Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları - Ege-book
Transkript
Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları - Ege-book
Merhaba Sekizinci sayımızla ikinci yılımızı doldurmuş olduk. Rektörümüz Prof. Dr. Candeğer Yılmaz’ın talimatı ile başlamıştık. Önce acemiydik. Bütün ekip heyecanlıydı. Bir hayali gerçekleştirmek üzere bir serüvene başlamıştık çünkü. İlk birkaç sayıdan sonra EGEDEN kendi tarzını yarattı. Okuyan ve inceleyenlerden gelen ve bizi cesaretlendiren tepkilerin bunda payı büyük oldu. Bu sayımızda da yine beğenerek okuyacağınızı umduğumuz dosyalara ve incelemelere yer verdik. Kapak konumuzu oluşturan Kemeraltı dosyamıza, akademisyen, araştırmacı ve sivil toplum temsilcileri bazı dostlarımızın çok önemli destekleri oldu. Kemeraltı’nın dünü de bugünü de çok önemliydi. İzmir’in tarihini ve bir şehir olarak güzelliğini Kemeraltı’na değinmeden anlatmak mümkün değildi. Kemeraltı’nın geçirdiği dönüşüm İzmir’in ekonomik, siyasal ve sosyal değişimi ile yakından ilişkiliydi şüphesiz. Olabildiğince fazla açıdan ele almaya çalışsak da ancak bir kısmını yansıtabildiğimiz Kemeraltı ile ilgili dosyamız şehrimizin kimliği ve önemine dikkat çekme amacına yönelikti. Şehrimizin ve ülkemizin kültürel zenginliklerini incelemek çok heyecan verici bir uğraşı. Antakya’dan sonra şimdi de Mardin incelemesi, EGEDEN’in sayfalarını süslemekte. Mardin, büyülü bir şehir. Sokaklarında dört dil konuşulan ve farklı dinlerin yaşadığı ve bunların bazılarının direndiği ve bazılarının yok olmaya yüz tuttuğu bu şehrimiz, bilhassa sosyal bilimciler için bir laboratuvar niteliğini korumakta. Bir ülkedeki farklı kültürlerden haberdar olmak, onları tanımak ve onlara dokunmak, çeşitli nedenlerle kültürler arasında artan mesafenin azalmasına katkı yapabilir. Çok iddialı olmamak kaydıyla Mardin ve Midyat’ta gerçekleştirdiğimiz incelemeler ile ülkemizin sahip olduğu zenginliklerin bir kısmını sizlerle paylaşmaya çalıştık. Amacımız yok olmaya yüz tutan veya direnen kültürleri yüceltmek veya çok kültürlülük tartışmasını açmak değil kuşkusuz. Farklı diller ve farklı inançların yaşadığı bu coğrafyada, çeşitli dramlara tanıklık etmek veya bu doğrultuda öyküler derlemek ya da farklı kültürlerin küreselleşme ve metropolleşme karşısında yaşadığı kendini koruma çabalarından söz etmek de mümkündür. Veya bu iki yaklaşımı bir arada kullanmak da. Biz EGEDEN ekibi olarak yola çıkarken, Murathan Mungan’dan okumalar yaparak başladık işe. Önce böyle sevdik Mardin’i. Belki de ilk kez, henüz görmediğimiz bir şehri özledik. Mungan’dan mı etkilendik kim bilir, Mardin’de gökyüzünün mavisi bize daha farklı gözüktü. Yıldızlar da daha parlak ve yakın... Dönerken “rüyadan kovulmuş” gibi hissettik kendimizi. Birçok şeyin eksik kaldığını düşünmek bu duygumuzu beslemiş olabilir. Bakalım sizlerde ne gibi etkiler bırakacak Mardin ve Midyat dosyamız. Üniversitemizin çeşitli bölümlerinden hocalarımızın, bu sayıda yer verdiğimiz çeşitli konulardaki makale ve incelemelerin her biri, adeta tek başına inceleme dosyası olacak ağırlıkta gözüktü bize. Araştırırken, röportaj yaparken, fotoğraf çekerken ve yayına hazırlarken biz büyük keyif aldık. Sekiz sayı boyunca bu derginin kendi kimliğini ve tarzını oluşturmasına katkı yapan ve destek olan Rektörümüz Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, en büyük cesaretlendiricimiz oldu. Saha çalışmasından ofis çalışmasına kadar çok büyük emek veren ve birlikte aynı heyecanı paylaştığımız genç arkadaşlarımızın her birinin özel çabaları her türlü takdiri hak ediyor. Hepsine, herkese teşekkür ediyorum. İÇİNDEKİLER Ege Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Candeğer Yılmaz Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Atilla Silkü Sorumlu Müdür Prof. Dr. M. Bülent Özkan Genel Yayın Yönetmenleri Yrd. Doç. Dr. Engin Önen Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı Yayın Kurulu Üyeleri Prof. Dr. Şevket Toker, Uzm. Dr. E. Figen İnan Özlem Arınık Topuz, Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol Muhabir ve Fotoğrafçılar Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Ender Özbay, Gamze Karademir Erol, Konuk Yazarlar Prof. Dr. Beno Kuryel, Prof. Dr. Nuri Bilgin, Prof. Dr. Süheyda Atalay, Prof. Dr. Tayfun Özkaya, Doç. Dr. Eşref Abay, Yard. Doç. Dr. Oktay Gökdemir, Arş. Gör. Olcay Pullukçuoğlu Yapucu, Arş. Gör. Pınar Uğurlar, Adalet Demir, Ahmet Uhri, İhsan Çetin ve Nedim Atilla Redaksiyon Prof. Dr. Şevket Toker Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu, Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç Tasarım Gamze Karademir Erol, Erhan Çukurlu, Reklam Sorumlusu EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Reklam Rezervasyon Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne (0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya halkilis@mail.ege.edu.tr e-posta adresinden ulaşabilirsiniz. Yönetim Yeri Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir Tel: (0 232) 388 01 10 www.egeburada.ege.edu.tr Basım Yeri Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti. 1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir Tel: 0 (232) 425 08 71 Basım Tarihi: Nisan 2011 Yayın Türü Yerel, Süreli, Üç Aylık 04 26 04 Ege’den Bir Köşe Ege Ajans 11 Gündem Ege Mardin 40 30 30 36 23 Söyleşi Başdiyakon İsa Gülten: “İçten sevelim” 11 Farklılığın zenginliğe dönüştüğü yer: Midyat 66 76 44 36 59 Gündem Ege Kemeraltı 42 Söyleşi Papaz Gabriel Akyüz Süryaniler’i anlatıyor 59 Çevre Tohum Takas Şenliği Makale İzmir ve İzmirlilere İlişkin Algı Söyleşi Yezidiler Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır. 2 42 50 50 Kemeraltı havraları 48 Makale Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı Üniversitemiz Kazıları Beycesultan Kazıları Makale Menderes’in Şatoları 78 76 Makale Kemeraltı Meyhaneleri YAZ 2010 3 Üniversite ile medya arasındaki köprü: Ege Ajans 25 yaşında Ege Üniversitesi’nin haber ajansı Ege Ajans 25. yılını kutluyor. Medya sektöründeki pek çok gazetecinin ilk haberlerini yaptığı yer olan ve bugüne kadar 2500’ü aşkın öğrencinin geçtiği, Türkiye’nin bir üniversite bünyesindeki ilk haber ajansı olan Ege Ajans, gümüş yılını bir törenle kutladı. Biz de Egeden Ekibi olarak bu kutlamalara, dergi ekibimizin değerli üyesi, Ege Ajans Müdürü Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Kavaklı’yla yaptığımız röportaj aracılığıyla katılıyoruz. Nice yıllara Ege Ajans! 4 Hocam, Ege Ajans’ın kuruluşunu bize biraz anlatır mısınız? 1987’de, ben burada öğretim görevlisi olarak dışarıdan ders veriyordum. O zaman burası (İletişim Fakültesi) yüksekokul statüsündeydi, ben de Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksekokulu’ndan mezunum. Ege Ajans 2 Şubat 1987 tarihinde kuruldu. O dönemin rektörü Prof. Dr. Sermed Akgün Hocamız, okul müdürümüz Prof. Dr. Özcan Özal’dan bir haber merkezi kurmasını istemiş. Özcan Bey de bana iletince bu isteği, “Madem ki böyle bir şey yapılacak daha köklü bir şey yapılsın öğrencilerimiz de istifade etsin, bir haber ajansı kuralım” dedim. Bir çalışma yapıp getirmemi istedi, ben de o heyecanla gidip bir yönerge hazırladım. O gün senato toplantısından önce, Özcan Bey Rektöre çalışmayı veriyor, o da “Çok güzel hemen kuralım” diyor ve senatoya girip senato üyelerine bir haber ajansının kurulduğunu müjdeliyor. Bunun üzerine Özcan Bey beni aradı ve “Ajans kuruldu, haydi başla” dedi ama, yer yok, yurt yok, araç-gereç yok... Şimdi Ajansın haber geçtiğimiz odası ajansa tahsis edildi. 16 metrekarelik bu odada bir koltuk, iki sandalye, bir masa ve bir daktilo verildi. Daktiloyla yazdığımız haberleri teksir makinesiyle çoğaltıp gazetelere elden dağıtıyorduk. Ajansın kuruluşunda, temelinde yatan amaçlar neydi? Hem üniversitenin haberleri sağlıklı biçimde medyaya aktarılsın ve kamuoyu doğru bilgilensin, hem de Gazetecilik Bölümü öğrencileri burada uygulama yapsınlar. Gazetelerin yetiştirilecek eleman alma şansı çok yok. Biz burada yetiştirip, haber yazar duruma getirip öyle mezun ediyoruz öğrencilerimizi. O zaman öğrencilerin yönetmeliklerinde bir değişiklik yapmak gerekti ve Gazetecilik Bölümü öğrencileri için ayrı bir staj yönergesi hazırlandı. Üçüncü sınıfta yaptıkları stajlarının dışında kredili olmayan ama mecburi olan Ege Ajans Stajı getirildi. Öğrenciler, üç veya dördüncü sınıfta her yarı yıl bir hafta zorunlu Ege Ajans stajı almaya başladı. Bu sene gazetecilik bölümüne diğer 3 bölüm de eklendi. Buranın bir işlevi de istihdam sorununa çare olması. İzmir medyasında çalışanların yüzde 85’i bizim öğrencimizdir. O zamanki koşullarda medyanın ve üniversitenin durumundan bahseder misiniz? O zamanki teknolojik koşullarda medya da tabii ki bu kadar gelişmiş değildi. Ege Ajans o zaman Türkiye’de üniversite bünyesinde kurulan ilk haber ajansıydı. Gazeteler ofsete geçmişti, ancak bilgisayar teknolojisine tam geçtikleri söylenemezdi. Ufak tefek hazırlıklar yapılıyordu. Bazı gazeteler öncülük yapıyordu, mesela Yeni Asır’da bilgisayara geçilmişti; diğerlerindeyse haber elektronik daktiloda yazılıyor, mum makinelerinden geçirilip pikaj kartonun üzerine yapıştırılıyordu ve ordan da film çekilip ve o filmle kalıp oluşturuluyor idi. Bugüne göre çok iptidai bir sistemdi. Bizde başlarda faks da yoktu, haberlerimizi teksir makinesiyle çoğalttıktan sonra el ile gazete gazete, televizyon televizyon dolaşıp dağıtıyorduk. Sonra faks geldi ki bu bizim için bir çağ atlamaydı. Elle dağıtma zorunluluğu ortadan kalktı ama resimli olanları yine elden dağıtıyorduk. Fotoğraflar için küçük bir karanlık oda oluşturduk, ya karta basıyorduk ya da filmi habere iliştiriyorduk. Sonra bilgisayar aşamasına geçtik, çıktıları artık bilgisayardan alıyorduk ve yazılar daha okunaklı oluyordu. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesiyle, gazeteler de bu işi doğru uygulayan konuma geldi, zamanla haberleri internet aracılığıyla geçmeye başladık. Ege Üniversitesi bilgisayar ağı o dönemde Türkiye’deki en gelişmiş ağdı. Biz de bu imkandan yararlandık. Bu sefer hepten uçtuk, çünkü faksla 2-3 saatte geçen haberleri artık 2-3 dakikada geçiyorduk ve aynı anda geçebiliyorduk. Haber ajansı sisteminin özelliği de budur, büyük-küçük gazete ayrımı yapmadan haberi hepsine aynı anda geçmek… Fotoğraf konusu da artık sorun olmuyordu. Daha sonra Sanayi Odası’nın bir ödül töreninde önceki Rektörümüz Prof. Dr. Ülkü Bayındır Hocamıza, televizyon için çalışan habercilerden bir tanesi “Çok güzel haberler geçiyorsunuz ama bizde görüntü esas, görüntülü haber geçemez misiniz?” diye sordu. Ülkü Hocam bana “Becerebilir miyiz?” diye sorunca, ben de imkan sağlandığı takdirde yapabileceğimizi söyledim. Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’ndeki uzman arkadaşları bir araya getirdik ve kamera ve diğer teknik gereklilikler için görüşlerini aldık. 3-4 seçenekli bir proje hazırladılar. Bunu Rektörümüze götürdük, artılarını eksilerini sunduk. Hoca bana “10 gün müsa- Ege Ajans ekibi, staj yapan gazetecilik bölümü öğrencileriyle birlikte. ade edin” dedi, 10 gün sonra arayıp bir gelişme olup olmadığını sorduğumda, ihtiyacımız olan kamera ve donanım için çoktan siparişi verdiğini öğrendik. Bundan sonra görüntülü haber de vermeye başladık. Link hattımız olmadığı için önceki gibi elden kasetle dağıtıyorduk haberleri. Biraz daha gelişme kaydedildi ve şimdi cd’yle gönderiyoruz. Bir sistem çalışmamız var, onu başarabilirsek doğrudan linkle dağıtacağız. Haber yazımında da o zamandan bu yana değişiklikler oldu. 70’lere kadar haberlerde –miş’li geçmiş zaman kullanılıyordu. Sonra Anadolu Ajansı dilini değiştirdi, şimdiki zaman, –di’li geçmiş zaman ve gelecek zaman kipleri kullanılır oldu. Bunun daha etkili olduğu görüşü hakim. Çünkü insanlar olayın tanığından haber almak istiyor, oysa –miş’li geçmiş zamanda üçüncü şahıs tarafından aktarılıyor. Şu andaki yürüttüğünüz faaliyetlerden bahseder misiniz? Şimdi artılardan bir tanesi radyomuz. Radyoya da belli saatlerde üniversite ve kent haberlerini veriyoruz. Radyomuza da buradan haber hizmeti sunmuş oluyoruz. Tıp Fakültesi’nin çıkardığı gazetenin hazırlanmasına da yardım ediyoruz. Egeden’e de haber veriyoruz. Basın toplantıları olduğunda, kamuoyuna duyuru yapılması gerektiğinde devreye giriyoruz. Basına çağrı yapıyoruz. Ulaşımlarını sağlıyoruz. Bu açıdan baktığımızda üniversite ile medya arasındaki köprü olarak halkla ilişkiler faaliyeti de yürütmüş oluyor Ege ajans. Basın açısından öne çıkan haberleri görüntülü olarak da dağıtıyorsunuz değil mi? Ortalama dört haberden bir ya da ikisini görüntülü gönderiyoruz, İzmir’de dört tane televizyona bunları mutlaka iletiyoruz. Bazı ajanslardan da talep geliyor. Sağ üst köşede Ege Ajans logosu ile hepsine veriyoruz haberimizi. Bazı ajanslar logosuz isteyebiliyor, bazıları da zaman zaman bizim verdiğimiz haber üzerine gelip çekimleri kendileri yapıyorlar. Yılda 500’ün üzerinde görüntülü haberimiz oluyor. Profesyonel bir çalışma sistemi düşünüldü mü hiç? Yani, üniversite için, yine öğrencilere ve eğitime dönmek üzere maddi geliri olan bir ajans fikri değerlendirildi mi? Yazılı ve görüntülü haberlerimiz satılabilirdi, ama o zaman amatör ruh ortadan kalkar. Biz bu amatör ruh hiç kaybolmasın istiyoruz. Biz kendi kendimizle yarışıyoruz. Burada muhabirler genelde öğrenciler… Onlarla çalışmak nasıl? Öğrencilerimiz cıvıl cıvıl, gençliğin enerjilerinden yararlanıyoruz. Tabii öğrencilerle çalışmanın zorlukları da var güzellikleri de… Bazıları ilk defa haber yazıyor. Bazıları cümle kurmayı bile burada öğreniyor. Her haberi, onu hazırlayan öğrencilerimizin yanında okuyup hatalarını gösteriyoruz. Kırmızı kalem düzeltme kalemidir. İlk haberleri gelincik tarlası gibi oluyor. Yavaş yavaş düzeltmeler azalıyor. Mesela bugün dört öğrenci haber getirdi, üçünün haberine hiç dokunmadım. Bu seviyeye gelmişse artık, o öğrenci gazetelerde görev alabilir demektir. Geçtiğimiz haberlere öğrencilerimizin adını yazıyoruz. Biz bunlardan çok mutlu oluyoruz. Öğrenciler yaratıBAHAR 2011 5 cılıklarını da katıyor haberlere. Severek çalışıyorlar, görev olarak değil. Kapımız bütün öğrencilere açık. Başarılı olanlar olduğunda, gazetelerden gelen taleplere onları yönlendiriyoruz. Bizim burada bir özgeçmiş dosyamız var. Eski öğrencilerle şimdikileri kıyaslar mısınız? Dil açısından mesela... Eskiler Türkçe’ye daha hakimdi, şimdikiler yabancı dile daha hakimler. Bunun eksileri de var artıları da. Bir kere Türkiye’de habercilik yapıyorsanız Türkçe’ye hakim olmak zorundasınız. Burada haber yazdıkça geliştiriyorlar. Zaman zaman İngilizce yapılan etkinlikler oluyor. Burada yabancı dilin iyi olması avantaj. Dili iyi olan öğrencilerimiz bu haberleri izliyor. İzmir’de basın çalışanlarının çoğunun Ege Üniversitesi mezunu olduğunu görüyoruz. İzmir medya sektöründeki istihdamın yüzde 85’inin kaynağının okulumuz olmasıyla övünüyoruz. İstanbul’da sektörde İletişim Fakültesi mezunu oranı yüzde 20’yi geçmiyor. Bunun iki sebebi var; biz burada piyasaya uygun eleman yetiştiriyoruz ve piyasayla uyum içindeyiz. Türkiye’de 56 İletişim Fakültesi var ve aslında bunlardan bir tanesi tüm Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak durumda. Ege Ajans bir uygulama yeri olarak karşımıza çıkıyor. Burası bir dersin değil birkaç dersin uygulama yeri. Basın haberciliğinin, ajans haberciliğinin, polis adliye muhabirliğinin ilk uygulama yeri burası. Polis adliye muhabirliği mi? 6 Evet, mesela kaçakçılık şubesinden arıyorlar, “Bir çete yakalandı bir grup şu saatte hakim huzuruna çıkacaklar” diye. Arkadaşlarımızı gönderiyoruz, haberini yapıyorlar, basına geçiyoruz. Çocuklar o kadar alıştılar ki. Onlara “fotoğraf makineniz bir aksesuarınız değil, bir uzvunuz” diyorum. Anlık olayları yakalamak için makinenin yanlarında olması gerekiyor. Geçenlerde Bornova’da bir trafik kazası oldu. İki öğrencimiz ayrı ayrı telefon açtı, “Hocam kaza var çekelim mi” diye. Çektiler ve tüm basından önce ordaydık, bütün basın bizim haberimizi kullandı. Manşette bizim haberimiz yer aldı. Her konuda haber üretiliyor mu burada? Mesafeli olduğumuz tek haber alanı siyaset. Bu konuda herkese eşit mesafede olmak gerekir. Mesela GDO’lu ürünlerin zararlı olduğunu savunanlar da var, açlık sorununu çözeceğini düşünenler de. Böyle bir haber yapacaksak iki tarafın da görüşünü alıyoruz. Ajans haberlerini manşetlerde de görüyoruz… Ajanstan gönderilen haberlerin haftada en az iki tanesi yerel gazetelerde ve ulusal gazetelerin yerel eklerinde manşet olarak veriliyor. Bu ajansımızın değerli haberler ürettiğini gösterir. Zaman zaman bölge eklerine gençlik üniversite sayfaları hazırlıyoruz. Ajansın ilkeleri neler? Sistem olarak belgeli habercilik yapmaya çalışıyoruz. Bunu tüm basın dünyası bildiği için güvenilir bir ajans konumundayız. Hiçbir haberimiz sorgulanmıyor. Çünkü biz bir üniversite ajansıyız ve en doğruyu vermek zorundayız. Basın etiğine çok önem veriyoruz. Özel habere saygı duyuyoruz. Burada biz hiçbir şeyi sansürlemeden ama sorumluluk bilinci içinde veriyoruz. Bazı haberler vardır, medyada manşet olarak çıkacaktır ama vermezsiniz. Eğer o haber kamu yararı ilkesi açısından olumsuzsa göndermezsiniz. Zaten gazeteler sorumluluk bilinciyle hareket ederse basın özgürlüğünü hak ederler. Sorumlu davranmayan bir medya kuruluşunun özgürlük hakkı yoktur. Medya mensupları kampüste haber yaparken nasıl destek oluyorsunuz? Üniversite uzmanlar cenneti ,her alanda soru sorabileceğiniz kimseler var. Gelen taleplere göre, gazeteciyle onları buluşturuyoruz ve bir kaynağı sadece bir gazeteciyle paylaşıyoruz. Konunun uzmanını arıyoruz, gazetenin dileğini iletiyoruz, aracılığı yapıp geri çekiliyoruz. Biz hiçbir ajansla, basın kurumuyla yarış içinde değiliz. Yarış kendimizle. Güveni muhafaza etmeye çalışıyoruz. Amacımız daha iyi daha olgun haberler vermek… Medyanın 4. kuvvet olduğunu düşünüyor musunuz? Maalesef gücünü gittikçe yitirdiğini düşünüyorum. Bunun çeşitli nedenleri var. Balbay’ın “Medyanın Gücü mü Güçlerin Medyası mı” diye bir sorgulaması var. Eskiden medyanın gücü vardı, şimdi güçlerin medyası var. İyi bir gazeteci nasıl olmalı sizce? Arka planı iyi olmalı, derin bir kültüre sahip olmalı. Bir olayın geçmişini bilmezsek iyi yorumlayamayız. Kültür sanatla ilgili bir birikim yoksa, sıradan bir sergi açılışında bile doğru şeyler aktarılamaz. Öğrencilerimiz dolu. EÜ İletişim Fakültesi’ne iyi öğrenciler geliyor. Ajans haberciliğinde ağdalı haber yerine kuru haber vermek gerekir. Fazla edebiyat yapmadan… Yorum yok kesinlikle, yorumu alanında uzman hocalarımıza yaptırıyoruz. Gazeteci profesyoneldir, profesyonel gazeteci yorum yapmaz. Bugün a gazetesinde öbür gün c gazetesinde görev yapar. Belli bir konuda uzmanlaşan gazeteciler de olabilir ama uzmanlık söz konusu değilse gazetecinin yorum yapma hakkı yoktur. Kamu yararı için böyle olması gerekir. Ayrıca ateşin ortasında kalmadıkça gazeteci olunmaz. Gazetecilik sadece bilgi değil aynı zamanda yetenek işidir. Haber kokusunu alamıyorsanız, çark sizi atar dışarı. Ege Ajans’ın yeni projeleri var mı? 2010 yılında medyaya 5 bin 373 haber geçtik ve geçilen haberler 15 bin sayfada yayın imkanı buldu. Önümüzdeki dönemlerde daha kapsamlı bir ajans oluşturmak istiyoruz imkanlar ölçeğinde. Ajanslarda nöbetçi muhabir vardır, telsiz dinler, hastanelerde nöbetçi muhabirler vardır. Biz de EÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde öğrencilerimize bunu yaptırmak istiyoruz. Yani yaşayarak öğrenmelerini istiyoruz. Üniversitemizin daha önce işbirliği protokolü imzaladığı Azerbaycan Bakü Slavyan Üniversitesi ve Kırgızistan Manas Üniversitesi’yle haber takası yapma hazırlığı içindeyiz. Rektörlüğümüz izin verdiği takdirde KKTC’nin devlet ajansı olan TAK Ajans’la da aynı şekilde haber takası yapma arzusundayız. Siz çok seviyorsunuz mesleği değil mi? Sevmesem yapamazdım. Ege Ajans’ tan önce bir ulusal gazetede yazı işlerinde görev yapıyordum. Tercüman’da 26 yıl çalıştım. Oradan ’92de emekli olduktan sonra burada resmi olarak başladım. Fakültenin 42 yıllık geçmişinin 36 yılında ben buradayım, öğrenci ve öğretim görevlisi olarak. Gazetecilik yaptığım dönemde de sözleşmeli olarak gelip ders veriyordum. O zaman sabaha kadar gazete akşama kadar ajans... Gazeteciliği de çok seviyorum öğretmenliği de… Gazetecilik kurallarına uygun yapılırsa çok mukaddes bir iştir. Sorunu olanlar, çözümsüzler gazeteciye giderler. Sorunlarını çözmesine yardım ettiğinizde ilahlaşırsınız. Bu, sevgiyle karışık bir saygıdır. İnsanların tebessüm eden yüzünü gördüğünüz zaman o sevgi sizi daha fazla çalışmaya iter. Yorgunluklarınızı atarsınız. Mal-mülk sahibi olayım diyorsanız gazeteciliğe bulaşmayın, çünkü bu meslek çok fazla para getirmez. Karnınızı doyurursunuz. Meslek hayatı boyunca hep uçlarda yaşarsınız. Sabah cumhurbaşkanıyla röportaj yaparsınız akşam bir dilenciyle görüşebilirsiniz. İnsanların ulaşamadığı çok yere çok rahat ulaşırsınız. Birtakım kişilerden randevu almak kolay olur, kapılarını açarlar ama bu da haber kaynağı ile güven ilişkinize bağlıdır. Ege Ajans’ta bir gün nasıl geçiyor? Burada küçük bir kadroyla çok yüksek bir tempoda çalışıyoruz. Sabah geliyoruz akşamdan hazırladığımız haberleri kontrol ediyoruz, radyoya geçilecek olanları. Gazetelere bakıyoruz, önemli olaylara. Sonra 9 buçuğa kadar haberlerin yayın kuruluşlarına ulaşması gerekiyor. O saatten sonra doğan önemli haber varsa, gazetelerin yöneticilerine ulaşıyoruz. Öğrenciler günün haberlerine gidiyor. Vaktimiz olduğu ölçüde sabahları haber toplantısı yaparak gündemi paylaşıyoruz. Öğrencilerin kendi yaratıcılıklarının ürünü olan haber önerilerini değerlendiriyoruz uygun görürsek ona gönderiyoruz. Mümkün olduğu kadar acil haberler için burada birkaç arkadaşımızı tutuyoruz. Haberden gelen yazıyor, çıktı alıyor, bana gösteriyor, fotoğraflarını yüklüyorlar, isimlendiriyorlar ve sonra basına geçiliyor. Öğleden sonra olan haberleri ya ambargolu gönderiyoruz ya da ertesi gün sabah erkenden. Yani sektörün işleyiş tarzına paralel şekilde çalışmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda sosyal sorumluluk projelerine öncü oluyorsunuz? 2002 yılında “Kazalar olmasın insanlar ölmesin” diye bir trafik kampanyası başlattık. 2003 yılı başında da Başbakan böyle bir projeyi ortaya attı. Biz o dönem projemizi bitirmek üzereydik. Projeyle İzmir’de yayaların karıştığı trafik kazalarında ölüm oranını yüzde 42-75 oranında düşürdük. Öğrenciler afişler hazırladı, Trafik Denetleme Şube Müdürlüğü o afişleri dağıttı. Pankartlar, panolar, sloganlar geliştirildi. Biz de içindeydik. Bu sonucun da amaçla örtüştüğü bir durum. Daha sonra organ bağışıyla ilgili bir kampanya yaptık; tişörtler bastırdık, broşürler dağıtıldı, televizyonlarda bilgilendirme toplantıları yaptık, toplumu bilgilendirdik. O dönem sevilen dizilerde muhakkak bizim öğrencilerimizden birisi vardı, onlar da destek oldu, senaryolarında konuya yer verdiler. Hepsi de yardım etti. İki kampanya için de konserler düzenledik. İnsani olaylardı bunlar ve öğrencilerimiz çok sahiplendi. Tüm Türkiye’de yapılan organ bağışının yüzde 56’sı Ege Üniversitesi’ne yapıldı. Hayvan barınaklarıyla ilgili bir kampanya yaptık, hayvanlar barınakta açtı. Bir haftada 1200 kilo sadece kuru mama toplandı. Düzenli olarak barınağa ekmek götürecek sponsorlar bulundu. Üniversitede artan yemekler oraya gönderilmeye başlandı. Çok ilginçtir, yemekleri götürdüğümüzde en başta yemediler, önce yanımıza gelip kendilerini sevdirdiler. Demek ki sevgi ihtiyacı daha fazlaydı. Öğrencilerde bu duyarlılığı uyandırmak önemli. Gazeteci duyarlı davranırsa, insanların da duyarlı davranmasını sağlar. Gazetecilik mesleğinin prestijinde bir değişim olduğunu düşünüyor musunuz? 2001’de 4 bin gazeteci işten çıkarıldı. Ciddi bir prestij kaybı oldu ama eski günlere dönülebilir. Daha önce gazete delil olarak sunulabiliyordu artık itibar edilmiyor. Gazeteleri eski prestijli yerine buradan mezun olanlar getirecek. Topluma yararı olmayan haberleri elemek yayın müdürünün elinde. Sektörde iletişim fakültesi öğrencileri yaygınlaştıkça bu sorunlar çözülecek. Basın İlan Kurumu da bu konuda kolaylık sağladı; asgari kadroda iletişim mezunlarının ilan almak için bekleme süresi 6 ay, diğerlerinin 1,5 yıl. BAHAR 2011 7 Krippel’in az bilinen bir heykeli üzerine Ahmet UHRİ Ali İhsan Mimtaş 1 923 yılında yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yapılan ilk Atatürk Heykelinin İstanbul’da Sarayburnu’nda bulunan heykel olduğu görüşü yaygındır. Avusturyalı Heykeltıraş Heinrich Krippel’e ait bu heykel 3 Ekim 1926 tarihinde tamamlanarak açılışı yapılmıştır. Ancak aşağıda daha ayrıntılı açıklanacağı gibi bu heykelden önce yapılmış olabileceği konusunda güçlü kanıtlar bulunan bir heykel daha bulunmakta. İzmir’de bulunan ve yine Krippel’e ait bu Atatürk heykeli okuyacağınız yazının konusunu oluşturacak. Yakın zamanlarda İletişim Yayınları’ndan çıkan Aylin Tekiner’e ait Atatürk Heykelleri Kült, Estetik, Siya- set adlı kitapta da Sarayburnu’ndaki heykelin ilk olduğu belirtilmekte. Konusunda belki de bir ilki gerçekleştirerek Atatürk heykellerini sadece estetik değil ideolojik ve kültsel açıdan da inceleyen kitabın verdiği bilgilere göre; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında Heinrich Krippel, Pietro Canonica, Anton Hanak ve Joseph Thorak gibi heykeltıraşlara Türkiye’nin değişik yerlerine dikilmek üzere Atatürk heykelleri siparişi verilmiştir. Krippel’in eseri olup Türkiye’de değişik yerlere konulan altı adet heykel bulunmaktadır. Bunlar; yukarıda da sözü edilen ve 3 Ekim 1926 tarihinde açılışı yapılan Sarayburnu Atatürk Anıtı, 29 Ekim 1926 tarihinde açılan Konya Atatürk Anıtı, 24 Kasım 1927 tarihli Ulus Zafer/Yenigün Anıtı, 15 Ocak 1932 tarihinde açılan Samsun Atatürk/ Onur Anıtı, 24 Mart 1936 tarihinde açılışı yapılan Afyon Utku/Zafer Anıtı ve 1938 tarihli Ankara Sümerbank içindeki Oturan Atatürk Anıtı’dır. Bu altı eserin dışında araştırmacıların fazlaca dikkatini çekmemiş, açılış tarihiyle belki de Türkiye’deki ilk Atatürk Anıtı olabilecek ve yine Krippel’e ait bir anıt daha bulunmaktadır. Şu anda İzmir Bornova’da, Ege Üniversitesi Rektörlüğü bahçesinde bulunan bu heykelin dikiliş tarihi, kaidesindeki yazıya göre Haziran 1926. İzmir Ziraat Mektebi’ni ziyaret eden Atatürk’ün bu ziyareti anısına dikildiği de kaidesinde yazmakta. Ancak öncelikle Ege Üniversitesi’nin çekirdeğini oluşturan bu Ziraat Mektebi hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum. İzmir’de ilk Ziraat Mektebi 1912 yılında o zamanki adıyla Seydiköy’de yani Gaziemir’de açılır ve I.Dünya Savaşı nedeniyle de bir süre sonra kapanır. Sonrasında kurulan yeni Ziraat Mektebi ise Yard. Doç.Dr.Erkan Serçe’nin bu konuda yazdığı bir makalede aşağıdaki gibi anlatılır: “Kurtuluş Savaşı’nın insan gücünü Anadolu köylüsünden sağlayan Ankara yönetiminin, savaştan başarıyla çıktıktan sonra ilk el attığı konulardan biri ziraat eğitimi oldu. 1922’de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ‘Mıntıka Ziraat Mektepleri’ açıldı. Ege Bölgesi’nin merkezi olan İzmir, yine ziraat eğitiminin merkezi olarak seçilmişti. Ancak bu kez okulun yeri Bornova’ydı. Bornova’da demiryolu istasyonunun hemen karşısında açılan İzmir Mıntıka Ziraat Mektebi amacını tek cümlede şöyle açıklıyordu: ‘Kimseye muhtaç olmaksızın kendi hayatını kendi kazanan, müstakil dimağlı, hür ve cüretli, yalnız vatana tapar gençler yetiştirmektir’.” Okul kuruluş amacına ulaştı mı bilinmez ama aynı yerde 1955 yılında kurulan Ege Üniversite’sinin ilk iki Fakültesi Ziraat ve Tıp Fakülteleridir. Erkan Serçe’nin yazısından anlaşıldığı üzere 1922 yılında kurulan bu okulun 1925 yılında Mustafa Kemal tarafından ziyaret edildiği de bilinmekte. 15-Ekim-1925 tarihinde ziyaret edilen okulun hatıra defterine Mustafa Kemal tarafından yazılanlar ise şöyle: “İzmir Ziraat Mektebi muktedir ellerde feyizli eserini göstermiştir. Ziyaretimden memnunum. Gazi Mustafa Kemal” Mustafa Kemal’in çıktığı yurt gezisi sırasında uğradığı yerlerde okul ve spor kulüplerini ziyaret ettiği de bilinen bir gerçektir. Aynı şekilde, Mustafa Kemal’in İzmir’i ziyaret ettiği 13-15 Ekim tarihlerinde de sadece Ziraat Mektebi’ni değil, İzmir’deki Karşıyaka Spor Kulübü ve İzmir Kız Lisesi’ni de ziyaret ettiği Baykal’a dayanarak söylenebilir. İşte bu ziyaretlerden sonra İzmir Ziraat Mektebi bir çalışma yaparak 1926 yılının Haziran ayında okulun bahçesine bir Atatürk heykeli diktiği, Bornova’daki heykelin kaide- sinde yazılanlardan anlaşılmaktadır. Heykelin kaidesi üzerinde Osmanlıca olarak şunlar yazmaktadır: “Türkiye’nin büyük dahi ve halaskârı, Türk çiftçisinin ulu rehberi, Cumhurreisimiz büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin İzmir Ziraat Mektebi’ni teşrifleri hatıra-i şükranıdır. Haziran 1926” Ancak tarihlerden de anlaşılacağı gibi Mustafa Kemal’in ziyaretiyle heykelin dikiliş tarihi arasında yaklaşık sekiz aylık bir fark bulunmaktadır. Heykelin dikildiği tarihin daha sonra olması belki de ortada bir yanlışlık olabileceği izlenimini uyandırmakla birlikte; Mustafa Kemal’in uğradığı okul veya diğer kuruluşların hatıra defterlerine yazdıkları bu anakronizmi açıklayabilecek gibi gözükmektedir. Zira Mustafa Kemal’in İzmir’i bir sonraki ziyareti 24 Haziran 1926 tarihi olup, aynı tarihte tekrar Karşıyaka Spor Kulübüne uğradığı yine Baykal’ın makalesinde geçen alıntıdan anlaşılmaktadır. Bir diğer deyişle Mustafa Kemal heykelin dikildiği tarihlerde İzmir’e gelmiş ancak Ziraat Mektebi’ne uğramış olsa bile belki de hatıra defterini imzalamamış ya da İzmir’de bulunduğu halde okula hiç uğramamış olabilir. Bu konuda ileri sürülebilecek bir diğer öneri ise Tekiner’in de isabetle saptadığı gibi Mustafa Kemal’in sağlığında dikilen heykellerinin hiçbirinin açılışına katılmamış olmasıdır. Tekiner, bunun BAHAR 2011 9 Tarihin dokunulabildiği kent MARDİN temel nedeni konusunda yaptığı yorumda; Mustafa Kemal’in kendi heykellerinin açılışına katılmayarak halk nezdinde, anıtlarının, kendinden bağımsız bir girişim hatta bir hediye olarak algılanmasını kolaylaştırmak olduğunu belirtmekte ve bunun da imgenin zenginleşmesini sağlayarak kutsiyet yolunu açtığını ileri sürmektedir. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in Ziraat Mektebi’ndeki heykelinin açılışına İzmir’de o tarihlerde bulunmuş olsa da katılmaması olağan karşılanmalıdır. Bir diğer ilgi çekici nokta ise Mustafa Kemal’in 1926 Haziran ayındaki İzmir ziyaretinin, İzmir Suikastı’na denk gelmesidir. İzmir Suikastı sanıkları 15 Haziran’da Mustafa Kemal daha Balıkesir’deyken yakalanmış ve kendisi 16 Haziran’da İzmir’e gelerek 9 Temmuz’a kadar İzmir’de kalmıştır. Bu olayın konuyla doğrudan ilgisi olmasa bile ilgi çekici bir nokta olduğundan dikkate alınabilir. Sonuç olarak Haziran 1926 tarihinde açılışı yapılan Bornova’daki bu heykel belki de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dikilen ilk Atatürk heykeli olabilir. Bununla birlikte bu heykelin ilk heykel oluşu Atatürk heykelleriyle ilgili olarak Tekiner tarafından ileri sürülen ideolojik saptamayı gölgelememekte hatta bence kuvvetlendirmektedir. Bu düşüncemin nedenini açıklamak için öncelikle Sarayburnu Atatürk Anıtı üzerine yapılan yoruma bakmakta yarar var. Tekiner’in Sarayburnu Atatürk Anıtı üzerine yaptığı yorumlarda aslında Atatürk anıtlarının kültsel bağlamda ne anlama geldiğini de irdelemekte ve anıtlar için yapılan mekânsal tercihlerin, anıtın teknik rasyonalitesinin ötesine geçen bir anlam arz ettiğini de belirterek; imgesimge, hatırla(t)ma-bellek, göstergegörselleşme ve kültleştirme öğeleri, kendilerini bu mekânsal uğrak üzerinden konumlandırır demektedir. Bu saptama üzerinden İzmir Bornova Ziraat Mektebi anıtını incelediğimizde 10 de belki aynı sonuçlara varılabilir. Eser kaidesiyle beraber 2.45m yüksekliğinde olup, mermer kaide 1,60m, büst kısmı ise 85cm’dir. Kare planlı kaide, altta 94x94 cm genişliğinde başlamakta, dört ana bölümden oluşmakta, üç ve dördüncü bölüm arasında alttan bir palmet bezemesi ile desteklenmiş ve üzerinde belki de bir vazo ya da ona benzer bir sunu gerecinin bulunabileceği bir sunakla devam ederek 70x70cm’lik dördüncü bölümle sona ermektedir. Dördüncü katın üzerinde de heykelin konulduğu düzlem vardır. Bronz döküm olduğu anlaşılan büstün arkasında bakana göre sol tarafta Krippel imzası okunmakta olup, eserde Atatürk gömlek, kravat, yelek ve ceketli olarak sivil kıyafetli ve elleri göğsün hemen altında üst üste gelecek şekilde betimlenmiştir. Heykele bakana göre sol el sağ elin üzerine yerleştirilmiş ve bilekten kavrar şekilde betimlenmiştir. Heykelin sivil kıyafetli oluşu ve bu heykelden sonra yapılmış olabilecek Sarayburnu Atatürk Anıtı’nın da sivil kıyafetli bir Atatürk’ü betimlemesi Cumhuriyet ile bir devrim niteliği kazanan giyim-kuşamdaki değişimin bir simgesi gibidir. Dolayısıyla her iki heykel de aynı göstergebilimsel anlama sahip olabilir. Dolayısıyla Bornova Ziraat Mektebi heykelinin imge-simge, hatırla(t) ma-bellek, gösterge-görselleşme ve kültleştirme öğeleri açısından Sarayburnu Atatürk Anıtı’nın yüklendiği anlamların yerel düzeydeki bir öncülü olabileceği yorumu yapılabilir. Dikildiği mekân bağlamında endüstriyel bir tarım toplumu imgesi bu heykelde simgeleşirken, kaidede yazan Ziraat Mektebi’ni ziyaret anısına dikildiği ibaresi hatırla(t)ma-bellek anlamındaki tamamlayıcı öğe olarak kabul edilebilir. Bunun yanı sıra sivil kıyafet, giyim-kuşam değişimi göstergesinin görselleşmiş halidir. Ancak heykelin Sarayburnu Anıtı’na göre oldukça küçük oluşu, onun kültleştirme amaçlı dikilmediğini ve belki de yukarıda da değinildiği gibi bütün bu anlamları yüklenecek Sarayburnu Atatürk Anıtı’nın yerel düzeydeki öncülü olduğu saptamasını güçlendirmektedir. Ayrıca, Bornova’daki büstün Krippel’in Sarayburnu anıtını yapmadan önce küçük bir deneme ya da eskiz olarak yapmış olabileceği fikrine de sıcak bakmak gerekebilir. Bu bağlamda Krippel’in bu eserinin Atatürk heykelleri içinde ilk olarak dikilen olma olasılığı dışında ayrı bir yeri olabileceğini iddia etmek için yine de erken olduğunu düşünmekteyim. Heykelin gerçekten Krippel’e mi ait olduğu konusu da stil kritik uzmanlarınca değerlendirildikten, göstergebilimsel açıdan heykelin yüklendiği anlamlar tam olarak anlaşıldıktan ve yerel tarih araştırmacılar konuya tarihsel açıdan yeni belgelerle katkıda bulunduktan sonra bu konuda kesin bir yargıya varılması gerektiğini de belirtmeliyim. Mardin’de ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün yakınlığını ve uçsuzluğunu. Sapakları, açmazları, dorukları, yalnızlıkları... Uzun yaz geceleri dışarıda, avluda yanyana serilmiş yataklara yatar, yıldızları sayarak uyurduk. Bizler serin fısıltılarla uykuya dalarken, parmaklarımız yıldızlarda kalırdı. Yıldızlar bir daha hiç o kadar parlak olmadılar. Murathan Mungan, Paranın Cinleri BAHAR 2011 11 Ender ÖZBAY “Kartal Yuvası”ndan “Turuncu Efsun”a “Çenber-a Ezidan”da İç içe Siluetler G enel bir halet-i ruhiyedir; doğada, aynı çayırda, aynı ormanda yaşayan binbir çeşit çiçek, ot ve ağacın varlığı bize çok büyük bir hayret vermez de, aynı kasabada, aynı ülkede ve dahi aynı dünyada yaşayan bizden başka ve farklı binbir çeşit topluluğun varlığına kimi zaman hayret ederiz. Çiçeklerin, otların, ağaçların binbir çeşit ve iç içe durumu bize bir zenginlik ve çoğulluk hissi verirken, binbir farklı insan topluluğu, neden, kimileyin tedirginlik bile verir? Biliriz ki ormanı orman yapan bu çeşitli çoğulluktur. Ama düşünmeyiz ki toplumu toplum, insanlığı insanlık yapan o etkileşimli farklılıklardır. Bir kitap adı anımsıyorum: “Tarih Kötüdür”... Sorumuzun yanıtı bu mudur acaba? Çıkar çekişmelerinin kitleleri birbirine karşı piyon haline getirdiği, aslında enfes bir çeşni ve etkileşimli bir toplumsal gelişim dinamiği olan farklılıkları, körlemesine 12 bir çatışma gerekçesine dönüştürdüğü tarih, evet kötüdür. Şimdi biz insanlar galiba yoğurdu üfleyerek yiyoruz... Fakat ilerleyen teknolojik imkanlar, türlü iletişim olanakları, körlüğümüzü ve “yoğurttan korkma” eğilimimizi değiştirme olanağıdır da, biz istersek. Komşum olan bir teyze, “Yahu şu Kürtleri çok merak ederim, neye benzerler?” diye soruyordu bana, her gün onlarca Kürt gördüğünü, belki onlarla konuşup alışveriş ettiğini bilmeden. Çok samimi olduğumuz bir çalışma arkadaşım, kötü bir şeyden bahsederken “... haşa Araplar gibi...” diyordu, Arap asıllı olduğumdan bihaber... Bir öğretmenimiz Ermenilere karşı dikkatli olmamızı öğütlüyordu, sınıfta -sevdikleri arasında- Ermeni çocuklar olduğundan habersiz... Yrd. Doç. Dr. Engin Önen’in yönetiminde, Antakya’daki farklılıklara mercek tutmaya çalışarak başlayan ve şimdi Mardin-Midyat dolaylarındaki araştırma ile sürdürdüğümüz çalışma sürecinde, farklı insanlarla her görüşmeden sonra, bilinçli-bilinçsiz bunları geçirdim aklımdan... Zihnimizde bulanıp-bulandırılıp bir kargaşaya dönen ve körü körüne işleyen “kabullenmeyiş” süreci, bir sayrılıktan ibaret aslında. Gerçek ve sağlıklı bir “aidiyet” hissi, o çoğulluk potasında eriyebildiğimizde; ülkemizdeki ve dünyadaki farklılıkların, ayrı ayrı halkalardan oluşan zincir misali olduğunu ayrımsayıp, bir halka olma bilincini kuşandığımızda mümkündür ancak. Mezopotamya’nın Kapısı Kartal Yuvası Teknolojinin azametinden kendimize pay biçip diyelim ki: Koca bir kartal olup süzülüyoruz dağların üstünden ve Kızıltepe düzlüğüne gölge düşürüp konuyoruz usulca Mardin’in yamacına... Mardin’e varır varmaz, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun, şu anda da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde araştırma görevlisi olan Özge Cengiz Aydın’la haberleşiyoruz; Özge bir süre bize mihmandarlık ediyor. Bünyesinde, bu şehre yaraşan Yaşayan Diller Enstitüsü kapsamındaki Kürt Dili ve Kültürü, Süryani Dili ve Kültürü, Arap Dili ve Kültürü gibi anabilim dallarını barındıran Mardin Artuklu Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Serdar Bedii Omay ile kısa bir görüşme yapıp bilgi aldıktan sonra, heyecanla şehri keşfe çıkıyoruz... Kıvrıla kıvrıla uzayıp, birbirine bağlanıp, şehri dolanan, gah inişli, gah yokuşlu ve gahi abbaraların içinde bir dehlize dönüşen taş döşeli dar sokaklarda yürümek, Binbir Gece Masalları’nın satırlarında gezinmekle özdeştir adeta. Abartı değil; taşın bir dile dönüştüğü mimari doku, evleri, camileri, medreseleri, kiliseleri, çeşmeleri, konakları, abbaraları ve dahi sokaklarıyla, ayrı birer şiirsel anlatımın bir arada olduğu bir destan gibidir. Bir bakıma da şehrin giysisi, belki de teni olan taş dokunun dilinden anlayıp, “destanı” okuyabilmek için, şehrin kalbine yönelmek, insanlarını, insanlarının yaşamını, tarihini bilmek gerekir. Zaman tüneli gibi, sonu gelmez, dolambaçlı, dehlizli sokaklar boyunca birer avlu bellediğimiz Sümer, Hitit, Asur, Arami, Roma, Bizans, Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu, Osmanlı ve dahi Arap, Türk, Kürt, Süryani, Yezidi ve hatta Sünni, Ortodoks, Süryani Kadim, Şafi... kapılarından baş uzatıp, selam verip - selam alıp; içinde gezindiğimiz “destan” şehrin adlarını işittik efsunlanarak: Erdope, Tidu, Merdin, Merdo, Merdi, Merda, Merde, Maridin, Kartal Yuvası... Bu adlar, “destanın” başka başka “yazarları” olan bu uygarlık, kültür ve dinlerin imzası niteliğindedir adeta. Fokur fokur insan kaynayan, Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice dil ve lehçelerinin birbirine karıştığı uğul uğul çarşının içinden ilerleyip, sokaklar boyunca kıvrılıp, bir yapının avlusundan ötekinin bahçesine geçerek, dik merdivenlerden tırmanarak, yukarılara doğru gidiyoruz... Akşamüstü, zafer takı gibi bir anıtsal taçkapıdan bahçesine girdiğimiz, günümüzde de Kız Meslek Lisesi olarak işlevini sürdüren Osmanlı devri eseri Mardin İdadi Mektebi’nin paydos saatine denk geliyoruz. Öğrencilerle hareketlenen bahçenin diğer yanından, yokuş yukarı Zinciriye Medresesi’ne uzanıyoruz. Yamacın dimdik yükselen kayalıklara dönüşmeye başladığı yerde, 1385’ten beridir sırtını dağa yaslayıp şehri ve engin ovayı seyre durmuş Zinciriye Medresesi, taçkapısı ve dilimli iki kubbesi ile dikkati üzerinde topluyor. İki katlı ve iki avlulu olan yapı, eyvan esasına dayanan plan kurgusu içinde, eyvanın içinden avlu ortasındaki havuza doğru, doğumyaşam-ölüm metaforu olarak şekillenen çeşme-oluk-havuz unsurları ile suyun şenlendirdiği revaklı mekan bugün bir seyirlik dinlence alanı olarak değerlendiriliyor. Çeşitli birimlerin, öğrenci hücrelerinin bulunduğu üst kat mekanları ise, medresenin, günümüzde de, ilk kuruluşuna uygun bir amaç doğrultusunda yaşatılmasına vesile olan M.A.Ü. Yaşayan Diller Enstitüsü’nü barındırmak kıvanç ve sevinciyle dolmuş halde selamlıyor konuklarını. Medrese’nin avlusundan koca ovayı seyran eyliyoruz; mih- Yan sayfa: Mardin’den Mezopotamya Ovası’nın görünüşü. Üstte:Modernvegereksinimlereuygun iç mekan tasarımına karşın geleneksel mimariyeuygundüzenlenmişanacephesiyle Mardin Artuklu Üniversitesi binası. Altta: 13. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen ŞehidiyeCamisi’nin1916’dayaptırılmışolan minaresi. Ötede U şeklindeki planıyla Şahtana Ailesi Konağı... BAHAR 2011 13 mandarımız Özge “İşte bu da deniz!..” diyor, tepkimizi ölçen gülümser bir tavırla. Suriye’ye varıncaya üstünde güneşin yangın olup tutuştuğu göz alabildiğine uzanan topraklar, Mezopotamya’nın başlangıcı... Mezopotamya’nın, olanca tarihsel anlamı ve imgesel yüküyle, ne demek olduğunu bilmeyen bir insanı bile dehşete düşürecek bu enginlik, bilen insana ne yapar? Yürek sineye sığmaz olur... Peki ya “deniz”?.. Gün boyunca güneşin kavurduğu topraklar üzerine akşam serinliği çökmeye başladığında havada öyle bir yoğuşma oluşuyor ki, ufuklara uzanan enginliği puslu bir deniz görünümü kaplıyor; dağ yamacına dizili terasların sakinleri de “deniz”e nazır akşam sofralarında bir araya geliyor. 14 Bu tatlı şaşkınlığı bölüp mantıksal toparlamalar yapmaya çalışıyorum: Kuzeyde Diyarbakır ve Batman’dan bu yana dalga dalga dağlarıyla bölgeye sokulan zorlu Anadolu Coğrafyasının ansızın dinginleştiği uçsuz bir düzlüğün, Mezopotamya’nın kıyısındayız... Tamam diyorum, “Mezopotamya’nın Kapısı” budur, bundandır!.. Hem de, buradan, iki gözü insanın, iki kartal gibi süzer koca ovayı. Burası, bu muhkem yer, ovaya hakim olan “kartalın” yuvası olur... Buraya hakim olan, ovanın kartalı olur. Ve hem de şu sarp kayalara oturan kale, bu yüce doruk, kartallara yaraşır... Mardin, mimari dokusu içinde çokkültürlülüğü ete kemiğe büründüren yapı repertuvarına ev sahipliği yapmaya devam ediyor bin yılı aşkın zamandır. Bu doruğun ‘kartalı’ her kim olmuşsa, öncekinin yapıtlarına saygılı davranmış, kentin mevcut dokusuna, kendine özgü olanları eklemiştir. Böylelikle, ortak bir taş dilinin egemenliğinde, yapı türlerinde kimliği dışa vuran ayrıntı zenginliği, geniş süsleme ve biçim repertuvarını oluşturmuştur. 6. yüzyıl yapısı olan Kırklar Kilisesi’nde buluştuğumuz Bizanslılar (Süryani Kadim); 10. yüzyıl yapısı Kale’de buluştuğumuz Hamdaniler; Zinciriye Medresesi’nde, görkemli minaresiyle çok uzaklardan yerini belli eden 11. yüzyıl yapısı Ulu Cami’de, 13. yüzyıl yapısı Şehidiye Camii ve Medresesi’nde, 12. yüzyıl yapısı Sitti Radviyye Medresesi’nde buluştuğumuz Selçuklular-Artuklular, dil birliği edip, onlardan sonra geleceklere her “Mardin’debeniençokheyecanlandıranşey,sanırım tarihinelletutulurluğu.Şehrindokusununve mimarisinin,birgiziimleyipsonrasaklaması.Zamanı elinizletutmanıza,onadokunmanızaolanakveren bulabirentgörünüşlüşehrin,labirentliğihemtarihi içinde,hemkendimekanıiçindesözkonusu...”diyor Murathan Mungan ‘Paranın Cinleri’ adlı kitabında. Şehri adım adım gezerken, tarihe ellerimizledokunurkenbusatırlarakatılmamanın olanaksız olduğunu düşünüyoruz. Üstteki:Mardin’inbirlabirentiandıransokaklarında sıkça,“abbara”denilentonozludehlizlerbulunur. Suriyeşehirlerindederastlananbuuygulama,sokak üstünü bir mekan olarak değerlendirme düşüncesininyanısıra,sokaktahareketedenlere havakoşullarındankorunmaimkanısağlama amacınadayöneliktir.Budar,yokuşlu,basamaklı sokakyapısıMardin’ingündelikhayatında,kimi belediyefaaliyetlerivetaşımaişleriiçin,eşekleri hayati derecede önemli kılıyor. Bu sokakların kamyonu,taksisi,servisi,çekicisi,hamalıeşeklerdir. BAHAR 2011 15 yönüyle oturmuş, dillere destan bir kent hazırlamışlardı aslında. Sonra gelen Safevi ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’ne varıncaya dek devam edecek olan Osmanlılar da, hali hazırda kurulu olan kentin güzelliğine katkılar koymaya devam etmişler. İşin güzeli, Osmanlı hükümdarlığı altında, Mardin,“gecegerdanlık,gündüzseyranlık”... yörenin farklı kültür ve inanışlardaki yerli sakinleri de kendi yapılaşmalarını devam ettirebilmişler. Örneğin Meryem Ana Kilisesi 1860’ta inşa edilmiştir. Eklemek gerekir ki, mesela; sokaktan yüksek bir duvarla ayrılan bir avlunun etrafında L ya da U kurgusu ile konumlanmış (işlemeli taş kemerlerden, türlü dekoratif unsurlardan mahrum bırakılmamış) mekanlarıyla nispeten küçük konutların mütevazı görkemi, bugün PTT binası olan Süryani Şahtana Ailesi Konağı’nın azametinin gölgesinde kalmaz. Mardin’in “kalbini“ dinleyip, ‘destan’ı anlayabilmek yolunda, önce Kırklar Kilisesi’ne gidip, Süryani tarihi, kültürü, müziği ve edebiyatı konularında araştırma ve yayınları bulunan, Süryani cemaatinin ileri gelenlerinden Hori Episkopos Gabriel Akyüz ile görüşüyoruz. Bizi, tadilatı süren Kırklar Kilisesi’nin avlusunda karşılayan Akyüz, alt katı ayrı bir girişe sahip ikamet yeri, üst katı ise metropolitlik makamı olan binada, Metropolitlik Makamı’nda kabul ediyor ve sorularımıza uzun soluklu, içtenlikli sohbetiyle karşılık veriyor. Mardin’de iki bin yılı aşkın bir yerleşikliği olan çokkültürlü yapının en nüfuzlu unsurlarından biri olan Süryani toplumunun doğru biçimde tanınma, bilinme özlemini yansıtan açıklamalarıyla Gabriel Akyüz, yazımızın başında belirttiğim o içten içe işleyen ‘farklılık’ tedirginliğimizi sevgiye ve huzura dönüştüren bir kilise babası edasında konuşuyor. Bilgi, birikim ve deneyimiyle meraklarımızı giderirken, önem verdikleri farklılıkları ve bozulmasına göz yummak istemedikleri geleneklerini de belirtmekten çekinmiyor; asla yapmacık ‘hoşgörü’ rollerine yanaşmıyor, gerçekçi cümleler kuruyordu. Saygı, sevgi, ikame ve idame çerçevelerini mantıklı bir şekilde ortaya koyuyor; bir aradalığın asimilasyon gibi sonuçlar doğurmaması gerektiğini vurguluyor ve en nihayet, gitmek için hareketlendiğimizde sevgiyi öğütlüyordu. O anda orada bulunmak, Gabriel Akyüz ile bu sohbeti gerçekleştirebilmiş olmak bize son derece mutluluk ve huzur veriyordu. Gerçekten Mardin’in kalbine inmeye başladığımızı hissediyorduk. Bu samimi diyalogun verdiği güvenle, saatler sonra Kırklar Kilisesi’ne kendi BAHAR 2011 17 başıma uğrayıp “Gabriel Amca”dan bir kitabını imzalamasını isteyebildim çekinmeden. Biraz sonra Deyr’ul-Zafaran Manastırı’nda rehberlik görevi de olan Süryani genci Alexander İlker Bayruğ ile bir sohbete oturuyoruz. Alex’in gençliğinin ve resmiyetten uzaklığının rahatlığı egemen oluyor sohbete. Episkopos Gabriel Akyüz ile yaptığımız sohbettin ardından aklımıza takılan soru işaretlerini gidermemize yardımcı oluyor Alex, ama daha da önemlisi, az sonra hem bize Manastırı gezdirirken, hem de çarşıda bir süre refakatte bulunurken, gündelik yaşamına ve düşüncesine yakından, doğrudan temas edebildiğimiz, giderek de sevgi, 18 dostluk, teklifsizlik hissini karşılıklı geliştirebildiğimiz bir insan oluyor. Mardin’de birazcık daha derinleştiğimizi hissediyoruz. Deyr’ül-Zafaran Şehrin 4 kilometre kadar güneyinde, bin beş yüz yılı aşkın zamandır sırtını yasladığı tepelere yarenlik etmiş, zamanla aşık atmış Deyr’ül-Zafaran Manastırı’na Alex’in sağladığı kolaylıklarla giriyoruz. Taşın diline sadık, özenli ustaların marifetiyle, sanki aynı dönemde bütünlük içinde yapılmış gibi görünen manastırın, aslında 5. yy. ile 18. yy. arasında değişik inşa evreleri geçirdiğini biliyoruz. Dört yandan surları andıran kalın duvarlarla çevrili yapının devasa kapısı bir giriş eyvana; eyvan da merdivenlerle ön avluya açılıyor. Mekanlara ulaşımı sağlayan asıl avluya bir kapıdan daha geçilerek varılıyor. Bu avluya girer girmez sağda, zemin altına doğru merdivenli dar bir geçitle inilen, manastırın [ve Mardin’in de] en eski yapıtlarından biri olan, Şemsi’lere ait Güneş Tapınağı, harç kullanılmadan, devasa boyutta, üstü geniş, altı dar prizmatik taşların sıkıştırma usulü yerleştirilmesiyle yapılmış ilginç bir üst örtüye sahip. Bu Güneş Tapınağı’nın üstünde başlayan yapılaşma, Romalılarca bir kale kompleksi olarak geliştirilmiş; ardından manastır yapılaşma evresi gelmiştir. İlk olarak Mor Şleymun Manastırı adıyla bilinen; ardından 793’ten itibaren büyük tadilatlar başlatan Mardin-Kefertüth Metropoliti Aziz Hananyo’nun adıyla; 15. yy.’dan sonra da, çevrede yetişen safran bitkisi dolayısıyla “diyar’ül-safran” [zafaran] adıyla anılan manastır, tarihi boyunca Süryani Kilisesi’nin dini eğitim merkezlerinden biri olmuş. Üç katlı olan yapıda, ortada üstü açık avluyu U şeklinde saran mekanlar arasında, idari odalar ve mutfak haricinde, bazı azizlerin kemiklerini ve Manastır’da görev yapmış din büyüklerinin (patrik, metropolit) mezarlarını içeren Azizler Evi (Beth Kadişe); 491518 yılları arasında, Süryani mimar kardeşler Theodosius ve Theodore tarafından inşa edilen Mor Hananyo Kilisesi (Kubbeli Kilise), Apsis (mihrap nişi) kısmında Bizans dönemine ait mozaikler bulunan Meryem Ana Kilisesi bulunur. Üst katta ruhanilerin ikamet ettikleri hücreler ve müştemilat yer alır. Manastırda, ahşap, taş, fildişi malzemelerden yapılmış birbirinden ilginç ve değerli dini eşyaların yanı sıra özel bir önem taşıyan, Patrik 4. Petrus’un 1876’da İngiltere’den getirttiği ve 1953’e kadar kullanılmış olan matbaadır. Manastırın sırtını verdiği tepelerin sarp kayaları içine oyulmuş münzevi mağaraları, Hıristiyanlık’ın ilk zamanlarında gelişen fakat sonraları da değişik inziva ritüellerine dönüşen münzeviliğin evleri… Doktrin olarak sonraları manastır yaşam biçiminin gelişmesinde de etkileri olan, “hermit” denilen münzevi keşişlerin mesken tuttuğu çok önemli mağaralar bunlar. Manastır ile mağaraların bu yakınlığı, ilk evrelerde “Lavra” denilen ve keşişlerin tek başına, yoksunluk içinde ruhunu yetkinleştirme çabası içinde sürdürdükleri çileli yaşamın gitgide tek bir mekanda (manastır) birlikte ve kurallı yaşamaya dönüştüğü evrimsel süreci düşündürüyor. Kabaca, batıdan Mardin, kuzeyden (Dicle hattı boyunca) Diyarbakır-Hasankeyf, doğudan Cizre ve güneyden Nusaybin ile sınırlayabileceğimiz; Arapça ve Süryanice bir katışımla “tur” (dağ) ve “abdin” (inananlar-münzeviler) sözcüklerinden türetilmiş bir kültürel adlandırmayla Turabdin olarak bilinen bu bölgede, yüzlerce münzevi mağarası, kilise ve manastır bulunuyor. İki bin yıldır Süryaniler’in dua, ilahi ve çan sesleri yankılanan dağların ortasında Deyr’ül-Zafaran, günümüzde de, Mardin Metropoliti’nin ikametgahı olup yaşayan bir manastırdır. Ve bizler burada, -aralarında uzak ülkelerden inzivaya gelenlerin de bulunduğuavluda sohbet eden, tefekkür eden ruhanilerle de selamlaşıp, Manastırın idari başkanı, manastır vakfının ikinci başkanı ve de Mardin Belediye Başkan Vekili olan Suphi Uslan ile makamında görüşme olanağı buluyoruz. Oldukça olumlu, konuksever bir karşılamanın ardından, Uslan, bir kültür için dilin önemini vurgulayarak, üniversitede açılmış olan enstitüden kaynaklı memnuniyetini dillendiriyor. Ayrıca kendisinin belediyedeki görevinden hareketle, bu kadar nüfuzlu olan Süryani toplumunun ilk defa böyle doğrudan bir temsiliyet kazanmış olduğunu da mutlulukla vurguluyor. Şehre dönüyoruz… Akşam… Cercis Murat Konağı’nın terasında, Mezopotamya’nın kapısında, “kartal yuvası”nda, tadına doyulmaz mezelerden tadıp, “deniz” seyrediyoruz…. Birbirinin ışığını, havasını çalmayan saygılı binalar, karanlık çöktükçe, başı kale olan bir gövdenin boynunda ışıktan bir gerdana dönüşüyor. Binbir masalın birbirine bağlandığı “destan”, akşamleyin, Kürdü, Arabı, Türkü, Süryanisi, Yezidisi ile kol kola halayların çekildiği, kadehlerin tokuşturulduğu, hatta az sonra valinin de katıldığı, her masadan sırayla, türlü dillerden türkülerin çağrılıp alkışlandığı tarifsiz bir eğlenceye dönüşüyor. Bizi 17.-18. yüzyılla kucaklaştıran Osmanlı şehir içi hanı Surur Hanı’ndayız; iki katlı mekan sırasının önünde yer alan çapraz tonozlu revakların sardığı dikdörtgen avluda, her dilden türkülerle çağlayan sevi ırmağının coşkusu ve bir aradalığın aidiyet hissiyle gülümsüyoruz birbirimize; ey şimdi bizim de eklendiğimiz şehir-i kadim, daim olasın!.. Böyle deyip bitiremem. Eklemek gerek: Bu şehri kuran, var eden, çarşıda, atölyelerde görüp maharetine hayran olduğumuz ama işlerinin eskisi kadar iyi olmadığını öğrenip üzüldüğümüz elekçiler, semerciler, BAHAR 2011 19 BirSüryanieviolanİshakŞabanoğluKonağı’nın beşik tonozlu en üst kat odasının duvar süslemeleri. kuyumcular, bakırcılar, tütüncüler, terziler, oyacılar, sabuncular, dülgerler, doğramacılar, taşçılar... Alıcıya kendi ürettiğini sunan zanaat erbabı ve esnaflar… UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine aday olan kentte son zamanlarda yükselen turizm furyasına bağlı olarak, üretim faaliyetlerine oranla turistik mekan işletmeciliğinin rağbet kazandığını gözlemliyoruz. Yer yer, yöreye özgü telkari işlerinin dahi Ankara ve İstanbul’daki atölyelerden getirilir olduğunu öğreniyoruz. Daim olabilmen için, her sokağınla bir dize olup destan gibi yücelebilmen için ey şehir, elekçilerin, semercilerin, kuyumcuların, terzi, sabuncu, bakırcı, dülger ve taşçıların kaim olmalı! gümüşten tellerle incecik örerler sevginin, özlemin çehresini, taşın suretine yüreğin türlü heyecanı nakış nakış işlerler... Burada insanlar Arapça kızar, Kürtçe söyleşir, Süryanice sevinir ve geleni Türkçe ağırlarlar... Konaklayacağımız yer, günümüzde Midyat Kaymakamlığı’na bağlı ziyaret mekanlarından biri olan ve bazı dizi filmlerin çekim mekanı olarak da kullanılan Çevre Kültür Evi - Konuk Evi; Deyr’ul-Umur (Mor Gabriel) Manastırı Bir Turuncu Efsun: Midyat Mardin’den kara yoluyla Midyat’a uzanan yol boyunca heyecan ve merak demleniyor kalbimizde. Akşamüstü güneşin turuncuya boyadığı şehre giriyoruz. Meydanda, kentin toplumsal ana bileşenlerinin simgelendiği bir saat kulesi dikkatimizi çekiyor; kaidenin bir yüzünde cami, bir yüzünde kilise, bir yüzünde tavus kuşu, bir yüzünde de siyasi sınırlarıyla belirlenmiş Türkiye kabartmaları, adeta, şehre yeni gelen konukları kentin sosyal yapısından haberdar ediyor. Midyat… Burada mekanla insan söyleşip, zamanda bir yola çıkarlar birlikte, her vakit. Burada eller 20 Midyat’ı kuşbakışı izlemek için de ideal olan rüya gibi bir yapı. İncelikli taş süslemeleri, planı, türlü yapı unsurları ile büyülü bir atmosfer içindeki bu Süryani konutu, aslında, sahibinden satın alınarak kamulaştırılan, TBMM, Midyat Kaymakamlığı ve ÇEKÜL Vakfı işbirliği ile 2000’de restore edilen İshak Şabanoğlu Konağı’dır. Kapıda bizi karşılayan görevli Zeki Güneş, 3 gün boyunca bir arada olacağımız, söyleşeceğimiz, konakta komşuluk edeceğimiz kişi aynı zamanda. Kürtçe, Arapça ve Süryanice’nin bir arada, tadında ve ketsizken çınladığı bu şehrin kalbine inmenin yordamını biliyoruz; Zeki Amca’dan da yol yordam soruşturup, vakit yitirmeden, Midyat’ın 23 km güneydoğusunda bulunan kadim manastıra doğru yola çıkıyoruz: MorGabrielManastırı’nınönavlusunda ekibimiz. Deyr’ul-Umur, yerleşim birimlerinden uzak, tek başına, uçsuz bucaksız, tepeli-vadili dalga dalga araziler içindeki konumuyla, sükunet içindeki boşlukta, insanı, kendini yeniden tanımlamaya zorlayan bir tanrısal ululukta ağırlıyor. Hıristiyanlık’ın yayıldığı ilk yıllardan itibaren oluşmaya başlayan doktrinler içinde en yaygın ve güçlü hale gelen, “tek başına yaşamak” (mono) kökeninden türeyen ‘monastisizm’, Filistin bölgesinden Anadolu’ya doğru, yöresel farklılıklarla yorumlanıp, devasa yapı kompleksleriyle hayata geçiriliyordu. Tanrısal inziva fikriyatına karşın, sundukları ahlaki-sosyal öğretiler ve yaygınlıklarıyla toplum yaşamını ve dolayısıyla politikayı da doğrudan etkileyen manastırlar, olanca sosyo-politik örüntüsüyle birlikte Hıristiyanlık tarihinin kodlandığı bir olgu ve kavramı ifade eder aslında. Mor Şmuel ve Mor Şemun tarafından 397’de, tüm Hıristiyan dünyasının ilk manastırlarından biri olarak kurulmuş olan Deyr’ul-Umur da, faaliyetini hala sürdüren; her bakımdan gerçekten hala yaşayan, bu yüzden tarihi-sosyal-kültürel açıdan her türlü ‘okuma’yı mümkün ve verimli kılan bir manastır; bir ‘dünya kültür mirası’… Turabdin Metropoliti Mor Timotheos Samuel Aktaş’ın resmi ikametgahı olan ve hali hazırda 75 kişinin yaşadığı manastır kompleksi, mimari görkemini çeşitli dönemlerdeki ekleme ve onarımlarla kazanmıştır. Kompleks, avlular merkez alınarak, liturjik gereklikler (dini uygulama esasları) ve ritüel (törensel uygulamalar) sırası gözetilerek, birbirine geçiş bağlantıları olan katholikon (ana kilise), vaftizhane, trapeza (yemekhane-mutfak), katakomb-mezar şapeli karışımı sayılabilecek olan Azizler Evi ve Meryem Ana kilisesi; üst katlarında bulunan idare, çalışma-okuma bölümleri ve ruhaniler için konaklama bölümleri ile ilgilileri için güzide -yaşayan- bir manastır özelliğinde. Burada görüşme yapacağımız Başdiyakon İsa Gülten de, Süryani dili, edebiyatı ve kültürü üzerine yaptığı çalışmalarla Suriye’de verilen bir onur ödülüne layık görülmüş, faaliyetleriyle, bilgi ve birikimiyle tanınmış; sonradan önemli görevlere gelen çok sayıda kişiyi yetiştirmiş saygıdeğer bir kişiliktir. Birinci avluya açılan görkemli portalin önünde, iyi giyimli, ağırbaşlı bir genç, Kuryakos Acar karşılıyor bizi ve üst kat birimlerindeki bir idari odaya, Başdiyakon İsa Gülten’e götürüyor… Yoğunluğu içinde İsa Bey’in bize ayırdığı yarım saatlik zaman diliminde samimi dille güzel bir sohbet gerçekleştiriyoruz. Yöredeki göç olgusuna bağlı olarak azalan nüfus, asimilasyon ve 1164 yıllık manastıra ait arazilerin mülkiyetiyle ilgili işleyen bir dava, sohbetin üzüntü ve şikayet bölümünü oluşturuyor. İsa Bey, gelenekler konusunda, asimilasyon ve nüfus azlığı olgularına dayandırarak, başka etnik ya da dinsel gruplarla evlilik ilintisi kurmaya sıcak bakmadıklarını belirtiyor; fakat genel beşeri ilişkiler için İsa Mesih’in “Komşunu kendin gibi sev” [Matta 22:39] ve “İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın!”[Luka 6:31] sözlerini düstur olarak koyuyor. Süryani Dili ve Kültürü Anabilim Dalı konusunun abartılmaması gerektiğini, bunun nicedir yapılması gereken ve dünya üniversitelerinde zaten bulunan bir uygulama, bir bölüm olduğunu dile getiriyor. Episkopos Akyüz’ün makamında ve Deyr’ül-Zafaran’da olduğu gibi, bu mekanda gördüğümüz Atatürk fotoğrafı dikkatimizi çekiyor; bunu, laiklik, eşitlik, hürriyet, vatandaşlık ilke ve kavramlarını esas haline getirmesi nedeniyle Atatürk’e duydukları saygı ve bağlılıkla açıklıyor. Gülten, vatandaş-devlet ilişkisinin dini, etnik, kültürel farklılıklar önemli olmaksızın işlemesi gerektiğinin altını çiziyor; bir yandan da bölgedeki baskınlığını sürdüren feodal yapının kırılması gerektiğine dikkat çekiyor. Sohbet sonunda, problemlere korkuyla yaklaşmamak gerektiğini, korkunun çözüm getirmeyip başka korkuları getireceğini; ama sevgi ile hareket edip çözüme cesaretle yönelmek gerektiğini, (belki de kendini de) öğütler bir edayla vurguluyor. Sohbetin ardından, bize manastırı gezdiren Kuryakos, yetkin rehberliği ve sempatik kişiliğiyle bizde iz bırakırken; manastır mekanlarının azameti içimize işliyor. Çenber-a Ezidan Midyat’a girmeden, Güven Köyü tabelasına uyarak, şehrin 5 km kadar güneydoğusundaki Bağcın Köyü’nü bulmaya çalışıyoruz; bu kez görüşmeye çabaladığımız: Yezidiler… Yellerin meskeni olmuş evler arasında insan sıcaklığıyla can bulduğu belli olanına yöneliyor ve köy muhtarı Ebuzeyd Atalam’ı buluyoruz. Yılardır BAHAR 2011 21 samimi olduğumuz biriymiş gibi sevecenlik ve canlılık gösteren Ebuzeyd Amca, belli ki yolumuzu heyecanla gözlemiş; masaya dizili duran çaylar, neskafeler, kolalar, bardaklar, bisküviler misafirini nicedir bekler gibiydi… 7-8 ihtiyarın yaşadığı bu uzak köy, nicedir, Yezidi Çemberi (Çeber-a Ezidan) gibi bir kaderle kuşatılmış Yezidi toplumunun durumuna genelgeçer bir örnek teşkil ediyor… Rüzgarın ağulu ıslığı, Şair Baba’nın deyişiyle, “topraksız insanın ve insansız toprağın feryadı...”ndan başka şey mi sanki? Bir de, evet, belki, çemberin içinde kalakalanın feryadı… M.Mungan’dan nakledilen “Çember, çemberi çizen için komedi, içindeki içinse dramdır ama eğer biri kendini çember içine almışsa bu trajedidir.” sözlerinde çalkalanan bilincim, tümünü bir yana bırakıp, çemberden nasıl çıkılacağını sorguluyor aslında… Candan ve gülümser haliyle içimizi ısıtan Ebuzeyd Atalam ise bu konuda pek umutlu değil. Giderek yok olacağız, diyor. Bitecek, diyor… Acaba kendini çember içinde hisseden bu Yezidi’nin mi düşünceleri daha gerçek, avutucu sözlere sarınıp umutlu çözümlere inanan biz gezginlerin mi?.. Konuklarla azıcık şenlenen bu yürekleri yine aynı yalnızlığa terk edip gitmek zorundayız… Midyat’a, İshak Şabanoğlu Konağı’na, geçici evimize dönüyoruz… Akşamleyin konağın büyüsünde çayla tatlanan bir sohbete başlıyoruz Zeki Güneş’le. O da farklı bir bileşenin mensubu: Şafi-Kürt. Onun da sitemleri çok ve de çok haklı. Şiveli, tedirgin, içten sitemlerinde acılı anılar (özellikle batıdaki kentlere gittiklerinde), insan yerine konulmamaklı, fukaralıklı öyküler var… Şimdilerde bölgeye bir “barış” atmosferi hakim, durum iyice, ama, “Ekmek!” diyor, “Geçim!” diyor, “Okul!” diyor, “Sağlık!” diyor adam; doğru ya, bunlar olmazsa kötülüğün üstümüze bir yorgan gibi örtülmesini kim, nasıl engelleyebilir! “Onun Sünni, benim Şafi, ötekinin Süryani, berikinin Mıhallemi olması, neyi değiştirir, ne önemi var? Şurda hepimiz yaşam kavgasında… Hepimiz aynı taştan örülmüş evlerde, aynı toprağın üstünde, yan yana, can cana…” diyor adam… Sesi ırmak olup akıyor geceye… Zeki Amca’nın bizi yönlendirdiği esnaf Zeyni Gökçe ise, bir Mıhallemi… Arapça konuşan, Süryani kökenli oldukları 22 iddia edilen, Müslüman-Sünni olan bir grubun mensubu… Farklılıkların iç içeliğine şaşırmamıza bile şaşıracak denli içselleştirmiş “bir aradalık”ı. Daha ne denir?.. İshak Şabanoğlu Konağı’nın en üst katında, alt bölümü dışbükey bir istiridye kabuğuna benzeyen ince motifli minik balkonda, sanki bir kayığın içinde karanlık deryaya serpişmiş sihirli ışıkların peşi sıra kürek çeker gibi seyr-i Midyat halindeyim… Dilimin tutukluğu, düşüncemin aksaklığı, “kavramanın” eşiğinde olduğumdan mıdır? Bölük pörçük ayrımsayıp “Taş haberli mi göğsüne işli yapraklardan dallardan?” diyorum… “Ateşin ve güneşin çocukları” diyorum… “Efsunlu bir şehir kurmuşlar, şehri bir efsunla boyamışlar…” Sarımsı katori taşından (kalker) yapı cephelerini adeta haykıran birer insan yüzü kılan oya gibi işli sütunçeleri ve bir kez yakalanan bakışı bırakmamacasına ayrıntılarına çekip dolaştıran kabartmalı-oymalı türlü süslemeleri gözlerimle okşuyorum, vakur ve saygılı… Karanlığın karnında ürpertmeyen ama heybeti karşısında insanı tutsak kılan Bethil Kilisesi’nin silüeti, neden, Süryani halkının tarihteki durumunu andırıyor bana… Ve tabii, diğerlerinin de… Şaşalı, tantanalı, kanlı tarihin içinde vakur, metin, sessiz ve ama heybetli bir silüet!... Hani başta dediğimiz gibi, ‘Kötü’ olan tarihin bir “Çenber-a Ezidan”a hapsettiği bu iç içe silüetlerdir ki, ne yok, ne var… Derken, ‘çember’in içinden bir sitemli ses, “Ne ettin bana, ne ölebildim, ne yaşayabildim!” diye ünlüyor, çan ve ezan sesleriyle aralanan şafakta esrirken özüm… Ayılıyorum; turuncu efsunun içindeki ağulu yoksulluğa umarsız kalmıyorum. Yoksullukla kamçılanmış, cehaletle perçinlenmiş kem gözü, art niyeti, niyetsiz daveti, davetsiz ‘nezareti’ görmezlikten gelmiyorum. Bunları da yazıyorum. Bunları da yazıyorum: Bir kentin yüzü, insanlarının yüzüdür. Öyle ki, evlerin, sokakların, kapıların, pencerelerin alnına bilerekbilmeyerek kendi suretini nakşeder insan. Kendi yüreğini, sesini... bu yüzden her evin bir şarkısı vardır, derinden ve ancak yürekle sezilen. Her sokağın, mahallenin ve kentin bir yürekten geçip us’ta şavkıyan bir öyküsü vardır... Midyat’ın şarkısında, kayanın bedenine çalıp çekici allı pullu, şen konaklar yaratan ellerin sihrini duyduk; ve öyküsünde, telkâri deyip, gümüşün bağrına basıp ateşi, ince ince tel eyleyen, tel tel koru evirip çevirip kız saçı gibi ören, simyaya ermiş ellerin sihrini gördük. Midyat, bilerek-bilmeyerek çoğulluğun ve zamanın örsünde dövülmüş bilgeliğin ezgisiyle çınlıyordu şafakta. Tarihi özümleyip bir rüyaya yatıyorum: Gün dönerken, yürüyoruz turuncu sokaklarda… Ansızın bir çan sesiyle Süryani Kadim; apansız bir ezanla Müslüman katarları; bal rengi gözleri ve yanık tenleriyle Med atlıları; içli bir ezgi gibi ağır aksak Arap kervanları; gökkuşağı giyinmiş, yüzünde dövmelerle Yezidi obaları; çekik gözleri, mağrur bakışlarıyla Türkmen boyları; lime lime tabanlarıyla / bölük bölük geliyorlar; ve taş ustaları çekici çalıp; demirci ustaları körüğü üfleyip, kor kor demiri örse yatırıyorlar; gümüşün ve kumaşın simyacıları ince-işlek nakışlıyorlar sevinci... Göçü göçe ulayan umutlarla; bendirleri, kudümleri, zilleri, türküleri, ağıtları ve kutsal sözleriyle katar katar geliyorlar; burası “Matiate” deyip, külünk ve çekiç seslerine/ alevden ezgilerine uyanan esmer tenli, çıplak toprağın yüzüne Midyat’ı dikiyorlar. Papaz Gabriel Akyüz Süryanileri anlatıyor SÖYLEŞİ Mardin’in “Eski şehir” nastırlara taşındı. 969’ “Süryaniler, Süryani müziği ile tanınmış. olarak tabir edilen da Patrik VII. Yuhanna Hıristiyanlık’ın ortaya çıkışından bu yana, tarihi merkezinde zamanında Malatya’ ilk kez Süryaniler müziği kilisede kullanmışlar. bulunan Mor Behnam ya yerleşti. 1058’ de Süryaniler İncil’e çok sadık kaldıkları için (Kırklar) Kilisesi’nin özellikle Melkit Rum yazar-çevirmen papa- halk müziğini haram gördüler, hep kilise makamlarıyla Ortodoksların baskı ve saldırılarından dolayı zı Gabriel Akyüz’le kilise müziğinde zirveye ulaştılar. Diyarbakır’a alındı. yaptığımız röportajŞimdiki nesil ‘Biz dilimizle bir şarkı söylerken da, sadece çok merak 1293 yılına kadar hem günah mı işliyoruz? Türkçe veya Kürtçe veya Arapça edilen Süryani külDiyarbakır hem de şarkı söyleyeceğimize Süryanice şarkı söyleyelim’ türüyle değil, HıristiDeyr-ul Zafaran Madiyerek yeni yeni bir halk müziği oluşturdular. nastırı merkez olarak yan-İslam felsefesine kullanıldı. Suriye’deki dair farklılıklarla Suriye’de ve Avrupa’da çok yaygınlaştı. geçmişi 1932 yılından da ilgili pek çok şey Halk müziği müzisyenlerimiz çoğalıyor, sonra. öğrendik. Görüştüğüyeni besteler yeni şarkılar üretiyor. Önen: Süryaniler müz çoğu Süryani’nin Edebiyatımız çok zengin, çok eski. farklı bir kültürü temsil söyleminde olduğu Tüm Mezopotamya’da gelişiyor.” ediyor ama mesela gibi Akyüz ile görüşHıristiyan olduklarını memizde de barış ve biliyoruz. Genel Hıristiumut kavramları öne yan dünyasından bir farkları var mı? çıkıyor. Demet Altuntaş: Patrikhane hakEngin Önen: Süryaniler Mardin’de kında bilgi verir misiniz? Süryanilerin kendine özgü özelliknüfus olarak çok ama sanırım esas leri var, hem Hıristiyanlık öncesi hem Süryani Patrikliği’nin ilk merkezi merkez Suriye olsa gerek… Hıristiyanlık sonrası. “Süryani” bir etnik Antakya’ dır. Mor Petrus (Şemun) Suriye’ye taşınması yeni oldu. 70gurubu temsil eden sözcüktür. Süryatarafından M.S. 37- 43 yılları arasında 80 yıllık bir geçmişi var. Fakat Süryani niler tarih boyunca isim değiştirerek kuruldu. 518 yılına kadar Antakya’da Kilisesi’nin merkezi Antakya. Kilisemikalan Patriklik merkezi daha sonra bazı bu güne kadar gelmişler. Hıristiyanlızin genel adı Antakya Süryani Kadim ğın ortaya çıkması ile birlikte yine bir siyasi görüşlerden ve baskılardan doisim değişikliğine giderek varlıklarını Ortodoks Kilisesi. layı geçici olarak birçok yerlere ve maBAHAR 2011 23 sürdürdüler. Süryaniler Yahudilerle, Araplarla, Filistinlilerle akraba sayılır. Süryanilerin Hıristiyanlığı kabul etmeden önceki ismi Arami. Bir çok isim değişti. Ta Sümerlerden başlayarak bir millet olarak, bağımlı olarak; halk aynı ama isim değiştirerek devam ediyorlar. 2000 yıldan beri diyebiliriz Süryani ismiyle kendilerini tanıtmakta. Toplumlar Hıristiyanlığa geçiş yaparken her toplum kendi kilisesine adını vermiştir, Süryani Kilisesi, Ermeni Kilisesi, Arap Kilisesi gibi. Peki Süryanilerin Hıristiyanlığa geçişinin sonuçları neler oldu? Bu bölgedeki etkileri, rolleri nasıl oldu? Hıristiyanlıkta ilk reformları Süryaniler yapmıştır. İncili tercüme etmekten tut, müziği kiliseye almaktan, kadın haklarına kadar Süryanilerin etkisi olan pek çok yenilik oldu. 2. yüzyıla doğru Süryani medeniyeti zirvedeydi. Hıristiyanlık öncesi 1500 yıllarında Süryani ataları deniz yoluyla Yunan adalarına geçip onlara alfabeyi öğrettiler, Yunanlılar alfabe nedir bilmezken Süryaniler oraya götürüp öğrettiler. Süryaniler 2. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar 50 üniversite açmışlar Mezopotamya’da ve bütün Yunan bilim eserlerini Süryanice’ye tercüme etmişler. Bugün birçok Yunanca kelimeyi Süryanice’de görmekteyiz. Ayrıca Süryaniler Yunan eserlerini Süryanice’den Arapça’ya çevirdiler. Biz Türkleri de Hıristiyanlaştırdık o tarihte 24 sadece Arapları değil. Büyük bir sivil faaliyette bulunduk, Hıristiyanlığı Moğolistan’a, Çin’e kadar götürdük. Orda çıkan eserler bunu kanıtlıyor. Ayrıca, ilk defa Hıristiyanlıkta siyasetle dini birbirinden ayırdık. Önen: Farklı dinlerin, etnik grupların Atatürk’ün laiklik görüşü içinde biraz yakınlığı olabilir diye akıl yürütüyorum. Mesela Alevilerin Atatürk’e düşkünlüğü bu laiklik görüşüyle açıklanabilir. Burası resmi kurum değil ama Atatürk posterleri var. Devletin bağlantısı anlamında. Ama zorunluluk değil. İncil’in emri gereğidir devlete riayet. İncil’e göre devlet “yer yüzünde Allah’ı temsil eden medeni bir kuruluş”tur. Devlete karşı gelen Allah’ın hükmüne karşı gelir. Yani burada bizim Hıristiyanlık felsefemize göre iki kural vardır, biri dinsel biri bedensel. Bizim görevimiz ruhsal olarak insanları yönetmek. Ne öğretiyoruz onlara? Onları kötülüklerden uzaklaştırmak, iyi ahlak vermek, birlik ve barış içinde yaşamak… Devlet de insanların barış, huzur ve güven içinde yaşamalarını sağlamak için çalışır. Nasıl ki bir insan suç işlerse devlet onu tutuklar, mahkemeye gönderir, ceza evine atar, cezası bittikten sonra serbest bırakır. Bizde de aynı şekilde… İslamiyet’te olmadığı için bize tuhaf geliyor. Ama bizde vardır. Bir günah işlediği zaman, suç işlediği zaman biz onu cezalandırıyoruz. Aforoz ediyoruz. Aforoz bir idamdır. Her ne kadar o insan bedensel olarak yaşıyorsa da ruhen ölmüş sayılır. Önen: Peki bu iki şeyi, devlet ile dini, bir arada yaşatmak nasıl mümkün? İki kurumun birlikte çalışması gerekir. Birbirimize yardımcı olduktan sonra zaten halk arasında bir problem çıkmış olması mümkün olamaz. Ben senin mevkiine göz dikersem o zaman ne olur? Sana karşı olmamam gerekir, senin de aynı şekilde beni koruman gerekir. Ben bir ruhani olarak kalkıp kiliseyi, dini, İncil’i siyasete alet edersem, çıkarlarım doğrultusunda kullanırsam o zaman büyük bir felaket olur. Önen: Süryanilik bir din, bir inanç sistemi, bir cemaati var ama aynı zamanda bir ulus, bir kültür dini ve dili olan bir kültür… Her şeyi vardır. Süryaniler gibi her şeye sahip olan toplum yoktur. Şimdi Türkler diyelim şimdiye kadar alfabeleri yok. Dünyada ne kadar Türk halkı var 150 milyon belki daha fazla ama alfabeleri yok. Kürtlerin yok. Biz Süryaniler küçük bir grup kalmamıza rağmen dünyanın ilk alfabesini kullanıyoruz. Ender Özbay: Peki Süryaniler niçin küçülüyor? 1960 yıllarında bölgeden büyük bir göç başladı. Ekonomik nedenler mi, farklı sıkıntılar mı vardı? Kaybetmelerinin sebebi siyasete müdahale etmemeleri, inanç gereği dinlerine sadık kalmaları. Kilise insanlara siyaseti yasaklamıyor. Bunu yanlış lanse etmeyelim. “Politikaya girmek günahtır, yasaktır” demiyor. Politika kutsal bir görevdir. Allah’ı yeryüzünde temsil etmektir. Özbay: Vaktiyle Süryaniler karşılaştıkları problemlere politikayla çözüm aramaktansa buralardan gitmeyi mi tercih ettiler? Evet. Önen: Kültürlerin yaşamasının çeşitli koşulları var; yeniden üretmek, çağa uyarlamak gibi. Sizin diliniz nasıl devam ediyor? Tehtid altında mı? O konuda dünyanın en bağnaz grubu Süryanilerdir. Evlilik kutsal bir sırdır bu şekilde kabul etmekteyiz. Kilisenin 7 sırrı vardır ve evlilik de o sırlar arasında yer almaktadır. Kutsal bir sırdır, boşanma yoktur. Zina dışında boşanmak yasak, iki eş almak yasak. Bu iki ilkeyi ihlal edenleri aforoz ediyoruz. Süryani olmayanlarla evlilik konusunda diyoruz ki kimse kimseyi asimile etmesin. Şimdi biz ailece Süryanice konuştuğumuz için babadan oğula geçiyor. Bir de kilisede öğretmekteyiz. Bütün dualarımız Süryanice olduğu için biz bu dili mutlaka ve mutlaka öğretmeliyiz çocuklarımıza, yoksa dualar olmaz. Bir kısmımız, yurt dışına gidenler unutmuş ama biz hala Süryanice konuşmaktayız. Altuntaş: Bir Müslüman Süryani olabilir mi? Süryani olmaz Hıristiyan olabilir. Bir Müslüman Hıristiyan olabilir, bir Hıristiyan Müslüman olabilir ama Süryani Türk olamaz, bir Türk Arap olamaz, Arap Kürt olamaz. Önen: Millet ve din özleşleştirmesi var sanırım? Diğerlerinde yok, mesela Türkler için bunu söyleyemeyiz. Farklı etnik şeyleri var… Şimdi Süryaniler Hıristiyanlığa tümüyle geçiş yaptıkları için artık Süryaniler özleşleştirilmiş. İslamiyet ortaya çıktığında Süryanilerin hepsi Hıristiyandı. Önen: Yaşayan Diller Enstitüsü kuruldu, Süryani diliyle ilgili bir bölüm açılıyor, sizinle bir bağlantısı var mı? İlk kez Türkiye’de böyle bir şey oluyor. Kürt Dili Bölümü faaliyete geçti Süryanice daha geçmedi, hocaları bekliyoruz önümüzdeki aylarda gelecek kürsüyü kurmak için. Önen: Bunun dil ve kültürlerin yaşaması için olumlu bir gelişme olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Devletin bu konuda yapması gereken başka şeyler var mı sizce? Ne kadar yaparsa azdır bizim için. Altuntaş: Kaç Süryani var Mardin’de ve Türkiye’de? Şimdi bölgede 4000 Süryani çıkar. 5-6 manastırımız var. Kilise farklı manastır farklı. Kilise daha çok var. İstanbul’da 10 bin civarında Süryani vardır, Antakya’da da asimile olan Süryanilerimiz vardır. Ne olduklarını şu an bilmiyorlar. Asimilasyonu bu yüzden tehlikeli görüyoruz. Önen: Bugüne gelirsek, nasıl yan yana yaşayacağız, kültürü kapalı yaşama şansımız yok herhalde bu çağda… Birbirimize saygı göstererek, birbirimizi ezmeyerek, kabul ederek. Eğer ben Allah’ı seviyorsam seni sevmem gerekir, insanları sevmem gerekir. “Allah hep iyilik emreder, kötülük şeytandandır” diyoruz. Bizim felsefemiz bu, İslam Felsefesi bazı konularda değişiyor, kötülük ve iyilik Allah’tandır diyorlar. Biz onu kabul etmiyoruz “İyilik Allahtan kötülük şeytandandır” diyoruz. Allah bize akıl verdi özgürlük ve irade verdi, iyiyi ve kötüyü birbirinden ayıran bir mantık verdi. Kendi irademizle iyilik veya kötülük yapıyoruz. İnsanlar onun için özgürdür. Eğer o özgürlük söz konusu olmasa o zaman Allah niçin bizi sorgulasın yaptığımız kötülüklerden? BütünSüryaniKiliselerinde,manastırlarında Atatürk portresi bulunuyor. Mor Behnam (Kırklar) Kilisesi 5. yüzyılda yapılmış olan Kilise Şehir Merkezi’nde Şar Mahallesi’ndedir. Kilisede üç giriş kapılı ince taş işçiliği ile işlenmiş mihrapları, dört yüz yıllık ahşap mihrap kapıları, 1500 yıllık kök boya ile baskı perdeleri, geniş avlusu içinde çan kulesi evi ve adeta dantel gibi işlenmiş taş oymacılığı örneklerinin yer aldığı divan mevcuttur. 1170 yılında kırk şehitlere ait kemikler bu kiliseye getirilmiştir. Bugün Mardin Metropolitlik Kilisesi’dir. BAHAR 2011 25 SÖYLEŞİ Müslümanlarla yanyana ibadet etmek isteyen bir başdiyakon: “Sevelim, ama yalandan değil içten sevelim” H akkında çok az şey bildiğimiz kültürleri anlamak ve olabildiği kadar anlatmak için çıktığımız bu yolculukta karşımıza çıkan en güçlü duygu belki de İsa Gülten’in öfkesi, kırgınlığı ve bunlara rağmen umudu yaşatma konusundaki direnciydi. Dosyanın, Ender Özbay’ın kaleme aldığı giriş yazısında, hakkında ayrıntılı bilgiyi bulabileceğiniz Mor Gabriel Manastırı’nda (Deyr-ul Umur) bilgi aldığımız Başdiyakon Gülten’in anlattıkları, bu safran rengi şehrin gizemini bir parça daha aydınlattı. Kendi dilinde eğitim görebilmek için Suriye’ye gitmek zorunda kalmış olan, bu eğitimini maddi olarak kendi ifadesiyle “Bir Amerikalı misyonere minnet ederek” sağlayabilen Gülten’in lafta değil “gerçek” hoşgörü beklentisini, “sevin ve korkmayın” çağrısını, kendi vurgularını değiştirmeden ama biraz kısaltarak Egeden okuyucularının ilgisine sunuyoruz. 26 Süryanilerin dillerini yaşatmalarıyla ilgili ciddi bir çaba içinde olduğunu biliyoruz. Sizin de Süryanice’yle ilgili bir ödülünüz var. Bu konu hakkında bilgi alabilir miyiz sizden? Türkiye çapında o konu çok zayıf. İlgilenen yok maalesef. Süryanice, Turabdin dediğimiz bu bölgede, yukarı Mezopotamya’da en eski dillerinden biridir. Bu dil artık yok olmaya mahkum hem nüfus baz alındığında hem de ilgi yok. Hükümetlerden ilgi olmadı şimdiye kadar. İhmal edildi. Şimdi Mardin’de bir bölüm açılacak (Egeden: Artuklu Üniversitesi bünyesindeki Yaşayan Diller Enstitüsü’nden bahsediyor). “Size Süryanice bölüm açıyoruz” diye büyütüyorlar bu işi. Dünyanın önde gelen üniversitelerinde yıllardan beri böyle bölümler var. Eski diller, ölmüş diller diyorlar. Dili yaşatmak için bir şeyler yapıyorlar. Dünyayı bilen, tanıyan Cambridge, Oxford gibi üniversitelerde tüm bölümler zaten mevcuttur, Eski Yunanca olsun Eski Latince olsun. Yetersiz bulsanız da sizi memnun etmiyor mu bu gelişme? Bana bir papaz mı yetiştirecek? Oxford Üniversitesi’nden ünlü Sürolog Prof. Dr. Sebastian Brock da bu dili konuşamaz, sadece yazabilir ve en alası budur. Ondan başka dünyada yok, tek bir kişi… Dilin yaşaması sadece üniversiteyle olmaz değil mi? İlkokul eğitimi ve aile de önemli… İlkokuldan başlar. Gerçekçi olsak böyle olmazdı. Eski bir dil seni korkutuyorsa… Hz. İsa’nın dili ölüyor soran yok. Kime zararı var Süryanice’nin? Oğlumu Oxford’a, Cambridge’e göndermem lazım dilini öğrenmesi için. Ben Lübnan’da okudum ilahiyatı, çünkü okul yok maalesef ülkemizde. Bir sürü insana muhtaç oldum. Babam beni okutamazdı. Amerikalı bir misyonere muhtaç oldum. Kimin minneti? Bir Amerikalı’nın. Eh, devletim beni yabancı görüyor… Türk’ün kültürü o kültürlerin üstündedir. Ayasofya kimin Mor Gabriel kimin kültürüdür? Taştan korkmayın olduğu gibi kalsın. Gelsin orda ibadetini etsin. Beraberce ibadetimizi etmezsek hoşgörü diye bir şey yok. Kardeşçe beraber yan yana dua ettiğimiz zaman Allah bizi işitir. Yan yana yaşama sorunu politik bir sorun aslında. Farklı inançlardan insanlar olarak yan yana yaşayabilme modeli ne sizce? Mesela Suriye’de dinler daha rahattır. Yılda bir iki kere gidiyoruz. Tahsilimi orada gördüğüm için de biliyorum. Bir cenazede bakıyorsun tüm Müslüman din adamları, Hıristiyan din adamlarıyla yan yana Fatiha okuyabiliyor. Türkiye’de maazallah düşünün... On yıl önce bir şeyhimiz vefat etmişti, Kaya- pınar Köyü’nde. O adamı, hayatımda bir defa gördüm, dedi ki “Babamın ruhuna mezarında kendi dilinizde dua okumanız lazım”. Mest olduk Metropolitle birlikte. Mıhallemiler kimdir? Kök olarak Süryanidir. Kendileri diyorlar “Biz Hz Muhammed’in takipçisiyiz”; oysa bakıyorsun siması, ismi Süryani. Birkaç baba gitsen hepsi Süryani ismidir. Tabi insan, biliyorsunuz, okumayınca unutuyor. Ne zorluyor sizi? Biz buradayız, burayı seviyoruz. Bu ülkenin çocuklarıyız. Yasalara saygımız var. Tüm dinlere inançlara çok saygımız var. Ama bir düşün, dinin yok, siyasi partilerde, parlamentoda hiçbir temsilcin yok. İsveç’te 30 yıllık Süryanilerin mazisi var, son seçimlerde 5 kişi parlamentoda var. Çabalar gerçekçi olmalı. Askere gidiyoruz, “gayrimüslimler tehlikeli”. Siyasalarla değil genelgelerle idare ediliyor bu ülke. Üç oğlum askere gitti, şeker gibi geçti onlarınki. Ben çok acı çektim sürgünden sürgüne askerde. Başımın ucunda nöbetçi bekliyordu. Yani o kadar tehlikeli imişim. Ona rağmen bizim de katkımız olsun. Çünkü hepimiz çekiyoruz. Türkiye’de hiç kimse rahat değil. Türban için yapılanlar da gülünç. Ne giyerse giysin yav… İsteyerek başını örterse örtsün. Fakat bir ayrım gruplaşma olmasın. İşte onun için biz çektik ve hala çekiyoruz. Manastır’dan son 2 yılda kadastro geçti. 1612 yıldır Manastır bu tarlaları biçip ekiyor, değil mi ki yasalarda diyor, “20 yıl bir yeri kullandın mı orası senindir”+. Dava daha devam ediyor. Tüm vatandaşlardan adalet bekliyoruz. Hoşgörü ne demek? Lafa kalmasın. BAHAR 2011 27 Yandaki:MezarlıkBölümü’ndedinadamlarının otururvaziyettevedoğuyönünebakacakşekilde gömüldüğü topraksız mezarlar bulunuyor. Fotoğraftagörülenyanyana2bölümdenoluşan Azizler Evi’nde ise 12 bin azizin toplu gömüldüğü 15 mezar var. Rehberimiz Kuryakos Acar, Azizler Evi’nde yerde bulunan 2 mezardan birinin, manastıra ismini veren Mor Gabriel’e ait olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Mor Gabriel, tevazu sebebiyle, mezarının ayaklar altında olmasını istemiş.” Alttaki:Manastırdabulunanelyazmasıİnciller, burayı daha özel kılıyor. Birbirimizi sevelim sayalım ve her vatandaş eşit muamele görsün. Cumhuriyet dönemi boyunca homojen bir toplum yaratılmaya çalışmasının sonucu bu. Sosyal hayatta diğer gruplarla ilişkilerinizde dışlanma hissettiniz mi? Midyat biliyorsunuz Süryaniler’e alışkındır. Biz azınlık değilken ben sadece 30 aile Müslüman gördüm Midyat’ta. 30 yıl önce şimdinin tersiydi. Çoğumuzun bağları var, birisinin ninesi Süryani’ymiş. Fakat sosyal hayatta diğer kesimden sivil ilişkiler Midyat’ta sıfır. Çünkü onlar da baskı altında. Dün Kürt bir vatandaş ile sohbet ettik. “Çok rahatız. Ben bir gayrimüslimle iş ortaklığı kurabilirim” dedi. Fakat Süryani’yi yutmak da çok rahat, onun için çok nadir görürsün. Bir iki kişi görüyorum onlar da korkuyorlar. Çünkü bu tür olaylar olmuş. Yani ortaklık kurmak az değil. İşte bunu Müslüman kesimden bekliyoruz. Değişme bekliyoruz. Artık zamanı geldi. Bu artık ben Müslüman’ım her şey bana mubahtır demesin. “Bu Süryani’dir, zayıftır, arkası yoktur” demesin. Misal olarak bir Hıristiyan’ın borcu varsa tüm Hıristiyanlar sorumludur o adamdan. Böyle olur mu? Hemen tüm Süryanilere yapıştırıyorlar. Süryaniler de kapalı bir yaşam mı sürdürüyorlar sosyalleşme açısından. Mesela evlilik, kız alıp verme açısından Süryani olmayanlarla ilişkileriniz nasıl? Onlar küçük yaşta kızlarımızı kaçırıyorlar, bir şey olmuyor. Eğer bir Süryani bir Müslüman’ı kaçırırsa olmaz. Yaşatmazlar. Ya da dünyanın sonuna kadar 28 kaçacak... Kaçsa da aile sorumludur, aile kalmaz. İlişkiler daha güzel daha rahat olsun. Bunu istiyoruz her kesimden, hele üniversitelerden. Umutlu musunuz? Her zaman umutluyuz. Umudu kaybeden bir insan ölsün dünyada. Umut demek yüce Allah’ın gücüne inanmak demektir. Umudumuzu, inancımızı kaybetmememiz lazım. Ve bu ülke hepimize yeter. Amerika birkaç yıllık bir ülkedir. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu var. Birbirimize sahip çıkalım, birbirimizi sevelim, içten sevelim. Böyle aldatmaca değil. Reisicumhurumuz başbakanımız sadece Müslümanlar’ın başbakanı olmasın, reisicumhuru olmasın. Bana da desin paskalya bayramını kutluyorum. Ben de onun vatandaşıyım benimle ilgilensin bana da baksın, havraya da baksın, camiye de baksın. Zorluklar var işte. Bir manastırımızı, 1600 yıllık bir yerimizi tamir etmeye kalksak izin yok. Zorluk… Bir de yük olmuyoruz. Yurt dışına kaçan insanlarımızın yardımıyla onu onarıyoruz. Sadece istiyorsa bir teknik eleman versin razıyız. Oraya buraya izin için gideceksin, sonunda izin de yok... Bunlar kalksın artık. O eseri ayakta tutmak için Türkiye’de ayak tutmak için… Türkiyemiz için tüm vatandaşlarımız için… Allah’ın her hafta sonu binlerce insan bu manastırı görmeye geliyor. Ekmek kapısı bu Midyat’ta da.. (Röportaj bitiyor, ses kayıt cihazı açık, bizi yolcu ederken İsa Bey son bir şey söylüyor) Sevin ve korkmayın. BAHAR 2011 29 Yezidi köyü muhtarı Ebuzeyd Atalam: “Hiçbir Yezidi ‘bizden değildir’ diyerek insan öldürmemiştir” Y ezidilere ulaşmanın, söyleşi yapıp bilgi almak için Yezidi olan birilerini bulmanın kolay olmayacağını bildiğimiz halde, araştırma ve soruşturmalarımızdaki ısrarı sürdürüyoruz. Mardin Artuklu Üniversitesi’nden aldığımız bazı bilgilerin ve isimlerin peşine düşüyoruz. Midyat’ta ulaştığımız Yılmaz Bey’in yönlendirmesiyle ilçenin güneydoğusunda bulunan bir köyü aramaya koyuluyoruz. Midyat-Mardin karayolu üzerinde 1-2 km yol alıp Güven Köyü tabelasına uyarak esmer ve kıraç araziler içinde, sabırla ilerlediğimiz 3-4 km’lik bir “traktör yolu”nun sonunda toprak damlı, balçık sıvalı, kutu gibi evleri görüp köye vardığımızı anlıyoruz. Yaklaştıkça, pencere ve kapıları olmayan, yellerin meskeni olmuş dilsiz evler, gelişimize büsbütün umarsız halde çıkıyor karşımıza. Köyün girişinde biri kadın, biri erkek iki yaşlı insan el sallayarak selamlıyor bizi. Bir umutla daha çok insan göreceğimizi zannediyoruz. Bir iki defa cep telefonuyla Ender ÖZBAY Gamze KARADEMİR 30 konuştuğumuz köy muhtarı Ebuzeyd Atalam’ı bulmak pek de zor olmuyor, çünkü içinde insan yaşadığı besbelli olan ev adeta ‘gel gel’ ediyor bize... Daha ilk andan, sanki on yıllık tanıdığımızmış gibi bir sevecenlik ve canlılık gösteren Ebuzeyd Amca, iki yakasında kutu gibi taş evler dizili olan vadiye nazır evinin geniş salonunda ağırlıyor bizi. Eşiyle birlikte yalnız yaşadıklarını, eşinin, biraz rahatsız olduğu için bize katılamayacağını belirtiyor. Yolumuzu heyecanla gözlemiş olduğu besbelli; masada misafirini hazır bekleyen çaylar, neskafeler, kolalar, bardaklar, bisküviler bunun işareti. Nazım Hikmet’in deyişiyle, yelinin ıslığında “topraksız insanın ve insansız toprağın feryadı...” işitilen, yüreği ağuya kesmiş bu coğrafyada, bir zamanlar yörenin en kalabalık Yezidi köyü olduğu söylenen, eski ve asıl adıyla Bağcın (ya da Bacın) Köyü’ndeyiz. Daha çok anlamak, aslını astarını bilmek isteğiyle soru boca ediyoruz Atalam’ın üstüne... Engin Önen: Siz buranın muhtarısınız ama, gördüğümüz kadarıyla köyde yaşayan pek az… Nüfusunuz ne kadar? Ebuzeyd Atalam: 5-6 ev var… Aralıklarla gelip gidiyorlar… Midyat’ta olan var; başka yerde de… Şu tepenin arkasında da bir ev var… Benim yaşımda insanlar var… Burada sürekli yaşayan 5-6 tane ev var… Önen: Mesela otuz-kırk yıl önce, 70’li yıllarda, burada nüfus durumu nasıldı? Atalam: Burada yaşayan 250 hane vardı… Midyat’ta 50-60 hane vardı… Belki 10 bin küçükbaş hayvan vardı… O karşıdaki tepe var ya, orası hep zeytinlikti… Hatta oranın fotoğrafı vardı; ona istinaden ben dava açtım hatta, ağaçlar için… Zararımız vardır, tazminat istiyoruz, diye… Şimdi Avrupa’da 1000 kadar hane var… 1985 ile ‘90’lar arasında gittiler… Ben de 1993’te gittim, Almanya’ya; köy tamamen boşaldı. Yokluğumuzda elektrik direklerini bile kesip götürmüşler, kim götürdüyse… 2001’e kadar kimse yoktu burada… Ender Özbay: Köyün boşalması, o askeri operasyon, çatışma süreçleriyle alakalı herhalde, değil mi? Çok zor günler geçirdiniz sanırım. Atalam: Ooo, çook zor günler geçirdik çok! Tabiî ki çatışmalardan. Benden sonra, burada [kalan] bir kişi vardı, onu götürmüşler, öldürüp atmışlar… Özbay: Buralarda, Midyat-Mardin çevresinde kaç tane Yezidi köyü var? Atalam: Burada, Midyat’a bağlı, 4 köy, iki de mezra var. Ama boşalmış köyler de çok… Midyatlı Yezidiler’in sayısı 3000 falan vardır; Avrupa’dakilerle… Şu anda Midyat’takiler, ihtiyar 5-6 kişi… Önen: Listede kaç kişi gözüküyor köyde? Mesela seçimde sandık oluyor mu burada? Atalam: Programa alınmıştı ama şimdi çıkarmışlar; güya para az gelmiş; en az nüfuslu köy bizimkisi olduğu için… Listede 5-6 ev gözüküyor. Seçimde sandık konuyor yani… Esas seçmenimiz, 24 falandı; gidenler oldu; seçim günü 8 kişi kalmıştık burada… Önen: Gidenler nereye gidiyor daha çok? Atalam: Almanya’ya… Önen: Yazın da geliyorlar o halde... Atalam: Tabii! Yazın burası kalabalıktır; yüz kişi kadar gelir… Bizim evde bile bir 20-25 kişi bulunur o vakit… Özbay: Köyde yeni inşaatlar ilişti gözümüze, kim yapıyor bunları? Demek ki bir yatırım var köye; demek bir geri dönüş isteği var… Atalam: Var tabii. Avrupa’dakiler yapıyor binaları. İzne gelenler, dönmek isteyenler… Ama, Avrupa’ya alışmışlar; “önce her şey tamamlansın, altyapı olsun, elektrik olsun da sonra gelelim” istiyorlar. Kaymakamlık ise, “Hani nüfusunuz, hele bir gelsinler, görelim, sonra yapalım.” diyor… Önen: Peki şimdi siz burada yalnız mı yaşıyorsunuz? Geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz? Atalam: Eşimle birlikte, evet… Bizim çocuklar Almanya’da. Yazın, torunlarla birlikte epey kalabalık geliyorlar… 20 gün falan kalıyorlar. Geçimim… Çocuklar para gönderiyor. Yoksa ne yapabilirim ki, tek başıma burada… Önen: Burada eskiden ne yapılıyordu, gençliğinizde; tarım, hayvancılık?.. Atalam: Bağlar vardı. Tabii hayvancılık da. Evlerde bulundurulmak üzere şarap yapılırdı. Önen: Sizin inancınızda içki, Müslümanlık’taki gibi haram mı? Atalam: Haramdır. Ama son zaman larda yeme-içme konuları biraz daha serbestleşti. Mesela eskiden bir Yezidi’ye Yezidilerin Din, Kültür ve Gelenekleri Ön Not: Yezidiler, yüzyıllar boyunca kendini kapalı tutmuş, inanç vecibelerini gizlemiş; tarih içinde, başkaları tarafından kaynağı ve niteliği pek anlaşılmayan ‘farklılık’ları nedeniyle dışlanmış, ‘ayrıksılığa’ tahammülsüz iktidarlarca baskı ve kıyım görmüş bir topluluktur. Gizliliklerine ve söz konusu tarihsel nedenlere bağlı olarak, haklarındaki bilgiler, zaman ve coğrafyaya bağlı farklılıklar gösterebildiği gibi, yanlış derlenmiş ya da abartılmış da olabilir. Konuya ilgi duyan okuyucu ve araştırıcılar, bilgileri kıyaslı değerlendirmeli ve yine de genelgeçerliğinden kesin bir eminlik içinde olmamalıdır. İslam Ansiklopedisi’nin verdiği bilgiye göre “Yezidilik, eski İran, Hint ve Asur inançlarının karışımından sentezlenmiş bir dindir. İnancın kökeni yeterince açık değildir. Paganizm (ay ve güneş tapıncı), Sabiilik (ruh göçü ve benzeri inanışlar), Şamanizm (rüya tabiri, dans ve defin ritüeli), Yahudilik (haram yiyecekler), Hıristiyanlık (vaftiz, nikâh, ekmek ve şarap ayini, nikâhta kilise dahil kutsal yerleri ziyaret, şarap içmek), Manilik (irfan), Zerdüştilik (iyi-kötü mücadelesi), İslam (sünnet, oruç, hac, kurban), Sufi Rafızilik (sır saklama ve sufi şeyhleri) gibi dinleri barındırır.” Esasta antik kökenlere uzanan Yezidilik sistematik olarak Şeyh Adiy bin Musafir ile başlar. Lübnan’ın ünlü Bekaa Vadisi’nde bir köyde 1075 yılında doğan Şeyh Adiy, Emevi hanedanı soyundan olup Bağdat’ta meşhur İslam âlimi İmam Gazali’den sufilik dersleri almış; Hacc’a gitmiş, İkitad-ü Ehli Sünnet ve’l Cemaat isimli kitabında tasavvuf konularını işlemiştir. Ömür boyu Sufilik hırkasını çıkarmayan Şeyh Adiy, Hakkâri’nin Kuzey Irak tarafındaki Sincar bölgesine yerleşmiş, halen tüm Yezidilerin kutsal hac yeri sayılan ve türbesinin de bulunduğu Laleş Vadisi’nde 1162 yılında vefat etmiştir. Kendisine Tanrıinsan, peygamber ve evliya gözüyle bakılır. Yezidi adının kaynağı net değildir; ancak bunun sanıldığı gibi Muaviye oğlu Yezid’le ilgili olmadığı kesindir. İnanç mensupları kendilerini“ezdi/izdi/ezi/izi”diye adlandırır; Kürtçe’de Tanrı anlamına gelen ‘yezd/yezdan’ kökenine bağlar. Yezidiler, Tanrı-melek mertebesine koydukları ‘şeytan’ın adını anmadan, onun için ‘ismi güzel melek’ derler. ‘Şeytan’ sözcüğü içinde geçen “t” ve “ş” harflerinin telaffuzu da yasaktır. Yezidiler ‘ateşperest’ ve ‘şeytanperest’ değildir, sadece Kötülük Tanrısı olarak gördükleri Şeytan’dan (Azazil; Tavus Melek) korkar, ona saygı duyarlar. Yezidilere göre Azazil başlangıçta Tanrı’yla birlikte oluşan ilk varlıktı. Kibre kapılınca yedi bin yıl cehennemde kaldı, yedi küp dolusu gözyaşı dökünce Tanrı ona acıyıp bağışladı, kendisinden Melek Tavus isimli Melek-Tanrı’yı yarattı. İnanışa göre küplerdeki gözyaşları, cehennem ateşini söndürmek üzere muhafaza edilmektedir. Semavi bir üslupta yazılmış, ilahın Yezidilere hitab ettiği vahiy dili egemen, yaradılış,ruhgöçüvb.konularıiçerenKitab’ül-CilveveYezidicemaatinintarihine,gelenek-görenek ve yaşam, dini merasim ve kurallara dair dünyevi nitelikli içeriği olan Mıshef-ı Reş adlarını taşıyan iki kutsal kitapları bulunmaktadır. Büyük bir gizlilikle korunan ve yabancılar bir tarafa, sıradan Yezidilere dahi verilmesi yasak olan bu kitaplardan Kitab’ül-Cilve 109 satır, Kürtçe dilindeki Mıshef-ı Reş ise 152 satırdır. Katı bir kast sistemine sahip olan Yezidilerin üst mertebedeki din adamına “Şeyh” denir. Ruhaniler, Şeyh ve Pir diye iki ana kategoriye ayrılır. Şeyhler, cemaatin din ve dünya işlerini düzenler. Aralarında Baba Şeyh mertebesindeki en yaşlı, en ulu kişiyi seçerler. Seçim ‘Mir’ denilen, hiyerarşinin tepesindeki dünyevi lider tarafından onaylanır. Baba Şeyh’in evlenmesi kesinlikle yasaktır. Üç yüz aristokrat aileden gelen şeyhler kendi aralarında evlenir. Şeyh yardımcıları konumundaki “Pir”lerin en büyüğü Baba Çavuş’tur. Laleş’teki kutsal tapınağın korunmasından sorumludur ve evlenmesi yasaktır. Pirler, Laleş’e hac ziyaretine gelenlerin ihtiyaçlarını karşılamak, nikâh kıyma, ölü definlerine yardım etmenin dışında dünya işleriyle pek uğraşmazlar; tefekkür ve duaya dalarlar. ‘Kavval’ lakabıyla üçüncü mertebede yer alanlar iki ana aileden gelir; hac zamanı flüt, def çalar, ilahi okurlar. Bir de ‘rısım’ adı verilen Yezidi zekâtı ile ‘şerbik’ diye bilinen sadaka toplama zamanı, kutsal MelekTavus ikonasını (pirinçten yapılma heykel,kaide) alıp, köy köy dolaşırlar. 31 Dördüncü sırada ‘fakir’ler bulunur; kırmızı şerit geçirilmiş siyah cübbe giyerler, kırmızı beyaz kuşak takar, siyah sarık sararlar. Fakirler fakirlerle evlenir. Dervişler gibi terk-i diyar eyleyip Şeyh Adiy türbegâhını mekân tutan‘koçek’ler, Şaman’ların işlevini görür; Tanrısal Melek Tavus ile telepati yoluyla iletişim kurar, rüya uykusuna yatıp rüya tabiri yaparlar. Yezidiler arasında her kademedeki din adamı, kendine denk sınıftan evlenir. Daha aşağıdakilerle evlenmeleri yasaktır. Fakirat denen genç kız ve dullardan oluşan takım ise rahibe konumunda olup tapınak hizmetlerinde çalışır. Yezidiler, güneş doğarken ve batarken ona yönelirler; sabah güneşi üç adam boyu yükselmeden ve akşam güneşi batmaya üç adam boyu kalana kadar mutlaka dua edilmelidir. Üç defa rükûa varırlar. Dua, sol el sağ elin içine gelecek şekilde ve göbek hizasında yapılır. Bu ibadet gizlidir. Bir Yezidi ibadet ederken, başka dinden biri görürse, rükûa varmaz ve sadece avucunun içini güneş ışığına tuttuktan sonra elini ağzına götürüp öper. Yezidilerin bu yüzden güneşe taptıkları düşünülmüşse de onlar “güneş ve aydınlığın efendisiyüceTanrıMelekTavus”aduaederveŞeyhAdiy’izikrederler.HerYezidi,“Tanrım,önce yetmiş iki millete, sonra da bana iyilik ver. Tanrımız yıkıcı değil yapıcıdır. O halde yeryüzüne mutluluk için geldik. ...Güneş üstünde yükseldi ey sefil kişi. Kalk da ibadetini yap. Tanrı birdir!.. ” diyerek başladığı duayı gönlünce sürdürür. Yezidiler, yılda bir kez Laleş’e giderek hac ibadetini yerine getirir. Belli dönemlerde oruç tutar ve ardından bayram ederler. Yezidiler’in birçok bayramı vardır. ‘Sere sela’ denilen yılbaşı, nisan ayının ilk çarşambasına denk düşer ki, bir çeşit Nevruz ve bahar bayramıdır. ‘Yek Gulan’ yani 1 Mayıs bayramı, belki de en eski çalışmaemek bayramı olarak kutlanır. Zira, kırsal alanda çoban, ırgat, nöker gibi çalışanlarla sözlü anlaşma yapıldıktan sonra gerçekleştirilen şölendir. ‘İyd-i Blenda’daha çok ulular adına yapılır. ‘İyd-i Cemaa’, en kalabalık bayramdır. Herkes katılır. Yapılan özel ekmeklerin bir kısmı fakirlere, bir kısmı da damızlık boğalara yedirilir. Uykuya dalan kitleler, gecenin bir yarısında toplu bağırış ve haykırışlarla uyanıp helak oluncaya kadar ayinsel dans yapar, ilahiler, türküler söylerler. Yezidiler’in çok değişik gelenek ve görenekleri vardır. Ateş, salt nur yani ışık saçan bir kaynak olduğu için kutsanır ve ona asla tükürülmez. Aslında Yezidiler, inançları gereği hiçbir şeye tükürmezler. Ezaya, cefaya katlanmak pahasına hiçbir şeye zarar vermemeyi yeğ tutarlar. Ölü definleri de ilginçtir: Cenaze sırasında davul zurna veya çalgı çalınır. Erkek ölünün başının altına bir taş, kadının ise ayak ve kafa kısmına olmak üzere iki taş konulup yüzlerigüneşeçevrilir.Ölüye,Kürtçe‘Qewle Ser Merg’adıverilen50dörtlüktenoluşanbir ağıt yakılır. Yedi günden fazla yas tutulmaz; ölünün yedisi, ayı ve yıldönümü yâd edilir. Yezidiler ruh göçüne inanırlar. Buna‘gras guhıri’(gömlek değiştirme) derler. İyi insanların ruhları çocuklara ve ulu kişilere, kötü insanlarınki de eşek, katır, köpek gibi aşağı varlıklara geçermiş. Yezidiler’de en ilginç olgulardan biri “çember” konusudur. Yezidi inancında, Etrafına çember çizilmiş bir Yezidi, çember çizen tarafından silininceye kadar içinden çıkamaz. Bu o kadar büyük bir günah, o kadar ihlal edilemez bir uygulamadır ki, o kişi taşlanacak ya da öldürülecek de olsa çemberin içinde kalakalır. “Çenber-a-Ezidan”da denilen Yezidi Çemberi’nin inançsal kökenleri hakkında tutarlı ve doyurucu bilgiler bulunmamaktadır. Genelgeçer tutarlılıkta olmasa da,Yezidilerin benimsedikleri Xass (Khass) adlı bir kadın peygamber (ermiş) de ilginç olan bir başka şeydir. İran, Irak, Ermenistan ve Gürcistan’a dağılmış yaklaşık 200 bin kişilik Yezidi topluluğu Türkiye’de Beşiri, Kurtalan, Bismil, Midyat, İdil, Cizre, Nusaybin, Viranşehir, Suruç ve Bozova’nın 80 küsur köyünde barınıyordu. Türkiye Yezidileri, 1980 başlarında 60 bin kadar nüfusa sahipti. Bugünkü sayıları ancak üç dört bin kadardır. Osmanlı devrinde 14 ile 19. yüzyıllar arasında toplam 26 fermana (kıyım emri) maruz kalmış olan bu topluluk, 1980’lere gelindiğinde de güvenlik sorunu ve politik-ekonomik nedenlere bağlı olarak, batıya, çoğunlukla Avrupa’ya göçmüştür. Çoğunluğu Almanya ve İsveç’te olmak üzere, Türkiyeli Yezidiler’in Avrupa’daki nüfusu 80 bini bulmaktadır. KAYNAKÇA BULUT, Faik, “Yezidiler: Güneşe Yakaranlar”, Atlas Dergisi, S.89, Ağustos 2000. BULUT, Faik, “Ortadoğu’nun Solan Renkleri”, Berfin Yayınları, 2. Basım, İst, 2003. 32 deselerdi ki domuz eti ye, bu ölümden daha beter bir şeydi… Ama bakıyorsun ki birçok şey yeniyor artık. Zaman değiştikçe… Esasında bu, Müslümanlık’tan da değil, Yahudilik’ten gelme… Çoğu şey zaten Yahudilik’ten geçti bize… Kadınların taşlanması da [recm] Yahudilik’ten geçti buraya… Önen: Türkçe dışında kullandığınız bir dil var mı? Atalam: Evet, Kürtçe. Özbay: Peki, şehirle, bu bölgedeki diğer cemaatlerle iletişiminiz, ilişkileriniz nasıl?.. Biz gerçi Midyat’ta Yılmaz Bey’le de biraz konuştuk, bilgi aldık, ama sizden de duymak istiyoruz… Atalam: İlişkilerimiz iyidir, çok iyi! Şimdi mesela, Yılmaz Bey’i çocuğum kadar seviyorum; o da beni çocuğummuş gibi sever. Bana amca diyor… Çok iyiyiz. Ama eskiden sanki daha iyiydi… Biz de göremedik o zamanları gerçi… Şimdi bakıyorum da, bu memleket ne çektiyse din meselesinden çekti. Alevi-Sünni, Hıristiyan-Müslüman diye, yok Ermeni, yok Yezidi falan diye hep birbirlerini öldürdüler… Herkes “benim yolum iyidir, doğru olan benim yolumdur, gel benim yoluma gir” hesabıyla hareket ediyor. Esasında “din” böyle bir şey değil! Allah’ın yarattıklarına hürmet edeceksin ki Allah seni sevsin. Sen önce diğerlerine saygı göstereceksin ki Allah’a yakın olabilesin. Oysa taraflar, [birbirlerini kendi taraflarına çekemediklerinde] öldürmeye kadar gidiyor… Allah için hareket ettiğini söyleyip, Allah’ın yarattığını öldürüyor. Önen: Maalesef… Peki, köyünüzde din nedir, ibadet nasıldır? Atalam: Şöyle, bizim dinde ibadet, usul olarak iki vakit yapılır; sabah ve akşam… Güneş doğarken ve batarken, güneşe dönerek… Birçok kişi bir araya gelip birlikte ibadet edebilir; ama tek bir kişi de, istediği yerde, istediği zaman ibadetini yapabilir. Ama bütün bunlar mecburi değildir. Yaparsan sevap kazanırsın, ama yapmazsan da günah değil… Önen: Ne yapılıyor? Güneşe karşı nasıl bir ritüel?.. Özel hareketleri, duruşu vs. var mı? Atalam: Dua şeklinde… Fakat özünde, amaç saygı ve sevgi bildirmek… Önen: O halde, din adamı diye bir şey yok sizde...(?) Atalam: Şeyhler var, Pirler var… Pir, “dinin ustası” demektir. Pirler sadece Pir soyundan evlenirler. Pirlik, aileden geçer… Şeyhler ise, tarikatlerde olduğu gibi… Bilinçaltı bir şeyler görür; Allah’a yakındır… Öyle bir şey… Özbay: Kavvallar, Köçekler ve başka sınıflar da var ama... Atalam: Kavvallar… Belli zamanlarda, en üstte İlah bulunan yedi tane çizgisi [yedi kademeli] olan, Tavus-i Melek’in temsilini [heykel, ikona] köy köy gezdirirler. İnsanlar da gelip ona saygı gösterirler, öperler… O yedi çizgi, yedi meleği simgeler… ve İlah’ı… Bir de zekat ve sadaka toplarlar… Görevleri budur. Köçekler, rüyaya yatarlar; rüya yoluyla uhrevi tarafla bağlantı kurarlar. Rüyaları tabir ederler… Onlar mürittir, bizden evlenebilirler, biz de onlardan evlenebiliriz… Ama bu işlerde çok sahtekarlıklar da var. Müslümanlarda da var. Her dinde benzer bir sahtekarlık var. Önen: Pirler, Şeyhler öğretilerini nasıl aktarıyorlar? İnsanlar onun evine gidip mi bir şeyler öğreniyor? Çünkü cami yok, kilise yok… İbadeti insanlar doğada, tek başlarına yapıyor. Belli bir mekan yok.. Atalam: Şeyhlerin görevi tarikattadır esas. Fakat Pirler, dediğim gibi, dinin ‘usta’sıdır… Ama açıkçası, şimdi mesela ben de Pirler kadar biliyorum. Önen: Okuyarak mı ediniyorlar o bilgileri..? Bir kaynaktan mı geliyor bu bilgiler? Atalam: Yok yok yok, okuyarak değil… Sülaleden geliyor.. Özbay: Kutsal kitaplar okunuyor mu peki? Dinsel sınıfa tabi olmayan sizler okuyor musunuz kitabı? Mıshef-ı Reş ve Kütab’ül-Cilve’yi?.. Atalam: Yok yok! Mıshef-ı Reş… Şeyh Adiy’nin kitabıdır… Valla, hele bir elimize geçse… Şimdiye kadar yasaktı. Önen: Şeyhlerin aynı zamanda, büyük toprakları, mülkleri var mı? Atalam: Tabii tabii var? Önen: Yezidilik nerede, hangi bölgede yaygındır daha çok? Nüfusunuz ne kadardır? Atalam: Harran civarı, Irak… Genel olarak Ortadoğu… Ama az kaldık, bitiyoruz… Tarikatların kuralları yok etti bizleri… Diyorlar ki sizden olmayanlarla evlenmeyeceksiniz! Peki ne olacak? Bir kız bir oğlanı, bir oğlan bir kızı sevdiği zaman ne olacak? Benim babamın öz amcasının oğlu, Müslüman bir kızı kaçırdı, gitti Müslüman oldu. Çünkü Yezidilik’e gelme imkanı yok artık. Kabul edilmez. Mecburen kaçıp gidiyor. Böyle çok örnek var, yüzlerce… Özbay: Sizin çocuklarınız, torunlarınız Yezidi kültürünü, inancını sürdürüyor mu? Atalam: Ölüyor… Onlar zaten Avrupa’da yavaş yavaş kültürlerini kaybediyorlar… Zaten Avrupa’da Hıristiyanlar ve Müslümanlar da esas kültürlerini kaybediyorlar… Aslında, Müslümanlar’da ve Hıristiyanlar’da da öyle… İncil’de diyor ki: “Karını boşamayacaksın! Bu tek sebeple olabilir ancak!.. Zina yaparsa…” Fakat demiyor ki, eğer erkek zina yaparsa kadın erkeği boşayabilir!.. Onu bir Hıristiyan din adamına sordum Almanya’da…E dedi, “o zaman ancak o kadar yapabiliyordu.” Bakıyorum da yurdundan kopup gidenlere, mesela, bize yakın olan Ortodoks bir kasaban 14 kişi karısını boşadı… Eskiden böyle şeyler olmazdı… Önen: Dediklerinize bakarsak; karşı mısınız, kadın-erkek ayırımı yok mu sizde? Atalam: Yok. Zaman içinde bazı etkilerle hemen hemen Müslümanlık’ın bir tarikatı gibi olmuşuz bazı konularda, ama; mesela bizde kuma getirmek yoktur. Önen: Kadın, erkeklerin olduğu ortama girebilir mi? Atalam: Tabii! Hiç, hiç sorun yok bu konuda; yasak yok. Hiç yok. Özbay: O halde Yezidilik’te bölgeden bölgeye farklılıklar var; Irak Yezidileri, Harran Yezidileri ve bu bölgenin Yezidileri arasında farklar var, değil mi? Atalam: Var, nereden biliyorsun? Özbay: Okuyup, araştırdıklarıma bakarak söylüyorum. Atalam: Biz Irak’takilere göre daha modern sayılırız. Onlar çok tutucu. Onlar gibi değiliz biz. Bakın benim için, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan hiç fark etmez; benim için önemli olan insan! Dini hiç önemli değil. Allah beni, yaptıklarım için cezalandırsın; eğer suç işlersem, dinimden dolayı beni affetmesin! Açıkça söylüyorum, dini kimliğim[in sağlayacağı bir ayrıcalık] beni cennete götürmesin; suç işlemişsem Allah beni gerektiği gibi cezalandırsın! Başka bir şey istemiyorum. Onlar ise, bizim gibi değil. Bir hikaye vardır: Adamın eşeği bir Müslüman’ın çeşmesinden su içmiş, adam eşeğini öldürmüş; “Sen Müslüman mı olacaksın!” diye. Çok aşırıdır onlar. Özbay: Harran’dakiler nasıl? Atalam: Onlar da bizim gibi hemen hemen. Rusya’da yaşayanlar bizden de ilerici… Suriye’dekiler de medenidir. Türkiye’de yaşayan Yezidiler hemen hemen birbirine benzer. Özbay: Türkiye’de, değişik yerlerdeki BAHAR 2011 33 Yezidiler arasında bir haberleşme, bir dernek, bir birlik var mı? Atalam: Dernek yok. Haberleşme var. Eskiyi bilmem ama şimdi var… Harran’da da çok az Yezidi kaldı. Haberleşme, iş münasebetiyle falan oluyor… Önen: Nasıl yaşayacak bu kültür? Kayıp mı olacak? Atalam: Benim fikrim o ki, kaybolacak. Giden çok ama gelen az ise zaten kaybolur. Özbay: Kültürel bazı unsurları sormak istiyorum… Size özgü giyimkuşam… Mesela bir bilezikte de olabilir, bir giyside de, gökkuşağını simgeleyen yedi renge yer verildiğini okumuştum… Atalam: Eskiden, biliyorsunuz, bütün toplulukların, milletlerin, mezheplerin giyimleri arasında farklar vardı; bizim de farkımız vardı. Bütün Yezidiler beyaz giyerlerdi. Kadınlar da erkekler de… Yakasız beyaz mintanlar… Giyimde her şeyin beyaz olması gerekirdi, muhakkak. Çünkü kefen beyazdır. Yani, sağ iken kefen giyiyor Yezidiler! Saflığı, temizliği gösterir hem de. Ama dediğin renkler de vardı, doğru. Ama renkli bir şey giyersen de, altında muhakkak beyaz bir şey olmalı! Bu kıyafet, eskiden kişilerin tanınmasında da önemli olurdu, anlardın, bu Yezidi’dir... Önen: Bayanlardaki dövmeler peki? Urfa’da da var. Atalam: Bu güzellik için yapılan bir 34 şey. Müslümanlar da, Hıristiyanlar da, Yezidiler de yapıyordu bu bölgede. Şimdi artık kimse yapmıyor. “Güzellik” değişti artık… Özbay: Türküleriniz, şarkılarınız var mı kültürünüze özgü? Dua ederken bir usul, bir makam var mıdır? Atalam: Kürtçe şarkı ve türkülerimiz var. Duada makam falan yok. Özbay: Yezidilik, bir milliyete mi özgü? Kürtler haricinde, mesela Arap Yezidiler de var mı? Atalam: Yezidilik İbrahim’den önce vardı. Yezidilik “Ezdai”liktir. Ezda Allah demektir… Yani, Ez–Da: Beni yaratan (bkz. dipnot 1). İşte, ta yaradılışta… Daha dinler yoktu; peygamberler yoktu; İbrahim’den önce… Özbay: Kaynaklar Yezidilik’i Şeyh Adiy’e bağlıyor… Bu doğru değil mi? Atalam: Hayır. O bir Şeyh’tir. Daha dün o! Yezidilik, yani Ezdailik, İbrahim’den önce vardı. Ahmet Cevdet Paşa’nın kitabında (bkz. dipnot 2), “Peygamberlerin Sesi, Tavus Felek’in Tarihi”… Oku; Yezidilik’in ne olduğunu anlayacaksın. O Medine’de yaşayan insanların yarısı Yahudi idi, yarısı Ezdai… Yani özel bir milleti yok… Türk olabilir, Arap olabilir, Kürt olabilir… Özbay: Ama şu anda, durum farklı galiba değil mi? Bir Müslüman, bir Hıristiyan karar değiştirip Yezidilik’e geçemez. Bir Yezidi de fikir değiştirip Hıristiyan olamaz, değil mi? Atalam: Tam doğru söyledin! Yahudilik’te… Yakup Filistin’e geldiğinde Filistin kralı bir parça yer veriyor ona. Aradan zaman geçiyor… Takup’un kızı ile o kralın oğlu birbirlerini seviyorlar; Yakup’a diyorlar ki, yahu kızını ver bizim oğlana, ne istersen vereceğiz... Yahu diyor, yakışmaz bana!.. Biz sünnetliyiz. Halk diyecek ki Yakup kızını sünnetsize verdi. Tamam, biz de sünnet olacağız, diyorlar. Olmaz, bize yakışmaz, diyor Yakub… Birbirlerini öldürüyorlar sonra… Yakup kaçıyor Mısır’a… Siz daha iyi bilirsiniz. Yani, kendilerine yakıştıramıyorlar bu evliliği… Senin dinin başkadır, sana kız vermiyoruz, diyorlar. Bu vardı eskiden. Şimdi, zaman ilerleyince biraz değişti. Ama yine de başka dinden birisi Yezidilik’e sonradan gelemez. Ama bence, en tehlikeli şeyler bunlar! Bu bir tehlikedir; “benim dinim senin dininden daha iyi”, “benim ırkım daha iyi”, “benim kafam daha iyi”, “bana göre hareket et, ben seni yöneteceğim”, “benim söylediğim türküyü beğeneceksin”… Böyle olursa, işte o zaman kavga olur. Hiçbir çare kalmaz ki!.. Bu iyi bir şey değil. Doğru bulmuyorum. Ben senin gibi düşünmeyebilirim. Bu çok normaldir. Ben bir Şeyh’e söyledim; dedim ki: “Siz yanlış yapıyorsunuz; farz edelim bir Müslüman aileden geliyorum, 18-19 yaşıma erdim, baktım ki Müslümanlık bana göre değil, Yezidilik’i doğru buldum ve size geldim; dedim ki, ben de Yezidi olacağım, bu dine geçmek istiyorum. Siz de diyorsunuz ki, seni kabul etmiyorum! O kişi Allah’ın yanına gittiği zaman, Allah derse ki, söz misal: Sen niye Müslümanlık’ta kaldın, niye geçmedin Yezidilik’e? O zaman kim cezalandırılır? Sen mi, o çocuk mu?” Bunlara cevap veremezler. Hesaplarına gelmez. Menfaattir dünyada, güçtür geçerli olan… Kim güçlü ise o haklı oluyor. Kim güçlü ise o doğru söylüyordur. Kim güçsüz ise o yalan söylüyordur. Boşunadır! Özbay: Güneşe dönüp ibadete başladığınızda, herkes sadece içinden geçtiği gibi mi dua eder, yoksa bazı standart şeyler de var mı? Atalam: Var, standart şeyler var; fakat onu uygulayamıyoruz pek. Ama Allah’ım bana güç ver gibisinden ayrıca dua edersin. Kendine göre… Önen: Düğünler nasıldır sizde, bayramlar nasıldır? Atalam: Aynı aynı, düğünler bölgede ki Müslümanlar’da nasıl ise, aynı… Bayramlar, tabii ayrı… Aralık’ın, eski hesaba göre 1. haftasından itibaren on iki gün oruç… Bitişi muhakkak Cuma’ya rast gelecek şekilde ayarlanır; üçüncü hafta, Cuma günü; Perşembe gününü Cuma’ya bağlayan gece bayram… Yemekler yapılır, hava iyiyse geniş yerlere, meydanlara çıkılıp bayramlaşılır. Bayramın adı Batismin… Orucumuz Müslümanlar’ınki gibidir. Bu çevrede, diğer yöre bayramları da iki hafta sonra; yılbaşı; eski hesaba göre… Bir başka bayram, Tavus Bayramı, Nisan’ın ilk çarşambasına rastlar. Şunu da söyleyeyim: Bizim bazı farklı görüşlerimiz vardır; tabii iki din arasında çelişki olabilir… Bize göre, her insan Allah’ın yaratığı, düşünen, yemek yiyen, zürriyeti dünyaya gelen… Tabi Allah bundan hesap sorar. Kim olursa… Düşünen, iyilikle kötülüğü birbirinden ayırabilen, kim olursa olsun, Allah’a hesap verir. Kuldur… İşte o, bizim için kurtarıcı olamaz; o da iyi bir yaratıktır, fakat bize menfaati dokunmaz… Bize göre, 7 tane melek, bunların başında da Tavus-i Melek vardır. İbrahim’den sonra malum peygamberler geldi dünyaya. Bize göre Allah emir verdi; “Adem ile Havva Cennet’te yemek yedi, kovuldu…”; biz buna inanmıyoruz. Allah’tan habersiz böyle bir şey imkansız, diyoruz. “Şeytan kandırdı” falan… Peki Allah, şimdi altı milyar insanın ne yaptığını biliyor da, yani, o zaman Cennet’teki bu iki kişiden hiç mi haberi olmadı? Uyumuş mudur, olur mu hiç?! Esasen Yezidiliğin bazı özelliklerini çok beğenirim: Bugüne kadar hiçbir Yezidi kimseyi öldürmemiştir, “bizden değildir” diyerek… Ama Alevi-Sünni, Ortodoks-Katolik, Müslüman-Hıristiyan arasında öyle beter savaşlar, vurup kırmalar var ki tarihte… Tabii şunun da önemli bir etkisi var: Kurallara göre zaten kimse sonradan Yezidi olamaz, bu yüzden zaten kimseyi kendimize kazanmak gibi bir tasamız da olmaz ki. Özbay: Siz Yezidiler, bildiğim kadarıyla, cefakar bir milletsiniz; ezaya katlanır, fazla ses etmezsiniz… Atalam: Aslında bütün demokratların durumu da böyledir. Bak, biz milyonlarca idik, bir avuç kaldık… Bu dünyada insancıl olursan, alla vekil [Tanrı şahidimdir ki!] kendini kurtaramazsın! Biraz dikkatli olursan, kendini zar zor kurtarabilirsin belki… Bir bakarsın yanındaki insan ihanet eder, bakarsın devlet zulmeder, bakarsın… Gözünü dört açacaksın!.. Önen: Bir dönemin ruhu da yansıyor sözlerinizden… ‘73-74 yıllarında burada Ecevit’e mi çıktı oylar? Atalam: Ben 61’de askerlikten geldim, 63’te seçim oldu, oy kullandım. Ta 80’e kadar Ecevit’ten başkasına vermedim. Bazı yıllar, alla vekil Ecevit’e benim oyumdan başka oy çıkmadı. Ama sonraları vazgeçtim; o da değişti, fazla milliyetçi oldu. Ben milliyetçilikten pek hoşlanmam. Açıkçası, şimdi biri çıkıp “Yezidiler bütün milletlerden üstündür!” dese, ben de derim ki: “Hadi oradan!” Önen: Yezidiler kime oy verdi o zaman? Adalet Partisi’ne mi? Atalam: E tabi, o zamanlar zaten herkes aşiretlere bağlıydı. Aşiretin başı nereye ise herkes oraya… Hiç unutmam, o zamanlar bir kaymakam vardı, Setrettin Yedidağ… Çok severdim onu. Bir gün buraya gelip, dedi ki: “Bakın, devlet ile aranıza kimseyi koymayın, siz kendiniz karar verin, isteğiniz ne ise ona verin… Eğer Türkçe bilmiyorsanız, mecbur, tercüman getirtip derdinizi anlatın.” Ben o adamın söylediklerini benimsedim, bugüne kadar… Bakın, köyün yoluna bakın, traktör bile zorlanıyor, biz adamın dediğini yapsaydık bu yol vallahi çoktan asfalt olurdu… Midyat’ınkırsaldokusuiçindekiYezidiköylerinin tümü,eğimlibirarazininyamacınakurulmuş, konutlar,cephelerigüneşebakacakşekilde konumlandırılmıştır.Altkattakievindamı, bazenüstkattakievinterasıolacakşeklinde tasarlanmıştır.Buevlerde,Midyatmerkezindeki konutlardaolduğugibibiravludüzenlemesi yoktur.Hayvancılığınönemliyerişgaletmesinedeniyle,ahırileyaşammekânlarıiçiçegeçerek, aynıçatınınaltındatoplanabilmektedir.Arazi durumunagöre1veya2katlıolankonutlarda, penceresayısınınsıklığıvedamaçıkmayısağlayantaşbasamaklımerdivenler,gözeçarpanen karakteristiközelliklerdendir.Yeryeranakayave doğalmağaralarıdadeğerlendiren,taşvetoprak malzemeilemeydanagetirilenbumimari, kapıvepencereleringüneşeyönlendirilmesi esasınıönealan,simetrikdüzendetekcepheile tevazuyubenimseyenbirdüşünceyedayanmaktadır.Evlerde,mekanıkadınlarbölümüvekabul odasıolarakayıranbirbölmeunsurunun(bazen hareketlibirçitin)bulunduğuveevhalkının yaşadığıoda(mezul),ahır(koz)vekiler(qadur) gibianabölümlerbulunur.Evlerinüstörtüsü basıkveyuvarlaktonozdur.Kapıvepencere açıklıklarıgenellikletaştanbirdüzatkı(lento)ile geçilmiştir;ancak,basıkveyuvarlakkemerlikapı vepencereörnekleridevardır.Kimiyapılarda, giriş-dağılımmekanıişlevinde,yuvarlakkemerli genişeyvanlargözlenmiştir.Bazıyapıların lentolukapılarınıçerçeveleyendekoratifkemer düzenlemelerineveiçmekanlardaisekemerli yüklük ve ocaklara rastlanmıştır. Dipnotlar: 1.Kürtçede“ez”,bendemektir.“Dan”,vermek fiilidir.Ezdakelimesindeki“da”,“dan”filinin-di’li geçmişzamançekimidir.Kalıpanlamıyla“Ezda”, “beniveren/yaratan”anlamınagelmektedir. 2.Uzakbirdağköyünde,kısıtlıimkanlardadoğupbüyümüşolanEbuzeydAtalam’ınadınıyanlış dahatırlasa,bukaynağıbiliyorolmasıtakdire şayandır.Bkz.AhmetTeymurPaşa,Yezidilerve YezidiliğinDoğuşu,çev.E.Tanrıverdi,AtaçYayınları, İst. 2008. BAHAR 2011 35 Farklılığın zenginliğe dönüştüğü yer: Midyat İhsan ÇETİN Demet ALTUNTAŞ Ender ÖZBAY Gamze KARADEMİR EROL Midyat’ın, telkari takıların satıldığı dükkanlarla dolu ana caddesi. 36 M idyat, sosyal yapısı itibariyle çok renkli bir bahçeye benzer. İçinde farklı dil ve inanca sahip birçok etnik grubu barınır: Kürtler, Araplar olarak da bilinen Mhalmiler, Türkler, Süryaniler, Seyyidler olarak bilinen Becırmaniler, Yezidiler, Kareçiler olarak da isimlendirilen Mıtırplar. Tüm bu topluluklar ona farklı renk ve kokularda zenginlik katar. Midyat aynı zamanda İslam, Hıristiyanlık ve Yezidilik gibi üç farklı dini geçmişten bugüne kadar bünyesinde barındıran bir merkez olması bakımından “Küçük bir Kudüs”e benzer. Bunun yanında ilçe Süryaniler için kutsal olan ve “ibadet edenlerin dağı” anlamına gelen Tur Abdin’in merkezini oluşturur. Yezidiler için ise Midyat, gerçek bir memlekete ve nihai bir varış noktasıdır; Avrupa ülkelerinde vefat eden her bir Yezidi’nin her koşulda Midyat’a getirilmesi gibi. Midyat’ta yaşıyor iseniz veya hayatınızın en azından bir bölümünü orada geçirmişseniz, ikinci ve hatta üçüncü bir dili konuşabilmeniz işten bile değildir. Kendi anadilinizle birlikte ilköğretimle başlayan eğitim sürecinde Türkçe’yi, sokakta birlikte oyun oynadığınız farklı etnik kimliğe sahip arkadaşınızdan da (Kürtçe, Arapça veya Süryanice) onun anadilini öğrenirsiniz. Böylece, zahmetsizce, özel bir çaba sarf etmeden birden fazla dili konuşabilir hale gelirsiniz. Çokdilli olursunuz. Zenginleşirsiniz. Bundan sonra Bedri Rahmi’nin şiirinde salık verdiği, en az üç dilde düşünecek, rüya görecek ve en okkalı küfürleri edebileceksiniz. Yani, şairin deyimiyle; üç dilde ana avrat dümdüz gidebileceksiniz. Midyat’ta çokdillilik öyle bir düzeydedir ki, kişi karşısındakinin bildiği veya tercih ettiği dil ile diyaloğu geliştirir. Bazen de aynı diyalog içinde birden fazla dil kullanılır, diller arasında geçişler yapılır. Söylenecek söz, verilecek mesaj en iyi hangi dilde yapılacaksa o dil tercih edilir. Bu diyaBAHAR 2011 37 log Türkçe başlamışsa, Arapça veya Kürtçe dilleriyle devam edebilir. Midyat’a uğramış iseniz ezan sesi ile çan sesinin iç içe geçen büyülü sesini ardı sıra duyabilirsiniz. Davetli olun-olmayın akşam gideceğiniz bir düğünde, düğün sahiplerinin Arapça konuşan Mhalmiler, düğünde çalınan müziğin ise Kürtçe olduğuna şahit olacaksınız. Bir etnik topluluğun başka bir etnik grubun dilini ve müziğini bu denli sahiplenmiş olduğunu, onu bu denli kendinden bir parça saydığını görüp, belki şaşıracaksınız. Farklı kültürel kimliklere mensup insanların, –sözlerini anlayın veya anlamayınduyduğunda insanı yerinden kaldıran, Mıtırpların son derece neşeli ve canlı müziği eşliğinde omuz omuza “çep” oynadığına tanık olduğunuzda aralarına siz de katılmak isteyebileceksiniz. Taşın, kuyumcu hassasiyetiyle işlenip, evlerin özenle dekore edildiği Midyat sokaklarında yürürken, Müslüman bir Kürt erkeğinin, komşusu Hıristiyan Süryani bir kadına “teyze” manasında Kürtçe “dayımın eşi!” (jen xale!) diye hitap ettiğini duyabileceksiniz. Midyatlı insanlarla sohbet ederseniz, bayram, taziye, sohbet gibi olaylar sebebiyle etnik topluluklar arasında ziyaretlerin olağan olduğunu öğreneceksiniz. Hıristiyanların paskalya bayramını kutlayan Müslüman bir Kürt veya Mhalmi’nin, Ramazan ve Kurban bayramlarında Süryaniler tarafından ziyaret edildiği ve bayramlarının kutlandığını duyacaksınız. Sohbetinizde ayrıca Midyat’ta eski tarihlerde daha güçlü olan “İsa Begi (İsa taraftarı)-Halil Begi (Halil taraftarı), Bekşuri-Heferki, Mahmutki-Atmanki” gibi yerel örgütlenmelerin etnik veya dinsel kimliğe veya konuşulan dile göre şekillenmediğini, daha çok güçlü bir soydan gelen liderin etrafında farklı etnik ve inanç grubundan insanları toplanması sonucunda oluştuğu bilgisini edinebileceksiniz. Sözgelimi, karşıt iki hizbi oluşturan Bekşuri ve Heferki saflarında Müslüman Kürtler, Yezidiler ve Süryaniler ayrı saflarda ve karışık halde bulunabilmekteydi. Sohbetin ardından, gümüşün dantel inceliğiyle işlendiği, telkari sanatıyla yapılmış çeşit çeşit takıların sergilendiği kuyumcu dükkânlarının sıralandığı Midyat çarşısında, gümüş veya altın takı almak için gezinirken, 38 alışveriş yapmak isteyen birisinin gideceği dükkânın sahibinin etnik veya dinsel kimliğine dikkat etmediğini gözlemleyebileceksiniz. Dahası, Müslümanların paralarını Hıristiyanlara emanet etme alışkanlıklarının eski bir gelenek olduğunu öğreneceksiniz. Tüm bunlar size farklı kültürel kimliklerin Midyat’ta yaşayan insanlar arasında sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin kurulmasında örseleyici bir faktör olmadığını gösterecek ve sizi Midyat’ın Türkiye’de çokkültürlülüğün en iyi örneklerinden birisi olduğuna ikna edecektir. Midyat’ın bu çokkültürlü yapısı aldığı göçler sonucunda sonradan oluşmuş yeni bir yapı değildir. Bu yapı uzun bir tarihsellik içinde oluşmuş ve bu süreç içerisinde yurttaşların farklılıklarla birlikte yaşamayı, farklılığa saygı duyulması gerektiğini içselleştirebilmelerini sağlamış bir özelliktedir. Bu yönüyle de Midyat, birçok türün kendi kokusunu saldığı bir çiçek bahçesini andırır. BAHAR 2011 39 İzmir ve İzmirliler’e ilişkin algı ve temsiller Prof. Dr. Nuri BİLGİN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arş. Gör. Pınar UĞURLAR Gediz Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi K onutlardan işyerlerine, köylerden kentlere kadar içinde bulunduğumuz, yaşamımızın geçtiği, olayların cereyan ettiği tüm mekânlar, geometrik – fiziksel mekânlardan farklı psiko-sosyal mekânlardır ve bu anlamda sosyal olarak inşa edilmişlerdir. Yaşadığımız yerler psikososyal, sembolik ve kültürel anlamlarla yüklüdür. Bu husus, sosyal objelerin sahip olduğu anlam katmanlanmasının, bir başka deyişle düz anlam ve yan anlam ayrımının, mekân konusunda da geçerli olduğunu göstermektedir. Belirli bir mekân parçası, sözlük anlamının işaret ettiği yapısal-işlevsel anlamın dışında, daima, az ya da çok zengin bir çağrışım setine sahiptir. Bunların oluşturduğu anlam halesi, onun yan anlamlarıdır. Kordon (İzmir), düz anlamında bir sahil şeridini ifade ederken, yan anlamında zenginlik ve refahı, eğlence yerlerini, şık mağazaları, akşam gezintilerini, martıları, deniz kenarında gezen âşıkları, fayton gezilerini, buzlu badem satıcılarını, vb. çağrıştırabilir. Bu çağrışımlar seti, kişilere göre değiştiği gibi, sosyal gruplara göre de farklılaşabilir. Bu çerçevede düzenlediğimiz iki aşamalı bir araştırmada İzmirli olmanın ve dolayısıyla İzmirli’nin nasıl algılandığının ve sosyal düşüncenin özel bir kanalı durumundaki Ekşi Sözlük’ün kuruluşundan bu yana geçen 10 yıllık döneminde yapılan girişlerinde (entry) İzmir’in ve İzmirli tipinin nasıl inşa edildiğinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın ilk aşamasında 46 kişiden “Size göre İzmirli kimdir? Nasıl biridir?” sorusunun hemen akıllarına getirdiği nitelikleri belirtmeleri istenmiştir. Serbest çağrışım yoluyla elde edilen niteliklerin dökümünden sonra hazırlanan ve 30 sıfat çiftinden oluşan bir anlam ölçeği listesinde yer alan sıfatlara yakından bakıldığında, bunların daha ziyade ‘değerlendirme’ faktörü etrafında odaklaştığı söylenebilir. ‘Etkinlik’ faktörünün (hızlı-yavaş gibi) ve ‘güç’ faktörünün (zengin-fakir gibi), listede daha az sıfatla temsil edilmesi, hedef kavramın insan (İzmirli) olması nedeniyle beklenen bir durumdur. Hedef kavram insan olduğunda, toplumdaki yaygın ön yargılar ve stereotipler nedeniyle ideolojik veya ekonomik temelli normatif yargılar devreye girmektedir. “İzmir esas olarak ‘kadın’dır” Araştırma kapsamında 360’ı kadın ve 250’si erkek olmak üzere toplam 610 katılımcıya yöneltilen “Size göre İzmirli kimdir? Nasıl biridir?” sorusunun cevapları değerlendirildiğinde İzmirli algısına dair 40 şu ifadeler ortaya çıkmaktadır: “İzmirli moderndir, yenilikçidir, dışa dönüktür, sıcakkanlıdır, eğlencelidir; doğaldır; bilgilidir, yurtseverdir, beceriklidir”. Bununla birlikte kadınlar anlam ölçeğinde İzmirlilere erkeklerden daha olumlu değerler atfetmektedirler; yani İzmir moderndir, ama kadınlara göre “daha” moderndir vs. Listedeki özelliklerin kadınsı çağrışımları oldukça belirgindir. Bu anlamda İzmirli denince ‘İzmirli kadınların’ (İzmir kızlarının) düşünülmüş olma ihtimali mevcuttur. Her kentin nüfusunda ilke olarak kadın ve erkek sayısı eşit olsa da, sosyal muhayyilede, bazı kentler kadınlarıyla anılır veya kadın çağrışımları daha güçlüdür. Nitekim, medyada dolaşan imaj ve temsiller, İzmirliler arasında kadınları öne çıkarmakta ve İzmir, özellikle ‘kızlarının güzelliği’ ile anılmaktadır. Bunun gerçeği yansıtıp yansıtmamasıyla ilgilenmeksizin denilebilir ki sosyal düşüncede İzmirli, esas olarak ‘kadın’dır. Bu görüşü destekleyen bir veri, çeşitli kentlerimizin kadınlarıyla (veya genel kullanımıyla “kızlarıyla”) ilgili Ekşi Sözlük girişlerinin karşılaştırılmasında bulunabilir. Türkiye’deki büyük kentlerin kızlarına ilişkin girişlere bakıldığında, Ağustos-2009 itibariyle Ekşi Sözlük’te; İstanbullu kızlar, 1 sayfa, Ankaralı kızlar 2 sayfa, Bursalı kızlar 1 sayfa, Adanalı kızlar 2 sayfa, Konyalı kızlar yarım sayfa yer tutarken; İzmirli kızlar 14 sayfa yer tutmaktadır. Görüldüğü üzere İzmirli kadınlara ilişkin girişler, diğer kentlerinkilerden kat be kat daha fazladır. Üstelik genel olarak İzmirliler hakkındaki beyanlarda da, “İzmir’in kızları” en belirgin temalar arasında yer almaktadır. Cahit Külebi’nin “İzmir’in denizi kız, kızı deniz / Sokakları hem kız, hem deniz kokar” dizeleri bir slogan gibi sık sık dile getiril- mektedir. Bu konuda dikkate değer bir bulgu da tarihçilerden gelmektedir; Cadoux (2003: 357-358) Roma İmparatorluğunun Doğu Eyaletlerinin MS ikinci yüzyıldaki durumunu incelerken, İmparator L. Verus döneminde, İzmirli kadınların güzelliğini dile getiren bazı konuşmalara işaret etmektedir. Ekşi Sözlük’te İzmir ve İzmirliler İzmirlilere ilişkin algı ve temsillerimiz, dış bir gerçekliği saptamadan ziyade, aktif bir anlam inşa etme sürecinin ürünleridir. Modern mimari ve şehirciliğin tekbiçimlileştirici etkisi altında, yeni kentlerin giderek daha büyük bir oranda birbirine benzemesinin, söylem düzeyindeki farklılaşmayı daha da önemli kılması düşüncesinden hareket edildiğinde, Ekşi Sözlük ve benzeri platformlarda belirli bir kent hakkındaki söylemlerin incelenmesi, anlamlı bir çaba olarak görünmektedir. İzmir, Ekşi Sözlük’ün önemli bir giriş konusu / teması olarak görünmektedir. Ağustos-2009 sonu itibariyle; İzmir için 72 sayfada 1800 giriş (3.7), Ankara için 78 sayfada 1936 giriş (4.4), İstanbul için 82 sayfada 2034 giriş (12.5), Bursa için 12 sayfada 284 giriş (2.4), Adana için 19 sayfa 452 giriş (2) ve Konya için 11 sayfada 264 (1.9) girişin yapıldığı görülmektedir. Bu sayılar kent nüfuslarına orantılandığında, İzmir’in diğer kentlerle kontrastı artmaktadır. Bir şehrin diğerleri arasında öne çıkması veya ayrıcalıklı bir düşünce konusu olması, onun genelde kamuoyuna da yansıyan bazı ayırt edici özellikler taşımasını veya farklı bir durumu olması veya farklı bir olay yaşamasını gerektirir. İzmir’i bu anlamda özel kılan bazı olaylar var: Bunlardan biri genel seçimlerde Türkiye genelinden farklı bir tablo çizmesi; bir diğeri ise İzmir’e ‘gavur’ sıfatının yakıştırılmasıdır. İstatistiksel anlamda normdan sapan davranış veya eğilimler nedeniyle (örneğin 2002 Genel Seçimlerinde Genç Parti’nin İzmir’de % 18’le ikinci olması veya 2007 Genel Seçimlerinde, ülke genelindeki eğilimin aksine CHP’nin I. parti olduğu birkaç ilden biri olması), İzmir ‘mevzuu bahis’ olmaktadır. Bu davranışlardan rahatsız olanlar bunu bir ‘fırsat’ gibi kullanmak isterken, söz konusu davranışların aktörleri, bunlara sahip çıkmakta ve eleştirilere karşı savunmaya girmektedir. Ekşi Sözlük’e İzmir hakkında giriş yazanların bariz tavrı, İzmir’i yüceltme ve savunma tavrıdır. Bu savunma tavrı bazen, İzmirlilerin, sözlük yazarının kendi değerler sistemine göre olumsuz gördüğü bazı olay veya gruplara, “uyuz keçi” muamelesi yapmasına sebep olabilmekte ve dışarıdan bu “ötekileştirme” olarak görülüp tepkiye yol açabilmektedir. Aslında, bu tavrın ötekileştirmekten ziyade, iç grup homojenliğini koruma kaygısından beslendiğini düşünmek makul görünmektedir. Ekşi Sözlük yazarları içerisinde İzmir’e dıştan gelenler veya geçici bir süre İzmir’de kalanlar arasında önemli bir eğilim gözlenmektedir. Bu yazar grubu, kenti ve kentlileri“Üniversite sebebiyle 4 senemi geçirdiğim, birçok dost kazandığım, sözlükle tanıştığım, güldüğüm ağladığım şehir. Ayrılmak çok zor olacak çünkü şimdiden özledim İzmir’i” örneğinde görüldüğü gibi otobiyografik bellekleri üzerinden anlatmaktadırlar. Bu eğilim daha az da olsa İzmirlilerde de görülmektedir. Yaşam alanlarımız, tek tek bir anlam taşımaktan çok, kendilerinin dışında var olan bir anlamlar ağı veya ızgarası içinde yer alırlar. Tek tek kentlere ilişkin stereotipler, belirli bir kentin bir veya birkaç özelliğini tüm kente bağlayan bir sembolizm halinde görülür: Paris’in bir aşk şehri, Şikago’nun mafya merkezi veya Zürih’in bankalar ve bankerler kenti olarak stereotipleştirilmesi, bunun örneklerindendir. Bazen bir film veya bir olay, tüm kente damgasını vurabilir: Çeşitli filmler arasında Casablanca, Kahire’nin Mor Gülü ve Venedikte Ölüm filmleri adı geçen kentlerin, Roma ve Dolce Vita filmleri Roma’nın, atom bombası Hiroşimanın, Kennedy suikastı Dallas’ın sembolü haline gelmiştir. Kafka’nın Prag’la, Freud’un Viyana’yla çağrışımı da bu olgunun tezahürleridir. Işıklı kumarhaneler Las Vegas’ın, Big Ben saat kulesi Londra’nın, Eiffel Kulesi Paris’in, Özgürlük Anıtı ve gökdelenler New York’un, Ayasofya ve Sultanahmet Camii İstanbul’un, Mevlana Külliyesi Konya’nın, vb. amblemleri olmuştur. İzmir’le ilgili ne tür semboller kullanılmaktadır? Ekşi Sözlük yazarlarının İzmir’e dair yazdıklarına frekans açısından bakınca ortaya çıkan tablo, İzmir’in ayırt edici özelliklerinin, turizm danışma bürolarının veya turist rehberlerinin anlayışıyla örtüşmediği ortaya çıkmaktadır. Turizm görevlileri, hem genelgeçer, hem de sosyal arzulanırlığı olduğuna inandıkları özellikleri öne çıkarmakta, ancak daha konjonktürel ve kişisel motiflerle hareket eden sözlük yazarları, bu kaygıları paylaşmamaktadır. Örneğin pek çok İzmir broşüründe yer alan ve İzmir’in sembolü gibi görülen Saat Kulesi, Ekşi Sözlük yazarları tarafından kayda değer bulunmamaktadır. Ekşi Sözlük – “İzmir” yazarlarının pek çoğu İzmir’i anlatırken hem kendilerini ve hem de grup aidiyeti ekseninde ‘memleketleri’ni anlatmaktadır. Bu, doğal bir durumdur, çünkü bir kenti sahiplenmek, bu kent ile kendi kimliği / benliği arasında bir bağ kurmak demektir. Analiz edilen girişlerde, ‘memleketim’, ‘İzmir’im’, ‘Kentim/şehrim’, ‘evim/yuvam’ sözcüklerini kullananların toplam sayısı 350’ye yakındır. Bu demektir ki yaklaşık her 5 kişiden 1’i aidiyet vurgusu yapmaktadır. Fakat kentle özdeşleşme veya kente bağlılık belirten başka ifadelerin de olduğu dikkate alınırsa, aidiyet vurgusunun daha da güçlü olduğu söylenebilir: “doğduğum, büyüdüğüm, çocukluğumun şehri...” veya “hayatı anlamaya başladığım, hayatımın sona ermesini istediğim yer” vb. Çeşitli kentlerde yaşayanların kentlerini yüceltme eğilimlerinin, kent ile sosyal ve kişisel kimlikleri arasındaki ilişkiden kaynaklandığı öne sürülebilir. Nitekim araştırmamızın ilk aşamasında belirlediğimiz üzere İzmirli profilinin büyük oranda olumlu özelliklerle donatılması ve ikinci aşamada gözden geçirdiğimiz üzere, Ekşi Sözlük’te İzmir konusundaki girişlerin -anlaşıldığı kadarıyla çoğu İzmirli olan yazarlarının İzmir ve İzmirliler hakkında yüceltici ve savunucu tutumları bu eğilimin en açık göstergeleridir. ‘Biz’in yeri olarak kentin ve ‘biz’ olarak kentlilerin, diğer kentlere ve kentlilere göre farklılaştırılması, iç-grup tarafgirliği varsayımına uygun olarak bu temelde açıklanabilir. Ekşi Sözlük’te İzmir hakkında yer alan girişler Sözlük yazarlarının girişlerde dile getirdiği özelliklerin frekansına faktör analizi anlayışına uygun olarak belirli bir tema etrafında bakınca karşımıza şu tablo çıkmaktadır: Coğrafya, tabiat ve iklim boyutu: Deniz (388 kez) Sıcak (223 kez), Güneş (112 kez), Ege (91 kez), Yağmur (48 kez), Körfez (22 kez), Sahil (21 kez), İmbat (17 kez) ve diğerleri (deprem, sel, adalar) İzmir’in çevre beldeleri boyutu: Urla (88 kez), Çeşme (72 kez), Foça (24 kez), Efes (19 kez), Bergama (11 kez), Tire (11 kez) ve diğerleri (Alaçatı, Seferihisar, Ödemiş, Dikili, Bayındır, Gümüldür, Aliağa, vb) Semt, mahalle ve yerler boyutu: Kordon (169 kez), Karşıyaka (112 kez ), Alsancak (92 kez), Konak (48 kez), Bornova (51 kez), Fuar (30 kez), Kemeraltı (25 kez) , Bayraklı (23 kez), Bostanlı (22 kez), Buca (19 kez), Göztepe (14 kez), Balçova (11 kez) , Pasaport (10 kez) ve diğerleri (Narlıdere, İnciraltı, Çiğli, Mavişehir, vb) Kızlar ve aşk boyutu: Kız/lar ( 518 kez), Aşk (272 kez), Âşık/lar (166 kez), Kadın (144 kez), Genç/lik (37 kez), Sevgili (22 kez), Erkek (18 kez) vb. Yaşam keyfi ve zevkler boyutu: Balık (114 kez), Gece (151 kez), Rakı (63 kez), Boyoz (39 kez), Kumru (32 kez), Gevrek (32 kez), Tatil (37 kez), Zevk (23 kez) ve diğerleri (midye, yaşama, hayat, cafe, bar, restoran, vb. ) Kent ve insan özellikleri boyutu: Şehir (1123 kez), İnsan (612 kez), Kent (192 kez), Belediye (129 kez), Aydın (180 kez), Rahat (112 kez), Özlem (110 kez), Mutluluk (67 kez), Gurur (56 kez), İş/siz (54 kez), Cumhuriyet (47 kez), Modern (37 kez), Güven/li/k (34 kez), Trafik (30 kez), Temiz (28 kez), Avrupa/lı (25 kez), Ucuz (20 kez), Laiklik (19 kez) ve diğerleri (demokrasi, kozmopolit, çağdaş, yol, cadde, vb) Sık rastlanan diğer bazı sözcükler: Güzel (691 kez), Seçim/ler (162 kez), Hayat (147 kez), Yaşam (137 kez), AKP (144 kez), CHP (114 kez), Koku (110 kez), Arkadaş (72 kez), Canım (56 kez), Üniversite (46 kez), Dost (43 kez) vb. * Bu yazı, Bilgin ve Uğurlar’ın “İzmir ve İzmirlilere İlişkin Algı ve Temsiller” konulu araştırmasının Egeden Dergisi için hazırlanmış özetidir. BAHAR 2011 41 İzmir’in kalbi: KEMERALTI Yard. Doç. Dr. Oktay GÖKDEMİR İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi Müdürü 42 A dını, bugün Kemeraltı Camisi olarak da bilinen Ahmet Ağa Camii’nin inşası sırasında yapılan bir kemerden alan ‘Kemeraltı’; içinde barındırdığı tarihsel ve kültürel değerlerle İzmir’in en önemli sembol mekânlarından birisidir. İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Doğu Akdeniz liman kentlerinin incisi İzmir’in ticari ve kültürel yaşamında önemli bir pay sahibi olan Kemeraltı; 17.yüzyıldan beri kervanlarla taşınan ticari emtianın ihraç edildiği bir liman işlevi gören ‘iç liman’ın ticaret merkezi olma özelliğini taşıyordu. 1852’de çıkan bir yangından sonra ağır zarar gören Kemeraltı, bu tarihten itibaren İtalyan Mimar Storari tarafından yapılan bir plan çerçevesinde yeniden düzenlenmişti. Sokakları, hanları, çeşmeleri, otelleri ile İzmir’in ekonomik ve sosyal yaşamına damgasını vuran Kemeraltı, içinde barındırdığı Elhamra Sineması ve Milli Kütüphane binalarıyla kültürel açıdan da İzmir’in en hareketli ve canlı mekânlarından birisiydi. 1840’lı yıllarda İzmir’e gelen bir seyyahın anılarında 19.yüzyıl İzmir’i ve Kemeraltı’na ilişkin şu sözler yer almaktaydı: “…. Eski İzmir. Yahudi kızları, Adalılar, Giritliler, Ermeniler, Çingeneler, Kürtler, Boşnaklar, Arnavutlar, Rumelililer; dostluklar, yoksulluklar, dayanışmalar, susam yağında pişen pamuk yumuşaklığındaki lokmalar, her ölünün ardından gözyaşı yerine dökülen irmik helvaları, ıspanaklı boyozlar, tava yumurtaları, fırında ayvalar… Eteklerinde kavrulmuş tuzlu karpuz çekirdekleriyle kadınlardan bir çıt çıt korosu.” Dünyanın bilinen en eski çarşılarından birisi olan Kemeraltı, aynı zamanda doğu-batı ticaretinin en önemli kesişme noktalarındandı. Doğudan kervanlarla gelen ticari emtianın batıya aktarıldığı önemli bir kavşak işlevi gören Kemeraltı, tarihi İpek Yolu’nun da son bulduğu bir yerdi. Önceleri Venedik, Ceneviz gibi denizci İtalyan kent devletlerinin Doğu dünyası ile olan ticaretinde önemli bir işlev gören, 16. yüzyıldan itibaren de Levant ticaretinin uğrak merkezlerinden birisi haline gelen bu önemli çarşı, Batı Avrupa pazarının da bir anlamda başlangıç noktasını teşkil etmekteydi. İzmir’in 17. yüzyıldan başlayarak Doğu Akdeniz’in en parlak liman kentlerinden biri haline gelmesinde Kemeraltı’nın ayrı ve özellikli bir yeri vardı. Bütün bunlarla birlikte Kemeraltı, İzmir kent tarihi için sadece ticari etkinliklerin gerçekleştirildiği bir yer özelliği göstermez. Kemeraltı aynı zamanda kamusal alanda hizmet gösteren binalarıyla, kentin kültürel yaşamına zenginlik katan mekânlarıyla, cami, sinagog, kilise gibi üç dini içinde barındıran kutsal alanlarıyla İzmir’in bir hoşgörü merkezi özelliğini de bünyesinde barındırmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde Kemeraltı, hızlı ve çarpık kentleşmenin yaratmış olduğu sorunların da etkisiyle eski önemini kaybetmeye başlamıştı. Sibel Ecemiş Kılıç ve Muhammet Aydoğan’ın da belirttikleri üzere günümüzde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de tarihsel değerlerin kaybolması ve kentlerin günden güne aynılaşarak kimliksiz hale gelmesi, mekân ve kent üzerine düşünenlerin ortak kaygısı olmuştu. İzmir ölçeğinde bu kaygı büyük ölçüde Kemeraltı tarihi kent merkezine dönük olarak yoğunlaşmaktadır; ancak, ülke genelinde kentleşme sürecinde İzmir’in de yaşadığı hızlı büyüme nedeniyle bazı fonksiyonlar, (otogar, adliye, depolama, imalat, konaklama) yer değiştirerek kent merkezini boşaltmıştır. Birçok sanayileşmiş ülkede benzerleri yaşanan ‘merkezin sanayisizleşmesi ve daha sonra metropolün merkezliğini kaybetmesi’ yani desantrilazyon süreci Kemeraltı’nı, İzmir’in ticari yükünü taşıyan bir merkez olmaktan çıkarmış ve çok fonksiyonlu bir perakende ticaret alanına dönüştürmüştür. Diğer yandan özellikle kent çeperlerinde ortaya çıkan büyük marketler, plazalar ve ticaret merkezleri kent merkezindeki perakende ticaretin niteliğinde ve kullanım biçiminde farklılaşmalara yol açmıştır. Böylece Kemeraltı fiziki, çevresel, işlevsel ve ekonomik anlamda eskime sürecine girmiş ve içerisinde birçok önemli sorunu barındırır hale gelmiştir. Şimdilerde Kemeraltı, tarihsel ve kültürel birikimine ve zenginliğine yeniden kavuşabilmenin heyecanını yaşıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi, Konak Belediyesi ve Kemeraltı Esnaf Derneğinin öncülüğünde, Kemeraltı’nı canlandırabilmek, tarihsel ve kültürel dokusuna sahip çıkabilmek ve İzmir’in prestij mekanlarından birisi haline getirebilmek amacıyla uygulama alanına konulan ‘Yeniden Kemeraltı Projesi’ dünyanın bu en eski çarşısında yeniden bir hareketlilik ve canlılık yaratmaya namzet!.. Zira, içinde 300’ü aşkın meslek kolunun ticaret yaptığı, hafta içi 150-200; hafta sonları ise, 450-500 bin kişinin ziyaret ederek dolaştığı ve alışveriş yaptığı bu görkemli çarşı, aynı zamanda yaklaşık 75 bin kişiye de istihdam olanağı sunarak; şehrin iktisadi açıdan kalkınmasını sağlayan bir bölge olma özelliğini sürdürmek amacında!.. Sonuç olarak, Havra Sokağı, Kestane Pazarı, Hisarönü, Kızlarağası Hanı gibi içinde tarih ve kültür kokan mekânlarıyla ve yüzlerce yıllık birikimiyle Kemeraltı, geçmişten günümüze İzmir’in tarihsel belleği olma onurunu ve gururunu bugün de taşıyor. Bu projeyle birlikte dünyanın en büyük açık hava çarşısı ve İzmir’in kalbi eski canlılığına yeniden kavuşacağı günleri özlemle bekliyor. BAHAR 2011 43 Kemeraltı esnafının tarihsel ve kültürel yapısına sahip çıkma mücadelesi: İzmir Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği Kentin tarihsel dokusu konusunda duyarlı esnafların sivil toplum girişimi olan İzmir Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği’nin Başkanı Mehmet Gülaylar ile görüştük. Korumak istedikleri yapıların çok güzel bir örneği olan 3. Beyler’deki tarihi binadaki Dernek merkezinde söyleştiğimiz Gülaylar, günde ortalama 250 bine yakın kişinin geldiği, bölge için ekonomik ve kültürel değeri olan Kemeraltı Çarşısı’nın turizm açısından da “bütüncül” projelerin uygulamasıyla çok iyi noktalara geleceğine inanıyor. 44 Dernek 2004’te kurulmuş. Daha önce yok muydu böylesi bir dernek? Derneğimiz 7 yıldan beri var. Dernekler sorunların, ihtiyaçların olduğu yerde birliktelik anlamında gerek duyulan kurumlar oluyor. İlk dernek aslında rahmetli Başkan İhsan Alyanak tarafından kurulmuş. O zaman çarşının bir açılma projesi vardı. Zamanın esnafları bu projeye, yıkım kararlarına karşı çıkmak için bir sivil toplum hareketi başlatmışlardı. Sonra Ali Büge diye bir arkadaşımız dernekleşme çabasına girişti. Mehmet Özer de denedi dernekleşmeyi. Bu girişimlerin ardından 2004 yılında gene esnaflar bir araya geldi. Öncesinde vakıf kuruldu. Esnaf derneği olunca diğer sivil toplum kuruluşlarından çok destek göremiyorsunuz. Esnaf bir şekilde odalarda ya da birliklerde örgütlü, yani ya Ticaret Odası’na ya da Esnaf Birliği’ne üyedir. Sivil toplum kuruluşları genelde başka yere üye olmayan insanları bir araya getirir. Derneğin üyeleri kimler? Herkes üye değil. Oda olmadığı için zorunluluk yok, gönüllülük var. Yöneticiler ve resmi iradeye sesini duyurmak isteyen 24 kadar arkadaş ile başladık. O dönemde çığırtkanlık, kapkaç gibi sorunlarla gündemler vardı. Bireysel sesimizin yetmediğine inandığımız noktada 2004’te dernekleştik. Çarşı içersindeki sorunlarımızı idareye anlatmaya geldik. Birtakım projelerimiz oldu, kabul edilenler oldu. Demokrasinin yerleşmesi yönündeki çalışmalar, dernekler yasasının rahatlatılması yeni olaylar... Toplumda çalışacak, üretecek insanların bulunması süreç gerektiriyordu. Kuruluş amacınız nedir? Olaylar karşısında direnç sağlamak adına esnafın ilgisi var mı? Esnaf içersinde şu anda 9 bin tane firmamız çalışıyor. Çarşı Akdeniz’de faaliyet gösteren liman çarşıları içinde en büyüğü. Fakat dediğim gibi 2 tane kuruluşa zaten üyelik var. Üçüncü bir örgütlenme modeli zor. Sorunlarını oralarda anlattığına inanan bir kesimimiz var. 440 tane üyemiz var. İletişimde sıkıntı çekiyoruz. Esnaf Odası ve Ticaret Odası’yla yardımlaşma söz konusu mu? Burada sıkıntı yaşıyoruz. Ortak faydalarımız talepler noktasında ayrıFırsat kaçtı mı? boş bırakmışız, ciddi bir göç geldiği şıyor. Çiğli’deki, Alsancak’taki esnafın Bence kaçmadı. Çünkü hakikaten zaman -ki gelmiş- kentin en kıymetli beklentileriyle buradakiler farklı. Biz geçmişe biraz 40-50 seneye göre alanları göç ile dolmuş. Bir de şu var; disiplinli bir çarşı arzu ediyoruz, tarihi bakarsak kent merkezinin iş merkezi Kemeraltı Anafartalar Cad. gibi çarşı olduğu için. Çevresini bilen, taolarak bütünleşmiş olduğu bir 50 sealgılanıyor. Oysa Basmane’den başlarihe saygılı, sattığının üründen fazlası nemiz var. Bir dolu çarşılar yaratılmış, yıp devam eden Damlacık’la birlikte olduğunu bilen bir esnaf türünü arzu gıda çarşısı gibi. Ayakkabıcılarımız dönen 272 hektarlık bir alandır ediyoruz. Ama burası aldığı göçle bu gitti... Nihayetinde doktorlarımız muKemeraltı. Burada katlar çıkarak değil tarihi yapıyı esnaflıkla birkendi mahalle kültürünü likte örseleyen bir esnaf devam ettirebilseydik… türü oluşturmuş. Bununla Engin Önen: Şimdi çarşının hep ön sadece dernek mücadele yüzünü görüyoruz, alttaki “Doktorlar ve diğer bazı meslek grupları edemez. buzdağını görmezden Kemeraltı İzmir’in semboşalttı çarşıyı. Ancak hâlâ devam eden gelmişiz. Bu tip imar bol mekanlarından birisi. meslek grupları da var. Mesela burası, çalışmaları planlamalar İzmir deyince, aslınyapılmadı. Neyse ki burası tarihi olarak hep kuyumcular merkeziydi da Ege Bölgesi deyince sit alanı olarak kaldığı Kemeraltı çok önemli. ve bu özelliği korunuyor hâlâ. için yapılaşmaya giremeİzmir geçmişte fuarlarıyBir de çok merkezi bir alan olduğu için diler. Yani, bitmedi her la, liman kenti olmasıyla her halükarda çeşitli potansiyeller şey. Belediye binasının bölge için önemli bir arkasında bir dolu bina merkez haline gelmiş. gündemde oluyor. Mesela, tarihi dokuyu kapattı. Kemeraltı’na biraz daha sokak kahvehaneleri gibi bir kültür oluşmuş Çılgın projeler çıktı, başka büyük bakmak lazım. belki sigara yasaklarının da beslediği, yerlerden kopyala yapıştır İzmir dışından da, mesela modeller… Hala bir dolu ara sokaklarda kahve çay içilen yerler... Denizli’den Muğla’dan tarihi evimiz ve bunları gelen üretici ve tüketiSonuç olarak çarşı, mekan olarak gün yüzüne çıkartacak cilerin buluşma noktası kendini korusa da fonksiyon olarak projelere ihtiyacımız var. Kemeraltı. Bir restorasyon çalışması değişebilir, yenilenebilir.” Küreselleşme ve ticavardı, onun etkileri nasıl ret tarzının değişmesi oldu? ile birlikte İzmir ivme ayenehanelerini taşıdılar. Konut alanŞimdi ana hedef aslında 1300 kaybederken, İstanbul daha önemli larımız vardı, insanlarımız yaşıyordu metrelik Anafartalar Caddesi’nin hale geldi. Ege’nin ithalat ihracatı burada, kentin çeşitli yerlerine gittiler. sonuna kadar olan dış cephe düzenburadan yönetiliyordu şimdi küreKent merkezinin boşaltılması yönünlemesi... Projenin 4. etabı bitti. selleşmeyle birlikte bu yapı değişti. de bir irade var, bununla ilgili bir dolu Sizce iyi bir başlangıç sayılabilir mi Öte yandan bu alışveriş merkezleri bu dış cephe düzenlemeleri? olayı ortaya çıktı. Kemeraltı bundan proje var. Bu projelerin en can alıcı noktası, herhangi bir planlamayla Her şey iyidir, düne göre bugün doğrudan etkilenen bir yer. Eski geleceğe yönelik olarak belirlenmiş daha güzeldir ama benim kendi önegeleneksel yapısı yani esnafı da bütünlüklü amaç ve yöntemleri içerrim, merkezden içeri doğru dağılmayı kaybolmaya başladı. Kemeraltı mememesi. Agora, Tilkilik gibi alanları beklemek yerine; çevreyi düzeltip kan olarak da kendini koruyamadı. BAHAR 2011 45 merkeze doğru düzeltmek. Çünkü siz merkezdeki güzelliği arttırdıkça sokak içlerinin değeri düşüyor, sokakların içindeki insanlar merkezdeki insanları çekmek için çığırtkan tutuyorlar. Oysa çevredeki dış tarafı düzeltip merkezde buluşmak gerek. Şimdi Damlacık ve etrafındaki alanları turizm alanına çevirirseniz merkez otomatik olarak düzelecek. Ana caddeyi düzelterek sadece bir vitrin yaratmış olduk. Buranın esnafı da değişti tüketici profili de değişti değil mi? Tüketicileri Kemeraltı’na daha az gelir hale getiren ne oldu? Şimdi biz maalesef bütüncül bakmadığımız, sorunu çığırtkanlık gibi şeylere endekslediğimiz için bunun sebeplerini yanlış yerde arıyoruz. Türkiye’nin işsizlik vakası var, kolay para kazanma ihtiyacı var. Çoğu yerde ücretsiz otopark hizmeti verilen alışveriş merkezleri kuruluyor. Yani cevap, tüketicinin beklentilerinin karşılanmaması. Bugün tüketicinin Kemeraltı’na gelme sebebi ne peki? Ne ararsan bulabilme imkanı, çünkü inanılmaz bir çeşitlilik var. Her 46 şeyi burada uygun fiyata bulabileceğini biliyor tüketici. Kemeraltı deyince akla ne geliyor? Kaybolan mesleklerden biraz daha bahseder misiniz? Şu anda bir tane tenekecimiz kaldı. Bakır imalatçılarımız var. Örücüler var, tadilatçılar... Bir alışveriş merkezinde bunları bulamazsınız. Alışveriş merkezlerinde aynı ulusal markaları aynı dizaynda farklı isimlerde görüyoruz. Buradaysa kendince marka olmuş isimler var. Çok sevdiğiniz ama yırtılan giysinizi ördürebilirsiniz. Antikacılarımız var, değerli taş satıcılarımız var. Bir yandan bazı meslekler yok oluyor, bazıları da buradan çıkıyor dünyaya yayılıyor. İlk satış yeri Kemeraltı’nda hala hizmet veren Özsüt buna bir örnek mesela. Eczacıbaşı var yine buradan başlayıp büyük bir firmaya dönüşen, ama onlar Sıhhat Eczanesi’nin olduğu mülkü sattılar. Bizim aslında kızdıklarımız da var. Çarşıda faaliyet gösteren insanların yüzde 70’i kiracı. Esas çarşıyı güzel yapması gerekenlerse buradaki mülk sahipleri. Buradan çıkan ve dünyaya yayılan firmalara iş düşüyor aslında. Sahiplenme noktasında, Beyoğlu örneği önümüzde duruyor. Beyoğlu’nda bundan 20 yıl önce ciddi bir kriz yaşadı, orası insanların gezinmeye korktuğu bir döküntü alanıydı. Vitali Bey ciddi bir emek verdi ve Beyoğlu bugün kültür, sanat ve yaşam merkezi oldu. Bir tekstil tüccarının orada dükkan açarak sahiplenmesi çok güzel sonuçlar doğurabiliyor. Toplumun ne kadar katmanı varsa desteklemeli, insanlar sadece kasasına düşen parayı görmemeli. Elitler şehir merkezini terk ediyor, ülkelerini de terk ediyor. Oysa ki elitlerin Kemeraltı’na İzmir’e sahip çıkması gerekir. Hem ekonomik hem entelektüel anlamda elitler, şehir merkezini sadece tüketici bir potansiyel olarak görüyor. Oysa kültürüne, tarihine sahip çıkmak gerekir. Sadece esnafın çarşısı olarak bakmak tarihe büyük saygısızlık. “Çarşı güzelleşsin Forum Bornova gibi olsun” diyorlar. Oysa çarşıyı güzel yapan Zaim Ustası, Hasan Ustası… Öteki türlü biz ya taşeronlaşıyoruz ya da büyük markalarda işçileşiyoruz. Türkiye’nin kendi esnaf dinamizmi var, Avrupa’da bu yok. Bize dayatılan model ise “marka değeriniz nedir?” oluyor. Böyle bir esnaflık kurumunun direnmesi için hangi kaynaklardan destek gelmeli? Yereldeki esnaf ve yereldeki zengin destek olmalı. Siz gelip “duvarları açalım, markaları getirelim” derseniz olmaz. Burada yaşayan bir ortam var, canlılık varken, siz bunları bırakıp kurgulanmış bir çarşıyı yerleştireceksiniz... Ben bunu istemiyorum. Planlı bir çerçeve içinde buradaki Akdeniz kültürünün, tarihsel dokunun varlığının devamının sağlanması gerekiyor. Bu çerçeveyi oluşturmak için işin içinde üniversite de olacak, belediye de olacak... Biz diyoruz ki “gelin bize karışın”. Elbirliğiyle bu çarşıların bir çerçevesini çekelim. Çağın gerekliliği ne varsa yapılmalı. Mesela esnaf özel tasarımlar yapabilir. Yaşamın içerisinde kendisini güncelleyebilir esnaf. Rekabetin getirdiği şartlara ayak uydurabilir. Kemeraltı’nın sorunları ve çözümlerine dair başka neler söyleyebilirsiniz? Çığırtkanlık gibi sorunlar detay, sorun da çözüm de bütünsel. Bununla uğraşmak kolaycılık. Kemeraltı’nın özgün sınırı Basmane’den başlar. O zamanlar Fevzipaşa, İkiçeşmelik, Gazi Bulvarları yok’. ’50’lerde İkiçeşmelik Caddesi’yle çarşı ikiye bölünmüş. Kimse bunu bilmiyor. Bu bölünmüş haliyle bugün Agora’ya gelen turistin Kemeraltı’na aktarılması imkansız. Kentsel yenilemeyi maalesef yapamamışız. Bu bölünmüş bölgeler arasında geçişi sağlamak için bir alt geçit çözümü düşünülebilir mi? Yer altı geçiti çözüm olabilir. Proje öyle olmalı ki Agora’dan Kemeraltı’na yürünebilmeli. Böyle bir kent merkezi hayal ediyoruz. Tarihsel dokuya uygun oteller, butik oteller yapılabilir. Kemeraltı bize pırlanta gibi gelirken herkese böyle değerli gelmiyor. Burada çok güzel tarihi evler var ama parası olan Mavişehir’den almayı tercih ediyor. Gayrimüslüm esnaflar da ağırlıkta mı Kemeraltı’nda? Çarşıda gayrimüslim esnaf muhtemelen 100-150 civarındadır. Genelde kuyumcular. Tenekeci Emin Usta TenekecilikbabamesleğiEminUsta’nın.HavraSokağı’ndakiküçücükdükkanındasütgüğümü,darıtavaları, parakoymakiçinkumbaralar,tavukyemlikleri,kahveocaklarındakullanılankahveaskılarıüretiyor.“Tek tükgelenlereburadaveriyoruz.Ahımşahımbirtalepyok.Evdeoturuphanımlakavgaedeceğimizeburada vakitgeçiriyoruz”diyorUsta.60senedirKemeraltı’ndaesnafolduğunubelirtiyorvetalepazolsadahalindenmemnungözüküyor:“Buradakiesnaflarınhepsiefendiinsanlardır.Yabancı,dışardangelmelerdeolsa hepsi kardeşimiz. Belediyeler burayı düzenlemeye koydular, bir sorunumuz yok”. BAHAR 2011 47 Kemeraltı meyhaneleri radaki bu lokantanın daha sonraki sahipleri ünlü bestecimiz Ahmed Adnan Saygun’un ailesi olacaktır. 1950’lerin Kemeraltı’na Şair Çınar Çığ’ın gözünden bakmak gerek: “1950’lerde Konak’ın girişinde Ali Galip’in hemen yanında Can Meyhanesi vardı. Sonra yine Konak’taki Alay Meyhanesi, Yeşil Papağan ve Bohem Meyhanesi, İzmir’de iz bırakmış meyhanelerdir. Daha sonraki yıllarda da, Veysel Çıkmazı’ndaki meyhaneler ile Beyler Sokağı’ndaki ünlü Bodrum Meyhanesi önemli mekânlardı.” Veysel Çıkmazı Nedim ATİLLA Nedim ATİLLA Arşivi’nden 48 16 . yüzyılın sonlarından itibaren ticari faaliyeti hızla artan İzmir, kısa süre içinde bu yeni işlevine uygun bir örgütlenmeye uğradı. Bugünkü Kemeraltı Caddesi’nin sınırlarını belirlediği ‘İç Liman’ çevresi, ticari gelişmenin ihtiyaçları doğrultusunda mekânlarla doldu. Diğer taraftan gerek bu ticari hareketliliğe bağlı olarak kente yerleşenlerin, gerek İzmir’e geçici olarak yolu düşenlerin ihtiyaçlarını karşılayacak sektörler de oluştu. Oteller, yeme-içme mekânları, meyhaneler gibi… Altlarında birer de meyhane olan oteller ise pek gözdeydi. İbrahim Bey’in ‘Kemahlı Oteli’, Kilimcizade Ahmed Bey’in ‘Hacı Hasan Oteli’ ve ‘Ekmekçibaşı Oteli’ gibi… Ahmed ve Halim beylere ait olan Ekmekçibaşı Oteli’nin lokantası, öğlenleri tencere yemekleri pişiren bir esnaf lokantasıydı; akşamları ise meyhane olarak hizmet verirdi ve otelden daha ünlüydü. Ünlü ‘Sakızlı Rakısı’nı üreten ailenin ‘Halk Oteli’ ise, Kestelli Yokuşu’nda idi. Ahmet Raşit Bey’in işlettiği meyhane ‘Başdurak’ ta, İzmir’in çevre ilçelerine gideceklerin ‘yolluk’ aldıkları bir yerdi. Yine Sakızlı Saadettin’in sahibi olduğu ‘Selim Misafirhanesi’nin bir bölümü, Kemeraltı esnafının devam ettiği bir meyhane idi. ‘Gaffarzade Oteli’ni ise Abdullah Bey işletirdi (Bu otelin altında bulunan meyhanedeki muhabbetlere kulak kabartan Giritli bir kayıkçı, 1926 yılında Atatürk’e yapılacak olan bir suikastı, dönemin Valisi Kâzım Paşa’ya bildirmişti). ‘Güzel İzmir Oteli’nin altında Müdür Ali Bey’in işlettiği mekân, daha çok ‘tektekçi’ olarak bilinirdi ve yarım saatte bir kalkan ‘Göztepe Tramvayı’nı bekleyenler için de idealdi. Nuri Meserretçioğlu’na ait olan ve Mevlevi dergâhından gelenlerin de buluşup yemek yedikleri ‘Meserret Oteli’nde, zaman zaman Neyzen Tevfik de ney üflerdi. Sahibi de Mevlevi olan Hacı İsmail Dede’nin ‘Muhabbet Lokantası’ ise, Kestelli Yokuşu’nun ‘İzmir Mevlevihanesi’ne en yakın noktasındaydı. Başdurak Caddesi, 65 numa- Kemeraltı’nda sadece meyhane olarak hizmet veren yerlerin bulunduğu çıkmaz sokak ise, o zamanlar Veysel Bey tarafından yönetildiği için Veysel Hamamı Sokağı diye bilinirdi; ancak 1960 yılında hamam kapanınca kısaca Veysel Çıkmazı olarak anılır oldu. Cumhuriyet Dönemi öncesinde burada, rakıları kadar şarapları ve biraları ile de meşhur ‘Bahçeli Gazino’ çok ünlüydü. Cumhuriyet’ten sonra, bu sokakta ilk meyhaneyi 1926’da Halit Ferit Bey ‘Adalar Meyhanesi’ adıyla açtı. Aynı yerde bugün de bir meyhane var ve ‘Ferit Baba Meyhanesi’ olarak biliniyor; Beşir Çamlı ve ortakları tarafından işletiliyor. 1998’de ölen Ferit Baba ise, Ferit Bey’in oğludur. ‘Ferit Baba’nın müdavimleri arasında, her akşam evine gitmeden önce bir tek atan Halikarnas Balıkçısı ile kendine özel yaptırdığı köftesiyle meşhur gazeteci Özdemir Hazar da vardır. (Nedim Atilla tarafından Ege TV’ye bu meyhanenin 25 dakikalık bir belgeseli de çekilmiştir). 1960-80 yılları arasındaki süreç, Veysel Çıkmazı’nın ‘altın çağı’dır… Bir ara meyhane sayısı 15’e kadar çıkmıştır. Şükran Oteli’nin bu sokağa da bakan meyhanesi ise 1998’e kadar hizmet vermiştir. Mirası bölüşemeyen dokuz ortağın anlaşamaması sebebiyle kapanmış ve yerine işporta mal- zemeleri satan bir dükkân açılmıştır. Son olarak 1995’te düzenlenen “İzmir Yemekleri ve İzmir Şarkıları” gecelerine de ev sahipliği yapan mekân, güzel bahçesiyle hâlâ hafızalardan silinmemiştir. Veysel Çıkmazı’nın önemli lokantaları ‘Tek Nal’, ‘Karadeniz’, ve ‘Ay’ isimlerini taşırdı. Geleneksel Kemeraltı meyhane kültürünü yakın zamana kadar yaşatabilen tek yer, Mezarlıkbaşı’ndaki son bahçeli meyhane Yalova oldu; ne yazık ki o da 2004 yılında kapandı. Bu meyhane ilk açıldığında ‘Yaluva’ adını taşıyordu. Daha sonra bir ‘akşamcı’ öğretmen, ismi düzeltmelerini söyleyince adı ‘Yalova’ olarak düzeltildi (Yalova Meyhanesi: Kaynak kişi, eski Göztepeli milli futbolcu Cenap Öztezel). Bodrum Meyhanesi’nin ise İzmir’in entelektüel yaşamında ayrı bir yeri vardır. Kemeraltı’ndaki İkinci Beyler Sokağı’nın ünlü Bodrum Meyhanesi, bir zamanlar Halikarnas Balıkçısı ve bohem arkadaşlarının buluşma mekânıydı. Şimdi yerinde yeller esiyor... İzmir’in edebiyat dünyasının kalbi bir zamanlar bu mütevazı meyhanede atardı. Şair ve yazar Hüseyin Yurttaş, Bodrum Meyhanesi’nin kurucusu Mustafa Eradan ile oğlu Tahir Eradan’ı ve oranın simgesi Kemal Öztürk’ü (Eczacı Kemal) hayırla yâd ediyor. Hele Tahir Eradan’ın coşunca müşterilerine rakı ısmarlayışını unutamıyor ve ekliyor: “Rakı ısmarlayan meyhaneci nerede görülmüştür? Tahir’in yaptığı ibretlik bir tutumdu. Bir dönem her akşam uğrardık Bodrum’a. Çoğunlukla bankoda ayaküstü yarım şişe parlatıp karanlığa karışırdık.” 1999’da önce fast-food dönerci oldu, ardından da kapandı. Bodrum Meyhanesi 2005’te eski geleneksel usulde eski bir garson olan Halit tarafından Bornova’da açıldı ve Şubat 2010’da da ‘Register’ aldı. BAHAR 2011 49 Kemeraltı havraları İzmirlileri Kemeraltı’na çeken en önemli unsurlardan biridir Havra Sokağı. İzmirli burada taze sebze meyveyi, Ege’nin onlarca çeşit zeytinini-peynirini, kalamarından deniz balığına tüm deniz ürünlerini ve daha nicesini her daim uygun fiyatlarla bulabileceğini bilir. Bir ucu Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın en fazla arşınlanan yolu olan Anafartalar Caddesi’nde diğer ucu İkiçeşmelik tarafında olan sokak, İngilizce kaynaklarda Synagogue Street olarak geçer. İşte Havra Sokağı’nı önemli kılan tarihi ve kültürel özelliği isminin kaynağında saklıdır: İsmini Yahudilerin toplanma ve ibadet yeri olan “havra”dan almıştır. Bugün dördü aktif olan dokuz havranın ve İspanya’dan göç etmiş Yahudilerin (Sefaradların) 1990’lara kadar yaşadığı özgün mimarili fakat artık yıkılmak üzere olan “aile evleri”nin bulunduğu bu Yahudi Mahallesi’ni, Kemeraltı sarıp sarmalayarak saklıyor. Yahudi Cemaatinden iki hanımefendi, Sara Pardo ve Ester Cen ile yaptığımız röportaj sonrası Sinyora Sinagogu’ndan sokağa çıkınca bu sarıp sarmalamayı, koruyup kollamayı yaşayarak görüyoruz: Sinagogun karşısındaki genç esnaf, ibadet yerinin duvarlarının yanına dökülmüş çöpleri göstererek “Abla, bu çöpleri buraya dökmemeleri için fidan getirelim dikelim bu köşeye. 50 Biz de elimizden geleni yapalım” diyor. Ayaküstü çözümler üstüne söyleşiyorlar, İzmir Yahudileri üzerine çok önemli bir eser yazmış olan Sara Hanım ile Müslüman esnaf. Ester Hanım son dönemde sinagogları gezmek isteyenlerin sayısındaki artıştan çok mutlu olduğunu belirtirken “Dışardan Yahudi cemaati çok kapalı görünüyor. Halbuki biz öyle bir eğilim içinde değiliz” diye konuşuyor. Sara Hanım da tüm sevecenliğiyle ekliyor: “Toplayın gençleri gelin. Anlatalım sorulara cevap verelim.” İnançlarında misyonerliğin olmadığı, kimseyi değiştir- mek istemeyen, dini kimliklerini diğer dinlerde de olduğu gibi artık daha çok gelenek-görenek anlamında yaşayan ve “Biz Türk’üz, sadece dinimiz farklı” diyen İzmir Yahudilerinin bu iki temsilcisi ısrarla müslümanlarla ve Türk toplumuyla benzerliklerini, hatta aynılıkları vurguluyor. Uzun yıllar turist rehberliği yapmış olan ve halen gönüllü tanıtım hizmeti veren Sara Pardo, İspanya ve Portekiz’den göç etmek zorunda kalan ve Sefaradlar olarak bilinen İspanya Yahudilerinin Osmanlı Devleti tarafından önce -tekstil dokumacılığında iyi oldukları için- Selanik, Edirne, İstanbul ve Safed’e yerleştirildiklerini, daha sonra da Tire ve Manisa’ya göç ettiklerini söylüyor. Yazdığı kitapta İzmir’deki Yahudi varlığının MÖ 6. yüzyıla kadar dayandığını anlatan Pardo, Sefaradlar geldiğinde Manisa’da Romanoit denen bir Yahudi kolonisinin bulunduğunu belirtiyor. Çoğunu Sefaradlar oluştursa da, Konversoları ve ticaret veya başka sebeplerle göç eden diğer Yahudileri de kapsayan bir Yahudi Cemaati’nin İzmir’de oluşması 17. yüzyılın başlarına denk geliyor. Ege Denizi’ndeki adaların birer birer Osmanlı’ya geçmeye başladığı bu dönemde, ticaret açısından çok önemli bir karakol olan Sakız Adası’nın da Osmanlı İmparatorluğu tarafından ele geçirilmesinin İzmir açısından bir milat olduğunu söylüyor Pardo. Çünkü Sakız’da ikamet eden tüm Avrupa konsolosları (tüccarlar) o dönemde küçük ve kimsenin olmadığı bir liman olan İzmir’e geliyor, ki Pardo bu iç limanı anlamadan Kemeraltı’nın anlaşılamayacağını vurguluyor. Bu dönemde İzmir’in transit liman olarak Avrupa’nın gözbebeği haline gelmesine paralel olarak, iç limanın kıyısındaki bölge, şimdiki Kemeraltı, bir ticaret merkezi haline gelmeye başlıyor. 1960’lara kadar Yahudi ailelerin Kemeraltı ve buraya yakın yerlerde, özellikle Agora ve Tilkilik’te oturduğu bilgisini alıyoruz. Yahudilikte öğle duası olduğu için Kemeraltı’ndaki iş yerlerine yakın Sinagoglar inşa etmişler. 17. yüzyılda bölgeyle birlikte cemaat da gelişmiş lakin yüzyılın sonunda Sabetay Sevi olayları ve 1688 depremi ile cemaat hem ekonomik açıdan gerilemiş hem de içe kapanmış. O dönemdeki gerilemeyi eğitimin gerilemesine bağlayan Pardo, dönemi anlatırken şunları söylüyor: “Yabancılar şehri ele geçiriyor çünkü sen iyi okumazsan başkaları ele geçirir. Sahte Mesih olayları olunca cemaat kendini kapatıyor. Cemaat bütün öğrenimleri okulları durdurunca gerileme başlıyor. Rumlar bundan faydalanıp işleri kapmaya başlamış”. Ester Hanım havralar hakkında bilgi verirken, cemaatlerinin küçülmesinden de dem vuruyor: “Bizde hep beraber ibadet edilir. Havranın asıl maksadı toplanmaktır. Eskiden hazanların (dua okuyan güzel sesli kişiler) olduğu bölüm ortadaydı, cemaat etraftaki sedirlere otururdu. Halen iki sinagogumuz bu şekilde bir oturma düzenine sahip. Her ay bir bayramımız var. Her Cuma günü bayramların kraliçesi Şabat var. Şu anda dokuz havradan dördü faal durumda. Devamlı ibadet edilmiyor ama iki tanesi öğlen dualarına açılıyor. İki tanesi de Cumartesi sabah açılıyor. Bir tanesi kapalı bir ödenek bulursak onu müze haline getirme hayalimiz var. Çünkü ziyaretçilerden çok talep var. Sinagogda ibadet SaraPardo(soldaki)veEsterCen,Yahudiler’inİzmir’deyaşamaktançokmemnunolduğunu belirtiyorvesözlerinişöylesürdürüyorlar:“MüslümanlarveYahudileriçiçeyiz.Birbirimizden çokdafarklıdeğilizaslında.Bayramlarımızbileçokbenzer.Kendimihiçfarklıhissetmiyorum. İzmir zatenTürkiye’de özel bir kent, bu özelliğin keyfiniYahudiler de çıkarıyor tabii”. etmek için en az 10 erkek olması gerekir. Bugün maalesef çok toparlanamıyor, ancak 10-12 kişi toparlanıyor. Çoğu zaman öğlenle akşam ibadeti birleştiriliyor”. La Sinyora (GiveretHanımefendi) Havrası La Sinyora Havrası İzmir antik havralarının simgesi niteliğindedir. Adından da anlaşılacağı gibi bir kadın tarafından veya onun bağışlarıyla yaptırılmıştır. Yaygın görüş bu kadının Donna Gracia Mendes olduğu ve 1510-1569 yılları arasında yaptırıldığı yönündedir. Bahçesindeki Turunç ağacının meyvelerinin, çocuk sahibi olamayan kadınlara umut olduğu yönünde bir rivayet vardır. Havra, Anafartalar Caddesi’ne ve 927 Sokağa cephe veren parselde Havra Sokağı’nda konumlanmaktadır. Algaze (Kaal Kadoş) Havrası Kuzeyinde Shalom güneybatısında Sinyora Giveret Havralarının konumlandığı Algaze Havrası 1724 yılında Algazi ailesi tarafından yaptırılmıştır. Günümüzde yapı tek katlıdır. İtalyan etkisi BAHAR 2011 51 ile 20. yüzyılda plan şeması değiştirilmemiştir ancak kadınların ibadet ettikleri Mehizah bölümü kaldırılmıştır. Havranın 927 Sokak’a bakan avlu duvarları masif ve yüksektir. Şalom (Barış)Aydınlılar Havrası- Neve Şalom İzmir’in en otantik, en çok tarih kokan havrası Şalom’dur. Algaze Havrası’nın karşısında yer alır. Yapı 1500 yıllarında yapılmıştır ve 1841 yılındaki büyük İzmir yangını havranın önünde durdurulmuştur. Yapının giriş kapısında bu olayı anlatan bir kitabe bulunmaktadır. Yapıya küçük bir bahçeden girilmektedir. Üstünde eskiden çok daha büyük olduğu belli olan bir demir suka (çardak, çadır) ve ortasında da bir taç bulunur. Dünyada var olan tek taçlı suka olduğu iddia edilmektedir. Taç, yani Keter, Tanrı’nın krallığını simgeler. Romalılar zamanından beri bir Yahudi kolonisinin yaşadığı pek çok kaynakça tarafından teyit edilmiş olan Aydın, 1922’de Yunan ordusu tarafından yakılınca buradaki Yahudilerin büyük bir kısmı İzmir’e göç etmiştir. İzmir’e gelen bu Aydınlı Yahudilere Şalom Havrası tahsis edildiği için bu havra 1998 yılında kapanana kadar Aydınlı aileler tarafından kullanılmıştır. Etz Ha Hayim ( Hayat Ağacı) Havrası Bu sinagogun Bizans devrinden kalma bir sinagog olduğu söylenmektedir. Diğer havralar gibi muhtelif tarihlerde gerçekleşen yangınlarda defalarca yanmış ve tekrar tekrar inşa edilmiştir. 52 MADENi YAĞ SEKTÖRÜNDE La Hevra - Talmut Tora Havrası Antik Anadolu havralarının tipik bir örneği olan ve yapılış tarihi 17. yüzyıla dayanan çok eski bir havra olan Le Hevra, Havra Sokağı’nın göbeğinde yer alır. Bir zamanlar büyük bir bahçenin içinde İzmir’in en büyük ve en güzel havralarından biri iken 1999 yılında tavanı çöktü ve takip eden yıllarda harabeye dönüştü. Bet Hillel Havrası Bu havra Palaçi ailesinin evindeydi. Bir oda büyüklüğündeki havra 1986 yılında boşaltıldıktan sonra 2006 yılında tavanı çökmüştür ve bugün sadece dört duvarı durmaktadır. Bikur Holim Havrası Yapı İkiçeşmelik Caddesi üzerinde yer almaktadır. Bikur Holim Havrası 1724 yılında Hollanda asıllı İzmirli bir Yahudi olan Salamon de Ciaves tarafından yaptırılmıştır. Bu tarihte yapının bitişiğinde bulunan ev ve dükkanlar gelir getirmeleri için havraya bağlanmıştır. Yapının önünde bulunan tek katlı ek yapılar havrayı İkiçeşmelik Caddesi’nden ayırmaktadırlar Fakat tek katlı olduklarından görünmesini engellememektedirler. Los Foresteros-Orahim Havrası Foresteros Havrası’nın ilk Sabetay Sevi olayları sebebiyle şehre göç akınının başladığı yıllarda yapıldığı tahmin ediliyor. Başta İtalyan Frankoslar olmak üzere, birçok yabancı pasaportlu tarafından kullanılan havra, 1841 yangınından sonra havraların tekrar inşa edilmesiyle herkes tarafından kullanılmaya başladı. Bu havranın bir duvarı Sinyora’ya bir duvarı Algazi’ye ve bir duvarı da La Hevra’ya bitişiktir. Şu anda boş ve koruma altındadır. KRALLIĞIMIZIN iLANIDIR! Petrol Ofisi Madeni Yağları, 2010 yılı pazar lideri.* Tüm Türkiye’ye ve özveriyle çalışan Petrol Ofisi ailesine teşekkür ederiz. *Kaynak: 2010 PETDER toplam madeni yağ satış verisi. PO maxima ve MAXIMUS, Petrol Ofisi tescilli markalarıdır. Nice yollara. BAHAR 2011 53 Ege Üniversitesi öğrencileri topluma hizmet üretiyor Ege Üniversitesi öğrencileri, 2009-2010 akademik yılı başından beri “Topluma Hizmet Uygulamaları” adı altında sosyal sorumluluk projeleri üretiyor. Ege Üniversitesi Rektörlüğü Topluma Hizmet Uygulamaları Koordinatörlüğü eşgüdümünde geçen yıl 3500 öğrenci tarafından eğitim, sağlık, çocuk, kadın, yaşlılar, çevre ve teknoloji gibi konularda 141 proje üretilmişken bu yıl ise bu sayı güz dönemi sonunda 2900 öğrencinin katılımıyla 250 projeye ulaştı. Bahar döneminde Ege Üniversitesi’nin 2100 öğrencisi daha topluma hizmet için projeler üretiyor olacak. İ nsanın eylemleri konusunda hesap verme mecburiyeti olarak tanımlanan sorumluluk, modern toplumlarda sosyal yaşamın merkezi kavramlarından birini oluşturuyor. Bireyler gibi kurumlar da içinde yaşadıkları toplum, ülke ve vatandaşlara karşı çeşitli sorumluluklara sahip. Küreselleşmenin olumsuz sonuçlarının, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin, çevresel ve toplumsal sorunların ve teknolojik tehditlerin arttığı günümüzde sosyal sorumluluk kavramı tüm bu sorunlarla başa çıkmak adına daha da önem kazanmış bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktadan hareketle Ege Üniversitesi de çevresel ve toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmak ve bu anlayışla yaşamayı alışkanlık haline getirecek bireylerin yetişmesini sağlamak amacıyla birikimini harekete geçirdi. Bu amaçla geçtiğimiz öğretim yılında başlatılan uygulamayla Ege Üniversitesi’nde 1 ve 2. sınıf öğrencileri Topluma Hizmet Uygulamaları adıyla anılan bir ders alıyor. Sosyal, ekonomik ve kültürel konulara duyarlı bireyleri topluma 54 kazandırmayı amaçlayan bu uygulama kapsamında derslerde projeler planlayan öğrenciler, yardımlaşma ve dayanışma duygularını içselleştiriyorlar. Ayrıca, topluma karşı sorumluluklarını da öğrencilik dönemlerinden itibaren yerine getirmeye başlıyorlar. Başta üniversiteler olmak üzere kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşlarının sosyal sorumluluk anlayışının kazanılması, yürütülmesi ve sürdürülmesinde kilit role sahip oldukları düşüncesiyle başlatılan bu ders uygulamasında Ege Üniversitesi öğrencileri bizzat kendileri topluma hizmet projeleri planlayıp hayata geçiriyor. Ege Üniversitesi öğrencilerinin bilgi ve birikimlerini kullanacakları bir toplumsal hizmet projesinde yer almalarını sağlayarak sosyal sorumluluk bilincini ve duygusunu geliştirmek ve üniversitenin halkla bütünleşerek birikimi halka aktarmasını sağlamak amacıyla başlatılan uygulama sayesinde 2009-2010 eğitim yılında üniversitenin öğretim elemanları başkanlığında 3 bin 500 öğrenciden oluşan gönüllü ordusu çalışmalar yürüttü. Bu yıl bu sayı bahar dönemi sonunda 5 bine ulaştı. Öğrenciler tarafından geçen öğretim yılında eğitim, sağlık, çocuk, kadın, yaşlılar, çevre ve teknoloji gibi günümüzün temel toplumsal problemlere yönelik 141 proje hayata geçirildi. Bu projelerden fakülte/yüksekokul/meslek yüksekokulu bazında ilk 3 seçilerek belirlenen projeler Ege Üniversitesi Sosyal Sorumluluk Proje Koordinatörlüğü tarafından değerlendirildi. Bu projeler arasından 3’ü ödüle, 4’ü mansiyona uygun görüldü. Birincilik ödülünü alan “Küçük İlkyardımcı” projesini Ege Üniversitesi Atatürk Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu’nun Paramedik Bölümü öğrencileri İzmir İl Sağlık Müdürlüğü ile ortaklaşa gerçekleştirdi. Proje kapsamında, pilot okul olarak belirlenen İzmir Çamdibi İlköğretim Okulu öğrencilerine, belirlenen ilkyardım konularında pratik uygulamaları da içeren bir eğitim verildi. “Küçük İlkyardımcı Eğitimi” adı verilen eğitimde öğrencilere ilkyardım nedir, ne amaçla yapılır gibi konuların yanı sıra yanıklar, donmalar ve yaralanmalar gibi durumlarda acil uygulanması gerekenler hakkında da bilgi verildi. Öğrenciler 112 Acil Servis’in aranması konusunda uyarılırken acil servis gelene kadar yapılabilecekler hakkında bilgilendirildi. Proje sonunda eğitime katılan gönüllü İzmir Çamdibi İlköğretim Okulu öğrencilerine rozet, şapka ve ilkyardım çantaları törenle dağıtıldı. Projeler arasında ikincilik ödülüne layık görülen ise “Nazar Köy” Projesi oldu. Eğitim Fakültesi öğrencilerinin gerçekleştirdiği bu proje kapsamında anaokulu bulunmayan Nazar Köy’de anaokulu açılması için köy muhtarı ile görüşülerek çalışmalara başlandı. Eğitim Fakültesi öğrencileri tarafından düzenlenen kermesle projenin bütçesi oluşturuldu. Köyde bulunan eski bir kahve, elde edilen gelirle düzenlenerek anaokuluna dönüştürüldü. Projeyi yürüten Eğitim Fakültesi öğrencilerinin asıl görevi anaokulu kurulduktan sonra başladı. Öğrenciler, haftada üç gün bu okula giderek, köyde bulunan anaokulu düzeyindeki çocuklara öğretmenlik yapmıştı. Böylece öğrenciler mesleki öğrenimlerini hayata geçirme ve deneyimlerini arttırma fırsatı bulurken, köydeki çocukların da gelişimine katkı sağlamış oldu. Sosyal sorumluluk projelerinin önemli temellerinden biri olan sürdürülebilirlik problemi de Nazar Köy’de açılan anaokuluna, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından öğretmen atanmasıyla çözümlendi. Üçüncülük ödülünün sahibi ise Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencileri tarafından hayata geçirilen “Hikayemi Dinler misin” projesi idi. Psikiyatrik teşhis almış hastalara karşı toplumun oluşturduğu ön yargıların kırılması ve bu hastaların sosyal hayatta kendilerine bir yer edinmelerinin sağlanması amacıyla başlatılan proje kapsamında öğrenciler Ege Üniversitesi Psikiyatri servisinde yatan hastalarla çalıştılar. Serviste yatan hastalardan okumayazma bilmeyenlere okuma-yazma öğretmeye, bilenlere ise kitap okuma ile sosyal hayata tutunmanın yolları anlatılmaya çalışıldı. Projede görev alan öğrenciler serviste yatan hastalarla diyalog kurmaya çalışarak onların sosyal-toplumsal hayatla aralarında bir köprü görevi görmeye çalıştı. Normalde toplum tarafından dışlanan bu bireylerle iletişim kurabilmek için öğrenciler önce psikiyatrik birtakım bilgiler edinmek üzere konunun uzmanlarından eğitim aldılar. Bu eğitimler sonrasında hastaların hikayelerini dinleyerek, onlara sürekli iletişimde oldukları doktorlar, hemşireler, hasta bakıcılar dışında normal insanlarla da iletişim kurmalarına olanak sağlanlanmaya çalışıldı. 2010-2011 öğretim yılında Tıp Fakültesi, Fen Fakültesi, EczacılıkFakültesi, Ziraat Fakültesi, Bayındır Meslek Y.O., Ege Meslek Y.O., Ödemiş Meslek Y.O, Bergama Meslek Y.O.,Tire Kutsan Meslek Y.O.’nda da Toplumsal Hizmet Uygulamaları dersinin verilmeye başlamasıyla Ege Üniversitesi bünyesinde topluma hizmet üretmek üzere çalışmalar yapan gönüllü sayısı yaklaşık 5 bine ulaştı. Güz dönemi sonunda 2 bin 900 öğrenci katılımı ile 250 proje üretildi. Bahar dönemini sonunda da 2 bin 100 öğrenci katılımıyla yeni projeler üretilmiş olacak. Topluma hizmet projeleri hakkında bilgi almak için Prof. Dr. Aylin Göztaş Ege Üniversitesi Rektörlüğü Topluma Hizmet Uygulamaları Koordinatörü Tel: 0 232 3111637 sosyalsorumluluk@mail.ege.edu.tr Suna Yüce Araştırmacı Tel: 0 232 3115379 Fax: 0 232 3392555 sosyalsorumluluk@mail.ege.edu.tr www.oidb.ege.edu.tr BAHAR 2011 55 Bologna süreci ve Ege Üniversitesi’nde Bologna süreci uyum çalışmaları Prof. Dr. Süheyda ATALAY Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü B ologna Süreci ilk kez 25 Mayıs 1998 tarihinde Sorbonne Üniversitesi’nin 800. kuruluş yıl dönümünde Fransa, İtalya, Almanya ve İngiltere Eğitim Bakanları’nın Avrupa Yükseköğrenim Sistemi yapısının uyumlulaştırılması amacıyla Sorbonne’da gerçekleştirdikleri toplantı sonrasında yayımlanan Sorbonne Ortak Bildirgesi ile ortaya çıkmıştır. Haziran 1999 tarihinde 29 Avrupa ülkesinin yükseköğretimden sorumlu bakanlarının imza attıkları Bologna Bildirgesi’yle Bologna Süreci resmen başlamıştır. Bilgi tabanlı bir toplum ve bilgi temelli bir ekonominin oluşturulması amacıyla Avrupa’da ortak bir Yükseköğretim Alanı yaratılması hedeflenmiştir. Sürecin temel hedefleri bu Bildirge ile ilan edilmiştir. Bu hedefler kısaca aşağıdaki gibi sıralanabilir: •Kolay anlaşılır ve birbiriyle karşılaştırılabilir yükseköğretim diploma ve dereceleri oluşturmak, •Yükseköğretimde lisans ve yüksek lisans olmak üzere iki aşamalı derece sistemine geçmek (2003 Berlin Bildirgesi’nde yükseköğretimin mevcut iki aşamasının yanı sıra, üçüncü aşama olan doktora düzeyini de içermesinin gerekliliği üzerinde fikir birliğine varılmış, dolayısıyla bu tarihten itibaren üç aşamalı derece sistemine geçiş Bologna Süreci’nin ana hedefleri arasında yerini almıştır), •Ortak bir kredi sistemini (AKTS :Avrupa Kredi Transfer Sistemi (ECTS : European Credit Transfer System) uygulamak, •Öğrencilerin ve öğretim elemanlarının hareketliliğini sağlamak ve yaygınlaştırmak, •Yükseköğretimde kalite güvencesi sistemleri ağını uygulamak ve yaygınlaştırmak, •Yükseköğretimde Avrupa boyutunu geliştirmek. Avrupa’nın 2010 yılı için koyduğu bu hedeflerin temeli Bologna Bildirgesi’nden önceye dayanır: İlk olarak 18 Eylül 1988 yılında Bologna’da Magna Charta Universitatum adıyla bilinen Üniversiteler Anayasası 2 sayfalık bir metin olarak hazırlanmış ve 388 Avrupa üniversite rektörü tarafından onaylanmıştır. Bu metinde göze çarpan üç temel görüş : •Geleceği, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmeler belirleyecek, •Topluma hizmet üniversitelerin de bir fonksiyonu, 56 •Çevreye duyarlı kuşaklar yetiştirilmesi hedeflenmeli, dört temel prensip: •Özerklik, •Öğretim ve araştırma birlikteliği, •Öğretim ve araştırmada özerklik, •İnsancıl anlayış bulunmaktadır. Bologna Süreci’nin izlenmesi, iki yılda bir yapılan ve sürece dahil olan ülkelerin yükseköğretimden sorumlu bakanlarının bir araya geldikleri Bologna Bakanlar Toplantıları ve ülkelerin temsilcilerinin oluşturduğu Bologna İzleme Grubu (BFUG: Bologna Follow-Up Group) ile olmaktadır. Bologna Bildirgesi’ni sırasıyla Prag (2001), Berlin (2003), Bergen(2005), Londra (2007), Leuven (2009), ve Budapeşte/Viyana (2010) bildirgeleri takip etmiş ve her bildirge ile Bologna Süreci’nin faaliyet alanı biraz daha genişlemiş ve ayrıntılandırılmıştır. En son Kazakistan’ın da sürece dahil olmasıyla, Avrupa Birliği ülkeleri ile birlikte 47 ülke bu sürece üye olmuştur. Yükseköğretimin küresel boyuta ulaştırılmasında bütün üye ülkeler için uygun araçlar sunan Bologna Süreci çalışmalarına Türkiye 2001 yılında Prag toplantısında dahil olmuştur. Bologna Süreci ana eylem başlıkları aşağıda olduğu gibidir: 1. Kolay anlaşılabilir ve karşılaştırılabilir bir akademik derece sistemi • 2/3 kademeli (Lisans, Yüksek Lisans, Doktora) yükseköğretim sistemi • Kademeler arası geçiş • Ulusal yeterlilikler Çerçevesi 2. Kalite güvencesi • Avrupa ilke ve standartları ile uyumlu Ulusal Kalite Güvence Sistemi • Öğrenci Katılımı • Uluslararası Katılım 3. Diplomaların ve öğrenim sürelerinin tanınması • Diploma eki (DS: Diploma Supplement) • Lizbon Tanıma Sözleşmesi • AKTS (ECTS: European Credit Transfer System) 4. Yaşam Boyu Öğrenme • Esnek Öğrenme (informal, nonformal öğrenme) ile kazanılan yeterliliklerin tanınması 5. Ortak Dereceler • Ortak derecelerin oluşturulması ve tanınması Kısaca Bologna Süreci, Avrupa Ülkeleri’nde kendi içinde uyumlu, birbirlerini karşılıklı olarak anlayan, tamamlayan ve rekabet gücü yüksek bir “Avrupa Yükseköğretim Alanı” oluşturulmasıdır. Bu sürecin, ülkelerin ulusal şartları ve kültürleriyle uyumlu olmak kaydıyla, Avrupa genelinde ortak deneyimlerin paylaşılması, ortak hedeflere ulaşmak üzere işbirliği yapılması ve birbirinin deneyiminden faydalanılması yoluyla gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Bu süreç, yeni bir sistemin uyarlaması değil, var olan sistemlerin ortak bir paydada buluşturulmasından ibaret olan bir ‘yenilenme’ hareketidir. Bologna Süreci, sürekli geliştirilen ve dinamik bir özellik taşımaktadır. Sürecin nihai hedeflerinin 2020 yılına kadar tamamlanması gündemdedir. Bologna Süreci çalışmalarına bağlı olarak ülkemizde gerçekleştirilen başlıca gelişmeleri aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür: •Türkiye, Avrupa Bölgesi’nde Yükseköğretimle ilgili belgelerin tanınmasına ilişkin sözleşme olarak tanımlanan “Lizbon Tanıma Sözleşmesi” ni 01.12.2004 tarihinde imzalamış ve Sözleşme 01.03.2007 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Sözleşme ile ulusal mevzuat arasındaki uyuşmazlıkları kaldırmak amacıyla yeni “Yurt Dışı Yükseköğretim Diplomaları Denklik Yönetmeliği” hazırlanmış ve 11 Mayıs 2007 tarihinden itibaren yürürlüğe girmiştir. •Türkiye ENIC (European Network of National Information Centers)/ NARIC (National Academic Recognition Information Centers) Merkezi, Yükseköğretim Kurulu bünyesinde yapılandırılmış ve 2003 yılından itibaren ENIC/NARIC iletişim ağının bir parçası olarak faaliyet göstermektedir. •Türkiye’de Diploma Eki uygulamasına Yükseköğretim Kurulu’nun 11.03.2005 tarihli genel kurul toplantısında almış olduğu karara göre 2005-2006 öğretim yılı itibariyle başlanmıştır. Buna göre, 2005-2006 akademik yılından itibaren yükseköğretim kurumları mezun olan öğrencilerine diplomalarına ek olarak , yaygın olarak konuşulan bir Avrupa dilinde hazırlanmış Diploma Eki vermek zorundadır. •Bologna Süreci’nin Türkiye’de uygulanması aşamasında AKTS önemli bir çalışma alanıdır. Bu kapsamda, yükseköğretim kurumlarında hem AKTS’nin uygulanışından , hem de öğrencilerin AKTS hakkında bilgilendirilmesinden sorumlu olmak üzere AKTS kurum koordinatörleri ve her fakülte/bölüm için de ayrı AKTS bölüm koordinatörleri belirlenmiştir. •“Yükseköğretim Kurumlarında Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Yönetmeliği” Yükseköğretim Kurulu tarafından 20 Eylül 2005 tarihinde eğitim, öğretim, araştırma faaliyetlerinin kalitesinin geliştirilmesi ve değerlendirilmesi amacıyla, Avrupa Kalite Güvencesi Standart ve İlkeleri’ne de uygun olacak şekilde yayınlanmıştır. İlgili yönetmelik çerçevesinde; Ulusal Boyutta:Yükseköğretim Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Komisyonu (YÖDEK) ve Yükseköğretim Kurumlarında: Yükseköğretim Kurumu Akademik Değerlendirme ve Kalite Geliştirme Kurulları (ADEK) oluşturulmuştur. •Türkiye’de Yükseköğretim alanında yeterliliklerin (herhangi bir yükseköğretim derecesini başarı ile tamamlayan bir kişinin neleri bilebileceği, neleri yapabileceği ve nelere yetkin olacağı) çerçevesini tanımlayan TÜRKİYE Yükseköğretim Yeterlilikler Çerçevesi’nin (TYYÇ) Yükseköğretim Kurulu tarafından onaylanması 21.01.2010 tarihli Genel Kurul kararı ile olmuştur. TYYÇ kapsamında Temel Alan Yeterlilikleri’nin tanımlanması Ocak 2011’de tamamlanmıştır. Bu kapsamda tüm yükseköğretim kurumlarındaki programların program yeterliliklerini 2012 yılının sonuna kadar tamamlaması beklenmektedir. •Öğrencilerin yükseköğretim yönetimine katılması ve karar süreçlerinde “eşit paydaş” olarak yer alması anlamına gelen öğrenci katılımı çalışmaları Ulusal Öğrenci Konseyi ve Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri tarafından yürütülmektedir. Ulusal Öğrenci Konseyi 20 Eylül 2005 tarihinde resmi gazetede yayımlanan “Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri ve Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği” ne göre kurulmuştur. Ulusal Öğrenci Konseyi’nin Avrupa Öğrenci Birliği’nin (ESU) üyesi olması, öğrencilerimize uluslararası gelişmeleri izlemeleri ve bu doğrultuda gelişme göstermeleri için bir fırsat ve katkı sağlayacaktır. •Bologna Süreci’nin önemli bir eylem alanı olan hareketliliğin desteklenmesi kapsamında yurt dışı hareketlilik için ERASMUS değişim programı, yurt içi hareketlilik için FARABİ değişim programı ilk sırada yer almaktadır. Bunun yanı sıra mesleki eğitim için Leonardo, gençlik projeleri için YOUTH, lisansüstü programlar için ERASMUS MUNDUS ve Jean Monnet bursları hareketlilik için desteklenen programlar arasındadır. •Ortak program oluşturma için yasal zemin: Yurt dışı için 28 Aralık 2006 tarih ve 26390 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan yönetmelik olan “Yükseköğretim Kurumlarının Yurt Dışındaki Kapsama Dahil Yükseköğretim Kurumlarıyla Ortak Eğitim ve Öğretim Programları Tesisi Hakkında Yönetmelik” ve yurtiçi için 22 Şubat 2007 tarih ve 26442 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan yönetmelik olan “Yükseköğretim Kurumlarının Yurt İçindeki Yükseköğretim Kurumlarıyla Ortak Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Programları Tesisi Hakkında Yönetmelik” ile sağlanmaktadır. •Yükseköğretim Kurulu, 20.11.2008 tarihli Genel Kurul kararı ile kurum içindeki Bologna çalışmalarının yeniden yapılandırılmasını ve sürdürülebilir gelişmesini yönlendirmek ve eşgüdümü sağlamak amacıyla tüm yükseköğretim kurumlarında Bologna Eşgüdüm Komisyonları kurulmasını kararlaştırmıştır. “ Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları “ Bologna Süreci alt eylemi olan “hareketliliğin teşvik edilmesi” kapsamında Türkiye’de başlatılan çalışmaların yansımaları Ege Üniversitesi’nde ERASMUS Programında pilot projede yer alması ile 2003 yılında başlamıştır. Türkiye’nin ilk Erasmus öğrencileri Ege Üniversitesi’nden Portekiz Porto Üniversitesi’ne gönderilmiştir. Bu tarihten sonra öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği giderek artan bir ivme ile sürdürülmüş ve bugün 23 Avrupa Birliği üye ülkesi ile 325 ikili anlaşma sayısına ulaşılmıştır. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği Ege Üniversitesi’nin uluslararasılılaşma hedefi içinde en öncelikli konularından birisini oluşturmaktadır. Uluslararası olarak tanınan bir üniversite olma yolunda kararlı adımlarla yürüyen Ege Üniversitesi dünya çapında uluslararasılılaşma çalışmaları ile BAHAR 2011 57 tanınan üniversitelerle ortak akademik çalışmalar, değişim programları ve çift diploma programları yürütmek için ikili anlaşmalar yapmaktadır. Böylelikle hem Ege Üniversitesi öğrencileri hem de anlaşma yapılan üniversitelerin öğrencileri farklı bir kültürü tanıma ve başka bir ülkede akademik çalışmalar yapma imkanı bulmaktadır. Bologna Süreci’nin tanınma ile ilgili sunduğu araçlardan birisi olan Diploma Eki çalışmaları Ege Üniversitesi’nde 2003 yılında başlatılmıştır. Diploma Eki üniversiteler tarafından diplomanın yani sıra verilen tamamlayıcı bir belgedir. Diploma Eki’nde, alınan derece ile ilgili bilgiler, derecenin düzeyi, içeriği ve kullanım alanları, ilave olarak, ulusal eğitim sistemi ve üniversitenin eğitim ve değerlendirme sistemi ile ilgili bilgiler yer almaktadır. Altyapısını ve hazırlıklarını kısa zamanda tamamlayan Ege Üniversitesi ilk olarak 1 Kasım 2004 tarihi itibariyle Avrupa Komisyonuna Diploma Eki Etiketi (DS-Diploma Supplement Label) başvurusunu yapmıştır ve Türkiye’de Diploma Eki Etiketi alan ilk 2 üniversiteden birisi olmuştur. 11 Mayıs 2009 tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından ikinci kez Diploma Eki Etiketi ile ödüllendirilmiştir. Ege Üniversitesi bu ödüle layık görülen 7 üniversiteden birisi, Avrupa genelinde ise 52 üniversiteden birisi olmuştur. Bologna Süreci’nin öne çıkardığı ortak kredi sistemi olan AKTS (ECTS) ile ilgili çalışmalar da Ege Üniversitesi’nde 2003 yılında başlatılmıştır. Üniversitemizde oluşturulan Bologna Eşgüdüm Komisyonu, Bologna Süreci’nin daha yakından takip edilerek sürecin ana başlıklarının üniversite bünyesinde çalışılması noktasında faaliyet göstermektedir. Üniversitemizde Bologna Süreci’nin Yeterlilikler başlığındaki çalışmaları sistematik olarak 2010 Ocak ayında farkındalık seminerleri ile başlatılmış ve “ Ege Üniversitesi Bologna Süreci Uyum Çalışmaları Rehberi ” hazırlanmıştır. Farklı hedef gruplarına bir dizi seminerler verilmiştir. 2003 yılında başlatılan AKTS çalışmalarından farklı bir şekilde AKTS/Öğrenme Çıktıları/İş Yükü ve buna bağlı olarak Öğrenci Merkezli Eğitim konuları vurgulanmış ve eğitim planlarının bu duruma göre gözden geçirilmesi istenmiştir. Enstitü/Fakülte/YO/ Bölüm ve MYO/Program düzeylerinde gerçekleştirilen çalışmaların aktarılacağı veri tabanı için program hazırlıkları ile ilgili olarak Öğrenci İşleri Daire Başkanlığı ve UNİPA ile birlikte çalışılmıştır. Bologna Süreci hazırlıkları kapsamında üniversitemizde eğitim-öğretim veren bütün ön lisans, lisans ve lisansüstü programlarını yürüten birimler çalışmalarını aşağıdaki alt başlıklarda sürdürmektedir: 1.Üniversitemizin misyon, vizyon ve hedefleri ile iç ve dış paydaşların görüşleri dikkate alınarak nasıl bir mezun profilinin amaçlandığını gösteren Program Eğitim Amaçları’ nın hazırlanması, 2.Programın eğitim amaçlarına ulaşabilmek için mezunların ne tür yeterliliklere (qualifications) 58 sahip olmaları gerektiğinin açıklandığı Program Çıktılarının (Program Yeterlilikleri’ni) belirlenmesi, 3.Belirlenen program çıktılarına ulaşmak için “Eğitim Planları” nın gözden geçirilmesi, 4.Eğitim Planlarında yer alan her bir ders için “Öğrenme Çıktıları (Öğrenme Kazanımları)”nın yazılması, 5.Her bir derse ilişkin Öğrenme Çıktıları’nın Program Çıktıları’ndan hangisi/lerini sağladığını belirleyerek Ders Öğrenme Çıktıları ile Program Çıktıları’nın ilişkilendirilmesi, 6.Ders öğrenme çıktılarını göz önüne alarak üniversitemizce belirlenen ortak formata uygun olarak ders öğretim planlarının hazırlanması, 7.Ders öğrenme çıktılarına ulaşabilmek için gerekli iş yükü ve AKTS kredisinin hesaplanması, 8.Her programın, programlarını tanıtıcı bilgiyi ve ders öğretim planlarını Türkçe ve İngilizce olarak hazırlaması. Bu başlıklar Üniversitemiz Akademik Birimlerinde çalışılmakta ve dağılımı aşağıdaki tabloda olduğu gibi verilen derslerin öğrenme çıktılarına bağlı olarak tanımlarının hazırlanması ve veri tabanına aktarılması çalışmaları sürdürülmektedir. Akademik Birim Ders Sayısı Enstitü 8722 Fakülte 6073 Yüksekokul 1953 Meslek Yüksekokulu 4281 TOPLAM 21029 Üniversitemizde Bologna Süreci Uyum Çalışmalarını yürütmek üzere alt komisyon oluşturulmuştur ve komisyon üyeleri sorumlu oldukları birimlerdeki çalışmaları “akran danışmanlığı” şeklinde yürütmektedirler. Komisyon üyeleri, danışmanlık yaptıkları birimlerde gerek ders öğretim planlarının hazırlanması gerekse veri tabanına aktarım esnasında ortaya çıkan güçlük ve sorunları ilgili birimlere aktarma ve çözüm üretme konusunda katkı sağlamaktadırlar. 15 Mart 2011 tarihi itibariyle üniversitemizde okutulan bütün derslerin ders öğretim planlarının tamamlanması hedeflenmektedir. Böylece Üniversitemizde okutulmakta olan derslerde ne okutulduğu, nasıl okutulduğu ve değerlendirmenin ne şekilde yapıldığı hem kendi öğrencilerimizin, hem de üniversitemize ilgi gösteren yur tiçi ve yurt dışındaki kurumların öğrenci ve öğretim üyelerinin görebileceği bir ortamda sergilenecektir. Belirtilen başlıklarda açıklanan hususların yerine getirilmesi ile mezunların yeterlilikleri şeffaf ve karşılaştırılabilir bir şekilde tanımlanmış olacaktır ve böylece mezunlarımızın istihdam edilebilirliğine objektif ve olumlu yansımaları olacaktır. Kalite geliştirme çalışması kapsamındaki bu çalışmaların değerlendirilmesi ve etiketlenmesi için en geç 15 Mayıs 2011 tarihine kadar “AKTS Etiketi (ECTS Label)” için öğrenci hareketliliğinde kullanılan diğer belgelerle birlikte Türkiye Ulusal Ajansı’na başvuruda bulunulacaktır. Başvuru ulusal düzeyde değerlendirildikten sonra başarılı bulunursa Avrupa Komisyonu’na iletilecektir ve son karar Avrupa Komisyonu tarafından verilecektir. Özetlenen başlıklardaki iyileştirmelerin gerçekleştirilmesi çalışmaların tamamlandığı anlamına gelmemektedir. Bologna Süreci’nin dinamik yapısını da dikkate alarak üniversitemizde sürdürülebilir gelişme ve kalite güvencesi kültürünün yerleştirilmesi nihai hedef olarak düşünülmelidir. Gerçekleştirilen çalışmaların gözden geçirilmesi ve dış ve iç paydaşlardan alınan geri bildirimlerle program çıktıları ve ders programlarının tekrar düzenlenmesi ve bu amaçla üniversitemizde uygun iyileştirme çevrim ve mekanizmalarının kurulması bir sonraki aşama olarak planlanmaktadır. KAYNAKLAR 1- “Yükseköğretimde Yeniden Yapılanma: 66 Soruda Bologna Süreci Uygulamaları”, YÖK Yayınları, Kasım 2010. 2- http://www.yok.gov.tr 3- http://www.ehea.info ÇEVRE Yerel tohumlar yaşayacak, yaşatılacak Prof. Dr. Tayfun ÖZKAYA Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü Seferihisar kapalı pazar yerinde 5 Eylül’de uzun masa sıralarının iki yanında köylüler ve hobistler (kendi ihtiyaçları için bahçe yapanlar) küçük tohum zarfları içinde yerel tohumları takas ediyorlardı. Komşumuz Yunanistan dâhil birçok ülkede on yılları aşkın bir süredir yapılmakta olan tohum takası etkinliklerine İzmir öncülük ediyor. Seferihisar Tohum Takas Şenliği, geçen yıl 29 Eylül’de Torbalı’da gerçekleşen takas şenliğinden sonra Türkiye’deki ikincisi oldu. Bir araya gelen Seferihisar, Karaburun, Mordoğan, Urla belediyeleri, Ziraat Mühendisleri Odası İzmir şubesi, Yadem (Yağcılar ve Demirciler Çevre Derneği, Karaot Köyü Tohum Derneği, Ekolojik Üreticiler Derneği, Slow Food Dernekleri, GDO’ya Hayır Platformu ve Köy Kalkınma Kooperatifleri İzmir Birliği bu güzel şenliği gerçekleştirdi. Şenliğe Türkiye’nin birçok yerinden kişiler ve örgütler katıldı. Şimdiden çeşitli illerden ve ilçelerden arkadaşlar yeni takas şenlikleri yapma arzularını belirttiler. Bu işe soyunacakların önünde Torbalı ve Seferihisar örnekleri var. Etkinlikler sırasında çekilmiş filmlerin incelenmesi çok yararlı olur. Panelde konuşan köylü kadınlar yerel tohumların ürünlerinin lezzetli olduğunu söylediler. Bunların kimyasal tarım ilaçları, kimyasal gübreler olmaksızın ve sulanmadan yetiştirilebildiğini dile getirdiler. Türkiye’nin bir kısmı dünyada tarımın on bin yıl önce ilk defa geliştirildiği verimli hilal denilen bölgenin bir parçasını oluşturuyor. Buğday ilk defa ülkemizde çeşitli otların ıslah edilmesi ile geliştirildi. Panelde konuşan Cenk Durmuşkahya Hititlerin buğdaya ziz dediğini açıkladı. Bolu ve Kastamonu’da yetiştirilen bir yerel buğday çeşidinin adının da iza olduğu bir katılımcı tarafından söylendi. Sözcüklerin benzerliğine dikkat çekildi. İşte dört yıl önce kabul edilen tohum kanunu bu on bin yıllık zenginliğimizi yok edecek gibi görünüyor. Bu şenlik bu gidişe bir dur deme çabasıydı. On bin yıl önce bereketli hilal denilen bölgede muhtemelen bir kadın barınağına dönerken sendeledi ve elindeki tohumlardan bir kısmı yere döküldü. Daha sonra buğdayın atası olan bu bitkiler çimlendi ve tarım denilen ve BAHAR 2011 59 iyisiyle kötüsüyle uygarlık denilen süreci başlatan büyük buluş başlamış oldu. (Madele, 2002,1) Modern buğdayların atası olan ve ülkemizde kaplıca olarak bilinen (T. monococcum) einkorn hâlâ dağlık bölgelerde yetiştirilmektedir. On bin yıl önceki genetik materyalden bugünkü çeşitlere geçişte o günlerden bugüne gelmiş geçmiş çiftçilerin yaptığı seçilimin önemi inkâr edilemez. Bu uzun konuya sadece buğdaydan ve sadece bir özellik için bir örnek verelim. Tarım devrimi başında, aslında yabancı ot olan buğdayın ataları olgunlaşınca başakları çatlayarak tohumlarını yere saçıyordu. Bu şüphesiz hasadı olanaksızlaştırıyordu. Çiftçiler bu başaklar arasında çatlayıp tohumlarını saçmayanları seçmek suretiyle on bin yıl süren bir ıslah sürecini başlatmış oldular. Bütün bu buğday, arpa, çeltik ve diğer bitkiler binlerce yıllık bu tarım devrimi içinde tohumun içine yataklanmış olan büyük ve zengin çiftçi bilgisini temsil etmektedir. Modern bitki ıslahçıları bunu bazen unuturlar ve kendilerini yeniliklerin ve fikri mülkiyetin tek kaynağı olarak görürler. 1960 sonrası yeşil devrim diye adlandırılan süreçte çiftçiler tohumlar üzerindeki güçlerini kaybetmeye başladılar. Daha sonra büyük ulusötesi firmalar tohumlar üzerindeki hegemonyalarını arttırdılar. Bu sürecin ekolojik, ekonomik ve sosyal maliyetinin hayli ağır olduğu anlaşılmaya başlamıştır. Dünya tohum ticaretinde büyük bir tekelleşme eğilimi görülmektedir. Önde gelen on tohum firmasının dünya ticari tohum pazarındaki payı %57 olmuştur. İlk firmanın payı yaklaşık beşte birdir. Bu firma aynı zamanda GDO’lu tohum da üretmektedir. Bu firmaların çoğu aynı zamanda tarım kimyasalları veya ilaçları dediğimiz herbisit (ot öldürücü), fungisit (mantar öldürücü), insektisit (böcek öldürücü) üreticileri ve satıcılarıdır. Tarım kimyasalları üretiminde ise on firmanın payının %84 olduğu görülmektedir. Tohum firmalarından ilk onda yer alan firmaların dördü aynı zamanda tarım kimyasalları üreten ilk on firma arasındadır. Tohum piyasası tekeller ile büyüme eğilimi göstermesinin yanında, tarım kimyasalları ve GDO araçlarının birlikte kullanılması firmalara bir çarpan etkisi de kazandırabilmektedir. Firmaların tohum çeşitlerinin ancak kimyasal ilaç ve gübrelerle yetiştirilebilecek özellikte ıslah edilmeleri çiftçileri tarım ilaçlarını almaya zorlamaktadır. GDO’lu tohumlar 60 bu firmalara daha da üstün yeni bir güç kazandırmaktadır. Örneğin GDO yöntemleriyle herbisite dayanıklı bir mısır çeşidi geliştirilmektedir. Ancak kullanılacak herbisit firmanın marka herbisitidir. Dolayısıyla tohum ve herbisit beraberce pazarlanmakta, birbirlerinin satışını arttırmaktadır. Ulusötesi bu dev firmalar böylece tohum, tarım kimyasalları ve GDO’yu birlikte kullanarak tarım alanında tarihin tanık olmadığı bir hegemonyaya doğru gitmektedirler. Ancak bu başarılarının sağlamlaşması için tarım politikalarını ve yasaları da (tohum yasası bunlardan biri) istedikleri yönde oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bütün dünyada yerel tohumlar kaybolmaktadır. ABD’de birçok sebze tohumu çeşidi yüzde 95’lere kadar varan oranlarda yeryüzünden silinmiştir. Geriye şirket tohumları kalıyor. Genellikle yerel tohumlar dağ köylerinde kalmıştır. Ova köyleri endüstriyel tarıma ve şirket tohumlarına epeyce teslim olmuştur. Şüphesiz şirket tohumlarının yayılmasını açıklayan birçok neden var. Ancak şirket tohumları ile yapılan endüstriyel tarımın (kimyasal tarım ilaçları ve kimyasal gübrelerle yapılan tarım) geleceği yok. Topraklar kirleniyor, kanser ve diğer hastalıklar insanları sapır sapır döküyor. Diğer yandan küresel iklim değişikliği yerel tohumları her bakımdan üstün hale getirebilir. Çünkü yerel tohumlar iklim değişikliklerine daha çabuk uyum gösterebiliyor. Bu tohumları da genellikle yaşlı kadınların sakladığı görülüyor. Bunlardan biri öldüğünde bütün tohum sandığının çöpe dökülmesi işten bile değil. Bu nedenle yerel tohumların kaybolmalarını önlemek için zamanımız daralıyor. Şirketler tohumlara sahip çıkıyor. Patent bunlardan biridir. Hâlbuki “yaşam patentlenemez”. Patent, tohum çeşitleri- ni, yani yaşamı metalaştırmak demektir. Bu tohumları para ile satmaktan farklı bir şeydir. Birileri çoğalttıkları tohumları satabilirler. Patentte ise şirketler belli bir çeşit üzerinde fikri mülkiyet hakkı istiyorlar. O tohum çeşidi onların oluyor. Sanayiden örnek verelim. Bir şirket diyelim ilk kez faks makinesi geliştirdi. Bu makine daha önce yoktu. Şirket bu makine üzerinde fikri mülkiyet hakkı iddia edebiliyor. Bunu bir dereceye kadar anlayabiliyoruz. Bir parantez açalım. Bu görüş bile eleştiriliyor. Faks makinesini geliştirmek için mutlaka başka bilgilere ihtiyaç var. Bu bilgileri üretenler bunlara karşı hiçbir bedel talep etmiyorlar. Ayrıca bu fikri mülkiyet hakları tüm insanlığın çıkarlarına aykırı olabiliyor. Aids ilaçlarının patentlenmesi ile ilgili tartışmaları hatırlayın. Tekrar konumuza dönersek, hayata ait olan on bin yıldır binlerce kuşak köylü tarafından geliştirilmiş tohum çeşitlerini ele alarak, ona birkaç gen sokarak veya çıkararak nasıl şirketler bu tohum çeşitleri ve genleri üzerinde fikri mülkiyet hakkı (yani patent) iddia edebiliyorlar? Bunun anlamı hayatın yağmalanmasıdır. Büyük tohum devleri halen gelişmekte olan ülkelerin yerel tohumları ile ülkelerin kamu kuruluşlarına ait gen merkezlerindeki tohumlara istedikleri gibi el koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Buna biyokorsanlık diyoruz. Bir ABD firması Hindistan’ın basmati çeşidi pirincine el koyarak kendi adına patent çıkartmıştır. Köy çeşitleri, köy popülâsyonları, köy ekotipleri bütün dünyada büyük bir önem kazanmakta. Bunlara İngilizce heirloom deniyor. Şirket tohumlarına köylüler satın tohum demekte. Tohum ve hayvanlar bütün bir insanlığa aittir. İtiraz ettiğimiz şirketlerin bunlara sahip çıkma çabalarıdır. Domates, biber, pat- lıcan, tütün gibi birçok bitki Anadolu’ya Amerika’dan geldi. Domatesin gelişinin üzerinden henüz 100 yıl geçti. Patlıcan ve biberin ise 300 yıl önce geldiği tahmin ediliyor. Diğer yandan on bin yıl önce Anadolu’da geliştirilen buğday buradan bütün dünyaya yayıldı. Kim bunların üzerinde hak iddia edebilir? Bunlar bütün bir insanlığa aittir. Bizim yapacağımız yerel tohumların kaybolmadan üretilmesi ve gelişmesini sağlamaktır. Yerel tohumlarımızın kaydının devletin yanında çeşitli düzeylerde ve özellikle çiftçi ve çevre örgütleri elinde tutulması son derece önemlidir. Bunların olabildiğince özellikleri kaydedilmeli, yapılabildiği ölçüde gen haritaları çıkarılmalıdır. Bunlarla yapılan yemekler kitaplara vb. geçirilmelidir. Yoksa bunların çalınması ve patentlenmesi işten bile değildir. Dört yıl önce çıkarılan tohum kanunu ise durumu daha da kötüye götürüyor. Yerel tohumlar bu yasa ile adeta uyuşturucu madde gibi yasa dışı ilan edildi desek yanlış olmaz. Türkiye’de 31.10.2006’da TBMM’den geçerek kanunlaşan 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu köy ekotipleri, köy popülasyonları şeklinde tanımlanan genetik materyalin ticaretini yasaklamaktadır. Kanunun 5. maddesi “Bakanlık tarafından, bitkisel ve tarımsal özellikleri belirlenerek, sadece kayıt altına alınan çeşitlere ait tohumlukların üretimine izin verilir.” 7. Maddesi ise “yurt içinde sadece kayıt altına alınmış çeşitlere ait tohumlukların ticaretine izin verilir” demektedir. Kanunda “tescil” şöyle tanımlanmaktadır: “Tescil: Yurt içinde veya yurt dışında ıslah edilen veya bulunan ve geliştirilen bitki çeşitlerinin farklı, yeknesak ve durulmuş olduğunun ve/veya biyolojik ve teknolojik özellikleri ile hastalık ve zararlılara dayanıklılığının ve tarımsal değerlerinin tespit edilerek kütüğe kaydedilmesidir”. Durulmuşluk ise çeşidin, tekrarlanan üretimlerden sonra veya belirli çoğaltım dönemleri sonunda ilgili özellikleri değişmeksizin aynı kalmasıdır. Farklılık: Bir çeşidin, müracaatının yapıldığı tarihte herkesçe bilinen çeşitlerden, tescile esas özelliklerden, en az bir tanesi bakımından farklılık göstermesini tanımlamaktadır. Köy popülâsyonları, köy ekotipleri ise mutlaka farklı, durulmuş veya yeknesak olmak zorunda değildir. Genetik açıdan varyasyon (farklılaşma) bulunmaktadır ve bu aslında iyidir. Örneğin Torbalı dağ köylerinde ilginç bir patlıcan görüyoruz. Aynı tarlada üretilen patlıcanların hiç biri diğerine benzemiyor. Renkleri sarı, mor, beyaz, siyah olabiliyor. Kimi uzun, kimi kısa olabiliyor. Bu farklılıklar bizim için çok iyi iken, tohumu metalaştırmak isteyenler, bu özellikleri bu yerel tohumlukların tohum olarak satılmamaları için gerekçe olarak kullanabilecektir. Her şeyi bu arada tohumu metalaştırmaya çalışan bu işleyiş aslında üretici ve tüketicisiyle milyonlarca insanın çıkarlarına aykırı hareket edebilmektedir. Yerel tohumların bu özellikleri biyoçeşitlilik açısından zenginliklerini ortaya koymaktadır. Aynı tarladaki bitkilerin ve ürünlerin arasındaki farklılıklar iklim, zararlı ve hastalıklardaki değişimlere tohumun uyumunu kolaylaştırmaktadır. Evrim ile tohum yaşamaya, başarılı olmaya devam edebilmektedir. Şirketlerin tohum çeşitleri ise sık sık başarısız olmakta, yaşayabilmeleri için; kimyasallara, suya ve ağır makinelere ihtiyaç duymaktadırlar. Tohum Kanunu genetik kaynaklardan elde edilen yerel tohumların çiftçiler arasında değişimine açık olmakla birlikte ticaretine yasak getirmektedir. Benzer özellikler birçok diğer ülke yasasında da bulunmaktadır. Bu yasalarla ulusötesi tohum şirketleri hegemonyalarını pekiştirecek yeni bir güç kazanmış olmaktadırlar. Yerel tohumlardan üretilen ürünler daha çok besleyicidir. Hiç kimyasal ilaç ve gübre kullanılmadan yetiştirilebilmektedir. Daha az su ile veya sulamadan da yetiştirilebilenleri vardır. Küresel iklim değişikliğine karşı kurtarıcı olabileceklerdir. Bitki ıslahçısı bilim insanları ve köylüler el ele katılımcı ıslah yaklaşımı (participatoy breeding) ile kimsenin malı olmayan özgür tohumlar geliştirebilirler. ABD’de yapılan bir araştırma ile 1950–1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre içinde 43 sebze ve meyvede 13 besin maddesinin değerlerindeki değişimler incelenmiştir. Besin değerleri düzeylerinde 1999’da 1950’ye göre düşmeler görülmüştür. Örneğin ıspanakta askorbik asitte (C vitamini) düşme oranı %52’dir. Soğanda ise bu düşme %28’dir. Demir oranındaki düşüşler soğanda %56, ıspanakta ise %10 olmuştur. Araştırmacılar bitkilerin besin içeriklerindeki değişimleri aradan geçen bu süre içinde çeşitlerdeki farklılık ile açıklamışlardır. Islah çalışmalarında verim artışı sağlanırken besin maddelerinde düşüş gerçekleşmektedir. Aynı şekilde büyüme hızı ile zararlı ve hastalıklara dayanıklılık, verimle zararlı otlara dayanıklılık arasında ters yönde ilişki vardır. Bu nedenle endüstriyel çeşitlerle yapılan tarım nerede ise kaçınılmaz olarak tarım kimyasalları ile gerçekleştirilebilmekte, endüstriyel tarımı güçlendirmektedir. Araştırmacılar brokoli, patates vb. birçok üründe değişik çeşitleri kullanarak aynı koşullar altında yapılan denemelerde antioksidanlarda görülen farklılıkların çeşitlerden kaynaklandığını belirtmektedirler. TBMM 2006 yılında daha çok yabancı büyük tohum şirketlerinin egemenliğini pekiştiren ve yerel tohumların satışını yasaklayan tohumculuk yasasını kabul etmişti. Anayasa Mahkemesinde açılan dava dört yılı aşkın bir süreden sonra 13 Ocak 2011’de karara bağlandı ve 21 Ocak 2011 de Resmi Gazete’de yayımlandı. Karar özet olarak, küçük bir istisna ile başvurunun reddi anlamına geliyor. Tohum kanunu değiştirilmelidir. Yerel tohumların kaybolmaması için tohum takası şenlikleri gibi etkinlikler yapılmalıdır. Yerel düzeyde tohum ağları, dernekleri kurulmalıdır. Yerel tohumlardan kimyasal ilaç ve gübre olmaksızın üretilen ürünler köy pazarlarında veya tüketim kooperatiflerinde satılmalıdır. Bunlara belediyeler öncülük yapmalıdır. BAHAR 2011 61 Aşçı Zehra – Sanayici Hayriye Bornova’nın güçlü kadınları BABAMDAN DİNLEDİKLERİM Adalet DEMİR B ugünkü gazetelerden birinde (Habertürk, s.6, 4 Ocak 2011), “Kadınsın dediler, kredi vermediler” başlıklı bir haber okudum. Bornova Sosyal Yardımlaşma Vakfına, “İş kurma kredisi” için başvuran 45 yaşındaki bir kadının talebi, şu yanıtla reddedilmiş: “Kadınlar kafeterya açamaz. Siz de kadın olduğunuz için kredi talebiniz kabul edilmedi.” Haberin altında, “ özrü kabahatinden büyük” bir dolu açıklama verilmiş ama ne çare? Belli ki tarih öncesinden bu yana, Kibele’den Afrodite’ye, Asena’dan Athena’ya, Meryem Ana’ya kadar birçok kadına tapındıklarını erkek cinsi çoktan unutmuş ya da unutmaya çalışmaktadır. Biz onları ne kadar zayıf- naif, ne kadar hassas ve kırılgan da görsek, dünyalarımızın merkezinde yine de kadınlarımız yaşar. Üstelik bizi ve çocuklarını koruyup kollamak amacıyla, gerekirse aslan gibi, kaplan gibi saldırıp, karşılarındaki kim olursa olsun, tırnaklarıyla, emekleriyle, alınterleriyle tuttuklarını koparırlar; hakettiklerini alırlar; zalimin zulmünden korkmazlar. Bornova’da, bu kadınlardan birçok örnek vardır herhalde. Ama ben size, babamdan sıklıkla dinlediğim, Bornova tarihinin en ünlü iki güçlü kadınından söz edeceğim. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ikisi de tuttuğunu koparan, ailelerini besleyip kollayan, hiçbir adama sırtını dayamayan, kendilerine iyi kötü birer meslek edinmiş, ekmeğini taştan çıkaran kadınlardı. Öylesine güçlü ve öylesine kararlıydılar ki, eşleri iri kıyım, işsiz, yoksul ya da çok varlıklı ve güçlü olsalar bile, her zaman öne atılan onlar olurlardı. Bornova’nın bu şanlı kadınlarının biri aşçı, öteki fabrikatördü. Ne kişilikleri, ne aile yapıları ve ne de sosyal durumları birbirine tıpatıp benzerdi. Ancak her iki de eşlerine ve çocuklarına düşkündüler. Kendi işlerini kendileri edinmiş: sosyal yaşamda aranan birer isim olmuşlardı. Ekonomik durumları giderek güçleniyor, yoksullukla mücadelede eşlerinden daha cesur davranıyorlardı. En belirgin özellikleri, yerleşik düzene kafa tutabilmeleriydi. Her biri, birer militan gibi savaşıp hakkını söke söke alabiliyordu. Bunlardan biri Aşçı Zehra, diğeri Sanayici Hayriye idi. Aşçı Zehra, üç yaşından beri anasız babasız büyümüş, analığı tarafından köle gibi çalıştırılmış ama genç kızlığa adım atmak üzereyken şansı gülmüş ve kendisini, Muğla Valisi Müştak Beyin sevgili eşi Dilgişat Hanımın Mutfağında buluvermiş (Attar, Bornovalı, 2009, İzmir: Ege Üniversitesi Kütüphanesi). Aşçı yamağı olarak girdiği evden, meslek sahibi bir genç kız olarak Kadri Çavuş ile evlenip çıkmış. Beş çocuk doğurmuş ama gelin geldiği evi ve iki bebesini selde yitirmiş. Hiç yılmamış, Kızılay’ın verdiği destekle kendisine yeni bir ev kurmuş. Eşi, iki metre boyunda dev gibi bir adammış 62 ama savaş yorgunuymuş. Zaten kişilik bakımından da öyle civa gibi yerinden fırlayan biri değilmiş. Evinin ekmeğini temin etmek için gündelikçi olarak çalışıyor ama karaborsacılara karşı savaş açmayı, aklının ucuna bile getirmiyormuş. Onlar kravatlı, temiz- pak adamlarmış: üstelik iktidardaki tek partiyi destekliyor görünüyorlarmış. Kurtuluş Savaşı Gazisi Kadri Çavuş, hakkını almak için bile olsa Milli Şefe karşı gelmek istemiyormuş. Zaten onun gibi bir baldırı çıplağa kim kulak verirmiş? Zehra susup oturacak, kaderine razı olacak bir kadın değilmiş. Çocuklarını giydirip okula gönderebilmek , donlarınıgömleklerini dikebilmek için Amerikan bezine şiddetle ihtiyacı varmış ama elindeki karnesiyle girdiği kuyrukta, ne zaman sıra ona gelse, manifaturacı ellerini yana açıyor ve “bitti” diyormuş. Savaş yıllarında yalnızca un değil, bildiğiniz Amerikan bezi bile karaborsaya düşmüştü. Her şey karneye bağlanmıştı. Gaz, şeker, ekmek, ilaç karaborsadaydı. Ama parası olan, hemen her şeyi bulabiliyordu. Memurlar, gereksinimlerini kendi iş yerlerinden alabiliyordu. Halka karne veriliyor, gerek duydukları her ne ise ve eğer kalmış ise ihtiyaçları karşılanmaya çalışılıyordu. Zehra Ana, elinde karnesi olduğu halde, bir türlü Amerikan Bezi alamadı; gitti geldi, gitti geldi ve sonunda yaygarayı bastı. Çocukları okula çıplak mı gönderecekti? Arkasında uzayıp giden kuyruğa baktı ve doğru Nahiye Müdürüne gitti. (Attar, Bornovalı, 2009, s.8O). O yıllarda Bornova, henüz küçük bir nahiye idi. Ancak her yerde olduğu gibi halk, Bornova’da Nahiye Müdüründen, Jandarma Komutanından, polisten, hatta öğretmenden bile çekinirdi. Zehra’nın tepesi öylesine atmıştı ki, korkup çekinmek aklının ucuna bile gelmedi. Nahiye Müdürü sanki babasının oğluydu, daldı içeri. Odacı arkasından bakakaldı. Aksanlı Türkçesiyle, açtı ağzını, yumdu gözünü: -”Sen, Ziya Tekin’le ortak çalışıyorsun? Nah işte karnem burda. Günaydın Tecimevi denen manifaturacıda kuyruğa giriyom. Tam sıra bana geliyo, bez bitiyo. Siz beni aptal sanıyo? Ver benim bezimi, yoksa, seni de onu da gazatalara çıkaracam. Nahiye Müdürü dondu kaldı. O sırada odasında bulunan hatırlı konuklarıyla göz göze geldi. Tepesi atmış bu göçmen kadında cahil cesareti vardı. Gerçi kamuoyundaki yaygın söylenti, karaborsacılığın devlet görevlileri eliyle güçlendiği yolundaydı. Nahiye Müdürü de bu söylentileri duymuş olmalıydı. Artık günahı boynuna, ya başı derde girsin istemedi ya da vatandaşa yardımcı olmak istedi. Tek soru sormadan bir not yazıp Zehra’ya uzattı: “Bunu Ziya Tekin’e ver, ihtiyacın kadar bezi versin sana.” “Zor, fırın deldirir” derler: Zehra aynı hızla Günaydın Tecimevi’ne ulaştı. Bu kez kuyruğa girmeden alışverişini bitirdi. Ah, keşke bu dünyaya erkek olarak gelseydi. Bak o zaman, bu karaborsacıların hepsini yaptıklarına pişman ediyor muydu, etmiyor muydu? Aşçı Zehra, ekmeğini taştan çıkaran bir kadındı. Boş oturduğu görülmüş şey değildi. İşsizliğin, yokluğun kol gezdiği zor yıllarda bile, ailesini doyurmanın bir yolunu bulurdu. Elinde birkaç torbayla sokağa çıkar, mevsimine göre çeşit çeşit ot toplayıp eli- kolu dolu eve dönerdi. Birini haşlayıp salata yapar, birini kavurup üzerine yumurta kırar, diğerini de eğer elinde biraz un varsa böreğe katardı. O yıl hastalık vurmamışsa, bahçesinde mutlaka birkaç tavuğu yemlenir, her gün folluktan birkaç yumurta alınırdı. Ancak özellikle çocukları küçükken, onları nadiren günde üç öğün besleme şansına sahip olabilirdi. Hele sabah kahvaltısının adı bile bilinmezdi. Çünkü Aşçı Zehra, asla işsiz kalmaz; kör karanlıkta, Alliottiler’in alışverişini yapmak üzere çarşıya çıkardı. Çarşı esnafı, onun pazarlık etmeyeceğini bildiği için saygıda kusur etmez, onu görür görmez “buyur ana” diye selamlardı. Aynı saygıyı Alliotti Ailesi de gösterdiği için, onları kendi ailesi gibi benimsemişti. Aliberti, iki misli haftalık önerdiği halde, onun aşçısı olmayı reddetti: “Ben burada rahatım, Alliotti’yi bırakmam, bana ana diyor” dedi. Nitekim yıllar sonra Alliotti, Zehra’nın en küçük oğlunun da patronu olacak ve ona alışveriş yapmanın kurallarını öğretecekti. Aşçı Zehra, gençliğinde de yaşlılığında da kimseye boyun eğmeyen güçlü bir kadındı. Kızılay Mahallesinde iş arayan kadınlara aşçılık mesleğini öğretir, sonra da onların her birine Bornova’nın varlıklı ailelerinin evlerinde iş bulurdu. Yaşlandığı zaman ise mahallenin yetim kızlarına çeyiz ısmarlar, ödemeyi ise artık varlıklı bir işadamı olan oğluna yaptırırdı: “Falancanın kızı evleniyor. Ona yatak yorgan ısmarlamıştım. Yarın ödemeyi yap da kız eşyalarını yerleştirsin” derdi. Yaptığı yemeğin tadına doyum olmazdı. Onu iyi tanıyorum, babam gibi ben de onunla gurur duyuyorum. Çünkü Aşçı Zehra benim “babaannemdi”Torunları, torunlarının çocukları, bir ordu gibi Bornova’da yaşıyorlar. Sanayici Hayriye, babamın Bornova’da tanıdığı en güçlü kadınlardan biridir ama diğerlerine benzer fazla bir yönü yoktur. Ataları Girit’ten değil, Orta Asya’dan göç etmek zorunda bırakılmıştır. Çekik gözleri nedeniyle Bornova’da hep “Tatar Hayriye” olarak anılmıştır. Bornova’nın içinde, Kızılay Mahallesi’nde değil, Bornova’nın çok dışındaki büyük bir av köşkünün müştemilatında, basit bir bekçi kulübesinde, köşkün bahçıvanı olan yakınıyla birlikte yaşamıştır. Aşçılık Zehra’nın kendi seçtiği ve iddialı olduğu, az kazansa da başarıyla sürdürdüğü mesleği idi. Oysa Hayriye, sanayici olmak için herhangi bir çaba harcamamıştı. Bu meslek ona, büyük ikramiye gibi gelmiş, kucağına düşüvermişti. Babamın çocukluğunda, o yıllarda küçük bir nahiye olan Bornova’da (1930’ların ortaları), henüz bir duvar gazetesi bile yoktu ama fısıltı gazetesi, her devirde olduğu gibi etkili bir haber yayma aracıydı. Hepsi yabancı uyruklu zengin tüccarlara ve sanayicilere ait olan köşklerde hizmet eden yoksul göçmenler, Kızılay Mahallesi’nde oturuyorlardı. Kadınlar köşklerin iç hizmetlerinde aşçı, garson, kamarot ve temizlik görevlisi olarak çalışıyorlardı. Erkeklerse dış hizmetleri görüyorlardı. Onlar şoför, bahçıvan ya da bekçiydiler. En az birkaç dönüm bahçe içindeki bu muhteşem konutlarda çalışmak bir ayrıcalıktı. Çünkü Bornova’da işveren, parmakla sayılacak kadar azdı. Sonuç olarak herkes, büyük patron Giraud’nun, yoksul bir Türk’le evlendiğini duydu. Üstelik bu kadın Müslüman’dı. Görülmüş şey değildi. Giraud, birkaç yüzyıl önce İzmir’e gelip yerleşmiş saygın, köklü ve varlıklı bir Levanten ailenin son reisiydi. Fransız asıllıydı ama soy ağacında İngiliz kanı da vardı. “Levanten”, Avrupalıların birbirleriyle, bazen de Anadolu Ortodokslarıyla (Rumlarla) yaptıkları evliliklerden doğan çocuklara verilen bir sıfattı. Belki de bu nedenle, aynı köşkte birkaç dil (İngilizce, Yunanca, İtalyanca, Fransızca, Almanca) birden konuşulabilirdi. Giritli göçmenlerin Levanten evlerinde iş bulmaları, bu nedenle çok kolay oluyordu. Çünkü Yunanca konuşabiliyorlardı. Son yüzyılın Osmanlı Türkiye’sinde asıl efendiler, Levantenlerdi. Devlet yönetiminde görev almıyorlar, askerlik yapmıyorlar, hatta kapitülasyonlar yüzünden vergi bile ödemiyorlardı. Tam 400 yıldır, Chios’u (Sakız Adası’nı) geçiş noktası olarak kullanıp İzmir’e geliyorlar; kendi ülkelerindeki mimari tarzlarına uygun görkemli konaklar, köşkler yapıp yerleşiyorlardı. Bankacılık onların elindeydi; devlet yöneticilerine kredi vermeyi reddettikleri bile oluyordu. İthalat, ihracat yapıyorlar; ticareti, deniz ulaşımını, sanayi tesislerini ellerinde bulunduruyorlardı. En son gelişmeleri onlar biliyorlardı, çünkü eğitimliydiler. Spor tesisleri kuruyorlar, tiyatroya, sinemaya gidiyorlar, kendi evlerinde birer kütüphaneye sahip olabiliyorlardı. Yeraltı kaynaklarımızı bile onlar buluyor; tarımda, mimarlıkta, akla gelebilecek her alanda kalıcı eserler ortaya koyuyorlardı. Içlerinden biri, bir padişahı konağında ağırlıyordu. Bir diğeri, İzmir Valisinin de katıldığı baloda, önemli konukları eğlendiriyordu. Aralarında Osmanlı’nın “Amirallik” rütbesine layık gördüğü kişiler bile vardı. Her şeyden önce “Patron” dular, işverendiler. Sonu gelmez savaşlar yüzünden eğitimsiz ve becerisiz kalmış Türkler için ekmek kapısı yaratıyorlardı. Saygı görmeyi hak ediyorlardı. Nitekim İzmir’de birkaç zengin Türk vardı ama onlar da “Tilkilik” denen semte sıkışmış kalmışlardı: Evliyazadeler, Fesçizadeler (annemin dedesi) gibi adlarla anılıyorlardı. Türklerin ticaret yapması, Levantenlerden destek almalarına bağlıydı. Ülkenin asıl efendileri Türkler değil, Levanten işadamlarıydı. Her biri birer beyefendi görünümündeydi. Ancak aralarından bazıları işgal güçlerini gizlice ya da açıkça desteklediler, güya sermayelerini korudular. İzmir’in kurtuluşunda, Ermeni çetelerin çıkardığı yangın- da onlar da tüm servetlerini yitirip kaçtılar. Cumhuriyet’in ilanından sonra İzmir’de kalan Levanten sayısı oldukça azalmıştı. Türklerle evlenmedikleri için kimliklerini koruyorlar ve asimile olmuyorlardı. Ama sonunda kural bozuldu. Hem de ne bozulma. Hayriye, Giraud Ailesi’ne gelin geldi (Öndeş, 2010, s. 7-12, 299). Bunu, herkes yadırgadı. Babamın çocukluğunda Bornova’da yaşayan pek çok Levanten aileden en ünlüleri şunlardı: Whittall, Aliberti, Aliotti, Arcas, Baltazzi, Bragiotti, Febes, Pellegrini, Pennetti, Sponza ve Giraud. Çoğu Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından restore edilen Levanten Köşkleri, bugün bile eski görkemli yıllarını anlatabilmektedir. Yoksul göçmen kızı Hayriye, böyle bir köşkün hanımı olmayı, rüyasında bile göremezdi. Üstelik, yerli bile değildi ama Öndeş (2010), Hayriye’ye ilişkin en ufak bir bilgi vermemiş. Levantenler’in Türkler’le evlenmeme kuralını yıkıp asimile olmalarının önündeki engeli aşan ilk kadın olması bakımından Tatar Hayriye’nin tarihi bir kimlik olduğunu kabul etmek ve onu tanımak gerekir. Üstelik evlendiği adam, acemi bir delikanlı değil, çapkınlıklarıyla ünlü (Öndeş, 2010, s. 239), deneyimli, varlıklı ve kültürlü bir adamdır. İzmir’in en köklü Hıristiyan ailelerinden birinin son reisidir. Oğulları, fabrikalarını yönetmektedir. Atatürk, bir Giraud yatında dolaşarak, Ilıcadaki yalısında kalarak bu aileyi onurlandırmıştır. (Egeden, Yıl:2, Sayı:1, Yaz 2010, s.37) Kimse nedenini tam olarak çözemese bile, Giraud’nun kendisinden 20 yaş küçük ve avantajsız bir kadınla evlenmeyi -gerçekten- istediği çok açıktır. Hayriye’nin her arzusunu yerine getirmektedir. Önce çocuklarının annesinden boşanmış, sonra din değiştirip Müslüman olmuştur. Sünnet olmayı bile kabul etmiştir. Bu olay, (ilk ve son olarak) Levanten tarihine geçmiştir. Büyük bir aşk mı, tutku mu, yoksa samimi bir inanç ve din değişikliği midir, anlaşılamamıştır. Giraud Köşkü’nün yeni hanımı, artık Hayriye imiş. Bir yıl sonra Edmund Giraud, nur topu gibi bir oğula sahip olmuş. Hayriye Hanım, evinde olduğu kadar fabrikaların yönetiminde de söz sahibiymiş. Eşiyle, sanki arkadaşmış gibi şakalaştığı konuşulmaktaymış. Belli ki mutluymuşlar. Hayriye oğlunu “Osman”, ağabeyleri ise “Osmond” olarak çağırırmış. Osman, babamdan üç sınıf altta ama aynı okulda okuyormuş. Bazı günler, gri bir Ford otomobilin arkasında oturan Hayriye Hanım, oğlunu almak için Kars İlkokulu’nun kapısına gelip beklermiş. Bazı günlerde de arabasından inip sağa sola emirler verirmiş. Babamın çocukluğunda, pek az özel araç olduğundan “Gri Ford” unutulmazmış. Üstelik sürücüsü Kızılay Mahallesi’nde oturuyormuş: Arnavut Hasan. Zamanın Başbakanı Adnan Menderes, 1955’te Ege Üniversitesi’nin açılışını yapmaya geldiğinde, Giraud Köşkü’nde kalarak bu aileyi onurlandırmıştır. Zaten Bornova’da, o tarihte, bir tek otel bile yoktur. Bornova’nın en varlıklı ailesi olarak bu görevin Giraud’dan beklendiği açıktır. Hayriye Hanım’ın ev sahibesi olarak başarılı olduğu, uzun süre konuşulmuştur. Hayriye Hanım’ın mutluluğu ne yazık ki uzun sürmemiş; çok sevdiği eşini, 1963 yılında toprağa vermiştir. Ancak Edmund H.Giraud’u seven sadece o değildir. Adamın ilk eşinden olan Giraudlar, Osman’ın ağabeyleri, baba Giraud için kilisede de dini tören yapmada ısrarcı olmuşlar ve bunu gerçekleştirmişlerdi. Ancak eşini Müslüman mezarlığında toprağa vermeden önce Hayriye Hanım, camideki bütün dini vecibeleri yerine getirmişti. Kadıncağız, bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da eşini yanında istiyordu. Nitekim birkaç yıl sonra Hayriye Hanım da gözlerini yumdu. Hiçbir engel onları ayıramadı: Hayriye Hanım, eşine daima sahip çıktı. O, ne istediğini bilen ve elde eden güçlü bir kadındı. Şark Sanayi, Alsancak’ta; Pamuk Mensucat, Halkapınar Deresi’nin kıyısındaydı (şimdiki Gıda Çarşısının yanı). Kızılay Mahallesi sakinleri, Pamuk Mensucat’ta çalışırdı. Gülcemal Hanım, Mustafa Topçubaşı, Recep Dağdeviren, Halihuti Hüseyin, Şükrü Bora, Kuko Hasan, Kamber Acar ve Amcam Haydar Demir, babamın ilk aklına gelen isimlerdi. Şef Mehmet Özkasap’tı. Haydar Demir ile Kamber Acar, sendika temsilcileriydiler. Ne yazık ki Edmund M. Giraud’un ölümünden sonra, fabrika yönetiminde aşılmaz sorunlar başlamış olmalı; işçiler tensikata uğradı (işten çıkarma). Herkes başının çaresine bakmak zorunda kaldı. Kimisi bakkal dükkanı, kimisi kahve açtı. Amcam Haydar, Bornova Belediyesi’nde çalışmaya başladı: Ambar Ayniyat Muhasibi oldu. Düzen bozuldu, Hayriye Hanım’ın gücü bile fabrikaları kurtarmaya yetmedi. Pamuk Mensucat’ı, Kula Mensucat satın aldı. BAHAR 2011 63 Halil İbrahim Kütüphanesi Başlarda haftada 2 gün hastalara kitap dağıtan Halil İbrahim Kütüphanesi artık hafta içi her gün gezici kitap servisi sunuyor. 64 K endisi de bir kitap kurdu olan Halil İbrahim Bey’in bir hayali ile başlamış her şey. Bir filmde hapishanedeki mahkumlara kitap dağıtıldığını görünce kendi çalıştığı iç hastalıkları servisinde sağlık sorunları nedeniyle kalmak zorunda olan hastalara ve refakatçilerine kitap dağıtmak gelmiş aklına. Uzunca bir süre kendi deyimiyle “çekinmiş” bu fikri hocalarına açmaya... Fakat sonunda 2005 yılında Tıp Fakültesi İç Hastlıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Fehmi Akçiçek’le paylaşmış düşüncesini: “Bizim serviste yatan hastalar ve refakatçiler zamanlarını bomboş geçiriyorlar. Mesai saatlerimin dışında, bir araba yapıp gönüllü olarak hastalara kitap dağıtmak isiyorum.” Prof.Dr. Akçiçek’in de büyük bir hevesle bu işe destek olmasıyla, Halil İbrahim ...., kitap dağıtmak için nasıl bir araba yapılabilir diye kütüphaneleri dolaşmış önce. Kendisi evinden getirdiği kitaplara hocaların getirdiklerini de eklemiş ve Pazartesi ve perşembe günleri mesai sonrası İç Hastalıkları Servisi’nde odaları gezmeye başlamış. “Keşke eğitime bizim de bir katkımız olsa düşüncesiyle” başladığı bu gönüllü kitap dağıtımına artık her gün mesai bitimi devam ediyor Halil İbrahim Bey... “Geçen gün 17 kitap verdim. Bu çok iyi bir sayı. Bir günde ne kadar çok kitap verirsem o kadar mutlu oluyorum” diyor ve hemen ekliyor: “Ama günde bir tane de versem dağıtıma çıkarım. Benim dileğim okuyan insan sayısının artması…” Başlarda hastaların ücretli zannetiği bu kitap dağıtımını duyurmak ve hastaların dikkatini çekmek için küçük de bir zil edinmiş... Bir yandan zili çalıp bir yandan da “Ücretsiz kitap servisi” diyerek hastaların dikkatini çekmeyi başarmış. Önceleri hastaların “ücretsiz kitap olur mu” sorularıyla karşılaşmış ama bunun bir ödünç verme sistemi olduğunu, okuduktan sonra kitabı geri vermeleri gerektiğini anlatmış hastalara... Ama bir üzüntüsü var Halil İbrahim Bey’in. Bazı hastalar bitiremedikleri için yanlarına alıyorlarmış kitapları hastaneden ayrılırken... “Keşke tekrar kontrole geldiklerinde ya da kitabı bitirdiklerinde geri getirseler... Kitapların okunması, eve götürülmesi hoşuna gidiyor Halil İbrahim Bey’in, ama burada kitap soran başka hastalar olduğunun da unutulmamasını istiyor. Rüya tabirlerinden klasiklere oldukça geniş bir yelpazede 2 bin kitap yer alıyor Halil İbrahim Kütüphanesi’nde. Üstelik kütüphaneden sadece hastalar değil, doktorlar, hemşireler ve diğer hastane personeli de faydalanabiliyor. Bazen aranan kitabı evdeki kendi kütüphanesinden temin ediyor Halil İbrahim Bey. Ancak son çıkan kitapları okurlara sunmakta zorlanıyor Halil İbrahim Kütüphanesi. Okuyucuların tercihleri ise farklı farklı... Rüya tabirleri mesela bir hastanın sorusu üzerine eklenmiş kütüphaneye. Bunun yanı sıra dünya klasiklerini soranlar olduğu gibi çok satanları da soranlar oluyormuş. BAHAR 2011 65 BEYCESULTAN KAZILARI Doç. Dr. Eşref ABAY Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü B atı Anadolu’nun en büyük höyüklerinden biri olan Beycesultan, Denizli ili Çivril İlçesi’nde, ilçe merkezinden 5 km güneybatıda, Çivril-Denizli karayolunun hemen sağında yer alır. Adını, üzerinde türbesi bulunan Anadolu Alpereni Beyce Sultan’dan alan höyük, doğu-batı yönünde yaklaşık 800 metre çapında olup ova seviyesinden itibaren 25 metre yüksekliğe sahiptir. Yukarı Menderes Havzası gibi stratejik bir coğrafi bölgede bulunan yerleşim yerinde ilk kazı çalışmaları, 1954 yılında Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü adına Seton Lloyd ve James Mellaart tarafından başlatılmıştır. Bölgenin tarih öncesi çağlarını araştırmayı ve özellikle M.Ö. 2. binyılda Hitit ve Mısır yazılı kaynaklarında sözü geçen ve Batı Anadolu’da yer aldığı düşünülen Arzawa Ülkeleri ile ilgili belgelere ulaşmayı amaçlayan bu kazı çalışmaları, 1959 yılında herhangi bir yazılı belgeye ulaşılamadan sonlandırılmıştır. Söz konusu çalışmaları sonucunda, yerleşimde Geç Kalkolitik Çağdan (M.Ö. 4000) başlayıp Geç Tunç Çağ (M.Ö. 1200) sonuna kadar kesintisiz devam eden 40 kültür tabakası tespit edilmiştir. Bu çalışmalar sırasında yerleşimde ilk iskânın başladığı Geç Kalkolitik 66 Çağ’a ait tabakalar, oldukça dar bir alanda araştırıldığından dönemin kültürünü anlamamıza yarayacak kadar veri elde edilememiştir. Bu döneme ait tabakalarda yalnızca megaron planlı yapıların varlığı ve bu yapıların içlerinde ocakların, kilden sekilerin ve siloların bulunduğu tespit edilebilmiştir. Erken Tunç Çağ olarak adlandırılan M.Ö. 3. bin yıllarda Anadolu, Suriye ve Mezopotamya arasında gelişen ticari ve siyasi ilişkilerin oluşturduğu etkileşim ve zenginlik, tüm Anadolu’daki yerleşimlerde olduğu gibi Beycesultan’da da etkisini göstermiştir. Kazılarda tespit edilen mermer idoller, tunçtan yapılmış eserler ve çarkın se- ramik yapımında kullanılması bu ilişkilerin göstergesi olmalıdır. Bu dönemle birlikte Beycesultan’da tapınaklar inşa edilmeye başlamıştır. Batı Anadolu’da ilk tapınak örneklerini oluşturan Beycesultan tapınakları genel olarak önde kutsal oda ve arkada rahip odasından oluşur. Kutsal odada kilden steller, tanrıyı sembolize eden çift boynuzlar ve bunlara bitişik daire şeklinde kilden sunaklar yer alır. Duvarlar boyunca kilden sekiler, silolar, çok sayıda sunu ve ayinlerde kullanıldığı anlaşılan çanak çömlekler, tapınak odaları içinde tespit edilen buluntuları oluşturur. Batı Anadolu’nun genelinde ve Beycesultan’da Erken Tunç Çağlarda görülen bu zenginliği ve gelişmiş şehir kültürünü oluşturan halkların kimler olduğu, bu dönemlerde Anadolu’da yazının henüz kullanılmaması sebebi ile bilinmemektedir. Fakat bu dönemin son çeyreğinde (yaklaşık olarak M.Ö. 2300) bölgeye Luviler olarak adlandırılan ve Hititler gibi Hint-Avrupalı olan kavmin geldiği bilinmektedir. Beycesultan’da bu dönemde görülen yangın ve yıkımın sebebi bu kavmin bölgeye gelmesi olarak gösterilmiştir. Hitit yazılı kaynakları ve Batı Anadolu’da tespit edilen Luvi hiyeroglif yazısı ile yazılmış kaya anıtları, bu kavme ait grupların Batı Anadolu’nun büyük bir kısmına yayıldığını ve M.Ö. 2. binyılda burada Assuwa, Mira, Kuwaliya, Seha Nehri Ülkesi, Wiluşa gibi yerel beylikler kurduklarını göstermektedir. Hitit kaynaklarında “Arzawa Ülkesi” ya da “Arzawa Ülkeleri” olarak adlandırılan Batı Anadolu topraklarında kurulmuş bu beyliklerin lokalizasyonu ile ilgili henüz kesin veriler elde edilememiş olsa da, Beycesultan’ın söz konusu bu beyliklerden Kuwaliya Ülkesi’nin başkenti olduğu tahmin edilmektedir. Beycesultan’nın M.Ö. 2. binyılın ilk yarısına, Orta Tunç Çağ dönemine tarihlenen tabakalarında (V-IV tabakalar) tespit edilen kamusal yapılar buranın önemli bir şehir olduğunu doğrulamaktadır. Bu kamusal yapılar içinde en dikkati çeken, höyüğün doğu konisi üzerinde geniş bir alanda açığa çıkarılan ve “Yanık Saray” olarak adlandırılan V. tabakadaki yapı kompleksidir. İlk dönem İngiliz kazıları sırasında büyük bir kısmı açığa çıkarılmış olan söz konusu saray yapısı, portikolu büyük bir avlunun etrafında inşa edilmiş mekânlardan ve koridorlardan oluşmaktadır. İki katlı olduğu tahmin edilen yapının kuzeyinde, güneyinde, batısında ve doğusunda birer giriş tespit edilmiş olup ana girişinin henüz kazılmamış olan güneybatı kısmında olabileceği tahmin edilmektedir. Yıkıntılar arasında tespit edilen boya kalıntıları, söz konusu yapının bazı mekânlarının, çağdaşı Yakındoğu saraylarında olduğu gibi duvar resimleri ile süslendiğini göstermektedir. Etrafı bir sur duvarı ile çevrelenmiş, oldukça zengin ve iyi planlanmış bir şehir görünümü veren Beycesultan’ın bu dönemde birçok kez Hititlerin saldırılarına maruz kaldığı ve yıkıldığı tahmin edilmektedir. Defalarca tekrar inşa edilen yerleşim M.Ö. 2. binyılın son çeyreğine tarihlenen Geç Tunç Çağ’da da küçük saray ve ikiz tapınaklar gibi kurumsal yapıları ile şehir karakterini korumaya devam etmiştir. Bu dönemde yaklaşık 3 metre genişliğinde ve çakıl döşeli caddelerin doğu-batı yönünde şehri boydan boya geçecek şekilde planlandığı ve bu caddeler üzerinde çok odalı, zengin evlerin ve dükkânların bulunduğu görülmektedir. İngiliz kazılarının sonuçları Geç Tunç Çağ’ın sonunda, yaklaşık olarak M.Ö. 1200’lü yıllardan itibaren Beycesultan’ın bölgenin merkezi olma özelliğini yitirdiğini ve takip eden dönemlerde şehir karakterini kaybedip bir köy yerleşimine dönüştüğünü işaret etmektedir. Yeni Dönem Kazı Çalışmaları 2007 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nden alınan kazı izniyle, Beycesultan Höyüğü’nde 48 yıl aradan sonra kazı çalışmaları Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü adına tekrar başlatılmıştır. Beycesultan Höyüğü’nde kazı çalışmalarına başlamamızın temel üç amacı bulunmaktadır. Amaçlarımızdan ilki, Beycesultan’ın içinde yer aldığı Anadolu’nun önemli kültür bölgelerinden birisi olan Yukarı Menderes Havzası’nın tarihini, kültürlerini ve bu kültürlerin ekonomik ve siyasi gelişmişliklerini araştırmaktır. İlk dönem İngiliz kazılarının kısa süreli olması, dar alanlarda yapılması, çalışmalarda eski kazı yöntemlerinin uygulanmış olması, disiplinler arası çalışmaya önem verilmemesi, araştırılan dönemlerde toplumsal ve siyasal analizler yapmaya yarayacak verileri ortaya koyamamıştır. Beycesultan kazılarını tekrar başlatmamızın bir diğer amacı bölgesel kronolojinin oluşturulmasıdır. Gerek ilk dönem Beycesultan kazıları, gerekse bölgede yapılmış diğer kazı çalışmaları henüz Batı Anadolu kronoloji tartışmalarına kesin bir çözüm getirmemiştir. Modern arkeolojinin yöntemlerine ve disiplinler arası arkeolojik araştırmalara ağırlık vererek yürüttüğümüz yeni dönem Beycesultan kazı çalışmaları, ilerleyen yıllarda söz konusu bu tartışmalara önemli katkılar sağlayacaktır. Yeni Dönem Beycesultan kazı çalışmalarının bir diğer amacı ise, bölgenin M.Ö. 2. binyıla ait siyasi ve kültürel tarihinin araştırılmasıdır. Bugüne kadar Batı Anadolu’da birkaç kaya kabartması ve hiyeroglif yazıt dışında henüz kazılarda ortaya çıkarılmış yazılı bir belge bulunmamaktadır. İlk Beycesultan kazılarında açığa çıkarılan saray yapısı, yerleşimin büyüklüğü ve konumu Beycesultan höyüğünün o dönemde önemli bir merkez olabileceğine işaret etmektedir. Bu sebeple Beycesultan’da yürüttüğümüz kazı BAHAR 2011 67 çalışmalarının bölgenin M.Ö. 2. binyıldaki siyasi tarihine ışık tutacak yazılı kaynaklara ulaşmamızı sağlayacağını düşünmekteyiz. 2010 yılı itibari ile halen devam etmekte olan kazı çalışmaları, ağırlıklı olarak yerleşimin batı konisi üzerinde 20x30 m genişliğinde bir alanda (N27 ve M27 plankareleri) yürütülmektedir. Bu çalışmalar sonucunda, henüz Selçuklu-Beylikler, Bizans ve Geç Tunç Çağ’a ait kültür tabakaları açığa çıkarılmış ve araştırılmıştır. Yerleşimin en geç kültür dönemini oluşturan SelçukluBeylikler Dönemi’ne ait kalıntıların höyüğün yüzeyinde olması, bunların modern tarım faaliyetlerinden olumsuz etkilenmelerine sebep olmuştur. Büyük tahribatın görüldüğü bu döneme ait tabakalarda çok az mimari kalıntı tespit edilebilmiştir. Parçalar halinde açığa çıkarılan taş duvar kalıntıları bu dönemdeki mimari gelenek ve yerleşim planı hakkında yeterli bilgi sunmaktan uzaktırlar. Buna rağmen bu tabakalarda tespit edilen sikkeler, zengin seramik repertuvarı ve küçük buluntular yerleşimin bu dönemde çevre bölgeler ile yoğun ilişkiler içinde olduğunu gösterir niteliktedir. Yeni dönem kazıları sonucu Beycesultan’da açığa çıkarılan ikinci kültür evresi Bizans Dönemi’ne aittir. Selçuklu-Beylikler Dönemi’ne ait kalıntıların kaldırılması sonucu açığa çıkarılan bu dönem tabakalarında kuzey-güney, doğu-batı yönünde uzanan, taş döşemeli iki sokak etrafında yer alan iki yapı kompleksi tespit edilmiştir. Bu dönem boyunca üç kez yıkılıp tekrar inşa edilmiş olan bu yapı komplekslerinin henüz kazılmamış alanlara doğru genişlediği görülmektedir. Ağırlıklı olarak taştan inşa edilmiş olan yapılarda kiremit parçalarının, taşlar arasında örgü malzemesi olarak kullanıldığı “almaşık örgü duvar” adı verilen duvar tekniği de uygulanmıştır. Dönemin sonlarında ise taş temel üzerine kerpiç kullanımının tercih edildiği görülmektedir. Yapıların tabanları 40x40 cm boyutlarında fırınlanmış kerpiçlerle kaplanmış ve duvarları kil ile sıvanmıştır. Mekânlar içinde ve zemin altına gömülü olarak bulunan büyük depo küpleri içlerinde arpa, ekmeklik buğday ve burçak tespit edilmiştir. Bu döneme ait tabakalarda tespit edilen seramik örnekleri çoğunlukla günlük kullanıma yönelik, pişirme kapları ve 68 depolama kaplarından oluşmaktadır. Bizans Dönemi için karakteristik olan ve büyük Bizans Merkezlerinde sıkça görülen kaliteli yeşil sırlı seramikler, oldukça sınırlı sayıda ele geçmiştir. Tamamı astarsız ve perdahsız olan günlük kullanıma yönelik seramikler içinde çanak ve çömleklerden oluşan pişirme kapları ve yivli amphoralar çoğunluktadır. Mekânlar içinde tespit edilen sikkeler arasında yer alan elektron bir sikkenin Nicephorus III Botaniates’e ait olduğu ve 1078-1081 yılları arasına tarihlendiği anlaşılmıştır. Gerek amphoralar gerekse elektron sikke bu döneme ait tabakaların M.S. 9.-12. yüzyıla tarihlenmesi gerektiğini göstermektedir. Metal çiviler, cam, kil, fildişi ve kemikten yapılmış küçük buluntular, altın yüzük dışında bu dönemde dikkat çeken bir başka buluntuyu 13 cm. boyutunda kemik üzerine işlenmiş bir figürin oluşturmaktadır. Arka yüzü işlenmeden bırakılmış bir kemiğin ön yüzüne ayakta durur vaziyette haçlı atkısı ile bir piskopos tasvir edilmiştir. Betim alçak kabartma ve yer yer kazımalarla oluşturulmuştur. Gövdenin alt kısmında sonradan özensizce kazınmış ve Basileos [ΒΑΣΙΛΕΟΣ] ismini içeren bir yazıt bulunmaktadır. Bu yazıt figür üzerine sonradan kazınmış olsa da söz konusu bu figürünin Bizans kilise babaları arasında tasvir edilen Kayserili piskopos Büyük Basileos (y. 329-379) olabileceğini ifade eder. Kemik eserler arasında şimdilik benzerini bilmediğimiz bu eser, Prof. Dr. Zeynep Mercangöz tarafından işçilikteki ayrıntılar ve stil özellikleri dikkate alınarak M.S. 11.-12. yüzyıllara tarihlendirilmiştir. M.S. 1176 yılında Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan ile Bizans imparatoru I. Manuel Komnenos arasında yapılmış olan Miryokefalon savaşının Beycesultan’a yakın Düzbel Mevkiinde ya da Küfü Çayı Vadisi’nde yapıldığı tahmin edilmektedir. Selçukluların zaferi ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Selçukluların bölgeye yerleşmesi Beycesultan’da Bizans Dönemi’nin sona ermesine sebep olmuş olmalıdır. 2009 ve 2010 yıllarında yerleşimde araştırmaya başladığımız Geç Tunç Çağ evresi gerek mimari kalıntıları gerekse diğer buluntuları ile yerleşimin planlanması ve bölgenin tarihi süreci ile ilgili yeni veriler ortaya koymaktadır. N27 ve M27 plan karelerine denk gelen kazı alanında Bizans yapı kalıntılarının kaldırılması sonucu açığa çıkarılan bu döneme ait tabakalardan henüz ikisi araştırılmış- tır. Söz konusu tabakalardan en üste olanı Bizans Dönemi çöp çukurları ve inşa faaliyetleri tarafından yoğun olarak tahrip edildiğinden sadece bir yapıya ait olduğu anlaşılan taş temel üzerine kerpiçten inşa edilmiş duvar kalıntıları korunmuştur. Bu tabakanın hemen altında açığa çıkarılan Geç Tunç Çağ’ın erken tabakası ise son derece iyi korunmuştur. Söz konusu bu tabakaya ait mimari yapılar tüm yerleşimi kapladığını tahmin ettiğimiz büyük bir yangın ile yıkılmışlardır. Kazı alanımız içinde açığa çıkardığımız mimari yapılar doğu-batı yönünde uzanan bir sokağın güneyinde yer alan tapınak, depo binası ve evlerden oluşmaktadır. Bu yapılara ait bazı mekânların yangın sonrası terk edildiği bazılarının ise çeşitli değişiklikler ve onarımlar yapılarak tekrar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Taş temel üzerine kerpiçten inşa edilmiş olan yapıların duvarları yarım metre kalınlığında olup kalın bir kil sıva ile sıvanmışlardır. Mekânların zeminlerinde de kalın kil sıvaya rastlanmaktadır. Mekânların birçoğunun içinde zengin buluntular yanında, yangın sonucu oluşmuş yıkımın ve tahribatın izleri görülmektedir. Her mekânda tespit ettiğimiz çok sayıdaki insan iskeleti ve bazı iskeletlerin tahıl ambarları içinde ve depo küpleri içinde saklanır vaziyette bulunmaları söz konusu bu yangının bir istila sonucu oluşmuş olma ihtimalini artırmaktadır. Bazı iskeletlerin kafatasının içinde kömürleşmiş beyin kalıntıları saptanmıştır. Mekânlar içinde tespit ettiğimiz depo küpleri içindeki tahıl örneklerinden elde ettiğimiz C14 tarihlemeleri söz konusu istilanın M.Ö. 1430 yıllarında olduğuna işaret etmektedir. Bu istila Hitit yazılı kaynaklarında bahsi geçen Hitit kralı II. Tudhaliya’nın Arzawa Ülkeleri’ne seferinin bir sonucu olabilir. Büyük bir yangınla yıkılmış olan bu tabakanın mimari yapıları arasında en dikkati çeken yapı 2,50 m x 4,00 m boyutlarındaki megaron formlu tapınaktır. Bir ön oda (ante) ve kutsal odadan (cella) oluşan yapının kutsal odasının ortasında bir sunak yer alır. Girişin tam karşısında inşa edilmiş olan sunak, dikdörtgen şekilli bir panelden, bu panelin hemen önünde bir platform üzerinde yükselen tanrı sembolü iki standarttan ve standartların hemen güneyinde bir kısmı platform içine gömülmüş bir sunu kabından oluşmaktadır. Üst kısımları boynuz şeklinde tasarlanmış olan standartların üzerinde iç içe konsantrik dairelerden oluşan baskı bezemeler bulunmaktadır. Kutsal oda içinde üzerinde şematize insan yüzü olan bir çömlek, iki adet boynuz şeklinde yapılmış kap desteği ve birçok tüm kap tespit edilmiştir. Tapınağın ön odasında ise ritüellerde kullanıldığını tahmin ettiğimiz çok sayıda yüksek ayaklı kadeh, ağırşaklar ve bir çok aşık kemiği tespit edilmiştir. Söz konusu tapınak dışında tapınağın doğusunda, içinde büyük depo küplerinin bulunduğu bir depo binası, bir avlu ile caddeye açılan bir eve ait mekânlar bu döneme ait tespit ettiğimiz diğer mimari yapılardır. Söz konusu evin yaşam alanı olarak kullanılmış mekânı içinde depo kapları, ocak, öğütme taşları ve duvarlar boyunca uzanan sekileri bulunmaktadır. Bu mekânın güney duvarı üzerinde bir kapı ile ulaşılan küçük depo odası içinde büyük depo küpleri ve duvarlara bitiştirilmiş ambarlar yer alır. Birçok mekânını tespit ettiğimiz yapının tamamı henüz açığa çıkarılamamıştır. Söz konusu yapılardan tespit edilen çok sayıda çanak ve çömlek örneği dışında, çarık biçimli tören kabı ve deniz kabuğundan kolye örnekleri dikkati çekmektedir. 2007 yılı kazı çalışmalarında yerleşimin batısında ova içinde yapılan incelemelerde modern tarım faaliyetleri sonucu tahrip olmuş küp ve taş sandık şeklinde bir dizi mezar tespit edilmiştir. Söz konusu mezarlardan küp mezarlar Tunç Çağlar’a ve Demir Çağa tarihlenirken taş sandık mezarlar Bizans Dönemi’ne aittir. Mezarların farklı dönemlere tarihlenmeleri bu alanın her dönemde yerleşimin mezarlık alanı olarak kullanılmış olduğunu göstermektedir. Ağız kısmı doğuya gelecek şekilde doğu-batı doğrultulu olarak yerleştirilmiş küpler içine, gömüler hocker pozisyonunda yatırılmış olup küplerin ağız kısımları yassı bir taş ile kapatılmıştır. Doğu-batı yönünde konulmuş Taş Sandık mezarlarda ise ölüler sırt üstü yatırılmış olup baş batı yönündedir. Mezarlarda ölü hediyesi olarak boncuklar, bronz ve gümüş yüzükler ile saç iğneleri tespit edilmiştir. Henüz dördüncü yılını dolduran Beycesultan kazı çalışmalarının ilk sonuçları Batı Anadolu arkeolojisi için önemli veriler ortaya koymaktadır. Özellikle Geç Tunç Çağ tabakalarından elde ettiğimiz C14 tarihlemeleri, şimdiden İngiliz kazılarının ağırlıklı olarak rölatif tarihleme metotlarını kullanarak yapmış oldukları tarihlerin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Tespit ettiğimiz yeni tarihler Batı Anadolu Geç Tunç Çağ kronolojisinin doğru kurgulanmasına önemli katkılar sunacaktır. Ayrıca Geç Tunç Çağ tabakalarında bir cadde üzerinde evler ile birlikte tespit ettiğimiz tapınak yapısı yerleşimin sadece bir alanında tapınakların inşa edildiği şeklindeki öngörülerin doğru olmadığını, tapınakların şehrin muhtelif yerlerinde bulunabileceğini göstermektedir. Gelecek yıllarda Beycesultan’da yürüteceğimiz kazı çalışmalarımızın Batı Anadolu’nun tarih öncesi kültürlerini daha iyi anlamamızı ve Batı Anadolu tarihi coğrafyasını kurgulamamız için gerekli verileri ve yazılı belgeleri sağlayacağına inanmaktayız. BAHAR 2011 69 TIP DÜNYASINDAN “Palyatif bakım bir insanlık hakkıdır” A hasta yakınları ne yapacağını cı çeken ve başkalaTürkiye’nin ilk Palyatif Bakım bilemez bir halde çaresizce rının yardımına muhUygulama ve Araştırma Merkezi Ege sağa sola koştururlar. Hasta taç hastalara yönelik acı çeker, ağrı çeker. Hasta kapsamlı bir çalışma ne yazık ki Üniversitesi’nde açıldı beslenemez ve hastanın yok. Çevremizde zaman zaman psikolojisi bozulur. duyduğumuz “Doktorlar da Ona yardım eden aile yakınları, ümidi kesti ve eve gönderdiler” cümHangi hastalar veya hastalık türleri lesi hastaların bir nevi kaderlerine terk palyatif bakımın alanına giriyor? hastanın annesi, babası, kardeşi hepsi edilmesi anlamına geliyor. Gelişmiş Palyatif bakım kapsamında çizilen ağır bir psikolojik yük çekerler. Tabii ülkelerde bir insan hakkı olarak uyguçerçeve nedir? bu öncelikle kanser hastaları için gelanan palyatif bakım ise hastalar kadar Hayatı tehdit edici hastalığı olan çerli bir şey. Alhzhemier hastalarının hasta yakınlarına da yardımcı olacak hastalar düşünün. Bu hastalar kanser, da benzer şekilde bakımları zor. Evde nitelikte. Türkiye’de ilklere alışık olan alhzehimer, diyabet veya felç hastala- bakılması gereken kişiler. HastaneEge Üniversitesi palyatif bakım ile ilgili rı olabilir. Yatalak hastalar olabilir. lerde bu kişiler için yer ve yatak yok. Türkiye’nin ilk araştırma ve uygulama Birde hayatının son dönemine Bu kişiler ile ilgilenecek doktor da merkezini açarak yine bir ilki gerçekyaklaşmış ölüme yakın hastalar bulamazsınız. Çünkü bakımları çok leştirdi. Ülkemizde hayal aşamasını olabilir. Tabii bunlar arasında en çok kronik ve süreğendir. Felç hastaları da burada örnek olarak verilebilir. geçerek uygulama aşamasına gelen problemle karşılaştığımız kanser Felç olan, konuşamayan, vücudunun palyatif bakımı Türkiye’nin ilk palyatif hastaları oluyor. büyük bir kısmını hareket ettiremebakım araştırma ve uygulama Merkez Bu kanser hastaları özellikle hasyen yatağa bağımlı hastalar. Bunları Müdürü Doç.Dr. Rüçhan Uslu ile kotalıkları ilerlediği ve artık tıbbi olarak nuştuk. Palyatif bakımın bir insan hak- pek bir şey yapılması mümkün olmadüşündüğünüz zaman bu hastaların kı olduğunu belirten Doç.Dr. Uslu “Hiç genel ihtiyaçları var. Başta ağrı tedadığı zaman bu kişilere yardım edecek kimseye hayır diyemeyeceğiniz bir şey insan pek bulamıyorsunuz. Hastalar, visi, beslenmelerinin ayarlanması, bu. Devletseniz, sağlık bakanlığıysanız hayatının son döneminde oldukları rehabilitasyonlarının yapılması, psikoya da sosyal güvenlik kuruluşuysanız zaman genelde doktorlar ve hastane- sosyal sorunlarının giderilmesi. Bu bu hizmeti vermek zorundasınız” diye nedenle baktığımız zaman paliyatif ler bu hastaları pek kabul etmezler. ekliyor. Evlerine gönderirler. Hasta ve bakım otomatikman bir insan hakkı 70 durumuna geliyor. Zaten şu anda sırf insan olmanızdan dolayı bu hakka sahipsiniz. Bu devletin bir vatandaşıysanız devlet veya sosyal güvenlik kurumu size bu hizmeti vermek zorunda. Ancak tabi şöyle bir program var ülkelerin gelişmişlik düzeylerine paralel olarak yeterli ekonomik güce ve yeterli personel sayısına ulaşmadan bu hizmetleri vermeye kalkışmak hayal olur. Bunun bir Afrika ülkesinde yapılmasını bekleyemezsiniz. Çünkü zaten orada bir tane aspirin bulmak bile çok büyük bir şey. Bir ülkenin temel sağlık hizmetlerinin verebiliyor olması palyatif bakımı uygulamasında önemli bir etken mi? Temel sağlık hizmeti veremeyen hiç kimse palyatif bakımı gündemine alamaz. O nedenle palyatif bakım merkezlerinin yüzde 90’ı şu anda Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da ve Fransa’da bulunuyor. Yani çok zengin, temel sağlık sistemini oturtmuş ülkelerde var. Bizim gibi ülkelerde hiç yok. Ege Üniversitesi Palyatif Bakım Uygulama ve Araştırma Merkezi bunun ilk örneği mi olacak? Türkiye’de kapsamlı olarak resmi bir şekilde bir üniversiteye bağlı olarak açılan ilk palyatif bakım merkezi olacağız. Peki bu merkezde ne tür çalışmalar yapılacak? Bu merkezde özellikle uygulama yapacağız. Araştırma ve bilimsel faaliyetlerimiz de olacak. Şu anki pozisyonumuz Ege Üniversitesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi’nde öncelikle kanser hastalarına hizmet vermek üzere 7 yataklı bir bölüm açıyoruz. Amacımız palyatif bakım hastalarını bir hastaneye toplamak değil. Özellikle akut ihtiyaçları olan hastaları yani beslenmelerinin ayarlanması, ağrılarının giderilmesi gereken ve pisko-sosyal sorunlarının giderilmesi gereken hastaları hastanede kısa süreli yatırıp daha sonra bu hastalara evde bakım hizmeti verebilmeyi amaçlıyoruz. Periyodik dönemler halinde hastalara evde bakım hizmeti verilecek mi? Evet verilecek. Hastaların durumlarına göre mesela bir hasta için 3 günde bir gidilmesi yeterli olabilir. Bir hasta için her gün gitmek gerekebilir. Bir hasta için günde iki defa gitmek gerebilir. Buna uygun bir ekip oluşturarak bu durumu bir programa bağlayacağız. Özellikle Bornova’da pilot bir bölge seçip bu tür bakıma ihtiyacı olan hastaların evde bakımlarını sağlamaya çalışacağız. Yani hastaların bu hizmeti öncelikle evlerinde almalarını sağlamayı hedefliyoruz. Yani hastaları kaderlerine terk etmeyeceksiniz… Evet hastaları kaderlerine terk etmeyeceğiz. Aileleri yalnız bırakmayacağız. Ailelere ne tür bir hizmet vermeyi düşünüyorsunuz? Bu tür durumlarda en çok sıkıntıyı çeken ailelerdir. Eşiniz, çocuğunuz ağrı çekiyor, beslenemiyor, uyuyamıyor… Bütün psikolojik yükü sizin üzerinizde siz de ne yapacağınızı bilemiyorsunuz. Bu insanın dengesini bozan korkunç bir şey. Ayrıca eskiden evde bakım hizmetleri sosyal güvenlik kuruluşları tarafından ödenmiyordu. Şu an ödenir hale geldi. Bu durum bizim için büyük bir imkan. Yani SGK evde bakım hizmetlerinde masrafları karşılar hale geldi. Ki Sağlık Bakanlığı da bu yönde teşvik edici bir rol üstleniyor. Çünkü hastanelerde hasta bakmak son derece pahalı. Halbuki evde bakım hizmeti çok daha ucuz ve çok daha kolay olacak. Peki neler yapacağız. Öncelikle akut problemi olan hastaların ihtiyaçlarını karşılamak, sonra evde onların bakımlarını devam ettirmek ve hasta yakınlarını eğitmeyi amaçlıyoruz. Hasta yakınlarına hasta bakımı eğitiminin yanında onlara psikolojik destek de verilecek mi? Hasta yakınları aslında ne yapacaklarını bilemediklerinden büyük oranda sıkıntı çekiyorlar. Hasta yakınlarına hastaya nasıl bakacaklarını, hastanın altını nasıl değiştireceklerini ya da hastanın serumunu ne zaman vereceklerini öğreteceğiz. Hasta yakınlarına; hasta nasıl rehabilite edilir, hastaya nasıl jimnastik yaptırılır, hastaya nasıl masaj yapılır… gibi eğitimler vereceğiz. Aynı zamanda hasta yakınlarına psikolojik danışmanlık hizmeti de verilecek. Bu psikolojik danışmanlık, sosyal hizmet uzmanı düzeyinde olabileceği gibi psikolog veya gerekiyorsa psikiyatrist düzeyinde de olabilecek. O zaman araştırma uygulama merkezinin hasta ve hasta yakınları olmak üzere iki yönü var. Peki ya eğitim ayağı, bu konuda neler yapmayı planlıyorsunuz? Bu konuda çalışacak olan personele öncelikle bölgemizde ve Türkiye’de seminerler, dersler, konferanslar vermek ana hedeflerimizden bir tanesi. Palyatif bakım konusunda bilimsel araştırmalar yapmak hedeflerimizden bir diğeri. Üniversite olmamızdan dolayı BAHAR 2011 71 önceliği her zaman eğitim ve bilimsel araştırmalara vermeliyiz. Bu konuların arkasından hasta bakımı geliyor. Merkezimizde bu yapıyı sağlamaya yönelik çalışmalar yürütülecek. TC Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanlığı ile birlikte Türkiye’deki palyatif bakım organizasyonun yerleştirilmesi, tüm Türkiye’de yaygınlaştırılması, burada hizmet verecek ekiplerin ve doktorların ve diğer sağlık personelinin eğitilmesi için ortak çalışma yürütüyoruz. Şu anda neredeyse bütün Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na yardımcı olacağız. Tabii bunu Sağlık Bakanlığı organize ediyor. Biz ise onlara destek veriyoruz. Bakanlık ile koordineli bir çalışma yapıyoruz. Avrupa Birliği müsedebatı insan hakları ileri düzey ülkelerin yasaları ve gereklilikleri nedeniyle bu uygulama Türkiye’de olmak zorunda. Bunu yapmaya mecburuz, yapacağız; başka çaremiz yok. Çünkü palyatif bakım insan olmaktan doğan bir hak. Bu, doğal ve hiç kimseye hayır diyemeyeceğiniz bir şey. Devletseniz, sağlık bakanlığıysanız ya da sosyal güvenlik kuruluşuysanız bu hizmeti otomatikman vermek zorundasınız. Bunların olabilmesi için öncelikle sağlık sisteminizin iyi işlerlik kazanmış olması gerekiyor. Ki son 10 yıldaki gelişmelerle sağlık sisteminde giderek artan bir iyileşme söz konusu. Bunun sonucunda artık bu tür hizmetleri de verme konusunda çabamız var. Harekete geçtik. Oluşturmaya çalışacağız. Geç olsa da bir farkındalık var diyebilir miyiz? Bunları konuşuyor olmamız bile önemli? Evet farkındalık var. Ve bunları konuşuyor olmamız çok önemli. Yani bundan 10 yıl önce siz bunu konuşsaydınız size gülerlerdi. Hayalperest olduğunuzu düşünürlerdi. Yani biz bunu 15 yıldır konuşuyoruz belki ama daha önce hayal olarak düşünülen şeyler şu anda pratiğe geçebilecek düzeye geldi. Bu çok güzel bir şey. Merkez sadece yatalak hastalar için mi hizmet verecek? Son dönemde ülke nüfusunun ve İzmir’in bazı bölgelerinde yaşlı nüfus 72 Psikanalitik Denemeler... Prof. Dr. Beno KURYEL Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü B oranının giderek arttığı belirtiliyor... Kronik hastalığı olan herkes için hizmet verilecek. Hastaların illa ölümcül bir hastalığa yakalanması gerekmiyor. Bakıma ve desteğe ihtiyacı olan herkesten bahsediyoruz. Bu, çocuk ,genç veya yaşlı olabilir. Ya engelliler? Engelli de olabilir. Hani bu şekilde herkese bakacağız anlamına gelmiyor. Tabii seçici olmak zorundayız. Herkese bakacağız dersek bunu karşılama imkanımız yok. Bu kadar personel bulmak şu an için çok zor. Bu girişimi şu an için bir kıvılcım olarak düşünün. Ama bu kıvılcım olmak zorunda. Bu sesler gelişecek. Bunu devlet yapacak. Ve her hastanenin kendi bölgesinde aynı 112 sistemi gibi ambulanslar oluşturulacak. Tıpkı ambulanslar gibi herkesin bir istasyonu ve belli bir bölgesi olacak. Sağlık ekipleri kurulacak. Lazım olduğunda veya belli bir program dahilinde gidilerek hastaya bakım hizmeti verilecek. Bu yapılmak zorunda. Bahsettiklerinizi sağlık alanında gerçekleştirilen bir reform olarak da nitelendirebilir miyiz? Tabii ki de diyebiliriz. Büyük devletsen, sosyal bir devletsen bunu yapacaksın. Türkiye isen bu organizasyonu gerçekleştireceksin. Bu projenin finansmanını ve ekibini hazırlayacaksın. Onlara gerekli eğitimleri vererek bu hizmeti sağlayacaksın. Ki biz şu anda bu hizmeti kendi çapımızda yapıyoruz. Yapmaya başlıyoruz. Ayrıca TC Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanlığı ile de tüm Türkiye’ye yaygınlaştırma konusunda işbirliği yaparak onlara destek oluyoruz. Bu Türkiye’deki bir üniversitede ilk defa kurulan bir merkez olacak. Şu an için ülkemizde böyle bir merkez de yok. Ege Üniversitesi’nde bu çalışmayı kaç kişilik bir ekip yürütüyor? Şu anda 10 kişilik bir ekip yürütüyor. Bu hastaların ihtiyaçları tek bir hekim tarafından çözülebilecek ihtiyaçlar değil. Yani ekipte psikiyatrist, beslenme uzmanı, ağrı uzmanı, fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanı, genel cerrah, çocuk hastalıkları uzmanı, onkoloji ve dahiliye uzmanları, pratisyen hekimler, hemşireler, sağlık memurları var. Yani bu bir hekimin tek başına yapabileceği bir uygulama değil. Bu hizmet, ekip çalışmasını ve eğitimi gerektiren bir organizasyon. Bir futbol takımı gibi hazırlık ve antrenman gerektiren bir durum. Eğitimler yapılacak, taktikler öğretilecek, ondan sonra sahaya çıkılacak. Peki bir sene içerisinde ulaşmayı planladığınız hasta sayısı nedir? Böyle bir hedefiniz var mı? Öncelikle yatan hasta sayımıza bakmamız gerekiyor. Bornova’yı pilot bölge olarak düşünüyoruz. Yani 1000 kişi kadar olabilir. Gücümüz doğrultusunda küçük çapta başlamak zorundayız. Zaten belli bir tecrübeye eriştikten sonra ekipler ekipleri eğitirler. Yani ben burada organizasyonu gerçekleştirdikten sonra Bornova’da bulunan bir başka hastaneyi eğiteceğim. Onlar bir çevre oluşturacak. İzmir Devlet Hastanesi, Karşıyaka Devlet Hastanesi, Bayraklı Hastanesi, aile hekimleri de eğitilecek. Bu işin içerisinde aile hekimleri de var. irçok yazımda bilim ve matematiği bir kültür olarak incelemeye çalıştım. Kültürel bir sürece ait eserler olduklarını öne sürdüm. Araştırmalarım, bilim ve matematiğin değerlerden bağımsız olduğunu savunan görüşlerin eleştirel çözümlenmesine yönelik oldu. Toplumsal yaşamımızda öylesine kalıplar vardır ki, bizi kapsayan kültürel atmosferin dışında görürüz onları. Bilim ve matematik de onlardan sadece ikisi. İki sağlam ezber. Bunun yanında niceleri kültürel örgünün renklerini oluşturmaya devam eder. Örneğin, kıskançlık olgusuna bir göz atalım. Dirençli bir ezber. İçimizde kıpır kıpır. Farklı maskelerle, onu ortalığa çıkarmakta oldukça başarılıdır insan türü. Kıskançlık tipik bir kalıptır. İki kutup arasında kalıcı bir yere sahiptir. Kutuplardan birisi, erdemsel yöndür. Kıskançlığın olumsuz yönleri sergilenir bu bölümde. Kıskançlık süreklilik arzeder. Bu sürekliliği yeniden üretmenin yolu, geçici olarak olumsuzlanmasıdır. Aynı zamanda kıskançlığın tahrip gücünü dengelemek ve zararlarını en aza indirmek için de devrededir bu kutup. Örneğin, bir ailede iki kardeş arasındaki aleni çıkar çatışmasından doğacak kıskançlık asitinin dozunu ayarlamak gibi. Ayıplanır kıskançlık. Daha açık bir deyişle baskılanır. Erdemlerle üstü örtülür. Öteki kutup ise, ortak bir kıskançlık duygusunu savunan ve kıskançlığı olumlayan bölmedir. Hep birlikte kıskanabilmek için tahsis edilmiş uygun bir oyun alanıdır burası. Bu bölümde kıskanmak “serbesttir.” Mesela, yüceltilen bir değer olan “sevgi”yi destekleyen bir konumdadır kıskançlık. “Seven insan kıskanır...” sözü çok vecizdir. Benzerleri çoktur. “Sana kıskançlıkla bağlıyım...” sözü gibi. Böylece kıskançlık, olumlu bir havada cereyan eden bir kemirme sürecine işaret eder. Kıskanılmak istemek öne çıkar. Kıskanılmayan bir “sevgili” kara kara düşünmeye başlar. Ne hoş... Kıskançlık kültürel bir süreçte insanı kuşatır. O birey, bunun farkında değildir. Kendisine yabancılaşmıştır. Sevgililik aidiyetinin kurallarını, doğal zannederek. Doğasına uzak düşmüştür. Kıskançlık kemirgen bir asit gibi insanı yaşamdan düşürürken, tutsaklığın erdemine sarılır. Bu asit yağmurundan kurtulmanın yolu aranmaz. Devreye başka bir yön girer. Kıskanan birey, çektiği acıyı bir kültürel devinim olarak algılamaz. Bunun nedeni olarak kıskandığı ötekini suçlar. Suçlu arar. Böylece hesap sormak gündeme gelir. Ne garip bir tecelli değil mi? İki sevgili, doğal olanın manyetik çekiminde uzanan ellerini romansın melodilerinde ve arzunun şiirlerinde birleştirecekleri anda, kıskançlık ani bir dalış yapar araya. Uzanan ellerin habersizliğinde, sahiplenme duygularının taşıdığı kemirici asit, kıskançlığı bir kurum olarak ruhumuza geçirir. Başlayan şarkının adı, dayanaksız sözler ve kurgulardır. Nam-ı diğer, spekülasyonlardır. Artık bundan sonraki hikayeler hepinizin malumudur... Empati ne mümkün? Sevmek, karşısındakini borçlu kılıyorsa kıskançlık endamının arzındadır. Sahiplenme, bu asitin bir tezahürüdür. Ya da tersi... Kıskançlık kurumsaldır toplumsal yaşamımızda. Örgütlü bir duyguya işaret eder. Kurumsal olduğu içindir ki, kültürel bir bileşendir. İlginç bir özelliği, kıskançlık duygusunu yaşamakta olan bireyin bunu yadsımasıdır. Yadsımak, sade bir “kıskanmıyorum” demeye tekabül etmez. Kıskanmayı haklı gösterecek gerekçeler yapılanmaya başlar. Örneğin, rekabete dayalı bir öğretim dizgesinde öğrencilerin birbirinden defter, kitap ve ders notlarını saklaması gibi. Kıskançlık bir duyguya indirgenemez. Bir süreçtir. Ortam koşullarınca belirlenir. Kurumsaldır, kültüreldir. Yaşama ilişkindir. Eğer ölçme ve değerlendirmede rekabeti destekleyen öğeler varsa, her öğrenci yarışta öne çıkmak için bencilleşir. Kıskanmak, o koşullarda olumlanır. Geçerli bir boyut olur. Bir de, işbirliksel öğrenimde bilginin birlikte üretildiği bir ortama bakalım. Bu koşullarda ortaya çıkan kıskançlık nitel ve nicel olarak farklıdır. İlkinde savunulabilirken, ikincisinde savunulamaz. Hangi durumun daha iyi, güzel ve uygun olduğunu tartışmıyorum. Kıskançlığın kültürel süreçlerde belirlendiğinin altını çiziyorum. Kıskançlık en çok yaşadığımız, ancak en çok da sakladığımızı sandığımız bir olgudur. Herkes sakladığını sandığı için bunu konuşmaz. Ne estetik değil mi? Kendi kendimizi aldatıp dururuz oracıklarda. Böylece ezberler tartışılmaz. Daha da güçlenirler. Sonra da, teknolojinin çirkin yüzündeki asit yağmurları gibi ruhumuz da bu metafordan nasibini alır. Narsizm ve Kıskançlık Kıskacı Kıskaç sözcüğünü kullanarak dolaysız bir olumsuzluğu ifade etmiyorum. Bir olguyu ya da olguları, olumlu-olumsuz kısır döngüsünde izah etmek olanaksız. Doğru-yanlış, güzel-çirkin, iyi-kötü gibi ikilemler arasında darallar yaşadığımız gibi. Kıskaç sözcüğü, karşılıklı ve sağlam bir etkileşime işaret etmekte. Birbirini besleyen bir duygu karmaşası. Mükemmel bir ezber. Günlük yaşamda, elbette ekonomik ve var kalma uğraşları öne çıkar. Bunları yadsımak mümkün değil. Ayrıca, gündemi oluşturan siyasal örgüler de zihnimizi haklı olarak epeyce işgal eder. Kıskançlık gibi konular gündemin arka sayfasında kalmış gibi olur. Ancak, ruhsal BAHAR 2011 73 dünyamızın, rüyalarımızda bile uyanık olduğunu düşünürsek, düşünselliğimizin ve üzerine oturduğu mizaç karmaşasının da bir gündemi olacağını kabul edebiliriz. Farklı yaklaşımların, bir dünya görüşü olarak ekonomizmde ortak paydaları olması şaşırtıcı değildir. Psikanaliz gibi bir çözümleme uğraşının da hep göz ardı edilmesi buna göre hiç şaşırtıcı değildir. Herkes duyguları bağlamında kendisini haklı görür. Böylece öteki/ötekiler, haksız olma referansını oluşturur. Dedikodu dediğimiz toplumsal süreç bir kültür olarak elbette gökten zembille inmemiştir. Hiçbir inceleme ve araştırma yapmadan bireyin kendisini haklı görmesi toplumca paylaşılan bir narsizimden başka bir şey olabilir mi? Toplumca paylaşılınca, akan sular durur. Tartışılacak birşey kalmamıştır çünkü. Kıskaç bu durum için uygun bir metafordur işte. Narsizm, mitolojiden gelen bir sözcük. Bilinen ve söylenceye dayanan bu öykünün kısaca altını çizeyim. Ekho, çok güzel bir peri kızıdır. Kendisine aşık olan binlercesine aldırmamaktadır. Ancak, birgün Narkissos adında çok yakışıklı bir avcıya rastlar ve aşık olur. Narkissos karşılık vermez. Ekho aşkından erir gider. Olimpos dağını mekân edinen tanrılar bu adamı cezalandırmaya karar verirler. Kaderi çizilmiş Narkissos, avdan dönerken yorgun ve susamış bir halde nehrin kenarına gelir. Su içmek için eğildiğinde kendi yüzünü ve bedenini görür. Daha önce farkına varamadığı bu güzellik karşısında büyülenerek kendisine aşık olur. Yerinden kalkamaz ve içine kapanır. Ne yer ne içer ve kara sevdanın sularında eriyip gider. Rivayet edilir ki, öldükten sonra bedeni çiçeklere dönüşür. Bugün bildiğimiz nergis çiçeği adını buradan alır. Kıskançlık duyguları rahatsız edicidir. İnsan her rahatsızlığını gidermeye, onu telafi etmeye çalışır. Kıskançlığı telafi etmenin yollarından birisi narsist duygulardır. Birey dünyayı kendisine 74 indirger. Böylece rahatlar. Kendisine yönelik bir hayranlık telafi edici olmakla birlikte yeni bir rahatsızlığa götürür bireyi. Bu da, aşağılık duygusudur. Bu duygu, kıskançlığı besleyen bir kaynaktır. Böylece, ruhsal dünyamızda birbirini etkileyen zıtlıklar ortaya çıkar. Bu zıtlıklar birbirini besler. Yaşamın böyle olduğuna ilişkin ön yargılar oluşur. Kendine hayranlıkla, eksiklenme duyguları zıt ama simetrik değildir. Simetrik olsaydı aralarında çatışma olmazdı. Asimetrik yapılanma, çatışmayı doğurur. Bu duygu çatışmasında mizaç örülür. Mizaç bireyin ruhsal resmidir. Böyle olunca, bu konuda kendisine yönelen eleştirilere direnç gösterir. Kendisini çözümlemeye yönelik tepkiler ya da abartılı hayranlıklar oluşur. Bunlar aktarımlardır. İnsanı anlamak, bu direnç ve aktarımların çözümlenmesine çalışıldığı sahnede oynanır. Bu harika oyunun adı psikanalizdir. Anne ve babalarımızın çocuklarını abartarak sevmesi, onları, diğer yaşıtlarına göre üstün görmeleri ve tüm bunları çocuklarına hissettirmeleri narsizmin temellerini atmaz mı? Aşkın ızdıraba dönüşmesi, narsist duyguların asimetrik zıtlağından kaynaklanmaz mı? Aşık olan bireyde baskılanan narsist duygular, kendisini aşık olduğu kişiye indirgemesine neden olur. Böylece, aşkın bir aktarım olduğuna ilişkin ipuçları ele geçer. Izdırabından kurtulmak için aşk, toplumsal olarak yüceltilir. Aşık olana bir destek oluşur. Böylece, aşk tartışılmaz bir ezber olmaya devam eder. Özgüveni ele alalım biraz da. Sözcük olarak çok şanslı. Herkesin tartışmasız sevdiği bir kelime. Sağlam bir ezber. Özgüvenin özellikle çocuklarda, narsist duyguların öne çıkacağını neden düşünmeyiz? Kendisine yönelik yapay bir güven baskısının güzel bir resmi, çocukların aynanın önünde saçlarını düzeltirken sahneye çıkan yüz mimikleridir. Öğretmen ve öğrenci arasındaki uçurumlar, narsizmin bahçesinden gelen nergis çiçekleriyle süslü değil midir? Psikanalizin özellikle öğretim süreçlerinde ele alınmasında büyük yarar vardır. Özgüvenin yerine insanın kendisini tanımaya çalışması, kendine özgü doğal özelliklerinin farkına varması, bu farkındalık içinde kendisini sorgulayabilmesi zor ama harika bir edimdir... Yalnızlığa Dair... Gündelik yaşam çok çabuk geçiyor. İnsan, güneşin doğuşu ile batışı arasında geçen zamanın kısalığından şikayetçi. Akıp gittiği sanılan dakikaların cenderesinde sıkışan ruhların bir çığlığı gibi. Güneşin batışını, devinen yaşamın göreli zamanında yarınlara taşıyor. Geçen saniyeler her bireyde farklı seyrediyor. Peki, şikayetler neden ortak? Neden aynı kapıya çıkan serzenişler bunlar? Farklılık, görece olanın içinde mi eriyor? İzafiyet, farklı yaşam öykülerini neden ortak kılıyor? Bu sorulara, verilecek yanıtların tümü korkarım yine göreceli, yine izafi olacak. Görecelik, her bireyin farklı oluşunda bir renktir. Ancak, her bireyin farklılığını ortak kılan ise egodur. Ego, gerçekliğin simgeselliğe koşan yolun tam ortasında. Bir aynaya bakışın ilk anı gibi. Birey aynadan bakarak kendisinin farkına varır. Yanılsanmış bir farkındalıktır bu. Koşup koşarak ulaşılamayan bir imge. Ulaşılamadığı için de yalnızlık bulutları doluşur egonun çevresinde. Ego asla yalnız değildir. Fakat, kendisini hep yalnız hisseder. Bu his bir sanıştır. Zannedilenin içinde yanılsanmış bir ruh vardır. Doğuşun kaynağındaki gerçeklik ve doğal olan olgusallık, kültürün bezediği yaşama karışır. Aynadan bakışın imgesinde egonun yolu açılır. İmgeselden simgesele geçiştir bu. Ego, öteki egolarla paylaşır gününü. Öteki var olduğu için ego vardır. Birey, kişiselliğini öteki üzerinden tanımlar. Bilerek yaptığı bir şey değildir bu. Bilinç dışının diliyle oluşan bir tasarımdır açıkçası. Birey, yanılsanmışlığın içinde yine ötekinin kilometre taşında yalnızlaşır. Öyle bir duygulanımdır bu. Görece farklı egoların ortak kültürüdür yalnızlık. Aynı kapıya çıkan serzenişlerin haykırışları yankılanır benliğimizde. Geçen zamanın izafi boyutunda her birey, tüm ötekilerle bir ideolojiyi paylaşır. Yapıçözüme ulaştıramadığı yalnızlık kültüründe ideolojisini kurar. Bilinç dışının dilinde yapılanan bu duygu, ortak bir olgunun doğuşuna tanıklık eder. Simgelerle çevrilidir etrafımız. Gösterilenler sahnededir her daim. Yalnızlık bir gösterilendir. Kültürün işaret ettiği bir gösterilen. Kültür de doğaya yabancılaşmanın bir gösterilenidir aslında. Sabit olmayan, devinen bir gösteren-gösterilen ilişkisi. Karşılıklı bir etkileşim içinde yalnızlığın atkısı örülür. Bu atkıda farklılık ve çeşitlilik vardır. Her yalnızlığın bir öyküsü yazılır. Her bireyde yalnızlık kendi şiirinde yaşar. Tüm ilişkilerde zorunluluk ve görevdir birlikte olduğunu yalnız bırakmamak. Bir erdeme işaret eder bu durum. Yalnızlığı yaşatmamak bir vazifeye dönüşür. Hesap sorulan ve verilen ya da verilmesi istenen bir yaşam tarzı inşa edilir. Yalnızlığın ve tekilliğin doğal yapısından, simgeselliğin kurduğu yaşama adım atar her bebek. Büyümek, aynada gördüğü imgesinden yola çıkmaktır. Aynada kendisini gören ego, simgeselliğin karmaşık renk tayflarında ötekinin ya da ötekilerin anımsattığı yalnızlıkla tanışır. Annesinden kopuşun ansal darbesinde yalnızlığın tohumları ekilir. Bilinç dışının dilini çözmek varılamayan bir duraktır. Bilinç dışının yapıçözümüne başvurmak ezberleri tartışmaya açmaktır. Yapıçözüm bir sürece tekabül eder. Bilinç dışının dilini konuşuruz hep. Ama bilmeden, farkında olmadan. Yalnızlık üzerinden nice kaygı ve baskıyı yaşar insanlar. Çünkü, kullandığı o dilin farkında değildir. Kaygının, özgürlüğün baş dönmesi olduğunu hatırlarsak eğer, bir kültür olarak yalnızlığın ve yanılsanmış duygulanımların farkındalığına kürek çekmek ne hoş olur değil mi? Kürekler kısmen boşuna çekilse de... Kutular ve Sayıların Gizemi Çokluğu algılamakla, çokluğa anlam vermek farklı renkte zihinsel süreçlerdir. Buna rağmen, zihnin bütünsel rengi içinde birlikte ve karşılıklı etkileşerek durur. Anlam vermek yaşama ilişkindir. Yaşama ilişkin olması, kültüre bağlı olduğunu gösterir. Çokluk ve hiçliği algılamak var oluşumuzla ilgilidir. Ancak, çokluğu saymak kültürel bir edimdir. Sayı kavramı, kültürel bir üründür. Sayı kavramı, zihnimizin bir buluşudur. Çokluğu algılamakla saymaya başlamak ortak olmasına rağmen ilki matematiksel yetilerimizi diğeri ise bu yetiler yardımı ile kurulan matematiksel sistemi gösterir. İnsanın sayılarla ilişkisi tarih kadar eskidir. Sayılar etrafımızdaki çokluğa bir anlam verir. Bunun yanında, ilginç bir veçheye de sahiptir bence. Şöyle ki: Etrafımızdaki çokluk sürekli bir değişim içindedir. Sayı algısıyla, değişimin farkındalığını oluştururuz. Psikanalitik olarak ele aldığımızda, geçmiş, şimdi ve gelecek, sayılara çok yer verir. Böylesi bir yer alış, sayıların gizemli kılınmasına neden olur. Astrolojinin temel çıkış noktası bu değil midir? Doğa ve yaşamda sürekli bir dönemsellik vardır. Dönemsellik, belirli zaman aralıklarında bir yinelenme demektir. Doğum günü örneğin... Belirli bir ayın belirli bir günü, sayı ile özdeşleşir. Birey sayıya indirgenir. Yoğun ama sığ bir anlayışla, narsistik bir gizem içinde sayı öne çıkar. Kutlanan her edimin, sayılarla ilgisi vardır. Evrende, kaotik de olsa, dönemselliği bozan sapmalar da bulunsa, dönemsellik insan yaşamının kısa örgüsünde düzeni anıştırır. Bilmem kaçıncı ayın kaçıncı günü, dönemsel olarak yeniden uğrar yaşamımıza. O sayı ile arz-ı endam eder yılın bir durağında. “Doğum günün kutlu olsun...” ifadesi dönemselin içinde gizli ve de gizemli bir işleyişin kutsallığının kabulüdür. Doğum gününü kutlamayan bir yakına ya da bir arkadaşa serzenişte bulunmanın psikanalizcesi varlığına gösterilmeyen saygıdır. Ölüm korkusuna alınan ruhsal önlemlerin ve de telafi edici tasarımların es geçildiği anlamına gelir bu saygısızlık, bu saymamazlık. Dönemsellik sürecinde mevsimlerin, hasatların, yağmurların karşılandığı duraklar ve geçmişi yeniden üreten ritüellerin belirli günleri vardır. Yaşamı tasavvur etmek, var kalmak için yapılagelen tasarımlarının üretilmesinde bu kültürel ve ideolojik yapı taşlarına rastlarız. Tasarım bir öngörüdür. Yaşama çizilen sınır ve özgürlüktür. Beklentiler, uğurlar, hissiyatlar içinde yakalandığı varsayılan kader çizgileri... Bu satırlar okunurken eski zamanlardan söz ettiğim sanılabilir. “Ol mahiler ki, derya içredirler, deryayı bilmezler...” olduğumuz için kendimizi bu sayılar denizinden vareste tutabiliriz. Ama öyle değil tabii ki. Sayıların egemen olduğu birçok yarışma var gündeme damgasını vuran. Yöneteni, oyuna katılanı, yarışanı, içinden ve dışından izleyeniyle bir ritüel. Yaşandığı sürenin dışında, gündelik yaşamda da tartışması devam eden bir süreç. Kutudan çıkacak sayının, kutu sahibini doğrudan sorumlu tuttuğu bir ortam. Kutusundan “küçük” çıkanın kendisini uğurlu atmosferin dingin gururu ile öne çıkarırken, “büyük” çıkaran, kötü ruhun lanetlediği bir duygulanım içinde sinerek özür diler duruma düşebiliyor. Büyük sayıyı şeytandan kaçırabilen ile şeytana uyup büyük sayının ateşinde arkadaşını yakanlar ayinin sürükleyici senaryosunda rol alıyorlar. Sayı fetişizminin ilginç örneklerinden birisi. Sayıların gizeminde saklı bir fetişizm. Kutudan çıkacak sayı, sayarak karşılanıyor. Uzay araçlarının fırlatılmasında geriye yapılan sayım gibi... hangi sayıdan geriye sayılacak olması da bir uğur meselesi. İstatiktiksel bir birikime de sahne oluyor bu ritüel... Geriye sayımda başlanan sayıya bağlı olarak kaç kez küçük çıktığına ilişkin bir muhasebe. Bu kaba ve ham istatistikle gelecek okunmaya çalışılıyor. Doğrusal bir regresyon ile veciz tahminlerin havada uçuştuğu güzide bir sahne. Neden geriye sayılıyor acaba? Sayı, kutudan doğuyor. Kutu, anaç. Sayıyı doğuruyor. Kutu sayı fetişizminin taşıyıcısı. Ana metaforu yerinde. Sıfıra doğru geriye sayım doğumun metaforu. Sürecin sonuna geliş bu. Sıfırda sonlanan süreç, sayıyı dünyaya getiriyor. Çıkan sayı, hayırlı bir evlat da olabiliyor hayırsız biri de. Ritüeli yöneten bireye olan derin hayranlık... Freud’un “Totem ve Tabu”sunu anımsamamak olanaksız. Kritik bir anda açılacak kutunun etrafında kenetlenen insanlar yaşanabilecek bir heyecan doruğuna sinerji yaratıyor. Sayıların gizeminde somutlaşan bir fetişizmi besleyen diğer bir fetiş de para. Fetişin, Türkçesi çok yerinde bir sözcük. Tapınç… Araçsal kültürün en güçlü tapıncı, para. Sayı ve para uyumlu bir çift. Sayıdaki gizemle paradaki güç iyi bir ikili. Etkin bir ideoloji. Paraya ulaşmanın yolunda sayıya duyulan saygı, sayıları fetişleştiriyor. Batıl olan her ölçütle zenginlik kazanıyor. Zihinleri paralize eden bir uğurkader ortaklığında gerçekleşen bir ritüel. Sayının metalaştırdığı zihinler, paranın cazibesi ile yoğun bir heyecan geçirmekte. Sayının karşısında yabancılaşan düşünsel süreçler, sayıların gizemli dünyasında “bilgin” kesilebiliyorlar. Varlığımız paranın araçsallığında şeyleşebiliyor. Bu sürükleyici oyunda, para eşittir sayı, sayı eşittir gizem, gizem eşittir itaat, itaat eşittir yabancılaşma, yabancılaşma eşittir şeyleşme, şeyleşme eşittir para… Kısır döngünün, uğur makinasının lunaparkına dönmüş duygular, umutlar, yabansıl gurur tabloları. Mükemmel bir senaryo… Ortak kaderin yanılsanmış dayanışmasında ortak istek ve hedeflerin kutuların doğumuna olumlu bir etki yapacağına derin bir inanç. Bu ruhsal durum sevgi metaforuna saplanıp kalıyor. Herkes birbirini çok seviyor. Canını arkadaşları için vereceğini belirten ifadeler ortalıkta uçuşuyor. Sevgi devreye girince, kutsal aile tabloları da duvarları süslüyor. Paraya tapan bir sayısallığın içinde küçücük çocuklar, yakınlarının küçük bir sayı hırsının motoruyla kürsülere tırmandıklarına tanık olabiliyor. Bu hırsın beslendiği metalaşmış yaşamın şeyleşen sayıların ağırlığında çocuklar da nasibini alıyor. İnsanı borçlu kılan sevgi sorunsalında sayılara umut bağlayan ve böylelikle şeyleşen ruhlar, paranın iktidarında yarışıyorlar. Ne diyelim, “başarı dileklerimle…” BAHAR 2011 75 Menderes’in Şatoları Arş. Gör. Olcay PULLUKÇUOĞLU YAPUCU Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Gamze KARADEMİR EROL A ntikite insanının sahip olduklarını korumak, savunmak ve tehlikeyi önceden fark edebilmek amacıyla askeri üsler, kaleler yapması oldukça eski bir tekniktir. Büyük kalelerin olmadığı, daha küçük askeri birliklerin konuşlandığı bölgelerde gözetleme kuleleri de aynı amaçla kullanılır. Ulaşılması güç yüksekliklerde inşa edilen kulelerin büyük olasılıkla haberleşme ile ilgili işlevleri de vardır. Bu oldukça pratik bir yöntemdir. Anadolu’da bu amaçlarla kullanıldığı tahmin edilen Hellenistik dönem, hatta daha öncesine tarihlenen savunma, gözetleme ve haberleşme kuleleri bulunmaktadır. Kuleleri, önemli geçiş noktalarında, antik rotalarda, önemli kentlerin bağlantı noktalarında ve stratejik bölgelerde görmek mümkün olabilmektedir. Her ne kadar başlangıçta askeri kaygılarla inşa edilse de kule, yüzyıllar içinde farklı amaç ve tekniklerle yenilenmiş, farklı amaçlara hizmet etmiş bir yapı tarzıdır. Britanya, Güneybatı ve Güney Avrupa, Balkanlar ve Anadolu’dan Kafkaslar’a uzanan bir hat içinde aslında Roma İmparatorluğu’nun hakimiyet bölgesinde bu tarz kuleler bulunur. Roma İmparatorluğu’nun geniş coğrafyasında yolların, askeri geçiş noktalarının güvenliği, devlet politikası olarak büyük önem taşımıştır. İmparatorluğun yıkılması, erken ortaçağda otoritenin varlığının bir ürünü olan güvenlik ve 76 asayişin büyük ölçüde ortadan kalkmasına ve eski imparatorluk coğrafyasında güvenliğin önemli bir sorun olarak baş göstermesine neden oldu. 11. ve 12. yüzyıllarda merkezi otoritenin zayıflaması ile yeniden şekillenen düzende krallara bağlı feodal beyler vardı, özellikle de kendi topraklarının bulunduğu kırsal bölgede oldukça etkindiler. Sahip oldukları, yönettikleri bölgelerde kendi otoritelerini kurmak için ellerindeki gücü herkesin bilmesi ve görmesi gerekliydi. Tehlikenin çokluğu, işgücü ve emek kaynağı olan köylünün ve tarım arazilerinin korunmasını çok önemli bir konu olarak ortaya çıkardı. 14. yüzyıla gelindiğinde çiftlik arazilerinin duvar ile çevrilmesi kural haline geldi ve bu arazilerde bir kule de bulunurdu. Böylelikle saldırı anında içine sığınılan, genellikle sırtını dağlara yaslayan, yiyecek depoları olan, surlu, mazgallı müstahkem yapılar ortaçağın simgelerinden biri oldu. Kırsal bölgede arazi sahibinin topraklarını duvarla çevirerek, gözetleme kuleleri yaptırması böylelikle gelebilecek tehlikeyi önceden görebilmesi, güvenliğin endişe yarattığı ortamlarda pratik bir yöntem olarak ortaya çıktı. Ancak kulelerin, ortaçağlarda imparatorluk binalarında, feodal lordların malikanelerinde, piskoposluk binalarında ve manastırlarda kullanılması belli bir saygınlığın ve gücün göstergesi haline gelmesinde de etkindir. Ortaçağ dünyasını yöneten kurumların ve saygın, etkin, güçlü karakterlerinin özel yaşam alanlarına da eklenen bu yapı, armalar, flamalar gibi başka sembollerin de yardımıyla soyluluğun ve farklılığın göstergesi haline geldi. Özellikle feodal beyin şatosu sıradan halk ile daha yakından ilişkilidir. Kırsal bölge halkının, kralın sarayını, askerlerini, soyluluk ve güçle ilgili simgelerini her zaman görme olasılığı yoktur. Ancak otoritenin kırsaldaki uzantısı feodal lord ve onun temsil ettiği kavramlar köylüler için, olsa yaşamın bir parçasıdır. Köylü lord için çalışır; evinde ona hizmet eder, atlarına bakar, çamaşırlarını yıkar vs. Kırsal bölgede inşa edilen ve kuşaklar boyunca aynı soydan lordların evi olarak kullanılan şatolar, doğal olarak bölge halkı için gücün ve ihtişamın simgesidir. Lordun evi çok büyüktür ama onu “sıradan” olmaktan kurtaran ve geçmiştekine benzer askeri yararları da sağlayan kulelerdir. Lord sahip olduklarını korumak için kalesine, şatosuna giriş-çıkışı denetler, bu yüzden asma köprüler, gözetleme kuleleri bir askeri zorunluluktur. Ama kralın, piskoposun, manastırın da kullandığı bu yapı feodallerin de diğerlerinden farklı olmadıklarını göstermelerini sağlar. Kulelerin zindan ya da hapishane olarak kullanımı da söz konusudur. Yargılama yetkisi de olan lord suçluları kendi mülkü olan kulede cezalandırabilir. Büyücünün kuleye kapattığı, kahraman şövalye tarafından kurtarılan prenses masalları ortaçağın “karanlık” imgeleminde yerini alır. Kulenin sahibi, kral, lord, piskopos hatta büyücü de olsa erk sahibidir bina da korkulan, korkutan ve ulaşılması güç bir yapıdır, içinde ne olacağı belli değildir. Ortaçağ’da feodal beylerin kırsal bölgedeki malikaneleri, bölgenin ileri gelenlerine ilham verdi. Onların yaşam tarzına öykündüler, taştan evler yaptırıp, hem savunma hem de yiyecek depolamaya yarasa da aynı zamanda saygınlık göstergesi olan kuleler diktirdiler. Kuleler yüzyıllar boyunca özellikle kırsal bölge halkı için gerçekten de erk sembolü oldu. Yerel yöneticiler, kentin ileri gelenleri, büyük toprak sahipleri tarafından benzer amaçlarla kullanıldı. Anadolu’nun ortaçağına hakim güçlerden Bizans İmparatorluğu döneminde de kuleler, hem ayrıcalık hem de özerklik göstergesi olarak kullanıldı. Menderes havzasında tarımsal işletme-feodal bey ilişkisi ile ilgili daha eski veriler bölgenin ortaçağ mirasını algılamak için yararlı olacaktır. Latinlerin önce İstanbul’u ardından Anadolu’yu işgal ettiği 13. yüzyıl başlarında, Bizans kırsal aristokratlarıyla giriştikleri mücadele bölgede etkin yerel güçler hakkında önemli ip uçları verir. Laskarisler döneminde Anadolu kökenli olduğu sanılan Thedoros Mankaphas Alaşehir bölgesinin yerel hakimidir. Manuel Mavrozomes, Denizli ve Honaz’dan başlayarak, Menderes vadisi boyunca ve nehrin denize karıştığı noktaya kadar toprakların sahibi Peloponnes kökenli bir aristokrattır., Sabbas Asidenos Sampson Dağları civarında toprak sahibidir. Bizans’ın toprak ve askeri aristokrasisinin temsilcileri sayılabilecek bu üç önemli karakter bölgede bağımsızlık mücadelelerini sürdürdüler ve büyük olasılıkla maddi izler de bıraktılar. Bu dönemin kulelerini de Bafa Gölü civarında Pınarcık ( Mersinet) yakınlarında görmek mümkündür. İlk kez 19. yüzyılda, bölgede kazı yapan Alman arkeolog Thedore Wiegand keşfettiği kuleleri savunma ve haberleşme kuleleri olarak değerlendirmişti. Ancak, düzlük hatta çukur sayılabilecek tarımsal bölgede bulunan alçak duvarlarla çevrili bu kuleler, A. Arel tarafından Laskarisler dönemine tarihlenme eğilimindedir ve tarım işletmelerinin bir parçası olan eski geleneğin bir ürünü olarak değerlendirilir. Ayrıca günümüzde var olmayan ancak seyahatnamelerden varlığını öğrendiğimiz benzer yapılar da vardır. Yolu Batı Anadolu’dan geçen Charles Texier Kuşadası-Efes güzergahında, halkın ve yer gösteren çobanların “Çakır Ali Şatosu” adını verdiği kuleli bir yapıdan söz eder; çok eski dönemlerden kalmış olması muhtemel duvarların çevrelediği bir avlu ve duvarlarda bulunan kuleyi tasvir eder, kulenin içinde de bir sarnıç ya da kuyunun bulunduğunu belirtir. Bu yapının üzerinde bulunduğu kayalık bölgeyi ele geçirilmesi imkansız biçimde koruduğunu ve üç kat istihkam çizgisi seçilebildiğini de ekler. Batı Anadolu’da günümüzde bazı kuleli yapıların varlığını koruyor olması konunun ilgiyi hak ettiğini düşündürür. Özellikle Küçük Menderes bölgesi, Büyük Menderes ve Gediz havzaları arasında geçit karakterinde olduğundan dar vadiler ve stratejik tepeler Helenistik dönemden itibaren büyük blok taşlarla yapılmış gözetleme kuleleri ve kalelerle donanmıştır. Büyük Menderes havzasında da 19. yüzyıldan çok öncelere tarihlenen benzer yapıların olduğunu arkeolojik araştırmalar da ortaya koymaktadır. Ayda Arel’in çalışmalarının yanı sıra ayrıca 2003-2008 yılları arasında bölgede tarafımızdan yürütülen alan araştırması Menderes havzasında maddi varlığını sürdüren benzer yapıların olduğunu ortaya koydu. Buna göre Menderes bölgesinde kule tipi yapılar arasında; Nazilli Esenköy’de Arpaz Beyler Konağı Kulesi, Bozdoğan Hisar Mahallesi sırtlarındaki Helenistik Kule, Koçarlı’da Cihanoğlu Kulesi ve Konağı, Dedeköy’de Cihanoğlu Çiftliği’nin Kulesi, Yenipazar Donduran Kulesi, Mersinet Kulesi, Ortakent Mustafa Paşa Kulesi, Menderes dışında Foça, Çeşme, Çandar- lı’daki kuleler sayılabilir. Menderes bölgesindeki araştırmalarımız özellikle iki kulenin özel bir ilgiyi hak ettiğini ve 18.-19. yüzyıllardaki gelişmelerle ilişkilendirilebileceğini gösterdi. Bunlar, Nazilli Esenköy’de bulunan Arpaz Kulesi ve Koçarlı’da bulunan Cihanoğlu Kulesi’dir. Bu yıllarda Osmanlı hakimiyetindeki Batı Anadolu topraklarında ortaçağın kuleli müstahkem yapılarının inşa edilmesi ya da var olanların kullanılması neden ve nasıl mümkün oldu, bu nasıl bir gereksinimden kaynaklandı, ortaçağ lordunun yüzyıllar öncesinde kalan “modası geçmiş” evinin benzerlerinin Menderes bölgesinde nasıl bir işlevi vardı? Bu soruların cevabını verebilmek için bu eski yapıyı kullanan BAHAR 2011 77 grubu tanımlamak yararlı olur. Öncelikle bu yapıların sahipleri sıradan insanlar değildir. Cihanoğulları ve Arpaz aileleri bölgenin sayılan, ileri gelen aileleri olma özelliğini günümüzde de sürdürür. Osmanlı sisteminin, bilinen anlamıyla aristokrasi sınıfının gelişmesine izin vermeyen katı kuralları vardır, ancak özellikle bu iki aileyi diğerlerinden ayıran ortak özellikler olmalıdır ve bu özelliklerin kökeni bölgenin geçmişindedir. Kaldı ki bey, hanedan, asil, şövalye, derebey gibi kavramlar bölgenin geçmişinde de var olan, halk için de yabancı olmayan kavramlardır. Yukarıda adlarını saydığımız Bizans derebeyleri de Aydınoğulları, Menteşeoğulları beyleri de bölgede yaşadı. Ancak onlar ya aristokrattı ya da hükümdardı, feodal Bizans ortaçağında veya merkezi otoritenin olmadığı bir ortamda yaşadılar. 18.-19. yüzyıl Anadolu’su bu kavramların varlığının muhtemel olduğu bir yer midir? Osmanlı yöneticileri köylülüğün elindeki toprağın varlıklı yerel seçkinlerin eline geçmemesi konusunda titiz davransalar da sistemi korumak her zaman mümkün olamadı. 18. yüzyıla gelindiğinde başkentten uzaklarda Anadolu ve Rumeli’de ayan adı ile anılan bir grup seçkin siyasi alanda güç kazanmaya başladı. Ayan, herhangi bir kent, topluluk ya da bir devrin ileri gelenleri, belli başlıları ve büyükleri anlamındadır. Vücuh, eşraf, erkan, ekabir, hanedan vb. sözcükler de aynı anlamda kullanılır. Kentlerdeki 78 ayan ve eşraf önde gelen hatırı sayılır kişilerdir. Osmanlı kent toplumunda hem reayanın temsilcisi hem de devlet buyruklarının uygulanmasında resmi görevlilere yardımcı olan bu gruba ayan ve eşraf adı verilmektedir. Ayandan biri şehir kethüdası olarak atanır. Şehir kethüdası şehir halkının temsilcisi durumundadır. Bu yardımından ötürü şehir kethüdası askeri sınıfa dahildir. Askeri sınıfın yararlandığı bütün ayrıcalıklardan onlar da yararlanır. Ayanlık Avrupa’daki feodaliteye benzer özellikler gösterir. Osmanlı sistemi, ticaret ve zanaat yoluyla bir sermaye birikimine izin vermez. Uluslararası ticaret daha çok yabancı sermayenin elindedir. Yabancı sermayenin rekabeti ve merkezi yönetimin üretim üzerindeki sıkı denetimi özel sermayenin hareketini baskılar. Bu koşullarda belli başlı üretim aracı olarak toprak, ayanın zenginliğinin de kaynağıdır. Taşralı seçkinler ellerindeki sermayeyi, toprakları büyük ölçüde gasp etmekte kullandı. Bu gasp tımarlara ait ve reaya tarafından ekilip biçilen toprakların ya doğrudan doğruya ya da çeşitli tefecilik yollarıyla ele geçirilmesi veya miri toprakları kiralayarak üzerinde büyük güç ve denetim kurmalarıyla oldu. Zamanla ayanlar yerel kadı ve yöneticileri saf dışı ederek yörenin tek hakimi haline geldi. Artık devlet, asker ve vergi toplamayla ilgili isteklerini yerel yöneticilere değil, ayanlara yolluyordu. Ayan aileleri arasındaki güç mücadelesi askeri örgütlenmeyi gerektiriyordu ve bu durum ayanların müstahkem yapılar yapmalarına ve kendi silahlı güçlerini oluşturmalarına neden oldu. Bazı güçlü ayan ailelerinin elinde yirmi bin silahlı asker bulunabiliyordu. Ayanların görevi halkın güvenliğini sağlamak olsa da çoğu kez halka zulüm yaptıkları gerçektir. 18.yüzyıl sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında Anadolu ve Rumeli’de ayanların gücü arttı. Anadolu’da Karaosmanoğulları, Çapanoğulları, Tuzcuoğulları, Katipoğulları başlıca ayanlık aileleridir. Ayanların en güçlüleri ise Rumeli’dedir. III. Selim’in hükümdarlığı döneminde ( 1789-1807) reform denemeleri ile iç karışıklıklar bir arada var oldu ve doruk noktasına ulaştı. Çözüm yöntemlerinin pek etkili olamadığı bu dönemde taşralı seçkinler güçlerini arttırdı. II. Mahmut’un tahta geçmesindeki rolleri sayesinde, Alemdar Mustafa Paşa’nın kişiliğinde, ayanların devlet içindeki etkisi oldukça önemli bir noktaya geldi ve Sened-i İttifak ile resmi bir hal aldı. Ama II. Mahmut’un güçlü bir merkezi yapı kurma girişimleri ayanların gücünü en azından resmi açıdan kırdı. Ancak 19. yüzyıl ve sonrasında da adı ayan, eşraf, bey, elit her ne olursa olsun taşra ileri geleni varlığını, gücü elinden alınsa da korudu. Avrupa’da feodalite çoktan sona ermişti, ancak Osmanlı topraklarında güçlenen bu topluluk feodal lordların bazı özelliklerini üzerinde taşıyordu. Geniş toprakları, silahlı adamları, önemli servetleri, kapı halkları ve sahip olduklarını korumak için müstahkem binaları vardı. Nazilli Esenköy’deki kulenin ve Arpaz Beyler Konağı’nın sahibi olan Arpaz Ailesi Gedik Ahmet Paşa soyundan geldiklerini ve paşaya tımar olarak verilen arazileri işlettiklerini kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Oldukça büyük bir tarım arazisine hakim bir konumda da Arpaz Beyler Konağı bulunur. Bu konak Antik Karya kenti Harpasa Kalesi’nin bulunduğu Hisar tepesinin eteklerindedir. Konak bulunduğu yerden tarım arazisini de rahatlıkla kontrol edebilecek durumdadır. Ayrıca konağın ve kulenin bulunduğu yapılar topluluğu her ikisinden de eskiye tarihlenen bir duvarla çevrilmiştir. Ancak bu yapıların başka ve daha eski yapıların üzerine inşa edilip edilmediği net değildir. Kulelin karşısında bulunan konak 19. yüzyıl başlarında yenilenmiştir, geçmişte bugün artık var olmayan bir açılır-kapanır köprü ile kuleye geçilmekteydi. Kule 19. yüzyıl başlarında Arpaz Beyi Hacı Hasan tarafından Rodos’tan getirilen ustalara yaptırılmıştır, yüzyıl sonuna kadar da hapishane olarak kullanılmış bir bodrumu vardır. Asıl katta bir oturma bölümü ihtiyaçlar için hamam ve tuvaletler ve gözetleme için kullanılan mazgallı teras katı bulunur. Kulede asma köprüyü açma-kapama için kullanılan makara yuvaları tespit edilmiştir. Bu köprü saldırı anında bey ailesini ve ev halkını güvenli kuleye götürebilmek için kullanılmıştır. Arpaz Beylerinin hakimiyet bölgesinde eşkıyalık hareketleri hiç azımsanmayacak miktardadır. Özellikle 19. yüzyıl eşkıyalığın arttığı, güvenliğin herkes için büyük sorun olduğu bir dönemdir. Bu yüzden beylerin kendileri ve yakınları için tedbir alması şarttır. Çünkü eşkıyalık önemli ölçüde bölgenin varlıklı ailelerini hedef alır. Rivayete göre Atçalı Kel Mehmet, Arpaz beylerinin kır bekçiliğini yapan bir yetimdir. Oldukça sıkıntılı bir hayatı vardır, beylerin zulmünden şikayetçidir, bir gün yaşlı ve hasta bir köpeğin, hayatta kalabilmek için daha güçlü köpeklerle canı pahasına mücadele ettiğini görür. O andan sonra o da mücadeleye karar verir ve dağa çıkar, bir süre sonra çevresinde çok sayıda silahlı adam toplanır ve isyan başlatırlar. Atçalı kendisini Aydın valisi ilan eder, devletin hizmetinde olduğunu ancak zulme karşı olduğunu her fırsatta belirtir. Tahmin edileceği gibi saldırdığı ilk yerlerden biri Arpaz Beylerinin kulesidir. Asma köprünün ne denli pratik bir işlevi olduğu da böylelikle anlaşılır bir hal alıyor. Ayrıca kulenin bey konağının bulunduğu yerde yolcuların ve misafirlerin ağırlandığı bir başka yapının varlığı söz konusudur. Bu yapılar topluluğu büyük tarım işletmelerinin ve ayan çiftliklerinin yapı tarzına oldukça uygundur. Ayrıca sahipleri de birer yönetici, buyuran, doyuran, cezalandıran, güçlü, kudretli ve zengin sıfatlarına uygun hayatlar sürdürmüş izlenimi veriyor. Menderes bölgesinde ve Batı Anadolu’da hakim eski hanedan ailelerinin herhalde en ünlüsü Karaosmanoğlu hanedanıdır. Bu ailenin etki-yetki alanı Manisa çevresi olduğu için konumuz dışındadır. Menderes vadisinin 19. yüzyılda en ünlü hanedan aileleri Cihanoğulları ve İlyaszadeler’dir. Bu eski ve köklü aileler Osmanlı belgelerinde de “hanedan” olarak adlandırılır, özellikle Cihanoğulları Ailesi’nin yaşlı fertlerinin atalarının topraklarında halen yaşıyor olması nedeniyle aile bölge halkı tarafından halen tanınır ancak bölgede Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı tebaasından başka ünlü aileler de 19. yüzyılda etkinliklerini sürdürdü. Osmanlı Ermeni milletinden Latifyan Ailesi, Balkapanlıoğlu Ailesi, Pişmişoğlu Ailesi, baba ve oğulları farklı uyruklu olmakla beraber kökende Anadolulu oldukları düşünülen Fotyadi Ailesi 19. yüzyılda Menderes bölgesinin büyük toprak sahibi güçlü aileleridir. Ancak bunları hanedan olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bu yüzyılın farklı koşullarında tarım dışı kaynaklardan da beslenerek güç ve zenginliğini artıran özellikleri vardır . Aydın ve çevresinde ise özellikle Büyük Menderes’in güneyinde Koçarlı ve Sobice’de, sahip oldukları ihtişamlı kaleleri, geniş toprakları ve Avrupa derebeylerinin şatolarını andıran kuleli evleriyle Cihanoğulları bölgenin eski hanedanlarındandır. Çeşitli faaliyet alanlarının yanında daha çok tarım ile uğraştığını tahmin ettiğimiz bu ailenin 19. yüzyılda devletin gözünde itibarlarının sürdüğünü ve ayrıca aile üyelerinden Cihanzade Selatin Bey’in Zaptiye Meclisi Azalığı gibi bir resmi görev alması bir çeşit yönetici rolünü üstlendiklerini ve bunların devlet ile uzlaşma içinde olduklarını düşündürür. Ailenin resmi veya gayri resmi görevlerinin daha sonra da sürdüğü anlaşılıyor. Bir yandan Sobice’deki tarlalarını işleyen aile, bir yandan da memuriyetler alarak devlet ile iyi ilişkilerini sürdürür. Merkez kaza Güzelhisar’a da yerleşen aile üyeleri güçlerini burada da sergiler ve hanlar yaptırarak ticarete katılır, camiler yaptırarak halkın sempatisini kazanırlar. Bu yerel hanedan –her ne kadar gücü kırılmış da olsa- yanında olacağı iş birliği yapacağı “tarafı” seçmiş görünüyor. Hatta bunun karşılığında, aile reisinin yokluğundan faydalanarak Güzelhisar’daki topraklarına müdahale etmeye kalkan bir başka yerel gücü, örneğin Türkmenzade Ailesi’ni devlet yardımıyla bertaraf etmeyi başardı. Cihanoğulları özellikle tarım kaynaklı gelir sahibidir. Zeytincilik ve zeytinyağı üretimiyle de yoğun olarak ilgileniyor olmalılar, yukarıdaki resimde görülen Koçarlı Cincin Köyündeki kalelerinin önünde halen yağhanelere ait alet edevat yerindedir. Koçarlı ve Sobice’de tarlaları hatta 200 dönüm de ormanları vardır. Bu gibi aileler, zenginlik kaynakları olan geniş topraklarını malikane usulü ile ele geçirerek büyük tarım işletmelerine dönüştürdüler . 19. yüzyıl boyunca tarımın ticarileşmesi ile de büyük servet edindiler, idari ve ekonomik kontrol sağladılar. Çok sayıda silahlı adamı olan bu beyler özel konutlarında da güvenliğe öncelik verdiler. Kuleli yapılar güvenlik için oldukça uygundur. Cihanoğulları’nın Cincin köyündeki kaleleri ve Koçarlı’daki kuleli konakları bu yapıların örnekleridir. Koçarlı’daki kule öncelikle tarım arazisiyle bağlantılı bir yerde değildir, hatta kasabanın içindedir, bodrum dahil üç katlıdır içinde konforlu yaşamı sürdürebilecek bir çok oda bulunur, kulenin içindeki barok ve rokoko tarzı süslemeler ince işçilik belki de bulunduğu yerle ilgilidir, konfor için hamam da kuleye dahil edilmiştir ve kule bugün artık var olmayan asıl konakla bağlantılıdır. Prof. A. Arel kulenin farklı zamanlarda değişiklikler geçirdiğini belirtmektedir. İç dekorasyonunun özenli bir işçilikle yapıldığından ve bu işlemlerin 19. yüzyılda yapılmış olma olasılığından da söz eder. En üst katında bulunan ve tamamen mazgallarla çevrili bir gözetleme terası Cihanoğulları’nın güvenlikle ilgili sorunları olabildiğini de gösterir. Bölgede etkin bir başka hanedan da İlyaszade Ailesi’dir. Söke ve Kuşadası’nda etkin bu ailenin de Kemer çiftliği gibi geniş toprakları vardır ama tek ilgi alanları tarım değildir, ticaretle ilgilidirler. Zamanla devletin merkezileşmesi politikası karşısında kan kaybetmiş olabilirler ama bölge halkının gözünde onlar her zaman bir hanedan olarak kaldılar. Hatta bu durum yaşadıkları bölge halkı için de geçerli olmalı, İlyaszadeler’den birinin haremi olan Hoşyar Hanım’ın muhacirlerin iskanında adeta bir yerel otoritenin temsilcisi olarak büyük gayretler göstermesi, belki de perişan durumdaki muhacirlere sahip olduğu evlerini açıp, yemek vermesi, hasta, yaşlı ve çocuklara yardım etmesi, devletin yapmaya çalıştıklarını yapması, geleneksel kurallar çerçevesinde bulunduğu bölgeyi ve ailesinin gücünü temsil ettiğini düşündürür. Bunun karşılığında Hoşyar Hanım devletin takdirini kazandı. Ayrıca İlyaszadeler’in de devlet görevi veya bazı rütbeler alarak eski prestijlerini başka kimliklerle devam ettirdikleri söylenebilir. Aynı aileden Mehmet Sırrı Bey’in Rikab-ı Hümayun Kapıcıbaşılığı rütbesi almış olması bu gibi ailelerin Tanzimat sonrası yapılanmada bazı görevler ve rütbelerle iş başında olduklarını gösteriyor. İlyaszadelerin günümüze ulaşmış bir kuleli yapısı yoktur. Ancak çağdaşları olan diğer beyler gibi onların da kale ve kule yaptırmış olmaları olasılığı vardır. Menderes bölgesinde günümüzde de varlığını sürdüren iki kulenin sahipleri bölgenin eski hanedan aileleridir. “Buyuran, doyuran ve yargılayan” özellikleri olan bu hanedanlar özellikle tarım kaynaklı gelirlerle zengin oldular. Bu yüzden topraklarının ve ailelerinin güvenliği oldukça önemli bir konuydu. Bunu sağlamak için bölge geleneğinde de yeri olan müstahkem yapı tipolojisini kullanmaları oldukça anlaşılır. Ancak zamanlama konusunda bazı şüpheler elbette vardır. Ortaçağın bu “moda” yapı tipi, içinde geliştiği ortamın koşullarına son derece uygun olabilir, sahipleri de aynı ortamdan beslenen birer karakterdir. Ancak 19. yüzyıl Anadolu’sunda bu tarzda yapıların gerekliliği, üstelik devlet dışında yerel güçler için gerekliliği çok daha anlamlıdır. Bu müstahkem yapılar, ortaçağ derebeyinin hemen her türlü özelliğini gösterebilen yerel hanedanların gücü ve ayanlık kavramının geldiği nokta hakkında da fikir verebilir. Çok kısa bir zaman dilimi içinde de olsa, Ortaçağ Avrupa’sı derebeyleri benzeri karakterler Osmanlı topraklarında da var oldu. Merkezi otoritenin zayıflaması bu konuda belirleyicidir. Devletin, bölgedeki eski hanedan ailelerinin ellerinden ayrıcalıklarını alarak ayanlığın gücünü kırmasından sonra, bu hanedanların bir yandan bulundukları bölgede ellerinde bulunan toprakları işlerken, bir yandan da bürokraside görev alarak, devletle bir tür uzlaşma içine girdikleri düşünülebilir. Zaman zaman para sıkıntısı çekerek Ermeni tefecilerden borç almak zorunda kalsalar bile bölge halkı için hep güçlü izlenimlerini korumuş olmalılar. GüzelhisarAydın’da han, hamam, konak; kendi memleketleri olan Sobice ve Koçarlı’da geniş arazilerin sahibi olan Cihanoğulları hanedanın üyeleri 1908 seçimlerinde mebus olmayı düşündüklerine göre siyasi ve sosyal bakımdan hâlâ oldukça güçlü olmalılar. Saraydan rütbeler de almış bu gibi aile üyelerinin taşrada kökleşmiş, herkesçe bilinen güçleri kolaylıkla yok edilmiş ve yerel hanedanlar gerçekten de basit birer çiftçi ailesine dönüştürülmüş müdür? Bu güçlere, Osmanlı taşrasının kolları bürokrasiye de uzanan burjuvazisi demek doğru olabilir mi? BAHAR 2011 79 Yörük Ali Efe’nin evi Z eybek ve zeybeklik, Ege’nin sosyal ve kültürel tarihinde önemli bir yere sahiptir. Başlangıç tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte varlığını 16. yüzyıldan itibaren ortaya koyan somut belgeler vardır. Kökenleri ile ilgili çok sayıda farklı görüş bulunan zeybeklerin icratları da farklı açılardan değerlendirilmektedir. Kimilerine göre paşa ve ayanların kapısında ücretli koruyucu, ayan kolcusu olarak kimilerine göre dağa çıkan suçlu ve kanun kaçakları; baskı gören ve ezilen halkı ayan, voyvoda ve mültezim zulmüne karşı korumaya kalkışan silahlı aktif eylem adamları; zenginden alıp fakire veren, kendince adalet dağıtan sevimli eşkıyalar; adaletsizliğe ve haksızlığa uğradıkları gerekçesiyle yönetime başkaldıran eylemciler; yönetimin zaafından yararlanarak yöreye egemen olmak isteyen liderler; Balkan ve OsmanlıRus Savaşları’nda devletin silahlı askerleri; Milli 80 Mücadele’de bağımsızlık yanlısı kurtuluş savaşçıları olarak tanınmaktadırlar. Aydın yöresinde namı ile ün salmış en önemli efelerden birisi Yörük Ali Efe’dir. 1895 yılında Aydın İli Sultanhisar İlçesi Kavaklı Köyü’nde dünyaya gelmiş olan Yörük Ali Efe, ondokuz yaşına geldiğinde, ağır sınavlardan geçirilerek Aydın Dağları’nda dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin grubuna kabul edilmiştir. Kısa zamanda Efe’nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak grupta ikinci adam konumuna yükselen Yörük Ali, Alanyalı Molla Ahmet Efe’nin Bozdoğan Kavakdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak grubun başına geçmiş; dört yıldan fazla dağlarda dolaşarak, bu süre içinde daima ezilenin, mağdur edilenin, güçsüzün yanında olmuş, haklı olarak halk tarafından sevilmiş, itibar ve destek görmüştür. Düşmanın İzmir, ardından Aydın ve Nazilli’yi işgal ettiği 1919 yılında dağlardan inen Yörük Ali Efe, 16 Haziran’da Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları ile birlikte, Aydın İli’nin Çine İlçesi Yağcılar Köyü’nde toplanarak, Sultanhisar İlçesinde iki kilometre uzaklıkta Malkoç demiryolu köprüsü yanındaki güçlü ve tam teçhizatlı düşman karakoluna baskın yapmıştır. Karakolu tümüyle imha eden Yörük Ali Efe ve arkadaşları, oldukça önemli cephane ve erzak ele geçirmiştir. Batı ve Güney Anadolu’da düzenli, bilinçli ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskın olma özelliğini taşıyan bu baskında elde edilen başarı yöre halkına ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe’nin liderliğini perçinlemiştir. Düşman beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli’deki kuvvetlerini Aydın istikametine çekmiştir. Ne yazık ki çevreyi yakarak, yıkarak masum insanları öldürerek ... daha sonra 57. Tümen Kumandanı Albay Şefik Aker’in başkanlığında kurulan harp meclisinde oy birliği ile alınan karar uyarınca Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından kurtarılmıştır. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen düşman ordusu Aydın’ı ikinci kez işgal etmiştir. Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk, Umurlu ve Dörtyol Cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır. Böylece düzenli ordu kuruluna kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmiştir. Düzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir grup, her ferdinin istek ve sevgisiyle ordu ile bütünleşmiştir. Yörük Ali Efe de savaş sona erene kadar Milli Aydın Cephesi Komutanı olarak, vatani görevini sürdürmüştür. Kurtuluş savaşındaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere “Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin birçoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olur mu ki?” şeklinde yanıt veren Yörük Ali Efe alçak gönüllü bir insan olarak tanınmıştır. TBMM tarafından İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiş, kendisi için yakılan türküde “Hey gidinin Efesi – Efelerin Efesi” olarak tanımlanan Kuva-yı Milliye’nin bu değerli komutanı Yörük Ali Efe, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra altı sene İzmir’de yaşamış, daha sonra 1928 yılında Kurtuluş Savaşı’nda bir süre karargah olarak kullandığı Yenipazar’a taşınmış, 1951 senesinde, tedavi için gittiği Bursa’da vefat etmiştir. Yörük Ali Efe “Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orda rahat ederim” diyerek Yenipazar’a gömülmeyi vasiyet etmiştir. Yörük Ali Efe’nin mezarı, 2000 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile Yenipazar Yörük Ali Efe Caddesi üzerinde bulunan ve 19. yüzyıl sonunda yapıldığı tahmin edilen Yörük Ali Efe’ye ait evin bahçesine taşınmıştır. 2001 yılında müze olarak ziyarete açılan bu ev 1980’li yıllarda çıkan bir yangınla tamamen yanmış, yangından sonra bina ve bahçesi kendi kaderine terkeldilmiştir. 1995 yılında Aydın Valiliği Kültür Komisyonu, Milli Mücadelede işgalci güçlere karşı silahlı direnişin Aydın’daki önderi Yörük Ali Efe’nin evinin restore edilip, Müze eve olarak yeniden yaşama geçirilmesini ve gelecek kuşaklara aktarılması için çalışma başlatılmasının ardından harap durumda olan bina ve bahçenin tamamı temizlenmiş, daha sonra temelden itibaren aslına uygun hazırlanan restorasyon projesi ile bina yeniden yapılmış, sığınak onarılmış, eski bademlik evi olarak bilinen müş- temilat binası da onarılıp kır kahvesine dönüştürülmüştür. Evin Restorasyon çalışmalarının tamamlanmasından sonra varislerinden Yörük Ali Efe’nin özel eşyaları derlenmiş, eve yerleştirilmiş, ayrıca Prof. Dr. Tankut Öktem’e yaptırılan Yörük Ali Efe’nin heykeli de bahçedeki yerini almıştır. Yörük Ali Efe Müzesi, efenin eşyalarının yanı sıra çok sayıda fotoğrafı ve kitabı da ziyaretçilerle buluşturmaktadır. BAHAR 2011 81 Ege Üniversitesi 55. Yıl Kimyasal Tekstil Muayenesi Laboratuvarı açıldı Yeniliğin yolunda stratejik adımlar E ge Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Tekstil Mühendisliği Bölümü’nde yenilenen 55. Yıl Kimyasal Tekstil Muayenesi Laboratuvarı, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Rektör Yardımcıları Prof. Dr. Süer Anaç, Prof. Dr. Atilla Silkü ve öğretim elemanlarının katıldığı törenle açıldı. Ege Üniversitesi’nin Tıp ve Ziraat alanında öncülüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Yılmaz üniversitenin tekstil alanında da önderlik ve yıldızlaşma yolunda olduğunu belirtti. Ege Üniversitesi Tekstil ve Konfeksiyon Araştırma-Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Faruk Bozdoğan, “Marka olmak hedefimiz” dedi. E ge Üniversitesi, yönetim, planlama ve eğitim stratejisine yön vermek için çalışmalar yaptı. “EÜ Stratejik Yönetim ve Planlama Çalıştayı”nda üniversitenin dinamikleri ve yeni stretejileri gözden geçirildi. “EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı”nda ise eğitim alanındaki gelişmeler, Türkiye’deki yüksek öğretim ortamının dinamikleri, Avrupa Yükseköğrenim Alanı’na katılım nedeniyle hayata geçirilmesi gerekenler tartışıldı. EÜ Stratejik Yönetim ve Planlama Çalıştayı Ege Üniversitesi, stratejik yönetim ve planlama çalışmalarının yeni dönemine başlamak, “değişimi” Ege Üniversitesi’nin vazgeçilmez dinamikleri arasına katabilmek, yeni bir arayış ve farklı hedefler ile daha pozitif bir yapılanmaya ulaşabilmek amaçlarıyla 26-27 Şubat 2011 tarihlerinde “EÜ Stratejik Yönetim ve Planlama Çalıştayı”nı gerçekleştirdi. Küresel çağın rekabet koşulları ve teknolojik gelişmeleri bağlamında Ege Üniversitesi’ nin dinamiklerinin ve yeni stratejilerin gözden geçirildiği “arama konferansı” nda, insan kaynakları gibi stratejik açıdan önemli pek çok konu ele alınırken, odak noktası üniversitenin mevcut durumunun ve “Hedefimiz marka olmak” geleceğe dair stratejilerin belirlenmesiydi. EÜ Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün organizasyonunda gerçekleşen etkinliğe EÜ Üst Yönetimi ile fakülte dekanları katıldı. Çalıştayın yönetmenliğini EÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Jülide Kesken yaparken; 2 gün süren etkinlikte Ege Üniversitesinin vizyonu ve temel hedeflerinin ana hatları ortak katılımlı karar alma yöntemi ile çizilmeye çalışıldı. EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı Ege Üniversitesi’nde eğitim ile ilgili vizyon geliştirme ve önümüzdeki dönem stratejik planında kullanılabilecek yöntem ve süreç önerilerini oluşturmak amaçlarıyla EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı düzenlendi. Ege Üniversitesi’nin mevcut eğitim - öğretim uygulamalarından yola çıkarak; eğitim alanındaki gelişmeler, Türkiye’deki yüksek öğretim ortamının dinamikleri, Avrupa Yükseköğrenim Alanı’nın yeniden yapılandırılması çalışmalarına katılım nedeniyle hayata geçirilmesi gerekenleri; bilimsel, demokratik ve katılımcı bir süreçte değerlendirerek yöntem ve süreç önerileriyle birlikte vizyon geliştirmek amaçlarıyla 9 Şubat 2011, Çarşamba günü gerçekleştirilen toplantı ile çalışmalarına başlayan EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalışma Grubu’ nun ilk arama toplantısı olan Çalıştay 5-6 Mart 2011 tarihleri arasında tüm ilgilileri bir araya getirdi. EÜ Tıp Fakültesi Tıp Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Halil İbrahim Durak’ın yönetmenliğinde gerçekleşen EÜ Eğitim Stratejik Planı Hazırlık Çalıştayı’na EÜ Üst Yönetimi, Bologna Eşgüdüm, Eğitim ve Otomasyon Komisyonları üyeleri, tüm fakültelerin eğitimden sorumlu dekan yardımcıları ve yüksekokul-meslek yüksekokullarının yine eğitimden sorumlu müdür yardımcıları ile, Fen Bilimleri, Sağlık Bilimleri ve Sosyal Bilimler Enstitülerinin müdür yardımcıları katıldı. Ayrıca EÜ Sürekli Eğitim Merkezi ve Bilgi ve İletişim Teknolojileri Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürleri ile Bilim - Teknoloji Uygulama Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı da katılım gösterenler arasındaydı. Öğrenci Konseyi temsilcilerinin de hazır bulunduğu “Arama Toplantısı”nda, Ege Üniversitesi’nin eğitim alanındaki tüm dinamikleri gözden geçirildi ve katılan her birim kendilerini tanıtıcı bilgileri aktardı. Nitelikli ara eleman yetiştirilmesi önemli Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Son zamanlarda tekstil alanında dalgalanma ve sessizleşme yaşandı, az üretim olsa da yeniden çiçek açacak bir tekstilimiz var. Ben çok ümitliyim, tekstilden de beklentilerim giderek artıyor” dedi. Nitelikli ara eleman yetiştirmenin öneminden de bahseden Prof. Dr. Yılmaz, Türkiye’deki yatırımcıların en büyük sorununun bu olduğunu vurguladı. Prof. Dr. Yılmaz şu ana kadarki görev süresince genelde üniversite içinde süren inşaat alanları hakkında yorumlar yapıldığına dikkat çekerek “Bugün buraya geldik ve her şey ne kadar güzel olmuş diyorum. Neyin inşaatını yapıyoruz, laboratuvarların, dersliklerin, öyleyse iyi yapmışız, yapmaya da devam ediyoruz” dedi. Ege Üniversitesi Tekstil ve Konfeksiyon Araştırma-Uygulama Merkezinin önceki Müdürü Prof. Dr. Necdet Seventekin’e emeklerinden dolayı plaket veren Prof. Dr. Yılmaz, ardından açılış kurdelesini kesti. Analizler uluslararası standartlarda yapılıyor 1988 yılında kurulan ve Türk üniversiteleri içinde, bu alanda faaliyet gösteren ilk merkez olan Tekstil ve Konfeksiyon Araştırma-Uygulama Merkezi, Türkiye’nin en geniş ve en tecrübeli tekstil konfeksiyon öğretim elemanı kadrosu ile hizmet veriyor. Fiziksel ve kimyasal tekstil muayeneleri laboratuvarlarında analizler uluslararası standartlara uygun olarak yapılıyor. Diğer yandan merkeze bağlı olarak çalışan Tekstil Uygulama İşletmesi(Pilot işletme), aynı zamanda Tekstil Mühendisliği’nin eğitim ve uygulamalarında da kullanılıyor. 45 bin metrekarelik alan üzerine kurulan işletme, Pamuk ipliği, yün ipliği, dokuma ve dokuma hazırlık, örme, dokusuz yüzeyler, tekstil terbiyesi ve konfeksiyon birimlerinden oluşuyor. Merkez geçmişte başarıyla sonuçlanan çalışmaları sonucu TÜRKAK (Türk Akreditasyon Kurumu) tarafından akredite oldu. EÜ Tekstil Mühendis- liği Bölümü akredite deney sayısını artırmak için 6 deneyle daha TÜRKAK’a başvurdu. Milli Savunma Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü, PTT ve belediyeler gibi birçok kamu kurum ve kuruluşlarına hizmette bulunan laboratuvarlar, lif, iplik ve kumaş formundaki çeşitli tekstil materyallerinin, çeşitli tekstil yardımcı madde ve kimyasallarının, ulusal ve uluslararası standartlarda analizini yapıyor. Kimyasal Tekstil muayeneleri laboratuvarına bağımlı olarak çalışan Eko-Tekstiller Laboratuvarında ise bio-pamuk (organik pamuk) üretiminden başlanarak hem insan ekolojisi hem de ekolojik üretim konularında araştırma- geliştirme çalışmaları yapılırken, bu konuda danışmanlık ve yayın hizmetleri de veriliyor. Central Union Sertifikasyon Ltd. Şti. Firması ile yapılan çalışma sonucunda “Organik Ürün Sertifikası” alacak firmalara da danışmanlık hizmeti veriliyor. Türk üniversiteleri içerisinde ilk ve tek olan Yıkama Laboratuvarlarında çeşitli deterjan ve çamaşır sularının performans testleri yapılırken, yine kimyasal tekstil muayenelerine bağlı olarak çocuk bezi ve bayan pedlerinin de performansları ölçülebiliyor. Açılış sonrası laboratuvarı gezen Prof. Dr. Yılmaz, katılımcılarla birlikte merkezin dünü ve bugünü arasındaki değişimi anlatan sunumu izledikten sonra emeği geçen herkese teşekkür etti. BAHAR 2011 83 Yard.Doç.Dr.Şebnem SOYGÜDER Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü Fotoğrafçılık ve Grafik Anabilim Dalı 84 BAHAR 2011 85