14 - Dergi Bursa
Transkript
14 - Dergi Bursa
www.dergibursa.com.tr Yıl:3 - Sayı:14 - Nisan 2013 - Fiyat›: ¨ 7 G E Z İ - F O T O Ğ R A F - K Ü L T Ü R - S A N A T BURSA ÇARŞILARI YAŞAM FOTOĞRAFLARI ARAP ŞÜKRÜ SOKAĞI LUNAPARK PAZARDA YAŞAM MICHAEL JORDAN ASSOS SUALTINA YOLCULUK AYŞEGÜL İNCİ DUBLIN YAŞAM 1 arka plan Yıl: 3 Sayı: 14 / Nisan 2013 ISSN: 2146 - 1457 Yerel Süreli Yayın (2 Aylık) www.dergibursa.com.tr İmtiyaz Sahibi ve Yayın Yönetmeni Engin Çakır (Sorumlu) engincakir@photographica.com.tr Yazarlar Ayşegül Alkış, Dilek Şen, Emine Civanoğlu, Gökay Öngör, Özgür Çakır, Özlem Şenkoyuncu, Nazan Aşkalli, Serkan Duru, Sezai Evans Yayıncı / Yapımcı / Yönetim Yayın ve Reklam Koordinatörü Emine Korku eminekorku@photographica.com.tr Grafik Tasarım Photo Graphica Creative grafik@dergibursa.com.tr Çekirge Mah. Selvili Cad. No:12 Çelebi 2 Apt. D.1 Osmangazi / BURSA T. (0224) 233 87 11 www.photographica.com.tr Fotoğraf Demet Argun Güngör, Engin Çakır, Özgür Çakır, Sezai Evans Çorbada Tuzu Olanlar Enise Güleryüz, Korcan Karaoysal, Op.Dr.Vasıf Soysal, Op.Dr. Sena Kutucu, Op.Dr. Servet Yetgin Reklam İletişim reklam@dergibursa.com.tr T. (0224) 233 87 11 Baskı Dağıtım Dijital Yayıncılık www.dergibursa.com.tr www.furkanofset.com.tr www.seckurye.com.tr Dergi Bursa, Photo Graphica tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergi Bursa’nın isim ve yayın hakkı Photo Graphica’ya aittir. Yayımlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır ve tüm sorumluluğu eser sahiplerine aittir. İzin alınarak ya da kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir. Dergi Bursa, “Basın Meslek İlkeleri”ne uymaya söz vermiştir. 2 3 plan plan öneriler Film, müzik, kitap, web ve mekan önerileri 8 tek karede bursa Bursa’dan yaşam kareleri 16 bursa dokusu Bursa’nın çarşılarından yaşam izleri 22 yakın plan İçi dışı “yaşayan” fasıl kutusu - Arap Şükrü Sokağı 38 odak noktası Hayata “acemi” bir merhaba 46 sağlık Uzman yazıları ile sağlık konuları 54 eğitimin psikolojisi “Anne-baba ben nasıl oldum?” - Ayşegül Alkış 60 d. armağansın Yaşamın içinden bir “ses” - Serkan Duru 62 kitabi “Bu şarkıyı da benim için çal” - Emine Civanoğlu 64 serbest yazı İş yaşamında eğitim şart - Özlem Şenkoyuncu 66 havadan sudan Nehrin kıyısında - Nazan Aşkalli 68 köşe Yaşadıkça - Dilek Şen 70 çizgi üstü Sınırlı bir yaşam - Gökay Öngör 72 teknoloji Twitter eyaleti 74 gezi-yorum Yaşam iksiri dolu kadeh - Assos 76 detaylı bakış Batı’ya en yakın Asya toprağı - Babakale 88 detaylı bakış Zeus’un seyir terası - Zeus Altarı - Adatepe Köyü 90 uzaktaki yakın İrlanda yaşama çağırıyor / Dublin - Özgür Çakır 94 detay Hayat; kırmızı, kocaman bir meyve - Emine Civanoğlu 110 foto öykü Hareketli bir yaşam - Lunapark 120 foto öykü İçi su dolu bir yaşam öyküsü - Manavgat / Karaburun 122 hayat hikayesi “En iyisi” - Michael Jordan 130 evrensel sanat Hala yaşayan ritim - The Doors 136 armoni Zamanı tamir eden adamın kızı - Ayşegül İnci 140 film şeridi Başroldeki “tatlı hayat” - Federico Fellini 146 g.zaman kipinde Zamanın “tuş ettikleri” - Daktilolar 150 www.dergibursa.com.tr 4 5 editör notu “Yaşamın kaynağındaki” Yaşam ya da hayat. İster biyolojik ister kimyasal reaksiyonlar veya bir sonuç olarak bir dönüşüm sergileyen bazı biyolojik süreçleri gösteren tüm organizmaların ortak özelliği yaşamaları... Yaşamın en önemli özelliği ise gelişmeye ve üremeye yani çoğalmaya müsait olması. Tüm varlıkların yaşadıkları süre boyunca kazandıkları deneyimler ve yaşadıklarının bütünüdür aslında yaşam. Canlı bilimi Biyoloji tüm gezegeni kaplayan küresel boyuttan, hücre ve molekülleri kapsayan mikroskobik boyuta kadar canlıları etkileyen önemli tüm dinamik olayları masaya yatırıyor. Peki ya bu canlıların yaşarken neler hissettiğini kim düşünecek? Psikoloji dediğinizi duyar gibiyim. Ancak benim demek istediğim biraz daha farklı. Doğum ile ölüm arasında geçen sürede etrafımızdaki her şey ile bir iletişimimiz oluyor. Her bir temasın insana ruhani ve fiziki boyutlarda etkileri oluyor. İşin fiziki yanını büyük oranda çözebilseler de ruhani boyutta gelişebilecek herhangi bir sonuç önceden kestirilemiyor. Kimileri enerji ve maddenin işlenmesi, vücudu oluşturan maddelerin sentezlenmesi, yaraların iyileşmesi ve tüm organizmanın çoğalması gibi fiziki sonuçları çeşitli şekilde tanımlayabiliyorlar. Ancak içimizde kopan fırtınalar diye basitçe tarif edebiliyoruz olanları. Kimisinin fırtınası çabuk geçiyor kimisininki yıllar yıllar sürüyor. Hayatın gizli yanları, geçmişte tüm insanoğlunu etkilediğinden; insanın fiziksel yapısı, bitkiler ve hayvanlar hakkındaki araştırmalar tüm toplumların tarihlerinde yer buldu. Bu ilginin bir kısmı, insanların hayata hükmetme 6 ve doğal kaynakları kullanma isteğinden geliyordu bence. Ama esas sorun “soruların peşinden koşma” ile ilgiliydi. Hep denir ya hayatın sırrını mı söyleyecek diye. İşte tam o mesele. Bence sırrını bulamasak da aramaya devam ediyor olmamız bile bir gizem barındırıyor. Gerçi karmaşık da olsa basit de olsa herkes için cevap birbirinden farklıdır. İnsanlara birçok sorunun cevabını veren bu arayış yaşamın sürmesini hem kolaylaştırdı hem karmaşık psikolojilerimize iyi geldi hem de yaşamın sırrına odaklandığımız merakımızı perçinledi. Organizmaların yapıları hakkında bilgi kazandık, yaşam standartlarımız günden güne yükseldi. Ama çözemediğimiz birçok konu da varlığını sürdürüyor. Bence bu arayışın temelinde doğayı kontrol etme isteğinden çok, onu anlama isteği yatıyordu. Arzumuz hep yaşam kaynağı ile alakalı oldu. Konunun çözümüne en yakın gördüğüm nokta ise felsefe ve dini yaklaşımlar. Kendi yaşamını anlamlandırmaya çalışıp yaşam soyutlaması yapma gayretinde olan felsefe ve dinler bile işin “içimizdeki fırtınalar” boyutuna çok da yaklaşamıyor bence. Yaşamı farklı bakış açılarıyla tanımlamaya, açıklamaya çalışan üzerine birçok tartışma sürdüren o kadar çok insan tanıdım ki. Diğer bir ifade ile onlar da felsefe yapıyorlardı. Kimisi yaşamın amacının ruhsal bir tekamül olduğunu söylüyor, kimileri ise yaşamın bir anlamı olması gerektiği konusunda “kuşkuluyum” diyordu. Ama dedim ya herkesin cevabı kendisine. Yaşamın kaynağı, anlamı üzerine yeterince bilgi sahibi olmadığımızı düşünüyorum. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın da çok bir anlamı bulunmadığına göre; ironili bir şekilde ben de kendi fikrimi söylemeliyim. Basitçe konuların özüne bakmak gerekir diye düşünürüm hep. Hiçbir şey ihtiyaç olmadan oluşmaz. Bu birinci tespitim. İkinci tespitim ise her şeye değişim sağlatan güneşin, aradığımız cevaba oldukça yakın olduğu. Işık hem üretimi sağlıyor hem gelişimi. Aramızda bir bağ oluyor. Görmemizi sağlıyor. Umutlarımızı bile ışıkla tanımlıyoruz. Bu demek oluyor ki işin ruhani yani “içimizdeki fırtınalar” boyutuna da cevap veriyor. Karanlık kötülüğü simgeliyor ama ışık iyiliği. Bu tezimi besleyecek onlarca argüman bulmak mümkün ama mutlak doğru mudur, bunu söylemek imkansız. Ama benim cevabım bu; sanıyorum biraz da fotoğrafa aşık birisi olmamdan. Ben de her fani gibi hayat hakkındaki arayışımı ve bulduğum cevabı paylaştım sizlerle. Ama ışığı hiç hissetmeyenler de var, bu da benim tezimin boşluğu. Uzun lafın kısası; hayat tanımlanamayacak kadar belirsiz çünkü hakkında 6 milyar insan bile doğru dürüst bir cevap bulamıyor. Bize düşen bize sunduğu zaman kadar onun tadını çıkarabilmek, bunun yolu da paylaşmaktan geçiyor. Bu sayıda sizin için “yaşamdan” sayfalar hazırladık. Keyifli okumalar. https://twitter.com/#!/editornotu ır k a Ç n i g En 7 film önerileri 8 Hayat Güzeldir Roberto Benigni 1997 - İtalya Dram, Komedi, Romantik Yedi Yaşam Gabriele Muccino 2008 - ABD Dram 127 Saat Danny Boyle 2010 - ABD, İngiltere Dram İngiliz Hasta Anthony Minghella 1996 - ABD, İngiltere Dram, Romantik, Savaş Patch Adams Tom Shadyac 1998 - ABD Biyografi, Dram, Komedi, Romantik, Tarih Cinderella Man Ron Howard 2005 - ABD Dram, Spor Bir Gün Lone Scherfig 2011 - ABD, İngiltere Dram, Romantik Umudunu Kaybetme Gabriele Muccino 2007 - ABD Aile, Biyografi, Dram Açlık Oyunları Gary Ross 2012 - ABD Aksiyon, Dram, Gerilim, Gizem, Romantik, Schindler’in Listesi Steven Spielberg 1993 - ABD Biyografi, Dram, Tarih Uyanışlar Penny Marshall 1990 - ABD Biyografi, Dram mekan kaşifi Dünya mutfaklarının en lezzetli ve sağlıklı olanı kuşkusuz Uzak Doğu Mutfağı... 1997’den beri birbirinden lezzetli ve farklı Uzak Doğu yemeklerinin en gözdelerini sunan SushiCo, şimdi de 23. şubesi ile Bursalıların hizmetinde. Korupark AVM Sinema Katı T. 241 54 90 - 91 www.sushico.com.tr Paket Servis: 444 78 74 9 albüm önerileri 10 Carole King Her greatest hits Göksel Bende bi’aşk var Adele 21 Yasmin Levy Libertad Mor ve Ötesi Güneşi beklerken Mabel Matiz Yaşım çocuk Cafe de Beyoğlu Violins Piano The Rolling Stones Grrr! Levent Yüksel Topyekün Ayşegül İnci Zamanı tamir eden adam Taylor Swift Red 11 kitap önerileri 12 Yaşamın Özüne Dokunmak Mine Kasman Yaşama Yerleşmek Üstün Dökmen Bir Türk Ailesinin Öyküsü İrfan Orga Yaşam Tehlikelidir Andy Mulligan Yaşama Sanatı R.Sibel Yolak Gerçek Yaşam Öyküleri Ayşe Şen Yaşam Dönüşümdür Victor Ananias Yaşama Sanatı Andre Maurois Yaşamak Şart Ayça Akın Yaşamla Buluşmak J. Krishnamurti Yalınayak Yaşamak Alan Pauls 13 web önerileri www.binbirkunduz.com www.hayatmelodisi.blogspot.com www.gizliteras.com www.cokabook.blogspot.com 14 www.2noktayanyana.blogspot.com www.kirpininyeri.com www.herbirenk.blogspot.com 15 tek karede bursa Kıştan hatıra hayat dolu bir kare 16 Uludağ, Bursa - 15.03.2008 17 tek karede bursa “Hoşgeldin” bahar 18 Reşat Oyal Kültürparkı, Bursa - 31.03.2012 19 tek karede bursa Bursa’da yaşam “keyif” demektir 20 İznik Gölü kıyısı, Bursa - 17.03.2012 21 bursa dokusu 22 Bursa’nın çarşılarından “yaşam izleri” Çarşıların tarihi, Bursa’nın tarihidir. Geçirdiği evreler, yaşadığı depremler ve yangınlar; Bursa’nın ve Bursalıların geçmişidir. En çok onlar etkilenmiştir ve gelecekte yine onlar etkilenecektir. Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne aday olması, “yeniden doğuş” sürecini de beraberinde getiriyor. Fotoğraflar: Demet Argun Güngör, Engin Çakır 23 bursa dokusu Bursa çarşılarını anlatırken söze Bursa insanı ile bağlarından başlamak gerekir. Alışverişini burada yapıp, karnını burada doyurup, dininin gereklerini burada yerine getirip belki de hayatındaki pek çok duyguyu burada yaşayan Bursa insanı için Bursa çarşıları ve orada yaşananlar fark ettiğimizden çok daha değerlidir. Örneğin esnaf kültürünü burada yaşayabilirler. Bir yudum çayın etrafında günün tüm stresinden uzaklaşabilirler. Her türlü ihtiyacını Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nde temin edebilirler… İpeklerin rengârenk dokusunda İpek Yolu’na gidip geri gelebilir, dükkân dükkan gezip kendisine en yakışanı bulup giyebilirler. Ulu Cami’nin mistik havasının ardında ve etrafında şekillenen bu büyük çarşı, Bursa’nın ve Bursa insanının hem “toplanma” noktasıdır hem de birçok şeyden “kaçış” noktası… Bu bölge; yöre insanının ticaret kaynağı, kültürü, geçmişi, ihtiyaçları, belleği ve “sahip çıktığı”dır. Yangınlara ve depremlere rağmen, yaşayan mirastır Bursa çarşıları. Osmanlı Beyliği Bursa’yı fethettiğinde, Bursa’yı askeri üs olarak kullanmayı planlamıştı. Ancak zamanla hanlar, hamamlar ve Tahtakale’nin oluşumuyla şehrin yeni aksi görünmeye başlamıştı... Tahtakale’den aşağıya doğru oluşan Uzun Çarşı zaman içerisinde Kapalı Çarşı’nın temellerini atmıştı. Yüzyıllar içerisinde büyük depremler ve yangınlar geçiren tarihi çarşılar tarihe yenik düşmemiş ve bugünkü görünümünü sahip çıkmıştı. Çarşılar tarih içerisinde birkaç kez tamamen yanmış fakat küllerinden tekrar hayat bulmuştu. 1958 yılında yanan çarşının gazetelerde yer alış şekli bile Bursa için önemini açık bir şekilde gözler önüne seriyordu: “Bursa’ya felaket çöktü.” Tarihi çarşılardaki alışveriş kültürünün ardında tarihi bir doku da saklı... Her ara sokağından tarih kokan bu yapılanma; Osmanlı çarşı kültürünü iyi bir şekilde yansıtan, Bursa’nın 24 ticaret ve alışveriş vitrinlerinin baş tacı denebilir... Öyle ki Osmanlı’nın ünlü lonca yapılanmasına da örnek teşkil ediyor. Birçok meslek yıllarca çarşı dokusu içerisinde hayatta kaldı... Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nin geçmişten taşıdıkları, Bursa’yı anlatan bir kimlik adeta... Sepetlerdeki el işi işlemeler, doğal ipekten örtüler, eşarplar, kravatlar, elbiseler; bedestenden işçiliğin kendini gösterdiği gerdanlıklar, yüzükler ve göz kamaştıran altın ya da gümüş takılar… Bakır ya da gümüşten işlemeli kurnalar, tepsiler, birbirinden değerli ayna taçları; hala el emeğiyle hazırlanan masa örtüleri, çeşit çeşit ayakkabılar, mobilyalar, perdeler, hacı malzemeleri, biblolar ve birbirinden güzel pek çok kumaş tarihi çarşıların kapalı kutusunun içinde sakladıklarından sadece bazıları. Kısaca tanımlamak gerekirse bir insanın ihtiyacı olan her şey, şehrin atardamarında can buluyor. Tarihi çarşıların farklı ve insanı büyüleyen özelliklerinin başında ise karmaşık görünümünün içerisinde gizlediği düzendir… Yorgancıların çarşısı bir yerdedir, ayakkabıcılarınki bir yerde, kuyumcuların çarşısı Bedesten bir yerde… Herhangi bir noktasından içerisine girdiğinizde saatler sonra Bursa’nın başka bir noktasında bulursunuz kendinizi. Bursa’nın yeni gelişen alafranga yapısının aksine, alaturka bir kültüre ortak olur ve çarşıların geçmişten taşıdıklarına dokunursunuz… Uzun Çarşı’nın ardından vücuda gelen Kapalı Çarşı’nın devamı, zaman içerisinde adım adım geldi. Orhan Gazi zamanında hanların araları çatı ile kapatıldı. Daha sonraki yıllarda Sahaflar, Aktarlar, İvaz Paşa, Gelincik, Sipahiler, Karacabey (Yorgancılar, Sandıkçılar) ve Eski Bakırcılar çarşıları eklendi. 1958 yılında tamamen yanan Kapalı Çarşı yeniden inşa edildi. İlk halinde olduğu gibi tek katlı olarak değil; alttan zemin kat, sokak seviyesinde ve yolların iki tarafında dükkanlar ve dükkanların üst katları olarak inşa edilmişti. Çarşının üstü de modern bir şekilde kapatıldı. 1855 depreminde yıkıldıktan sonra üstü açık kalan İvaz Paşa ve Eski Bakırcılar çarşıları da 1960 yılında restore edilerek üstleri kapatıldı. Günümüzde içinde barındırdığı Kuyumcular Bedesteni, Yorgancılar Çarşısı, Ayakkabıcılar Çarşısı, Mobilyacılar Çarşısı ile Kapalı Çarşı alışveriş ve ticaretin yeniden nefes aldığı haline geldi. Üst katta 50, alt katta 45 olmak üzere toplam 95 odası bulunuyor. Üst katta bulunan odaların tamamı ipek ve ipek ürünleri satan dükkanlar olarak kullanılıyor. Üst katta güneye açılan bir kapısı ile alt katta Orhan Cami tarafına, Tuz Pazarı’na açılan kapıları bulunuyor. Kuzeye açılan büyük taş kapısı firuze çinilerle süslü. Avlusunda altı şadırvan olan kubbeli bir mescit bulunuyor. Günümüzde Kozahan'ın iç avlusu insanların dinlenebilecekleri kafeterya ve çay bahçesi olarak düzenlenmiş durumda. Elbette ki birçok han da aynı işlevi üstlenmiş durumda. Orhan Gazi’nin yaptırdığı ve ilk bedesten olarak bilinen Emir Han’ın yetersiz kalması üzerine, Yıldırım Bayezit tarafından 14. yy’ın sonunda yapılan 100 dükkânlı Bedesten, günümüzde Kapalı Çarşı’nın kalbini oluşturuyor. Kentin merkezindeki Emir Han, Koza Han, Geyve Han gibi hanların aralarının zaman içinde çatı ile kapatılarak oluşturulan Kapalı Çarşı; daha sonraları Sahaflar, Aktarlar, Yorgancılar, Sandıkçılar, Kuyumcular, Kavukçular, İplikciler, Sipahiler ve Bakırcıların ilave edilmesiyle genişletildi. Dükkanların çoğu kuyumculuk ya da döviz üzerine satış yapıyorlar. Son dönemde Büyükşehir Belediyesi tarafından açıklanan süreçler ise Bursa ve Bursalıların “değerlisi” çarşılar için oldukça umut verici. UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne aday olan Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nin tümüyle yenilenmesini öngören projenin ihalesi yapıldı. Sonbahar aylarında tamamlanacak çalışmalarla çarşıların, Bursa’ya yepyeni bir vizyon katması hedefleniyor. Her gün yerli ve 25 bursa dokusu 26 yabancı binlerce kişinin ziyaret ettiği çarşılar tepeden tırnağa yenileniyor. Diğer bir ifade ile bu çalışmalar tüm çarşıları vizyon bölge haline getirecek. 1958’deki yangından bu yana topyekün tadilat görmeyen çarşıların zaten ıslah edilmesinin zorunluluk haline geldiği de aşikar. Başta çatılar olmak üzere cepheler, zemin, giriş ve çıkışlar değişecek. Çatılar çini desenli olarak hafif metalden özgün mimariye uygun şekilde yapılacak. Cepheler traverten taş kaplama ve vitrinlerle birlikte tümüyle yenilenecek. Tabelalar tek tip ve düzenli hale getirilecek. Çalışmalar tamamlandığında, tarihi çarşılar Bursa’ya yakışır hale gelecek. Atatürk, İnönü ve Cumhuriyet caddelerindeki cephe yenileme çalışmaları ve düzenlemelerini de düşünürsek Bursa merkezdeki çarşılar oldukça farklı bir seviyeye ulaşmış olacak. Bir diğer çarşı olan Tarihi Irgandı Köprüsü’nü de beraberinde düşünürsek, birçok otelin ve alışveriş merkezinin açıldığı Bursa, turizmin Türkiye’deki atardamarı haline gelecek. Bursa’nın çarşıları saymakla bitmiyor ancak belli başlıları şunlar: (Kaynak: www.btch.org.tr, Raif Kaplanoğlu, www.bursa.bel.tr, Çarşının Öyküsü-Bursa Kitaplığı) Bakırcılar Çarşısı “Yapılan araştırmalar, Anadolu’da bakırcılığın gelişiminin çok eski tarihlere dayandığını, bakır cevher yataklarının eskiden beri işletildiğini doğrular. Anadolu sanatında önemli bir yeri olan bakır, süslemeye de çok elverişli bir madendir. Ayrıca en çok kullanılan maden de bakırdır. Kapı tokmakları ve süslemelerinin, mutfak araçlarının, takıların, müzik aletlerinin, hayvan koşumlarının, tarım araçlarının ve mimaride kullanılan araçların yapımında kullanılır. Bursa’daki bakırcıların daha çok güğüm ve mangalları karakteristik özellikler gösterir. Bursa’daki bakırcılar, bugün de aynı adla anılan Bakırcılar Çarşısı’nda etkinlik göstermekteydi. Kadı sicillerinde bu çarşı adına sıklıkla rastlanıyor. 1760 yılında çıkan yangında, çarşıdaki ev ve dükkanlar tahrip olmuştu. Eskiden tüm torna atölyeleri de bu çarşıda bulunurdu. Çarşı, 1958 yılındaki yangında yanmasına karşın, büyük ölçüde aslına uygun biçimde onarıldı. Ancak ahşap olan tonozları betondan yapıldı. Özellikle doğudaki Taç Kapısı’nda, oldukça güzel bir tuğla işçiliği bulunuyor. Çarşının kuzey tarafında, yuvarlak kemerli alt kat dükkanları var. Geneli Konfeksiyon üzerine satış yapıyor.” Tahtakale Çarşısı “Bursa'nın en eski çarşılarından biri olan Tahtakale, kendi adıyla anılan mahallenin can damarıdır. Eski Köylü Pazarı’nın da kurulduğu Tahtakale, Bursa'nın tarihî ve kültürel kimliği açısından büyük öneme sahiptir. Osmanlı’dan önce Bizans döneminde Taht-El Kale olarak geçen bölge atların bağlandığı yer olarak kullanılıyordu. Aynı süreçte atlar için revir olarak kullanılıyordu. Osmanlı dönemi ile birlikte şehir kale dışına taşınmaya başlandığında bu bölgede bir mahalle ve çarşı ortaya çıktı. Taht-el-kale isminden dönüşen Tahtakale ismi Kale Altı anlamına gelir. Osmanlı döneminde bölgede tenekeciler, kasaplar, sakatatçılar, zahireciler vardı. Babadan oğula esnaf anlayışı halen devam etmekte olan bölgede 75-125 yıl arası aynı yerinde faaliyet gösteren 3 nesildir devam eden esnaflar halen bulunur. 1855 Bursa depreminden sonra Tarihi Tahtakale Hanı yapıldı. Esnafın yoğun talebine istinaden surların altıda dükkan olarak yapıldı. 2.Dünya Savaşı evveli Karacabey ovasında leylekler ile kartalların kavgası olmuş, buna istinaden halk kıyamet mi kopacak diye düşünmüştür, neticesi 2.Dünya Savaşı çıkmıştır. Karacabey'de meydana gelen bu olayda yaralanan leylekler Tahtakale'ye getirilmiş, bölgede bir leylek hastanesi kurulmuştur. Esnaf, leylekleri kendi elleri ile beslemişlerdir. Bursa'nın en iyi meyvesi, sebzesi, süt ürünleri, eti, balı her zaman burada satılmaktaydı ve buna istinaden Bursa'nın zengin kesimi halk deyimi ile Bursa sosyetesi buradan alışveriş yapardı. Merinos Fabrikası açılışına gelen Atatürk'ün Mudanya'ya demirleyen gemisine katırlarla buzlar içinde etler buradan gitmişti. 1958 Kapalı Çarşı yangınından sonra Kapalı Çarşı esnafı bölgeye rağbet etmiş ve bölgenin değeri artmıştır. 1998 yılında Tahtakale Hanı’nda çıkan yangın ile han tamamen yanmıştır. Bu bölgede sancıları halen hissedilen bu yangın, bölgeye rağbeti azaltmıştır. Tahtakale’de hala aynı mütevazi esnaf kimliği ile etin, peynirin, balın, sebzenin, meyvenin ve birçok ürün satılır.” Uzun Çarşı “Kapalı Çarşı’nın devamında, açık olarak bulunan çarşılar vardır. Önceleri Bursa çarşısı Kapalıçarşı’dan Tatarlara kadar uzamaktaydı. Bugün de, Batpazarı’na doğru uzanan çarşılara Uzun Çarşı adı veriliyor. Bu çarşıda sırasıyla elbiseciler, şekerciler, ayakkabıcılar ve bıçakçılar vardı. Bugün elbiseciler, ayakkabıcılar ve bıçakçılar kısmen bulunurken, şekerciler yoktur. 1927 yılında, İl Genel Meclisi görüşmelerinde Uzun Çarşı’nın üzerinin kapalı olduğu ve açılması kararlaştırılır. Belgelere göre Uzun Çarşı; Tahtakale’den Batpazarı ve Yiğitköhne Cami’nin yanında bulunan Galle Pazarı’na kadar uzamıştı. Bu çarşı daha sonraki yıllarda Bursa’ya yetmediğinden başka yerlerde de yeni çarşılar kurulmuştur. İkinci önemli çarşı da Atpazarı’nda bulunmaktaydı. Dükkanların geneli giyim üzerine satış yapıyor.” Eski Aynalı Çarşı “Orhan Külliyesi’nde bulunan bir hamamdı. Koza Hanı’nın yanında, ama ondan önce, 1339 yılında Orhan Bey tarafından Tophane’deki Manastır Medresesi’ne gelir sağlamak amacıyla yaptırılmıştı. Çifte hamam sınıfından olan hamamın duvarları kesme taş, kubbe kasnakları üç sıra tuğla, bir sıra kesme taş ile örülmüştür. Bir kenarı on iki metre, kare planlı soyunmalık bölümünden ılıklık bölümüne geçilir. Soyunmalık bölümünün üzerinde bir büyük kubbe vardır. Hamamda dört 27 bursa dokusu eyvan ile dört halvet odası bulunur. 1584, 1678 ve 1962 yıllarında onarılan hamam, son onarımdan sonra çarşıya dönüştürülmüştür. Orhan, Bıçakçılar, Kadınlar, Hallaçlar Hamamı adıyla da anılmış olan hamam, bugün daha çok antikacıların bulunduğu Aynacılar veya Karagöz Çarşısı adıyla biliniyor. Aynacılar Çarşısı denmesinin sebebi son onarımdan sonra bu çarşıya gelen bir tüccarın, çarşı duvarlarına ayna astırmasıdır. Hamamın çarşıya dönüştürülmesi sırasında bazı değişiklikler olmuş, tümüyle hamam özelliğini yitirmiştir. Kurnaları da kaldırılmıştır.” Okçular Çarşısı “En eski çarşılardan biri olan Tarihi Okçular Çarşısı İnönü Caddesi ile Gümüşçeken Caddesi arasında kalan yaklaşık 200 metrelik bir çarşı. Alacamescit Mahallesi sınırları içerisinde yer alan çarşının doğusunda Kayhan Çarşısı, batısında Tuz Pazarı bulunuyor. Nalıncılar Sok. Kütahyalılar Sok. Hamam Sok. Gümrük Sok. Bıçakcılar Sok. Okul Sok. ve Okçular Sok. çarşının 7 ayrı kolu ve kapısı konumunda. Tarihi Çarşılar ve Hanlar Bölgesi’nin 1500 metrelik ana aksı üzerinde yer alan çarşı, Heykel önüne, Ulu Cami’ye, Kapalı Çarşı’ya, metro istasyonlarına ve Kocaahmet Otoparkı’na yakınlığı ile alışverişe uygun konumda yer alıyor. 14.yüzyılın sonlarına doğru oluşan çarşı ve Şerafeddin (Alacamescid) Mahallesi günümüze kadar varlığını sürdürebilmiştir. Özellikle Osmanlı ordusunun ok, bıçak, kılıç ve postal ihtiyacının çarşıdan karşılandığı tarihi belgelere dayanır. (1516 yılında 250.000 ok siparişi) Yine çarşının ismindeki ok yapımındaki ustalığından geldiği rivayet edilir. Yüzlerce yıldır varlığını sürdüren tarihi çarşıda onlarca sivil mimari örneği yapının yanı sıra 1.Murat Hüdavendigar döneminden Kütahya (Çukur) Han ve Şerafettin Paşa Camisi (Okçular Camii) ve Nalıncılar Hamamı ile Fatih döneminden Karakadı Camisi bulunur. Son 25-30 yıl öncesine kadar çarşı ve civarında 28 her türlü ev, tarım ve kişisel ürünlerin (özellikle bıçak ve ayakkabı) imalatı ve satışları yapılırken bugün genellikle kişisel ürünlerin ticareti ön planda... Dükkanların geneli konfeksiyon ve ayakkabı üzerine satış yapıyor.” Tuz Pazarı “Adından da anlaşılacağı gibi tuz satılan pazarmış zamanında. Çoğunluk gıda üzerinedir. Tavukçular, sakatatçılar, peynirciler, zahireciler, balcılar, cevizciler, kestaneciler vardır. Önünde kurulan sürekli pazar yeri ile Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesi’ndeki en hareketli yerdir. Sebzenin, meyvenin, balığın en tazesi, çerezin, bakliyatın, süt ürünlerinin en iyisi bu pazarda sergilenir.” Gümüşçüler Çarşısı “Ulu Cami’nin hemen karşısındadır. Sultan Yıldırım Bayezıt döneminde, Ulu Cami’ye vakfedilmek amacıyla yaptırılmıştır. Bugün Kuyumcu Hamamı olarak da anılır. Söylenceye göre, hamamın yapımı sırasında taş taşıyan işçilerden birinin sürekli olarak, taşları camiye götürdükten sonra geri getirmesi sultanın dikkatini çekmiş. Sorunca da cenabet olduğu için kutsal bir mekâna taşları koyamadığını söyleyince, buraya hamam yapılmıştır. Duvarları moloz taşından örülmüş olan hamam, çeşitli felaketler nedeniyle çok yıpranmıştır. Hamam küçük ve tektir. 1707, 1551 ve 1718 yıllarında esaslı onarım gören hamam, uzun yıllar bakımsız bir durumda depo olarak kullanılmıştır. Soğukluğun üzeri 7 metrelik bir kubbeyle örtülüdür. Soğukluktan, sekiz dilimli bir göbek taşının bulunduğu bölüme girilir. Buradan da iki halvet odasına girilir. Bugün şahıs malı olup, tamir edilen hamam, halen işyeri olarak kullanılıyor. Hamamın çok uzun yıllar kahvehane olarak kullanıldığı eski gravürlerden anlaşılıyor. Hamam, yakın zamanlara kadar kahvehane özelliğini sürdürmüştü. Şimdi daha çok gümüşçülerin bulunduğu bir işyeri olmuştur. 1976 yılındaki gazete haberlerine göre Bekârlar Hamamı olarak anılıyormuş.” Kayhan Çarşısı “Bursa’nın en önemli çarşılarından Kayhan’da birçok kez yangın çıkmıştır. Hatta Bursa yangınlarının çoğu buradan çıkmaktaydı. Bunun nedeni, bugün bile mahallede bulunan demirci ve bıçakçıların ocaklarıydı. Çarşının Selçuk Hatun vakfı olduğu anlaşılıyor. Burada bazı günler sebze pazarları da kurulurmuş. Çevresinde ve Kapalı Çarşı’ya doğru ise, Bursa’nın ünlü bıçakçıları varmış. Bıçakçılar bugün halen aynı yerde faaliyetlerini sürdürmekteler. Evliya Çelebi bu çarşıda, yemiş pazarcılarının dükkânlarını meyve dalları ile süslediklerini yazar. Mevcut 11 pideli köfteci, 2 köfteci, 5 pideci, 3 kuruyemişçi, 3 lokanta, 2 ekmek fırını, 3 tatlıcı-börekçi, 3 kasap, helvacıbalıkçı- manav-bakkal ile gıda ağırlıklı olmakla beraber 3 hırdavatçı, 8 bıçakçı, 5 nakliyeci, 3 konfeksiyoncu, 5 demirci, 3 marangoz, 6 tenekeci, 2 kömürcü, 2 inşaat malzemecisi ve 5 kahvehane ile beraber muhtelif sanatkarları barındırıyor.” Bayathane “Tuz Pazarı Çarşısı’nda başlayıp, Tuz Pazarı Cami’nin yanında Cumhuriyet Caddesi’ne kadar inen caddedir Bayathane. İsminin nereden geldiğiyle ilgili çeşitli rivayetler bulunur. En kuvvetli olarak görünen Bayat Pazarı’ndan geldiğidir. Eski Eşyaların satıldığı, 2. el eşyaların satıldığı yerlere bayatpazarı denilirdi. Bununla ilgili iki pazar yeri vardı. Bir tanesi bugünkü Bat Pazarı denilen yer. Zamanla Bat Pazarı oldu. Diğeri de Bayathanedir. O da Bayat Pazarı’ndan Bayathane olarak değişti. Bir başka söylentiye göre ise, ekmeğin karne ile satıldığı İnönü zamanında burada bulunan bir fırın daha ucuza ve özellikle fakirlere bayat ekmek satarmış. Bayat ekmek satılan yer zaman içerisinde Bayathane olmuş...” 29 bursa dokusu 30 Batpazarı Çarşısı “Eski ve kullanılmış eşyaların alınıp satıldığı Bursa’daki tek çarşıdır. Çarşının esas adı, Bayat Pazarı olup, zamanla bu adı almıştır. Batpazarı’ndaki hanı Davut Paşa, 1517 yılında yaptırmıştır. Hanın ortasında ise mescit yaptırmıştır. Bu yapı yıkılınca, Şiblizade adlı bir kişi tekrar yaptırmıştır. Bu mescit, Tahtakale Mescidi olarak da geçer. Çünkü bu bölge, Bursa’nın ikinci Tahtakale’si idi. 1521 yılında ve 1765 yılında çıkan yangınlarda pazar büyük zarar görmüştür. Günümüzde de Batpazarı aynı işlevini sürdürüyor, eski ve ikinci el eşyaların satışı yapılıyor.” Bedesten Kuyumcular Çarşısı “Bedesten adı Bazzazistan’dan galattır. Anlamı bez satılan yer demektir. Bu tarihte en değerli mal olan ipek ve kumaşların satıldığı yer anlamına gelir. Bu değerli ürünleri satan çarşı da, her tarafı kapalı bir biçimde tasarlanmıştır. Buna da her kentte Kapalı Çarşı denilmiştir. Bursa’nın en önemli ticari merkezidir. Eskiden bedesten olarak Orhan Bey’in yaptırdığı Emir Hanı kullanılıyormuş. Daha sonra bugün bile aynı amaçla kullanılan Yıldırım Bayezid yaptırdığı bedesten kullanılmaya başlanmış... Bedesten, Bursa Çarşısı’nın merkezinde yer alır. Diğer çarşılar bunun çevresinde kurulmuştur. Evliya Çelebi’ye göre, Bedesten’in dört çevresi kuyumcular çarşısı imiş. Bunun çevresinde Gazzazlar Çarşısı, Kavukçular Çarşısı, Takkeciler Çarşısı, İplikçiler Çarşısı, Bezzazlar/Bezciler Çarşısı, Halat Çarşısı, Gelincik Çarşısı ile Hallaçlar Çarşısı ile çevrili imiş. Bu çarşıların üzeri, önceleri kurşun örtülüydü. Bazı yerlerinde demir pencereleri vardı. Yine Evliya Çelebi’ye göre bu çarşının her köşesinde mutlaka bir çeşme varmış. Ayrıca bugünkü yeni Kapalı Çarşı’nın uzantısı olan; Saraçhane Çarşısı varmış ki bu çarşıda her türden esnaf varmış. Uzun Çarşı’da Pirinç Hanı yanında ise Kebabçılar Çarşısı varmış. Ayrıca bir de Bakkallar Çarşısı... Burada bulunan hoşafçıların, sadece Bursa’da bulunduğunu yazan Çelebi, ipek çarşılarının da güzel olduğunu yazar. Dükkanların çoğu kuyumculuk üzerine satış yapıyor.” Gelincik Çarşısı “Dört kubbeli olan bu yapının hemen yanında beş kubbeli Sipahi Çarşısı bulunuyor. Bedesten’in kuzeyinde kalır. Bu çarşıda Hallaçlar olduğu için Hallaçlar Çarşısı olarak da anılır. Sipahi Çarşısı’na paralel olarak uzanır. İshak Paşa tarafından, 15. yüzyılda, Sultan Çelebi Mehmet döneminde yaptırılmış. Ayverdi ise Fatih devri yapıları içinde görülür. Bu çarşı, vakfiyelerde geçen Gelincik Sultan ile ilgili olmalıdır. Ancak bazı kayıtlarda çarşı, Fatih’in vezirlerinden Dayı Karaca Bey tarafından, Karacabey’deki imaretine gelir getirmesi için yaptırıldığı kayıtlıdır. Aslında kırk dükkân olması gereken bu handa bugün ancak yirmi bir dükkân vardır. Duvarları, taş ve tuğla ile örülmüş olan hanın üzeri dört kubbe ve tonozlarla örtülmüştür. Sipahi Çarşısı ise beş kubbelidir. Kubbeleri oldukça yüksektir. 1958 yılındaki yangında büyük hasar gören han onarılıp yeniden hizmete açılmıştır. Kâzım Baykal’a 1950 yılından önce kubbeleri yıkık durumdaymış. Kubbeler 1970’li yıllarda yapılmıştır. Bugün handa, yorgancı ve diğer mobilyacı esnafları bulunmaktadır. Bu biçimiyle, halen çarşının Hallaçlar özelliği sürmektedir. 1618, 1645 yıllarında esaslı onarımlar görmüştür. Bursa’da en özgün biçimiyle günümüze gelmiş hanlardan biridir.” Sipahi Çarşısı “Bursa’nın en ünlü çarşılarından biridir. Kapalıçarşı ile Cumhuriyet Caddesi arasındadır. Bedesten’in yanında bulunan Sipahi Çarşısı, Karaca Bey tarafından Sultan Çelebi Mehmet döneminde yaptırılmıştır. Bu Karaca Bey, Fatih’in vezirlerinden olan Dayı Karaca Bey olmalıdır. Çünkü kayıtlarda Karacabey’deki imaretine getirmesi için Bursa Yorgancılar Çarşısı’nı yaptırdığı kayıtlıdır. Duvarları taş ve tuğla ile örülmüş olan çarşının üzeri, beş büyük kubbe ve yuvarlak tonozlarla örtülüdür. İki taraflı olarak yirmi dört dükkân bulunan çarşıda eskiden seksen yedi dükkân olduğu savunulur ki bu doğru değildir. 1536, 1616, 1685, 1777 yıllarında yapılan onarımlarda birçok değişikliğe uğrayan çarşı, 1958 yılında yapılan son onarımla aslına uygun olarak yeniden yapılmıştır. Bu çarşının kuzeyinde, çarşıya paralel uzanan bir başka çarşı varmış. Cumhuriyet/Hamidiye Caddesi’nin açılması sırasında yıkılmıştır. Çarşıya çeşitli dönemlerde Yorgancılar, Sandıkçılar, Döşekçiler, Sipahi Pazarı adları da verilmiştir. Bugün de çarşıda, çoğunlukla yorgancı ve mobilyacı esnafı bulunur.” Demirciler Çarşısı “Demirciler yüzyıllarca körüklerinin başında kor yakıp; demir kızdırıp, dövüp, keskinletip, su verip, çelikleyip; ok bertip, kargı hazırlayıp, zırh yassıtıp orduya silah yaptılar. Demirciler Çarşısı’nda devamlı çekiç seslerinden oluşan madeni musikî duyuluyordu. "Dan Dun Dan, Çan Çun" sesleriyle çarşı çınlardı. Bursa'nın demircileri: "Alemde en sağlam, keskin bıçağı, kılına yapıyoruz. Zaferlerde bizim dövdüğümüz kılıçların, kargıların büyük ehemmiyeti ve payı var" diye söylerlerdi. Çoğunlukla Sivaslılardan oluşurdu demirciler. Zaman içerisinde çoğaldılar ve Sivasiler Mahallesi bu şekilde ortaya çıktı. Şimdi ise çok azlar. Hala aynı "Dan dun" sesi yankılanıyor.” Demirciler Çarşısında 40 adet dükkan bulunuyor, bu dükkanların geneli sıfır ve ikinci el eşya alım satımı yapıyor.” Yorgancılar Çarşısı “Bursa'nın eski bir çarşısıdır. Kapalı Çarşı’nın bir bölümünü oluşturur. Bedesten’in hemen yanından, kuzeygüney istikametinde uzanan çarşı, halen aynı adla anılır. Çarşının bir ucu, Sipahiler ve Gelincik Çarşısı ile Bedesten’e açılır.” Çancılar Çarşısı “Daha çok tahta eşyaların satıldığı bir çarşıdır. Hayvanların çanlarının satıldığı bir yer olduğu için bu adı almıştır. Çarşıda hiçbir yerde bulamayacağınız 31 bursa dokusu herhangi bir şeyi Çancılar’da bulabilirsiniz. Hırdavatçılar, tahta eşya satıcıları, evcil hayvan satıcıları bulunur.” Ertaş Havlucular Çarşısı “Bursa denince akla ilk gelenler arasındadır havlu. Havlucular ise yine Bursa’nın simgesi Ulu Cami’nin hemen yanındadır. Yeni restorasyonu ile üzeri kapatılarak yaz kış rahat alışveriş imkanı sağlar. Eski Sahaflar ve Gelinlikçiler “Ulu Cami kuzeyinde bulunan çarşı, 32 çarşı bölgesinde alışverişin ilk başladığı yerlerdendir. Ulu Cami inşaatı sırasında işçilere ekmek dağıtan Somuncu Baba’nın ve Eskici Baba'nın bu çarşıda dükkanları olduğu söylenir. Yarısından fazlası vakıf malı olan 65 dükkan bulunur. Ağırlıklı olarak Ulu Cami’ye gelen turistlere yönelik hediyelik ürünler ve dini yayınların satıldığı çarşı aynı zamanda gelinlik ve damatlık alacakların mutlaka uğradığı bir yerdir. Ulu Cami kuzey kapısından caminin bahçesine çıkıldığında 2 şadırvanın arasından Eski Sahaflar ve Gelinlikçiler Çarşısı’na inilir.” Gümüşçeken “Atatürk Caddesi’nde Tayyare Kültür Merkezi’ni Doğu’ya doğru geçtikten sonra aşağıya doğru inen cadde Gümüşçeken Caddesi’dir. Tuzpazarı Çarşısı’na kadar uzanır. Tarihi Çarşı ve Hanlar Bölgesindeki oteller burada bulunur. Aynı zamanda bu caddede çarşının en büyük otoparkı vardır. Gümüşçeken ismi isminden de anlaşılacağı gibi gümüş çekmek işinden gelir. O zamanın resmi kıyafeti olan kaftanlar giyenin gücünü sembolize ederdi. Bu yüzden zamanın en kıymetli kumaşlarıyla yapılırdı. En 33 bursa dokusu çok kullanılan kumaş, ipekten sık dokunan, sert ve parlak bir kumaş olan Atlas'tı. En değerli kumaş, "Seraser" idi. Dokumasında saf veya ılım alaşımlı gümüş tel kullanılırdı. İşte bu gümüş teller, gümüş plakalardan bugünkü Simkeş (Sırmakeş) Cami civarındaki evlerde yapılırdı. Sim ya da sırma gümüştür. Bu caminin adı buradan, 34 caddenin adı da bu camiden gelmiştir.” İvaz Paşa Çarşısı “Cumhuriyet Caddesi’nin güneyinde, 15. yüzyılın ikinci yarısında İvaz Paşa tarafından yaptırılmıştır. Hanı, Cumhuriyet Caddesi ile İvazpaşa Mescidi arasındaydı. Bugün yoktur. 1958 Bursa Kapalı Çarşı yangınından sonra tamamen yıkılmış olan yapıdan sadece bazı ufak duvar kalıntıları kalmıştır. Bu hanın kuzeydoğusunda ise Karacabey Hanı, onun karşısında da Kuşbazlar Hanı vardı. Bu hanların hiçbiri bugün kalmamıştır. İvaz Paşa Çarşısı’ndaki dükkanların geneli mobilya ve aksesuar üzerine satış yapar.” 35 bursa dokusu Nilüfer Köylü Pazarı “Çeyiz dükkânları, baharatçılar, taze meyve ve sebze dükkânlarıyla çarşı bölgesinin önemli pazarlarından biri olan Nilüfer Köylü Pazarı her zaman kalabalıktır. Nilüfer Köylü pazarı içindeki Aşıklar Çayocağı'ndan günün her saati bağlama sesi duyma imkanınız vardır. Dükkanlar meyve sebze, baharat ve çeyizlik üzerine satış yapar. Özellikle el emeği çeyizliklerinin en çok çeşidi buradadır.” Kapalı Çarşı Alt Çarşısı “Kapalı Çarşı'da meydana gelen büyük yangından sonra yeni yapılan 36 Kapalı Çarşı inşaatında çarşının altı sığınak olarak yapıldı. Daha sonra 1963 yılında zamanın valisi tarafından çarşı civarındaki seyyarlara yaymacılar yerleştirildi. 1966 senesinde de dükkanlar açılarak alt kat çarşısına dönüştürüldü. Her türlü giyim eşyası mevcut.” Ulu Cami Caddesi Çarşısı “Ulu Cami Batı duvarından aşağıya doğru uzanan cadde boyunca olan çarşıdır. Bakırcılar, Kapalı Çarşı ve Ulu Cami’nin ortak alanı olduğundan çarşının en hareketli yerlerindendir. Yiyecek içecek yerleri çoğunluktadır. Bursa'nın pek çok meşhur tatları buradan çıkmıştır. Dükkanların geneli havlu ve çeyiz üzerine satış yapar. Çiçekçiler Çarşısı “Orhan Cami bahçesinden Orhan Boğazı’na doğru çıktığınızda ya da belediye binasından Tuz Pazarı’na doğru inerken çiçek kokuları duyulur. İşte orası Çiçekçiler Çarşısı’dır... Toplamda sadece 8 tane dükkan olsa da bütün çarşının çiçeği buradandır. Taze kesme, saksı ve yapma çiçekleri ile sabah erken saatlerden, geç vakitlere kadar hizmet verirler.” 37 yakın plan İçi dışı “yaşayan” fasıl kutusu Fotoğraflar: Korcan Karaoysal, Engin Çakır Yerdeki sokak taşlarından, etraftaki tarihi evlerin insana huzur veren ruhani ortamına, her köşesinden anlayabilirsiniz bu sokağın gizemli olduğunu… Tarih ve zamanın içerisinde üç büyük ilahi dinin kutsallığını taşıyan Bursa’da, Yahudi sokağı olduğunu tebessüm ederek hatırlatan bir dosttur Arap Şükrü Sokağı… 38 Arap Şükrü, Bursa gecelerinin sokağıdır. Bu gecelerde insanlar, yudum yudum Bursa’yı demlenir, içtenliğin gezintisine çıkarlar. Balıkçı Reşat bir başlangıcın resmidir Bursa Altıparmak’ta. Sade ve uzun bir caddeye paralel uzanan bambaşka bir dünyanın habercisidir. Asılı ampuller ve iri balıklarla bir cümbüşün başladığını müjdeler. Kısaca arkasındaki dünyanın, başka bir anlatımla rakı-balık ikilisinin göze yansıyan ilk parçasıdır. Balıkçı Reşat’la başlayan Arap Şükrü Sokağı, eski ismiyle Yahudilik, balık yeme kültürünü ve eğlence anlayışını en güzel şekliyle yansıtan değerli bir sokaktır. Gizem dolu bu köşe; içinde balık lokantalarını, çorbacıları ve fasıllı eğlence mekânlarını barındıran, trafiğe kapatılmış tam bir eğlence kutusudur. Sadece eğlence kültürüne değil sanatçılara da sahip çıkan bir hüviyet sahibidir aynı zamanda. Sokakta yerlerde her 5 metrede bir üstünde Bursalı ünlü sanatçıların isimlerinin yazılı olduğu plakalar vardır. Bu sayede kent kimliği de ayakta tutulur. Bursa’da yaşamlarını sürdüren 50-60 hane Yahudi nüfusun ibadete açık olan Geruş Sinagogu da bu sokaktadır. Her köşesinde ise ayrı bir nağme yükselir, meyhane kültürü en ince ayrıntılarına kadar yaşanır. Arap Şükrü Sokağı’nda, kanunun kemanla olan dansı, darbukanın klarnetle olan flörtüyle devam eder. Osmanlı'nın ilk başkenti olması, birçok anıtsal cami ve türbe barındırması nedeniyle, adeta dinsel bir peyzaj sergileyen Bursa'da, Osmanlı döneminden miras bir ''kent kültürü'' geleneği olarak meyhanelerin de kendine özgü geleneksel mekânlarında yaşam şansı bulup sürdürülebilir kılınması ise, bu şehir insanları için tam bir uygarlık gösterisidir... 39 yakın plan Sokağı en renkli kılan özelliği ise Balıkçı Reşat ile Arap Şükrü arasındaki eşsiz hizmet yarışıdır. Balıkçı Reşat deniz ürünlerine verdiği değerle, Arap Şükrü ise salaş meyhane mezeleri ile nam salmış restoran sahipleridir. Arap Şükrü Sokağı’ndaki eski ama bakımlı lokantalarda ve doyumsuz sokak masalarında gerçekleşen sohbetleri zenginleştirebilecek mezeler, damağınızda uzun süre kalabilecek bir tatta… 40 Arap Şükrü Sokağı’nın mevcutta bir manzarası yoktur ancak tophanenin yamacında daracık bir sokak olmasına rağmen kendi manzarasını kendisi yaratır. Özellikle mavi saatlerde ve geceleri o dar sokakta oluşan ortam görülmeye değerdir. 41 yakın plan Eskiden beri Bursa’da fasıl mekânı olmuş olan Yahudilik, yaz aylarında ağırlıkla turistleri ağırlayan kimliğiyle Bursa’ya gelen herkes için mutlaka gidip zaman geçirilmesi gereken bir ortam. 42 43 yakın plan Sanat Müziği’nde Fasıl Fasıl denince akla bin bir türlü tanım gelse de işin aslı Türk musikisinde yatar. Bir bestekarın aynı makamda bestelediği iki beste ile iki semaiye verilen isimdir fasıl. Mesela Dede Efendi’nin Sultân-ı Yegâh faslı demek, bestekârın o makamda bestelediği iki beste ile iki semai anlamına gelir. Birinci beste ağır karakterli Darb-ı Fetih, Ağır Çenber, Darbeyn gibi usullerle bestelenir. İkinci beste daha hızlı, canlı ve kısadır. Hafif ve Muhammes gibi usullerle bestelenir. Geniş manasıyla Fasıl, bir konser programı anlamına geliyor. Eserler aynı makamdan olmak şartıyla usullerine göre sıralanarak icra ediliyor, Rast ya da Mâhur Faslı gibi. Eski icralarda ise bu sıra şöyle: herhangi bir sazla baş taksimi, Peşrev, 1. Beste veya Kar, 2. Beste, Ağır Semai, çeşitli şarkılar, Yürük Semai, Saz Semai, istenirse bir de oyun havası. Şarkıların aranağmelerle birbirine bağlanmasından başka aralarda saz ile taksim yapmak veya söz ile gazel okumak da adetten sayılıyor. Elbette ki bu işin hayat bulduğu yerlerin birçoğunda, özellikle de “malum” sokağımızda, “hariçten gazel istemek, zabıtacen yasak” filan değil. 44 Fasıl heyetlerinde bulunan sazlar, zaman içinde değişimlere uğramış. Santur, Rebab, Lavta gibi sazlar unutulmuş, yerine yenileri gelmiş... 19. asırda sine kemanın yerine keman geçmiş ve klarnet yayılmış... Viyola, viyolonsel gibi Batı sazları görülmeye başlamış... Eskilerde 40 hanende (ses sanatçısı) ve 40 sazendeden (saz sanatçısı) oluşan 80 kişilik fasıl heyetleri konserler vermiş. “Ser-Hânen” (Fasıl Şefi veya Yöneten) ise elindeki def ile faslı idare edermiş... Hatta eskiden kalabalık ses topluluğuna eskiden “Küme Faslı” denirmiş... Bu topluluklar musikimizin tek seslilik yapısı içinde, geniş ve yüksek bir ses hacmi sağlamak ve bunu geniş dinleyici kitlesine duyurmak için kurulmuş. Bir de İnce Saz/Kaba Saz ayrımı vardır ki faslın geçmişine ışık tutar. İnce Saz, Küme Faslı gibi kalabalık saz ve ses topluluğu değil... Şarkı Türkü ağırlıklı; saray, köşk, konak ya da evlerde, tekke meydanı gibi yerlerde, oda müziği gibi az sayıda müzisyen tarafından icra edilirdi. 8. yüzyılın Avrupalı seyyahlarından Osmanlı edebiyat, kültür ve müziğini iyi tanıyan Toderini, İnce Saz - Kaba Saz ayırımını yapar. Mehterhane ve savaş çalgılarının yer aldığı kümeyi Kaba Saz, oda müziği yapan diğer sazlardan oluşan kümeyi de İnce Saz olarak anlatır. İkinci Meşrutiyeti izleyen yıllarda İstanbul’da ilk kez halka açık Türk Musikisi konserleri verilmeye başlanır. Tanburi Cemil Bey’in de katıldığı bu konserler Tepebaşı Gazinosu’nda yapılır ve 15 kişilik topluluklardır. 3. Selim ( 1789 1807) yıllarında başlayan Batılılaşma hareketleri sırasında Fasıl Müziği de etkilenerek ikiye ayrılır. Batı çalgılarının da yer aldığı Fasl-ı Cedid ve geleneksel fasıl heyeti Fasl-ı Atik. TRT Ankara, İstanbul ve İzmir Radyolarında devam eden geleneksel fasıl programlarının yapısı ise çoğunlukla 30-40 ses ve 15-20 saz sanatçısının birleşiminden oluşuyor ve bir şefin yönetiminde yapılıyor. 1950′li yıllardan beri sadece makam isimleriyle, Kürdili Hicazkar Faslı, Mahur Faslı, Nihavend Faslı gibi adlandırılıyor. Program içerikleri ise şöyle: Peşrev, Ağır Aksak, Sengin Semai, Devr-i Hindi, Türk Aksağı, Aksak, Düyek, Curcuna, Yürük Semai, Yürük Aksak ve Saz Semai’sinden oluşuyor. Ara Taksimi ve Gazel ile akış içinde renklendirilip icra ediliyor. 45 odak noktası Hayata acemi bir “merhaba” Yaşam temalı bu sayımızda odak noktası köşemiz, bir ailenin mutluluk sürecine ortak oluyor. Doğum öncesi ve doğum sonrası süreci yansıtan bu fotoğraf öyküsü, kendi hikayesini kendi yazıyor. Adım adım yaklaşan bir yaşamı ve yaşamın ilk günlerini yansıtan bu kareler, hepimizin hayatının tam ortasından... Fotoğraflar: Demet Argun Güngör Anne: Rana Baba: Çağlar Bebek: Berra 46 47 odak noktası 48 49 odak noktası 50 “Bunlar ilk nefeslerim. Onca sensiz günün ardından dünyaya geldim işte. Ortak oldum yaşamınıza. Muhtacım sevilmeye. Annecim neredesin? En çok sana geldim. Ellerimden tut, sakın bırakma. Sıcaklığın hep yanımda olsun, ayrılma. Ancak senin yanında güvendeyim. Sesini duymalıyım, kokunu almalıyım. Beni nefessiz bırakma.” 51 odak noktası 52 53 kadın sağlığı Vajinal gevşeklikte lazer tedavisi Op.Dr. Sena Kutucu Intimalase; vajinal gevşeklik sendromunun tedavisinde kullanılan bir lazer prosedürü... Intimalase aynı zamanda patentli, yeni geliştirilmiş, invazif olmayan ve klinik araştırmalarının sonuna gelmiş bir er: yag lazer tedavi yöntemi... Kadın üreme organı; gebelik ve doğum, yaş, hormonal etkenler, genetik yapıdan kaynaklanan problemler ve bunun gibi birçok etkenin rol oynaması sebebiyle zamanla çap olarak genişler. Artan çap ve kaybolan kıvrımlar kadınların ve partnerlerinin cinsel yaşantısını etkilemekte olup, sosyal ve psikolojik olarak birçok travmaya yol açabilir. Intimalase artmış olan vajinal çapın daralması için lazer gücünü kullanarak erken dönemde dokudaki proteinlerin kasılmasını, ilerleyen dönemlerde ise yenilenmesini ve çoğalmasını uyarır. Lazer bu konuda o kadar etkili olur ki; henüz uygulama sonrasında dahi vajinal çaptaki daralma %15’lere ulaşır ve takip eden dönemde ise bu daralma devam eder. Tedavinin sonunda, 54 intimalase ile yapılan tek seanslık uygulama vajinal gevşeklik problemi olan çoğu kadında yeterli daralmayı sağlar. Daralmadaki bu artış cinsel ilişki sırasında oluşan sürtünmeyi, hastaların ve partnerlerin cinsel zevkini yüksek oranda artırır. Intimalase ile yapılan klinik araştırmalar hastaların 95%’inde hem hastalar ve hem partnerleri tarafından orta ve güçlü derecede fark edilen darlık artışı olduğunu gösteriyor. Üstelik bu hastaların büyük kısmı tek seanslık uygulamayı yeterli buluyor. Sadece az sayıda hasta, ikinci bir seansa ihtiyaç duyuyor. Tedavi sonrası elde edilen sonuçlar kalıcı mı? diye sorarsanız; evet kalıcı... Şu ana kadar yapılan çalışmalarda darlıklarında gerileme olan bir hasta görülmedi. Yine de uzun dönemde 2 yılda bir seansların tekrarlanması düşünülebilir. Özetle intimalase; vajinal gevşeklik sendromu için güvenli, çabuk, minimal invazif ve kolay bir çözüm olmakla beraber, cerrahi kesi, anestezi gerektirmeyen mucizevi bir yöntem... Hastalar tedavi sonrası günlük ve cinsel aktivitelerine devam edebilirler. Başarı oranı ve hasta memnuniyeti çok yüksek olan intimalase ile az sayıda seansla yüksek oranda başarı elde edilir. Sağlıklı ve mutlu günler dileğiyle… 55 genel sağlık Baş boyun kanserlerinde sigaranın rolü Op.Dr. Vasıf Soysal Doruk Sağlık Grubu Baş boyun bölgesi kanserleri: cilt, dudak, ağız içerisi (oral kavite), yutak (orofarenks, hipofarenks), gırtlak(Larinks), burun boşluğu, paranazal sinüsler, nazofarinks, boyun, tükrük bezleri, tiroid bezi kanserleri baş boyun bölgesi kanserlerinden oluşur. Baş boyun bölgesi kanserleri tüm vücut kanserlerinin % 9’unu, ölümlerin % 4’ünü oluşturur, erkek - kadın oranı ise 4-5/1’dir. Baş boyun bölgesi kanserleri içerisinde en fazla gırtlak kanserleri (% 45-50) görülür. Baş boyun bölgesi kanserleri gelişiminde ilk sırayı sigara alır, sigara ile birlikte alkol de kullanılırsa kanser gelişme riski artar, bunların dışında genetik faktörler, beslenme, çevresel faktörler, hijyenik faktörler, endüstriyel temaslar, radyasyon ve bazı viral ajanlar rol oynar. Sigara içme sürelerine, günlük içilen sigara sayısına, sigaranın özelliğine göre de kanser gelişim oranı değişir. Filtreli ve düşük zift bulunduran sigara içenlerle, pipo içenlerde risk orta derecededir. Alkol baş boyun kanserleri için bağımsız ve önemli bir risk faktörüdür. Sigara ve alkolün ortak tesiri, yalnız başına sigara veya alkole göre kanser riskini % 75’in üzerinde artırır. Sigara dumanı, 4000’den fazla farmokolojik olarak aktif, kanser yapıcı bileşik içeren bir karışımdır. Poliaromatik hidrokarbonlar, heterosiklik hidrokarbonlar, N-nitrozaminler, aromatik aminler, aldehitler, uçucu karsinojenler, inorganik bileşikler ve radyoaktif elementler dahil 43 adet karsinojenik madde sigara dumanında 56 tanımlanmıştır. Bu maddeler kanser oluşumunda DNA’ya bağlanarak onu hasara uğratırlar ve hücrelerde kontrolsüz çoğalma başlar. Baş boyun bölgesi kanseri olan hastalarda yapılan çalışmalarda % 70 hastanın 20 yıl üzerinde sigara içtiği, % 10 hastanın 10 yıl sigara içtiği tespit edilmiştir. 10 yıl sigara içmiş olanlar ile hiç içmemiş olanlar arasında önemli fark bulunamamıştır. 10 yıldan fazla sigara içenlerde kanser gelişme riski 5-35 kat fazladır. Baş boyun bölgesi kanserlerinde belirtiler: cilt, dudak, ağız içerisi gibi görünen kısımlarda uzun süre iyileşmeyen yara, burunda tıkanıklık, kanama, yutma güçlüğü, ses kısıklığı, boğaz ağrısı, ağızdan kan gelmesi kanserin bulunduğu bölgelere göre değişik şikayetler görülür. Baş boyun bölgesi kanserleri içerisinde en fazla gırtlak kanserleri görüldüğü için gırtlak kanserleri ile ilgili önemli birkaç noktaya değinmek gerekiyor. Gırtlak kanserlerinin %70’i 40-60 yaşlarda erkeklerde sık görülmekte fakat son zamanlarda kadınlar arasında sigara kullanımının artması ve sigara başlama yaşındaki düşüşten dolayı daha genç yaşlarda ve kadınlarda da sık görülmeye başlamıştır. Gırtlak kanseri tespit edilen hastaların % 95-98’inde sigara kullanımı vardır. 40 yaş üzerinde, 20 yılı aşkın sigara içen birisinde 2 haftayı geçen ses kısıklığı varsa gırtlak kanseri olmadığını ispat etmek gerekir. Gırtlak kanserleri erken belirti verdiği ve kolay tanı konduğu için sağ kalma süresi daha uzundur. Sigarayı bıraktıktan 5-6 yıl sonra kanser riski azalır, 15 yıl sonra hiç içmeyenle aynı duruma gelinir. Baş boyun bölgesi kanserlerinin tanısı, fizik muayene, endoskobik muayene, CT, MRI ve biopsi ile konur. Tedavisi genellikle ameliyattır, bazı kanser türlerinde kemoterapi ve radyoterapi uygulanabilir. Görüldüğü gibi sigara ile kanser arasında pozitif bir ilişki vardır. Sigara, özellikle alkol ile birlikte kullanıldığında kansere yakalanma riskini önemli ölçüde arttırır. Bugün sigara ile alkol kullanma alışkanlığı insan sağlığını sürekli tahrip ediyor ve bu alışkanlıkların mutlaka bırakılması gerekiyor, en önemlisi okullarımızda bu kötülüklerin gençlerimize bulaşmasını önlemek gerekiyor. Batı ülkelerinde sigara içme oranı gittikçe azalırken (%30), bizim ülkemizde bu oranın % 50-70’lerde olması son derece üzücüdür. Sağlıklı bir ömür dilerim. 57 genel sağlık Erken teşhis hayat kurtarır! Kanserden meydana gelen ölümlerde kalın bağırsak (kolon) kanseri, ikinci sırada yer alıyor. Fakat erken teşhis ile tedavi mümkün... 50 yaşına gelmiş herkesin Kolonoskopi yaptırmasında büyük fayda var. Op.Dr. Servet Yetgin Esentepe Hastanesi Kalın bağırsak kanseri ile ilgili bilinmesi gerekenler dört önemli konunun etrafında şekilleniyor. Çoğu kolon kanserinin polip şeklinde başladığını ifade edebiliriz. Polipler bağırsağın iç yüzeyinden gelişen uzantılardır. Poliplerin kansere dönüşebildiğini de biliyoruz. Bu sebeple 50 yaşına gelen herkesin kolonoskopi yaptırması sayesinde bu polipler kansere dönüşmeden saptanabilecek ve çıkarılabilecektir. Bir bilimsel görüşe göre 50 yaşa gelen herkes kolonoskopi yaptırırsa, kolon rektum kanserinden 10 ölümden 6'sının önüne geçilebilecektir. Kolonoskopide polip saptanmazsa, 10 yıl boyunca tekrar kolonoskopiye gerek olmayacaktır. Ancak kolonoskopide anormal bulgular varsa daha sık kolonoskopik incelemelere ihtiyaç olabilir. Ailede kolon kanseri görülmesi durumunda kolonoskopinin daha genç yaşta yapılması gerekir. Genelde 58 bir polipin kansere dönüşmesi için minimum 10 yıllık bir sürenin olması gerekiyor. Kolonoskopi işlemi artık zor bir işlem de değil. Kolonoskopi işleminde doktor, ucunda kamera ve ışık olan bükülebilir bir hortumu anüsten girerek kalın bağırsağınızı inceler. Hastaya genelde hafif anestezi uygulanarak hiçbir şey hissetmemesi sağlanır. Kolonoskopi hazırlığı hastalar için kafa karıştırıcı görünebilir. İşlem kısaca şu şekilde özetlenebilir. İşlem sırasında bağırsak içerisinin boş ve temiz olması inceleme için mutlak gerekliliktir. Bunun için bir gün önceden ağız yoluyla, sık sık tuvalete gitmeye yönelik ilaçlar içirilir. İşlem sabahı da anüsten içeri lavman yapılır. Bazı insanlara bu zor ve çileli bir iş gibi gelebilir. Buna çok takılmamak gerekir. Bu rahatsızlıkta utanma ve sıkılma durumunun olmaması gerekiyor. Barsak kanserinde belirti ve bulgular arasında, dışkıda kan, bağırsak alışkanlıklarında değişiklik, dışkıda son birkaç aydır incelme, kilo kaybı gibi belirti ve bulgular bulunur. Bu yakınmalardan bir veya bir kaçının ortaya çıkması durumunda utanma, sıkılma gibi saçma sebeplerden doktora gitmekten kaçınılmamalıdır. Yaş faktörünün de büyük önemi var. Kolon ve rektum kanserleri genellikle 50 yaşın üstündeki bireylerde görülüyor. Daha küçük yaşlarda da ortaya çıkabiliyor. Ailede bu kanserin görülmüş olması diğer aile bireylerinde de riski arttırıyor. Kırmızı etten zengin, liften fakir beslenme, sigara, alkol, egzersiz yapmama, şişmanlık gibi durumlar da riski arttıran diğer nedenler... Sizlere sağlıklı bir yaşam dilerim. 59 eğitimin psikolojisi Psk. Ayşegül Alkış “Anne-baba ben nasıl oldum?” Anne ve babaların en sıkıldıkları noktalardan biridir böyle bir soruyla karşılaşmak. “Ne desek, ne yapsak, duymazdan mı gelsek yoksa her şeyi açık açık anlatsak mı?” diye sorular uçuşur aklımızda. Kendi yaşamının başlangıcını arayan bu soru için cevabınız hazır mı? Çocuk için ne büyük bir keşiftir, yaşam nasıl başlıyor, ben nasıl oluştum diye düşünmek. Çevresini gözlemlediğini, kız-erkek olduğunu fark ettiğini, anne-baba ve karı-koca ilişkisini sorguladığını, iki kişiden nasıl üç kişiye geçildiğini düşündüğünü gösterir bu soru. Buradaki anlamı fark eder. Zaten yaşam sorusunun ardında hemen bir ölüm konusu da gelir. Anne sen ne zaman öleceksin, ben ölecek miyim, ölünce ne olur, cennet-cehennem nedir gibi. Burada anne babaların üzerinde durması gereken nokta çocuğun yaşı ve sorunun içeriğidir. 3-4 yaştan itibaren, çocuk bebeklerin nasıl olduğunu ve doğduğunu merak edebilir. Burada yaşına uygun bir yolla kısa açıklamalar yapılmalıdır. Çocuğun sormadığı soru kesinlikle cevaplanmamalıdır. “Anne ben nasıl doğdum” gibi bir soruda hemen ilk taktik “Sence nasıl doğdun” sorusudur. Bu size çocuğunuzun bu konudaki bilgisini ve yorumunu verir. “Benceeee sen dua ettin, Allah da karnına bebek koydu” diyebilir. Böylece bu cevap bizi 60 çocuğumuzun kafasını karıştırmaktan kurtarır. Ama “bilmiyorum, sen söyle” derse. “Babanla ya da annenle (soruyu sorduğu kişiye bağlı olarak) ben birbirimizi sevdik, sonra çocuğumuz olsun istedik, sen oldun” ilk temel cevaptır. Bu çocuğu biraz sakinleştirecektir. Yine sorular devam ederse “annenle-babanla çocuğumuz olsun istedik, sonra sen karnımda büyümeye başladın, sonra doktor amca sen hazır olunca seni oradan aldı” gibi net cevaplar iyi olacaktır. Unutulmaması gereken nokta, çocuğu cevapsız bırakmamaktır. En azından cevap veremeyecek bile olursanız, “dur ben düşüneyim akşama sana cevap veririm” demek, o sırada uygun cevabı bulmak gereklidir. Bir diğer önemli nokta da çocuk soruyu kime soruyorsa o kişinin bu soruyu cevaplamasıdır. Evde anne veya babaya bu soruyu yönelttiğinde diğer ebeveyne göndermek çocuğun kafasını karıştıracaktır. Çocuk zaten evde diğer ebeveynin olduğunu bilerek sizi tercih etmiş demektir, bu konuda sizinle konuşmayı seçmiş demektir. Bu nedenle bu seçime-karara göre konuşmak önemlidir. Yaşamın başlangıcını sorgulamak ve bununla ilgili bilgi almak çocuğun anne ve babasının çocuk sahibi olmayla ilgili duygularını ilk gördüğü zamandır. “biz seni çok istedik, karnımda çok güzel büyüdün, baban da çok heyecanlıydı, doğduğunda çok güzeldin” vb. gibi cümleler çocuğun kendisini iyi hissetmesini sağlayacaktır. “O dönem çok kilo aldım, hep bulantım vardı, karnımda bile rahat değildi, doğum çok zor oldu” vb. gibi cümlelerin çocuğun yanında söylenmesi de çocuğu suçlu hissetmesine ve istenmediğini düşünmesine sebep olabilir. Yaptığım görüşmelerde bu bilgilerin çok hassas ve dengeli verilmesi gerektiğini deneyimledim. Zaman zaman zor bir durumda kalınsa da olabildiğince doğru cevabı vermek ya da çocuğu doğru hissettirdiğine inanmak gerekiyor. Yaşamınızın hep güzel başlayıp, güzel devam etmesi dileğiyle… 61 dünyaya armağansın Yaşamın içinden bir “ses” Her ilkbaharda şahit olduğuz ve olmaya devam edeceğiniz, ancak hayatın hızından pek fark etmediğimiz bir doğa olayından, doğanın sesinden bahsetmek istiyorum. Elbette ki sesin ne olduğu konusunda yanılmış olabiliriz ama bir ses geldiği aşikar... Yazı: Serkan Duru - Kendi kapısının önünü süpüren adam Susanna Tamaro, yaşamla ilgili şunları söylüyor: “Ne çok sağır insan, ne çok kör insan yaşıyor çevremizde. Ne çok insan yaşamak yerine rol yapıyor? Bunun en çok kendilerine dokunduğunu göre göre neden böyle yapıyorlar? Çünkü belki de yaşamın doluluğu kabul etme, bunun kaynağı olan esrarı kabul etmekten geçiyordur. Korku bilgisizlikten doğar: Yön duygusu konusundaki bilgisizlik seçilecek yön konusunda da bilgisizlik yaratır. Yontucular, alçıları bir topuzla vurarak kırarlar. Uyuyan insanların karşısında da aynı şeyi yapmak, elleri çırpmak ve bağırmak gerekir: ‘Uyanın. Yaşam burada, şu anda ve senin. Kaçırma da yakala.’” * Birden bir ses duyarsınız. Sonra bir ses daha duyarsınız. Bir ses daha. Dikkat edince çam ağaçlarından geldiği fark edersiniz. Bakarsınız. Ağacın dalında bir kuş vardır. Önce, 62 sesleri kuşun çıkardığını sanırsınız. Ses farklı bir sestir. Beyniniz size yardımcı olmaya çalışır. Hafızanızdaki ses dosyalarını açar. Bir papağanın çekirdek yerken çıkardığı sese benzetirsiniz duyduğunuz sesi. Çok da anlam veremezsiniz. Çam ağacında papağanın ne işi olabilir. Hem sizin çam ağacının dalında gördüğünüz bir papağan değil, küçük bir sığırcık kuşudur. Kuşu ürkütmemek için, yavaşça yürürsünüz. Sesi duymaya devam edersiniz. Sesin küçük sığırcık kuşundan gelmediğine artık ikna olursunuz. Kuş aynı daldadır. Ancak sesler hep farklı farklı yerlerden gelmektedir. “Çıt, çıt,” sesleri bir sağdan, bir soldan, bir üstten gelmeye devam eder. Kimi zaman da birkaç yerden aynı zamanda gelir. Uzun uzun bakarsınız. Bir anlam vermeye çalışırsınız. Nereden geliyor bu sesler diye. Gözünün önündeki mucizeyi görmek istemez ya insan, aynen öyle göremezsiniz. Sonra bir şey fark edersiniz. Bir çam kozalağı. Yarı yeşil, hamlığını üzerinde atmaya çalışır. Uzun süren kıştan sonra bahara merhaba demek için, üstünden geçen turnalara, leyleklere merhaba demek için “çıt, çıt” diye ses çıkarmaya başlar. Bahar gelince doğa uyanıyor, her şey bir başka renkleniyor. İnsanların içindeki enerji olumluya dönüyor. Bahar yağmurları bereketiyle tüm toprak anayı yıkıyor, rüzgârlar saçlarını tarıyor, güneş tenini güzelleştiriyor. Ben de size çok da fark etmediğimiz çam kozalaklarının sesini duyurmak istedim. Baharın hepimize bereketiyle bolluk getirmesi dileğiyle… * Susanna Tamaro. Sevgili Mathilda, İnsanın Yürümesini Dört Gözle Beklerken. Gendaş Yayınları, İstanbul 1999, 17. Baskı, s.151. 63 kitabi Emine Civanoğlu Ey sevgili yaşam, bu şarkıyı da benim için çal Yaşam, herkese aynı davranmıyor. Bazılarını, köklü bir sülalenin kısır oğluna erkek evlat vermiş gelin gibi kucaklayıp bağrına basarken, bazılarını da çürümüş et gibi akbabaların önüne atıyor. Tabii yaşamın planlarından bağımsız olarak ve ona haddini bildirircesine harekete geçip bindiğimiz trenin uçuruma doğru olan yönünü değiştirerek bizi kurtaran, adına herkes tarafından ‘şans’ denilen ahbap da her zaman yan gelip yapmıyor. Yaşamın ayrımcılık yaptığı, kimilerini yalılarda, kimilerini çalılarda yaşattığı durumlarda ‘şans’ da her zaman armut toplamıyor. Yazdığı her şeyi güldüren, umutlandıran, inandıran, cesaretlendiren bir büyü gibi üstümüze üfleyen Ayfer Tunç, yaşamın ve şansın aynı coğrafyada bir avuç insana neler 64 Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi / Ayfer Tunç yapabileceğini, o insanların hayatlarının nasıl arapsaçı gibi birbirine dolanıp ama yine de su gibi hiç karışmadan kalabileceğini anlatıyor. Kimilerine olur, kitap orada öylece durur ama içeride türlü türlü olaylar cereyan eder ve sizin aklınız sürekli kitaba gider; sanki okumadığınız zamanlarda çok şey kaçıracakmışsınız ve kahramanlar sizden habersiz çok acayip şeyler yaşayacaklarmış gibi. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi, kitap rafında öyle kitap gibi durup duran kitaplardan değil. İçinde yaşamları hakkında başlangıçta fikir bile yürütemeyeceğiniz türden garip, normal, kaçık, temizlik hastası, saf, cahil, akıllı, fesat, iyi kalpliliği tiksinti düzeyinde, oralı, buralı, ciğeri “Böyle zamanlarda kadere lanet eder, bağırır, çağırır, rapor alıp evine çekilirdi. Evde pijamalarını giyip içine kapanır, raporlu olduğu süre boyunca dışarıya çıkmaz, doğru dürüst yemez içmez, hızla kilo verir, teyp ve kaset devrine çoktan geçildiği halde ısrarla kullandığı portatif pikabındaki kırkbeşlik plaktan sabah akşam ayını şarkıyı dinlerdi; Seçil Heper’den ‘Nur saklımızın, gül ki bahar bahtına yansın / Sen başka ziya, başka hayal, başka zamansın.’ Bu şarkının içli sözlerinde, gerçekleştiremediği kendisini buluyor; kader gülmüş olsa başka bir Ziya olacağına ama ne yazık ki yaşamın ona en beş para etmez, kalbi altın kadar ışıltılı insanlar yaşıyor. Hemşireler, başhekimler, bakan eşleri, esnaflar, müteahhitler, gece bekçileri, ev kadınları, üvey oğullar, taksiciler, paşalar, emekli edebiyat öğretmenleri, zabıtalar, muhasebeciler, kalburüstü mahalle esnafı, kalburdan düşmüşler, güzellik kraliçeleri, marangozlar, kaçak domuz avcıları, zengin halalar, eltiler, kayınpederler, serseri öğrenciler, kız gibi erkekler, erkek gibi kızlar, hanımlar, beyler… Hepsinin de ayrı ayrı roman olacak türden olaylarla dolu yaşamı, tek bir romanda hepsinin ağırlayan akşam yemeğinin yendiği dev masanın dantel örtüsü gibi örülmüş. Bu acayip örgünün ilmekleri arasında, kitabı elinize alıncaya kadar varlıklarının esamesi okunmayan bunca insanın ufacık bir mutluluğu bile çok gördüğüne bütün varlığıyla inanıyordu.” “Aramayı bile reddettiği için kedisine bir hayat arkadaşı bulamamış olan yalnız ve yorgun cerrah, ne zaman bu tür geri dönüşsüz operasyonları yapmak zorunda kalsa, kadere lanet konulu periyodik bunalımlarından birine girerdi. Kapısında yazan koskoca devlet ibaresine rağmen, devlet tarafından sürekli ihmal edilen; talepleri gerekçeli gerekçesiz geri çevrilen hastanede yaşanan araç, gereç, ilaç eksikliğinin kendisini bu operasyonlara çok sık mecbur ettiğini söylese tuhaflıkları arasında, akıllılarla deliler arasında kendinize bu kadar kolay, bu kadar çabuk ve bu kadar muhabbet dolu bir yer bulabildiğinize şaşırmayı bile unutacaksınız. Bir ucu 19. yüzyılda, bir ucu günümüzde geçen, zaman ve mekan sınırları olmayan bir kitap bu. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi görmüşlüğünüz, içine girmişliğiniz, içinde öyle ya da böyle herhangi bir nedenle kalmışlığınız, öyle bir yeri yakından tanımışlığınız var mı? Böyle bir yerde akıl aramak pek mantıklı olmayacaksa bile onca akıl yoksununun bunca akıllıyı sulu götürüp susuz getirecek türden garipliklerine alışmanız sadece birkaç sayfa sürecek. Bütün gün hastanede elinde kek de sık sık girdiği bunalımlar ve yaptığı ameliyatlar hakkında rivayet muhtelifti. İyimserler, cerrahın kurtarılabilecek organları malzeme yokluğu ve tıbbı donanım eksikliği nedeniyle kurtaramadığı için bunalıma girdiğini söylüyorlar; kötümseler, ise cerrahın yine bunalıma girdiği için kol, bacak veya kulak kepçesini kestiğini, bu organların çoğunun aslında kurtarılabilecek durumda olduğunu iddia ediyorlardı.” “Karadeniz şehirlerinden birinde, denize sırtını dönmüş biçimde inşa edildiği için görenlerin içinde anlamsız bir küslük duygusu yaratan tabağıyla gezen Nebahat Hanım’ın neden böyle saçma davrandığını, Bedia Hanım’ın üvey oğlu iken ikinci kocası olan Erdem Bey’in esrarını, Vekil Bey’in biricik oğlu yakışıklı damat Suphi’nin kumarbazlığının nelere mâl olduğunu, fotoğrafçı Karnik’in ününün nereden geldiğini öğrenmeye giden satırlarda başka başka ayrıntıların tatlı rayihasıyla dalıp gideceksiniz. Neler neler olacak siz okurken. Yanınızdan kimler kimler geçecek. Bazıları daha önce duymanıza imkan bile olmayan küfürleriyle, bazıları yağlı saçlarıyla, bazıları kendisinden yirmi beş yaş büyük karısına olan büyük aşklarıyla kalacak aklınızda. Kitapta toplam kaç karakter olduğunu yazarın kendisi bile pek kesin bilmiyor, bir Ruh Sağlığı Hastanesinin en üst katındaki konferans salonunda, konuk konuşmacı Ülkü Birinci, 14 Şubat Sevgililer Günü nedeniyle, Aşk: Özveri mi? Benliği Korumak mı? Başlıklı bir konferans veriyordu. Nietzsche’den aparttığı bir cümleyi konu başlığı olarak seçen Ülkü Bey, psikoloji doçentiydi, İstanbul’da uyduruk bir özel üniversitede görevliydi. Çoğunluğu mankafa olan öğrencilerine ders anlatırken kullandığı yüksek tansiyonlu üslubuyla konuşuyordu kürsüde.” zaten siz de çoğunu unuttuğunuzu zannedeceksiniz kitap bitince. Öyle olmayacak oysa; bir gün Etiler’de bir restorana gideceksiniz ve daha “Etiler’de bir restoran” derken, kumarhaneci Reşat Özyılmazel’i yani Mesarati Reşat’ı karşınızda göreceksiniz. Onlar olur olmaz yerlerde aklınıza gelip karşınıza çıktıklarında bazen ‘deliriyor muyum acaba’ diye düşüneceksiniz ama sıkıntıya gerek yok. Her seferinde, orada anlatılanlar gibi bir yaşamınız olmadığı için derin bir oh çekeceksiniz. 65 serbest yazı İş yaşamında eğitim şart Özlem Şenkoyuncu Eğitimle bir kişi bir kurumu, bir kurum bir toplumu, bir toplum bir ülkeyi bir ülke de belki dünyayı değiştirebilir. Değişimi kendinizden başlatmaya ne dersiniz? Global anlamda rekabetin çok fazla yaşandığı, firmaların ayakta kalabilmek için mücadele ettiği, ekonomik çalkantıların ise sıkça yaşandığı bir dönemdeyiz. Artık büyük balık küçük balığı yutar anlayışından ziyade hızlı balık büyük balığı yener dönemindeyiz. Hızlı düşünen ve karar alan, hızlı hareket eden ve hızlı değişime adepte olabilen kişi ve kurumlar ayakta kalıyor ve ilerliyor. Kurumları ayakta tutan, onlara bu dinamizmi ve enerjiyi kazandıran ise tabi ki çalışanlar. Artık firmalarda en önemli yatırımın insana yani çalışanına olması gerektiğinin farkında. Eğer çalışanlar ne kadar değerli bilgilerle donanırsa, ne kadar yetkin ve tecrübeli olursa ve ne kadar motivasyonu yüksek olursa o firma da o kadar başarılı oluyor. İş hayatında çalışanları motive eden çalışma sistemlerinin başında da gelişim ve pozitif değişim geliyor. Çalışma sistemlerindeki pozitif değişim ve gelişimi sağlayan en önemli etmenlerin başında ise “eğitim” var. Kişinin çok iyi bir eğitim alarak çok iyi bir üniversiteye gitmesi burada güzel bir eğitim alması iş dünyasında beklenen verimliliği ve motivasyonu göstermesi ve başarılı olması için malesef yeterli olmuyor. 66 İş hayatı aslında en güzel öğrenme sürecinin yaşandığı ortam. Hem akademik bilgiyi, hem uygulamayı hem de pratik yapma şansını aynı anda bulabiliyorsunuz. Bu üçlü sac ayağı sağlam olduğu zaman kişinin gelişim trendi hep yükselişte oluyor. İş dünyası çalışanlarına sürekli eğitimlerle yeni bilgi kaynağı sunmalı, bunun uygulamasını göstermeli ve pratiğini yapması için imkan ve olanak yaratmalı. İşte o zaman iş motivasyonu ve enerjisi yüksek çalışanlara sahip olabilir. Dünya hızla değişiyor. Her gün yeni trendler, yeni bilgiler ve yeni sistemler ortaya atılıyor, tartışılıyor. Değişmeyen bir şey var ki o da değişime ayak uydurabilmek için eğitimi iş yaşantımızın bir parçası haline getirmenin zorunluluğu. Hem mesleki hem de kişisel gelişimi destekleyen eğitim programları öncelikle kişinin vizyonunu geliştirir sonra da bu değişim firmanın gelişimini hızlandırır. Kurumsallaşmış, global ölçekte kendini ispatlamış, sektöründe başarılı firmalara baktığımızda bu başarının ardında muhakkak çalışanlarına verilen eğitim ve gelişim programlarının olduğunu görürüz. Kurumların eğitime ayırdığı zaman ve paranın kısa vadede önemli bir gelişim, uzun vadede de büyük bir değişim yarattığını söylemek yanlış olmaz. Kurumun hedeflerine uygun, çalışanların kazanımına yönelik, gelişim ve değişimi hızlandıracak eğitim programlarının hazırlanması ve bunun sürdürülebilir bir şekilde devam ettirilmesi kısa zamanda kurumsal farklılıkları hissettirecektir. Bu farkı kurum önce kendi içinde sonra müşteri ve tedarikçi firmalar ayağında hissedecek bu olumlu değişim bir süre sonra toplumda da fark edilir olacaktır. Eğitim ilkokuldan başlayıp artık emekli olana kadar bile değil, belki de ölene kadar süren bir süreç. Birçok kişinin emekli olduktan sonra bile kendisinin manevi tatmini ve mutluluğu için kişisel gelişim eğitimlerine devam ettiğini biliyorum. Artık günümüzde en önemli yatırımın kişinin kendine yaptığı eğitim yatırımı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çalışanına yatırım yapan kurumlar da en çok beğenilen ve çalışılmak istenen kurumlar arasında yer alıyor. Bu yüzden hem kendi adımıza hem de kurumumuz adına eğitim sürecine gereken önemi verelim. Kişisel gelişimimiz için hem kendimizin hem de kurumumuzun şartlarını zorlayalım. Gerisi zaten gelecektir. 67 havadan sudan Nazan Aşkalli Nehrin kıyısında Uçan bir kuş, sabah ayazı, dağılan sis bulutu, ağırlaşmış kirpiklerde çiğ damlaları. Kuruyan boğazıma belki bir yudum çay. Günün getirdikleri her neyse olduğu gibi karşılamak için uyanıyorum. Çok uzakta, Doğu’da... Varanasi, Uttar Pradesh, Hindistan Gün ışığına dönmüş yüzünü, elindeki bir avuç suyu serpiştirdi önce, dakikalarca mırıldandı sonra. Ne benim, ne objektifimin farkındaydı. Kocaman gözlerini sabah güneşine dikmiş minnetini sunuyordu. Hindistan’ın Varanasi şehrinde bana yeniden yaşamı düşündürdü bu ufak tefek kadın. Fotoğraf çekecek, belki biraz da öykü toplayacaktım. Hızlıca tüketmeye alışmışken zamanı; akşam olsun, sabah olsun, bir an önce hafta sonu gelsin derken, ya da aylarca yaz tatili planı ile uğraşıp belki ilkbaharı kaçırırken sırası mı şimdi bu sorgulamanın? Anlamını düşünmeden yaşamak, alamadığımız kararların bahanesini yaratmak, sonra buna inanmak ne kadar kolay oysa. Kuralı olmaz yaşamanın, olmamalı. Çok basit sadece yaşamak için var olduk, hayata nedenler aramak için değil. Dilimizde hep aynı şeyler, ailem için yaşıyorum, çocuklarım için ya da mesleğim... Kendimiz için bile yaşamayı becerebildik mi acaba? Bedensel olarak belki bu soruya “evet” diyebiliriz. Ama kaç kez bu maddeden soyutlanmış Hintli kadın gibi gün doğumunu karşılayarak, sadece yaşıyor 68 olmanın verdiği mutluluğa “teşekkür” edebildik. Tüm çabası “güvenli” bir yaşam için. Oysa yaşam güvenli değil; belirsiz ama özgür. Bir yolda olduğumuzu düşünüyorum. Kişilere göre değişen doğrular, kişilere göre değişen hayaller, bu hayaller uğruna yaşanan yorgunluklar ve kırgınlıklar barındıran ruhlar... İşte bu noktada güzel olan suyun akışına göre bırakmak lazım yaşamı. Direnip kürek çekmeye çalışmak ya da taşlarla yönünü değiştirmeye çalışmak faydasız. Sürprizlerle dolu bir yol. Bu yolda gelecek olanları olduğu gibi almak gerektiğine inanıyorum. Yaşam bize ne sunarsa sunsun, cesurca kabullenmek mutlu olmak için önemli bir adım. Aşktan örnek vereyim. Milyonlarca şiir, hikaye, kitap var; herkes aşk hakkında konuşuyor, tartışıyor. Peki kaçımız gerçekten aşık olmayı tanıyor? Yaşam için de aynı şey geçerli. Onun hakkında uzun uzun tartışarak, konuşarak, sebepler ya da sonuçlar çıkararak onu yaşamayı unutuyoruz. Nereden geldiği belli olmayan standartlara sahibiz. Bir ev, bir araba, belki yazlık bir ev daha. Liste uzar gider. Bunlara ulaşmak için harcanan enerji ile büyük, güzel ama ruhsuz evlere sahip olup bir taraftan yaşamı kaçırdığımıza üzülüyoruz. İzlediğim Hintli kadına bakıyorum. Güneşle buluşan yüzünde endişe yok, acele yok, sorgulamalar yok, tanıdık gelen bir ölü balık bakışı yok. Sadece o “an”ı yaşadığını hissediyorum. Belki Batı’daki sorunumuz, neye hizmet ettiğimizin farkında olmamak. Aslında sahip olduğumuz en değerli hazine koruyamadığımız yaşam enerjimiz. Madde elbette önemli ama inandığım şey olabildiğince sadeleşmek, sindirerek, farkında olarak, teşekkür ederek yaşamak gerektiği... Sonsuza dek olmayan bir nefes, bilinmeyen zaman dilimi, sevgi, özgürlük, enerji. Sahip olunan malzeme bu. Ciddiyeti, sorunlarla beslenmeyi, kararları nehir kıyısında suya bırakmalı. Müzik duyunca içinden tempo tutmak değil dansa kalkmalı, en berbat sesle bile nakaratı haykırmalı. Sevmekten, aşktan, ağlamaktan, zamanı geldiğinde gitmekten korkmamalı, her gündoğumunu ve günbatımını coşkuyla kutlamalı, inançlı olmalı, hesapçı değil. Yaşam, onun kucağında huzurla gülümseyelim diye geldi. Nehir sularında güneşe kollarını açıp mırıldanan kadına teşekkürler. 69 köşe Dilek Şen Yaşadıkça Bakacak, Uludağ - Engin Çakır / 16.05.2010 “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var; yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi” Ataol Behramoğlu Yaşadıkça öğreniyoruz aslında hayatın her anında bize yenilikler sunacağını. Dün gitse de dünle, bugün yeni sözlerin söyleneceği gibi yeni günün kendine has yenilikler getirmesi de bundandır. Zaman değişip dönüşürken yeni hallerine, yaşamı da şekillendirmekte ve yön vermektedir akışına. Hangimiz elimizi uzatıp kendi yollarımızı çizmek istesek hayat bize gülümseyerek kulaklarımıza fısıldıyor “siz planlarken ben gerçekleşiyorum.” İşte böyle zamanlarda durup bakıyoruz etrafa, ne zaman neyi planlasak yaşadıklarımıza hep biraz uzak kalmış. Yeterince yoğunlaşamamışız belki isteklerimize, kendimize bile ifade edememişiz neyi ne kadar çok isteyip nasıl hayal ettiğimizi. Oysa hayat bize hayallerimizi veriyor her zaman, bilinçli olarak kurduğumuz hayaller kadar bilinçsizce aklımızdan geçen görsellerle yüzleşmemiz de bu yüzden. 70 Bilinçaltımız sürekli meşgul, hep bir şeyler düşünüyor, hep bir devinim halinde. Ve biz ona gereken ödevleri veremediğimiz zamanlarda onun başıboş çalışmalarının meyvelerini yiyoruz. Zihnimiz hayal ediyor zamanı, bizim planladıklarımızın çoğu zaman en olumsuz karşılığıyla resmediyor kendine. Malum genlerimizde var “sen işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına” demiş ataların torunlarıyız. Karartırız önümüzdeki sahneyi, bize rağmen aydınlanabilirse kazanırız hayalimizi. Ve bilmemenin en acı kaybıdır aslında kendi hayallerimize açtığımız savaşlar. Bu yüzdendir en olacağına inandığımız hayallerimize zihnimizde kara lekeler serpmemiz ve gerçekleşmemesi halinde bir yanımız üzgünken bir yanımızla hayırlısı deyip kendimizi avutmamız. Yeterince yoğun hissedemediğimiz hiçbir hayal bizim gerçekliğimiz olmaz ve hiçbir olumsu- zluk yeri doldurulmadıkça kaybolmaz. Yaşadıkça öğreniyoruz neler sevip, nelerden korktuğumuzu, öğrendikçe şekilleniyor ve içinde yaşadığımız topluluklara benziyoruz. Ne kadar yoğun duygular varsa ait olduğumuz toplumda o duyguların kullanıcıları oluyoruz. Çünkü bireyler olarak bizler birbirimizin hayallerini paylaşıyor, çoğu zaman bizim hayallerimize benzemeyenlere ket vuruyoruz. Bizim gibi düşünmeyenlerin hayallerine dahi tahammül edemeyen hallerimizle insan olmayı deniyoruz. Oysa büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi; “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” Biz farklarımızı yaşadıkça var olduğumuzu öğrendiğimizde, başaracağız birlikte ve olumlu bakış açılarıyla yaşamanın güzelliğini. İşte o zaman yoğunluğuna yaşayacağız hayatı. 71 çizgi üstü Yazı ve çizimler: Gökay Öngör Sınırlı bir yaşam İnsan, yaşamının sınırlı olduğunun bilincinde olan tek canlıydı. Diğer hiçbir canlı varlık, böyle bir bilgiye sahip değildi. Demek ki, insandan kendisine verilen bu süreyi bir şeylerle doldurması isteniyordu. Yoksa böyle bir hatırlatmaya gerek kalır mıydı? Genç adam, kendisine verilen bu yaşam ile ne yapması gerektiğini tam olarak bilemiyordu. Birçok hayatlar görüyordu etrafında. Hayatlar, telaş içinde, bir duygudan diğerine geçişlerle akıp gidiyordu. Hiçbir duyguda uzun süre kalınamıyordu. Bir rüzgar hızıyla kararlar alınıyor, bir fırtınayla geliyordu pişmanlıklar. Aldığımız kararlar, yalnızca “o an için doğru” oluyordu. Bir heyecanla insanlar bir araya geliyor, bir çaresizlik içinde yollar ayrılıyordu. Bazı hayatlarsa tek başına harcanıyordu. Tam olarak kendini ifade edememiş benlikler, kimse onları tam olarak tanıyamadan yok oluyorlardı. 72 Geride ne bıraktıklarını yalnızca Tanrı biliyordu. Birçok insan, gençlere tavsiyede bulunuyordu. Kendi acı deneyimlerini gençler de yaşamasın istiyorlardı. Yalnız, kimse yaşamın tek bir yolunuyöntemini söyleyemiyordu. Doğaldı bu. Çünkü yaşam, sizin önünüze getirdiği şeyler ve sizin yapabildiklerinizle sınırlıydı. Veya sınırları alabildiğine genişliyordu bazen. Öyleyse ne yapmalıydı? Genç adam, kendisi olmak dışında bir hedefi olamayacağını görüyordu. Kendisinden kopuk, başkalarınca konmuş hedeflere, rakamlara ulaşmaya gücü yoktu. Çünkü sınırlılıklarını biliyordu. Akşam ile gece arasında bir saatte, Nalbantoğlu’nda, bir kafede oturmuş, geniş bir camın arkasından sokağı seyrediyordu şimdi. Sert bir rüzgar yağmuru savuruyordu sokağa. Rüzgar ve yağmur, ayakkabı mağazalarının önünden hızla geçiyorlar, sokağın sonuna dek gidiyorlardı. Tek tük insanlar da yürüyordu sokakta. Hepsi sınırlı yaşamlarına bugün de bir şeyler tıkıştırmışlar, ellerindeki poşetlerle, çantalarla yürüyorlardı. Ne genç adam ne de onlar bu biten güne ne sığdırabildiklerini biliyorlardı. 73 teknoloji Ahmet Yılmaz Bilgisayar Programcısı Twitter eyaleti İnsan çoğu zaman dertlerini, anlatacaklarını kısa sürede en az kelime ile anlatmayı sever. İnsanın en kısa halde içindekini yazıya dökme isteği üşengeçlik olarak sayılabildiği gibi pratiklik ve gereksiz cümle curcunasından sakınma olarak da kabul edilebilir. Cep telefonlarının ilk yıllarında ki SMS çılgınlığı bu rahat ve pratik iletişim kurma yönteminin cazibesinden dolayıdır. 2006 yılında Jack Dorsey "tvit" kelimesinden şimdiki microblogların babası diyebileceğimiz ve bizim birkaç sene önce ülkece sıklıkla kullanmaya başladığımız Twitter isimli bir site yarattı ki "tvit" kelimesi anlamını yitirip "twit"e dönüştü. Muhtemelendir ki İngilizce konuşanlar için tvit deyince akla gelen ilk şey "kuş cıvıltısı" yerine "paylaşım"dır... Şimdi şu gezegenin internet deryasında bulunan Twitter eyaletinde birbirini tanıyan veya tanımayan artık milyon ile ifade edebileceğiniz sayıda kişi saniye denilen zaman kavramında bile dudak uçuklatacak kadar çok twit’ler paylaşıyor. Twitter "gürce akan bir nehir" edası ile hiç durmadan akarken, sevgili sitenin serverlarında bulunan ufacık bir harddisk üzerinde saklanan kb seviyesinde olan bir bilgi paylaşımının nasıl sınırsız bir kişi yoğunluğuna ulaşabileceğini ve 74 aslında 140 karakter ile oldukça fazla şey anlatılabileceğini biz kullanıcılarına ispat etmeye devam ediyor. Twitter günümüz internet insanları tarafından birçok amaçla kullanılıyor; milyonlarca blog yazarı her gün bloguna kısa güncellemeler geçmek yerine yazacakları ufak paylaşımları, linkleri, fotoğrafları, videoları ve daha birçok ayrıntıyı 140 karakter kalıbına sığdırıyor ve yayınlayıp, bloglarına daha uzun metinlerini saklıyorlar. Twitter'da sadece blog yazarları paylaşımda bulunmuyor elbette paylaşımı seven her insan evladının sevdiği-seveceği bir mecra. Birçok firma güncelleme kutusunu reklam aracı olarak kullandığı gibi yazılı ve görsel medya son dakika haberlerini twit olarak geçerken aynı zamanda takip ettikleri sosyal medya insanlarının paylaşımlarından haberler yaratıyorlar. Bazen gönderilen bir cümle o kadar geniş kitleleri uyandırıyor, meraklandırıyor, sevindiriyor ki insanın şaşması elde değil. Her ne kadar az bir rolü olduğunu düşünsem de Twitter'ın Arap devrimi konusunda oynadığı rol yadsınamayan bir örnek olarak da öylece orada duruyor. Bir deprem sırasında hiçbir haber kaynağında depremin şiddeti ve yeri hakkında bilgi alınamazken yine insanlar öğrendikleri ilk bilgiyi Twitter üzerinden geçiyor. Elbette "şu an mutfakta yemek yiyorum, otobüs çok kalabalık, yeni saç şeklimi fotoğrafta paylaşıyorum, babamla kavga ettik" gibi kişisel hayat güncellemeleri de olmuyor değil ki olmaması zaten garip olurdu ve zaten paylaşım sınırı olmayan bir nehirden geçecek olan balıkların şekil ve boyutlarına da sizin karar veremeyeceğiniz gibi başka nehirlere gitme özgürlüğü de yine cebinizde "bonus" olarak saklı duruyor... 75 gezi-yorum Assos Yaşam iksiri dolu kadeh Miladı antik çağlara dayanan meşhur “taşlar diyarı” Assos, geçmişin hala nefes aldığı bir Kuzey Ege mücevheri gibi. Ne yana dönseniz tarih göz kırpıyor size. Sakin, huzurlu, doğa ve tarihle baş başa bir tatil için şimdiki ismiyle “Behramkale” harika bir seçenek... Yazı ve fotoğraflar: Engin Çakır 76 Anadolu’da eski medeniyetlerin izleri her köşe başına serpilmiş olsa da, Assos’ta çok daha fazlası var. Çünkü Antik Çağ’dan derin ve gözle görülür izler taşıyor. Yöreden çıkan taşlar (andezit) Athena Tapınağı'nda da aynı, köy evlerinde ya da otellerde de... Zaman yolculuğuna çıkmış ve geçmişte yaşıyor gibi hissediyorsunuz. Sanki Tanrıça Athena hala o tepede ve sizi seyrediyor. Limanda balıkçılar ağlarını temizlerken antik limanın sütunlarını görmek bile bu konudaki fikrinizi derinleştiriyor. Midilli Adası ile koyun koyuna denizi seyreylemesi, neredeyse yüzerek komşuya gidip bir çay içebilirim psikolojisi yaratıyor. Assos etrafındaki koylar ise sanki sadece oradakilerin haberi varmışçasına dingin ve huzur dolu. Çoğu tatil yöresinde alışılagelen hengameden izler görmeniz pek mümkün değil. Denize koşturma yaşamadan girmenin keyfi ise paha biçilmez... Assos – Bursa arası yaklaşık 300 km... Edremit Körfezi ile Lesbos Adası’nın (Midilli) karşısında, bir volkanın eteğinde, andezit kayalıkları üzerinde kurulmuş olan Assos Çanakkale'nin 87 km. güneyinde yer alıyor. Ayvacık ilçesine bağlı oldukça küçük bir köy. Fakat onu Anadolu’daki diğer köylerden farklı kılan özelliği yerleşimin antik çağlardan beri devam ediyor olması. Köyün yerleşimi, Assos Antik Kenti'nin 4 km. uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğindeki surlarla çevrili. Köyde çoğu manzaralı pansiyonlar, butik oteller ve restoranlar bulunuyor. Köyün en tepesinde, 238 metre yükseklikte bulunan M.Ö. 6. yy'da inşa edilmiş Athena Tapınağı, Anadolu'da yapılan ilk ve tek Dor düzenindeki tapınak... Zeus’un kızı ve 12 Olympos tanrısından biri olan Athena, Assos’un koruyucu tanrıçasıymış. Bu tapınağın özellikle günbatımında size sunduğu manzara uzun süre aklınızdan çıkmayacak türden... Sağlam sütunlardan çıkarılan örnek kalıplarla dökülen yeni sütunlar ayakta. Karşınızda Midilli adası, görkemli Ege Denizi, yüzünüzü okşayan rüzgar, özellikle gün batımında sizi antik çağlara götürecek kadar etkileyici. Tapınağın kutsal odasında bulunan tanrıça heykeli 1800'lü yıllarda Amerikalılar tarafından götürülmüş. Sütunların üzerlerindeki frizlerin (kabartmaların) bir kısmı Boston Müzesi, Louvre Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde saklanıyor. Kabartmalarda Herakles ile ilgili bir hikaye anlatılıyor. 80'li yıllarda sit alanı ilan edilen köyde yapılaşma durunca surların dışına yeni bir mahalle kurulmuş. Bölgede arkeoloji çalışmalarına 1981'de başlanmış ve hala devam ediyor. Antik surların içinde tapınak dışında nekrapol, amfi tiyatro ve agora gibi alanlar ortaya çıkarılmış. Köy girişinde sizi bekleyen Aristo heykeli ise sizi bekleyen düşünsel maceranın bir ipucu gibi. Platon’un öğrencilerinden Aristoteles 3 yıl Behramkale'de yaşamış ve MÖ. 347344 yılları arasında bir felsefe okulu kurmuş, bu da ikinci ipucunuz olsun. 77 gezi-yorum Assos; Midilliler, Persler, İskender, Roma ve Bizans'ın egemenliğinden sonra 1330'da Osmanlı İmparatorluğu egemenliğine girmiş. Köyün aşağısında yer alan –çok dik ve virajlı bir yolla inilen- Assos Limanı eski tarihlerden beri liman olarak kullanılıyor. Yazın araba girişine kapalı. Zaten arabayla dolaşılacak bir yer de değil. Limana 50 metre kala arabanızı park edebileceğiniz bir park yeri 78 bulunuyor. 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından genişletilen mendirek, birçok balıkçı teknesine barınak olmuş. Akşamüstleri mendirekte oturup günbatımı izlemek, balık tutmak orada yaşayan ve tatil yapanların en büyük keyifleri arasında. Antik limanın kalıntıları hala seçilebiliyor. Mendireğin kırmızı ve yeşil fenerleri antik kentin sütunlarının üzerine konulmuş. Assos daracık taş sokaklardan oluşan, bir avuç yer aslında. Denize sıfır tesislerin önünde, tahtadan basit iskeleler yapılmış. Üzerlerine şemsiye, şezlong ve yastıklar konularak konforlu bir ortam yaratılmış. İskelelerden atlayarak ya da merdivenlerini kullanarak denize rahatlıkla girebiliyorsunuz. Deniz suyu havuz gibi, ancak dibi taşlık. Üstelik antik limanın batık olan kısımlarının üzerinde yüzüyor da olabilirsiniz. Deniz suyu için her mevsim soğuk diyebiliriz. Kıyı balık restoranları ile dolu. Çay bahçeleri, dondurmacılar ve hediyelik eşya dükkanları limanın diğer detayları... Butik oteller ve balık restoranları ile ünlü limandaki dev taş binalar ise aslında eski meşe palamudu depoları. Bir zamanlar Assos'un etrafı meşe palamudu ormanlarıyla çevriliymiş. Bölge sakinleri 1950'lere kadar bu limandan meşe palamudu ihracatı yapmışlar. Bu depoların macerası butik otel ve restoran olarak son bulmuş. Köy halkı esasen zeytincilikle uğraşıyor, kendilerine yetecek kadar sebze-meyve yetiştiriyor, küçükbaş hayvan besliyor. Bu kadar yakın olmalarına karşın sosyal ve ticari anlamda deniz ile çok fazla bağları yok. Öyle ki koskoca köyde balıkçılık 79 gezi-yorum yapan aile sayısı yok denecek kadar az. Turizm ise son 10-15 senedir Assos halkının en önemli uğraşı... Assos çevresinde kenti besleyecek verimli toprakların olmayışından ötürü; hayvancılık, meyve, şarap ve zeytincilik gelişmiş. Bunun dışında demir ve gümüşü işlemişler. Nitekim Akropol’ün doğu yamaçlarında demir cevheri bulunmuş. Liman hizmetleri ve gümrük de bir diğer gelir kaynakları olmuş. Antik Kenti gezmek için iki giriş kapısı bulunuyor. Biri köyün içinden geçerek ulaşacağınız, sizi en tepedeki Athena Tapınağı'na götüren kapı. Diğeri iskeleye inerken solda fark edeceğiniz eski Batı kapısı. Buradan girerek Gymnasion ve Agora kalıntılarını görebilirsiniz. Doğu ve Batı kapılarının önündeki alan Nekrapol (mezarlık) olarak kullanılmış. Nekrapol’ün dokuz yüzyıl boyunca mezarlık olarak kullanıldığı tespit edilmiş. Birçok anıt ve 80 küp mezar ortaya çıkarılmış. Behramkale, Assos Antik Kenti’nin taşlarından inşa edilmiş. 80'li yıllarda sit alanı ilan edildiği için artık yeni ev yapılamıyor. Sadece mevcut taş evler Assos taşı ile restore edilebiliyor. Köyde yürüdüğünüz yollar taş kaplı. Bahçe duvarı da taş, bahçe içindeki ocak da, çeşme de... Evin duvarları zaten taş... Ancak köy dışında kalan mahalle için aynı cümleyi kurmak mümkün değil. Nispeten kötü bir görünüme sahip olduğu bile söylenebilir. Fakat imarlı alanlar da oldukça az. Köy için konulan yapılanma yasakları kıyı için de geçerli. Kıyıda yapılanma yasaklarının işlemesine biraz da doğa yardım ediyor. Dik yamaçlar, deniz ile arasına kimseleri sokmuyor. Böyle olunca kıyıda yapılanacak alanlar son derece kısıtlı kalıyor. Kıyıdaki mevcut binalar, onarılıp turizme dönük kullanılmaya başlanmış. Turizm hareketinin bina yükünü hemen yakındaki Kadırga Koyu yükleniyor. Assos Taşı Andezit de altı çizilmesi gerekenlerden... Bu taş pembe rengi ve sağlam yapısıyla dikkat çekiyor. Eskiler onun için insan yiyen taş diyorlarmış. Köy, volkanik bir tepe üzerine kurulu olduğu için “andezit” taşı etrafta bolca bulunuyor. Zor işlenen ama çok dayanıklı bir taş. Bu taştan yapılan lahitler zamanında Assos'tan ihraç edilen mallar arasındayken; Assos Antik Kenti’nin de hammaddesi olan bu taşın köyün dışına çıkarılması daha sonraları yasaklanmış. Doğal bir kaya oyuğuna yapılmış, tahmini 2500 kişilik olan amfi tiyatro da Behramkale’de dikkat çeken bir diğer tarihi doku... İskeleye inen yol üstünde, solda yer alıyor. Yapım tekniği ve plan özellikleri açısından bir Roma çağı tiyatrosu. Yıkılan duvarları restorasyon 81 gezi-yorum 82 sonucunda yeniden örülmüş. Aslına uygun oturma sıraları yeniden dökülerek yapılmış ve şu anda tiyatro 1500 kişiyi ağırlama kapasitesinde ve çeşitli festival ve konserlere ev sahipliği yapabiliyor. Assos Antik Kenti’nin tepedeki ören yeri girişine taşla kaplı bir yokuşu yürüyerek varılıyor. Bu kapıdan girince Athena Tapınağı'na ulaşıyorsunuz. Yokuş üzerinde, köylü kadınların evde ürettikleri çeşitli malzemeleri sağlı sollu sattıkları tezgahları göreceksiniz. Assos etrafından toplanan otlar, zeytinyağı, ev tarhanası ya da el işçiliği danteller, şallar tezgahları süslüyor. Tam bu noktada yörenin yaygın lezzeti “Bıldırcın Kızartma”nın da altını çizmek lazım. Köy içinde 1. Murat Hüdavendigar tarafından 14.yy 'da yaptırılmış bir cami de bulunuyor. Tek kubbeli ve kare planlı olarak inşa edilmiş. İçerisinde yer alan kadırga resimleri Osmanlı cami mimarisinde pek karşılaşılmayan bir örnek oluşturuyor. Yine 14. yy'da 1. Murat Hüdavendigar tarafından inşa edilen bir diğer eser ise Hüdavendigar Köprüsü. Tuzla Çayı üzerine kurulmuş köprünün kemerleri hala orijinalliğini koruyor. Assos tarihi güzelliği kadar yakınlarındaki plajlarıyla da biliniyor. Tarihi bölgedeki kısıtlı denize girme alanlarının yükünü başta Kadırga Koyu olmak üzere Sivrice Burnu ve Sokakağzı Koyu çekiyor. Kadırga Koyu, Assos'a 2 km. uzaklıkta. Koya zeytin ağaçlarıyla dolu bir yoldan inerek ulaşıyorsunuz. Bütün koy tertemiz, her bütçeye uygun otel ve kamping alanlarıyla dolu. Geniş, uzun ve taşlık bir plajı var. Denizi tertemiz ve berrak, zaten mavi bayrak ödülü almış. Akşamüstü başlayan imbat rüzgarları sıcaktan bunalmanızı engelliyor. Her tesisin önünde şemsiye ve şezlongları bulunuyor. Ayrıca kıyı boyunca yemek 83 gezi-yorum yenilebilecek birçok salaş restoran bulunuyor. Assos'tan Babakale'ye doğru giderken 9 km sonra Bektaş Köyü çıkacak karşınıza. Bektaş Köyü'nün içinden geçerek yaklaşık 3 km. denize doğru inerseniz karşınıza Sivrice Burnu çıkacaktır. İndiğiniz yerden yani Sivrice'den sağa doğru ilerleyen uzun bir sahil yolu bulunuyor. Yol sizi Sokakağzı'na götürecektir. Sivrice yanındaki Sokakağzı'na oranla turizmin yeni yeni gelişmeye başladığı dolayısıyla daha tenha bir koy. Yine 84 Sivrice'ye göre daha geniş ve kumluk bir plajı bulunuyor. Son yıllarda daha çok köylülerin açtığı pansiyonlar ve salaş balık restoranları bulunuyor. Tahta masalı mütevazi restoranları uygun fiyata balık yiyebileceğiniz yerler. Sivrice'nin dar, taşlık bir plajı bulunuyor. Denize rahat girilmesi için her tesisin önüne tahta iskeleler yapılmış. Türkiye’nin Midilli'ye en yakın noktası. Sokakağzı ise, Koyunevi Köyü'nün sahil kısmına verilen isim. Assos’u diğer tüm tatil yörelerinden farklı kılan onlarca not almak mümkün. Tarih ile bağları bir yana dursun, yüksek rakımı sayesinde kazandığı ferahlığıyla ve eşsiz manzara keyfiyle Behramkale, ziyaret edilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Felsefenin filizlendiği bu tarihi mabedin sizi alıp geçmişin hangi dönemine götüreceği ise tamamen size kalmış... 85 gezi-yorum Assos’un tarihi Kesin olmamakla birlikte Tunç Çağı’nda (M.Ö. 3000-1200) Assos’ta yaşayanların olduğuna dair arkeolojik kalıntılar bulunuyor. Homeros ise Tiria’nın güneyinde Leleglerin yaşadığını ve bunların Truva Savaşı’nda bölgede denizcilik ve korsanlık yaptıklarını belirtiyor. M.Ö. 7. yüzyılda, Thrakia ve Mysialıların yerleştiği Güney Troias, Lesbos(Midilli) üzerinden gelen Aioller tarafından işgal edilmiş... Bu dönemden söz eden Strabon da, Methymnalı göçmenlerin Assos’a yerleştiklerini ve Assos’un 20 km. doğusunda yarı barbar bir kavim olan Gargaralıların kenti Gargara’ya değinmiş... M.Ö.560’da bütün bu yöre Lidyalıların eline geçmiş ve Batı Anadolu kentleri gibi Assos da onlara bağlanmış ancak Salamis’te Perslerin yenilmesi ve İskender’in Anadolu’ya gelişi ile bağımsızlığına kavuşmuş... MS.5. yüzyılda Atina’nın güçlenmesi sonucunda Delos Deniz Birliği(M.Ö.478) kurulmuş. Phokaia, Samos, Teos, Pitane, Miletos, Lesbos gibi İon ve Aiolia’nın güçlü kentleriyle birlikte kurucu üye olarak Assos da bu birliğe katılmış... M.Ö.412’de Pers Kralı Dareios ile antlaşma uyarınca Ispartalılar, onların Anadolu kıyılarında yeniden güçlenmeleri için yardım etmişler. Böylece Ispartalı Nauarkhos, Lysandros’un yardımı ile Persler, Atina donanmasını M.Ö.407’de yenmiş, bunun ardından gelen Aigos Potamos yenilgisi (M.Ö.405) ile Batı Anadolu kıyılarında yaşayanlar yeniden Perslerin egemenliğini kabul etmek zorunda kalmışlar... M.Ö.387 yılında yapılan Antalkidas Barışı’ndan hemen sonra aslen tüccar olan Eubolos kendisini Assos Kralı ilan etmiş ancak, ölümünden sonra hizmetkarlarından Hermesias 86 yönetimi ele geçirmiş... Hermesias’ın bağımsızlığı M.Ö.345 yılına kadar sürmüş, davetini kabul ettiği Pers generallerinden Rodoslu Memnon tarafından esir alınarak sorgulanmak üzere Pers başkentine gönderilerek çarmıha gerdirilmiş... M.Ö.334’te İskender, Granikos Çayı kenarında yaptığı savaşta Persleri yenerek bölgeyi onların egemenliğinden kurtarmış. İskender’in ölümünden sonra ise Assos, onun komutanları ile Seleukoslar arasında pazarlık konusu olmuş. Assos yöresi bir ara Troias’ı işgal eden Galyalıların eline geçmiş. Bergama Krallığı’nın güçlenmesi ve M.Ö.216’da Arisbe’de yenilmeleri üzerine Galyalılar yöreden çıkarılmış. Bundan sonra Assos, Bergama Krallığı ile birleşmiş, bu durum M.Ö.133’e Attalos’un Krallığı’nı vasiyet yoluyla Roma İmparatorluğu’na bırakmasına kadar sürmüş... Roma döneminde Assos büyük gelişim göstermiş. Assos’u ziyaret eden St.Paul ve St.Lukos, kentin Hıristiyanlığı kabul etmesinde etkili olmuş. Anadolu’da Hıristiyanlığı en erken kabul eden kentler arasında Assos da yer almış... Haçlı Seferleri sırasında Federik Barbarossa Çanakkale Boğazı’nı geçtikten sonra Assos ve çevresini tahrip etmişler. 4.Haçlı Seferi’nde İmparator Balwin’in kardeşi Hendi de Hainault kenti ele geçirmiş ve bundan sonra Assos 20 yıl Frankların yönetiminde kalmış. Bizanslı Komutan Makhron yönetimindeki Assos en son, 14.yy başlarında Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş... Aristo Felsefe Okulu’nun hikayesi Assos Kentinin yönetimini eline geçiren Banker Eubulos bağımsızlığını ilan eder. Onun ölümünden sonra yönetimi kölesi olan Hermenias el alır. Eubulos zamanında felsefe eğitimi için Platon'un Atina'daki okulu Akademi'ye gitmiş olan Hermenias, orada tanıştığı Aristo'yu Assos'a davet eder. Hermenias, Platon'un ünlü eseri Devlet'te anlattığı ideal devlet yönetimini uygulama hevesindedir. Aristo, hocası Platon'un ölümünden sonra M.Ö. 347'de Assos kentine gider. Burada Hermias'ın siyasi danışmanı ve dostu olur. Aynı esnada, özgünlüğünü daha o zamandan belli eden bir okul kurar. Bu okuldaki girişimleri arasında yaşam bilimi üzerine çalışmaları yer alır. Hermenias'ın yeğeni Pythias ile evlenir. Okulda geçirdiği 3 seneden sonra M.Ö. 344 yılında, komşu Lesbos (Midilli) Adası’nın doğu kıyısındaki Mytilene (Midilli) kentine varır. Oğlu İskender (Büyük İskender) için iyi bir öğretmen arayan II. Philip, görevi, Assos'taki okulun yöneticisi olan Aristo'ya önerir ve o da bu öneriyi seve seve kabul ederek, II.Philip'in oturmakta olduğu Pella'ya gider. Dostu Hermenias'ın Persler tarafından çarmıha gerilerek öldürüldüğünü Pella'da öğrenir ve M.Ö. 343'te onun adına bir kaside yazar. Günümüzde Assos felsefeciler için hala önemini koruyor. Birçok toplantı ve felsefe etkinliği Assos’un klasikleri arasında... Assos'ta Felsefe ismiyle hazırlanan etkinlik sayesinde; felsefe tutkunları Assos'ta buluşarak, yapaylıktan uzak, doğal bir tartışma ve diyalog, karşılıklı etkileşim ortamı yakalıyor. Hem uluslararası hem de ulusal çapta olan toplantıların dili İngilizce. Athena Tapınağı’nda gün batımında şarap eşliğinde yapılan tanışma ile başlayan toplantılar, akşam yemekleri, Truva ziyareti ve klasik müzik konserleri gibi etkinliklerle sürüyor. 87 detaylı bakış 88 Batı’ya en yakın Asya toprağı: Babakale Babakale, Asya kıtasının en batı ucu. Ayrıca Marmara ve Ege bölgesini ayıran bir nokta. O kadar uç noktada kalmış olmalı ki gözden uzak kaderini hala koruyor. Antik çağdaki ismi Lektos olan Babakale, Osmanlı'dan kalma şirin bir balıkçı köyü. Geçmişi 1723 yılına dek uzanıyor. Bir zamanlar Osmanlı donanmalarının geçtiği ve korsanların uğrak yeri olmuş bu uç noktaya, bir deniz seyahati sırasında fırtınaya yakalanarak sığınan Sultan III.Ahmet’in verdiği buyrukla, korsanlardan bıkıp usanan köylüleri korumak için bir kale yaptırılmış. Kalenin yapımı için çıkarılan fermanda, yurdun dört köşesindeki mahkumların Babakale'deki çalışmalarından sonra serbest bırakılacakları vaat edilmiş. Mahkumlar kaleyi yapmışlar, çeşmeye su getirmek için beş kilometre öteden künk döşemişler ve hatta liman inşaatına başlamışlar. Osmanlı'nın en son inşa ettiği kale geçirdiği restorasyonların da gücüyle tüm görkemiyle ayakta... Kale önceleri “Tılsımlı Kale” olarak anılırken, daha sonraları içerisinde Piri Reis'in tayfalarından Latif Baba'nın Türbesi’nin bulunması sebebiyle Babakale ismini almış. Bulunduğu konum itibariyle Babakale'de zengin balık çeşitlerini her mevsim bulmak mümkün. Köyde 3-4 tane balık restoranı bulunuyor. Salaş olanlar, ucuza balık yemek için çok uygun, ayrıca balığınızı kendiniz alıp pişirtmeniz de mümkün. Ayrıca köy boynuz saplı el yapımı bıçaklarıyla ünlü. Babakale muhtarlığı Asya kıtasının bittiği son noktada olduğunuzu belgeleyen bir sertifika da veriyor. Tıpkı Avrupa'nın bittiği nokta olan Portekiz’deki Capo da Roca'da verdikleri gibi. Sertifikada şöyle yazıyor: “Bu sertifika Babakale'yi ziyaret ettiği için verilmiştir. Kendisi gelişiyle bizi onurlandırdı, sevgi getirdi. Burası, Asya'nın ve Türkiye'nin en batı noktasıdır. Burada toprak biter ve insanı tarihsel masallar ülkesine götüren, denizler güzeli Ege başlar. Asya'nın ucundaki fener sevgi ve dostluk ışıklarını tüm dünyaya göndermektedir. Konuğumuz ve biz birbirimizi hiç unutmayacağız. Gittiği her yere onunla selamlar yolluyor ve herkesi sevgiyle Babakale'ye çağırıyoruz.” 89 detaylı bakış Adatepe / Zeus Altarı 90 Zeus’un seyir terası Adatepe, Kaz Dağı köylerinin içinde farklı bir yere sahip. Köyün tarihi tıpkı Assos gibi antik çağlara kadar dayanıyor ve bu oldukça dikkat çekici. Zeus ile Hera'nın Truva Savaşı’nı izledikleri antik Gargaros tepesinin burası olduğu sanılıyor. Homeros İlyada destanında tanrıların İda Dağı’nda yaşadıklarından ve Truva Savaşı’nı buradan izleyip yönettiklerinden söz eder. Tanrılar Tanrısı Zeus’un da burada yaşadığı ve savaşı izleyip yönettiği yine bu destanda yer alır. Bölgede çalışma yapan araştırmacılar bu yüksek, denize ve Edremit Körfezi’ne hakim bir tepe üzerine inşa edilen mekanın Zeus’a ait olduğunu düşünüyorlar. Dede Tepe üzerinde bulunan Zeus Altarı (altar:kurban kesilen özel yüksek yer, sunak, kurban taşı) kaya kütlesinin işlenmesiyle oluşturulmuş. Bu kaya kütlesine yine kayaya oyuk basamaklardan oluşan merdiven ile çıkılıyor. Sunak nişleri, oturma platformları ve içi oyularak oluşturulan, üstü tonozla örülmüş sarnıcı da bulunuyor. Ayrıca antik sunağın hemen yanında yöre halkının inandığı bir adak yatırı da yer alıyor. Bu haliyle Zeus Altarı günümüzde hala kutsal mekan kimliğini sürdürüyor. Bir zamanlar liman olarak kullanılan Küçükkuyu’dan 4 km. dağa doğru çıktığınızda bir yol ayrımı ile karşılaşıyorsunuz. Adatepe Köyü’ne girişi ve Zeus Altarı’nın girişi yan yana. Eğer ki tercihiniz Zeus Altarı ile başlamak ise giriş kapısından yaklaşık 91 detaylı bakış 700 metre doğa ile iç içe bir yürüyüşe hazır olun. Tepede Zeus Altarı’na ulaşacaksınız ve manzarayı görünce “iyi ki yürümüşüm” diyeceksiniz. Burada bütün körfezi görebileceğiniz gibi Zeus Altarı’ndan kalan kalıntıları da görmeniz mümkün olacak. Ancak çok büyük bir beklenti ile gitmemelisiniz çünkü altardan geriye sadece merdivenle üzerine çıkabildiğiniz bir kaya parçası ve oyuntu kalmış. Fakat başınızı döndürebilecek güzellikteki panoramik manzara sizi fazlasıyla tatmin edecek. 92 İlyada’da bahsedilen ve Cumhuriyet öncesi Türk ve Rumların birlikte yaşadığı Atatepe Köyü’nde ise mübadeleden sonra Rum nüfusu kaybolmuş. Zamanında zeytincilik ve hayvancılıkla uğraşılırken günümüzde sadece zeytincilik yapan az sayıda köylü bulunuyor. 1989 yılında sit alanı ilan edilerek eski taş evler koruma altına alınmış. Evler civardaki küçük taş ocaklarından çıkarılan taşlarla yapılıyor. Taş işçiliği hala yaşayan bir gelenek. Son yıllarda özelikle büyük şehirlerden yerleşen yeni ev sahipleri sayesinde evlerin çoğu restore ediliyor. Köy meydanındaki 400 yaşındaki dev çınar ağacının etrafındaki otantik kahveler turistlere için bütün yıl açık. Zeytincilikle uğraşılan köyde zeytinyağı ve sabun alabileceğiniz dükkanlar da bulunuyor. Türkiye’de türünün ilk örneği sayılan Adatepe Zeytinyağı Müzesi ise mutlaka görülmesi gerekenler listesinde. Müzede eski zeytinyağı presleri, zeytin toplama aletleri, taşıma ve saklama kapları, çeşitli folklorik objeler görülebiliyor. Aynı zamanda geleneksel usulde zeytinyağı sabun yapım tekniği de açıklamalı olarak sergileniyor. 93 uzaktaki yakın İrlanda “yaşama” çağırıyor Özgür Çakır 94 Dublin Dergi Bursa’nın ana teması yaşam olan bu sayısında, rotamızı hayat dolu bir şehre, Dublin’e çeviriyoruz. Sıcak kanlı, dost canlısı ve misafirperver adalıların sloganları: “365 gün kutlama yapıyoruz, gelin ve parçası olun!” Gerçekten de en meşhuru 14-18 Mart arasında kutlanan St. Patrick Festivali olmak üzere ajandalarında takvimin neredeyse bütün haftaları bir etkinlikle dolu. Yazının sonuna geldiğinizde zihninizde karıncalanmaya başlayacak olan seyahat planınızı hazırlarken ziyaret etmenizde fayda var: www.thegatheringireland.com 95 uzaktaki yakın Avrupa’nın kuzeybatısında, okyanus kıyısında yer alan İrlanda, çok sayıda irili ufaklı ada ile çevrili olan ve İrlanda Denizi ile Britanya’dan ayrılan görece küçük bir ada devleti. Ülkenin en büyük kenti olan Dublin de Avrupa’nın nüfusu en genç ve en hızlı büyüyen kentlerinden biri. Bağrından dünyaca ünlü edebiyatçılar ve müzisyenler çıkaran bu şehir; tarihi dokusu, kültürü, sunduğu eğlence alternatifleri ve doğal güzellikleri ile cazibe merkezi. Bunca nedenden, Dublin yılda yaklaşık beş milyon turisti ağırlıyor. Bu özelliği ile de Avrupa’nın Paris ve Londra’dan sonra en çok ziyaret edilen başkenti durumunda. Hal böyle olunca Türk Hava Yolları’nın da her gün karşılıklı sefer düzenlemesi sürpriz değil. İrlanda, Avrupa Birliği üye ülkelerinden biri. Para birimi Euro. Buna karşılık tıpkı İngiltere gibi bir durum söz konusu; 96 Schengen Anlaşması’na dahil bir ülke değil. Bu yüzden Dublin seyahati için İrlanda vizesi alınmalı. Son birkaç yıldır ekonomik gerekçelerle İngiltere vizesi olan ve İngiltere’ye en az bir kez girişçıkış yapmış kişiler de vize süreleri boyunca ülkeye kabul ediliyor. İngiltere vizesi olanlar ve kanunun güncel hali ile 2016 yılına kadar sürecek bu fırsatı değerlendirmek isteyenler, Birleşik Krallık ziyareti sonrası İrlanda’yı da aradan çıkarabilirler. Ülkenin iki resmi dili var: İrlanda Keltçesi olan “Gaelic” yani İrlandaca ve İngilizce. “Gaelic”, kırsal alan dışında kullanılmayan ve unutulmaya yüz tutmuş bir dil olsa da bütün tabelalarda önce İrlandaca, altında da İngilizce isimler yer alıyor ve bu iki dil gerçekten birbirine hiç benzemiyor. Trafik tıpkı İngiltere’de ve Kıbrıs’ta olduğu gibi soldan akıyor. Turistler düşünülerek, trafik ışıklarında ve yaya geçitlerinde bakılması gereken yönler yerlerde kocaman harflerle yazılmış; karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmakta fayda var. Dublin neredeyse hiç yokuşu olmayan, gezilip görülecek yerlerin neredeyse tamamına yakını yürüme mesafesinde, tabir yerindeyse kutu gibi bir şehir. İçinden nehir geçen her şehir gibi güzel bir şehir. Konaklama için ister hostel ister George Dönemi mimarisinde tarihi bir bina ister modern bol yıldızlı bir hotel seçin, dikkat etmeniz gereken en öncelikli konu: barlardan uzak bir yer tercih etmek. Aksi halde Avrupa’nın eğlence başkentinin sabahlara kadar süren hafta sonu eğlenceleri sırasında siz de o şamatanın bir parçası olarak barda değil de yatağınızdaysanız, lokasyon seçiminiz sinir bozucu bir uykusuzluk sebebi olabilir. Dublin’de diğer Avrupa başkentlerinin aksine metro yok. Söylediğim gibi şehir düzayak ve görece küçük olduğu için tabanvay marifeti ile gezmek en kolay yöntem. Alternatif olarak tramvayı ya da şehrin bütün caddelerinde vızır vızır işlemekte olan otobüsleri de tercih edebilirsiniz. “Romatizmalarım azdı, yorulmadan gezeyim” diyenler için tatmin edici bir rotası olan turistik tur otobüsleri de mevcut. Şehri gezerken mihenk taşımız pek tabii Liffey Nehri olacak. Şehrin ortasından geçen Liffey’in kuzeyi ve güneyi arasında İstanbul’un AnadoluAvrupa, İzmir’in Göztepe-Karşıyaka ayrımı gibi bir durum var. Daha önceleri sınıfsal bir ayrımı da işaret eden “yukarı” ve “aşağı” Dublin arasında, ikisi yayalara ait olmak üzere toplam on beş köprü yer alıyor. Bunların en meşhuru ise “Ha’penny Bridge”. 1816 yılında açılan köprü, ismini ilk yıllarda geçiş için talep edilen yarım Penny’den alıyor. İkinci yaya köprüsü ise 2000 yılında açılan Millenium Köprüsü. İrlandalılar Millenium işini fazla abartmış görünüyor. Çünkü kuzey tarafındaki ana cadde olan O’Connell Caddesi üzerinde de bir Millenium Anıtı bulunuyor. Şehrin en yüksek yapısı olan bu uzun bir iğne ya da bayrak direği görünümündeki metal yapının adı “The Spire Of Dublin”. Mimarına bolca ödül kazandırmış olsa da hemen karşısındaki olağanüstü mimari güzellikteki Eski Posta İdaresi ve aynı sırada dizili olduğu diğer heykeller ile oldukça uyumsuz görünümdeki bu modern sanat mamulü, sadece benim değil, Dublinlilerin de pek sempatisini kazanmış görünmüyor. Halk arasında “spike” yani “sivri” olarak isimlendirilmekte ve ismi geçtiğinde duruma bir de burun kıvırma hareketi eklenmekte. Yine de her yerden görünebilir olması nedeniyle yönünüzü bulmak için kullanmakta ve gerektiğinde altında buluşmakta sakınca yok elbette. Şehrin kuzeyinde görülecek yerler daha kısıtlı. Hazır “The Spire”dan yola çıkmışken Kuzey Dublin turunu tamamlayalım. Kuzey Dublin’in ana bulvarı O’Connell Caddesi’ni kesen Hanry ve Talbot caddeleri, alışveriş meraklıları için doğru adres. Hanry Caddesi’nin devamındaki Mary Caddesi’nin sonunda yer alan ve kiliseden dönüştürülmüş olan “The Church Restaurant” da ilginizi çekebilir. Aynı yönde daha ilerde ise meşhur İrlanda viskisi “Jameson”un 1780’de kurulmuş ve bugün bir müzeye dönüştürülmüş olan eski fabrikası “The Old Jameson Distillery” ateş suyu meraklıları için ilginç bir durak. Turlara 97 uzaktaki yakın katılıp viski yapım aşamalarını görebilir ve tadım yapabilirsiniz. Birkaç blok ileride ise Avrupa’nın en büyük şehir içi parkı olan Phoenix Park yer alıyor. Özellikle çocuklu aileler bu parktaki hayvanat bahçesini kaçırmasınlar. Edebiyata düşkün okurların ilgisini çekmesi muhtemel “Yazarlar Müzesi” de hemen yakınındaki James Joyce Evi ile birlikte şehrin kuzeyinde, O’Connell Caddesi’nin sonundaki Kuzey Georgian bölgesinde yer alıyor. Başta James Joyce, Bernard Shaw, Oscar Wilde ve Jonathan Swift olmak üzere onlarcası 98 ile dünya edebiyatına damga vurmuş olan İrlandalı yazarların hatırası sadece müzelerde ya da kütüphanelerde değil, aslında olması gerektiği gibi şehrin sokaklarına da taşmış durumda. Heykel ya da büstlerinden bahsetmiyorum elbette. Kafelerde, restoranlarda, duraklarda, graffitilerde, her köşe başında ünlü bir İrlandalı yazara ait bir özdeyiş veya aforizma ile karşılaşmanız mümkün. Aynı durum, bu şehrin tohumlarından filizlenen müzik grupları ve müzisyenler için de geçerli. Başta U2 ve Cranberries olmak üzere müzik grupları ve Bob Geldof, Cris De Burgh, Sinead O’Connor ve Eurovision fatihi milli damadımız Johnny Logan gibi ünlü simalar mutlaka bir yerlerden çıkıp size göz kırpacak ya da melodileri ile size eşlik ediyor olacaklar siz şehri arşınlarken. Kuzey Dublin turumuzu bitirdiğimize göre asıl turistik mesaimizi yapacağımız Güney Dublin’e geçmenin zamanıdır. Nehir kıyısına ulaşın ve geleneklere uygun olarak Ha’penny Köprüsü’nün ortasında durup Liffey Nehri’nin ve manzaranın tadını çıkarın. Doğu yönünde göreceğiniz Beyaz Saray’ı 99 uzaktaki yakın andıran ve önünde lunapark kurulu olan bina, Dublin’deki en önemli mimari yapı olarak kabul gören “Custom House”. Ha’penny’den geçerken üç yapraklı yonca ile sembolize edilen İrlandalı şansı yani “Irish Luck” dilemek için köprünün demir korkuluklarına bir asmalı kilit de siz takın. Bu işler size göre değilse de dünyanın bu 100 simge yapısında sizden de bir his ve iz kalacağını düşünerek yapın bunu. Ha’penny Köprüsü’nün güney ayağı sizi doğrudan meşhur Temple Bar bölgesine çıkaracak. Bölge, adını 1840 yılında açılmış olan “Temple Bar”dan alıyor. Fazla turistik bulup burun kıvırmayın ve siz de Dublin’de turist olmanın keyfini çıkarmak, metrekareye düşen elli turistten biri olmak üzere içeriye kapağı atın. Canlı İrlanda müziği ve Guinness birası eşliğinde eğlence garantili. Araç trafiğine kapalı olan ve tabelalarında trafik işaretlerinin yerini “Gülümseyin” uyarıları alan Temple Bar bölgesinde, sayıları şehrin genelinde yaklaşık bini bulan “Irish pub”ların yüzlercesi ve değişik alternatifler sunan çok fazla kafe, restoran, sanat galerisi ve mağaza bulunuyor. Özellikle hafta sonları olmak üzere gece gündüz tıklım tıklım haldeki bu bölge Dublin’i Avrupa’nın eğlence başkenti olarak tarif eden bütün sıfatların hakkını veriyor doğrusu. Temple Bar molası sonrası güney Dublin turuna başlamak için en doğru adres “Guinness Store House”. Rekorlar kitabına da adını veren Guinness markası, şehirdeki dev bira üretim tesisini bir nevi müzeye çevirmiş ve turizme kazandırmış. Girişte konukları karşılayan eğlenceli bandodan çıkıştaki son adımınıza kadar son derecede iyi organize edilmiş bir turistik atraksiyon sizi bekliyor. Dış duvarlar dışında içyapıda ağırlıklı metal ve cam kullanılarak restore edilmiş fabrika binasında dünyaca meşhur siyah Guinness birasının üretim aşamalarını görüp tur boyunca sık sık da tadım yapıyorsunuz. Markanın gelişim süreci, en eski reklam afişleri ve bütün materyallerin sergilendiği kısım ile her kattaki görsel oyunlar ilgi çekici. Binanın asıl sürprizi ise turun sonunda ulaştığınız 7. kattaki “Gravity Bar”. 101 uzaktaki yakın Bütün cepheleri cam ile çevrili bu şeffaf teras barın sunduğu 360 derece Dublin panoraması nefes kesici. Camlarda yer alan ve baktığınız yöndeki önemli yapıların isimleri ile ilgili kısa bilgiler veren açıklamalar, şehre adapte olmanızı kolaylaştıracak. İrlandalı siyahi güzel Guinness’ler müessesenin ikramı. Çıkışta zemin katta bulunan mağaza 102 da hediyelik eşya alışverişini aradan çıkarmak için bire bir. Sıradaki durağımız Dublin’in bulunduğu semte de adını veren meşhur üniversitesi “Trinity College”. Kraliçe Elizabethlerin birincisi tarafından 1592 yılında Prostestan Anglo-İrlanda Hanedanlığı’nın üyelerini yetiştirmek için Cambridge ve Oxford Üniversiteleri örnek alınarak yaptırılmış, son derece prestijli ve popüler bir okul. 1970 yılına kadar Katoliklerin eğitim göremediği bu okulda, şimdi dünyanın her yerinden ve her dine mensup gençler muhteşem binalar barındıran bu tarihi kampüste eğitim görüyorlar. Kampüste en ilginç yer “Long Room” adı verilen ve adının hakkını da ziyadesiyle veren upuzun tarihi kütüphane. Kütüphanenin uzunluğu 65 metre ve kitapların çoğu 1700’lerden kalma. En üst raftaki bir kitaba ulaşabilmek için onlarca metre uzunluğunda merdivenler kullanılıyor. Çoğu orijinal ilk basım olan kitapların hepsi çok değerli. Long Room’un bulunduğu binanın girişindeki “Book of Kells” sergisi de sunum ve içeriğiyle mutlaka görülmeli. Bu sergideki orijinal el yazmalarından oluşan ve büyük bir titizlikle korunan kitaplar Trinity Koleji’nin en önemli mirası kabul ediliyor. Üniversitenin avlusunda binaların kurşuni rengi ile yemyeşil çimenlerin yarattığı kontrast, bahçe düzenlemesi ve heykeller gerçekten göz alıcı. Üniversitenin bulunduğu ve ismini verdiği semt, bir tarih, kültür ve sanat bölgesi. Parlamento Binası, National Museum gibi “görülmesi iyi olur” yerlere yürüyerek ulaşabilirsiniz. Yolda karşınıza çıkacak olan ve bir İrlanda yerel halk şarkısının kahramanının vücut bulduğu sepetlerle dolu bir el arabasını taşıyan, derin dekolteli olduğu halde kimselerin “tu kaka” demediği, üstüne bir de hatıra fotoğrafları çektirdiği genç kadını yani Molly Malone’nin heykelini görünce Dublin’in İstiklal Caddesi’ne geldiğinizi anlayabilirsiniz. Dublin’in yayalara ayrılmış ve araç trafiğine kapalı caddesinin ismi Grafton. Bu caddede hemen hemen bütün büyük mağazaları bulabileceğiniz gibi çok sayıda kafe, restoran, kitapçı, ıvır zıvırcı, galeri ve sokak çalgıcıları ile Las Ramblas’ı da hatırlatan mim sanatçıları arzı endam etmekte. Grafton 103 uzaktaki yakın Caddesi’nde ve ara sokaklarında uzun vakitler geçireceksiniz. Bu bölgede bütün dünya mutfaklarını tadabileceğiniz restoranlar mevcut. Ancak İrlanda mutfağına ait bir şey bulmak gerçekten güç. Geleneksel bir şey yemek istediğinizde aldığınız cevap İngiltere ile aynı: “Bizim mutfağımız diye bir şey pek yok ama 104 Uzakdoğu, İtalyan ya da Fransız, ne ararsanız hepsi var”. Kendilerine özgü olan en meşhur yemek ise İrlanda kahvaltısı. Kahvaltı tabağındakiler ise şöyle: Yumurta, beyaz ve siyah puding (ismine aldanmayın içinde etin kanı da bulunan bir çeşit sosis), domuz pastırması, sosis, fırınlanmış patates, mantar ve bir çeşit salçalı kuru fasulye. Lezzetli bir kombinasyon ama kahvaltıdan çok öğle yemeği için uygun sanki. Grafton Caddesi’nin sonuna kadar yürüdüğünüzde karşınıza çıkacak olan meydana bakan büyük arkın arkasındaki park ise Güney Dublin’in nefes aldığı St. Stephen’s Green. Büyükçe bir gölet de bulunan bu parkın tarihi 16. yüzyıla dek dayanıyor. Çocuklu aileler, spor yapan Dublinliler, güvercinler, ördekler ve martılar ile capcanlı, hareketli, James Joyce gibi ünlü simaların heykelleri ve anıtlarla bezeli bir şehir parkı. 1845’te başlayan, üç yıl süren ve bir milyon insanın ölümü ve bir o kadar da insanın göç etmesiyle sonuçlanan patates kıtlığı ile açlık dönemini simgeleyen Famine Anıtı bu parkta yer alıyor. Kemikleri sayılan insan figürleri Green’in keyifli havasında hüzün veriyor izleyene. Dublin küçük, düzayak ve rahat bir şehir, her yere tabanvay ile ulaşmak mümkün dedik ama her an yağmura yakalanmayı da göze almalısınız. “Bir günde dört mevsim yaşamak” klişesinin gerçekte hayat bulduğu yer sanırım tam olarak Dublin. Aynı gün içinde güneşin, dolunun, yağmurun, hatta karın tadına bakmanız mümkün. Yine de Gulf Stream’in etkisiyle hava oldukça ılıman. Dondurucu bir soğuk ihtimali neredeyse yok gibi. Kış aylarında sıcaklık ortalaması 8°C iken yaz aylarında 20°C civarında. Güneş yüzünü göstermek konusunda nazlansa da yemyeşil parkları, parklarda rengarenk açan çiçekleri, tarihi yapılar ve şehrin genel mimarisinde kullanılan canlı renkler şehrin albenisini arttırıyor. Gökyüzü bulutlu olsa da Dublin rengarenk. Özellikle kapıların renkli halleri dikkatinizden kaçmayacak. Soylu birinin vefatı sonrası Kraliçe’nin bütün kapıların siyaha boyanması emrine bir tepki olarak o dönemde başlayan gelenek bugün de halen sürdürülmekte ve bu rengarenk kapılar Dublin’in simgelerinden biri olmuş durumda. Özellikle üç katlı kırmızı kiremit rengi tuğla binalardaki kapılar ve tokmakları görülmeye değer. Bu evlerin en güzel örnekleri de St. Stephen’s Green yakınlarındaki Merrion Meydanı’nda ve çevresinde yer almakta. Şehrin merkezinde iki büyük katedral var. En eskisi Christ Chuch Cathedral ve en meşhuru da St. Patrick’s Cathedral. İkisi de Liffey’in güneyinde. Dublin’in bir de kalesi var elbette. “Dublin Castle” Anglo - Normanlar tarafından 1204 yılında yapılmış. Şu anda birkaç döneme ait farklı mimari özellikte parçalarıyla eklektik görünümdeki kale, Avrupa Birliği toplantılarının yapıldığı büyük salonları barındırıyor; bir de savunma ve kalenin ihtiyaçlarının ikmali için yapılan yeraltı mağaralarını. Kalenin bulunduğu bu kompleks içindeki Chester Beatty Kütüphanesi ise görülmeye değer. İsmi kütüphane olsa da Alfred Chester Beatty adında New Yorklu bir maden mühendisi tarafından kurulmuş olan modern bir müzeden bahsediyorum. Çocukluğundan başlayarak bütün yaşamını tarihi değer olan el yazmaları, minyatürler ve buna benzer dini materyal toplayarak geçirmiş olan zat-ı 105 uzaktaki yakın muhterem, bu müzeyi de koleksiyonunu sergileme amaçlı kurmuş. Parçalarının pek çoğu eşsiz olan koleksiyona değer biçilemiyor. Mistik bir atmosferi olan ve çoğunluğu dini içerikli el yazmaları bulunan bu müzede, İslam dinine ayrılmış olan kısımda benzeri bir başka İslam ülkesinde olmayan el yazması Kur’anların olduğu bir koleksiyonun sergilendiğini de belirtmeli. Dublin’e ayırdığınız zamanın en azından yarım gününü, mümkünse gün batımına denk gelen bir kısmını küçük bir şehir dışı turuna da ayırmalısınız. Dublin merkezinden sadece 20 dakika tren mesafesinde olan Howth’u görmezseniz kaçırdığınız balık büyük olur, benden söylemesi. Trenden indiğinizde bambaşka bir dünyaya 106 ışınlanmış gibi olacaksınız. Her yanınızı deniz ve balık kokusu saracak. İneceğiniz tarihi istasyon, limanın yanı başında. Limanda ise yan yana balıkçılar ve elbette balık restoranları... Marketlerdeki kocaman karideslere, ıstakozlara ve adını bilmediğiniz çeşit çeşit balıklara takılıp kalmamak zor ama önce bunları hak etmelisiniz. Balık ziyafetini dönüşe saklayın çünkü yolumuz uzun. Howth’un deniz fenerleri ünlü. Limandakinin adı “Howth Harbour Lighthouse.” Bu fenerin karşısında Ireland’s Eye ve Lembey adaları manzarayı taçlandırıyor. Bu manzaraya fazla takılıp kalmayın çünkü sırada diğer uçta sizi bekleyen, tepenin ardındaki ikinci deniz fenerini görmek “ölmeden yapılacak on şey” listesini zorlayacak bir deneyim. Hani filmlerde içinde deniz feneri olan bazı sahneler vardır; uçsuz bucaksız deniz, puslu, fırtınalı, bulutlu bir hava, yemyeşil bir tepe, arada beliren güneş ve gün batımı ışığının vurduğu uçurumun kenarında bir deniz feneri. İşte bu fenerin ismi “Baily Lighthouse.” Ulaşmak için bir hayli yokuş tırmanmanız ve oldukça uzun bir yol kat etmeniz gerekecek ama izleyeceğiniz manzara her türlü eforu hak edecek ve bütün yorgunluğunuzu alacak cinsten. Fotoğraflarınızı çekip, ufka dalıp zihninizi boşalttıktan sonra dönüş yolunda kasabanın eski barına uğramak ve Guinness içen, Keltçe konuşan, kırmızı yanaklı amcalarla birlikte rugby maçı izlemek, “Irish pub”ın çakmasını değil orijinalini yaşamak ise paha biçilemez. 107 uzaktaki yakın Dublin’den instagram kareleri 108 109 detay 110 Hayat; kırmızı, kocaman bir meyve Yaşam; büyük, bol sulu, dünyanın her yerinde taşı değişen ve hepimize kendini türlü çeşit tattıran güzel bir meyve. Yaşam dolu bir tabağınız olsun, tabağınızda taze, sağlıklı, kocaman bir dilim yaşam olsun istiyorsanız onu pazarlarda bulabilirsiniz. Yazı: Emine Civanoğlu Fotoğraflar: Korcan Karaoysal, Engin Çakır 111 detay Yaşam bir kadın olsa, pazaryerleri de hayatın koluna takıp sallaya sallaya gezdirdiği kocaman bir sepet olurdu. Her mevsimin meyvelerini, sebzelerini dalından toplar bu sepete koyardı yaşam. Bizim hiç gitmediğimiz tepelerine çıkardı şehirlerin ve bizim hiç bilmediğimiz otlarını toplardı. 112 Büyük şehirlerde hayatın en güzel renklerini ve en taze tatlarını pazarlarda bulursunuz. Pazaryerlerinde dolaşmak, bir Van Gogh tablosunun içine girip orada dolaşmak gibidir. Tekdüze market solgunluğuna alıştığımız, rengi solmuş meyvelerinin cansızlığına artık hiç şaşırmadığımız şehirlerin en renkli yanıdır pazaryerleri. Dünyanın bütün ülkelerinde pazaryerlerinin kendine has bir curcunası vardır ve daha gün doğarken başlar bu hareketlilik. Limonlar, havuçlar tek tek dizilir sergilere ve işte o saatlerde başlar ressam ‘pazaryeri tablosu’nu çizmeye. 113 detay Burnunuza mis gibi şeftali kokusu gelir, bu koku aklınıza girer, oracıkta alıp yemek istersiniz. Eriğin, kirazın, dalından yeni düşmüş mürdüm eriğinin tadına bakmak serbesttir. Taze kekikle, hardal otu ile orada tanışırsınız. Küçük bir bahçeden az önce toplanıp gelmiş bir demet maydanoz sizi bekler bütün gün. Şişe şişe dizilmiş zeytinyağları tam istediğiniz kıvamdadır... Bu mevsimde bakla olur güzel, onu bir de başka bir tezgahtan aldığınız dereotuyla süsleyince nefis olur. Renk renk fularlar, çeşit çeşit ipliklerden örülmüş şallar vardır pazarın bir başka yanında. 114 115 detay Pazarın girişinde sizi pazarın sesleri ve kokusu karşılar. Semizotları satan genç kadının yüzündeki neşe de sattığı otlar kadar körpeciktir. Nefis bir kabak çiçeği dolmasını kendi ellerinizle pişirdiniz mi hiç? Kabak çiçekleri sabahın en erken vaktinde toplanmış ve meraklısı için pazara getirilmiştir. Herkes sergisini en göz alıcı biçimde yerleştirir; uzun yılları pazaryerlerinde geçen bir ömür boyunca, artık pazarcıların hepsi de bu konuda işin ustası olmuştur. İsimler takarlar sebzelerine, meyvelerine. Pazara gelen karpuz da, erik de, kiraz da uzaklardan yollara düşüp gelmiştir. Kıpkırmızı çilekler daha gözünü açar açmaz, koşa koşa pazarda almıştır soluğu. Herkesin hayatta en az birkaç kere mutlaka yemesi gereken kırmızı pancar, pazarın mucizesidir; sağlığınıza sağlık katar. 116 Toprağın ve ağaçların meyvesini de bulursunuz pazarda, dantelin motifini gözü kapalı bile çıkaran hünerli kadın elinin meyvesini de bulursunuz. Güzel ambalajlar yoktur pazaryerinde ama çok güzel insanlar vardır; sohbetleri de tezgâhtaki meyveleri gibi tatlıdır. Pazarcılar kendi aralarında gün boyu şakalar yaparlar, ayaküstü hikayeler yazarlar ve sizi de o kısacık anlarda bu eğlenceye ortak ederler. Pazarı gezerken pazarın seslerini bir şarkı dinler gibi dinlersiniz. Çok sesli bir müzik vardır orada. Kimisi tezgahın kenarına vurup tempo tutar, kimisi ıslık çalar, kimisi de sattığı tencere tavayla eşlik eder bu pazaryeri müziğine. 117 detay Zaman geçtikçe unutulmuştur belki ama dünyanın kuruluşundan beri yaşamın kalbinin attığı yerdir pazar. Haftanın üç günü başka bir semtte hayat burada eğlenir, burada bekler ağzının tadını bilenleri. Pazarı gezerken taze bir yufkanın kızarmış kokusunu duyarsınız, arasında peynir, biraz maydanoz... Pazarın lezzetini o yufkaya sarar doya doya yersiniz. 118 119 foto öykü Hareketli bir “yaşam” Fotoğraflar: Demet Argun Güngör 120 Bursa’dan yaşam dolu kareler ararken karşımıza çıkan Lunapark, her haliyle yaşamın ta kendisiydi. Fotoğraflara baktığımızda Bursa’nın bambaşka bir halini gördük. Sizinle de paylaşalım istedik... 121 foto öykü İçi su dolu bir yaşam öyküsü Tüm kıyıları birer cennet olan ülkemizde giderek daha da ünlenen dalış sporu, suyun altındaki eşsiz maceraları beraberinde getiriyor. Foto Öykü köşemiz sularımızdaki yüzlerce dalış noktasından birini aktarıyor sizlere; Alanya-Karaburun… Turkuvaz bir yolculuk sizleri bekliyor… Yazı: Alper Türkay Fotoğraflar: Engin Çakır Söze kalkış noktamızdan bahsetmekle başlamakta yarar var. Çünkü çıkış noktamız Türkiye’nin akış hızı en düzenli akarsuyu olan Manavgat Nehri… Üzerinde iki tane baraj olmasına rağmen (Oymapınar ve Manavgat), tekne turlarının başlangıç noktası olan bir yer. Manavgat ilçesinin merkezinden denize kadar teknelerin gezmesini engelleyebilecek herhangi 122 bir engel bulunmuyor. Tertemiz suyu ile ünlü olan bu ırmak Türkiye’nin en büyük ırmaklarından… Temmuz’un ilk hafta başıydı ve tekne turuna ya da dalışa katılacak olan herkes çok heyecanlıydı. Turkuvaz bir ırmaktan denize açılacağımızı bilmek bile insana apayrı bir huzur veriyordu. Nehirdeki kalkış noktamıza yaklaştıkça heyecan daha da arttı. İlçe merkezinin doğusunda alüvyonlarla dolu bir kıyıda denizle buluşan Manavgat’ta, mavi yolculuğumuza başladığımız 17m ahşap bir tekne bizi bekliyordu. Tekneye bindiğimiz ilk anlarda herkeste bir çekingenlik hâkimdi. Çünkü kimse kimseyi tanımıyordu. Tabi bu durumun oluşmasında farklı ülkelerden insanların bir araya gelmiş olmasının da payı büyüktü. Ama henüz birkaç dakika geçmişken konuşma sesleri yükselmeye başladı… Teknede ağırlıklı olarak Türkler, Ruslar ve Norveçliler vardı. Bu gruplar mavi turun ilk dakikalarında birbirlerine yabancı gözlerle baksalar da dönüş yolunda kahkahalarla eğleneceklerdi… Nehir boyunca ilerleyen teknemiz bizi doğanın tam kucağında gezdiriyordu. İki tarafımıza sazlıklar ve ağaçlarla çevrili bir manzara hâkimdi. Mavi tura çıkan diğer tekneler kornalarıyla bizi selamlıyordu. Diğer teknelerdeki yolcular el sallıyor, bazılarında göbek bile atıyorlardı… Animasyon ekipleriyle, hem müziğin hem doğanın hem de eğlencenin keyfiyle yol alan yolcular kendilerinden geçmiş gibiydiler. Tabi bunda alkolün etkisini de unutmamak lazım. Fakat bizim teknemizde alkol kullanılmıyordu. Çünkü dalışa gidecek dalgıçların içmesi tehlikeli sonuçlara neden olabilirdi… Tam da grup neşesini bulmuşken nehirdeki gezintinin sonuna gelmiştik. Ama birdenbire hiç beklemediğimiz bir şeyle karşılaştık. Suratlarda endişe ifadeleri belirmişti. Fakat kaptanımız, tekne miçolarının da desteğiyle, bizi yaşadığımız bu endişeden hızlı bir şekilde çıkarttı. Endişenin sebebi ise teknenin kumulların üzerine oturmuş olmasıydı. Daha sonradan öğrendik ki deniz ve ırmağın birleşme noktasında sürekli olarak yer değiştiren kumullar oluyormuş. Kimi zaman da nehirden denize çıkmaya çalışan tekneler bu kumullara takılabiliyormuş. Biz de bu durumdan nasibimizi aldıktan sonra denize çıkmanın heyecanı ile meraklı gözlerle etrafımızı seyretmeye koyulduk… Şimdi istikamet Alanya tarafındaki Karaburun mevkiiydi. Dalış noktalarımız oradaki küçük adacıkların civarında olacaktı… Denize açıldıktan sonra dalış noktasına varmadan yapılması gereken son kontroller dalış eğitmenleri ve tekne personeli tarafından dikkatle gerçekleşti. Dalacak kişilerin tecrübelerine göre eğitmen dalgıçlarla eşleştirilmesi, dalış gruplarının belirlenmesi, dalış elbise ve takımlarının hazır hale getirilmesi herkesin daha da heyecanlanmasına sebep oldu. Tüm bunlar yaşanırken özellikle teknedeki çocukların ilgisi bir anda suyun üzerine odaklandı. Herkes şaşkınlıkla 123 foto öykü suyun üzerinde giden dev bir Caretta Caretta’dan bahsediyordu. Masmavi suların üzerinde büyüklüğüyle gören herkesi etkileyen bu kaplumbağa yolcuların daha da kaynaşmasına neden oldu. Mavi sularda hızla ilerlerken teknenin üst bölümünde güneşin keyfini çıkartanların sayısı da hayli fazlaydı. Özellikle güneşlenmek isteyen bayanlar yukarıdaki minderlerin üzerinde Akdeniz’in sıcaklığının tadına bakıyorlardı. Çocukların derdiyse teknede bir aşağı bir yukarı koşturmaktı… Akdeniz’in büyüleyen ışıltısı ve deniz havası teknedeki herkesi adeta büyülemişti. Artık 124 çoktan tanışmış olan yolcular, artık gerek ülkeleri gerekse dilleri hakkında sohbetler etmeye çalışırken oldukça zorlanıyorlardı. Çünkü yolcuların birçoğu Rus’tu ve aralarında rehberleri Natalie dışında Türkçe ya da İngilizce bilen yoktu. Teknede sohbet edebilenler genelde Norveçli misafirler ile İngilizce bilenlerdi. Ama Rus turistler de sohbete ortak olma konusunda oldukça çabalıydılar. Bir yandan Türkçe birkaç kelime öğrenmeye çalışırken diğer yandan kendi dillerinden birkaç kelimeyi biz Türklere ve Norveçlilere öğretme çabasındaydılar… Sonunda tüm yolculuk boyunca beklediğimiz anlar yaklaşıyordu. Dalış noktası görüş mesafesindeydi artık. Dalışa geçecek ilk grup çoktan hazırlanmıştı bile. Usta bir ekiple başlayacaktı dalışlar… Eğitmen dalgıçlar ve 3 yıldızlı dalgıçlardan oluşan bu grubun ilk dalışı gerçekleştiriyor olması, ilk kez dalacak olan bizleri biraz olsun rahatlattı doğrusu. Nasıl bir sırayla dalışa geçiliyor olduğunu görmek ilk kez suyun altında nefes alacak olan ekibin aklındaki bazı sorulara cevap olmuştu. İlk ekip yola çıkarken kameralar ve fotoğraf makineleri ile onların suya inişlerini görüntüleyen yakınları da teknenin arka bölümünde yer alan dalış platformuna toplandı. Bir kısmı ise teknenin üst bölümünden olan biteni izliyordu. Usta dalgıçlar ise teknedekilerle biraz şakalaştıktan sonra ok işaretlerini verip suyun derinliklerine doğru yol almaya başladılar bile… Teknede kalan ekip ilk önce suya giren dalgıçların çıkarttıkları kabarcıkları takip ediyordu ama sonrasında bu ilgi azaldı ve herkes denizin keyfini çıkartmaya başladı… Çocuklar soluğu suda almışlardı bile. Çünkü ilk dalış noktamız oldukça sığ bir bölgeydi ve yüzmek için de oldukça elverişliydi. Karaburun diye bilinen bu bölgede küçük bir adacığın hemen yanındaydık. Kimi yolcular tekneden inip küçük kara parçasının üzerine çıkmıştı. Tabi etrafta başka bölgelerden gelmiş gezi gemileri ve başka dalış okulu tekneleri de vardı. Küçük adanın üzeri oldukça kalabalık olmuştu. Tıpkı bir sahil kadar renkli ve insan doluydu. Teknede kalanlardan dalışa katılacak olanlar yavaş yavaş hazırlıklara başlamıştı. İkinci grupta olmamın vermiş olduğu telaş benim de içimi kaplamıştı. Tam da bu sırada birinci ekip dalıştan geldi. Sudan çıkıp dalış takımlarını üzerlerinden çıkarttıkça yüzlerindeki mutluluğu görmek mümkündü. Çıkan herkes birbirleri ile şakalaşıyor ve aşağıda yaşadıkları ile ilgili espriler yapıyordu. Bu halleri birazdan dalışa geçecek olan bizleri daha da heyecanlandırdı. Tekne personeli dalış takımlarını giymemizi işaret etti. Dalış elbiselerini ilk kez giymek bile içimi kıpır kıpır yapmaya yetmişti. Biraz zor da olsa içine girdiğimiz elbiselerden sonra, sıra geldi yelekleri, paletleri ve ağırlıkları giymeye… Dalış platformuna oturduğumuzda ise maskeler ve tüplerimiz miçoların da yardımlarıyla üzerimizdeydi… Suya profesyonel dalgıçlar gibi atlayamasak da yavaşça bırakıldık. Ekipmanlar ile birlikte suya girdiğimiz ilk anları tarif etmek gerçekten de çok zor ama kısaca şöyle denebilir; etrafımızda keşfedilmeyi bekleyen suların verdiği garip, endişe dolu birkaç dakikanın merak duygusuna yenik 125 foto öykü düşmesiydi yaşadığımız. Bir an önce yapmamız gerekenleri öğrenip suyun derinliklerine inmek istiyorduk… Ekibin tamamen suya inmesini bekledikten sonra, usta dalgıçlar ilk kez dalacak olan dalgıçların yanlarındaydı. Ellerimizden tuttular ve su altında başımıza gelebilecek durumlara karşı uyarılarda bulundular. Yavaş yavaş suyun altına inmeye başlamıştık bile. İlk etapta suyun altında düz durabilmeyi öğrendikten sonra, paletlerimizi kullanmaya başladık ve su altındaki ilk turumuz başladı. Etraftaki kabarcıklar ilk dikkatimizi çeken şeyler oldu. Etrafı meraklı gözlerle izlerken eğitmen dalgıçlarımızın dediklerini harfiyen yerine getiriyorduk. Civarımızda irili ufaklı balıkları görmeye başlamıştık bile. Şanslıydık ki Akdeniz’in sakin bir gününde suyun altındaydık ve görüş 126 mesafesi oldukça iyiydi. Kumluk bir alandan yavaş yavaş kayalıkların olduğu bir bölgeye doğru hareket ettik. Etrafımızda çok renkli olmasa da birçok mercan ve yosun kütleleri vardı. İrili ufaklı deniz kabuklarını ve yengeçleri görmekse apayrı bir keyifti. Deniz minareleri ve gördüğümüz küçük deniz balıkları yaşayan bir doğanın tam ortasında olduğumuzu hatırlattı adeta. Daldığımız bu bölgedeki balıklar bizi bekliyormuş gibi bir tavır sergiliyorlardı. Sayıları giderek arttı balıkların. Etrafımızı tamamen sarmışlardı. Tüm bunlar olurken sualtı kameraları ile her yerin ve birbirimizin fotoğraflarını çekiyor ve bu anları ölümsüzleştiriyorduk… Derken usta dalgıçların bize bir sürprizi olduğunu fark ettik. Yanlarına sakladıkları ekmekleri çıkarttılar ve balıklara vermemiz için bize bıraktılar. Elinizle balıkları beslemek aşağıda olduğumuzu bile unutturmuştu. Dakikalar nasıl geçiyordu anlamıyorduk bile. Ama her güzel şey gibi bunun da bir sonu vardı. Yavaş yavaş tüplerimizdeki havalar bittiği için dönüş yoluna çıkmamız gerekti. Döndüğümüzde ise öğle yemeği vakti gelmişti bile. Tavuk ve salatadan oluşan menüye makarna eşlik ediyordu. Çıkar çıkmaz dalış takımlarımızı astıktan sonra tekne personelinin hazırlamış olduğu bu ziyafetin tadını çıkarttık. Daha sonra ise üçüncü grubun suya dalışını izledik ve ilk dalış noktasındaki vaktimiz dolmuş oldu. Şimdi sıra ikinci dalış noktasında biraz daha derin bir bölgeye dalmaktaydı. Ama tam demir alıp ikinci noktaya hareket etmeye başladığımızda kötü bir sürprizle karşılaştık. Teknenin motoru sualtındaki yüksek bir kayaya çarpmıştı ve bu durum tekneyi epeyce sallamıştı. Hepimiz teknenin başına bir şey geldiği konusunda endişelenmiştik fakat durum korkulduğu gibi değildi. Teknede herhangi bir arıza oluşmamıştı. Hemen suya atlayan usta dalgıçlar motor istop ettikten sonra teknenin altını kontrol etmişti. Bu tatsız olay biraz endişelendirse de neşemizi kaçırmaya yetmemiş, diğer dalış noktasına doğru hareket etmiştik. İkinci noktaya geldiğimizde ise hava esmeye başladı ve en nihayetinde dalga çıkmaya da başlamıştı. Bu durum dalgıçların bir an önce suya girmelerine sebep oldu ve ikinci dalışlar biraz daha hızlı ve heyecan dolu olacaktı. Birinci grup yine ilk kez suya inerken yaşanan heyecanla birlikte daldıktan sonra, biraz daha derin olan bu bölgede yüzenlerin sayısı da az oldu. Ama merak edilen havanın daha da bozup bozmayacağıydı. Çünkü teknedeki sallantı giderek artıyordu ve dalıştan dönenleri bekleyen diğer tekne yolcularını yavaş yavaş deniz tutuyordu. Bu sadece tekne üzerindekilere değil suya dalan dalgıçların görüş mesafesini ve hareket kabiliyetini de etkiliyordu. Neyse ki rüzgâr hızını biraz düşürdü ve hem teknedekiler hem de dalgıçlar rahat bir nefes aldı. İlk gruptan sonra dalış sırası yine bize gelmişti. Ekipmanlarımızı bir öncekinden kazandığımız tecrübelerle çok daha rahat giyebilmiş ve dalış platformundaki yerimizi almıştık. Sırasıyla suya indikten sonra tecrübeli dalgıçlar da yanımızdaki yerleri aldılar tekrar. Bu sefer heyecanımızı çok daha erken yenmiştik fakat daha derin bir noktada olduğumuz için merakımız ve korkumuz da aynı derecede artmıştı. Üstelik su oldukça dalgalı ve akıntılıydı. Ama korktuğumuz gibi bir süreç yaşamadık. Tek fark görüşün oldukça zayıflamış olmasıydı. Buradaki balıkların cinsi ve büyüklükleri de farklıydı. Hepsi birbirinden güzel ve büyüleyiciydi. Ama tıpkı diğeri gibi süremiz hızlıca bitmişti ve tadı damağımızda bir şekilde dönüş yolundaydık. 127 foto öykü 128 Tekneye döndüğümüzde etrafta dalıştan yorulmuş olanların kestirdiğini gördük. Bunun sebebini birazdan yolda biz de anlayacaktık. Tüm dalgıçlar tekneye çıktıktan sonra ekipmanlar da yerleştirildi. Kaptan miçolara işaret verdi ve demir alındı. Dönüş yolu başlamıştı. Hepimiz turkuvaz mavisi bir yolculuk sonrası sualtına hayran olmuş bir şekilde geçiriyorduk dönüş yolunu. Yorgunluğunu atanlar uyandıkça sohbetler ve kahkahaların da sayısı giderek arttı. Dönüş yolunda dalış platformunun üzeri yine doluydu ama bu sefer jakuzi keyfini yaşayabilmek için. Delikli bir platform olduğu için giderken alttan su fışkırtıyordu ve bir jakuziden hiçbir farkı yoktu. Bunu keşfedenlerse doğal jakuzideki yerlerini çoktan almışlardı. Keyifli bir mavi yolculuktan sonra yine Manavgat nehrindeydik. Karpuzlar kesildi ve aramızdan bazıları nehirde yüzmek için suya atladı. Tekne personeli suya birden atlanmaması konusunda uyarılarda bulunuyordu. Çünkü nehir sıfıra yakın bir derecede aktığı için sıcak denizden çıkmış vücutlar için tehlikeliydi. Felç bile olunabilirdi. Zaten suya girenler uzun süre kalamadan tekneye geri döndüler, su çok soğuktu. Sıra gelmişti sertifikalarımızı almaya. Herkes teknenin ortasında toplandı ve sırayla isimler okundu. Zor bir şeyi başarmanın mutluluğu yaşanıyordu. Ama böylesine keyifli bir ekiple yolculuğun sonuna gelmiş olmak, buruk bir mutluluk yaşatıyordu. Dalış turumuzdan geriye harika görüntüler eşliğinde unutulmayacak hatıralar kalmıştı. Manavgat’a ve suyun altına hayran kalmamak elde değildi. Su canlılarını ve özellikle de Caretta Caretta’yı unutmak mümkün değildi. Karaburun’da geçirilen bu gün bir dalışın sadece dalmaktan ibaret olmadığını bize kanıtlamıştı. Bir dalış; hem eğlenmekti, hem sosyallik hem de spor yapmak… 129 hayat hikayesi “En iyisi” Michael Jordan 1 numara, diğer bir ifade ile 10 numara… Hafızalara kazınan kendi formasıyla ise 23 numara… NBA tarihinde kırılmamış rekor bırakmayan Michael Jeffrey Jordan, ismini altın harflerle yazdırdığı basketbol tarihinde, tüm zamanların en iyisiydi. Hazırlayan: Engin Çakır 130 Mükemmel bir basketbol oyuncusu yaratmaya kalkarsanız, olağanüstü atletik özelliklere sahip birisini bulmanız gerekir. Yetenekleriyle rakiplerini ezecek birisini. Michael Jordan gerek manen gerekse fizik olarak tüm bu özelliklere sahipti. Giderek artan başarıları onu mükemmel bir eğitim sürecinin içerisinde de tutuyordu. Attığı her adımda önünde başarabileceği daha büyük bir sorumluluk buluyordu. Jordan tüm zamanların en iyi basketbolcusu unvanını kazanana dek birçok kez zorluklarla karşılaştı ama onun başarısı tüm bu zorlukların üzerindeydi. Sempatik gülüşü ve sahadaki olağanüstü kazanma hırsı onu her geçen gün daha da popüler hale getirdi. O sadece harika bir skorer değildi aynı zamanda en iyi savunmacı, ribaund oyuncusu ve blokçuydu… Jordan kazandığı popülerliği ile NBA ligine ve basketbol sporuna çok büyük katkılarda bulundu. 1980 ve 1990’larda tüm dünya çapında en popüler sporlardan birisi Jordan sayesinde basketbol oldu. Etkili bir pazarlama başarısı da sergiledi. En büyük markalar onunla reklam çekebilmek için sıradaydı. Jordan'ın kısa sürede yıldız olmasının sebebi ise her zaman alçakgönüllü ama bir o kadar da mücadeleci tavrını hem sahaya hem de saha dışına yansıtmayı başarmasıydı. Kameralarla çok iyi geçinen Jordan ve oynadığı reklam filmleri ve yer aldığı magazin dergileri kapakları sayesinde dünyanın dört bir yanında tanındı. Nike ile yaptığı anlaşma ve ona özel üretilen spor ayakkabılarıyla da bir ilke imza atan Jordan, yasak reklam yapıyor gerekçesiyle kanun değişene kadar her maçta NBA Komisyonu’na ceza ödemek zorunda kaldı. Ama Jordan'ın ayakkabılarından vazgeçmemesi ve Nike'nin bu cezaları seve seve ödemesi Air Jordan'ın doğmasının en büyük yardımcısı oldu. Jordan kısaca dünyanın en önemli markalarından biriydi. Dili dışarıdayken koşuşu ve yaptığı smaçlarla NBA'ya ve basketbola yeni bir stil getiren Jordan, her hareketi ile moda yaratıyordu. Uzun şortlar tercih etmesi ve kafasını kazıtması tıpkı bir moda gibi her yerde yayıldı. Jordan, “Basketbol macerama başladığımda tek istediğim en iyi basketbol oyuncusu olmaktı.” diye anlatıyor kendi hikâyesinin özetini… Çok büyük başarılara imza atmasının sebebi de görünen o ki bu cümlede saklı... Kazandığı onca başarıyı disiplinli çalışmasına ve iyi bir sporcu olmasına borçluydu. İnsanüstü yeteneklerini hep bu saygı çerçevesinde değerlendirdi ve sorduklarında, “Kariyerim boyunca basketbola olan saygım artarak devam etti” dedi. Yetinmedi “Bu benim için sadece bir oyun değil, hayat dersi aldığım bir şey…” diyerek basketbolun onun için ne anlam ifade ettiğini açıkça ortaya koydu. Tüm dünya basketbolu onunla birlikte daha çok sevdi. Gecenin geç saatlerine kadar maçlarını izledi, heyecan duydu. NBA spikerleri onu anlatırken kelimeler birbirine girdi. Çok gürültülü maçlardan unutulmayacak sonuçlar çıkarmayı başardı. Tam 28 kez son saniye şutu ile takımına maç kazandırarak vazgeçmemeyi, hırsı ve inadı tüm dünyaya öğretti. Belki de asla kırılamayacak rekorlara imza atarak herkese yaptığı işi mükemmel yaptığını kanıtladı. 85’te En İyi Çaylak Ödülü’nü kazanarak işe başladı. 88’de yılın En İyi Savunma Oyuncusu ödülünü kazandı. 2 kez Olimpiyat Şampiyonluğu(84,92) yaşadı. Normal bir NBA sezonunda 30 kez 50 sayının üzerine çıkan tek basketbolcu oldu. 131 hayat hikayesi 6 kez NBA şampiyonluğuna uzanırken, NBA Finallerinin En Değerli Oyuncusu (91, 92, 93, 96, 97, 98) unvanını da yine 6 kez kazandı. Bu serilerde en yüksek sayı averajına ulaşan oyuncu (41,01993) oldu. Normal sezonda da 5 kez (88, 91, 92, 96, 98) En Değerli Oyuncu seçildi. Jordan basket sahasında attığı her adımla ismini en iyiler arasına yazdırmayı başarıyordu. Tam 9 kez NBA’nın En İyi Beşi’ne ve En İyi Savunma Beşi’ne seçilmeyi başardı. Bununla da yetinmedi 14 kez All Star forması giydi. Bu formayla En Skorer Oyuncu(20.2 averaj) unvanını edindi. Üç kez de All Star’ın En Değerli Oyuncusu oldu. Bu büyük organizasyonda yapılan Smaç Şampiyonluğu’nda 2 kez birinci oldu. All-Star maçında Triple-Double yapan tek oyuncu oldu. Jordan’a hiçbir başarı yetmiyordu. Tam 28 kez Triple-Double yaptı. Katıldığı Play-Off maçlarında tabir yerindeyse fırtına gibi esti. Tüm zamanların Play-Off sayı rekorunu(63) kırdı. Play-Off’larda 8 kez 132 50 sayının üzerine çıkmayı başardı. Tüm Zamanlarda Play-Off’un En Çok Top Çalan Oyuncusu oldu. 33.4 sayı ortalaması ile Play-Off’ların En Yüksek Sayı Ortalaması’na sahip oyuncusuydu. Jordan’ın ne yaptığını yakaladığı skor averajı açıkça ortaya koyuyordu: tüm zamanların en yüksek skor averajına sahip olan Jordan baskete hiç doymadı, sayı ortalaması; 30,12 oldu… Üretken ve skorcu oyunu ile seyircileri salona çeken Jordan sıçrama yeteneği ve All Star Organizasyonu'ndaki Slam Dunk yarışmasında faul çizgisinden potaya smaç yapması sayesinde "Air Jordan" ve "His Airness lakaplarını kazandı. 1991 yılında Bulls ile ilk NBA şampiyonluğunu kazandı. Daha sonra iki sezon daha şampiyonluk kazanan Air Jordan, "three-peat" olarak adlandırılan, üç kez üst üste şampiyonluk başarısı kazandı. Fakat Jordan sürprizlerle doluydu. 199394 sezonu başlamak üzereyken, beysbol kariyerine devam etme amacıyla NBA'de basketbol oynamayı bıraktı. Bu tüm dünyada şok etkisi yaratmıştı. Tam 18 ay boyunca ikinci ligde beysbol oynadı. Ona göre bu dönemde kendisini dinlemişti. Dönüşü ise 1995-96 sezonunda tekrar Bulls ile oldu. Takımına 1996, 1997 ve 1998'de üç kez daha üst üste NBA şampiyonluğu kazandırdı. 1995-96 sezonunda Chicago Bulls, normal sezon içinde 72 maç kazanarak en yüksek galibiyet oranına sahip olan takım oldu. Pistons'a karşı alınan Doğu Konferansı final mağlubiyetleri soru işaretlerinin doğmasına neden olduğunda bile gösterdiği kararlılık Jordan'ın karakteristik özelliklerinin en güzel örneğini sergiledi: en iyiyi başarana kadar pes etmemek... 1999'da, ESPN tarafından 20. yüzyılda Kuzey Amerika'nın En Büyük Sporcusu ilan edildi. Fakat Jordan bir kez daha sahalardan uzaklaşmak istiyordu. Çünkü kendisi için kazanılacak her şeyi kazandığını düşünüyordu. Ayrıca olimpiyatlardan sonra, aynı yıl, idolü ve kılavuzu olan babası, silahlı bir soygun sırasında öldürülmüştü. 199899 sezonunda tekrar sebebi olana 133 hayat hikayesi dek basketbolu bıraktı. İki sezon sonra Washington Wizards takımının üyesi olarak basketbola dönecekti. Basketbola döndüğünü açıklarken yaptığı basın açıklaması ise sadece iki kelimeden oluşuyordu: "I'm back." yani, "Geri döndüm." Jordan, 2000 yılının başlarında, Washington Wizards'ın hissedarı oldu ve ardından da bu takımda Basketbol Operasyonları Başkanı oldu. Wizards'la oynadığı ikinci sezon ve kariyerinin son sezonu olan 2002-03'te ise Jordan, kırk yaşına girmesine rağmen hiç maç kaçırmadı ve 20 sayı ortalamasıyla oynamayı başardı. Aynı zamanda bu sezonda kırk iki defa 20, dokuz defa 30 ve üç defa 40 sayı barajını geçerek 40 yaşında 40 sayı atmayı başaran ilk basketbolcu oldu. Bu sezon boyunca, Wizards'ın evinde oynadığı tüm maçlarda tüm biletler satıldı ve Wizards, yılın en fazla takip edilen takımı oldu. 2003 All-Star maçında Vince Carter, Jordan'a ilk beşteki yerini verdi. Devre arasında, kendisi adına bir tören düzenlendi. Jordan'ın kariyerindeki son maç, Philadelphia 76ers'e karşı idi. Philadelphia'da oynanan maçta seyircilerin "We Want Mike!" (Mike'ı istiyoruz) tezahüratları üzerine, oyuna son dakikalarda girdi ve son sayılarını serbest atıştan bularak kariyerine son noktayı koymuş oldu. Michael Jordan basket topunu eline aldığı tüm sahalarda rakiplerinin korkulu rüyası oldu. Rakipleri Jordan’ı yenmenin tek yolunun onun yüreğini çıkartmak olduğunu düşünüyordu. Basketbol için efsaneydi ve efsanelerin ismi asla unutulmazdı. Jordan bunu biliyordu ve hayatı boyunca ismi için çabaladı. Forması 23 numaraydı ama ismi her zaman bir numara oldu… 134 135 evrensel sanat The Doors Hazırlayan: Sezai Evans Jim Morrison - Vokal, Robby Krieger - Gitar, Ray Manzarek - Piyano / klavye, John Densmore - Davul Hala yaşayan ritim Müziğinin sınırları olmadığını anlatmaya çalışan Jim Morison, William Blake'ten bir alıntıyla "Doors, bilinenle bilinmeyen arasındaki kapı ve ben bu kapı olmak istiyorum" diyordu. Önce algıların kapılarını teker teker açıyor sonra sizi kapıların eşiklerinde yalnız bırakıyordu, diğer tarafa düşme tehlikesi hep 136 Nam-ı diğer “Kertenkele Kralı” Jim Morrison’un karizması, insanı başka bir boyuta sürükleyen şarkı sözleri, şiirleri ve grubun ritimlerdeki mükemmel uyumu ile algının dar kapılarından gelen sonsuz ritim, Rock müziğin efsane grubu The Doors…... vardı. The Doors’un insanlara kendi içinde yaşattıkları uzun süre etkisinden kurtulamayacakları cinstendi. Hikâyeleri başından sonuna kadar çarpıcıydı, etkileyici ve toplumu sürükleyici... İlk kez boy gösterdikleri televizyon kanalının kapanmasına bile yol açtılar. Birçok insana en depresif anlarında, şarkılarını dinletebildiler. Onu bugün dahi dinleyen hayranları ortak, garip bir hüznü paylaşıyor. Onların müziklerinde adeta Azrail’e karşı çıkış vardı. Pek çok iniş çıkış yaşayan ve sonunda sonsuz bir inişe gömülmüş bir efsaneydi The Doors. Müzik kavramını, bazen çok kısa ve akorlara bağlı klavye vuruşları, bazen 12 dakikalık dualar, küfürler, lanetleyişler, özgürleşmeler ve kendinden yeniden dogma gibi kayda değer çabalarla yücelten bir yapıya sahipti bu grup. Solistinin Jim Morrison olduğu bir gruptan da ancak böylesine derin ve şiirsel bir anlatım beklenebilirdi. Hikâye 1965’te başlamıştı ve 71’de Jim Morrison'un ölümüyle sona erdi. Etkileyici ve şiirsel şarkı sözleri, iyi düzenlenmiş müziğiyle öne çıkmış olan bu kıdemli Rock grubu, vokalisti ve aynı zamanda şarkı sözlerinin de yazarı Jim Morrison'ın seksi görünümü, cazibesi ve sahne performansı ile giderek akıllara kazındı. Sahnedeki yüksek performansları, Morrison’un sahnedeki ilgi çekici başarısı ve lirik etkisi grubu her geçen gün ve her dinlettiği kişide daha da kalıcı hale getirdi. "Break on Through (to the Other Side)", "L.A. Woman," "The End," "The Crystal Ship", "Light My Fire" ve “People Are Stranger” şarkıları birçok kişinin “en iyileri” arasında yerini aldı. Özellikle yaklaşık 12 dakika süren "The End", grubun en sarsıcı parçalarından biri olarak kabul gördü. "Light My Fire" için ise grubun güzel fakat üstüne en yapışmış parçasıdır demek yanlış olmaz. Doors grubunun adı Aldous Huxley'in meskalin adlı uyuşturucu maddeyle yaşadığı gerçek deneyimlerini anlattığı Algı Kapıları (Doors of Perception) isimli kitaptan esinlenerek koyulmuştu. Grubun başarısında ismi ile örtüşen müzik anlayışı ve Morrison’un şarkı sözlerinin bu kimliğe sağladığı uyumun da etkisi çok büyüktü. Jim Morrison’un tüm dünyayı peşinden sürükleyen sözleri yazmasında çocuk yaşta ailesiyle beraber bir seyahatte yaşadığı bir kazanın etkisi çok büyüktü. O kazada ölen Kızılderili şamanının ruhunun kendi ruhuna karıştığını ve çok küçük yaşta ölümü tanıdığını söylüyordu. Kim bilir belki de haklıydı. Jim yaşadığı olayı şöyle anlattı yıllar sonra: "Kanayan Kızılderililer saçılmış şafak vakti otoyola. Hayaletler sarıyor küçük çocuğun nazik zihnini." Jim Morrison hayranları için hem bir ilah, hem bir şeytan, hem bir şair, hem bir müzisyendi. Onu en iyi anlatan ve de büyük ihtimalle en iyi anlayan Ray Marzarek’e göre Jim çok daha fazlasıydı: “Ben onu hep eski Yunan ozanlarının çağımızdaki bir örneği olarak gördüm. O belki de Dionysos. Hislerin, anlık kararların, müziğin ve dansın tanrısıydı o. Bir konserden diğerine ne yapacağı belli değildi; bazen bir şeytan, bazen bir iyilik perisiydi...” Doors grubu 1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi sinema öğrencileri Jim Morrison ve Ray Manzarek tarafından kurulduğunda Morrison, Moonlight Drive adlı parçayı ilk kez bu sırada Ray’e okudu ve bu parça grubun kurulmasına vesile oldu. Jim'den etkilenen Ray o sıralardaki grubu "Rick and The Ravens"’tan ayrılmış; Robby Krieger ve John Densmore adında önceden tanıdığı arkadaşlarını yanlarına katarak grubu kurmuştu. Hayranları Jim Morrison'a daha sonra Lizard King (kertenkele kral) ismini taktı ve Morrison birçok konserinde söylediği “I'm a lizard king I can do anything” sözü ile özdeşleşti (ben kertenkele kralım ve her şeyi 137 evrensel sanat Albümleri The Doors( Ocak 1966-67), Strange Days (Ekim 1967), Waiting For The Sun(1968), The Soft Parade (1969), Morrison Hotel (1970), L.A. Woman(Nisan 1971), Other Voices (Ekim 1971), Full Circle(1972), American Prayer(1978), The Doors (1991), In Concert (1991), Kutu Seti (1997), Bright Midnight: Live in America (2002), Live in Hollywood(2002) Legacy: the Absolute Best - Ağustos 2003 yapabilirim.) Kısaca onun benzersiz ruhunu ilk fark eden Marzarek olmuştu. Tuşlu çalgılar çalan Marzarek ile Morisson iyi bir ikili oluşturmuşlardı. Daha sonra bu ikiliye gitarda Krieger ve davulda Densmore da katıldı. Grubun giderek ünlenmesinde Jim Morrison’un aykırı tutumları da etkili oluyordu. New Haven’da konser yapan grupta sahne arkasında bir kadınla zorla ilişkiye girmek isteyen Morrison polisin durumu duyması üzerine sahnedeyken tutuklandı ve hayranları ayaklanma başlattı. Kendisi hiçbir zaman bu suçu kabul etmedi. Miami’de ise konserdeyken hayranları onu istemeyerek şarkı söylemesi ve bir anda bağırmasından dolayı yuhalamaya başladı. Jim Morrison konserden önce 138 aşırı düzeyde içki içmişti ve sarhoştu. Seyircilere hakaret etmeye başladı daha sonra seyircileri soyunmakla tehdit etti. Ama soyunmadı. Polisler sahneye çıkıp Morrison’u tekrar tutukladı. The Doors’un 21 eyalette sahneye çıkması yasaklandı. Jim 6 ay hapis cezası istemiyle yargılandı ve suçlu bulundu ama cezaya itiraz etti ve itiraz davasını beklerken çok sevdiği Paris’e gitti. Paris’te bir otel odasında küvette ölü bulundu. Kalp krizi teşhisi konuldu. Öldüğünde tıpkı Jimi Hendrix ve Kurt Cobain gibi 27 yaşındaydı. Uyuşturucudan öldüğü iddia edildi ama vücudunda uyuşturucuya rastlanmadı. Morrison olmadan çıkan The Doors albümleri aynı başarıyı yakalayamadı. Morrison’un The Doors’u ise hafızalardan hiç çıkmadı… 45’likler "Break on Through (To The Other Side)"(Ocak 1967), "Light My Fire"(Nisan 1967), "People Are Strange"(Eylül 1967), "Love Me Two Times" (Kasım 1967), "The Unknown Soldier"(Mart 1968), "Hello I Love You" (Haziran 1968), "Touch Me" (Aralık 1968), "Wishful Sinful" (Mart 1969), "Tell All the People" (Mayıs 1969), "Running Blue" (Ağustos 1969), "You Make Me Real" / "Roadhouse Blues" (Mayıs 1970), "Love Her Madly" (Mayıs 1971), "Riders on the Storm" (Haziran 1971), "Tightrope Ride" (Kasım 1971), "Ships with Sails" (Ocak 1972), "Get Up and Dance" (Temmuz 1972), "The Mosquito" (Ağustos 1972), "The Piano Bird" (Kasım 1972) 139 armoni Ayşegül İnci 140 “Zamanı tamir eden adamın kızı” “Zamanı Tamir Eden Adam benim babam. Yılların saat ustasıdır babam ve bu albümle ona sesleniyorum. Küçüklüğümden beri saatlerin ve saat parçalarının arasındayım. Zaman kavramının şarkılarımı çok etkilediğini fark ettim ve bu konseptte bir albüm hazırlamak istedim.” Röportaj ve konser fotoğrafları: Engin Çakır Müzik yaşamındaki adımlarını dikkatli ve sağlam bastıktan sonra ilk albümüyle müzik dünyasında yeni bir maceraya atılan Ayşegül İnci ile yeni albümü “Zamanı tamir eden adam”, kariyeri ve hedefleri üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Besteleri, içtenliği ve özenli duruşuyla dikkat çeken Ayşegül’ün adını bundan sonra sıkça duyacağız. Ayşegül İnci kendini anlatsa nasıl ifade ederdi? İlk sözümüz bu olsun. Kendimi en iyi şarkılarımla ifade eden bir müzisyenim, şarkılarımı dinleyin ve beni öyle anlayın derim. Müzikle bağın ilk olarak ne zaman başladı? Kısaca müzikle olan serüvenin nasıl gelişti? Müziğe 13 yaşında gitarla başladım ve devamında kendi şarkılarımı besteledim. Lise yıllarında vokal eğitimi, şarkı sözü yazarlığı ve beste yapmak üzerine eğildim. Eskişehir'de üniversite döneminde ise çalmadığım mekan ve sahne kalmadı. Festivallere katıldık, yarışmalarda dereceler elde ettik. Tüm çabam albüme kadar giden süreçte olabildiğince deneyim elde etmekti. İstanbul'a geldiğim süreçte Teoman ve Yalın gibi çok değerli solistlere sahne gruplarında bas gitaristlik ve back vokalistlik yaptım. Devamında 2010 yılında prodüktörüm Alen Konakoğlu ile beraber albüm sürecine başladık. 2 yıl süren uzun bir albüm hazırlık ve kayıt süreci sonrasında, Zamanı Tamir Eden Adam'ı Arpej Yapım etiketiyle yayınladık. Bas gitar genellikle erkeklerin tercih ettiği bir çalgı. Bas gitarla olan ilişkin nasıl ilerledi? Eskişehir'de okuduğum dönemde kendi şarkılarımı söylemek için bir grup kurmak istediğimde o dönem basçı bulamadık. Ben de kendim çalarım diye bas gitara başladım. Uzun yıllar sahnede bas çalıp şarkı söyledim. 141 armoni Müzik anlayışını nasıl tarif edersin? Kaç tane besten var? Beste yaparken yaşanmışlıkların payı ne oluyor? 14 yaşından bu yana günlük gibi tuttuğum bir beste defterim var. 40'tan sonrasını saymadım, kaç tane var diye bir sayı veremem o yüzden :) Şarkı yazarken şu tarz yaparım diye kendimi kısıtlamıyorum, sadece içimden gelen melodileri döküyorum. Ne hissediyorsam, neye üzülmüşsem ya da neden etkilenmişsem bunları yansıtıyorum. Zaman kavramı, geçmiş ve yaşanmışlıklar beni oldukça etkiliyor. 142 Bugüne dek Teoman ve Yalın gibi ünlü isimlerle birlikte müzik yaptın. Bas gitar ve geri vokal olarak onlara destek oldun. Bu sürecin müzik yaşamına ne gibi etkileri oldu? Kendimi geliştirmemde oldukça büyük katkıları oldu bana. Hep iyi solistlerle çalıştım ve onları gözlemleme şansım oldu. Bu işin mutfağını bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Ailende müzikle uğraşan başka birisi var mı? Ailemde profesyonel anlamda müzikle uğraşan başka birisi yok. Genelde hobi boyutunda ilgileri var. Büyük ablam bir dönem davul çalmıştı, hatta ilk grubumu onunla kurmuştum, diğer ablamsa bir dönem gitarla ilgilenmişti. Biraz da albümden bahsedelim. İsmi oldukça dikkat çekici. “Zamanı Tamir Eden Adam...” Nereden çıktı bu isim, hikayesi nedir? Zamanı Tamir Eden Adam benim babam. Yılların saat ustasıdır babam ve bu albümle ona sesleniyorum. Küçüklüğümden beri saatlerin ve saat parçalarının arasındayım. Zaman kavramının şarkılarımı çok etkilediğini Ayşegül ile “atış serbest” Müzik – Vazgeçilmezim Zaman – Takıntım Bas gitar - Groove Eskişehir - Öğrencilik Baba – İlk aşk “Bilmesen de” – Platonik aşk Umut – Her şey Yıldız – Parıltı Rock – Yaşam tarzı Saç –Kıvırcık Sahne – Nefes almak Başarı – Çalışmak Işık - Sahne 143 armoni fark ettim ve bu konseptte bir albüm hazırlamak istedim. Albümde birçok ünlü isim gerek çalgılar gerek sesleri ile sana eşlik etti. Biraz da bundan bahsedelim mi? Alen Konakoğlu prodüktörlüğünde çok değerli müzisyenler sağ olsunlar bu albümde bana destek verdiler: Can Şengün, Levent Candaş, Serdar Barçın, Burhan Kulle, Gündem Yaylı Grubu, Serkan Sönmezocak, Anıl Çifter ve Mehmet Aksoy... Ayrıca Kahır şarkısında Yüksek Sadakat'ten tanıdığımız Kenan Vural sesiyle şarkıya renk kattı. Albümde Eskişehir’e yazılmış bir şarkı da bulunuyor. Bu şarkının arka planında neler yatıyor? Birçok ilkleri yaşadığım çok özel ve eşsiz bir şehir Eskişehir... İlk profesyonel müzik hayatına atıldığım ve müzikten asla kopamayacağımı anladığım bir yer. Çok özlediğim bir anda bu şarkıyı yazdım. Eskişehir'de okumuş olan ve hala okuyan, orada yaşayan herkese hediye ettiğim bir şarkı oldu. 144 Dinleyiciler bu albümü niçin almalı? Bu soruyu bana değil müzik eleştirmenlerine ve dinleyicilere sormak lazım. Ben, "niçin alırlar ya da ne kadar satarım"ı düşünerek bu albümü hazırlamadım çünkü. Sadece içimden gelen şarkıları paylaşmak istedim. Samimi olduğunu düşündüğüm bir ilk albüm oldu. Bursa ile aran nasıl? Bursalılar seni sıkça dinleyebilecek mi? Bursa ile aram hep iyi olmuştur. Eskişehir'de okurken Bursa'ya çok sık konsere gelirdim. En son da Teoman'la çaldığım dönemde Suare'ye konsere gelmiştik. Önümüzdeki aylarda Bursa'da konserimiz olacak bunun da müjdesini vermek isterim... 7 Mart'ta, Jolly Joker İstanbul'da, albüm tanıtım konserin oldu. Tepkiler nasıldı? Konserler nerelerde devam edecek? Çok keyifli ve özel bir konser oldu. Tepkiler de çok güzel. Gelen ve desteklerini esirgemeyen herkese yürekten sevgilerimi iletmek isterim. Konserlerimiz devam edecek. Nisan ayından itibaren Eskişehir, Ankara ve Bursa olmak üzere bir çok yerde çalacağız. Bunların tarihleri şimdilik net değil, beni www.facebook.com/ aysegulinci ve www.aysegulinci.com 'dan takip edebilirsiniz. İstanbul'da tarihi belli olan bir konserim var, 1 Mayıs çarşamba günü Beyoğlu Hayal Kahvesi'ndeyiz. Bundan sonrası için planların ve projelerin neler? Bu albümde ilk klibimiz Hatırlıyor musun'a geldi. İkinci klip Kahır'a gelecek. Albümdeki şarkılara çekebildiğim kadar klip çekmek istiyorum. Uzun vadeli planım ise yapabildiğim kadar çok albüm yapıp, sayısız konser vermek istiyorum. Bu keyifli sohbet için çok teşekkürler... Ben teşekkür ederim. Çok keyifliydi. Bursalılarla zaten çok yakında görüşeceğiz... 145 film şeridi Başroldeki “tatlı hayat” İtalyanların milli servet olarak gördüğü sinema yönetmeni "fefe...” Metresini ve karısını aynı filmde oynatıp hatta filmdeki rollerini de aynı tutabilecek kadar sıra dışı yaşamış bir isim. Ünlü filmi La Dolce Vita(Tatlı Hayat) kadar sıcak ve sürükleyici bir isim. İtalyanların efsanesi, yönetmen Fellini... Federico Fellini Doğum Tarihi: 20 Ocak 1920 Doğum Yeri: Rimini, Romagna, İtalya Ölüm Tarihi: 31 Ekim 1993 Roma Hazırlayan: Sezai Evans Fellini’nin İtalyan ve dünya sinemasına kattıkları, çoğu sanatçıya nasip olmayacak kadar derin izler taşıyordu. Yarattığı her türlü eserde kendi yaşamını ve yaşadıklarını yansıtan nam-ı diğer fefe, ortaya koyduğu tiplemelerle büyük ilgi uyandırdı. İlahi kalçalara sahip kadınlar, çocukluğu ve gençliğini geçirdiği sisli Rimini’si, net bir şekilde tanımlanabilecek faşist palyaçoları, mutlaka yer verdiği kerhaneleri, papaz tiplemeleri, mahşer yeri gibi hazırladığı kumpanyaları, 146 büyü tarifleri yer alan reklam panoları, birbirlerine aşık eşcinselleri, tıpkı bir şölen gibi hazırlanmış sofraları ve filmlerinde yer alan her türlü özel ayrıntı… İlkokul eğitimini San Vicenzo rahibelerinden alan ve 10 yaşındayken evden kaçıp sirkte çalışan Federico, lise eğitiminden sonra 1938’de üniversiteye kayıt oldu fakat okul yerine mizah dergisi "420" ve resimli roman dergisi "Avventuroso"da çalışmayı tercih etti. 1939'da Roma'da karikatürist olarak mesleğe ilk adımını attı. 19391940 yılları arasında radyo oyunları ve filmler için skeçler düzenledi. Radyo yaşamına derin bir iz de bıraktı. Radyoda çalışırken tanıştığı oyuncu Givlietta Masina ile 1943’te dünya evine girdi. Yaratıcıydı, detaylar onun için büyük önem taşıyordu. 1954 yılında çekilen Sonsuz Sokaklar filmi bu detaycılığın bir sonucu olarak ona Akademi Ödülü kazandırdı. Hemen ardından Kalpazanlar Çetesi ve Cabiria'nın Geceleri filmleri geldi. Ortak özelliklere sahip bu üç filmi sonraki yıllarda üçleme olarak sundu. Herkesin kendinden bir parça bulduğu bu çılgın yönetmenin filmlerinde; çocukluktan gençliğe, orta yaştan yaşlılığa kadar tüm dönemleri bulmak mümkün de denebilir. Kimi zaman sahtekarlıkları, kimi zaman yoksulluğu, kimi zaman da aşkı anlatan Fellini bile, “Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır” der. Birçok eleştirmenin deyimiyle ise Fellini yalancı bir yönetmendi. Kendinden bahsetmeyi sevmediği için röportaj da vermezdi. Onun için röportaj zaman kaybıydı... İlk senaryosunu Alleanza Cinematografica Italiana'da bulunduğu sürede yazan Fellini, bu sırada Roberto Rossellini ve Ingrid Bergman ile de tanıştı. Bu tanışmanın hemen ardından Rossellini'ye çok sayıda senaryo yazdı. 1944 yılında Roma'da “The Funny Face Shop” ismini verdiği bir dükkan açtı. Amacı çizimlerini pazarlamaktı. Gerçekleri herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanan yönetmen filmlerinde kendini sembollerle anlatmayı tercih etti. Onun için sembolize sinema, çok büyük anlamlar taşıyordu. Sinema severleri kendi gerçeklerine ortak etmekten hoşlanıyordu. İç dünyasındaki renkleri filmlerine yansıtırken, sinema dünyasındaki emsalleri arasında “en çılgın” olarak bilinen isimdi. 1969 yılında yaptığı Satyricon filminin bir sahnesinde ortamı izleyiciye daha gerçek sunmak için lenslere vazelin sürerek görüntüyü bozdu ve bu hareketi çokça konuşuldu. Hikayenin gelişimine göre kullandığı bu detaylar, kendi dehasının eseriydi. Fellini filmlerini izlemek zeka gerektiriyordu aslında... 1920’de Rimini’de başlayan hikayesi, Ekim 1993'de Roma'da kalp kriziyle sona erdi. Ardında yönettiği 27 film ile birlikte, 7 kez aday gösterilmesine rağmen aldığı 4 En iyi Yabancı Film Akademi Ödülü ve yanı sıra; Cannes, Moskova ve Venedik Film Festivalleri’nde kazandığı ödüller kaldı. Işık, filmin özüdür ve bu nedenle sinema da ışık ideolojidir, duygudur, renktir, tondur, derinliktir, havadır, öyküdür. Işık, bir yüzü oyar ya da parlatır, olmayan ifadeyi ekler, donukluğa zeka pırıltısı, yavanlığa çekicilik katar. Işık bir yüzün zarafetini ortaya çıkarır, bir manzarayı yüceltir, onu yok olmaktan çekip çıkartır, bir dekorun fonuna büyü katar. 147 film şeridi Kısa kısa... * 73 yıllık hayatında hiç tatil yapmadı. * Filmlerinde devamlı dublaj kullandı. * 2.Dünya savaşı sırasında orduya alınmamak için hasta numarası yaparak psikiyatri kliniğine yattı. * Tanınmasını sağlayan ilk çalışması bir film afişiydi. * İlham aldığı kaynak olarak hep Goethe'yi gösterirdi. * En çok tercih ettiği oyuncular arasında Marcello Mastroianni, Alberto Sordi ve Anita Ekberg bulunuyordu. * Fellini Roberto Rosselini gibi büyük bir üstadın asistanlığını yaparak sinemaya başladı. Federico Fellini’nin Dilinden … * Sanatta tanımlamalar anlamsızdır. Etiketler bavullara konur... Sanatta bütün yolların geçerli olduğu kanısındayım. * Tek gerçeklik düşlerdir. Düşlerimiz bizim gerçek yaşamlarımızdır. “Kaliteli film eksiği olandır” Filmografi 1950 - Luci del Varieta (Varyete Işıkları) 1952 - Lo Sceicco Bianco (Beyaz Şeyh) 1953 - I Vitelloni (Aylaklar) 1954 - La Strada (Sonsuz Sokaklar) (Yabancı Film Akademi Ödülü) 1955 - Il Bidone (Kalpazanlar Çetesi) 1957 - Le Notti di Cabiria (Cabiria'nın Geceleri)(Yabancı Film Oskar'ı) 1959 - La Dolce Vita (Tatlı Hayat)(Akademi) 1962 - Boccacio 70 1963 - 8½ (Sekiz Buçuk)(Yabancı Film ve Kostüm Akademi Ödülü) 1965 - Giulietta Degli Spiriti (Ruhların Giulietta'sı) (İlk renkli filmi) 148 1969 - Satyricon 1970 - I Clowns (Palyaçolar) 1972 - Roma 1973 - Amarcord (Yabancı Film Akademi Ödülü) 1976 - Il Casanova di Federico Fellini 1978 - Prova d'orchestra (Orkestra Provası) 1980 - La Città delle Donne (Kadınlar Şehri) 1984 - E la Nave Va (Ve Gemi Gidiyor) 1986 - Ginger e Fred (Ginger ve Fred) 1987 - Intervista (Görüşme) 1990 - La Voce della Luna (Ayın Sesi) * Duyduğum tek sorumluluk duygusu; cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır. * Gerçeği abartmaktan, süslemekten, güzelleştirmekten hoşlandığımı bütün dostlarım bilir. Bazı insanlar bu yüzden yalancı olduğumu söylüyor. * Benim gibi düşlerin ve görüntülerin dünyasında yaşayan birisi için gerçeğe sadık kalmak ancak doğaüstü, aşırı bir zorlama olabilir. * Son yok. Başlangıç yok. Sadece hayatın sonsuz tutkusu var. * Sinema sirke çok benzer; eğer sinema olmasaydı, pekala bir sirk yöneticisi olabilirdim. Sirkte sinema gibi katıksız bir teknik ve doğaçlama karışımıdır. 149 geçmiş zaman kipinde Zamanın “tuş ettikleri” Yıllarca insanlara zaman kazandırdı daktilolar… Şimdilerde ise klavyeye teslim olmuş, kazandırdıkları zamanın içerisinde kayboluyorlar. Şaryo seslerinin yankısında ritmik bir hikâyeydi daktilonun yazısı. En önemli satırları hep daktilolar yazmıştı. Hazırlayan: Sezai Evans Şaryo sona gelir ve son harfle birlikte zil sesi duyulur, bu size satır sonuna geldiğinizi ve kol atmak zorunda olduğunuzu anlatır. Elleriniz biraz yorgun da olsa ritimli daktilo tuş sesleri sizi masa başında alıkoyar. Kalkıp gitmek istemezsiniz. Satırlara doğru cümleleri koyana dek, anlatmak istediklerinizi oraya dökene dek vazgeçmezsiniz. Şerit sıkışır bazen, eller biraz mürekkep oluverir. Her yer sessizdir ve tek ses ondan çıkar sanki. Kimi zaman serçe parmağınızla uzanamadığınız büyük harf tuşu yüzünden yazım hatası yaparsınız. Kimi zamansa bunu telafi edebilmek için kimseye hissettirmeden işaret parmağınızla basarsınız büyük harf tuşuna küçük bir hınzırlıkla. Asla daktiloya bakılmaması gerekirken ara sıra göz ucuyla baktığınız için kötü hissedersiniz kendinizi. Fakat şunu bilirsiniz, yazı yazmanın tadı daktilonun sesinden ve mürekkebinden geçer… Daktilolar tarih boyunca onca yükü sırtında taşıdı. Çok çalıştılar; birçok kitap onlar sayesinde ortaya çıktı. Çok önemli anlaşmalar, sözleşmeler, devlet sırları, yazışmalar, hepsi daktilo tuşlarının kâğıda bıraktığı izlerle hayat buldu. Birçok şair, yazar ya da kâtip bu eski dostla anlattı tüm derdini. Özellikle edebiyat ile her zaman örtüştü daktilo. Kalem yazdı, karaladı; daktilo ise tuşladı, rötuşladı… İlk yapıldığı 1829 yılında elden daha yavaş yazıyordu. İsmi ise Tipograf’tı. Daha sonra gerçekleşen denemelerle giderek hızlandı ve insanlara onlarca vakit kazandırdı. 1868'de ilk pratik daktilo yapıldı. 1878'de ise daktilo bir dikiş makinesinin üzerine yerleştirilmişti. Şaryo dikiş makinesinin pedalına benzeyen bir pedalla döndürülüyordu. Silik ve büyük harf yazabiliyordu. Bu mahsurlarının yanında büyük ve pahalı olması piyasaya sürülmesine engel oldu. Daktiloların yapımında görülen çeşitli kusurları yavaş yavaş düzeltilerek bugün kullanılan daktiloya benzeyen makineler yapıldı. Hatta meşhur 150 151 geçmiş zaman kipinde mucit Thomas Edison, daktiloların elektrikle çalışabileceğini söyleyerek üzerinde çalışmaya başladı. Edison, çubuğun elektromıknatısla hareket ettiği elektrikli daktilo makinesi yaparak 1872'de patentini aldı. Çeşitli deneme ve üzerinde yapılan çalışmalardan sonra 1930 yılında seri halde elektrikli makinelerin satışına başlandı. Piyasada tutunması, seri iş yapması bunun üzerinde firmaların çalışmasını sağladı. Daktilo tarih içinde devamlı bir gelişim sergiledi. Körler için "Braille alfabesi" ile kabartma yazı basan daktilolardan günümüzdeki mekanik ve elektronik daktilolara birçok modeli çıktı. Fakat en yer edineni kuşkusuz mekanik aksamlı, bol sesli(!) olanlardı… Onlar elektriksizdi. Mekanik olarak çalışıyordu. Kuvvetle tuşa basılınca, kaldıraç tertibatıyla tuşun bağlı olduğu harfi kaldırıyor ve şeride vuruyordu. Şerit ise sarılı olan kâğıt üzerinde o harfin izini bırakıyordu. Harfler vuruldukça şaryo otomatik olarak ilerliyor; yazının düzgün çıkması şeride, vuruşun kuvvetine, tuşlara iyi basılıp basılmamasına bağlı oluyordu... Elektrikli daktilolarda ise durum biraz daha farklı… İşleme prensibi mekanik ile aynı olmasına rağmen tuşa basıldığında harfin şeride, dolayısıyla kâğıda vurma işlemi elektrikli olarak gerçekleşiyordu. Elektrikli daktiloların kaset şeritli ve silicili, çubuklu elektrikli daktilo, küreli elektrikli daktilo, papatya tipi elektrikli daktilo gibi çeşitleri de bulunuyordu. Ama hiçbirisi daktiloların tarihten taşıdığı hüzünlü görüntüsünü vermedi. Yazı işlerini artık klavyelere teslim eden daktilolar şu günlerde neredeyse hiç değer görmüyor. Hatta antika niyetiyle dekorasyonların bir parçası ve zihinlerde birer anı oluyor. Artık sesi çok duyulmuyor, kimsenin harfleri sıkışmıyor, silik sayfalar olmuyor, on parmağında on marifet olan daktilolar, zamanın içerisinde unutulup gidiyor… 152