Kutuno:5 - Koç Üniversitesi

Transkript

Kutuno:5 - Koç Üniversitesi
Kutu
no:5
OH YES
Charles Bukowski
there are worse thıngs than
beıng alone
but ıt often takes decades
to realıze thıs
and most often
when you do
ıt's too late
and there's nothıng worse
than
too late.
Editör
Yarı bilinçli bir durumdayken, ya da düş ile gerçek arasında iken yazdıklarımız
anlamlı olur mu? Yoksa “anlam” sadece ona yöneldiğimiz zaman mı kendini açığa
çıkarır? Olanaksızlık, ya da olanaklılık durumu kendince bir anlam taşır mı, yoksa
sadece bir rastantıdan mı ibarettir? Magritte, resimleriyle bize ne anlatmak istemiştir?
Magritte resimlerini anlatırken, onların “düşünce özgürlüğünün maddi
göstergeleri” olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Bu özgürlüğün anlamını
şöyle açıklar: “Yaşam, Evren, Boşluk; düşüncenin özgür olduğu durumda
onun açısından hiçbir değer taşımazlar. Düşünce açısından değeri olan
tek şey “anlam”dır; başka deyişle ahlaksal olanaksız kavramıdır.” Fakat
olanaksızı kavramak, olanaksız olanı rastlantıdan ayırmak zordur. Bu nedenle
Magritte’in anlatımı, olanaksızın deneyimlenmesinin yanında, şans olgusunu
da içinde barındırır. Bazı resimlerinde olanaksız olan ile şans eseri meydana
gelen olgular iç içedir. Bu yüzden “anlam”ın kendisini açığa çıkarış şekli
“şans” kavramından soyutlanamaz.
Bu sayının konusu “Şans”. Bu konuya olabildiğince farklı açılardan
yaklaşırken, olanaklı olan, olanaksızlık derken, Magritte’ten bahsetmemek
olmaz dedik, ve kapakta Magritte’in ünlü eseri “The Son of Man”i yeniden
yorumladık. Dosya konumuzda, Duchamp’tan John Cage’e, şansı hayatının
bir parçası olarak kullanmış kişilerden bahsettik.
Farketmişsinizdir, bu sayıda logomuz başta olmak üzere marka kimliğimizde
bir yenilik yaşadık. O eski keskin hatlı ve daha içine kapanık logomuzdan,
daha yuvarlak hatlı, yeniliklere açık, ve samimi bir logoya geçiş yaptık. Bunu
yaparken de dergiyi çıkarmakta biraz geç kaldık. Bu yüzden de Charles
Bukowski’nin en sevdiğim şiirini, özür dileme amacıyla yandaki sayfada
paylaşıyorum.
Kahve kokulu okumalar dilerim.
Mert Gümren
Kutu
Sayı:5 Bahar 2013
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Mert Gümren
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hakan Özyılmaz
Grafik Tasarım
Mert Gümren
Kapak Fotoğrafı
Caner Aydoğan
Editörler
Cansu Soyupak, Naz Cuguoğlu, Alper Orhan,
Oğulcan Açıkel, Yaman Duman, Tolga Yapan
Görsel Editörü
Cansu Soyupak
Reklam Sorumlusu
Ece İşmen
Katkıda Bulunanlar
Özge Akpınar, Caner Aydoğan, Aslı Kuzu, Cemre
Yılmazer, Nilay Dursun, Kerem Bilek, Murat
Gencoğlu, Turna Ezgi Toros, Asena Çeltikçioğlu,
Can Köroğlu, ve Laleper Aytek
Matbaa
Stil Matbaacılık İbrahimkaraoğlanoğlu Cad.
Yayıncılar Sok. Stil Binası Seyrantepe/ İstanbul
Tel : 0212 281 92 81
Fax : 0212 279 30 86
www.kutudergi.com
kutudergi.com/blog
Yönetim Yeri: Koç Üniversitesi
Rumelifeneri Yolu 34450 Sarıyer İstanbul Türkiye |
Tel: +90 212 338 1000
İletişim: iletisim@kutudergi.com
Reklam: reklam@kutudergi.com
Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın
Koç Üniversitesi öğrencileri tarafından
hazırlanmaktadır. Ücretsizdir.
İçindekiler
6...mıxtape // alper orhan
9...lıons ın the cage // turna ezgi toros
12...röportaj // cem dinlenmiş
16...röportaj: bindik bir alamete
23...serge gaınsbourg // ceren bozcan
26...kapak konusu: şans
28...zarların senfonisi // cansu soyupak
30...rene magrıtte: gerçekçi gerçeküstücülük //
hakan özyılmaz
34...şans dediğin nedir ki? // yaman duman
36...şans, mucize ve evrim üzerine // s.can özcan
38...mr.nobody: şans üzerine şansını zorlamak
40...fotoğraf & şans // laleper aytek
44...bookporn
46...amsterdam’ın görülmeyen iyi yönleri: müzeler //
nilay dursun
52...filin seyir defteri ve lüferler // naz cuguoğlu
58...hissedilen işaretler // murat gençoğlu
61...biri // oğulcan açıkel
Kutu
no:5
M I X TA P E
no :5
hazırlayan: Alper Orhan
6
Biffy Clyro – Opposites
Nick Cave & Bad Seeds –
Push the Sky Away
Foals – Holy Fire
Holy Fire’ın dokuzuncu şarkısı Providence
aslında bize Foals’un üçüncü albümü
hakkında çok şey anlatıyor. Başta neredeyse
chill-out tadında başlayan şarkı, ilerledikçe
şekil değiştiriyor, hızlanıyor, farklı tempolara,
enstrümanlara
yer
veriyor.
Albümdeki
şarkıların birbirine benzediğini düşünmeyin
sakın. Bir şarkı “biz grunge’ın da 80’lerin de
en güzelini yaparız” derken diğeri, “aslında
dance-punk’da da başarılıyız” diye haykırıyor
resmen.
Inhaler, My Number ve Everytime albümün en
gözde parçaları ama sonlara doğru kanımca
albümün gizli silahı, “Late Night” yatıyor.
Prelude ise albümün kesinlikle en farklı şarkısı.
Neredeyse Post-Rock-vari diyebileceğimiz,
karanlık, güçlü ve yoğun bir şarkı. Her ne
kadar albümü açıp, diğerleri yanında sönük
kalsa da, Foals’un ilk zamanlarına en yakın
duran parça...
İngiltere’den çıkan ve vaat ettiği umutları
yerine getiren bir grup Foals. İlk iki albümde
yaşadıkları sıkıntıları, mesela müziklerinin
gereğinden ağır ve yorucu olması, tamamen
bir kenara bırakıp hafiflemişler, gereksiz
notaları cilalayıp tertemiz bir albüm ortaya
koymuşlar. Yolları kesinlikle açık... Kanıtı da
Holy Fire. 8/10
2008’deki Dig, Lazarus, Dig!!!, Nick Cave
and the Bad Seeds severler için ilginç bir
deneyim olmuştu. Alışılagelmişten hareketli,
belki gereğinden fazla düzgün bir albümdü.
Ardından Nick Cave’in yine Bad Seeds’in
yarısıyla çalıştığı Grinderman’ın albümü geldi.
Grinderman zaten Bad Seeds’in alter-egosu
işlevini görüyordu. Sınır tanımayan, çılgın,
zaman zaman abartılı, genellikle gürültülü bir
havası vardı Grinderman albümlerinin.
Belki de bu iki albüm Nick Cave ve ekibinin
bütün sinirini, hızını ve gürültüsünü alıp
götürdü. En azından Push the Sky Away’in
bize gösterdiği durum bu. Post-Punk dönemini
sonlandıran Boatman’s Call ve No More Shall
We Apart sound’una yakın bir albüm olmuş
Push the Sky Away. Sakin, sessiz, belki biraz
durağan, bazen rahatsız edici... Nick Cave yine
pianonun başına geçip ağır takılmış.
Durağan olsun, hızlı olsun, onbeş tane
albüm yapmış Nick Cave and the Bad Seeds
dinleyiciyi tatmin etmesini fazlasıyla biliyor.
Jubilee Street, Higgs Boson Blues, We No
Who U R ve We Are Real Cool albümün en iyi
parçaları kanımca.
2009’da çıkan ve grubu mainstream’e tam
anlamıyla tanıtan Onyl Revolutions’tan
beri dört sene geçti ve yeni albüm, hem
de bir çift albüm, Opposites ile karşımızda
Biffy Clyro. İlk albümlerindeki o aşırı tonu
Puzzle’da sakinleştirip, Only Revolutions’ta
alternatif rock ayarına getirmişlerdi meseleyi.
İlk albümleri sevenleri de yakalayan ve yeni
dinleyicileri de yakalamayı başaran bu iki
albümün devamında gelen Opposites, seveni
daha bir bağlayacak ve Biffy’yi daha geniş bir
çevreye tanıtabilecek nitelikte.
Biffy Clyro 90’ların alternatif rock/grunge’ı
ile günümüzün daha rafine Indie Rock’ının
karması bir müziğe sahip olmakla beraber
aynı zamanda 70’lerin Hard Rock janrasına
da el atmaktan çekinmiyorlar. Haliyle böyle
komplike bir etki alanı olan grup, zaman
zaman karmaşıklaşan, ama dinleyicinin keyfini
engellemeyen bir müzik ortaya koyuyor.
“The Joke’s on Us”, “Black Chandelier”
ve “The Thaw” albümün en göze çarpan
parçaları. Ayrıca gayda ezgilerine yer veren
“Stinging Belle” albümde farklılığıyla dikkat
çekenlerden...
Opposites belki Only Revolutions veya
Puzzle’ın sahip olduğu o müthiş havaya
veya yenilikçi tada sahip değil. Ancak Biffy
ile tanışmak ve ısınmak için belki de en iyi
başlangıç albümü olabilir.
1983’te başlayan The Bad Seeds macerası,
otuzuncu yılında, onbeşini albümü ortaya
koyuyor. Derin, sessiz ve yoğun. Umarım
durmaya niyetleri yoktur. 9/10
7
Fotoğraf: Naz Cuguoğlu
sadece müzik işte
LIONS IN THE CAGE
yazı: Turna Ezgi Toros
Nedir bu adam sizin için?
Çöp belki ya da kendini
ispatlamaya çalışan
herhangi bir ergen irisi,
belki de sıradan bir insan,
farklı olduğunu düşünen.
Belki de hiçbiri veya hiç
kimse. Sadece sesleri
boşluğa, kendi anlamları
ve evreniyle bütünleşmeye
yollayan bir adam.
10
Bazı inanç ve düşünce sistemleri “varlık” kavramının “var
olma”dan değil “var edilme”den geldiğini benimserler. Bu
sistemlere göre olmak, kendi başına bir eylem değil, başka bir gücün
yaptığı bir eylemin sonucudur. Bu yüzden de varlıklar, yaratıcılarının
ya da içinde bulundukları sistemlerin, koşulların koyduğu kurallar,
yargılar, tanımlar çerçevesinde anlamlan(dırıl)ırlar. Elbette ki, kendi
başına var oluşu kabul edilmeyen varlıkların, kendi anlamlarına
sahip olabilmeleri de düşünülemez. Varlıklara anlam vermek, onlara
yorum katmak ve dışarıdan bir ilavede, müdahalede bulunmak
demektir. Oysa anlam, nesnelerin kendi içinde, özündedir.
Sözlük anlamına göre müzik “duygu veya düşüncelerin belli
kurallar çerçevesinde uyumlu seslerle anlatmak sanatı”dır.
Yani müzik bir ifade aracıdır. Bütün sesler, vuruşlar, sessizlikler,
yaratıcısının duygu ve düşüncelerini dinleyicilere iletmek için
kullanılan bir araç ve yöntemler bütünüdür. Anlamı da yaratıcı
ya da dinleyicinin algısına göre var edilmektedir. Belli kuralların
da yardımıyla, bu anlamlandırmanın alanı belirlenmiş ve yanlış
anlaşılmalar minimize edilmeye çalışılmıştır. Kurallar, beklentilerin
ve taleplerin sınırlarını çizmiş; belli sınırlar dahilinde arzular,
duygular ve talepler özgürleştirilmiştir. Örneğin; ritim. Tipik bir
rock şarkısı düşünelim (sesli düşünmek güzel olabilir bu noktada)
dum (karna yumruk) çak (alkış) ritmine sahip. Bu şarkıda birtakım
ataklar yapılsa bile, dönüp dolaşıp geleceği yer ya da bu atakların
özgürlük alanı, bu ritmin dahilidir. Bu yüzden eğer gerçekten
kulaksız değilseniz, bir süre sonra bu ritme rahatlıkla uyum gösterip
eşlik edebilir ya da hafiften dans bile edebilirsiniz. Fakat bu esnada
gitarist bir anda uzun bir sessizliğe bürünse, sonra birden ritme
dönse ve sonra tırnağıyla teli oynasa, dansınız durmak zorunda kalır;
zira bu durum standardınızın dışında, beklenmedik bir hamledir
ve buna hazırlıklı değilsinizdir. İşte bu noktada şarkının verdiği
duygudan, düşünceden ayrılıp duyduğunuz ses odaklanabilirsiniz.
Artık anlam, o an duyulan sesin, yaşanan anın anlamıdır. Yani
varlığın kendi benliğinin, anlamının var oluşu olmaya başlar
duyduklarınız. Bir şey ifade etme derdinde olmayan müzik,
sadece müzik işte.
Sözü olan müzikler konumuzun tamamen dışında, zira orada
bırakın müzikle bir şey ifade etmeyi, üstüne bir de söz ekleyerek
adeta bir yazılı/sesli iletişim yöntemi kullanılmakta. O yüzden
biz klasik müzik tarihine şöyle kısaca göz atacak olursak, özellikle
20. yüzyıla kadar olan süreç, kimi zaman belli seremoniler ( dini
müzikler, aristokrasi için yapılan müzikler, opera ve temsiller
için yapılan “background” müzikler gibi) için, o amacı ve
mesajları pekiştirmek, desteklemek ve ifade etmek niyetiyle
müzik üretimi şeklinde gerçekleşmişken, kimi zaman ise direkt
biçimde mesaj yahut anlam belirtmese dahi (yani bir hizmete
yönelik müzik olmamak), içerik ve yapısallık bakımından bazı
duygu ve düşünceleri ifade eden müziklerin var edilmesi şeklinde
vuku bulmuştur. Örneğin; belli armoni ve hareketlerden oluşan
senfoniler.
Bu anlayışın dışına çıkmak, müziği duygu ve düşüncelerin belli
kurallarla anlatılması yerine seslerin var oluşu, özgürleşmesi haline
getirmek için, başta Schoenberg olmak üzere pek çok bestesi çeşitli
girişimlerde bulunmuştur. (örn. 12 oktav sistemi gibi) Fakat, tüm
bu insanlar içinde en radikal olanı ve müziğe, bestecilikten öte
filozofluk yönüyle devrimsel müdahalelerde bulunan kişi,-benceJohn Cage’dir. Çünkü John Cage, bir müzisyen olarak, değişimi
restorasyon değil, yeniden yapılandırma halinde görmüştür.
“Söyleyecek hiçbir şeyim yok ve söylüyorum.” diyerek,
anlamın; sesin ve sessizliğin özünde olduğuna inanıp bunu
anlatmaya çalışmıştır. Bir müzisyen düşünün ki Silence (Sessizlik)
isminde bir eseri olsun ve 4 dk 33 sn süren bir sessizlik sürecinden
oluşsun, aslında o sessizliğin farklı sürelere sahip sessizliklerden
oluştuğunu, eserin her performansta ayrı bir hal aldığını anlatmaya
çalışsın. Çoğu insanın dinlemeye tahammül bile edemeyeceği
eserler yapan bir müzisyen hayal edin. Nedir bu adam sizin için?
Çöp belki ya da kendini ispatlamaya çalışan herhangi bir ergen,
belki de sıradan bir insan, farklı olduğunu düşünen. Belki de
hiçbiri veya hiç kimse. Sadece sesleri boşluğa, kendi anlamları ve
evreniyle bütünleşmeye yollayan bir adam.
Varlıkların özüne ve kendi anlamlarına, var oluşlarına verilen değer;
onları birileri ya da bir şeyler tarafından anlamlandırabililmesi
ile ilgilidir. Bu yüzden de her anın, her oluşun kendi anlamı
vardır. Ve yine bu yüzden, tesadüfün, kendi kendineliğin (bkz.
“akan su bile yolunu buluyor yahu”) anlamı ve mevcudiyetidir
aslolan. Bu yüzden Çin felsefesinin önemli dayanaklarından biri
olan “Book of Changes”(I ching) müziğe uyarlanmıştır Cage’de.
Belki de yetersiz sözcük dağarcığım yüzünden “tesadüfi” olarak
adlandırmak zorunda kaldığım “chance operations” düşüncesi
ile, belli bir kompozisyon ve anlamın ötesinde, her şeyin kendi
anlamıyla var olduğu bir evrenin müziğidir onun yapmaya çalıştığı.
John Cage’yi hiç tanımayan ya da sevmeyenler, muhtemelen hiç
sevmeyecek ya da sevmemeye devam edecektir. Çünkü büyük
ihtimalle anlamayacaklardır, bir şey anlatmaya çalışmayarak aslında
çok şey anlattığından. Anlatabildim mi? Biliyorum ki hayır. İyi
şanslar. Zaten anlamak, çözmeye yetmez. Hiçbir zaman da
yetmedi.
Belki de yetersiz sözcük
dağarcığım yüzünden
“tesadüfi” olarak
adlandırmak zorunda
kaldığım “chance operations”
düşüncesi ile, belli bir
kompozisyon ve anlamın
ötesinde, her şeyin kendi
anlamıyla var olduğu bir
evrenin müziğidir onun
yapmaya çalıştığı.
11
CEM DİNLENMİŞ
Röportaj: Cemre Yılmazer
Genç yaşta girdiği Penguen Dergisiyle
adını duyuran, ‘’en genç karikatürist’’
olarak tanıdığımız Cem Dinlenmiş; bu
zamana kadar açtığı iki kişisel sergi,
yayınladığı bir kitap ve daha bir çok
projeyle adından söz ettirmeye devam
ediyor. Başarılı karikatürist bütün
içtenliğiyle sorularımızı yanıtlıyor.
Çizgi romanın geçmişten günümüze olan gelişimi hakkında ne
düşünüyorsun?
Çizgi romanın özellikle son 20 yılda geçirdiği en önemli değişim
grafik romanların yükselişi ile çizgi romanın edebi ve sanatsal bir
mecra olarak geniş kitlelerce tanınması oldu. Sinemadaki auteur
geleneğindeki gibi, kendi yazıp çizip özgün dünyalar kuran çizgi
romancılar çoğaldı, yapıtları yaygın ve kolay ulaşılabilir hale
geldi. Bu durum Türkiye’deki karikatür dünyası için de benzer
bir seyir izledi, çizerler kendinden menkul hale geldi, ana akım
gelenek ve tarzlardan ayrıştılar.
Mizah dergisinde çalışıyorsun diye bütün mizah dergilerini takip
etmek zorunda mı hissedersin kendini yoksa takip ettiğin birkaç
çizerin olduğu dergileri mi alırsın?
Hepsini değil ama iki üç tanesini düzenli olarak alıyorum.
Sevdiğim çizerleri takip etmekle meslek gereği takip etmek
birbirinin içine geçmiş iki eylem.
Peki takip ettiğin çizgi roman serileri var mı?
Takip ettiğim çeşitli çizerler var, genelde ürettikleri her şeyi takip
etmeyi çalışıyorum. Chris Ware ve Daniel Clowes bunlardan ikisi.
Onun dışında fabrikasyon olmayan, bağımsız çizgilerin toplandığı
çeşitli yayınları da severek takip ediyorum.
Bu zamana kadar aklında yer eden en önemli çizgi roman
karakteri kim?
Tenten!
İlk çizmeye başladığın yıllardaki idolün kimdi?
Çizgisini örnek aldığım çok çizer oldu, doksanların sonunda
Bahadır Baruter ve Memo Tembelçizer’in çizgilerine özenirdim.
Daha küçük yaşlarda Batman, Ninja Kaplumbağalar gibi
karakterlerden etkileniyordum, onları çiziyordum hep.
Günlük hayatta aklına bir şey gelip de “dur ben bunu şimdi
söyleyip ziyan etmeyeyim, sonra kullanırım” dediğin oluyor mu?
Evet, kimi zaman da kullandıktan sonra fark ettiğim olur bu
durumu. Her zaman da ziyan olmaz aslında.
Çark Serisinde(Dahiliye) yer alan bazı üç boyutlu eserlerin, kendi
içinde bir kaç farklı sekans yaratıyor. Bu eserleri, tek boyutlu
olacak şekilde bir kaç farklı tabloya aktarmaktansa bir tablo
içine sığdırmak özellikle aldığın bir karar mıydı yoksa spontane
mi gelişti?
Fikir bir mekanizma yaratmak üzere ortaya çıktı. Mekanizma
izleyici tarafından çalıştırılıyor, ilkel bir sinema gibi aslında.
Mesele izleyicinin işin önünde vakit geçirmesi ve onu kendi
kendine keşfetmesi... Uzun uzun izleyip, ortada dönen hikayenin
ucundan yakalayıp dahil olmalarını seviyorum.
Kareleri birbirinden ayrı olarak hiç düşünmemiştim.
Sergilerini ve karikatürlerini incelediğimiz zaman, sıradan
olayları/durumları mizahla birleştirerek yorumladığını görüyoruz
ve bu da bize günlük hayatında biraz ayrıntıcı olduğunu
düşündürüyor. Sen ne dersin?
13
Günlük hayatta
ayrıntılarla ilgleniyorum,
mesele komiklikse ya da bir
bitkiyi, yeni açılmış metro
istasyonunu, mağazadaki bir
ceketi incelerken.
Her zaman sıradan olayları işlediğimi söyleyemem. Her gün
rastlanmayan büyük olaylar, ya da sıradan hayatta göremeyeceğin
saçma ve ilgisiz konular da işin içinde çoğu zaman. Bazen
detaylara, bazen de detayların etrafında dolaştığı esas durumlara
bakıyorum. Günlük hayatta ayrıntılarla ilgileniyorum, mesele
komiklikse ya da bir bitkiyi, yeni açılmış metro istasyonunu,
mağazadaki bir ceketi incelerken. Şeylerin nasıl çalıştığı ile ilgili
fikir veriyor.
Çizgilerinin anlatımını neler oluşturuyor?
Hayal ürünleri ve çevremdeki şeyler bir araya geliyor çoğunlukla,
tarihsel, hayali ya da popüler kültüre ait öğe ve karakterler,
çevremde izlediğim olay ve koşulların etkisinde kalıyor, bazen
de aralarındaki benzerlikler oluşturuyor anlatımı.
Bu sene nisan ayında ‘’Şimdi Olmaz’’ isimli 2. kişisel sergini
sundun. 2010 senesine dönüp baktığın zaman, ‘’keşke o zaman
şöyle yapsaydım’’ dediğin bir şey var mı? Yeni sergi sana yeni
ufuklar mı açtı yoksa var olan ufkunun gelişmesine mi yardımcı
oldu?
Her sergide yeni buluşlar yapmak üzere yola çıkıyorum
Önceden ele aldığım dünyadan izler sürüyor. Eski hakkında
yargıda bulunmuyorum oturup, ama geriye dönüp beğendiğim,
beğenmediğim şeyler oluyor sık sık.
Her yeni resimle yeni bir yol açmak istiyorum diyebilirim, bazı
yollar bir yere çıkmıyor, bazılarında ışığı görürsem ilerlemeyi
14
seviyorum. Sergiden sonra resimler üzerine uzun uzun düşünüp,
“Nerden gitsem” diye karar verecek zamanım oluyor.
Zaman içinde çizim tekniğinde ya da tarzında değişimlerin
olduğunu söyleyebiliriz yani?
Tabi ki! Sonsuz olanak var yaratıcı alanın içinde, kimse de
yerinde saymak istemez. Çoğunlukla işlevsel değişimler de olur,
anlattığın şeye, derdine göre de evrilir çizgiler. Bazen içinde
yer aldığın yayına ya da çizgisel bir iklime göre de değişiklikler
olabilir.
Sergilerini hazırlarken en büyük destekçin kimler oluyor?
Etrafımdaki çoğu insan işin ucundan tutuyor. Boyaları yurtdışından
getirmem gerektiğinde oralarda yaşayan arkadaşlarımı, ahşap
malzemeleri yapan marangozu, ahşaba boya, emprenye ve
vernik uygulayan, cnc ve yapıştırma işlerimini üstlenen babamı,
katalog için birlikte çalıştığımız Okay’ı sayabilirim. Fakat yalnız
kaldığım yüzlerce saat içinde gelişiyor çoğu şey.
Bir karikatürist olarak sen nelere gülüyorsun ?
Bu aralar eski GırGır ciltlerine bakıyorum, Bored to Death
izliyorum, onlara gülüyorum.
Cem Dinlenmiş gece başını yastığa koyduğunda iyi bir iş yapıyor
olmanın huzuruyla mı uyur?
Ara sıra.
“BBA hedefi olmayan bir
gezme yöntemidir. Sadece
yolda olmakla alakalı ve o
süreci anlatan, insanların
yoluna ortak olan bir projedir.
Sürdürülebilir bir turizmi
hedefler. Aşırı turistik yerlere
gitmez, lüks turizmi sevmez.
İnsan odaklıdır. Her zaman
paylaşıma açık ve karşılıklı
güven tabanına oturtulmuş bir
projedir.”
BİNDİK BİR ALAMETE
Röportaj: özge akpınar
Bu röportaj
aslında bindik bir
alamete gidiyoruz
kıyamete deyip yola
çıkan iki insanın
hikayesi. Soner
ve Barış, güneşli
tatil planlarına ve
lüks turizme inat
yollara dökülüp yeni
maceralara parmak
kaldırıyor. Varmaya
niyeti olmayanlar
yola koyulsun…
Bilmeyenler için nedir “Bindik Bir Alamete”?
Barış: BBA hedefi olmayan bir gezme yöntemidir. Sadece yolda
olmakla alakalı ve o süreci anlatan, insanların yoluna ortak olan bir
projedir.
Soner: Sürdürülebilir bir turizmi hedefler. Aşırı turistik yerlere gitmez,
lüks turizmi sevmez. İnsan odaklıdır. Her zaman paylaşıma açık ve
karşılıklı güven tabanına oturtulmuş bir projedir.
Böyle bir oluşuma ne zaman karar verdiniz? Bir sabah uyandınız ve
Bindik Bir Alamete olalım mı dediniz?
S: Biz Erasmus’u aynı dönemde yaptık. Barış Budapeşte’deydi, ben
İspanya’daydım. Erasmus sonunda İspanya’da bir buçuk ay birlikte
yaşadık. Döndüğümüzde Bursa’ya gittik. Bursa’da Koza Han’da çay
içiyorduk bir taraftan da ne yapacağız şimdi düşünceleriyle posterasmus halleri yaşıyorduk. Bir anda en iyisi gezmeye devam edelim
bir de buna video günlükleri ekleyelim dedik.
B: İlk başta program gibi bir mantık yoktu. Sadece kendimiz için vardı
proje. Geziyoruz, izliyoruz hoşumuza gidiyor falan derken bir anda
işler biraz daha gelişti ve seri olsun internetten insanlarla paylaşalım
dedik. İsmi ilk başta Tahta Valiz‘di. Derken böyle bir hale geldi.
Ne kadar zaman oldu?
S: Tam geçen sene ağustos, yani bir yıl oldu.
Şimdiye kadar nereleri gezdiniz, yakın zaman projelerinde nereler
var?
S: İlk bölümümüz Bandırma Çanakkale’ydi. Orta Ege ve Kuzey
Ege’yi gezdik. Depremden sonra Doğu Anadolu-Van Gölü civarına
gittik. Önümüzdeki rotada daha güneye gideceğiz. Fethiye, Didim
civarlardaki dağ köylerini görmek istiyoruz. Sonra da İç Anadolu var.
B: Tabii bunlar BBA ile yaptıklarımız. Bu yerleri daha önceden de
gezmiştik.
18
Bu video günlükleri yaparken en unutamadığınız anınız ne
olmuştu? Sahne arkasında ne var?
B: Ayvalık bölümü, hayvan pazarı herhalde en unutamadığımız
anımızdır. Gece hava karardı Ayvalık çıkışında, hava kararınca
otostop çok zorlaşıyor. Geride hayvan pazarı var oraya dönelim
en azından uyuruz dedik. Gittik oradan bir köfte yiyelim şuraya
da bir çadır atalım derken gece muhabbet sohbetle birlikte orada
çaycı olduk.
S: “Barış üç çay getir, Soner iki köfte çek!”derken gece bir de
rakılar açıldı. Bu arada arife günü ve ertesi gün Kurban Bayramı.
B: Oradaki insanlar da herhalde
Ayvalık’ın en garip insanlarıydı.
Ahmet abi diye biri vardı mesela
yatı teknesi var ama gelmiş hayvan
satıyor. Mustafa abi vardı, on iki
yıldır elektriği kaçak kullanıyor,
hapse girmiş çıkmış.
Haliyle ilk başta içki içmeye bile
çekindik.
Gece ilerledi, Ahmet
abi tuttu buraya bir tane kadın
getirelim, oynatalım diye. Ama bu
sırada hayvan pazarındayız her yer
inek, dana kaynıyor. En sonunda
yakınlarda bir bar varmış üç kişi
bir scootera binip gittiler. Orası
kapalıysa Erdek’e gideriz dediler.
Öyle akıllarına koymuşlar yani
düşün. Bu arada bizi de bir ahıra
götürdüler.
biz otostopçu almaya başlarız. Mesela eski bir Volkswagen minibüs
alıp, BBA yazılarını giydirip otostopçu toplayıp onlarla röportaj
yapsak gibi bir fikrimiz de var.
S: Ara program olarak otostop maratonu diye bir şey yapmak
istiyoruz. Ekran ikiye bölünüyor, Barış mesela seni alıyor ben başka
birini alıyorum hedef belirliyoruz atıyorum İstanbul-Ankara ve kim
daha önce hedefe varacak diye bir otostopçu yarışı yapıyoruz.
B: Bu arada BBA application tasarımı falan da yaptık. Biz BBA olarak
Türkiye’deki bütün otostopçuları bir çatı altında toplayıp kendi
aralarında iletişim kurabileceği bir mecra yaratmaya çalışıyoruz.
S: Rehber gibi.
Kimsenin ağzına mikrofon
dayamıyoruz, kimsenin
suratına büyük bir kamera
doğrultmuyoruz. Biz
şuradan geldik bize şarkı
söylesene, bir gözleme
açsana teyze demiyoruz.
S: Bir ahırı var, onun yanında da o insanların bazen yattığı küçük
bir kulübe var. Bizi de oraya götürdüler. Yan tarafta üç yüz tane
hayvan var. Bize de bir tüfek verdiler. “Alın bunu, bazen hayvanları
çalıyorlar” dediler. Sabah bir kalktık, bize bir kamyonet getirmişler,
“hayvan getirsenize” diyorlar. Arkasına hayvan atıyorlar biz
kamyoneti kullanıyoruz.
B: Biz de keyif aldığımız için kendimizi kullandırıyoruz. Oradaki
insanların yerine konmamak bizi çok rahatsız ediyor. Gittiğimizde
onların yerine konabildiğimizde mutlu oluyoruz.
S: Bunun gibi gittiğimiz yere ortak olduğumuz bir sürü hikaye var.
Adamlar ne yapıyorsa onların hayatına giriyorsun ve sırıtmıyorsun.
Biz tip olarak da sarışın mavi gözlü çocuklar değiliz, çirkin iki tane
tipiz. Önemli etkenlerden biri de elimizde eski, yetmişlerden kalma
tahta valizlerimizin olması. Bu sefer yerel halk aa benim de vardı
bunlardan diyip muhabbet açıyor. Sırt çantası Anadolu’daki adam
için, hatta bizim için de çok uzak bir şey. Biz normalde trekking
de yapıyoruz ama sırttan bir boy uzayan bir çantayla gezmek
istemiyoruz.
Kimsenin ağzına mikrofon dayamıyoruz, kimsenin suratına büyük
bir kamera doğrultmuyoruz. Biz şuradan geldik bize şarkı söylesene,
bir gözleme açsana teyze demiyoruz.
B: Röportaj yaparken adam küfrettiğinde sen de aynı şekilde
küfrederek röportaja devam edebiliyorsun. Çünkü biz aslında
orada röportaj yapmıyoruz sohbet ediyoruz. Bu böyle olunca zaten
herkes çok rahat oluyor. Tabii ki bunları paylaşıp paylaşmamak
bizim elimizde ama biz genelde küfürler dahil her şeyi paylaşıyoruz.
Gelecek ve yakın zaman projelerinizde neler var?
S: Biz her ne kadar profesyonel çekim yapabilecek işler yapıyor
da olsak BBA hala kameranın elde sallandığı, titrek görüntüleri
olan, focusta ve seste sıkıntı olan amatör ruhlu bir proje bunun
bu şekilde devam etmesini istediğimiz için profesyonel kameraya
geçmiyoruz.
B: Şu an biz sadece otostopçuyuz ama belki bir on bölüm sonra
B: Bu bilinmeyen yerleri de gün
yüzüne çıkartacak bir proje. Ben
bir de bir otostopçu anıtı yapmak
istiyorum, yani bir yol kenarında
otostopçuların bir şeyler bıraktığı
eşyalardan oluşmuş bir anıt.
Bütün otostopçuların güzergahına
sokacağı bir şey. Şimdi Avrupa’dan
gelen bir otostopçu öyle bir şeyin
varlığından haberdar olup mutlaka
oraya gidecektir.
S: Yurtdışındaki otostopçular,
sosyal medyanın da getirisiyle çok
daha fazla iletişim içindeler.
Şu an Almanya’dan buraya gelen
bir adam boşuna gelmiyor,
gelişine bir proje giydiriyor. Hemen
hesaplar açılıyor bu yüzden herkes
otostopu artık belli bir şeyler için yapıyor.
B: Biz Down sendromlular için İstanbul’dan Almanya’ya gidiyoruz
diyip yola çıkmayı sevmiyoruz. Onu kullanarak medyatik olma
çabaları hoşumuza gitmiyor; çünkü biz para kazanırsak zaten o
insanlara yardım ederiz, bunu kullanmaktan hoşlanmıyoruz.
E-book veya kitap gibi bir şey çıkarmayı düşünüyor musunuz?
S: Aslında bizim halihazırda otostop rehberi gibi bir şeyimiz var.
Otostop nasıl çekilir, çekerken nelere dikkat edilir, Türkiye’deki
otostop derecesi haritası gibi bilgiler var içinde.
B: Aslında bu bir defter ama ilk otuz sayfasında temel bilgiler var.
S: Geri kalanını sen tamamen kişiselleştirebiliyorsun. Giresun’a
mı gittin Giresun yazıyorsun sonra bunun fotoğrafını çekip appde
paylaşıyorsun. Ama tabii bunu yapmak, üretmek, ayrı bir kısım.
B: Bu otostop defterini alan her kişinin bir kullanıcı adı edinip
applicationı indirmesi sağlanmalı ama bunlar uzun vade planları.
Yaratıcı Fikirler Enstitüsüyle çalışmaya başladınız, başka çalışmayı
istediğiniz kimler var?
S: Biz enstitüyle birçok işi ortak yapıyoruz. BBA’yı da bunun içine
soktuk. Bununla birlikte BBA yeni yayın döneminin yönetim kısmına
geçmiş oldu. Kimlerle görüşülecek, televizyondan mı devam
edecek, internetten mi devam edecek gibi soruların cevaplarına
karar veriyoruz. Şu an tek çalışmak istediğimiz YEF. Önümüze çıkan
şeyler de geleceği yere zaten gelir. Şu anda başka bir oluşum yok,
zaten biz yeterince oluşuk oluşuk tipleriz, çokoluşuğuz.
Bu yolculuklar için neleri gözden çıkarıyorsunuz, neleri göze
alıyorsunuz?
B: Biz Soner’le yol kenarında çok eğleniyoruz. Yeri geliyor dört beş
saat bir araba almıyor. Sıkılmadan vakit geçirebilmek çok önemli.
S: Buradaki işlerimizin hepsini göz ardı ediyoruz. Hani böyle para
kazandıracak sıkıcı türden şeyleri. Bunların hepsini ekarte edip pat
diye gidiyoruz.
19
İletişim çok önemli.
İletişim kurmayan,
nemrut, ketum bir
insanın otostop
çekiyor olması
imkânsız. Keyifli
zaman geçireceksen
binersin.
Bir anda mı yola çıkıyorsunuz, yoksa planlıyor musunuz?
göstermek istiyoruz ve yaşadıklarımızı öyle anlatıyoruz.
S: Genelde bir ay önceden belli oluyor.
S: Bizim olayımız büyük şehirli iki kişinin gezisi. Yoksa Diyarbakır’a
gittik arkaya hemen tıngırdak bağlayalım, o artık bayağı.
B: Ama Van’a iki gün öncesinde karar vermiştik, öyle de olabiliyor
Allah kahretsin dediğiniz, korktuğunuz, damarınıza basan anlar
oluyor mu?
B: Allah kahretsin kısmı çok oluyor. Bir de durmayan arabaya çok
fazla küfrediyorsun ama dört beş saatten sonra ters etki oluyor
kibarlaşmaya başlıyorsun. “Abi tek başına gidiyorsun ayıp ya”
demeye başlıyorsun. Korktuğumuz zaman olmadı sanırım.
S: Kamyoncular genelde garip. Kamyoncudan korkuyorum falan
diye bir şey yok. Sonuçta iletişim kurabildiğin sürece bir şey olmaz.
Otostop çekip hiç konuşmayan adamlar var.
B: Sürücüye şoför muamelesi yapmamak lazım.
S: Bir taraftan şehirde karşılaşsak “niye görüşüyoruz” diyeceğimiz
bir çok insan da yok değil.
B: En tehlikelisi Marmara Bölgesi, diğer bölgelerin araçlarından bir
zarar gelmiyor.
S: Adam pat silahını çıkartır, olmaz diye bir şey yok ama üstümüzde
hırsızlık yapabileceği bir eşya da olmuyor.
B: Ya da cebimize para koyup gezmiyoruz. En fazla elimizdeki
kamerayı alır. Bizle ilgili planları da varsa artık kendi bilir. Böbrek
olsun…
S: Parlak çocuklar değiliz o yüzden cazip de gelmiyor. Ben bir şey
olacağını düşünmüyorum. Olacaksa da bu otostopun tehlikeli tarafı
değildir.
Yurtdışına açılma imkanı bulduğunuzda nasıl bir yol izlemek
istiyorsunuz?
S: Aklımızda Ortadoğu var ama şansımıza Suriye’deki sıkıntıdan
dolayı geçemiyoruz. Ama o tarafa gitmek istiyoruz. Van’a
gittiğimizde birçok Vanlı arkadaşımız oldu, onlarla birlikte İran’a
gitmek istiyoruz.
Gezmek, keşfetmekle kalmayıp bunu çok güzel bir dille anlatmayı
da başarıyorsunuz. Çok akılda kalıcı geçişler var, mesela CundaSeferihisar videosunda bir camide namaz kılan insanlardan, ezan
sesinden, hop bir anda Castles şarkısına geçiyoruz. Benim bundan
anladığım kadarıyla siz o sırada izleyen insan için kafasında
ne varsa veya hangi ortamdaysa onu bıraksın siz o sırada neyi
düşündüyseniz aynısını düşünsün istiyorsunuz. Ama şöyle bir
durum da var bu aslında her kesime hitap etmeyebilir acaba
daha çok takipçi veya daha çok izleyici bulmak için bu politikanızı
değiştirir misiniz yoksa biz aklımızdakini verelim o bize yeter mi
diyorsunuz?
B: Biz buradan nasıl çıktıysak yola orda da o kişileriz. Burada
bu müziği dinliyorsak oraya gittiğimizde namaz kılan insanların
üstüne ilahi koyalım diye bir şey yok. Bizim bakış açımız neyse onu
B: Orijinalden çok doğru olmak istiyoruz.
S: Ve biz bunu değiştirmek istiyor olsaydık herhalde ikimizden
birinin bu projeden çıkması ve bir kızın girmesi lazım ki böyle
teklifler de çok aldık.
Konsept çok güzel – otostop çekip gezelim- diyorsunuz. Birçok
insanın Into the Wild izledikten sonra aklına gelenlerin ya da
en basitinden üniversite öğrencilerinin hemen hemen hepsinin
“bir interrail” yapalım hayallerinin en profesyonel şekilde
gerçekleştiriliş şekli bu herhalde. Sizi o hayalcilerden farklı kılan
ne oldu?
S: Bence gerçekten istiyor olmak. Her gün her insan yüzlerce hayal
kuruyordur. Ama bunu ertesi gün uyandığında hadi abi dün ne
dedik, ne yapmamız lazım gezecektik o zaman kamera alalım diye
uygulamaya geçirmek lazım.
B: Biz hayalimizi kurduğumuz şeyler için bir an önce adım atan
insanlarız. BBA zaten bunun oluşumudur.
Ne olacak bu Bindik Bir Alamete’nin sonu?
alametifarikası mı olacaksınız?
Gezip görmenin
S: Keşke keşke…
B: BBA’yı plansız gezen insanlar için bir terim, bir kılıf haline
getirmeyi istiyoruz.
Ayrıca 13. Bölümde ölmeyi planlıyoruz.
S: Ondan önce de birimiz bir köylü kızıyla yolda evlenecek.
Bizim asıl hedefimiz, her ne kadar biraz ütopik de olsa, insanların
tatilmanyadan tatil seçmek veya Bodrum’da arkadaşlarının
devremülkünde on gün geçirmek yerine, “bindik bir alamete, bir
şeyler buluruz, yeter ki yola çıkalım” diyebilmesi.
O farkı yaşamalarını istiyoruz. Dilerlerse bize de katılabilirler.
B: Biz dört beş kişinin binebileceği bir aracın iki kişi gitmesinden
rahatsızlık duyuyoruz.
S: Ortak paylaşım durumu var, işin ekolojik kısmı var. Mesela şu
anda birçok websitesi oluşumu var ortak araba gibi. Bu kadar araba
çöplüğünün içinde hazır giden arabaya binmek çok daha mantıklı.
B: Konforlu da.
Gördüm o balıkçı arabalarının arkasındaki konforu…
S: Öyle şeyler de olmuyor değil.
B: Öyle bir hizmeti hiçbir yerde bulamazsın.
S: Orda yatıyorsun ama adam sana indiğinde kömür ve bir kilo
balık veriyor.
B: Biz bunları Soner’le birbirimize çok anlatacağız.
S: Tabii otuz sene sonra biz otostop çekmeyi falan
bırakıp tekneye bineriz.
Ünlü olup sömüreceksiniz yani…
S: Biz ünlü olabilir miyiz, yok yani bu tip projeler
ünlü olamaz. Biz birçok yapımcıyla görüştük, adam
diyor ki mesela ajanstan bir tane kız getiririz, eski
bir vosvos kullanıyor olur, sizi otostopla arabaya
alır oradan bir anda İzmir’de partilersiniz. Biz de bu
teklifleri dinlerken “hömm çok mantıklı” diye kafa
sallıyoruz. Sonra sözleşmeler geliyor, beş yıl etimizden
sütümüzden faydalanmak istiyorlar. Çok oldu böyle
ama biz ilgilenmiyoruz. Bizim televizyona çıkalım diye
bir hayalimiz yok. BBA’nın bilinirliği artacaksa hiç para
kazanmadan bölüm yayınlamaya devam edebiliriz. Tek
istediğimiz şey BBA’nın otostop kültürüne bir mecra
oluşturması.
Son olarak sizin gibi gezip görmek isteyenler için
potansiyel otostopçulara söylemek istedikleriniz…
S: Sempatik olsunlar, güler yüzlü olsunlar.
B: Diyalog kurabilmek çok önemli.
S: İletişim çok önemli. İletişim kurmayan, nemrut, ketum
böyle bir insanın otostop çekiyor olması imkânsız.
Keyifli zaman geçireceksen binersin. Oraya gidip sohbet
etmeyeceksen olmaz. Sen taksiye binmiyorsun. Onların
sohbet skalası çok geniş. Bizi köyün delisi de traktöre
aldı. Yani konuşuyorsun falan ama adam deli. Arabasına
bindiğin adam İzmir Hilton Otelinin şefi de çıkabiliyor.
B: Bunlar arka arkaya geldiği zaman çok enteresan
oluyor.
S: Lokal bir adamla konuşurken daha rahatsın. Öbür
türlü saygısızlık etmeyim gibi oluyor.
B: Genel olarak otostop çekecek arkadaşlara tavsiyem
şehir merkezlerinde otostop çekemezler, şehir dışına
çıkmaları lazım. İmaj olarak karşısındakine zarar
vermeyeceğini düşündürttürecekler.
S: Yanındaki kişinin boş zamanını iyi değerlendirebilecek
biri olması lazım
B: Köy yolunda otostop çekerken o yoldan üç saatte bir
araba geçince seksek oynamaya başlıyorsun. Yapacak
hiçbir şey yok. Araba gelmiyor, canın sıkılıyor, sinirler
gerilmeye başlıyor, su kaybın oluyor. Bunları hep göze
almak lazım. Yeri geldiğinde bir avuç sucuğu sabaha
mı saklasam yoksa şimdi mi yesem diye düşünüyorsun
ama o bile güzel bir anı oluyor. Her şeye de hazırlıklı
olmakta fayda var.
21
"All we are saying is give
peace a chance"
John Lennon
“Je T’aime, Moi Non Plus”
SERGE GAINSBOURG
Yazı: Ceren Bozcan
“Ugliness is in a way superior to beauty, because it lasts”
1960lar. Ama duymak istediğinizden farklı bir hikaye…
The Beatles değil mesela. Türk gazetelerinde “Banyo
yüzü görmeyen, esrarkeş ve serbest sevişme yanlısı” olarak
lanse edilen hippiler de değil. Dizilerde görebileceğiniz
bir hikaye hiç değil. Sahnede mastürbasyon yapıp
muhafazakar kesimin dikkatini çeken rock yıldızı Jim
Morrisonvari bi’ hikaye? Belki.
Kendi çirkinliğini yanındaki
kadınlar ile örtbas etmeye
çalışan bir karga gibiydi;
yanındaki kadınlara hakaret
ediyor, dövüyor, onlara seks
sembollüğü atfediyor en sonunda
da onları ünlendiriyordu.
24
11 yaşındaydım, ve utanıyordum. Babam doğumgünü
hediyesi olarak oldies goldies türevi 6 tane CD almıştı
ve o aralar en büyük hobilerimden birisi de o CDlerin
içinde saatler geçirmekti. Her annenin kızını evlendirmek
isteyebileceği aynı berberin elinden geçmiş saçları ve
takım elbiseleriyle şarkılar söyleyen John, Paul, Ringo
George dörtlüsüyle o CDler sayesinde tanıştım mesela.
Fransızca şarkılarla melankolik bir kadın oluveriyor,
İtalyanca şarkılarda sevgilime sitem ediyordum. Fakat
bir şarkı vardı ki… Ne zaman çalsa tepeden tırnağa
kıpkırmızı oluyor, gözlerimi sıkıca kapayıp kulaklarımdan
dahi utanıyordum. Bu yüzden altında yatan büyük
hikayeyi göremedim herhalde. Neyse. Aynı şarkı yine
karşıma çıktığında 19 yaşındaydım ve “I wanna hold
your hand”ten “Je t’aime, moi non plus”ye geçme
zamanım çoktan gelmişti.
Serge Gainsbourg, garip bir adam. Ailesi Bolşevik
İhtilali’nden kaçıp Fransa’ya sığınan Rus yahudilerinden.
Hatta bir süre İstanbul’da bile kalıyorlar. Küçük Lucien,
babasının baskısı ile klasik piyano ve resim dersleri
almaya başlıyor. Yahudi oldukları için sarı yıldız takıyor
ve Yahudi araması yapıldığı bir zamanda 3 gün bir orman
içinde saklanmak zorunda kalıyor. Resimle ilgilendiği
süre içinde bir sürü ilişkisi oluyor ama sonra gitarla müziğe
başlıyor. Dönemin gerisinde kalan bir müziği icra eden
Gainsbourg ile halk fiziksel görünüşü nedeniyle dalga
geçiyor. (Fiziksel görünüş diyip geçmeyin sevgili okur,
ağır konuşmam gerekirse kendisi bu görünüşünden nasıl
bir karakter çıkarıyorsa aynı karakteri ve aynı görünüşü
1990larda Okan Bayülgen kullanıyor). Sonradan romantik
Fransız chanson’ları ile adını duyuran Gainsbourg, bu
kez de film endüstrisinde şansını deniyor ve tek kelime bile
Fransızca bilmeyen güzeller güzeli naif kızımız, güzel kuşları
öttüren çirkin karga Gainsbourg’ün ağına takılıyor. Patlak
gözleri, kepçe kulakları, elinden düşürmediği Gitanes marka
sigarası ve sigara içmekten kararmış elleriyle pek de cazip bir
erkek olarak görünmese bile Birkin’i etkiliyor ve 1960’ların
en çalkantılı aşk hikayesi böylelikle başlamış oluyor.
(Sevgili okur belki çok off-topic olacak ama Jane Birkin ile
ilgili şu bilgiyi de vermesem bir şeyler eksik kalacak: Bir gün
Jane uçakla Londra-Paris arası seyahat etmeye karar veriyor,
tesadüfen çok tanınmış Fransız işadamı düşüyor yanına. Ünlü
Fransız işadamı Jane Birkin’in yanında çanta yerine sepet
taşıdığını görüyor ve nedenini soruyor. Birkin ise istediği
gibi bir çanta bulamamaktan şikayetçi olduğunu anlatıyor bir
güzel. Adam eline bir kağıt alıp birşeyler karalıyor, gösteriyor.
Jane Birkin bu modeli çok beğeniyor. Mevzubahis adam
1978-2006 arasında Hermes’in tasarımcılığını yapan JeanLouis Dumas, bahsedilen çanta ise şu an fiyatı £6,000£100,000 arasında değişen ve Hollywood starlarının bile
sahip olmak için 2 yıl beklediği “Birkin Bag”.)
Gainsbourg toplum tarafından her zaman suçüstü
yakalanıyordu. Her yaptığı kızdırıyor, kışkırtıyordu. Hep
yakınındaki insanları gözlemek için besteledi şarkılarını. O,
kadınları için vardı. Kendi çirkinliğini yanındaki kadınlar ile
örtbas etmeye çalışan bir karga gibiydi; yanındaki kadınlara
hakaret ediyor, dövüyor, onlara seks sembollüğü atfediyor
en sonunda da onları ünlendiriyordu. Bridgette Bardot
için yazdığı şarkıyı sonradan Jane Birkin’e söyletmişti zira
Gainsbourg “je taime moi non plus”de yakaladığı o kuvvetli
erotizmi ve o umursamazlığı ikinci kez yaşayamayacak kadar
aceleciydi. Bir keresinde “Hayatımda bir eşkenar üçgen
var: Gitanes, kadınlar ve alkol” diyen Gainsbourg, dört
kere evlendi; Bardot da dahil birçok sevgilisi oldu. Fakat
önceden de bahsettiğimiz üzere kimse onu Birkin kadar
etkilemedi. Birkin’le evli kaldığı sürede Serge Gainsbourg
kendisi ya da başkaları için yazmayı keserek tüm şarkılarını
ona adadı ve onunla söyledi.
Yaşamının sonlarına doğru kadınları çok aşağılayıcı işler de
yapmıştı ki bu sarhoşken bir televizyon programında Whitney
Houston’a “I wanna fuck you” dediği dönemdir. Fransız
milli marşı “la marseillaise”i reggie olarak söyleyince
sanatsal açıdan yeniden yaratıcılığını ve marjinalliğini gösterme
çabasına girse de büyük çoğunluk tarafından şarlatan olarak
değerlendirilmeye devam edilmiştir. Bu dönemdeki “mister
iceberg” gibi şarkıları da dinleyen için tam anlamıyla
zaman kaybıdır. 1980’lerin sonunda ise iyice ciddileşen alkol
problemi karaciğerine geri dönüşü olmayacak şekilde zarar
verdikten sonra Gainsbourg ölümünden sonra yayınlanan bir
haber manşetinde söylendiği gibi “62 yıldır tükürük attığı
hayata gözlerini ardında unutulamayacak bir efsane bırakarak
kapatmıştır.”
Yaşamının sonlarına doğru
kadınları çok aşağılayıcı işler
de yapmıştı ki bu sarhoşken bir
televizyon programında Whitney
Houston'a “I wanna fuck you”
dediği dönemdir.
25
Fotoğraf: Can Köroğlu
Ş A
N S
Zarların
Senfonisi
Yazı: Cansu Soyupak
28
Bir çift zar alınır.
Ölçüler ve sıraları
atılan zara göre
seçilip beste buna
göre yapılır.
(müzikli zar oyunu) olarak bilinen
beste yapım oyununu ortaya çıkartıyor.
Oyunun kuralları basit:
Bir çift zar alınır. Ölçüler ve sıraları
atılan zara göre seçilip beste buna göre
yapılır.
“Şimdi ne alaka zar ile müzik”
diyenleriniz olabilir. “Aman zar
adama bağlamasın ne olur”
diyenlerin olması da muhtemel. Peki,
gerçekten zar atıp beste yapılır mı?
Her şey ile bağlantısı olan şans, elinin
hamuruyla müzik işine de karışmış
mıdır?
Soruyu yanıtlamak için biraz tarihte
yolculuk
yapıp
medeniyetimizin
kurucuları
Latinlere
bakmamız
gerekiyor. Latincede zar alea demek.
Güzel, peki bu kavram bizim karşımıza
müzikle alakalı nerede çıkıyor derseniz,
1950’lerin başında Avrupalı besteci
Werner Meyer-Eppler, Darmsadt’ta
verdiği derslerde “aleotoric music”
kavramını ortaya atıyor. Daha önce de
anlattığım gibi işin özü zardan geliyor.
Yani şans kavramı üzerine kurulu
müzik yaratım durumu… Terimin
ancak 20. yüzyılda ortaya çıkması
biraz komik. Çünkü aslında şansa bağlı
beste yapımın kökleri 15. yüzyıla kadar
uzanıyor. Ama 18. yüzyılda karşımıza
öyle bir deha çıkıyor ki kendini bu
işe de bulaştırmaktan geri koyamıyor.
Evet, evet o müzik dâhisi Wolfang
Amadeus Mozart. Mozart, günümüzde
“Musicalisches
Würfelspiel”
20.yüzyılda ise işler biraz daha karışıyor.
Kendini yeni şeyler denemekten
alıkoyamayan, kafası karışık bir
dadaist bir sürrealist gördüğümüz
Marcelciğimiz (Duchamp) şansa bağlı
müziğe de el atar ve şans eseri bestelediği
iki eserini 1913-1915 arası dönemin
sanatseverlerinin beğenisine sunar.
Ama herkes bilir ki şans ve müzikten
bahsedilecekse orada durup John
Cage’e bir saygı duruşunda bulunmak
gerekir. 1951 yılında yayınladığı
“Music of Changes” şansa bağlı
müziğin başyapıtlarından sayılır.
İşin biraz tekniğine girersek şansa
bağlı müziği iki gruba ayırabiliriz. İlk
grubumuz, besteleme sürecinde
şansı savunan müzisyenler. Bu
arkadaşlara göre şans faktörü sadece
besteleme kısmında kendi gösterirken,
performans sırasında çalınan parçanın
aslında herhangi bir besteden farkı
yok. Her şeyi belirli, sabit, notalara
dökülmüş “normal” besteler... Peki
bunları anormalleştiren şansa bağlı
üretim kısmı nasıl ilerliyor? Bu duruma
en iyi örnek yine üstad John Cage’in
Music of Changes albümü. John Cage
parçaları bestelerken bozukluklarla
yazı-tura atar, bu atıp-tutmaları da
“I-Ching” denilen eski Çin kehanet
kitabından yorumlar. Sonuç: Music of
Changes.
İkinci grubumuz ise şans faktörünü
sadece
performans
sırasında
kullananlar. Bestecimiz bestelerini
bilinen, geleneksel ve “normal”
yollarla yaptıktan sonra, çalacak olan
kişiye adeta “buyur burada birkaç
bestem var istediğin sırayla çalarsın”
iznini verdikten sonra her şey şansa
kalıyor denebilir. Bu grubun üstadı ise
Karlheinz Stockhausen. 1956 yılında
yaptığı Klauierstuck XI isimli eseri
19 farklı parçadan oluşuyor. Bu eseri
şansa bağlı kılan ise canlı performans
sırasında eseri çalan kişilerin bu 19 eseri
istedikleri sırayla çalabilmesi. 19 eser...
Olasılıkları siz hesaplayın!
Dediğim gibi şanstan kaçış yok.
Müzikte bile karşımıza çıkıyor. Siz
şimdi ya gidip buradaki örnekleri merak
edip dinleyeceksiniz ya da “o ne ya,
böyle saçma şey mi olur” diyeceksiniz.
Ya yazıyı beğenip bu son cümleye
kadar sabırla okuyacaksınız ya da daha
ilk cümleden zaten vazgeçtiniz. Her
örnekte şans %50 galiba. Yine şans
dedim, değil mi?
29
René Magritte:
Gerçekçi Gerçeküstücülük
Yazı: Hakan Özyılmaz
Fotoğraf: Caner Aydoğan
La Trahison des Images, Magritte, 1928-1929
Gördüğümüz ‘pipo’ bir
pipo değil, zihnimizdeki
pipo fikrine uyan
bir tablodan ibaret.
Dolayısıyla bir tabloyu
anlamaya çalışırken
yaratıcı olmak ve
hayal etmek yerine
zihnimizdeki şekillere
güveniyor ve bir de bu
algılayış biçimimizin
doğruluğundan şüphe
etmiyoruz
Belçikalı ressam René Magritte sürrealist standartlar
çerçevesinde izleyiciye kendi düşünüş sürecini sorgulatmayı
amaçlayarak sıradan objeleri gerçekçi olmayan düzenlemeler
eşliğinde resmetmesiyle bilinir. Magritte’i diğer sürrealistlerden
farklı kılan şey ise bunu mümkün olan en realist biçimde
yapmış olması. Sürrealizm gerçekliği objelerin görüntüsünü
bozarak izleyiciyi yeni bir gerçekliğe taşımaya dayanırken
Magritte objelerin görüntüsünü bozmak yerine onları daha net
ve durgun resmedip daha fazla cepte saydığımız yer çekimi,
hacim, objenin iç dış ilişkisi gibi faktörlerle oynadı. Çok
gerçekçi bir sahte dünya yaratarak aslında Magritte’in rüyalar
alemini samimi bir şekilde resmetmeye daha fazla yaklaştığını
söyleyebiliriz.
Realizm ve sürrealizm arasında çizdiği
görünmez çizgi etrafında yaptığı geçişlerle algıyla ilgili bilişsel
süreci parçalara ayırıp analiz etmemizi sağladı. Bir ayağının
realizmde olması izleyiciyi bilinen dünyadan koparmazken
izleyicinin aklında tabloyu anlamanın yanında bir ikinci soru
daha canlanmasına sebep oldu: Gerçeği nasıl anlarım?
Gerçeğin ve hayalin böylesine iç içe geçişi Magritte’i diğer
sürrealist çağdaşlarından daha farklı bir sanat felsefini aramaya
yöneltti. 1920’lerin sonlarına doğru Paris’e yerleşti ve sürrealist
akımın öncülerinden André Breton’un Salvador Dali ve Joan
Miró’lu grubuna katildi. 20. yüzyılın başlarında Dadaizm’in
ortaya çıkısıyla sanat tarihinin dönüm noktalarından biri
yaşandı. Sanatın yapısına karşı çıkan bu akım, sanatın amacının
belli bir algıyı dikte etmek mi yoksa izleyiciyi yoruma itmek mi
32
olduğunu sorguladı. Sanat bir ifade biçiminden ziyade bir
analiz aracına dönüştü. 1920lerde ortaya çıkan sürrealizm de
temelini Dadaist manifestodan aldı. Fakat dadaizm sanatın
yapısına karşı çıkarken, sürrealizm insan düşüncesinin
yapısına karşı çıkıyordu. André Breton 1924 yılında büyük
olay yaratan Le Manifeste du Surrealisme’i yazdığında, insan
zihnini farklı seviyelerde analiz edecek kapsamlı bir felsefi
akımın oluşumunun yolunu hazırlamış oldu. Sürrealizm
etkisiyle üretilmiş edebiyat, müzik, sanat hepsinin nihai
olarak teşvik ettiği şey insanın nasıl algıladığının daha iyi
anlaşılmasıydı. İşte Magritte bu ekolün en ne yaptığını
bilen üyelerinden biriydi. Böylelikle bilinçaltının gücünü
gün ışığına çıkarma isteğiyle kendilerini Freud’la sınırlayan
çağdaşlarından farklı olarak bilinçaltını gün ışığına çıkarmak
yerine bu aydınlatma işlemini nasıl yapacağına kafa yordu.
Bunu yaparken uyguladığı kendine özgü metot ise izleyiciyi
bilindik bir bölgeye çekip algısını o bölgede ters köşe etmesi
ve rahat görünümlü bir tabloyla izleyicinin entelektüel
seviyesini zorlamasıydı.
İlk eserleri bu algı sureciyle nasıl oynadığına dair mükemmel
örnekler. Mesela 1929 yılında yaptığı en bilinen eseri La
Trahison des Images (İmgelerin İhaneti) yerçekimi
ve uzay algımızla ciddi biçimde oynarken bunu hiç belli
etmiyor. Pipo boşlukta süzülüyormuş gibi fakat yine de bu
dünyaya ait bir obje olduğu hissi ağır basıyor. Gölgelendirme
de doğru gibi ve izleyici ışık kaynağını sorgulama gereği
hissetmiyor. Bir yandan da pipo gerçek olamayacak kadar
büyük duruyor, yine de izleyici bu durumu görmezden
geliyor çünkü izleyici aslında pipoyu tablodaki bir imge
olarak algılıyor. İşte o anda izleyici piponun tablodaki bir
obje olduğu kadar tablonun öznesi de olduğunu anlıyor,
dolayısıyla aynı tabloda hem sanat hem de gerçekliği görmüş
oluyor.
Burada Magritte’i daha iyi anlamak için insan zihninin
işleyişini anlamak gerekiyor. İzleyici tablonun bir pipo
imgesini temsil ettiğini anladığı anda, dünyayı şekiller
aracılığıyla anladığımız gerçeği bir yük haline geliyor
çünkü bir pipo imgesi gördüğümüzde onu otomatik olarak
piponun kendisiyle ayni kategoriye koyuyoruz ve böylece
‘imgelerin ihaneti’ hasebiyle kendi algımızın kazdığı çukura
düşüyoruz. Zihnimizin direkt olarak vardığı sonuç olan
‘Bu bir pipo’ya ulaşma surecine atıfta bulunarak tablonun
alt kısmına ‘Ceci n’est pas une pipe’ (Bu bir pipo
değildir) yazıyor ve izleyicinin tabloyu algılama surecinde
birden fazla adım atladığı gerçeğine dikkat çekiyor böylece
Magritte. Gördüğümüz ‘pipo’ bir pipo değil, zihnimizdeki
pipo fikrine uyan bir tablodan ibaret. Dolayısıyla bir tabloyu
anlamaya çalışırken yaratıcı olmak ve hayal etmek yerine
zihnimizdeki şekillere güveniyor ve bir de bu algılayış
biçimimizin doğruluğundan şüphe etmiyoruz. Algımız
mantığımızdan bağımsız hareket ediyormuş gibi bir sonuç
çıkıyor buradan. Tam da bu noktada, ‘Bu bir pipo değildir’
ile Magritte bizi kendi algımızdan kurtararak daha doğru bir
algılamaya doğru yönlendiriyor.
“La Reproduction Interdite”, Magritte, 1937
“Le Faux Miroir”, Magritte, 1928
33
Şans
Dedİğİn
Kİ?
nedİR
Dünyanın
Yaman
Duman
yazı
bİr
şanslı
enkısaadamına
bakış
ilk uçuşunun heyecanını yaşarken uçağın kapısı yerinden fırlar(!)
ve kapının uçmasıyla beraber kapıya yakınlık duyan 20 kişi de
kapıyla beraber Hırvatistan semalarında süzülmeye başlar. Uçağın
geri kalanı, kapı, kapıyla beraber giden 19 kişi için yolculuk
beklenenden kısa ve acı bir şekilde biterken tecrübeli kazazede
Selak her nasıl olduysa bir saman yığının içine düşer ve gözlerini
hastanede açar. Nerede kapadığını inanın ben de bilmiyorum,
kendisi de hatırlamıyordur.
Rüyasında Evliya Çelebi görünmüşçesine, kötü şansına rağmen(?),
gezmekten geri duramayan Frane Selak, üç seneyi kazasız belasız
geçirdikten sonra bu sefer 1996’da şanssızlığını bindiği bir otobüsle
paylaşmış, otobüs nehre uçmuştur. Selak’ın şanssızlığının kurbanı
olup şansından nasiplerini alamayan dört kişi malesef boğularak
can vermiş. Şanslı Selak, “Uçaktan düşmüş adamım, bana bunlarla
gelmeyin.” dercesine kazadan ufak sıyrıklarla kurtulmuştur.
Frane Selak gibi
daha önce benzerini
duymadığım garip bir
fonetiği olan bu ismin
sahibi, hayat öyküsüyle
dudak ısırtan, parmak
kopartan, saç kurutan,
göz yaşartan bir Hırvat.
Şu dünyada, “Abi, ne yol denediysem olmadı!” dese,
“Eyvallah kardeşim, haklısın.” diyeceğim birisi varsa, o da
Frane Selak’tır. Frane Selak kimdir diye soracak olursanız,
yaşadıkları nedeniyle şans kavramı üzerine dev bir paradoksun
ete kemiğe bürünmüş halidir. Frane Selak gibi daha önce
benzerini duymadığım garip bir fonetiği olan bu ismin sahibi,
hayat öyküsüyle dudak ısırtan, parmak kopartan, saç kurutan,
göz yaşartan bir Hırvat…. Kendisinin şu an okuduğunuz sayfaya
basılmış olmasının sebebi aynı anda dünyanın en şanssız adamı
ve dünyanın en şanslı adamı lakaplarını elinde bulundurması.
Yazının başından da hatırlayacağınız, yol ile alakalı tatsız esprimin
sebebi Selak’ın tüm şanssızlıklarını ve şansının büyük kısmını farklı
bir yol ile seyahat ederken yaşamış olmasıdır. Sanırım denemediği
bir tek deniz yolu var ama kara yolunda yaşadığı iki olayın nehrin
içinde bitmesini deniz yolu olarak sayarsak kendisi hava, kara ve
deniz yollarında kazalardan kurtuldu diyebiliriz.
Selak, kendisine ün getireceğinden habersiz olduğu talihsiz/talihli
olaylar serisinin ilkine 1962 yılında Saraybosna’dan Dubrovnik’e
giderken içinde bulunduğu trenin raylardan çıkması ve donmuş
bir nehre uçması sonucu başlamış olur. Kendisi 17 kişinin
hayatını kaybettiği kazadan sadece kırık bir kolla kurtulup bu da
yetmezmiş gibi bir de kıyıya yüzer.
Her insana olacağı üzere Selak’ı da bir korku sarmış olacak
ki, kendisi bu sefer 1963 yılında Zagreb’den Rijeka’ya yaptığı
yolculukta hava yolunu tercih ederek uçağa biner. Uçaktan
korkan çoğu insanın endişesinin boşa çıkmasının aksine, Selak
Bu sefer sanırım başka insanlara zararı dokunmama adına arabayla
yalnız seyahat etmeyi tercih eden meşhur mağdurumuz, 1970
yılında aracının bir anda alev alması sonucu benzin deposunun
patlamasından saniyeler önce araçtan atlayarak bir kez daha
herkese pes dedirtmiş, Murphy’yi mezarında ters döndürmüş,
dört yapraklı yoncaya parmak ısırttırmıştır.
Arabaya olan inancını o kadar kolay kaybetmeyen Selak, 1973
yılında benzin almak için benzinciye girdiğinde, bozuk bir
pompanın arabanın sıcak motoruna benzin dökmesi sonucu
aracın klima açıklıklarından gelen alevler nedeniyle saçlarının
büyük kısmını kaybetmiştir. Yaşadığı kazaları düşünürsek bu
kadar olayın ardından bir tutam saç kaybetmek ciddi bir sıkıntı
yaratmasa gerek.
Her olayı yazdıktan sonra eminim 1995 yılına gelindiğinde
Frane Selak’ın da içinden dediği gibi “bitmiş olmalı” diyorum,
ancak Selak’ın şanssızlıklarının ardı arkası kesilmiyor. Fakat
o yıl da Selak’ın Zagreb sokaklarındaki yürüyüşü bir otobüs
tarafından yarıda kesiliyor. En azından otobüs öyle sanıyor. Keşke
o zaman elinde Kutu’nun bu sayısı olsaydı dememe rağmen
içimden. Otobüsün, evet insanların değil otobüsün, şaşkın
bakışları altında Selak, bir insana otobüs çarpmasının ne demek
olduğunu bilmemesinden olacak, kalkıp yürüyerek olay yerinden
uzaklaşıyor. Cehaletine veriyoruz.
Selak üst üste şans ve şanssızlık denemeleri yapmanın yanı
sıra gelişime açık, yenilikçi biri olarak farklı şeyler denemeye
çalışıyor. Otobüs çarpmasını takip eden sene bu kadar şanssız
olduğu tescillenmiş bir adamın yapmaması gereken bir şekilde
arabasıyla dağ yolunda geziyor. Sonra niye… Neyse! Virajı aldığı
gibi Birleşmiş Milletler kamyonunun kendisiyle birleşmek üzere
hızla üstüne geldiğini gören Selak durur mu? Tabii ki de durmaz
ve direksiyonu uçuruma kırar. Bunun hikayenin sonu olduğunu
söyleyip rahatlamak istesem de Selak yaşından beklenmeyecek
bir çeviklikle araçtan zıplayıp(!) bir ağaca tutunur(!) ve 90 metre
aşağıda aracının yere çarpıp patlamasını izler.
Hayattan nasibini aldığına inandığımız Frane Selak henüz
şaheserine son dokunuşu yapmamıştır. 40 senedir bir tane bile
piyango bileti almayan Selak aldığı ilk biletle 600.000 poundluk
ikramiyenin sahibi olur. Bu olaydan sonra hayattan nasibini almış
olacak ki, bir reklam filmi için Avustralya’ya gitmek üzereyken
uçağa binmekten vazgeçer ve “Şansını test etmek istemediğini”
söyler.
Şans,
Mucize
ve Evrim
Üzerine
Yazı: S. Can Özcan
“Sokakta gördüğümüz
Atatürk heykelinin bir
anda elini sallaması
mucizevi bir olaydır.
Moleküllerin insanları
şaşırtmak gibi istekleri
ve düşünceleri tabii ki
yoktur, bu rastlantısal
olarak oluşabilir.”
Şans nedir? Şans gerçekleşme olasılığı düşük olan bir olayın
gerçekleşmesidir. Olasılık ne kadar düşük olursa olsun, 1/1040
olsa bile sonuçta bir gerçekleşme şansı vardır. Olaylar üzerinde
düşünülmeyecek kadar olasılık dışıdır, fakat bunu hesaplamadan
bilemeyiz. Hesaplamayı yapabilmek için ise verilen süre bilinmelidir.
Sonsuz zaman ve sonsuz fırsat verildiğinde, hiçbir şey mucizevi
değildir, tersine her şey olasılıdır.
Peki mucize ne demek? Mucize, gerçekleştiği zaman son derece
şaşırtıcı olan bir olaydır. Sokakta gördüğümüz Atatürk heykelinin bir
anda elini sallaması mucizevi bir olaydır. Çünkü şunu bilmekteyiz:
“Heykeller el sallamaz!” Fakat işin aslına bakacak olursak, taş
heykeldeki tüm moleküller birbirlerini itekler, dürter durur, hem
de sürekli. Farklı moleküllerin itmesi birbirini nötrler ve el hareket
etmez, heykel sürekli aynı durur. Fakat tüm moleküller bir anda iş
birliği yapıp “Haydi şu bize bakan şapkalı çocuğu şaşırtalım.”
derler ise ve tüm moleküller aynı anda aynı yöne itme uygularlar ise
heykelin eli hareket eder. Daha sonra tersi yöne bir hareket ve iş
tamamdır. Heykel el sallamıştır. Bu olabilir! Moleküllerin insanları
şaşırtmak gibi istekleri ve düşünceleri tabii ki yoktur, bu rastlantısal
olarak oluşabilir. Böyle bir rastlantının gerçekleşme olasılığı
bazılarının hayal edemeyeceği kadar düşüktür, fakat hesaplanabilir.
İnsanlar evrim teorisini duyduklarında “şans eseri” bu dünyada
var olduklarına inanmak istemezler, bu düşünce yüzünden evrimi
anlamakta güçlük çekerler ve evrimi inanca çeviren böyle insanların
36
“Evrim tabi ki tamamen şans eseri değildir. Evrim rastgele bir
süreç değİldİr, hatta rastgeleliğin tam tersi bir süreçtir.”
“Sonsuz zaman ve sonsuz fırsat verildiğinde, hiçbir şey mucizevi
değildir, tersine her şey olasıdır.”
varlığıdır. Evrim şans değildir! Evrim süreci boyunca şansın önemli
bir yeri vardır, evet, fakat tüm teoriye şans olarak bakmak ve
“Yani bakteriler şans eseri cansızdan oluştu, bu cansızlar şans eseri
birleşerek çoğalarak insana kadar ilerledi, “BİZ DÜNYADA
SADECE ŞANS ESERİ BULUNUYORUZ.” demek
insan için ağır bir yaklaşımdır. Psikolojik olarak reddedilen bir
durumdur. İşte insan bunu bir kere reddedince evrimi ne kadar
anlatmaya çalışsanız da anlamaz. Aynı bir akrabası savaşta şehit
olmuş birine savaşların saçma olduğunu söylediğinizde, savaşlarda
sadece gelişmiş devletlerin silah satıp zengin olduğunu ve savaşan
iki taraftan birinin değil de silah satanın savaşı kazandığını
anlattığınızda bu kişi sizi döver. Ağzınızı burnunuzu kırar.
İşte evrimi de insanlar yanlış anlayarak bu koruma psikolojisi
yüzünden reddetmekteler.
Evrim tabii ki tamamen şans eseri değildir. Evrim rastgele bir
süreç değildir, hatta rastgeleliğin tam tersi bir süreçtir. Örneğin
elimizde 1000 tane zar olsun. Hepsini aynı anda atıp hepsinin 6
gelmesini beklemek ne kadar saçma, düşük ihtimalli ve salakça
ise evrimin tamamen şans ile oluştuğunu söylemek de bu kadar
saçma, düşük ihtimalli ve salakçadır. Evrim, durağan bir durumda
olup da bir anda değişimler başlayıp tamamlanan bir olgu değildir.
Evrim bir süreçtir, oluşmuştur, oluşmaktadır ve oluşacaktır.
Buna örnek olması için zar örneğine dönelim ve seçilim faktörü
ekleyelim. 1000 adet zar var elimizde. Hepsini atıyoruz, 6
gelenleri bir kenara koyuyoruz. Kalanları tekrar atıyoruz.
Hepsi 6 olana kadar. Bu hem çok daha kısa sürecektir,
hem de daha akılcı bir yaklaşımdır. Fakat şunu da yanlış
düşünmeyin. O zarların hepsi henüz 6 gelmedi ve evrim
devam ediyor.
Evrim konusunda yanlış anlaşılan bir şey daha bulunuyor.
“Evrim teoridir, yerçekimi kanundur, demek ki evrim
henüz kanıtlanmadı.”düşüncesi. Evet evrim bir “kanun”
değildir, ve hiçbir zaman olmayacaktır. Biyolojik bilimlerde
“kanun” olmaz. Bir şeyin kanun olabilmesi için matematiksel
yöntemlerle ispatlanabilir olması gerekmektedir. “Hücre
Teorisi” de kanun değildir. Hiçbir zaman “kanun” olmamıştır,
matematiksel bir açıklaması veya örgüsü bulunamazsa da, asla
“kanun” olarak anılmayacaktır. Fakat vücutlarımızın hücrelerden
oluşmadığını düşünen kalmamıştır herhalde dünyada. Hipotez
kurulmuş, deneyler yapılmış ve gerçek olduğu görülerek teori
olmuştur zaten. İşte evrim de bu şekildedir. Evrim de hipotez
olarak Charles Darwin tarafından iddia edilmiş, onun tarafından
incelenmiş, daha sonraları pek çok bilim adamının konusu
olmuş ve hepsi de literatürlere evrim konusunda yeni bilgiler
eklemiştir. Günümüzde uygulanan genetik, moleküler biyolojik
ve biyokimyasal teknikler ile neredeyse hergün evrim süreçleri
daha iyi aydınlatılmaktadır.
Sizlere çok beğendiğim iki deney hakkında biraz bilgi vermek
istiyorum. Merak edenler internet üzerinden kolaylıkla detaylı
bilgiye ulaşabilir. Bunlardan birisi çok tartışılan Miller-Urey
Deneyi. Bu deneyde “Abiogenesis” teorisi test edilmiştir.
Dünya’nın oluşum koşullarındaki ortam laboratuar ortamında
taklit edilmiş ve inorganik bileşiklerden organik bileşikler elde
edilmeye çalışılmıştır. Sonuçta araştırmacılar başarılı olmuşlar
ve deneyde 5 adet amino asit oluştuğu gözlenmiştir.
Bu deney 2008 yılında tekrarlanmıştır ve 5 değil 22 amino asit
oluştuğu gösterilmiştir. 22!
Bahsedeceğim diğer deney ise “Lenski Deneyi”. Richard
Lenski, E. coli bakterisini evrimleştirme üzerine pek çok test
yapmıştır ve bakterileri 10.000 jenerasyon boyunca takip ederek
kendi kendilerine geliştirdikleri evrimsel süreçleri takip etmiştir.
Bu deneyi anlatabilmek için çok fazla teknik kavram kullanılması
gerektiğinden en iyisi buraları bulandırmayıp merak edenlerin
açıp okuması.
Toparlayacak olursak, evrimde şansın da bir yeri vardır, bazı
türlerin adapte olmada daha iyi şansları olmuş, bazı türler ise
dünya tarihinde şanssız olmuşlardır. Mesela dinozorlar dünyanın
en şanssız canlılarındandır. On milyonlarca yılda bir dünyaya çok
büyük bir göktaşı çarpıyor ve bu dinozorların yaşadığı döneme
denk gelmiş. Hala tam olarak nasıl yok oldukları bilinmiyor olsa
da bilim adamlarına en akla yatkın gelen olasılık, dünyaya bir
göktaşı çarpmış olma olasılığı. Bunun kanıtı olarak ise toprakta
bulunan İridyum miktarları gösteriliyor. (Bunları detaylı merak
edenler için: Richard Dawkins Ataların Hikayesi –Ancestor’s
Tale- tavsiye ederim.) Dinozorlar hüküm sürerken şu anki türlerin
ortak ataları genellikle küçük cüsseli ve dinozorlardan korkarak
dünyada yaşayan türlerdi. 65,5 milyon yıl önce, dinozorların nesli
tükenince memeli çeşitliliği artmaya başladı ve memeli cüsseleri
büyümeye başladı. İşte dinozorların yok olması memeliler için
bir şanstır. Fakat bundan sonraki evrim basamakları şans değildir,
doğal seçilimdir. Yani 1000 adet zar sırayla atılmaya başlamıştır
ve 6 gelenler bir kenara ayrılarak devam etmektedir. Bu zarları
atan kimdir diye sorduğumuzda ise cevabı tabii ki çok basit…
Doğa!
Cevabı çok uzakta aramamak lazım
37
MR.NOBODY
Şans üzerine şansını zorlamak
Yazı: Hakan Özyılmaz
“Filmin kendini üzerine kurduğu
gerçeklikle tutarlı olmaması
irrasyonalizmin kapısını
aralıyor doğal olarak fakat
gerçekliğin bu ihlali heyecan
yaratmak yerine komik olmaya
başlıyor.”
Son dönemlerde beni Mr. Nobody kadar etkileyen bir film
olmadı. Bana sinemanın incelikli bir kombinasyon olmadığını
şiddetle hatırlattı. İlginç bir fikriniz olabilir, sinematografik bir
dehaya sahip olabilirsiniz, elinizde çok iyi oyuncular bulunabilir,
müzik seçimleriniz de harikuladedir ama eğer anlattığınız şeyin ne
olduğundan kendiniz bile emin değilseniz ve bunun sonucunda
iki buçuk saat boyunca geveleyip duruyorsanız, cidden berbat bir
iş yapıyorsunuz demektir. Kofsunuz ve o film şeridiyle kendinizi
bir bodrumda asmalısınız demektir. Jaco von Dormael, écoute:
Ed Wood’dan bile kötü bir yönetmensin, berbat bir senaristsin
ve bu kadar yapımcının parasını mahvediyorsun. Yaptığın iş sanat
olmamakla birlikte, ticari başarı yakalayamayacak kadar uzun,
sıkıcı ve kendini ağırdan satma çabasında. Fark ettiğiniz gibi bu
bir film eleştirisinden ziyade, bir toplum içi aşağılamadır, kıssadan
hissedir ve hatta ibretliktir.
Mr. Nobody… Filmin ismini duyduğunuzda irkiliyorsunuz.
Varoluşuyla başa çıkmaya çalışan, ciddi bir karakter filmi beklentisi
yaratıyor insanda. Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllara dağılmış bir
varoluş krizi olması gerekiyor senaryonun. Çok büyük oynuyor
fakat film varoluşçuluktan ziyade ‘consequentialism’ yolunda
ilerliyor. Her bir olasılığın sonuçlarını görmeye çalışarak kararını
vermeye çalışıyor. Fakat bunu bile eline yüzüne bulaştırıyor...
Çünkü şans hiçbir zaman hayatta bu kadar açık bir şekilde rol
oynamaz. Şans, Adam Smith’in ‘Invisible Hand’i gibi aktörlerin
içine yayılmıştır; karakterimize, etrafımızdaki objelere sinmiştir
ve gizliden gizliye kaotik bir dinamiğin temellerini oluşturur.
Şansın cidden ‘orada’ olduğunu hissettiğimiz anlar çok nadirdir,
gökten zembille inmez, yavaş yavaş kendini oluşturur. Bunun
içindir ki hep ‘kader ağlarını örer’ ama ‘talih kuşu’ kolay kolay
konmaz.
Gelelim Mr. Nobody’ye… Evren sürekli her şeye müdahil,
kader esnek olmaktan ziyade, belirli sınırlarla çizilmiş ve
bunların arasında sağa sola savrulan ana karakterimiz Nemo var.
Seçenekleri 9 yaşındayken gördüğü üç kızla kuracağı hayatla
sınırlı, sanki Nemo’nun varlığı sadece 9 yaşındaki o andan
ibaretmiş gibi ve sanki Nemo’nun hayatını etkileyecek başka
hiçbir faktör yokmuş gibi ve hatta bir tercih yaptığında ardından
başka bir tercih yapması imkânsızmış gibi. Bir de bu tercihe
paralel olarak ilerleyen, ayrılacak anne ve babası arasında tercih
yapması zorunluluğu var ki bu tercihin sonuçları da tamamen
seçeceği kızla oluşacak olan hayatına paralel fakat biliyoruz ki
matematiksel olarak böyle bir şeyin olması imkânsız çünkü
eklenen her bir eleman sonrasında bu elemanların oluşturacağı
grubun kardinalitesi muhakkak artacaktır, eğer artmıyorsa
eklediğiniz eleman grupta hali hazırda bulunan elemanlardan
biri demektir ki bu da Nemo’nun evleneceği kızı seçmesiyle
anne-babası arasında seçim yapmasının aynı ‘lottery’ olduğunu
gösterir. Bu da bir çelişkidir. Özetle filmin kurgusu başlı başına
bir saçmalık, bunu bariz bir şekilde hissedebiliyorsunuz ve
gördüğünüz gibi matematiksel olarak da ispat edebiliyorsunuz.
Filmin kendini üzerine kurduğu gerçeklikle tutarlı olmaması
irrasyonalizmin kapısını aralıyor doğal olarak fakat gerçekliğin bu
ihlali heyecan yaratmak yerine komik olmaya başlıyor. Mars’ta
geçen sahneler hiçbir anlam ifade etmiyor, Çin’deki üretim çok
pahalılaştığı için artık medeniyetimizin Mars’ta bisiklet üretmeye
başladığı gibi espriler canınızı sıkıyor. Bu da yetmezmiş gibi
‘Sometimes people call me Mr. Craft. C-R-A-F-T. Can’t
Remember A Fucking Thing’ gibi daha da mide bulandırıcı
repliklerle karşılaşıyorsunuz. Kötü bir espri gibi, barış için savaş
gibi, dört işlem hatası yüzünden geçerliliği kalmamış bilimsel bir
makale gibi acı vermeye başlıyor film ve işin en kötü tarafı iki
buçuk saat sürüyor. Bir an önce bitmesini istiyorsunuz ama hala
bir dönüm noktası yaratabilir ve sizi şaşırtabilir diye ümit etmeye
devam ediyorsunuz. Sonunda kazandığınız şey bir hiç.
Film yeni bir şey söylemediği gibi, yeni bir anlatım dili de
geliştirmiyor. The Butterfly Effect’i Iñárritu ve Malick beraber
çekmeye kalksalar ve başlarına filme aşırı müdahil moron bir kaç
Hollywood yapımcısı koysak bu filmin aynısını elde edebilirdik
sanırım ki bunu demek bile beni iyimser yapabilir çünkü bu film
Amerika’yı yeniden keşfederken çıkıp hala burası Hindistan der
gibi.
Kabak tadı vermiş sorular:
What was there before the big bang? Well, you see, there
was no before because before the big bang, time did not
exist. Time is a result of the expansion of the universe
itself. But what will happen when the universe has
finished expanding?
Everything you say is contradictory. You can't have been in
one place and another at the same time. Of all those lives,
which one is the right one?
Why am I me and not somebody else?
Kabak tadı vermiş çıkarımlar:
Every path is the right path. Everything could’ve been
anything else. And it would have just as much meaning.
It should be written on every schoolroom blackboard: life
is a playground or nothing.
What do you see when you look at me? A grumpy old man
who never answers questions? Who mixes everything up?
Who’s kept busy by getting his meals? That’s not me. Me...
I wear shorts. I’m nine years old. I can run faster than the
train. I can’t feel my aching back anymore. I’m fifteen. I’m
fifteen and I’m in love.
39
Gerçek bir “şans” anı. Kıyıda elimde fotoğraf
makinesi ile yürürken, bir anda sağıma bakıyorum,
çarşaf rüzgarla havalanıyor ve aradaki tekneyi
görüyorum, mucize gibi. Bir tek bu açıdan
çekilebilecek bir kareydi ve ben tam “o” anda
oradaydım.
© Laleper Aytek
FOTOĞRAF
ŞANS
Yazı&Fotoğraf: Laleper Aytek
“Şansınıza çok güvendiğiniz, kendinizi çok şansız
hissettiğiniz ve birkaç “güzel” fotoğrafın
ardından “tek fotoğrafla bahar olmaz”ı fark
ederek, fotoğrafçının şansını kendinin yaratacağını
anladığınız ve bunun için “çok çalışmalıyım” dediğiniz
uzun ve hatta yaşam boyu sürecek bir yolculuğa
çıktığınızı fark ettiğinizde fotoğrafçı olma yoluna
girmişinizdir artık.”
Şans...
“Bugün şanslıydım, çok güzel kareler çektim.”
ya da
“Bugün hiç şansım yoktu (zaten keyfim de yoktu) ve
hiçbir şey yakalayamadım.”
Özellikle fotoğrafa yeni başlanıldığında, ilk karelerin
ardından yukarıdaki cümlelere benzer şans cümlelerine
sık rastlarız. Çekilemeyen iyi kareler dış faktörlere
bağlanırken, çekilen birkaç iyi karenin ardından
fotoğrafçı olunmaya başlandığı düşünülmektedir bile!
Peki, nasıl (iyi) fotoğrafçı olunur ya da iyi fotoğraf nasıl
olur? Bu süreçte şansın payı nedir ya da bir payı var
mıdır?
Bu iki sorunun da asla tek ve net bir cevabı yoktur,
olamaz da. Olamadığını ve olamayacağını yıllarla
birlikte anlarsınız. Bu süre(ç) ve yolculuk tabii ki
kişiden kişiye değişir. Yarı yolda kalma, duraksama,
vazgeçme yahut bağlılık ile hiç bırakmadan devam etme
süreçlerinin hepsini içerebilir. Tıpkı hayat gibidir ve
kendinizi görüntü(ler) üzerinden tanımaya, anlamaya
başladığınız farklı bir yüzleşme süreci, bir iç yolculuktur.
Böyle olduğunun ilk zamanlarda farkına varmadığınız,
şansınıza çok güvendiğiniz, kendinizi çok şanssız
hissettiğiniz ve birkaç “güzel” fotoğrafın ardından “tek
fotoğrafla bahar olmaz”ı fark ederek, fotoğrafçının
şansını kendinin yaratacağını anladığınız ve bunun
için “çok çalışmalıyım” dediğiniz uzun ve hatta yaşam
boyu sürecek bir yolculuğa çıktığınızı fark ettiğinizde
fotoğrafçı olma yoluna girmişinizdir artık. Ama bu
yıllar içinde bir de şu fark edilir: bu yola girmiş olmanız
fotoğrafçı olacağınızı (ne yazık ki!) garanti etmez.
[Fotoğraf tek kişiliktir ve kalabalıkları sevmez.]
Henri -Cartier Bresson, Saint Lazarre Garının Arkası, 1932.
Fotoğraf makinelerinde enstantanenin bugünün makinelerinin nerdeyse
standart değeri haline gelmiş olan 1/4000 sec.’in çok altında olduğu günlerde, şans ve sabırla çekilmiş bir HCB karesi.
42
Kendinizi ve kendi fotoğrafınızı hissetmek ve fark etmek
üzere iç sesinizi duymanız ve şansınızı yaratabilmeniz için
tek kişiliktir. Fotoğraf çekmeye çıktığınız kişiler yakın
ve/ya gözüne çok güvendiğiniz kişiler bile olsa, birlikte
(fotoğraf kulüplerince düzenlenen toplu fotoğraf gezileri
© Henri Cartier-Bresson
Müthiş bir
zamanlama ve
yerleştirme: koşan
çocuğun konumu,
duvardaki saatin,
balığın duruşları,
açıları ve çocuğun
sol ve sağındaki boşlukların
dağılımı. Şans
faktörü neredeyse
sıfıra yakın, o gün
ve o saatte o mekanda bulunmak
dışında.
–foto-safariler- bu durumun en tehlikeli örneklerindendir) çıkılan çekimlerde o
“ana” yak(ı)nlaşma şansı neredeyse yok denecek kadar azdır.
[Fotoğraf en çok çekim sürecinde paylaşılmaz, paylaşılırsa fotoğraf olmaz.]
Çekim, seçim, kadraj, çekim sonrası görüntünün işlenmesi vb. öznel seçimlerin
tamamlanmasının ardından izleyici karşısına çıkmaya hazır hale gelir. Öncesinde
çıkılan toplu çekimlerde kalabalıklara, farklı yorumlara, “oraya gitmeyelim,
burası daha ilginç” diyerek, ortama hakim dış sesler çoğaldığında, fotoğrafçı
kendi iç sesinden uzaklaşır ve deklanşöre başkalarının sesinden basmaya başlar
ve ilk başlarda bunu hiç fark etmez, hatta tam tersine eğlenceli bir çekim
zamanı yaşadığını bile düşünülür. Dış seslerin hakimiyetinde gerçekleştirilen bu
çekimlerle, kendi sesinizi, kendi görüntünüzü yakalama şansınızı azaltır ya da
ertelersiniz.
© Henri Cartier-Bresson
Fotoğrafa ilk başladığınızda temel kompozisyon kurallarını önce öğrenirsiniz, ilk
başlarda uygularsınız da ama daha sonra “kendi kurallarınızı” oluşturmak adına
yıkarsınız ve yıkmalısınız. Çünkü bir fotoğrafçı kendine ait fotoğrafını ancak ve
bir tek kendi kurallarıyla oluşturabilir ve ancak bu özgün bakışı ile fark yaratma
şansı olabilir. Böylesi bir özgünlük zamanla, hiç vazgeçmeden çekimler yaparak
ve fotoğraf tarihinin ve bugünün fotoğrafçılarının işlerini ve yaklaşımlarını
izleyerek dönüşür, gelişir, değişir ve olgunlaşır.
Fotoğraf sizin izinizdir ve sizi yapan herşey bu izin parçalarıdır. Fotoğrafçının
görüntüye aktardığı ise bu izden parçalardır. Fotoğrafçılar olarak bu izin peşinden
giderek - kimi yakınlaşıp kimi uzak kalarak, kimi aylarca çekim yapmadan ya
da bir gün bile çekim yapmadan duramadan - yaptığımız ‘özel’ yolculuklarla
kendimize ait fotoğrafı bulma şansını yaratırız/arttırırız.
Fotoğrafçının en önemli silahı meraktır. Eğer merak duygu varsa mutlaka bir yolu
bulunarak, üzerine gidilmelidir. Çünkü, eğer merak yoksa fotoğraf da yoktur.
Şansını zorlamak pahasına, eğer “o” görüntüyse yakalanacak, peşinden gidilesidir.
Çünkü fotoğraf ısrar ve sabırla ve vazgeçmemekle hatta belki çekilen son karede
ama gelir.
[Fotoğrafçı şansını kendi yaratır.]
Her fotoğrafçı bu şansı yarattığı ölçüde gidebilir kendi fotoğrafının peşinden.
Ve neredeyse tam pes edip vazgeçtiği noktada, o kapının aralığından gözüne
dokunan bir kurgu “o” an, karar anı o fotoğrafın geldiği an olabilir.
Bol şanslar...
Fotoğrafçının kendi “şansını” sabırla bekleyerek
yarattığı bir kare...
43
BOOKPORN
Fotoğraf: Aslı Kuzu
Alper Suat Orhan
1. High Fidelity - Nick Hornby
2. Tinker, Tailor, Soldier, Spy - John Le Carré
3. Making History - Stephen Fry
4. Trainspotting/Porno - Irvine Welsh
5. Cash: The Autobiography - Johhny Cash
Can Mişel Kılçıksız
1. Yerdeniz - Ursula K. Leguin
2. Üç Aynali Kırk Oda - Murathan Mungan
3. Ve Durgun Akardı Don - Solohov
4. Ada - Aldous Huxley
5. Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği - Milan Kundera
Naz Cuguoğlu
1. Cehenneme Övgü - Gündüz Vassaf
2. Algı Kapıları – Aldous Huxley
3. Notes to Myself – Hugh Prather
4. Yer Altından Notlar – Dostoyevski
5. Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü – David Eagleman
Mert Gümren
1. Yeraltından Notlar- Dostoyevski
2. Çavdar Tarlasında Çocuklar- J.D.Salinger
3.Cesur Yeni Dünya- Aldous Huxley
4. Medium is the Massage-Marshall McLuhan
5. Dövüş Kulübü- Chuck Palahniuk
Nilay Dursun
1. Çavdar Tarlasında Çocuklar – J.D. Salinger
2. Demian - Herman Hesse
3. Like the Flowing River-Paulo Coelho
4. Melekler ve Şeytanlar- Dan Brown
5. Empati - Adam Fawer
Ece Ismen
1. The Picture of Dorian Gray - Oscar Wilde
2. Foam of the Daze - Boris Vian
3. The Sandman - Neil Gaiman
4. The Guest at the Last Banquet - Auguste Villiers de
l’Isle-Adam
5. Johnny Panic and the Bible of Dreams - Sylvia Plath
Naz Cuguoğlu
1. Cehenneme Övgü - Gündüz Vassaf
2. Algı Kapıları – Aldous Huxley
3. Notes to Myself – Hugh Prather
4. Yer Altından Notlar – Dostoyevski
5. Ve... Sonraki Hayattan Kırk Öykü – David Eagleman
Hakan Özyılmaz
1. Umberto Eco - Foucault Sarkaci
2. Ihsan Oktay Anar - Kitab-ul Hiyel
3. Amin Maalouf - Semerkant
4. Nikos Kazancakis - Zorba
5. Orhan Pamuk – Kar
Cansu Soyupak
1. Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali
2. Sibumi - Trevanian
3. Sırça Fanus - Slyvia Plath
4. Yolda - Jack Kerouac
5. Mrs.Dalloway - Virginia Woolf
Enes Kurnaz
1. Neuromancer - William Gibson
2. Al Kumsallar - J. G. Ballard
3. Alemdağda Var Bir Yılan - Sait Faik Abasıyanık
4. Dünyanın En Güzel Arabistanı - Turgut Uyar
5. Diğer Taraf - Alfred Kubin
Hazırlayan: Naz Cuguoğlu
Reading is like sex act- done
privately, and often in bed
Daniel J.Boorstin
AMSTERDAM’IN
GÖRÜLMEYEN İYİ
YÖNLERİ: MÜZELER
Yazı-Fotoğraf: Nilay Dursun
Evet, sevgili kutu okurları bir önceki
çok beklenen “Amsterdam’ın Kötü
Yönleri” konulu yazımızdan sonra
sevgili can kardeşimiz Boramir’in de
dediği gibi “One doesn’t simply go to
museums in Amsterdam.” geleneğinden
yola çıkarak bu sefer de geldik o
gezemeyen kardeşlerimiz için çok da
beklendiğini düşünmediğim ama kendime
yazmayı bir borç bildiğim müzeler
yazısına. Genel olarak Amsterdam’daki
yaşama ve yaşatma felsefesi her çeşit
insanın kendini eğlendirebilecek bir
şeyler bulabilmesi üzerine kurulduğu
için müzelerin çeşitliliği de tamamen
bu felsefeye bağlanmıştır. “Müze
gezmek sıkıcıdır.” diyen kesimi alt
etmek için Amsterdam’da her nevi müze
bulunmaktadır, bu müzelerin arasında
seks ve erotizmle ilgili müzelerden
tutun da esrar müzesi, işkence müzesi,
bira müzesi, futbol müzesine kadar
envai çeşit müze mevcuttur. Amma
velakin ben izninizle bir sanat tarihçi
olduğumu yüzüncü defa belirterek
sanat ve tarih müzelerini anlatarak
yazıma başlıyorum (sıkılacak olanlar
bir sonraki sayfadan başlayabilir=).
48
RİJKS MUSEUM
Rijks yani “Devlet Müzesi”, Amsterdam’ın ve Hollanda’nın en büyük sanat
müzesi olarak bilinmektedir. 1800 yılında önce Lahey’de, Ulusal Sanat Galerisi
olarak açılmış olan bu müze 1808 yılında Napoleon Bonaparte’ın Hollanda
kralı olan kardeşi Louis Bonaparte’ın emriyle Amsterdam’a taşınmış ve adı
Kraliyet Müzesi olarak değiştirilmiştir. 1885 yılında müzeler bölgesinde şu
anki yerine taşınan Rijks Museum yapılan bir yarışma sonucu birinci olan
Hollandalı artist Petrus J.H. Cuypers tarafından Hollanda neo-rönesans ve
tarihi neo-gotik etkileriyle dekore edilmiştir. İçerisinde hem zanaat hem de
sanat ve tarih eserlerine sahip olan müzede genel olarak Hollanda altın çağına,
17. yy’a ait resimler ağırlıktadır. Jacob van Ruysdael, Frans Hals, Johannes
Vermeer, Jan Steen ile Rembrandt’a ve atölyesinde çalışan öğrencilerine
ait resimlerle ününü kazanmış müzede ayrıca kraliyet ailesine ait objeler de
bulunmaktadır. Özellikle şu an revaçta olan “Masterpieces” sergisini herkese
öneren 17.yy sanatı küratörü Taco Dibbits “Altın Çağ sanatını mümkün
kılan ne kral ne de papadır, onu mümkün kılan yalnızca halktır.” diyerek onu
yaratan insanların onu tekrardan görmesi gerektiğini önemle vurgulamaktadır.
Rijks Museum benim için sadece Rembrandt’ın ünlü “The Night Watch”
undan ibarettir. Daha önce okuldaki “Landmarks of Art and Architecture”
dersinde inciğini cinciğini işlediğimiz gece nöbeti tablosunu kendi boyumun
783940 katı uzunluğunda görünce belli bir süre kendime gelemedim. 363
x 437 cm’lik muhteşem tabloyu ve kullandığı efektleri canlı canlı görmek
gerçekten nefes kesici. Müzenin güzel yanlarından bir tanesi de kulaklıkla
bilgi almak istemeyen ziyaretçiler için (yani öğrenciler) yaptıkları en önemli
eserleri parça parça, bölüm bölüm anlatan bilgi kartları.
Ama şunu özellikle belirtmeliyim ki bu tür çok ilgi gören müzelerde LÜTFEN
büyük Asyalı gruplardan uzak durun! Eğer sizinle aynı odada resimlere
bakıyorlarsa sakın ha “ben o arada başka resme bakayım” diye düşünmeyin!
Mükemmel takip dürtüleri, itiştirme ve bir resim hakkında 15 dk konuşma
alışkanlıkları ile tüm gezinizi mahvedebilirler! Mümkünse sakince en uzak
odaya gidin ya da gezinizin yönünü tamamen değiştirin! Hatta mümkünse
kendisine İngilizce rehber tutmuş zengin İtalyan ailelerin arkasına sızın ve
başınız başka yönde, anlatılanları dinleyin, çok işe yarıyor.
VAN GOGH MUSEUM
REMBRANDT HOUSE MUSEUM
Adı üzerinde Van Gogh Müzesi büyük bir akımın öncüsü olan
Van Gogh’un eserlerinin sergilendiği, Amsterdam’ın en önemli
müzelerinden birisidir. Müzenin içinde Van Gogh’un eserlerinin
dışında onun özel ve sanat hayatı hakkındaki bilgilere, ayrıca diğer
artistlerle olan ilişkilerine, hatta çalışmalarının dönem artistleriyle
karşılaştırmalarına ulaşabilirsiniz. Ayrıca farklı katlarda 19. yy sanat
tarihi hakkında farklı sergileri de ziyaret edebilirsiniz.
Amsterdam’ın merkezi Dam’a çok yakın bir yerde konumlandırılmış
olan Rembrandt’ın 1639-1690 arası yaşadığı ev, 1909 yılında
müzeye çevrilmiştir. İçerisinde Rembrandt’ın atölyesi, özel
eşyaları, mobilyaları, heykelleri ve bir kaç resmi bulunan ev, ayrıca
Rembrandt’ın 250’den fazla baskısını ve grafik tekniklerini yansıtan
eşyalarını da içermektedir.
Biri Gerrit Rietveld diğeri ise Kisho Kurokowa tarafından dizayn
edilmiş iki binadan oluşan Van Gogh müzesi de Rijks Müzesi gibi
Museumplein de bulunmaktadır. Rietveld binası asıl koleksiyonla
müzenin ana bölümünü oluştururken Kurokowa binası ise önemli
geçici sergiler için kullanılmaktadır.
Van Gogh Müzesi’nin en sevdiğim yanlarından bir tanesi cuma
akşamları saat 10.00’a kadar açık olması ve 7.00’den itibaren içeride
şarap servisi eşliğinde canlı müzik olması, benim tavsiyem eğer
herhangi bir cuma günü Amsterdam’da olma şansınız varsa 7 ile 10
arasında Van Gogh’a uğrayın.
Kurokowa binasındaki resim sanatıyla müziği birleştiren “Dreams
of Nature” sergisi kesinlikle görülmeye değerdi. Hatta Dreams of
Nature sergisini Amsterdam’ın kötü yönleriyle birleştirerek “şirinleri
görme amaçlı” gezmek turistlerin özellikle tercih ettiği “gezme
yöntemlerinden” biriydi ama tabii ki bizim tek amacımız sanat!=)
Van Gogh hakkındaki diğer çok önemli bilgi ise hafta sonları
gidilmemesi gerektiğidir. Kapının önünde 4 saat bekleyen insanlar
tanıyorum, onun yerine müze etrafında Van Gogh çakmaları satan
küçük dükkanları gezebilirsiniz=)
ANNE FRANK
6 Temmuz 1942’den 4 Ağustos 1994’e kadar Yahudilerin Nazi
işkencesinden kaçmak için sığındıkları saklı kanal evi Anne Frank
House da Amsterdam’ın en çok rağbet gören yerlerinden bir tanesidir.
Evin ünlü olmasının nedeni ise Anne Frank’ın henüz 15 yaşındayken
yazmış olduğu meşhur günlüğünün orijinalinin burada korunmasıdır.
Prinsengracht kanalının yanında bulunan evde ayrıca o döneme ait bir
sergi de bulunmaktadır.
İsterseniz Rembrandt’ı gezdikten sonra tam karşında Pisa’dan bile
yamuk duran Amsterdam’ın ünlü barlarından bir tanesinde bir
bira içebilirsiniz! Bu arada aklıma gelmişken simetri hastalarının
Amsterdam’a gitmemesini şiddetle öneriyorum! Binaların “yahu
bunlar nasıl ayakta duruyor” ya da daha da Türk usulü olarak
“abi kesin bu apartmanları laz ustalar yapmış!” dedirtecek tarzdaki
yamuklukları sizi delirtebilir!
HEINEKEN EXPERIENCE
1988’de Heineken fabrikalarından biri kapanır ve biranın nasıl
yapıldığını anlatan turlar düzenlemek amacıyla bu bina halka açılır.
2008’de yenilenen Heineken Müzesi, bu bira macerasını daha eğlenceli
hale getirerek adını Heineken Experience olarak değiştirip kendini
turistler için daha çekici hale getirmiştir.
Bu deneyimin başında size üzerlerinde küçük düğme-jetonlar olan 2
adet bileklik veriliyor, Heineken yapımını tam anlamıyla deneyerek
öğrendikten sonra çıkışta sizi bara yönlendiriyorlar ve siz o jetonları
vererek biralarınızı içiyorsunuz, ayrıca gezi sırasında fabrikadan çıkan
taze biralar da Heineken’in size kendi ikramı…
Kalabalık gidenler için diğer bir önerim Heineken bisikletleri
kiralamaları. Bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) bir tekerlekli masa
düşünün, etrafına monte edilmiş sandalyeler ve üstünde kocaman bir
biraveri olan kocaman bir bisiklet!! Genellikle bekarlığa veda partisi
konseptinde çokça kullanılan bu Heineken bisikleti bence Amsterdam’ı
onun özellikleriyle gezmek için çok kullanışlı ve eğlenceli!
AMSTERDAM HISTORICH MUSEUM
Amsterdam Historich Museum, bir diğer adıyla Amsterdam Tarih
Müzesi, Amsterdam’ın tarihini anlamak için gidilebilecek en
önemli müzelerden bir tanesidir. Slideshowlarla, önemli insanların
röportajlarıyla görsel açıdan desteklenmiş müze, kalıcı sanat sergilerinin
dışında Amsterdam’ın insanlarını, sanatını, zanaatını ve modasını
anlatan geçici sergilere de ev sahipliği yapmaktadır. Aslında 1926’da
Waag’da açılan müze, daha sonra Amsterdam’ın merkezine çok yakın
olan Kalverstraat ile Nieuwezijds arasındaki 1578’den 1976’ya kadar
yetimhane olarak kullanılan binaya taşınmıştır. Meşhur Altın Çağ
mimarlarından Hendrik de Keyser ve Jacob Vab Campen tarafından
18. yy’da klasik stil kullanılarak genişletilen bina, mimarisiyle de
Amsterdam’ın tarihi güzelliklerini en iyi şekilde yansıtmaktadır.
Benim müzenin içinde en çok dikkatimi çeken şey ise sadece o müzenin
içinde gördüğüm müze bilgilendirme teknikleri. Müzeye girdiğinizde
size üzerinde DNA yazan ve altında barkodu olan küçük broşürler
veriliyor, siz müzenin içinde gezerken istediğiniz sanat eserinin ya
da dönem tanıtımının yanına gidip o barkodu okuttuğunuz zaman o
esere özel tanıtım videoları ya da bilgileri ekranda görebiliyorsunuz.
Amsterdam hakkında genel bilgi almak isteyenlerin mutlaka gitmesini
öneririm.
Son olarak müze bölgesinin içinde inanılmaz şeker bir kafe
bulunmakta,gezerken yorulanların orada bir çay arkasından da bir
paralel sokağındaki pancakeciden her bir şeyli pancake yemelerini
tavsiye ederim!
49
The Hash, Marijuhana and Hemp Museum, Amsterdam
THE HASH, MARIJUANA AND HEMP
MUSEUM AMSTERDAM
Red Light District’te birbirine çok yakın olan bu iki müzede
adları üzerinde genel olarak haşhaş ve esrar bitkilerinin ne
olduklarını, çeşitlerini, kullanım alanlarını anlatan sergiler
bulunmakta, ayrıca Hemp Gallery’nin içinde kişisel resim ve
fotoğraf sergisiyle birlikte bir sürü ilgi çekici eşya ve sanat eseri
de sergilenmekte.
Tabii unutulmaması gereken aslında bütün Amsterdam’ın kendi
içinde kocaman bir marijuhana müzesi olma durumu!
EROTIC MUSEUM
Torture Museum, Amsterdam
Red Light District’te bulunan Erotic Museum’un içinde erotik
eşyalar satan bir hediye dükkanı, genelde Red Light District’in
kendisiyle ilgili bir sergi alanı ve Red Light’ta “çalışan” kadın
figürü ile meşhur Casa Rosso Live Show tiyatrosunun kasiyerinin
bal mumu heykelinin olduğu bir oda bulunmaktadır. Aynı
zamanda eski erotik fotoğrafların olduğu bir koleksiyon ve
John Lennon’un litografilerini de içeren karışık erotik sanat
koleksiyonu müzede sergilenmektedir. Müzenin en “ilgi çekici”
yanı ise çocuk bahçesi şeklinde döşenmiş içerisinde Pamuk
Prenses ve Yedi Cüceler ‘in Disney’de asla gösterilemeyecek bir
versiyonunun gösterildiği bir bölümüdür. Bu bölümde ayrıca bir
otomatın içinde şimdiye kadar görüp görebileceğiniz en farklı
prezervatiflersatılmaktadır.Bumüzeyiyalnız“kaldırabileceklere”
öneriyorum...
SEX MUSEUM
Amsterdam’ın merkezinde Damrak sokağına konumlandırılmış
olan Sex Museum, “insanın seksiliği” temalı sanat eserleri,
fotoğrafları, figürleri, tabakları, silahları ile farklı bir sürü
objeden oluşan zengin ve farklı koleksiyonuyla turistlere yine
yeniden farklı bir deneyim sunmakta. Müzenin gerçek adı
aslında Sex Museum the Venustemple. Müzeye girdiğinizde
kapıda Venüs’ün ve eşinin kocaman heykellerini göreceksiniz.
Müzedeki geziniz boyunca “değişik” sesler de size eşlik edecek!
Bölüm bölüm ayrılmış olan müzenin içinde Mata Hari, Marquis
de Sade, Rudolf Valentino, Oscar Wilde, Marquise de Pompadour
isimleriyle farklı odalar bulunmakta. Seks ile ilgili geniş bir
koleksiyon görmek isteyenler buyursun gezsin.
Torture Museum, Amsterdam
Ayrıca en çok ilgi çeken yerlerden biri olan Seks Tiyatrolarını da
unutmamalı! Kapısında milyonlarca çiftin sıra olduğu içerisinde
gösterilerin yapıldığı Seks Tiyatroları da en çok ilgi gören
yerlerden bir tanesi. Gitmek isteyenler için en iyisi Cassa Rosso
(deniliyor:).
TORTURE MUSEUM
Karanlık, küçük ve tiyatro sahnesi gibi döşenmiş işkence müzesi
içerisinde insanlığın zalimlik tarihini biraz korkunç çok az mizahi
bir şekilde gözler önüne seriyor. Sergi genelde eski işkence
çeşitlerini ve objelerini resimler ile yine eski bir tarzda sunuyor.
Genelde çok da tercih edilen bir müze olmadığını vurgulamak
lazım…
Evet en birinci kutu okurları, bu yazıyla birlikte maalesef ki
geldik Amsterdam serüvenimizin sonuna, umarım bu üç yazılık
seriden memnun kalmışınızdır ve umarım siz de benim gibi
Amsterdam’ı gezer, yaşar ve “memnun” kalırsınız! Bir sonraki
sayıda 34’ün İstanbul’a dönüşünde görüşmek üzere...
50
k l o k m a g
şubat & mart
01
Fotoğraf: Naz Cuguoğlu
FİLİN
SEYİR DEFTERİ
VE
LÜFERLER
Yazı: Naz Cuguoğlu
Leğend e ki O ky a n u s
ve
Şans Eseri Yılan Kadın Olmak Hakkında
Mayıs 11 DC
Son hazırlıklarımı tamamladım. Önce kapıları sonra pencereleri kapadım. Bütün ışıkları
söndürdüm. Önce ocağı sonra buzdolabını kontrol ettim. Ve son hazırlıklarımı tamamladım.
Aynanın karşısına geçtim. Önce saçlarımı sonra makyajımı yeniledim. “Bir şeyler eksik” diye
geçirdim içimden. Hep öyle hissederdim. O yüzden çok da önem vermedim. “Abartıyorum
yine, acele etmeliyim yoksa geç kalacağım” dedim. Duvarlardaki portrelere bakarak
merdivenleri tırmandım. Ve son hazırlıklarımı tamamladım. Ama “Bir şeyler eksik” diye
geçirdim içimden. Merdivenleri tırmandım. Saate baktım. Vakit gelmişti. “Yakında gelir” diye
düşündüm. Yatağıma uzandım. Ve bir rüyaya daldım. Kapıdan girerken gördüm onu önce.
Önce kapıları sonra pencereleri açacaktı. Işıkları yakacak aynada kravatını düzeltecekti.
Duvarlardaki portrelere bakarak merdivenleri tırmanacaktı. Ve önce yatağımın tahta
bacaklarına sonra bedenime dolanacaktı. Bense kötü bir rüyadan uyanacak ve kolumdaki
dört diş izine bakakalacaktım. “Bir şeyler eksik” diyecektim. Uyuyacaktım.
“İki insanın kol ağzı sürtmüşse bir nedeni vardır…”
Sahilde Kafka
Daktilodan kafamı kaldırıp lüfere bakıyorum. O
da bana bakıyor. Bakışıyoruz öylece. Harflerin
kelime şeklini alana kadar acı çekmesine gerek yok,
biliyorum. Adını “sanat eserimiz” koyduğumuz,
uğruna saatlerce düşündüğümüz, türlü eskizler
yaptığımız uğraştan bile daha önemli bu bizim için,
biliyoruz. Bütün gün bu anı bekliyoruz. Önümdeki
kelime listesine bakıyorum: “cin, nü, nü, nü, misal, el,
ezan, püre..” diye uzayıp gidiyor liste. Kısa bir sürede
bir kelime seçmem, 3 cümle yazıp içinde kullanmam
ve hikayenin gidişatını lüfere teslim etmem gerekiyor.
Scrabble’da “dane” yazmak hangimizin aklına geldi
diye söyleniyorum içimden. Hikayemizin adı çoktan
“Çırpınışlar.” Çırpı 3’te tıkanıp kalmışım, lüferden
medet umuyorum.
Yeter, diye bağırıyor, lüfer. Neden, neden diye
sormaktan vazgeç. Her şeyin bir sebebi yoktur.
Sonra sakinleşiyor, korktuğumu görüyor herhalde
gözlerimde. Bana doğru eğiliyor, her karardan
pişman olursun bir noktada önemli değil. Evet, her
şey farklı olabilirdi ama bu her şeyin daha iyi olacağı
anlamına mı gelirdi?
Paralel evrenler hakkında ne düşünüyorsun, diye
soruyor aniden. Mr Nobody geliyor hemen aklıma.
Şu an kendimi bir kızılderili olarak hayal ediyorum,
diyorum. Şaşırmıyor, ya da bana öyle geliyor, sanki
artık hayatta hiçbir şey bizi o kadar da şaşırtmıyor. Şu
an bir kızılderiliyim ve beyaz atımın üstünde sonsuz
bir çimlikte gidiyorum. Rüzgarı hissedebiliyorum.
“Var olduğundan bile nasıl emin olabilirsin ki?
Sen yoksun, ben de yokum. Sadece 9 yaşındaki bir
çocuğun hayal dünyasında yaşıyoruz. Çok zor bir
karar alması gereken 9 yaşındaki bir çocuk tarafından
hayal edildik…”
Çocukluğumu özlüyorum, biliyorsun. Sıcak yaz
günlerinde evdeki leğeni kapar, balkona koşardım.
İçini ağzına kadar suyla doldururdum ve dibine
kumsaldan topladığım taşları, deniz kabuklarını
koyardım. Sonra nefesimi tutar, başımı içine
daldırırdım. Okyanuslarda yüzer, savaşlara katılır,
deniz kızlarıyla arkadaşlık ederdim. Lüfer, ben
küçükken, büyümek istemiyorum diye ağlardım.
Bilmiyorum, diyorum lüfere. Bir konuyla ilgili
alınabilecek kararların farklı pozitif ve negatif
olası sonuçlarını sıralıyorum. Lüfer endişelenmiş
gözüküyor. Senin “Paradox of choice” vaktin gelmiş
diyor. Lüfere çok saygı duyuyorum, çok özel bir
anda olmalıyız diye düşünüyorum, “Paradox of
choice” büyüsü yapılacak bana ve ben de sabahın
erken saatlerinde, sırtım kapıya dönük, fransızca
şarkılar dinleyip hafifçe dans ederek kahvemden
Lüfer, cevap vermiyor, benden artık çok uzaklarda,
54
biliyorum, onu kaybettim. Ağacın büyüyor, burada,
diyor sadece. Bir karar aldın, sonuçlarına katlanacaksın,
diyor, galiba. Artık onu anlayamıyorum. Bazen alınan
kararlar, insanları birbirlerinden çok çok uzaklara
sürükleyebilir. Ben de ondan bahsediyorum be işte
lüfer, keşke ben leğeni getirsem yine evden, çıksak
bizim balkona, soksak suya kafalarımızı ve okyanusta
yüzüyoruz zannetsek yine kendimizi.
yudumlar alan kutsanmış bir insan olacağım, tıpkı onun
gibi. Gözlerimi kapayıp büyünün gelmesini bekliyorum.
Onun yerine Barry Schwartz’ın tedtalk konuşmasınının
karşısında buluyorum kendimi. Schwartz’ın şortundan
gözlerimi almaya çalışarak gerçekten de paradoks bu
karar işi diye düşünüyorum. Schwartz’a göre o kadar
çok ihtimaller, seçenekler var ki kafayı yavaş yavaş yiyor
günümüz insanı.
Her şeyi kontrol edebilir misin diye soruyor, terapistim.
Her şeyi kontrol edebileceğime o kadar inanıyorum ki
sessiz kalmayı tercih ediyorum. Ne yani her kararın farklı
bir sonucu yok mu? Kararların kontrolü ben de değil mi?
Benim leğen vaktim geldi deyip izin istenip kalkılabilen bir
dünyada yaşamak istiyorum.
Tutunamayanlar’dan kafamı kaldırıp boş gözlerle etrafa
bakıyorum. Ya her şey başka olsaydı, diye düşünüyorum.
Yani Selim’in hayatını düşünelim mesela... Lüfer, biraz
kitap okumaya ara vermelisin belki de diyor, magazin
dergileri iyi gelebilirmiş, öyle diyor.
Boşalmış parmak boya kutularına bakıyorum. Hepimiz
şaşkınız, nasıl bu noktaya geldik? Her tarafımız boya
içinde. Lüfer bana çizdiği siyah Frida kaşından mutlu,
sessizce gülümsüyor. Ağzından kırmızı boyalar damlıyor.
Saçlarımız rengarenk. Düşünüyorum, bir karar verilmiş o
boyalarla ilgili orası kesin, ama nasıl olmuş bu, orada sıkıntı
yaşıyoruz.
Lüferlerin lüferine soruyorum, hatırlıyor musun?
Hatırlıyor.
Balkan
turumuzda
Saray
Bosna’da
Couchsurfing’den bulduğumuz hostumuz Haris’in
kapısının önündeyiz. Kaplumbağa gibi evimiz sırtımızdaki
kocaman çantalarda, bekliyoruz... Kapıyı çalıyoruz. Ses
yok. Ümitsizce birbirimize bakıyoruz. Bir daha. Yine ses
yok. Bir duraksama. Sonra aniden dönüyorum, yan kapıya
yürüyorum, ey Lüferlerin lüferi, nedendir bilmiyorum
ama ben bu kapıyı çalmam gerektiğini düşünüyorum,
diyorum. Kapı açılıyor. Sonradan bizim için Saime anne
haline gelecek kutsal şahsın önünde duruyoruz. Bizi evine
alıyor, besliyor, elleriyle saçlarımızı bile kurutuyor güneşte.
Gözlerimiz doluyor, evrenin bir parçası haline geliyoruz.
Demem o ki düşünüyorum sadece.
Lüferin senelerdir oynadığı sayısal loto sayılarının
oynamadığı hafta ardarda çıkmasını...
Mary’nin Max’i rehberde bulmasını...
“21 gram”da dediği gibi hakikaten ne kadar sığar ki 21
grama? Ne kadarını kararlar oluşturur? Ne kadarı şanstır?
Ne kadarı kader, ne kadarı kısmettir? Ne kadar söz
hakkımız vardır hayatlarımızda?
Geçen sene bu vakitler ben evden kaçta çıktım? 2 dakika
geç çıkmış olsam mesela... Mesela balkonda fidanımı
sulamaya 2 dakika fazla ayırmış olsam o gün? 2 dakika fazla
konuşsam okulun önündeki bekçi amcayla... Bisikletimin
kilidi hiç bozulmamış olsa o gün... 2 dakika sonra yapılmış
olsa ölüm ve gülen keçiler hakkındaki o konuşma. Yine de
o siyah kocaman yılan oradan geçiyor olur muydu? Yine
de koluma dolanır mıydı? Yine de 4 diş izinden kan akar
mıydı?
Yine de telefonla konuşan palyaçolar görür müydüm uzak
bir ülkenin metrosunda?
Tarih yine 18 mayıs olur muydu? Yani tam bir hafta
sonra bu konuşmanın en başlangıcında yer alan yazıyı
yazmamdan...
Ben bu yazıyı yarın bu saatte yazsam her şey çok farklı
olmaz mıydı yani?
“Çırpınışlar”da zorlanıyorduk çünkü karar vermek
sorumluluk demek lüfer, sorumluluk demek büyümek
demek. Karakterlerimizin geleceği için de en az kendi
geleceklerimiz için olduğu kadar endişeleniyorduk, sadece.
Şimdi karşımda durmuş, boş gözlerle bakıyor, “ağaç”,
diyorsun. Leğenim yok ama denizde sırtüstü belli bir açıda
uzanınca ve vakit akşam üstüyse bir tek denizi, evreni,
hayatı ve kendi nefes alışverişlerimi duyabiliyorum.
Leğenimiz geldi değil mi lüfer, gel uzan yanıma, bir karar
sonucu değil, bir şans eseri de değil, sadece öylesine,
uzanalım ve nefeslerimizi dinleyelim.
Belki de hakikaten alınamamış bir kararızdır. Yokuzdur
belki de.
Ne kadar sığar ki 21 grama?
Boşver.
“...Bir önceki yaşamdan kalma bağları anlatır. Çok küçük
şeylerde bile, dünyada hiçbir şeyin tesadüfen olamayacağı
anlamında kullanılır.” Sahilde Kafka
Not: Bir önceki sayıda bu köşede yayınlanmış olan fotoğraf
Kerem Serkan Sarıgüney’e aittir.
55
HİSSEDİLEN İŞARETLER
Yazı: Murat Gençoğlu
• Merhabalar Koç öğrencileri. Öncelikle kendimi tanıtayım
çünkü bazılarınız kim olduğumu bilmiyorsunuz. Adım Murat
ve ben Koç Üniversitesi’nin gelmiş geçmiş en komik adamıyım,
sürekli şaka yaparım (bu cümle dahil, hadi bakalım paradoks
lover seni). Malesef on ay önce mezun oldum ve bu komediden
payınıza düşeni ancak okuyarak alabileceksiniz, o da alışınız
kuvvetliyse.
• Benim köklü bir mizah geçmişim var o yüzden sert girme
hakkını kendimde buluyorum (7-8 kere bu ayarda yazılar
yazdım okul dergisine... Ben istemez miyim bir Uykusuz’a
yazayım, bir Penguen’e yazayım, bir Leman(yaş ortalaması 40)’a
yazayım. Ama okul mizahına vakit ayırmaktan o teklifleri hep
geri çevirdim). Ayrıca stand-up olayına girdim inceden. Orada
kağıtta durduğu gibi durmuyor bu meret, bambaşkaymış yani
moruk.
• V for Vendetta’yı herkes bilir. Bilmezse de maskesini bilirsiniz.
Son günlerde revaçta yine, hacker gruplar kullanıyor. (2) Bir
tanesi de Anonymus adında. Çekiyorlar lacileri, takıyorlar
maskeleri, sonra ver elini özel dosyalar. Diyeceğim şu, maskenin
olayı ciddi ve onu takan insanlardan hakikaten bir tırsacaksın,
biz heryerdeyiz diyorlar adeta. Ama geçen gecenin bir köründe
Taksim’de bu maskeleri takmış, Ankara havasında dans eden
gençler gördüm. Kafanda bir canlandır, faşist düzeni yıkan bir
eylemden dönmüş (Ankara müziği hariç herşeyi yıkmışlar),
Ankara havasında dans eden gençler. Acaba basit eğlenceyi
özlemiş ünlüler olabilir miydi onlar?
• Kendi ilkokul hocamı hatırlıyorum. Böyle bıyıklı çok ciddi bir
adam, sanırsın ki bu adam sürekli despot olacak. Biz tenefüslerde
aşırılıklar yaparken sağa sola serseri mayın gibi koşturup kızların
eteklerini kaldırıp erkeklere çelme takmaya çalışırken sınıfa
"tıp, kimse kıpırdamasın" diye koşarak dalardı. O korkuyla
zaten kimse kıpırdayamazdı. Sonra hepimizi sıra dayağına
çekerdi. Bildiğin ruh hastasıydı. Bilmediğin ruh hastalarına hiç
girmiyorum.
• Şimdi okul bitince sosyallik bitiyor diyorlar, onu yalanlamaya
çalışıyorum ben. Taksimde bir Mustafa amca çaycısı var. Oraya
gidiyorum sürekli.
Sıkıntı sana sürekli
Bu ay Vikipedia’dan
çay
içirmeleri,
sizin için seçtiğim bilgi
önündeki
yarım
çayı kafaya dikmen
“Ustalar, Artvin ilinin Ardanuç ilçesine
gerekiyor bazen. Ben
bağlı bir köydür. Tarihçe: Köyün adının
diyorum ki yakında
nereden geldiği ve geçmişi hakkında
çay shot’a geçsinler
b
ilgi yoktur. Kültür: Köyün gelenek,
kafalar rahatlasın.
görenek ve yemekleri hakkında bilgi
• Öteki dünyaya
dolayısıyla
ruhlara
inanmayan
çok,
ama herkes inceden
bir “deli” olayım,
“ruh hastası” olayım
istiyor. Deli bilsinler
ki farklı olduğumu
kelimelerle
açıklamak zorunda
kalmayayım
kafası
•
Ya ben çok
yoktur.”
büyük travmalardan
sıyrıldığıma
i n a n ı y o r u m
(bknz. Bu neyin kafası?)
büyürken. Grup Laçin vardı biz çocukken “haydi güzelim,
şeker ezelim(?), bu sene de bekar gezelim” diye şarkıları vardı. • Sadece konuşmak için de konuşmak çok tehlikeli, mesela
Hatırladın? Aç izle ya 6 tane rasgele adam bulmuşlar, çeşitli bu bayram Bulgaristan gümrüğündeyiz. Gümrük memurunun
maddelerle uyuşturmuşlar belli, çok uyuşuk bir mutluluk da ağzının içine bakma durumu var. Onla muhabbeti kuralım
çökmüş üzerlerine çünkü. Ama takdir ettiğim bir tarafı, adamlar ağzından bir parça laf koparalım kendimizi dünyanın en
takımları çekmiş ite kopuğa karışmadan efendi gibi bekar mutlu insanı sayıyoruz. Adam “Kırklareliliyim” deyince zaten
geziyorlar. Ama 6 adam bekar gezersin zaten. Aynı şekilde 6’lı babamdan bir vızıltı gelmeye başladı. Sallama bir lafa girmeden
bir kız grubu bulma olasılığın loto çıkmasından düşüktür. İşte önceki motor sesi o, çarklar çalışıyor. "O zaman sen ya Yugoslav
bunlar hep 90’lar.
göçmenisin, ya da dur bakayım 1850 yılında..." falan demeye
başladı. Adam babamın yaman kolpacı olduğunu anlasa gerek,
• Bazen bir çerez çikolata aldığımda pakedinde “buradan açınız/
rezil olmasın diye ben “Kazak Türküyüm” dedi. “Bizim aile
kesiniz” tadında ibareler oluyor. Gıcık oluyorum, sırf ibneliğine
çekik gözlüdür bakmayın böyle olduğuma...” hani konuşkan bir
başka yerden açıyorum. Bana emrivaki yapma lan!
adama da denk geldik. Annem laf olsun torba dolsun kafasıyla
• O değil de, Taksim’deki kuş sesi çıkaran adamın yanına gittim. "olsun ablam hepimiz insanız" dedi. Öyle bir şey söyledi ki sanki
“Bunlar lezzetli değil, bunlar amatörü eğlendirir” dedim. Cibili yolda “Kazak'a denk gelmesek bari” şeklinde şeyler konuştuk.
cibili şak şak şak dedi sonra. Kuşçu kafası bambaşka aga.
Konuşmak için konuştu işte.
• Bu ay Vikipedia’dan sizin için seçtiğim bilgi
“Ustalar, Artvin ilinin Ardanuç ilçesine bağlı bir köydür. Tarihçe:
Köyün adının nereden geldiği ve geçmişi hakkında bilgi yoktur.
Kültür: Köyün gelenek, görenek ve yemekleri hakkında bilgi
yoktur.” Vikipedia, ajliktan geberiyoruz şeklinde ilanlar verip
duruyor. Şunlara para yardımı yapasım geldi bu bilgiden sonra.
• Uzun zamandır televizyon izlemişliğim yok. Televizyona bir
şans daha vereyim dedim, az önce içeri gidip televizyonu açtım
ve şöyle bir şeyle karşılaştım “Behzat Uygur gözünü kırpmadan
kaç dakika durabilir?” Birincisi, Televizyon kardeş, hani Uygur
kardeşler yoktu artık? Böyle anlaşmıştık hani? Ben Behzat Uygur
ile dakikalarca romantik bakışmalar yaşamak zorunda mıyım?
• Bugün doğan erkek ve kız çocuklarına bazı isimler “ötenazi
berinazi. ötenaz, ötesu, ötecan, ötekan. berikan berisu berifan,
berifun. Berzifan”
• Eskiden "ilginç bir sessizlik oldu" diye birisi sessizlikten ötekileri
haberdar ederdi. Şimdi yerini cep telefonlarıyla oynamak aldı.
sanal hayatlarımız en az gerçeği kadar önemli olmaya başladı.
Nasıl ki endüstri devriminden sonra şehirli nüfus yavaş yavaş
arttı ve köy nüfusu azaldı (yakın zamanlarda şehir öne geçmişti
nihayet) . Aynı şekilde sanal hayatımıza ayırdığımız süre artıyor
gerçek azalıyor.
• Tespitimi de yaptım, içim rahat. Öpenzi
59
YÜKSEK
LİSANS
"Koç CEMS MIM ile dünyanın en iyi
işletme okullarının kapılarını açın"
*"CEMS Master in International Management - Uluslararası İşletme Yüksek lisansı, Financial Times'ın
En İyi İşletme Yüksek lisansları listesinde ilk üç sıradaki yerini korumaktadır."
Sistemin Çarkları ©Oğulcan Açıkel
BOŞ
İŞLER Sİ
E
Y
L
Ö
T
A
lcan~~~~
~~~~Oğu
Açıkel
Everythıng we see hıdes another
thıng, we always want to see what
ıs hıdden by what we see.
Rene Magrıtte