Untitled - İnkilap
Transkript
Untitled - İnkilap
1 2 33 numaradaki MELEK Polly Williams Roman İngilizceden çeviren Burcu Uluçay Yayın No: 75 33 Numaradaki Melek Polly Williams Özgün Adı: The Angel at No. 33 © 2011, Polly Williams Akcalı Telif Hakları Ajansı aracılığı ile Türkiye’de yayın hakkı © 2013, Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince İnkılâp Kitabevi’ne aittir. Tüm hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz, yayımlanamaz ve dağıtılamaz. Yayıncı ve Matbaa Sertifika No: 10614 Genel yayın yönetmeni: Senem Davis Editör: Sena Polatoğulları Kapak tasarım: Zühal Üçüncü Sayfa tasarım: Eren Onur 13 14 15 16 7 6 5 4 3 2 1 ISBN: 978-975-10-3342-0 İstanbul, 2013 Baskı ve Cilt İnkılâp Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 34196 Yenibosna – İstanbul Tel : (0212) 496 11 11 (Pbx) Faks : (0212) 496 11 12 e-posta: editor@sayfa6.com Yayınları, İnkılâp Kitabevi Yay. San. Tic. AŞ’nin tescilli markasıdır. Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8 Yenibosna – İstanbul www.mandolin.com.tr www.inkilap.com www.sayfa6.com Hasat, Tim Davis Polly Williams Okumayı çok seven ve onlarca kitabı yayımlanan yazar aynı zamanda dergi ve gazetelerde köşe yazarlığı da yapmaktadır. Evli ve üç çocuk sahibidir. Kuzey Londra’da yaşamaktadır. Burcu Uluçay 1990 doğumlu çevirmen Marmara Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümünden mezundur. Çeşitli edebiyat dergilerinde öykü ve şiir çevirileri yayımlanmıştır. 33 Numaradaki Melek, ilk kitap çevirisidir. Ben’e sevgilerimle... ’nda dolaşan bir melek... Imogen Taylor, Jane Morpeth, Caitlin Raynor, Jo Liddiard, Vicky Cowell ve Headline Yayıncılık’taki herkes, Asistanım Lizzy Kremer, Katina Doyle, Andrea Chase, Julia Williams ve her zaman olduğu gibi Ben, Oscar, Jago ve Alice... Hepinize çok teşekkür ederim. 8 1 Görünüşe göre bir otobüsün altında kaldım ve içimde en berbat külotum var. O2 Arena genişliğinde sarı bir külot. Haberlerde gördüğünüz zilzurna sarhoşlar gibi, eteğim belime kadar sıyrılmış vaziyette Regent Caddesi’nde öylece yatıyorum. Kalabalık toplaşırken ben de sahibini küçük düşürürcesine iki büklüm olmuş bedenimden tir tir titreyerek hızlıca uzaklaşıyorum, ta ki o beden, yanıp sönen ışık kümesinin çevrelediği yolun üzerinde biçimsiz bir yığın haline dönüşene dek. Ama külotum bu uzaklıktan bile hâlâ görülüyor. Öldüm mü? Pek emin değilim aslında. Ölmüş gibi hissetmiyorum. Kendini yaşlı hissetmeyen bir ihtiyar nasılsa ben de ölmüş gibi hissetmiyorum belki. Ya da organı alınmış biri, nasıl eksik organı hâlâ yerindeymiş gibi hissetmeye devam ederse, ben de olmayan bir beni hissediyorumdur. Her iki durum da oldukça garip. Vaftiz edilmiş olsam da aslında dine filan inandığım yok; Noel şarkılarının ve mumların zayıf kalesi olan o yere, kiliseye, yalnızca 9 Noel arifelerindeki toplu ayinler için giderim ama inanmam. Bu tür zırvalıklara yani. Az biraz (artık takipçisi olmadığım) yogaya ve (hâlâ vazgeçmediğim) akşam vakitlerinin soğuk, beyaz şarabının iyileştirici gücüne inanırım. Ama cennete inanmam. Hayaletlere de inanmam, ya da meleklere. Yine de şimdi… Kendi cenazemdeyim. Yukarı bakın. Buradayım. Güvercin pisliklerinin ve sinir bozucu tahtakurularının eksik olmadığı çatı kirişlerinin yanında duruyorum; (adının birazdan Colin olduğunu öğreneceğim) eşcinsel rahip, orada olduğumdan habersiz. Soğuk ve kuru betonun üzerinde kayan ıslak ayakkabıların sesi geliyor kulağa. Facebook sayfam canlanıvermiş gibi. Yakınlarım, başlarını öne eğmiş ve kaşlarını çatmış olarak kilisenin ağır, ahşap kapılarından ciddiyetle içeri giriyorlar. Siyahlı-grili kıyafetleri, güneş gözlükleri ve solgun yüzleriyle profil resimlerinde olduklarından en az on yıl daha yaşlı görünüyorlar; sıkı moda takipçilerinden oluşan kederli bir ordu gibiler. Yıllardır yüz yüze görüşmediğim insanlar var. Sara’yı yatağa atan eski sevgilim Chris Adderson da buraya gelme cüretini göstermiş, inanılır gibi değil. Sara da burada, utanmaz. İşte şimdi de ilahi söyleyip gözyaşı döküyorlar, tabii esneyerek. (Danny Brixham, tam da kendinden beklendiği gibi, BlackBerry’si ile uğraşıyor.) Kalabalığın içinde Muswell Hill’den arkadaşlarımın, komşularımın ve okul annelerinin oluşturduğu samimi grubu görüyorum. Onlar, Freddie’den ve şehir merkezinin dışına taşınmamdan sonra hayatıma girmiş ve bu dünyada birlikte kahve içmekten en fazla zevk aldığım insanlar. Tash de orada, siyah kıyafeti ve kırmızı ayakkabılarıyla göz dolduruyor. (Cenazede kırmızı ayakkabılar? Ben de anlamadım.) Lydia’nın hıçkırıkları ise kilisedeki diğer sesleri bastırıyor, zaten her zaman diğerlerinden daha yüksek sesle ağlayan bir kişi bulunur ve Lydia’yı tanısaydınız, bu kişinin ondan başkası olamayacağını bilirdiniz. Ve 10 işte Suze; kıvırcık, gür, sarı saçlarıyla sevgili Suze konuşma yapmak için sabırsızlanarak notlarını kapıyor. Hangi konuda olursa olsun, topluluk önünde konuşmaya bayılır (VÖD’de* harcanıp gidiyor, aslında küçük bir ulus yönetiyor olmalıydı). Ve şimdi de okul komitesindeki rolümle ilgili bir sürü zırvalıktan bahsettiğini görüyorum; okul kapısındaki beklemelerimiz sırasında, vicdan azabı duymama neden olup beni kandırarak yaptırttığı gönüllü işleri de diyebiliriz: pasta satışları, uluslararası etkinlikler, Noel fuarları, hadi-flama-yapalım partileri, Bolivya’daki kardeş okul için 50’lerden kalma puan desenli kırmızı bir balo kıyafetiyle 5 km koşturmam... Canım ailem aynı sırada, onların tam önünde duruyor. Annem çok üzgün. Babam inanamıyor. Çatlak teyzem Pat, kilisede sahnelenen bu oyunu izlemenin ve dev bir bisküviyi andıran şapkasını takmanın zevkini çıkarıyor gibi. Küçük kız kardeşim Mary de orada. Yalnız kalmaya ihtiyacı olan biri varsa, o da kesinlikle Mary. Zavallı kardeşim. En iyi arkadaşım Jenny kız kardeşimin tam arkasında duruyor. Görseniz, kahvaltı diye uyuşturucu aldığını ve makyajını karanlıkta yaptığını düşünürdünüz. Biricik arkadaşım Jenny hakkında anlatmak istediğim çok şey var. Mesela, benim kendi cenazeme geç kalacağımı söyler dururdu hep. (Yanlış!) Cenaze. Bu, gerçekten öldüm anlamına geliyor değil mi? Birileri nabzımı doğru düzgün kontrol etmiştir herhalde. Hay içine edeyim. Ya kontrol etmedilerse? Ya korkunç bir hata yaptılarsa? Ollie’nin yakışıklı yüzü berbat bir şeyler yaşandığını anlatıyor. Şişmiş, ufalmış gözleri karanlık pencereler gibi. Ameliyat kıyafetlerini hatırlatan soğuk, mavi bir ışık sarmış çevresini. Freddie ise … Hayır, hayır ondan bahsedemeyeceğim. Canımın içi Freddie, tatlı küçüğüm benim. * VÖD: Veli-Öğretmen Derneği. (çev.) 11 Onların bir dakika bile bensiz yaşayacağını düşününce bir çınlama, dayanılmaz bir uğultu, dümdüz bir bozkırda sürekli uğuldayan rüzgâr gibi musallat oluyor kulağıma ve sonra da içimi karanlıklar basıyor. Kelimeler yetersiz. Beş gün öncesine kadar Ollie’nin tabakları bulaşık makinesine yerleştirme biçimine sinirlenecek kadar hayattaydım. Noel üzeri aldığım iki kilo yedi yüz gramı ve Dukan diyetine başlamak için verdiğim sözü kafama takacak kadar sapasağlamdım. Yeni yılda yeni bir karar alacak kadar canlıydım ve bunu devam ettireceğime inanıyordum: önümüzdeki yıl, ondan sonraki yıl ve sonraki… Pekâlâ, hadi başa saralım. Cenazemi unutun, perde insin. Beş gün önce Hafif yağmurlu bir salı gecesi olsa da yeni yılın ilk gününden sonraki o can sıkıcı hareketsizlik yüzünden kendimi evden dışarı atmaya ve ailem dışında birini görmeye gerçekten ihtiyacım var. Ama geç kalıyorum. Kahretsin, her zaman böyle geç kalırım. Bu kez de evden vaktinde çıkamıyorum, çünkü botumun teki kayıp. Kocam hiç yardımcı olmuyor. Başını dizlerine dayamış vaziyette merdivenin en alt basamağında oturan Ollie, “Beni ne kadar seviyorsun? On üzerinden kaç mesela?” diye soruyor ve bu sırada siyah, davetkâr gözleriyle beni izliyor. Genç bir İtalyan âşığın gözleri bunlar. Tabii, kocam ne bu kadar genç ne de İtalyan. Wigan kentinde doğmuş. “Dokuz buçuk.” “Tanıştığımızda on birdi.” “O zaman ortak bir banyo kullanmıyorduk.” Tek ayağımdaki botla koridor boyunca sekiyorum. Bangır bangır Daft Punk çalıyor. “Şunun sesini kıs, Ol. Lütfen. Botumun diğer teki nereye girdi?” 12 Ollie omzunu silkiyor, Freddie’yi kucağına alıyor. “Anneyi bu seksi botlarla dışarı göndermek istemeyiz, değil mi Freddie?” Ollie ve Freddie. Cilt renkleri farklı olsa bile ikisinin de yüzünde aynı düzgün hatlar göze çarpıyor. Birbirlerine bakıyorlar ve Brady patentli bir sırıtışla gülüyorlar. “Jenny ile ne zamandır görüşmüyoruz, Ollie!” “En az yirmi dört saat olmuştur.” “Aslına bakarsan, Noel’den beri.” “Hayatım, bugün 6 Ocak.” Onu umursamıyorum ve koridordaki hasır sepetin içinde ne varsa bir bir dökmeye başlıyorum: eldivenler, kürklü av şapkaları, lastik çizmelerin içine giyilen yünlü çoraplar, şemsiyeler, Noel’de kullandığımız ve yeni yıl temizliği sırasında çöpe gitmekten kurtulan hediye ambalajlarından geriye kalanlar... Kuzey Londra’nın en zalim kedisi Ping Pong, üzerine atladığı bir eldivenin canına okuyor ve pençelerindeki bu can sıkıcı nesneyle kafasını iki yana sallıyor. “Botumun teki buhar olup uçtu mu yani? Bu nasıl mümkün olabilir?” “Anneciğin botu firar etti.” Ollie kahkahayı basıyor ve burnunu Freddie’nin gür, sarı saçlarına sürtüyor. “Geçitten geçerek bir daha asla bulunamayacağı kayıp eşyalar evrenine gitti.” “Doctor Who gibi.” Freddie ciddiyetle kafasını sallıyor. “Güneş gözlüklerim de kayıp. Kız kardeşinin bana Noel’de hediye ettiği şu aynalı kar gözlüklerini gördün mü hiç, Soph?” “Hayır, görmedim.” Ollie’ye bezgin bir bakış atarak oturma odasına doğru zıplıyorum. Sürekli bir şeyleri kaybediyor, işte bu yüzden bot mevzusunda da onun parmağı olduğundan şüpheleniyorum. “Akşam ne yiyoruz?” Buzdolabı, mutfak dolabı ve süpermarket gibi şeylerden benim sorumlu olduğumu düşünmesi, her ne kadar doğru da olsasinirlenmeme neden oluyor. Hiçbir şey söylemiyorum ve gri kadife kanepemizin altına, Lego parçalarının ve kedimizin tüy 13 yumaklarının yuvası haline gelmiş yeraltı dünyasına bakmak için eğiliyorum. “Soph? Açlıktan ölüyorum. Yemekte ne var?” “Dün akşamdan kalan etli mercimek çorbası.” “Iyy. Kızarmış balık ve patates yiyemez miyiz?” diye soruyor Freddie. Ollie ona göz kırpıyor. Kızarmış balık ve patates yiyeceklerini biliyorum, muhtemelen yanında da atardamarları tıkayan şu soslu domuz sosislilerinden yiyecekler. Bir de, vücudunuzun kaba bir yerlerini kavanozda muhafaza etmişsiniz gibi duran yumurta turşularından. AHA! Kayıp eşya bulundu. Oyuncak raylardan plastik bir parça kapıyorum, kararlılıkla botu ulaşabileceğim bir yere çekiyorum ve giyiyorum. Ayağım sert ve keskin bir şeye çarpıyor: bir Transformer oyuncağı. Botun fermuarını çekiyorum; sıktı, gerçekten çok sıktı. Şaşılacak şey, vücudumu saran kotumun beli de daralmış. Bacaklarımın, içinde brendi kreması, şampanyalı trüf çikolata ve turtalar olan Noel çorapları gibi dolgun göründüğünü biliyorum. Önümde inkârla geçecek zor, uzun haftaların uzandığını da biliyorum ve bu çok can sıkıcı. Rejim yapmaktan nefret ediyorum. Doğama aykırı. Her şeyin daha fazlasını severim ben: daha fazla yemek, seks, uyku, ayakkabı ve daha fazla zaman... Neden hiçbir şeye zamanında yetişemiyorum? Telefonumdan bip sesi geliyor. Jenny’den mesaj. Gösterişçi Londra halkı, Cotswolds dağ evlerinin şömine başlarında hâlâ sıcak şarap yudumlamaya devam ettiğinden, biz de ancak Beak Caddesi’ndeki yeni tapas barda yer bulabiliyoruz ve Jenny orada beni bekliyor. “Garson bana acıdı artık. Nrdsn?” “Yoldayım!” Ufacık bir yalan. Tüylü, siyah, sahte kürk paltomu sırtıma geçiriyorum (bu paltonun bana Hollywood’a özgü hafifmeşrep bir cazibe kattığını düşünmek hoşuma gidiyor, Ollie ise bu paltonun beni dev bir keçisakalına benzettiğini ve ancak içime 14 bir şey giymezsem tatmin edici olacağını söylüyor). Ollie’nin göğsüne yaslanan Freddie her giyinip kuşandığımda yaptığı gibi beni süzüyor, dikkatlice inceliyor; sanki artık onun annesi değilim de başka birine dönüşmüşüm gibi. “Bir şey düşürdün, Soph. Arkanda,” diyor Ollie. Eğiliyorum. Hiçbir şey yok. “Hani?” “Sadece eğildiğinde nasıl göründüğüne bakmak istedim.” Ollie pis pis sırıtıyor. Bu, onun şımarık rock yıldızı sırıtışı. “Ollie!” Gözlerimi deviriyorum, bunca yıldan sonra popomun onu hâlâ baştan çıkarması çok hoşuma gidiyor. Onlara öpücükler yolluyorum, tıpkı çocukken, ileride kesin onlardan biri olacağım, dediğim film yıldızlarının yaptığı gibi. Tabii bu, drama öğretmenimi öptüğüm için cumartesi kulübünden kapı dışarı edilmeden önceydi. “Uslu çocuklar olun.” “Fıstık, eve kaçta gelirsin?” “Geç kalmam.” Otuz üç numaranın ılık kucağından, heyecan yüklü bir Londra gecesine adım atıyorum. Omzumun üzerinden “Sizi seviyorum,” diye sesleniyorum, her zaman yaptığım gibi. Ve her seferinde içimden gelerek. Üç saat geçiyor. Jenny ile tapas barda oturmuş, kırmızı şarap içiyoruz. İkinci şişe bitmek üzere. Şu lanet botlar öyle vuruyor ki sol serçeparmağımı artık hissetmiyorum (ayak parmakları da kilo alabilir mi acaba). Ayrıca akşamımız da yavaş yavaş neşesini kaybediyor. Bu gece çenem çok düşük; çünkü Noel üzeri çok fazla şeye kafa yordum ve sanırım yükümü boşaltmak, içime yapışıp kalmış sıkıntıları barın masasına döküvermek istiyorum. “Buz gibi acı gerçeği duymak ister misin?” Jenny beni pohpohlamayı reddediyor. Parmaklarımın arasından ona bakıyorum. “İlla ki söylemek zorundaysan.” 15 “İnsanların çoğu senin anlattığın bu sorunları kollarını açıp bekliyor.” Jenny verdiği hükümden memnun, ahşap sandalyesinin içine gömülürken garson da bir şişe şarap daha açarak ruj bulaşmış bardaklarımıza servis yapıyor. “Ve…” parmağını sallayarak devam ediyor, “birçok kadın, Ollie gibi bir kocası olsun diye neler neler yapar. Bunun sen de farkındasın Sophie.” “Mad Men serisini izleyebilecekleri zamandan biraz daha uzun süre onunla yaşamayı deneselerdi, fikirleri hemen değişirdi.” Bir kahkaha patlatan Jenny sevgiyle bana bakıyor. Göz kenarları kızarmış, çünkü sarhoş. İkimizin de kafası güzel. “Zor kadınsın, Sophie Brady.” “Ollie geceleri hep ayakta ve hiç pratik değil. Ev işlerinde Freddie bile ondan daha iyi.” Bana sert bir bakış atıyor. “Tamam, biliyorum. Başka türlü olsa şu an beraber olamazdık.” “O zaman sorun?” “Sorun filan yok. Sadece hayat denen şu saçma şey.” Şarabımı yudumluyorum ama bu sefer tadını çıkartamıyorum. Geldiğimiz nokta yüzünden. “Çözülecek bir sorun yok, Jenny. Her şeyin çözümü yoktur. Hayat sudoku bulmacaları gibi değil ki.” “Hımm.” Jenny ikna olmuşa benzemiyor. O, iyimser ve şüpheci bir pragmatist. Dünyada, her şeyi kendimize dert etmemize neden olan büyük bir komplo olduğunu düşünüyor; öyle ki bu komplo yüzünden sigorta yaptırıyoruz, gazete okuyoruz veya “dünyanın en garip yiyeceği Babybel peyniri” gibi bizi rahatlatan ürünler satın alıyoruz. Bunlar Jenny’nin sözleri, benim değil. Babybel peynirini severim ben. Ambalajının kırmızılığı her gün sürdüğüm, sürmezsem çıplak hissettiğim rujumla aynı tonda. “Yirmi iki yaşından beri senin de hayatında aynı kişi olsaydı… Of, bilmiyorum. O da böyle hissediyordur, eminim. Benimle tanışmadan önce sadece iki kız arkadaşı olmuş. İkimiz de öyle 16