler de siyasî sürgün cezasına çarptırılmışlardı. Bkz. Mazıcı; a.g.e., s. 155-157. Gazi, Büyük Taarruz’dan sonra İzmir’de Rauf Bey’e verdiği hatıra resminin arkasına şu notu yazmıştı: Benim çok muhterem kardeşim ve Türkiye’yi kurtarmakta hakikî muin ve zâhirim kardeşim Rauf’a. Yine Rauf Bey arkadaşları 29 Eylül 1922 tarihinde İzmir’e geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa ile maiyeti ve büyük bir halk kütlesi ve tören kıtası tarafından tezahüratla karşılanmışlar ve Mustafa Kemal Paşa’nın konuğu olmuşlardı. Rauf Bey sevinçle Mustafa Kemal Paşa’nın boynuna sarılarak, Gazan mübarek olsun paşam, dediğinde, o da aynı samimiyetle Rauf kardeşim, mis gibi bitirdiğimiz işte ortak olduğumuzu unutma. Nice zamandır her mihnete katlanarak, lakin hiç ümitsizliğe düşmeden bugüne gelmeye çalışmadık mı? Gaza varsa, onda müşterekiz. Sana da mübarek olsun. demişti. Bu zarif ve samimi ifadelerin üzerinden 4 yıl sonra Millî Mücadelenin önderlerinden Rauf Bey 288 kahramanlar, Kâzım Karabekir, Ali Fuat, Refet, Cafer Tayyar ve Rüştü Paşalar kamuoyunun ve Ordudan gelen memnuniyetsizlik bırakılmışlardı. Ama işaretlerinin baskısı sonucu serbest siyasetteki konumlarının da, Gazi’nin hayatı boyunca, telafisi mümkün olmayacak şekilde yok edildiği de açıktı.854 gıyabında 10 yıl siyasî sürgün cezası alıyordu. Bkz. Kandemir; Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s. 75 ve Mustafa Alkan; “Hüseyin Rauf Orbay’ın Siyasî Hayatı”, Atatürk Araştırma Merkesi Dergisi, Temmuz 2004, S. 59, Ankara 2004, s. 597. TpCF kapatıldıktan sonra Rauf Bey de, diğer muhalif milletvekilleri gibi bağımsız kalmıştı. Bağımsız kalınca bir süreden beri tropikal sıtmadan rahatsız olan Rauf Bey, Meclis Başkanlığından 2 Mayıs 1926 tarihinde 45 gün izin alarak, Bad-Gaschtein kaplıcalarında tedavi olmak için Avusturya’ya gitti. Tedavisi bittikten sonra da, o sırada İngiltere’de bulunan Dr.Adnan Bey ve eşi Halide Edip Hanım’ı ziyaret için Londra’ya gitti. Rauf Bey Londra’dayken Gazi’ye suikast girişimi ortaya çıkartıldı. Kel Ali’nin başkanlık ettiği, İzmir İstiklâl Mahkemesi, Rauf Bey’i suikast girişimiyle ilgili bulup, onu gıyaben yargılayarak, 10 yıl sürgüne, medeni haklardan mahrum edilmesine ve mallarının haczine hüküm verdi. Bu karar, Rauf Bey’e Londra Büyükelçiliği vasıtasıyla tebliğ edildi. Mahkeme kararı, 3 Kasım 1926 tarihinde TBMM’de okunarak, Rauf Bey’in milletvekilliği sona erdirildi. Rauf Bey, İzmir Suikastı’nda kendisine isnat edilen suçları ve kararı kesinlikle kabul etmedi, ancak kararın temyiz kabiliyeti olmadığı için de yurda dönmedi. Bkz.Orbay, a.g.m., s. 622. İzmir İstiklâl Mahkemesinin iddiasına göre, Suikasttan birinci derecede suçlu Ziya Hurşit’in ağabeyinin yapılan sorgulamasında, Rauf Bey’in kendisine, Ziya Hurşit’in bir suikast yapmayı planladığını, bunu engel olmasını istediğini belirttikten sonra, Rauf Bey’in suikast girişimini Kâzım Karabekir ve Refet Paşa’ya haber verdiğini Rauf Bey’in bu olaya sessiz kaldığını belirtmiş. ‘Suikast hazırlığını duyunca bunu haber vermediği gibi, ben gidiyorum, siz ne yaparsanız yapınız’ diyerek Avrupa’ya gitmiş olmasından dolayı bu gizli girişimden haberi olduğu kanısına varılarak suçlu bulunmuştur. Bkz. Aybars; İstiklâl Mahkemeleri, C. I-II / 1920-1927, s. 440-441. Rauf Bey Hatıralarında komplo olarak gördüğü suîkast hadisesine uzun bir yer ayırmıştır. Bkz. Rauf Orbay; Cehennem Değirmeni - Siyasî Hatıralarım, C. II, Emre Yayın, İstanbul 1993, s. 195-223, 251-256. Rauf Bey, yurt dışında kaldığı günleri İngiltere, Hindistan, Çin ve Mısır’da geçirdi. Rauf Bey, Mısır’dayken nihayet, Cumhuriyetin 10. yıldönümü münasebetiyle kabul edilip, yayınlanan (26 Ekim 1933 tarih ve 2330 sayılı kanunun 8’inci maddesi) af kanunuyla cezasının ortadan kalkmasından sonra, 5 Temmuz 1935’te vatana döndü. 3 Aralık 1935 tarihli Bakanlar Kurulu Kararıyla emekli aylığına bağlandı. TBMM’nin 6’ıncı Döneminde açık bulunan bir milletvekilliği için CHP, 22 Ekim 1939 tarihli bir beyannameyle kendisini aday gösterdi. Bu beyannamede suikast olayıyla bir ilgisi olmadığı da vurgulandı. (Bu beyanname, bir anlamda İzmir Suikastı girişimi sonucu aldığı cezaya yönelik bir karar tashihi ve iade-i itibar idi) Sonuçta Kastamonu Milletvekili seçildi ve 8 Kasım 1939 tarihli oturumda TBMM toplantısına katılarak yasama görevine başladı. Ancak CHP’ye katılmadı. Bkz. Orbay, a.g.m., s. 622-623. 854 Zürcher; a.g.e., s. 254. Zürcher, TpCF ile ilgili K.Karabekir ve diğer saygın askerî şahsiyetlerin İzmir Suikastini takiben yapılan yargılamalarda beraat ettirilmiş olmakla birlikte, Gazi’nin çevresindeki radikal kanadın başat durumda kaldığı sürece siyasî kariyerlerinin sona erdiğini belirtmektedir. Bkz. Zürcher; “Kazım Karabekir ve İstiklâl Harbimiz Kitabı”, Savaş, Devrim ve Uluslaşma Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi: 19081928, s. 17. Jevakhoff, 1926 yazının bir merhale olduğunu, Gazi’nin mevcut ve muhtemel tüm muhaliflerini bertaraf ederek inkılâplarına Türk halkını inandıracak zamanı bulduğunu, İttihatçıların tamamen tasfiye edildiğini, yaşanan olayların Gazi’yi çocukluk, Harp Okulu ve Sakarya Savaşı’nda arkadaşlık ettiği ve ümitlerini paylaştığı arkadaşlarından kesin olarak ayırdığını, 1922’den itibaren Gazi’nin bu insanların pek çoğunun, yenilerine gösterilen ilgiden dolayı gururları ve dostluklarının yaralandığını, bu insanların, Gazi’nin Türkiye’nin geleceği ve dostları arasında tereddüt etmediğini anlamaktan aciz bir şekilde, Gazi’den uzaklaşmış olduklarını, bu konuyla ilgili somut bir örnek olarak da İzmir Suikasti teşebbüsü üzerine kurulan İstiklâl Mahkemesinde, Mahkeme Başkanının, Kazım Karabekir Paşa’yı sorgulaması esnasında Paşa Hazretleri, Kurtuluş Savaşı’nda millî harekat esnasında büyük hizmetler yaptınız… Niçin muhalefete geçtiniz. şeklindeki sualine karşı, Kazım Karabekir Paşa’nın, bazı ahlaksızların Gazi üzerindeki etkisini açıklamış ve bunların uzaklaştırılması için İsmet Paşa’ya göndermiş olduğu mektubu açıkladığını, Mahkeme Başkanı ve 289 İzmir duruşmaları, suikastçıları temizlemiş ve Gazi’nin karşısındaki kapatılan TpCF mensuplarının muhalefetini de tamamen susturmuştu. Çünkü bundan sonra Paşalar ve arkadaşları (en azından Gazi’nin hayatının sonuna kadar) gerçekten politik alandan silineceklerdi. 15 gün sonra Ankara’da başlayan diğer davanın amacı da, Gazi’nin Kara Çete diye adlandırılan Gazi’nin diğer düşmanlarını (İvT üyelerini) ortadan kaldırmaktı. Ağustos ayında Ankara’da 50’nin üstündeki eski önemli İttihatçı aleyhinde ikinci bir dava açıldı. Bu seferki dava, birincisinden daha fazla göstermelik bir dava olup, işlenen asıl tema İvTC önderlerinin iktidardayken uyguladıkları siyasetler ve bunların Gazi’ye olan muhalefetleriydi. Haziran 1926’daki suikast ile bir kenarda kaldı. Sanıklardan dördü (İvT kökenli Maliye eski Nazırı Cavit Bey, Dr. Nazım, Hilmi ve Nail Bey) idam edildi, diğerlerinden bazılarına ise hapis cezası verildi. Eski başvekillerden Rauf Bey ile birlikte yedi kişi de on yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Ancak, Rauf Bey o sırada yurt dışında bulunduğundan gıyaben mahkûm olmuştu. Mahkeme heyeti tarafından suikast girişiminin ardındaki beyin olarak görülen Kara Kemal, ilk davada gıyaben ölüme mahkûm edilmiş, İstanbul’da saklandığı yer ortaya çıkarılınca da kendini vurmuştu.855 18 Temmuz 1926’da Ankara’da başlayan İstiklâl Mahkemesinin tutumu, suikast girişimiyle ilişki aramaktan çok, geçmiş dönemlerin hesabını sormak yönünde olmuştur. Mahkeme sonucunda dört idam (Cavit; Dr. Nazım, Ardahan Milletvekili Hilmi ve Nail Beyler) yedi de (ikisi gıyabî / eski Başvekil Rauf Bey ile İzmir’in eski valilerinden Rahmi Bey) 10’ar yıl siyasî mahkûmiyet (sürgün) cezası verilmiştir 856 üyesi olan Kel Ali (Çetinkaya) ve Kılıç Ali’nin bu ahlaksızların önde gelenleri olduğunu ifade etmektedir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 271. Gazi, K.Karabekir Paşa’nın Mahkeme’de yapmış olduğu konuşmaya izin verildiği için Kel Ali’ye kızmış, Çeşme’de yapılan baloya mahkeme üyelerini de çağırtarak, burada kendilerini sert bir şekilde azarlamıştır. Bkz. Aybars, a.g.e., s. 445. Tunçay da tutuklu paşaların Gazi’nin özel isteğiyle beraat ettirildiğini ifade etmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 163. Mango, Paşaların berat etmelerinden sekiz ay sonra Gazi ile Ali Fuat Paşa’nın barışmış olduklarını, Ali Fuat Paşa’nın 1933 yılında milletvekili seçilmesinin ardından Nafia Vekilliğine (Bayındırlık Bakanlığına) getirildiğini, Gazi’nin, Refet Paşa ile arasının düzelmesinin daha uzun sürmekle birlikte onun da 1935 yılında Meclise katıldığını, Rauf Bey ile Kazım Karabekir Paşa’nın bir daha Gazi ile barışmadığını belirtmektedir. Bkz. Mango; a.g.e., s. 518-519. 855 856 Zürcher; s. 254-255. Kinross; a.g.e., s. 501-502. Ankara'da bir gösteri davası biçiminde dava edilen 50 kadar olan eski İttihatçılar içinde en önemlileri Rauf Bey ile Dr. Adnan (Adıvar) (her ikisi de yurt dışındaydı.), Mehmet Cavit, Dr. Nazım, Hüseyinzade Ali (Turan), Yenibahçeli Nail, Filibeli Hilmi, Hüseyin Cahit (Yalçın), Küçük Talat (Muşkara), Hüseyin Avni (Ulaş), Kara Vasıf, Mithat Şükrü (Bleda) ve Ahmet Nesimi (Soydan) idi. 290 Kayalı, İzmir ve Ankara’da yapılan yargılamalarla ilgili olarak şu hususları dile getirmektedir: İstiklâl Mahkemeleri’nin güdümlü kuruluşlar olduğu açıkça ortadayken İkinci Gruba mensup üç kişinin cezalandırılmamış olması, onların diğerleriyle bağlantılarının söz konusu edilmediği ve/veya etkin bir muhalefette rol alabilecek durumda olmadıkları şeklinde yorumlanmalıdır. Bir kısım CHF mensubunun da eski İttihatçı oldukları düşünülürse, açıkça görülür ki, memlekette gizli bir sivil muhalefetin önü alınmak istenmiştir. Rauf Bey’in, Cavit ve Nazım’ın cezalandırılmaları bu biçimde yorumlanmalıdır...... Resmî görüşü benimseyen tüm yapıtlarda, İkinci Grup, İttihatçıların bir kısmı ve TpCF fikir ve ilişki düzeyinde birlikte gösterilmek istenmektedir. Her ne kadar bu gruplar birbirlerine CHF’ye oranla daha yakın olarak nitelenebilirse de, aralarındaki önemli ayrılıklara dikkat etmek gereklidir. .......... Ana noktalarıyla belirtmek gerekirse, bu dönemi temelde askerî aydınlar arasında mücadele dönemi olarak nitelemek mümkündür. Aynı zamanda ikinci bir işlevinin olduğunu, ülkede ileride etkin sivil muhalefet yapabilecek potansiyel gücün tasfiye edilmemesinin amaçlandığını belirtmek lazımdır. 857 Buradaki suç nedeni, Gazi’nin canına kasıt değil, fakat rejimi devirmeye yönelmiş siyasî bir girişimdi. Bu ithamlar, İttihatçılar ile Milliyetçiler, Enverciler ile Kemalciler arasında sürüp gitmiş ve Millî Mücadele hareketini ikiye bölmüş olan bir ihtilafın son noktasıydı. Gazi, İvT’den arta kalanları kendi rejiminin kaçınılmaz düşmanı olarak değerlendiriyordu. Mahkeme, İttihatçı liderlerin, Türkiye’den kaçışından sonra ve arkadan Türkiye’ye dönme çabaları sırasında, Enver Paşa ile işbirliği yaptıklarını ortaya koydu. Onlar; Birinci BMM döneminde Hükümeti devirmeye kalkmak, ikinci seçimler sırasında karışıklık çıkartmak, TpCF yoluyla muhalefet kurmak, bu amaçla Cavit’in evinde ve Kara Kemal’in yazıhanesinde gizli toplantılar yapmak ve gazetelerde sistematik olarak hükümet aleyhtarı yazılar yazdırmakla suçlandı. Yargıçlar gözünde, Hükümeti desteklememiş olmak gibi olumsuz bir davranış, sanıkların suçlu kabul edilmeleri için yeterli bir kanıt oluyordu. Sonuçta dört idam, Rauf Bey de dâhil olmak üzere yedi kişiye de 10’ar yıl siyasî mahkûmiyet cezası verilmiştir (26 Ağustos 1926). Bütün bu siyasî-adlî terör hükümlerinin haksızlığı ortadadır. Bazılarına göre de adalet tam anlamıyla tecelli etmemiştir. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 501-502. Mazıcı; a.g.e., s. 156 ve Jevakhoff; a.g.e., s. 270. Ankara İstiklal Mahkemesindeki duruşmalar ve verilen idam kararları konusunda ilave bilgi için bkz. Tansu; a.g.e., s. 410-413. Dönemin canlı tanıklarından yazar F.Kandemir; TpCF’yi kapatmak, muhalefet yapan gazetecileri bir bahaneyle susturmak ve bu arada kendi içindeki gerçek demokrasi ve Cumhuriyet taraftarlarının bayraktarı durumundaki Fethi Bey’i ülkeden uzaklaştırmak maksadıyla Paris Büyükelçiliğine göndermek suretiyle İsmet Paşa başkanlığındaki CHF ve Hükümeti artık dilediği gibi kontrolsuz kalmış ve kurduğu Tek Parti Yönetiminin rahatlığı içinde istediği gibi hüküm sürmeğe başlamıştı. 1927 yılında yapılan genel seçimler sonucu 1 Kasım 1927 tarihinde toplanan üçüncü dönem TBMM, doğrudan doğruya İsmet Paşa’nın Meclisi sayılıyordu. Bkz. Feridun Kandemir; Siyasî Dargınlıklar 4, Ekicigil Matbaası, İstanbul 1955, s. 3. 857 Kayalı; a.g.e., s. 52-53. Demirel de, İkinci Grup önderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş), Salahattin (Köseoğlu) ve Kara Vasıf (Karakol) Beylerin de tutuklanarak 10 Temmuz’da sorguya çekildiklerini, eski İvT mensuplarının yanı sıra, İkinci Grubun önderlerinin de, İzmir’deki yargılamanın ardından, 19 Ağustos 1926’da Ankara’da yargılanmaları sonucu İkinci Grubun tarih sahnesinden artık tamamen çekildiğini ifade etmektedir. Bkz. Demirel; a.g.e., s. 605-606. İzmir Suikasti teşebbüsünün ardından yapılan yargılamalar sonucu suikast girişiminde bulunanlar ve suikastı tasarlayanlar ile birlikte eski İttihatçılar ve kimi İkinci Grup 291 Kongar da, tutuklanan TpCF önderlerinin mahkeme sonunda kanıtlar yetersiz olduğu için salıverildiklerini, fakat bu mahkemenin, Gazi’nin yakın arkadaşları tarafından kendisine karşı girişilen siyasal eylemin bitimini de simgelemiş olduğunu, onların suçunun (!), devrimlerin yapılış hızını ve Cumhurbaşkanının artan gücünü eleştirmek olduğunu, bu suçlarını (!) da Atatürk’ün ölümüne kadar etkin siyasetin dışında bırakılarak ödediklerini belirtmektedir.858 Cemil Koçak’ın da İzmir Suikastı davasının siyasal sonuçlarına ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: Takrir-i Sükûn Kanunundan sonra Hükümet her ne kadar tüm muhalif basın organlarını ve kuruluşları yasaklamış ve kapatmışsa da, muhalefet dağınık bir biçimde de olsa varlığını sürüdrüyordu. İzmir Suikastı Davası ve İstiklâl Mahkemeleri kanalı ile Mecliste TpCF’den arta kalan milletvekili grubuyla Meclis dışında ve içinde toplanmaya çabalayan eski İttihatçı siyasal kadrolar tasfiye edildiler. Bu arada Millî Mücadelenin önder kadrosu içindeki parçalanma da son aşamasına erişmiş ve Mustafa Kemal Paşa’nın yanında kalan diğer grup, diğer grubu yargılama noktasına kadar gelmiştir. Davanın sonucunda Mustafa Kemal Paşa’nın iktidarına karşı geriye kalan cılız nitelikteki son muhalefet de siyaset sahnesinden tamamen silindi. Türkiye Cumhuriyeti, Takrir-i Sükûn Kanunu ile girdiği süreci İzmir Suikastı Davası ile tamamladı. Bu tarihten itibaren ülkede açık bir muhalefet kalmadı ve Mahmut Goloğlu’nun deyimiyle ‘Tek Partili Cumhuriyet’ kurulmuş oldu.859 1926 yılında reformlara karşı artan muhalefet, sürekli kötü ekonomik durum ve dış siyasette (Musul Meselesi nedeniyle) yaşanan yenilgiyle karşılaşan yönetim, tüm potansiyel rakiplerini ezmiştir. İzmir Suikasti’nin ortaya çıkarılması tüm muhalif grupların; 1921'de Enver Paşa’yı geri getirmeye çalışan İttihatçıların, eski Karakol Cemiyeti üyelerinin, 1923'te eski duruma dönmeye çalışan İttihatçıların ve 1924'te TpCF'yi kuran Millî Mücadele liderlerinin temizlenmesi ve sindirilmesi için fırsat sayılmıştır. Yine 1926 yılı üyelerinin tutuklanmalarının ardından bunlardan bazılarının cezalandırılmaları, bazılarının da serbest bırakılmaları sonucu örgütsüz muhalefetin yok edilmesi hakkında ilave bilgi olarak bkz. Esat Öz; Türkiye’ de Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Gündoğan Yayınları, Ankara 1992, s. 97 858 859 Kongar; a.g.e., s. 144. Koçak; a.g.m., s. 145. 292 içerisinde 26 Mayıs 1926 tarih ve 854 sayılı Kanunla Mücadele-i Milliyeye İştirak Etmeyen Memurin Kanunu adıyla sivil bürokraside tasfiyeler yapıldı. Daha önce de (21 Eylül 1923 tarih ve 347 sayılı Kanunla) subay camiasında tasfiyeler yapılmıştı. Ayrıca 5 Haziran 1927 tarih ve 1164 sayılı Kanunla Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair kanun çıkarılarak sivil bürokrasi üzerinde askerî kesimdeki hiyerarşik sisteme benzer bir denetim mekanizması oluşturulmuştur. Bu süreçte sivil bürokrasinin siyasal elit için güvenilir bir duruma gelmesine kadar, önce parti bürokrasisinin geliştirimesine çalışılmıştı. Daha sonra da parti bürokrasisi ile mevcut sivil bürokrasi kontrol altına alınmıştı.860 1930’lu yıllarda Gazi ve ondan sonra da İnönü’nün eski muhlefet liderleriyle barışma ve onları yeniden siyasal elit içine sokmaya yönündeki girişimlerine karşın, bahse konu kişilerin siyasal konumları bir daha onarılamayacak şekilde bozulmuştu. Gazi ve İnönü’nün izlediği bu yeni siyasanın bir sonucu olarak bütün önemli isimler 1930’larda ve 1940’larda yeniden siyaset sahnesine döndülerse de artık devirleri kesinlikle geçmişti. Bahse konu şahsiyetler, Millî Mücadeledeki kahramanlıkları nedeniyle yeniden saygı gören yaşlı devlet adamlarıydılar. Fakat işlevleri büyük ölçüde törensel olmaktan öteye gitmiyordu. Bir grup politikacı, 1946 yılında Demokrat Parti (DP)’yi kurmak üzere CHP’den ayrıldıklarında, bunların, fahri önderleri olarak bu eski muhalefet liderlerine ihtiyaç duymamış 861 olmaları da önemli bir noktadır. Armağan da Küller Arasında Yakın Tarih862 isimli kitabında, Cumhuriyet tarihini, birbiriyle çekişen kliklerin tarihi olarak okunması gerektiğini ima etmektedir. Armağan, bahse konu eserinde; yeni bir devletin kuruluşunun aynı zamanda yeni bir iktidar mücadelesi anlamına geldiğini, Millî Mücadeleye hep birlikte baş koyanların, sıra iktidarı paylaşmaya gelince siyaseten karşı karşıya geldiklerini ve birbirlerine düşman olduklarını, 1920 yılının sonlarında Çerkes Ethem’in başına gelenlerin 1925 yılında da İstiklâl Harbini yöneten Paşaların başına geldiğini, İzmir Suikastı sonrasında; tasfiye edilenlerin iktidar kliğinin 860 İba; a.g.e., s. 139. 861 Zürcher; a.g.e., s123. Refet ve Ali Fuat Paşalar Gazi’nin izniyle TBMM’ye bağımsız milletvekili olarak girdiler. Kazım Karabekir ve Rauf Bey ise Gazi’nin ölümünden sonra, İnönü’nün muhalifler ile barışma politikası çerçevesinde TBMM’ye girdiler. Bkz. Uyar; a.g.e., s. 117. 862 Mustafa Armağan; Küller Arasında Yakın Tarih,Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2006. 293 içine giremeyen İttihatçılar ile Gazi’nin hayatı boyunca siyaseten tasfiye edilen (kapatılan TpCF çatısı altında toplanan) Millî Mücadele kahramanları olduğunu belirtmektedir. Suikastçilerin cezalandırılmasıyla örgütsüz muhalefetin tamamen tasfiyesi için kullanılan araç olan İstiklâl Mahkemelerinin ömrü uzun sürmedi. İstiklâl Mahkemelerinin böylece siyasî amaçlar uğruna kötüye kullanılan yetkisi öylesine gelişmişti ki, devletin içinde ikili bir otorite tehlikesi ortaya çıkmıştı: bir yanda mahkeme yargıçları, öte yanda Gazi’nin vekilleri. Bu, İsmet Paşa’yı sinirlendiriyor ve hükümette iş görmesini engelliyordu. Bir süre sonra artık dayanamayıp, Gazi’yi bu Mahkemeleri dağıtmak zamanının geldiğine inandırdı. Bir akşam, Çankaya’da bir toplantıda Gazi, lâf arasında Kel Ali’ye Senin mahkemeyi kaldırmaya karar verdim. Artık gereği kalmadı. dedi. Kel Ali, sorunu inceleyeceğini ve raporunu, Gazi’ye sunacağını söyleyince Gazi bağırarak Rapor mu? Ne Raporu? Sorunu ben kendim inceledim. Senin mahkeme yarın kalkmış olacak. dedi. İstiklâl Mahkemelerinin kaldırılması konusunda ertesi gün Parti Grubunda karar altına alındı. İki yıl süreyle sorumsuz bir iktidarın zevkini tatmış olan Mahkeme üyeleri, tekrar herhangi bir milletvekili durumuna döndüler. Artık şiddet ve sindirme devri sona ermişti. 863 Şeyh Sait İsyanı ve bunun ardından yaşanan İzmir Suikastı rejimi daha da otoriterleştirip örgütlü ve örgütsüz siyasî muhalefetin tamamen tasfiye edilmesine neden oldu. İzmir Suikastı olayından sonra Gazi ve Cumhuriyet rejimine karşı bir daha hiçbir eleştiri duyulmayacak, basında daima hükümetin icraatını metheden yazılara rastlanacak parti grubunda ve Mecliste Gazi ile İsmet Paşa’nın canlarını sıkabilecek sesler çok seyrek duyulacak, milletvekilleri, yazarlar, öğretmenler ve törenlerde konuşanlar Gazi’yi yüceltmek için birbirleriyle yarışacaklardı.864 İzmir Suikastı sonrası muhalefetin tasfiye edilmesi nedeniyle ülkede korku ve suskunluk yaygınlaştı, farklı siyasî düşünceler de tamamen kayboldu. Bu ortamda tam anlamıyla TekPartinin otoritesi ülkede yerleşmiş oluyordu. Esen ağır hava bir tarafa, ekonomik şartlar 863 Kinross; a.g.e., s. 504. 864 Ergin; a.g.e., s. 161. Aydemir; 1924-1926 yıllarının bir geçiş dönemi olduğunu, bu dönemde Millî Mücadelenin önder kadrosunda meydana gelen parçalanma ve tasfiyenin tek şef, tek parti ve otoriter hükümet rejiminin yerleşmesiyle sonuçlandığını belirtmektedir. Bkz. Aydemir; a.g.e., s. 289. 294 ağırlaşıyor, vergi yükü artıyor ve Hükümet dış borcu ödemede zorlanıyordu. Mecliste hiç kimsenin sesi çıkmıyor, milletvekillerinin de Meclise ilgisi gittikçe azalıyordu. 865 Ülkemizde siyasî olayları sosyal bilim mantığıyla anlamanın ilk örneklerinden biri olan Ahmet Ağaoğlu866 25 Temmuz 1926’da Cumhurbaşkanına uzun bir rapor sunar. Rapor halkın perişanlığını ve Cumhuriyetçi kadronun yozlaşmakta olduğunu anlatmaktadır. Gazi’ye hitaben Müncimiz Büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine şeklinde başlayan raporda bu bağlamda özetle ........ sureti cibayeti evvelce iyi düşünülmemiş vergiler vazetmek mecburiyeti hasıl oldu. Bu suretle adeta fasit bir daire içine girmiş olduk. ..........İnkılâpçı bir muhitin yegâne istinat ettiği kuvvet menevi prestijdir. ......... Binaenaleyh bu prestiji muhafaza, takviye ve tevsî ettirmek Türk inkılâpçıları ve Türk vatanı için hayat ve memat meselesidir. ........... Mezkûr prestijin maateessüf tedrîcen rahnedar olduğunu görmekle müteessif olmamak inkılâpçı ve hassa bir göz için mümkün değildir. Rahneleri mucip olan esbaba gelince acizlerince bu esbap üç nokta etrafında toplanıyor: feragat-i nefs kifayetsizliği, fırkanın ataleti ve mütekabil fırkanın mefkudiyeti. ....... Her yerde ve her zaman inkılâpçı zümreleri yıkan amil işte bu esasa riayet etmemiş olmalarıdır. Fakat maalesef biz mükellef olduğumuz bu manevî vazifeyi unutmak üzereyiz. Paraya, ticarete, menfaat ve istifadeye dalmak üzereyiz. Halka karşı mütehakkim ve mütekebbir vaziyetler almaktayız. Ankara’da dünyanın hiçbir tarafında hükümferma olmayan bir pahalılık hükümfermadır. ......... Bu hal Fırkamızın dikkatini bile celbetmedi........ Kuvvetli hükümet yapmak isteyen bir muhit yukarıda bahsettiğimiz hususları hayırhahane murakebe usulünü temin etmelidir. ....... Fakat sizin etrafınızı almış olan bizler maateessüf bu vaziyetin ehemmiyetini kendiliğimizden takdir edemiyoruz. ....... Bunu ise siz yapabilirsiniz. Bizi dahi yine siz ıslah ve tasfiye edebilirsiniz. ifadeleri yer almaktadır.867 Sadece liberal Ağaoğlu değil, Karaosmanoğlu ve Uran da yazmıştır bu 865 Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 44 866 Ahmet Ağaoğlu’nun biyografisi için bkz. Simten Coşar, “Ahmet Ağaoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 7 s. 236-242. Murat Yılmaz; “Ahmet Ağaoğlu”, a.g.e., C. 7 (Liberalizm), s. 54 ve Murat Yılmaz, “Ahmet Ağaoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C. 3 (Modernleşme ve Batıcılık), 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 304-313. 867 Ahmet Ağaoğlu’nun 1926 yılında Gazi’ye ve Başbakana verdiği rapor için bkz. Hasan Rıza Soyak; Atatürk’ten Hatıralar, 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, Ankara 2005, s. 471-477. 295 gerçekleri.868 Karaosmanoğlu, daha sonraları yazmış olduğu Ankara adlı kitabında üç dönemin (1922, 1926 ve 1937-1943) Ankara’sını bir roman tarzında gerçekçi bir şekilde anlatırken, eksenini Türk İnkılabının oluşturduğu bir anlatımla Cumhuriyetin ideallerinden ve halktan ne denli uzaklaşıldığını anlatır.869 Yine Karaosmanoğlu’na ait Panorama isimli eserde de eksenini yine Türk İnkılâbı teşkil eden ve o dönemi tasvir eden şu ifadeler vardır: Yıllar yılıdır, geceli gündüzlü, haykırıp durduğumuz inkılâp, kelimesinin daha ‘i’ harfi bile buraya aksedememiş. Kabahat kimde? Bu halkta mı? Hayır, bin ker hayır; kabahat bir inkılâbın plansız, teşkilatsız ve tekniksiz yapılabileceği hayaline kapılanlardır. İki üç maddelik bir kanun, valiye, polise, jandarmaya birer emir… Her şeyi olmuş bitmiş farz ediyoruz; bu kanunların, bu emirlerin - kafaların içi şöyle dursun - hatta dışını bile değiştirmediğini görmek istemiyoruz. Umumî müfettiş bey -halkı Avrupaî yaşayışa alıştırmak için- misafirlerini akşam yemeğine smokinle kabul ediyor; bizim lisenin müdürüyse, bütün gün mektebin içinde ökçesiz terlikle dolaşıyor; biri, yeni sosyal nizam kurmak, öbürü, kafaları işlemek gibi iki çetin vazifeyi üzerlerine almış bulunan bu adamlaın her ikisi de bence, başka başka bakımlardan inkılâp metodumuzdaki aynı aksiyon hatasının kurbanıdır. Ne o, ne de bu bir şey yapmaya muvaffak olacak; her ikisi de ağır bir çarkı, boşlukta döndürüp duracak. İnkılâbın Temelleri diye kurulan Halk Evleri’nin düştükleri feci hali hiçbir kalem şu satırlardaki kadar realist bir tarzda canlandırmamıştır: Sana, bu satırları, içinde in cin top oynayan, Halkevi’nin çırılçıplak bir odasından yazıyorum. Bu çizgili kâğıtla, içi hareli zarfı, biraz evvel aşağıdaki bakkaldan satın aldım. Kusura bakma. Bu kültür ocağında kitap falan şöyle dursun, hatta kâğıt kalem bile bulmak mümkün değil, Bahsettiğim geniş odanın ortasında bir büyük masa duruyor. Bunun üstünde, İstanbul’dan ve Ankara’dan gelmiş bir takım eski gazeteler ile mecmualar hiç el değmeksizin kendi kendilerine yıpranıp solmaktadır. Tanrım, hepimize sabır ve selamet ihsan eyleye, âmin.870 Aydemir de SCF’nin kuruluşuna ilişkin değerlendirme yaparken Evvela CHF, bir halk 868 CHP’nin halka kayıtsızlığı konusunda bkz. Karaosmanoğlu; Politikada 45 Yıl, s. 107-108. Başkaya; a.g.e., s. 214-215 ve Uran; a.g.e., s. 229-231. 869 Karaosmanoğlu’nun bahse konu eserinin kısa bir özeti ve değerlendirmesi için bkz. Y.Kadri Karaosmanoğlu; Ankara, (Yayına Hazırlayan: Atilla Özkırımlı), Birikim Yayınları, İstanbul 1981, s. 13-15. 870 Karaosmanoğlu; Panorama I-II, 2. Baskı, Yükselen Matbaacılık, İstanbul 1971, s. 8. 296 partisi haline gelememişti. Bu parti kurulurken Halk Partisinin bütün halkın partisi olacağını, bu parti kadrosunda bütün halkın tek bir parti teşkil edeceğini, millet içindeki sosyal bölüntülerin silineceğini halk, Gazi’nin ağzından dinlemişti. Ama bu sözler, yukarıdan aşağıya doğru indikçe maddî ve fiilî şartlarla ister istemez çelişiyordu. Çünkü bütün halkı partileştirmek, gerçi sürükleyici bir ruh hazzı yahut sevinci idi. Ama bu gayeye ulaşılması ancak, güçlü ve yaygın teşkilatçı kadronun, Gazi’nin zihniyetini paylaşmasıyla mümkündü. Kendini bu davaya verecek, bu davayı temsil edecek, bütün halkı kapsayacak bir önder parti teşkliatının disiplinli önderliği ile mümkündü. Hâlbuki 1930 sıralarında CHF halktan kopmuştu. Halkın dışında dar, basit bir bürokrat hizbi ile, bu hizbe, ancak seçim ve menfaat bağlantıları olan mahallî, fakat dar bir taşralı taraftar kadrosundan ibaretti…… Merkezde veya taşrada partili olmak demek, gelecekten bir şey, bir menfaat veya kariyer bekleyen insan demek olmuştu. Hülasa inkılâp partisi, bir klik haline gelmişti. Kapalı, dar bir klik… Eğer bir rüzgâr, yeni bir takım hedefler ve sloganlarla bu durgunlaşan suyu dalgalandırmazsa, parti hatta tamamen sönebilirdi. …… Fakat halk homurdanıyordu. İktisadi buhran, vilayetlerde tam bir çaresizlik havası hâkimdi. İşte o sıralarda Gazi, havayı dalgalandırmanın artık vakti geldiğine inanmış olacaktı ki yeni bir teşebbüsü ele aldı. Bu teşebbüs iktisadî değil, siyasî olacaktı. Fakat bu yönden bir sondajla da, halkın duygularını belki daha iyi kanalize etmek mümkün olabilirdi. Bu yeni teşebbüs, yeni bir siyasî parti kurmak çabasıydı. Ama bir vesayet partisi. Yani ipuçları elde tutulan, kontrol, hatta yönetim altında bir parti… İşte Serbest Fırka bu hava içinde doğdu. demektedir ki bu sonuç, CHF’nin halkla karşı karşıya gelmiş olmasından başka bir anlam taşımamaktadır.871 Ağaoğlu da Serbest Fırka Hatıraları isimli eserinde Serbest Fırka’nın kuruluşu zamanında hoşnutsuzluk azami dereceye varmıştı. Fakat Gazi bunu bilmiyordu. derken bu gerçeğe bir başka açıdan değinmiş olmaktadır. SCF kapatıldıktan sonra Gazi’nin halkın yakınmalarını bizzat dinlemek üzere kalabalık bi heyetle uzun bir yurt gezisine çıkmış olması da bu kanıyı doğrulamaktadır. 872 1924-1926 yıllarını bu şekilde geçiren ülke, 1923 yılında iki yıl için seçilen, fakat 1924 871 Aydemir; a.g.e., s. 379-381 ve Çetin Yetkin; Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karacan Yayınları, İstanbul 1982, s. 24. 872 Yetkin; a.g.e., s. 24. 297 Anayasası ile görev süresi dört yıla çıkartılan ikinci dönem TBMM’nin görev süresi 1927 yılında bitmektedir. II. Meclis büyük dönüşümlerin olduğu bir döneme rastlamıştır. Ayrıca, aynı dönem içerisinde Cumhuriyetin ilanı ile laik toplumun temellerini atan bir dizi karar da alınmış ve hazmedilemeyeceği uygulanmıştır. Bu bilinmektedir. büyük değişikliklerin Demokratik işleyişin toplum tarafından aynı dönemde gerçekleştirilememesinin nedeninin toplumun tutucu yapısı olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bu arada ne ekonomide, ne de toplumsal yaşamda halka yönelik kararlar alınabilmiştir. Sadece İzmir İktisat Kongresinin liberal doğrultudaki istekleri yerine getirilmiştir. Devlet ekonomiye müdahale etmekten kaçınmış, sadece demiryolu politikasında etkinleşmiştir. Kısacası 1923-1927 döneminde ezilen, sömürülen ve yoksul halk yığınlarından yana tavır alınamamıştır. İşte 1927 yılına ve ikinci dönem Meclisin sonuna böyle gelinmiştir.873 26 Haziran 1927’de genel seçim kararı alan TBMM, bu tarihte II. dönem çalışmalarına son verdi. 1927 yılı Eylül ayı başında yapılan seçimlere sadece CHF katılmıştır.874 1 Kasım 1927’de üçüncü dönem çalışmalarına başlayan yeni Meclis, Gazi’yi yeniden 875 Cumhurbaşkanı olarak seçmiş, İsmet Paşa da tekrar Başbakan olarak atanmıştır. İçeride ve dışarıdaki başlıca önemli sorunlar tasfiye edilmişti. Yeni rejimin sağlam temellere oturtulduğuna dair en küçük bir kuşku kalmamıştı. Asayiş tamdı. İstikrarlı bir yönetim kurulmuştu. Bütçe denkti. Yabancılar, Türkiye’yi kuvvetli orduya sahip, dış güvenliğini kendi gücüyle koruyabilecek bir devlet olarak görüyorlardı.876 Tek Parti, ülkeye egemendi. Cumhurbaşkanı bu görevine ilaveten kurucusu olduğu CHF’nin de genel başkanıydı. Gazi, 1926 yılında, büyük çoğunluğunu İttihatçı kökenlilerin oluşturduğu muhalif ekibi tasfiye ettikten sonra tedricî olarak politika sahnesinde egemenliğini oluşturmuştu.877 Gazetelerde ve radyoda her gün Gazi’den bahsediliyor, okullarda ülkeye yaptığı değerli hizmetler anlatılıyor, kentlerin en önemli caddesine ve meydanına adı konuluyor, paraların 873 Gülcan; a.g.tez, s. 114-115. 874 Kocatürk; a.g.e., s. 467-470. 875 Karpat; a.g.e., s. 68. 876 Ergin; a.g.e., s. 162. 877 Zürcher; “Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı Mirası: Yeni Bir Dönemselleştirme Denemesi”, s. 47. 298 üstüne resmi basılıyor, dershaneler, resmî daireler ve işyerlerine fotoğrafları asılıyor, heykelleri ve büstleri dikiliyordu.878 3.1.4.3. Bir Dönemin Sonu: Nutuk Millî Mücadele sonrasının huzursuzluk dönemi, Gazi’nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında CHF Kongresindeki önündeki 36 saatlik nutkuyla simgesel olarak kapandı. Bu çalşma, dikkate değer ve son derece etkili bir metin olup, üzerinde durulmayı gerektirmektedir. Gazi bu metni, 1919’dan 1927’ye kadar olan Millî Mücadelenin tarihi hakkında bir bilgilendirme olarak sundu. Gerçekte Nutuk, 1919-1927 döneminin bir tarihi değildir. Nutuk, TpCF’nin Kasım 1924’te ortaya çıkışıyla sona erer. Nutuk, (aynı zamanda) 1925-1926 yıllarındaki temizlik hareketlerinin (de) bir savunmasıdır. Nasıl ki Gazi’nin Mart 1926’da yayınlanan hatıralar’ının ana teması TpCF’nin eski liderlerinin eleştirisi ise Nutuk’un da ana teması aynıdır. Gazi eski çalışma arkadaşlarını gözden düşürmeye çalışırken, onları baştan sona tereddütlü, yeteneksiz ve hain olarak sunar ve kendini ise hareketi başlangıçtan itibaren yöneten kişi olarak tanımlar.879 O günkü adıyla Büyük Kongre, 15 Ekim 1927 Cumartesi günü TBMM Toplantı Salonu’nda parti genel başkanı Gazi Mustafa Kemal’in başkanlığında toplanmıştır.880 Kongre’de büyük heyecan doğuran tarihî büyük Nutuk, Gazi tarafından 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat 09.30’da okunmaya başlanmak ve 20 Ekim 1927 Perşembe günü saat 878 Ergin; a.g.e. s. 162. 879 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 255-256. İnönü, hatıralarında; TpCF’nin kuruluşunun, Atatürk’ün süratli icraatta nereye kadar gideceğinden ve ne şekilde bir otorite tesis edeceğinden korkulması üzerine, onunla beraber çalışma imkânından ümitleri kesildikten sonra girişilmiş bir teşebbüs olduğunu, siyaset ayrılığının meydana getirdiği sonuçların, fikir ayrılığından, reformların tabiatından ve reformların uygulanmasındaki metot farkından, buna ayak uydurmak ve hazmetmek yeteneğinin zayıflığından olduğunu, (siyasî) mücadele yapılırken medenî ve ileri bir seviye mevcutsa, (fikrî) ayrılığın makul ölçülerde kalabildiğini, siyasî seviye olgun değilse aradaki ayrılığın tamir edilmez bir istikamette düğümlendiğini, sosyal olay olarak, siyasî çatışmaların seyrinin bu olduğunu, uzun tecrübelerden ve birçok örneklerden sonra kendisinde bu kanaatin oluştuğunu, bu nedenle TpCF ayrılığı birçok kırgınlıklar geçirdikten sonra cumhurbaşkanı olduğu zaman, kendilerini topluma kazandırmak imkânının olup olmadığını düşündüğünü ve herbiriyle görüştüğünü, makul sınırlar içinde bu insanların olurlarını alarak tekrar beraber çalışmayı denediğini dile getirmektedir. İnönü; a.g.e., 2.Kitap, s. 206-207. 880 Bahse konu kongre hakkında ilave bilgi için bkz. Ersel; Kuyaş; Oktay; Tunçay; a.g.e., s. 95. 299 18.15’te sona ermek üzere toplam altı gün sürer.881 Gazi, Kongre’yi açarken yaptığı konuşmada senelerden beri devam eden efal (işler) ve icraatımızın milletimize hesabını vermek vazifem olduğu kanaatiyle demek suretiyle bu söylevin zorunluluğunu açıklar. Tunçay’a göre, Nutuk, aslında bir hesap vermekten çok, bir hesaplaşmadır.882 Zürcher, Söylev’in resmî konusunun, 1919’da İstiklâl Savaşı’nın başından 1927’ye kadar yeni Türkiye’nin tarihi olduğunu, aslında anlatılanların 1924’ü 1925’e bağlayan yılbaşı aralığında sona erdiğini, Nutuk’ta 1925-1927 arası döneme ayrılmış olan yerin tüm metnin yaklaşık yüzde birbuçuğundan ibaret olduğunu belirtmekedir.883 Jevakhoff, 15 Ekim 1927 tarihinde başlayan ve altı gün devam eden CHF İkinci Kongresinde Gazi’nin; Kurtuluş Savaşı’nı ve Rauf, Refet, Bekir Sami, Kara Vasıf, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Cafer Tayyar ve diğerlerini kıyasıya eleştirdiğinden ve Cumhuriyetin ilk yıllarını da kendi açısından sunarak şahsının ve siyasetinin bir övgüsünü çizdiğinden bahseder.884 Akyol da, Nutuk konusunda; Nutuk'la beraber İnönü'nün Hatıralar’ını da okumanın gerekli olduğunu, böyle bir mukayeseli okuyuşta ufuk açıcı en önemli faktörün Gazi ile İnönü arasındaki mizaç farkının olaylar hakkında farklı yorumlara yol açtığını görmek olacağını, ikinci olarak, Nutuk’un 1927 yılının çok gergin iç politika ortamında, adeta olayların ateşi içinde kaleme alındığını, Gazi’nin bu eserdeki değerlendirmelerinde, öfkeli dilinde, hatta anlatılan olayların seçiminde bile bunun etkisinin açık olduğunu, İnönü’nün ise, aynı olayları İsmet İnönü'nün Hatıraları adlı eserde daha serinkanlı bir şekilde anlattığını dile getirmektedir.885 881 Toprak; a.g.m., s. 42-43. Metni yaklaşık 900 sayfa tutan Nutuk’un yaklaşık 700 sayfası, Gazi’nin Samsun’a çıkışından Saltanatın kaldırılışına kadar geçen 42 ayın anlatım ve yorumuna ayrılmış, ondan Söylev’in verilişine kadar 60 ayın öyküsü ise 200 sayfaya sığdırılmıştır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 180. 882 Tunçay; a.g.e., s. 179. 883 Zürcher; a.g.m., s. 4. 884 Jevakhoff; a.g.e., s. 276. 885 Taha Akyol; “İsmet Paşa’yı Anmak“, Milliyet, 25.12.2006. Akyol’un değerlendirmesinde İnönü’nün hatıraları konusunda atıfta bulunulan eser için bkz. İsmet İnönü'nün Hatıraları, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Selek. 2. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara 2006. Zürcher de, Söylev’in tamamında Gazi tarafından muhalefet liderlerinin eleştirilmeleri ve İstiklâl Savaşı’ndaki rollerinin küçümsendiğine rastlanıldığını, Rauf Orbay ve yandaşı olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Cafer Tayyar Eğilmez Paşaların eserin pek çok yerinde tekrar tekar eleştiri, suçlama ve alaylara hedef olduklarını belirtmektedir. Bkz. Zürcher; a.g.m., s. 10. Zürcher’in bahse konu ifadeleri, Akyol’un değerlendirmeleri ve İnönü’nün Hatıralarında bahsedilen hususlarla örtüşmektedir. Araştırmacının notu. 300 İnönü de, Abdi İpekçi ile yapmış olduğu mülakatında, Gazi’nin Nutuk’u yazarken Rauf Bey’e karşı sert davrandığının söylenebileceğini, ama o günkü şartlar içinde başka türlü yapamayacağını, kendi durumunu izah ederken kanaatlerini sert bir şekilde söylediğini, yaşasaydı, şartlar değiştiğine göre belki de Rauf Bey hakkında başka türlü konuşacağını belirtmektedir.886 Aydemir’in ise konuya ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: 1927 Nutuk’unda Gazi’nin şu veya bu şekilde, artık çevresinden kopmuş veya itilmiş olan eski Millî Mücadele arkadaşları hakkındaki ifadeleri, hiç şüphesiz ki suçlayıcı ve insafısızdır. Ama O’nun ruh halini anlamak mümkündür. Çünkü 1927’de Mustafa Kemal, artık sadece yalnız bir asker ve yalnız bir devlet başkanı değildi. 1927’de Mustafa Kemal, insanüstü bir varlık haline gelmişti. Kendisi istememiş olsa bile, kendisini saran bir efsane halesi içindeydi. Geçmiş olayları ve insanları, elbette ki artık kendi menşuurundan görüyordu. Vesikaları elbette ki kendi ölçüleriyle değerlendiriyordu. Kaldı ki Nutuk, hem bir siyasî vesika, hem de bir siyasî mücadelenin anlatılışıdır. Bu mücadelenin, Gazi açısından tarihe mal edilişidir. Bu mücadeleden ise, Mustafa Kemal’in her safhada yön tayin eden müdahaleleri, arkada kalan yolları işaretleyen mesafe taşları gibi sıra sıra dizilmiştir. (O yollar ise) İster istemez, o yolları bulanın, (ve) işaretleyenin adını taşıyacaktır.887 Toprak ise CHF’nin ilk kongresi ne zaman toplanmıştır? ve CHF’nin ilk kongresi Sivas 886 İpekçi; a.g.e., s. 17. Akyol’un da konuya ilişkin bir değerlendirmesinde de, Nutuk’un 1927'nin ateşli iç politika şartları dikkate alınarak ve mukayeseli olarak okunması gerektiğini, Atatürk'ün 1927'de okuduğu Nutuk'ta ve İnönü'nün 1968'de anlattığı Hatıralar’ında farklı Kâzım Karabekir'lerin görüldüğünü, mesela. Karabekir'in Kars ve Ardahan'ı kurtararak bugünkü Doğu sınırımızı çizmesi üzerine Ekim 1920'de Atatürk’ün coşkulu kutlama telgrafları gönderdiğini ama 1927'deki Nutuk'ta bunlara yer vermediğini, çünkü 1927'de Karabekir’in muhalif konumda olduğunu ve İstiklal Mahkemesinin elinden de zor kurtulduğunu ama 40 yıl sonra İnönü’nün Hatıralar’ında, Karabekir'in Millî Mücadeledeki büyük hizmetlerini övgülerle anlattığını, İnönü'nün, 1968'de Abdi İpekçi'ye söylediği gibi, Atatürk, muhalifleri hakkında, mesela Rauf Bey hakkında O günkü şartlarda başka türlü yapamazdı, yaşasaydı, şartlar değiştiğine göre başka türlü konuşurdu. dediğini, bu nedenledir ki, Nutuk'la beraber İnönü, Karabekir, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy'u da okumak gerektiğini, modern tarihçilik metotlarıyla ve yeni belgelerle yapılan araştırmaları da okumak gerektiğini, tarihin, stadyumda maç seyreder gibi coşarak değil, aksine, bilgi edinerek okunması gerektiğini, o bilgilerin kazandıracağı ufuk genişliği ve analiz yeteneğiyle günümüzün karmaşık sorunlarına bakabilmenin ve rasyonel çözümler geliştirmenin daha bir mümkün olacağını, tarihin de zaten bunun için öğrenildiğini belirtmektedir. Bkz. Taha Akyol; “Nutuk Okumak”, Milliyet, 30.10.2007. 887 Aydemir, İkinci Adam, C.1, s. 271-272. 301 Kongresi midir? sorularına verdiği cevaplar da Zürcher’in yukarıdaki görüşleriyle örtüşmektedir. Toprak; bahse konu dönemin basınına göre 1927 Kongresinin CHF’nin ilk kongresi olduğunu, nitekim Basın Yayın Genel Müdürlüğünün yayınladığı Ayın Tarihi isimli süreli yayının, 1927 yılı Kongresine ayırdığı Ekim 1927 tarihli 43. sayısında başlık olarak Cumhuriyet Halk Fırkasının İlk Kongresi ifadesinin kulanıldığını, oysa Gazi’nin, 1927 yılı Kurultayını açış konuşmasında CHF’yi A-RMHC’nin devamı saydığını ve 1919 tarihli Sivas Kongresini ilk kongre olarak addederek 1927 yılı Kongresini ikinci kongre ilan ettiğini ettiğini, Ayın Tarihi isimli süreli yayının bu konuşmayı satır satır verdiği halde, başlığını yine İlk Kongre diye atmakta bir sakınca görmediğini, 1927 yılı Kongresi zabıtlarını içeren kitabın kapağında ikinci kongreden söz edilmemesine rağmen, Kongreyi kapatırken İsmet Paşa’nın Efendiler! Cumhuriyet Halk Fırkasının ikinci büyük kongresi hitam bulmuştur (sona ermiştir). ifadesini kullandığını ve bundan sonra 1927 yılı Kongresinin literatüre CHP İkinci Kurultayı olarak geçtiğini ifade etmektedir.888 Zürcher, Nutuk’un, okunduğu bağlamda tarihsel görüntüyü başkalaştırmaya yardım ettiğini, CHF’nin 1927 yılı Kongresinin, aslında CHF’nin birinci kongre olmasına rağmen, kendini CHF Fırkası İkinci Kongresi diye tanımladığını, bu kongrenin genellikle de böyle tanımladığını, CHF’nin geçmişe dönerek 1919 yılında gerçekleşen Sivas Kongresini ilk kongre kabul ettiği için bu Kongreye İkinci Kongre dediğini, böylece CHF ile Millî Mücadelenin özdeşliğini vurguladığını ve bu hareketin mirasını kendi tekeline aldığını, 1923-1926 yılları arasındaki dönemin otoriter karakteriyle Türkiye’deki siyasal yaşamı sonraki 20 yıllık süre boyunca kesin şekilde etkilerken 1927 Kongresi ve Gazi’nin Nutuk adlı eserinin de yeni Türk devletinin doğuşuna ilişkin tarihsel görüşü kuşaklar boyunca belirlediğini ifade etmektedir.889 Acaba, Atatürk Nutuk’u hiç yazmamalı mıydı? Gazi’nin yakın dairesinde bulunan yazarlardan F. Rıfkı Atay bu soruya ilişkin kanaatini Benim samimi düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalarda kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi. şeklinde dile 888 Toprak; a.g.m., s. 42. 889 Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 256. 302 getirmekedir.890 Atay, Gazi’nin adının, Nutuk’un ait olduğu olaylara bakan birçoklarını, her şeyi onun gösterdiği gibi görmeye zorladığını, ancak aradan bu denli uzun bir bir süre geçtikten sonra, artık, bu konuşmanın 1927 yılının Ekim ayının üçüncü haftasında bir parti kurultayında yapılmış bir konuşma olduğunu ve bu konuşmanın birkaç yıl önce ya da daha sonra yapılmış olsaydı, Gazi’nin bu konuşmadaki değerlendirmelerinin hiç kuşkusuz çok farklı olacağı şeklindeki yalın gerçekleri dikkate almanın uygun olacağını belirtmektedir.891 Koçak’ın da Nutuk konusundaki değerlendirmesi şu şekildedir: Büyük Nutuk, temelde Millî Mücadelenin askerî, siyasî ve diplomatik tarihidir. Ama aynı zamanda da iktidara gelen Millî Mücadele kadrosunun tarihî yorumlama ve değerlendirme çabasıdır. Bu görüş açısından, Büyük Nutuk’u, Mustafa Kemal Paşa’nın siyasî hayattan tamamen uzaklaştırılmış Millî Mücadelenin diğer siyasî kadrolarıyla hesaplaşması olarak da ele değerlendirmek mümkündür.892 3.1.4.4. Serbest Cumhuriyet Fırkası 1925 sonrasında yerleşen tek parça (monolitik) siyasal sistem, lider takımı içerisinde 890 Atay; a.g.e., s. 551. Bu konuda Cemil Koçak’ın görüşleri de Atay’la örtüşmektedir. Koçak görüşlerini Benim tezim, eğer 1923 ya da 1937 yılında okunmuş olsaydı, elimizde bugün çok daha farklı bir Nutuk metni bulacağımızdır. Nutuk, Millî Mücadeleyi ancak kısmen anlatan bir metin. Ayrıca Nutuk’u anlamak bugünkü nesiller açısından çok zor; çünkü metinde adı geçen siyasal kişilikleri o dönemde herkes tanıyordu. Oysa bütün dinleyenlerin içinde yaşadığı bir dönemin öyküsünü anlatan bu metin, bugünkü nesiller açısından anlaşılmaz. Güçlük, metnin dilinden değil, içeriğinden ve kurgusundan ileri gelir. Ayrıca, Nutuk’un alternatifi sayılabilecek ya da ona cevap niteliğinde olan anıları da, Nutuk ile karşılaştırarak okumak lâzım. Bu yüzden metnin bir edisyon kritiğine şiddetle ihtiyaç var. şeklinde dile getirmektedir. Ahmet Kuyaş da görüşlerini Her tarih belgesi gibi kendi dönemini anlatan diğer belgelerle birlikte okunmalı. Geçmişi tek bir kaynaktan öğrenemezsiniz. Nutuk ile beraber Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Kazım Karabekir'in de anılarını okumak gerekir. Ancak bugün yazılan kitaplar bugüne ışık tutar, bu nedenle, ‘Nutuk, bugüne ışık tutuyor’ denemez. Gazi Mustafa Kemal bir siyaset adamı ve her siyaset adamı gibi 3-5 sayfa önce söylediğine çelişik bir söz söyleyebiliyor. Falih Rıfkı Atay bunu görünce ‘Keşke yazmamış olsaydı’ demiş. Nutuk da herhangi bir kitap gibi eleştirilebilir de övülebilir de. Tek farkı, bizim siyasî tarihimiz için tabulaştırılmak istenen bir dönemi anlatması. şeklinde dile getirmektedir. Akyol da bahse konu eserden ne şekilde istifade edilmesi gerektiği hususunda Nutuk okurken, iki metodolojik konu son derece önemlidir. Bir, aynı konuda İsmet İnönü, Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi diğer Millî Mücadele liderleri ne diyor, modern tarih araştırmaları aynı konuyu nasıl analiz ediyor? İkincisi, Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk’ta anlattığı olayları, bu olaylar yaşandığı sırada nasıl değerlendirmişti, 1927'nin siyasî şartlarında nasıl değerlendirmektedir? şeklindeki bir değerlendirme yapmaktadır. Bkz. Taha Akyol; “80. yaşında “Nutuk” “Nihayet Mazi Olmuş Bir Devrin Hikayesi” mi?”, Milliyet, 16.12.2007. 891 892 Tunçay; a.g.e., s. 180. Koçak; a.g.m., s. 147. 303 çekişen fikirlerin serbest ve açık şekilde tartışılmasına çok az imkân verirken, halkın toplumsal hoşnutsuzluğu ifade etmesine ise hiç imkân vermemekteydi. Aynı zamanda CHF’nin, bölgesel ve yerel temsilcilerinin otoriter tavırları, buna eşlik eden iltimas ve yolsuzluklar, kişi özgürlüklerinin yokluğu ve de Hükümetin reform politikaları yaygın bir öfkeye neden olmaktaydı. Bu öfkeyi 1920’lerin sonlarında, diğer tarım üretici ülkeler gibi Türkiye’yi de şiddetli bir şekilde sarsan Dünya Ekonomi Bunalımı daha da artırmıştı. Otoriter yapısı, kendisini halk kitlesiyle iletişim kurma imkânlarından yoksun bıraktığından, CHF bu hoşnutsuzluğu gidermek için (onun dile getirilişini bastırmak dışında) esaslı imkânlara sahip değildi. Ülkedeki bunalım, Meclisteki canlı tartışmalara hiç yansımıyordu.893 İzlediği politikada Gazi’yi memnun etmeyen iki nokta vardı. Erzurum ve Sivas Kongreleri ile I. Mecliste demokratik yollardan liderliğini kabul ettirerek iktidara gelmişti. Ancak itibarının zirvesine vardığında, dış dünyanın kendisini bir diktatör olarak gördüğünü fark etmişti. ABD’nin 1930’da Türkiye Büyükelçisi olan Joseph Grew de Gazi’nin bu konudaki rahatsızlığını şu şekilde dile getirmektedir: Gazi, yavaş yavaş şu görüşe varmıştır ki, Tek Parti Sistemi Avrupa ve Batı ile karşılaştırılınca Türkiye için bir aşağılık işaretidir. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son günlerde çoğunlukla şekil bakımından Batılı, fakat gerçekte Doğulu olarak tasvir ettikleri Türk Diktatörlüğünden çok söz etmişlerdir. Türkiye’nin bu şekilde tasvir edilmesi Gazi’nin gözüne çarpmış ve hiç hoşuna gitmemişti. Fransız politik kurumlarına hayranlık duyan Fethi Bey’in Batıda ve özellikle Fransa’da, Türkiye hakkında beslenen düşüncelere ilişkin yorumları da bu konuda kuşkusuz çok önemli bir rol oynamıştır.894 Ülkede Tek Adam ve Tek Parti Yönetimi vardı. Rejim otoriterizme kaymıştı. Gazi, ilk fırsatta rotayı demokrasiye çevirmeyi düşünüyordu. 893 Zürcher; s. 259-260. 1929 Ekim ayında New York Borsasında başgösteren bunalım ve bunun bütün dünyada yarattığı durgunluk, ekonomiyi büstünü felce uğrattı. Bu durgunluk birkaç yıldan beri gelişmekte olan genel hoşnutsuzluk duygusunu daha da arttırdı. Bir yandan kuraklık, bir yandan da tohumluk bulunmaması yüzünden ürün az olmuş, yer yer açlık tehlikesi baş göstermişti. Açlık korkusu, Batılılaşmaya karşı duyulan nefreti güçlendirmişti. Bkz. Kinross; a.g.e., s. 518. 894 Serap Tabak, “Serbest Cumhuriyet Fırkası”, Türkler Ansiklopedisi, C. 16. s. 552. Joseph C. Grew; Gazi ve İsmet Paşa Çalkantılı Dönem 1922-1932, (Çev. M.Aşkın. N.Uğurlu), Örgün Yayınevi, İstanbul 2005, s. 181 ve Uyar; a.g.e., 118 304 Çünkü kendisi de görmüştür ki muhalefetsiz rejim yozlaşır.895 Tek Parti Yönetiminde, Hükümete karşı gösterilen tepkiler kolaylıkla devlete ve rejime yönelebilirdi. Ekonomik zorluklar ve CHF’nin halkın tepkisini çeken bazı politikaları olmuştu. Hükümete gösterilen tepkilerin devlet aleyhine yönelmesini engellemek, parti politikası ile devlet politikasını birbirinden ayırmak gerekliydi. Tek Partili yönetimlerde bu ayırım oldukça zordur. Çünkü parti politikası çok rahat devlet politikası şekline dönüşebiliyordu. Tepkilerin inkılâplara ve rejime yönelmesini önlemek de çok partili sistemle mümkündü İlke olarak diktatörlüğü eleştiren Gazi’nin asıl dilediği şey, kendisinin ölümünden sonra ayakta durabilecek ve ülkesinin yararına olacak, Batı tarzı bir demokrasi gibi gelişecek bir sistem yaratabilmekti. Gazi, yabancıların görüşlerine de önem veriyordu. Demokratik ülkelerde, Türkiye’nin tek partili sistemi, Batıya nazaran daha aşağı olduğu şeklinde yorumlanmaktaydı. Avrupalı yazarların, Türk sisteminin, görünüşte Batılı da olsa aslında Doğulu olduğunu söylemeleri Gazi’yi kızdırmıştı. Hem bu eleştirileri önlemek, hem de asıl amacına varmak için mevcut hoşnutsuzluğun demokrasiye daha uygun bir biçimde, ama hâlâ kendi otoritesini zedelemeyecek bir şekilde, su yüzüne çıkmasını sağlamayı düşündü. 896. 895 Nitekim Gazi’nin, SCF’nın kurulması öncesinde Temmuz 1930 ayı sonlarında Yalova’da Fethi Bey’e dile getirdiği Türkiye’de tek kişiye dayanan yönetimin sona erdiğini görmeden ölmek istemiyorum. Demokratik bir cumhuriyet yaratmak istiyorum. şeklindeki ifadeleri (Bkz. Kinross; a.g.e., s. 519. Türkdoğan; a.g.e., s. 232 ve Tunçay; a.g.e., s. 252) ile SCF’yi kurması konusunda Fethi Bey ile yapmış olduğu görüşmede sarf etmiş olduğu ..... Bugünkü manzaramız aşağı-yukarı dictature manzarasıdır. Vakıa (Gerçi) bir Meclis vardır Fakat dâhil ve hariçte bize ‘dictature’ nazarıyla bakıyorlar. Hâlbuki ben cumhuriyeti şahsî menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkada kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum. Ölmeden önce istiyorun ki millet hürriyete alışsın. Cumhuriyet müessesesi bir müstebit eline geçeceğini mezarımda bile duysam millete karşı haykırmak isterim. Cumhuriyetin, milletin kalbinde kök saldığını görmek, yegâne emelimdir. Bu yüzden bütün müşküllere katlanacağız. Senin dostluğuna, ahlakına, bilgine güveniyorum. Bu işi senden başka kimseye teslim edemem, başka kimseye güvenemem. Bu işi mutlaka üzerine almalısın. sözleri (Tabak, a.g.m., s. 552. Yetkin; a.g.e., s. 69. Tunçay; a.g.e., s. 252. Uyar; a.g.e., s. 118, Can Dündar; Gölgedekiler, 9. Baskı, İmge Kitabevi, İstanbul 2002, s. 53-54) bu konuyu teyit edici mahiyettedir. Gazi’nin, 1929 yılının Aralık ayında görüştüğü Alman tarihçi Emil Ludwig, bilahare Gazi’yi bir diktatör olarak tanımlayınca Gazi buna çok sinirlenmiş ve Ben ise millete miras olarak bir istibdat müsessesesi bırakmak ve tarihe o surette geçmek istemiyorum. demişti. Bkz. Mango, a.g.e., s. 541 ve Orbay; a.g.e., s. 407-409. 896 Kinross; a.g.e., s. 519. Devlet ricalinin sözlerine ve ve mevcut Anayasa’ya karşı, Türkiye’de demokrasi olmayışı Avrupa’da gitgide artan eleştirilere konu ediliyordu. Çağdaşlığı, başka şeylerin yanısıra Batılılık 305 1920’li yılların sonundaki genel siyasî durumun ve ortamın Cumhuriyet anlayışından uzak olduğunu, fiilî durum ile Anayasa ve diğer kanunlar arasındaki çelişkinin bulunduğunu Cumhurbaşkanı 1929 yılında görmeye ve çareler düşünmeye başladı. Öyle ki uygulanan Tek Parti Yönetiminin biçimi dolayısıyla, ülkede, gidişatın yegâne sorumlusu Cumhurbaşkanı olmuştu. O da gittikçe ağırlaşan ortamdan ciddî olarak rahatsız oluyordu. Bu durumda, Gazi’nin aklına gelen çare Mecliste bir muhalefet partisi kurmak oldu. Bu düşünce hem teorik bakımdan yerinde idi, hem de Cumhuriyete hayat vermek bakımından doğru idi. Eninde sonunda varılması gereken hedefin çok partili demokrasi olduğuna dair Türk toplumundaki mevcut sessiz beklenti de böylece karşılanmış olacaktı.897 Ülkede siyasî istikrarın mevcudiyetine karşın halkın ekonomik durumunda iyileşme sağlanamadı ve ekonomideki durgunluk devam etti. 1929’da Wall Street’in iflası Türkiye’nin neredeyse yegâne ihraç ürünü olan tarımsal ürünlerin fiyatında büyük bir düşüşe yol açarak, zaten kritik olan ekonomik durumu daha da ağırlaştırdı.898 Bunun yanısıra, bir yolsuzluk rüzgârının ülkede esip durduğu da o dönemin yazarlarının hemen hemen tamamında sonradan açıklanacak ve birçok örnek verilecektir. Karaosmanoğlu bu dönemi nitelerken O sıralarda bence bu hadiselerin en önemlisini teşkil eden, dünkü Millî Mücadeleciler ve o günkü devrimciler kadrosunun bir kazanç ve menfaat şirketi karakterini diye tanımlayan ve dolayısıyla Batının onayını sağlamak isteyen birçok Türk önderi için, bu durum dayanılmaz bir hal almaktaydı. ABD Ankara Büyükelçisi Grew, Türk önderlerinin çıkmazını, şu kuşkusunu dile getirerek özetlemiştir: Gazi, gitgide Tek Parti Sistemin, Türkiye’nin Avrupa ve Batıya oranla aşağılığının bir işareti diye görür olmuştu. Amerikalı ve Avrupalı yazarlar son yıllarda çoğu kez biçimce Batılı ama gerçekte Doğulu diye tanımlanan Türk diktatörlüğüne geniş yer ayırmışlardır. Gazi, dikkatine sunulan bu tanımlamalardan hoşlanmamamıştır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 245. Okyar hatıralarında, Meclis Başkanı Kazım Özalp’in, Yalova’da Gazi’nin yanındayken, bir süre önce Viyana’da iken Neue Freie Presse gazetesi muhabirinin kendisiyle mülakat yaptığını, bu mülakat esnasında Türkiye’de kaç tane siyasî parti olduğu şeklinde bir soruya muhatap olduğunu, bu soruya Türkiye’de tek bir parti olduğu şeklinde cevap verdiğini ve bu konuyla ilgili gerekli izahatlarda da bulunduğunu, verilen cevabın ve yapılan açıklamanın muhabir tarafından hayretle karşılandığını ve Türkiye’deki durumu yine de yadırgadığını, ertesi günkü gazetede ise aynı muhabirin gerek bu mülakat gerekse de Türkiye’deki tek partili sistem için alaycı bir üslup içeren yazı kaleme aldığını belirtmektedir. Bkz. Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 396-397 Yine Okyar’ın anılarında, Dışişleri Bakanı T.Rüştü Aras, SCF’nin kurulması haberini İtalyan Stefani, İngiliz Royter, Fransız Havas, Alman DNB ve diğer ajansların verdiğini, radyolarda sözü edildiğini ve yabancı gazetelerin konuya çok geniş yer ayırdıklarını söylediği zaman, Gazi’nin tepkisi şöyle aktarılmaktadır: Çok memnun olmuştu. Adeta kendi nefsiyle konuşuyormuşçasına bir eda ile ‘Güzel bir iş yaptık.’ dedi. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 492. 897 Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e, s. 44-46 898 Ahmad; a.g.e., s. 76. 306 taşımasıydı. diyecektir.899 1930’lı yılların başında CHF, halktan kopmuştu. CHF; halkın dışında, dar ve basit bir bürokrat kesimi ile bu kesime ancak seçim ve menfaat bağlantıları olan yerel, fakat dar bir taşralı taraftar kadrosundan ibaret hale gelmişti.900 Karaosmanoğlu, o günlerin statükocularını şöyle anlatmaktadır: Heyhat! Dünkü kahraman inkılâp önderleri bile bugün ipekli ropdöşambrlarına bürünmüş, fağfur banyolu kâşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez oldular. Bir zamanlar, mektep sıralarından dağlar aşarak ateş siperlerine koşuşan gençlerin gücü şimdi barem merdivenlerinin basmaklarında emeklemekten başka bir şeye yetmiyor. 901 Ekonomik kriz, en sonunda Gazi’ye, Tek Parti Yönetiminin kötülüklerini göstermişti. Bu sistem yüzünden Hükümetin yaptığı yanlışlıklar kendisine yükleniyor, halkın kendisine olan sevgisi sarsılıyor, kamuoyunun eğilimlerinden uzak kalıyor, halkın hoşnutsuzluğunu belirtebileceği normal yollar tıkandığından ortaya daha gergin durumlar çıkıyor ve denetim altında tutulan basın kendisine az bilgi veriyordu. Her zaman Mecliste bulunmadığı için nabzı yoklayamıyor, Bakanlar kendisine durumu güllük gülistanlık gösteriyor, böylece Hükümetinin politikasını değerlendirebilmesi ve ona gerçekten yol göstermesi de güçleşiyordu. Gazi, artık parlamentoda eleştiriye biraz olsun yer verilmesinin 902 gerekli olduğunu anlamaya başlamıştı. 1930 yılında, hoşnutsuzluğun (çapını büyük olasılıkla bilmemekle beraber) farkında olan Gazi, raporların ve ülkede sık yaptığı inceleme gezilerinin sonucunda, toplumsal hoşnutsuzluğu belli bir yöne kanalize etmek ve rehavet içerisindeki CHF’yi harekete geçirmek gibi çifte bir amaçla sadık bir muhalefet partisinin kurulmasına izin vermeye hatta teşvik etmeye karar verdi.903 Gazi, 11 Haziran 1930 tarihinde Ankara’dan İstanbul’a gelirken, ülkeyi Tek Parti Sistemi nedeniyle kontrolsuz kalarak uğradığı bunalımdan artık kurtarmanının zamanının gelmiş olduğuna kesin olarak kanaat getirmiş bulunuyordu.904 899 Çetin Yetkin; SCF Olayı, Otopsi Yayınları, İstanbul 2004, s. 28-29. 900 Aydemir; a.g.e., s. 386. 901 Hikmet Özdemir; Türkiye Cumhuriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 132. 902 Kinross; a.g.e., s. 518-519. 903 Zürcher; s. 260 ve Tabak; a.g.m., s. 554. 904 Kandemir; a.g.e., s. 51. 307 Fakat bu çok ihtiyatlı ve çok tereddütlü bir adımdı. Çünkü, bu adım, gerektiğinde hemen geriye dönebilmek imkânları elde tutularak atılmış bir adımdı.905 22 Temmuz 1930’da (1925 Mart’ında Başvekaletten ayrılmasından sonra gönderilmiş olduğu) Paris Büyükelçiliği görevinden iki aylığına izinli olarak İstanbul’ a gelen Fethi Bey, o sırada Yalova’da bulunan Gazi’ye saygılarını sunmak ve kendisini görmek için ondan izin istemiş, olumlu cevap alması üzerine ertesi akşam yemekte Gazi’nin konuğu olmuş ve Yalova’da kalmaya başlamıştır. Fethi Bey, bu ziyaret esnasında, Gazi’ye ülkede gördüğü genel bunalıma ve İsmet Paşa’nın politikalarına ilişkin ayrıntılı ve eleştirel bir rapor sunmuştu.906 Yalova’da sekiz gün kalan Fethi Bey, İstanbul’a Gazi ile birlikte dönmüştür. Gazi, Büyükdere (İstanbul)’de kaldığını öğrendiği Fethi Bey’e bir akşam kendisini ziyarete geleceğini bildirir. Gazi’nin bu ziyareti 31 Temmuz akşamı gerçekleşir ve 5,5 saat süren ziyaret esnasında Fethi Bey’le konuşarak onun fikirlerini ve düşüncelerini öğrenir. Ertesi gün de Yalova’ya gider. Bu görüşmeden bir hafta sonra da, Fethi Bey, Gazi tarafından Yalova’ya davet edilir.907 Gazi, ertesi gün Yalova’ya geri dönmüş, daha sonra 6 Ağustos’ta Fethi Bey yeniden Yalova’ya gitmiştir.908 6 Ağustos 1930’da, Samsun Valisi Kazım (İnanç) Paşa da Yalova’da Gazi’nin yanındadır. Gazi, sofrasında bulunan Kazım Paşa’ya Vaziyetimizi dâhilde nasıl görüyorsunuz? Valisiniz. Halk ile doğrudan doğruya temas ediyorsunuz. Bildiklerinizi serbestçe ve çekinmeden bana söyleyiniz. Bunun üzerine Kazım Paşa da Valilerin elinde yetki bırakılmadığından en küçük memuru bile azil ve tayin edemediklerinden ve nüfuzu bu kadar sınrlandırılan valilerin iş göremediklerinden bahsetti. Kazım Paşa’yı ilgiyle dinleyen Gazi tekrar sorar: Halk, Hükümetten şikâyetçi midir? Korkmayınız, söyleyiniz… Kazım İnanç, Gazi’nin sorusuna tereddütsüz bir şekilde Evet… Halk, Hükümetten şikayetçidir Paşa Hazretleri. ……. Özellikle mahkemelere işleri düşenler, davalarının bir türlü sonuçlandırılamadığından şikâyet ediyorlar şeklinde sözler söyler. Gazi bunun ardından 905 Uran; a.g.e., s. 212. 906 Tabak; a.g.m., s. 554-555. Erer; a.g.e., s. 48 ve Yetkin; a.g.e., s. 29. 907 Erer; a.g.e., s. 48 ve Yetkin; a.g.e., s. 29. 908 Yetkin; a.g.e., s. 29-30. 308 sofrada bulunan Fethi Bey’e Siz dışarıdan geliyorsunuz. Ülke dışından vaziyetimizi nasıl görüyorsunuz? der. Fethi Bey de, Dışarıdan malî ve ekonomik durumumuz pek fena görünüyor. Dış borçlar için yapılan anlaşmanın ardından az bir zaman geçmiş olmasına rağmen Hükümetin ‘borçlarımı veremeyeceğim’ demesi malî itibarımızı fena halde sarsmıştır. ………Ülkede iş yapmak için kimsede sermaye kalmamıştır. Parasızlık, fakr-ü zaruret yüz göstermiştir. der. Gazi’nin bu durumun çaresini sorması üzerine Fethi Bey de Meclisin denetim görevini hakkıyla yaparsa bugünkü şikâyetlerin önemli bir kısmının ortadan kalkacağını belirtir. Gazi de bunun üzerine Meclis bu şekilde vazifesini yapamıyor. Birçok milletvekili bu eksiklikleri bildiği halde nemelazım diyerek susuyorlar. der. 909 Gazi, ertesi gün Yalova’ya gelen İsmet Paşa’ya bu konuyu açtığında İsmet Paşa da muhalif bir fırkanın kurulmasının içeride ve dışarıda çok iyi olacağını belirtir. Masada bulunan Fethi Bey de İsmet Paşa’ya Bizde muhalefete tahammül güçtür. Şimdiye kadar görülen örnekler bunu ispat etmiştir. der. Gazi de söze karışarak Fakat ne olursa olsun bu boşluğu olduğu yerde bırakamayız. der. Bu görüşme uzun uzadıya devam eder. Fethi Bey tarafından, bu zamana kadar ülkedeki fikir mücadelesinin derhal şahsî düşmanlığa dönüştüğünü dile getirmesi üzerine Gazi Bunlara tahammül edeceğiz. Başka çare yoktur. Bugünkü durumumuz aşağı yukarı bir dikatatör manzarasıdır. Gerçi bir Meclis vardır. Fakat içerde ve dışarıda bize bize dikatatör nazarıyla bakıyorlar. Geçen yıl Ankarayı ziyarete gelen Alman yazarlarından Emil Ludwig idare şeklimiz hakkında tuhaf sorular sormuş ve diktatörlüğümüze hükmederek geri dönmüş ve bu kanaatini de yazmıştır. Hâlbuki ben Cumhuriyeti şahsî menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldüken sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat 909 Okyar; a.g.e., s. 385-388. Gazi’ye göre, iç politikada denge kurabilmek ve gerçek durumu görebilmek için iktidarın kontrol edilmesi gerekirdi. Fethi Bey pekâlâ bir parti kurarak muhalefete geçebilirdi. Kendisi zirvedeydi. İktidar mücadelesi, İsmet Paşa iIe Fethi Bey arasında cereyan ederdi. Gazi, o sırada Yalova’da Termal Oteli’nde istirahat ettiği için verilen raporun geniş bir biçimde tartışmasını burada bizzat Fethi Bey’le yapmış, sonra da bu eleştirileri daha geniş bir ölçüde ve kamuoyu önünde hükümeti uyaracak bir biçimde yapabilmesi için bir muhalif parti kurmasını ondan istemiştir. Gazi’nin tezinin temeli şuydu: Türkiye’de tek kişiye dayanan yönetimin sona erdiğini görmeden ölmek istemiyorum. Demokratik bir cumhuriyet yaratmak istiyorum. Fethi Bey’in, İngiliz parlamento sistemini beğenmesine değinerek, bunu ülkede uygulamak için kendisine bir fırsat verildiğini söyledi. Fethi Bey, son yıllarda Fransız parlamento sisteminin nasıl işlediğin de yakından görmüştü. Yurdun demokratik bir düzene girmesini tamamlamak için ondan daha iyisi bulunabilir miydi? Bkz. Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 163. Zürcher; s. 260. Jevakhof’a göre ise Gazi’nin bu ifadeleri şu şekildedir: Kötü bir kişisel iktidar bırakarak ölmeyeceğim. Bolşevizmden olduğu kadar, faşizmden de uzak hür ve parlamenter bir Cumhuriyet kuracağım. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 291. 309 müessesesi bırakmak istemiyorum. Bütün zorluklara katlanacağız. …… Mesele, Cumhuriyetin şahısların hayatına bağlı kalmayarak kökleşmesidir. Siz bu işi üzerinize almalısınız. Bunun üzerine Fethi Bey de Fikriniz çok parlaktır. Gerçekten bugünkü idare şeklimiz lâfzen (söz olarak) Cumhuriyet ise de Cumhuriyetten ziyade dictatuer’e bezemektedir. Hâlbuki cumhuriyeti şahısların hayatına bağlı tutmak tehlikelidir. Cumhuriyeti şahsî idare şeklinden kurtararak gayri şahsî hale koymak hepimiz için bir vecîbedir. Bu gayeyi temin için teşebbüse geçmenizi bütün kalbimle tekrar takdir ve tebrik ederim ve inancıma göre bu teşbbüsünüz şimdiye kadar kazandığınız muvaffakiyetlerin başarıların en parlağı olacaktır. Fakat mes’ele çok müşküldür. Kuvvet ile idareye alışmış olanlar serbest münakaşa ve iknâ yoluyla Hükümeti idarede zorluk çekerler. Yalnız şurası var ki, kuvvete dayanarak hükümet yapmak kolaydır. Size yakışan ise, güç olan ikinci şıkkı tatbik edebilmektir. Bana gösterdiğiniz itimad ve verdiğiniz görevden dolayı çok müteşekkirim. Fakat alacağım vazifenin güçlüğünü de anlıyorum. der. Gazi ve İsmet Paşa aynı anda Biz size yardım ederiz. dediler. Fethi Bey de Bu sözün samimiyetini, zamanın tasdik etmesini temenni ederim. Girişimin ancak bu şekilde olumlu bir sonuç vereceği malum ve mutlaktır. şeklinde karşılık verir.910 1918-1940 arası Avrupasında görünen tablo totaliter rejimlerin yaygınlığıdır. Türkiye 910 Okyar; a.g.e., s. 388-395. Fethi Bey, kendisini muhalefet parti kurmakla görevlendiren Gazi’nin idare şekli konusundaki ifadelerini teyiden Filvaki bugünkü şekl-i idare cumhuriyetten ziyade dictature’a mübaşihtir. (diktatörlüğe benzemektedir.) diyordu. Bkz. Bozarslan; a.g.m., s. 109. Gazi demokrasi ve çok partili hayat konusunda açık, cesur, samimî ve kalbinden gelen duygularını ve bu konudaki düşüncelerini bu şekilde kesin ve açık bir şekilde ortaya koymuştur. Gazi ölümünden sekiz yıl önce arkasından bir istibdat müesesesi miras bırakmak istemediğini söyleyebilmiştir. Serbest Fırka’nın neden ve niçin kurulduğunun iç muhtevasını hiçbir teşhis bu kadar açıklıkla ifade etmemiştir. Dikkate değer cümlelerden birisi de Alman tarihçisi Emil Ludwig’in Ankara ziyareti üzerindeki teşhisleridir. Gazi, Alman biyografi ustasının kendisine sorduklarını tuhaf sorular olarak vasıflandırmıştır. Unutmamak gerekir ki, 1930’larda Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, Rusya’da da Stalin yönetime tamamen hâkimdirler. İspanya’da ve Japonya’da monarşi düşünce ve kurumlarıyla iktidardadır. Balkanlar’da da durum farklı değildir. Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya’da da monarşiler iktidardadır. Doğuda Irak, Ürdün, İran, Afganistan’da da şahsî yönetimler hâkimdir. E.Ludwig, bu hava içinde Ankara’ya gelmiştir ve Gazi’ye, kendi ifadesiyle, tuhaf sorular sormuştur. Çünkü E.Ludwig, Gazi’nin başardığı işlere ve şahsiyetine bakarak, O’na diktatörlüğü yakıştırmak istememiş, fakat gerçeklerden ayrılmama kararında bir tarihçi olarak da gördüklerinden ve gerçeklerden başka bir şeyi yazmaya kendisini yetkili bulmamıştır. Gazi’nin, bu Alman tarihçisinin hükmünden ve vardığı sonuçlardan ne kadar dertlendiği, kullandığı cümlelerden anlaşılıyor. Nitekim kendisinin Ankara’da ailesiyle birlikte çok iyi ağırlanmasına, ülkenin diğer köşelerini de misafir olarak gezmiş omasına rağmen, gerçek hislerinin dışında başka birşey ortaya koyması istenmemiştir. Fakat 1929’da Ankara’ya gelen Ludwig’in tuhaf sorularla vardığı sonuçlar Gazi’yi öylesine etkilemişti ki aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, SCF hareketini başlatırken gerekçe olarak ileri sürdüğü düşünceler arasında Alman tarihçisinin hükmü esaslı ve müstakil bir şekilde yer almıştır. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 393-394. 310 Cumhuriyeti bu ortam içinde tercihini yapacaktır.911 1930’larda bugünkü anlamda katılımcı bir demokrasi Avrupa’nın hiçbir yerinde yoktu. İtalya 1922, Portekiz 1927, Japonya 1930, Almanya 1933 ve İspanya da 1938 yılında faşist bir yönetime geçmişti. Merkezi bir yönetim biçimi olan Fransa da giderek faşizme teslim olacaktır. Ünlü Alman düşünür ve sosyoloj Max Weber (1864-1928) bile o dönemde demokrasiyi şu şekilde tanımlamaktaydı: Demokraside halk bir önder seçer, Seçilen önder ‘Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin.’ der. Artık halk ve parti onun işine karışmazlar. Almanya, İtalya ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkeler bile demokrasiye kendi iç dinamikleriyle değil, savaş yenilgisi birlikte dayatılan şartlar nedeniyle gececeklerdir.912 E.Ludwig, Türkiye’deki yönetimi diktatörlük şeklinde tanımlarken kendi ülkesindeki Hitler’in işbaşında olduğunu, Hitler döneminde Almanya ve Avusturya’yı terk eden 142 bilim adamının, Batının gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken, niçin Türkiye’ye tercih ettiğini gözardı etmektedir. Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ve Yahudi bilim adamlarını, Almanya gibi Avrupa ülkelerine nazaran, güç şartlar içindeki geri kalmış bir ülkede 10 yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi? Gelişmiş bir ülkenin baskı rejiminden kaçıp, geri kalmış bir ülkenin baskı rejimine sığınmış olmaları düşünülebilir miydi?913 Yukarıdaki bilgilerden ve örneklerden hareketle, Emil Ludwig Türkiye’deki mevcut yönetimi diktatörlük olarak nitelendirirken, o dönemde dünyanın pek çok ülkesi bir yana, kendi ülkesinde bile otoriter bir yönetimin işbaşında olduğunu gözardı etmektedir. Gazi, bu sırada içeri giren TBMM Başkanı Kazım Paşa’ya914 de konuşulan konuyu kısaca anlatır. Meclis Başkanı bunları dinledikten sonra şunları dile getirir (sadeleştirilerek yazılmıştır): Geçenlerde Viyana’da bulunduğum zaman Neue Freire Presse gazetesi benden mülakat istemiş ve ‘Türkiye’de kaç siyasî parti vardır?’ sorusunu sormuştu. ‘Bizde yalnız bir parti vardır.’ cevabını verdim. Gazeteci hayret etti: ‘Hükümet işleri sadece bir parti ile nasıl kontrol edilebilir? O halde sizde parlamento denetimi de yok demektir.’ dedi. Kendisini tatmin için, bizdeki sistemi izah edip, ‘Hayır bizde denetim vardır, bizim 911 Aybars; Atatürk, Çağdaşlaşma ve Laik Demokrasi, s. 185. 912 Kışlalı; a.g.e., s. 18. 913 A.g.e., s. 28. 914 Kazım Özalp (1882-1968)’in biyografisi için bkz. Mango; a.g.e., s. 627-628. 311 kendimize özgü tarzımız vardır. Biz hükümeti partide ve komisyonlarda kontrol ederiz. Böylelikle ülkemizde çok partinin varlığından gelen sakıncaları önledik.’ dedim. Gazeteci ertesi gün söylediklerimi aynen yazmakla beraber -kendi tabiriyle- ‘Şu budalaya bakın. Avrupa ortasında bize parlamento dersi vermeye gelmiş.’ mealinde bir de fıkra ilave etmişti. Gerçekten bizim Meclisin durumun izah etmek güçtür. 915 Konuşmalar devam ederken Gazi Memlekette birçok adamlar arkanızdan gelebilir. Hatta Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa gibi zevatlar da sizinle işbirliği ederse bunda hiçbir sakınca görmüyorum. Yalnız bugünkü fırkanın sağında hiçbir teşekküle müsaade edemem. der ve ardından da Fethi Bey’e Yeni teşekkül ancak HF’nin solunda olmalıdır. Fırkayı teşkil edecek olursanız siyasî renginiz ne olur? şeklinde bir soru yöneltir. Fethi Bey de Benim teşkil edeceğim fırka liberal bir fırka olur. Doğal olarak böyle bir fırka, HF’nin solunda yer alır. şeklinde cevap verir. Meclis Başkanı Kazım Paşa’nın, Gazi’ye, bu iki siyasî parti arasında siyasî konumunun ne olacağını sorması ve tarafsızlığını açıklamasının gerekli olduğunu açıklaması gerektiğine ilişkin bir hatırlatma yapması üzerine Gazi de hiç tereddüt etmeden Tabii ben tarafsız olacağım. diye cevap verdi.916 Ferhi Bey ile İsmet Paşa’nın arası açıktı. Cumhuriyet kurulurken Gazi, İsmet Paşa ve Fethi Bey üçlüsü bir saçayağıydılar. Köşkte Gazi, Başvekâlette İsmet Paşa ve Meclis Başkanlığında da Fethi Bey. Dünün silah arkadaşları yeni bir devletin köşe taşları olmuşlardı. Üçlü zirvede ilk çatışma 1924 yılında çıkmıştı. TpCF’nin kurulması üzerine iktidar mücadelesi bir anda alevlenmiş, İsmet Paşa istifa etmiş, Başvekâlete Fethi Bey getirilmişti. Fethi Bey, o sıralarda patlayan Şeyh Sait İsyanı için CHF grubundan gelen sert tedbirler alınması teklifine karşı isyanın ardında yatan ekonomik ve kültürel nedenlere dikkat çekmiş ve Lüzümsuz şiddetle elimi kana bulamam. diyerek reddetmiş ve ardından da istifa etmişti. İstifanın ardından İsmet Paşa tekrar Başvekâlete getirilmiş ve isyan da şiddetle bastırılmıştı. Fethi Bey ise Büyükelçi olarak Paris’e gönderilmişti. İşte o gün ayrılan yollar, beş yıl sonra (1930 yılının Ağustos ayında) tekrar birleşmişti. Gazi tarafından bir muhalefet partisi kurulmasına ilişkin teklif Fethi Bey’e beş yıl öncesinin kötü anılarını hatırlattığı için Fethi Bey bu konuda Gazi’nin kararlılılığından emin olmak 915 Okyar; a.g.e., s. 396-397. 916 A.g.e., s. 400-401. 312 istiyordu. Bu nedenle Fethi Bey için SCF’nin kurulması öncesi Gazi tarafından verilen (Fethi Bey’in endişelerini izale edici mahiyetteki sözler) yeterli bulunmuştu. Gerçi Fethi Bey, beş yıl önce Gazi’ye kırılmıştı ama madem ki şimdi ülkenin kendisine ihtiyacı vardı, madem ki bunu eski bir dost istiyordu, o zaman kaçamazdı. Fethi Bey, eşinin ve yakın çevesinin itirazlarına rağmen Gazi’nin teklifini kabul etti ve hatıra defterine şunları yazdı. Gazi’nin tarihte namını lekeletmemek için giriştiği bu işi torpilletmek, (engellemek) cumhuriyet idealine hıyanet olacaktı. Zira bütün kalbim vatanda henüz doğmamış olan hürriyet güneşinin hasretiyle sızlamaktadır. Cumhuriyet kelimesi sadece dudaklarda kalmış, kalplere girmemişti. Memleket bir uçuruma doğru sürüklenmekte iken haykırmamak, fenalıklara karşı ses çıkarmamak ve bir istirahat köşesinde kalmak elimden gelmiyordu.917 Gazi ve Fethi Bey, teklif üzerinde birkaç gün tartıştı. Fethi Bey, Hükümetin, partisinin çalışmasına imkân vermesini ve Gazi’nin her iki parti arasında tarafsız kalmasına dair güvence istedi. Gazi ise Fethi Bey’den tek bir güvence ister. O da, yeni partinin cumhuriyetçilik ve laiklik ülkülerine sadık kalmasıdır. Anlaşma olunca, Fethi Bey SCF’yi kurmaya girişti. Gazi, içlerinde eski arkadaşı Nuri (Conker)’nin de bulunduğu birçok yakın çalışma arkadaşının yeni partiye katılmasını emretti. Ayrıca iyi niyetini kanıtlamak için kız kardeşi Makbule Hanım’ın partiye katıldığını da açıkladı.918 Fethi Okyar hatıralarında, 11 Ağustos’ta gerçekleşen baloda, Gazi’nin etrafında İstanbul’dan gelmiş olan gazeteciler de dâhil olmak üzere seçkin bir kalabalığın toplandığını, onlara, kurulacak olan yeni parti hakkında açıklama yaparken Bu fırkalar benim iki evladım gibi olacak ve ben (İsmet Paşa’ya ve Fethi Bey’e hitaben) böylece tabir etmekliğime müsaade ederseniz, sizin babanız olacağım ve bir baba iki öz evladına nasıl eşit muamelede bulunuyorsa, ben de aynı şekilde bu iki fırkaya muamele edeceğim. Bu teşebbüs memleket için çok hayırlı neticeler verecektir. demesini bu konuşmanın en dikkate değer safhası olduğunu belirtir.919 917 Dündar; a.g.e., s. 52-54. 918 Zürcher; s. 260 ve Tabak; a.g.m., s. 555. 919 Orbay; a.g.e., s. 425-426 ve Cumhuriyet, 12.08.1930. Vakit gazetesi başyazarı Asım Us’un hatıralarında aynı olay için şu açıklamalarda bulunulmaktadır: Her ikinizin benim nazarında bir babanın iki evladından farkınız yoktur. Reisicumhur oldukça her ikinize müsavi muamele edeceğimden hiç şüpheniz olmasın. Fakat iyi anlaşılmalı. Ben her iki taraftan da değilim yahut bitaraf değilim. Ben bir tarafım. Fırkam Cumhuriyet Halk Fırkasıdır. Reisicumhur oldukça İsmet Paşa’yı kendime vekil yapmışımdır. Eğer İsmet Paşa’nın idare 313 Gazi’nin balodaki bu ifadeleri de rejimin liberalleştirilmesini arzuladığını dile getirir mahiyettedir: Ben Cumhuriyeti tesis ettim. Fakat bugün(kü) idare şekli Cumhuriyet midir, diktatörlük müdür, şahsî hükümet midir, belli değildir. Ben fanî bir insanım. Ölmeden evvel isterim ki millet hürriyete alışsın. Bunun için bir muhalif fırka tesis ediyorum. Ve bu işi Fethi Bey’den başka hiç kimseye teslim edemem. Bu hususta Fethi’ye gösterdiğim itimadı, başka hiç kimseye göstermem.920 Sonuçta SCF’ye sadece 15 milletvekili katılmış olmakla beraber hepsi de mevcut düzenin gözde üyeleriydi. SCF’nin yayınladığı 11 maddelik beyanname, 1924’teki TpCF’nin beyannamesini çağrıştırmaktaydı. Çünkü hem liberal ekonomi siyasetini ve yabancı yatırımların teşvikini, hem de ifade özgürlüğünü ve (o sırada Türkiye’de mevcut olan iki dereceli seçim sistemin aksine) tek dereceli seçimi savunuyordu.921 Lord Kinross Atatürk adlı eserinde; TpCF’nin kendi kendine doğmuş olmasının Gazi’nin hoşuna gitmediğini, ayrıca Rauf Bey ile TpCF’li Paşalara halkın gösterdiği sevginin Gazi’yi kuşkulandırdığını, bunun yerine TpCF gibi bağımsız olmayan ve dolaylı olarak kendi yönetiminde bulunan yeni bir muhalif parti kuracağını, iki partiyi atbaşı süreceğini, başarılarından kendine pay çıkaracağını, başarısızlıklarını ise üzerine almayacağını, İsmet (İnönü) Paşa’ya rakip lider olarak, beş yıl önce Başvekaletten çekildiğinden beri Paris Büyükelçiliğinde bulunan Fethi Bey’i seçtiğini, ona güvenebileceğini ve onu idare edebileceğini bildiğini dile getirmektedir.922 SCF olayını, dönemin yerel gazeteleri de dâhil olmak üzere sosyolojik bağlamda kapsamlı olarak incelemiş olan Cem Emrence, SCF’nin kuruluşuna ilişkin perspektiflerden ilkinin, ettiği bu fırka ekalliyette (azınlıkta) kalırsa onu (seçim sonucunu) da memnuniyetle kabul edeceğim. Bkz. Asım Us; Asım Us’un Hatıra Notları, (1930’dan 1950 yılına kadar), İstanbul 1966, s. 14. O günlerde Roma tarihini okuyan Gazi, Yalova’daki balo esnasında Sezar’dan bir örnek verdi. Anlattıkları, sanki içindeki endişelerinin ipuçlarını veriyordu: Jules Sezar ilk devletini kurarken, dostları Crassus ve Pompee ile ittifak yapmıştı Ama sonraları üçünün arası bozuldu. Ve Sezar onları ortadan kaldırırken kendini ebedi şef ilan ettirdi. Biz bundan kaçınmalıyız. Cumhuriyeti şahıs kavgalarından korumalıyız. Bkz. Dündar; a.g.e., s. 55. Aynı konuşmayla ilgili olarak ilave bilgi için bkz. Asım Us; Duyduklarım Gördüklerim Duygularım (Meşrutiyet ve Cumhuriyet Devirlerine Ait Hatıralar ve Tetkikler), Vakit Matbaası, İstanbul 1964, s. 152. 920 Orbay; a.g.e., s. 443 ve Dündar; a.g.e., s. 51-52. 921 Zürcher; a.g.e., s. 261. 922 Kinross; a.g.e., s. 519. 314 partinin doğuşunu, yapısal nedenler etrafında inşa ettiğini (Bkz. Tablo I), bahse konu perspektiflerden ikincisi olan siyasî nedenler kapsamında ise 1920’lerin ikinci yarısında toplumla bağları zayıflayan Tek Parti Rejiminin gittikçe daha otoriter hale geldiğini ve kamu hayatını tekeli altına almaya çalıştığını, bu kapsamda (SCF’nin kuruluşuna ilişkin sosyal nedenler kapsamında) ise 1930 yılı itibarıyla ise siyaset kurumunun hem toplum, hem de Meclis ile bağlarını kopardığını, iktidarda olan CHF’nin hantal bir yapı kazandığını ve taşrada güç sahibi olmak isteyen küçük bir azınlık dışında halkla ilişkisi kopmuş siyasî bir kliğe dönüştüğünü, benzer şekilde, Meclisin, ulusal siyasette Hükümeti denetlemekte etkisiz kaldığını, bahse konu siyasî görünümün, farklı toplumsal projelere sahip dönemin iki entelektüel ismi Zekeriya Sertel ve Ahmet Ağaoğlu’nu, ilk olarak siyasal yapıyı eleştirmeye ve daha sonra da Türk siyasal sisteminin diktatörlükten pek de uzak olmadığını iddia etmeye kadar götürdüğünü, SCF’nin kuruluşuna ilişkin ekonomik nedenler kapsamında ise 1929 yılında yaşanan Dünya Ekonomik Bunalımının, ülkede yaşanan ekonomik çöküşü geri dönülemez bir noktaya getirdiğini, krizin bir yandan iflaslara yol açarken, diğer yandan da Türkiye’nin ticaret açıklarıyla tanışmasını sağladığını, toplumda yaygın olan düşüncenin de Hükümetin iç ve dış kaynaklı ekonomik ve malî zorluklarla mücadelede yetersiz kaldığı yönünde olduğunu ifade etmektedir. Emrence, konuya ilişkin devam eden değerlendirmelerinde, SCF’nin doğuşunu siyaset ve ekonomi alanındaki problemler ile toplum hayatında yaşanan tepedenci reformlara bağlayan makro-yapısalcı analizler kadar, özne-merkezli ve Gazi’nin, SCF’nin kuruluşunda sahip olduğu motivasyonu öne çıkaran açıklama biçimlerinin de SCF anlatılarında önemli yer tuttuğunu, bu yaklaşımın en standart biçiminin Gazi’nin yeni partiyi sosyal sorunların parlamentoda daha etkin biçimde tartışılması ve Hükümeti eleştirmesi için kurdurduğu fikri olduğunu, birçoklarına göre, bu kararın ardında, Gazi’nin demokratik ideallere olan inancı yatarken, diğer yazarlar da bu durumun Gazi’nin CHP’de reform yapma isteğinden kaynaklandığının ifade edildiğini, aynı düşünce istikametinde daha polemikçi bir yaklaşımın ise, partinin kuruluşundaki esas niyetin, bürokrasi ve CHF içinde gücünü arttıran İnönü’nün dengelenmesi olduğunu ifade etmektedir. İç siyaset dengelerini öne çıkaran (Ahmet Ağaoğlu, Metin Heper, Cemal Kutay, Tekin Erer ve Süreyya İlmen’e ait) yukarıdaki yaklaşımların aksine, bazı araştırmacılar (S.Akşin, M.Tunçay, M.Kabasakal, M.Phlips Price) ise Gazi’nin, Partiyi Batı merkezli uluslararası vizyonunu gerçekleştirmek için 315 kurdurduğunun altını çizmektedirler. Türkiye’nin Batı dünyasına aidiyetini tescilleyecek bu girişim, Türkiye’nin Cemiyet-i Akvam’a üyeliği ve Batı Avrupanın siyasî yapılarına uyumuyla yeni bir boyut kazanacaktı. Tunçay’ın ifadesiyle, yeni parti girişimi, aslında Türkiye’nin, Batı tarafından takdir görme arzusundan kaynaklanmaktaydı. Aynı çerçevede yapılan bir başka değerlendirme ise, SCF’yi, Tanzimat Döneminde başlayan ve Cumhuriyetle devam eden Batılı modernleşme ajandasının bir parçası olarak görmüştür. Argümanını cumhuriyet kavramı üstüne kuran Çetin Yetkin ise SCF Olayı adlı eserinde SCF’nin kuruluşunu yine bir çeşit modernleşme okumasıyla açıklamaktadır. Yetkin’e göre, Türkiye, cumhuriyetle yönetiliyorsa, doğası gereği çok partili hayatta ifadesini bulan bir halk yönetimi olmalı. Dolayısıyla bu noktada yapılması gereken, demokrasiyi diktatörlükten ayıracak ve denetleyici/dengeleyici rol oynayacak siyasî bir parti. SCF, bu saiklerle Gazi tarafından hayata geçiriliyor. Modernleşme paradigması ve iç siyaset çekişmeleri üzerinden okunan Gazi’nin SCF’yi kurdurma tercihi son olarak milliyetçi reformlarla bağlantılı olarak yorumlandı. Döneme tanıklık etmiş bir başka yazara göre de, Gazi’nin esas niyeti devrimlerin topluma ne denli nüfuz ettiğini görmek ve aynı zamanda devrimlere ve cumhuriyete karşı olan tepkiyi ölçmekti. Başka bir ifadeyle, partinin esas misyonu sosyal ve siyasî bir deney olmaktan öteye gitmiyordu. Özetle, özne merkezli analizler ile yapısalcı perspektifler, SCF’nin kuruluşunda elitler arası çatışmalar, toplumsal huzursuzluk ve kişisel çekişmelerin altını çizmektedirler. Bu noktada, Gazi’nin toplumsal muhalefeti Meclise taşıma fikriyle SCF fiilen doğmuş oldu.923 Tablo: 3.1. SCF Neden Kuruldu?924 Yapısalcı Açıklamalar SCF’nin kuruluş nedeni Siyasî Sosyal Baskıcı Toplumsal Tek Parti Rejimi yabancılaşma Ekonomik Finansal reform, büyük buhran Ülkede gerçek anlamda Cumhuriyet yönetimini yerleştirmek için SCF’yi kurduran Gazi, Fethi Bey’in 10 Ağustos 1930 tarihinde basın kanalıyla kendisine gönderdiği mektubundan 923 Cem Emrence; Serbest Cumhuriyet Fırkası: 99 Günlük Muhalefet, 1.Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 2006, s. 26-33. 924 A.g.e., s. 32. 316 iki gün sonra Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Gazi’nin cevabî mektubunda ……… Memnuniyetle tekrar görüyorum ki laik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Binaenaleyh Büyük Mecliste aynı temele istinat eden (dayanan) yeni bir fırkanın faaliyete geçerek millet işlerini serbest münakaşa etmesini cumhuriyet esaslarından sayarım. Reisicumhur bulunduğum müddetçe, Reisicumhurluğun bana verdiği yüksek ve kanunî vazifeleri, hükümete muhalif olan ve olmayan fırkalar karşı adilane ve tarafsızca ifa edeceğime ve laik cumhuriyet esası dâhilinde fırkanızın, her nevî uğramayacağına emniyet edebilirsiniz faaliyet ve cereyanlarının bir engele efendim. Bu itibarla, nokta-i nazarınızı (görüşlerinizi) takip için siyasî mücadeleye girmenizi bittabî (doğal olarak) hüsnü telakki ettim (iyi karşıladım). demektedir.925 Fethi Bey bir liberaldi. Ancak II. Dönem TBMM’nin muhalefete alışık olmaması nedeniyle de tereddütlüydü. Hükümet açıkça eleştirilirse, nasıl bir tepkiyle karşılaşılacağı bilinmezdi. Muhalefet başarısızlığa uğrar ve sönük kalırsa, demokrasi gelişmezdi. Kamuoyunda ani bir patlama kaydedilirse, kişisel düşmanlıklar doğabilir ve sert mücadele ortamına girilebilirdi. Gazi’nin çevresindekiler, daha ziyade birinci ihtimal üzerinde duruyorlar ve muhalefet başarısızlığa uğrayacağından bir iktidar değişikliği olmayacağını düşünüyorlardı. SCF’nin kuruluşu öncesinde, Gazi, Fethi Bey’e, SCF ile CHF arasında yaşanacak politik rekabet ortamında tarafsız kalacağına dair güvence de vermişti. Fethi Bey, Gazi’nin istediğini yerine getirdi ve 12 Ağustos 1930 tarihinde SCF adlı bir parti kurdu.926 Böylece SCF’nin 99 gün sürecek ömründe geri sayım başlamıştı. Aslında henüz ortada bir partiden eser yoktu. Sadece, sahneye zorla itilmiş bir lider ve yanında CHF’den iltihak ettirilmiş 14 925 Utkan Kocatürk; Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Semih Ofset, Ankara 1999, s. 76. Yetkin; a.g.e., s. 35. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3. s. 386-387. Ahmet Ağaoğlu; Sebest Fırka Hatıraları, 2. Baskı, Baha Matbaası, İstanbul 1969, s. 137. Ahmet Taner Kışlalı; Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi, 1. Baskı İmge Kitabevi, Ankara 1994. s. 28. Jevakhoff; a.g.e., s. 292 ve Özbudun; a.g.m., s. 121. SCF’nin kuruluş sürecinde Fethi Bey ile Gazi arasında basın aracılığıyla yapılan basında mektup teatisi ve SCF’ye Gazi tarafından maddî yardım yapılması konusunda ilave bilgi için bkz. Soyak; a.g.e., s. 396-399. Ağaoğlu; a.g.e., s. 6-9. Yetkin; a.g.e., s. 249-252. Joseph C. Grew; Atatürk ve Yeni Türkiye, (Çevirenler: Gülşen Ulutekin (İlk Çeviri), Kamil Yüceoral (İkinci Çeviri)), Gündoğan Yayınları, Ankara 2003, s. 194. Okyar; a.g.e., s. 428-437. Necdet Saner; Atatürk Dönemi 19 Altın Yılın Öyküsü, 1. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1973, s. 169-173 ve Cumhuriyet, 10-12.08.1930. 926 Ergin; a.g.e., s. 164. Karpat; a.g.e., s. 73. Mumcu; a.g.e., s. 144 ve Kandemir; a.g.e., s. 52-53. 317 mebus. Ne örgüt, ne kitle, ne de bina... Aydemir’in dediği gibi Fırkayı Gazi istemiş, ortaya birkaç figüran atarak kurdurmuştu. Ve tabii kendisi yönetmek isteyecekti.927 SCF’nin kuruluşu ile halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun su yüzüne çıkması sağlanmış, CHF’nin siyasetinin başarısızlığı belirginleşmişti. Gazi de ülkenin içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Gazi, 1930 yılının baharında İzmir ve Antalya’yı kapsayan bir yurt gezisi sırasında yanında bulunan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a ülkenin durumu hakkında şunları söylemişti: Bunalıyorum çocuk. Büyük bir ızdırap içinde bunalıyorum. Görüyorum ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz.... Her taraf derin bir yokluk, maddî , manevî bir perişanlık içinde... Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; maateessüf memleketin hakikî durumu bu işte!... Bunda bizim günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acı hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın... Büyük istidatlara malik olan zavallı olan halkımız ise, kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış... 928 En kötüsü ise herkesin ondan her şeyi yoluna koymasını beklemesiydi. Gazi Fakat benim kutsî bir kuvvetim yoktur ki. diye ekledi.929 Dönemin Ankara’da görev yapan Amerikan Büyükelçisi Joseph Grew; devlet başkanının eşzamanlı olarak parti başkanı da olması halinde, Tek Partili sistemin politika uygulaması bakımından çok ciddî sakıncalar taşıyacağını ifade etmektedir. Bu sistem, sorumluluğu merkezîleştirmede güçlük ve zorluklara yol açmaktadır. İşte ikinci partinin kurulmasının doğuracağı sonuçlardan biri, Gazi’nin üzerinden sorumluluğu kaldırmak ve Türkiye’deki politika oyunlarını İsmet Paşa ve Fethi Bey arasındaki bir mücadele haline getirmek olacaktır. İki partili sistemin, halktaki hoşnutsuzluğa çare bulmak bakımından da inkâr edilmez faydaları vardır.930 Çavdar; SCF’nin kurulmasındaki temel sebep olarak, potansiyel 927 Dündar; a.g.e., s. 56. 928 Tabak; a.g.m., s. 553. Mango; a.g.e., s. 540. Soyak; a.g.e., s. 389 ve Aydemir; a.g.e., s. 387. 929 Mango; a.g.e., s. 540. 930 Tabak; a.g.m., s. 553 ve Grew; Gazi ve İsmet Paşa, Çalkantılı Dönem 1922-1932, s. 182. 318 toplumsal muhalefetin, rejimi hedef almayan bir yöne doğru itilmesi gereği olduğunu ifade etmektedir. Kuşkusuz bu itiliş Gazi ve arkadaşlarının denetiminde oldu. Muhalefet Partisi; bu arada yurtta konuşulmayan ve dile getirilmeyen şikâyetlerin de bir mercii olacak ve böylece iktidar tarafından alınan kararların bir anlamda eleştirisi ve irdelemesi de yapılmış olacaktı. Bu sayede toplumun daha rahat bir şekilde zorlukları atlatacağı düşünülüyordu.931 SCF’nin ideologu olan Ağaoğlu ile Tek Parti Dönemi konusunda yetkin bir şahsiyet olan Tunçay bu konuda birbirlerinden farklı düşünmektedirler. Ağaoğlu Serbest Cumhuriyet Fırkası Hatıraları isimli kitabında …..... Bütün bu olup geçenler, Serbest Fıkra komedisi niçin oynandı? sorusuna cevap vermektedir. Şimdi tamamen anlaşılıyor ki bu komedi, sırf fırka teşkili, muhalefet fikri taşımak gibi cüretleri ta kökünden kesip atmak içinmiş.932 şeklinde düşüncelerini dile getirmektedir. Tunçay ise; Gazi’nin, Hükümete karşı kimlerin neler düşündüğünü bilmekte olduğunu, yaptığı şeyin, kendisine muhalif olanları, yine kendisinin istediği bir biçimde örgütleyip böylece bütün ülke çapında ortaya çıkan ya da gizli duran karşıt eğilimleri bir odakta toplayarak denetleyebilmekten ibaret olduğunu ifade etmektedir.933 Tek Parti İktidarının başı olan Gazi, Hükümet eleştirisiz ve sorumsuz bir durumda olduğu için bir muhalefet partisinin kurulmasında faydalar görmüştür. Ancak ilk gününden itibaren tüm bu girişimi yapay kılan, yaratılan muhalefetin giderek bir iktidar seçeneği olmasının gerçekten göze alınmamış bulunmasıdır. Gazi’nin bakış açısından, ülkenin yararları ile CHF’nin yararları özdeştir. Dolayısıyla da SCF’nin kurulması, rejim için olmaktan çok parti için faydalı olacaktır. diye düşünülmüştür. Bu sayede partinin çürük yanları açığa vurulacak, temizlenecek ve parti de güçlenecekti. Fakat CHF teşkilatı içindeki bir takım çıkar grupları, bu tasarımın gerçekleşmesinden endişeye düşmüşler ve deneyimin sona 931 Tevfik Çavdar; “Serbest Fırka”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2053 ve Tabak; a.g.m., s. 553-554. 932 Ağaoğlu; a.g.e., s. 96. Ağaoğlu anılarında, İsmet Paşa’nın gazetecilere daha birçok seneler Hükümeti elimde tutacağımı kat’iyetle ilan edebilirsiniz. diye beyanat verdiğini, SSCB sefirinin Yaptığınız muhalif fırka tecrübesi tehlikelidir. demesi üzerine İsmet Paşa’nın Canım, her yaz bir Fethi Bey heyulası (hayali) çıkarılıyor, halka ümitler veriliyor, bu heyulayı yok etmek ve o ümidi kesmek için ben kendim bu işi kurdum. dediğini belirtmektedir. Bkz. Ağaoğlu, a.g.e., s. 95. 933 Tunçay; a.g.e., s. 249. 319 erdirilmesinde etkili olmuşlardır. 934 1927 seçimlerine katılım asgari seviyeye düşmüştü. Zaten seçimler Tek Parti ve tek liste halinde yürüyordu. Daha ziyade CHF’nin gösterdiği adaylar arasından Ankara’da görevli memurlar ile dar ve profesyonel bir siyasetçi çevresinden seçiliyordu. Gerçekte bu bir seçim bile sayılmazdı. Halk artık bu göstermelik seçimlerden bıkmış ve seçime katılmamaya başlamıştı. Seçimlere katılım oranı % 25’i bulmuyordu. Gazi’nin SCF’yi İsmet Paşa’nın kuvvetini azaltmak için kurdurduğu da söylenmektedir. 935 SCF süratle gelişiyordu. Fethi Bey'in taşra teşkilatını kurmak için yaptığı Ege bölgesine yaptığı seçim gezisinde esnasında mahallî idarecilerin CHF’ye tarafgir ve SCF muhalefetini engellemeye yönelik tutumları siyasî tansiyonu yükseltti ve halkın CHF ve Hükümet aleyhine gösteri yapmasına da vesile oldu. Partiye girenleri kontrol mümkün olamıyor ve halk seller gibi SCF’ye akıyordu.936 Fethi Bey anılarında, hürriyetlerin kısıtlanmasından, 934 Tabak; a.g.m., s. 554 ve Tunçay; a.g.e., s. 247. Bu konuda Okyar’ın anılaında bahsettiği husular oldukça kayda değerdir. Şöyle ki: HF, Gazi ile başlayıp Gazi ile bitmiyordu. HF, kendi varlığında memlekette senelerdir belli bir hayat düzeni yaratmışı. İdare eden kadro, sadece devlet bürokrasisi değil, hâkim sınıf, hatta burjuvazi idi. …. Serbest Fırkanın liberal ve hürriyetçi felsefesi ile bu Tek Parti Nizamı’nın önüne çıkıyordu. Gazi, kendisine, tarihin ve milletin müstebid, diktatör dememesi için Mecliste meşru muhalefetle başlayacak hür havayı getirmeyi, istediği kadar gönülden arzulasın, bu netice önünde menfaatleri ve imtiyazları zedelenecek gruplar vardı ve bunlar memlekete hakimdi ……… Gazi’den başka hiçbir HF mensubunun ve o günkü idare tarzı içinde vazifeli büyük küçük, kimsenin (çok partili demokrasi isteğini) paylaşmamış olduğu da bugün anlaşılıyor. Asıl hadise, Serbest Fırka’nın, hatta samimimiyetle itiraf edeyim, beni bile şaşırtan gördüğü alaka ve sevginin arkasından geldi. Çünkü HF’nin iktidarı kaybetmesi demek, onun çevresi etrafında toplanmış idare eden zümrenin hayat nizamını kaybetmesi manasına geliyordu. Bkz. Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s. 490-491. 935 Tabak; a.g.m., s. 554. 26 Haziran 1927’de Meclis tatile girme kararı almadan önce CHF önemli bir tüzük değişikliği yaparak, milletvekillerini belirleme yöntemini Gazi’nin tek seçiciliğine bırakmıştır. Bkz. Tunçay, a.g.e., s. 176. 936 Fethi Bey’in Ege gezisi konusunda detaylı bilgi için bkz. Tabak; a.g.m., s. 556-559. Fethi Bey’in İzmir gezisi, CHF’ye, hiç olmazsa Ege’de halkın desteğini ve güvenini yitirmiş olduğunu, bir genel seçim sonucunda iktidarı da yitirebileceğini göstermiştir. Oysa CHF yedi yıl boyunca kendisine bağlı bir yönetici kadrosu oluşturmuş bulunuyordu. Bürokrasi, CHF’den yanaydı. CHF’nin bir seçimden yenilgiyle çıkması bu bürokrasinin de belki sonu olacaktı. Bu nedenle Bürokratlar, Fethi Bey’in İzmir seçim gezisi sırasında bu gerçeğin bilincine varmıştır dersek yanılmamış olacağımızı sanıyoruz. Bir yabancı gözlemci olarak, Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi Grew’in kendi Dışişleri Bakanına bu olaylarla ilgili mektubundan aldığımız şu satırlar bu gerçeği çok iyi yansıtmaktadır: Türkiye’nin liderleri, Fethi Bey’in İzmir’de gördüğü sıcak kabulden son derece hayrete düştüler. Mahallî otoritelerin akılları başlarından gitti. Kendisinden hiç hoşlanılmayan Adalet Bakanı Mahmut Esat’ın da herhalde bu karışıklıklarda hissesi var. O sırada kendisi İzmir’de bulunuyordu ve hiç şüphesiz mahallî otoriteler, HP uğruna neler yapabileceklerini kendisine göstermek çabasına düştüler. Polis kalabalığa karşı akılsızca muamele yaptı ve tatsızlığın çoğu işte bundan çıktı... Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 180. 320 CHF’nin kötü ve yetersiz uygulamalardan bunalan halkın hoşnutsuzluğunun, SCF’ye büyük bir ilgiye dönüştüğünü, CHF’liler tarafından olayların rejim karşıtlığı olarak Gazi’ye aksettirildiğini ifade eder.937 CHF’nin politik mücadelesi, partiler arasında Gazi’yi de taraf haline sokmaya yönelikti. Gazi’nin bu politik mücadelede taraf olması ise SCF’nin sonu anlamına gelecekti. Nitekim olayların seyri sonucu öyle de oldu. Fethi Bey’in 4 Eylül 1930’da İzmir’e gelişi sırasında kitle gösterileri oldu.938 SCF’nin 7 Eylül 1930 tarihinde İzmir’de yapmış olduğu mitinge 100.000’den fazla insan katıldı.939 SCF ileri geleneleri, halkın coşkusu karşısında genellikle yatıştırıcı bir rol oynamaya çalışmışlardır.940 Büyük kalabalıklar Fethi Bey’i Anadolu’da gittiği her yerde coşkuyla karşıladı ve tüm muhalefet SCF’nin çevresinde toplandı.941 SCF rüzgârı bir anda Anadolu’yu etkisi altına almış, CHF’den dertli, düzene karşı, fakir, aç, yoksul, dindar, mutsuz kim varsa SCF’ye akmaya başlamıştı. Fethi Bey’in kararsızlık sergileyerek girdiği gelişigüzel bir oyun, şimdi gerçeğe dönüyor ve onu başrole itiyordu. Üstelik kendisine önerilen başrolün asıl sahibi ülkenin cumhurbaşkanı ve çocukluk arkadaşı Gazi idi.942 CHF, halktan o denli kopuktu ki, SCF önderleri Hükümeti eleştirdiklerinde, CHF, 937 Detaylı bilgi için bkz. Okyar; a.g.e., s. 520. SCF’nin siyasal yaşama atıldığının ilk günlerinde Falih Rıfkı (Atay) bu partinin tabanının kimlerden oluşabileceğini oldukça gerçekçi bir biçimde belirtmiş bulunmaktadır. Bunlar; CHF’li bu yazara göre: Cumhuriyetçi olmadıkları için HF’ye karşı olanlar ile HF’yi kendi tarafından haklı olarak kırdığı yahut tatmin edemediği insan zümreleridir. Gerçekten de, temelde Atay’ın da belirttiği gibi bu nedenlere bağlı olarak, SCF’nin tabanı gayrı memnunlardan oluşmuştur. Şu halde, bu tabanın ana niteliğini tepkisel bir oluşum olarak belirtmek gerekmektedir. Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 109. İktidar partisinin karşısında bir seçenek olarak ortaya çıkan SCF’ye halkın gösterdiği yakınlık her şeyden önce tepkisel boyutludur. SCF kısa bir süre içinde yoksul kitlelerin sözcüsü durumuna gelmiştir. Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 245-246. Kongar da SCF önderlerinin Ege seçim gezisi esnasında halkın SCF yöneticilerine büyük bir ilgi ve bağlılık gösterdiğini, büyük halk kitleleri ile yönetim arasında çatışma meydana geldiğini, Hükümetin, devletçi-seçkincilerin temsilcisi olduğu için yönetime karşı gösterilen bu protest tavrın bir yandan Cumhuriyetin devrimci yapısına karşı gösterilen gerici tepkiler olarak yorumlandığını, diğer yandan da SCF’nin, başkaldırmayı, gericilik ve Cumhuriyet karşıtlığını desteklemekle suçlandığını belirtmektedir. Bkz. Kongar; a.g.e., s. 148. 938 Ahmad; a.g.e., s. 77 ve Cumhuriyet, 04.09.1930. 939 Mango; a.g.e., s. 542 ve Kocatürk; a.g.e., s. 506. 940 Tunçay; a.g.e., s. 267. 941 Ahmad; a.g.e., s. 77. 942 Dündar; a.g.e., s. 57. 321 Hükümeti, Devlet koruması altına almak gerekeceğine inanıyorlardı. Aslında halk, yöneticilerine yabancılaşmıştı. Bu nedenle halk, SCF’nin çağrılarına büyük bir coşkuyla cevap verdi.943 SCF’nin başarılı Ege seçim gezisinin, partinin sonunun gelmesinde büyük payı olmuştur.944 Gazi yeni bir soluk istemiş, ancak bu soluğun bu kadar kısa bir süre içinde böylesine sert bir poyraza dönüşeceğini kestirememişti. Oysa poyraz, daha işin başıydı. Çok yakında değişim rüzgârları daha da kuvvetli esecek ve muhalefet hareketi yaman bir kasırgaya dönüşecekti.945 SCF liderinin Ege seçim gezisiyle CHF’nin hiç beklenmeyen bir çöküş süreci içinde olduğunun ortaya çıkması ve yapılacak ilk genel seçimde CHF’nin ağır bir seçim yenilgisi yaşama ihtimali CHF liderlerinde ve Cumhurbaşkanında büyük şok yaratmış ve bu durum kabul edilemez bulunmuştu.946 SCF lideri Fethi Bey’in halktan gördüğü rağbetin artışı (ki bu rağbet artışı ona genel seçimleri kazandırabilirdi.) ve Hükümeti eleştirmesini CHF’liler sadece kendi parti ve iktidarlarını değil, aynı zamanda rejimi tehdit eden bir tehlike olarak yorumladılar.947 Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü (Kaya) Bey, SCF’yi irtica ile suçlar ve CHF tarafından SCF aleyhinde bu şekilde kampanya başlatılır.948 Gazi, tarihî bir dönemeçte, iki arkadaşı arasında sıkışıp kalmıştı. Bir yanda Tek Parti Rejimi ve silah arkadaşı SCF’ye tavır alacak ve elleriyle kurduğu CHF’yi açıkça savunmaya 943 Ahmad; a.g.e., s. 77. 944 Tunçay; a.g.e., s. 267. 945 Dündar; a.g.e., s. 57-58. 946 Fethi Bey 8 Eylül’de Manisa’da, 9 Eylül’de Aydın’da ve 12 Eylül’de de Balıkesir’de halka hitap eder. Takiben 13 Eylül’de Bandırma üzerinden İstanbul’a döner. Bkz. Kocatürk, a.g.e., s. 506-507. 947 Karpat; a.g.e., s. 74. CHF asla iktidarı bırakmak niyetinde değildi. Bu maksatla siyasî rakipleriyle savaşmaktan da çekinmeyecekti. Bu çerçevede İçişleri Bakanı Şükrü Kaya polisi ve valileri harekete geçirir. Öte yandan İsmet Paşa Avrupaî bir demokrasinin ülke için henüz bir lüks olduğunu ifade eder. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 292-293. Ağaoğlu anılarında halkın SCF’ye karşı olan bu denli büyük teveccühünden İsmet Paşa ve arkadaşlarının ürktüğünü, CHF mensupları arasında 40 kişilik özel bir mücadele meclisi kurulduğunu, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın valilere, kaymakamlara ve nahiye müdürlerine gönderdiği müteaddit sirkülerlerde devlet aygıtının harekete geçirildiğini ve CHF’yi himaye yolunda uyanık olmalarının emredildiğini, ardından da bu konuda Gazi’nin işlenmeğe başlandığını, bu faaliyetlerin İzmir Vakası’ndan sonra da şiddetlendiğini ifade etmektedir. Bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 28. İçişleri Bakanlığının, yerel seçimler münasebetiyle, 5 Eylül 1930 tarihinde valiliklere gönderdiği genelge için bkz. Yetkin; a.g.e., s. 269-270. 948 SCF’nin İzmir’de yapmış olduğu seçim gezisinin ardından CHF tarafından başlatılan ve şiddetlenen politik kavga konusunda detaylı bilgi için bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 45-47. 322 başlayacaktı.949 CHF’liler, Gazi’den partiler üstü durumunu bırakmasını ve CHF’den yana tavır koymasını istiyorlardı.950 9 Eylül’de iktidar partisinin İstanbul’daki sesi Cumhuriyet gazetesinden Nadir Nadi, gazetede yayınlanan bir mektupla Gazi’ye, yeni partilerin onun ismini kullanmaya kalkışmasını şikâyet edip, konumunu açıkça belirtmesini istedi.951 Ertesi gün Gazi tarafından …….… Ben Cumhuriyet Halk Fırkasının umumî reisiyim. Cumhuriyet Halk Fırkası, Anadolu’ya ilk ayak bastığımandan itibaren teşekkül edip benimle çalışan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin mevlididir (A-RMHC’den doğmuştur). lidir. v-RMHC’nden doğmuştur. Bu teşekküle tarihen bağlıyım. Bu bağı çözmem için hiçbir sebep ve icap yoktur ve olamaz. Resmî vazifemin hitamında Cumhuriyet Halk Fırkasının başında fiilen çalışacağım. Bu noktada teredddüde mahal yoktur. ……… şeklinde verilen cevap aynı gazetede yayınlandı.952 Bu açıklama, SCF kurulurken, Gazi’nin iki parti arasında sadece hakem rolü oynayacağına ilişkin beyanıyla çelişiyordu.953 Fethi Bey ile 949 Dündar; a.g.e., s. 64. 950 Ergin; a.g.e., s. 165. Fethi Bey’in İzmir ziyareti üzerine ortaya çıkan manzara, Başvekil İsmet Paşa ve çevresindekiler için birden iktidarı yitirme korkusuna dönüşüvermiştir. Bunun üzerine CHF’nin fanatik destekçileri, tek kurtuluş çaresi olarak Reisicumhuru aynı duygunun içine sokmayı denemişlerdir. Bkz. Özdemir; a.g.e., s. 132. 951 Mango; a.g.e., s. 542. Tunçay; a.g.e., s. 267. Kocatürk; a.g.e., s. 506 ve Saner; a.g.e., s. 176-177. Yunus Nadi tarafından Gazi’ye hitaben yazılan mektubun tam metni için bkz. Yunus Nadi; “Açık Mektup: Reisicumhur Gz.M.Kemal Hz.lerine”, Cumhuriyet, 09.09.1930 ve Ağaoğlu; a.g.e., s. 48. 952 Kocatürk; a.g.e., s. 506-507. Aydemir; a.g.e., s. 392. Tunçay; a.g.e., s. 267. Saner; a.g.e., s. 178. Dündar; a.g.e., s. 64 ve Suna Kili; 1960-1975 Döneminde Cumhuriyet Halk Partisinde Gelişmeler, 1. Baskı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, Çağlayan Bsmv., İstanbul 1976, s. 179. Gazi tarafından Yunus Nadi’nin mektubuna cevabî yazısı için bkz. M.Kemal Atatürk; “Gz.Hz.lerinin cevabı”, Cumhuriyet, 10.09.1930 ve Ağaoğlu; a.g.e., s. 49-50. 953 Koçak; a.g.m., s. 149. Fethi Bey’in Ege Bölgesinde yaptığı başarılı seçim gezisinin ardından telaşa düşen ve iktidarı kaybetme korkusuna kapılan İsmet Paşa ve çevresindekiler adına Nadir Nadi tarafından 9 Eylül 1930 tarihinde Gazi’ye hitaben Cumhuriyet gazetesinde yazılan ve Cumhurbaşkanından konumunu belirtmesini istediği yazıyla Gazi’ye yönelik başlatılan psikolojik baskıyla ilgili olarak, Nadir Nadi ve İsmet Paşa cenahı ertesi gün Gazi’nin Cumhuriyet gazetesiyle Nadir Nadi’ye verdiği cevapla her ne kadar istedikleri sonucu almışlasa da bahse konu cenahın Gazi’ye yönelik psikolojik baskıları Eylül ayının sonlarında tehdide dönüşmüştür. Bu konuyla ilgili olarak Çetin Yetkin de Karşıdevrim adlı eserinde; SCF’nin kurulduğu dönemde (de) Yunus Nadi ile İsmet Paşa’nın yakın ilişkiler içinde olduğunu, Yunus Nadi’nin mensubu bulunduğu CHF’nin sözcüsü olarak (Cumhuriyet) gazetesinde CHP’nin ve Başbakan İsmet Paşa’nın genel siyasalarını dile getirdiğini, Nadir Nadi’nin 29 Eylül 1930 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde çıkan Bitaraflık Meselesi başlıklı yazısında Cumhuriyete ve inkılâplara nezaret etmek ve onlar muvacehesinde (karşısında) azami dikkat ve takayyüt (özen) göstermek Reisicumhurun gelişigüzel bir vazifesi değil, hatta kanunî mecburiyetidir de. Eğer bunlara dikkat etmezse, Reisicumhurun (yargılanabileceği) yegâne cürüm olarak hıyaneti vataniye (vatana ihanet) ile itham olunabileceği teşkilatı esasiyede (Anayasa’da) sarihtir (açıktır) şeklindeki ifadelerle SCF ve CHP arasında tarafsız kalmayı sürdürdüğü takdirde Gazi’nin vatana ihanetle suçlanacağının alenen kendisine bildirildiğini, gerek Nadir Nadi’nin Başbakan İsmet Paşa ile olan yakın 323 Nuri (Conker) Bey, gazetede çıkan demeci konusunda Gazi’den açıklama yapmasını talep ettiklerinde Gazi onlara Ben iki fırkaya da yardım edeceğimi söylemiştim. Görüyorsunuz ki siz benim yardımıma muhtaç değilsiniz. Halk hep size doğru akıyor. Desteğe öteki fırka muhtaçtır. Binanaleyh benim cevabımı bu destek mahiyetinde kabul ederek işinize devam edinîz. şeklinde cevap verir.954 Gerek Yunus Nadi’nin, gerekse de Gazi’nin mektupları, SCF’nin geleceği konusunda büyük önem taşımaktadır. Çünkü yazdığı cevabî mektupla Gazi iki parti karşısında tarafsız kalmaktan ve hakem vazifesi yapmaktan vazgeçmiş, CHF’nin genel başkanı olduğunu açıklayarak SCF taraftarlarının yaptıklarını ağır bir dille eleştirmiştir.955 Gazi, muhtemelen Mecliste CHF icraatının eleştirilmesini, hatta İsmet Paşa’nın da biraz hırpalanmasını istiyordu. Buna izin vemekle, kendi partisinin o sıradaki yöneticilerine onlarsız olunmaz olmadıklarını sezdirecek, dolayısıyla partisi içinde kendi gücünü arttırmış olacaktı. Fakar SCF’nin, Gazi’nin düşündüğünden daha daha hızlı ve daha ileri gitmesi üzerine, bir ölçüde yola getirilmelerini umduğu yöneticiler de dâhil olduğu halde partisiyle dayanışma göstermek gereğini erkenden duymuştur. Gazi daha 15 Ağustos Ağustos 1930 tarihinde Yalova’a bir gece, Necmettin Sadak, Fazıl Ahmet Aykaç ve Salih Bozok’un da hazır bulunduğu bir sofrada Nuri Conker’e demişti ki Siz aklınca İsmet Paşa’ya muhalefet yapmak mı istiyorsunuz? Sizin İsmet Paşa’ya karşı muhalefet yapmak haddinîze mi? İsmet Paşa sizi yakında Sivas’ta söyleyeceği nutukla paçavraya çevirecektir. …… Lord Curzon’u mağlup etti. Sizi berbat edecektir. şeklindeki sözleriyle SCF’ye karşı doğal başkanı olduğu CHF’ye destek verdiğini dile getirmektedir. Gazi, CHF’nin başına geçerek, SCF ile karşılıklı mücadele etmeye karar verince, SCF artık sadece CHF ve onun çevresinde örgütlenmiş siyasal ve idarî güçler karşısında değil, fakat aynı zamanda iktidar partisinin arkasındaki toplumsal sınıf ve halk karşısında da yalnız kalmış oluyordu. Halk Gazi, SCF’yi destekliyor. diye yeni partiye ilgi göstermiştir. Şimdi, artık Gazi’nin yeni partiden desteğini çekmesiyle halk da partiden uzaklaşacaktır. Artık ilişkisi, gerekse de bu mektubun tehdit içeren üslubu dikkate alınırsa mektubun İsmet Paşa’nın bilgisi dışında yazıldığını düşünmenin saflık olacağını belirtmektedir. Bkz. Yetkin, Karşıdevrim, s. 32-33. 954 Ağaoğlu; a.g.e., s. 50. Jevakhoff; a.g.e., s. 294 ve Aydemir; a.g.e., s. 393. 955 Tabak; a.g.m., s. 559. 324 SCF’nin yaşamasına da gerek kalmayacaktı.956 Çünkü SCF’ye biçilen rol muhalefet idi. Yaşanan gelişmeler bu rolü zorlayınca, sunî bir oluşum olan SCF’nin varlık nedeni de ortadan kalkacak ve siyaseten son bulması için oksijensiz bırakılacaktı. Tek Parti Rejimi ülkede her türlü örgütlenmeyi de yasaklamıştı. Herhangi bir örgütün iktidara kafa tutabileceği için CHF’nin dışında siyasî parti kurmak yasaktı.957 Öte yandan SCF’nin kurulması üzerine, iktidarı kimseye bırakmak niyetinde olmayan CHF ve Hükümet makamları 5 Ekim 1930 tarihinde başlayan belediye seçimlerinde de bunaltıcı baskı yaptılar. Açık oy, gizli tasnif yöntemiyle değerlendirilen oylara göre (kamu gücünü elinde bulunduran) CHF ileride idi. Ancak bu sonuçlar dahi, SCF’nin bir kaç haftada çığ gibi büyüdüğünü belirliyordu. CHF yöneticileri, tahmin etmedikleri derecede hızla muhalefetin gelişmesinden ürkmüşler ve kaybetmeye tahammülleri olmadığını ortaya koymuşlardı.958 Bu seçimler hemen hemen her düzeydeki devlet görevlisinin ağır baskıları altında yapılmıştır. Soyak bu seçimlerle ilgili anılarını anlatırken, Gazi ile kendisi arasında şöyle bir konuşma geçtiğini yazmaktadır: Hangi Fırka kazanıyor? diye sormuş; Tabii bizim fırka Paşam, cevabını vermiştim de gülmüş: Hayır efendim; hiç de öyle değil!.. Hangi fırkanın kazandığını ben sana söyleyeyim: Kazanan, idare fırkasıdır çocuk! Yani jandarma, polis, nahiye müdürü, kaymakam ve valiler... Bunu bilesin. 959 Hilmi Uran’ın da SCF’nin 956 Tabak; a.g.m., s. 560. 957 Tabak; a.g.m., s. 554 ve Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, İstanbul, 1977, s. 191. 958 Ergin; a.g.e., s. 166. Bu konuda Tunçay; belediye seçimlerinde geniş ölçüde baskı yapıldığına şüphe olmadığını, nitekim yabancı bir gözlemcinin Trakya’daki seçimler konusunda, Trakya’nın diğer şehirlerinde olduğu gibi, Edirne’de de 17 gün süren bu seçimlerin özgür olmadığını, örneğin, muhalefet partisinin kırmızı oy pusulalarını taşıyan seçmenlerin oylarını kullanmalarına, adlarının kütükte olmadığı gerekçesiyle izin verilmediğini, suçlu ve cezaevi kaçkını tipinde adamlardan oluşan çetelerin Yaldırım, Kayık, Kirişhan ve Karaağaç bölgelerinde geceleri dehşete saldıklarını, (bahse konu bölgelerde) kargaşalıklar başgösterdiğine dair haber verildiği, seçimler sırasında muhalefet partisinin adayları ve etkili üyelerinin geceleri evlerinden dışarı çıkamadıklarını, Edirne’de seçimin Belediye binasının önünde, polis müdürü ile yardımcısının gözü önünde yapıldığını, seçimlerin özgür yapıldığı takdirde Edirne’de ve Trakya’nın her yanında SCF’nin kazanacağını dile getirmektedir. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 271-272. Başgil, Tek Parti Dönemindeki açık oy gizli tasnif esasına göre yapılan seçimlerde; seçmenin, oyunu sandığa atmadan önce, mahallî idare temsilcileri tarafından tayin edilen ve seçimde görevli memurlara göstermek zorunda olduğunu, buna karşın, aynı memurların oylarını gizli olarak saydıklarını, bu da yetmiyormuş gibi sandıktan çıkan oyları mahallinde hemen yaktıklarını, böylece ne bir itiraz, ne de bir denetim imkânı kaldığını belirtmektedir. Bkz. Ali Fuat Başgil; 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, (Çevirenler: M.Ali Sebük, İ.Hakkı Akın), Çeltüt Matbaası, İstanbul 1966, s. 57. 959 Yetkin; a.g.e., s. 190-191 ve Yetkin; Karşıdevrim, s. 31. 325 belediye seçimlerine girmesine ilişkin değerlendirmesi şu şekildedir: SCF, (kurulmasını takiben) hemen belediye seçimlerine katılmakla, kendisini tüm bir hoşnutsuzlar kesiminin temsilcisi konumuna sokmuş oldu.960 CHF, SCF’nin varlığına artık tahammül edememekte, SCF’nin varlığı CHF’yi sürekli olarak rahatsız etmektedir. CHF ve Hükümetin belediye seçimlerini kazanmak için ellerindeki her türlü imkânı kullandığı ve çeşitli yolsuzluklara başvurduğu gerçektir. Nitekim kimi CHF milletvekilleri bile sonradan bazı gerçekleri itiraf etmekten kaçınmamışlardır. CHF Milletvekili Hilmi Uran 26 yıl sonra anılarında şöyle diyecektir. SCF, her türlü propagandasını, ancak kanunun müsaadesi çerçevesinde yapmıştı.961 SCF olayını, dönemin (yerel gazeteleri de dâhil olmak üzere) basını üzerinden inceleyen Emrence, 1930 sonbaharında yapılan belediye seçimlerinin seyrini CHF lehine çeviren temel faktörün, bürokrasinin, seçimlere, Hükümet partisi lehine müdahalesi olduğunu, valilerin en üst düzey mülkî amirler olarak bu süreçte önemli pay sahibi olduklarını, kaymakamların da en az valiler kadar seçimlerde kritik rol oynadıklarını, bürokratik aygıtın birçok bölgede daha etkin baskı ve müdahale yöntemleri kullandıklarını, güvenlik güçlerinin mülkî birimlerle uyumlu olarak SCF’nin aleyhinde faaliyette bulunduklarını, büyük kentlerde daha karışık olan seçim sürecinin SCF’ye karşı farklı baskı ve engelleme yöntemleri gerektirdiğini, yerel otoritelerin, seçimleri SCF’nin kazanacağının farkına vardıkları zaman, ya oy kullanılan sandık sayısını düşürdüklerini, ya da günlük oy veren insan sayısının ortalamalarını güvenlik güçleri yardımıyla aşağıya çektiklerini, bu durum sonucu binlerce kişinin oy veremeden seçim merkezlerinin çevresinde büyük kalabalıklar oluşturduğunu, fakat SCF’nin seçimlerde tüm engellemelere rağmen yine de önde gidiyorsa, seçimlerin ya iptal edildiğini ya da ertelendiğini, tüm usulsüzlükler ve baskı metotlarının SCF’lilerin polis ve asker kuvvetleri tarafından bastırılmasıyla desteklendiğini, yüzlerce kişinin kanun aleyhine gösteri yapmaktan dolayı tutuklandıklarını belirtmektedir.962 Öte yandan, Tunaya’nın Türkiye’de Siyasî Partiler isimli eserinde, Ağaoğlu’nun Serbest Fırka Hatıraları isimli eserinden alıntı alıntı yaparak, belediye 960 Uran; a.g.e., s. 213. 961 Gülcan; a.g.tez, s. 158-159. Uran; a.g.e., s. 215. 962 Emrence; a.g.e., s. 173-179. 326 seçimlerinde yeni partiye oy verenlere her türlü zorluğun çıkarıldığı, bu insanların irtica ve komünistlikle itham edildikleri, CHF’ye oy verenlere de her türlü kolaylığın sağlandığı, bu kanunsuz ve fiilî durumlardan İçişleri Bakanının sorumlu olduğu ifade edilmektedir. 963 Erer Türkiye’de Parti Kavgaları isimli kitabında; Belediye seçimleri esnasında Halk Fırkasının Serbest Fırkayı irtica yapmakla itham ettiğinden, her dara düştüğü ve başı sıkıştığı zaman müracaat ettiği bu silaha yeniden başvurduğundan, Halk Fırkası çizgisindeki gazetelerin muhalif partiyi gerici olarak itham etmekte yarış içinde olduklarından, özellikle Falih Rıfkı ve Yakup Kadri’nin Serbest Fırkaya karşı en ağır hücumları yaptıklarından, seçimlerden sonra da (Halk Fıkrası yanlısı) gazetelerin hemen hergün mürteci olarak kabul ettikleri Serbest Fırka hakkında ağır yayınlarına ve hücumlarına devam ettiklerinden, bunların da bir elden idare edildiğinden şüphe olmadığından bahseder. 964 Uygulanan tüm baskı ve yıldırma metotlarına rağmen, SCF, 502 belediye başkanlığı için yapılan ve 37 vilayette katıldığı seçimlerden ikisi kent düzeyinde olmak üzere 40 noktada başarılı olmuştur. SCF’nin seçim galibiyetleri ağırlıkla 20’inci yüzyılın başında ekonomik modernizasyona uğramış ticari bölgelerde gerçekleşti. (Bkz. Tablo 3.2)965 Tablo: 3.2. 1930 Belediye Seçimlerinde (Kimi Yerlerdeki) SCF Oyları ve Oranları966 Seçim yeri Buca Karantina Bergama Kuşadası Armutlu Keşan Vize Samsun 963 Tunaya; a.g.e., s. 622. 964 Erer; a.g.e., s. 63,65. 965 Emrence; a.g.e., s. 183-184. 966 A.g.e., s. 186. Bölge Batı Anadolu Batı Anadolu Batı Anadolu Batı Anadolu Batı Anadolu Trakya Trakya Karadeniz SCF CHF 867 632 1.371 801 669 959 3.112 3312 77 59 250 89 29 358 416 416 % 91,8 91,4 84,6 90,0 95,8 72,8 88,2 88,8 327 Fethi Bey’in de yapılan yerel seçimlerle ilgili ifadeler oldukça dikkat çekicidir: Seçimleri, aslında katıldığımız her yerde biz kazanmıştık. HF beklenmeyen bir şekilde yenilmişti. Yaklaşan genel seçimlerde iktidardan düşecekleri gün gibi aşikârdı. Zannederim, neticeler en çok Gazi üzerinde tesir yapmıştı. Kuvvetle tahmin ediyorum ki, Gazi’nin çok hassas olduğu gururu tahrik edilmişti. O’nun başında olduğu bir fırkanın millet tarafından seçimle reddedilmesi hadisesi çarpıtılmıştı. Ve Gazi, bu neticeyi bir nevî haysiyet meselesi yapmıştı. Yaşanan olaylar Cumhuriyetin liderleri olan Gazi ile İsmet Paşa’nın kaderlerini tekrar birleştirmişti. İsmet Paşa, bir ara istifasını verdiyse de Gazi görevi tekrar ona verdi. Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte de tavrını çok net ortaya koydu: İsmet Paşa yeni kabineyi kurmasa ben kuracaktım. Ya İsmet, ya ben… 967 SCF lideri Fethi Bey’in son Belediye seçimlerindeki yolsuzluklar hakkında İçişleri Bakanı hakkında vermiş olduğu gensoru 15 Kasım 1930 tarihinde TBMM’de görüşülmeye başlanır.968 TBMM’de 16 Kasım 1930 günü de bütün gün devam eden müzakereler sırasında CHF mensupları, Fethi Bey ve arkadaşlarını Gazi’ye karşı mücadele açmakla itham etmişlerdir. Bu görüşmelerden sonra SCF’nin milletvekilleri gece yarısı Meclisteki odalarına çekilip 15 dakikalık bir müzakere sonucunda partilerini feshettiklerine dair karar hazırlamışlardır. Milletvekilleri bu kararı Çankaya’ya götürmek üzere de Fethi Bey ve Nuri (Conker) Bey’i görevlendirdiler. SCF’nin fesih kararı, bir taraftan İçiçleri Bakanlığına, diğer taraftan da Cemiyetler Kanunu’na göre (partinin kuruluşunun bildirildiği) İstanbul Valiliğine resmen bildirildi. Bundan sonra Fethi Bey, 17 Kasım 1930’da parti teşkilatına fesih beyannamesini gönderdi.969 967 Dündar, a.g.e., s. 65-66. 968 Kocatürk; a.g.e., s. 510. 969 Ağaoğlu; a.g.e., s. 81-85. Karpat; a.g.e., s. 74. Kocatürk; a.g.e., a.g.e., s. 510. Aydemir; Tek Adam Mustafa Kemal, C. 3, s. 395 ve Tunaya; a.g.e., s. 635. Ağaoğlu anılarında, SCF’nin fesih kararına ait metnin yayımlanmadan önce Gazi’ye takdim edildiğini, bu metnin Çankaya’da Gazi’nin huzurunda bulunan Başbakan İsmet Paşa, Meclis Başkanı Kazım Paşa ve diğer devlet büyüklerinin bulunduğu bir ortamda mütalaa edildiğini, metnin bu heyet tarafından kısmen değiştirildiğini ifede etmektedir. Bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 90-92 ve Yetkin; a.g.e., s. 226-227. SCF’nin kapanması konusunda detaylı/ilave bilgi için bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 90-97. Tunaya; a.g.e., s. 630-631. Uran; a.g.e., s. 228-229. Soyak; a.g.e., s. 425-427. Yetkin; a.g.e., s. 224-240. Muhittin Nalbantoğlu; “Demokrasi Tarihimize Işık Tutan Anılar (2)”, Yeniçağ, 08.04.2006 ve Naim Sönmez; Siyasî Açıdan Cumhuriyet Hükümetleri, (Tek Parti Dönemi 1923-1946), Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1993, s. 190-192. Abdülhamit Avşar; Bir Partinin Kapanmasında Basının Rolü Serbest Cumhuriyet Fırkası, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1988. SCF konusunda 328 Emrence, SCF’nin kapanışına ilişkin değerlendirmelerin büyük bir kısmının siyasal eliti işaret ettiğini, sırasıyla Gazi’nin, CHF liderlerinin ve SCF’nin Meclis kadrosunun partinin kapanışından sorumlu tutulduğunu belirtmektedir. Emrence, SCF deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının arkasında gözüken ilk aktörün partinin kurulmasını sağlayan Gazi olduğunu, bu yorumlara göre, ilk önce iki partiye eşit mesafede kalacağını kamuoyuna bir mektupla açıklayan ve Fethi Bey’e bu konuda özel sözler veren Gazi’nin, İzmir olayları esnasında SCF taraftarları ile polis arasındaki çatışmalardan sonra fikrini değiştirerek CHF’ye desteğini ilan ettiğini, Gazi’nin basına gönderdiği açık mektupta İzmir’deki olaylara değindiğini ve kanunsuzluğa izin verilemeyeceğini bildirirken Cumhurbaşkanı olarak görev süresi dolduktan sonra CHF liderliğini fiilen üstleneceğini ifade ettiğini, bu açıklamaya göre, Gazi’nin yeni parti hakkında fikrinin kesinlik kazanmasını sağlayan olayın ise SCF’nin katıldığı 1930 Belediye Seçimleri olduğunu, Gazi’ye göre seçimlerde ortaya çıkan usulsüzlükler ve kargaşanın, ülkenin İzmir Olayları ile başlayarak hızla anarşiye doğru sürüklendiğinin açık kanıtı olarak değerlendirildiğini, öte yandan, SCF’ye gösterilen yoğun ilginin Gazi’yi rahatsız ettiğini ve bunu halk tarafından kendisine duyulan güvensizlik olarak algıladığını, zira, cumhuriyeti kurmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış MHC’nin devamı olan ve Gazi tarafından kurulmuş CHF’nin toplumda hızla zemin kaybettiğini, bu şartlar ışığında Gazi’nin vardığı sonucun SCF’nin ülkenin siyasî sistemine artık katkı sağlayamadığı ve kapanması gerektiği yönünde olduğunu ifade etmektedir. Emrence, SCF’nin kapanışında Cumhurbaşkanını ön planda tutan diğer bir açıklama biçiminin de Gazi’nin CHF’den gelen baskılar sonucu böyle bir karar alındığı, CHF’ye mal olmuş ünlü gazetecilerden Yunus Nadi ve Falih Rıfkı (Atay)’nın bu kampanyada özellikle geniş bilgi için bkz; Yetkin; a.g.e., Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e. ve Fethi Okyar; Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Feshedildi? 1998. SCF’nin fesih kararında bu şartlar altında memlekette ikinci bir fırkanın teşekkülü (kurulması) muhaldir (imkânsızdır) ifadesi yer almaktadır. Fesih kararı, Nuri Conker ve Fethi Okyar tarafından, Çankaya’ya götürüldüğünde, İsmet Paşa ve CHF’nin diğer radikalleri de Çankaya’dadır. CHF radikalleri fesih metnindeki bu ifadeye itiraz ederler ve metinden çıkarılmasını isterler. Fethi Bey de bunun üzerine acı acı güler ve şöyle der (sadeleştirilerek yazılmıştır) Peki, der. İkinci partiyi yaşatıyormusunuz ki benden bunun imkânsız olmadığını söylememi istiyorsunuz? Gerçek meydandadır. Bu gerçek ızdırap vermiyor da, bunun ifadesi mi gücünüze gidiyor? Hayır… Bu ifadeyi çıkarmak istemiyorum. Çünkü gerçeğin ta kendisidir. Denemesini yapan ben ve arkadaşlarım bunun imkânsız olduğunu iddia ediyoruz. İtiraz edenler buyursunlar, bir de kendileri denesinler. Bkz. Erer; a.g.e., s. 68. Gazi tarafından İzmir olaylarını soruşturmakla görevlendirilen Kazım (Özalp) Paşa’nın, Fethi Bey seyahatine İzmir’den Balıkesir’e doğru devam ederken her geçtiği yerde Halk Fırkasını söndüre söndüre gitti. sözleri, gerçekte, SCF’nin neden kapatılmış olduğunu açıkça belgelemektedir. Bkz. Yetkin; a.g.e., s. 239. 329 önemli rol oynadıklarını, Yunus Nadi’nin, Gazi’ye hitaben yazdığı açık mektupta devrimcilerin Türk devrimini tek başlarına savunabilecek güçte olduklarını bildirdiğini, bu noktada eleştiri bayrağını devralan Falih Rıfkı’nın basında SCF aleyhine sert ve yıpratıcı bir basın kampanyası başlattığını, CHF’nin, yeni partiye yaklaşımında çoğu zaman hükümet basınının izlediği yolu takip ettiğini, birçok yazara göre, CHF’nin kendi gücünü tehdit eden alternatif oluşumu sindiremediğini ve ortadan kaldırmak için her yolu denediğini belirtmektedir. Emrence, ikinci bir yorum biçiminin ise SCF’nin kapanışında CHF’nin rolüne işaret ettiğini, kısa süreli TpCF (1924-1925) deneyimi haricinde, tek başına iktidar olmaya alışmış CHF’nin, SCF’nin kuruluşu ve gördüğü büyük destek karşısında şaşkına döndüğünü, özellikle İzmir’de Fethi Bey’in kurtarıcı olarak karşılanması, büyük İzmir Mitingi ve yakın gelecekte yapılacak olan belediye seçimlerinin, CHF taraftarları ve yerel teşkilatlarında panik havası estirdiğini, CHF yöneticilerinin çözümü bürokrasiyi yardıma çağırmakla gördüklerini, İzmir Olayları ile başlayan ve belediye seçimlerinde devam eden dönemde SCF taraftarlarının çeşitli baskılara maruz kaldıklarını, özellikle polis, ordu ve mülkî erkanın SCF’nin belediye seçimlerini kazanmasını engellemek için birçok kanun dışı yönteme başvurduğunu, kullanılan metotlar arasında SCF ile bağlantılı olan kişilerin isimlerinin seçmen listelerinden çıkartılması, SCF taraftarları oy verme merkezlerine girişinin engellenmesi, oy sandıklarının saklanması ve SCF oylarının çalınmasının olduğunu, böyle bir ortamda yapılan seçimlerde, CHF’nin seçimleri birçok yerde kazanırken, tüm baskılara rağmen, SCF’nin seçimlerde bazı noktalarda başarılı olduğu, CHF’nin yeni partiyi yok etmek için son hamlesinin Mecliste gerçekleştiğini, Fethi Bey’in belediye seçimlerinde yaşanan usulsüzlükleri tartışmak için verdiği gensoru önergesinin CHF’liler tarafından memnuniyetle karşılandığını, Meclis oturumunun SCF ve Fethi Bey’in siyasî meşruiyetinin birçok CHF’li konuşmacı tarafından sorgulandığı bir platorma dönüştüğünü, Meclis toplantısı sona erdiğinde SCF’nin seçimlerdeki usulsüzlüklere ilişkin verdiği önergenin reddedildiği ve daha da önemlisinin partinin siyasî geleceğinin fiilen sona erdiğini ifade etmektedir. Emrence, SCF’nin kapanışından sorumlu olan üçüncü ve son tarafın ise SCF’nin Meclis kadrosunun olduğunu, bu çerçevede özellikle SCF kurucularının anılarına güvenildiği takdirde, SCF’nin beklenmedik olaylardan dolayı siyasî hayatına devam etmek için Gazi’yi karşısına almak zorunda kaldığını, Gazi’nin bu noktayı Fethi Bey ile yaptığı konuşmada Ben kendi, sen de kendi partinin başında olacaksın 330 şeklinde açıkça ifade ettiğini, bu noktada, SCF Meclis kadrosunun, Gazi’ye olan saygılarını, Kemalist ilkelere olan bağlılıklarını ve Gazi’nin halk arasında sahip olduğu gücü dikkate alarak, SCF serüvenine nokta koymayı kararlaştırdıklarını ifade etmektedir. Emrence, partinin kapanışından SCF’yi sorumlu tutan diğer bir eğilimin ise SCF’nin yerel teşkilatları olduğunu, bu açıklamaya göre SCF’nin ilk günahının iktidara gelme hedefiyle parlamento dışı muhalefeti mobilize etmesi olduğunu, diğer bir ifadeyle eğer SCF Meclis içinde kalsaydı her şeyin yolunda gideceğini, fakat Tunçay’ın da belirttiği gibi, Fethi Bey’in, Gazi ile SCF’nin kuruluşuna ilişkin yapılan anlaşmadaki satır aralarını yeteri kadar iyi okuyamadığını, Gazi’ye o dönemde yakınlığı ile bilinen Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın da yıllar sonra Fethi Bey anlaşmaya uygun hareket etmemişti. Mustafa Kemal’in arzusu gerçek bir siyasî alternatiften çok Hükümeti olumlu yönde etkileyecek Meclis içi bir muhalefetten ibaretti. şeklindeki ifadelerle aynı noktayı vurguladığını, bu çeşit bir çerçevenin SCF hakkında mevcut olan SCF Meclis üyeleri yerel teşkilatlarını kontrol edememiş, bu birimler ‘mürteciler’ tarafından ele geçirilmişti. Geriye kalan tek çare cumhuriyet, Türk devrimi ve ideallerine bağlı olan SCF kurucularının partiyi kapatması oldu. şeklindeki yaygın kanılardan birinin de güçlenmesini sağladığını ifade etmektedir.970 Seçimlerde sınırlı da olsa başarı sağlayan SCF’liler aleyhine düzenlenen baskı, sindirme ve karalama kampanyalarını farklı biçimlerde protesto ettiler. Bu noktada, SCF Meclis kadrosu, partinin geleceği hakkında ya ağırlıkla ekonomik zorluklardan dolayı mobilize olan büyük SCF kitle tabanı ve siyasal hakların bayraktarlığını yapan ‘çevredeki / periferideki’ eğitimli sınıflarla yola devam etmek ya da ‘merkezci-milliyetçi’ kadro içinde kalmak şeklinde karar aşamasına geldi. SCF yöneticileri ikinci alternatifi seçtiler ve içinden geldikleri sınıfa ve Gazi’ye bağlı kaldılar. Partinin kapanışından memnun olmayan yerel teşkilatlar ve birçok SCF’li ise yeni bir partinin ortaya çıkacağı günü heyecanla beklediler. Fakat beklenen olmadı ve SCF milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu CHF’ye geri döndü. Üç aylık SCF tecrübesi umutsuzlukla noktalanmış ve merkezi kontrol eden milliyetçi eliti uzun süre daha ülke yönetiminde tutacak son adım atılmıştı. SCF ve tabanının iktidarı ancak başka bir büyük dönüşüm dönemi olan II. Dünya Savaşı’ndan sonra DP iktidarı ile 970 Emrence; a.g.e., s. 37-42. 331 gerçekleşecekti. 971 CHF’den yana tavır alması sonucu Gazi ile karşı karşıya kalan SCF’nin kendi kendini feshetmesi sonucu kamuoyunda da Muhalefet yapmak için kaç paraya tutuldunuz? Arkanızda bırakıp gittiğiniz adamlar size lanet okuyorlar. Beceriksizliğiniz yüzünden bir iş yapamadınız. Ben bu işin ta evvelden (beri) oyun olduğunu biliyordum. şeklinde hiç de hoş olmayan kimi ithamlara maruz kalmışlardı.972 SCF’nin kapanmasından 10 yıl sonra Fethi Bey (SCF kurulmadan önce, CHF ve SCF arasında tarafsız kalacağı konusunda söz veren) Bu Gazi ile (SCF’yi kurmam konusunda) bana hususî ve ve açık teşviklerde bulunan ve tarafsızlığı hakkında namusuyla teminatta bulunmuş olan Gazi arasında büyük fark olduğunu söyleyerek, dikkatli seçilmiş sözcükler de olsa Gazi’ye ağır bir suçlama yapmaktadır.973 971 A.g.e., a.g.e., s. 190. 972 Ağaoğlu; a.g.e., s. 100. 973 Tunçay; a.g.e., s. 254. Jevakhoff da bu konuda aynı hususları dile getirmektedir. Yazar, SCF’nin, Gazi’nin teşvikleriyle kurulmuş olmasına rağmen, Gazi’nin, Türkiye’de İsmet Paşa’dan güçlü başka bir kimsenin bulunmadığı onların (SCF’lilerin) yüzüne çarptığını, O’nun (İsmet Paşa’nın) Lod Curzon’u yendiğini ve onları da (SCF’lileri de) mahvedeceği şeklindeki sözleriyle SCF’ye karşı, doğal başkanı olduğu CHF’ye destek verdiğini dile getirmektedir. Bkz. Jevakhoff; a.g.e., s. 292. SCF önderlerinde büyük bir hayal kırıklığı meydana getiren ve daha önce tarafsız kalacağı konusunda teminat veren Gazi’nin bu ifadeleri konusunda detaylı bilgi için bkz. Okyar, a.g.e., s. 462-469. Gazi, bu namus sözünü Belediye seçimlerinin ardından Ağaoğlu’nu Çankaya’ya çağırıp onunla konuşurken dile getirir. Gazi, bu konuşmada ülkede anarşinin olduğundan bahseder ve Ağaoğlu’nu da gafletle itham eder. Ağaoğlu, bu ithamı şiddetle reddettiği gibi, gerekirse siyasî hayattan bile çekileceğini ifade eder. Gazi de bunun üzerine, Ağaoğlu’na, bu takdirde kendisini karşısında bulacağından, verdiği sözlerden şüphe edildiğinden, kendisinin Ağaoğlu ve arkadaşlarına namus sözü verdiğinden bahseder. Bkz. Erer; a.g.e., s. 63-64. Okyar da anılarında Gazi o görüşmede bana, ‘Bir şey değişmedi. Sen fırkanın, ben fırkamın başında olacağız.’ dedi. Donup kaldım. ‘Buna imkân yok’ dedim. ‘Biz sizinle karşı karşıya gelmeyiz ve gelmeyeceğiz.’ İşe başlarken bir baba gibi evlatları arasında tarafsız kalma sözü verdiğini hatırlattım. Gözlerini gözlerimden kaçırıyordu. Halinde çok nadir rastlanan, muhatabından uzaklaşmak arzusu aşikârdı. İşin hazin tecellisi; bu sefer muhatabı bendim. Üzüntü ve hiddetin bütün bedenini sardığını hissediyordum. Fakat ben de O’ndan daha hafif ve huzurlu şartlar içinde değildim. Partiyi feshetmek istediğimi söyledim. Gazi hem üzgün, hem öfkeli, hem kırgındı. Halkın dertli, hatta bedbin olduğunu biliyor ama’ demekedir. Bu kadar çaresizlik içinde olduğunu bilmiyordu. Serbest Fırka birçok gerçeği O’nun gözleri önüne koymuştu. İkimiz için de elelmli olan o son konuşmamızda, Aydın’da (mevcut) 17.000 gayrımenkulden 14.000’inin ipotekli ve icrada olduğunu söylediğim zaman rengi sararmış, adeta donup kalmıştı. Buna üzündü, fakat her şeye rağmen, başında olduğu siyasî kuruluşun halk nazarında siyasî mevcudiyetini bu ölçüde kaybetmiş olmasını bir nevi vefasızlık sayan bir ruh hali içindeydi. Bu ayrılışa kendi şahsı namına bir şeyler sezmek gibi hiç de doğru olmayan, vehme kadar uzanan hislere sahipti. demektedir. Bu görüşmeden sonra 17 Kasım 1930 tarihinde SCF kendisini feshetti. Fethi Bey küskündü. Gazi’nin sırf ülkedeki durumu anlamak ve halkın nabzını tutmak için kendisini kullandığını ve kurban ettiğini düşünüyordu. O sessizce evine çekilirken, Gazi, fesih haberinin gazetelerde yer aldığı gün, ilk kez uzun bir yurt gezisine çıktı. Fethi Bey tarihçi Cemal Kutay’a anlattığı anılarında son sayfaya şu notu 332 SCF’nin kapatılmasından 1,5 yıl sonra yapılan 1931 yılı milletvekili genel seçimlerinde Fethi Bey (CHF’den aday gösterilmemiş olması nedeniyle) seçilmemiştir. Partinin önde gelen şahsiyetlerinden Ağaoğlu da (CHF’den aday gösterilmediği için) ünivesiteye dönmüştür.974 düşer. Şu an vicdanımı hakem yaparak diyeceğim ki, Serbest Fırka olayında gerçekleri, bütün ayrıntısı ve içeriğiyle Türk Milletine bildirmiş değilim. Ve hakikatleri gelecek nesillerin dikkat ve uyarısına tam olarak intikal ettirememiş olmanın elemi içindeyim. Yaralanmış ama son ana kadar dostlarını ele vermemişi. Kol kırıldı, yen içinde kaldı. Bu elemle sırlarını hafızasında taşıyarak veda etti hayata. İsmet Paşa Menemen Olayı’ndan sonra Tek Parti iktidarını iyice pekiştirdi. Fethi Bey’den üç-beş yıl sonra onun da Atatürk ile yolları ayrıldı. Bkz. Dündar; a.g.e., s. 66-68 ve 79. 974 Jevakhoff; a.g.e., s. 302. Ağaoğlu, SCF’nın kapanması üzerinde dile getirdiği değerlendirmeleri, anılarında (dili sadeleştirilmiş olarak) şu şekilde yer almaktadır: Bizde Cumhuriyettten en uzak (Ağaoğlu’nun anılarında bu kelimenin ufak kelimesi yazılması gerekirken sehven uzak yazıldığı, doğrusunun ufak şeklinde olması gerektiği değerlendirilmektedir.) bir belirti yoktur. Bizdeki rejim tam manasıyla ve en şiddetli bir diktatörlüktür ve bunu hepsi biliyor. Fakat buna rağmen herkes hürriyetten, cumhuriyetten bahsediyor. Herkes serbest cumhuriyet olduğunu söylüyor, iddia ediyor. Karşılıklı bir aldatmadır ki ülkenin bir ucundan diğer ucuna kadar devam edip gidiyor! Fakat aynı zamanda da kimse aldanmıyor, kimse inanmıyor! Herkes içinden gülüyor, kendisine ve herkese gülüyor, gülüyor, gülüyor! Bütün ülke gülüyor, alay ediyor, kendisiyle, rejimiyle, ‘cumhuriyet’ diye bağıranlarla alay ediyor! Ortada ne ne inanan var, ne iman. Ne doğruluk var, ne samimiyet! Dimağ boşluğu, kalp boşluğu, ruh boşluğu içinde boş bir varlık yuvarlanıp sürünüyor! Gerinerek, esneyerek, yarım uyku içinde, günleri, haftaları, ayları, seneler, sayarak sürünüyor! İçinde taşıdığı yegâne olumlu nokta bir sabahın gelmesini beklemesidir! Şimdi bu boşluk ve bu boşluğun tam ortasında bulunan bu kimseler, içten gelmeyen, sahte ve zorlama bir hararetle 8 Ağustos 1930’da temeli atılan SCF, 100 gün bile yaşamadan 17 Kasım 1930’da rahmete erişti ve tarihe gömüldü. .............. çok vurgunlar yemiş, fakat hiçbir dakika yeis ve ümitsizliğe kapılmamış olan maneviyatım için en ağır ve çekilmez bir acı oldu. Acılık, Fırkanın dağılmasından gelmiyor, hayır. Bu Fırka etrafında gördüğüm ve temas ettiğim ahlâk düşüklüğünden geliyor. …..… Daha beş sene önce dinin unutulduğundan, Arap harflerinin kalktığından, hilafetin lağvedildiğinden şikâyet eden hocalar gördüm ki bu kez bizi bütün bunları geri getirmek fikriyle itham ediyorlar. Hürriyetsizlikten, cebir ve tahakkümden, suistimallerden, denetimsizlikten ağızlar dolusu söz söyleyen aydınlar gördüm ki bu kez hürriyetin zararlarından ve yeni Fırkanın ülkeyi uçuruma götürdüğünden hararetle bahsediyorlardı. Liberalliği ile şöhret kazanmış yazarlar gördüm ki, faşizmin ideal bir bir idare şekli olduğunu ispata koyuldular. Gazi’nin sofrasından eksik olmayan gazeteciler gördüm ki, bizde de, Ruslarda olduğu gibi Çeka Teşkilatı(nın) lüzumundan dem vurmağa başladılar. ………….. Kara Kemal’in adamı Memduh Şevket (Esendal) İstanbul cephesini kurmak şerefini üzerine aldı. Gazi ve İsmet Paşalara karşı Tanin’de yazdığı yazıların mürekkebi henüz kurumamışken, Fazıl Ahmet şimdi bize çatmakla sadakatini isbata koyuldu. Özetle bir menfaat ve bencillik çamuru ki herhangi bir ülkeyi cerahat içinde boğmak için yeterlidir. Daha önce göğsüne vurarak ‘tek başıma muhalefete devam edeceğim’ diye kahramanlık gösterenler, Fırkanın dağılmasından bir gün sonra Gazi’den çeşitli maddî (ve) manevî teselliler almak şerefine nail oluyorlar. Bunlardan bir kısmı banka idare meclisi üyeliklerine tayin ediliyorlar, kızlarının düğünleri (ve) çocuklarının hastalıkları münasebetiyle büyük ikramlara nail oluyorla, kalanları ise bir ikisi dışında nedamet göstererek sığınıyor (daha doğru bir ifadeyle ‘nedamet gösteriyor’) ve mebus yapılıyorlar. Bu ne hayret verici bir komedya idi! Bu komedi niçin oynandı ve oynatıldı. Acaba denildiği gibi ülkenin nabzı, eski HF’ye karşı içinde taşıdığı duygular yoklanmak mı istendi? Öyleyse alınan derslerden faydalanmak, HF’nin daha akıllı esalar üzerinde kurulması, temizlenmesi, tuttuğu yolun değişmesi lazım gelmez miydi? Hâlbuki hiç de böyle olmadı. Başlangıça bir şeyler yapılmak istendiyse de bundan pek çabuk vazgeçildi ve Fırka eski yolunda ve daha hızlı bir şekilde yürümeğe başladı. ……….. mebuslar el kaldırıp indiren makineler halini almışlardı. Kamuoyu tamamen susturulmuş, gazeteler para karşılığında açıktan meddahlık yapmaktadırlar. Hükümet devlet namına ülkenin hayat kaynakları üzerine el atmış ve bir iki banka etrafında toplanmış olan dar bir zümre ile Hükümetin tuttuğu yüksek memurlar bu kaynakları halkın hergün artan 333 SCF’nin feshinden sonra Ağaoğlu, kendisiyle alay eden Karaosmanoğlu’na Aramızdaki fark şudur: Biz inandık... Siz inanmadınız! …… Biz inandığımzıın cezasını çekiyoruz. Siz de inanmadığınızın mükâfatını görüyorsunuz. şeklinde karşılık verir. 975 CHF, SCF’nin kapatılmasıyla derin bir oh çekmiştir. İlginçtir ki CHF’nin Marksizme yakın görüşleriyle bilinen Kadro’cu kesiminden olan Karaosmanoğlu’nun SCF’nin kendini feshetmesine ilişkin değerlendirmeleri, SCF’nin önemli bir şahsiyeti ve ideologu olan Ağaoğlu ile benzerlik arz etmektedir.976 fakirlik ve ihtiyacı hesabına korkusuz ve tereddütsüz (bir şekilde) yağma etmektedirler. Kulaktan kulağa binbir skandaldan bahsediyorlar. Bahsedilenlerin çoğu HF’ye mensup ve ondan mevki almış olanlardır. .......... Esrarengiz bir kuvvetin sihirli tesiriyle bütün bunlar unutulup gidiyor. Ne milletvekilllerinde bu sessizliği bozmak kuvveti ve ne de basında ona dair yazmak cüreti, ne de HF’de bir soru sormak cesareti kalmıştır. İşler bu hale gelmişken, kontrol ve denetim yapmak vazifesiyle sorumlu olan muhalif bir partinin varlığını kim ister, ona kim tahammül eder? Eğer bir gün gelip de ciddî bir muhalif parti geçmişi kurcalamaya başlarsa, bugün işbaşında bulunanların birçoğunu mahkemeye almak gerekecek. İşte böyle bir ihtimale meydan bile vermemek için her türlü tedbiri düşünüyorlar. Fethi Bey’in parti başkanı iken bir gazeteciye ‘gayem elbette ki işbaşına gelmektir.’ demesi üzerine İsmet Paşa gazetecilere ‘daha birçok seneler Hülkümeti elimde tutacağımı kesinlikle ilan edebilirsiniz.’ diye demeç verdi. Duydum ki iç işlerimizle yakından ilgilenen bir ülken (SSCB)’nin elçisi ‘yaptığınız muhalif parti tecrübesi tehlikelidir.’ demesi üzerine İsmet Paşa ‘Canım, her ay bir Fethi Bey hayali çıkarılıyor, halka ümitler veriliyor. Bu hayali yok etmek ve o ümidi kesmek için ben kendim bu işi kurdum.’ demiş. Bütün bu olup geçenler ‘SF komedisi niçin oynandı?’ sorusuna cevap vermektedir. Şimdi tamamen anlaşılıyor ki bu komedi, sırf fırka teşkili, muhalefet fikri taşımak gibi cür’etleri ta kökünden kesip atmak içinmiş. Evet, bundan sonra artık çok uzun yıllar muhalif parti kurma cesaretini bulamaz. ......... Bkz. Ağaoğlu; a.g.e., s. 92-96. 975 976 Ağaoğlu; a.g.e., s. 101. Karaosmanoğlu, bu olayı, anılarında CHF açısından şu ifadelerle değerlendirmektedir (sadeleştirilerek yazılmıştır): Her ne hal ise, Serbest Fırka’nın kapanmasıyla İsmet Paşa gene bir gaileden kurtularak geniş bir nefes almış, daha doğrusu (kendi tesiri olmaksızın) dördüncü bir İnönü Zaferi kazanmış oluyordu ve inkılâpçı, devletçi, laik Halk Partisi içinde, onu ne Hükümet başkanı, ne Parti genel başkan yardımcısı olarak sorguya çekmek ve ona şu sözler söylemek hiç kimsenin aklından geçmiyordu: ‘Paşa hazretleri, yedi yıllık idarenizden sonra görüyoruz ki, partimizin ilkelerini ülkeye yerleştirmek konusunda hiçbir gayret sarf buyurmamışsınızdır. Halkı, Osmanlı saltanatı devrindeki cehaletinden, geriliğinden bir adım götürmemişsiniz. İnkılâpçılık ve laiklik konusunda bizi Millî Mücadele yıllarında Halife Ordularının bile cüret edemedikleri bir koyu taassup reaksiyonu karşısında bırakmışsınızdır. Yanlış bir şekilde tatbikata başladığınız devletçilik ise, bizi, ancak, bir takım ‘buhran vergileri’ ile önlemeye çabalanan malî ve ekonomik bir kriz içine sürüklemiş bulunuyor... Yok, yok! Bütün bu hatalarınızın ihmallerinizin sorumluluğunu Fethi Bey’in ya da Serbest Fırkanın üstüne yüklemeye kalkışmayınız. Cumhuriyet rejimini tehdit eden olaylar Fethi Bey ile Serbest Fırka erkânı İzmir’e, Balıkesir’e ayak basar basmaz birden bire patlak vermiş ve bu olayları çıkaranlar yerin dibinden mantar gibi bitivermiş değiller ya! Evet, Halk Partisi içinde, şu satırları yazan gazeteci milletvekili de dâhil olmak üzere, böyle bir özveriyle ve devrim düzeninin geçirdiği sarsıntının asıl sebeplerini, memleket gerçekleri üstüne eğilerek, objektif ve rasyonel bir inceleme metoduyla meydana çıkarmak hiç kimsenin aklından geçmediği gibi bu olaylar sanki birer mahallî zabıta olayıymışçasına idare ve emniyet amirlerinin kovuşturmalarına bırakılmıştı. İzmir’de Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın resimlerini yırtanlar kimlerdir? Fethi Bey’i Balıkesir’de yeşil bayraklarla karşılayanlar kimlermiş? Bunların tutulup hapse tıkılmasıyla mesele halloldu sanılmıştı. Bkz. Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 107-108. 334 Karaosmanoğlu’nun belirttiği gibi olayların tek sorumlusu SCF değildir. Olayların nedenleri öncelere, CHF’nin önceki dönemlerde uyguladığı yanlış politikalara dayanmakta ve ondan kaynaklanmaktadır. SCF’nin iktidara gelmesi demek bu sorunların teker teker gündeme gelmesi demektir. Bu tip sorular CHF ileri gelenleri arasında korkuya neden olmuştur. Bu korkunun bir an önce ortadan kaldırılması için elden gelen her türlü çaba gösterilmeliydi. Nitekim bu çaba her yerde gösterildi ve SCF’nin kapatılmasıyla; CHF ileri gelenlerinin kafasındaki ne, niçin, nasıl gibi sorular sona erdi. Korkular da yenildi. SCF’nin kapatılmasından sonra CHF Hükümeti tarafından inkılâpları anlatacak ve bu konuda Hükümete yardımcı olacak kurumların ve kuruluşların oluşturulmasına hız verilir.977 Fethi Bey, Cumhuriyet idaresinin halka bakış açısının nasıl olması gerektiği konusunda, CHP’ye ya da CHP’nin radikallerine nazaran nazaran ciddî bir bakış açısı farklılığına sahiptir. Fethi Bey’e göre, asıl mesele, ülkede vatandaşa yaşayabilmek için asgari de olsa uygun imkânlar sağlamaktır ve bu husus özellikle rejimin adı Cumhuriyet olan bir ülkedeki yönetim için temel şart ve vazifedir.978 SCF deneyimi şu hususların öğrenilmesinde önemli bir rol oynamıştır: Toplumda yaygın rahatsızlık ve bunalım söz konusu olduğu zaman yükselecek toplumsal muhalefeti güdümlü partilerle yönlendirmek, denetlemek mümkün değildir. Muhalefetin var olmadığı toplumlarda, demokratik talepler sınıflar arasında bir ortak cephenin kurulmasına da yol açabilmektedir. Tek partinin baskısı altında ezilen yığınlar kendi çıkarlarını tüm baskılara karşın bilmekte ve bunları korumak için bir lider ya da bir örgüt buldukları zaman (bir süre de olsa) onların arkasında saf tutabilmektedirler.979 DP’nin kurulmasından sonraki dönemde CHP Genel Sekreteliği ve Genel Başkan Yardımcılığı da yapmış olan partinin önemli şahsiyetlerinden Hilmi Uran, SCF’nin kapatılması sonrası CHP’nin durumunu anılarında Eski Hamam Eski Tas başlıklı bir yazıyla dile getirmektedir. Uran, bahse konu yazısında; SCF artık ortadan çekilmiş ve yine Tek Parti hayatına dönülmüş olmakla beraber, CHP, mücadele sırasında kendi bünyesinde 977 Gülcan; a.g.tez, s. 162-163. 978 Okyar; Üç Devirde Bir Adam, s. 531. 979 Gülcan; a.g.tez, s. 163. 335 beliren uyuşukluğu yine de aramaya çalışmıştı. Bunun için 40 kişilik bir komisyon oluşturulmuştu. Bu komisyon görülen aksaklıkları inceliyor, aksaklıklar konusunda ihmali görülenleri değiştiriyor, Devlet dairelerindeki yolsuzluklar hakkında Hükümeti uyarıcı tavsiyelerde bulunuyordu. Atatürk de, halkla yakınlık sağlamak ve halkın nelerden şikâyetçi olduğunu öğrenmek üzere yurt içinde bir geziye çıkmıştı. Aynı düşünceyle Saffet Arıkan da Parti Genel Sekreterliğinden alınmış ve Bayındırlık Bakanı Recep Peker bu göreve getirilmişti. Fakat bütün bunlar, bir an için yaşamış, sonra dinamizmini kaybetmiş hareketler ve tedbirler olmuş ve Tek Parti hayatı yine eski uyuşuk temposuna dönmüştü. Vaktiyle SCF’ye geçen mebuslar yine eski fırkalarına dönmüşler, sadece Ahmet Ağaoğlu, Halk Partisine alınmamıştı ve galiba o SCF’ye karşı beslenen hıncın sembolü gibi görülmüştü. Bunun gibi, vilayetlerde de SCF bayrağı altında CHF’yi yormuş olanlar, CHF’nin safları dışında bırakılmıştı. Bütün bu sempati ve antipati med ve cezirleri arasında muhakkak olan bir şey varsa, bu kısa ömürlü partinin kurucu ve lideri olan Fethi Okyar’ın, temiz ve ihtirassız karakteriyle, siyasî rakiplerinin dahi sevgisini ve saygısını korumuş olduğudur. 980 Başlangıçta SCF’ye biçilen rol, Meclis içinde farklı bir parti tarafından, CHF tarafından kurulan Hükümetin kontrol ve denetiminin yapılmasıydı. Ancak, SCF’nin bu denli bir başarı göstereceği, başta Gazi de dâhil olmak üzere, hiç kimse tarafından hesap edilmemişti. Gazi, ani bir iktidar değişikliğinin ülkede istikrarsızlık meydana getireceğinden endişe etmişti. SCF’nin kapatılmasının ardından tekrar Tek Parti Dönemine dönülmüş olmakla birlikte Gazi, ülke için açık rejim düşüncesinden vazgeçmemiştir. 980 Uran; a.g.e., s. 229-231. Saffet Arıkan, İsmet İnönü ile Yemen’de birlikte görev yapmış, Başkumandanlık Kanunu’ndan sonra da Gazi’nin Kurmay Başkanlığını yapmıştı. Zafer’den sonra albay rütbesiyle Ordudan emekli olarak politikaya girdi. Bir süre Millî Eğitim Bakanlığı; uzun süre HF Meclis Grup Başkan Vekilliği, iki kez de CHF Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu. İtidal ve sükûnetiyle tanınan, şahsiyeti ve çalışmaları yıllardır tasvip edilen Saffet Arıkan, SCF’ye karşı CHF’nin takip ettiği politikayı tasvip etmediği için SCF’nin feshinden sonra CHF Genel Sekreterliğinden alınmıştır. Saffet Arıkan’dan boşalan Genel Sekreterlik görevine, bir önceki kabinede Bayındırlık Bakanı olarak görev yapan, CHP radikallerinden olan ve otoriter rejim taraftarlığıyla tanınan Recep Peker getirilmiştir. Saffet Arıkan, Atatürk’ün ölümünden sonraki politikayı hiç benimsememiş, devrin başbakan ve bakanlarını, gerektiğinde de İnönü’yü uyarmış, büyükelçilik tekliflerini reddetmiş, İnönü’ye sistemli ve ağır üsluplu bir mektup göndererek CHP Meclis Grup Başkan Vekilliğinden istifa etmiş ve köşesine çekilmiştir. 26 Kasım 1947 gecesi uyku ilacı alarak intihar etmiştir. Bkz. Okyar; a.g.e., s. 413 ve 506. 336 CHF’nin radikal kanadı, gericilerin SCF’yi kendi amaçları için bir kalkan gibi kullandığını ileri sürerek bu partinin kapanışını isabetli buluyordu. Buna delil olarak da SCF’nin kapanışından altı hafta sonra çıkan Menemen İsyanı’nı gösteriyordu. Ama bu iddianın doğruluğunu ispat eden bir delil henüz yoktur.981 Gazi, SCF’yi mürtecî diye suçlamanın çok yüzeysel bir izah olduğunu sezmiş ve halkın yakındığı konuları kendilerinden dinlemek ve ülke sorunlarını yerinde incelemek amacı ile bir yurt gezisine çıkmıştır.982 Gazi’nin, çok sayıda uzman ve her Bakanlıktan alınan temsilcilerle birlikte Anadolu’da ve Trakya’da yapmış olduğu gezide; mülkî ve askerî erkân ile CHP önderlerinden başka hiç kimsenin rejimden memnun olmadığını, Cumhuriyetin köylünün, işçinin, küçük tüccar ve esnafın yaşamına dişe dokunur bir düzelme getirmediğini görmüşlerdi.983 Gazi’nin ülke içinde yaptığı uzun seyahat gösterdi ki, halk SCF’yi tutmakla, ülke içinde hâkim olan kötü durumu protesto ediyordu. Gazi dehasıyla sezmiştir ki, halktaki eğilimlerin derin sebepleri olmalıdır ve irtica ve benzeri önyargılarla bu sebepleri anlamak ve çözmek mümkün olamaz. Okyar ve Seyitdanlıoğlu’nun SCF olayını detaylı olarak incelemiş oldukları Serbest Cumhuriyet Fırkası adlı kitapta, CHF’nin SCF’ye yönelik irtica suçlamaları konusundaki görüşleri ise şu şekildedir; İrtica suçlamaları, CHF’nin halkın desteğini kaybetmesinden doğan sıkıntı ve şaşkınlıktan kaynaklanıyordu... CHF’nin kendini savunmak için yönelttiği irtica suçlaması sonradan resmîvesikalarda tekrarlandı ve dolambaçlı yollardan okul kitaplarına intikal etti. Böylece Cumhuriyetin tarihi genç nesillere anlatılırken tek yanlı 981 Karpat; a.g.e., s. 74-75. 982 Yetkin; a.g.e., s. 28. SCF’nin dağıtılması CHF’nin hiçbir muhalefet olmadan tek başına iktidarını başlattı. Gazi, yeni düzeni 27 Ocak 1931 tarihinde İzmir’de yaptığı bir konuşmada anlattı. Fırkamız diğer memleketlerde olduğu herhangi bir poliik fırka gibi telakki edilmemelidir. Her sınıf halkın menfaatlerini müsavi bir surertyle, biri diğerini mutazarrır etmeden (zarara uğratmadan) temin etmeğe istihdaf eden (hedefleyen) bir teşekküldür… Fırkamızın takip ettiği program, bir istikametten tamamıyle demokratik, halkçı bir program olmakla beraber, iktisadî nokta-i nazardan devletçidir. Birkaç gün sonra Konya’da yaptığı konuşmada, 18 yaşın üzerindeki tüm gençlerin partinin faal üyesi olmasını ve daha küçüklerin de üyeliğe aday olarak görülmelerini istedi. (Toplumun CHF potasında homojenleştirilmesi, inkılâpların halka mal edilmesi, sınıfız ve imtiyazsız bir Türk toplumu meydana getirmek üzere başlatılan geniş kapsamlı çalışmalar başlatıldı.) Bu çerçevede bağımsız dernekler kapatıldı. Masonlar, CHF’nin amaçlarını paylaştıkları için artık ayrı bir derneğe gerek duymadıklarını açıkladılar. Türk Ocakları da CHF’ye katıldı ve zamanla Halkevleri’ne dönüştürülerek sayıları yaklaşık 500’e yükseldi. Bkz. Mango; a.g.e, s. 549. 983 Tunçay; a.g.e., s 283. İlave bilgi için bkz. Grew; Atatürk ve Yeni Türkiye, s. 208. 337 olarak tahrif ediliyordu.984 Özbudun’un ise SCF olayını değerlendirmesi şu şekildedir: SCF denemesinin istenilen sonucu vermemiş olmasına rağmen, ünlü Fransız anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi M.Duverger’in belirttiği gibi, Bu denemelerin yapılmış olması bile tek başına derin bir anlam taşımaktadır. Hitler Almanyası’nda, Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemezdi... Bunlar, her şeye rağmen, Kemal rejiminin plüralizme (çoğulculuğa) üstün bir değer tanıdığını, plüralist (çoğulcu) bir devlet felsefesi çerçevesinde faaliyet gösterdiğini ifade etmektedir.985 SCF’nin kapatılmasını takiben Vakit gazetesinde bir yetkili kalemin SCF tecrübesi ve Menemen olayları göstermektedir ki, Halk Fırkası, bizim aziz olanı korumak konusunda uzun süre Türk gençliğine yol göstermek zorundadır. şeklindeki ifadelerinde de belirtildiği üzere986 SCF tecrübesi değişik bakımlardan, genelde dış dengelerin, özelde ise iç dengelerin ve CHF’nin henüz çok partili sisteme hazır olmadığını ortaya koymuştur. Modernleşme ve ekonomik kalkınma çabaları kesintiye uğratılmadan daha yavaş gidilmeliydi. Bu takdirde çok-partili sistem olan vazgeçilmez hedefe varma şansı artacaktı. SCF deneyimi aynı zamanda şu gerçeği ortaya koyuyordu; ne kadar büyük olursa olsun, bir siyasî reform ya da toplumsal dönüşüm projesi ancak ekonomik ve sosyal reformlarla desteklendiği ve tamamlandığı zaman ayakta durabilir. Özellikle Türkiye gibi ekonomik kalkınma ihtiyacının şiddetle duyulduğu ülkelerde bu gerçek bir kat daha önem arz etmektedir. Emrence, SCF’nin kapanmasının akabinde Tek Parti Döneminde yönetime damgasını vuran tarihsel eğilimlerin; siyaset alanında otoriterlik, kültür hayatında tepedenci dönüşüm ve ekonomide de devletçilik olduğunu, bu perspektifle uyumlu olarak Türk Ocaklarının kapatılıp yerine Halkevlerinin kurulduğunu, yeni bir Türk kimliği yaratmak için tarihîbilimsel teoriler geliştirildiğini ve CHF III. Kongresinde Altı Ok’un benimsenerek modern Türkiye’nin temel ilkelerine dönüştürüldüğünü, başka bir ifadeyle birçok tarihsel alternatife 984 Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 73. 985 Özbudun; a.g.m., s. 122. 986 Jevakhoff; a.g.e., s. 302. 338 açık ve içinde farklı toplumsal ittifakları barındıran milliyetçi projenin, bu noktadan sonra merkezi kontrol eden bürokratik sınıfın yegâne hâkimi olduğu bir nitelik kazandığını belirtmektedir.987 Cemil Koçak'ın 800 sayfalık Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası adlı geniş hacimli ve kapsamlı kitabında SCF olayı detaylı bir şekilde irdelenirken, bahse konu kitap tarih araştırmalarında metod bakımından da çığır açar bir nitelikte. Koçak kitabının 500 sayfa tutan ilk üç bölümünde, Atatürk'ün 1930 Ağustos’unda neden bir denetim partisi kurdurtma ihtiyacı duyduğunu araştırmakta. Önüne geçilemeyen yolsuzlukları bu yolla önleme ve Batıya demokratik görünerek ekonomik yardım alma gibi amaçları anlatıyor. Yazar, Atatürk ile Serbest (Liberal) Fırka'yı kuracak Fethi Bey arasındaki mektuplaşmada, bugüne kadar dikkatlerden kaçan son derece önemli ayrıntılardan dönemin siyasî atmosferini tahlil edilmekte. Konuyla ilgili yapılmış yayınlar ve tezler irdelenmekte. İlk kez Koçak'ın kitabında SCF sürecinin yabancı basında nasıl yer aldığını görüyoruz. Yine ilk kez Koçak'ın kitabında, Serbest Fırka'nın Anadolu örgütlerini kuranların toplumsal ve kültürel özellikleri verilmekte. 1930'larda CHP'nin sorunları ve halktan kopmuşluğu tarihçiler tarafından genel politika düzleminde ele alınmıştı. Koçak ise ilk defa CHP'nin iç yazışmalarına, parti müfettişlerinin raporlarına bu sorunların nasıl yansıdığını ortaya koymakta. Bir örnek: CHP Genel Merkezi, parti binalarında rakı içilmemesi, kumar oynanmaması için uyarılarda bulunuyor. Koçak'ın kitabında irtica konusunda da kamuoyuna ilk defa yansıyan bulgular var. Resmî teze göre, rejim samimiyetle demokrasi istemiş ama irtica Serbest Fırkayı istila ettiği için bu mümkün olmamıştı. CHP Genel Merkezi kendi parti teşkilatından illerde ve ilçelerde Serbest Fırkayı kuranlar hakkında istihbarat bilgileri istemiş. Etnik köken, meslek, sosyal durum gibi açılardan ne tür adamlar yeni partiye gidiyor diye? CHP teşkilatının raporlarına göre, ahaliyi yağmur duasına götüren, şapkayı geç giyen, yeterince ilerici olmayan, molla falan gibi nitelendiği için 987 Emrence; a.g.e., s. 196. 1931 yılında yapılan CHF III. Kurultayında, partinin ilkeleri devrimcilik, cumhuriyetçilik, devletçilik, halkçılık, milliyetçilik ve laiklik olarak belirlenmiş ve bunlar Altı Ok ile simgeleştirilmiştir. 1937’de yapılan Anayasa değişikliği sonucu, CHF’nin bahse konu ilkeleri devletin temel ilkeleri olarak Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer almıştır. Bkz. Mümtaz Soysal; Fazıl Sağlam; “Türkiye’de Anayasalar”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 1, s. 25. 339 gerici sayılabilecek SCF il ve ilçe kurucularının oranı binde 5 veya 6 civarında! Koçak haklı olarak, SCF’nin irtica yüzünden değil, baştan kurgulandığı sınırları aşarak toplum tarafından gerçek bir muhalefet partisi halinde benimsendiği için kapattırıldığını anlatıyor. Koçak, kitabının sonuç bölümünde Duverger'in Kemalist rejim hakkındaki demokrasiye hazırlayıcı vesayet rejimi teorisini çok geniş olarak anlatıyor. Kemalist tarihçilerin çok başvurduğu bu teoriyi, ilk defa Koçak bu kadar geniş bir şekilde kamuoyuna sunuyor: Toplum demokrasiye müsait değildi, karşı-devrim (irtica) tehlikesi vardı, Avrupa'da totaliter rejimler yükseliyordu, Kemalist rejim ise yumuşaktı, devlet terörü uygulamamıştı, doktrini kapsayıcı (total) değildi, amacı demokrasiydi, zaten 1946'da demokrasiye geçme kararı vermişti... Koçak, Popper tarzı bir bilim anlayışıyla, bir teorinin geçerli olması için olgularla sınanması gerektiğini hatırlatıyor: Duverger'in, kanımca temel yanılgısı, olgusal çalışmalara dayanmadan teorik bir model inşa etmeye kalkmasıdır... Vesayetçi Tek Parti Rejimi teorisinin temel eksikliği, kendisini Türk modelinin sunduğu olgularla sınama ihtiyacını hissetmemesidir. Bu ihtiyacı Koçak hissediyor ve yaklaşık 100 sayfada bu teorinin ön kabullerinin olgularla sınamasını yapıyor... 988 SCF, siyasî elitin başarısız bir demokrasi deneyi olarak Türkiye Tarihi kayıtlarına geçmiştir. SCF tecrübesini, toplumsal kökenli siyasî bir proje olarak anlamak da mümkündür. 1930 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nde ortaya çıkan siyasal değişim, devlet merkezli bir sosyal deney olmaktan çok ekonomik sınıflar ile toplumsal statü sahibi profesyonel grupların yarattığı bir toplumsal hareket olarak okunabilir. SCF hareketi devletçi olmaktan ziyade toplumsalcı, merkezci olmaktan ziyade de çevresel, seçkinci-elitist olmaktan ziyade de kitleseldi. SCF deneyimi modern Türkiye için 19’uncu yüzyıl liberal dünyasından otoriter, merkezci ve hiper-modernist 1930’lara geçişte son kırılma noktasıydı. Dönüşüm teleolojik olmaktan çok siyasî mücadeleyle gerçekleşti. Bu noktada, SCF tecrübesi, siyasî elit içinde (TpCF deneyimi ve İzmir Suikastı girişiminden sonra yapılan yargılamalar sonucu) İslamcı, eski İttihatçı ve ılımlı modernist unsurların tasfiyesinden 988 Taha Akyol; “Yakın Tarihe Yeni Bir Işık”, Milliyet Pazar, 26.3.2007. Karl Popper’in tarafından ortaya konulan bilim felsefesi konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Bryan Magee; Karl Popperin Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı (Çeviren Mete Tunçay), 2. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul 1990 ve Levent Köker; İki Farklı Siyaset (Bilgi Teorisi-Siyaset Bilimi İlişkileri Açısından Pozitivizm ve Eleştirel Teori), 1. Baskı, Ayrıntı Yayınevi, İstanbul 1990, s. 21-25. 340 sonra geride kalan iki alternatif toplumsal modernleşme projesini su yüzüne çıkardı. Denklemin bir tarafında İvT çizgisini daha da radikalleştirerek sürdüren jakoben, korporatist ve Aydınlanmacı gelenek yer alırken, diğer ucunda da ekonomik anlamda liberal, çevrenin siyasî temsiline daha açık ve devletin tüm alanlara müdahalesine şüpheyle bakan çok parçalı bir toplumsal değişim projesi vardı.989 SCF tecrübesinin gösterdiği diğer bir gerçek CHF’nin 1930 yılı itibariyle kamusal alanda mutlak bir iktidar kuramadığını örneklerle ortaya koymasıydı. Türk Ocakları, esnaf cemiyetleri, göçmenler, çevredeki aydınlar ve tüccarlar, hükümetin ideolojik aygıtlarına teslim olmuş aktörlerden ziyade kendi ajandalarını uygulamaya çalışan çıkar gruplarına benziyordu. Türk milliyetçilerinin sivil toplum üzerinde mutlak hâkimiyetinden söz etmek için devlet-parti-sivil toplum birlikteliğinin sağlandığı küresel faşizm çağını beklemek gerekecekti. SCF deneyiminin gözler önüne serdiği diğer bir nokta da Tek Parti Dönemini sadece kimlik siyaseti üzerinden kuran açıklamaların yetersizliğini göstermesi oldu. Vatandaşları etnik veya dinsel kategoriler üzerinden tanımlayan ve Kemalist elit ile halk arasında varolan yabacılaşmayı bu eksen üzerine oturtan modernleşme okulu ve kritiklerinin iddialarının aksine; SCF’nin Batı Anadolu turu, 1930 Belediye Seçimleri ve partinin yerel teşkilatlarının gelişimi, 1920’lerin sonunda ülkede ortaya çıkan toplumsal muhalefet ve kitle mobilizasyonunun aynı zamanda ekonomik merkezli olduğunu ortaya koyuyordu. Daha uzun soluklu bir okumada ise, SCF’nin toplumsal tabanını oluşturan ticarî köylülerin ve dünya ekonomisine entegrasyon dönemlerinde önem kazanan taşra burjuvazisinin aynı geleneği DP, AP ve yakın zamanda da AKP’de gözlemliyoruz. Tüm varlığı 1930 yılının ikinci yarısına sığan SCF, bir siyasî parti olmanın ötesinde Türkiye’nin Cumhuriyet Tarihi boyunca izleyeceği makro iktisadî dönüşümler ile siyaset arasındaki yakın birlikteliği gösteren ilk örnekti. Daha açık bir ifadeyle, Türkiye’de siyasetin aktörleri ve sahip oldukları toplumsal taban, büyük oranda dünya sisteminde ortaya çıkan kırılmalar tarafından şekillenmişti. SCF, DP ve AKP bir kez daha aynı çizginin 20’nci yüzyıl boyunca korunduğunu ortaya koymaktadır.990 989 Emrence; a.g.e., s. 17-18. 990 Emrence; a.g.e., s. 19-20. 341 SCF, Türkiye tarihçiliğinde siyasî elitin başarısız bir girişimi olarak kurgulanmıştır. Bu yaklaşımın arka planında devleti öne çıkaran entelektüel pozisyonlar ile Batılılaşmış Türk milliyetçilerini toplumsal değişimin yegâne öncüsü olarak kabul eden modernleşme okulu vardı. Avrupa merkezli model, devlet ile toplum, elit ile halk ve modernite ile gelenek arasında keskin ayırımlar yaratarak, siyasal değişim ve demokrasinin ancak tepeden, tedricî ve vesayetçi bir formda gerçekleşebileceğini iddia etmekteydi. Bu kavramsal çerçeveye uygun olarak, SCF’ye ait tarihsel hafızanın anahtar sözcükleri siyasî elit ve gerici halk yığınları oldu.991 Emrence, SCF’nin, aynı zamanda, Cumhuriyet döneminde toplumsal değişimin niteliği ve aktörlerini anlamak için de önemli bir fırsat sunduğunu, bu konuda teorik çerçeveyi çizen Şerif Mardin’e göre, Osmanlı-Cumhuriyet tecrübesi, elinde siyasî, idarî ve kültürel gücü tutan merkez ile yerel kültür, heterodoksi ve eşrafın gücünü simgeleyen çevre arasında sürekli bir mücadele üzerinde şekillendiğini, merkezi kontrol eden Batıcı bürokratik sınıfın radikal laiklik ajandası münasebetiyle cumhuriyet döneminde merkez ile çevre 992 arasında kaçınılmaz bir uçurum meydana geldiğini belirtmekedir. Eğer SCF 1930 yılında iktidara gelebilseydi, Türkiye’nin izlediği tarihsel çizgide bir değişiklik olur muydu? Merkeze damgasını vuran otoriter devletçi ve radikal laik bürokratik kod yerini SCF’nin vaad ettiği vatandaşlık hakları, liberal ekonomi ve yerel temsile açık bir sivil topluma bırakabilir miydi? Yoksa SCF’nin öngördüğü standartlara bağlı kalma konusunda verdiği sözler, Türkiye’yi, korumacı politikalar sayesinde yakaladığı ekonomik büyümeden mahrum kalmasına ve akabinde toplumsal sorunların büyümesine mi yol açardı? Bu soruların cevabını vermek elbette tarihsel olarak mümkün gözükmüyor. Fakat kesin olan bir şey Faruk Birtek’in 1950 DP iktidarı için yaptığı keskin gözlemin 1930 SCF tecrübesi için de geçerli oluşuydu: merkez-çevre İkileminin ortadan 991 Emrence; a.g.e., s. 191. Kongar’ın da SCF konusundaki görüşleri, Emrence’nin, SCF’nin Türkiye tarihçiliğinde siyasî elitin başarısız bir girişimi olduğu şeklindeki fikirleriyle örtüşmektedir. Kongar, SCF denemesinin, devletçi-seçkincilerin güdümlü bir demokrasi yoluyla gelenekçi liberal düşünceleri denetleme çabası olduğunu, fakat iktidarda bulunan devletçi-seçkinlerin güdümlü bir karşıtlığı bile kabul edebilecek hoşgörüden yoksun olduklarından bu denemenin başarılı olamadığını belirtmektedir. Bkz. Kongar; a.g.e., s. 150. 992 Emrence; a.g.e., s. 196. 342 kalkması için tarihî bir fırsat kaçırılmıştı. Farklı çevrelerin birbirleriyle konuşması için ise henüz kat edecek çok yol vardı.993 3.1.5. Serbest Cumhuriyet Fırkası Sonrası Dönem 1930 yılındaki güdümlü çok partili yaşam denemesinin başarısızlıkla sonuçlanması, tek partili düzenin kurumsallaşması yolunda düzenlemeler yapılması sonucunu doğurmuştur. SCF’nin kapatılmasından sonra Gazi, halkın şikâyetlerini yerinde dinlemek ve yapılması gereken işleri tespit için uzun bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu inceleme gezisi esnasında Gazi, yanındaki heyetle birçok sorunu tartışmış ve her gittiği yerde de SCF’nin kapatılma nedenlerini anlatmıştır. Dolayısıyla muhalefet yaratma girişimlerinin sonuçsuz kalması mevcut düzenin daha kapsamlı bir şekilde devamlılığını sağlayacak iç siyasal ve ekonomik tedbirlerin alınmasına sebep olmuştur. Bu tedbirler ise, CHP 1931 Büyük Kongresinde (Kurultayında) getirilen düzenlemelerde ve devletçilik politikalarında açıkça görülecektir. Bahsedilen yeni yönetim anlayışının müesseseleştirilmesinin ideolojik gerçeklerinden birisi olarak da Türk toplumunun sosyal sınıflar yerine çeşitli mesleki zümrelere ayrıldığı kabulü gösterilmiştir. Bu durum Ayata tarafından şu şekilde yorumlanmıştır: ...Türkiye, sınıf çatışmasız bir toplum olduğundan çok partili demokrasiye ihtiyaç olmadığı da ileri sürülmekteydi. Aslında çok partili bir sistem sınıf farklılıklarını kışkırtacak, toplum içinde gruplaşmalar doğuracak ve ulusun bütünlüğünü engelleyecekti. Gerçek demokrasi, tek partili sistemde ve insanların dayanışmasındaydı.994 Kadro dergisinin kurucularından olan İsmail Hüsrev Tökin, Türkiye’nin sınıfsız bir toplum olduğu yolundaki görüşlere karşı çıkar. Tökin’e göre sınıflar ve meslekler ekonomik yaşamın bir gereğidir. Önemli olan, sınıf mücadelesi yerine sosyal dayanışmayı sağlayacak bir düzeni getirmektir.995 SCF’nin kurulması ve kapatılmasıyla TBMM’de ve ülkede doğan huzursuzluğu ortadan kaldırmak için 5 Mart 1931 tarihinde TBMM’nin III. Devresini tamamlanmadan önce yeni 993 A.g.e., s. 199-200. 994 Dursun; a.g.tez, s. 164-165 ve Ayşe Güneş Ayata, CHP, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1992, s. 69. 995 Zafer Toprak; “Osmanlı Devleti’nde Uluslaşmanın Toplumsal Boyutu: Solidarizm”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, C. 2, s. 381. 343 seçim yapılmasına karar verildi ve yapılan seçimler sonucu IV. Dönem TBMM 4 Mayıs 1931 tarihinde toplandı.996 IV. Dönem TBMM, kuruluş bakımından diğerlerinden ayrı bir özellik taşımaktadır. Bu Mecliste bağımsız milletvekilleri de vardı. Tek Parti Döneminde siyasetin CHP üzerinden işlediği tartışmasız bir realitedir. Bu dönemde TpCF ve SCF şeklindeki çok partili yaşam denemelerinin başarısız olması, halkın devrimlere yeterince sahip çıkma bilincine ulaşmadığı kanaatinin oluşmasına yol açmıştır. Bu kanaat ise, CHP’nin kendisini devrimleri sürdürecek yegâne siyasal varlık olarak görmesine yol açmıştır. 997 CHF’nin 10-18 Mayıs 1931 tarihleri arasında toplanan III. Büyük Kurultayı; her şeyden önce TpCF ve SCF ile siyasal mücadele verirken bir programı olmayan CHF kendisi için Altı Ok998 (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, İnkılâpçılık, Laiklik) olarak ifade edilen ve rejimin de ideolojik programı olan bir programı kabul etmesi, bu programda Anayasa ilkesi olarak kuvvetler birliği ilkesinin onaylanmış olması, bir önceki Kurultayın program beyannamesinde de belirtilen tek dereceli seçim yine temel amaç 996 Kocatürk; a.g.e. s. 520-521. 997 Dursun; a.g.tez, s. 184. 998 Altı Ok konusunda ilave/detaylı bilgi için bkz. Zürcher; "Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları", (Çeviren: Özgür Gökmen), Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce: Kemalizm, C. 2, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 44-55. Dumont, Altı Ok’un oluşumunun cumhuriyetle birlikte meydana geldiği iddia edilen bir kırılmayı takip eden bir sürecin sonucu değil, Tanzimat ideolojisinden beri devam edegelen fikir gelişimin ve bir sürekliliğin sonucu olduğunu dile getirmektedir. Dumont bu çerçevede şu hususları dile getirmektedir: Türkiye’de 1922’den 1928’e kadar olanların dünyada hiçbir benzeri yoktu. Tüm ülke altüst olmuştu. Fransız gazeteci Paul Gentizon, Cumhuriyet yönetiminin ilk büyük reformlarını izleyen günlerde böyle yazıyordu. Ancak zamanla tarihçilerin daha nitelikli fikirler ileriye sürmeleri sonucu Kemalizm’in kendiliğinden oluşan bir akım olduğunu destekleyenlerin sayısı da azalmıştır. Şimdi daha çok sayıda bilim adamı 19’uncu yüzyılda gelişen değişik reform dalgalarının doğrudan bir sonucu olduğunu vurgulamaktadır. Aynı zamanda biliminsanları, Gazi ve arkadaşlarının kısmen yabancı modellerden esinlendiklerini daha çok ve daha sıkça ifade etmektedir. Bu modeller hangileriydi? Tük modernleşme doktrininde Tanzimat ideolojisinden başlayarak başlayarak Altı Ok’a gelinceye kadar kesintisiz bir süreklilik görülmektedir. Bu yolda ilerlerken çok sayıda değişiklik görülmekle birlikte ana çizgilerin gayet açıktır. Kemalist düşünce, Jön Türklerin düşüncesiyle yakından ilişkiliydi ve 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında görülen ideolojik akımlara çok şey borçluydu. Kemalistlerin endi doktrinlerini ve değer sistemlerini Batıdan ithal ettikleri sıkça yazılmıştır. Aslında Aydınlanmanın, Comte pozitivizminin ve Durkheim dayanışmacılığının etkilerini görebilmek çok kolaydır. Kitleler tarafından daha kolayca anlaşılır formül ve sloganları oluşturmakta uzman olan Cumhuriyetin kurucuları, Tanzimat ideolojisinden beri devam edegelen fikrî zenginliklerden de faydalanarak 1930’ların başında programlarını CHP’nin ambleminde Altı Ok olarak gösterilen altı anahtar kelimeyle özetlemişlerdir. Bu sözcükler her ne kadar Kemalist ideolojinin tüm yönlerini kapsamıyorsa da kısa ve öz olarak Kemalist ideolojinin direğini temsil ederler. Bkz. Paul Dumont; “Kemalist İdeolojinin Kökenleri”, içinde: Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, 1. Baskı, Sarmal Yayınevi, İstanbul 1999, s. 50-75. 344 olarak belirtilmesi, CHP’nin bu kurultayda kendisine bir tüzük de kabul etmiş olması nedeniyle siyasî bakımdan da önemlidir. Kurultayın hemen öncesinde 10 Mart 1931 tarihinde, daha önce iki kez aynı görevi yürütmüş olan, otoriter eğilimleriyle tanınan Recep Bey’in CHF Genel Sekreterliğine getirilmesinin ardından Recep Bey, Partiyi örgütsel yönden ve doktrin bakımından güçlendirmek üzere çaba harcamış, Partinin devlet örgütü ve hükümet üzerinde denetim kurabilecek ölçüde güçlü bir siyasî kuruluş olmasına gayret etmiş, aynı zamanda Partinin ülkedeki tüm siyasal alana yayılması ve bu alanda ülkede tam bir denetim sağlanması hedeflenmiş, öte yandan bizzat kendisi tarafından Tek Parti ve devletçilik, halkçılık, inkılâpçılık konularında birçok konferanslar düzenlenmiş, bu konferanslar yayınlanarak bu konularda kendi yorum, öneri ve görüşleri CHF örgütüne, dönemin aydın gruplarına ve halka benimsetilmeye çalışılmıştır.999 SCF’nin kapatılmasından sonra Tek Parti Yönetiminin içe kapanmasında ve katı bir devletçilik politikasının uygulanmaya başlanmasında, Aydemir’in ifadesiyle, kendi kendine yeterli olarak tanımlanabilecek 1929 yılında başlayan Dünya Ekonomik Bunalımı içinde kuvvetlenen otarşi akımını dikkate almak isabetli olur. Ancak, otarşi, tabii ki aslî değil, geçici bir düzendi. Fakat onu liberal bir serbest pazar düzeni değil, kontrollü bir mübadele düzeni takip edecekti. Özetle, I. Dünya Savaşı sonrasıyla beraber dünyada liberalizm, bir dünya düzeni olmak niteliğini tamamen kaybetmişti.1000 HF’nin siyasal alanda tam bir tekel kurmasına ve siyasî niteliği de olan kuruluşların parti içinde eritilmesine yönelik program hızla uygulamaya konulmuştur. Bu kapsamda; 10 Nisan 1931 tarihinde Türk Ocakları kapatılarak partiye katılmış, bu paralelde 10 Mayıs 1935 tarihinde Türk Kadınlar Birliği kendisini lağvetmiş, 10 Ekim 1935 tarihinde de Mason Derneğinin mal varlığı Halkevlerine bağışlanmak suretiyle lağvedilmişti. Kapatılan Türk Ocaklarının yerlerine bu kez il ve ilçelerde CHP’nin denetimi ve talimatı altında faaliyet gösteren ve CHP tarafından akarılan fonlarla faaliyet gösteren Halkevleri şubeleri açılmış, 999 Koçak; a.g.m., s. 153-154 ve Feroz Ahmad; Bir Kimlik Peşinde Türkiye, (Çeviren: Sedat Cem Kadreli), 1. Baskı, Şefik Matbaası, İstanbul 2006, s. 243. CHF’nin III. Kurultayı’nda kabul edilen Altı İlke, CHF’nin IV. Kurultayı’nda iyice benimsenerek Kemalizm olarak tanımlanmaya başlamıştır. Bkz. Öz; a.g.e., s. 118. 1000 Ş.Süreyya Aydemir; İnkılap ve Kadro, Bilgi Yayınevi, 2. Basım, Ankara 1968. s. 69. Bahse konu dönemde liberalizmin düşüşü konusunda detaylı bilgi için bkz. Eric Hobsbawm; Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı (Çeviren: Yavuz Alogan), 2. Baskı, Everest Yayınları, İstanbul 2006, s. 144-188. 345 kırsal kesimde ise 1940 yılından sonra Halk Odaları kurulmuştur.1001 1933-1937 arasında, ülke önemli bir iç politika olayına sahne olmadı. Halk rejime alışmıştı. Soyadı Kanunu ile Atatürk soyadını alan Gazi, milletin övündüğü liderdi. Ülkede muhalefetsiz ve eleştirisiz bir rejim vardı. İktidar, tek bir kişinin elindeydi. Politik sahadaki yegâne aktör olan CHF, 1923’ten 1945’e kadar kendisini tüm milletin temsilcisi sayıyor ve bir Hükümet organı gibi hareket ediyordu. Parti, inkılâbın temsilcisi sıfatıyla, taşrada her yerde yerli eşrafın yetkilerini devraldı. Gazi zamanında; Hükümet, Devlet ve Parti öylesine aynı hüviyete bürünmüştü ki, ulaşılan başarıları ya da bunlara yönelik eleştirileri partiden ayırmak imkânsız hale gelmiştir. CHF’nin bu durumunu en iyi bir şekilde millî bayramlarda kullanılan şu slogan gösteriyordu: tek parti, tek millet, tek şef.1002 Şu gerçek inkâr edilemez ki Atatürk, hayatı boyunca, diğer Tek Parti Sistemlerinde olduğu gibi belli bir teoriyi dogmatik olarak uygulamaktan çok, halk arasında yaşayan görüşleri bulmaya ve parti programına sokmaya çalışmıştır. Bu amaçla CHF’nin programı, partinin temsil ettiği varsayılan bütün sosyal grupların ihtiyaçlarını karşılamak üzere yavaş yavaş genişletildi.1003 1930’lu yılların ilk yarısında CHP içinde Peker’in rolü ve etkisi hissedilmiştir. Bu etki gerek örgüt planında, gerekse de ideoloji planında oldu. Peker, bir yandan partinin, devlet ve hükümetten ayrı kalmasına ve bağımsız kalmasına gayret etmiş, diğer yandan da parti ideolojisinin gelişmesine ve yaygınlık kazanmaına çalışmıştı. Bu dönemde CHP, Peker’in düşündüğü gibi siyasal alanda bir tekel kurmayı başarmıştır. Ancak, Partinin siyasal alanda tek örgüt olarak kalması, güçlü olması anlamına gelmemiştir. Aksine, siyasal alanda tekel kuran CHP, örgüt olarak, devlet ve hükümet mekanizmasına üstün gelemediği ve ona hâkim olamadığı gibi, bu mekanizmanın bir parçası haline geldi ve zamanla da devlet ve 1001 Koçak; a.g.m., s. 155. Tunaya, Tek Partili rejimin özelliklerinin önlemesi ve yukarıdan aşağı kendi sistemini gerçekleştirecek kuruluşlar vücuda getirmesi olduğunu (SCF sonrasında) Türk Ocaklarının kapatıldığını, bunun yerine Halk Evleri ve Halk Odalarının açıldığını, CHP Kurultaylarına bazı siyasî olmayan derneklerin de katıldıklarnı, CHP’nin Kızılay, Çocuk Esirgeme gibi hayır kurumlarını patronajı altında bulundurduğunu, spor kulüplerinin statülerini düzenlediğini, Tek-Parti rejiminin kendiliğinden ortaya çıkan kurumları hiç de iyi karşılamadığını belirtmektedir. Bkz. Tunaya; Siyasî Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 279. 1002 Karpat; a.g.e., s. 313. 1003 A.g.e., s. 313-314. 346 hükümete olan bu bağımlılığı gittikçe arttı. Bu ise, Peker’in düşünmediği ve hatta hiç arzu etmediği bir durumdu. 1004 Türkiye’de tepeden inme otoriter bir rejimin kurulmasını arzu eden Peker’in 1935 CHP Kongresinden önce, Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da o zaman epeyce dedikodulara sebep olan uzun ve masraflı bir tetkik seyahatine çıkarak, Kurultaya sunulmak üzere hazırladığı yeni tüzük ve program, Başvekil İnönü tarafından da onaylanarak Cumhurbaşkanına sunulmuştu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak bu çalışma hakkında şunları ifade etmektedir: … Başta azası (üyesi) mahdut (sınırlı), fakat kudret ve salahiyeti (yetkisi) sınırsız bir heyet tasavvur ediliyordu (düşünülüyordu). Bütün kararları bu âli (yüce) heyet veriyor, BMM bir şekilden ibaret kalıyordu. ……. İtalya ve Almanya da olduğu gibi üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. … Bir kelime ile ve tam manasıyla faşizm. ……. Peker’in tıpatıp faşizmi andıran bu programına Atatürk’ün tepkisi sert oldu. Soyak’a göre, Gazi bu tasarıyı inceledikten sonra İsmet Paşa, Recep’in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş olmalı. diyerek Peker’in girişimini geri çevirmiştir.1005 Kışlalı’nın da bu konudaki değerlendirmesi dikkate değer mahiyette olup, 1004 Koçak; a.g.m., s. 156. Peker’in sekreterliği döneminde CHF’yi ülkenin tek ve kapsayıcı siyasal gücü yapmak yönündeki girişimleri 1935 Büyük Kurultayı’nda doruk noktasına çıkmıştır. Ancak gelinen nokta (Kurultay’da Parti-Devlet kaynaşmasının açıkça belirtilmesi ve Parti Hükümeti Sisteminin benimsenmesi), partinin bağımsız varlığını tartışılır hale getirmiştir. Partinin içine düştüğü durum bir yazar tarafından şöyle dile getirilmiştir: ... Ancak Partinin siyasal alanda tek örgüt olarak kalması, güçlü olması anlamına gelmedi. Aksine, siyasal alanda tekel kuran CHP örgüt olarak devlet ve hükümet mekanizmasına üstün gelemediği, ona hâkim olamadığı gibi, bu mekanizmanın bir parçası haline geldi. Bu, Recep Peker’in düşünmediği ve hiç arzu etmediği bir durumdu. Bkz. Dursun; a.g.tez, s. 165 1005 Tunçay; a.g.e., s. 321-322. Konuya ilişkin detaylı bilgiler için bkz; Okyar; Seyitdanlıoğlu; a.g.e., s. 181. Rejim gerçi tek partili bir şef rejimi idi ama devlet, bir parti devleti değildi. Hükümet de bir parti hükümeti değildi. Hiçbir zaman da olmadı. Çünkü parti ve hükümet başkanları daima partinin üstünde kaldılar. Hükümet cihazını da daima partiden üstün ve etkili kıldılar. Parti politikası, parti mücadelesi, partinin emri ve direktifi daima şekilde kaldı. Teşkilatlı, disiplinli ve şuurlu bir parti kadrosu hiçbir zaman yaratılmadı. Gerçi, CHP içindeki bir zümre, daha önce de ifade edildiği gibi, Parti aygıtının ülkede güçlü ve hâkim bir organ haline gelmesini düşünmüşlerdi. Partide bazı prensipleştirme ve partiyi şahsiyetleştirme çabaları da Parti içinden gelmiştir. Nitekim, Partinin 1927 ve 1934 Kurultaylarında bazı ilkeler, Parti yapısına temel prensipler olarak mal edildi. Bu hareketin yürütülmesinde, Parti Genel Başkan Yardımcısı olmasına rağmen İnönü’nün aktif direktif ve müdahale çalışmalarını ortaya koyan önemli belgeler ve işaretler yoktur. Öyle görünmektedir ki İnönü bu harekete sadece katılmıştır. Atatürk’ün bilhassa SCF hareketinin tepkileri ile SCF tasfiyesinden sonra Altı Ok’un hazırlanışında bazı çalışmaları bilinmektedir. Fakat gerek Atatürk’ün, gerek İnönü’nün bu parti ilkelerinin hepsine aşırı bağlılıklarını gösteren, onları devamlı bir yayma ve yerleştirme konusu kılan sözleri ve nutukları da yoktur denilebilir. Tabii cumhuriyetçilik, milliyetçilik, laiklik gibi sadece bir parti ilkesi değil, birer rejim ve devlet ilkesi olan konular üstündeki uyanıklıklarını belirtmek kaydıyla… Ama CHP’ye az çok totaliter bir nitelik vermek girişimleri yine de olmuş, fakat bu girişimler bizzat Atatürk tarafından önlenmiştir. Soyak bu konuda çok ilgi çekici bir hatırasını nakleder: Peker, yukarıda belirtildiği 347 Soyak’ın anılarında ifade ettiği hususlarla örtüşür mahiyettedir: CHP, toplumu çok partili demokratik yaşama hazırlayan bir siyasal okul (olma) görevini yerine getiriyordu. Ama Atatürk’ün en yakınları bile, faşizmin yükselişinden ve özellikle de İtalyan modelinden etkilenmişlerdi. CHP’yi ‘faşist’ bir modele göre yeniden yapılandırma çalışmalarının, İsmet İnönü’nün bile onayından geçerek, Atatürk’ün önüne kadar ulaştığını biliyoruz. Atatürk’ün bu öneriyi ‘saçma’, modelde tanımlanan yöneticileri de ‘zorbalar’ olarak nitelendirdiği çok sert tepkisi ünlüdür ve düşündürücüdür.1006 gibi, Partinin her şey olmasını savunduğu günlerde ve Almanya ile Rusya’daki parti durumlarından da ilham alarak, her şeyi Parti (CHP)’de toplayan bir statü hazırlar. Bu statüye göre, Partinin en üst kademesinde, bir siyasî komite, üçlü yönetim (truimvira) komitesi (Atatürk, İsmet Paşa ve Recep Bey) mutlak yetkileri ellerinde toplayacaklardır. Peker bir fırsat bularak bunu İsmet Paşa’ya da imzalatır ve Soyak kanalıyla da Atatürk’e gönderir. Atatürk bütün gece bunun üzerinde durur ve sabahleyin Soyak’a bunu tekrar İsmet Paşa’ya iade etmesini emreder. Sonra bir dikta rejiminin ve dikta komitesinin aleyhinde ne mümkünse söyler. Nitekim bu statü de ortadan kalkar. Özetle Atatürk bir diktatör veya diktatörlük heveslisi değildi. Bkz. Aydemir; a.g.e., s. 489-490. 1935 Kongesinden bir yıl sonra, Peker’in istediği gibi CHP’nin devlete el koymasının tam tersine, devlet artık CHP’nin görece özerk varlığına bile katlanamayarak bu örgütü özümlemiştir. Ancak CHP’nin mi devlete, yoksa devletin mi CHP’ye egemen olduğu hususu yönetilen halk açısından herhangi bir fark yaratmamıştır. İsmet Paşa’yı desteklediği anlaşılan CHP’nin radikal kanadının önde gelenlerinden Peker’in yerine, Atatürk’e yakınlığı bilinen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya CHP Genel Sekreteri olmuştur. Çok partili yaşama geçiş yıllarında kısa bir süre Cumhurbaşkanı İnönü’nün başbakanlığını da yapacak olmasına karşın, Recep Bey, bir daha CHP Genel Sekreterliği kadar önemli bir kişilik olmayacaktır. Bkz. Tunçay; a.g.e., s. 322. Peker’in 1934-1935 eğitim-öğretim yılında Ankara Hukuk Fakültesi ve İstanbul Üniversitelerinde İnkılap Dersleri vermiştir. Diğer Devrim Tarihi Profesörleri Mahmut Esat Bozkurt, Hikmet Bayur ve Yusuf Kemal Tengirşek idi. 1935 başlarında bu şahısların üniversitede vermiş oldukları inkılâp dersleri; hem naklen İstanbul Radyosu’ndan veriliyor, hem de Cumhuriyet gazetesinde yazı dizisi olarak yayınlanıyordu. Bkz. Mahmut Esat Bozkurt; Recep Peker, Yusuf Kemal Tengirşenk; İlk İnkılap Tarihi Ders Notları, (Hazırlayan: Oktay Aslanapa), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul 1997. R.Peker’in kısa biyografisi için bkz. Bozkurt ve diğerleri; a.g.e., s. 13-14. Bülent Tanör de Şeflik Sisteminin otoriter düzenin bir göstergesi olduğunu, Ebedî Şef ya da Millî Şef (Atatürk ve İnönü)’in (cumhurbaşkanlıkları döneminde) rejimin gerçek otorite odağı olduklarını, Devletin, Partinin ve büyük çapta da fiilen yürütmenin başı olmalarının onlara bu gücü kazandırdığını, ayrıca her iki liderin (özellikle Atatürk) de büyük tarihsel ağırlığa ve Ordu üzerinde de nüfuz sahibi olduklarını belirtmektedir. Bkz. Tanör; a.g.e., s. 273-274. 1006 Kışlalı; a.g.e., s. 25. Konuya ilişkin ilk kaynak mahiyetindeki dönemin Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın anıları ise şu şekildedir: Atatürk, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde, birtakım şeflerin ortaya attıkları ideolojilerle onların tabii sonucu olarak meydana gelen idare sistemlerinin şiddetle aleyhindeydi. CHP Genel Sekreteri Peker, Avrupa’da, özellikle İtalya ve Almanya’da, o zaman hayli dedikodulara sebep olan uzun ve masraflı bir inceleme gezisi yapmıştı. Dönüşünde, yakında toplanacak olan parti kurultayına arz edilmek üzere yeni bir tüzük ile çok uzun ve çok detaylı bir program hazırlamıştı. Bunlar; partinin genel başkan vekili (fiilî başkan ve Başbakan) İnönü tarafından da kabul ve imza edilerek partinin genel başkanı Atatürk’e sunulmak üzere bana verilmişti. Bu evrakı, Atatürk’e götürdüm. Ertesi sabah, her günkü gibi, hizmetinde bulunanlara telefonla kalkıp kalkmadığını sordum. Hiç yatmadığını, sofradan erken ayrılıp kütüphanede sabaha kadar meşgul olduğunu söylediler. Derhal giyinip köşke gittim. Beni görünce az arlar gibi sordu: ‘Bu zorbalar kimlerdir, onları kim seçecektir?’ Şaşırmıştım. Kekeleyerek ‘Hangi zorbalar Paşam?’dedim. Gazi de daha sert ve yüksek bir sesle: ‘Efendim; sen dün akşam bana getirdiğin kâğıtları okumadın mı?’ dedi. Ben de: ‘Biraz okumuştum Paşam.’ dedim. Bunun üzerine Gazi ‘Ha; işte orada bahsedilen, bütün kuvvetleri nefsinde toplayıp tek partiyi, tabii dolayısıyla, devleti ve 348 CHP’nin IV. Büyük Kurultayı, devletçilik ilkesinin en sert uygulandığı döneme rastlamıştır. Hatta devletçiler ile liberaller arasındaki tartışmalar bu Kurultayda rastlamıştır. Kurultayın açılmasından bir gün önce CHP Genel Sekreteri Recep Peker radyoda yaptığı konuşmada aynen şunları söylüyordu: Ulusal çalışmayı yıpratan ve ulus yığınını sömüren liberalizme karşı cephemizi daha da sıklaştırıyoruz. Peker’in bu sözleri açıkça liberalizme karşı cephe alındığı ve liberalistlere karşı savaş açıldığının işaretidir. Bu çekişme 1935 Kurultayına damgasını vuracaktır. Kurultayda liberalizme ilişkin sert uyarılarda da bulunulur: Biz hükümetçe de partice de devletçiyiz. Buna karşı olanlar ‘liberallik de serbest olsun’ diyorlar. Liberal sistem, ulusun başarı yollarını kapamak demektir.1007 CHF adının CHP’ye dönüştürüldüğü bu Kurultaydan sonra Parti, CHP olarak anılmaya memleketi kendi başlarına idare edecek olan yüksek meclisin azasını diyorum; onları kim seçecek; bu zorbalar heyeti, kuvvet ve salahiyetlerini kimden ve nasıl alacak? Hayret, hayret-i uzma (büyük hayret) Bu ne sakat düşüncedir, bu nasıl zihniyettir? Görülüyor ki varmak istediğimiz hedef, henüz en yakın arkadaşlar tarafından bile zerre kadar anlaşılmış değildir. Çocuk; biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki bu memlekette bir gün eğer dünyada hükümdarlık aleyhinde gittikçe artan kuvvetli cereyan muvacehesinde kalanlar varsa Padişahlığa taraftar olanlar dahi bir fırka kurabilsinler. Her neyse. Sen şimdi kütüphaneye git, o evrak, masamın üstündedir. Partinin bugünkü nizamnamesinden ve programından birer nüsha bu kitaplar arasında vardır zannediyorum, şayet yoksa getirt.’ Kalktım, kütüphaneye geçtim. İstediği tüzük ve programı bulduktan sonra söz konusu olan evrakı bir kere daha gözden geçirdim. Gerek tüzük, gerek program, o zamanın tek partili totaliter yönetimlerindeki esaslara göre kaleme alınmıştı. Başta üyesi sınırlı, fakat kudret ve yetkisi sınırsız bir hayat düşünüyordu. Bütün kararları, bu yüce heyet veriyor, BMM bir şekilden ibaret kalıyordu. İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, üniformalı gençlik teşkilatı kuruluyordu. Bir kelimeyle ve tam manasıyla faşizm! Hele program, nihayet hükümetlerin yıllık programlarına girebilecek birçok detayla doluydu. İçinde, çocuklar için süt damlaları teşkiline kadar, akla ne gelirse hepsi vardı. Ben bunları okurken Atatürk geldi; kütüphanedeki büyük masada karşı karşıya oturduk. Yeni tüzük ve programı eline aldı. Hem tekrar okuyor, hem de hiddetle söylenerek her sayfasını karalarcasına çiziyordu. Bir aralık başını kaldırıp sordu: ‘Bunları İsmet Paşa okuduktan sonra mı imza etmiştir dersin?’ Ben de ‘Bilmiyorum efendim, ama dün akşam da arz ettiğim gibi bana size takdim edilmek üzere, kendileri verdiler.’ Bunun üzerine Gazi: ‘Hayır, hayır mutlaka okumamıştır; nasıl olsa fırka yüksek divanında, üçümüz hep beraber okuyup müzakere edeceğiz, diye okumayı ihmal etmiştir. Başka türlü olamaz.’ dediler. Ardından Gazi, eski tüzüğü ve programı yeniden baştan aşağı inceledi. Kurultaya, bazı değişikliklerle yine bunların götürülmesinin uygun olacağını söyledi. Bu çalışmalar bittikten sonra: ‘Şimdi, telefonla, İsmet Paşa ve Recep Bey’i bul, hemen buraya gelmelerini rica ettiğimi söyle. Sen de köşkten ayrılma’ emrini verdi. Köşke gelen İnönü ve Peker ile kütüphanede birkaç saat görüştüler. Ben de emirleri gereği kütüphaneye bitişik salonda sonucu bekledim. Tabi araların nasıl ve neler konuşulduğunu bilmiyorum. Sadece İnönü ile Peker gittikten sora yanına girdiğim zaman Atatürk mütebbessim bir çehreyle: ‘Vaziyet tahmin ettiğim gibi çıktı çocuk. İsmet Paşa, Recep’in marifeti olan o saçmaları okumadan imza etmiş. Neyse her şey olduğu gibi kalacaktır.’ dedi. O tüzük ve program taslakları; muhafaza edilmiş midir, edilmişse şimdi nerdedir, bilmiyorum. Çünkü bu belgeler, Atatürk’ün totaliter yönetimlerin ne kadar aleyhinde olduğunu, bütün gayret ve uygulamalarının ülkeyi, en sağlam ve sarsılmaz temeller üzerine kurulmuş gerçek bir halk ve hukuk idaresine kavuşmak hedefine yönelik bulunduğunu, bu arada, yabancı ideolojilerin şatafatına kapılmış olan bazı en yakın çalışma arkadaşlarıyla dahi nasıl uğraşmak zorunda kaldığını, bir kere daha, pek açık olarak belirten önemli belgelerdendir. Bkz. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2005.s. 61-64. 1007 Gülcan; a.g.tez, s. 188-189. 349 başlanacaktır.1008 1935 Kurultayında, kesin olarak Tek Parti Rejimi kabul edilmiş ve CHP, tüm vatandaşları birleştiren bir oluşum ve teşekkül olarak idealleştirilmiştir.1009 Parti programının, hayat gerçekleri ve milletlerarası duruma göre şekillendirilmiş bir millî ideoloji olduğu ileri sürüldü. Bu program; devletçiliği Türkiye’nin başlıca ekonomik ilkesi olarak kabul ediyor, aşırı solcu, liberal ve sağcı fikirleri reddediyordu. Aynı zamanda da bunların her birinden bazı kavramlar alıyordu. Devlet millî bir iman ve anlaşma yoluyla bütün ekonomik menfaatleri uzlaştıran bir vasıta idi. Uzun süre CHF’nin Genel Sekreterliğini yapmış olan Peker’e göre, parti, talep prensibini kabul etmişti. Yani tüm istekler Parti’ye bildirilecek, bu isteğin yerine getirilip getirilemeyeceğine ise Parti karar verecekti. Tek Partili düzenin yerleşmesiyle birlikte dilek mekanizması; taşranın Parti ve dolayısıyla ülke yönetimine katılmasının en etkili yollarından birisini oluşturmuştur. Peker, demokrasiyi, ülkeden ülkeye değişen bir siyasî sistem olarak tarif ediyordu. Bu sebeple demokrasinin Türkiye’de aldığı şekil, tüm hükümet kuvvetlerini tek bir mecliste toplamak amacını güdüyordu. Peker’e göre, bu taklitçi değil, bilakis kuvvet yoluyla millî birliği desteklemek amacıyla alınmış bir karardı. Bu sebeple, Tek Parti sisteminin faziletleri, övülüyor ve liberal demokrasinin inkârına gidilmiş oluyordu.1010 1935 Kurultayı sonunda kabul edilen tüzüğün en önemli yönlerinden biri tüzükte Partidevlet kaynaşmasının açıkça belirtilmesi ve Parti Hükümeti Sisteminin benimsenmesidir. Aslında parti-devlet kaynaşması CHP’nin kuruluşundan beri var olan bir olgudur. 1935 Kurultayında parti tüzüğüne girerek resmileştirilmiştir. 1935 Kurultayında bu konuda alınan kararlar, yani parti-devlet birleşimi iki yıl içinde tamamlanacaktır. Böylelikle Tek Parti egemenliği ülkede iyice yerleştirilecektir. Memurların ve idarecilerin parti üyesi olması imkânı sağlanmakta ve memurlar politik davranmaya zorlanmaktadır. Tüzükte bu yetkiler o denli geniştir ki, bu yetkileri Genel Başkan ve onun seçeceği milletvekilleri de 1008 Hikmet Bila; Sosyal Demokrat Süreç İçinde CHP ve Sonrası, 2. Baskı, Milliyet Yayınları, İstanbul 1987, s. 91. Serap Tabak; “Afyon’da CHP”, Toplumsal Tarih, Ekim 2002, S. 106, s. 62 ve Anadolu Ajansı Gn.Md.lüğü, Türkiye Cumhuriyeti 80 Yıl Kronolojisi, 2. Baskı, Anadolu Ajansı Yayını, Ankara 2004, s. 265 ve Uyar¸ a.g.e., s. 75. 1009 Tunaya; a.g.e, s. 570-572 ve Karpat; a.g.e., s. 314. 1010 Karpat; a.g.e., s. 314 ve Dursun; a.g.tez, s. 183. 350 kullanabilmektedir.1011 Yetkilerin genişliğiyle ilgili şu örnek çok ilginçtir. Mithat Şükrü Bleda’nın belirttiğine göre, 1935 seçimlerinde Atatürk, kendisinin Sivas’tan milletvekili olmasını gistemiş ve CHP Genel Sekreteri Peker’e şu emri vermiştir. Şimdi merkeze git. Sivas Parti teşkilatını bul, Mithat Şükrü’nün müstakil mebusluğunu temin ettir. Şayet bir aksaklık çıkarsa Sivas seçimlerini feshedeceğimi söylemeyi de unutma1012 Ertesi sabah Bleda, Sivas milletvekilidir. Bütün bunlar şunu göstermektedir: CHP tamamen devlete ve millete egemen olmak amacındadır. Diğer bir ifadeyle muhalefete imkân tanımamak niyetindedir. TpCF ve SCF deneyimlerini bir daha yaşamak istememektedir. Bütün bunlar CHP dışındaki gelişmeleri engelleyici ve ülkede Tek Parti Yönetiminin pekiştirilmesine yönelik hareketlerdir. Bu pekiştirme, 1935 Kurultayında, CHP’nin ana esasları arasına giren Altı İlke’nin 1937 yılında Anayasa’ya alınmasıyla tamamlanacaktır. Parti-devlet bütünleşmesiyle ilgili olarak Genel Sekreter Peker de şunları söylemektedir: Türk devletinde en önemli ülkü, ulusal birliktir. Çünkü dağılan çöker. Bu nedenle de daima toplu olmak, ‘tek bir kalp gibi’ çarpmak gerekir. Bu birliği CHP sağlamaktadır.1013 18 Haziran 1936 tarihinde Başvekil ve CHP Genel Başkan Vekili İnönü’nün Parti teşkilatına, vilayetlere ve genel müfettişliklere CHP’nin ülkenin genel ve siyasî hayatında güttüğü yüksek maksatların gerçekleşmesini kolaylaştırmak ve Partinin gelişimini arttırmak ve hızlandırmak için bundan sonra Parti faaliyetleri ile Hükümet idaresi arasında daha sıkı bir yakınlık ve daha işlevsel bir beraberlik temin edilmesine Genel Başkanlık Kurulunca karar verilmiştir. …… şeklinde bir genelge yayınlayarak parti ve hükümet ilişkilerini kurumsallaştırmıştır.1014 Bu çerçevede; İçişleri Bakanı CHP Genel Sekreteri olarak, 1011 Gülcan; s. 190-191. 1012 Mithat Şükrü Bleda; İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979, s. 192-195 ve Gülcan; a.g.tez, s. 191. 1013 Gülcan; a.g.tez, s. 191-193. Parti-Devlet bütünleştirilmesinin diğer bir göstergesi olarak 1937 yılında yapılan değişiklikle CHP ilkelerinin (Altı Ok’un) Anayasa’da yer alması (Anayasa’nın 2’nci maddesi Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılâpçıdır. şeklinde değiştirilmesi) konusunda ilave bilgi için bkz. Mehmet Kabasakal; Türkiye’de Siyasal Parti Örgütlenmesi 1908-1960, Tekin Yayınevi, İstanbul 1991, s. 135. 1014 Cemil Koçak; Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), C. 2, 1. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 16. Bu dönüşümle CHP, devlet aygıtı içinde tamamen eriyor ve partinin zaten o zamana kadar da bir hayli kuşku götürür bağımsız varlığı ve örgütü, resmen, fiilen ve hukuken ortadan kaldırılıyordu. Devlet aygıtı ve devlet bürokrasisi, CHP’yi teslim alıyor ve devlet katındaki üst düzey yönetici ve bürokratlara aynı zamanda CHP’yi düzenleme ve yönetme görevi de veriliyordu. Aradan 2,5 yıl geçtikten sonra 1939 yılında bu 351 vilayetlerdeki valiler de bulunduğu ildeki CHP İl Başkanı olarak görevlendirilmişlerdir. Genel müfettişler ise sorumlu bulundukları bölge dâhilinde, tüm devlet işlerinin olduğu gibi, parti faaliyet ve teşkilatının da yüksek denetçisi ve müfettişidirler.1015 Yayımlanan bildiride bunun gerekçesi şu şekilde açıklanmıştır: Ülkenin siyasî ve sosyal hayatında güdülen yüksek maksatların gerçekleşmesi ve partinin gelişiminin hızlandırılması gibi hedefler.1016 Memurin Kanunu’nun 9’uncu maddesi gayet sarih bir şekilde memurların siyasî cemiyet ve kulüplere üye olmasını’ yasaklamakta ve bu durum mahkeme kararıyla sabit olursa memurların tard edilmelerinin zorunlu olacağını söylemekteydi.1017 Bu genelgeyle devlet memuru durumundaki valilerin, siyaset içine itildiği görülmektedir. Ancak bu durum, bahse konu kanunla alenen çelişmektedir. Dönemin Başvekili İnönü tarafından bu çelişki Atatürk’e açılmış ve bu maddenin değiştirilmesi istenmiştir. Atatürk bu maddeyi okuyup biraz düşündükten sonra şu hususları dile getirir: Ben bu maddede değiştirilecek birşey görmüyorum. Çünkü burada memurların siyasal derneklere girmemesinden amaç, onların benim partimden başka partiye intisap edememesi demektir. çok önemli dönüşüme son verilerek CHP, hükümet ve devlet aygıtından ayrılıyor ve bu gelişme de 26-27 Ocak 1939 tarihli gazetelerde haber olarak yer alıyordu. Bkz. Koçak; a.g.e, s. 18. Dursun, 1935 yılında CHP’nin devlet mekanizmasının bir parça haline getirilmesi ve 1937 yılında Partinin Altı İlkesinin Anayasa’ya ithali sonucu varılan siyasal tabloyu Partisiz Cumhuriyet olarak nitelendirilmiştir. Bkz. Dursun; a.g.tez, s. 166. 1015 Uran, a.g.e., s. 296-297 ve Koçak, a.g.e., s. 16. Uyar, zararlarını bildiği halde Atatürk’ün bu kararı almasında, CHP teşkilatının devlet işleri konusunda sorumlu olmadıkları halde devlet işlerine müdahalesinin yoğunlaşmasından rahatsızlık duymasının da payı olduğuna dikkat çekmiştir. Bkz. Uyar; a.g.e., s. 84. Tunçay da, parti-devlet birliği kararında Atatürk-İnönü çekişmesinin de payı olduğunu ve Atatürk’ün İnönü tarafından da desteklenen Peker’in partiyi güçlendirme çalışmalarını frenlediğini belirtmiştir. Dursun; a.g.tez, s. 166 ve Mete Tunçay, “Cumhuriyet Halk Partisi (1923-1950)”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 8, s. 2021. Sina Akşin ise, getirilen yeni uygulamanın totaliter ülkelerle benzeşmediğini vurgulamıştır: Gerçi bu, kimilerine belki otoriterliğin bütüncülüğe varan bir derecesi olarak görünebilirse de, aslında tam tersine, devletin partiyi yutması olarak yorumlanmalıdır... Yani bütüncül düzendekinin tersine, devlet partileşmiyor, parti devletleşiyor (bürokratikleşiyor) ve böylece etkisini yitiriyordu. Bütüncül düzenlerde parti hem halkın, hem devletin içinde yaygın olarak örgütlenmiş ve egemen durumdadır. Oysa Atatürk Döneminde CHP’nin örgütlenmesi, bazı yörelerde düpedüz yok denecek denli zayıftı. 1937 yılında partinin Altı İlkesi Anayasa’ya sokulmuştur. Bu iki önemli adım sonucu varılan siyasal tablo, bir yazar tarafından ‘Partisiz Cumhuriyet’ olarak nitelendirilmiştir. Bkz. Dursun; a.g.tez, s. 166. Tanör de 1935 ve 1936 yılında yapılan kimi düzenlemeler için konuya benzer şekilde yaklaşmaktadır: Parti-devlet kaynaşması da özellikle 1935 sonrasının bir özelliğidir. 1936'da İçişleri Bakanı, CHP’nin Genel Sekreteri, valiler de CHP’nin il başkanı oldular. Bölge Müfettişleri, hem devlet organlarını, hem de partinin taşra örgütlerini denetliyorlardı. 1937 yılındaki Anayasa değişikliğiyle CHP'nin Altı Ok’u Anayasallaştırılıp parti-devlet kaynaşması koyulaştırıldı. Böylece (R.Peker ve M.Goloğlu’nun ifadesiyle) bir ‘parti devleti ‘ ya da (Fahir Giritlioğlu’nun i