beş hececiler - Gülce Edebiyat Akımı
Transkript
beş hececiler - Gülce Edebiyat Akımı
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI) ANABİLİM DALI “BEŞ HECECİLER” İN ŞİİR ANLAYIŞLARI VE ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Doktora Tezi Hülya ÜRKMEZ Ankara-2009 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI) ANABİLİM DALI “BEŞ HECECİLER” İN ŞİİR ANLAYIŞLARI VE ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Doktora Tezi Hülya ÜRKMEZ Tez Danışmanı Prof. Dr. Ramazan KAPLAN Ankara-2009 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI (YENİ TÜRK EDEBİYATI) ANABİLİM DALI “BEŞ HECECİLER”İN ŞİİR ANLAYIŞLARI VE ŞİİRLERİ ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA Doktora Tezi Tez Danışmanı: Prof. Dr. Ramazan KAPLAN TEZ JÜRİSİ ÜYELERİ Adı ve Soyadı: İmzası_______________: Prof. Dr. Bilge ERCİLASUN ………………………………… Prof. Dr. Ramazan KAPLAN ………………………………… Prof. Dr. Âbide DOĞAN ………………………………… Prof. Dr. Yakup ÇELİK ………………………………… Doç. Dr. Nihayet ARSLAN ………………………………… Tez Sınavı Tarihi: 07.09.2009 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………...I-V KISALTMALAR…………………...………………………………………...VI-VII ÖNSÖZ………………………………………………………………….……VIII-IX GİRİŞ MİLLÎ EDEBİYAT HAREKETİ VE BEŞ HECECİLER………………………..1 I. BEŞ HECECİLERİN ŞİİR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ……………………9 1. Şiir………………………………………………………………………………9 a) Konu……………………………………………………………………...33 b) Şekil………………………………………………………………………39 c) Mana……………………………………………………………...............42 d) Şiir Dili…………………………………………………………………...45 e) Vezin……………………………………...………………………………56 f) Kafiye……………………………………………………………………106 g) Ahenk…………………………………………………………………...114 h) Çocuk Şiirleri…………………………………………………………..129 i) Tercüme Şiir…………………………………………………………….134 j) Nazım Nesir Ayrımı………………………………………………….…140 2. Şair…………………………………………………………………………...146 3. İlham…………………………………………………………………………180 II. BEŞ HECECİLERİN ŞİİRLERİNDE İÇERİK………………………….....186 1. İrem Bağı: Anadolu…………………………………………………………186 2. Kahramanlık………………………………………………………………...196 3. Âfat-i tabiiyyeden Biri: Aşk………………………………………………..215 I 4. Aşktan Doğan Ayrılık………………………………………………………240 5. Sosyal Duyarlılık……………………………………………………………246 6. Destanlara İlham Veren Türk’ün Atası…………………………………...248 7. Kaybolan Cennet: Hatıralar……………………………………………….252 8. Sonsuz Uyku: Ölüm………………………………………………………...256 9. Doğmayan Güneş: Bekleyiş………………………………………………...269 10. Tarih Duygusu……………………………………………………………..272 11. Makberî Sükûnet: Yalnızlık………………………………………………277 12. Zulmeden Yarı İlâhe: Kadın……………………………………………...286 13. Tabiat Görüntüleri………………………………………………………...298 a) Sarışın Yüzlü İlkbahar………………………………………………...299 b) Yarı Çıplak Yıkanan Sarışın Bir Kız: Yaz…………………………...302 c) Rüzgârın Kuğu Türküsü: Sonbahar………………………………….303 d) Ölümden Hayat Alan Mevsim: Kış…………………………………...305 14. İnanma İhtiyacı……………………………………………………………309 15. Şark’ın Eşsiz İncisi: İstanbul……………………………………………..314 16. Ademden Kara: Gurbet…………………………………………………...321 17. Ölümden Acı: Hasret……………………………………………………...325 18. Kerbelâ Akşamı: Yılbaşı…………………………………………………..332 19. Ruhun Vebaya Tutulması: Kıskançlık…………………………………...334 20. Cephe Gerisi……………………………………………………………….336 21. Eğil Dağlar Eğil: Vatan…………………………………………………...345 22. Şairlerin Tutumu…………………………………………………………..352 23. Küçük Dokunuşlar………………………………………………………...359 II III. BEŞ HECECİLERİN ŞİİRLERİNDE BİÇİM……………………………..362 1. Nazım Biçimleri………………………………………………………...362 a) Geleneğe Bağlı Nazım Biçimleri………………………………………362 I. Halk Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri……………………….362 1. Koşma Tipi……………………………………………...362 2. Semaî Tipi………………………………………………367 3. Mani Tipi………………………………………………..368 4. Türkü……………………………………………………369 II. Divan Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri…………………….370 1. Beyitlerle Kurulan Nazım Biçimleri…………………..370 a) Gazel Tipi……………………………………….370 b) Kıt‘a...…………………………………………...372 2. Bentlerle Kurulan Nazım Biçimleri…………………...373 a) Şarkı……………………………………………..373 b) Tahmis…………………………………………..375 b) Batı Edebiyatından Alınan Nazım Biçimleri………………………...375 I. Çapraz Kafiye (Rimes croisées)………………………………..375 II. Sarma Kafiye (Rimes embrassées)…………………………...381 III. Terza-rima…………………………………………………….382 IV. Sone (Sonnet)………………………………………………….383 V. Balad (Ballade)………………………………………………...385 VI. Düz Kafiye…………………………………………………….386 c) Serbest Düzenli Biçimler………………………………………………391 I. Eşit Düzenli Biçimler…………………………………………...391 III 1. Üçlüler………………………………………………..…391 2. Dörtlüler……………………………………………..….394 3. Beşliler…………………………………………………..395 4. Altılılar………………………………………………….397 5. Yedililer…………………………………………………397 6. Sekizliler………………………………………………...397 II. Karışık Düzenli Biçimler……………………………………...398 1. Mısraların Hece Sayısı Değişik Olanlar………………398 2. Bentlerin Mısra Sayısı Değişik Olanlar……………….398 2. Ahenk………………………………………………………………………..402 a) Vezin…………………………………………………………………….402 I. Aruz Vezni……………………………………………………....402 II. Hece Vezni……………………………………………………..404 b) Kafiye…………………………………………………………………...410 I. İkfa………………………………………………………………410 II. Cinaslı Kafiye………………………………………………….411 III. Redif……………………………………………………...……413 IV. Zengin Kafiye…………………………………………………416 V. Tunç Kafiye…………………………………………………….420 VI. Tam Kafiye……………………………………………………424 VII. Yarım Kafiye………………………………………………...426 c) Kelime Tekrarları……………………………………………………...426 I. Bir Kelimenin Mısra Başı ve Sonunda Kullanımı…………...427 IV II. Aynı Kelimenin Tekrarından Oluşan Mısralar…….……….429 III. Çapraz Kelime Tekrarları…………………………………...429 IV. Mısraın Bir Önceki Mısra Başındaki Kelime ile Bitmesi….432 V. Mısra Başı Kelime Tekrarları………………………………...432 1. Tek Kelimeden Oluşan Tekrarlar…………………….432 2. İki Kelimeden Oluşan Tekrarlar……………………...437 3. Üç ve Daha Fazla Kelimeden Oluşan Tekrarlar……..439 SONUÇ…………………………………………………………………………....441 ÖZET……………………………………………………………………………...447 ABSTRACT……………………………………………………………………….448 KAYNAKÇA………………………………………………………………....449-536 V KISALTMALAR A. : Akarsu A. A. : Akından Akına A. T. : Akıncı Türküleri Ank. : Ankara Â. Y. : Âşıklar Yolu b. : baskı B. R. E. : Bir Rüzgâr Esti B. Ö. B. G. : Bir Ömür Böyle Geçti B. S. G. : Bir Selvi Gölgesi B. Y. : Bulutlara Yakın C. : Cilt C. D. : Cenk Duyguları C. U. : Cenk Ufukları Ç. Ç. : Çoban Çeşmesi Dan. : Danışman D. N. : Dinle Neyden E. : Efsaneler E. B. : Enis Behiç F. N. : Faruk Nafiz F. ve K. : Fırtına ve Kar G. G. : Gönülden Gönüle G. H. : Gülistanlar Harabeler G. S. : Gönülden Sesler Haz. : Hazırlayan H. D. : Han Duvarları H. F. : Halit Fahri H. O. İ. : Hep Onun İçin H. ve S. : Heyecan ve Sükûn VI İst. : İstanbul K. A. M. : Kubbealtı Akademi Mecmuası Kon. : Konuşan M. E. B. : Millî Eğitim Bakanlığı M. ve G. Ö. : Miras ve Güneşin Ölümü O. S. : Orhan Seyfi O. B. B. K. : O Beyaz Bir Kuştu P. : Paravan s. : Sayfa S. D. G. : Sulara Dalan Gözler S. F. : Servet-i Fünûn S. G. Ö. : Sonsuz Gecelerin Ötesinde S. H. : Suda Halkalar S. H. : Son Havadis S. P. : Son Posta Ş. D. : Şairin Duası Ş. S. : Şarkın Sultanları Ş. : Şiirler T. D. : Türk Dili TDK : Türk Dil Kurumu Top. : Toplayan TTK : Türk Tarih Kurumu Y. : Yanardağ YKY : Yapı Kredi Yayınları Y. Z. : Yusuf Ziya Z. : Zakkum Z. D. : Zindan Duvarları VII ÖN SÖZ Bu çalışmada, kendilerini “Beş Hececiler”, “Hecenin Beş Şairi” ve “Hececiler” diye adlandıran beş şairin (Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç, Faruk Nafiz Çamlıbel) şiir anlayışlarını ve şiirlerini ele almak istedim. Amacım bu beş şairin yayınladıkları ortak bir sanat bildirisi olmadığı halde neden kendilerini bir topluluk olarak değerlendirdiklerini tespit etmekti. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde şiir hakkındaki görüşleri verilmiş; ikinci bölümde şiirleri içerik açısından; üçüncü bölümde şiirleri şekil açısından incelenmiştir. İkinci bölümde amaç, şiir anlayışlarındaki ortak ve ayrı noktalara nazaran şiirlerindeki ortaklık ve farklılıkları tespit etmek ve konuları ele alışlarını vermektir. Şiir anlayışları verilirken bu beş şairin gazete ve dergilerdeki makaleleri ve kitapları esas alınmış; zaman içindeki değişimleri ve gelişmeleri göstermek amacıyla yayınlanış tarihine göre incelenmiştir. Çalışmanın ikinci ve üçüncü bölümü olan şiir incelemelerinde şairlerin kitap haline getirilmiş şiirleri incelenmiştir. Gazete ve dergilerde kalan şiirleri hem ayrı bir çalışma gerektirdiğinden hem de hacmi genişleteceğinden dışarıda bırakılmıştır. Faruk Nafiz’in hicivlerinin toplandığı Tatlı Sert; Yusuf Ziya’nın mizahî manzumeler ve manzum mükâlemelerden oluşan Şen Kitap adlı şiir kitapları; Yusuf Ziya’nın Kuş Cıvıltıları ve Orhan Seyfi’nin Hayat Bilgisi adlı kitapları çocuk şiirlerini içerdiği için ayrı bir çalışma konusu oluşturacaklarından dahil edilmedi. Enis VIII Behiç’in Vâridât-ı Süleyman adlı şiir kitabı, yazılış tarzı ve konusu gereği diğer eserlerinden ayrıldığı için çalışma dışında bırakılmıştır. Eser ve şahıs isimlerinde şairlerin tercihleri esas alınmış; dönemin dil özelliklerini göstermesi bakımından alıntılarda orijinal metne bağlı kalınmıştır. “İşidilmemiş, okutmıyalım, tedkik, gizliyen, kaygu, beğenmiyerek, şairlerile, itibariyle” gibi kullanımlar bundan dolayıdır. Çalışma sırasında karşılaştığım teknik sorunların giderilmesinde yardımlarını gördüğüm Gözde Emirzade ve Mustafa Sağlam’a teşekkür ederim. Bu çalışmamda derin izleri görülen Prof. Dr. Ramazan Kaplan bilgisi, tecrübesi ve yol göstericiliğiyle desteğini hiçbir zaman esirgememiştir. Sabrı ve anlayışı bana güç verdi. Teşekkürüm sonsuzdur. IX GİRİŞ MİLLÎ EDEBİYAT HAREKETİ VE BEŞ HECECİLER Millî Edebiyat Hareketi’nin tutunmaya başladığı (1911-1917) yılları arasında, Türk şiirinde oldukça karışık bir durum göze çarpar: Bir yandan Millî Edebiyat şairleri kendilerini halk oyuna kabul ettirmeye ve Fecr-i Âtî şairleri şöhretlerini sürdürmeye çalışırlarken Servet-i Fünun şiirinin Tevfik Fikret ve Cenab gibi otoriteleri de edebî itibarlarını henüz ayakta tutmakta idiler. Bu arada Mehmet Âkif gibi bir ustanın temsil ettiği ayrı anlayış ve dokudaki şiir tarzını da unutmamak gerekir. Bu karışıklığı Fecr-i Âtî’nin dağılmasından sonra bu topluluğa mensup bazı şairlerle daha genç nesilden bazı şairlerin Millî Edebiyat anlayışı dışında kendilerini tatmin edecek başka yollar aramaları ve denemeler yapmağa girişmelerini daha da arttırır. Rübâb (1912) dergisinde toplanmış olan bazı genç şairlerin bir kısmı (Halid Fahri, Selahattin Enis, Hakkı Tahsin, Orhan Seyfi, Yakup Salih, Sâfi Necib, Hasan Saİd) Nâyîler adı altında yeni bir edebî hareket yaratma için ortaya çıktılar. Aynı yıl ortaya çıkmış olan bir edebî eğilim de, yine geçmişin –bu sefer yabancı- bir kaynağına yönelerek Türk Edebiyatını esasından batılılaştırmak için, doğrudan doğruya “Eski Yunan edebiyatını örnek edinmek” eğilimidir. Yine aynı yıllarda şiirin genel durumundaki bu kararsızlıktan başka, millî bir edebiyata taraftar şairlerin şiir anlayışında da tam bir birlik görülmez. Millî Edebiyat Hareketince şiirin şahsî bir mesele olarak sayılması üzerine Millî Edebiyat deyiminden bazı şairler konuca “eski Türk tarihine, efsane ve geleneklerine bağlanmayı anlayarak” bu tarzda şiirler yazarken bazıları Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak devrelerini yaşatmaya çalışıyor; bazıları da millîleşmeyi 1 “halk şiirine bir dönüş” sayarak, halk nazım şekilleriyle şiirler yazıyor ve hemen hepsi, -birinci gruptakiler hariç- ferdiyetçi bir sanat anlayışı içinde yalnız kendi duygu ve hayal dünyalarını işliyorlardı. 1 Böyle bir dönemde eser vermeye başlayan Orhan Seyfi Orhon (1890-1972), Halit Fahri Ozansoy (1890-1971), Enis Behiç Koryürek (1891-1949), Yusuf Ziya Ortaç (1895-1967) ve Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973) bir topluluk olarak farklı adlarla anılırlar. Beş Hececiler, Hecenin Beş Şairi, Hececiler, İlk Hececiler, Hecenin Beş Ozanı, Hecenin Beş Sanatkârı adları verilen topluluğun en yaygın ve bilinen adı Beş Hececiler’dir. Onlara verilen bu adlardan bazılarını kullanmakla beraber kendilerinden Hecenin Beş Şairi diye bahsetmeyi tercih ederler. Aldıkları adlara bakıldığında, edebiyatta oynadıkları rol açıkça görülür. Mehmet Emin Yurdakul (1869-1944) ile başlayan, Rıza Tevfik Bölükbaşı (1869-1944) ve Genç Kalemler (1910-1912)’ le devam eden hece vezniyle şiir yazma hareketine katılırlar. Sade Türkçe ve hece vezniyle şiir yazmayı benimsemelerinde Ziya Gökalp’ın (1876-1924) tesiri büyüktür. Edebî bir topluluk olarak anlayışlarını açıkladıkları bir sanat bildirisi olmadığı için farklı zamanlarda bir araya gelirler. Böyle bir açıklamalarının olmayışı, kendilerine verilen adlardan başlamak üzere sanat ve edebiyat görüşlerinde de kendini gösterir. Kimi anlayışlarca grup kimi anlayışlarca topluluk olarak kabul edilirler. Ziya Gökalp, tanışmalarında ve bir araya gelmelerinde bağlayıcı manevî kuvvettir. Faruk Nafiz, “şöhretlerden çok üstün bir değer taşıyan iman adamı” Ziya Gökalp’ı ilk nerede gördüğünü hatırlayamayışını, (s.152) 1 iki şekilde izah eder. AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1995, 169-170. 2 Balkan Harbi’ni takip eden günlerde, büyük ismiyle muhiti o kadar sarmıştır ki herkes teneffüs ettiği havada onu görür gibidir. “Manevî bünyemizin yegâne mimarı” dediği Gökalp’ın tevazuu ile eserlerinin arasında baş döndürücü bir mesafe olduğunu söyler. “Sanki, yaptığı işten habersizdi. Bu heybetli binada bir tek çivilik hakkı olanların baş kaldırarak gezdikleri bir sırada, o, şaheserlerini kendine maletmemek ister gibi derin bir feragat içinde yaşıyordu.”. Bunun için kalabalık bir mecliste en son göze çarpan, fakat önce hatırlanması gereken insan olduğunu söyler. Benliği toplum içinde eritmek fikrini telkine çalışan Gökalp, bu hâliyle güzel bir örnektir. Onu böyle bir yerde tanımış olabileceğini, bu iki sebepten ötürü nerede ve nasıl gördüğünü hatırlayamadığını belirtir. (s. 153).2 Gökalp’ın “Dilde milliyetçilik, Türkçülüğün en değerlisidir.” görüşü doğrultusunda ilerleyip konuşulan güzel Türkçe’yi edebî dil yapmaya çalışırlar.3 Yusuf Ziya, 1920’ de, kendisinin de içinde bulunduğu o günün şairlerinin halkın dili, halkın vezni, halkın zevki diye üç canlı rehber tanıdıklarını; esası milletten, şekli Garp’tan alınan asrî eserler vermeye çalıştıklarını belirtir. İlk zamanlarda nazariye halinde olan bu iddia gittikçe genişlemektedir. Yarınki nesli oluşturacak gençlerin açılan bu izi takip etmeleri, davanın başarıyla sonuçlanacağını göstermektedir. Temeli kendileri kuracaklar, gelecek nesil hazırlanan bu zemin üzerinde ideal bir sanat binası yükseltecektir.4 O dönemde heceyle yazan başka şairler de vardır. Hecenin On Şairi adlı kitapta, Beş Hececiler’in yanında beş şaire daha yer verilir: Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, İbrahim Alâattin Gövsa, 2 Şükûfe Nihal Başar, Halide Nusret Çamlıbel, Faruk Nafiz, “Manevî Bünyemizin İlk Mimarı: Ziya Gökalp”, Türk Yurdu, 5-6 (1-15 Son Teşrin 1942), s. 152-153. 3 “Orhan Seyfi Orhon’la Bir Konuşma: Uydurma Dille Edebiyat Olmaz”, (Kon.: Öz DOKUMAN),Tarih Mecmuası, 11 (Aralık 1970), s. 41. 4 Yusuf Ziya, “Manzum Bir Eser Daha”, Temaşa, 19 (1 Şubat 1336/1920), s.12. 3 Zorlutuna. Yine aynı kitapta Yusuf Ziya ile ilgili değerlendirme yapılırken “Ziya Gökalp’ın açtığı milliyet bayrağı altında toplanan hecenin üç dört şairinden biri de Yusuf Ziya Ortaç’tır. O da parmak hesabının kuru sesine aruzun musikisini verenlerden biri oldu” yargısı yer alır. 5 Halit Fahri, Celâl Sahir’in Birinci Kitap, İkinci Kitap, Üçüncü Kitap… adlarıyla aylık bir dergi çıkarmaya başladığını belirterek “Bu suretle, sonradan aramıza katılan diğer hececi şairlerle birlikte, sayımızı beşten on beşe mi, yirmiye mi çıkarmıştı, bilemem” der. 6 Orhan Seyfi, Büyük Harbin son yıllarında heceyle yazan şairler arasında Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’i de sayar. Bu kullanımın Valâ Nurettin için bir tercih meselesi, Nazım Hikmet içinse bir zaruret olduğunu ileri sürer. Ona göre Klâsik Türk Edebiyatına ait kültürü olmayan Nazım Hikmet, aruzu da hiç bilmemektedir. Kendisinden bir nesil büyük Hececi arkadaşlarına üstat saygısı göstermekten çekinmemektedir.7 Beş Hececiler, aruzdan heceye geçerken millî bir dava güderler. Bu, topluluğun oluşmasında önemli bir amildir. Heceye geçişleri bir aczden kaynaklanmamaktadır. Aruz veznindeki şiirleriyle ve bu vezni gayet iyi kullanmalarıyla daha önce adlarını duyururlar. Orhan Seyfi’nin Fırtına ve Kar, Gönülden Sesler; Faruk Nafiz’in Şarkın Sultanları, Suda Halkalar; Halit Fahri’nin Gülistanlar ve Harabeler, Baykuş adlı eserleri heceye geçmeden önce tanınmalarını sağlar. “Hececiler diye tanılanlar daha evvel aruzu sakatlamadan ve beğendirerek kullanabilmiş ve bu yolda eserler vermiş” lerdir. 5 6 7 Hecenin On Şairi, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1943, s.44 OZANSOY, Halit Fahri, “Hececi Arkadaşlarım, T. D., 61 (1 Ekim 1956), s. 28. Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, s. 4. 4 “Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi ıstırapları içinde Ziya Gökalp’in irşatları ve millî duyguyu, millî harsı telkin edişi bize gittikçe ilham kaynağı olmakta idi. Görüyorduk ki bütün muvaffakiyetimize rağmen aruz vezni bizi tam mânasile tatmin edemiyor. Emin Bey’in 4+4 taktili muttarit vezindeki ahenksiz bulduğumuz şiirleri de ayni suretle Emin Beye karşı olan büyük hürmetimize rağmen bize kifayetsiz görünüyordu.” diyen Halit Fahri, heceye karşı çıkanların önlerine Mehmet Emin’i örnek olarak çıkardıklarını ve bunda da haklı çıktıklarını belirtir. Onun şiirlerinin, millî hislerinin kuvvetine rağmen çoğunun lirizmden ve ahenkten mahrum olduğunu ileri sürer. Bunların mısra değil çoğunlukla nesir olduğunu düşünür. Heceyi modern bir şekle sokarken halk şiiri örneklerinden olduğu kadar, Tevfik Fikret’in yürüdüğü yoldan yürümeye ve mevzuları genişletmek gereğine inanır. Bunu hece davasının millî cephesi olarak görür. Hecenin bir basitlik değil, iç sesleri bulabilme kudreti olduğuna inanan bu şairler, ilk zamanlar aruza da veda edememekle beraber bu yola girerler. Gerek millî gerek lirik ve pastoral mevzularda Mehmet Emin’in parmak hesabı yolunu bırakarak asıl yürümeleri gereken yolda yürürler. 8 Halit Fahri, “ Hecenin Beş San‘atkârı” nın, hece veznini “Mehmet Emin’in dört dört duraklı ittiradı” ndan kurtarıp yeni sesler çıkaran bir âhenk haline getirmeğe çalıştığını; o zamanlar çok genç olduklarını ve yaptıklarının küçük görülecek iş olmadığını söyler.9 8 9 “Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon.: Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11. Halit Fahri, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager”, Uyanış, 2066-381 (26 Mart 1936), s. 274-275. 5 Hecenin Beş Şairi arasındaki en belirgin çatışma Yusuf Ziya ile Halit Fahri arasında aruz-hece meselesi yüzünden yaşanmıştır. Halit Fahri, Mütareke’de çıkardığı Nedim mecmuasında bol aruz şiirleri çıktığını söyler. Onunla beraber Faik Ali, Süleyman Nazif, Yahya Kemal, Tahsin Nahit, Emin Bülent, Mehmet Behçet, Selâmi İzzet, Şükûfe Nihal, Faruk Nafiz, Halide Nusret, Hıfzı Tevfik, Necmettin Halil, Reşit Süreyya da vardır. Şair mecmuasını çıkaran Yusuf Ziya, onlara katılmaz. Halit Fahri’nin Türk Yurdu ve Yeni Mecmua’da hece şiirleri yazdıktan sonra aruza dönmesine ve buna kendi mecmuasında vasıta olmasına kızar. Halit Fahri “aruzun da yüzyıllar boyunca Türk şiirlerinde yeri olduğunu, onun için bu veznin de hecenin yanında yaşatılmasını” söyleyerek Yusuf Ziya gibi hecede ısrar edenlere karşı savunmaya geçtiklerini söyler. Yusuf Ziya, Halit Fahri ile ilgili “Halit Fahri Bey gibi fırka siyasetlerine kapılarak bir sene evvel Yeni Mecmua’dan beri Talât beyin hece veznine biat ettikten sonra...” ithamında bulunmuştur. Halit Fahri, ortada bir “biat” ın varsa bunun ancak Ziya Gökalp’a karşı bir saygı olabileceğini söyler. “Ziya Gökalp İttihat ve Terakkiye bağlı olan, fakat hiçbir zaman politika yapmıyan bir sanat mecmuasının fikir hareketlerini tanzim ediyordu. Ama içimizde kapıkulu olan bir tek şair yoktu.” Daha sonra kendine yapılan hücumlardan başka örnek verir: “Esasen bu genç, senelerden beri şöhret ve muvaffakiyetini Darülbedayi sahnesinde fesine çelenk astırmak nevinden çığırtkanlıklarla aradı. (s. 321) Bu defa da “Nedim” mecmuasını “Edebiyatta mühim bir inkılâp... Şiir değişiyor... Aruz veznine dönüyoruz... Halit Fahri Bey’in riyaset-i edebiyesi!...” gibi nümayişlerle meydana atıyor. Fakat âlem bu çeşit 6 gösterişlerden bıktı. Hiçbir kimsenin böyle kuru sıkı gürültülere kulak astığı yok. Binaenaleyh “Baykuş” nazımı bu vadide yaya kaldı.” Halit Fahri Baykuş’un halk tarafından beğenilmesine Yusuf Ziya’nın sinirlendiğini belirtir. (s. 322). Daha sonra Ömer Seyfettin’i de kışkırtıp kendi aleyhinde yazı yazdırdığını söyler. Hecenin taraftarı olduğunu söyleyen şair, işlenip o günkü “iptidaî” liğinden kurtulursa gelecekte iyi bir musiki aleti olabileceğini belirtir. Fakat o hâliyle “aruzun yanında zavallı” kalmaktadır. Halit Fahri bu zavallılığın elli yıl önceki hece şiiri için olduğunu belirtir. Yusuf Ziya’nın Nedim mecmuası için yazdığı şiiri hatırlatır: “Ne kadar kahbesin, hey zamane hey!/ Sazı değiştirmiş Halit Fahri Bey! Paşa babasının çoktur görgüsü;/ “Yeni Mecmua” nın bu gönüllüsü Yine eski dinin olmuş bendesi,/ Türkçe’ye uygunmuş aruzun sesi!” Halit Fahri, Yusuf Ziya’nın vezin meselesini bahane ederek Nedim’ deki bütün şairlerin günahını kendisine yüklemesini fazla bulur. (s. 325). 10 Beş Hececiler’in aruzdan heceye geçişleri kesin çizgilerle olmaz. Hece vezniyle şiir yazmaya başlamalarına rağmen zaman zaman aruza dönerler. Halit Fahri 1918 yılında yazdığı bir makalede vezinle ilgili “her iki veznin zavallı bir kurbanı sıfatıyla” o ana kadar her ikisinden de kendi hesabına memnun olmadığını söyler. İyi veya kötü birçok eserini aruzla yazdığını belirtir. (s. 93). Aruzu, altı yüzyıllık tarihin çeşnisini ve zevkini taşıdığı için, büsbütün ihmal etmek de istemez. “Yarın yine aruz ile yazılmış birkaç şiir neşredersem günah işlemiş sayılmam. Bu, adeta, piyano çalan musikişinasın bazen de keman çalması gibidir. Bilhassa o keman eskiden pek çok kullandığı bir alet olursa...” 10 OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 321-322, 325. 7 diyerek bu iki vezin arasında kesin bir ayrım yapmadığını vurgular. (s. 94) 11 Mehmet Çınarlı, 1947’de, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya ve Enis Behiç’in de olduğu Siyasal Bilgiler’in şiir gecesini anlatırken, “aruzun çeşitli vezinlerinde dolaşan” “Sonbahar Duyguları” adlı şiirini okuduğunda, Yusuf Ziya’nın Orhan Seyfi’ye hayret ve heyecanla “Seyfi, aruz yaşıyor! Aruz yaşıyor!’” dediğini belirtir.12 Orhan Seyfi, 1955’te yaptığı bir konuşmada, aruzla yazdığı son şiirlerini bir araya getirmek istediğini söyler.13 Faruk Nafiz de 1956 yılında yazdığı bir yazıda, aruzla yazılmış şiirlerinin külliyatını bastırmak istediğini belirtir. 14 Ayten Lermioğlu, Faruk Nafiz’in Hecenin Beş Şairi içinde en ünlü ve güçlü olmasına rağmen hece ve aruz diye kesin ayırım yapmadığını söyler. “Heceyle yazmasına bir zamanlar “Yeni Mecmua” da neşredilecek şiirlerin “Hece ile olacak” kaydına tâbi olmaktan ileri geldiğini Türk Edebiyatı dergisindeki ropörtajda açıklamıştı. Son zamanlarda ise şiir yazanların çoğalmasıyla şiirin ayağa düşmesine sebep olanlara ders olur diye ve bir de komünistlerin şiiri tahrip vasıtası etmelerine karşılık aruza dönmüştü.” demektedir.15 11 “Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57 (15 Ağustos 1918), s. 93- 94. ÇINARLI, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979, s. 279. 13 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki, Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s.7. 14 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Yarını Tahmin Ediyorlar”, Cumhuriyet, (1 Ocak 1956). 15 LERMİOĞLU; Ayten, “Şair, Hoca, F. Nafiz Çamlıbel”, Sabah , (19 Kasım 1973), s. 2. 12 8 I. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ 1. Şiir Edebiyatın hemen her türünde eser veren Beş Hececiler, sanat ve edebiyat hakkındaki görüşlerini gazete ve dergilerde yayınladıkları yazılarla aktarırlar. Türk Edebiyatında daha çok şiirleriyle tanınan bu şairler, şiir ve şiirin unsurlarıyla ilgili fikirlerini beyan ederler. Bunlar konuyla ilgili müstakil bir makale olabildiği gibi kitap tenkitlerinde de yer alır. Halit Fahri, rustaî “pastoral” şiir üzerine yazdığı bir yazıda, rustaî şiirin Garp Edebiyatında gelişimiyle ilgili bilgiler verir. Şair, tabiatın sanat için kati ve ebedî bir ilham kaynağı olduğunu belirterek Türk Edebiyatı üzerinde düşünür. Divan Edebiyatının tabiattan uzak kaldığını, şairlerin tabiatı kendi gözleriyle görmek yerine belirli kalıplar içinde işlediklerini düşünür. Sanatçının tabiatı gerçek anlamda göremediği zaman ya yapma, soğuk bir eser meydana getireceğini ya da Divan Edebiyatında olduğu gibi onu büsbütün ihmal edeceğini söyler. Hergün bin türlü levhayla insanın karşısında duran “tabiat” güzellikleri ancak ferdî bir bakışa sahip olunduğu zaman görülebilecektir. Aksi taktirde eserin adi bir taklitten ibaret olacağını ileri sürer. Hamit’in “Sahra” sının rustaî şiir yolunda ilk tecrübe olduğunu belirtir. Fakat bu eseri basit ve kusurlu bulduğundan, örnek olarak gösterilemeyeceğini söyler. Türk Edebiyatının henüz rustaî şiirden mahrum olduğunu düşünür. Bazı tenkiçilerin rustaî şiiri daha çok “medeniyetlerin inkıraz veya ihtilâl zamanlarında, insanlar için bir sükûn menbaı” olduğu iddialarına tamamıyla katılmaz. İnsan kalbinin her zaman 9 tabiat içinde teselli, şifa aramaya muhtaç olduğunu düşünür. Kır hayatını terennüme lâyık bir mevzu olarak görür. (s. 232). İlhamını tabiattan almayan edebiyatların her zaman cılız ve kansız kaldıklarını söyleyerek rustaî şiirin en solgun edebiyatlara bile kısa zamanda kuvvet verdiğini vurgular. (s. 233). 16 Yusuf Ziya, şiirin başa değil, kalbe hitap ettiğini söyleyerek “Malûmatımla değil, insiyakımla bildiğim kelimeleri duymak isterim.” der.17 Kendilerine yöneltilen avam için şiir yaptıkları görüşünü kabul etmez. Kendi düşüncelerinde “avam”, “havas” olmadığını, “millet” olduğunu söyleyen şair, her şey gibi şiirin de millet için olduğunu vurgular. “Esasen edebiyat, sanatta memzuc bir kalp çarpıntısı olduğundan, herkes tarafından en dakik nukatına kadar anlaşılamazsa da yine ruhta bir his dalgası yapar!” der. 18 Mithat Cemal’in Harb Mecmuası’ndaki “Romanya’daki Türk Ordusuna” adlı şiirine değinir. Aruzun ağır bir vezniyle yazılan bu şiirde, şairin bütün manzumelerinde olduğu gibi, “mazinin oldukça eski bir ruhu” nun yaşadığını söyler. Bunun okuyucuyu doyurmadığını belirterek, asker için yazılan şiirlerin bu şekilde olmaması gerektiğini düşünür. “Vatanî şiirlerde ince hayaller, süsler çekilmez, ondan beklenen şey coşkun, kuvvetli, kalbi dolduran bir heyecandır.” der.19 Halit Fahri, 1932 yılında yaptığı bir görüşmede, son şiirleriyle ilgili bir değerlendirme yapar: Edebiyatta şiiri fedaya razı olmayışının delili olarak telif piyeslerini manzum yazışını gösterir. “Diğer şiirlerime gelince; bugün dört sade mısra ve hafif, müphem renkle bir haleti ruhiyeyi tesbit etmek emelindeyim.” diyen 16 Halit Fahri, “Rustaî Şiir”, SF, 1450(18 Mart 1336), s. 232-233. Yusuf Ziya, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiyye), 22912/612(28 Ağustos 1336), s. 1. 18 Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5 (27 Teşrinievvel 1332/9 Kasım 1916), s. 3224/80. 19 Yusuf Ziya, “Edebî Hafta”, SF, 1369 (29 Teşrin-i sani 1333/ 29 Kasım 1917), s. 278-279. 17 10 şair, son şiirlerinde bu temayülünün sezildiğini, başarılı olup olamayacağını zamanın göstereceğini söyler. Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan sonra edebiyatta hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de sevdiği cevabını verir. Şiirin romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve terennümler şeklini almasının mümkün olmadığını söyler. Kısa ve canlı birkaç mısraın insanın ruh hâlini kuvvetle göstereceği için daima yaşayacağını belirtir. Şiirin özellikle terkibî, yekpare mısraın içinde canlanacağını savunan şair, serbest nazım örneklerinin “havaya savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar yaprakları” ndan farklı olmadıklarını ileri sürer. Zamanın bunları çabuk çürüteceğini düşünür. Şiirin duyulan hisleri ifade edecek ruha bürünmesini de ikinci önemli şart olarak görür. (s. 151). Bugünkü şairlerin Recaizade Ekrem, İsmail Safa gibi kuşa, bülbüle, karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitap etmelerinin garip olacağını hatırlatır. Her eser kendi zamanının hislerine cevap verdiği için böyle duygular yavan gelecektir.“Bugünkü şair, bugünkü romancı ve temaşacı gibi ancak bugünkü şeniyeti eserinde tesbit edebilendir.” diyerek mevzuun şiirde de önemli olduğunu söyler. En saf ve en ibtidaî duyguların bile yeni bir şekle bürünerek o gün dahi şiire girebileceğini savunur. Bunun herşeyden önce bir sanatçı meselesi olduğuna dikkati çeker. (s. 160).20 Faruk Nafiz, 1939’da, Türk şiirini değerlendirirken “zorla dikkati çekmek istiyen bir eda göze çarptığını” söyler. Eserdeki hususiyetin gayr-i tabiîlikle değil, 20 “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1877/192, (14 Ağustos 1932), s. 151, 160. 11 tabiî olarak temin edilmesi gerektiğini savunan şair, samimiyetsizliği şahsiyetsizlikle eşit görür.21 “Şiir, kalbin sesi ve sanatkârın kâinatı yeni bir görüşü, yeni bir sezişi demektir.” diyen Halit Fahri, bunun samimiyet kavramıyla vücut bulabileceğine inanır. “Hayatın en yeknesak günlerinde bile etrafımızda taşan, köpüren şiir ilhamlarını, ister romantikler gibi semada, ister sembolikler gibi melûl ve hülyalı akşam yollarında, ister realistler gibi cemiyetin içinde arayın neticede eseriniz kalbinizin teessürü ve gözlerinizin görüşü olmalıdır.” diyerek bu teessürü anlaşılmaz hale sokmaya; “görüşleri acayip dev aynasında çarpıtmaya” gerek olmadığını belirtir. Tabiîliğin en orijinal eserlerin bile ilk hareket noktası olduğunu hatırlatır.22 Şair, resimli şiir kitaplarının görülmeye başlanması üzerine, bundan şiirin resimden medet ummaya başladığı sonucunu çıkarır. Bunun şiiri öldüreceğine, sanatın yerine zanaatın kaim olacağına inanır. Resimli kitapların aleyhinde olmayan şair, bir sanat eserinin, özellikle de şiirin, “bir sinema ilânı gibi reklâm edilişi” ni doğru bulmaz. “Şiirin en büyük kıymeti kendisinde aranır.” diyerek başka desteklerle yürütülmesinin, öz şiirin değil herhangi başka bir maddenin satışını temin için olduğunu söyler. Bu insanda şüphe uyandırmaktadır.“Hasılı edebiyat, edebiyat olduğu için yalnız kendi kuvvetile yürümelidir.” der. “Resim davası 21 22 ES, Hikmet Feridun, “B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiiri Bulamayan Nesiller”, S. P., 3077(24 Şubat 1939), s. 8. 12 edebiyata kol attığı gün” edebiyatın yarınından ürkmek gerektiğini söyler. Resimli edebiyatın bir salgın halini almasından korkar. 23 Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen şair, o heyecanın derin veya basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman, hissin derinliğiyle fikrin enginliği derece derece yükselecektir. Ona göre her yükseliş, adi vuzuhtan renkli bir müphemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak şairin musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. Şiirin her şeyden önce musiki değeriyle ölçülen edebî bir tür olduğuna dikkati çeker. Derhal anlaşılan şiirin kolay şiir olduğunu belirterek bunlarda yüksek değer aranamayacağını söyler. Bunlar şiiri anlamayanlar tarafından tercih edilenlerdir. Anlayanlar için yazılan şiirler, edebiyat tarihinde yüzyıl, iki yüzyıl gibi bir zaman sonra da kalacak şairlerin eserleridir. Büyük şairlerin ancak ölümlerinden yarım çok sonra anlaşıldıklarını hatırlatır. Çok eskiden yalnız bir zümrenin anlayabildiği şiir kıymetinin, aradan zaman geçtikten sonra genele bir şeyler anlatabildiğini belirtir.24 “Şaire maddî hiçbir refah temin edemeyen, yalnız ruha gıda veren” şiir sanatının, hiç değilse az ve öz sözün uzun ve manasız hitabet sağanaklarından değerli olduğunu öğrettiğini söyler. “Nazım denen ölçülü dil” in insanlara nesirden daha kısa bir yoldan daha fazlasını anlattığını belirtir. Özellikle bir iyiliği de, ahenkli olmak şartıyla, en garip fikirleri bile zihne kolayca yerleştirebilmesidir.25 Şair, bir yazının “derin” sayılması için Valery’den bahsetmesi; Nitzchet’in bir mısraının örnek verilmesi; sürrealizm, dadaizm, fütürizm, kübizm cereyanlarından bahsetmesi; bol bol isimler, tarihler ve örnekler gösterilmesinin anlaşıldığını söyler. 23 OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9. OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16 Haziran 1939). S. 7. 25 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343. 24 13 Böyle olduğunda hakiki saf şiirin menbaına değil, ancak “bin bir nakışla ve müphem işaretlerle süslü çeşmelerine el uzatılmış” olunacağını ileri sürer. Şiiri tabiat gibi tekellüfsüz, billur kaynaklardan içmek isteyenlerden olduğunu belirtir. Bunu kendisi yapamasa da başkalarında olsun böylesini sevmek ve sevdirmek ister. 26 Şiir yazmanın çok güç olduğunu, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır yazılıverdiğini söyleyen Orhan Seyfi, ilhamı bulanın işinin bitmediğini düşünür. İlham bulunduğunda hangi vezin ve nazım şekliyle yazılacağının belirlenmesi gerekmektedir. Şairliğe söz gelmemesi için temiz bir dille mükemmel bir biçimde ortaya konulması gerektiğini savunur. İçinde doldurma mısralar, şivesizlikler, mübtezel şeyler olmamalıdır. (s. 4). Şiirin kuvveti başından son mısraına kadar devam etmeli; bayağılığa, zaafa düşmeden sonuca varmalıdır. Doldurma mısraların, kötü kafiyelerin ve alelâde sözlerin şiirde yeri yoktur. Şiirlerin sayısı arttıkça niteliğinin azalmasını bir eksiklik olarak görür. (s. 6). 27 Halit Fahri, güzelin ister klâsik, ister romantik, ister sürrealist, ne şekilde, ne tarzda yazılırsa yazılsın güzel olduğunu savunur. Güzel bir şiirin göstergesi samimiyet ve ifade güzelliğidir. Bu iki unsur şiirde bulunduğu zaman şairin başarılıdır. 28 Ahmet Haşim’in “Şiirde İpham” nazariyesinin, büyük Garplı sembolistlerin de tezine uygun olarak, ogünün şiir telâkkisine en yakın görüş olduğunu düşünür. 26 OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, S. P., 3349 (25 Teşrinisani 1939), s. 7. 27 Fiske, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4, 6. 28 OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Eserler- Yeni Bir Şiir Kitabı: Açıl Kilidim Açıl”, S. P., 3800 (26 Şubat 1941), s. 6. 14 “Dadaistlerle fütüristlerin ifratlarından sonra, tekrar sembolizmin iphamdaki güzelliğine dönmekle, şiirin, her zaman, basitliğe ve çiğ realiteye düşmeden, en maddî hayat şartları içinde bile yaşayacağına inanıyorum.” der. “Herhangi bir teessür içinde ani bir ilhamla doğan” lirik şiirin sembollerin, romantik edebiyatlarda birçok eşya ve hadise arasında kapalı kaldığını belirtir. Bu sembollerin “bir şimşek gibi” çabuk gelip geçtiğini söyler.29 Şair, lirik duyguların yaşı olmadığını, insanın yirmisinde de, kırkında da, altmışında da, sekseninde de sevgiden bahsedebileceğini düşünür. Buna en canlı timsal olarak Türk Edebiyatından Abdülhak Hamit’i, Batı’dan da Goethe’yi örnek gösterir. Lirik duyguların sadece aşktan doğmadığını; fakat yüzde seksenini bu ilhamın doğurduğunu hatırlatır. Lirik şiirde sadece samimiyete, ruha, hatıranın sıcaklığına ve canlılığına, hepsinin üstünde üslûba bakıldığına dikkati çeker. Bunlar varsa ve okuyucuda bir heyecan uyandırabiliyorsa şairin az çok amacına erdiğini düşünür. Bundan fazlasının da ondan istenemeyeceğini söyler. 30 “Hayat ne kadar çetin, iş ne kadar yorucu, vazife ne kadar büyük ve uzun da olsa, bütün bunları yumuşatacak, sevdirecek olan en güzel san‘at, muhakkak ki musikiden sonra şiirdir.” diyen şair, bu iki sanatın “kardeş” olduğunu, “ancak duyabilen gönüllere ses kadar güzel ve söz kadar derin” bir etkiyle girebileceklerini söyler. Bu etkiden doğan şiirleri de “ocakbaşı şiirleri” diye adlandırır. Böyle şiirlerin yorgun ruhlara teselli ve şifa olabileceğini savunur. Ocakbaşından doğan şiir, incitmeden ruha dolabilecektir. “Ocağın sıcaklığını” duyamayan sanatın, toplumun da sıcaklığını duyamayacağını, sert ve katı bir şey olarak kalacağını ileri sürer. Sevgili, ana, baba, evlât duygularıyla başlayan “ocakbaşı şiirleri” genişleyerek bütün 29 OZANSOY, Halit Fahri, “Birkaç Şiirim Etrafında Tahlil Denemesi”, S. P., 4248 (3 Haziran 1942), s. 3/1. 30 OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Şiirin Macerası”, S. P., 4378 (16 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1. 15 toplumu, yurttaşları içine alacaktır. Şiire samimiyet verebilmek için ocakbaşında düşünmeyi tavsiye eder. Şiirin gerçek sesini, rolünü ve inceliğini bulabilmek için sosyal hayatın temelini teşkil eden yuvaya, aileye, ocağa dönülmedidir. Bütün millî duyguların oradan beslenip yayıldıklarına inanır. 31 Orhan Seyfi, dil bahsine değinen bir yazısında, gramerin bütün Türk fikir hayatı boyunca kavga çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını; yazı sahasının o günlerde gramer bilmeyen yazıcılar elinde olduğunu söyleyerek şiirin geleceğiyle ilgili tahminde bulunur: “Şiir sahasının yarın hiç vezin bilmeyen şairler elinde olacağı” nı ileri sürer.32 Yusuf Ziya, şiirin ilk mısraının ilk kelimesinden, son mısraının son kelimesine kadar bir bütün olduğunu söyler. “Şair, duygu ve düşüncelerinden şiirin o demiri taş yapan sıtmasını geçirerek mısralarını döker.” diyerek bunun artık “yarıTanrı” işi olduğunu, kelimesine dahi dokunulamayacağını belirtir. Yahya Kemal’in; “Kandilli’de eski bahçelerde” mısraında kelime olmadığını; üç kelimenin, mısranın bütünü içinde tek kelime olduğunu söyler. Şair, birbirini tamamlayan bu üç kelimeyi, hem aruz vezninin hem de kafiyenin kalıbına dökerek mucizesini göstermiştir. Burada artık klime değil mısra bütünü olduğu için bir tek kelime bile değiştirilemez. Şiirin tek kelimesi üzerinde yapılan tahlilin, şiirin son kelimesine kadar yapıldığında, bu eserin “yalnız kelimeleri 31 32 OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4. ORHON, Orhan Seyfi, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, s. 29. 16 yekpareleştiren mısralar değil, mısraları yekpareleştiren bir “bütün şiir” olduğunu belirtir.33 Halit Fahri, şiirin her şeyden önce insana kendi içinin derinliklerinden sesler ve hatıralar getirmesi gerektiğini düşünür. Bundan ötesi “boş lâkırtı” dır. 34 Şiirde “şahsî ruh” un olmasını ister. Şiirin taşıdığı zevkin orijinal olması gerektiğini savunur. Şiirlerin “şiir değil, şiir olabilecek bir gerçeğin iskeleti” görünümlerini doğru bulmaz. Onun “eti, kemiği, ateşli kanı, gözleri ve ruhları çeken görünüşü, Tanrı dili gibi çağlayacak musiki” si olmalıdır. Günlük olaylar, harp, zabıta, kaza haberlerinden ibaret olan anlatımın şiiri doğuramayacağına inanır. “Ruha çalkantı vermeyen hiçbir hâdise bir şiire kaynak olmamaz.” der.35 Öz şiirin “en derin ve en az tazyike uğrayan bir duyguyla” doğabileceğini ve hayata girebileceğini belirtir. İşsizliğin şiir yaratabileceği görüşüne değinir. Eğer insanın bakacak gözleri varsa, o zaman kâinata bakacağına; kâinatın da böyle anlarda insanın ruhuna ineceğine inanır. Burada zaman kavramının kaybolduğunu, mesafe ve zaman açısından birbirinden son derece uzak ruhlarla, kendi ruhunun birleşmiş, kaynaşmış gibi olunduğunu düşünür. Böyle anlarda hülya renk renk, kanat kanat, dalga dalga içe dolar. Şair, şimdi açan bir çiçeğin binlerce yıl önce açan bir çiçeğe benzeyebileceği gibi, ruhun da böyle anlarda başka ruhların “kardeşi, hemşiresi” olduğunu ileri sürer. İnsanın sadece işsiz ve serbest olduğu anlarda değil, en yoğun olduğu zamanlarda da şiiri bulabileceğine inanır. İşini seven, zorlanmaz ruh, bu işi 33 ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 3 (23 Mart 1944), s. 6. OZANSOY, Halit Fahri, “Sebil ve Güvercinler”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16. 35 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 1944), s. 15. 34 17 yeni tecrübelerine bir fırsat olarak görür. İnsan ister istirahat ister faaliyet içinde olsun, hayatının her anına, şiddetli ya da hafif duygularla, şiir dolabilir. Siyasette bile şiirin olabileceğini söyleyen şair, yalnız nazır olan bir politikacının, sadece gurur duyarak yaşadığında şiiri duyamayacağını ileri sürer. Ama görevini yüksek bir fikirle kavrayan nazır, bütün bir milletin menfaatinden, saadetinden sorumludur. Bunu duyan nazırın bu endişelerle olaylara bakarak görevini kavradığını, böylece şiir sahasına girdiğini belirtir. Baudelaire’in şehirde mahpus insanların ruhuna seslendiği, münzevîlere sihir verdiği için şair olduğunu düşünür. O doğrudan doğruya insana bağlanmıştır. Müphem değildir. Sembollerinde vuzuh vardır. İnsanlara verdiklerinin daima hülyalarla süslü olduğunu söyler. O, “modern insana hulyayı yeniden yaratan şair” dir. Musikinin bu şairde önemli yeri vardır. Türk Edebiyatında Piyale’deki Haşim ile yakınlık bulur. Her iki şairin de renk ve ses âleminden sırlar getirdiğini; insanı maddî hayatın üstüne yükselttiğini belirtir. Büyük şair ve büyük şiirin de rolü budur. Halit Fahri, birçok insanın musikişinas olduğundan değil, bedbaht olduğundan musikiyi sevdiğini ileri sürer. Ruha teselli veren musikinin şiir yoluyla da aynı “ilâhî yolun yolcusu” olduğunu düşünür. Öz şairin sesinde, insana kaygılarını unutturacak, sükûn, teselli ve şifa verecek büyük bir tesir olduğunu belirtir. Kâinatla birleşerek vücuda getirilen şiire inanır. Arzın sürekli değişen levhalarının gören gözlere büyük şiir âlemleri açtığını söyler. Böyle anlarda en basit bir olayın bile, mucizevî bir duyuş yaratabileceğini belirtir. Japon şiirini örnek verir. Burada pencereye konan bir kuş ve ona bakan bir göz vardır.36 36 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 1944), s. 15. 18 Orhan Seyfi, Behçet Kemal Çağlar’ın kendisinin otuz yıl önce yazdığı “İlk Çarşaf” şiirini ele alarak kendinden öncekilerin, gençliklerinde birtakım harfendazlık yaptıklarını söylemesine karşı çıkar. Şiirde aşktan bahsetmenin bir kusur olmadığını belirten şair, vatanperverâne kasideler yazmanın da bir meziyet olmadığını hatırlatır. Şiir kötü olduğu için beğenilmeyişini anlayacağını fakat konu olarak çarşafı işleyişinin tenkit edilmesini kabul etmez. “Aşkın insan ruhunun hiçbir zaman lâkayt kalmadığı, bundan sonra da hiçbir zaman lâkayt kalamayacağı beşerî mevzulardan biri” olduğuna dikkati çeker. Her şairin mizacına göre değişik haller alabileceğine değinir. Fuzuli’nin gözyaşıyla, Nedim’in kahkahalarla aşkı işlediğini hatırlatır. Cenap Şehabettin’in “Piyano” şiirinin de tezyif edilmesine karşı çıkar. Behçet Kemal’in de dahil olduğu birçok şairin, kendi nesli içinde o kuvvette bir şiir yazamadığını iddia eder. “Piyano” şiirinin konu, şekil, ifade, tahassüs tarzı bakımından yeni olduğunu belirtir. Şiirdeki “piyano… ağlayan o” kafiyesinin bile yeni, güzel ve sürprizli olduğunu söyler. Cenap’ın musikiyi şiirle ifade ettiğine, nağmelerin lirizmini anlattığına değinir. O, bu yenilikleri yapmadığı taktirde Faruk Nafiz’in güzel manzume yazamayacağını, o güzel manzume yazmasaydı da Behçet Kemal’in ne kadar çalışırsa çalışsın millî sazla didaktik şiirler bile yazamamış olacağını hatırlatır. Şairlerin birbirlerine manevî borçlarla bağlı olduklarını vurgular. 37 Halit Fahri, şiirin “her şeyden önce bir his ve hayal mahsulü ve sonra musiki…” olduğunu söyler. Şair, ilham perisini çağırırken mutlaka ona renkten ve ahenkten bir kanat takacaktır. Şiirin mutlaka büyük hayallerden kuvvet alması 37 O. S. O., “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11. 19 gerekmediğini düşünür. Bazen en sade bir hissin dümdüz, iddiasız bir kaynaktan doğabileceğine inanır. Samimi olmasını ve ifadesinde bir asalet bulunmasını yeterli bulur. Bu bakımdan küçük Japon şiirlerini zarif misaller olarak gösterir. 38 “Şiir kavramının sunilikten, gözboyacılıktan ve her ne pahasına olursa olsun dikkati ve hayreti üste çekmek merakından değil, tabiî bir neşe ve ıstıraptan doğduğu sürece” lâyık olduğu etkiyi uyandırabileceğini savunur. 39 Yusuf Ziya, şiirin tıpkı “işlenmemiş elmas” gibi, sanatçının elinden geçmeden önce bir “ham madde” olduğunu ileri sürer. “Onu, bir veli sabriyle artist mizacının potasında eritecek, hamuruna karışan yabancı unsurlardan temizleyecek ve vezinle, kafiyeyle kanatlandıracaksınız.” der. Şiiri, sanatçı ıstıraplarından uzak, bir oluruna bağlayışla, “işlenmemiş bir ham madde halinde pazara çıkarmayı” doğru bulmaz.”40 Orhan Seyfi, “dilin, şiirin nescini meydana koyduğuna” inanır. Şairin eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkamadığı zaman, az çok tahmin edileni söylediğinde, dikkate alınmayacağını düşünür. Şair, zekâyla, şaşırtıcı bir atlayışla okuyucuyu aşabilir. Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünür. Çünkü şair okuyucudan daha güzel bir dille konuşmalı, onun görüşünden, buluşundan ileri geçmelidir. Okuyan “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.” demelidir. Şiirde kıtaların son mısraları gibi manzumenin son kıtasının da diğer kıtaları bir araya getiren, onları yeni bir lirizmle tazeleştiren kuvvette olması gerektiğini savunur. 41 38 39 40 41 OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4. OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiirde Espri”, S. P., 5126(12 Teşrinisani 1944), s. 4. Y. Z. O. “Şiirde Ham Madde”, Akbaba, 16 (22 Haziran 1944), s. 4. O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7. 20 Halit Fahri, şiirin “his, hayal ve ahenk ölçüsile tartılan bir şey” olduğunu belirtir. “Şiire asalet veren ahenk denen cevher” in ortadan kalkıp, şiire bir konuşma kolaylığının getirilmesini doğru bulmaz. Bununla nükteler, şakalar, tekerlemeler söylenebileceğini fakat şiir söylenemeyeceğini belirtir. “Eğer konuşma şiir olsa idi, hergün, on sekiz milyon Türk şiirden başka bir şey söylememiş olurduk.” der.42 “Şiir bir kıymettir.” diyen Orhan Seyfi, kıymetli şeylerin de nadir olduğunu belirtir. Gereğinden fazla şiirle dolu olan kitabın insana daha okumadan bıkkınlık vereceğini düşünür. Celâl Sılay’ın şiirlerini değerlendirirken şiirlerinin çoğu zaman “başka dilden nesir halinde tercüme edilmiş şiir” hissini verdiğini ileri sürer. Bunun aslında daha üstün bir cazibesi olduğuna dikkati çeker. Öz şiirin, cevher hâlinde olan şiirin bir rüzgâr gibi insanın içine dokunduğunu belirtir. Kendi dilinde ve nazım şekli içinde nasıl bir mucize olduğunun merak edildiğini söyler. Bu uçucu lirizmin mısra halinde, kafiyelerle bağlanınca klişeleşmesine; fevkalâdelikten çıkıp alelâde oluşuna değinir. İnsanın içinde hissettiği şiirin de kendi dilinde nazım kılığına girince böyle olduğunu düşünür. Klişe olmaktan kurtulmayı önerir. Şairin kuru realiteyi anlatmak isterken bile bir türlü saklayamadığı hayalden kanatları olduğunu savunur. Şairliğin de bu olduğuna dikkati çeker.43 1946’da, yaklaşık otuz yıldır “saf şiiri arama macerası” nın olduğunu söyleyen Halit Fahri, daha önceleri saf şiiri aramadan yapan şairler olduğunu belirtir. Fuzuli’nin, Yunus Emre’nin 42 43 mısralarında “o sesin, o billûr hıçkırığın” OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4. O. S. O., “Sonra? Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeniçağ, 11/1(13 Nisan 1946), s. 9. 21 bulunabileceğine işaret eder. Tanzimat’tan sonra yapılan şiir tariflerinde şiirin asıl özünü, cevherini teşkil etmesi gereken iç sesin anlaşılamadığını söyler. Buna sebep olarak “mısra-i berceste” kavramını görür. Bunun güzelliğinin nereden geldiğinin keşfedilemediğini, meselenin hayal ve his derinlikleri diye müphem zaviyelerde araştırıldığını; bu hayal ve hissin, bu gönül seslerinin şiire nasıl verilebileceğinin kavranılamadığını ileri sürer. “Çünkü henüz daha, şiirde musikinin, sadece sanat endişesile kelimelerin kulağa hoş gelecek bir tarzda seçilerek birleştirilmesi, aruzda efail tefaüle iyice uydurulması sayesinde sağlanabileceği kanaati hüküm sürmektedir.” der. Hece veznindeki musikiyi düşünür. O vezne o zamanlar değer veren olmadığı için üzerinde düşünülmediğini söyler. Şehabettin Süleyman’ın ortaya attığı Nayîlik hareketini hatırlatır. Bunun, şiirde iç sesleri yaratabilmek, Verlaine’ın “Her şeyden önce musiki.” diye nitelendirdiği değer, derunî ses nazariyesi olduğuna işaret eder. O zamandan itibaren bir değerlendirme yaptığında şiirin garip, maddeci ve kuru şekiller aldığını belirterek saf şiirin öldüğünü ileri sürer. Sonra içten içe ürpertilerle yazılmış şiirlerin de varolduğunu hatırlayarak bu defa da saf şiirin ölmediğini söyler. Bu tezada düşen şair, saf şiirin arandığını, özlendiğini belirtir. Sadece şekil düzgünlüğü, dil güzeliği, söyleyiş ustalığının yeterli gelmediğini savunur. (s. 5). Saf şiir konusunda fikirlerin karışık, izahların dalgalı olduğunu söyleyerek henüz hakikatın eşiğinde olunduğunu ileri sürer. (s. 6). 44 Şair, dünya değişse de her yerde şiirle karşılaşabileceğini söyler. Şiir ve şairin “tabiatın üstünde bir çağlayışla, bir tanrı musikisi gibi” her yerde ve her durumda insanlığın ruhunu okşayıp, sardığını belirtir. Şiiri bütün sanatların, dinlerin ve 44 OZANSOY, Halit Fahri, “Saf Şiiri Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6. 22 medeniyetlerin hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan mucizesi olarak görür. Şiirin sonsuzluğunu buna bağlar. Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını belirten şair, kaynağını öz samimiyetten, yürekten aldığı sürece yaşayacağını, yaşadıkça da derinleşip, genişleyeceğini düşünür. Bu açıdan şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır. İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına dikkati çektikten sonra günün yorgunluğu ve hayatın sıkıntılarından bir iki mısraın musikisiyle kurtulunabileceğini belirtir. 45 Şiirde realizm arayan iddiayı bir dereceye kadar haklı bulan Halit Fahri, Mehmet Akif’i örnek gösterir. Safahat’taki şiirlerin realizmle dolu olduğunu, Rübab-ı Şikeste’nin de üçte ikisinin gündelik hayatın herkesçe tanınan neşe ve kederlerinden, özellikle kederlerinden, oluştuğunu belirtir. İçtimaî değeri olan bu şiirlerin doğru oldukları için halk içinde Haşim’in şiirlerinden daha çok tanındığına dikkati çeker. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”, koyu lisanına rağmen, fikirleri bütün bir kitle tarafından derhal kavranan vatan ve hürriyet mefhumunu içerir. Piyale’deki iç şiirlerden daha fazla okunuşunu buna bağlar. “Fakat bunun böyle olması, bütün şiir mefhumunu yalnız mukadder duygular etrafında örmek neticesine vardıramaz.” diyerek bunların içtimaî şiir olacağına, değerlerinin çoğu zaman didaktik bir değer olacağına dikkati çeker. Şaire göre “Şiiri bir fikre, bir teze, bir içtimaî harekete, bir siyasete vasıta saymak, onu, doğrudan doğruya, üç senelik, beş senelik, en fazla elli senelik bir plân gibi telâkki etmektir.” Günlük hayatta şiir olduğunu söyleyerek bu konular içinde “alelâde” den kurtulabilmeyi hüner kabul eder.46 45 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308 (22 Şubat 1947), s. 5. 46 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 6. 23 Orhan Seyfi, “güzel şiirin ayırıcı vasfının her an için ter ü taze kalışı” olduğunu söyler. Bu sırrı bilen şairin, eserini zamanın etkisinden koruyacak mucizeyi bulduğunu belirtir. Şiir hiç bitmeyen bir ruh usaresiyle canlılığını korur. Bu sanat eserine istenilse güzel, istenilse yeni denebileceğine değinir. “Ne kadar güzelse o kadar yenidir, ne kadar yeni ise o kadar güzel!” der. Yeni olmadan güzel olunamayacağını ileri sürer. Zamanında beğenilen eserin, daha sonra beğenilmeyişini artık yeni olmayışına, Nedim’in beğenilmesini hâlâ yeni oluşuna bağlar. Yeni bir terkip ortaya koymadan, güzel eser yaratılamayacağına inanır. Şiirin yeni olmayan tarafının ya taklit ve tekrar ya da bir hezeyan olabileceğini söyler. 47 Yusuf Ziya, “güzel sanatların en vefasızı” dediği şiirin, ancak çok güzel olduğunda kendisine güzel geldiğini belirtir. 48 “Şiir öyle bir şey ki ancak çok güzeli, güzel oluyor.” diyen şair, kendi şiirlerinden seçme yaparak küçük bir cilt yapmak istediğini, fakat o kadar şiirinin çıkmadığını söyler. Kendini bile memnun edecek kadar başarılı olamadığını, böyle bir durumda ısrar etmenin manasız olduğunu belirtir.49 Şiirin izahının çok defa ondan ayrı bir şey olduğunu belirten Orhan Seyfi, bazen şiirden de güzel olabileceğini, ama şiir olamayacağını söyler. Şiirin güzelliğini başkasının yardımıyla anlatabilmesini hoş bulmaz. 50 “Şiir, bahar gibi havada 47 ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Üzerine Konuşma”, Hisar, 1(16 Mart 1950), s. 4. Akşam, “Yusuf Z. Ortaç’la Bir Konuşma: Hececi Şairlerden Ne Kaldı?”, Akşam, 12733(15 Mart 1954), s. 5. 49 UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, L&M Yayınları, (1. baskı), İstanbul, 2004, s. 147. [“Güzide Ortaç Yusuf Ziya’yı Anlatıyor”, Cumhuriyet, 18 Haziran 1954’te yayınlanan yazıda bu bölüm yer almamaktadır.] 50 ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2. 48 24 yaşayan bir şeydir, gönüllerden gönüllere sirayet kudreti vardır. Onu başkalarından bile öğrenmeye pek muhtaç değiliz.” der.51 Sağlam şiirin eskisi yenisi olmayacağını söyleyen Faruk Nafiz, “Eski kubbeler var ki, asırlarca zelzelelere mukavemet ediyor; yeni temeller görüyoruz ki, tekerleklerin sarsıntısından çatlamaktadır.” der.52 Şiirin “realizme düşme” sini doğru bulmayan Halit Fahri, bir “asalet” i olması gerektiğini savunur. Realizm iddiasıyla küfür haline gelmesini, “idrar” ın şiire girmesini istemez. Şiire müzik, ahenk, ruh konmasını ister. 53 “Şiir, bir şair mizacı altında hayata bakmaktır.” diyen Orhan Seyfi, fotoğrafla resim arasındaki dehayı vücuda getiren farkın şiirde de olduğunu söyler. Sanatçının şahsiyetini taşımayan, basit, hiçbir hüneri ve marifeti olmayan sözlerin sanat eseri telâkkisi veremeyeceğini belirtir. Bazı şairlerin realiteyi işleme adına “yavan bir tarzda konuşmayı” mesleklerinin özelliği saydıklarını hatırlatır. Yahya Kemal’in şiiri, “kelimeleri seçmek ve şahsî bir hünerle dizmek sanatı” görüşüne katılır.54 Yusuf Ziya, Nevzat Gözaydın’a yazdığı (3 Haziran 1961) tarihli mektupta, şiiri çok sevdiğini ama çok korktuğunu belirtir. Güzel bir musikinin güzel olduğunu, 51 O. S. O., “Şiir Mükâfatı”, Zafer, 2422 (28 Eylül 1955), s. 2. “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Ses , (Kon.: Gülgûn SEDEF) (11 Kasım 1955), s. 5. 53 “Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon.: Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11. 54 “Sanatçılarla Konuşmalar: Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, (Kon.: Mutafa BAYDAR), Varlık, 502(15 Mayıs 1959), s. 10. 52 25 severek dinlendiğini; güzel bir resmin güzel olduğunu, asılıp zaman zaman bakıldığını düşünür. “Fakat, güzel bir şiir güzel değildir. Çok güzel bir şiir güzeldir. Onu yapmak için yarı Tanrı olmak lâzım.” der ve bu inançla şiiri bıraktığını, “büyük sevgilisine ihanet etmediğini” söyler. 55 Şiirin “en iddiasız adamı” olduğunu söyleyen şair, bu “büyük iş” e gücünün yetmeyeceğini düşünür. Yıllardır yeni denemelerle kendini zorlamayışını “güzel şiire, büyük şiire, tanrısal şiire duyduğu erişilmez saygı” yla açıklar. Bir Rüzgâr Esti’de yirmi yaşının çabaları olduğunu belirtir “Eğer yarının büyük heykelini yapacaklara biraz kum, biraz taş hazırlayabildimse, bahtiyar olmama yeter... Yarım yüzyılın gerisinde, mısralar kalıbına bugünün Türkçesini dökmeyi küçümsemezsiniz sanırım.” der. 56 Şair, Nevzat Gözaydın’a yazdığı (18 Ocak 1963) tarihli mektupta ise şiirde “iç” le “dış” ı birbirinden ayırmadığını belirtir. Güzel bir duygunun, güzel bir düşüncenin, güzel bir şekil içinde daha da güzelleşeceğini söyler. Önce karar vererek şiir yazılamayacağını savunur. “Şiirde his’de, hayal’de, düşünce de bulunur... Bunların terazisi yoktur. İlâç gibi, altın gibi titizlikle tartışılmaz. Daha çok şairin mizacına ve seçtiği konuya göre değişir.” Şiirin bir bütün olduğunu, Divan şiiri gibi beyit beyit olmadığını belirtir.” 57 Şiirin “aşk gibi gençlik işi” olduğuna inanan Faruk Nafiz, gençlikten gençliğe fark olduğunu, her neslin aşk anlayışının bir olmadığını belirtir. Aşk anlayışı farklı 55 GÖZAYDIN, Nevzat, “Ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T. D., 423 (Mart 1987), s.169. 56 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti..., Yeni Matbaa, İstanbul, 1962, s. 3. 57 GÖZAYDIN, Nevzat, “Ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T. D., 423(Mart 1987), s. 172. 26 olunca şiir anlayışının da farklı olacağını düşünür. Hangi devrin aşkı daha sürekliyse o devrin şiiri daha çok yaşayacaktır. “Her devir ve şiirde, âşık aşkı ve heveskâr da hevesi nisbetinde bir ömür sürer.” der. Şiirin en güç sanat olduğunu ve ciddiye alınması gerektiğini savunur.58 Şiirin “büyük bir soluk işi” olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, güzel sanatların en güç dalı olduğunu düşünür. Hoş bir müziğin, bir dahinin sesi olmasa bile zevkle dinlenebileceğini; orta bir ressamın elinden çıkmış güzel bir tablodan hoşlanılabileceğini belirterek şiirde durumun değiştiğine dikkati çeker. Ona göre orta güzellikte, hatta ortanın üstünde bir şiir güzel değildir. Ancak çok güzel şiirin güzel kabul edilebileceğini ileri sürer. Bundan ötürü de şaire “kahraman bir fedai” diye bakılabileceğini belirtir. 59 Orhan Seyfi, edebiyatın, özellikle şiirin, şifahî bir sanat olduğunu; yazılı oluşunun daha sonradan geldiğini belirtir. İlk şairlerin şiirlerinin, Homeros’un İlyada’sının da, böyle olduğunu söyler. Ancak hayatiyet kuvveti olan şiirlerin hafızadan hafızaya geçerek yaşayabileceğini ileri sürer. Değerine göre ebediyete kadar yaşayacağını düşünür. Kendilerinin de şiirleri böyle değerlendirdiklerini söyler. Şiir için yapılan “Darası alınmış söz.” tarifini hatırlatır. Şairleri karşılaştırırken bu ölçünün kullanılmasını önerir. Bunun sonucunda istenilen cevap alınacaktır. Hafızalara nüfuz edenlerin aranmasını ister. Bundan çıkacak sonucun asıl 58 “Sevilen Sanatçılarla Konuşmalar- Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Ümit Yaşar), Yelpaze, 563(27 Mart 1963), s. 13. 59 “Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon.: Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar ilâvesi), 4845(24 Kasım 1963) s. 10. [BELLİ, Şemsi, “Ortaç Ustanın Ardından”, Akbaba,12/16 (12 Nisan 1967), s. 4.] 27 değerler olduğunu savunur. Eserlerin mevzuları, tipleri, kahramanları, hatta sözleriyle hatırlandığını, bu ölçünün “yanılmaz” ve “tarafsız” olduğunu ileri sürer. 60 Halit Fahri, 1950 yılının edebiyatını değerlendirirken edebiyatın o günkü çehresine bakıldığında, içinde “bir üzüntü, küskünlüğe benzeyen bir eza” duyduğunu söyler. “Genç, yeni şiir” pürüzlerini henüz temizleyememiştir. Bunun yanında birkaç yıl önceye kadar devam eden bolluğun olmamasına sevinir. “Zira, şiirin cevheri nedretindedir. Kafilelerle şairlerin türediği bir devirden sonra, bir duraksama, bazan çok hayırlı neticeler verebilir.” diyerek bunun hakiki hünerlerin ve hünerverlerin her bakımdan lehine olduğunu söyler. Halit Fahri bu durgunluğun böyle bir ıstıfaya gidip gitmediğinin meçhul olduğunu düşünür. “Gerçek ve sosyal davalar peşindeyiz, cemiyetin nabzını ve ruhunu yokluyoruz, oradan sesler ve levhalar getiriyoruz diye öğünen bir kısım genç şairlerin tezleri, bu mevzularda ortaya koydukları eserlerle pek isbat edileceğe benziyor. Realist olmak iddiasile şiiri gittikçe yavanlaştırmak ve his, hayal kıymetlerini, bilerekten yahut başka türlüsünü yapmağa kudret bulamamaktan doğan bir zaafla inkâr ederekten boy boy manzumeleri, iyi pişmemiş, hamur kalmış francalar gibi fikir ve edebiyat piyasasına sürmek – Ne kadar yeni şiir ve sürrealizm iddialarına zırh gibi bürünülse de –artık bir zamanki tesirlerini uyandıramıyor.” Buradan yola çıkarak öze ve samimi olana değer veren okuyucu kitlesinin belirmeye başladığını söyler. Ona göre “ Şiir yolu ya dünün acayip tekrarından yahut kendini arayıştan kurtulmuş değildir. Yahya Kemal’e karşı duyulan sonsuz 60 OZANSOY, Gavsi, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli?- Orhan Seyfi Orhon”, Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5. 28 hayranlık hissi bile, bazı ruhlarda, can sıkıcı hisler uyandırmaktan geri kalmamaktadır.” Herkesin yeni, özlü başka bir şey istediğini söyler. Hâlâ o sanatçının aranmakta olunduğunu ekler. (s. 8). 61 Orhan Seyfi, Peyami Safa’nın bir zamandan beri yeni şairlerin manejeri olduğunu düşünür. Kendisinin şairlerden ziyade şair olduğu için, bazen dayanamayıp şiiri izah ettiğini belirtir. “Şiirin izahı çok defa ondan ayrı bir şeydir. Bazen, şiirden güzel de olabilir. Ama, o şiir olmaz!” der. Şiir için çok doğru gibi görünen sözlerin şairlere hiçbir şey ifade etmediğini, boş bir iddiadan ibaret kaldığını söyler. 62 Halit Fahri, filozof, şair ve estetikçi olan Jean-Mari Guyau’nun görüşlerinden yola çıkarak kendi şiir anlayışını ortaya koyar: “Jean-Mari Guyau; “Ortada, sadece estetik heyecanın itiyad saikasile yıpranmış olmasından dolayı, bize ekseriya en az şairane gelen şeylerde şiiriyet bulmak mesele değildir. Adeta her kaldırım taşını saymışım gibi, hergün geçtiğim sokakta şiir vardır; fakat herhangi ekzotik bir memleketin bir köşesindeki küçük bir İtalyan yahut İspanyol sokağında bu şiiri kendime hissettirebilmekliğim daha güçtür.” Bu izahı kısa ve çok canlı bulan şair, “O halde anlaşılıyor ki, lâzım olan, solgun ihsaslara tazelik vermektir, yahut yine Guyau’nun dediği gibi hergünün hayatı gibi eski olan şeyden yeniyi bulmak, mutadın içinden hiç beklenmiyeni çıkarmaktır.” der. Halit Fahri, bugünkü şiir anlayışının Guyau’nun tarifine uyduğunu belirtir ve devam eder: “Her günkü hayatımız içinde eskiyi yeni mutad olanı hiç 61 62 OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Durgun Suyun İçinde”, S. P., 1649, (6 Kasım 1950), s. 4, 8. ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188 (31 Ocak 1955), s. 2. 29 beklenmedik tarza sokarken 63 [Devamı “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10” dadır.]. birtakım şairlerde, hattâ bazan en meşhurlarında gördüğümüz gibi, her şeyi söylemekten sakınmalıyız. Bu kadar teferruat üstünde duruş, ancak zaman ve hikâyenin realizmine uygun düşebilir. Şiirde ise yalnız birkaç noktayı işaretle geriye kalanı okuyucuya telkin etmek lazım gelir. Ta ki, herkes aynı levha veya hadise etrafında (bunlar bu kadar basit olsalar da) kendi zevklerine göre bir âlem inşa edebilsinler.” 64 Şiiri “zorla, sunî görüşlerle uyandırmayı” gereksiz görür. Samimi olunmasını ister. Hayal ve kelime hokkabazlıklarıyla gözbağcılık etme hevesine kapılmamayı ister. Gönülden teslim olunduğunda şiir kendini verecektir. İnsanın esir olmamalıdır. Bu esaret maddî olanaklarla giderilemez. Çok zengin insan da kendi servetinin esiri olabilir. İnsan “üstüne yağan tabiat zenginliği” ni fark etmelidir. Tabiata ruhlarını değil sadece vücutlarını taşıyanlar da onun zenginliğini göremeyecektir. Çünkü bunlar tabiata sadece vücutlarını taşırlar, ruhlarını değil. Böyle insanlar içten hazırlıklı değillerse tabiata nüfuz edemezler. Tabiattan haz duyanların hulyadar olanlar olduğuna dikkati çeker. Bunlar her levhayı, her tabiat köşesini özümserler. “Aşk” duygusunun da insanı şair yapacağına değinen şair, bunun en ucuz, en kolay şiir olduğunu düşünür. Böylelerinin en bayağı bir aşkla bile kolayca etkileyebileceklerini söyler. Kolaylığın büyük sanat olmadığını savunur. İnsanın aşk duygusuyla az çok, miskin hislerin üstüne çıktığını, bunun için de en basit bir insanın bile ulvileştiğini söyler. Bu yolun tehlikeli olduğunu hatırlatır. Çünkü mehtap safaları, mandolin nağmeleri, serenatlar şiiri bugün yeni görünemeyebilir. Aşkın 63 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, SF-Uyanış, 2407-722, (8 Birinci Teşrin 1942), s. 249. 64 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10”, SF-Uyanış, 2408-723, (15 Birinci Teşrin 1942), s. 261. 30 harikûlâdesinin de olabileceğini hatırlatarak böyle aşkların çok nadir olduğuna dikkati çeker. Halit Fahri, sadece heyecanlı, hararetli bir hayatın insan ruhunda coşkunluk uyandırdığı zannının yanlış olduğunu vurgular. En muntazam, en tatlı bir hayatın en derin ve en ince bir hayat olabileceğine inanır. “İtiyadın görünmez altın örgülerle ördüğü böyle böyle bir hayatın içinde ruhlar birbirini tamamlar ve karşılıklı heyecana düşerler.” der. Daha sonra keder ve derde değinir. Basit insanların şiddetli ıstıraplar duydukları halde, bu ıstıraplarının derin olmadığını ileri sürer. Hisli insanların, hissettikleri şeylerin hiçbir parçasını feda etmediklerini belirtir. Bunların duydukları ıstırapların silinmediğini, aksine derinleştiklerini, hatta sonunda bir sanat eseri haline geldiklerini söyler. Şair, ruhun derinliğini neşe kadar kederin de zenginliğine borçlu görür. Basit insanın hiçbir şey yaratamayacağını ileri sürer. O kendinden başka büyük olarak hiçbir şeyi sevmemektedir. Kendi içine kapatılmış bir mahpustur. Hayatın hergün yeniden keşfedilebileceğine inanan şair, keşfedilecek yerin insanın kendi içi olduğunu savunur. İnsan bakmayı bildiği müddetçe, sevdikçe ve hayran oldukça çok yakınında olan bu cihanı bulabilir. 65 Faruk Nafiz, Sabahat Emir’le yaptığı konuşmada “Şiir bir hissin ifadesi demektir. Bence gerçek şiir duygu olmalıdır.” der.66 “Yeniliği gayr-i tabiî olmaması” şartıyla şiirde yeni cereyanlara taraftar olduğunu belirtir. 67 65 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar Altında Doğar?”, Barış Dünyası, 12(21 Nisan 1944), s. 15. 66 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR),Türk Edebiyatı Dergisi, 14(Şubat 1973), s.23. 67 YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı- Hâtıraları- Şiirleri, s. 90. [ÖZDEŞ, Oğuz, “Bizim Caddeden Portreler”, Hafta, (5 Mayıs 1950). 31 Orhan Seyfi, şiirin sadece ilham eseri olmadığını, uzun bir çalışmayla meydana gelen güç bir sanat olduğunu belirtir. İyi bir şair olmak için özel bir yeteneğe sahip olmakla beraber, yıllar boyu çalışmanın gerektiğini söyler. Bundan dolayı her şairin yazılamamış, başlanmış ama tamamlanamamış şiirleri olduğunu hatırlatır. “Kısaca şiir, sanatkârane bir çalışmayla, büyük bir hassasiyet ve dikkatle, üzerinde kelime kelime uğraşarak meydana getirilen güç bir sanattır.” der. İlk adım olarak nesre hiç benzemeyen, ahenkli bir söyleyişle, bir mısra kompozisyonuyla başladığını belirtir. Bunun içinde resim, müzik, süsleme sanatları, şiirin mimarîsini meydana getiren bir şekil güzelliği olmalıdır. Kelimeler hünerle seçilip yerlerine konmalıdır. Daha sonra şairin kendi dünyasının his, hayal ve düşünüşleri ilhamın yardımıyla yerlerini alırlar.68 Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünen Orhan Seyfi, sadece ilhamın yeterli olmadığını, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır yazılabileceğini söyler. Şiirin temiz bir dille mükemmel bir şekilde ortaya konulmasını; okuyanın seviyesini aşmasını ister. Halit Fahri, kısa ve canlı birkaç mısraın, insanın ruh hâlini kuvvetle göstereceğinden, daima yaşayacağına inanır. Şiirin terkibî, yekpare mısra içinde canlanacağını savunur. Duyulan hisleri ifade edecek ruha bürünmelidir. Şiirin en büyük değerinin kendisinde aranması gerektiğine inanır. Edebiyat, edebiyat olduğu için kendi kuvvetiyle varolabilmelidir. Şiirin her şeyden önce his ve hayal mahsulü sonra da musiki olduğuna belirtir. Ahenkli bir şiir, en garip fikirleri bile zihne yerleştirebilir. Bu sanatla az ve öz sözün manasız hitabet sağanaklarından daha 68 ORHON, Orhan Seyfi, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 52. 32 değerli olduğu anlaşılmıştır. Güzel bir şiirin göstergesinin samimiyet ve ifade güzelliği olduğunu söyler. Şiirde şahsî ruhun olmasını ister. Taşıdığı zevk orijinal olmalıdır. Kâinatla birleşerek vücuda getirilen şiire inanır. Dünya değişse de her yerde şiirle karşılaşılacaktır. Sonsuzluğunu, her yerde ve her durumda insanın ruhunu okşayıp sarmasına bağlar. İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına inanır. Yusuf Ziya, güzel sanatların en vefasızı dediği şiirin en ancak çok güzel olduğunda amacına ulaştığını düşünür. Başa değil kalbe hitap eden şiirin güzel sanatların en güç dalı olduğunu savunur. İlk mısraının ilk kelimesinden son mısraının son kelimesine kadar bir bütün olmasını ister. Faruk Nafiz, şiirin çok güç bir sanat olduğunu ve ciddiye alınması gerektiğini savunur. Şiirdeki hususiyetin tabiî olarak temin edilmesini ister. Samimiyetsizliği şahsiyetsizlikle eşit görür. Beş Hececiler, şiirin en güç sanat dalı olduğu düşüncesinde birleşirler. İlhamın varlığını kabul etmekle beraber fedakârlığı ve çalışmayı esas kabul ederler. Şiirin bir duygu, bir aşk işi olduğuna inanan şairler, samimiyeti ölçü olarak kabul ederler. a) Konu Şiirin herşeyden önce hissiyatı ifade ettiğini söyleyen Halit Fahri, “içtimaî bir fikri savunmak için yazılan manzumelerin bir başmakalenin nazma sokulmasından başka bir şey olmadığına” dikkati çeker.69 “Sanatta mevzuun ehemmiyeti ancak tarz-ı teblîğ ve ifadesindeki hususiyet ie ölçülebilir.” diyerek mevzuun başlıbaşına bir değer olmadığını, bir vasıtadan ibaret olduğunu ileri sürer. Esas olanın şekildeki yenilik ve hususiyet olduğunu söyler. 69 Halit Fahri, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânunievvel 1335/ 13 Kânunievvel 1919), s. 2. 33 Bundan mahrum olan eserlerin bir zaman beğenilseler bile unutulmaya mahkûm olduklarını düşünür.70 Rustaî “pastoral” şiir üzerinde dururken tabiatın sanat için “kat‘î ve ebedî bir ilham kaynağı” olduğunu belirtir. Sanatçının tabiatı gerçek anlamda göremediği zaman, ya yapma, soğuk bir eser meydana getireceğini ya da onu büsbütün ihmal edeceğini ileri sürer. Hergün bin türlü levhayla insanın karşısında duran “tabiat” güzelliklerinin ancak ferdî bir bakışa sahip olunduğu zaman görülebileceğine inanır. Aksi taktirde eser adi bir taklitten ibaret kalacaktır. Şair, bazı tenkitçilerin rustaî şiirin daha çok “medeniyetlerin inkıraz veya ihtilâl zamanlarında, insanlar için bir sükûn menbaı” olduğu iddialarına tamamen katılmaz. Ona göre insan kalbi her zaman tabiat içinde teselli, şifa aramaya muhtaçtır. Kır hayatını terennüme lâyık bir mevzu olarak görür. (s. 232). İlhamını tabiattan almayan edebiyatların her zaman cılız ve kansız kaldıklarını söyleyerek rustaî şiirin en solgun edebiyatlara bile kısa zamanda kuvvet verdiğini savunur. (s. 233). 71 Konunun, “edebiyatın her nevinde fikri ve hisleri ifade edecek bir vasıtadan başka bir şey olmadığını” belirtir. Ona göre esas olan lisandır. 72 Faruk Nafiz kendisiyle yapılan bir konuşmada, “Sizce şiir nedir ve onda gayeniz?” sorusuna, “Şiir hakkında on sene evvelki telâkkimle bugünkü kanaatım arasında hiçbir münasebet yoktur. Kimi yalnız vezin, kafiye ve kelimenin âhenginden vücuda gelmiş bir musikiyi şiir için kâfi görüyor. Mevzuu fazla, lüzumsuz ve değersiz buluyor. Kimi de vücudu tutan iskelet gibi, mevzuun şiirdeki lüzumuna kani.. Ben 70 Halit Fahri, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-i Sabâh (edebî nüsha), 22(8 Kânunisani 1336/1920), s. 2. 71 Halit Fahri, “Rustaî Şiirler”, Servetifünun, 1450((18 Mart 1336), s. 232-233. 72 Halit Fahri, “Yanardağ”, Servetifünun, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147. 34 şiirde yalnız mevzuun değil, hattâ müddeanın bile kıymetini kabul ediyorum. Müddea, bence, şiirde bir hedeftir, bir gayedir.” 73 diye cevap verir. Halit Fahri, “Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan sonra edebiyatta hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de sevdiği cevabını verir. Şiirin romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve terennümler şeklini almasının mümkün olmadığını söyler. Kısa ve canlı birkaç mısraın insanın ruh halini kuvvetle göstereceği için daima yaşayacağını belirtir. Şiirin özellikle terkibî, yekpare mısraın içinde canlanacağını savunan şair, serbest nazım örneklerinin “havaya savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar yaprakları” ndan farklı olmadıklarını ileri sürer. Zamanın bunları çabuk çürüteceğini söyler. Şiirin duyulan hisleri ifade edecek ruha bürünmesini de ikinci önemli şart olarak görür. (s. 151). Bugünkü şairlerin Recaizade Ekrem, İsmail Safa gibi kuşa, bülbüle, karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitap etmelerinin garip olacağını hatırlatır. Her eserin kendi zamanının hislerine cevap verdiği için böyle duyguların yavan geleceğini ileri sürer. “Bugünkü şair, bugünkü romancı ve temaşacı gibi ancak bugünkü şeniyeti eserinde tesbit edebilendir.” diyerek mevzuun şiirde de önemli olduğunu söyler. En saf ve en ibtidaî duyguların bile yeni bir şekle bürünerek bugün dahi şiire girebileceğini savunur. Bunun herşeyden önce bir sanatçı meselesi olduğuna dikkati çeker. (s. 160).74 Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen Halit Fahri, o heyecanın derin veya basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman fikrin 73 YÜCEBAŞ; Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı-Hatıralar-Şiirleri, s. 75. [Cumhuriyet, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, (20 Ekim 1928).] 74 Sehap Nafiz, “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, Servetifünun, 1877-192, (14 Ağustos 1932), s. 150-151, 160. 35 derinliğiyle hissin enginliğinin derece derece yükseleceğini söyler. Ona göre her yükseliş, adi vuzuhtan renkli bir müpemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak şairin musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. 75 Edebî eserin başarısının üslûbundan, tahkiyesinden önce “mevzuun yeniliği, canlılığı” ndan elde ettiğini ileri sürer. Yazılışındaki ustalığın ayrı olduğunu söyler. “Bütün san‘at eserlerinde aranması lâzım gelen üslûp bile, bazen bir mevzuun canlılığı önünde ikinci plânda aranabiliyor.” der. Edebiyatta mevzuya önem vermeyenlerin ne dereceye kadar haklı görülebileceğini merak eder. Üslûbun şart olduğunu fakat hepsinin uslûptan da ibaret olmadığını belirtir. Edebiyatın yeni bir tahassüs ve tefekkür ufku açmadıkça unutulacağını düşünür. Çok kuvvetli bir orijinalite aynı kudrette bir ifade kuvvetiyle birleştiğinde yarınından emin olunur. Edebiyatta, eskiden olduğu gibi, sadece üslûbuyla yaşayan eserler olduğunu da hatırlatır. Şiir, roman veya temaşa eserlerinde mevzuun da teknik ve üslûp kadar ve bazan onlardan bile üstün bir değeri olduğunu ileri sürer. “Mevzu her şeydir.” diyerek mevzuu önemsememeyi haksız bulur.76 Orhan Veli’nin “Vesikalı Yarim” adlı şiirine değinirken şairin zevkine karışılmamasını, onun da “vesikalı” sını sevdiğini söyler. “Baudelaire” in bir şiirinde anasına küfrettiği halde bunun onun büyük bir şair telâkki edilmesini engellemediğine dikkati çeker. Orhan Veli için “Bu çocuğun da “Vesikalı Yârim” diye şiir yazması şairliğine mani olmaz herhalde..” der. Her mevzuun şiire girebileceğini söyleyerek estetik bir şey yapabilmenin önemli olduğunu vurgular.77 75 OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16 Haziran 1939), s. 7. 76 OZANSOY, Halit Fahri, “Eser ve Mevzu”, Son Posta, 3195(22 Haziran 1939), s. 7. 77 ,“Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, (Kon.: Nusret Safa COŞKUN), S. P., 3650 (24 Eylül 1940), s. 7. 36 Celâl Sılay’ın “Şiir Mevzu Mudur? Detay Mıdır?”sorusuna “Mevzu!” cevabını vermesi üzerine bu cevaptan hoşlanmayan Celâl Sılay “Detayyy?” cevabını vermiştir. (s. 3/1). Mevzuun, bütün ayrıntıları içinde bulunduran bir çekirdek olduğunu söyleyen şair, mevzuu mevcut değil farzederek sadece ayrıntılardan bazılarını ortaya atmaya bir anlam veremez. Ayrıntıyı seçerken de “muhakkak bir mevzuun, bir ruhî haletin, bir anın, bir levhanın içinde” olunduğunu düşünür. (s. 4/1).78 Şiirin mevzularının nerede başlayıp nerede bittiği sorusunu gereksiz bulur. Her olayın şaire mevzu oluşturabileceğini düşünür. Toplumda yaşayan insan gibi tabiat içinde yaşayan münzevinin de ayrı zamanlarda ayrı olaylarla karşılaştığını; böylece ilhamının sürekli yenileştiğini söyler. 79 Şiirde “şahsî ruh” un olmasını ister. Şiirin taşıdığı zevkin orijinal olması gerektiğini söyler. Şiirlerin “şiir değil, şiir olabilecek bir gerçeğin iskeleti” görünümlerini doğru bulmaz. Onun “eti, kemiği, ateşli kanı, gözleri ve ruhları çeken görünüşü, Tanrı dili gibi çağlayacak musiki” si olması gerektiğini savunur. Günlük olayları, harp, zabıta, kaza haberlerinden ibaret olan anlatımın şiiri doğuramayacağına inanır. “Ruha çalkantı vermeyen hiçbir hâdise bir şiire kaynak olmamaz.” der.80 Daha küçük Japon şiirlerini hatırlatarak mutlaka büyük hayallerden kuvvet alması gerekmediğini söyler. Güzel bir hissin iddiasız bir kaynaktan da doğabileceğini belirtir. Önemli olan samimiyet ve ifadedeki “asalet” tir.81 78 OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, S. P., 4318 (15 Ağustos 1942), s. 3/1, 4/1. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 11”, Servetifünun-Uyanış, 2410-725, (29 Birinci Teşrin 1942), s. 287. 80 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 19449, s. 15. 81 Son Posta, 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4. 79 37 Sanat eserinin iki yapısı olan form ve muhtevanın birbirine bağlı iki değer olduğunu düşünür. Güzel bir şeklin güzel muhtevadan doğacağını ileri sürer. Çok kısa satırların da derin ve engin mana duyguları içerebileceğini belirtir. 82 Halit Fahri, şiirde realizm arayan iddiayı bir dereceye kadar haklı bulduktan sonra Mehmet Akif’i örnek gösterir. Safahat’taki şiirlerin realizmle dolu olduğunu belirtir. Ona göre Rübab-ı Şikeste’nin de üçte ikisi gündelik hayatın herkesçe tanınan neşe ve kederlerinden, özellikle kederlerinden oluşmuştur. İçtimaî değeri olan bu şiirlerin doğru oldukları için halk içinde Haşim’in şiirlerinden daha çok tanınmıştır. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi”, koyu diline rağmen, fikirlerinin bütün bir kitle tarafından derhal kavranan vatan ve hürriyet mefhumunu içerir. Piyale’deki iç seslerinden daha fazla okunuşunu buna bağlar. “Fakat bunun böyle olması, bütün şiir mefhumunu yalnız mukadder duygular etrafında örmek neticesine vardıramaz.” diyerek bunların içtimaî şiir olacağına, değerlerinin çoğu zaman didaktik bir değer olacağına dikkati çeker. Şaire göre “Şiiri bir fikre, bir teze, bir içtimaî harekete, bir siyasete vasıta saymak, onu, doğrudan doğruya, üç senelik, beş senelik, en fazla elli senelik bir plân gibi telâkki etmektir.” Günlük hayatta şiir olduğunu söyleyerek bu konular içinde “alelâde” den kurtulabilmeyi bir hüner kabul eder.83 Orhan Seyfi, şiirde fikir bulunup bulunmaması konusunda “Nesrin mantığı içinde mevcut olan fikir, şiirde aranmaz. Ancak, fikrin, heyecan ve his içinde bizi duygulandıranı şiirin unsurudur.” der.84 82 “Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF –Uyanış, 2439 (16 Eylül 1943), s.1. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 6. 84 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 7. 83 38 Eserde konuyu başıbaşına bir değer olarak görmeyen Beş Hececiler, her mevzuun şiirde işlenebileceğini düşünürler. Sanat eseri mutlaka büyük konulardan doğmaz. Önemli olan konu değil, onu işleyiş şeklidir. Orhan Seyfi, nesirde olabilen fikrin şiirde aranamayacağını savunur. Halit Fahri de başlıbaşına bir değer olmadığını vasıta olduğunu düşünür. Esas olanın şekildeki yenilik ve hususiyet olduğunu söyler. Konunun vasıta olduğunu esas olanın lisan olduğunu savunan şair, daha sonra önemli olduğunu belirtir. Daha sonra da eserin başarısının üslûbundan önce “mevzuun yeniliği, canlılığı” ndan elde ettiğini savunur. Konuyu önemsememeyi doğru bulmaz. Estetik olmak şartıyla her konunun şiirde işlenebileceğini düşünür. Ruha çalkantı vermeyen olayların şiire kaynak olamayacağını söyleyen şair, daha sonra güzel bir hissin iddiasız bir kaynaktan da doğabileceğini belirtir. Samimiyet ve ifadedeki asaleti esas tutar. Güzel bir şeklin güzel bir muhtevadan doğacağına inanır. Faruk Nafiz ise şiirde sadece konunun değil, müddeanın bile değerini kabul eder. Müddeanın hedef, gaye olduğunu söyler. Beş Hececiler şiirde konunu yerinin ne olduğu hakkında ortak bir görüşte birleşemezler. Zaman içinde tercihleri değişir. b) Şekil Halit Fahri, “Sanatta mevzuun ehemmiyeti ancak tarz-ı teblîğ ve ifadesindeki hususiyet ie ölçülebilir.” diyerek mevzuun başlıbaşına bir değer olmadığını, bir vasıtadan ibaret olduğunu ileri sürer. Esas olanın şekildeki yenilik ve hususiyettir. 39 Bundan mahrum olan eserler bir zaman beğenilseler bile unutulmaya mahkûmdurlar.85 Faruk Nafiz, manzumelerin neden başlayıp neden bittiğinin açıkça anlaşılması gerektiğini düşünür. Son mısraların da kuvvetli olması, başladığı kuvvette bitirilmesi gerektiğine belirtir. Mısraların “şairin hevesi geldiği zaman bir iki satır daha ilâve edilmesi için altı açık bırakılmış gibi” olmamalarını ister. Gayet güzel bir manzumenin birdenbire dağılmasını, şairin “kafiyeyle veznin istediği yere gitmesini” doğru bulmaz.86 Orhan Seyfi, Nazım Hikmet’in eserlerinin şekil tarafını ele alırken onun vezni ve bilinen nazım şekillerini terkederek şiirlerini klişelikten kurtardığını söyler. Buna karşılık eserlerindeki dağınıklığa dikkati çeker. Sanatın bir çerçeve içine konmasının zarurî olduğunu, hiçbir sanat ölçüsü kabul edilmeden sanat yapılamayacağını vurgular.87 Halit Fahri, sanat eserinin iki yapısı olan form ve muhtevanın birbirlerine bağlı iki değer olduğunu söyler. Güzel bir şeklin ancak güzel bir muhtevadan doğacağına inanır. “Nice şiirler vardır ki pek kısa satırları arasında en derin ve engin mana duyguları ihtiva ederler. Fon zengin olmasa idi, şekil bu işlenmiş ve tekâsüf halinde billurlaşmış formu nasıl elde edebilirdik.” der.88 85 Halit Fahri, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-i Sabâh (edebî nüsha), 22(8 Kânunisani 1336/1920), s. 2. 86 Faruk Nafiz, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33(28 Mayıs 338), s. 140. 87 Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, s. 11. 88 “Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF –Uyanış, 2439 (16 Eylül 1943), s.1. 40 Sanatta şekle taraftar olduğunu belirterek bu şekilden ne tamamen eskiden kalma kalıpları ne de şekilsizliği anladığını söyler. Şekli bir iç düzen, bir muhteva bütünü olarak kabul etmeyi doğru bulur. Güzelin şekille birlikte mevcut olduğunu düşünür.89 Orhan Seyfi, Cenap Şehabettin’in “Elhan-ı Şita” şiirinde duygu değişikliğini vermek için yaptığı ölçü değişikliklerini güzel bulmayanlara katılmaz. Şiiri tenkit edenler, bir tek ölçüyle her istenilenin söylenilebileceğini belirtip Şehname’yi örnek göstermişlerdir. Şairin “Karlar” şiirini bir şeye benzetememişlerdir. Orhan Seyfi, manzume yazıldığında çok beğenildiğini hatırlatır. Bir gariplik varsa o günkü toplumun bunu anlayamadığı için mi bu şiire hayran olduğunu sorar. (s. 6). Türk şiirinde müstezatların eskiden beri olduğunu hatırlatan şair, Cenap Şehabettin ve arkadaşlarının bu müstezatları genişletiklerini söyler. “Kar” şiirindeki vezin değişikliklerinin, nazma bir hareket ve sürat değişikliği yaptığı taktirde bunun çok iyi bir şey olduğunu belirtir. Şiirin güzel veya kötü oluşunun ayrı bir mesele olarak ele alınmasını ister. Vezinlerin nazmın gidişine hiçbirşey vermediği iddiasını “ukalâca” bulur.(s. 9).90 Halit Fahri, “Galata köprüsü şairi” dediği Orhan Veli ve taraftarlarının şiirde kalıbı kırmaktan bahsettiklerini, “kaynana zırıltısı gibi lâflarla vezni, kafiyeyi, manayı herşeyi inkâr ettiklerini” söyleyerek bu düşünceye cevap olarak Yahya Kemal’i örnek gösterir. Şairde en yüksek derecesini alan şeklin sadece mana olması halinde şairin yazdığı mısraların Orhan Veli ve taraftarlarının yaptığı gibi vezinsiz, 89 “Edebî Anketimiz: Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Kon.: Şinasi ÖZDEN), Varlık, 264-265 (115 Temmuz 1944), s. 83. 90 O. S: O., “Cenab’ı Müdafaa”, Yeniçağ, 12(20 Nisan 1946), s. 6, 9. 41 kafiyesiz olduklarında, o ahenge erişemeyeceklerini, ruhları büyüleyemeyeceklerini savunur. Hiçbir zaman veznin şiirde mutlak bir şey olduğunu söylemediğini belirtir. Onların kalıplarının şekil değil, ruh, cevher, sonsuzluk olduğunu bilseydi farklı düşünecektir. Orhan Veli’nin “Düdüktür, öter, dumandır, tüter.” diye şaşırıp kafiyeli sözler söylediği zaman bile şiirlerinde bir derinlik bulamadığını belirtir. Şairin son yıllarda yayınladığı şiirleri “takır tukur ceviz kırar gibi akortsuz seslerle birtakım acayip lâflar” olarak niteleyen Halit Fahri, onun inkâr ettiği vezin kalıbını atmamış olsaydı, saçma da olsa, bir iki mısraının tebessümle hatırlanabileceğini söyler. (s. 6)91 Orhan Seyfi, sanatın bir çerçeve içine konulmasının zorunlu olduğunu, hiçbir sanat ölçüsü kabul edilmeden sanat yapılamayacağını savunur. Konunun başlıbaşına bir değer olmadığını düşünen Halit Fahri, şekildeki yenilik ve hususiyeti esas olarak kabul eder. Daha sonra ise form ve muhtevayı sanat eserlerinde birbirine bağlı iki değer olarak görür. Güzel şeklin güzel muhtevadan doğacağına inanır. Aynı zamanda da sanatta şekle taraftardır. Güzelin şekille birlikte mevcut olduğuna inanır. c) Mana Şiirde form ve muhtevanın birbirine bağlı iki değer olduğunu söyleyen Halit Fahri, güzel bir şeklin ancak güzel bir muhtevadan dağacağını savunur. 92 Orhan Seyfi, şiirde “mana kelimesinin mantıkî bir hüküm veya daha geniş bir şekilde bir tahlil ve terkip ifadesi” olarak alındığında aramadığını fakat “müştereken duyulan bir şey” olarak kabul edildiğinde aradığını belirtir.93 91 OZANSOY, Halit Fahri, “Kalıbın Dışına Çıkanlar”, Son Posta, 413 (7 Haziran 1947), s. 5-6. “Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF-Uyanış, 2439(16 Eylül 1943), s. 1. 93 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 7. 92 42 Faruk Nafiz, “Şiirde mânâ, vezin ve kafiye arıyor musunuz?” sorusuna ressamın boyasız ve fırçasız, mimarın çimentosuz, demirsiz ve tuğlasız eser veremeyeceğini, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu, bu maddeler elde olmayınca mananın kendisini gösteremeyeceğini söyleyerek sanat eserlerinin ancak bu ana malzemenin ötesinde vücut bulmaya başlayacağını belirtir. Yaşayan şiirlerin hepsinde, gizli veya âşikâr, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi harçların olduğunu söyler. Tevfik Fikret ve Orhan Veli’yi örnek verir. (s. 5) “Şiirde vuzuh mu, müphemiyet mi?” sorusuna “Mevzuuna göre; bazan birincisi, bazan ikincisi..” cevabını verir.94 Yusuf Ziya, Umumi Harb’in dünyayı altüst ettiğini, bu dört yıl boyunca hayatta olan değişikliklerin yanında “umumi tornistan ameliyesi” nin şiiri de etkilediğini söyler. Uzun bir şiiri okuyan şair, bunu sondan başa doğru okumaya başlar. İmzadan başlığa kadar geldiği zaman düz okumakla aynı manayı taşıdığını görür. Şair’de çıkan “Benim Derdim” başlıklı şiiri örnek gösterir. Diğer bir örnek Halit Fahri’nin Edebî Mecmua’da çıkan “Fecr” adlı şiiridir. Bu tür şiirlerin “hayvanât-ı halkaviyye” gibi neresinden kesilse yaşayabileceğini belirttikten sonra Fransız şairi Joze Maria dö Heridya’ nın yazılarından bir “virgül” dahi çıkartılamayacağını hatırlatır. Bu kadar küçük değişikliğe tahammülü olmayan büyük eserlerle, “içi dışına çıkarıldığı halde ufacık bir sarsıntı göstermeyen eserleri” karşılaştırdığında şaşırır. (s. 97). Bu gibi yazılarda esrarengiz ve büyük bir sır 94 , “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses , (11 Kasım 1955), s. 1,5. 43 görmeyen şair, bu tür yazıların yüzünden de okunduğu zaman tersi kadar manasız ve boş olduğunu belirtir. (s. 98).95 “Tehlike” de, “Tornistan” adlı yazısını hatırlatır. Reşit Süreyya Nedim mecmuasında bunun esaslı bir ölçü olmadığını söylemiştir. En meşhur Garp şairlerinin de eserlerinin “Tornistan” edileceğini belirten Reşit Süreyya, Lö Kont Dö Lil’ i örnek vermiştir. Yusuf Ziya, bu şairin “Verenda” adlı şiirinin hissî olmaktan uzak, şairin çoğu eseri gibi tasvirî bir manzume olduğunu belirtir. Bu tasvir, küme küme levhaların yan yana getirilmesinden doğmuştur. Üstteki mısranın kümenin altında “lirik” bir tekrarla nakarat oluşturmasını Yahya Kemal’in “İnkıraz” şiirinde uyguladığını söyler. (s. 161). Bu parçanın sondan başa doğru okumasının mümkün olmadığını belirtir. Lö Kont dö Lil’ in “Verenda” adlı şiirinin de sondan başa doğru okunamayacağını; eserin “tasvirî” olduğu halde sıkı bir şekilde “terkibî” olduğunu söyler. Yahya Kemal’in şiirinde olduğu gibi bir kümeyi oluşturan mısraların ters okunmasının değil, çeşitli parçaların kalıbı kalıbına alınarak yerlerinin değiştirilmesinin de imkânsız olduğunu belirtir. Çünkü kümenin sonunda tekrarlanan mısra okuyuculara ters okuması için yazılmamıştır. Bu mısraın tekrarının ancak bir çeşit “lirizm” göstergesi olduğunu söyler. “Son mısraından ilk mısraına doğru okunabilecek kadar uzvî teşekkülden mahrum bir manzûme, şiir namına muhakkak sahte bir eserdir.” diyen şair, halis şiirlerde mutlaka, “fikrî” olmasa bile “hissî” bir “terkib” in olduğuna, dikkati çeker. (s. 162). 96 Halit Fahri, güzel şeklin güzel muhtevadan doğacağına inanır. Yusuf Ziya, halis şiirde, “fikrî” olmasa bile “hissî” bir terkibin olduğuna dikkati çeker. Faruk Nafiz, yaşayan şiirlerde, gizli veya açık, mutlaka mananın olduğunu söyler. 95 96 Y. Z., “Tornistan!..”, Şair, 7 (23 Kânûnısâni 1919), s. 97- 98. Yusuf Ziya, “Tehlike”, Şair, 11 (20 Şubat 1919), s. 161-162. 44 d) Şiir Dili Yusuf Ziya, “tarihin müphem karanlıklarından gelen, ibtidaî, ümmet, taklidi” adlarıyla üç devreye ayırdığı Türk Edebiyatının asla millî olamadığını ileri sürer. Millî bir edebiyat oluşturmak için vezne ve esatire ait bilgilerin İslâmiyetten Önceki Türk Edebiyatında aranması gerektiğini belirtir. Maziden Türk’ün ananevî gelenekleri alınarak, bakışların dikkate alınmayan muhite çevrilmesini ister. Milletin “samimi lisan” ıyla, asrî şekiller içinde, yeni ve canlı bir âlem gösterilmesiyle ibdaî edebiyatın oluşturulabileceğini söyler. Asrî ve millî edebiyat demek olan ibdâî edebiyatın, İstanbul Türkçesi ve hece vezniyle millî vicdanda aranacağını söyler. (s. 254). Dilde takip edilecek ameliyenin İstanbul halkının konuştuğu Türkçe’yi sayfalarda “nisbiyyet constamer” etmek olduğunu belirtir. Türk sarfının haricindeki kelimelerle “Lugat-ı Çağatay”, “Divan-ı Lugati’t-Türk”, “Kamus-ı Arabî”, ve “Burhan-ı Katı’” daki selîkaya muhalif kelimelerin bu gaye uğrunda çalışan kalemlere tamamen yabancı olduğunu söyler. (s. 251).97 Aruz veznini konu edindiği bir yazısında şiir dili üzerinde durur. Aruz kullanıldığı zaman gayr-i ihtiyari Acem kelimeleri, Farisî terkipler, Acem Edebiyatının istiare ve hayallerinin etkili olduğunu belirtir. Acem terkiplerinin mücerret bir mahiyette, zihnî olduklarını söyler. Bunlar dimağın kesbî bir ameliyesi ile yapılmaktadır. Şair, şiir ve edebiyat dilinin “zihnî lisan” olmadığına dikkati çeker. Ona göre zihni lisan denilen “mücerredât ve mefhûmât lisanıyla” ancak ilmî ifadeler 97 Yusuf Ziya, “İbdâî Edebiyat”, SF, 1368 (22 Teşrinisânî 1333/ 22 Kasım 1917), s. 251, 254. [Yazının sonunda 14 Teşrinisânî 1917 tarihi verilmiştir. Şair bu bahse daha sonra “Temaşa, Edebiyatta” adlı yazısında yer verir. “Temaşa, Edebiyatta”, Temaşa, 12 (30 Teşrinisani 1334 /1918), s. 4-5.]. 45 açıklanabilir. Şiir ve edebiyatın bir dereceye kadar “müşahhas tasvirler” demek olduğunu hatırlatarak müşahhas tasvirlerin de ancak müşahhas, hissî bir lisanla yapılabileceğini vurgular. Arapça ve Acemce terkiplerin hepsinin Türklerin ruhuna göre mücerret olduklarını, birer hisse değil, birer fikre tekabül ettiklerini ileri sürer. Ona göre “Hissî bir tasvir olmazsa edebiyat yok demektir.” 98 Halit Fahri, Mehmet Emin’den bahsederken onun şiirlerinde fail önce, muf‘ul ortada, fiil sonda şeklinde olan Türkçe nahiv mantığının göze çarptığını belirterek “şiirde hakiki heyecanın, hiçbir rikkat-ı lisanın mantıkî nahiv tertibine riayet etmeyeceğini” savunur. Bunun için de şiirde fiil, fail, mef‘ullerin yerlerinin daima değiştirebileceğini düşünür.99 “Dünkü ve bugünkü” şiir lisanını konu edinirken dünkü şiir lisanından kastının Üdebâ-yı Cedîde ve özellikle Tevfik Fikret’in lisanı olduğunu belirtir. Baki’den sonra Türk şiir lisanında en büyük inkılâbı Fikret’in yaptığını düşünür. Söz konusu şiir lisanı olduğunda Hamit’in akla gelebileceğini hatırlatan şair, edebiyatın ufuklarını genişletmesine rağmen kullandığı lisanın sıkı sıkıya eskiye bağlı olduğunu söyler. Fikret’in “lisan-ı nazm” da yenilikler yaptığını; klâsik mısrayı kırdığını söyler. Onun “tirâşîde bir üslûp ve yepyeni bir ahenge” sahip olduğunu düşünür. Fikret’in üslûbunun aynı zamanda manzum temaşa lisanına gizli bir girizgâh olduğunu belirtir. Şairin “Balıkçılar” şiirini buna delil gösterir. Bu şiirde tabiî mükâleme lisanı bulur. Hamit’in temaşalarında böyle tabiî mükâleme lisanına rastlanamayacağını belirterek Eşber’ i örnek verir. Fikret’in lisanı “yeni ve tabiî” olduğu için “dünkü” şiir lisanını Fikret’ten başlatır. Onun lisanında titiz bir hummâ98 99 “Gizli Münasebetler”, SF, 1372 (20 Kâunıevvel 1333/ 20 Aralık 1917), s. 328. Halit Fahri, “Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59 (29 Ağustos 1918), s. 125. 46 yı san‘at sezildiğini belirten şair, kelimelerin sanatçının elinde birer inci, birer mücevher gibi uzun itinalarla işlendiğini söyler. Eserlerinin tamamının aynı ifadeyle yazıldığına, okurken aralarındaki yakınlığın hissedileceğine dikkati çeker. Fikret’in şiir lisanıyla uzun zamandan beri beklenilen sadelik ve sadelik nispetinde yeniliğe ulaşıldığını ileri sürer. Fikret ve arkadaşlarının aruz veznini kullanmalarına rağmen mümkün olduğu kadar onu ıslah ettiklerini, Türkçe kelimeleri daha kolay kabul edebilir hale soktuklarını belirtir. Eski edebiyat taraftarlarının tüm tenkitlerine rağmen o sonuna kadar direnmiştir. Fecr-i Ati, lisanda Fikret’ten fazla bir şey yapamamıştır. Yahya Kemal’in kullandığı lisan tabiî ve saf Türkçe’dir. Fikret’te bile bulunamayan sadeliğin Yahya Kemal’in mısralarında bulunduğunu düşünür. Şiir lisanının Fikret’ten sonra önemli bir merhale daha kazandığını belirten şair, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya’nın adlarını anar. Aruz olsun hece olsun bütün şiirlerde gerçek Türkçe’nin hâkim olmaya başladığına dikkati çeker. Arapça ve Farsça’nın Türkçe’de karşılıkları bulunan kelimeleriyle Türkçe kurallara uymayan terkipler mısralardan çıkarılmıştır. “Bugünkü” şiir lisanının “dün” den tamamıyla ayrıldığı görüşünde olan Halit Fahri, son neslin şiirlerinin sadeliği yanında dünkü ahengi de fazlasıyla taşıdıklarına inanır. Ona göre “yarın” ın şiir lisanı “bugünkü” saf ve tabiî Türkçe’den doğacaktır. 100 Orhan Seyfi, 1920’de lisan meselesinin o gün için artık kalmadığını söyler. Terkipli dille yazılanların sayılacak kadar az olduklarını ileri sürer. Son yayınlar arasında eski dille yazılmış parçalara rastlayamadığını belirtir. Edebiyât-ı Cedide’nin 100 Halit Fahri, “Şiir Lisanımız”, Peyâm-ı Edebî, 19/ 62 (18 Kânunıevvel 1335), s. 2. 47 nazmı için “Allah taksiratını afv etsin!” der. Nesirde de yalnız Cenap Şehabettin’in kalemine istinad ederek ayakta durabildiğine değinir. 101 Yahya Kemal’in “Ok” şiirini değerlendirirken; “İhtiyar elini bağrına soktu.”. mısraında geçen “bağır” kelimesini “göğüs” yerinde kullanmayı doğru bulmaz. Bunun metruk bir kelime olduğunu, “bağrı yanık, bağrına basmak” gibi bazı tabirler içinde kullanılabileceğini belirtir. Ona göre şair, şahısları hususi lehçeleriyle konuşturabilirse de kendi lisanını herkes gibi şiveye uydurarak konuşturmaya mecburdur.102 Konunun, “edebiyatın her nevinde fikri ve hisleri ifade edecek bir vasıtadan başka bir şey olmadığını” lisanın esas olduğunu 103 savunan Halit Fahri, Kâzım Erdin’in “Teselli” adlı şiirini incelerken “vediâ” kelimesinin kafiye zaruriyetiyle kullanılmasını hoş bulmaz. Şiirin “ince bir hissin çok samimi hayallerle” ifadesini bulduğu; “Senelerce bekleyiş… ah belirmeyen gölge Bir mendil gibi artık kumsalda unutulmuş, Dilde tekrarlanan dün, bu kirpiklerde nem ve, Nihâyet bir söğüdün gölgesinde duruluş.” bölümünde fikrin tam bir mantıkla sona erdiğini söyler. Değil bir tek fazla mısranın bir tek kelimenin bile bu zevki bozacağını belirtir. “Kıtanın” zayıf yerlerini sayarken “ah” seslenişini verir. Üçüncü mısraı sakat ve ahenksiz bulur. “D” harfinin kulakta 101 Yusuf Ziya, “Orhan Seyfi ile Konuştum”, Alemdar (kısm-ı edebî), 2933/633(18 Eylül 1336/18 Eylül 1920), s. 3. 102 Orhan Seyfi, “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 / 1920), s. 9. 103 Halit Fahri, “Yanardağ”, SF, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147. 48 “şamata” uyandırdığını düşünür. “Dilde tekrarlanan gün”, “gölge” ye kafiye yapılan “ve” nin dördüncü mısraya iyi bir şekilde bağlandığını söyler. “Kirpiklerde” kelimesinin dört hecesinden sonra “nem” ile “ve” kelimesinin tek hecesini ahenksiz bulur. Şiir dilinin ahenksizliğe hiç tahammülü olmadığını belirtir. Bir şiire başlayış kadar bitirişin de çok önemli olduğuna dikkati çeken şair, bu ihmal edildiği zaman en güzel eserlerin bile değerden düşebileceğini belirtir. Ona göre “İyi şair, sözün bittiği yerde sazı elinden bırakmasını bilendir.”104 Halit Fahri, şair olduğuna pişman olmadığını; kendine maddî bir refah sağlayamayan, sadece ruhuna gıda veren bu sanatın sonunda “öz ve az sözün uzun ve manasız hitabet sağanaklarından kıymetli olduğunu öğrettiğini” söyler. “Ölçülü dil” dediği nazmın insanlara nesirden daha kısa yoldan daha fazlasını anlattığı görüşündedir. En inatçı sükûtundan birkaç beyitlik nazımla kurtulabildiğini söyleyen şair, “Asırlardır nice hicivler şairin bu için için ezilişinden doğdu. Şarlatanlara ve budalalara karşı insanlığın his ve zekâ yolundan en tesirli silâhı belki budur.” der. Şiir dilinin bu cepheden biraz adalet ve fazlasıyla bir mantık dili olduğunu ileri sürer. “Doğru düşünen ve derin hisseden uzun söylemez.” diyerek her şairin az çok kendisini sanatın kahramanı zannettiğini belirtir.105 Orhan Seyfi, Ses dergisinde Nurettin Eşfak’ın “Kıyamet Sureleri” adlı şiirinde geçen “çekin ki körükleri” söyleyişini yanlış bulur. “Küreği çekmek” denebileceğini fakat “körüğü çekmek” denemeyeceğini söyler. Demir ateşe girdiği zaman körüklerin geri çekilemeyeceğini hatırlatır. Asaf Halet Çelebi’nin “Gözler 104 105 “İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, Son Posta, 2874(31 Temmuz 1938), s. 9. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, Servetifünun-Uyanış, 2254 (2 Teşrinisani 1939), s. 343. 49 Kimi Gördüler” şiirinin başlığında dil hatası olduğunu belirtir. Gözün iki tane olduğunu ama tek bir şeyi gördüğünü hatırlatır. 106 Yenilik dergisinde Oktay Rıfat’ın “Gün Sonu Konuşması” şiirine değinirken “gün sonu” kullanımını “çapraşık” bulur. “Akşam” demek olduğunu söyler. “Bir yeni şair, herkesin söylediğini değil kimsenin söylemediğini ve söyleyemeyeceğini bulup söylemek ister.” der. Şiirde geçen. “Akşam oluyor, uykudan kolay” söyleyişini de “çapraşık” bulur. “Akşam” için olmak fiilinin kullanılabileceğini fakat “uyku” için kullanılamayacağını belirtir. Şairin bir çocuk saffetine inerek “uf olmak, pat olmak” ta olduğu gibi bebeklerin lisanını kullanmış olabileceğini düşünür. Şiirin devam eden mısralarında: “Sizler de akrabamsınız/ Benden neden kaçıyorsunuz/ Kurtlar, sincap, tilki?” Burada “Neden kaçıyorsunuz?” yerine “Neye kaçıyorsunuz?” demesi gerektiğini hatırlatır. İki “den” in yan yana kullanımından doğan ahenksizliği şairin hissetmesi gerektiğini belirtir. Burada neden “kurtlar” ın çoğul, “tilki” ve “sincap” ın tekil olduğunu sorar. (s. 4). “Acımasız kırsalar dallarımı,/ Sizler gibi korkmuyorum ölümden.” mısralarında geçen konuşan ve düşünen bir ağacın aslında acı duyabileceğini belirterek teşhis ve intak hatası bulur. “Çünkü toprağa karışınca / Tekrar ağaç olmanın çaresini bilirim.” diye devam eden şiirde “bâsübadelmevt” sırrını bilen ağacın daha önceki mısralarda; “Ben ağacım, bilgim de ona göre.” 106 Fiske, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 316(8 Şubat 1940), s. 4. 50 demesini yersiz bulur. “Ve diyorum: “İşim acele!”” şeklindeki mısraya bakarak daha önceki tutarsızlıkların bir şekilde açıklanabileceğini düşünür. “Bir gün, ne el kalacak tutmak için,/ Ne yürümek için bacak!” diyen şairin “Bir gün ne el kalacak, ne ayak!” demiş olmasının yeteceğini söyler. “Ne de bulutların seyri!” mısraında “seyir” in “temaşa” ya da “hareket” anlamlarından hangisi için kullanıldığının açık olmadığını düşünür. “Bir gün yaslanmak istersen pencereye” mısraında “yaslanmak” ın koltuk veya kanepe gibi şeyler için kullanılabileceğini, pencereye yaslanılmayacağını belirtir. “Benzemezler insan dostlarına /Ağaçlar gölgesini esirgemez.” Burada “ağaçlar” ın “benzemek” fiilini çoğul, “esirgemek” fiilini tekil almasına dikkati çeker ve bir mana veremez. (s. 5).107 Dil bahsine değinen başka bir yazısında, gramerin bütün Türk fikir hayatı boyunca kavga çıkarmaktan başka bir işe yaramadığını, yazı sahasının o günlerde gramer bilmeyen yazıcılar elinde olduğunu söyleyerek şiirin geleceğiyle ilgili tahminde bulunur: “Şiir sahasının yarın hiç vezin bilmiyen şairler elinde olacağı” nı ileri sürer.108 Halit Fahri, Orhan Arınç’ın Bir Kalbin Işıkları adlı eserini incelediği yazısında, dil bahsine geçerek kelime tekrarları üzerinde durur. “En güzel mısraların 107 108 ORHON, Orhan Seyfi, “Edebiyat Sohbeti”, Akbaba, 375(27 Mart 1941), s. 4-5. ORHON, Orhan Seyfi, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, s. 29. 51 bile, bazı kelimelerin diğer mısralarda ve pek yakın olarak tekrarı yüzünden zevki kaçabilir.” der. Sıfatların ve zarfların fazla kullanılmasını bunun sebeplerinden gösterir ve örnek verir: “Olukta gürül gürül aktı güneş dolu su, Açıldı hazin hazin değirmenin duygusu... Baygın baygın gezindi...” Buradaki “gürül gürül”, “hazin hazin”, “baygın baygın” zarflarının kullanılmasının kulağa hoş gelmediğini belirtir. (s. 5). Orhan Arınç’a mısraları daha iyi işlemesini, başka etkilerden sıyrılmasını, özellikle fikir ve hislerin ifadesinde mısralara vereceği musiki kadar, orijinal olmaya çalışması, basitten, söylenmişten, eskimişten kurtulmasını tavsiye eder. Çam Kokusu kitabının şairi Tacettin Demirok’ta sıfatların “hazır elbiseler gibi hemen kelimelerin başında geçtiğine” dikkati çeker. “Derin sessizlik”, “şen koğuşlar” ı örnek verir. Son zamanlarda “şen” kelimesinin gittikçe eski hece şiirlerindeki “hep” lerle “hiç” lerin yerini tutmaya başladıklarını belirterek mısrada eksik kalan bir heceyi doldurmaya birebir ilâç olarak görür. Bu şaire her şeyden önce bir şiir atmosferi ve bir şiir dili gerektiğini belirtir. (s. 7) 109 Orhan Seyfi, “dilin, şiirin nescini meydana koyduğuna” inanır. Şairin eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkamadığı zaman, az çok tahmin edileni söylediğinde, dikkate alınmayacağını düşünür. Şair, zekâ ışığıyla, şaşırtıcı bir atlayışla okuyucuyu aşmalıdır. Şiir yazmanın çok güç bir iş olduğunu düşünür. Çünkü şair okuyucudan daha güzel bir dille konuşmalı, onun görüşünden, 109 OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491 (9 Şubat 1943), s. 5, 7. 52 buluşundan ileri geçmelidir. Okuyanın “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.” demesi gerektiğini söyler. Şiirde kıtaların son mısraları gibi manzumenin son kıtasının da diğer kıtaları bir araya getiren, onları yeni bir lirizmle tazeleştiren kuvvette olması gerektiğini savunur.110 Halit Fahri, şairin en çok kullandığı kelimeleri tespit edilmesiyle ilhamının da az çok tayin edilebileceğini söyler.111 Şiir dilinin, kelimeleri itibarıyla olmasa bile, biraz esrarlı olduğunu söyler. Bu esrarın, duyguların ve fikirlerin derhal kavranamayışından, bazı kimseler içinse hiç kavranamayacak bir derinlikte olmasından kaynaklandığını düşünür. Bunun şairine göre değişeceğine dikkati çeker. 112 Orhan Seyfi, “şiir dilinin daima “sade”, kendisinin de vazıh olmasını şart koştuğu” belirtir. 113 Faruk Nafiz, mevzuuna intibak ettikten sonra her dilin şiir dili olduğu görüşündedir.114 Halit Fahri, “Kimi şairlerin dili zorladıkları görülüyor. Sizce bu uygun mudur? Uygunsa sınırları ne olmalıdır?” sorusu üzerine bunun sınırlarının o yolda yürüyen şairlere sorulmasını ister. 110 O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Biraz da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4. 112 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011 (2 Şubat 1949), s. 4. 113 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 7. 114 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (11 Kasım 1955), s. 5. 111 53 “Zorlamağa gelince, ne demektir bu? Şöyle bir şey mi: Al eline alemi, yaz aklına geleni, hem nasıl, içinden hiçbir ses, hiçbir kıpırdanış, bir hamle duymadan bir şeyler karala, birtakım kelimeleri topla, topla, birbirine ekle mi demektir?” Bu anlayışla yazan şairlerin toplumda ilgi uyandırmayacaklarını söyler. Gösteriş için şiir yazmanın kötü bir şey olduğunu, her şeyden önce samimi olmak gerektiğini belirtir.115 Nafi Atıf Kansu’nun “Pan Baba ile Sultan Abdal’ı karşılaştıran” “Göz Balı” şiirinde kullandığı “sevi” kelimesine dikkati çeker. “Sevgi” kelimesinin daha hoş ve alışılmış olduğunu belirtir. Defne degisindeki şiirleri değerlendiren Halit Fahri, genç şairlerden Nevin Esmersoy ve Azmi Güleç’in “tüm” kelimesini sık kullandıklarını söyler. Bu kelimeyi “tatsız” bulur. İnceltilmiş İstanbul şivesinde “tüm” ün olmadığını, “bütün” ün olduğunu belirtir. Azmi Güleç’in; “Tüm gürültüler terketti ortalığı bir bir” mısraını örnek verir. “Gürültülerin ortalığı bir bir terk etmeyeceğini”, ancak kesilip işitilmez olabileceğini söyleyerek kullandığı Türkçe’yi beğenmez.116 Yeni şairlerden Reha Beler’in Mavi Hayaller adlı şiir kitabını değerlendirirken sanatçının “teşaur” kelimesini kullanmasını yadırgar. “Mehtap bütün şâşaasıyla inmiş denize” mısraını bugün okuyucunun garip bulduğunu söyleyerek “şâşaa” kelimesini cansız bulur. Onun yerine “parlaklık”, “parıltı” gibi halis Türkçe, renkli kelimelerin olduğunu hatırlatır. 117 115 Türk Dili, “Soruşturmamız-Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 147 (Aralık 1963), s. 181. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran 1966), s. 2. 116 54 Şahinkaya Dil’in Güz Rüzgârı adlı kitabında şiirlerinin arasına az da olsa “çoğulsu”, “us” gibi kelimeleri “sıkıştırdığını” söyler. “Çocuksu” kelimesine yakışan “su” ekinin “çoğulsu” da “tatsız düştüğünü” ileri sürer. “Us” kelimesinin de böyle olduğunu ekler. Halk dilinde “akıl” kelimesinin atasözleriyle beraber günlük konuşmalarda çok şekilde geçtiğini hatırlatır. Bu tür kelimeleri hoş bulmaz.118 Faruk Nafiz, 1973’te yaptığı bir konuşmada 119 Sabahat Emir’in: “Hiç şüphesiz Türkçeyi en iyi kullanan şairlerin başında geliyorsunuz. Şiir diliniz hemen hemen kırk beş yıllık bir zamandan beri değişmemiştir. Bununla birlikte eserleriniz üç, dört nesil tarafından rahatlıkla okunabilmektedir. Kullandığınız bu dilin sırrını açıklar mısınız?” sorusunu cevaplandırırken bir öğretmen, bir milletvekili, bir şair olarak hep halkın karşısında olduğunu, bundan ötürü halkı yakından tanımak, bilmek, anlamak zorunluluğuna dikkati çeker. Onu etkileyebilmek için onun anlayacağı dili kullanması gerekmektedir. Anadolu’yu iyi bilmesinin Anadolu halkıyla arasında bir dil birliği sağladığını söyler. Kelimelerin kudretine inandığını ve onlar üzerinde titizlikle durduğunu belirtir. Bir şairin kelimeleri iyi tanıyıp iyi seçmesi gereğine inanır. Orhan Seyfi, eser değerlendirmelerinde daha çok dildeki yanlış kullanımlar üzerinde durur. Kelimelerin düşünülerek kullanılmasını, anlatılmak istenenin az sözle verilmesini ister. Şairin okuyuculardan daha güzel bir dille konuşmasını ister. Halit Fahri, şiir dilinde gramer kurallarına uyulmayıp fiilin, failin yerinin 117 OZANSOY, Halit Fahri, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469 (29 Ağustos 1968), s. 7. 118 OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerden Sesler”, Tercüman, 3018(12 Mart 1970), s. 2. 119 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat 1973), s. 24. 55 değişebileceğini söyler. Şairin kelimeleri kuyumcu itinasıyla mücevher gibi işlemesi gerektiğini belirtir. Şiir dilinin ahenksizliğe tahammülü olmadığını savunur. Nasıl başladıysa öyle bitirilmelidir. Nazmı “ölçülü dil” olarak tarif eder. Marifet az ve öz sözle çok şey anlatabilmektir. Gereksiz kelime tekrarlarından uzak durulmasını ister. Faruk Nafiz ise konusuna uyduğu sürece her dilin şiir dili olabileceğini savunur. Az ve öz sözle çok şey anlatma, sade ve tabiî bir dil kullanmada birleşirler. e) Vezin Yazılarında şiir hakkında her konuda ortak fikir beyan etmeyen Beş Hececiler vezin konusunda düşünürler, yazarlar. Türk Edebiyatında adlarını aruzla yazdıkları şiirlerle duyursalar da hece veznine geçişleriyle taraf olurlar ve vezin tartışmalarında heceyi savunurlar. Yusuf Ziya, 1916 yılında, kendilerinden önce memlekette bir “edebî inkılâb” ın olduğunu, bu inkılâp için çalışanların ilk önce dili sadeleştirmekle işe başladıklarını belirtir. Onların gitgide bazı muayyen kurallar koymaya çalışarak Arapça ve Farsça kaidelerle yapılan terkipleri atıp, yaşayan dilin dışındaki kelimeleri edebiyat dışında bırakmaya çalıştıklarını söyler. Türkçe’ye uymayan aruzu değiştirmeyi unutmalarına dikkati çeker. (s. 3151/9). Bir müddet sonra bunun da düşünüldüğünü belirten şair, aruzun tard edilmesinin nedenlerini ele alır. Bundan çok önce “Acem-perestî” devrinde Türkçe’ye giren birçok kelimeyle beraber İran’ın uzun ahenginin de Türkçe’ye girdiğini belirtir. Şairlerin “baş, paşa” gibi kelimeleri bile dört elif miktarı çekerek okuduklarını söyler. Lisanın gerçek şivesinin böyle suni bir ahenkle bozulması ve yabancı kelimelerin dile girmesi sonucunda aruz vezninin zorunlu olarak Türkçe’ye girdiğini ileri sürer. Şair, aruzun Türkçe’nin bünyesinden doğmadığı için Türk’ün olmadığını; “Arab’ın, Acem’in, Acemleşmiş olan sahte 56 “Osmanlıca!” nın vezni olabileceğini söyler. Veznin lisanın aslî bünyesinden doğduğunu kimsenin düşünmediğini belirtir. Hiçbir zaman uydurma bir vezin yapılıp zorla içine kelimeler doldurularak şiir söylenemeyeceğini savunur. Acemleştirilen Türkçe’de, önceleri en ağır ahenge sahip olan uzun heceli vezinler kullanılmaya başlanır. Tamamen kısa hecelerden oluşan Türkçe’nin, seneler sonra yavaş yavaş Acem’in etkisinden kurtulmaya başlamasıyla, aruzun daha kısa heceli şekillerini kullanmaya başladığını; diğer ağır ahenkli vezinlerin yavaş yavaş unutulduğunu söyler. Bir müddet sonra bunun da yeterli olmadığını, aruzun en kısa ahenkli vezninin bile konuşulan dili gerçek şekliyle terennüm edemeyecek kadar uzun heceli kelimelere dayandığını, bunun için aruzun terk edilerek Türkçe’nin kalbinden doğan hece vezninin kabul edildiğini söyler. Şair daha sonra aruzun kusurlarına değinir. İlk olarak bu veznin “Adalar Denizi, Anadolu, geliyorum, gideceğim, seviyorum...” gibi Türkçe’nin güzel kelimelerini kabul etmediğini; birçok güzel kelimeyi bozarak aldığını; konuşulan dilin dışındaki birçok eski kelimenin yaşamasına neden olduğunu ileri sürer. (s. 3152/10). Yusuf Ziya, Yahya Kemal’in aruzla söylediği en güzel mısralarda bile bu kusurların görülebileceğini söyleyerek örnek verir: “İçimde buseden ölmüş (vücud) lar bükülür.” mısraındaki (vücut) kelimesinin konuşulan dilde bunun yarısı kadar bile çekilmediğine dikkati çeker. İstanbul Türkçesini aruz vasıtasıyla kitaba geçirmek isteyen Yahya Kemal ve Halit Fahri’nin son yazılarında bile “ecnebi kelimelerepembe ve narin bir dudak arasından sırıtan çürük bir diş çirkinliğiyle” rastlandığını belirtir. Üzerinde bu kadar sanat endişesiyle çalışılan eserlerde bile böyle lekeli 57 mısraların çıkmasının iddialarında haklı olduklarını gösteren bir delil olduğunu düşünür. İkinci olarak, şairler aruzla güzel bir şey yazacağım diye manayı düzgün kelime ve düzgün kafiye için hemen hemen feda etmektedirler. Bunu ispat için Halit Fahri’nin “Hancı” şiirini delil gösterir. Bu şiirdeki mısraları teker teker çok güzel, kafiyeleri çok zengin bulduğu halde mana açısından bir bağ kuramaz. Onda “gayet güzel kafiyeler ile musiki ve nihayetsiz bir ibhâm karanlığı” bulur. Üçüncü bir kusur, aruzla yazılan şiirlerde mutlaka vezin kulağa çarpmaktadır. Aruzla söylenen şiirlerde “Yahya Kemal’in rythme (nazım) dediği derunî ahengin” vezne galip gelemediğini belirtir. (s. 3153/11). Bu vezinle yazılan bütün şiirleri buna örnek gösterir. Nedim’in bazı mısralarının kendisine cevap olarak gösterilebileceğini, bunların da katiyyen aruzla söylenmediklerini ileri sürer. “Vezin sezilmeden söylenen her aruzla yazılmış şiir hecenin malıdır.” der ve Nedim’den örnek verir: “Nîm sun peymaneyi sâkî tamam ettin beni” mısraının aruzla olmadığını bu mısra okunurken hiçbir zaman “fâilatün/ fâilatün/ fâilatün/ fâilün” ahenginin duyulmadığını belirten Yusuf Ziya, mısraın sadece bir yerde kırıldığını, bir yerde durmak ihtiyacının hissedildiğini söyler: “Nîm sun peymâneyi— sâkî tamam ettin beni” Bu parçaların ayrı ayrı takti edildikten sonra bir araya geldiklerinde aruzun bilinen hiçbir bahrini ifade etmediğini ileri sürer. Aruzla yazıldığı halde kendisinde şiiriyet bulunan, derunî ahenk taşıyan her mısraın aruza ait değil, Türkçe’nin aslî bünyesinden doğmuş olan hece veznine ait olduğunu savunur. (s. 3154/ 12). 120 120 Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında I”, Türk Yurdu, 1/ 117 (1 Eylül 1332/ 14 Eylül 1916), s. 3151-3154/ 9-12. [Yazının sonunda 18 Ağustos 1332 tarihi verilmiştir.] 58 Muallim Naci’nin “Tepeden nasıl iniyor, bakın / Şu kızın nişanlısı şanlıdır! Yaradan nazardan esirgesin,/ Koca dağ gibi delikanlıdır.” bu dört mısra okunduğu zaman okuyucuyu meşgul eden şeyin vezin, yani “mütefâ‘ilün/ mütefâ‘ilün” ahengi olduğunu belirtir. Mevzun sözde iki türlü ahenk olduğunu söyler: Şiirin ahengi olan dahilî ahenk ve veznin ahengi olan haricî ahenk. Aruzla yazılan bütün şiirlerde veznin ahenginin şiirin ahengini öldürdüğünü ileri sürer. (s. 3221/ 79)121 Şair, Baykuş piyesinin aleyhinde yazılanlar üzerine “Eskiliğin gösterdiği bütün bu yaldızlı gürültülerin bir tek sebebi var: Aruz vezni!” der. Kendi hesaplarına buna memnun olduklarını; çünkü bu son denemeyle “his ve hayallerini aruzun ahengiyle besteleyenler” in iflâsa doğru gittiklerini belirtir.122 Yusuf Ziya, Yahya Saim’in, Hilâlin Gölgesinde adlı şiir kitabını değerlendirdiği yazıda, aruz vezni üzerine değerlendirmelerde bulunur. O gün bazı gençlerin hâlâ “köhne bir sazın eskimiş, kopmuş tellerinde”, taze ruhları doyuracak nağmeler aradığını belirtir. Geçen asırların, aruzun bütün güzelliğini, bütün ruhunu kendisiyle beraber alıp götürdüğünü söyler. Aruz veznini, “gençliğinin bütün rengini, şiirini mazinin dudaklarında porsutmuş bir ihtiyar kadın kadar yorgun ve hasta” olarak niteler. Onun son nefesinin de verdiğini söyler. (s. 3462/120). Hilâlin Gölgesi’ ndeki manzumelerin mef‘ûlü/fâ‘ilâtü /mefâ‘îlün/ fâ‘ilün vezniyle örüldüğünü belirten şair, şiirin baştan başa aynı vezin ve aynı şekilde olmasının kulağa ve ruha bıkkınlık verdiğine belirtir. Buna sebep olarak da “aruz 121 Y. Z., “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5 (22 Teşrinievvel 1332/ 9 Kasım 1916), s. 3221-3224/ 79- 80. 122 Y. Z. “Baykuş (s. 47-50)”, Türk Yurdu, 6. Cilt, (12-13), 1917, Tutibay Yayınları, Ankara 2000. s. 50. [Y. Z., “Baykuş”, Türk Yurdu, 131 (29 Mart 1333/ 29 Mart 1917) s. 3383/41. 59 vezni” ni gösterir. (s. 3464/122). Yazı hayatına yeni atılan Yahya Saim’in, “aruzun artık yaşayamayacağına kani olduğunu, ondan tamamen vazgeçerek millî vezin hece vezniyle yazmaya başladığını” söyler. (s. 3463/121). Ondan millî vezinle yazılmış yeni ve güzel şiirler bekler. (s. 3464/121).123 Millî vezin hece vezninin “âhenk cihetiyle de aruza mürecceh” olduğunu söyler. Vezinlerin lisanın aslî bünyesinden doğduğunu, sonradan alınıp icat olunmadıklarının inkâr edilemeyeceği görüşündedir. Türk’ün duygularının asırlardan beri hece vezniyle terennüm edildiğini söyler. Halil İbni Ahmed’in, Arap şiirlerini tahlil ederek meydana getirdiği aruzun, İslâmiyet kanalıyla İran’a geçtiğini; şeklini hayli değiştirdikten sonra yeni Türk Edebiyatına girdiğini belirtir. “İl ve saltanat devirlerinin ruhunu terennüm eden şairlerin aleti olan hece ve aruzdan her ikisi de millîdir.” diyenlerin yanıldığını, il ve saltanat devirlerinin katı birer hatt-ı fâsıl ile ayrılmış devirler olmayıp, az çok itibarî birer mefhum olduklarını belirtir. “Milletler, bunların birinden diğerine geçerken bütün seciyye ve ruhî istidadlarının doğurmuş, istinad etmiş olduğu eski müesseselerinden sıyrılarak tamamen yeni bir âleme intikal etmiş olmazlar.” İl devrine ait olduğu iddia edilen hece vezninin, bu devrin şair ve “ozan” ları tarafından “kopuz” adı verilen millî sazlarla terennüm edildiği gibi, saltanat devrinin de en büyük harsî mümessilleri olan tekke-nişinler tarafından ney ve kudümlerin vecd ve şiiri içinde, diyar diyar gezen âşıkların sazlarında yaşatıldığını söyler. Aruzun dinî medeniyetin kurduğu ümmet edebiyatına ait olduğunu; İran’da yapabildiği gibi Türk Edebiyatında bütün milletin ruhuna girip kökleşemediğini, kendisini dinleyen hususi bir zümre içinde yaşadığını söyler. Sarayda, medreselerde 123 Y. Z., “Hilâlin Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8 (9 Haziran 1333/ 9 Haziran 1917), s.34623464/120-122. 60 büyüyen bu vezin ve artık ölmüştür. (s. 251). Halk kendi ruhuna hitap etmeyen bu yabancı âhenge daima kayıtsız kalmış, kendi kalbinin eski âşinası olan nağmeleri terennüme devam etmiştir. “Binaenaleyh, Türk’ün engin mazisine, değişmez seciyesine, hususî zevkine istinad ederek yaşamakta olan bu millî veznin, şuurlu milliyet devirlerinin ruhunu terennüm eden şairlerin de aleti olacağına büyük mazisiyle istinad ettiği canlı, yıkılmaz kale şahittir.” Şair, asrî ve millî edebiyat demek olan ibdâî edebiyatın, İstanbul Türkçesi ve hece vezniyle millî vicdanda aranacağını söyler. (s. 254). 124 Yusuf Ziya, büyük ve ebedî eserlerdeki ortak özellikleri, mevzuunda birlik, umumiyetinde tabiîlik, ruhlara sirayet ve intişar kuvveti olmak üzere üç esasta toplar. Türk Edebiyatı söz konusu olduğunda eski, yeni ve son eserlerin hiçbirinde bu özelliklerin görülmediğini ileri sürer. “Edebiyat yok! Zevk yok! Hep taklit! Hep zihnî ve mücerred şeyler!” diyen şair, millî olmayan bir edebiyatın aslında yok olduğunu belirtir. Millî zevkten ayrı bir duygu da zevk değil, ancak bir maraz olabilir. Ona göre “Edebiyat, zevk-i millî ve hususi” dir. Türk Edebiyatındaki “perişanlığın” bu görünen sebepleri yanında bir de görülemeyen “gizli münasebetler” in olduğunu belirtir. Daha sonra “edebiyatımızın iflâsına sebep olan aruz vezniyle bu bediî perişanlık arasındaki gizli münasebetleri” i maddeler halinde açıklar: a) Aruz, Türkçe kelimelerin tabiî bir surette telâfffuzuna manidir. Bazı kelimelerle sigaların asla aruza giremeyeceğini belirterek örnekler verir: Anadolu, 124 Yusuf Ziya, “İbdâî Edebiyat”, SF, 1368 (22 Teşrinisânî 1333 /22 Kasım 1917), s.251-254. 61 Karadeniz, Adalar Denizi, gelemeyeceğim, gidebilirsiniz, gidebileceği, seviyorum, sevileceğine, sevgilisine. b) Aruz vezni yaşadıkça Türkçe’de olmayan Arapça ve Acemce kelimeler kullanılacaktır. Çünkü bu kelimeler mana ve ahenk itibariyle Acem aruzuna bağlıdır. (s. 326). c) Aruz, hamil olduğu hayaller dolayısıyla kadın terennümüne engeldir. Türkler aruzu Acemlerden alırken Acem Edebiyatının hayallerini de beraber almışlardır. Aruz kullanıldığı sürece bu hayaller de devam edecektir. (s. 327) d) Acem aruzu yoluyla Acem Edebiyatının istiare ve hayalleri devam eder. “Bizim bütün fikirlerimiz, bütün hislerimiz, bütün temayüllerimiz ve hareketlerimiz dimağımıza hariçten gelen muhtelif hayallerin tedahülünden hasıl olmuş bir terkibin neticesidir.” diyen şair, hayal olmadan fikrin ve hareketin olamayacağına dikkati çeker. Dışardan gelen hayallerin harekete dönüşmesini “taklit” olarak adlandırır. (s. 328) Aruzun millî, ibdâî, şahsî bir edebiyat oluşturulmasına engel olduğunu iddia eder.(s. 330). 125 Şair, “aruz vezninin bizim nazîrecilik içinde kalmamıza hayli tesir eden bir amil” olduğunu ileri sürer. Bugünün yeni eserlerinde bile “edebî fezâmızda bir hevâyi Nesîmî gibi yaşayan” Tevfik Fikret’i bulduğunu söyler. Hece vezninde ise birçok kimse tarafından ileri sürülen ve millî aruzun en iyi örnekleri diye gösterilen Rıza Tevfik’in şiirlerinin tamamen aleyhinde olduğunu belirtir. Süleyman Nazif’in “hece vezninin yegâne ve belki de son muvaffak olan şairi Rıza Tevfik’tir” sözüne katılmaz. (s. 350). Rıza Tevfik’in yeni bir şey yapmadığını, “unutulan maziyi bütün 125 Yusuf Ziya, “Gizli Münasebetler”, SF, 1372 (20 Kânunıevvel 1333/ 20 Aralık 1917), s. 326- 328, 330. 62 çeşni ve nüktelerini tadarak” devam ettirdiğini düşünür. Bunlar, eski nefeslerin, Tekke ve Âşık Edebiyatının pastişleridir. (s. 351).126 Şair, bir başka yazısında, ibdaî edebiyatın tarifini yapar. Bu edebiyatın yaşanan hayatı, yaşayan diliyle ifade eden bir edebiyat olduğunu söyler. “Bütün asrî edebiyatların müşterek kalıbı olan malûm “şekil forme” ler dahilinde kendi hususiyetini gösteren bu edebiyat, yabancı bir “esas fond” ı taklit ile kazanılmış kâzib bir şahsiyet mahsulü değil, millî vicdandan alınma, hakiki bir dehanın, yaratıcı bir kuvvete mâlik mübdi‘lerin eseridir.” der. (s. 4). Türk Edebiyatını “ictimaî inkılâplar ile olan esasî iştirak cihetiyle” İslâmiyetten önce, İslâmiyetten sonra ve Tanzimat olmak üzere üç bölüme ayırır. Mazinin müphem karanlıklarından bugüne kadar gelen ibtidaî, ümmet ve taklidî diye üç devreye ayrılabilen edebiyatın asla millî olamadığını düşünür. Ona göre millî edebiyatı meydana getirebilmek için vezne, esatire ait bilgilerin İslâmiyetten önceki Türk Edebiyatında aranması gerekmektedir. “Vezinler lisanın aslî bünyesinden doğar, ne sonradan alınır ne de icad olunur.” görüşünü tekrarlar. “Tevfik Fikret gibi yüksek bir sanatkârın sihirli kalemine teslim olmayan, onun uzun, ağır âhengi, bizim kısa medli, yumuşak dilimize katiyyen imtizac edemez.” der. Şiirde, “derunî âhenk” ya da “nazmın âhengi”; “haricî âhenk” ya da “veznin âhengi olmak üzere iki tür ahenk olduğunu söyler. Gerçek ve değerli olan derunî ahengin kalbin ahengi; haricî ahengin veznin ahengi olduğunu belirtir. Edebiyatta “mevzûn” sözün değil, “manzum” sözün önemli olduğuna dikkati çekerek veznin 126 Yusuf Ziya, “Millî Edebiyat ve Nazîrecilik”, SF, 1373 (27 Kânûnuevvel 1333), s. 350-351. 63 ahengine hususi bir değer vermez. Önemli olan, şairin kalbinin ahengini koyabilmesidir. “Millî veznimiz “hecaî” olduğundan, bizatihi geniş bir musikiye malik değildir. O, ahengi sanatkârın kaleminden ve kalbinden bekleyen bir ölçüdür.” diyen Yusuf Ziya, aruzun gürültülü bir musiki aleti olduğunu belirtir. Şairin vermek istediği nazmın (esasî âhenk), onun vezni (haricî âhenk) içinde boğulduğunu söyler. Aruzla yazılmış bir şiir okurken sanat açısından değerli olan “nazm” ın değil, veznin boş gürültüsü işitilir. Bu sonucu aruz vezninin aleyhinde, hece vezninin lehinde görür. (s. 5). 127 Halit Fahri, Yeni Mecmua’da aruz ve hece vezinleriyle ilgili birbirini takip eden üç makale yazar. Bu makalelerin ilkinde, 128 vezin meselesinin Türk Edebiyatında henüz sınırsız bir muhakemeyle tetkik edilmediğini belirtir. “Her iki veznin zavallı bir kurbanı sıfatıyla” o ana kadar her ikisinden de kendi hesabına memnun olmadığını söyleyerek son derece tarafsız bir şekilde konuyu ele alacağını söyler. Aruz veznine hücum edenlerin bu veznin Türkçe’ye uymadığını, Türkçe kelimeleri kabul edemediğini iddia ettiklerini hatırlatır. Bu iddianın Divan Edebiyatına uygulandığında doğru olabileceğini belirterek aruzun son zamanlarda yazılan bazı örneklerde, Türkçe kelimeleri çok güzel kabul ettiğine ve İstanbul şivesini katiyen bozmadığına dikkati çeker. Bugünün lisanıyla konuşmak isteyen fakat aruzdan da ayrılamayan genç şairin gerekmedikçe Arapça ve Farsça kelimeleri kullanmadığını söyler. Bu gençler, Türkçe’ye yabancı oldukları için terkiplerin de düşmanıdırlar. 127 128 Yusuf Ziya, “Temaşa, Edebiyatta”, Temaşa, 12(30 Teşrinisani 1334 (1918), s. 4-5. “Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57 (15 Ağustos 1918), s. 93- 94. 64 Aruz vezninin terkipsiz, sade lisanı hazmedebileceğini düşünen şair, bunun bir sabır işi olduğunu, aruzu o surette kullanabilecek zevk, istidat ve iktidar gerektiğini söyler. Aruz vezninin “şairin rubabiyetini pek çabuk söndüren ve onu fazla yoran bir vezin olduğunu” belirtir. Arapça ve Acemce bilumum kelime ve kaideler kabul edildiğinde böyle bir tehlikenin olmadığına, aksi takdirde bu tehlikenin var olduğuna dikkati çeker. Birçok eserini aruzla yazdığını söyleyen Halit Fahri, aruzu tamamen ihmal etmek düşüncesinde değildir. “Çünkü onda altı yüz senelik bir tarihin çeşnisi ve zevki vardır. Fakat unutmamalı ki zevk birden fazla da olabilir. Belki daha derin, daha ince zevkler de mevcuttur. Onları arayalım! Yarın yine aruz ile yazılmış birkaç şiir neşredersem günah işlemiş sayılmam. Bu, adeta, piyano çalan musikişinasın bazen de keman çalması gibidir. Bilhassa o keman eskiden pek çok kullandığı bir alet olursa...” Aruz vezninin en büyük eksikliğini yeknesak bir ahenge sahip olmasında görür. “Bir mısraı teşkil eden hecelerin hareke ve sakinleri nasıl tertip edilmiş ise aynı vezindeki diğer bütün mısraların da hareke ve sakinlerinin o suretle tanzimi bu yeknesaklığı vücuda getirmektedir” der ve bundan kurtulmanın mümkün olmadığını belirtir. Çünkü aruzun esası bu kaide üzerine kurulmuştur. Şair daha sonra şiirde “derunî ahenk” nazariyesine değinir ve bunun doğru olduğunu söyler. Her şairin kendi ruhunun ahengine sahip olduğunu belirtir. “Nasıl şeklen diğerlerine benzemiyor ve harekâtında bir hususiyet gösteriyorsa ruhu da öyle bir hususiyet içindedir.” diyerek aruz vezninin bu özelliği güç izhar edebilen bir vezin olduğunu belirtir. Bu vezni döndükçe hep aynı nağmeyi tekrarlayan bir 65 gramofon plâğına benzetir. Bu özelliğinden dolayı aruz veznine bugün taraftar olmadığını belirterek bunun en can alıcı nokta olduğunu vurgular. Şair, hece vezninin terakki ettikçe mükemmel bir ihtisas aleti olacağına inanır. Aruzun lirik şiirler yazmaya pek müsait olmadığını söyleyerek bu vezinle rustaî ve rubaî şiirler yazılamadığını belirtir. Hece veznini bu hususta engin bir deniz olarak görür. Her şairin onu dehasına göre ikmal edebileceğini, her gün yeni ahenkler bulabileceğini söyler. Destanın ilk şiir olduğuna dikkati çekerek o günkü hece vezniyle yüksek destanlar vücuda getirilemeyeceğini ileri sürer. “Hece vezninde bir ipek kanadın, bir şimşek fısıltısı var. Nedense henüz bir tunç sesi çıkaramıyor.” diyerek bu durumun fazla uzun sürmeyeceğini belirtir. (s. 94). Halit Fahri, aruz vezninin yeknesak bir ahenge sahip olduğunu ve bunu değiştirme imkânı olmadığını tekrarlar. “Bu vezin belki Eflâtun’un hoşuna gidebilecek bir hüsn-i mutlak olabilir! Fakat mezkûr nazariyenin çürüdüğü müsbet bir felsefe asrında şair, “güzel”i ve güzeli havi olan bütün hususiyetleri, rengi, ziyayı, ahengi artık maveraî bir cihanda değil, ancak kendi ruhunun âleminde aramalıdır. Bu âlem nihayetsizdir.” diyerek serbest ruhlar olduğu kadar birbirine benzeyen klişe ruhların da olduğunu belirtir. Ona göre şairin ruhu, böyle klişe bir ruh olmamalıdır. “Düşünmek ve hissetmek tarzına ait olan bu hususiyet ihsas konusunda da öyledir ve bunda en mühim nokta şiirin musikisinde şairin kendi derunî ahenginin mevcudiyetidir.” Aruz vezninin hemen bütün şairlerin eserlerinde aynı sadayı aksettirdiğine dikkati çeker. Şair, “Aruz vezninde değişmeyen bu sesler hecede nasıl oluyor da değişebiliyor?... Aruzun ahenk sahası niçin bir cüzdür ve hece bir küll teşkil edebiliyor?” soruları söz konusu olduğunda ritim meselesiyle karşılaşılacağını 66 söyler. Türkçe’de bir tek kelimeyle ifade edilemeyen ritme bazılarının “âhenk-i mevzûn” dediklerini belirtir. Kendisi “darb-ı âhenk” demeyi tercih eder. Ritmin o ana kadar yapılan tariflerine değindikten sonra hayattaki yerine ve fizyolojik etkisine geçer. Ritmin psikolojik etkisinin fizyolojik etkisinden daha az önemli olmadığına dikkati çeker. Ritmin dimağın bir ihtiyacı olduğunu belirten şair, ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceği görüşündedir. (s. 113). Ritimsiz bir sanat eseri olamayacağına dikkati çeker. Şiirin musikiyle yakın ilgisi olduğunu söyleyerek “Şiir ancak ritimle olmak suretiyle mevcuttur.” der. Aksi takdirde bayağı bir eserdir. Ritmin daima yeni, orijinal olmasını ister. Ona göre aruz vezni ritimleri daha önce belirlenmiş olduğu için bu hususta kısırdır. Şair oraya ruhundan bir şey katamamaktadır. Hazır olan beste güfteyi beklemektedir. Halbuki hece vezni ebedî ritimler kabul edebilir. Şair hece vezninin aruza üstünlüğünün en çok burada olduğuna dikkati çeker. Çünkü hece vezni şairin ruhundan yeni sesler kabul edebilir. Aruzda bu mümkün değildir. Bu gerçek meydanda olduğu halde aruza taraftar olmaya bir anlam veremez. “Aruz yine süklüm büklüm yaşasın! Onu, gün görmüş, saçları ağarmış bir ninemiz, yahut sevgili bir dadımız gibi köşe minderine oturtalım; ara sıra hatırını soralım, incitmeyelim.” diyen şair bazıları gibi aruzu büsbütün ortadan kaldırmak fikrinde olmadığını belirtir. Aruzun mazinin zevki olduğunu söyleyerek “o rubabın paslı tellerinde” parmakların fazla dolaşmasını istemez. Ona göre yeni hayat, yeni hisler, dünkünden daha farklı nağmeler çıkaran hece vezniyle anlatılmalıdır. (s. 115). 129 Bu makalelerin üçüncüsünde,130 hece vezninin terakkîsi ve gelecekte nasıl olacağı hakkında değerlendirmelerde bulunur. İlk başta hece vezninin gelişimiyle 129 130 Halit Fahri, Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58 (22 Ağustos 1918), s. 113-115. “Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59 (29 Ağustos 1918), s. 124- 126. 67 ilgili bilgiler verir. Hecenin en yaygın kullanılan on birli veznini Fransızların “aleksandiren” ine benzetir. Anadolu’da söylenen türkülerin genellikle yedi heceyle yazıldığını belirterek bir yıl önce Muğla’dan toplayıp yayınladığı örnekleri hatırlatır. 131 Yusuf Ziya, edebiyatın hiçbir zaman propagandacıların vasıtası olamayacağını belirterek “Hakiki sanatkârlar, daima lâbedi‘î hadiselere yabancı kalmış, daima muzır şahsiyetlerin telkinlerinden sanatını uzak tutmuştur.” der. Şaire göre “Aşk sahibi bir bestekâr hiçbir vakit başkasının keyfi için sazını değiştirmez!” Hececilikle aruzculuk arasında çalkalanarak, kâh o tarafa kâh bu tarafa geçenleri “şahsiyetsiz” olarak niteler ve onların sanatla ilgisi olmayan zavallılar olarak görür. “ “Aruziyûn” isterlerse muhalif partilerin alkışçıları olsunlar. Biz, bu nevi tezahürata karşı lâkaydız.” diyerek gerçek sanatçıların “yalnız güzelliğin aşığı” olduklarını belirtir.132 Halit Fahri, Ömer Seyfettin’in vezinle ilgili görüşlerine karşı çıkarken kendi vezin anlayışını açıklar. Ömer Seyfettin’in heceyle yazılan şiirleri asrî ve millî kabul edip aruzla yazılanları “kervana koyup İran’a yollaması” nı haksız bulur. Kendisinin “bugünkü İstanbul Türkçesiyle konuşmak için aruzun başına bin belâ açan patavatsız çocuklardan biri” olduğunu söyler. “Lâleler nerede?... Çerağlar nerede?...” dediği zaman konuşulan dilden farklı bir şey söylemediğini düşünür. (s. 17). “… Hem hece vezni, aruz vezni diye edebiyata kıymet biçmek bir kadının güzelliğini elbise ile 131 “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 139(19 Temmuz 1333/ 17 Temmuz 1917). “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 140/12(2 Ağustos 1333/ 2 Ağustos 1917), s. 3528-3529/186-187. “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 142(30 Ağustos 1333/ 30 Ağustos 1917). 132 Yusuf Ziya, “Siyaset ve Edebiyat”, Şair, 4 (2 Kânûnisani 1919), s. 49. 68 mukayese etmeye pek benziyor.” diyerek ruha ve lisana bakılması gerektiğni savunur. Önemli olan, konuşulan Türkçeyle aruzun kullanılabilmesidir. Şair, hecenin de taraftarı olduğunu belirterek işlenip ibtidaîlikten kurtulduğu zaman iyi bir “âlet-i musikî” olabileceğini söyler. Bu veznin aruzun yanında henüz zavallı kaldığını düşünür. Hece vezni kullanmak uğruna uzun süre şiirden mahrum kalmak istemez. “Mamafih bir asır sonra da hecenini yanında aruzun haşmetli bir melîke gibi hükümran olacağına bugün katiyen imanım var. Bir tarih inkâr edilebilirse aruz da inkâra uğratılabilir. Aruzu şimdiki mükemmel haykıran sanatkârları altı yüz sene yetiştirdi, hecede de bu kuvvetli şahsiyetleri hele bir görelim…” Aruzdan heceye kolaylıkla geçilebileceğini iddia eder. Bunda bir zorluk görmez. “Arkadaşlarını gücendirmekten korkmasa” hececiler içinde beğenilen birkaçının aruzu başarıyla kullanamayıp heceye döndüklerini söylemek istediğini belirtir. Gerçeğin er ya da geç ortaya çıkacağını söyleyerek zamanın vereceği hükmü bekler. Şair, 1919’da yazdığı bu yazıda, son iki yılda yazılan aruz şiirlerinin sadelik yönünden heceden farklı olmadıklarını ileri sürer. Fazla olarak musiki yönünü de göz önüne alarak heceden çok “munis ve kıymetli” olduklarını savunur. Dünkü düşünceleriyle az çok aynı olduğunu belirterek “eski bir sevgiliye” daha bir kuvvetle döndüğünü söyler.133 Yusuf Ziya, 1919’da, birkaç ay önce heceye biat eden Halit Fahri’nin “muhtedîlere has bir hararetle” nasıl bu vezni savunduysa şimdi de heceden aruza tekrar “ihtidâ” etmesi üzerine aynı şiddetle eski vezni savunduğunu belirtir. 133 Halit Fahri, “Şiire Karışmayın”, Şair- Nedim, 2(23 Kânunisani 1919), s. 18. 69 Vezinden vezne bir adımda geçilemeyeceğini belirten şair, bunun ancak zeki, hissî bir kanaatle olabileceğini savunur. Halit Fahri’nin yaptığı gibi fırka siyasetlerine kapılarak bir yıl önce Yeni Mecmua’nın müdürü Talat Bey’in hece veznine biatından sonra heceye, sonra da zamanın eğilimine uyarak Sabah gazetesi başyazarı Ali Kemal’in aruz veznine dönmekle hiçbir şey yapılamayacağını söyler. Halit Fahri’nin yıllardır şöhret ve başarıyı “Darülbedaî sahnesinde fesine çelenk taktırmak nevinden çığırtkanlıklarla” aradığını ileri sürer. “Pek basit bir zevk sahibi olduğuna kani bulunduğum bu şair ile aramızda derin telâkki farkları da var.” der. Onun Yeni Mecmua’da yayınlanmış “ısmarlama” yazılarına şahsiyet sahibi bir sanatçının eserleri diye bakılamayacağını belirtir. Bunların içinde Mehmet Emin’in aynen bulunabileceğini iddia eder. “Hececiler içinde pek beğendiğiniz birkaçı, aruzu muvaffakiyetle kullanamadılar, heceye döndüler. Yoksa ihtimal ki bugün onları da inkâra yeltendikleri vadide serfiraz görecektik.” iddiasına Halit Fahri’nin daha Arapça ve Acemce terkiplerden kurtulamadığı bir zamanda Orhan Seyfi, Enis Behiç ve kendisinin baştan başa temiz bir lisanla şiirler yazmalarını öenek gösterir. Halit Fahri’nin “heceye dikiş tutturamadığını” düşünür. Onun, Orhan Seyfi’nin yazdığı “Fırtına ve Kar” adlı manzumesinden uzun bir Baykuş piyesi çıkardığını söyler. Şair, Orhan Seyfi, Enis Behiç ve kendisine kimsenin aruzda başarılı olamadı demediğini ve diyemeyeceğini belirtir. Halit Fahri içinse söylememeyi borç bilir. İstanbul Türkçesinin değişmediğini fakat Halit Fahri’nin dilini düzeltemediğini söyler. 134 Bir başka yazısında, aruzu “ölüme yaklaşırken iyileşir gibi olan ağır hastalar” a benzetir. Bu “yabancı vezin” taraftarlarının talihlerini son bir kez denemek için irili 134 Yusuf Ziya, “Aruzdan Heceye, Heceden Aruza!”, Şair, 8(30 Ocak 1919), s. 113. 70 ufaklı ortaya atıldıklarını söyler. Reşit Süreyya’nın dahi bu konuda düşüncelerini ortaya koyduğunu belirtir. Daha önce “Aruzdan heceye, Heceden Aruza” adlı yazısında söylediği gibi, aruz veznini aczlerinden ötürü bırakmadıklarını tekrarlar. Bu “köhne vezne” Reşir Süreyya dahil olamak üzere aruz taraftarı birçok şairden daha çok vâkıf olduklarını ileri sürer. Onun Türkçe kelimelerin gerçek telâfuzunu bozmakta hayret edilecek maharet gösterdiğini söyler. Düştüğü bazı aruz hatalarını göstererek bu vezni yeteri kadar bilmediğin belirtir. Şiirde, “Edebiyatta “vezin” denen nesnenin gürültüsüne hiçbir vakit kıymet verilmez.” der. (s. 145). Asıl “nazım denen hususî ahenk” in şairin bağrından koptuğuna inanır. Bu “derunî sesler” in değerli olduğunu söyler. Şair, aruzun kısa ve uzun hecelerle ahenk oluşturmasının zannedildiği gibi bir meziyet değil, feci bir kusur olduğunu savunur. Böyle olduğunda sanatçı samimi duygularını, bu dar ve yeknesak kalıba sokmaya mecburdur. Millî vezinde sadece “aded-i hece” olduğunu, bunda da her şairin istidat ve iktidarı oranında ahenk oluşturabileceğini belirtir. (s. 146).135 1919’da yazdığı bir yazıda, aruz veznini, saz meclislerinin, ahengin sonu, uykunun başlangıcı olan sonlarına benzetir. Aruzla ilgili ortaya atılan yazıların dağınık curcuna kadar bile toplu olmadığı görüşündedir. Bu eski “rübab” ı savunanların, kendi düşüncelerince, “altı asırlık bir muvaffakiyetin şâşâsına istinad eden mecmuâları” nın sanatı mukaddes tanıyanları ağlatacak kadar biçare olduğunu söyler. “İstanbul Akşamı” adlı şiiri örnek gösterir. “Hayalde izleri kalan hazin ve sakin hatıralar uyandıran” bu adın; “Parklar sükût içinde, geçen her tramvayın 135 Yusuf Ziya, “İflâs”, Şair, 10(13 Şubat 1919), s. 145-146. 71 Serper sükûta zilleri bir hasta sesli, çın!” şeklinde devam eden mısralarıyla sadece komik olduğunu düşünür. Şair, Faruk Nafiz’in güzel bir nazmıyla karşılaşır. Aruzcuların artık ondan da yardım umamayacaklarını, şairin hece vezni taraftarı olduğunu belirtir. (s. 177). “Aruz, muhteşem bir saz takımı gibi, ağır fasılalarla uzun yıllar yaşadı. Fakat bugün, şarkılar, gazeller, kantolarla geçen bu asırlık hayat bir curcuna ile bitiyor!...” der. (s. 178). 136 Faruk Nafiz, Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiirlerini yazacak bir vezni her zaman için kabul etmeye hazır olduğunu belirtir. Hece vezninin zorla kabul ettirilmesini hoş bulmaz. Daha, büyük eserler yazılmadan ve bu eserleri yazacak dahiden iz görülmeden ona bu kadar kuvvetli şekilde taraftar olmanın ammeyi ürküttüğünü söyler. (s. 99). Ortada yapılan, gösterilen bir şey olmamasına rağmen hecenin de hakkını samimiyetle itiraf edeceğini belirtir. Hece vezniyle yazılan şiirlerin daha orijinal olacağı düşüncesinde yanıldıklarını söyler. “Hece vezni ne iddia ettikleri gibi harikulâde bir sihri kendiliğinden hâizdir ne de endişe ettikleri gibi mevkiini büsbütün aruza terk ederek çekilecektir.” diyen şair, bunu daha çabuk şumullendirmek için bütün tartışmaları bırakıp heceye doğrudan doğruya zevkle katılmayı önerir. (s. 100).137 Halit Fahri, “Veznin şiirde bir vasıtadan başka bir şey olmadığını”, esas olanın “renk, ziya ve musikî” olduğunu söyler. Bunların ancak yüksek zevk sahibi olan bir şairin eserlerinde bulunabileceğini belirtir. Yıllardır devam eden vezin 136 137 Yusuf Ziya, “Curcuna”, Şair, 12 (27 Şubat 1919), s.177-178. Faruk Nafiz, “Yanlış İddialar”, Nedim, 7(27 Şubat 1919), s. 99-100. 72 tartışmaları yerine daha önemli konuların yer almış olmasını ister. (s. 130). “Asıl esaslar ihmal edilerek havaî ve mübhem zeminler etrafında dolaşıldığını” ileri süren şair, “gittikçe dal budak saran hece-aruz tartışması” nın halledilebileceği anı uzak görür. (s. 129).138 “Aruz Şairleri” adlı yazısında, aruz- hece tartışmalarının biraz durulduğunu, buna da ihtiyaç olduğunu belirtir. Çünkü bu tartışma son zamanlarda yeni nesil şairleri şaşırtmış, eser vermek yerine nazariye ile uğraştırmıştır. Şair meselenin az çok açıklığa kavuştuğunu söyleyerek artık eserin hangi vezinle yazıldığından çok ne dereceye kadar güzel veya orijinal olduğunun araştırıldığına dikkati çeker. O günün zevkinin düne oranla daha tarafsız olduğunu belirten Halit Fahri, bu durumdan memnundur. Her iki zümreyi samimiyetle tetkik zamanının geldiğini düşünür. Şair, bu makalesinde Tevfik Fikret’ten sonra gelen aruz şairlerini tahlil edeceğini belirtir. Bu şairleri iki gruba ayırır: a) Yalnız ilhamıyla çalışan fakat lisanda Tevfik Fikret’i unutturacak bir yenilik yapmamış olanlar: Mehmet Akif, Midhat Cemal, Ali Canip, Reşit Süreyya, Ahmet Haşim, Emin Bülent, Tahsin Nahit. b) Lisanda yenilik yapmış olanlar: Yahya Kemal, Faruk Nafiz. 139 1919 yılında yazdığı bir yazıda, hece şairlerinden bahseder. Aruz vezni bütün tantanasıyla hüküm sürerken, halk arasında sessiz, samimi bir tarzda yaşayarak o güne kadar gelen hece şiirlerinin Türk Edebiyatında artık asrî bir şekle büründüğünü belirtir. Bir zamanlar saz şairleri ve tekke dervişlerinin kullandığı bu veznin bundan böyle bir inkılâba ihtiyacı olduğunu söyler. Şair, hece veznini bütün acemiliğine rağmen, çok kereler aruza tercih ettiğini tekrarlar. 138 139 Halit Fahri, “Zavallı Sanat!”, Şair-Nedim, 9(13 Mart 1919), s. 129-130. Halit Fahri, “Aruz Şairleri”, Alemdar, 2648/ 348 (29 Teşrinisani 1335 / 29 Teşrinisani 1919), s. 3. 73 Şair, yazısında, o günkü genç hece şairlerinden bahsedeceğini belirtir. “Mehmet Emin Bey’in dört dört taktili, yeknesak âhenkli manzumelerinden sonra hece şiirlerinin bugün almış olduğu şekl-i mükemmeliyyet cidden takdire lâyıktır.” şeklinde bir değerlendirmeden sonra Faruk Nafiz, Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya gibi şairlerin de içinde bulunduğu gençliğin hecede mükemmel örnekler ortaya koyduklarını belirtir. Rıza Tevfik ve Ziya Gökalp’ın daha önce bu vezinle yazmış oldukları eserlerin o günkü hece şiirleri yanında sönük kaldıklarını söyler. Bu yazıda o gün hece vezniyle yazan şairlerden Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Celâl Sahir ve İbrahim Alaattin üzerinde kısa değerlendirmelerde bulunur. 140 “Şiir Lisanımız” başlıklı yazısında, vezin meselesine de değinir. Yahya Kemal ve genç şairlerin şiirleriyle şiirde yeni birşeyler yapmaya hazırlanıldığı zaman aruz- hece tartışmalarının başladığını söyler. Bu tartışmaya katılmayan bir tek şair kalmamış gibidir. Şair bu meselenin aslında gayet basit bir surette halledilebileceğini düşünür. Veznin sanatçı için bir vasıtadan ibaret olduğunu belirterek herkesi kullanacağı alette serbest bırakmak taraftarıdır. Yüksek bir şairin hangi vezni kullanırsa kullansın başarılı olacağını savunur. Hece vezni taraftarlarının çoğaldığını, kendisinin bile çok defalar aruz vezni hakkındaki kanaatinin sarsılacağını hissettiğini söyler. “Ben ki senelerden beri aruz ile çile dolduruyordum. Ben onun kahrını, o benim kahrımı çekmekte idi.” der. 141 1920 yılının edebiyatını değerlendirirken hece veznini savunur. Aruzun kalpten gelen samimi Türkçe’yi tamamıyla ifade edemediğini söyler. O zamanlar hece veznini “bâkir” ve “ibtidaî” olmasına rağmen samimi Türkçe’yi en iyi ifade edebilecek yegâne vasıta olarak görür. Şair on üç sene aruzla yazdığı halde o gün 140 Halit Fahri, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânûnıevvel 1335 / 13 Kânunıevvel 1919), s. 2. 141 Halit Fahri, “Şiir Lisanımız”, Peyâm-ı Edebî, 19/62 (18 Kânunıevvel 1335/ 1919), s. 2. 74 hecenin istikbalinden emin olduğunu vurgular. Aruza düşman olmamakla beraber bundan sonra katiyyen taraftarı değildir. Hece veznine karşı olanların delil olarak Mehmet Emin’i göstermelerine karşılık o da genç şairleri örnek verir. Mehmet Emin ile aralarında baş döndürücü bir fark olduğuna dikkati çeker.142 Faruk Nafiz, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler” adlı yazısının başında, “Dünyanın hiçbir tarafında hiçbir millet yoktur ki elinde bir manzume yazmak için iki vezin bulunsun ve bununla da zevkini tayin edemeyerek yeni bir vezin icadına çalışsın.” diyerek aruz ve hece vezinleri üzerinde duracağını belirtir. (s.14). Türk sahnesinde temsil edilmek itibarıyla hangisinin daha elverişli olduğunu araştırmak ister. Baykuş ve Binnaz üzerinde duracağını söyleyerek Baykuş’ta şiirin, Binnaz’da sahnenin daha kuvvetli olduğunu hatırlatır. Şair her iki vezinle de aynı surette ilgilendiğini, fakat ne aruz ne de heceyle bir piyes yazma kuvvetini kendinde göremediğini belirtir. Aruzu sahne için pek munis olmayan bir nazım aleti olarak görür. “Aruz ile meşgul olanlar için meçhul değildir ki o yeknesak ve sürükleyici âhenk, şairi kendi arzusuyla başladığı yerden alarak katiyyen hayaline getirmediği bir vadiye doğru sevkeder, ve piyes olmak üzere başlayan bir eser gitgide yalnız şiir olur.” diyerek Baykuş’ta açıkça görüldüğünü söyler. “Bundan dolayı piyesi temsil eden sanatkârların vazifesi yalnız sahne üzerinde manzume okumaktan ibaret kalır. Halit Fahri, Baykuş’un temsilinde kuvvetle deveran eden bu iddiayı tekzîb etmek için o zaman henüz başladığı 142 Halit Fahri, “Millî Zevke Doğru!”, Peyâm-ı Sabah (Edebî Nüsha), 24 (22 Kânunisani 1336/ 1920), s. 2. 75 “İlk Şair”ini gösteriyordu. Bugün muvaffakiyetle nihayete eren bu güzel eser, maalesef, muarızlarının eline yeni bir silâh verecektir.” Faruk Nafiz, aruzla güzel komediler yazılabileceğini düşünür. Daha sonra hece veznine geçen şair, “Edebiyatımızın bu makbul vezni henüz ilk istihalelerini geçirdiği için bununla bir eser yapmak, daha ziyade yaratmaktır.” der. Bundan ötürü Yusuf Ziya’nın Binnaz’ını dikkat çekici bulur. Bu eser beklenilen mükemmeliyette olmadığı halde ilk olduğu için ilgi uyandırır. Binnaz’ın sahne için hece vezninin daha munis olduğunu ispat ettiğini söyler. (s. 15). 143 Yusuf Ziya, “Sahnede Vezin”144 adlı yazısında, millî eserin aynı zamanda asrî eser olduğunu tekrarlar. Türk Edebiyatının bütün nevilere çok derin ihtiyacı olduğunu, özellikle sahne şiirinin vezin iddialarında kendilerine hak verdiren önemli bir amil olduğunu söyler. Birçok kişinin aruzun güçlüğünden, hecenin kolaylığından bahsederek genç neslin bu unutulmuş nazım aletine taraftarlığını bununla açıkladıklarını belirtir. Şair burada savunmaya geçerek aruzun zaaflarına değinir: Aruzun uzunluğu ve kısalığı iyice tayin etmiş, sesi hiç değişmeyen bir âhenk kalıbı olduğunu söyler. Şair herhangi bir sözü, uyduğu takdirde, bu hendesî besteye tatbik edip altına imzasını atabilir. Millî vezin olan hecenin hece adetlerinin muayyen olduğunu, bir ya da birkaç yerinde durağı olan kupkuru bir ölçü olduğunu, bütün derûnî âhengini, bütün nazım nağmesini sanatçının kaleminden, kalbinden, ehliyetinden beklediğini ileri sürer. Faruk Nafiz’in “Hece vezniyle bir sahne eseri yapmak, daha ziyade yaratmaktır.” sözünün bunu teyit ettiğini düşünür. 143 144 Faruk Nafiz, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20 (1 Mart 1336 (1920), s. 14-15. Yusuf Ziya, “Sahnede Vezin”, SF, 1451 (21 Mart 1336/ 21 Mart 1920), s. 244-245. 76 Aruzun kendi bünyesindeki samimiyetsiz âhengin nümayişi sayesinde okuyucuyu aldatan bir hokkabaz aleti olduğunu söyler. Ruhunu, fikrini bu yabancı müstebid çemberin içine koyamayan şairin, onun zevki şaşırtan yabancı gürültüsüne kanarak esasından uzak ufuklara açılabileceğini düşünür. Küçük bir manzumede, hemen sezilemeyen bu aksamanın, sahnede dikkat çektiğini belirterek Faruk Nafiz’in bu konudaki değerlendirmesine yer verir: “Aruz ile meşgul olanlar için meçhul değildir ki, o yeknesak ve sürükleyici ahenk şairi kendi arzusuyla başladığı yerden alarak katiyyen hayaline getirmediği bir vadiye doğru sevk eder ve piyes olmak üzere başlayan bir eser, gitgide yalnız şiir olur. “Baykuş” ta sarahaten görüldüğü gibi. Bundan dolayı piyesi temsil eden sanatkârların vazifesi yalnız sahne üzerinde manzume okumaktan ibaret kalır. Halid Fahri, “Baykuş” un temsilinde kuvvetle deveran eden bu iddiayı tekzîb etmek için, o zaman henüz başladığı “İlk Şair” ini gösteriyor. Bugün muvaffakiyetle nihayetine eren bu güzel eser, maalesef, muarızlarının eline yeni bir silâh daha verecektir.” 145 Aruzun bu meziyetlerinin birer kusur olduğu görüşündedir. Bu sahte ahengin Halit Fahri’yi hem Baykuş hem de İlk Şair’ de şiire değil, şairâneliğe sürüklediğini ileri sürer. “Yoksa manzum eserler, asrî bir hayatı bütün ciddiyeti, bütün katılığı ile ifade eden, ağır başlı mevzûn mükâlemeler değildir. Sahne edebiyatı, nesirden ayrılınca mutlaka şiir olacaktır. Halit Fahri, bu itibar ile mevzularını iyi seçmiş, şahsiyetleri iyi intihab etmiş, manzum temaşanın muhtaç olduğu esasî malzemeyi itina ile hazırlamıştır. Hususiyle elinde 145 Faruk Nafiz’in sözü edilen bu yazısı “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20 (1 Mart 1336 /1920), s. 14-15’tedir. 77 tamamen hakim olduğu pürüzsüz bir lisan da var. Fakat “seviyorum” bile demeye müsait olmayan aruzun pençesi onun yakasını bırakmıyor ve beyan silsilesini, tabiî bir şiire gideyim dedikçe gayr-i tabiî bir şairâneliğe sevk ediyor ki bu, temaşada, katiyyen ihmal götürmez, çok büyük bir kusurdur.” Halit Fahri gibi “usta” bir sanatçının bile mecburiyet altında kaldığı için kalemini istediği gibi mevzularının muayyen hududunda gezdiremediğini, eserlerinin ikisinde de “tavsîf ve tersîm descriptton” yaptığını, birçok lüzumsuz “tasvirî pittoresque” parçalara yer verdiğini söyler. “Binnetice sahnenin muhtaç olduğu kibar, munis şiirin yerine kaim olan telli pullu bir şiir özenmesi, mümessilleri hareketlerinde şaşkın bir hale sokmuştur. İşte bu vahdeti ifsâd eden yamaçlar, manzum eserlerde sahnenin şiddetle muhtaç olduğu şiirden değil, aruzun sürüklediği şairânelikten mütevellid müthiş, tamir edilmez bir kusurdur.” Şair, aruzun “Türk’ün malı” olmadığını, Türkçe’nin yapısına yabancı olan böyle bir ahengin beyan vasıtası olan Türkçe’yi ve şiiri sahteliğe sürükleyeceğini ileri sürer. (s. 244). Halit Fahri’den verdiği örnek parçayı işaret ederek şairin bunun kurbanı olduğunu belirtir. “Sarayın önünde nöbetçilik eden “Kan Çelik” sultanın sesini duyunca hemen [İpek fısıltılı, aşk için kırılır bir tanbur teli] diye bir sanat oyuncağı uyduruyor. Bu, değil sahne gibi kuru, ağır başlı bir şiire muhtaç olan yerde, hatta küçük bir manzumede, bir sone de bile gayr-i tabiî, gayr-i samimidir.” Tamburda hafif bir ipek fısıltısından ziyade madenî bir ahengin sert, kesik nağmeleri olduğuna dikkati çeken şair, “merhametsiz bir ahenk müstebidi” olan aruzun gerçeğe, hayata kulak asmayıp, şairin istediğini değil, kendi işine geleni söylettiğini belirtir. Buna karşılık hecenin çıplak ve düz çerçevesinde en küçük hatalar açığa 78 çıkar. Böyle büyük kusurlar da “Arap- Acem” vezninin tantanası içinde az çok kaybolur. (s. 245). Faruk Nafiz, “gençler” le “üstatlar” ın tartışmasını konu edindiği bir yazısında, “son cereyanları maziden ayıran hassalar” içinde vezin, lisan ve zevki sayar. Gençlerin tenkidine uğrayan Cenap Şehabettin’in hece vezninde eksik bulduğu şeyin ahenk olduğunu belirtir. Hece vezninin gittikçe işlenmiş bir şekil aldığını belirten şair, bu veznin bir iki yıl gibi kısa bir zaman sonra üstadın da taktirini kazanacak kadar mükemmel bir hale geleceğine inanır. 146 Yusuf Ziya’nın Binnaz piyesi münasebetiyle yazdığı yazıda Binnaz ile Baykuş’ u karşılaştırır. Bu iki eser arasındaki en bariz ve en derin farkı “birisinin mütekâmil, diğerinin ise henüz yeni işlenmeye başlamış bir vezne ait olmasından başka, birincisinin daha çok şairâne ve daha az piyes, ikincisinin daha az şairâne fakat daha çok sahneye elverişli olmasında” görür. Baykuş’un “mütekâmil aruz edebiyatının son faciasını” teşkil ettiğini belirtir. Yusuf Ziya Binnaz ile “henüz ilk istihâlesini geçiren millî vezn” e kusursuz bir eser kazandırmıştır.147 Yusuf Ziya, 1920’de, aruz vezninin ağır hastalar gibi son anlarını yaşadığını, kendilerinin davalarında emin olduklarını ve aruzun veda gününü beklediklerini söyler. Bu anın çok yakın olduğuna inanır. Vezin ve lisan meselesinin bir kanaat işi olduğunu belirterek dünyada herhangi birinin hatırı için “sazını değiştiren” bir sanatçının olamayacağına dikkati çeker. Burada menfaatin de söz konusu olmadığına yer verir. Hiç kimsenin “parmak hesabı” yla yazdığı ve bunu Merkez-i Umumi’nin 146 Faruk Nafiz, “Cenap Şehabettin Bey ve Gençlik”, Ümit, 8 (26 Ağustos 336/ 1920), s. 11. Faruk Nafiz, “Bizde Manzum Piyesler- 1”, Alemdar, 2912/612 (612/3) Nüsha-i edebiyye), (28 Ağustos 1336/1920), s. 1. 147 79 risalesinde yayınladığı için bir iyilik de göremediğini söyler. Bu şairlerin hepsinin mahrumiyet içinde yaşadıklarını hatırlatır. Yeni lisan ve hece vezni taraftarı olduğu için Refik Halit’i de ittihatçı sayamayacaklarını belirtir. “Biz, yalnız zevkimiz namına Türk’ün iki telli sazını Arab’ın binbir sesli rübabına tercih ediyoruz.” diyen şair, aruzun Türk’ün öz malı olmadığını, onun kısa heceli Türkçe’nin alışamadığı kadar uzun nağmeli olduğunu söyler. “Elimizde vatan namına kalan “Anadolu” yu bile kabul etmeyen benliğimizden bu kadar uzak bir vezne ben kalbimi nasıl koyabilirim?” diye sorar. Meselenin gayet samimi bir fikrin, bir sanat telâkkisinin sonucu olduğunu söyler. Bunda gizli maksatlar, çirkin noktalar aramanın insafsızlık olduğunu düşünür. “Şahsî, ibdâî, daha şamil manasıyla millî bir edebiyat istediklerini” söyleyen şair, Türk zevkinin Frenk zevki kadar, Arap ve Acem görüş ve duygusuna da uymadığını belirtir. Şiirin başa değil, kalbe hitap eden bir şey olduğunu düşünür. Malûmatla değil insiyakla bildiği kelimeleri duymak istemektedir. 148 Orhan Seyfi, 1920 yılında kendisiyle yapılan bir konuşmada, hece veznini kendilerinin icat ettiklerinin zannedildiğine dikkati çekerek kendilerinin aruz vezni yerine bu yeni vezni ikame etmek istediklerini belirtir. Kendilerine itiraz edenlerin, ortaya konulan bu yeniliğe, “daha doğrusu bu bid‘ate”, karşı itiraz ettiklerini zannettiklerini söyler. Şair, durumun aslında böyle olmadığını, kullandıkları veznin aruzdan bile eski olduğunu hatırlatır. Kendilerinin hiçbir şey icat etmediklerini, 148 Yusuf Ziya, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiye), 2912/162-612/3(28 Ağustos 1336/ 1920), s. 1. 80 halkın veznini alıp onu aynen kullandıklarını belirtir. Bunu beğenmeyenlerin kendilerini boş yere tenkit etmemelerini ister.149 Halit Fahri, hece vezniyle ahenkli şiir yazılamayacağı inanışının yaygın olduğunu belirterek bunun hatalı bir düşünce olduğunu söyler. Şair, o gün için aruz vezniyle yazılan şiirlerdeki ahengin tamamıyla hece vezninde mevcut olduğunun iddia edilemeyeceği fakat hecenin az zamanda ahenk itibarıyla kazandığı mevkiin yarın için kendi lehine büyük bir adım olduğu görüşündedir. Aruzun tantanalı vezinlerindeki ahengin inkâr edilemeyeceğini tekrar ettikten sonra bu vezinde işitilen nağmenin hep aynı nağme olduğunu belirtir. Bu nağme çok kuvvetlidir fakat değişmesi mümkün değildir. Hece vezninde ise şairin musiki kabiliyetine göre sayısız ahenkler olabilir. Aruzun ahenk sahasının bir cüz addedildiğinde heceninkinin bir küll teşkil edeceğine dikkati çeker.150 Enis Behiç, “Musikî Usûllerinin Nazma Tatbiki 1” 151 adlı yazısında aruz ve hece vezinlerine dair görüşlerini verir. Şair, aruz vezninin ahenginde bir yeknesaklık, bir eskilik oluştuğunu söyleyerek aynı musikiyi dinlemenin kendisinde bıkkınlık yarattığını, bunun için de yeni usul, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyduğunu belirtir. Şiirde musikiye çok fazla taraftar olduğunu söyleyerek hece vezninde yazılan manzumelerin “darbelerindeki ıttırad ve adetâ tıkırtıyı” kulağını tatminden aciz bulur. Burada hece veznine karşı olumlu bir tavır sergilemez. Yeni usuller için hece vezninden çok musikiye sahip olan aruz usullerine başvuracağını belirtir. 149 Yusuf Ziya, “Orhan Seyfi ile Konuştum”, Alemdar (Kısm-ı edebî), 2933/ 633 (18 Eylül 1336/ 18 Eylül 1920), s. 3. 150 Halit Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuneleri, Cihan Biraderler Matbaası, İstanbul, 1341/ 1925, s. 324. 151 Enis Behiç, “Musikî Usûllerinin Nazma Tatbiki 1”, Şehbal, 86 (15 Teşrinisani 1329), s. 270-271. 81 “Filhakika kelimelerin teâkub ve insicamıyla âhenk temini varken vezinlerin esareti altına girmek arzu edilmezse de naçiz şairriyetimin musikiye esaret ve ihtiyacı ve yalnız kelimelerle değil, bunların takip ve insicamından mütevellid darbelerin, yani vezin lütfuyla da âhenk ihdâsı beni bu yolda tahrik ediyor.” der. Kendisi ahenkli olmak üzere gösterilen, yalnız kelimelerle musikinin oluşturulduğu söylenen hece veznindeki şiirlerde, içinde biraz olsun musiki bulunan parçaların “aruzun ef‘âil ve tef‘âiline gayr-i ihtiyari tetâbuk” etmiş olduğunu belirtir. Ya da manzumeyi okuyan, taraftar bir suretle suni ahenkler oluşturmuştur. “Demek ki şiirin esasında bir âhenk varsa o da aruza takarrübünden ve aruza takarrüb etmeyerek sâmiamıza musikî vermiş ise inşad edenin sun’î ve cebrî temdîdlerinden neş‘ât etmiştir. Halbuki hakikatte bir şiiri terkîb eden kelimelerden mütevellid âhenk öyle sun‘î ve cebrî değil, tabiî ve aslîdir.” Şair, kelimelerle musiki oluşturmak için Türkçe’yi arzu edildiği ve zannedildiği kadar uygun bulmaz. Bulmaktan aciz olabileceğini düşünür. Türk Edebiyatında o güne kadar “şiire kelimelerle âhenk vermek ve aruzun lütfuna intikad eylememe” nin hiçbir şairde başarıya ulaşamadığını düşünür. (s. 270). “Şiir musikinin hemşiresidir.” diyerek yeni bir ahenk bulmak amacıyla “musiki usullerini nazma tatbik ve bu tatbik ile aruz dahilinde yeni vezinler ihdâs eylemek” fikrinde olduğunu belirtir. “Nağmeler muhtelif seslerden tekerrüb eder ve bu seslerin herbirinin muhtelif derecelerde imtidâd veya sür‘atiyle vücut bulur.” diyerek yeni vezinlerin nasıl oluşturulacağına dair bigiler verir ve yeni usullerle yazdığı şiirlerden örnekler gösterir. (s. 271). 82 Aruzun eski vezinlerinin daha az musikili olmadığını söyleyerek amacının şiiri musikiye daha çok yaklaştırmak olduğunu belirtir. Enis Behiç bu makalesinin devamı olan makalelerde152 teknik bilgiler ve örnekler vererek kendisine yöneltilen tenkitleri cevaplandırır. Yusuf Ziya, A. İsmet’in on dört sayfalık Aruzda Kolaylık adlı risalesinden bahsederken aruz vezniyle ilgili o günkü kanaatini verir: “Aruz vezni, Türk şiirinin bünyesinden sökülüp atılalı yıllar oluyor. Artık, zamane şairleri bile Osmanlı şiirinin bu tantanalı ahenk ölçüsüne yabancı! Edebiyat dünyasında canlılığını bu kadar kaybetmiş bir nazım aletini, A. İsmet Bey’in lise talebesine tanıtmaya kalkması beni hayran etti.” Risaleyi inceleyen şair, yazarın bulduğu usûl sayesinde aruz vezninin kolay değil, güç bile öğrenilemeyeceğini düşünür. Bu risaleye göre Yahya Kemal’in: “Gördüm ol meh duşuna bir şal atup lâhurdan!” diye başlayan ilk mısraının ilk parçasının: “Gördüm ol meh”- Fâ‘ilâtün şeklinde söylendiğini ve bunun doğru olduğunu söyler. Risaleye göre hızlı okunursa (fe‘ilâtün) olacağını, (Gördüm... ol... meh) diye kesik kesik okunduğunda (mefâ‘ilün) olacağını belirtir ve kendi düşüncesini açıklar: “Fakat bana kalırsa (Gördüm ol meh) in (feilâtün) olabilmesi için ancak (gördüm) ün (r ) si silinerek (Gödüm ol meh) şekline çevrilmesi lâzımdır ki, bu okuma tarzı da (ihamı kabik)e pek müsait.” der. 153 152 “Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 2”, Şehbal, 88 (15 Kânunıevvel 1329/1913), s. 304-305. “Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 3”, Şehbal, 91 (15 Şubat 1329/1913), s. 368-369. “Musikî Usullerinin Nazma Tatbiki 4”, Şehbal, 93 (15 Mart 1330/1914), s. 408-409. 153 Yusuf Ziya, “Aruzda Kolaylık”, Cumhuriyet, (17 Kânûnisani 1933), s. 3. 83 “Hece vezniyle güzel Türkçe şiirler yazma” dan Ziya Gökalp’ın bahsettiğini söyleyen Orhan Seyfi, bunun için yeni bir yolda çalışması gerektiğini belirtir. Eski halk ve tekke şiirleri gibi koşmalar yazma şartıyla vezni değiştirmenin bir derece kolay olduğunu düşünür. O eski örneklere göre şiir yazmak istememektedir. Bu vezinle yeni şiirler yazmak istediğini fakat bunun da örneği olmadığını belirtir. Güzel Türkçe’nin mevcut olduğuna fakat mektûp olmadığına değinir. “Sadırdan satıra geçemediğini” söyler. “Sanattaki en büyük hedefin şiirde samimiyet, güzel Türkçe ve hece vezni olduğunu” savunan şair, samimiyeti bir tarafa bırakarak artık ortada pek çok örnek olduğu için diğerlerinin kolay olduğunu ileri sürer. 154 Enis Behiç, 1933 yılında yazdığı bir yazıda, 155 aruzun ancak Osmalıca’ya “oldukça” uyduğunu, ona da tamamıyla uymadığını belirtir. “O Osmanlıca ki herhalde Türkçe değildi.” der. Eski şiir, Edebiyât-ı Cedîde ve Fecr-i Âti şiirlerinde öztürçe kelimelerin zorakî çekilmelerinin kulağa çarptığını söyler. Şair Arapça, Farsça terkip ve kelimelerde bile “imale” nin tabiîlikten ayrılan bir okuma olduğunu belirtir. Aruzun Osmanlıca’ya tamamıyla uymadığı gibi Türkçe’ye hiç uymadığına dikkati çeker. Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiirindeki bazı mısralarla Mehmet Akif ve Yahya Kemal’in mısralarının Türkçe’yi bozmadan aruz kalıplarına sokulabileceği örneklerinden bıktığını belirtir. Bunların da tartışılabileceğini düşünür. Bu örneklerin baştan sona pürüzsüz olsalar bile aruzun Türkçe’ye uyar bir ölçü olduklarını ispat etmeyeceği görüşündedir. Ona göre zorlayarak oluşturulan yirmi otuz mısraın 154 “Neler Dediler: Orhan Seyfi B. Diyor ki”, (Kon. Sehap Nafiz), SF, 1873/188(7 Temmuz 1932), s. 85. 155 Enis Behiç, “Bir Eski Bahis: Aruz- Hece!”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 84-85. 84 düzgün olmasıyla mesele halledilmiş olmaz. Bu yolda ısrar edildiğinde aruzun Fransızca’da da uygulanabileceği gibi garip bir sonuca varılabileceğini söyler. Şiirin temelinin, özünün “aşk” olduğunu, bütün güzel sanatların aşktan doğduğunu belirterek bir şairin sevgilisine “Seni seviyorum.” diyememesini garip bulur. “Seviyorum, ağlıyacağım, ağlıyamıyorum, unutamıyorum, unutamıyacağım, eziliyorum, öleceğim..” gibi her an söylenebilen ifadelerin aruza giremeyeceğine dikkati çeker. (s. 84). “Seviyorum” kelimesini söylemeye elverişli olmayan bu veznin Türkçe şiirlere uygunluğunu iddia etmeye bir mana veremez. Daha sonra musiki, ahenk meselesine geçer. Aruzda musikiyi yüksek, hece vezinlerinde aruzun ahengini bulamayanların yanıldıklarını belirtir. “Aruzda musiki, ahenk yoktur.” diyerek aruzun monotonluğun, bir ramazan davulu gümbürtüsü olduğunu ileri sürer. Aruzdan örnek verir: “Dadan, dadan, da-da-dandan, dadan dan-dan,da-da-dan! Da-da dandan, da-da dandan, da-da dandan,da-da-dan! Dandan, da-da dan, da-dan-da dan dan!” Ne söylenilmek istenilse istensin, davulun hiç değişmeyen temposuna uydurulması gerektiğini belirtir. Bu tempoyla ağlanıp, gülünüp, inlenecek, bu tempoyla düşünülecektir. Bu monoton temponun ibtidaî bir musiki olduğuna dikkati çeker. Şiirde ahengin monotonluk olmadığını, “kelimelerin daima birbirine eklenmesinden başka, asıl mısraların içinden gelen, sözlerin altında gizlenen ruh musikisi” olduğunu söyler. Şair, aruzla yazdığı zamanlar bu monotonluktan dolayı duyduğu bıkkınlıktan yeni vezinler arayışını hatırlatır. O zamanlar önlerinde hece vezninin bir tek örneği vardır: Mehmet Emin’in parçaları. Enis Behiç bunlarda “ancak bir çobanın kavalı 85 kadar musiki” bulur. O zamanlar hecenin kendi genç ruhuna az geldiğini , “kudüm ve dümbelek seslerinin monotonluğunda bütün bir musiki var” sandığını söyler. Yeni vezin bulma ihtiyacını duyan şair, aruzdan ayrılmayarak alaturka musikinin dümteklerinden yeni vezinler çıkarmaya çalışır ve bu yeni vezinle manzumeler yazar. Bu denemelerinin pek başarılı olmadığını düşünerek hece veznine sarıldığını belirtir. O günlerden beri hece vezninin çok işlendiğini, daha da işleneceğini söyler. “Altı yüzyıl eski edebiyatın “orji” sahnelerinde arap danslarıyla çalkanan (Aruz) adındaki antika rakkasenin yüzü pek fazla buruşmuş, sesi pek fazla kısılmıştır. Ona karşı hâlâ düşkünlük gösterenlerin ihtiyar zevklerine yeni, tüvâne gençlik uymayacaktır.” der. (s. 85) Yusuf Ziya, Varlık dergisinde Sabahattin Rahmi adıyla çıkan “Öz Şiir Meselesi” adlı makaleye değinir. Şair, bugünkü edebiyatta methiyenin de hicviyenin de örnekleri görüldüğü halde, şiirin fikir tarafına dair söz söylenmediğini belirttikten sonra bu yazıyı haber verir. Sabahattin Rahmi: “Şairlerin bir araya topladığı kelimelere ve seslere hayat veren, mısraın basit cüzleri arasındaki bediî vahdeti temin eden başka bir şey var, öyle bir şey ki, onu en küçük bir iklim değişikliği, en hafif bir temas öldürebiliyor.” der ve şu mısrayı örnek verir. “Ağır ağır ineceksin bu merdivenlerden!” Basit bir emirden başka bir şey olmayan manaya dokunmadan kelimelerin yerlerini değiştirmeyi önerir: “Bu merdivenlerden ağır ağır ineceksin!” 86 Sihrin kaybolduğunu, ortada bir posadan, boş bir esans şişesinden başka bir şey kalmadığını söyler. Öz şiirde bu eksilen şeyin manadan zahmetsizce sıyrılıp kaçan “ruh” olduğunu belirtir. Sabahattin Rahmi’nin öz şiiri, çabuk kaybolabilen çok hassas bir şey olarak görmesine, verdiği örneğin tam aksini gösterdiğini söyler. Mısraın aslının: “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” olduğunu, (çıkacaksın) ın yerine Sabahattin Rahmi’nin (ineceksin) dediği halde onun tabirince öz şiir olan ruhun kaçmadığını belirtir. Diğer taraftan hiç kelime değiştirilmediği halde, mevcut kelimelerin yerleri değiştirildiğinde ruh, sihir, öz şiirin kaybolduğuna katılır. Bir mısrada, kelime değiştirildiği halde, (çıkmak) yerine (inmek) dendiği halde özünden bir şey kaybetmeyip, bir kelimenin yeri değiştirildiğinde, şiir usaresi çekilip ortada posa kalmasının, Sabahattin Rahmi’nin deyimiyle, öz şiir değil, vezin olduğuna dikkati çeker. Çünkü (çıkmak) yerine (inmek) kullanıldığında şiirin vezni mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefa‘ilün/ fe‘ilün bozulmamaktadır. Kelimenin yeri değiştirildiğinde ruhun uçtuğunu, çünkü veznin bozulduğunu söyler.156 1934’te “Şiirde vezin meselesi artık hallolmuştur. Türk’ün vezni, hece veznidir.” diyen Halit Fahri, bütün mütekâmil milletlerin edebiyatında da bu ölçünün görüldüğünü söyler. “Aruz vezni Arab’ın ve Acem’in olsun!” diyerek bu veznin Türkçe’nin bünyesine hiç uygun olmadığını belirtir. Bunu açıklama gereği bile duymaz. Türkçe’de “imale denen ve aruza esas teşkil eden” kelimelerin bulunmadığını, bulunsa bile bunların “dağ” gibi bazı sınırlı kelimeler olduğunu 156 Yusuf Ziya, “Öz Şiir Meselesi”, Akbaba, 9 (1 Mart 1934), s. 4. 87 söyler. “Türkçe’nin en samimi ifade vasıtalarından biri olan tacilî ve iktidarî fiilleri alamayan, ağlayamıyorum, yürüyüver diyemeyen” veznin Türk’ün şiir ölçüsü olamayacağını savunur. “Aruz vezninin ahenginde ittirat vardır.” diyen şair, yeknesak bulduğu bu veznin “artistik” olmadığını düşünür. Gramafon plâğı gibi hep aynı makamı çaldığını söyler. Hece vezninin “bizatihî ahenk” olmadığını, deruni seslerini duyabilen şairin o boş kalıba nağmeler koyduğunu belirtir. Hece veznine “parmak hesabı vezni” diyenlerin büyük bir hata işlediklerini ileri sürer. 157 Faruk Nafiz, 1935’te kendisi ile yapılan bir ankette, 158 en çok beğendiği eseriyle ilgili düşüncelerini söylerken, şiirlerinde aruzla yazdıklarını heceden iyi bulduğunu belirtir. “Bunun sırrı da aruzun bana işlenmiş, hecenin de ham bir hâlde gelmesidir. Birinin kemal zamanında öteki henüz doğduğu için tabiatıyla ahenginin her perdesine birdenbire erişmek kabil olmadı.” der. (s. 65). Kurun gazetesinde bir gün sonra Osman Cemal Kaygılı’nın anketine Faruk Nafiz’in şu notu eklenir: “Aruz ve heceye dair sorduğunuz suallere verdiğim cevap, aruza dönmek mahiyetinde değildir. Ancak aruzun işlenmiş olduğunu ve hecenin henüz işlenmeye başlamış olduğu için ham bulunduğunu söylemiştim. Bence isteyen aruzu, isteyen heceyi, isteyen serbest vezni kullanabilir. Fakat aruzu 157 Halit Fahri, “Edebiyatımız Nasıldı? Nasıldır? Nasıl Olmalıdır?”, SF, 1982/297(16 Ağustos 1934), s. 183. 158 Refik Ahmet Sevengil, bu anket dizisini hazırladığı sıralarda Hakkı Tarık Us ve Mehmet Asım Us’un çıkardıkları Kurun gazetesinde çalışmaktadır. Bu anketin hazırlayanı açıkça belirtilmemiştir. 15 Ağustos’ta başlayıp 8 Eylül 1935’te biten bu ankette yaklaşık üç hafta boyunca on dokuz yazarın cevapları çıkar. 88 kullanırken Akif, heceyi kullanırken Orhan Seyfi, serbest vezni kullanırken Nazım Hikmet olmalı. Şiirin sırrı budur.” ( s. 72).159 Halit Fahri, 1935 yılında verdiği “Dünkü ve Bugünkü Edebiyatımıza Dair” adlı konferansında şiirde vezin üzerinde değerlendirmelerde bulunur. O tarihte şiirde vezin meselesinin tamamıyla hallolduğu görüşündedir. “Türk’ün vezni hece veznidir.” Bütün mütekâmil milletlerin edebiyatında da bu ölçünün görüldüğünü belirtir. Aruz vezninin Türkçe’nin bünyesine uygun olmadığını tekrarlar. İmale denen ve hemen hemen destek oluşturan özellik Türkçe kelimelerde bulunmamaktadır. Şair “dolu bir gramafon plâkı gibi hep aynı makamı çalan aruz vezni” nin estetik olmadığı görüşündedir. Hece vezninde şairin kendi içindeki seslerini boş plâklara doldurduğunu söyler. Şair bu boş kalıplara kendi sesini koyabilecektir. (s. 161) Öldüğü zaman bu sesler kendisiyle beraber gidecektir. Bu vezne “parmak hesabı” denmesini büyük bir hata olarak görür. (s. 162).160 “Aruzun Kifayetsizliği” adlı yazısında, Darüşşafaka’nın 63. yıl kutlamalarında okunan bir şiirden yola çıkarak aruz vezni üzerinde durur. Bir gencin okul için yazdığı manzumesinin bir mısraı şöyledir: “Salih Zekiler, Mehmed Eminler ve Safalar” Şair, okulda yetişenler sayılacaksa hepsinden önce Ahmet Rasim’i hatırlatmak gerektiğini düşünür. Genç şairin aslında Ahmet Rasim’i unutmuş olamayacağını, kullandığı veznin aksiliği yüzünden anamadığını ileri sürer. Bunun sebebinin de 159 SEVENGİL, Refik Ahmet, Hergün Bir Ediple, (Haz. Mustafa ARMAĞAN), L&M Yayınları, İstanbul, 2004, s. 65, 72. 160 YAZAR, Mehmet Bahçet, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, s. 161-162. 89 Ahmed Rasim adının manzumenin vezni olan “mef‘ûlû/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün” veznine uyamaması olduğunu belirtir ve devam eder: “Daha dumanı üstünde tüten bu misali ortaya çıkarmakla, ihtimal hâlâ köşede bucakta “Ah, aruz!” diye iç çeken kimseler kalmışsa onların dikkat gözünü açmaktan ziyade bilhassa gençleri bir kere daha ikaz etmek istedim. Ben ki çok eski bir aruz şairiyim, bu vezni bundan 18 yıl evvel feda ederek hece tarafına geçerken bu millî vezin işine estetik noktadan da tamamiyle kanaat getirmiş olanlardanım.” Şair, aruzu feda edemeyenlerin geleceklerine kıydıklarını iddia eder. Bugün artık onların unutulduğunu, çünkü “aruzun hiçbir zaman Türk’ün içinden gelen öz sesleri tamamiyle ortaya çıkaramayan bir kalıp” olduğunun anlaşıldığını söyler. Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret’i tasnifin dışında bırakır. “Onların yüksek fikir ve duygularının kullandıkları lisan ve veznin çok yükseğinde kaldığı” görüşündedir. Onun tenkidi orta veya basit yazan aruz şairlerinedir. Kabiliyetleri doğrultusunda Türk’ün vezni olmayan bir kalıpla yazdıklarını belirtir. Hüsranlarının da şairlik zaafları kadar vezindeki yanlış tutumlarından geldiğini söyler. Genç şairin Ahmet Rasim’i anamayışını “içi sade güfte istiyen doldurulmuş bir plâk gibi her dönüşünde aynı sesleri çalan ve derunî sesleri pek nadir aksettirebilen aruz vezninin” yetersizliğine verir. Şair, aruzun son sözlerini, özellikle Yahya Kemal’den sonra, söylemiş olduğuna dikkati çeker.161 Cumhuriyet’in on beş yılının edebiyat değerlendirmesini yaparken “Yeniler” adı altında yeni şairlere yer verir. Bu yeni şairlerin “aruz çemberinde yıllarca boğulmaktan kurtulduklarını, en hassas bir musiki aleti gibi ruh okşayıcı sesler 161 OZANSOY, Halit Fahri, “Aruzun Kifayetsizliği”, Uyanış, 2062/377 ( 27 Şubat 1936), s. 210. 90 çıkaran millî vezin” de en sade ve en serbest şekillere yol açabildiklerini belirtir. Bunlardan bir kısmının iç âlemini en ince nüanslarıyla terennümdeki imkânı bu işlenmiş ve hazırlanmış vezinle elde edişlerini talih olarak görür. İlk olarak Necip Fazıl, Kemalettin Kâmi, Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı, Ahmet Sıtkı’nın akla geldiğini söyler. Nazım Hikmet’in hece vezninde serbest nazma yeni sesler getirdiğini düşünür. Bu yeni şairlerin kullandıkları veznin “artık değişmesine imkân olmıyan kat‘î vezin, yani hece” vezni olduğunu belirtir. 162 “Aruz ve Hece Vezinlerine Dair” adlı yazısında, aruzun öğrenilmesi üzerinde durur. “İlmü‘l-aruz” denilen şiirde ahenk ölçüsünün Türk Edebiyatındaki asırlarca saltanatına rağmen “ilm-i simya” gibi kıymetten düştüğünü, bu düşüncede yalnız olmadığını düşünür. Fakat yanıldıklarını belirtir. Son günlerde bir edebiyat kitabındaki aruz parçasının yanlış alınmasının yanılgılarını ortaya çıkardığını söyler. “Aruzun arap lugatlerindeki “ahenk, nağme” ve mısraları ölçüsü ile karşılaştırarak sağlam ve hatalı oluşlarını mihenge vurmak sebebinden “mukabek”” olduğunu belirtir. Şair, edebiyat hocalığı yaptığı dönemlerde, aruzu bütün ayrıntılarıyla öğretmek zorunda kaldığını, daha sonra aruz hakkında genel bilgi verilmesi ve hece vezniyle aralarındaki farkın gösterilmesi esasına dayanan bir düzenlemeyle “büyük bir işkenceden” kurtulduğunu belirtir. Şair, uzun uğraşlardan sonra öğrencinin bu vezni tam isabetle tayin edemediğini söyler. Aruz vezninin öğrenilmesinin bu kadar önemli olmadığını “yalnız insan zekâsına inen bir tokmak” olduğunu ileri sürer. Öğrencinin ürktüğünü, büyükler için de bir dereceye kadar böyle olduğunu belirtir. Mef‘ûlü/ mefâ‘ilün/ fe‘ûlün kalıbıyla 162 “15 Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 2964(29 Birinci Teşrin 1938), s. 13. 91 söylenen bir şiire mutlaka uzun veya vuran bir sesle başlanması gerektiğini, içten gelen ses kısa, hafif ise sonunda vezne boyun eğmek zorunluluğu olduğunu söyler. Bu özelliğinden dolayı son devir şairlerinin aruzdan uzaklaştıklarını düşünür. Bunda hecenin millî vezin olmasının büyük rol oynamadığını, bu değerinden dolayı aruzun saltanatının yıkıldığının iddia edilemeyeceğini savunur. Bir kısım aruz vezninin orkestra uğultusuyla çağlayan ahengine karşılık, gönül seslerini iyi işittiremeyen bazı hece şairlerinin de zayıf ve kulağa hoş gelmediğini belirtir. Aruz vezni tüm gürültüsüne rağmen his ve hayal noktasına biçare kalır. Dolu bir plâk olan aruzun, döndürüldüğünde yalnız içine önceden konulmuş besteyi işittirdiğini belirtir. Sanatçıya düşen güfteyi tayin etmektir. Şair, ona his, hayal ve fikir ile beraber ahengi de verecektir. Bu karşılaştırmasından çıkardığı sonuç: Muayyen ses kalıpları üzerine kurulan aruzun ahenginin hudutları sınırlıdır. Acemi ellerde güzel çınlamayan hece vezni, “Şiirde en büyük kıymet ve hakikat olan “derunî ses” lerini kalbinden söküp çıkarabilenlere bir mucizeli alettir.” Kudretli şairler elinde hecenin ahenk değerini hudutsuzlukla tarif eder. Böyle bir hececi şairin, yaşamı boyunca kendi on birlisini, on dörtlüsünü kullandığını, öldüğü zaman da o şiirlerdeki seslerin sırlarını da birlikte götürdüğünü söyler. “Yüksek ve artistik hece veznini, parmak hesabından” ayıran en belirgin farkın bu olduğu görüşündedir. Bir çok halk şairinin samimiyet ve ölmezliğinin buradan geldiğini düşünür. Emrah’ın sesi ondan sonra bir hece şairi tarafından tekrarlanamamıştır. Şair, aruzun bugün de yarın da öğrenilmesini büsbütün faydasız görmez. Mazi eserlerini örnek göstererek onları iyi okumak, özellikle yazma eserlerdeki vezin hatalarını, kelime eksikliklerini bulabilmek için bu veznin öğrenilmesine ihtiyaç 92 olduğunu düşünür. Bunun liselerden çok üniversitelerin edebiyat ve tarih bölümlerinde, daha metotlu ve daha kısa zamanda öğretilmesinin uygun olacağını söyler. (s. 7).163 Bir zamanlar edebiyat âleminde başlı başına bir ilim sayılan aruz bilgisinin bugün, ilk bakışta, modası geçmiş bir şey, bir antika, hatta bir müstehase gibi görünse bile hakikatte hiç de böyle olmadığını ileri sürer. Aruzun, gerek ilim gerek edebiyat sahasında birçok faydasının olduğunu belirtir. Bunu bilmemenin birtakım yanlışlara sebep olduğunu, bu bilgiye hakkıyla sahip olmayan bazı muharrirlerde bu eksikliğin acıklı tezahürleriyle karşılaşıldığını ekler. Örnek olarak Server Bedii’nin Hüseyin Suad’ın bir şiirini yanlış kaydetmesini verir. “Üç yüz altmış sene vardır ki siyaset marşı Çalınır ufku siyasetimizin etrafında” İlk mısradaki “siyaset” kelimesinin “hezimet” olacağını belirten şair, her iki kelimenin de vezne uygun olduğunu, buna bir şey denemeyeceğini söyler. İkinci mısrada işin değiştiğini, münekkidin aruz veznini bilmediğinin anlaşıldığını belirtir. Bilse “ufku siyasetimizin” terkibini oraya yakıştırmayacak ve mısra şöyle olacaktır: “Çalınır ufku siyasîmizin etrafında” Şair, manzum sözün, hele aruz olursa, çok sıkı bir kurala bağlı olduğuna, o çemberin içinden çıkmanın hiçbir babayiğidin kârı olmadığına dikkati çeker. “Nerede “siyasîmizin”, nerede “siyasetimizin?” Muntazam hece vezninde bile bunlardan ikincisini birincisinin yerine kullanmak kabil değildi. Çünkü bir hece fazla gelirdi. Halbuki aruzda açık, kapalı hece an‘anesi ve zarureti var!” Bu mısraı böyle kaydeden münekkidin aruza vukufsuzluğunun ortaya çıkmış olduğunu söyler. 163 OZANSOY, Halit Fahri, “Aruz ve Hece Vezinlerine Dair”, S. P., 3339 (15 Teşrinisani 1939), s. 7. 93 “Eski manzum bir metni yanlışsız okumak hatta bir çeşme kitabesi sonundaki tarih düşürülen mısraın yanlışı varsa onu bulup ortaya çıkarmak da ilmi tetkikler esnasında pek mühimdir.” der.164 Orhan Seyfi, Ziya Gökalp’ın Genç Kalemler dergisindeki yeni lisan davasından sonra, durulmuş gibi olan hece-aruz meselesini yeniden açtığını, mücadelenin yeniden başladığını söyler. Bu defa Hececiler daha iyi teşkilâtlanmışlardır. Daha kalabalık olan aruz taraftarlarının “başıbozuk hücumlar” yaptığını belirtir. Ömer Seyfettin hece veznini savunduğunu, Cenap Şehabettin ile Yahya Kemal’in aruzun kuvvetli muharipleri olduğunu söyler. Cenap’ın yeni lisan gibi hece veznini de kabul etmediğine, aruzun heceden üstün olduğunu ispatlamaya çalıştığına yer verir. Lisan meselesinde de eskiye taraftar olduğu için pek dikkate alınmadığını ileri sürer. Aruzla yazan Yahya Kemal Türkçü ve yeni lisancıdır. Bu meseleye çok önem veren Gökalp, bir gün Orhan Seyfi’ye “sulh haberi verir gibi” Yahya Kemal’in de hece veznini kabul ettiğini haber verir. Gençlerin hece veznine döndüklerini, bu veznin edebiyat kitaplarına “millî vezin” olarak geçtiğini söyler. Aruz vezninin “Anadolu, Karadeniz” gibi birçok kelimeyi kalıplarına alamadığı için lisanın uygun olmadığı söylenmiştir. Yahya Kemal o zamanlar az yazdığı için yazdıkları hoş görülmüştür. Hece vezni tam bir zafer kazanmıştır. Şair, Hececilerden Halit Fahri’nin aruza tövbe ettiği halde Faruk Nafiz’in tamamen vazgeçemediğini belirtir. Onun zaman zaman hece vezniyle yazdığı şiirler kadar, hatta aruzla daha güzel şiirler yazarak millî vezne karşı imanları sarstığını ileri sürer. Gençlerden aruzu sevip onunla güzel şiirler yazanlar olduklarını 164 OZANSOY, Halit Fahri, “Aruzu Bilmenin Faydası”, S. P., 3901 (9 Haziran 1941). 94 da kabul eder. İki veznin bir mücadele halinde olduğunu, her iki veznin de Türk Edebiyatında saltanatını ve hakimiyetini kabul etmenin anlamsız olduğunu düşünür. Bir milletin edebiyatında aynı zamanda iki farklı vezin sisteminin kullanılamayacağını iddia eder. Bunu ancak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı gibi ayrı ayrı zümrelerin edebiyatının yapabileceğini düşünür. Genele hitap eden dil oluştuktan sonra bu iki vezin sisteminden birinin kabul edilmesi gerektiğini düşünür. Böylece Çınaraltı’nda bu meseleyi yeniden ortaya attığını söyler ve taraftarların müdafaalarını bekler.165 Türkçe’nin aruza uygun olmadığını söyleyen Orhan Seyfi, bu vezinle yazılan şiirlerin ritminin sahte ve bozuk olduğunu ileri sürer. Şairlerin bin yıldan uzun bir süredir bu vezinle şiir yazmalarının, bu vezne has ahengin talim ettirilmesinin bu sahteliği hissettirmediğini belirtir. Asıl kelimeler diye, Türkçe karşılığı olan Arapça, Farsça kelimelerin yabancılığı da pek hissedilmemiştir. Güneş varken “şems”, ay varken “mah” denilmiştir. Bunların yaşayan dilin kelimeleri olmadığını, suni olduğunu söyler. Kültür sahibi, hassas bir gencin ne aruz ne de heceyle şiir dinlemediğini farzederek buna vezni attıktan sonra hece ve aruzla birer mısra okunmasını ister: “Ötme bülbül, ötme, gönül şen değil!” gencin hassas kulağıyla bunun bir nazım olduğunu hemen anlayacağını ileri sürer. 6+5 duraklarla yazılan bu mısrada kelimelerin dizilişiyle nazma has bir ritim oluşturulmuştur. “Uzakta şöyle beş on haneden, beş on bacadan…” 165 O. S. O., “Hece mi? Aruz mu?”, Çınaraltı, 123(29 Son Kânun 1944), s. 8. 95 mısraının bir nazım olduğunu anlayamayacağını söyler. Genç ancak aruzun mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbını öğrenip kulağını iyice alıştırdıktan sonra bu mısraın bir nazım olduğunu anlayabilecektir. İlk bakışta hissedilebilecek aruz kalıplarını da Türkçe’ye uygun bulmaz. “Aruz vezninin ahengi, bizim için tabiî bir nazın ahengi değildir.” diyerek bunun yabancı bir şey gibi öğrenildiğini, ondan sonra da ona alışıldığını düşünür.166 Şair, aruz vezninin hece vezninden daha zor olduğu kanısının yaygın olduğunu hatırlatarak eski mümarese devirlerinde aruz vezniyle şiir yazmanın güçlüğünü inkâr etmez. Yeni, pürüzsüz, ahenkli, güzel bir manzume yazılmak istendiğinde durumun değiştiğini söyler. Hece vezninin musikisini duymanın aruzunkinden daha güç olduğunu, Divan şairlerinin bunu fark etmediklerini ileri sürer. Onların hece veznine tenezzül etmemelerinin nedeninin bu olduğunu düşünür. Ona göre Divan şairleri hece vezninin, Türkçe’nin akışından çıkan içli, tabiî sesini duysalardı onu bu kadar ihmal etmezlerdi. Hece vezninin güç tarafının, mısralarda aruzda olduğu gibi bir vezin kalıbı içine girmesiyle tamamlanmayışı olduğunu söyler. Şair buna Türkçe’nin kıvraklığından, edasından, ifade güzelliğinden de bir şey katmalıdır. Bunu bozan şeyler de tayin edilmemiştir. Aruzda mısraların güzelliğini bozan sebeplerin bulunduğunu fakat hecede bulunamadığını belirtir. İstinatsız kalan şair, ancak derunî lirizmine dayanmaktadır. Hecenin bu kadar başıboş olmasının onun kusuru olabileceğini ileri sürer. Hece vezninin esaslarının saptanması gereğine inanır. Bu esaslara dayanarak yazılan şiirlerin kusurları bulunup tespit edildiği zaman, hece vezniyle yazmanın bir başıboşluk olmadığı, belirli kurallara 166 O. S. O., “Hece mi, Aruz mu?”, Çınaraltı, 142(17 Haziran 1944), s. 7. 96 dayandığının görülecektir. O zaman da hece vezninin aruzdan daha güç olduğunun bir daha anlaşılacaktır.167 Heceyle aruz arasında nazım tekniği bakımından bazı ayrılıklar olduğuna değinir. Aruz vezniyle yazılan bir şiirde kelimeler iyi kullanılmış, ifade pürüzsüz, gereksiz kelime kullanılmamış, imale yapılmamışsa başarılı sayıldığını belirtir. Hece vezni için bu kadarının yeterli olmadığına dikkati çeker. Sadece hece kalıbına uymakla bir mısra nesirden ayrılamaz. Birtakım şiirlerin ahenksizliği de bundan ileri gelmektedir. “Hece vezninde mısralar vezin ölçüsüne uymakla beraber bir deyiş güzelliğini, şahsî ve hususî bir edayı, dilin hoşa giden kıvraklıklarını, bir seslenişi, bir iç çekişi, yerinde birtakım tabirler kullanışı, tekrarları, sözün kafiyelerle birbirine bağlanışını, hasılı bir anlatış hünerini de kendisinde toplamalıdır.” diyerek böyle olmayan nazmın nesir seviyesinde kaldığını belirtir. Taşıdığı his ve hayal unsurlarına rağmen hiçbir kusuru olmayan şiirlerin beğenilmeyişini buna bağlar. Heceyle yazılan şiirlerden hoşlanmayanların bile Rıza Tevfik’in koşmalarını zevkle okuduklarına dikkati çeken şair, onun: “Yürü! Hey bivefa hercai güzel, Gönlüm o sevdadan vaz geldi geçti!” mısralarında bir sesleniş, hususî bir eda, “vaz geldi geçti” halk tabirinin kullanıldığını söyler. Bu tabir “terk etmek, unutmak” tan ayrı bir ifade tarzıdır. Bunun yerine: “Unuttum ben seni, vefasızmışsın!” dendiğinde tatsız ve bayağı bir şey ortaya çıkacağını ileri sürer. Bu mısrada bir nazım kusuru olmamasına rağmen şiirin bütün şahsiyeti yok olmuştur. Artık bir manzume 167 O. S. O., “Hece mi Kolay, Aruz mu?”, Çınaraltı, 3(9 Eylül 1944), s. 3. 97 olmaktan çıkmış, basit bir nesir cümlesi haline gelmiştir. Şair, hece vezniyle yazılan şiirlerde nazma mutlaka bir sesleniş, tekrar ilâve etmek gereği üzerinde durur. (s. 2). Heceyle şiir yazarken aruz vezni gibi yapılamayacağını tekrarlayan Orhan Seyfi, manzumeye şahsiyet vermek için mutlaka bir deyiş tarzı, bir lisan hususiyeti, bir kafiye sürprizi, bir şeyin katılması gereğine dikkati çeker. Düzgün, kusursuz, temiz bir manzume yazmanın bu tarz şiirlerin güzelliği için yeterli olmadığını savunur. Böyle olmayınca, Mehmet Emin’de olduğu gibi, manzumelerde ancak birtakım fikirler söylenebileceğini ileri sürer. Hoşa giden, hafızalara yerleşen lirik şiirden uzaklaşılacağını belirtir. (s. 4). 168 Halit Fahri, şiirde şekil meselesine ele aldığı bir yazıda, şiirin kalıp halinden çıkarılmasına değinir. Şair, “Herşeyin kalıplısının mutlaka güzel olmadığı gibi kalıpsızı da olamaz.” der. Kalıbın şiirde vezin demek olduğunu belirttikten sonra, asırlarca her milletin şiirinde bunun yaşamasını, zevkli insanların kulağında kelimelerin bir nizam altında ve sanatlı bir imtizaçla yaşayabilmesine bağlar. Verlaine’ın içten gelen sesleri vezinsiz, kalıpsız bir şekilde aramayışını örnek gösterir. Halit Fahri, musikinin kalıpsız şekillerle, serbest nazımla da sağlanabileceğini, fakat o zaman da mutlaka garip sesler çıkarmak gerekeceğini ekler. Şair, hece vezni cereyanı başlamadan önce, Haşim’in serbest nazımlarıyla aruzun kalıplarını az çok kırdığını düşünür.169 168 169 O. S. O., “Hece Vezninde Beğendiğimiz Şiirler”, Çınaraltı, 4(16 Eylül 1944), s. 2, 4. OZANSOY, Halit Fahri, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385 (10 Mayıs 1947), s. 6. 98 Yusuf Ziya, şiirin vezin ve kafiye olmadığını, ama vezinsizlik ve kafiyesizlik de olamadığına dikkati çeker. 170 Fransızların vezinsiz şiirde şöhre yapmış bazı ünlü şairlerinin tekrar vezinli şiire döndüklerini hatırlatır. 171 Halit Fahri, “Malûm ya, bizim şiirimizde heceden başka bir de aruz diye ikinci vezin vardır ve bu veznin ölçülerine, açık ve kapalı heceler esaslarına uymıyan mısralar sakat ve topal sözler halinde kalırlar.” der.172 1949’da yazdığı bir yazıda, aruzun sadece bu vezinle şiir yazan ve okuyanların bilmesi gereken bir bilgi olmadığını, tarihçiye ve mimara da gerektiğini savunur. Vedat Nedim Tör’ün düzenlediği İstanbul sergisinin Lâle Devri salonunda Nedim’in yanlış yazılan beytini konu edinir. “Bak Stanbûlun şu Sâdâbâd-ı nevbünyânına Âlemin canlar katar ab-ü havâsı cânına” beytindeki “şu” kelimesinin İstanbul’u ne şuh ve zarif şekilde işaret ettiğini düşünen Halit Fahri, sergide bu mısraın: “Bak Stambûlun Sâdâbâd-ı nevbünyânına” şeklinde yazıldığını belirterek bunu aruzu bilmemeye bağlar. Halit Fahri eskiden beri bazı yazarların böyle lâubalilik yaparak “efail-tefâil” i bir kere olsun araştırma zahmetine girmediklerini, vezni bilmedikleri hâlde, yazdıkları makaleler içine aruzla mısra ve seciye sıkıştırdıklarını belirtir. Bunu onların garip bir merakı olarak görür. Onların zamanla zayıf düşen hatıraları, vaktiyle öğrendikleri mısraların kelimelerinde değişiklikler, eksiltmeler, çoğaltmalar yaptığından bu serpiştirdikleri mısraların 170 171 172 Y. Z. O., “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2(24 Mart 1948), s. 7. ORTAÇ, Y. Z., “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 10. OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808(11 Temmuz 1948), s. 7. 99 vezinsiz ve yanlış olduğunu söyler. Şair, bazı aydınların aruzu neden hor gördüklerini merak eder.173 Ekrem Reşit Rey’in İstanbul radyosunda, İstanbul’un 497 nci fetih yılı şerefine düzenlenen programı üzerine yazdığı yazıda, aruzu bilmenin gereği üzerinde durur. Ekrem Reşit Rey’in şiir inşadı birtakım genci “lanse” etmeye kalkıştığını belirterek bunların kötü şiir okuduklarını söyler. Fetih kutlamasının tatsız ve gülünç bir hava içinde geçtiğini, şiirleri okuyanların aruz veznini ya hiç bilmediklerini, ya da fena halde bildiklerini söyler. Aruzu hiç bilmeyenlerin okudukları şiirlerde birçok mısrayı sakatladıklarını, fena halde bilenlerin de yapmacıklı bir ses ve taktilere son derece riayetle ve tecvitle okuduklarını belirtir. Her iki surette de bu şiirleri radyodan dinlemenin bir zevk değil, işkence olduğunu söyler.174 “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup” ta, Millî Eğitim Bakanına seslenen Yusuf Ziya, liselerde çocuklara işkence yapıldığını belirtir. Bu işkencenin “tek ayak üstünde durdurmak, pazar günleri okula kapamak, falaka gibi kaba işkenceler olmadığını, hatta Çinli işkencesine bile rahmet okutacak bir entelektüel işkencesi olduğunu” söyler. Kendi oğlunu örnek gösterir: “Dün gece oğlumun odasından, mevlût okunur gibi, derin, hüzünlü sesler geliyordu. Kulak kabarttım: Aruzun ve Osmanlıcanın sesiydi bu: Ey dahme-i mersûs-i havatır, ulu mabet.. Ey gırre sütunlar ki birer dîv-i mukayyet!” “Gözleri yarı kapanık, ayakta, zikreden bir derviş tevekkülüyle sallanan” oğlu aruzu ezberlemektedir. Onun binlerce nesildaşı gibi Lâtin harflerinin çocuğu 173 OZANSOY, Halit Fahri, “Vedat Nedim Şair Nedim’e Kıydı”, S. P., 1267 (21 Ekim 1949), s. 4. OZANSOY, Halit Fahri, “Hafta İçinden Notlar, İstanbul’un Fethi Dönüm Yılı Şerefine Radyoda Yanlış Okunan Şiirler”, S. P., 1492 (3 Haziran 1950), s. 5. 174 100 olduğunu, okulda “Elifbâ-yi Osmanî, Karabaş Tecvît, Emsile, Zeben-i Farisî hatta Hüseyin Cahit’in Sarf ve Nahiv’ini okumadığını söyler. Bu çocuğun “Ey dahme-i mersûs-ı havatır” ı nasıl okuyup, anlayıp, ezberleyeceğini merak eder.175 Faruk Nafiz’e şiirde mana, vezin ve kafiye arayıp aramadığı sorulduğunda, ressamın boyasız, fırçasız; mimarın çimentosuz, tuğlasız ve demirsiz eser veremeyeceği, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu söyler. Bu maddeler elde olmadığında mananın kendini gösteremeyeceğini, sanat eserlerinin ancak bu ana malzemelerin ötesinde vücut bulmaya başladıklarını belirtir. Yaşayan şiirlerin hepsinde, gizli veya açık, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi “harç” ların olduğunu savunur.176 Daha sonra şair, daha önce yapmak istediği, aruzla yazılmış şiirlerinin külliyatını bastırmak istediğini belirtir.177 Yusuf Ziya, 1957’de yapılan bir konuşmada, vezin ve kafiyenin şiirin vazgeçilmez unsurları olup olmadığı; deyiş, dil ve biçim mükemmelliğinin bunların yokluğunu kapatıp kapatamayacağı sorulduğunda, bir büyük kuvvetin çıkıp eserine herkesi hayran bıraktığında bunun dışında kalmayacağını belirtir. 178 Orhan Seyfi, “musikide falso, yazıda imlâ bozukluğu neyse, şiirde de vezin hatasının o olduğunu” düşünür. Şiirdeki aruz hatasını bir “kültür ihmali” olarak görür ve bunu fark etmeyenin aruzu bilmediğine kanaat getirir. Şair, aruzun “öldüğünü” 175 ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”, Akbaba, 34 (6 Kasım 1952), s. 3. “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (11 Kasım 1955), s. 5. 177 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Yarını Tahmin Ediyorlar!”, Cumhuriyet, 11289(1 Ocak 1956), s. 5. 178 BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, s. 161. [Konuşmanın 1957’de yapıldığı dipnot olarak verilmiştir.] 176 101 söyleyenlere karşı çıkar. “Aruz vezni bizi maziye bağlayan kültür bağlarının içinde olduğu gibi, Osmanlı gramerinin de küçük bir faslını teşkil eder.” diyerek aruz veznini hissetmeden bu kültürle temasa geçilemeyeceğine dikkati çeker. Yahya Kemal’in aruzun ölmediğini iddia ettiğini hatırlatır. O hece vezniyle “Ok” manzumesinden başka şiir yazmamıştır. Onu anlamayı millî kültür için, millî vezin için gerekli görenlerin aruzun yaşadığına inanmalarını ister. Aruzun XIII. yüzyıldan beri Türk dilinde kullanıldığını hatırlatan şair, Hececilerin de zaman zaman aruz veznini kullandıklarını belirtir. “Aruz ölmüş demek çok güçtür.” diyerek halk tarafından büyük bir zevk ve heyecanla dinlenen “Mevlût” ü, “İstiklâl Marşı” nı Mehmet Akif’in “Çanakkale” sini örnek gösterir. O günün en büyük şairi sayılan Yahya Kemal’in de aruzla yazmasına dayanarak “aruzun ölümünü ilân etme” de acele edilmemesini ister. Mevcut aruz şiirlerinde dilin biraz “eskimiş” olduğunu kabul eden Orhan Seyfi, bunun temiz ve güzel bir Türkçeyle aruz yazılamayacağının bir delili olmadığını ileri sürer. “Aruzun hâlâ Türk şiirinin en güzel ahengini duyuran bir musiki vasıtası olarak yaşadığına” inanır. 179 Halit Fahri, Balkan Harbi ve Birinci Cihan Harbi ıstırapları içinde Ziya Gökalp’in irşatları ve millî duyguyu, millî harsı telkin edişinin kendilerine ilham kaynağı olduğunu söyler. Başarılı olmalarına rağmen aruz vezninin kendilerini tam anlamıyla tatmin edemediğini belirtir. Mehmet Emin’e büyük hürmet duymalarına rağmen, onun 4+4 duraklı muttarit vezindeki şiirlerini ahenksiz ve yetersiz bulurlar. Heceye karşı olanların önlerine hep Mehmet Emin’i örnek olarak çıkardıklarını, bunda da haklı çıktıklarını söyler. “Çünkü Emin Bey’in şiirlerinde millî hislerinin 179 ORHON, Orhan Seyfi, “Aruz Öldü mü?”, Havadis, 739(5 Kasım 1958), s. 2. 102 kuvvetine rağmen ekserisi lirizmden ve ahenkten mahrum bir özellik vardı. Bunlar mısra değil ekseriyetle nesirdi.” Heceyi modern bir şekle koyarken halk şiiri örneklerinden olduğu kadar Tevfik Fikret’in yürüdüğü yoldan da yürümek ve mevzuları genişletmek gereğine inanır. Bunu hece davasının millî cephesi olarak görür. Aruzla mânasız sözleri bile müthiş bir musikiyle dinletmek kabilken hecede durum farklıdır. Çünkü hece boş bir kalıptır. İki vezin arasındaki farkın burada belli olduğunu söyler. Aruz, tıpkı bestesi hazır plâk gibi, uzun ve kısa seslerin muayyen yerlerde tekrarıyla ve pek az değişiklik gösterebilerek sürüp gider. İçine söz ve güfte konacaktır. Hecede ise besteyi de güfteyi de şair yaratacaktır. Yunus Emre’nin asırlardır dayanmasını buna bağlar. Onun iç sesleri yalnız kendisinin olduğu için 6+5 in dışında bir musikisi olduğuna, parmak hesabı olmadığına dikkati çeker. Hecenin bir basitlik değil, iç sesleri bulabilme kudreti olduğunu söyler. Kendisinin de dahil olduğu hececilerin bu yola girince ilk zamanlar aruza da veda edememekle beraber bu yolda yürüdüklerini belirtir. Gerek millî gerek lirik ve pastoral mevzularda Mehmet Emin’in parmak hesabı yolunu bırakarak asıl yürümeleri gereken yolda yürümüşlerdir. 180 Yusuf Ziya, aruzu kulaktan öğrendiğini, ses tonlarını bütün incelikleriyle sezen bir işitme gücünün olduğunu söyler. Ziya Gökalp ile tanışınca bu “saltanatlı bando” yu bırakıp “hecenin sazını eline aldığını” belirtir.181 Orhan Seyfi, Millî Edebiyat Cereyanının hececi şairlerinin hepsinin aruza hakim olduklarını hatırlatır. Faruk Nafiz’in aruza “en yeni ses” i verdiğini söyler. 180 181 “Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, s. 345 103 Kendisi de “Peri Kızıyle Çoban Hikâyesi” ni yazarken hece veznine müzikal bir ses getirmeye çalışmıştır. Hece veznini kullanırken bunu yapmak zorunda olduklarına dikkati çeker. Aruz veznine alışan kulakların, birdenbire “monoton” bir nazımla karşılaşmasının onları başarısızlığa uğratacağını düşünmüştür. Bu vezne kendilerinden bir ritm eklemek gerektiğini duymuştur. 182 Sabahat Emir, Faruk Nafiz ile yaptığı bir konuşmada 183 son zamanlarda aruzla yazmaya başladığını hatırlatıp bunun nedenini sorar. Şair, aruz ve hece diye kesin bir ayırım yapmadığını belirterek yazışının ilham perisine bağlı olduğunu söyler. Bu ilham perisi aruzla gelmişse aruzla yazmaktadır. Faruk Nafiz son zamanlarda aruzu devamlı kullandığını belirterek bunun “rastgele şiir yazan, adeta şiir enflasyonu yaratan şairlere biraz sorumluluk yüklemek için” olduğunu söyler ve devam eder: “Eline kalem alan her hevesli, kullandığı dilin inceliklerini bilmeden, vezin ve nazımdan haberi bile olmadan yazdığı uydurmaları şiir diye ortaya çıkarıyor.” Edebiyatın bu başıboşluktan, bu çıkmazdan kurtarılması gerektiğini düşünen şaire göre önce dil tanınmalı, kelimelerin değeri kavranmalıdır. Bunun için de alfabenin A’sından başlamak gerektiğini savunur. Orhan Seyfi, savundukları hece veznini kendilerinin icat etmediğini, bu veznin aruzdan bile eski olduğunu söyler. Heceyle şiir yazarken karşılaştıkları en büyük zorluk, önlerinde kuvvetli örneklerin olmamasıdır. 182 ORHON, Orhan Seyfi, “Peri Kızıyle Çoban Hikâyesi’ni Niçin ve Nasıl Yazdım?”, K. A. M., 1(1 Ocak 1972), s. 41. 183 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon. Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat 1973), s. 23. 104 Beş Hececiler içinde vezinle ilgili sistemli yazan ve ısrarcı olan Yusuf Ziya’dır. Aruzun Türkçe’nin bünyesinden doğmadığı için Türk’ün olmadığını söyler. “Adalar Denizi, Anadolu, geliyorum, gideceğim, seveceğim…” gibi Türkçe’nin güzel kelimelerini kabul edemeyen bir vezni kabul etmez. Aruz devam ederse konuşulan dil dışında eski kelimeler yaşayacak, vezinle uğraşıldığından mana ihmal edilecektir. Aruzun kulağa ve ruha bıkkınlık verdiğini düşünür. Hecenin ahenk yönünden de aruzdan üstün olduğunu savunur. Her iki vezni de millî kabul edenlere katılmaz. Asrî ve millî edebiyatın İstanbul Türkçesi ve hece vezniyle millî vicdanda aranacağını söyler. Aruz, Türkçe kelimelerin tabiî telâffuzuna engeldir. Bu veznin şairin istediğini değil, kendi işine geleni söylettiğini belirtir. Sesi değişmeyen bir ahenk olduğunu hecenin ise bütün ahengini şairin kalemi, kalbi ve ehliyetinden aldığını ileri sürer. “Türk malı” olmadığı için Türkçe’yi ve şiiri sahteliğe sürüklediğini düşünür. Halit Fahri, aruzun Türkçe’ye uymadığı görüşüne, İstanbul şivesini bozmadan aruzla yazılan şiirleri örnek göstererek katılmaz. Terkipsiz, sade dili hazmedebileceğini düşünür. Konuşulan Türkçe ile aruzun kullanılabilmesini yeterli görür. Aruzu tamamen ihmal etmek istemez. En büyük eksikliği tekdüze ahenge sahip olmasıdır. Hece vezninin işlendikçe mükemmel bir alet olacağını belirtir. Ritimleri daha önceden belirlenen aruzda, bütün şairler aynı sesi verirler. Ruhlarından bir şey katmazlar. Hece ise sonsuz ritimler kabul edebilir. Hecenin aruza üstünlüğünü en çok bu noktada görür. Daha sonra, hece veznini, tüm acemiliğine rağmen, çoğu zaman aruza tercih ettiğini söyler. Veznin şiirde bir alet olduğunu, aletin seçiminde şairin serbest bırakılması gerektiğini belirtir. Daha önce aruzun dilin kullanılmasında engel olmadığını söyleyen şair, sonra kalpten gelen samimi 105 Türkçe’yi tamamıyla ifade edemediğini belirtir. Artık hecenin istikbalinden emindir. Aruza düşman olmamakla beraber taraftarı da değildir. Hece veznine “parmak hesabı” denmesine karşı çıkar. Aruzun hiçbir zaman Türk’ün içinden gelen öz sesleri ortaya çıkaramadığını söyler. Aruzla manasız sözleri bile musikiyle söylemek mümkünken hecede durum farklıdır. Hecenin basitlik değil, iç sesleri bulabilme kudreti olduğunu belirtir. Aruz vezninin yeknesaklığından, eskiliğinden bıkan Enis Behiç, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyar. O zamanlar hece veznini de yeterince ahenkli bulmayan şair, yeni usuller denemek ister. Musiki usullerini nazma uygulayarak yeni vezinler arar. Bundan tatmin olmayarak denemeleri bırakır. Faruk Nafiz, Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiirler yazılacak vezni her zaman kabul edeceğini söyler. Heceyle yazılan şiirlerin daha orijinal olacağı görüşüne katılmaz. Dünyada hiçbir milletin iki vezinle aynı anda şiir yazmadığına dikkati çeker. Hecenin henüz ilk istihalelerini geçirdiğini düşünür. Bununla iyi bir eser yazmayı gerçek manada yaratıcılık olarak görür. Aruz-hece diye kesin bir ayrım yapmaz. f) Kafiye Beş Hececiler, Orhan Seyfi dışında, kafiye hakkında müstakil yazı yazmazlar. Yapılan görüşmelerde ve eser tenkitlerinde yer yer değinirler. Yusuf Ziya, Yahya Saim’in Hilâlin Gölgesinde adlı şiir kitabını değerlendirirken kafiyeye de değinir. Kitapta ““bekliyor” ve “parlıyor” gibi yekdiğeriyle takviyesi caiz olmayan kelimelerden yapılmış kafiyeler” bulur. Şairin “İskelet” adlı şiirinden örnek verir: 106 “Bak dişlerim nasıl gülüyor kahpe düşmana Korku ile baktığın şu kırık başlı iskelet Bir zabitindi yolcu.. Beyaz saçlı bir nene” (s. 3463/121) “Düşmana” ve “nene” kelimelerinin birbiriyle böyle kötü şekilde takviye edileceklerine “nene” yerine “ana” denildiğinde kıtanın daha güzel ve doğru olacağını ileri sürer. (s. 3464/122).184 Orhan Seyfi, Yahya Kemal’in “Ok” şiirinin; “En son Bektaş Ağa çöktü diz üstü/ Titrek elleriyle gererken yayı, Her yandan bir merak sardı alayı,/ Ok uçtu, hedefin kalbine düştü” dörtlüğünde yer alan “çöktü diz üstü” ile “kalbine düştü” kafiyelerini zayıf bulur.185 Halit Fahri, “Dicle şairi” dediği Muallim Naci’nin; “Huhuları ah..hh pek derunî/ Bülbül beğenir bu ergemini(îîî!)” mısralarının bazılarınca böyle okunmasını beğenmez. İkinci mısraın “şivesiz kafiye” sini ilk mısradakine denk düşürebilmek için yedi elif mikdarı uzatmayı hoş bulmaz. 186 “Yeni şair” lerden M. Hulûsi Dosdoğru’nun Şehir adlı kitabını değerlendirirken şairin kafiye merakının “çok garip fikir tedaileri” ne sebep olduğunu söyler. “Kırk/ Asırlık gözlerinden,/ Sıyırmadan yasını,/ Yosmasını…” mısralarını örnek verir. (s. 6). Şairin; 184 Y. Z., “Hilâlin Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8 (9 Haziran 1333/9 Haziran 1917), s.34633464/121-122. 185 “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 /1920), s. 7. 186 OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat Şakşakçıları”, S. P., 2356(20 Şubat 1937), s. 8. 107 “Birkaç / Ağaç karıncasının…” mısralarında olduğu gibi bazan kafiyeleri eksik mısraların öncesine veya ortasına getirerek “sanat yapmak endişesi” nde olduğunu belirtir. (s. 10). 187 Orhan Arınç’ın Bir Kalbin Işıkları adlı şiir kitabını değerlendirirken kafiye konusuna da değinir. Kafiyenin güzel bir şey olduğunu söyleyerek tabiî bir şekilde doğması gereği üzerinde durur. (s. 5). Aksi takdirde hoşa gitmeyeceğini, en içten duyguları bir samimiyetsizlik içinde boğabileceğini belirtir. “Bana kısmet acaba nasiplerin azı mı?” “Nasiplerin azı mı” söyleyişini “acayip” bir Türkçe olarak görür. Hiç hoş bulmadığı bu ifadeyi mısra sonunda tutturabilmek için “yazı mı, sazı mı” gibi bir değil iki kafiye birden aramayı gereksiz bulur. Şair, başka bir şiirinde “zuhur” kelimesini eskiliğini ve renksizliğini düşünmeden “nur” a kafiye yapmıştır. “Nasıl hediye eder ay denize nurunu,/ Beklerim geceleri ufkumda zuhurunu.” Şairin yeni kafiyeleri arasında “yaşıydı”, “temaşasıydı” nın ilk bakışta insanı şaşırttığına, fakat fikirler arasında tam bir bağlılık kuramadığına dikkati çeker. Tacettin Demirok’un Çam Kokusu adlı kitabın değerlendirdiği bölümde, şairin “engin” ve “rengin” kelimeleriyle “illâ kafiye düşüreceğim diye gülünç şeyler söylediğini” belirtir. “Sevgilim baksana. Deniz engindir.. Sahildeki kumlar senin rengindir”. (s. 7).188 Orhan Seyfi, Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” adlı şiiri üzerinde dururken kafiye bahsine değinir. Şiirdeki mısralardan; 187 OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar? (M. Turhan Tan) ın ve Yeni Bir Şairin Eseri Etrafında Düşünceler”, Son Posta, 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6, 10. 188 OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491 (9 Şubat 1943), s. 5, 7. 108 “Nakleder yarını gelen geçene./ Bu hayalde uyur Bursa her gece.” mısralarındaki “geçene” ve “gece” kelimelerinin mısra olamayacağını söyleyerek şiirin kafiyesiz yazılmadığını “tebessümünle=seninle”, görüşündedir. Titiz belirtir. (s. “cetlerin=seslerinin” davranıldığında 8) “Çeşmelerinin=mucizesinin”, kelimelerinin “mavisi=ilâhîsi”, kafiye olmadığı “aynası=meyvası”, kelimelerinin de kafiye değil kabul edilmeyeceğini, asonans olduğunu söyler. (s. 9).189 Yusuf Ziya, yeni şiiri değerlendiren bir yazısında şiirin hâlâ kâğıttan çok hafızalarda yaşadığını belirtir. Yeni şiirin bir ortaoyunu tekerlemesine dönen “Yazık oldu Süleyman Efendiye” mısraından başka hafızalarda yerleşen bir satırının olmadığını ileri sürer. Yeni şiirin, “kılıksız, çapaçul, hiçbir sanat intizamına tabi olmayan varlığıyla, her okunuşta alt üst olmaya müsait bir perişanlık örneği” sergilediğini belirtir. Her güzel şiiri, dimağına geçiren insan hafızasının, vezinsiz kafiyesiz yeni şiir karşısında çaresiz kaldığını söyler. Onu insandan önce “tabiat” ın reddettiğine dikkati çeker.190 Orhan Seyfi, “çok lirik bir ruh taşıdığını” düşündüğü Edip Ayel’in Mozaik adlı şiir kitabını değerlendirirken “Serçe” şiirindeki “varoşunda, şunda” kafiyesinin “sürprizli” kafiyelerin en güzellerinden olduğunu söyler. (s. 2). Orhan Seyfi, kafiyenin şiirde hissi, hayali harekete geçiren en hassas mekanizma olduğunu savunur. (s. 4).191 189 190 191 O. S. O., “Bir Manzumeye Dair”, Çınaraltı, 121 (15 Son Kânûn 1944), s. 8-9. ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2 (16 Mart 1944), s. 6. ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Bir Şiir Kitabı: Mozaik”, Çınaraltı, 2(2 Eylül 1944), s. 2, 4. 109 Yusuf Ziya, şiirin vezin ve kafiye olmadığını, ama vezinsizlik ve kafiyesizlik de olmadığını söyleyerek şaire, “ bir kelime ressamı, bir kelime bestekârı” der. Şiirin okuyucuyu bazen uçsuz bucaksız düşüncelere daldıran bir mana dünyası olduğunu, bazen de renkler ve ışıklar oynaşan tablolar çizdiğini söyler. “Fakat daima cümlelere kafiyeden kanatlar takan bir musikidir.” der. Yirmi yılın “hırpanî” tecrübelerinden sonra hafızalarda, Fuzuli, Nedim, Baki, Naili, Şeyh Galip, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Orhan Seyfi, Yahya Kemal, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu, Behçet Kemal gibi şairlerin mısralarının yaşadığını söyler. Yenilik çığırtkanlarının çeyrek asra yaklaşan edebî ömürlerinde, “nasırından çok çeken Süleyman Efendi” den başka ortada bir şeylerinin olmadığını belirtir. “Nazım Hikmet’in komünist Rusya’dan getirdiği vezinsiz şiirin, bir edebiyatın değil, bir ideolojinin sesi” olduğunu ileri sürer.192 Faruk Nafiz ile yapılan bir konuşmada, şairin serbest şiir hakkındaki açıklaması kafiye konusu üzerinde titizlikle durduğunu gösterir. “Yeni şiir hakkındaki görüşlerini söylerken kibrit kutusunu çıkarıp arkasına geometrik bir kare, yanına da gelişigüzel uzunlukta kenarları olan bir çokgen çizdi; sonra bana, ikisine de bir an bakmamı söyledi ve “İşte kareyi unutmamıza imkân yoktur. Görüyorsunuz... İstediğiniz zaman bir şiiri tekrarlayabilirsiniz... Halbuki bir çokgeni hatırda tutmak imkânsızdır. En hisli bir zamanınızda defter aramak lüzumunu duyacaksınız.” 193 192 Y. Z. O., “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2 (24 Mart 1948), s. 7. [“Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı,8 (5 Mayıs 1948), s. 4.] 193 TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, s. 45. 110 Orhan Seyfi, şiirde vezin ve kafiye aradığını, olması gerektiğini söyler. “Vezin şiir içinden çıkmıştır. Şiir vezin içinden değil” diyen şair, vezni şiir için “pek tabiî bir unsur” olarak görür. Kafiyenin de çok eski devirlerden beri atasözleri ve tekerlemelerden kendiliğinden doğduğu görüşündedir. 194 Faruk Nafiz, “Şiirde mânâ, vezin ve kafiye arıyor musunuz?” sorusuna ressamın boyasız ve fırçasız, mimarın çimentosuz, demirsiz ve tuğlasız eser veremeyeceğini, bunların sanatın ve sanatçının ana malzemesi olduğunu, bu maddeler elde olmayınca mananın kendisini gösteremeyeceğini söyleyerek sanat eserlerinin ancak bu ana malzemenin ötesinde vücut bulmaya başlayacağını belirtir. Yaşayan şiirlerin hepsinde, gizli veya âşikâr, mutlaka mana, vezin, kafiye gibi harçların olduğunu savunur.195 Yusuf Ziya’ya vezin ve kafiyenin şiirin vazgeçilmez unsurları olup olmadığı; deyiş, dil ve biçim mükemmelliğinin bunların yokluğunu kapatıp kapatamayacağı sorulduğunda, büyük bir kuvvet çıkıp yaptığı esere herkesi hayran bıraktığında bunun dışında kalamayacağını belirtir. 196 Halit Fahri, Ahmet Muhip Dıranas’ın “Gün Ucunda” adlı “büyük poem” ini değerlendirirken şairin; “Yönlerim de yitmiş akşamla, yüzüm silik 194 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 7. 195 , “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn SEDEF, )Ses , (11 Kasım 1955), s. 5. 196 BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, s. 161. [Konuşmanın 1957’de yapıldığı dipnot olarak düşülüyor.] 111 Ya son bu: Batıyorum, ya doğuyorum: İlk” mısralarında “silik” ve “ilk” kelimeleriyle yaptığı kafiyeyi “şaşırtıcı” bulur. “İlk” kelimesini mısraın sonuna, bu tek hecesiyle, kakafoni yapmadan ustaca yerleştirilmesinin zor olduğunu belirtir. 197 “Şiirde kafiye bulmaktır en mühimi.” sözünü yadırgar. Ona göre “Kafiye denen şey, kendiliğinden, tabiîlikle mısraın sonuna konursa güzel düşer, böyle doğar, aramakla değil”198 Orhan Seyfi, şiire ait hünerlerden bir tanesinin kafiye olduğunu belirtir. Kafiyenin şiire sonradan eklenmediğini, şiirin uzviyetine dahil olduğunu söyler. Bir şiirin tam olarak doğması için vezin ve kafiyenin olması gerektiğini savunur. “Şiir, vezni, şekli, kafiyesi olan bir söyleyiştir.” diyerek kafiyesiz şiirin Servet-i Fünun devrinde moda olan mensur şiir gibi gerçek şiirle ilgisi olmayan bir taklitten ibaret olduğuna dikkati çeker. Şiirin canlılığının, güzelliğinin, sıhhatinin, bir sanat eseri oluşunun büyük bir kısmını kafiyeye borçlu olduğunu ileri sürer. Bazen bir çift kafiyeyle bütün bir şiirde söylenmek istenenin ifade edilebileceğini düşünür. Yahya Kemal’in; “Gel ey mahbûbe Çin’den!/ O Şîrin köşk içinden.” mısralarındaki “Çin’den… içinden” sesleriyle “fağfûr bir kâsenin kenarına vurulmuş bir fıskenin çıkardığı ses gibi okuyucuyu Çin’e götürdüğünü” söyler. (s. 53). Güzel ve çirkin kafiyenin olduğunu belirten şair, birbirini hatırlatan fiillerin aynı sigalarından yapılmış kafiyeleri en kötüleri olarak görür. Kafiyenin bir “sürpriz” 197 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran 1966), s. 2. 198 OZANSOY, Halit Fahri, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, s 2469(29 Ağustos 1968), s. 7. 112 olmasını ister. “Şair, şiirine seçeceği, dilin en güzel kelimelerini, pırlantalar, elmaslar, inciler gibi bir usta kuyumcu itinasıyla ararken, bir sanat eseri olması için mısraın sonuna, bulduğu kafiyeyi bir damla yâkut veya bir iri zümrüt gibi başka cinsten bir mücevher olarak koyacaktır.” der. Şiiri işlemenin bu olduğunu vurgular. Edebiyatçıların kafiyenin nasıl olması gerektiği üzerinde düşündüklerini, en doğrusunu kafiyenin asıl sahibi olan şairin bileceğini belirtir. (s. 54). Cenap Şehabettin’in “Piyano” şiirindeki “piyano… ağlayan o” kafiyelerinin aşk melodisini duyurduğunu düşünür. Eski şiirde kafiyeden sonra redif geldiğini hatırlatan şair, redifi kafiyenin yardımcısı söz tekrarı olarak görür. Kafiyeyle ustalıkla birleştirildiğinde şiirin güzelliğini bütünlediğini belirtir. (s. 55). Şiirden kafiyeyi atmanın hiçbir sanat endişesini açıklayamayacağına dikkati çekerek bu işi yapmakla aciz, beceriksiz bir şairin anlatılacağını belirtir. (s. 56).199 Halit Fahri kafiye konusunda müstakil yazı yazmaz. Şiir değerlendirmelerinde bulunduğu yerlerde bu konuya değinir. Şiirde güzel bir şey olarak gördüğü kafiyenin tabiî bir şekilde doğmasını ister. Bu olmadığında samimiyetsizliğe düşüleceğine inanır. Yusuf Ziya’ya göre şiir vezin ve kafiye değildir amma vezinsizlik ve kafiyesizlik de değildir. Vezni ve kafiyesi olan şiirlerin hafızalarda daha uzun süre yaşayacağına inanır. İnsan hafızasının vezinsiz ve kafiyesiz şiiri kabul edemediğine dikkati çeker. Beş Hececiler, şiirde kafiyenini gerekli ve önemli olduğu düşüncesinde birleşirler. Kafiye seçiminde titiz davranılmasını isterler. Bu beş şairin yazdığı 199 “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 53-56. 113 şiirlere bakıldığında kafiyeye özen gösterdikleri dikkati çeker. Buna rağmen yazı olarak üzerinde sistemli ve ayrıntılı bir biçimde durulmaz. g) Ahenk Şiirde musikiye çok fazla taraftar olduğunu söyleyen Enis Behiç, aruz vezninin ahenginde bir yeknesaklık, bir eskilik oluştuğunu, bu aynı musikiyi dinlemenin kendinde bir bıkkınlık yarattığını belirtir. Bunun için de yeni usul, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyduğunu söyler. Heceyle yazılan manzumelerin “darbelerindeki ıttırad ve âdeta tıkırtıyı kulağını tatminden aciz” bulur. Aradığı yeni usuller için hece vezninden daha çok musikiye sahip olduğunu düşündüğü aruz usullerine başvuracağını belirtir. “Filhakika kelimelerin tâkub ve insicamıyla âhenk temini varken vezinlerin esareti altına girmek arzu edilmezse de naçiz şairiyyetimin musikiye esaret ve ihtiyacı ve yalnız kelimelerle değil, bunların takip ve insicamından mütevellid darbelerin, yani veznin lûtfuyla da âhenk ihdâsı fikri beni bu yolda tahrik ediyor.” Kendisine ahenkli olmak üzere gösterilen, yalnız kelimelerle musikinin oluşturulduğu söylenen hece veznindeki şiirlerde, içinde biraz olsun musiki bulunan parçaların “aruzun efâ’il ve tefâ’iline gayr-i ihtiyari tetâbuk” etmiş olduğunu ileri sürer. Ya da manzumeyi okuyan taraftar bir suretle sunî ahenkler oluşturmuştur. “Demek ki şiirin esasında bir âhenk varsa o da aruza takarrübünden ve aruza takarrüb etmeyerek sâmiamıza musiki vermiş ise inşad edenin sun‘î ve cebrî temdîdlerinden neş‘ât etmiştir. Halbuki hakikatte bir şiiri terkîb eden kelimelerden mütevellid âhenk öyle sun‘î ve cebrî değil, tabiî ve aslîdir.” 114 Şair, Türkçeyi, kelimelerle musiki oluşturmak için arzu edildiği ve zannedildiği kadar uygun bulmaz. Bulmaktan aciz olabileceğini düşünür. Türk Edebiyatında o güne kadar “şiire kelimelerle âhenk vermek ve aruzun lûtfuna intikad eylememe” nin hiçbir şairde mazhariyete eremediğini düşünür. (s. 270). “Şiir musikinin hemşiresidir.” diyerek yeni bir ahenk bulmak amacıyla “musiki usullerini nazma tatbik, bu tatbikle aruz dahilinde yeni vezinler ihdâs eylemek” fikrinde olduğunu belirtir. “Nağmeler muhtelif seslerden tekerrüb eder ve bu seslerin her birinin muhtelif derecelerde imtidâd veya sür‘atiyle vücut bulur.” diyerek yeni vezinlerin nasıl oluşturulacağına dair bilgiler verir. Aruzun eski vezinlerinin daha az musikili olmadığını söyleyerek amacının şiiri musikiye daha çok yaklaştırmak olduğunu belirtir. (s. 271). 200 Halit Fahri, vezin meselesini konu edinirken şiirde ritim üzerinde durur. Aruz vezninin yeknesak bir edaya sahip olduğuna ve bunu değiştirme imkânı olmadığına dikkati çeker. Aruz vezninin hemen bütün şairlerin eserlerinde aynı sadayı aksettirdiğini belirtir. Şair, “Aruz vezninde değişmeyen bu sesler hecede nasıl oluyor da değişebiliyor?... Aruzun âhenk sahası niçin bir cüzdür ve hece bir küll teşkil edebiliyor?” soruları söz konusu olduğunda ritim meselesiyle karşılaşılacağını söyler. Türkçe’de bir tek kelimeyle ifade edilemeyen ritme bazılarının “âhenk-i mevzûn” dediklerini hatırlatarak kendisinin “darb-ı âhenk” demeyi tercih edeceğini belirtir. Şair, o ana kadar ritmin birkaç kelimeyle tarifinin yapılamadığını hatırlatarak yapılan tariflerin de eksik ve kişiye göre olduğunu ileri sürer. Ritmin hayattaki yerine 200 Enis Behiç, “Musiki Usûllerinin Nazma Tatbiki 1”, Şehbal, 86(15 Teşrinisani 139), s. 270-271. 115 ve fizyolojik etkisine değinerek psikolojik etkisinin fizyolojik etkisinden daha az önemli olmadığına dikkati çeker. Ritmin dimağın bir ihtiyacı olduğunu belirten Halit Fahri, ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceği görüşündedir. (s. 113) “Sanatkâr, ilham gelince, kâinatı tamamlayan bu âhengi ani bir tarzda hisseder ve bu suretle namütenahinin mer‘î timsalini ibdâ‘ eyler. Fakat mübdi‘ heyecanın mevcudu yalnız zekâ değildir, daha derin bir menşeden gelmektedir. Bu heyecan, enfüsî olmak itibariyle, bütün sanatkârlarda müşabihtir ve sanatkârlar yalnız ahenk ve ritm itibariyle haricî şekillerinde göze çarpan usûlden dolayı yekdiğerinden ayrılırlar. Ritmin intibak edeceği kemiyetler ya mesafe, ya zaman dahilinde mevcuttur ve insan, timsallerini yaratmak için bazen onları, bazen diğerlerini kullanır. Demek ki sanatta vahdet, zaman ve mesafe değil, ancak kullanacağı timsaller için onları bir çerçeve olarak kabul eden sanatkârın kendisindedir. Eseri, hangi şekl-i san‘ata mensup olursa olsun intizam ve tenasübünü ahenkten alır, çünkü onsuz hiçbir sanat husul bulamaz.”. “Şair, fikrini bizatihi ma‘nîdar, plâstik bir şekil ile örter.” diyen Halit Fahri bu bakımdan büyük nasirleri de şair kabul eder. “Cümledeki kelimelerin intihab ve intizamıyla tahdis eden ve ahenkdar imtizaçlardan sami‘ veya kari‘ üzerinde mananın, üryan fikrin tevlid ettiği heyecanı tamamlayan diğer bir heyecan husule gelir ve bu ikinci heyecan birinciye garip bir surette takviye eder. O dereceye kadar ki zarf ekseriya kıymet itibariyle mazrufe takaddüm eyler.” Şair, Fikret ve Nedim’in bazı mısralarını, Yakup Kadri ve Halit Ziya’nın nesir sayfalarını örnek göstererek sadalarla ifade ettikleri eşyanın ahenkdar tenasübü 116 sayesinde hayalî “image” ın kendiliğinden ortaya çıktığını ve bir tablonun mükemmel surette canlandırıldığını belirtir. Şaire göre bu sayfaların heyecanındaki azameti vücuda getiren şey kelimelerin anlamlarından çok esere “ahenk vahdeti” veren, tarifi kabil olmayan musikiyyettir. “Pek çok şairlerde mefhum dahilindeki cümlelerin mazrufu devamlı bir surette tahavvül ettiğini ekseriyetle nazar-ı dikkate yoktur. Bu tahavvülün sebebi, yalnız musikiden isti‘ana etmeksizin yazanlar için kelâmın iki vazifesi olmuştur: Beri taraftan manzumenin havî olduğu fikirleri dimağa intikal ettirir, diğer cihetten mümkün olduğu kadar musikisini samiaya ihsas eyler. Bilhassa bu ikinci nokta-i nazardan Şekspir pek ziyade zengindir ve işte eserlerinin herhangi bir lisana tercümesi halinde adeta kolu, kanadı kopmuş, parçalanmış bir hale gelmesi de bundan neş‘et etmektedir. Mısralarını musikisinden etmek, ancak ruhun yetişebileceği meçhul âlemlere onları yükselten kanatları kesmek değil de nedir?” (s. 114) Bu “musikişinas şair” in eserlerinin yüksek ve ilâhî olduğunu söyler. Ona göre “Musikinin kuvveti ve yeniliği şiire havî olabileceği en derin fikirlerden ziyade hakk-ı hayat verir: Çünkü kalbin en heyecanlı bir mahsulüdür.” Ritimsiz bir sanat eseri olamayacağına dikkati çekerek “Hutut, eşkâl-i elvan hepsi ritme maliktirler. İnce, zarif bir mabedin hatlarına dikkat ediniz: Onlarda öyle derin, yekdiğeriyle öyle imtizaç etmiş bir ahenk göreceksiniz ki ruhunuza heyecanların en asilini vermemesi kabil değildir. İşte sanat ancak orada, hatların o ahenk ve imtizacındadır. Bir kelime ile ritim dahilindedir.” 117 der. Durum böyle olunca musikiyle daha sıkı bir ilgisi bulunan şiirde mesele daha çok önem kazanmaktadır. Şiirin ancak ritimle olabileceğini vurgulayan şair, aksi takdirde bayağı bir eser olacağını ileri sürer. (s. 115).201 Orhan Seyfi, Yahya Kemal’in “Ok” şiirini değerlendirdiği bir yazısında şiiri âhenk yönünden de ele alır. Şiirin; “İhtiyar elini bağrına soktu./ Dedi ki: “İstanbul muhâsarası Başlarken aldığım gazâ yarası/ İçinden çektiğim bir altın oktu!” dörtlüğünün şiirin en kusurlu tarafı olduğunu düşünür. İki cümleden oluşan dört mısralık bu bölümde birinci cümleyi bir mısra ile ifade edip diğer üç mısraı birbirlerine bağlayarak ikinci cümleyi söylemenin nazma ait gizli bir kusur olduğunu belirtir. Bunun manzumeyi âhenksiz kıldığını ileri sürer.202 Halit Fahri, ahengin manzum veya mensur, her edebî eser için mümtaziyet kadar gerekli bir değer olduğunu savunur. “Esasen üslûbun en büyük meziyeti olan mümtaziyet, his ve hayallerin yeni ve müstesna olması demekse ahenk de onun mütemmimi addedilmelidir. Çünkü ahenksiz bir yazı içinde en ince hisler ve hayaller nazar-ı dikkate çarpmayabilir. Ahenk ise bu güzellikleri bütün kudretiyle çıkarır, ruhumuza telkin ve ihsas eyler.” der. Şair, ahengin insan için teneffüs gibi fıtrî bir ihtiyaç olduğunu belirterek ahenkli eserlerin okuyucuya daha cazip göründüğünü savunur. Ahengi mutlak surette gerekli görür. (s. 324) 201 202 Halit Fahri, “Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58 (22 Ağustos 1918), s. 113-115. “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14 (25 Teşrinisani 336 /1920), s. 8. 118 Şair, ahengin maddî bir ihtiyaç olduğunu gösteren örnekler verdikten sonra aynı zamanda manevî bir ihtiyaç olduğuna dikkati çeker. Ahenk dimağın da bir ihtiyacıdır. Ahenksiz bir şiirin, bozuk bir bestenin dinlenemeyeceğini vurgular. “Ahenk, musiki-i beyân demektir. Bir cümle veya bir mısra teşkil eden kelimelerin ahenktar imtizaçlarından sami veya kari üzerinde sadece mananın tevlîd ettiği heyecanı tamamlayan diğer bir heyecan husule gelir. Ve bu ikinci heyecan birinciyi şâyân-ı hayret bir surette takviye eyler. O dereceye kadar ki: Ahenk, kıymet itibariyle manaya takaddüm eder. Musikinin kuvveti ve yeniliği şiire havi olabileceği en derin fikirlerden ziyade hakk-ı hayat verir.” dedikten sonra bunu kalbin heyecanlı mahsulü olduğunu tekrarlar. Şair, manzum tiyatroda heyecanı verebilmek için birleşen musiki ve şiirin çoğu zaman ayrılmaz bir bütün olduğunu ileri sürer. (s. 326) Ahengin her sanat eserinin sahip olması gereken en büyük ve en esaslı değer olduğunu vurguladıktan sonra hatların, şekillerin, renklerin, hareketlerin ve seslerin en iyi intizamını onun oluşturduğunu söyler. Hangi sanata ait olursa olsun, her eserin, intizam ve tenasübünü ahenkten aldığını, onsuz hiçbir sanat husule gelemeyeceğini belirtir. Şair, daha sonra ahenkle ilgili teknik bilgi verir. Daha önce “âheng-i taklidî”, ve “âheng-i tasvirî” olarak iki türlü gösterilen ahenge bir tane daha ekler: “Âheng-i derunî”. Ona göre bir şair veya muharririn eserinde yaratabileceği en yüksek nağmelerin kalbinden kopanlar olduğunu vurgulayarak bu açıdan “âheng-i derunî” nin diğerleri içinde en samimisi olduğunu belirtir. “Hakiki şiirin kıymeti havî olduğu derunî seslerle idrak olunur.” der. (s. 327) 203 203 Halit Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuneleri, s. 324, 326-327. 119 Enis Behiç, vezin meselesini ele aldığı bir yazısında, şiirde musiki, ahenk üzerinde durur. Aruzu monoton bir vezin olarak değerlendirerek şiirde ahengin monotonluk olmadığını söyler. Ona göre şiirde ahenk “Kelimelerin daima değişen tempolarla birbirine eklenmesinden başka, asıl mısraların içinden gelen, sözlerin altında gizlenen ruh musikisidir.” Aruzun monotonluğundan bıkan şair yeni vezinler arama ihtiyacı duyar. Aruz esasından ayrılmayarak alaturka musikinin dümteklerinden yeni vezinler çıkardığını belirtir.204 Halit Fahri, 1937’de, Varlık mecmuasının son sayısındaki şiirleri değerlendirirken ahenk meselesine değinir. Bu mecmuanın son sayılarında ahenk bakımından hemen hemen ritimsiz denebilecek çok zayıf mısralara rastlandığını söyler ve Oktay Rifat’tan bir örnek verir: “Artık tırtılları beslemiyor,/ Bahçemin orta yerinde dut.” Şair, “Türkçe’de bundan delik deşik, bundan daha dikenli bir beyit” yazılmadığını ileri sürer. 205 Şiirin, bir heyecanın ifadesi olduğunu söyleyen Halit Fahri, o heyecanın derin veya basit bir fikrin, hatta fikirlerin aktarıcısı olabileceğini belirtir. O zaman fikrin derinliğiyle hissin enginliğinin derce derece yükselecektir. Ona göre her yükseliş, adi vuzuhtan renkli bir müphemiyete doğru kanatlanıştır. Bu kanadı ancak şairin musikisinin adlandırıp harekete geçireceğini belirtir. Şiirin, her şeyden çok musiki değeriyle ölçülen bir edebî tür olduğuna dikkati çeker. 206 204 Enis Behiç, “Bir Eski Bahis: Aruz-Hece!”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 85. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirimizin Acıklı Hâli”, S. P., 2334 (29 İkinci Kânun 1937), s. 6. 206 OZANSOY, Halit Fahri, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanların Farkları”, S. P., 3189(16 Haziran 1939), s. 7. 205 120 M. Hulûsi Dosdoğru’nun Şehir adlı şiir kitabını değerlendirirken, şairin kullandığı serbest nazım şeklinin kendisine tam bir musiki hissi veremediğini söyler. Serbest nazmın dağınık bir hal almasının her şeyden önce şiirdeki ahengi öldürdüğünü düşünür. “Kopuk bir yaprak süsü,/ Üzüntüsüyle/ Bir bulutun örttüğü.” mısralarını örnek göstererek güzel bir buluşun arkasından kesik kesik başka kelimelerin dizilişinin ritme ve manaya aksaklık verdiğini belirtir. Şiirin mısraları arasındaki “melodiyi kırma” yı doğru bulmaz. “Büyü / Su…” gibi “alt alta dizilen iki kelime” de, son mısraın tek kelimeden ibaret oluşunun birdenbire bir ses kısıklığıyla kulağa hazin geldiğini düşünür. 207 Halit Fahri, bir başka yazıda, şiirin her şeyden önce ince ve derin hayal, musiki ve ahenk yaratmakla mükellef olduğunu ileri sürerek şiirde realite taraftarı olmadığını söyler. Realist bir roman veya hikâyede yer alması gereken tasvirlerin şiirde bulunmasına bir anlam veremez. 208 Şiirde musiki konusuna değinirken, Verlaine’den iki mısra örnek gösterir: “La lune blanche / Luit dans les bois” “Beyaz ay/ Parlıyor korularda” Bu mısraların çok sade ve söylediği fikrin herkesin düşünüp söyleyebileceği bir fikir olduğuna dikkati çeker. Böyle olduğu halde bütün antolojilerin en mutena sayfalarına girmesini ve yaşamasını musikisi olmasına bağlar. Fikrin fikre, hayalin hayale, hissin hisse benzeyebileceğine değinen şair, böyle olmadığı takdirde dünyada kaç eserin 207 OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar? (M. Turhan Tan) ın ve Yeni Bir Şairin Eseri Etrafında Düşünceler”, Son Posta, 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6. 208 OZANSOY, Halit Fahri, “Mehmet Akif”, S. P., 3391(26 İkinci Kânun 1940), s. 7. 121 ortada kalacağını sorar. “Hele şiir denen cevher herşeyden ziyade musiki ile ölçülür. Bir şair ihtimal o kıymeti elde ettikten sonra ötesi boş lâkırdıdır.” der.209 “Hayat ne kadar çetin, iş ne kadar yorucu, vazife ne kadar büyük ve uzun da olsa, bütün bunları yumuşatacak, sevdirecek olan en güzel san‘at, muhakkak ki musikiden sonra şiirdir.” diyen Halit Fahri, bu iki sanatın “kardeş” olduklarını düşünür. Bunların ancak duyabilen gönüllere ses kadar güzel, söz kadar derin bir etkiyle sokulabileceklerini söyler. Bu etkiyle doğan şiirleri “ocakbaşı şiirleri” diye adlandırır ve bunların yorgun ruhlara teselli ve şifa olabileceğini belirtir. 210 Şiirin yazıdan eski olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, “eski çağın sihirbaz şairleri” nin şiire raksı ve musikiyi de kattıklarını belirtir. O uzak asırlardan sonra, raks ve musikinin şairin bünyesinden ayrılıp mısraların bünyesine karıştığını söyler. Şiirin kâğıttan çok hafızalarda yaşadığını düşünür. Fuzuli, Baki, Nedim, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Orhan Seyfi, Kemalettin Kamu, Behçet Kemal, Ömer Bedrettin gibi şairlerin mısra mısra, beyit beyit, kıta kıta yanlışsız, ezberden okunduklarını hatırlatır. Bunu, o şiirlerin usta ellerde kati şekillerini almış olmalarına bağlar. 211 Orhan Seyfi, Behçet Kemal Çağlar’ın kendisinin otuz yıl önce yazdığı “İlk Çarşaf” manzumesini ele alarak kendinden öncekilerin, gençliklerinde birtakım harfendazlık yaptıklarını söylemesine karşı çıkar. Şiirde aşktan bahsetmenin bir kusur olmadığını belirten şair, vatanperverâne kasideler yazmanın da bir meziyet 209 “(Genç-İhtiyar) Meselesinde “Horoz Öttü, Dava Bitti!””, S. P., 3443 (1 Mart 1940), s. 6. OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4. 211 ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2(16 Mart 1944), s. 6. 210 122 olmadığını hatırlatır. Şiir kötü olduğu için beğenilmeyişini anlayacağını fakat konu olarak çarşafı işleyişinin tenkit edilmesini kabul etmez. “Aşkın insan ruhunun hiçbir zaman lâkayt kalmadığı, bundan sonra da hiçbir zaman lâkayt kalamayacağı beşerî mevzulardan biri” olduğuna dikkati çeker. Her şairin mizacına göre değişik haller alabileceğine değinir. Aşkı Fuzuli’nin gözyaşıyla, Nedim’in de kahkahalarla işlediğini hatırlatır. Cenap Şehabettin’in “Piyano” şiirinin de tezyif edilmesine karşı çıkar. Behçet Kemal’in de dahil olduğu birçok şairin, kendi nesli içinde o kuvvette bir şiir yazamadığını iddia eder. “Piyano” şiirinin konu, şekil, ifade, tahassüs tarzı bakımından yepyeni olduğunu belirtir. Şiirdeki “piyanoağlayan o” kafiyesinin bile yeni, güzel ve sürprizli olduğunu söyler. Cenab’ın musikiyi şiirle ifade ettiğine, nağmelerin lirizmini anlattığına değinir. Cenap Şehabettin’in bu yenilikleri yapmadığı taktirde Faruk Nafiz’in güzel manzume yazamayacağını, o güzel manzume yazmasaydı da Behçet Kemal’in ne kadar çalışırsa çalışsın millî sazla didaktik şiirler bile yazamamış olacağını hatırlatır. Şairlerin birbirlerine manevî borçlarla bağlı olduklarını vurgular. 212 “Şüphesiz, şiirin ilk mümeyyiz vasfı nesirden ayrılığıdır. İlk sahir şairler, nesre musikiyi, raksı, makiyajı, acayip hareketleri katarak bunu yapmıya çalışıyorlardı. Veznin takarrürü her halde daha çok sonraları olacaktır.” diyen Orhan Seyfi, bu izleri taşımayan nazmın, bir vezin kalıbında bile olsa, henüz nesir seviyesinde olduğunu ileri sürer. “Şiirin ayrı bir sesi, ritmik bir gidişi, ayrı bir yüzü ve edası olmalıdır.” diyerek şairin konuşanların arasından kalkarak adeta terennüm etmeye, raksetmeye başladığını belirtir. O adımlarını ve sesini nazmın 212 O. S. O., “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11. 123 ahengine uydurmaktadır. Şiirde bu havayı verenin, nazmı nesirden ayıranın vezin kalıbı olmadığına dikkati çeker. Şiirde kullanılan kelimelerin hoş bir edayla söylenişinin bir mısraı nazım seviyesine çıkarabileceğini söyler. Mısraın “terennüm” edilmesi gerektiğine inanır. Basit bir seslenişin hoş bir söyleyişle şiir olduğuna fakat buna karşı hayal, his unsurlarıyla dolu bir manzumenin nesir olmaktan bir türlü kurtulamadığına dikkati çeker. Şiirin “inşat” edilmesi gerektiğine inanır. (s. 8). Çok hoş buluş ve hayalleri olan bir şiirde bunlara hayat vermek için aralarından kuvvetli bir lirizm cereyanı geçirilmesi gerektiğini söyler. Tevfik Fikret’in “Lὰ Dans Serpantin” şiirini hatırlatır. Onun bu şiirle bir dansın bütün renklerini, hareketlerini, musikisini canlandırmak istediğini belirtir. (s. 9). Şiirde “ve, bu, bir” in sık kullanılmasının manzumeyi nesirden kurtaramadığını ileri sürer. (s. 10). 213 Yusuf Ziya, yeni şiir ve yeni şairi konu edindiği bir yazısında, yeni şairin şiire, şiiri musiki ve raksla birleştiren eski şairlerden bile uzak olduğunu belirterek şiir hakkında değerlendirmelerde bulunur: “Şiir, bir renk âlemi, bir mânâ âlemi, bir hayal âlemi olduğundan çok bir musikidir ve her musiki gibi, onun da kendine has aletleri, notaları, usulleri vardır. Şüphe yok, alet kendi kendine bir kıymet değildir. Bir keman, kutusunda durduğu müddetçe susar. Fakat san‘atkâr parmaklar, her dalına bir kuş konmuş gibi bahar ağaçları gibi nağmeler dökmek için o alete muhtaçtır.” 213 O. S. O., “Şiir Tenkidi”, Çınaraltı, 119(1 Son Kânun 1944), s. 8-10. 124 diyerek onun yerine bir tahta parçasına birkaç sap yorgan tiresi gererek aynı seslerin çıkartılamayacağını söyler. Yayı çeken el, telleri ürperten parmaklar kadar aletin de manası olduğunu, eğer böyle olmasaydı, musiki dünyasında Stradivarius’un kemanlarının bir ilâh rübabı gibi kutsal bir değeri taşımayacak olduğunu belirtir. 214 Halit Fahri, şiir değerlendirmeleri yaparken beğenmediği şiirler için “çoğunun zevksiz, ahenksiz, acayip kelime yığınları” olduğunu söyler. Şiir olabilmeleri için ahengi gerekli görür. Şiirin “Tanrı dili gibi çağlayacak musikisi” olması gerektiğini savunur. Birçok insanın musikişinas olduğundan değil, bedbaht olduğundan musikiyi sevdiğini ileri süren Halit Fahri, ruha teselli veren musikinin şiir yoluyla da aynı “ilâhî yolun yolcusu” olduğunu savunur. “Modern insana hulyayı yeniden yaratan şair” dediği Baudelaire’de musikinin önemli yeri olduğunu belirtir. Türk Edebiyatında Piyale’deki Haşim ile aralarında yakınlık bulur. Her iki şairin de renk ve ses âleminden sırlar getirdiklerini, insanı maddî hayatın üzerine yükselttiklerini söyler. Büyük şair ve büyük şiirin de rolünün bu olduğuna dikkati çeker. 215 Şiirin her şeyden önce bir his ve hayal mahsulü, sonra da musiki olduğunu belirtir. “Şair, ilham perisini çağırırken , ona muhakkak renkten ve ahenkten bir kanat takacaktır.” diyerek mitolojiden örnek verir. Orpheus sevgilisini ahirette aramaya gittiği zaman rübabını elinden bırakmamıştır. 216 Şiirin “his, hayal ve ahenk ölçüsile tartılan bir şey” olduğunu belirtir. “Şiire asalet veren ahenk denen cevher” in ortadan kalkıp, şiire bir konuşma kolaylığının getirilmesini 214 215 216 doğru bulmaz. Bununla nükteler, şakalar, tekerlemeler ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 1 (9 Mart 1944), s. 6. “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 1944), s. 15. OZANSOY, Halit Fahri, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959 (27 Mayıs 1944), s. 4. 125 söylenebileceğini fakat şiir söylenemeyeceğini söyler. “Eğer konuşma şiir olsa idi, hergün, on sekiz milyon Türk şiirden başka bir şey söylememiş olurduk.” der.217 Yaklaşık otuz yıldır “saf şiiri arama macerası” nın olduğunu söyleyen Halit Fahri, daha önceleri saf şiiri aramadan yapan şairler olduğunu belirtir. Fuzuli’nin, Yunus Emre’nin mısralarında “o sesin, o billûr hıçkırığın” bulunabileceğine işaret eder. Tanzimat’tan sonra yapılan şiir tariflerinde şiirin asıl özünü, cevherini teşkil etmesi gereken iç sesin anlaşılamadığını söyler. Buna sebep olarak “mısra-i berceste” kavramını görür. Bunun güzelliğinin nereden geldiğinin keşfedilemediğini, meselenin hayal ve his derinlileri diye müphem zaviyelerde araştırılığını, bu hayal ve hissin, bu gönül seslerinin şiire nasıl verilebileceğinin kavranılamadığını ileri sürer. “Çünkü henüz daha, şiirde musikinin, sadece sanat endişesile kelimelerin kulağa hoş gelecek bir tarzda seçilerek birleştirilmesi, aruzda efail tefaüle iyice uydurulması sayesinde sağlanabileceği kanaati hüküm sürmektedir.” der. Hece veznindeki musikiyi düşünür. O vezne o zamanlar değer veren olmadığı için üzerinde düşünülmemiştir. Şehabettin Süleyman’ın ortaya attığı Nayîlik hareketini hatırlatır. Bunun, şiirde iç sesleri yaratabilmek, Verlaine’ın “Her şeyden önce musiki.” diye nitelendirdiği değer, derunî ses nazariyesi olduğuna işaret eder. O zamandan kendi zamanına kadar bir değerlendirme yaptığında şiirin garip, maddeci ve kuru şekiller aldığını belirterek saf şiirin öldüğünü ileri sürer. Sonra içten içe ürpertilerle yazılmış şiirlerin de varolduğunu hatırlayarak bu defa da saf şiirin ölmediğini söyler. Bu tezada düşen şair, saf şiirin arandığını, özlendiğini belirtir. Sadece şekil düzgünlüğü, dil güzeliği, söyleyiş ustalığının yeterli gelmediğini 217 OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4. 126 savunur. (s. 5). Saf şiir konusunda fikirlerin karışık, izahların dalgalı olduğunu söyleyerek henüz hakikatın eşiğinde olunduğunu ileri sürer. (s. 6). 218 Halit Fahri, dünya değişse de her yerde şiirle karşılaşabileceğini söyler. Şiir ve şairin “tabiatın üstünde bir çağlayışla, bir tanrı musikisi gibi” her yerde ve her durumda insanlığın ruhunu okşayıp, sardığını belirtir. Şiiri bütün sanatların, dinlerin ve medeniyetlerin hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan mucizesi olarak görür. Şiirin sonsuzluğunu buna bağlar. Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını belirten şair, kaynağını öz samimiyetten, yürekten aldığı sürece yaşayacağını, yaşadıkça da derinleşip, genişleyeceğini düşünür. Bu açıdan şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır. İnsanlığın şiirsiz yapamayacağına dikkati çektikten sonra günün yorgunluğu ve hayatın sıkıntılarından bir iki mısraın musikisiyle kurtulunabileceğini belirtir. 219 “Her şeyin kalıplısının mutlaka güzel olmadığı gibi kalıpsızının da olamayacağını” söylen şair, kalıbın şiirde vezin demek olduğu ileri sürer. Şiirin yüzyıllarca her millette yaşamasını, zevkli insanların kulağında kelimelerin bir nizam altında ve sanatlı bir imtizaçla yaşayabilmesine bağlar. Verlaine’ın içten gelen sesleri vezinsiz, kalıpsız bir şekilde aramayışını hatırlatır. Musikinin kalıpsız şekillerle, serbest nazımla da yaşayabileceğini fakat o zaman da mutlaka garip sesler çıkarmak gerekeceğini ileri sürer.220 Yusuf Ziya, şairi tarif ederken onun “bir kelime ressamı, bir kelime bestekârı” olduğunu söyler. Şiirin bazen, “insanı uçsuz bucaksız düşüncelere daldıran bir mana 218 OZANSOY, Halit Fahri, “Saf Şiiri Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308 (22 Şubat 1947), s. 5. 220 OZANSOY, Halit Fahri, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385(10 Mayıs 1947), s. 6. 219 127 dünyası” olduğunu bazen renkler ve ışıklar oynaşan tablolar çizdiğini belirttikten sonra onun daima “cümlelere kafiyeden kanatlar takan bir musiki” olduğunu vurgular. 221 Şiirin “realizme düşme” sini doğru bulmayan Halit Fahri, bir “asalet” i olması gerektiğini savunur. Realizm iddiasıyla küfür haline gelmesini, “idrar” ın şiire girmesini istemez. Şiire müzik, ahenk, ruh konmasını ister. 222 Güzel sanatların hepsinin güzel olduğunu söyleyen Yusuf Ziya, musikinin resimden de şiirden de güzel olduğunu ileri sürer. Güzel bir müzik parçası dinlerken içinin hazla dolduğunu “bir gök katında Tanrı’yı dinler gibi olduğunu” belirtir. 223 Halit Fahri, Paul Verlaine’ın “Her şeyden evvel musiki” mısraıyla başlayan şiiri ve onun ortaya attığı teze değindiği yazısında, bu tezi doğrular. Şiirin iç sesi olduğunu, şairin o sesi kendi içinde bulursa orijinal olduğunu, bulamazsa şiire yeni bir ses getiremediğini belirtir. Yunus Emre’nin sesinin kendinin olduğunda, taklitlerinin sesinin kendinin olmadığını, bunun için de Yunus’un unutulmadığını, diğerlerinin bir kenarda kaldığını ya da unutulduklarını söyler. Şehabettin Süleyman’ın bu iç musikisine o zaman “âheng-i derûnî” adını verdiğini hatırlatır. 224 221 ORTAÇ, Y. Z., “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 4. “Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486 (15 Şubat 1959), s.11. 223 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, s. 349. 224 OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 232. 222 128 h) Çocuk Şiirleri Halit Fahri, çocukluğunda okuduğu kitapların çocukluk muhayyilesi ve tefekkürü üzerinde büyük bir rol oynadığını belirterek böyle eserlerin sadece çocuklukta değil sonra da devam ettiğini söyler. 225 Küçük yaşta muhayyilenin uyanışında çocuk edebiyatının çok önemli bir rol oynadığını belirtir. Böyle bir edebiyatın içine kâinatın esrarını çözecek kitapların da girmesini gerekli görür. Yalnız okul kitaplarının yeterli olmadığı zamanlarda çocuğa, tatlı bir masal dinliyor vehmi vehmi veren açık dilli, bol resimli, yaşlarına uygun bilgi kitaplarının da gerekli olduğunu ileri sürer. 226 Halit Fahri, resimli şiir kitaplarını ele aldığı yazısında, şiirin de artık resimden medet umduğunu söyleyerek bu yolun şiiri öldüreceğini belirtir. Resimli kitaplara karşı olmadığını söyleyen şair, bir sanat eserinin, özellikle de şiirin, sinema ilânı gibi reklâm edilişini doğru bulmaz. Buna karşılık çocuklar için eğitici olan resimli kitapların taraftarıdır. Güzel resimlerle eğlenildiği kadar yararlı bilgiler de edinilebileceğini düşünür. Don Kişot, Robenson, Andersen’in hikâyeleri gibi dünya şaheserlerinin çocuklar için resimli düzenlenmelerini doğru bulur. 227 Gençlerin tenkit karşısında takındıkları tutumlarını değerlendirdiği bir yazısındaysa çocuklar için yazılacak eserlere değinir. Bir şiir mecmuasının herşeyden önce bir sanat iddiasıyla yayınlanması gerektiğine inanan şair, onun muayyen bir okuyucu kitlesine hitap etmesi gerektiğini belirtir. Okuyucu kitlesi içinde sekiz 225 226 227 “İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk”, SF, 1990/305(11 Birinci Teşrin 1934), s. 312. OZANSOY, Halit Fahri, “Yeryüzü, Gökyüzü”, Uyanış, 2047/362(14 İkinci Teşrin 1935), s. 386. OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9. 129 dokuz yaşında çocuklar da olduğu zaman işin değişeceğini söyler. Böyle bir durumda çocuklar için ayrı bir şiir kitabı yayınlanmasını doğru bulur.228 Çocuğun bizzat kendisinin şiir olduğunu söyleyerek bundan daha canlı neyin şiir olabileceğini sorar. Çocuk tatlılığı, sevimliliği ve özellikle çocuk zekâsının her edebiyatta birçok küçük şahesere ilham kaynağı olduğunu hatırlatır.229 Çocukların “en ince şiir” olduğunu söyleyen şair, küçük bir kız çocuğu için “Neeeede?..” adlı bir şiir yazar.230 “Hangimiz o çocukluk yaşlarımızda henüz yeni okumıya ve okuduklarımız üzerinde hayal kâşaneleri kurmıya başladığımız bir devirde, peri masalları ve Şehriyar hikâyeleri arkasından, bir Robenson yahud bir Donkişot okuduğumuz zaman hayatın gözler açıkken görülen en tatlı rüyalarile oyalanmamıştık!” diyen Halit Fahri, Ceyhun Atuf Kansu’nun “Çocuklar Gemisi” adlı şiirinde çocukluk hülyaları için Robenson’da güzel bir timsal bulduğunu belirtir. 231 Çocuklar için yazılan eserlerde onların zevkine ve diline yaklaşıldığı ölçüde güzel insiyaklarının belireceğini, canlanacağını söyler. Bunun için de yazarken anlatılan hikâyede olsun, hikâyenin anlatılış tarzında olsun “küçüklere göre bir dozun muhafaza edilmesi” gerektiğini savunur. Sekiz, on yaşındaki çocukların kelime hazinesi dışına taşmamalı, dilleri ölçüsünce fazla kelimelere yer vermeden yaklaşmalıdır. Bundan sonrasının çocuğunun neşeli hamlesiyle ve muhayyilesiyle büyüyüp genişleyeceğine inanır. Maddî hayal kuşunu yakalayabilmenin, çocuğu onun kanatlarıyla, bir masal âlemi içinde insanlık ve fazilete yöneltmenin önemine 228 OZANSOY, Halit Fahri, “Hep ve Yalnız Medholunmak İsteyen Gençlere Dair...”, Son Posta, 4540 ( 30 Mart 1943), s. 4. 229 OZANSOY, Halit Fahri, “Tercüme, Şiir ve Çocuk”, Son Posta, 4945(13 Mayıs 1944), s. 4. 230 OZANSOY, Halit Fahri, “Gene Ayşe”, Son Posta, 5050(26 Ağustos 1944), s. 6. 231 “Şiir ve Şairler Ne Âlemde?”, Son Posta, 5637/245(21 Aralık 1946), s. 5. 130 değinir. (s. 5). O gün için çocuk davasında müspet pedagojik prensiplere sahip olan fikir dünyasının durmadan ilerlediğini söyleyerek bu değişime çocuk kitabı yazanların da ayak uydurması gerektiğini belirtir. Bir çocuk kitabının her sayfasının değil her cümlesinin büyük sanat eserlerine harcanan sabır ve özenle yazılmasını ister. O günlerde yedi yaşından on yaşına kadar olan çocuklar için yazılan kitapların uygunsuzluklarla dolu olduğuna yer verir. Çocuk edebiyatıyla uğraşanların bu işe lâyık olduğu önemi göstermelerini bir zaruret olarak görür. (s. 6).232 “Her insan ne kadar yaşlı olursa olsun, kalbinin en derin bir köşesinde çocukluk hayallerinin hâtıralarını saklar. Bir gün gelir, kendisi için artık ölmüş, silinmiş sandığı o hâtıraların bir kadehin dibinden çıkan kabarcıklar gibi satha çıktıklarını hisseder.” diyen Halit Fahri, büyük ediplerin bundan dolayı çocuk romanları yazdıklarını düşünür. Bunların çocukluk hatıralarını yazmalarını da buna bağlar. Şair, çocukların âlemine girmenin zannedildiği kadar kolay olmadığını belirtir. Çocuklar için yazanların başta gelen görevinin onların muhayyilelerinde renkli ve estetik etkiler yaratmak olduğunu söyler. Çocuğun yaratıcı enerji kaynağıyla beraber iyilik ve doğruluk hislerini de bu kitaplardan alacağını belirtir. Bu eserlerle onlara sanat zevkinin ve güzellik mefhumunun da verilmesini ister. Çocuk kitaplarının içeriği kadar görüntüsünün de önemli olduğunu düşünür. Ahlâkî bir amaca yöneltmek şartıyla çocukların hoşlandığı konuları sıralar: Dağ hikâyeleri, dağ sporları, sonunda mutluluk veren esrarlı bir şeyin aranması, uzak ülkelerde geçen maceralar, Kipling tarzında vahşi orman ve hayvan hikâyeleri, gök âleminde sergüzeştler, yıldızlar, ay ve güneş, roboto hikâyeleri, silâhşörler ve kahramanlar, dev ve peri masalları.233 232 233 “Çocuklar İçin Yazılacak Kitaplar”, Son Posta, 343(29 Mart 1947), s. 5-6. “Çocuk Muhayyilesi ve Çocuk Romanları”, Havadis, 595(11 Haziran 1958), s. 2. 131 Orhan Seyfi, çocuk şiirlerinin hem çok kolay hem de çok güç olduğunu söyler. Hikmetlere, uzun tasvir ve tahlillere gerek olmadığı için kolay olduğunu belirtir. “Yeni tarz” denilen vezin, kafiye, şekil kaygısı taşımadığı sürece daha da kolaylaşacağını düşünür. Şiirlerin çok sade, çocuğun kullanabileceği seçkin kelimelerle yazılması gerektiğini savunur. En tabiî ifade tarzı aranıp anlatış tarzı açık, kıvrak ve güzel yazılmalıdır. Tasvirlerin canlı ve özentisiz olmasını ister. Eserlerde hayvanlara ve eşyaya şahsiyet verildiği zaman, çocuk muhayyilesinin bunu çabuk kavrayıp, bundan zevk almasına dikkat edilmesi gerektiğini söyler. Çocuk için yazılan şiirin şekil güzelliğinin yanında bir de esprisi olmasını ister. Birtakım parçalara ayrılan eserin sonra bir çerçeveyle bütünleşmesi gerektiğini belirtir. Çocuk şiirlerindeki tekrarların dikkati çekeceğini ve hafızayı yormayacağını düşünür. Şiirlerde verilen vatan, din, aile, ahlâk telkinlerinin ölçülü ve ustaca olması gerektiğini savunur. Bu şiirleri en seçkin kalemlerin yazması gerektiğine inanır. 234 Şair, Şiir Bahçesi adlı çocuk şiirlerinin toplandığı kitabı değerlendirirken ilk defa çocuk şiirleri yazan İbrahim Alâattin Gövsa’dan tek bir şiir alınmasını yeterli görmeyerek şaire daha fazla yer verilmesini ister. Çocuklarımıza Neşideler adlı eseriyle ikinci çocuk şiirleri kitabını yazan A. Ulvi’ye ve bu tarzda manzum tercümeler yapan Seracettin Bey’e hiç ver verilmemesini bir eksiklik olarak görür. Kitaptaki şiirlerin birçoğundan daha güzel, daha düzgün dille yazılanların ve çocuk zevkine daha uygun olanların esere alınmadığını belirterek seçimle ilgili eksikliğe değinir. Daha sonra kitapta yer alan bazı şiirleri değerlendirir. “Rabbim bir gök verdin ki bizlere/ Anlamaz sadakatini düşünceler. 234 ORHON, Orhan Seyfi, “Çocuk Şiirleri”, Havadis, 688 (15.Eylül 1958), s. 2. 132 Bunca yıl bizi memnun etti/ Daha da eder.” Bu mısraları çocukların değil büyüklerin bile güç anlayacağına dikkati çeker. Çocuklar için yazılan şiirlerde dilin çok temiz ve doğru olması, tabirlerin yerli yerinde kullanılması gerektiğini belirtir. Bunda müsamaha gösterilemeyeceğini, Arapça, Farsça eskimiş kelimeler bulunsa bile şivesizlik olamayacağına dikkati çeker. Atatürk için yazılan bir şiirde “Toprağın bol olsun Atam!” söyleyişini doğru bulmaz. Bu tabirin Türkçe’de Hıristiyan ölüleri için kullanıldığına dikkati çeker. Aynı şiirde geçen “alacakaranlık gecelerde” sözüne değinir. Alacakaranlık gece denilemeyeceğini, alacakaranlığın geceyle gündüz arasındaki şafak ve seher vakti olduğuna dikkati çeker. “Bağbozumu” şiirinde geçen “Dalları bastı/ Eylül yeşili!” söyleyişinin aslında “Dalları bastı kiraz” şeklinde olduğunu hatırlatır. “Üzüm ağacı” söyleşinin yanlış olduğunu belirterek bunun yerine “üzüm kütüğü” nün tercih edilmesini ister. Şair, yine bu şiirde geçen “Senin yağmurun, çiğlerin, şebnemin” mısraında aynı anlama gelen “çiğ” ve “şebnem” in, bir başka yerde de “asude” ile “rahat” ın yan yana kullanılmasının hatalı olduğunu belirtir. 235 Yarının büyükleri olan çocukları her türlü politika havasından uzak tutmayı önemli bulan Halit Fahri, şiiri kullanarak manzum hitaplarla ortaokul çocuklarına “politik demagoji ve sapıklıkların telkinini” doğru bulmaz. Bunlara göz yumulmamasını ister. 236 235 ORHON, Orhan Seyfi , “Şiir Bahçesi”, Havadis, 844 (18 Şubat 1959), s. 2 OZANSOY, Halit Fahri, “Çocuklarımızın Körpe Ruhlarını Karartmayalım”, Tercüman, 1616(19 Nisan 1966), s. 2. 236 133 Beş Şair içinde çocuk şiirlerine daha çok Orhan Seyfi ve Halit Fahri dikkati çeker. Çocuklar için yazılacak şiirlerde dil, konu, işleyiş bakımından dikkat edilecek noktalar üzerinde durulur. Diğer önemli bir nokta da çocuk şiirlerini yazanlar ve seçenlerdir. Bu şiirlerin en seçkin kalemler tarafından yazılmasını ve kültürlü kişiler tarafından seçilmesini doğru bulurlar. Orhan Seyfi, çocuklar için yazdığı şiirleri Hayat Bilgisi adlı kitapta toplamıştır. Fikir beyan etmeyen Yusuf Ziya ise konuyla ilgili fikirlerini eser hâlinde verir. Kuş Cıvıltıları adlı eseri çocuk şiirlerini içermektedir. i) Tercüme Şiir Yusuf Ziya , “Türk-Yunan Edebiyatı” başlıklı yazısında, tercüme şiir konusuna değinir. Türk-Yunan dostluğunun siyasî bir muaşaka harareti aldığı günlerde, Yunan matbuatında Türk Edebiyatına karşı artan bir muhabbetin olduğunu söyler. Atina’da çıkan Les Balkans dergisinin Temmuz sayısında Yunus Emre, Fuzuli, Nef‘î, Nedim, Karacaoğlan, Namık Kemal, Abdülhak Hâmit, Ziya Gökalp, Ahmet Haşim gibi sanatçıların tercümelerine rastlandığını belirtir. Ahmet Haşim’in evinde tanıdığı Aleksandra adlı bir Yunan şairinden Göl Saatleri şairinin birçok şiirini ezbere dinlediğini söyler. Piyale şairinin manzumelerinden Yunancaya “manzum ve mukaffa” olarak tercüme edilmiş birkaç tanesini dinlediğini belirtir ve şöyle devam eder: “Lisanın yabancısı olduğum halde şiirin âhengi bana anlattı ki, bu öz musiki Ahmet Haşim’in ruhundan geliyor!” Yusuf Ziya şiir tercümesinin nasıl yapılması gerektiği üzerinde durmaz.237 237 Yusuf Ziya, “Türk-Yunan Edebiyatı”, Cumhuriyet, 3011(23 Eylül 1932), s. 3. 134 Halit Fahri ile yapılan bir konuşmada, Dünya Edebiyatında uluslarası değer ölçüleri taşıyan eserlerin Türkçe’ye çevrilmesini ister. Bunların “adeta telif bir eser vücuda getirir gibi zevkle, itina ve dikkatle, tam vicdanî bir gayretle uğraşarak ve terleyerek” yapılmış tercümeler olması gerektiğini savunur. Yanlış ve eksik yapılan tercümelerin Türk diline hürmetsizlik ve okuyucuya saygısızlık olduğunu ileri sürer.238 Şiir tercümesiyle ilgili yazılanların çoğu Fransız Edebiyatından tercümeler de yapan Halit Fahri’ye aittir. Şair, tercümenin sadece eserin aslındaki lisanı iyi bilmekle temin edilemeyeceği görüşündedir. Ona göre “Türkçe’ye de mükemmel surette vâkıf olmak, bilhassa müteradif kelimelerin en hafif nüans farklarını kavrayabilmek ve cümleyi her şekilde eğip bükebilmek lâzımdır.” Bunlar sağlandıktan sonra sağlam bir iş yapılabileceğine inanır. “Tercüme kokusunun okuyucular için küf kukusundan, duman kokusundan daha kötü olduğuna, diğer kokuların insanın genzini tıkarken, tercüme kokusunun beyni tıkadığına” dikkati çeker. 239 Halit Fahri, bundan beş gün sonra yazdığı yine tercümeyle ilgili bir yazıda tercümenin çok güç ve çok karışık bir hüner olduğunu söyler. “Zevki muvaffakiyetinin derecesi ile ölçülür. Bu zevk önce mütercimin duyduğudur, sonra okurken bizde uyandırdığıdır.” diyerek bütün edebî eserlerde olduğu gibi tercümede de karşılıklı estetik bir heyecan aramayı doğru bulur. Şair tercüme yaparken sadece bir ecnebi dili iyi bilmenin yeterli olmayacağını, her iki dilin de çok iyi bilinmesi gerektiğini savunur. 238 Yeni Adam, “Halit Fahri Bey’in Edebiyat Anketimize Cevabı”, Yeni Adam, 19(7 Mayıs 1934), s. 6. 239 OZANSOY, Halit Fahri, “Tercüme Davası Etrafında Bazı Düşünceler ve Bazı Hatıratlar”, S. P., 3162 (20 Mayıs 1939), s. 6. 135 Şaire göre tercüme zordur. Çünkü “Telif eser vücuda getiren sanatkârın bir üslûbu varsa, ideal bir mütercimin sayısız üslûpları vardır.” Buna göre muhakeme edilmesi gerektiğini düşünür. “Kendi lisanımızı her türlü kıvrımları, incelikleri ile kullanabilecek bir yazı melekesine, bir yazı ihtisasına erişmiş olmamız lâzımdır.” diyerek insanın başka bir dilde tercümeye başlamadan önce kendi dilinde az çok muharrir bir üslûpkâr olması gerektiğine dikkati çeker. 240 “Kelimesi kelimesine tercüme” nin yeterli bir değer olmadığını savunan Halit Fahri, tercüme edilecek başka eserler olduğu halde aynı eserin ikinci hatta üçüncü kez tercümesini gereksiz bulur. Tercümenin o gün için bir “curcuna” ya döndüğünü, “inada bindiğini”, adeta bir yarış halini aldığını söyler. 241 Sabri Esat tarafından yapılan Cyrano de Bergerac tercümesini beğenen Yusuf Ziya, “Şüphesiz, Cyrano’nun şair kılıcına bir sanatkâr kalemden daha lâyığını bulamazdık.” der. Eserin hayalinden bile güzel bir “tercüme-telif” olduğunu belirtir. “ “Telif- tercüme” diyorum. Manzum bir sahne eserini –veznin ve kafiyenin çolpa ellerde didiklendiği böyle bir zamanda- muhkem bir nazım tekniği ve harikulâde kafiyelerle dilimize çevirmek, tercüme haysiyetine ibda şerefi katan bir muvaffakiyettir.” diyerek bu parçalarda Türkçe’nin “medenî bir sanat tercümesinin bütün ifade zenginliğini gösterdiğine” dikkati çeker. Tercümede “temaşa” kelimesine “zilli maşa” kafiyesini bulmanın “tercüme zekâsına bir sanatkâr mizacının rehberliği ile mümkün olabileceğini” söyler. 242 240 241 242 “Tercüme Deyip De Geçmeyelim”, Son Posta, 2231 (25 Mayıs 1939), s. 8. OZANSOY, Halit Fahri, “Çift Tercümeler”, Son Posta, 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1. ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Cyrano De Bergerac”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 6. 136 Halit Fahri, tercüme faaliyetleri çerçevesinde dünya edebiyatından yapılacak tercümelerde gençlerde vatan sevgisi canlandıracak eserlere yer verilmesi kararını doğru bulur.243 Orhan Veli’nin La Fontaine tercümelerini beğenir. Bu fabller arasında insanı “açık ve temiz Türkçe’nin halk dilinin zenginliğine, özentisiz asaletine götüren” örnekler olduğunu söyler. Arada bir fikrin feda edildiğine de değinerek bu kadarının hoş görülebileceğini vurgular. 244 Halit Fahri, Fransız şair Paul Verlaine’in bir şiirini ve bu şiirin tercümesini verir: [Aile ocağı, lâmbanın dar aydınlığı; parmağını alnına dayamış olan hülya; ve sevilen gözlerin içinde kaybolan gözler.] Şair lirik şiirlerin tercümesinin, aslının yüzde beş sesini veremediğini belirterek bu tercümenin de veremediğini ekler. Fikrin ve hayalin inceliği, asilliğinin ortada olduğunu, bunun için ses ve nağmeye bile ihtiyaç olmadığını söyler.245 Tercüme şiirler üzerinde durduğu bir başka yazıda 246 La Fontaine’den yapılan Karga ile Tilki tercümesinin diline değinir. “Karga cenapları” diye başlayan ifadenin daha sonra “bay karga” şeklini almasını beğenmez. Eserin aslında da “mösyö” kelimesinin bulunmadığını hatırlatır. “Karga, şaşkın, mahcup..” diye başlayan mısrada şaşkından sonra “utanmış” kelimesinin daha uygun düşeceğini belirtir. Tercüme dergisinden okuduğu bu şiirlerde Mısır, Çin, Japon, İspanyol, Yunan, İran gibi her yerden şiirler vardır. 243 OZANSOY, Halit Fahri, “MEB’nın Yeni Yayınladığı Eserler”, Son Posta, 427(21 Haziran 1947), s. 6. 244 OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Makale, Bir Şiir ve Yeni La Fontaine”, S. P., 1068 (31 Mart 1949), s. 6. 245 OZANSOY, Halit Fahri, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441 (21 Birinci Kânûn 1942), s. 4. 246 “Tercüme Dergisinin Şiir Sayısını Okurken”, Son Posta, 5635(13 Nisan 1946), s. 4. 137 Lamartine’in “Göl” şiirinin tercümesini başarılı bulur. Daha sonra son devir Türk Edebiyatından hatırlatmalarda bulunur. Edgar Poé’nun Melih Cevdet Anday tarafından çevrilen “Anabel Lee” şiirinin Yahya Kemal’in “Leylâ” sını hatırlattığını söyler. Kitaptaki güzel tercümeler arasında Sabahattin Eyüboğlu’nun “Ason ame” tercümesi de vardır. Verlaine, Baudelaire, Supervielle, Aragon’dan yapılmış emsalsiz güzel şiir tercümeleri olduğuna dikkati çeker. Diğer tercümeleri beğenmesine rağmen “serbest tercümeye, pek nadir yerlerde de olsa kafiye veya vezin hatırı için göz yumulamayacağını” belirtir. Baudelaire’in bir şiirinde “etajer üstündeki çiçekler” in “konsul üstünde..” diye tercümesini beğenmez. “Raflar” veya “konsullar” üstünde denilmesinin daha doğru olacağını düşünür. “Âşıkların Ölümü” adlı aynı şiirde: “Usant à penvile leurs chaleurs derniéres” mısraının “Son sıcaklarını sarfederek hovarda” şeklindeki tercümesini musikiden tamamıyla uzak bulur. “Sarfetmek” ve “hovarda” kelimelerine dikkati çekerek mütercimin aynı kitapta pürüzsüz tercüme örneklerinin olduğunu hatırlatır. Şaire göre bir iki başarılı tercümeyle yetinmek yerine birçok şiir tercümesine kalkışmak doğru değildir. Acele ve seri tercüme yapmayı uygun bulmaz. Shelley’in bu konudaki görüşüne yer verir: “Bir şiirin tarifle tercümesi imkânsızdır; o şiir ancak, aslındaki hayale ve benzerliğe göre, yeniden yaratılmak lâzımdır. Hakiki bir şair bir başka hakiki şairin eserini tercüme ettiği zaman, çalışmasının muhassalası metni tercüme edilmiş olan şair kadar kendisine de aid olur.” “Konsol” ve “etajer” örneğini hatırlatır. Shelley’in güzelliği ve musikiyi herşeyden üstün tutmuş olabileceğini düşünür. Böyle olmasaydı işin daha kolay olacağını, “etajer” ve “konsul” un farketmeyeceğini söyler. Mütercimin o parçayı 138 “aslındaki hayale ve benzerliğe göre yeniden yaratmış” sayılamayacağı görüşündedir. Halit Fahri daha sonra son zamanlarda rağbet gören tercüme romanlarla beraber iyi ve kötü tercümelerin birbirine karıştığını, bu hareketin şiir tercümelerine de sıçrayıp sıradan mütercimlerin elinde şiirin ölmesinden korktuğunu belirtir. (s. 4) Halit Fahri ilk yazısında lirik şiirlerin tercümesinin aslının yüzde beş sesini veremediğini düşünmesine karşın daha sonraki yazısında güzel şiir tercümelerine yer verir. Yalnız şair, serbest tercümeye, kafiye ve vezin hatırı için göz yumulamayacağına dikkati çeker. Az ve başarılı tercümeyle yetinilmesi gerektiğini savunan şair, acele ve seri tercüme yapmayı uygun bulmaz. Ona göre bir şiiri tercüme etmek, aslındaki hayale ve benzerliğe sadık kalarak onu yeniden yaratmaktır. Yusuf Mardin, Faruk Nafiz’i İstanbul Amerikan Koleji’nin Lise II. sınıfındayken tanıdığını, bu sıralarda şairin Arnavutköy Kız Koleji’nde edebiyat öğretmenliği yaptığını söyler. Şair, kolejin İzlerimiz dergisi çalışmalarına nezareti sırasında ilginç bir fikir ortaya atar. Bu “Türk Edebiyatının dış dünyaya tanıtılması” fikridir. Faruk Nafiz öğrencilerden Türkçe şiir ve hikâyeleri İngilizceye çevirmelerini ister. Bunların kitap halinde bastırılmasını düşünür. Faruk Nafiz’in bir şiirini İngilizceye çevirerek uygulamaya koyan öğrencilerden birinin: “Attached like a bow to the steel wires of your hair My heart will run after you for hundreds of years; Even if you should escape gazelle-like from mountain to mountain My love will follow you like beasts.” 139 şeklindeki çevirisini okuduktan sonra bu yerinde düşüncesini ileride uygulamaları için bu gençlere emanet bırakır. 247 j) Nazım-Nesir Ayrımı Faruk Nafiz, Şükûfe Nihal’in Renksiz Istırap adlı romanı üzerine yazdığı yazıda nazım- nesir ayrımına değinir. Şair, öteden beri şiirden nesre intikal eden veya her ikisini bir elden yürüten ve başarılı olan sanatçıların var olduğunu belirterek bu iki türde eser veren sanatçıların bu iki türde yarattıkları eserlerin birbirinden çok farklı, hatta büsbütün ayrı olduklarını söyler. Bu benzemeyişin başlıca sebebinin realitenin nesre hakim olmasında aranması gerektiğini belirtir. “Şiirde muhitini yeşil bir tepeden dalgın bir bakışla süzen san‘atkâr, nesirde, o muhitin içinde ve insanların arasında yaşar: Birincisinde melek olan ikincisinde insan, belki de şeytan görünebilir.” Şair bu kuralın kanun mahiyeti alacak kadar kuvvetli olduğunu ileri sürer. Şükûfe Nihal’in Renksiz Istırap adlı eserinin bu kuralın sayılı istisnalarından biri olduğunu düşünür. Şükûfe Nihal’in şiirlerinde olduğu gibi, “büyük hikâye” olarak nitelendirdiği bu eserinde de, insanları yüksek bir tepeden seyrettiğini söyler. “Hazan rüzgârlarında hakim olan ruh bu eserde de realiteyi tesiri altına almıştır.” diyerek eserin bu tarzda özelliklerini sayar. Hikâyecinin hayatı olduğu gibi kabul ettiğini buna karşın şairin hayatı düşündüğü gibi olmasına taraftar olduğuna dikkati çeker.248 Halit Fahri, “Nesir mi, şiir mi? Siz hangisini tercih ediyorsunuz, bundan sonra edebiyatta hangisi hakim olacak?” sorusuna güzel olmak şartıyla ikisini de sevdiği cevabını verir. 247 248 MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 22. F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 (28 Şubat 1929), s. 274/ 14. 140 “Şiirin bir daha romantiklerde olduğu gibi uzun tasvirler ve terennümler şeklini almasına imkân yoktur. Fakat kısa ve canlı birkaç mısra herhangi bir hâlet-i ruhiyyeyi kuvvetle yaşatacak ve ihsas edeceği için daima yaşayacaktır sanıyorum.” der. Kübizm, fütirizm, dadaizm gibi yeni nazariyeleri, Divan edebiyatçılarının bir zamanki sanâyi‘-i lafziyyelerinden hariç tutmadığını bunların geçici şeyler olduğunu söyler. Şiir bilhassa terkibî, yekpare mısraın içinde canlanır. Öyle çeşit çeşit serbest nazım nümuneleri havaya savrulmuş güzel fakat soluk sonbahar yapraklarından farklı değillerdir. Zaman bunları çabuk çürütür. Şiirde bugünkü tahassüslerimizi ifade edecek bir ruha bürünmesini de ayrıca ikinci mühim bir şart olarak telakkî ederim”. (s.151). diyerek bugün için Recaizade Ekrem, İsmail Safa ve arkadaşları gibi kuşa, bülbüle, karıncaya, aya mazlumane ve meyusane hitabeler irat etmenin garip kaçacağını belirtir. Her eser kendi zamanının tahassüsüne cevap verdiği için böyle saf duygular bugün bize pek yavan gelir. Bugünkü şair, bugünkü romancı ve temaşacı gibi ancak bugünkü şeniyeti eserinde tesbit edebilendir. Yani mevzu meselesi şiirde de ehemmiyet kesbediyor. Fakat en saf ve ibtidâî duygular bile yeni bir şekle bürünebilmek şartile bugün dahi şiirin yüksek terennüm sahasına girebilir. Herşeyden evvel bir san‘atkâr meselesidir.” (s.160).249 249 Sehap Nafiz, “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, SF, 1877-192, (14 Ağustos 1932), s. 151, 160. 141 Nazım-nesir karşılaştırması yaparken insanlarda ilk uyanan melekenin duygu olduğunu, bunun için de kalbin heyecanlarını ifadeye en elverişli vasıta olan nazmın nesirden önce oluştuğunu savunur. “Ancak cemiyetler ilerleyip de fikirler çoğalınca, ilk devirlerde mahdud düşünce ve duyguları bildirmeğe kâfi gelebilen nazım, bilhassa vezin gibi muhtelif kalıpların şekilleri ve üstelik mısralarındaki ahenge musikide olduğu gibi kafiyelerinin tekerrür zevkini ilâve eden hususiyetlerile çok dar bir ifade tarzı olarak görünmeğe başlamış ve işte ondan sonradır ki nesir doğmuştur.” Şair, nazımla nesir arasındaki farkı nazmın bütün kuvvetiyle duyguları, nesrinse düşünceleri belirten birer beyan aleti oluşlarında görür. İşin bununla bitmediğini, şair ve nasirlerin birbirlerinin dilindeki hususiyetlere el atmaya başladıklarını belirtir. “Şiir dilinin mecaz denen kıymetleri nesirde de aranmağa ve buna mukabil şiir de nesrin muhakeme yollarına sapmağa mecbur kalıyor.” diyerek buna didaktik şiiri örnek gösterir.250 Halit Fahri, şaire maddî hiçbir refah sağlamayan, yalnız ruha gıda veren şiir sanatının, hiç değilse az ve öz sözün uzun va manasız hitabet sağanaklarından değerli olduğunu öğrettiğini söyler. “Nazım denen ölçülü dil” in, insanlara nesirden daha kısa yoldan daha fazlasını anlattığını savunur. Özellikle bir iyiliğinin, ahenkli olmak şartıyla, en garip fikirleri bile zihinlere kolayca yerleştirebilmesi olduğunu belirtir. Nazmın nesre üstünlüğünü burada görür ve bütün dünyada uğradığı istiskallere rağmen bu sanatın hâlâ yaşamasını buna delil olarak gösterir. Şair en inatçı sükûtundan birkaç beyitlik nazmımla kurtulabildiğini söyler. 251 250 251 OZANSOY, Halit Fahri, “Şairin Nesri”, Son Posta, 3224 (21 Temmuz 1939), s. 9. OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343. 142 Şiirle roman arasındaki farka değindiği yazısında, ilk önce Akif’ten “Hakikî hayat sahnelerini nazma çekmek suretile romancının hududuna atlamış, his ve hayal ve ahenk mahsulü olması lâzım gelen şiiri kendi sahasından uzaklara düşürmüş.” diye bahsedildiğini hatırlatır. Bu konuda Fransız şairi Paul Valéry gibi düşündüğünü belirterek şiirin “bir anı, bir vakfesi” olduğunu belirtir. (s. 6). Romanın vak‘aların hikâye edilmesi yönünden devam halinde olduğunu söyler ve devam eder: “Roman bize bir yahud müteaddid “muhayyel” vak’aları nakletmek için sözün anî ve manalı kudretinden fazlasile istifade eder, zamanı ve mekânı tayinden geri kalmaz, hâdiseleri bildirir, sebeplerini göstererek bunları birbirlerine zincirler. Halbuki şiir, uzviyetimizin bütün mekanizmasını harekete getirir, doğrudan doğruya bu organizm ile alâkadardır.” Şiirin kendisine hudut olarak terennümü seçtiğini, bu terennümün kulağın, sesin bir şekli olduğunu söyler. Romanda sonucu sabırla bekleyip, bırakılan yerden her zaman başlayabileceğini, şiirde ise bir ritmin çalkantısı içinde derhal müteessir olunduğunu belirtir. Özellikle lirik şiirde bu durum bütün kudretiyle kendisini belli eder. “İşte bunun içindir ki, musikinin dışında bir şiir telâkkîsi, araya menfaat endişesi girmezse hiçbir devirde hiçbir surette kabul edilememiştir.” der ve buna didaktik şiirleri örnek verir. Bu şiirlerin yalnız fikirleri itibariyle tetkik sahasına girebildiklerini, kalplerde hiçbir iz bırakmadan unutulup gittiklerini ileri sürer. Vakayı şiirin üstünde tutmanın mümkün olmadığına dikkat çeker. Kötü şairlerin elinde manzum tiyatronun iflâs edip unutulmasına ihtimal verir. Dünyada manzum piyes yazanların tek başarılarını, iyi tiyatro yazarı olmalarına bağlar. Edmond Rostand’nın eserlerinin bu cepheden ayakta kalabildiğini düşünür. Şair, “Yalnız muhakkak olan bir şey varsa, o zaman da, her şeyden evvel ses mefhumuna dayanan 143 hakikî şiir telâkkîsinde romana büyük bir kıymet verilemeyeceğidir. Bütün ideolojiler —bütün demogojiler gibi — er geç saf şiir mihrabı önünde yan yana eriyen cüsseli mumlar gibi eriyeceklerdir” diyerek fütürizm, dadaizm, sürrealizm “hokkabazlıkları” nın günün birinde o zamanki kadar bile meydanda boy gösteremeyeceklerini ileri sürer. (s. 10).252 “Şiir ve Şair Hakkında II” adlı yazısındaysa şiirle diğer sanat dalları arasında bir karşılaştırma yapar. Bir mimardan, yarattığı bir eseri derhal tunç veya mermer şeklinde belirtmesinin istenemeyeceğini, ancak tezini anlatabileceğini veya maketlerini gösterebileceğini söyler. Aynı durum ressam için de geçerlidir. Ressam bir anda renklerini levha halinde gözler önüne seremez. Uzun emeklerle yaptığı tablolar, sergilendiği salonda görülebilir. Şair, bazı sanatlarda, sanatçının eseriyle derhal karşı karşıya gelinebileceğine dikkati çeker ve bestekâr ile şairi buna örnek gösterir. Nerede olursa olsun bir müzik aleti eşliğinde bir beste dinlenebilir. Şair de herhangi bir mecliste şiirlerini okuyabilir. Sanatçıyla dinleyiciler arasında karşılıklı bir anlaşma, bir dostluk, bir sevginin kurulmuş olması yeterlidir. Burada toplumun sanata karşı ilgisinin plâstik sanatlara olan ilgisinden daha tam bir vuzuhta ve daha ani olduğunu belirtir.253 Orhan Seyfi, nazmın nesirden büsbütün ayrı bir şey olduğunu, şairin vecd ve istiğrak haline gelmeden, gündelik hayatın kuru ve soğuk mantığıyla asla şiir söyleyemeyeceğini, ancak bu istiğrak halinde terennüm edilebilecek kelimelerin şiir lisanına gireceğini söyler.254 252 OZANSOY, H. F., “Şiirle Romanın Farkları”, Son Posta, 3397 (12 İkinci Kânûn 1940), s. 6, 10. OZANSOY, Halit Fahri, “Şair ve Şiir Hakkında II”, Son Posta, 4242 (28 Mayıs 1942), s. 3/1. 254 O. S. O., “Birkaç Söz”, Çınaraltı,123 (22 Son Kânun 1944), s. 15. 253 144 Şiirin yazıdan eski olduğunu belirten Yusuf Ziya, ilk çağın sihirbaz şairlerinin, şiire raksı ve musikiyi de kattıklarını söyler. “Gerçi, o uzak asırlardan sonra raks ve musiki, şairin bünyesinden ayrılıp mısraların bünyesine karışmışsa da, şiir hâlâ kâğıttan çok hafızalarda yaşıyor.” der.255 Şair, romanın aklın ve muhakemenin eseri olduğunu, onda hissin rolünün sanatın rolünden sonra geldiğini ileri sürer. Şiirdeyse insan duygusunun hakim olduğunu belirtir. Bundan dolayı da sanatçının eşinin romanlarından önce mısralarına girebileceğini söyler.256 “Roman bir aynaya akseder gibi insanları aksettirecektir, sonra o aynaya bir nevi fantastik hareketler verecek ve bize onların dış eylemleri ile beraber iç âlemlerini de gösterecektir.” diyen Halit Fahri, bu insanların yalnız birer şekil olarak değil, ruh, duygu ve düşünceleriyle de okuyucuya yaklaşacaklarını söyler. Böylece toplum içinde inceleneceklerini ve hayatı olduğu gibi belirteceklerini düşünür. Roman yazarının okuyucudan önce düşünüp sağlam gerçeğe dayanarak olayları sıralayıp incelemesi gerektiğini belirtir. Yazarın yardımı olmadan romanın bir boş kalıp gibi kalacağını ileri sürer. Bunu romanın şiir gibi seziyle kavranamamasına bağlar.257 Orhan Seyfi, şairin nesri alarak vezin kalıplarından birine sokabilmesi, ona ritmik bir şekil vermesi gerektiğini söyler. Bunun “adeta nesri kompoze etmek, bir 255 ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2 (16 Mart 1944), s. 6. UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 149. [Görüşme 30 Mayıs 1954’te yapılır. Cumhuriyet (18 Haziran 1954) te yayınlanan yazıda görüşmedeki bu bölüm yer almamaktadır. ] 257 Türk Dili, “Soruşturmamız”, Türk Dili, 147(Aralık 1963), s. 180. 256 145 müzik parçası haline getirmek” olduğunu belirtir. Nazmın böylece nesirden ayrıldığını, bunun için de şiire “manzume” dendiğini söyler. 258 2. ŞAİR “Şairin gururu âdeta bir darb-ı mesel olmuştur.” diyen Halit Fahri, her millette bunun görülebileceğini söyler. İçinde bulunulan yüzyılda şairin benlik davasının eskisi kadar kalmadığını, geçmiş edebiyatlarda buna gereğinden fazla yer verildiğini belirtir. Lâtin ve Yunan Edebiyatında şairlerin kendileri için yazdıkları methiyeleri hatırlatır. Eski Osmanlı şairlerine hiç tereddüt etmeden “mağrur” diyen şair, divanlara bakıldığında bunun görülebileceğini söyler. (s. 503). Hemen bütün şairlerin şahıslarını “medh ü senâ” dan hoşlandıklarını ileri sürer. Hangisinin diğerinden daha büyük olduğunun “hepsi hâme-rân olmakla diğerine faikiyyet iddiasında” olan bu şairlere sorulmaması gerektiğini düşünür. Şairlerin münekkitlerin medhiyesini bekleyecek kadar sabırlı olmamalarını tenkit eder. Şairlik gururunun ahlâkî olup olmaması konusunda biraz müsamahakâr olunmasını isteyen Halit Fahri, hayatta görülen gururların en masumunun şairin “tefâhür-i şahsî” si olduğunu düşünür. Eserleriyle insanlara zevk bahşeden ve karşılığında hiçbir şey istemeyen şairin tefahürünün hoş görülmesini, buna katlanılmasını ister. (s. 504). Zamanın değiştiğini işaret eden Halit Fahri, o gün için insanlığa benliğinden bahsedecek şairin yalnız ruhundaki ve dolayısıyla insanlığın ruhundaki duyguları işlemesi gerektiğini savunur. “Eski şairler için yalnız bir âlem mevcuttu. O da kendileri idi. Muhitleri bir boşluk, bir ademdi.” diyen şair, onların topluma kuşbakışı baktıklarını ileri sürer. 258 ORHON, Orhan Seyfi, “Şair Bir Sanatkârdır”, Son Havadis, (29 Nisan 1972), s. 5. 146 Şairin toplum içerisinde yaşayıp, mütevazı olduğu müddetçe sevileceğini savunur. Toplumdan uzak olmaması gerektiğini, dertleri, hicranları, aşkları, neşeleri anlatabilmek için toplumla iç içe olması gerektiğini belirtir. “Dehanın altın tacını şair kendi kazansa bile, onu insâle nakledecek el, milletin elidir.” der. Şairleri toplumla bütünleşmiş görmek isteyen Halit Fahri, gururla değil, tevazu ve samimiyetle hitap etmelerini ister. “Kökünden ayrı yaşayan nebat olmadığı gibi muhitinden uzak yaşayan şairlerin de olamayacağını” savunur. (s. 505).259 Çeşitli milletlerin edebiyat tarihleri incelendiğinde, şairlerde aynı “fezâil veya fezâyih” in az çok ortak olduğunun görüleceğini ileri sürer. Fazla paraya veya mala tamah duygusunun onların eksikliği olduğunu belirtir. Eski şairlerin bu duygunun daha çok etkisi altında olduklarını düşünür. Onların “peri-i ilhâmın nağmekâr fısıltıları kadar altınların sadâ-yı ma‘denîsine de mağlûp olduklarını” söyler. (s. 424). Bu gün için de şairler arasında “san‘at, para ve kadın temin etmedikçe…” düşüncesini dil ya da kalben söyleyenler olduğunu belirtir. “Şark’ta da Garp’ta da şairlerin ekserisi kafiyelerin musikisiyle sarışın maden paraların sesini vaktiyle yekdiğerinden tefrik etmek istemiyorlardı.” der. XVII. yüzyılda Fransız şairlerin ya hükümdarları ya da prensleri medheden bir “kâse-lîs” olduklarını ileri sürer. O zamanlar sanatın sanatçıya başka türlü hayat temin edemediğini hatırlatır. Garp’ta böyleyken Türk Edebiyatında bugün bile sanatçıların eserleriyle yaşayamadıklarına dikkati çeker. Garp’ta şairlerin sadece hükümdarlar için değil, bir çok kibar kadın için de yazdıklarına değinerek La Fontaine’i örnek gösterir. Şairlerin bu durumdan memnun olduğunu, çünkü içlerinde parayı az sevenin çok az olduğunu ileri sürer. Topladıkları parayla değerli kütüphaneler yapanlara da değinir. 259 Halit Fahri, “Şairlik Gururu”, Yeni Mecmua, 26(3 Kânunisani 1917), s. 503-505. 147 Şairin fazla haset sahibi olmasının sadece Garb’a ait bir şey olmadığını, Şark’ta belki bundan daha fazla olduğunu düşünür. Acem şairlerin büyükleri övmek için çok mübalâğalı, Arap şairlerin de halifeleri övmek için sayfalar dolusu şiirler yazdıklarını söyler. “Bütün bu şiirlerin son kafiyesi, bir kâse akçenin rûh-nevâz musikisidir.” der. Yüzyıllarca Arap ve Acem Edebiyatının etkisi altında “kıvranan”; kelimelerini, şekillerini hatta konularını onlardan alan Türk Edebiyatının mehdiye konusunda onlardan geri kalmadığını belirtir. Şairlerin divanlarda ancak münacat ve naatlerden sonra yaptıkları medhiyelerle para kazandıklarını ileri sürer. Paranın önemli olduğunu ve o dönemde ancak böyle kazanıldığını söyler. Paranın şair için kadın kadar cazip bir şey olduğunu düşünür. Tezkirelerde rastlanan “Kudemâdan… mâdihlerindendir.” tabirinin, nerede doğup nerede öldüğünü kaydeden bilgiler kadar önemli olduğuna dikkati çeker. (s. 425). Eski şairlerden bazılarının ihsan alma konusunda sadece medihlerle kalmayıp doğrudan doğruya “dilenircesine” amaçlarını bildirdiklerine yer verir. Şairin “atiyyelerle geçinen tufeylî bir mahlûk” olarak yaşamasının insanlık için şeref verici bir duygu olmadığını belirtir. Bunun için de bir çıkış yolu buldukları; en basit düşüncelerin bile bir “te‘vîl” le tamamen değiştirdiklerini söyler. Fuzuli’nin sevgilisi için gönlünden kopan feryatların “aşk-ı ilâhî” den ileri geldiğinin zannedildiğini iddia eder. Türk Edebiyatında her şairin atiyyeden kısmetini alamadığına, bazılarının mahrum kaldığına değinir. Övülmenin daima hoşa gittiğini söyleyen şair, insanın sosyal mevkii yükseldiği oranda “medh ü sena” ya olan 148 meclûbiyetinin arttığını düşünür. Şairlerin insanların can alacak damarını bulduklarını ileri sürer. (s. 426).260 Yusuf Ziya, şairlerin muhitleri üzerinde büyük etkiler bıraktığını, muhitin de sanatçılar üzerinde derin izler bıraktığını belirtir.261 Halit Fahri, bir şair veya romancı için “şey‘î görüş vision objictif” in çoğu zaman tehlikeli bir yol olduğunu düşünür. Bir eserin ne kadar “realizm iddiası” nda olursa olsun sanatçıın şahsının eserin tamamen dışında olmadığını belirtir. 262 Halit Fahri, millî şair denildiğinde iki türlü anlayışın dile getirildiğini söyler. Bazılarının millî şair diye vatandan, vatanın istiklâlinden, cenkten, zaferden bahseden şairleri anladıklarını belirtir. Bazıları da böyle bir ayrımı gereksiz görüp eserlerinde millî zevki yaşatan bütün sanatkârları bu ad ile anarlar. Şair, bunların hangisinin doğru olduğunu sorar. Kendi cevabını vermeden önce “şair” üzerinde durur. Halit Fahri, şairin herhangi bir memleketin ferdi olduğunu, o memleketin de asırlardır birikmiş birçok hatırası olduğunu söyler. O memleketin şairinin de bütün bu hatıralara bağlı olduğunu belirtir. Bunda verasetin de önemli bir etkisinin olduğunun inkâr edilemeyeceğini söyler. Halit Fahri’ye göre şairin içinde yaşadığı muhitin emelleri, zevkleri aynı zamanda kendi emelleri ve zevkleridir. Bir şair içinde yaşadığı muhitin emellerini, zevklerini ne derece gösterebilirse o derece halkın ruhuna girmiştir. Çünkü halkın kalbi kendi kalbinde çarpmaya başlamıştır. Bir şairin eseri içinde yaşadığı muhitin 260 261 262 Halit Fahri, “Şairde Haset”, Yeni Mecmua, 22(6 Kânunievvel 1917), s. 424-426. Yusuf Ziya, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9(6 Şubat 1919), s. 130. Halit Fahri, “Refik Halid Bey”, Ümid, 13(4 Teşrinisani 336), s. 7. 149 rengine, kokusuna, kısaca hususiyetine uygun düşmek zorundadır. Aksi takdirde eser sahte olur. “İşte herhangi bir şair muhitinden topladığı hisleri, hayalleri samimi bir surette eserlerinde tespit edebilirse, şüphesiz millî bir eser vücuda getiriyor demektir.” diyen Halit Fahri’ye göre bu eser bir mehtap tasviri de olsa bu mehtap herhangi bir memleketin mehtabı değil, şairin doğup büyüdüğü, ilham aldığı memleketin mehtabı olduğunu savunur. Halit Fahri, “millî şairin millî zevki tespit eden şair” olduğunu belirttikten sonra nice şairlerin vatandan, askerden başka bir şey işlemedikleri halde millî olmadıklarına dikkati çeker. Çünkü bunlar millî zevke vasıl olamamışlardır. Bazı şairlerin sadece denizi, mehtabı, yıldızı, kadını işlediklerini; bunda son derece samimi oldukları için eserlerinin etkisi altında kalındığını belirtir. Bunlar muhitlerinin ilhamlarını samimiyetle işledikleri için millî şairdir. İşlediği deniz, mehtap, kadın, doğduğu, büyüdüğü muhitin bir parçasıdır. Halit Fahri daha sonra Fransız Edebiyatında da böyle bir tartışmanın yer aldığını belirterek “Pol Sude” nin görüşlerine yer verir. O da millî şairin mutlaka cenkten, zaferden bahseden sanatçı olmadığını düşünmektedir. Yalnız destan olduğu için bir şiire hiçbir zaman millî vasfının verilemeyeceğini savunur. Şairin ve şiirin milliyetinin yaşanılan muhitin zevkine, geleneğine uygun düşmesile mümkün olabileceği görüşündedir. Şair, bu meseleyi uzun uzadıya tartışmaya gerek görmez. Zamanlarının zevkini, geleneğiniini eserlerinde yaşattıkları için Fuzuli, Nedim, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamit ve Yahya Kemal’in millî olduklarını belirtir. Fransızların en büyük millî şairinin Alfred de Musset olduğunu söyleyerek Türk Edebiyatında Fuzuli ne ise 150 Fransız Edebiyatında da Musset’nin az çok olduğunu belirtir. “İkisi de yalnız hicran terennüm ettiler ve bu hicran bir kadın aşkının verdiği ıztırapları tespit etti.” der.263 Halit Fahri, Alfred de Musset’nin şairi “kendi ciğerlerini açıp yavrularını besleyen pelikana” benzetmesinden yola çıkarak sanatın en derin sırrının bu hayalde gizli olduğunu söyler. Şairin de “o biçare kuş gibi kendi yavruları olan hislerini kendi kanı ve eti ile beslediğini ve her mısrasında hayatının bir damla yakutunun asılı olduğunu” belirterek şairlerin ne denli fedakâr çalışmaları gerektiğine dikkati çeker.264 Orhan Seyfi, kendilerinde sanat eseri ortaya koymanın kudret ve kabiliyetini görmeyenlerin ilim ve sanat namına şaire yol göstermeye çalışmalarına bir mana veremez. Bunların çok tekrar edilmiş fikirlerin bir daha tekrarından ibaret olan nasihatler olduğunu düşünür. Şaire yol göstermeye çalışmayı garip bulur. Çünkü ona göre şair, maddî hayatı bakımından diğer insanlar gibi olsa bile manevî hayatı bakımından insanüstü sayılır. O, güzellik ve hakikat yolunda insanların vicdanlarının rehberiyken ona nasıl yol gösterileğini merak eder. “Onun sesi, diğer bütün insanların seslerinin üstünden kalplerimize nüfuz eden ilâhî bir hitab olmalıdır.” der. Onun çerağının insanların yürüdüğü karanlık yollara ışık saçması gerektiğini söyler. Şairin bu yönünden şüphe duyulduğu zaman “sazı koltuğunda gezen bir serseri” den farkı kalmadığını ileri sürer. Ümmetin peygambere Allah yolunda rehberlik edemeyeceği gibi, şaire de güzellik ve hakikat yolunda aciz idrakle, basit ilimle yol gösterilemeyeceğini savunur. Birkaç sanatçıın ve münekkidin seçeceği konuları 263 Halit Fahri, “Millî Şiir, Millî Şair”, Alemdar, 2679/ 379 (30 Kânunıevvel 1335/ 30 Kânunıevvel 1919), s. 3. 264 Halit Fahri, “Gençlikte Şiir Heyecanları”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1 (Eylül 1339/ 1923), s. 15. 151 işleyen, onların gösterdiği yoldan yürüyenlerin zannedildiği gibi, “millî şair” olmadığını; ancak bir okul öğrencisi olabileceğini belirtir. “Millî şair” in zıddının ne olabileceğini sorar. “Gayr-i millî” nin “beynelmilel şair” anlamına mı geldiğini merak eder. Eğer böyleyse bu şairi özler. Bütün dillere çevrilip okunan bir şairden bütün milletin gurur duyacağını belirtir. Türk Edebiyatını diğer milletlerin edebiyatı gibi uluslar arası bir mevkiye yükseltecek “millî şair” i herkesin özlediğini söyler. Şairlerin şiir yazmak ve konuyu seçmek için âlimlerden fetva alamayacağını savunur.265 Halit Fahri, “Heyecan ve ihtiras, hayatın hangi tezahüründe yok ki bütün çarpıntısını kalpten alan san‘at eserleri bundan mahrum olabilsin?” diyerek heyecansız eseri ölü doğmuş çocuğa benzetir. Bu heyecan ve ihtirasın “şuura geçtikten sonra haricîleşmesi” gerektiğine inanır. “Zira kalbin karanlık delhizlerinde kaynayan tesirler muhuhakemenin meş‘alesiyle aydınlanabilirler.” İnsanın sabit fikirleri olduğu gibi sabit duyguları da olduğunu belirterek ihtirasın kalbin böyle bir kâbusu olduğunu ve onu daima kendisiyle meşgul ettiğini söyler. “Tabiî temayüllere hakim bir kuvvet” olan ihtirasın yalnız aşka değil; ilme, hakikate, adalete, şöhrete, paraya da saplanabileceğini düşünür. Bu duygunun hem intizamsızlık ve felâket sebebi hem de bir vecd ve cûşiş saiki olabileceğine dikkati çeker. “İhtirasâtımızı iyi idare etmek, ahlâken olduğu kadar ihtimal bediiyatın da büsbütün prensibidir.” diyerek edebiyata hizmet etmek isteyenlerin bu gerçeği görmelerini ve ona göre çalışmalarını ister. Böyle olduğunda suni ve taklidi heyecanların başkaları üzerinde etkili olamadığının anlaşılacağını düşünür. Genç sanatçılardan samimi ve şuurlu 265 **, “Şaire Yol Gösterenler”, Güneş, 2(15 Kânunisani 1927), s. 1. 152 olmalarını bekler. Mazinin daima yaşayan ve yaşayacak olan eserlerin birçok fazileti yanında özellikle buna sahip olduklarına dikkati çeker. 266 Edebiyat âleminde yazılacak başka konular bulunmadığı zaman şairlere akıl hocalığı yapma, yol gösterme isteğinin belirdiğini hatırlatır. Şairlere yöneltilen hücumların bir dereceye kadar mecmuacılık addedilse bile gerçekte manasızlık teşkil ettiği görüşündedir. “Esasen sanatkâra kılavuzluk etmek isteyen herhangi bir münekkid- pek büyük, pek âlim, pek ma‘ruf bir şahsiyet değilse- ancak alâkadarlar nezdinde bir hoşnutsuzluk hissi uyandırabilir.” der ve bunun bazen de garip olduğunu belirtir. “Şair, bu veya şu mevzular etrafında yazsa muvâfık olur. Bedbîn yazarsa ictimaî mazeretler tevlîd eder.” gibi öğütlerin şairler üzerinde etkili olmadığını düşünür. Ona göre şair, duyduklarını yazıp, hulyasında olanları terennüm edecektir. Bunları zayıf bir şekilde terennüm etmesi durumunda kabahati şairden çok maddileşen hayatta görür. “Şiirin bütün güzel sanatlar gibi tahayyülün mevlûdu” olduğu görüşündedir. Asrî hayat şartları içinde “hulya” nın kalmadığını, hulya kalmayınca da şiirin kalmayacağını belirtir. Gelişen sanayi ile beraber şairlerin uzlet köşelerinin tamamen ortadan kalkmasa bile tabiatın manzarasının değiştiğini söyler. Tabiat çirkinleşmiştir. Bir taraftan tabiatın değişimi, diğer taraftan çetinleşen hayat şartlarının şairin ilham ufuklarını daralttığını düşünür. Durum böyle olunca şiirin gittikçe bedbinleşmesini, hatta “asrîlik kisvesi giymiş bir “mistisizme”” yönelmesini tabiî bulur. Şair, hiçbir zaman bedbinliği şiirde gaye edinmediğini vurgular. Bunun yanında ıztırap çeken şairin bu ıztırabını samimi bir şekilde anlatmasına karşı olmadığını ekler. Hayat akışı içinde nice hassas insanların tatlı bir uzleti gönülden 266 Halit Fahri, “Genç İsti‘dâdlar Karşısında Umumî Birkaç Mülâhaza”, SF, 1600/126(14 Nisan 1927), s. 343. 153 özlediklerini belirtir. Ona göre “hulya” budur. Hülya, “kalbin hizmetkârı olan tahayyüldür.” Şair, insanın yalnız kaldığı zamanlarda hayallerle yaşadığını belirtir. “Hulya” ile sunî hulya dediği “romanesk” in birbirinden ayrılmasını ister. Romanesk için “zekâsı az olan insanın hulyası” der. Şiirin “yakaza”, “hulya” ve “rüya” hâlleri gibi hayattan aldığı üç derece olduğunu söyler. Yakazanın “söylenilen veya yazılan şeylerin tamamıyla idrak edildiği an” olduğunu belirtir. Hülyanın “asıl uyku denen hâl ile uyanıklık arasındaki vaziyet” olduğunu söyler. Rüyanın ise sadece uykuda geçenler olduğunu ekler. Halit Fahri’ye göre insan, kendisini tahayyülün ve uzletin cazibesine terk edebildiği zamanlarda hülya halindedir ve henüz rüya haline geçmemiştir. Hülyadan samimi bir eser çıkarabilmek için araya “romanesk” unsurlar karışmamalıdır. “Çünkü romanesk olanlar, kendi hulyalarını ciddiye alırlar, kendi mevhûm-ı rü‘yetlerini hakikat sanırlar, bir kelimede boş hayaller âleminde uçarlar. Halbuki hakikî hulya ve onun güzelliğini, şiirini yapan şey, insanın o hulyayı gayr-ı hakikî bilmesidir. Yalan söylendiği için o hulyanın güzel olduğu hissedilir. Hayatı o vakit, asla malik olamayacağı renklerle süslemekten, asla vücüt bulmayacak şeyi tasavvurda uyandırmaktan zevk alınır ve bilhassa o şeyi hakikatle karşı karşıya getirmekten hasıl olan acı teheyyücü hisseylemek için bir zıll-i hayâl yaratılır.” Şairin muhayyilesinde uyanan dünyayı ifade etmesinin zor olduğuna dikkati çeker. Özellikle bu dünya insan ruhunun derinliğine nüfuz edip, o derinlikte kaynayan ihtirasları ortaya çıkarmak olduğu zaman daha da zordur. Bu durumda şairin hayattaki rolü daha çetin, daha muazzam bir şekil alır. Bu edebî haşmet 154 karşısında âlimlerin keşiflerini kolay bulunur hakikatlerden addeder. Ona göre güç olan insanın kendi kalbinde geçen şeyleri, ihtirasları, tali ve kudretin esrarını anlatmaktır. İnsan ruhunun binlerce sene içinde bile hakkıyla anlaşılamayacağını söyler. (s. 306) Şair, maddî bir asırda yaşandığı için maneviyatın da makinalaştığını düşünür. İhtirasların, sevk-i tabiîlerin, temayüllerin adeta bir noktada temerküz ettiğine inanır: Para. Maddî bir hayat hüküm sürdüğü için insanlar da dünyanın her yerinde parayla ve para için yaşamaktadırlar. O, “bütün maddî kuvvetlerin cihâz-ı asabîyi teheyyüce getirdiği nispette manevî kuvvetleri zayî ettiğini” düşünür. İnsanın bu teslimiyetine sadece “hulya” nın değil, “sevda” nın da kurban edildiğini söyler. Sonuçta ne şiir, ne tahayyül, ne de sevginin tatlı intizarı kalır. Aşkın öldüğü gibi şiirin de öldüğünü vurgular. İhtiras halinde taşınan his, artık sadece bir macera halini almıştır. Halit Fahri, genel olarak insanların hulyaya daldıkları zaman bunun sonucunu beklediklerini, sonra yeniden hüsran dolu hayatlarına başladıklarını söyler. “Halbuki dahiler ve bu meyanda şairler hulyalarını zayi etmezler, o hulyayı hayatta hakikaten isâl etmek gibi “romanesk” bir hataya düşmeksizin yalnız sanatta hakikat haline getirirler.” diyerek heykeltraş, ressam ve musikişinasın da aynı şeyi yaptıklarını belirtir. Yaşanılan asrın, maziye nispetle hülyaya daha az zaman bıraktığını tekrarlayarak şaire ilham kaynakları keşfettirmeye kalkışmanın garip olacağını vurgular. Onların serbest bırakılmalarını, ne zaman ve ne tahayyül edebilirlerse bunun bile bir kazanç olduğunu düşünür. (s. 307). 267 267 Halit Fahri, “Hulyanın Ölümü”, SF, 1624/150 (29 Eylül 1927), s. 306-307. 155 Faruk Nafiz, daha önce şairi ele alırken onu “kadın” ve “erkek” olarak ikiye ayırdığını hatırlatır. Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince “canı sıkılmışlara, asabîleşmişlere benzeyen bir hırçınlık” hali olduğunu ileri sürer. İfade ve şekilde kırıklıklar, düşüklükler meydana getirse bile bu durumun kadın şiirinin “en sevimli” özelliği olduğunu söyler. Erkek şair için bir “noksanlık” olan bu özelliğin kadın için bir “kemal” olduğunu belirtir.268 Halit Fahri, şairin emir kulu olmadığını, onlara istenilenin yazdırılamayacağını söyler. Şairlerin kendi istediklerini, duyduklarını yazdıklarını belirtir. Şairden nasıl düşünmesi, nasıl yazması istendiği halde buna karşılık onun da bazı istekleri olabileceğinin gözardı edildiğini düşünür. Şairlerin kalplerindekileri topluma verdiğini, toplumun da şaire takdir nişanesi vermeye borçlu olduğunu ileri sürer. Toplumla sanatçı arasında yalnız bir cepheye değil iki cepheye de bakmak gerektiğini belirtir.269 Enis Behiç, 25 Haziran 1931’de Hikmet Feridun’un açtığı ankete verdiği cevapta, büyük şair, büyük sanatçı olabilmek için gerekli şartları sayar: 1. Yaradılışta kuvvetli bir istidat, 2. Güzelliğe, güzellere iptilâ; 3. Sönmez bir yükselme ihtirası; 4. Zarif, keskin, çevik bir zekâ; 5. İrfan sermayesini sürekli artırmak iştiyakı; 6. Sürekli çalışma kabiliyeti; 7. Sanat uğrunda gerekirse rahatından, zevkinden, hatta midesinden fedakârlık yapabilmek; 8. Nefsini yalnız sanata vakfetmek; 9. Büyük dillerden hiç olmazsa birini iyi bilmek; 10. Türkçe’yi çok iyi bilmek ve şekle de önem vermek; 11. Kendine yöneltilen tenkitleri dikkatle telâkki etmek; 12. Kendi 268 269 F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118(28 Şubat 1929), s. 274/14. Halit Fahri, “Şairlere Karşı Ebedî Terane”, Uyanış, 1768/83(3 Temmuz 1930), s. 70. 156 kendini tenkit edebilmek. Enis Behiç, bu şartların hepsei sağlandığında büyük sanarçı, büyük şair olunabileceğini savunur. Bunlardan yalnız biri bile eksik olduğunda, şairin bu yönden sarsıntıya uğrayacağını, aksayacağını ileri sürer. Bütün bunları birbirine bağlayan aslî bir kuvvetin varlığına inanır. Bunun, Allah’ın bir kulunda tecelli ettirdiği bir mazhariyet olduğunu, tarif edilemeyeceğini söyler. Büyük sanatçılarda bunun huzmelerinin hissedildiğini, fakat mahiyetinin bilinmediğini belirtir.270 “Bizde millî şair diye Mehmet Emin Bey’e derler: Bu, artık bir alem olmuştur. Mehmet Emin Bey belki millî şairin umumî tavsifine sığmaz gibi görünür. Zira millî şair, sanıyorum ki, yabancıların istilâsına uğramış, istiklâlini kaybetmiş ve başka bir harsı temessül etmek tehlikesine maruz kalmış cemaatların içinden çıkan ve kendi kanını taşıyanlara kaybettikleri şeyi var kuvvetile haykırarak hatırlatan söz ve saz adamlarıdır.” diyen Faruk Nafiz, bunun için Macarların, Polenezlerin, Ermenilerin, Bulgarların millî ediplerinin olduğunu; Fransızların, Almanların ve Amerikalıların olmadığını belirtir. Bunun böyle olmasının Mehmet Emin Bey’in millî sıfatına etki etmeyeceğini; onun “Ben bir Türküm!” diye bağırdığı zaman Türk ekseriyetinin Osmanlı ekaliyetinin manevî istilâsına uğramakta olduğunu söyler. 271 Halit Fahri, büyük şair olmak için iki vasfa sahip olunması gerektiğini söyler: a) Mensup olduğu milletin nazım lisanına sağlam bir inşa, pürüzsüz, temiz bir ifade ve seyyaliyet vererek. Buna örnek olarak Tevfik Fikret’i gösterir. 270 271 Miras ve Güneşin Ölümü, Güneş Matbaacılık, Ankara, 1951, s. XXXVI. Hikmet Feridun, Bugün de Diyorlar ki (Harpten Evvelkiler-Harpten Sonrakiler), s. 195. 157 b) Daha nadir bir kıymet olarak, bir milletin nazım lisanına bilhassa yeni sesler getirerek yeni bir hayal ve his âleminin gizli kapılarından seslenmesini bilecektir. Ahmet Haşim’i bu ikinci sınıf şairler arasında değerlendirir. (s. 873) Halit Fahri, Ahmet Haşim’in ölümünün ardından “millî şair”, “millî edebiyat” diye yeni davaların ortaya atıldığını belirtir. “Acaba bunlar, milletine her yeni bir görüş ve duyuş tarzı getiren ve yeni bir sesle hitap etmesini bilen san‘atkârın millî olduğundan şüpheye mi düşmüşlerdir?” diyerek eğer böyle ise bundan garip, bundan zavallı bir iddia olamayacağını, kendi görüş ve safsatalarının samimiyetsizliğin açık bir delili olduğunu söyler. Onların Ahmet Haşim’i asla anlayamayacaklarını, (s. 874) millî edebiyatta Haşim’e yer vermeyeceklerini belirterek, acınacak bir zihniyette olduklarını ileri sürer. (s. 875).272 Şairin hayatıyla eserleri arasında bir tutarlılık olması gerektiğini savunan Halit Fahri, yabancı bir muhitte yabancılar gibi yaşayan birinin yurdun herhangi bir köşesini “sayıkladığında” samimi olmadığına inanır. Böyle “çapraşık ilhamlar” la yazan şairin eserinin millî değil ancak “gösteriş” olabileceğini ileri sürer. 273 Halit Fahri, “iyi şair” konusuna değinir. “Esasen fikir ve duygu mahsulü bütün eserlerde, aşağı yukarı bütün edebî nevilerde sözün bittiği yerde durmasını bilmek başlıca hüner değil midir?” der. Bir hikâyenin sonunda, bir romanın bölüm bitişinde, bir piyesin perde kapanışında hep aynı kuvvetli tesirin aradığını belirtir ve “Oradan ötesini düşünmek okuyanın, gören ve seyredenin hakkıdır.” der. “İhtiyar” şiirinin ilk üç kıtasını beğenen şair, dördüncü kıtayı o kadar beğenmez. Şiirin hiçbir şiiriyeti olmayan bir beyitle bitmesine bir anlam veremez. Ahenksizliği ilk kusur, düpedüz ve renksiz sözü ikinci kusur olarak görür. Şiirdeki 272 273 Halit Fahri, “Ahmet Haşim’in Hayatı”, Yeni Türk Mecmuası, 10 (Temmuz 1933), s. 873-875. Halit Fahri, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager”, Uyanış, 2066/381(26 Mart 1936), s. 274-875. 158 bu hali güzel ve dimdik yolunda yürüyen bir adamın birdenbire belkemiği sakatlanmış gibi yürümesi ve bu son adımıyla kaldırıma yıkılması gibi, bir manzumenin böyle ayağının sürçmesini de ona benzetir. Şair, daha sonra “Teselli” şiirinin son bölümünü verir: “Senelerce bekleyiş... ah belirmeyen gölge Bir mendil gibi artık kumsalda unutulmuş, Dilde tekrarlanan dün, bu kirpiklerde nem ve, Nihâyet bir söğüdün gölgesinde duruluş.” Burada ince bir hissin çok samimi hayallerle ifadesini bulur. Son mısranın, hayatı bir teselli ile sona erdiren yumuşaklığını beğenir. Bu şiirin bitişini, fikrin tam bir mantıkla sona erişi olarak görür. Bir tek fazla mısranın değil, bir tek fazla kelimenin bile bu zevki bozacağını söyler. Bir şiire başlayış kadar bitirişin de çok önemli olduğuna dikkati çeken Halit Fahri, bu ihmal edildiğinde en güzel eserlerin bile kıymetten düşebileceğini söyler. “İyi şair, sözün bittiği yerde sazı elinden bırakmasını bilendir.” der.274 “Hiçbir lirik duygu, sadece genç kalplerin çarpıntısı değildir.” diyen Halit Fahri, tabiatın güzellikleri karşısında vecde gelen şairin her yaşta tabiatı bir anlayışı olduğunu savunur. Kadın aşkının yaradılışına göre bir şairin kalbinde ölünceye kadar “bir meşale gibi yanıp tutuştuğunu” söyler. Bunun için seksen yaşını geçen Abdülhak Hamit’in ve sayısız aşk maceralarından sonra yetmiş iki yaşındayken genç bir kıza karşı kalbi çarpan Goethe’nin “ruhen” genç olduklarını düşünür. Halit Fahri, bu ilhama bağlı cihetler yanında şairin işlene işlene incelen üslûbuna, “mısralarının molozlarını ata ata ve pürüzleri temizleye temizleye inci kadar saf 274 “İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, Son Posta, 2874 (31 Temmuz 1938), s. 9. 159 şiire varışını” hatırlatır. Sanatçıların roman ve tiyatro gibi edebî türlerdeki en derin eserlerini otuzundan hatta kırkından sonra yazmalarına dikkati çeker. Çünkü bu türler insanları ve olayları uzun tetkiklerden sonra kıymet aldıklarını belirtir. Sanatçının, bu arada şairin kabiliyetini yaşla ölçmeyi doğru bulmaz. “İnsan var ki yirmi yaşında ihtiyardır, insan var ki yetmişinde yirmisindeki kadar heyecanlıdır.” diyerek hayatı kavrayış, canlandırış, tahlil ve tetkik edişte yaşlı sanatçıların gençlerden üstün olduğunu ileri sürer. Sporcu için geçerli olan ölçülerin sanatçıda bir şey ifade etmediğini, ruhun hızının sanatçının en büyük kudreti olduğunu söyler. Bu hızın zamanla arttığına, eksilmediğine dikkati çeker. Sanatçının ruhundaki ateşin geçici bir heyecan olmaması gerektiğini belirtir. Bazı şair ve yazarların vaktinden önce susmalarını; değil değerli bir eser vermek, hiç eser vermemelerini onların yaradılıştaki zaaflarında aranması gerektiğini savunur. Şair, özellikler lirirk şair, için bazen yaratıcı bazen ruh söndürücü olayların hayatta her zaman rastlanacağına değinerek onların “gevşememelerini” ister. Böyle olduğu taktirde “işlerinin bittiğini” düşünür. Bundan sonra şairin susmayı bilmesi gerektiğini; “eski eserlerini hasretle hatırlatacak zoraki” mısralar yazmaktan daha doğru bulur. Sanatçı için gençliğin sadece ruhunun gençliği olduğuna inanan şair, o ruhun olaylar karşısındaki kuvvetinin eseri o nispetle büyük ve zengin yapacağını belirtir. Meselenin sadece bir kudret ve deha meselesi olduğunu söyler.275 Halit Fahri, daha sonra iki tür şair olduğuna değinir. a) Has şairler: Lisanları pürüzsüz, hayalleri işlenmiş ve ilhamları ilk mısralarından son mısralarına kadar ölçülü olanlar. 275 OZANSOY, Halit Fahri, “Edebiyatçının Yaşı”, Son Posta, 2881(7 Ağustos 1938), s. 7. 160 b) Doğuştan şairler: İsmail Safa gibi şairi maderzatlar, bunlar belki çok lirik veya çok romantikler, fakat her türlü ölçüden uzaklaşanlardır. Şair, Salih Zeki’yi ikinci gruba sokar. Şiirinin zaafını içinin fazla coşkunluğu ve fazla şairliğinden doğduğunu söyler. Onun, Klâsik Yunan ve Lâtin şairlerini örnek almasına bakıldığında konularında hudutların muayyen ve ölçülü olması gerektiğini belirtir. Şairin bu geniş klâsik sahaya atıldığından beri kendini aradığını ama bir türlü bulamadığını düşünür. Bu tereddüdün iki ihtimali üzerinde durur: a) Çok yazması ve mısraları üzerinde gereği kadar durmaması, b) İlk çağların atmosferine girdiğini sandığı noktalarda bile bugünün adamı olması, sanatında bugünkü havayı geçmiş havaya karıştırması. 276 Halit Fahri, her şairin yalnız kendi şahsiyeti noktasından tedkik edilebileceğini savunur.277 Faruk Nafiz, sanatçının eserindeki hususiyeti gayri tabiîlikle değil, tabiî olarak temin etmesi gerektiğini savunur. Samimi olmayan şahsiyetin şahsiyetsizlikle eşit olduğunu düşünür. “Garip görünmeye çalışan sanatkâr öyle canbazlara benzer ki birkaç numaradan sonra bütün alâkayı da, alkışı da tükenmiş görmeğe mahkûmdur.” der. 278 Halit Fahri, şairin ilhamını nerede ararsa arasın sonuçta eserini kalbin teessürü ve gözlerin görüşü sonucu meydana getirmesi gerektiğini söyler.279 276 277 278 279 OZANSOY, Halit Fahri, “Rüzgâr”, Son Posta, 2942 (7 Birinci Teşrin 1938), s. 8,13. OZANSOY, Halit Fahri, “Recaizade Ekrem”, Son Posta, 3056(3 Şubat 1939), s. 9. ES, Hikmet Feridun, “B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304 (17 Şubat 1939), s. 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Zevksizlik”, Son Posta, 3085(4 Mart 1939), s. 8. 161 Şair, “bazı kişilerin şairi, hayatı sadece bir hayal çerçevesi ve pembe bir duman hâlesi içinde gören, az çok fevkalbeşer, yemez-içmez, melâike gibi, cemiyetle alâkasını da yalnız Ahmet Haşim’in “Seyreyledim eşkâl-i zamanı Ben havzu hayalin sularında” beytindeki mefhuma mutlak surette bağlılıkla tevehhüm ettiklerini sandıklarını” hatırlatır. Bunun doğru olmadığını belirtir. Şair ne kadar romantik bir devirde yaşasa da muhakkak ki onun da nazarları cemiyete şu veya bu şekilde çevrilir. Yalnız içtimaî hareketlere kendisince bir mana vermesi ihtimalinin fazla olduğunu; bunun da o romantik devirlere göre düşünülebileceğini, bugün kudretinin kalmadığını belirtir. Hayatın nâzımı olan bütün fizyolojik hareketler gibi psikolojik hareketler, şairde de nasirde de etkilerini belli ederler. “Düşünen dimağ aynı zamanda hissedendir, nasıl ki hissin miyarını düzelten ve onu her türlü müfrit heyecanlardan ve hattâ felâketlerden koruyan da sadece muhakemedir. Bu böyle olunca, şairin de eserlerinde düşünmeğe ve düşündürmeğe hakkı olduğunu teslim etmemiz lâzım gelir.”der. Halit Fahri, “düşündürmek” ve “düşünmek” konusunda şairin düşündürmesinin ve düşündüklerini tespit etmesinin kuru ve düz bir nasirin muhakemesine benzemediğini belirtir. Renkli bir lisanla fikirlerini ortaya koyduğunu, mısra ve beyit çerçevesi arasında o fikirleri mümkün olduğu kadar sıkıştırıp, âdeta vecizeleştirmek mecburiyetinde kaldığını söyler. Kullandığı ifade vasıtasının en mühim rollerinden birinin bu olduğunu vurgular. Yakup Kadri ve Piyer Loti’nin nasir olmaktan daha fazla bir kudretle şair olduklarını düşünür. Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından adlı eserindeki parçaların, nazım çemberine 162 girmemiş olduğu halde en ahenkli şiirin musikisine erişmiş birtakım küçük şaheserler olduğunu düşünür. Bu parçalarda şiir diline ait teşbih ve istiare gibi birçok mecazlar fevkalâde bir örüşle bu nesrin nescini kaplamıştır. Halit Fahri’ye göre “Nâsir nasıl yazılarında şiirin elemanlarını kullanırsa, şair de icab ettiği zaman nesrin muhakeme kapısından aynı hakla serbestçe girebilir.” Bunu yaparken en kuru, en mücerred bir fikri bile kanatlandırıp ahenkleştirdiğini söyler. Bazı şairlerin nesirleriyle şiirleri arasında sıkı bir bağ olduğunu, yakın benzerlikler bulunduğunu, birbirlerini tamamladıklarını hatırlatır. Hem şair hem nasir olanların edebiyat tarihine şahısları, eserleri ve içinde yaşamış oldukları toplum bakımından yararlı belgeler bıraktıklarını belirtir. Bu belgelerin hem artistik hem didaktik değer taşıdığını düşünür. Böyle şair-nasirlerin kudretinin inkâr edilemeyeceğini belirterek nesirde de şiirde de canlı ve renkli bir üslûpla yazabilmelerinin önemli olduğunu söyler. Bütün meselenin her iki ifade şeklini de aynı derinlik ve incelikle kullanabilmeleri kadar her iki cephede de samimi olabilmeleri olduğunu savunur. 280 Halit Fahri, bir gazetenin açtığı ankette, sorulan “Şair Tevfik Fikret’in heykeli mi dikilmeli? Eserleri mi yakılmalı?” sorusunua verilen cevaplarda, millî şair olmadığı için heykelinin dikilemeyeceği; hatta eserlerinin yakılması gerektiği cevaplarının alındığını söyler. Cevaplara şaşıran şair, “Bir milletin şiir diline inkâr edilemez bir yenilik, bir tazelik, bilhassa hepsinden güzeli bir lâiklik getiren san‘atkârın eseri yakılır mı?” der. Bunu sanatçının eserlerini anlamamazlık, duymamazlık olarak değerlendirir. Fikret’in “millî heyecan” la yazılmış “Sis”, “Bir Lâhza-i Taahhür”, “Millet Şarkısı”, “Doksanbeşe Doğru” adlı şiirleri gördükleri, 280 Halit Fahri “Şairin Nesri”, Son Posta, 3224 (21 Temmuz 1939), s. 9. 163 bunların muhitte uyandırdıkları heyecanlı akislere şahit oldukları halde ona hücum edenlerin hiç eksik olmadığını söyler. Onun gibi beynelmilel birinin millî adam olamayacağını savunduklarını belirtir. Fikret’in böylece “millî şairlik tahtı” ndan hatta, “Türklük” camiasından uzaklaştırıldığını düşünür. Onun millî duygularından şüphe edenlere Balkan Harbi sonrasında yazdığı “Rübab’ın Cevabı” nı hatırlatır. Halit Fahri, Fikret’in vatan ve milliyet aşkıyla şiir yazmayıp sadece tabiat, kadın, aşk konularında eser vermiş olsa bile elinden millî şairlik vasfının alınamayacağını söyler. Millî şairin yalnızca millî konuları işleyen şair olmadığına dikkati çekerek şiirlerinde işlediği tabiat, kadın, su, yaprak, güneş, her şey vatanın akislerini taşıyorsa o şairin millî olduğunu savunur. Fransa’da, 1920’de “Millî şair kimdir?” sorusuyla açılan ankette en fazla oyu Alfred de Musset’nin almasını örnek gösterir. Musset’nin bütün romantik şöhretini, her şeyden önce aşk şairi olmasında olduğunu hatırlatır. 281 Halit Fahri, bir başka yazısında, şair olduğuna pişman olmadığını, maddî hiçbir refah temin edemeyen, yalnız ruha gıda veren bu sanatın, sonunda öz ve az sözün uzun ve manasız hitabet sağanaklarından değerli olduğunu öğrettiğini savunur. En inatçı sükûtundan birkaç beyitlik bir nazımla kurtulabildiğini söyleyen şair, yüzyıllarca nice hicivlerin şairlerin için için ezilişinden doğduğunu ileri sürer. “Şarlatanlara ve budalalara karşı insanlığın his ve zekâ yolundan en tesirli silâhı da belki budur.” der. Doğru düşünen ve derin hissedenin uzun söylemediğini belirterek bunun için her şairin az çok kendini sanatın kahramanı zannettiğini belirtir.282 281 OZANSOY, Halit Fahri, “Fikret’in Hatırasına Hürmet edelim!”, Son Posta, 3308(13 Birinci Teşrin 1939), s. 5. 282 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343. 164 Halit Fahri, “Şark ve Garp Edebiyatlarının ikisine de şâmil” olan “eskiler” in şiir telâkkisinin son asrınkilerden samimi olduğunu ileri sürer. Eski şairlerin, ister maddeci ister mutasavvıf olsun, bir nazariyenin esiri değil de yalnız ruhlarının heyecanına kapıldıklarında en içten şiiri söylediklerini belirtir. Fuzuli, Yunus Emre ve Nedim’in sevilişini buna bağlar. “Hiçbir estetik içinde mahpus olmayan bu bülbüller, baharda da hazanda da en cana yakın, en yanık veya rind bir sesle ötmesini bilmişlerdir.” der. Şair, bunun yanında, “bedî ve beyan nazireleri arasında şairlikten ziyade allâmecilik yapmak isteyenler” i hatırlatır. “O ne lâfız ve mâna sanatları, o ne hikmetler, o ne tasavvuf bilgileri?.. hissedersiniz ki, bunların secilerine ve cinaslarına kadar birçok şiirlerinde sunilik buram buram tütmektedir. Genzi tıkayan bir buhurdan gibi…” der.283 Halit Fahri, şairle ilgili şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Şairin vazifesi adeta dinî bir vazifedir. Dinin insanları birbirine bağlayan bir rabıta ve aynı zamanda derin ve hürmetkâr bir iman ve itikat olduğuna göre, şairin insanlar hakkındaki bilgisinde de adeta dinî bir his beslenmesi, hemcinslerine o kadar samimi bir duygu ile bağlı bulunması zaruridir. Zaten şair, kendisinde, ruhunu umum insanların ruhuna ve bütün dünyaya bağlayan kuvvetli bir rabıta duymaktadır. Aynı zamanda, fikrin hakimiyetine karşı çok şiddetli bir inanışı vardır. Ve işte bütün güzel sanatların da böyle dindarane bir şefkatten doğduğu kabul edilince, şairin de kainata karşı mutlak surette dinî bir heyecan beslemesi pek tabiî görülmek lâzım gelir.” Halit Fahri, şairle ilgili düşüncelerine şöyle devam eder: 283 OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, Son Posta, 3349(25 Teşrinisani 1939), s. 7. 165 “Hakiki şair, “meçhul”ü halletmekle mükelleftir. Elinde ölgün ziyası raks eden bir meşaleyi başının üstüne kaldırarak karanlıklar içinde ilerler. Ekseriya biz onu takip ederken arkasında sendeleriz. Fakat bazen bir şimşek, bir parıltı içinde en cazip ve kuvvetli harikaları bile açıkça görürüz.” Şairin hem kendisi hem okuyan için inleyerek aradığını; anlamak ve yaşatmak hususunda okuyucuya bu suretle yardımcı olduğunu ileri sürer. 284 Şiir ve şair hakkındaki bir yazısında, “şair” in başka, “şair adam” ın başka olduğunu ileri sürer. Şairde “cemiyet ve tabiat karşısında insanın binbir duygusunu dillendiren bir şahsiyet” görüldüğünü; şair adamdaysa “ekseriye bir yapmacık ve fazla bir saflık sezildiğini” belirtir. “ “Şair” bizdendir, bizim hepimizin hayat içindeki his ve hayal âlemlerimizden şu veya bu safhayı açan, süsleyen, onları yeni ve taze bir şekle koyandır. “Şair adam” ise, bu hayatın içinden hayata bakmadan geçen ve en hazini kendi hislerini bile müphem bir hayal dalgası içinde kaybeden bir zavallıdır.” der. Şairin heceyan anlarında yarattığı âlemin dışında, toplumun bütün fertleriyle ortak geçen hayatında tam bir realist ve doğru görür adam olmasının onun değerini eksiltmediğini, aksine ona kuvvet ve hakikat eklediğini savunur. 285 Elmas Yıldırım’ın “Lânet Şairliğime” başlıklı şiirini değerlendirirken şairin toplum önündeki görevine değinir. Şiirde geçen: “Lânet şairliğime, şiirime, hevesime, Neredesin ey sevgilim, ses ver benim sesime...” mısralarındaki “lânet” kelimesi üzerinde durur. Kelimeyi yadırgamaz. Kendi nesillerinin de vaktiyle gençlik şiirlerinde bu kelimeyi kullandıklarını belirtir. Kendisi de bir şiirinde: 284 285 OZANSOY, Halit Fahri, “Bugünün Şiiri Nasıl Olmalı?”, Son Posta, 3854 (23 Nisan 1941), s. 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Şair ve Şiir Hakkında I”, Son Posta, 4242(28 Mayıs 1942), s. 3/1. 166 “Utan, benden değil, aşkımdan utan, Lânetle titresin dillerde adın,” şeklinde geçen “lânet” in karşısındaki muhayyel bir kadına ait olduğuna, kendine olmadığına dikkati çeker. “Lânet Şairliğime” şiirinde içte olan lânet okumak hissini, kişinin kendine, kendi şairliğine yönelttiğini belirtir. Eskiden şairlerin kendilerine lânet etmediklerini, kendilerini övdüklerini söyler. Şairin kendini lânetlediği bir devirde şiirin nerede aranacağını sorar. Şairin “hayır ile şerrin çarpıştığı bütün dehşetler fırtınalar karşısında her şeye lânet etmesi, yalnız kendisine etmemesi” gerektiğini savunur. “Şiirin ve şairin de kendi dili ile lânete uğradığı bir cihanda artık takdis edecek hangi güzellik, hangi büyüklük kalabilir?” der. Bir “fantezi” bile olsa, şairin kendisine lânet etmesini çok acı bir şikâyet olarak görür. Bugünkü şairden eski şairlerin övgülerini beklemese bile sanatına lânet etmemesini ister. Her devirde, her millette şairlerin teselli kaynağı olduğuna dikkati çeken Halit Fahri, yorgun ruhlara onların mısralarının sükûn verdiğine inanır. Onların ferdî ıstıraplarında bile millî bir değer, bir denklik görür. Çünkü onlar millî dili canlandırmaktadırlar. Şairin kendini sevmesini, kendine ve sanatına inanmasını ister. Bunu bir görev olarak algılar. 286 Halit Fahri, “şair” le “şair adam” arasındaki farkın önemli olduğunu düşünür. “Çünkü şairde, cemiyet ve tabiat karşısındaki insanın binbir duygusunu dillendiren bir şahsiyet görürüz, şair adamda ise ekseriya bir yapmacık ve bazan fazla bir saflık sezer gibi oluruz. Şair bizdendir, bizim hayat içindeki his ve hayal âlemlerimizden şu veya bu safhayı açan süsliyen ve onları yeni, taze bir şekle koyandır. Şair adam ise bu hayatın içinden bu 286 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirin ve Şairin Hâli”, Son Posta, 4277 (5 Temmuz 1942), s. 3/1. 167 hayata bakmadan geçer ve en hazini, kendi hislerini bile müphem bir hayal dalgası içinde kaybeden zavallıdır. O halde şairin heyecan anlarında yarattığı âlemin dışında, cemiyetin bütün fertlerile beraber müşterek geçen hayatında tam realist ve doğru görür bir adam olması da onun kıymetine bir eksiklik değil bilâkis bir kuvvet ve hakikat ilâve etmektedir.” Daha sonra şairle diğer sanatçılar arasında bir karşılaştırma yapar. Bir heykeltraş veya ressamın eserini bir anda meydana koyamayacağını söyleyen Şair, bazı sanatlarda, sanatçıın her an eseriyle bizi karşı karşıya getirebileceğine değinir. Bestekâr ve şairi bu zümreye alır. Bestekâr herhangi bir yerde bize eserini dinletebilir. Şair de şiirini herhangi bir mecliste okuyabilir. İlk şartın, onunla cemiyet arasında, karşılıklı bir anlaşma, bir dostluk ve bir sevginin evvelden tecessüs edilmesi olduğunu belirtir. (s. 122). Halit Fahri, sanatkâr ve devri hakkında şunları düşünür: “Bir devrin herhangi bir sanat cereyanına karışmış olan hiçbir sanatkâr yoktur ki, bu yolda başlangıcından sonuna kadar bilhassa kendi geçirdiği safhaları daha iyi hissetmesin . Bu san‘at yoluna ne arzu ve temayüllerle girmişti., sonra ne safhalardan geçti, ne yapmak istedi ve sonunda kendisini hangi noktada buldu? Bunu, münekkit kadar ve bazen münekkitten de ileri bir hamle ile ancak san’atkârın kendisi yapabilir”. (s.125) 287 İnsanlığı inleten faciaların şaire ilham vermemesinin kabil olmadığını belirtir. “Şairi yalnız uzletlerin tadı değil, cemiyetin kalp çarpıntıları da heyecana getirir.” diyen şair bu kalp çarpıntılarının müşterek olduğunu; birbirlerinden aldıkları 287 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 1”, Servetifünun , 2397-712, (30 Temmuz 1942), s. 122, 125. (Halit Fahri Ozansoy bu konuşmayı 24 Mayıs 1942 Pazar günü Sarıyer Halkevi’nde yapmıştır.) 168 kadar da verdiklerini söyler. Bunun böyle olmadığı düşünüldüğünde şairlerin dünyanın en yalnız ve bedbaht insanları olacağını düşünür.288 Lirik şair üzerinde dururken Julien Benda’nın Les Nouvelles Littéraires’te yayınlanan, 11 Temmuz 1931 tarihli “Barış ve Edebiyat” adlı makalesinden söz eder. Julien Benda, sadece edebî sebeplerle barıştan hoşlanmayanlardan, hatta barışa karşı diş bileyenlerden bahsetmektedir. Bunlar: 1. Lirik şairler, fakat kuvvetli heyecanlara susamış olanlar. 2. Yazmayanlar ya da yazamayanlar, 3. Kahramanlık moralistleri. Muharrirlerin kendi kendilerine “Muharebe olmasa lirik şairler ne yaparlardı?” sorusunu sorduklarını belirtir. Julien Benda, bazı değerlendirmeler yapar. Barıştan, çalışmaktan, aile ocağının güzelliklerinden ve kır hayatından bahseden pek büyük şairlere de rastlandığını itiraf eder. “Fakat, bu lirizm ötekinden daha az sarsıcıdır ve barışsever şairler bunun için daha az meşhurdurlar” der. İkinci gruba ayırdığı barış düşmanları ruhları sıkıntılı olanlardır. Böyleleri için barış, usandırıcı, yeknesak bir hayatın devamıdır. Üçüncü gruptakiler, vazifeleri itibarıyla romantiktirler. Düşünceleri, “Gençliğin kanı kaynamalıdır” prensibine dayanır. Sonuçta yazar edebiyatçıların harbe karşı olan hayranlıklarına bir sebep arar ve hareketle yerinde oturmanın farkını ortaya çıkarır. Edebiyatçı masa başı adamıdır. Şair de, çoğu zaman, tabiatın içinde dolaşırken bile bir ağaç gölgesinde hülyaya dalandır.289 288 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 13”, SF-Uyanış, 2414 (26 İkinci Teşrin 1942), s. 23. 289 “Edebiyat Aşkına Barışı Sevmeyenler” Son Posta, 4577, (6 Mayıs 1943), s. 4. 169 Şairin hayatıyla eserleri arasında tutarlılık olması gerektiğini düşünen Faruk Nafiz, Fuzuli’nin sevdiği kızla evlendiği halde ömrünün sonuna kadar neden hasret şiiri yazdığını merak eder. “Vuslata kavuşmuş bir âşıkın fasılasız bir surette hasretten bahsetmesi, bu hasretin hayatî değil, hayalî olduğunu gösteriyor.” der.290 Orhan Seyfi, ilhamına tabi olan bir şairin çok şey söyleyebileceğini, onun bu şöyleyişlerini farklı bir amaç için kullanmanın doğru olmadığını belirtir. Şairlerin en mutaasıp devirlerde dahi güzel şiirler yazmak için az çok istediğini söyleme hürriyetine ve hakkına sahip olduğunu söyler. Fuzuli’nin şiirlerine bakarak onun “güzellerin peşinde koşan bir hovarda saymanın”; Baki’nin ya da Şeyhülislâm Yahya’nın gazellerine bakarak ulema sınıfından bu iki şairin de “meyhane meyhane dolaşan bir ayyaş farzetmenin” yanlış olduğunu belirtir. “Şair, bir anın heyecanını nakleden adamdır.” diyerek yazdığı şiirin yalnız o anın heyecanına ilhamına tabi olduğunu söyler. Şairin gönül adamı olduğuna; ücretli propaganda memuru olmadığına dikkati çeker.291 “Şairin alnında biraz sanat kırışığı, biraz da ilhamın muattar ter damlaları” olması gerektiğini söyleyen Orhan Seyfi, şairlik tacının bu başlara yakıştığını düşünür. Şiirin “kolay ve mebzul” bir şey olduğunda “bu giranbaha tacın bir karnaval külâhı gibi bir nevi sarhoşluk ve lâübaliliğin remzi haline gireceğini” belirtir. 292 Orhan Seyfi, şairin eserinde okuyanın seviyesinden yukarı çıkmadığı zaman, az çok tahmin edileni söylediğinde, dikkate alınmayacağını ileri sürer. Şairin zekâ ışığıyla, şaşırtıcı bir atlayışla okuyucuyu aşabileceğine inanır. Şairin okuyucudan daha güzel bir dille konuşması; onun görüşünden, buluşundan ileri geçmesi 290 291 292 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Şair Gözü İle Kadın”, Yedigün, 539(5 Temmuz 1943), s. 6. O. S. O., “Tevfik Fikret”, Çınaraltı, 98(7 Ağustos 1943), s. 9. ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Kitapları”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 3. 170 gerektiğini belirtir. Okuyanın “Bunu ben de böyle söylemek isterdim.” demesi gerektiğini söyler. Şairin klişelerden kaçınmasını; şiirin son bölümünü, söylenenleri bir araya getirip yeni bir lirizmle tazeleştiren kuvvette yazmasını ister. 293 Halit Fahri 1944’te, o günkü şiirde “kendini arayış” hamlesi olduğunu belirttikten sonra şiirlere bazen melânkolik, bazen ıstıraplı, bazen tatlı bir ruhun hâkim olduğunu söyleyerek bunun reddedilemeyeceğini vurgular. Şaire müdahale hakkının olmadığına dikkati çekerek iyi niyetle sunulan mahsullerin sevgi ve umutla alınması gerektiğini belirtir. “Mizacı ve havası melânkolik olan bir şaire, neşe şiiri yazdırmaya kalkmak, dişi ağıran bir adamı, şarkı söylemeye zorlamak gibi olmaz mı?” der. 294 Sanatçının yalnız heyecanla değil, daha çok sistemli bir çalışmayla istediği eserleri yazabileceğini savunur. “En büyük heyecanlar bile, bu sabrı alkışlamadıkça, bu yorgunluğa, bu tatlı san’at çilesine katlanmadıkça, bir şaheser değil, şöyle böyle orijinal denebilecek en ufak mikyasta güzel bir esercik bile yaratamaz.” der. Bazı şairlerin heyecanı mutlak kıldıklarını söyleyerek insanın hayatta her zaman heyecanı yakalayamayabileceğini rastlanamayabilir. Gerçek hatırlatır. sanatçı Hayatta daha küçük her zaman heyecanlardan Kleopatralara da şaheser yaratabilecektir.295 293 O. S. O., “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7. “Edebî Anketimiz: “Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Kon.: Şinasi ÖZDEN), Varlık, 264-265 ( 1-15 Temmuz 1944), s. 383. 295 OZANSOY, Halit Fahri, “Köhne Fikirler ve Eskimiş Mevzular”, Son Posta, 5118 (4 İkinci Teşrin 1944), s. 4. 294 171 Eskiden şiirin his, hayal ve ahenk ölçüsüyle tartıldığını söyleyen Halit Fahri, “büyük şairlerin sesinde az çok bir veli, hatta bir nebi sesi bile bulanlar” olduğunu belirtir.296 Orhan Seyfi, şairlerin klişeye düşmekten kaçınmalarını ister. Kuru bir realiteyi anlatırken bile hayalden kanatlar takmaları gerektiğini belirtir. 297 Halit Fahri, şairin küçük bir şiirle bütün bir ruh halini anlatabilmesi gerektiğini belirtir. Öz şairin görünüşte en basit günlük bir olayın hazin şiirini kavrayan kişi olduğunu söyler. Şairin neşe gibi ıstıraplarını da hayattan, toplumdan getirmesini ister. Şairin bir iki basit kelimeyle bir levhayı canlandırabilmesi onun aynı zamanda bir ressam olduğunun göstergesidir.298 “Dünya maddileşeli, sertleşeli, büsbütün acılaşalı, kaygulaşalı, köşe bucak, yer yer, muhit muhit, diyar diyar dertlere düşeli; adetâ insanlar gemisini kurtaran kaptan haline geleli herşey eskiyor, yıpranıyor, gevşiyor, bu arada dostluklar bile... Yalnız hastalara sazı ile ve nefesi ile teselli ve şifa dağıtan eski ozanlar gibi, şimdi de, bütün iddialara, anlamamazlıktan, duymamazlıktan gelmelere rağmen, bir dost, hiç eski ve asil çehresini kaybetmiyor, çünkü insanlık dün gibi bugün de o menfaatsiz, içli ve kardeş varlığa muhtaçtır: Allahın şair denen kuludur o...” diyen Halit Fahri, her yerde şiirle karşılaşılabileceğini söyler. Şiir ve şairin, “tabiatın üstünde bir çağlayışla, bir Tanrı musikisi gibi” her durumda ve her yerde insanlığın 296 OZANSOY, Halit Fahri, “Zavallı Şiir”, Son Posta, 5262(31 Mart 1945), s. 4. “Sonra? Şair Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeni Çağ, 11/1(13 Nisan 1946), s. 9. 298 OZANSOY, Halit Fahri, “Çok Güzel Bir Şiir Kitabı: Rahatı Kaçan Ağaç”, Son Posta, 5637/255(31 Aralık 1946), s. 7. 297 172 ruhunu okşayıp sardığını belirtir. Şiiri, bütün sanatların, dinlerin ve medeniyetlerin hiç eskimeyen, eskimesi de mümkün olmayan bir mucizesi olarak görür. Sonsuzluğunun da bundan ileri geldiğini düşünür. Şiirin “eskisi yenisi” olmadığını belirterek kaynağını öz samimiyetten, yürekten aldığı sürece yaşayacağını düşünür. Şiirin mesafeler ve zamanlar üstünde bir hayatı olduğuna inanır. yapamayacağını Şiir ve şair olmadığı taktirde hayatın sürüklenmesi çok güç bir yük olacağını vurgular. İnsanların günün yorgunluğunu ve hayatın sıkıntılarını bazen bir iki derin mısraın musikisiyle avutabildiklerine belirtir. Bunun için şairin biraz “tanrısal adam” olduğunu düşünür. “Bütün nebilerin sesinde ve kitabında canlanan kudretin şiirli bir tılsım” olduğuna inanır.299 Şair, 1947’de, sanata şiirle adım atanların XVIII. yüzyıl romantizmi içinde olduklarını söyler ve buna şaşırır. Genç şairlerin, “bugünün enerji dünyasının çetin ıztıraplarını değil, kaybettikleri Leylâlarını arayan gönüllerin, hülyalı gurbet yollarında inildeyen âşıkların evvelce binbir kere söylenmiş duygularını” tekrar ettiklerini belirtir. Bunu edebiyatın tam anlamıyla gerçek olamayışına bağlar. Genç şairlerin elem şiirlerinin sahte, özenti olduğunu düşünür. Yazdıklarıyla yaşadıklarının tutarsız olduğunu; samimi olmadıklarını ileri sürer. Elemi “yapma çiçek gibi göğüslerine taktıklarını”, böyle yazanlara gerçek şair gözüyle bakılamayacağını iddia eder. (s. 5). Samimi edebiyatın yaşanılan hayata uyan hayat olduğunu, uydurulan hayat olmadığını savunur. Samimiyetin olmadığı yerde gerçek edebiyat olamayacağına dikkati çekerek şairlerin oldukları gibi görünmelerini ister. (s. 6).300 299 300 “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, Son Posta, 308 (22 Şubat 1947), s. 5. “Elem Şiirleri ve Samimiyetsizlik”, Son Posta, 476(9 Ağustos 1947), s. 5-6. 173 Orhan Seyfi, şairin görevinin, ruhunun objektifine çarpan her mevzuu kuvvetle aksettirmek olduğunu belirtir. 301 Halit Fahri, Papa Célestine VI’nin şairlere hitaben söylediği “Şimdi anlıyorsunuz ya, niçin, cezanın sert gölgesine çivilenerek delinmiş olan bu dünyada tekrar saadeti onarmak üzere şiiri çağırıyorum.” sözünün şiirin ve şairlerin, oynayacakları ve oynamaları gereken büyük, insanî rolü kuvvetle belirttiğini düşünür. (s. 4) “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” sözünü hatırlatarak şairin sözünün yalan olduğunu söyleyen bu “köhnemiş” düşünce kadar şairleri incitecek bir tariz olamayacağına dikkati çeker. Asıl bu sözün yalan olduğunu belirtir. İçindekini ses, nağme, renk ve hayal şeklinde ifade eden şair kadar samimi bir şeyin olmadığını vurgular. (s. 7).302 “Şiiri yalnız sevmenin değil, ona saygı duymanın da sanatkârın ilk vazifesi” olduğunu belirtir.303 “En nefis eserler vücuda getirse de, bugünkü şair, yine, sanatından başka bir mesleğe dayanmadan, bir baltaya sap olmadan yaşayabilir mi?” (s. 4) diyen Halit Fahri, “Yetim sanat bizdedir.” diyerek bütün sanatçıar ve sanatseverlerin, millî kültür ve sanat adına bu “facia” yı önlemelerini ister. (s. 6).304 Yusuf Ziya, eserlerini yazışı hakkında bilgi verirken sanatçının nasıl olması gerektiğine de değinir. Şair eserlerinde yer alan yakınları ve yakınlarının hayatının hayli değiştiğini belirtir. Ona göre sanatçı “Hakikatleri hayal menşurundan geçirip 301 302 303 O. S. O., “Mehmet Akif”, Yeni Çağ, 2(9 Şubat 1948), s. 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808 (11 Temmuz 1948), s. 4, 7. OZANSOY, Halit Fahri, “Geçen 1950 Yılında Şiirimize Bir Bakış”, S. P., 1711(8 Ocak 1951), s. 7. 304 “Yetim Sanat Bizdedir!”, S. P., 1795(2 Nisan 1951), s. 4, 6. 174 ondan renk, ışık alır. San‘atkâr realiteyi tanzim eder.” Hayattaki olayların muntazam olmadığını belirten şair, sanatçıın ev yerleştirir gibi vakaları yerleştireceğini söyler. Tiplerin yaratılamayacağına; hiçbir insanın Allah kadar kuvvetli olmadığına dikkati çeker. (s. 143). İnsan ancak birbirine benzeyen iki mizacı birleştirerek bir ikinci tip oluşturabilecektir. (s. 144).305 Şiirin izahının şiirden çok kez ayrı bir şey olduğunu belirten Orhan Seyfi, bazen şiirden de güzel olabileceğini ama şiir olamayacağını söyler. Şairin şiirinin güzelliğini başkalarının yardımıyla anlatmasını doğru bulmaz. Şairin önüne başkasının geçmemesi gerektiğini savunur. Onun “sanat bayrağını ele alarak en önde yürümesini” ister. İzah, tefsir ve nazariyelerin onu takip etmesi gerektiğini düşünür. Şiirleri izah edilen şairlerin kendi sanat yolunu bulamadığını, “bellerine izah kemerleri geçirilmiş, toraman toraman emeklediklerini” ileri sürer. 306 Radyoda şiir saati yapan Behçet Kemal Çağlar’ın bir tür yurt gezisine çıkıp, il il dolaşıp yeni şiir ürünleri derleyerek işi içinden çıkılmaz bir hale getirdiğini belirtir. Şair, şiiri coğrafi bölgelere ayırarak o iklimlerden yeni sesler duyurup, yeni sanat pırıltıları getirmenin imkânsız olduğunu söyler. “Çünkü şair, Amasya’nın elması, Bursa’nın şeftalisi, Malatya’nın kayısısı gibi, lezzeti, üsaresi, kalitesi bakımından mahallî mahsullerimizden değil, Türk dilinin, Türk cemiyetinin, Türk kültürünün millî mahsullerindendir.” Bunun tersi düşünüldüğünde Yahya Kemal’i Niş’te; Haşim’i Bağdat’ta aramak gibi ters bir yola sapılacağını belirtir. Mahallî derlemelerin, saz şairleriyle folklor malzemeleri için olabileceğini değinen şair, gerçek şairin millî dilde, millî kültürde aranması gerektiğini; orada bulunamazsa, 305 UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 143-144. [Görüşme Tarihi: 30 Mayıs 1954] 306 ORHON, Orhan Seyfi, “Yeni Şiir”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2. 175 olmadığını söyler. Eski dönemlerden Nef‘î ve Nabi’yi örnek verir. Nef‘î’nin Erzurum’da; Nabi’nin Urfa’da değil, Divan Edebiyatının kaynağı İstanbul’da bulunduğunu vurgular. Rıza Tevfik’in hal tercümesini anlatırken “Tesadüfen filân yerde doğmuşum.” söyleyişini doğru bulur. Şairlerin tesadüfen bir yerde doğduklarına, sonra bütün memleketin olduklarına dikkati çeker. Behçet Kemal Çağlar’ın bu uğraşısını yersiz bulur.307 “Bize ışık getirmek için karanlıktan gelen şair, bazan gene karanlıkların içinde kaybolup gider. Bazan da bir iki pırıltı halinde göze çarpıp yok olur.” diyen Orhan Seyfi, eski şair tezkerelerinin “ölmezliğe özenen bu zavallı faniler” le dolu olduğunu söyler. Bunların bazısından bir iki mısracık kaldığını, bazılarından da hiçbir şey kalmadığını belirtir. 308 Şairliğin kelimeleri seçme sanatı olduğunu savunur.309 Şiirin ayrı bir iş olduğunu belirten Yusuf Ziya, “Bir insan sevilen yazar olur, büyük romancı olur ama sevilen şair, büyük şair olamaz.” der. Bunun büyük bir soluk işi olduğunu; koşucularda aranan fiziksel özelliğin şairde ruhta aranacağını belirtir. Şair, güzel sanatların en güç dalının şiir olduğuna dikkati çekerek ancak çok güzel şiirin güzel kabul edilebileceğini vurgular. Bundan ötürü şaire “kahraman bir fadai” diye bakılabileceğini söyler. “Bir millete şair, bir orduya mızıkcı kadar lâzımdır.” diyerek piyadesi, süvarisi, tankçısı, havacısı, hepsi mızıkacı olan bir ordunun olsa olsa bir “operet ordusu” olabileceğini belirtir. Şiirin kolaya alındığını; gönlünde bir şeyler kıpırdayan her gencin şiir yazdığını ileri sürer. Artık eli şakağında mehtaba dalan eski çağ şairlerinin aranamayacağını söyleyen Yusuf Ziya, 307 308 309 ORHON, Orhan Seyfi, “Şiir Saati!”, Zafer, 2662 (19 Ocak 1957), s. 2. ORHON, Orhan Seyfi, “Kaybolan Şair”, Zafer, 2668(25 Ocak 1957), s. 2. ORHON, Orhan Seyfi, “Bir Türk Musevi Şair”, S. H., 905 (9 Şubat 1963), s. 2. 176 değişen zamanla birlikte bambaşka duyguların sesi olacağını belirtir. Güç olan bu iş insan işi değil, “yarım Tanrı işi” dir.310 Halit Fahri, Goethe ile Paul Bourget’nin şiir tariflerini verdikten sonra, en iyi şiir tarifi yapanların Pierre Loti ile Eluard olduğunu söyler. Loti’nin görüşünü aktarır: “Gerçek şairler, kelimenin en serbest ve genel mânâsı ile, her ne pahasına olursa olsun terennüm etmeleri lâzım gelen ve hep aynı olan iki üç şarkı ile doğarlar, yeter ki bunları her zaman kalpleri ile terennüm etsinler.” 311 Türklerin “şair millet” olduklarına dikkati çeken Halit Fahri, halk şairlerinin sayısının çok olduğunu, yurdun her köşesinden “saz sesleri” nin geldiğini söyler. 312 Orhan Seyfi, şairin her şeyden önce nazım denen hüneri bilen sanatçı olduğunu belirtir. Bunun nesri kompoze etmek, bir müzik parçası haline getirmek olduğunu söyler. Böylece nazımla nesrin ayrıldığını, bunun için de şiire manzume dendiğini hatırlatır. Bu kadarını yapamayan şairin bir sahtekârdan başka bir şey olmadığını düşünür. (s. 47). Onun önce güzel kelime seçmesi, mısraların sonuna iki güzel kafiye koyması, ilk kompozisyonu kendisi yapması gerektiğini belirtir. Veznin yumuşak ve tatlı kelimelere uymalı, kafiyelerin insanların içine hoş bir akis bırakacak güzellikte olmalıdır. Bir sanatçı olan şairin, kelimeleri seçip, onların yan yana gelişinden doğan musikiyi bulması gerektiğini ileri sürer. Bir nazım ritmi içinde onun kompozisyonunu yapmasını, buna birtakım söz ve mana sanatları katmasını ister. Böylece şiirin bir mimarisi, şekil güzelliği, süsleme sanatları olacaktır. (s. 48). 310 “Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar ilâvesi), 4845(24 Kasım 1963). s.10. 311 “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665 (7 Haziran 1966), s. 2. 312 “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469(29 Ağustos 1968), s. 2. 177 Ona göre şair, şiirdeki şekli, deyimi, kafiyeleriyle etki etmeyi başaran sanatçıdır. Şair, seçilmiş kelimelerden ibaret “orkestra” sıyla renk, ahenk, his, hayal, heyecan güzellikleriyle dolu kendi dünyasına götürmelidir. “Bu toprak üstünde bir sürüngen hâlindeki ruh” un buna ihtiyacı vardır. İnsan onun sanatıyla yükselir, susuzluğunu giderir. Bunların hiçbirini yapamayacak kadar bu sanattan uzak, bir nesir parçasını bir nazım şekline sokamayacak kadar bilgisiz, beceriksiz, aciz birinin şairlik iddiasının bir sahtekârlıktan başka bir şey olmadığını ileri sürer. (s. 49).313 “Şair, şiirine seçeceği, dilin en güzel kelimelerini, pırlantalar, elmaslar, inciler gibi bir usta kuyumcu itinasıyla ararken, bir sanat eseri olması için mısraın sonuna, bulduğu kafiyeyi bir damla yakut veya bir iri zümrüt gibi başka cinsten bir mücevher olarak koyacaktır.” diyen Orhan Seyfi, şairin şiiri işlemesinin bu olduğunu belirtir. 314 Faruk Nafiz, şairi daima kadın, erkek, iki ayrı timsal olarak düşünür. “Erkek şair, gözlerini bir hedefe çevirmiş, maksad yolunda, ne fırtınadan, ne dalgadan çekinmeyerek, bazan ağır, bazan sür‘atli ilerleyen bir hayaldir. Onun sözleri yalnız ihtiras değil, aynı zamanda fikir mahsulüdür de... Kadın şaire gelince, o onun büsbütün zıddıdır. Bir teessür hamlesiyle eline kalemi alan, ne duyduğunu derhal yazan, bir mısra üzerinde durursa hemen heyecanını kaybedecekmiş gibi titreyen bir san’atkâr... Bunun tasavvurları da bir kıymettir.” 315 313 ORHON,Orhan Seyfi, “Şair Bir Sanatkârdır”, K. A. M., 28 (1 Nisan 1972), s. 47-49. [Bu yazı daha sonra Son Havadis, (29 Nisan 1972), s. 5’te yayınlanmıştır.] 314 “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 54. 315 YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı-Hatıraları-Şiirleri, s. 75. 178 Kadın şairde, eserini bir noktaya getirince canı sıkılmışlara, asabileşmişlere benzeyen bir hırçınlık bulur. Bunu, ifade ve şekilde kırıklıklar, düşüklükler meydana getirdiği hâlde kadın şiirinin en sevimli bir özelliği olarak görür. Erkek şair için bir eksiklik olarak görülen bu özelliğin kadın şairde bir kemal olarak düşünülebileceğini belirtir. 316 Şairlerin “acayip” olsun diye yazmamaları gerektiğini belirtir. Şiirin sanat aşkıyla yazılacağını, “heveskâr” işi olmadığını söyler. Eskiden şiirin önemli ve güç olduğunu hatırlatan şair, “Hatta evvelden şiir, peygamberler sözü idi. Hazret-i Davut’un, İsa ve Muhammet’in şiirleri var… Üstelik edebî kıymeti haiz…” der. Hükümdarlar sözü olan şiirin sonra “vezir vüzeraya intikal ettiğini” belirtir. Sonra yeniden değer kazanan şiirle Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Samipaşa Sezai’nin paye kazanmalarına yer verir. Sonra eski önemini kaybettiğini; Yahya Kemal, Mehmet Akif’ten sonra şairin mevkiini yükseltmek için hiçbir şey yapılmadığını söyler. Önceki değerin sonrakini hazırladığını savunan şair, Baki olmasaydı Nedim’in olmayacağına; Şeyhülislâm Yahya gelmeseydi Nedim’in olmayacağına dikkati çeker. “Bir deha, daha sonrakini hazırlar.” der.317 316 F. N., “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 (28 Şubat 1929), s. 274/14. UYSAL, Sermet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar –II- (s. 92-98)”, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 93. [Bu bölüm Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5’teki yazıya alınmamıştır.] 317 179 3. İlham Yusuf Ziya, her şairin mazisinden istifade ettiğini, bunun da onun hakkı olduğunu ileri sürer.318 Faruk Nafiz, şiirde “vezinsizlik” lerle “alil” kafiyelerin şairin dikkatinden kaçmaması gerektiğini belirtir. “Her işi ilhama havale etmeyi” doğru bulmaz. 319 Halit Fahri, ilham konusunu ele alırken genel inanışa göre onun bir “kuş”; özelliklerinin nasıl olduğu bilinmediği ve kimse görmediği için de bu kuşun “anka” olabileceğini söyler. Her dönemin şairinin ilham tutumunun farklı olduğuna yer verir. 320 Türk romanının yürüdüğü yolla ilgili örnekler vererek değerlendirmeler yaparken kendilerinden önceki nesilleri inkâr eden romancılardan bazılarının hiç yaşamadıkları hayatları eserlerinde anlattıklarını belirtir. “İşte ilham denen kuş hep böyle hayallerin geniş ufuklarında uçurtup (s. 7) cıvıldatan kuşbazlarla dolup dolup boşalan bir sahada bugün için belki bir dereceye kadar hoşa gidebilir eserler yazılsa bile bunların hakikatten aykırı düşen tarafları yarın değilse öbür gün şimdikinden daha fazla sırıtacağa benziyor. Esasen istikbale kanat açmıyan eserlerin günün birinde sadece bir hatıra olarak kalması bile insana hüzün verir, değil ki büsbütün unutulup gitmeleri...” 318 319 320 Yusuf Ziya, “Finten”, Türk Yurdu, 120/4(13 Teşrinievvel 1332/26 Ekim 1916), s. 3197/55. Faruk Nafiz, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33(28 Mayıs 338), s. 140. OZANSOY, Halit Fahri, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2381(20 Mart 1937), s. 9. 180 Şair yolun çetinliğini düşünüp “ilham kuşu” nu fazla önemsemeden hayatı öz realitesi içinde görüp göstermek gerektiğini savunur. “Mühim bir ekseriyetin eski şairler gibi pencerelerini geceleyin boş ufuklara açarak yıldızları seyretmesile hiçbir zaman hayat anlaşılmış ve bin bir tezadı içinde insanları, temsil edilmiş olmaz. Gözün görüşü kadar kafanın işleyişi ve eleyişi bir ilham kuşundan daha canlı eserler yaratabilir.” diyen şair, bazı heyecan anlarında “Şair odur ki sem‘ine sesler gelir müdam” demekle şiir yazılabileceğini fakat roman yazılamayacağını belirtir. Şair çok lirik bir adamsa yalnız kendi kalbine eğilmekle de büyük eserler yaratabilir. Fakat bir romancı için durum böyle değildir. O bütün bir toplumun kalbini dinleyip, derdini araştırıp, hazırlık devrine çok uzun bir süre ayırdıktan sonra romanına başlayabilir. (s. 8).321 Şiirlerinin hayatıyla ilgili olup olmadığı sorulduğunda “Bazan evet, bazan hayır.” cevabını veren Yusuf Ziya, şairin yazdığı şiirin türüne göre ilhamını hayattan da muhayyileden de alabileceğini söyler. 322 Halit Fahri, şiir ilhamlarının nerede aranırsa aransın sonuçta eserin kalbin teessürü ve gözlerin görüşü olması gerektiğini savunur. 323 Şiir yazmanın çok güç olduğunu, uzun çabalardan sonra ancak birkaç satır yazılıverdiğini söyleyen Orhan Seyfi, ilhamı bulanın işinin bitmediğini düşünür. 321 OZANSOY, Halit Fahri, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2388 (27 Mart 1937), s. 7-8. “ “Binnaz” ın İnce Şairi Yusuf Ziya Diyor ki”, (Kon.: Rahmi KARACA), Uyanış, 2162/477 (27 İkinci Kânûn 1938), s. 153. 323 OZANSOY, Halit Fahri, “Zevksizlik”, S. P., 3085(4 Mart 1939), s. 8. 322 181 İlham bulunduğunda hangi vezin ve hangi nazım şekliyle yazılacağının belirlenmesi gerekmektedir. Sanatçılığa söz gelmemesi için temiz bir dille mükemmel ortaya konulması gerektiğini savunur. İçinde doldurma mısralar, aksaklıklar, şivesizlikler, mübtezel şeyler olmamalıdır.324 Sanatçıların ilhamın varlığı veya yokluğu üzerinde bir karara varamadıklarını söyleyen Faruk Nafiz, bazılarının ilhama bağlı olduklarını, bazılarının da ilhamın uzun bir çalışmadan başka bir şey olmadığına inandıklarını söyler. Bir sanatçının ilhamın varlığını kabul etmesi, diğerinin inkâr etmesinin tabiî olmadığını düşünür. Gayr-i tabiîliğin ilk başta sanatçı olmaktan başladığını belirterek aynı amaç doğrultusunda çalışan bu adamların arasında meydana gelen anlaşmazlıkların asırlardan beri kanunlaşamamasını “hususî bir yaradılış cilvesi” olarak görür. (s.4) “Sanatkârın bazı fırsatlardan, tesadüflerden, hâdiselerden ve manzaralardan istifade ettiğine şüphe yoktur. Fuzuli’nin “Leylâ ve Mecnun’undan Galip Dede’nin “Hüsn ü Aşk” ına, Hâmid’in Garam’ından Fikret’in “Tarihi Kadim”ine kadar uzun ömürlü birçok eserlerin yazılışında bu âmillerin tesiri oldu. Fransız klâsikleri, eski Yunan ve Lâtin mevzu, yeni devlet büyüklerinden emiralmak suretile şaheserlerini meydana getirdiler.” diyerek Firdevsi’nin Şehname’sinin Gazneli Mahmud’un fermanından doğduğunu belirtir. Şaire göre Telemak da böyle bir zaruretin mahsulüdür. Uzun eserler için sözedilen bu etkilerin kısa eserlerde de kendini gösterdiğini söyler. Faruk Nafiz’e göre “bir bahar levhası, ince bir yüz, hoş bir macera, renkli bir akşam” hemen her 324 Fiske, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4. 182 şaire şirin bir mevzu oluşturmaktadır. Bütün bunlara ilham denilip denilemeyeceğini sorar. İlhamın bir peri olarak kabul edildiği takdirde, bu sebeplerin birer ilham olabileceğini düşünür. İlhamı kabul eden şairin hiçbir zaman onu muhteşem bir şekilde hayal etmediğini belirterek onun kabul ettiği ilhamla diğerinin reddettiği ilham arasında bir fark göremez. Yalnız o bu güzel vesilelere “ilham” diyerek onları adlandırmaz. Şaire göre ilhamı reddeden sanatçı, adını bilmediği bir velinimetin lütfundan yararlanmaktadır. “Mesele, eserden müessire intikal etmek ve nihayet müessirin ismini vermekten ibarettir.” der. (s. 17).325 Yusuf Ziya’nın eşi Güzide Ortaç, şairin romanlarına giremediğini ama gençlik şiirlerinde ona “ilham kaynağı” olduğunu söyler. Göç romanında şairin çocukluk yılları, annesi, babası olduğunu belirtir. Üç Katlı Ev romanını hatırlatarak yakınlarının da yaşayış tarzının eserlerine girdiğine yer verir. Yusuf Ziya ise bu eserlerde yakınlarının hayatının oldukça değiştiğini ekler. 326 Halit Fahri, şairin en çok kullandığı kelimeleri tespit ederek ilhamının da az çok tayin edilebileceğini ileri sürer.327 Faruk Nafiz’e şiirlerinde kendisinin bulunup bulunmadığı sorulduğunda “şiirlerin hadiseler ve tesadüfler mahsulü olduğunu” belirterek onlarda bulunduğunu söyler. Orada bile çok zaman objektif olduğunu belirten şair, şahsını koyduğu 325 Faruk Nafiz, “İlham Perisi”, Yedigün, 589 (18 Haziran 1944), s. 4, 17. “Güzide Ortaç Yusuf Ziya Ortaç’ı Anlatıyor”, (Kon. Sermet Sami UYSAL), Cumhuriyet, (12 Haziran 1954). 327 OZANSOY, Halit Fahri, “Biraz Da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4. 326 183 şiirlerin diğerlerinden daha talihsiz olduğunu düşünür. Şairin eşi, “Vahdet-i Vücut”, “Çiçekten Adalar” ve “Hüsn ü Aşk” şiirlerini kendisi için yazdığını söyler. 328 “Sanatçı kendini boşaltmak için yazar” kanaatinde olan Orhan Seyfi, en çok “lirik mevzuları sevdiğini” söyler. “Nasıl yazarsınız?” sorusuna “Duygularım taştığı zaman hafızama yazar, sonra kâğıda geçiririm.” der. Ne zaman yazabileceğinin belli olmadığını belirtir.329 Yusuf Ziya, şiiri çok sevdiği ve saydığı için bıraktığını söyler. Gönlünce başaramadığı bir işi devam ettirmeyi doğru bulmaz. Şiirde ilhama inanır. İnsanın önce bir mısra mırıldandığını, işte o tek mısraın ilham olduğunu söyler. Ondan sonra yaratma çabası başlamaktadır.330 Faruk Nafiz, ilhama perisiyle beraber inandığını söyler. “Hislerimizin, heyecanlarımızın en dolgun zamanında, bir tesadüf, bir hâdise, bir manzara, bir yüz, ne diyeyim, herhangi bir vesile, şimşeklerin boşalmasına meydan verir; bu infilâk, bence, ilhamın ta kendisidir.” “Şair” adlı şiirinde buna temas ettiğini belirtir.331 “İlham” a da “ilham perisi” ne de inanan Faruk nafiz, bir manzara, bir olayın insanı “tahrik” ettiğini belirtir. “Vesilesiz olmuyor şiir yazmak.” diyerek durup dururken masaya oturup ilham gelsin diye beklenemeyeceğini; böyle bir çalışmanın 328 UYSAL, Sermet, Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, s. 84. [Cumhuriyet, 10719 (31 Mayıs 1954), s. 5. Görüşme tarihi: 25 Nisan 1954.] 329 “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler ki, Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon.: Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 7. 330 “Sevilen San‘atçılarla Konuşmalar: Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon.: Ümit Yaşar), Yelpaze, 555(30 Ocak 1963), s. 13. 331 “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, (Kon. Öz DOKUMAN), Hayat-Tarih Mecmuası, 12 (Ocak 1971). 184 zorlama olacağını ileri sürer. Şiir yazma arzusu içinde doğduktan sonra her yerde yazabileceğini belirtir.332 Orhan Seyfi, şiirin sadece ilham eseri olmadığını, uzun bir çalışmayla meydana getirilen güç bir sanat olduğunu belirtir. İlk adım olarak nesre hiç benzemeyen, ahenkli bir söyleyişle bir mısra kompozisyonuyla başladığını söyler. Kelimeler hünerle seçilip yerlerine konduktan sonra, şairin kendi dünyasının his, hayal ve düşünüşleri ilhamın yardımıyla yerlerini alırlar. 333 Faruk Nafiz ile yaşadığı günler, olaylar ve tanıdığı insanlar ve gerçek aşklarıyla bağlantılı olan şiirleri sorulduğunda eşi hayatta olmadığı için söylemekte bir sakınca görmez. “Şiirlerimi özetlemek gerekirse yaşadım, duydum ve yazdım” der. “Suda Halkalar”, “Gurbet”, “Toros Dağları”, “Allahaısmarladık” şiirlerini hatırlatır. 334 332 ONUR Nemci, “Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor? Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Yeni Gazete, 2295(4 Mayıs 1971). 333 ORHON, Orhan Seyfi, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3(1 Temmuz 1972), s. 52. 334 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat 1973), s. 24. 185 II. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİRLERİNDE İÇERİK 1. İrem Bağı: Anadolu “Varlığımızın ana kaynağı köydür. Yemen çöllerine onu gömdük. Arnavutluk dağlarında o yatıyor. Sarıkamış, Çanakkale odur. Sakarya’nın aynasında onu görürüz.” 335 “Cumhuriyet’ten önceki Türk Edebiyatında Anadolu, ancak Batı’dan gelen realizm cereyanının tesiri altında, uzaktan ve kısmen görülebilmiştir. Türk aydınlarının Anadolu’yu doğrudan doğruya tanıyabilmeleri ancak I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra, İstiklâl Savaşı esnasında ve bilhassa devlet merkezinin Ankara’ya nakledilmesi sayesinde olmuştur. (s. 22). I. Dünya Savaşı’nda İmparatorluğun yıkılması, Türkiye’nin düşmanlar tarafından istilâ edilmesi aydınların dikkatini Anadolu’ya çevirir. Savaş kazanıldıktan ve yeni bir devlet kurulduktan sonra Anadolu’ya giden aydınlar orada şimdiye kadar unuttukları veya müphem olarak farkına vardıkları acı gerçekle karşılaşırlar: Çıplak bozkır, fakir ve zavallı Türk köylüsü. Bu karşılaşma onlarda bir şok tesiri uyandırır. Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı bu şokun akisleri ile doludur.” (s. 23). 336 Orhan Seyfi, “Bir Çiftlik Manzarası” nda, Anadolu’nun bir köşesini tasvir eder. Gün batarken karşı yamaçlar ince bir dumanla bürünür. Uzaktan duyulan kaval 335 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa , Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa, İstanbul, 1956, s. 5. 336 KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri) , Dergâh Yayınları, (8. b.), İstanbul, 1999, s. 22-23. 186 sesiyle beraber sürüler çiftliğe döner. Issız akşam saatleri her yer melâl içindedir. Tarlanın orta yerinde bir leylek bu tabloda yerini alır. Irmakta yan yana dizilip gusleden kazlar bu mekânın sufîleridir. “Hilkatin sırrı” nı düşünen eşek de bu çiftliğin tek filozofudur. Hindiler eşi bulunmaz güzellikteki yelpazelerini Çin’den göç edişlerinde getirmişlerdir. Serçeler dallarda serseri, kumrular muhabbet peşindedir. “Çapkın derebeyleri” gibi horozlar bu çiftliği yönetmek isterler. 337 “Anadolu Toprağı” nda, yıllarca Anadolu’ya hasret yaşayan şair, orada yaşayan bahtiyarlardan olmak ister. Onun en bakımsız yeri bile bir “İrem bağı” dır. Yıkık, harap evler saraylara bedeldir. (s. 173). Öldüğünde de Anadolu toprağında yatmak ister. Yabancı toprakta ölürse, cennette de olsa, rahat edemeyecektir. Dünyada onsuz her şeyin manasız olduğunu söyler. Millî gururu, ancak onun havasında duyar. Başı gökte, alnı açık ancak o topraklarda yürüyebileceğini düşünür. Onun zindanında bile olsa kendini hür hissedecektir. (s. 174).338 Halit Fahri, 1916 yılında genç yaşında yaptığı Muğla yolculuğunun kendisine “Jules Vernévarî bir etki” yaptığını söyler. Gökbel’in kayalıklı yamaçlarını inmeyle çıkmaları dört saat sürmüştür. Yolda iki ere rastlarlar. Şair, erin birine sigara ikram eder. Tatlı, sevimli olan erin yüzü birden asılır. İndiği eşeğe şairin binmesi için ısrar eder. Aldığı sigaranı altında kalmama için şairin eşeğine binmesine ikna etmeye çalışmaktadır. Bunun “Türk ruhu, Türk asaleti” nin bir göstergesi olduğunu söyleyen şair,Türk askerinin minnet altında kalmadığını belirtir. Şair eşeğe binince sonunda erin yüzü güler.339 337 338 339 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 53-54. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 173-174. “Eski Bir Muğla Gezisinden Notlar”, Tercüman, 1896(26 Ocak 1967), s. 2. 187 “Anadolu Akşamı” nda, Anadolu’nun “yetim tevekkül” üne bütün tabiat eşlik eder. Rüzgâr uyuyan ruhuna ninni söyler gibidir. Güneş batarken kırdan bir Muğla türküsü yükselir.340 “Bursa’da Akşam” da, çizdiği şehir tablosunda, Keşiş Dağı sisle örtülüdür. “İlâhî, derin” ezan sesleri bir rüzgâr gibi her yeri dolaşır. Temenye’den Işıklar’a kadar “ruha ra‘şe veren” bir sessizlik uzanır. Ulu hünkârları hatırlayan Bursa, yasını içinden sezer.341 “Yeter ki Sen İyi Ol” da gelecek günlerle ilgili hayaller kuran şair, sevgilisi iyileştiğinde bütün yaz Ada’da gezeceklerdir. Kendilerine Anadolu’nun da yolu uzak olmayacaktır. Sevgili isterse dağlara da çıkacaklardır.342 Enis Behiç, “Kuşadası’ndan Mektup” ta, Kuşadası’nın güzelliğini sevgilisinin güzelliğiyle örtüştürerek anlatır. Denizi lâcivert olan bu “cennet” i anlatacak dünyada bir misal daha bulamaz. Dağlar, menekşe ve leylâklarla “duvaklı” dır. Bahçecik’ in pınarlarını anar.343 Sevdiğini göz diken beyini öldürüp konağa asi gelen efenin hikâyesini anlattığı “Yanık Efe” de, mekân olarak Ege’nin Mardan dağlarını seçer. 344 Bu şiiri, efeler diyarı Aydın’a yaptığı bir seyahatte yazmıştır. 345 Yusuf Ziya, “Zeybekler” de, Anadolu insanın zengin yaşantısından bir kesit verir. Akşam olduğunda tepelerden inen zeybekleri, bağın “yosma” ları bekler. 340 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 56. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 57. 342 OZANSOY, Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 39. 343 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 201-202. 344 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206. 345 Tufan, “Enis Behiç Yeni Şairler Hakkında Ne Diyor?”, Yeni Mecmuası, 134(18 Temmuz 1942), s. 5. 341 188 Çardak altında yanık sesleriyle türkü söylerler. Bu eğlencede “İzmir’in Gülü” dans eder. Zeybekler, eğlence koyulaştıkça, bu defa da silâh çekerek şakalara başlarlar.346 “Zeybekler” de de buna benzer bir tablo çizer. Zeybekler eğlenmektedir. Çardak kurulmuş, siniler kadehlerde donatılmıştır. Kadın erkek birlikte eğlenirler. Kınalı ellerle tef çalan, oynayan kızlar vardır. (s. 33). Bu “masal” gecesinde, zeybekler de oyuna katılır. “Vurdukça efelerin yere çıplak dizleri, Sarsıntıdan dağların uçuyor benizleri!..” (s. 34).347 Ziyafetlerde dans eden Çengi Âfet’in hikâyesini anlattığı “Baskın” da, mekân olarak Konya’yı seçer. Konya’ya sürgün edilen Âfet, orayı da hareketlendirir. Ahali altüst olur. Köylerin sesizliği bozulur. Bağlarda, bahçelerde eğlenceye başlanır. Şehrin ayrıntılı levhası verilmez. Yalnız Konya, o yıl ağır bir kış geçirmektedir. 348 1917-1918’de İleri gazetesinin yazı kurulunda yer alan Faruk Nafiz, 1922’de gazetenin temsilcisi olarak Ankara’ya gider. Bu sırada Kayseri Lisesi edebiyat hocalığına atanır. Gazetenin yazarı olarak Anadolu’da dolaşma imkânı bulur. Bunu Şark Vilâyetleri Tedkik Cemiyeti üyesi olarak doğu ve kuzey illerini gezişi izler. Erzincan, Erzurum, Gümüşhane, Trabzon dönüşü, Kastamonu ve Bolu’da bulunur.349 Şairin bu izlenimleri sadece şiirlerinde görülmez. Anadolu görüntülerini veren yazılar da yazar. Anadolu’yu baştan başa gezen her yolcunun aynı gerçekle karşılaşacağını belirtir. Kenardan ağaçlıklar ve ormanlarla başlayan tabiatın gittikçe bereketli tarlalara dönüştüğünü; bu ovanın sonunda, vatanın orta yerinde, haşin bir 346 347 348 349 Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 12. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 33-34. Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 49-52. TUNCER, Hüseyin, Beş Hececiler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1994, s. 117. 189 toprak hâlini aldığını söyler. Türkiye haritası büyük bir daire olarak kabul edildiğinde, memleketin iç içe geçmiş üç daireden oluşacağını düşünür. Dıştan koyu yeşil başlayan dairenin rengi, merkeze gidildikçe açılır. Bu üç farklı daire ve üç farklı renk, toprağın verimliliğini göstermektedir. Kenardan seyahate başlayan yolcu, ekinlerin boyundan, başakların dolgunluğundan büyük bir haz duyacaktır. Bu tarlalardaki köylüler de ekinler gibi boylu, başaklar gibi dolgun ve güzel yüzlüdürler. İnsanlar da toprağın feyzinden nasibini almış gibidirler. Yolcu iç bölgelere doğru ilerledikçe ekinlerinin boyunun kısalmaya, başakların dolgunluğunun azalmaya başladığını görecektir. Ekinlerle beraber insanlar ve tabiatın diğer unsurları da yavaş yavaş zayıflar ve küçülür. Bu üç dairenin en küçüğü olan merkezde, köylü bütün varlığıyla topraktan bir şey çıkarabilmek için çalışmaktadır. Bütün gayretlere rağmen tabiat ona lütfunu zerre zerre ihsan eder. Anadolu’nun bu kısmı, “güzel bir gözün ortasında beyaz bir nokta gibi insana te‘sir ve ıstırab” verir. Bulutlar yağmurlarını harcadıktan sonra Orta Anadolu’ya gelir. Nehirler de ilk menbalarını buradan alarak sahile doğru akarlar. “Orta Anadolu, süslü bir çerçevenin içinde hazin bir levha gibi, uzun uzun tedkik ve tahlile şayandır. Burada öyle yerlere tesadüf edilir ki insan bir su birikintisine rastlarsa gayr-i ihtiyarî boynuna sarılacağı, yüzünden öpeceği gelir.” Tabiatın feyziyle insanlar arasında yalnız maddî değil manevî bir ilgi de kurar. Ürünü bol, kuvvetini yerinde gören köylü irfan ihtiyacı hissedecektir. Böylece toprak bereketini iki surette göstermiş olacaktır.350 Mehmet Kaplan, “Han Duvarları” nda, içeriğin başlıca üç varlığa ait çeşitli unsurların birleşmesinden meydana geldiğini söyler: Anadolu coğrafyası, Anadolu insanı ve şairin kendisi. Şiirin içine yerleştirilen Maraşlı Şeyhoğlu’nun koşmasıyla 350 Faruk Nafiz, “Anadolu’da Tarla, Kasaba ve Köyler”, Hayat, 87(26 Temmuz 1928), s. 173/ 9. 190 asıl şiir arasında sıkı bir ilgi bulur. “Bütün şiir âdeta onu kucaklama, ona bir çerçeve teşkil etmek için yazılmış gibidir. Bu yapı tarzı derin bir mâna taşır: Maraşlı Şeyhoğlu, bu coğrafyanın ruhudur; daha doğru bir deyimle, bu topraklarda yaşayan muztarip insanların temsilcisi veya sembolüdür.” 351 Faruk Nafiz, bu şiirde, “gurbeti gönlünde duya duya” Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya yaptığı yolculuğu anlatır. Yolculuğun yaylı at arabasıyla yapılması, coğrafyayı ayrıntılı olarak müşahede etmesine imkân tanır. Yolculuk süresince konaklanan hanlar, birer düğüm gibidir. Önemli yolların geçiş yolu olan Anadolu’da ve o devirde yapılan herhangi bir yolcukta hanların önemi büyüktür. Burada karşılaştığı insanların ruhunu anlamaya çalışan şair, han duvarlarından tanıdığı Maraşlı Şeyhoğlu’yla âdeta yol arkadaşlığı yapar. Yolculuk sırasında arka plânda Toros Dağları incirlenerek uzanır. Mekâna hâkim olan renk, ki bazen hastalık rengi olarak kabul edilir, sarıdır. Gök, toprak, çıplak ağaçlar sarıdır. Kış, Toros’un eteklerini de soldurmuştur. Araba bir dağın yamacına tırmanırken her tarafta yükseklik gören şair, ıssızlık duygusuyla dolar. “Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar” döner, kıvrılır, uzayıp gitmektedir. Üç gün süren yolculuk boyunca tabiattaki değişikliklerle birlikte hava da değişir. Geniş ovada uzayan yollar şaire yokluk, hiçlik, ölüm duygusu verir. Zaman zaman bir iki atlı ve yaya yolcuya rastlasalar da bu geniş coğrafyanın ortasında bir tek o ve arabacı vardır. Ne bir köye ne de eve rastlarlar. Araba yola benzer bir sudan geçerken uyanır, karşıda hisar gibi yükselen Niğde’yi görür. Ağır ağır geçen deve kervanı ve beldenin viran hanı tabloda yerlerini alır. “Bağrındaki yaraya deva bulmak” isteyen garipler handa toplanmıştır. Burada vatanın dört bucağından toplanmış insanlar görür. Yatağının yanındaki duvarda, daha sonra diğer hanlarda da karşılaşacağı, “şair 351 KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), s. 21. 191 arkadaş” a rastlar. Ertesi gün, soğuk bir mart sabahı yolculuk yeniden başlar. Görülenler dağ gibi yükselen höyükler, kervanlar ve derebeyi gibi kurulmuş eski hanlardır. Araba bir geçidi aşınca şair şaşırır. Bu geçit yazı kıştan ayırır gibidir. Geride kalan yerlerde bahar havası varkenburada arazinin karla örtüldüğünü görür. Gurbetten gurbete giden bu yolun üstünde üç günde üç ayrı mevsim yaşar. İkinci konaklama yeri Araplıbeli’dir. Burada da “şair arkadaş” la karşılaşır. Bunu, uzun yolculuktan sonra vardıkları İncesu’daki han duvarında gördüğü satırlar izler. Yolculuk Erciyeş’e devam ederken artık “şair arkadaş” la bir daha karşılaşamayacağını öğrenir. Yollar ve hanlar, ıssız Anadolu levhasında önemli bir unsur olarak yerlerini alırlar.352 Faruk Nafiz, “Bizim Köy” de, Anadolu’dan bir köy görüntüsüne yer verir. Bağıyla bahçesiyle yeryüzünün “cennet” i olan bu köyün (s. 23). saat kulesi yoktur ama saati şaşmayan horozu vardır. Sabahla birlikte çalışmaya başlanır. Bu köyde çalışmayan değil insan, hayvan bile yoktur. Arılar bal yaparken, kızlar kilim dokur. (s. 24). Çağlayan dere, akan pınar, gölge veren çınar, yazın olgunlaşan başaklar, hasat bu tabloda yerlerini alır. Yazın çok çalışan köylüler kışın rahat ederler. (s. 25).353 “Çoban Çeşmesi” nde, Anadolu kırlarında, yollarında görülen “çeşme” ye yer verir. Dağlar, ırmaklar, bağlar bu manzarada yerini alırlar. Tabiattaki her unsur birbiriyle etkileşim içindedir. O hayatta, bu çeşmenin işlevi önemlidir. Âşıkların buluşma, yolcuların dinlenme yeridir. Aşklar, yolcular, âşıklar varolduğu sürece, bu 352 353 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 87-93. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 23-25. 192 çeşme de varlığını sürdürür. Yanık yolculara su verir; yol gösterir. Yolda bir uğrak yeri, bir işarettir o. Çeşme hâlâ yerindedir fakat artık uğrayanı yoktur.354 “Oluk Yanında” da anlattığı köyde, dağın eteklerinde kadınlar odun yararlar. Çobanlar da bu tabloda yerini alır. Dağın en dik yerinde, adı bilinmeyen bir evliya gömülüdür. Şair haykırınca, “çiğdemli tepeler, güvemli dağlar” karşılık verir. Su şelâleler yaparak akmaktadır. Akşam olunca dağın gölgesi karşıki dağlara vurur. Şair, bu manzaranın içindedir. Hareketli bir tablo çizer. 355 “Suda Halkalar” daki kır tasvirinde, dağlarda gezen şair, bir çeşme görür. Üç beş yıl önce, o “dağların gülü” yle yaşadığı mesut anları hatırlar. Yaz günleri bu pınarda dinlenmişlerdir. (s. 5). Buradan tasla su içerler. O günleri yad etmek için yeniden su içer fakat bu defa tas kırıktır. Kaynağın etrafını da fundalar bürümüştür. Çeşmenin suyunda ve sesinde eski tadı bulamaz. (s. 6).356 Faruk Nafiz’in “Kızıl Saçlar” da yaptığı Anadolu tasvirinde, önce yamaçlardan kağnının baygın iniltisi duyulur. Ardından ıssız yolda, bir gölge gibi beliren kağnı, “Asya’nın bağrı yanık toprağını titreterek” gelir. Şair, tekerleklerin inleyen sesinde, memleketin dertlerini duyar. (s. 17). Kağnının başında, “yuvasız kuş gibi pervasız” bir köylü kızı vardır. Saçı, teni “bakır” rengi olan bu kız, uzun yol yürümüş olmasına rağmen yorgun görünmez. (. 18). Kağnı kaybolur. Güneş batar. İshak kuşunun sesi duyulur. (s. 19).357 Kayseri’yi ilk kez bir karakış gününde tanıyan şair, günler geçtiği hâlde karakışın geçmemesinden şikâyetçidir. O zaman, henüz “ibibikler öten, bellimbebeler açan” baharından da habersizdir. Aslında yalnız baharına değil ibibik 354 355 356 357 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 5-6. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 61-62. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 5-6. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 17-19. 193 ve bellimbebeye de yabancıdır. “Kayseri’nin en güzel mesirelerinden biri olan ve efsaneye göre, Âşık Kerem’in sevgilisi uğruna otuz iki dişini çektirdiği yer olan Talas’taki tatlı hatıralarını”358 “Talas Bağlarında Batı” da işler. Karla kaplı Erciyes’in üstünden gün batmadan, tarlalar, bağlar “yas rengi” ne bürünür. “Karlı bir burcu gezen güneşin nuru donarken” atlılar kafile hâlinde Talas’a döner. Manzara yalçın, sular derin bir hüzün içindedir. Etraf bazen şirin bazen de korkunç görünür. (s. 20). Çizilen manzarada tabiat hareketlidir. Yollara, ağaçlardan meyveler dökülür. Yamacın bir tarafı yeşil asmalarla örtülüdür. Köylü kadınlar, hayvanlarını sürerek dereden geçerler. Kuşlar, gurbete düşmüşler gibi uçarlar. Burası Kerem’in beddua ettiği yer olduğu için, dağın gülleri solmuştur. (s. 21).359 1922’de yazdığı “Çankaya” da, buraya çıkan yolun ebediyet yolu olduğunu, ucunun Allah’a kadar gittiğini söyler. Bu yol dertle dolu bağırların yasını avutur. Teselli dağıtır. “Kızıl saçlı zafer kartalı” nın yaşadığı yer de burasıdır. Dullar, yetimler buraya gönül bağlar. Çünkü bütün umutsuzluklar, olumsuzluklar burada silinir. Şair, bu kadar tesirli bir yeri evliyalar uğrağına benzetir. Bunası suyu Kevser, ağaçları Tuba olan cennet bağına benzetilir.360 “Adsız Şiir” de, bir mekân olarak Çankaya’ya hayranlığını dile getirir. Burası arzın herhangi bir parçası değildir. Birkaç dalın koyu gölgesinde şeref rüyalarına dalan bu yer o “kartal” ın kanatlarını saklamış, onu yıllarca barındırabilmiştir. Onun göğüs çarpıntısını korkmadan saymış, ona şahit olmuştur. “İçinde güneş yanan” bu kahramanın etrafının yanmayışına, onu gören ağaçların ateş almamasına şaşırır. (s. 29). “O, “dünyaya bedel” kahramanın her adımı arzı sarsarken Çankaya’nın yanıp 358 SATOĞLU, Abdullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Türk Edebiyatı Dergisi, 277(Kasım 1996), s. 35. 359 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 20-21. 360 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 85. 194 yıkılmamasını, bu haşmete dayanabilmesini hayranlıkla karşılar. Çankaya’dan o kahramana yakışır mekân olabilmenin sırrını öğrenmek ister. (s. 30). 361 “Bizim Memleket” te, Anadolu’yu insanıyla birlikte ele alır. “Zâhirde viran olan o eller” i içinden tanır. Ardıçlı dağları, çamlı belleri aşanlar ona hayran olurlar. Bu memleketin her yeri sihirle doludur. Dökülen köpüklü sular, kışın karından bahar yaratmaya uğraşırlar. Sihirli pınarlarından içenler, silkinip ceylân olurlar. Güzellik ve canlılık dağıtıcı bir yerdir. (s. 37). Orada yaşayan insanlar da, derdi, sevinci bir arada yaşamasını bilirler. Yokluklarla mücadele etmeyi, yoktan var etmeyi öğrenmişlerdir. Sapansız, tarlasız çiftçi; davarsız, kavalsız çoban olurlar. İyi ata binen, iyi silâh kullanan bu erler, zafer payını düşünmeyerek memleket için canlarını verirler. (s. 38).362 “Sanat” şiirinde sanatın ilkelerini verirken ilham alınacak kaynak olarak Anadolu’yu gösterir. Pek bilinmese de bu coğrafyada bin bir bahar yaşanır. Buraya alışan başka bir kültürde bocalar. Bir sülüs yazı, bir parça yeşil çini buranın insanlarına çok şey anlatır. Dağ gibi bir zeybeğin toprağa diz vuruşu, onun için en güzel danstır. (s. 7). Anadolu’yu seven “ıstırap çekenlerin acıklı nefeslerini” hazin bir musiki olarak duyar. Bir köylünün duruşu, sanat değeri olan ir kadın heykelinden daha çok etkiler. “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz.”(s. 8).363 “Memleket Türküleri” nde, Anadolu’yu sadece sevmenin yeterli olmadığını işler. Bu coğrafyada bir yabancı gibi dolaşılmaması, samimiyetle içinden tanınması gerektiğini söyler. Bu gözle bakıldığında, pınar yolunda bir yosma, dağ yolunda bir 361 362 363 Faruk Nafiz, Akarsu. Faruk Nafiz, Akarsu. Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 7-8. 195 çoban daha farklı görülecektir. İnsanın ruhu buradan beslenmediği sürece çöl gibi kurur.364 Anadolu’da yaptığı bir yolculuğun izlerini gördüğümüz “Erzincan Yolunda” da, Ezbider eteklerinde ova bomboş, tabiat çıplaktır. Şair, bu levhada, geniş bir yaylının ot minderinde bir kadına rastlar. Coğrafyanın çıplaklığını anlatmak için bir tek onun giyimli olduğunu söyler.365 2. Kahramanlık Orhan Seyfi, “Eğri Kılıç” ta, Türk milletinin yaptığı kahramanlıkları, bir kılıcın hikâyesiyle örtüştürerek anlatır. Kını kakmalarla süslü, kabzası yakutlu, sert çelikten, üstünde kanlı pas izleri olan bu kılıçla savaşılmıştır. Türk’ün ilk akınını bununla yaptığını; putları bununla kırdığını; bunun zoruyla kaleler aldığını; Nil’i geçtiğini düşünür. Şimdi sadece bir şeref ve hınç kalmıştır. 366 Şair, “Rumeli Hisarları” nda, etraftan heybetli, kalın duvarlarla ayrılan Hisarları bir “masal” ülkesine benzetir. Ona baktığında atalarının kahramanlıklarını hatırlar. O, fethi seyretmiştir. Orada yaşayanları, şehit olanları düşünür. O zaman hisarlar gözüne daha büyük görünür. (s. 135). O zamanki kahramanlıklara bakarak kendinin “cüce” olduğu hissine kapılır. Bu vatan uğrunda savaşanları “masal şehri” nde dövüşen “dev” lere benzetir. (s. 136). 367 Halit Fahri, “Asker Türküsü” nde, “bir yığın serseri” düşmana güçlerini göstermek için askere “ileriye” komutu verilir. Vatana göz dikenlerin ellerinden 364 365 366 367 Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 53. Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 144. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 134. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 135-136. 196 kurtulamayacakları; ölümün bile onlardan korktuğu söylenir. Tekbirle ileri atılan askerler, düşman kahrolduğu sürece, yaşamanın da ölmenin bir olduğunu söylerler.368 Şair, “Türk Askerine:” şiirinde, bu kahramanların ateş, kan, sel, yıldırım, fırtınadan korkmadığını; kalplerinin intikamla dolu olduğunu söyler. Düşmanlar altı asırlık geçmişi yok etmek istemektedirler. Din, vatan duygusuyla dolu olan bu askerlerin kılıcının “mukaddes bir kin aleviyle” keskin olmasını ister. Bu kahraman, yalnız Hak uğruna savaştığından alnına bir çelenk de istemez. (s. 11). Zafere yabancı değildir. Onu tanımayanlar da artık tanımış, başlarını eğmişlerdir. (s. 12).369 “Aya Sordum” da, aya, uzaktaki hudutlarda yeni neler olduğunu; Kafkasya’yı, Galiçya’yı sorar. Ay, askerlerin ölümden korkmayan aslan olduklarını; ölümün onun karşısında iki büklüm olduğunu söyler. Avrupa’da, Asya’da zafer kazanılmıştır. Galiçya’da, Kafkasya’da on düşmana bir Türk askeri karşı koymuştur. Ay, bir tek neferin bile bir tabur askere bedel olduğunu söyler. 370 “Ay Dinledi” şiirinde, bir zafer akşamı, ayın yerden coşkun terennümler beklediğini söyler. İlk nağmeler Anadolu’dan gelen kaval sesleridir. Daha sonra, yarınki zaferin müjdesini veren “peri” nin nağmesi duyulur. Onu, çılgın, hummalı bir ahenk takip eder. Bu, şaha kalkan atların sesidir.371 Şair, “Bükülmez Dal” da, askerin kahramanlıklarını anlatır. O, savaş başlayalı harikalar göstermiştir. Yaprakları kıvılcım, meyvesi zafer olan bir daldır. Vatan için 368 369 370 371 Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 8. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 11-12. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 28. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 30. 197 her zorluğa direnmiştir. Bu dalın yuvası, göklere çıkan bir ağaçtır. Ağaç, imparatorluğun timsalidir. “Son kargalar” denen düşmanlar bozulur. 372 “Şehit” te, kıza nişanlısına ağlamaması, onun cennetine çabuk kavuştuğu söylenir. O, şanlı bir şekilde ölmüştür. Türk kızının daha fazla ağlamamasını, şehidin ruhuna bir “Yasin” okumasını ister. Onun ruhunun göklerde uçtuğunu, yarasından akan kanın da mezarında kırmızı gül olarak açacağını söyler. 373 1917’de yazdığı “Türklük Ölmez” de, dünya durdukça Türklüğün ölmeyeceğini, ebedî olacağını işler. Ondan büyük bir Allah bir de peygamber vardır. Onun namı asırlardır dillere destan olmuştur.374 Enis Behiç, “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, köyünden uzakta, bir yığın kara toprakta vatan için canını veren şehitleri anlatır. O kahramanlar, “uyanmaz uyku” ya dalmışlardır. Yan yana dizilen mezarlarıyla toprak semavî bir iftihar duyar. Dünyaya kapanan nazarları, Tanrı’nın mağfiret nuruyla dolar. (s. 77). Adları bilinmeyen bu kahramanların yeri mezarları değildir. Onların türbesi “Türk’ün tarihi” ve bu türbenin kandili “hilâl” dir. (s. 80). 375 Şair, “Millî Neşide -1- , -2-” de, Türk milletinin tarih boyunca gösterdiği kahramanlıkları anlatır. “Altay” dan gelen bu erler, “Çamlıbel” de uğuldayıp coşmuştur. Hak yolunda yalın kılıç hep seferberdirler. Zafer, “şaha kalkmış küheylân” dır, durdurulamaz. Bu millet, felâketleri pençesinde oyuncak yapmıştır. 372 373 374 375 Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 34. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 36. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 37. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77, 80. 198 Tanrı’dan kuvvet alan Türk’ün yoldaşı fırtınalardır. Başında, “ay yıldız” la yürür. Bütün milleti bir ordu kabul eder. 376 “Süvariler” de, “kasırga oğulları, kanatlı” süvarilerin, sınırlardaki hücumlarından kahraman bir uğultunun dalgalandığını söyler. Bu ordu, hep zafer kazanır. Onlar için yeryüzünde uzak bir yer yoktur. (s. 112). Onlar, alaylarla geçerken mızrakları, “yerde uçan bir orman” a benzer. Vatan için, “güzel Turan” için canlarını feda ederler. (s. 113).377 Şair, “Gemiciler” de, leventlerin ağzından, Türk askerinin kahramanlığını anlatır. Bu “dalgalar, fırtınalar” kahramanları, ufuklardan ufuklara haber sorar, gezerler. Toprağı bırakmış; denize âşık olmuşlardır. Onların “ruh kardeşi” sudur. Korkusuzca “hilâl” e şan ararlar.378 Enis Behiç, “Venedikli Korsan kızı” nda, denizlerdeki kahramanlıları anlatır. Leventler, ateş açılıp dumanların ufku sarmasından mutlu olurlar. Dalgaları “cilveli” Akdeniz, denizlerin en güzelidir. Bu, “güzel kız” ı sevdiklerinden ona göz koyana çatarlar. (s. 119). “Kol sıvanmış, el palada” bekleyen bu kahramanların elinden “korkak” Venedikli kaçamayacaktır. Ufukta, üç direkli bir Venedik gemisi görülür. “Deniz Ceylânı” nın kaptanı, Gamsız Reis’in emriyle kavga başlar. (s. 120). Çok mücadele edilir. Sonunda savaş kazanılır. (s. 120). 379 “Uğursuz Baskın” da, leventler, gemileri ve Akdeniz ile âdeta bütünleşmişlerdir. Uzakta Venedikli bir kadırga görülmesi üzerine korsan sevgilisiyle vedalaşır. Aşkının, Venedikli kıza vatanını unutturamadığını anlar. Kız, ondan vurulmamasını, çok da vurmamasını ister. Bu savaşta tat bulamayan 376 377 378 379 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 90. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 112-113. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 117. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 119-120. 199 kahraman, korkuyor muyum, diye düşünür. “Serdengeçti” korsanın Venedikli “kaltaban” dan korkmayacağını söyler. Üç levent suya atlayarak uyuyan düşman gemisine yüzerler. Deniz Ceylânı’nın çarpışıyla uyanan Venedikliler, karmakarışık olurlar. Ustalıkla çarpışanlar da vardır fakat içlerinde din kuvveti yoktur. Türk askerleriyse Tanrı’dan kuvvet alırlar. Çarpışmanın en ateşli anında ambarlarda yangın çıkar. Deniz Ceylânı yanmasın diye açılırlar. Gemiye bir şey olmamalıdır. Çünkü o vatanın emanetidir. Zaten kavga da bitmiştir. Akdeniz’in düşmana verilmeyeceğinin ispatı olarak Venedikli kaptanın kellesi Cunda’ya asılacaktır. Venedikli Leonora, âşığının yarasını sarar. Venedik gemisinden gelen bir kurşunla kız vurulur. Buna dayanamayan levent kendini ördüreceği zaman, reis, intikamını almadan ölmemesini söyler. İntikam için döndüğünde Venedik gemisi batmıştır. 380 Yusuf Ziya, “Akından Akına” şiirinde, Türk tarihinde önemli bir yeri olan akıncıları konu edinir. Yerin göğün akıncıların adımlarının hızından titrediğini söyler. Onlar, “İleri!” emriyle, bir ağızdan cenk türküleri söyleyip, yamaçlardan coşkun bir sel gibi akmaktadırlar. Üç yüz akıncı Tuna kıyısından geçerler. Ordunun hıncı bakışlarında görülmektedir. “Uçlarından kan damlayan kılıçlar kınsız; Tanrı böyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!...”381 “Kafkaslara Doğru I” şiirinde, Türk ordusunun Kafkaslara akınını konu edinir. Türk ordusu için akının bir şeref günü olduğu, düşmanları bir yıldırım hızıyla öldürmesi söylenir. Ordunun, önüne çıkacak tüm engellere rağmen, coşkun bir sel gibi köpürüp taşması istenir. Türk’ün yeryüzündeki saltanatından vazgeçmemesi, 380 381 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 122-130. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 3. 200 atından bir an olsun bile inmemesi emredilir (s. 4). Akının başlamasıyla beraber güneş doğudan Türk’ü selâmlamaktadır. Hakan ne zaman savaş ilân etse kâinatı baştanbaşa ateş ve kan bürümektedir. Savaşa büyük bir istekle gidilir. “Toplar kızıl bir sevinçle haykırır, gürler, Bir ufuktan bir ufka kalkar süngüler!..” (s. 5).382 Şair, Türk ordusuna ithaf ettiği “Karpatlarda I” şiirinde, hayalinde gördüğü ordunun bakışlarının alevli, saçlarının ürpermiştir. Önde “mukaddes ve kanlı bir ferman” gibi bayrak vardır. Dağdan geçişleri “şimşekli bir bulut kadar asabi” dir. O gün Karpatların “beyaz cehennem” inde “kanlı bir efsane” yaratırlar. (s. 6). Yıldırım yüklü buluta benzeyen Türk ordusu, geçtiği yerleri heybetiyle yakar. Bu karlı dağlar, daha önce de savaş görmüştür. Burada ataları yatmaktadır. Türk ordusu karşısında, en yüksek tacın kızıl namusu” olan bayrak diz çökmüştür. (s. 7).383 Şair, 1915’ te yazdığı “Nöbetçi ve Yıldız” da, nöbet tutan askerle gökteki bir yıldızın arkadaşlığını anlatır. Yıldız, bayrağa şan veren askerin hâlini sorar. Köyünden haber getirmiştir. Askerin gözlerinde yalnız nişanlısının hayalini görünce (s. 8). kızın çehresinin solgun olduğunu söyler. Kız, asker nişanlısından beş aydır haber alamadığı için ağlamaktadır. Bütün gençliğinin rengi nişanlısıyla beraber gitmiştir. Beklediği mektup gelmemiştir. Yıldız, kıza nişanlısını bulacağına “Ay Sultan” ın başı için ahdeder. (s. 9). Asker, ölüme karşı gülerken nişanlısının haberiyle kalbi çarpar. Çanakkale cephesindeki askerler çelikten bir kale gibidirler. Burada süngüleriyle yedi düvele karşı durmuşlardır. Şimdiden sonra ölse bile gam 382 383 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 4-5. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 6-7. 201 yemeyeceğini, böyle bir günde hatırına sılanın gelmeyeceğini söyler. (s. 10). Nişanlısına kavuşacakları haberini yıldızla gönderirken vurulur. (s. 11).384 “Karparlarda II” şiirinde, Türk ordusunun buradan geçişini anlatır. Türk ordusu bu karlı dağların yamaçlarından “bir fırtına bulutu gibi korkunç” çıkar. Ordunun bakışları kanlı bir şimşek gibi kızgın, her çehrede şeref dolu bir destan parlamaktadır. Her süngünün ucunda muhteşem bir tarih görünür. Atalarının vaktiyle bu illerde tekbirlerle gezdiklerini, ay yıldızlı bayrağa gönülden bağlı olduklarını söyler. “Onlar için Moskofla kavga etmek bir dindi; Bu illerde onlardı düşmanları ezenler; Göğüsleri set çekti her zehirli kaynağa!” (s. 13). Ordunun, buz tutan tepelerden karabulut gibi aşmasını, her tarafa yıldırımlar yağdırmasını ister. Yeni bir zafer kazanmasını, “kandan kızıl bir deniz” in düşman yurdunu boğmasını bekler. Böylece bütün cihan “al yanaklı” bayrağa benzeyecektir. Şair, daha önce de burada savaşıldığını, Karpat Dağları’nda yüz bin şehit türbesi olduğunu hatırlatır. Göğün her gece onlara “top top kandil yaktığını” söyler. Ordunun umudunu kaybetmemesini, şairlerin en ilâhî nağmelerinin onlara olduğunu, bütün gözlerin umutla onlara baktığını belirtir. (s. 14). 385 Şair, 1914’te yazdığı “Türk Ordusu” şiirinde, ordunun dillere destan oluşunu anlatır. Bir yıldız, ordunun eski şanının yeniden canlandığını; Türk’ün dillere destan olduğunu söyler. (s. 17). Yıldızın bu haberi üzerine şair, sahile iner ve dalgalara ne olduğunu sorar. O akşam Nil’den selâm daha sonra Batum Kalesi’nden iyi haber 384 385 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 8-11. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 13-14. 202 gelmiştir. (s. 18). Mısır, Karpatlar ve Kafkas için müjdeli haberler alınmıştır. (s. 19).386 1915’ te yazdığı, “Karadeniz’de” şiirinde, Türk ordusunun Moskof’a karşı kazandığı savaşı anlatır. Bütün tabiat bu kahramanlık coşkusuna eşlik eder. (s. 20). O gün asırlardan beri mahpus Türklüğün intikamı alınmıştır. Yanan Moskof gemileri, denizde kazanılan bu zafer, Barbaros’un ruhunu şad etmiştir. (s. 21).387 Yusuf Ziya, 1915’ te yazdığı “İki Asker” adlı şiirde biri genç, diğeri ihtiyar askerin bugünkü duygularını verir. Genç askerin neşesi sönmemiş; gözleri masum ve bomboş bugünün kanlı ufkuna bakmaktadır. Diğerinin çehresi mahzun, gözleri hayattan sarhoş mazinin şanlı ufkuna gülmektedir. Genç, “kan yüzü görmemiş yeni kılıç” ını severken diğerinin kalbinde eski hıncı tutuşur. (s. 22). Genç askerin gönlü kavga duygusuyla dolu, “bir kızıl muamma gibi dökümlü!” dür. Kızıl bağlara baktıkça kalbinde “millet” sevgisi uyanır. Diğerinin yıllardan beri uykusu “kanlı rüyalar” la örtülüdür. Karlı dağlara baktıkça içinde “ümmet” in sesi titrer. (s. 23). 388 Şair, “Bir Gönüllünün Sözleri” nde, hakanın yedi düvele savaş açması üzerine bir gönüllü askerin düşüncelerini verir. Anasını, babasını Tanrı’ya emanet eden gönüllü, “kaltaban düşmanla boy ölçmeye” gider. Daha sonra dedesi Çelikoğlu’nun anlattıklarını hatırlar. “Nazlı yurt Turan’a bayrağını sokmak isteyen düşman, kahraman ataları karşısında kaçmaya mecbur kalmıştır. (s. 24). Çabuk yılmayan ataları “otağın eteğine yüz sürüp” ay yıldızlı bayrağa sığınırlar. Düşman yine vatana saldırır. Padişah erlerin meydana çıkmasını emreder. Türk’te yine asırlar önceki o kanın olduğunu bilmeyen düşman, bir Türk’ün yirmi düşmana bedel olduğunu da bilmemektedir. 386 387 388 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 17-19. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 20-21. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 22-23. 203 “Hey gidi hey!.. Bir narayla tozdan bulut yaratan, Kahramanlık derneğinde yiğitlikle şan alan Turanlının yavuz nesli tükenmedi çok şükür, Bir damla Türk bir kocaman deniz gibi köpürür.!” Gönüllü, atından düşünceye kadar “kana hasret” kılıcıyla savaşacağını söyler ve helâlleşir. (s. 23).389 “Zafer Beldesi” şiirinde, “sağı solu uçurum kızıl bir yol” da, ayakları kan içinde yürüyen yolcu, göklerden imdat umar. Uzaktan bir ses, yolcuya göklerin sağır olduğunu, kuvvetine güvenerek yürümesini söyler. Çünkü, “Kuvvet zafer yaratır!”. Onun, ilâhî ufka, al bayrağın zafer neşesiyle çırpınışına bakmasını ister. Yolcu, göğe nerede olduğunu sorar. (s. 26). Dağlar, taşlar şimşekli bir ses gibi cevap verirler. “Ey kahraman ruhlu asker, bu gördüğün, herkesi Huzurunda diz çöktüren Türk’ün “zafer beldesi!” dir. (s. 27).390 “Kan Bayramı” nda, şairin artık en sevdiği nağmelerinin bile asabi olduğunu, her mısraın ay yıldızı methettiğini söyler. Şair, Karadeniz’den yükselen top seslerinin, çamlıklarda sevgilinin verdiği buseden daha çok mutlu ettiğini belirtir. O eski şiirleri sevgilisine armağan bırakarak savaşa gider. (s. 32). Onu Kafkasya beklemektedir. Bugünün “kurban, kan bayramı” olduğunu söyleyerek kılıcını kınsız ister. (s. 33).391 Şair, 1915’te yazdığı “Kafkaslara Doğru II” şiirinde, daha gün doğmadan, sabah ezanıyla birlikte, Türk ordusunun geçişini anlatır. Coşkun bir nehir hâlinde geçen bu insan dalgasının gözlerinde canlanmış kahraman gururu görür. Gönüllerden kopan yanık şarkıyla uyuyan yolları sarsıp titretirler. (s. 37). Bu askerlerin hepsinin 389 390 391 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 24-25. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 26-27. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 32-33. 204 göğsünde, eski zaferlerin yadigârı savaş madalyaları vardır. Yüzlerinde ayrılık yası olmayan bu kahramanların kalbi vatan sevgisiyle doludur. Önde “alev gibi” al bayrakla sert adımlarla geçerler. Gözleri korkunç şimşekten parlak olan bu orduya, ay esen rüzgârla selâm gönderir. (s. 38).392 Şair, “Tuna Boyunda” şiirinde, yıldırımdan süngüleriyle dört çevreyi dolaşan, zapt olunmaz bir sel gibi Karparlardan aşan Türk ordusunun yoldaş için hayat, düşman için ölüm olduğunu söyler. Dobruca’da bozguna uğrayan düşmanı çanların alkışlamasını ister. Çünkü, artık bu bozgun tarihlere yazılmaktadır. “Asılsız, türedi” düşmana karşı Türk milletinin dinmeyen kini vardır. “Alev saçan” bayrağın huzurunda, titreyip yanmalarını ister. Çünkü, Türk’ün “Hakk’a tapan” kalbinde galip olma dini vardır.(s. 41). Güzel Tuna’ dan abdest alan kahraman atalarını hatırlar. Türk askerinin bu eski vatanda yine savaşmaktadır. Daha önce burada şehit düşenlerin intikamını asırlık düşmana bırakmamışlardır. Bir zaman ihanete uğrayan Türk ordusu karşısında, düşman artık diz çökmüştür. Kalplerde onlar için “aman bilmez” bir kin vardır. (s. 42).393 Yusuf Ziya, 1914’te yazdığı “Beklenen Bayram” şiirinde, sevgililer, “al bayrağa gönül bağlayan” uzaktaki hayali gözyaşlarıyla anarlar. Bayram hüzünlü geçmektedir. Şair, orduya seslenir. Yarın düşmanları tamamen ezdiklerinde, bu kederli yüreklerde, ölmez bir sevinç doğacağını söyler. (s. 45). Aslında bayram yapmamaktadırlar. Onlar ordunun “kılıçla açacağı seher” i beklerler. Çünkü dört yüz Müslüman onları beklemektedir. (s. 46).394 Şair, 1915’te yazdığı “Hilâl-i Ahmer” de, tabiatın bütün unsurlarıyla zaferi beklediğini söyler. (s. 47). Savaş başlar. Her taraf kan içindedir. Askerlerin hayatla 392 393 394 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 37-38. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 41-42. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 45-46. 205 ilgili neşeleri sönmüş, sadece şehit olma arzuları vardır. Saatler süren savaş sonunda, kılıçlar kına girer, sahaya “uhrevî bir sükût” çöker. Bütün melekler secdeye kapanır. Her asker canlı bir kaleye döner ve ay yıldız zafer kazanır. Tabiat savaş sonrası mekâna iner. Sevimli bir kadın gibi ay yaralılara şefkatle bakar; gözlerinden kıvılcımlar akar. Yerde yaralı bir askerin kanlı öksürüğünü duyan yoktur. Melekler acıyarak imdadına koşarlar. “Turan Meleği” askerin yarasını ayla sarar. Ay askerin kanıyla boyanır. Her ne zaman hudutta bir asker vurulsa o “kırmızı ay” imdada koşar. (s. 49).395 Yusuf Ziya, “Şehidin Kalbi”nde, “maceralı” Çanakkale sahillerinde tabiatın savaşın durumuna uyan manzarasını verir. Köpüklü bir deniz gibi gök bembeyazdır. Gün batarken bulutlara bir destan yazmıştır. Fırtınalar derinlerde uğuldamaktadır. “Vücutları bir kırmızı kanla örtülü” binlerce ölü, gözlerini ufka dikmişlerdir. Şair, şehitlerin tasvirini yapar: Bakışları uhrevî bir rüyaya dalmış, yüzleri mosmor, ağızları köpürmüştür. Bazen bir hırıltı, boğuk bir ses gelmektedir. Kara bulut gibi uçuşan kargaların demir gagaları ölüleri didiklemektedir. (s. 3). Dalgalanan bir kar kümesinin ardından yaralı bir askerin sesi duyulur. Kargadan yarasını oymasını; ondan haber soranlara kalbini göstermesini ister. Ruhu artık semalarda Rabb’ine kavuşmuştur. Zafer kazanılmıştır. (s. 4).396 “Asker Şarkısı” nda, trampete nağmeleri ve boru sesleriyle ileri emrini alan Türk askeri ordulara meydan okumaktadır. Üstlerine ölüm gelse yüzleri gülmektedir. Ay yıldızlı bayrak göklere benzetilir. Kılıçları nerede düşman görse ezmektedir. Böyle bir ordunun akınları dillerde dolaşmaktadır. 397 395 396 397 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 47-49. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 3-4. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 5. 206 Yusuf Ziya, “Gece Nöbetinde” adlı şiirde, tabiatın görüntüsünü verir. Rüzgârda ölüm, barut kokusu vardır. Gözleriyle engin karanlıkları dinleyen nöbetçi asker, aydan gizli bir haber sorar. Çiçeklerden yayılan kokuyla ruhu köyünü yadeder. Yadigâr olarak aldığı küçük saç örgüsünü öper. Bir köy düğünü hayaline neşe verir. Fakat yarın vahşet ve kan içinde açılır. Ona cenk ufukları gösterilir. 398 Şair, 1917’de yazdığı “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu” nda, çölden yazılan bir asker mektubuna yer verir. Asker, uzun zamandır sevgilisine, sıra gelmediği için, sağlık haberini verememiştir. Onu andığında gözlerinin yaşla dolduğunu, benzinin kül gibi olduğunu söyler. Sevgilisinin darılmasından endişelenerek mektup yazmak ister fakat daha iki satır yazamadan hücum borusu çalar, mektup yarıda kalır. (s. 8). Sevgilisinin daha önceleri olduğu gibi kendisine şair demeyeceğini hatırlatır. Satırların karışıklığından sağ elini kaybettiğini anlayacaktır. Buna üzülmemesini; sol kolunun kalbine daha yakın olduğunu söyler. (s. 9).399 “Asker Şarkısı” nda, gün doğarken yola çıkan askerler sağa sola heybet verirler. Bülbüller hep bir ağızdan onları uğurlamaktadırlar. Ordunun önündeki bayrak dalgalanarak göğe çıkmak ister. Omuzları tüfekli askerlerin adımları altında toprak titrer. Tabiat da onların bu yolculuğuna eşlik eder. Güneş dağ başından çıkarak onları selâmlar, kuşlar izlerini gizler. Askerler ya şehit ya gazi olmak isterler.400 Şair, “Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuklardan gelen bir sesle dağın, taşın ürperdiğini, sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç kalkanı olan” genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu 398 399 400 Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 7. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 8-9. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 12. 207 kahramanı gökten inmiş bir civan zanneder. O, öyle bir kahramandır ki, bunu sadece tarih değil, cihan dahi görmemiştir. (s. 13). Ay yıldıza yine şan, şeref nasip olmuştur. Bu birden beliren kahraman kıratına binerek tekrar kaybolur. Gökyüzü şaire bunun zafer perisi olduğunu söyler. (s. 14). 401 “Kafkas’ta Kalanlara” şiirinde orada şehit düşüp dönemeyen askerler anlatılır. Onlar, karlı dağların göğsünde ebedî uykuya dalan şehitlerdir. Taşsız mezarları üstünde yıldızdan kandiller yanar. Onlar anıldıkça kalpler titremekte, hayalleri hicran içinde özlenmektedir. Onlara, rüzgârın vatandan haber verip vermediği sorulur. Hâlâ onlardan ümidini kesmeyen, mektup bekleyen sevenleri vardır. Daha önce orada savaşan atalarıyla kavuştukları düşünülür. (s. 15). O yiğitlere tüm cihan tapmaktadır. Çünkü onlar en kanlı, en korkunç izden geçmişlerdir. Efsane yaratmışlardır. Geride kalanlar diz çöküp onlardan şefaat dilerler. (s. 16). 402 “Gemiciler” de, şair, denizcilerin ağzından Türk askerinin özelliklerini anlatır. Denizin çocukları şen gemiciler, fırtınalı, ıssız enginleri severler. Hayatları köpürmüş dalgalara benzer. Tabiat da onların bu hayatına eşlik eder; âdeta bütünleşirler. Sular bayrağı tanımakta; güneş, batarken onları selâmlamaktadır. Bir deniz kızı arkalarından dua eder. Askerlerse enginlerde düşmanları arar. Öldüklerinde dalgalara gömülmek isterler. Kaybolmayacaklarını, tarihe hayallerini bırakacaklarını söylerler.403 “Sultan Osman’ın Rüyası” nda, bir zamanlar bu toprağın beyi oldukları, mazinin destanlarla dolu olduğu, Anadolu’nun kahramanlar ocağı olduğu söylenir. 401 402 403 Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 13-14. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 15-16. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 17. 208 Bu topraklarda at koşturan ordu, kargılarıyla kâinata karşı durmuştur. Rüyasında cihanlar kurduğu müjdelenen Sultan Osman, orduyu toplar. 404 Yusuf Ziya, “Guruba Doğru” da, cephe gerisinde köylülerin savaşla ilgili konuşmalarını verir. Bu arada cephede bulunan yaralı bir asker, o günleri anlatır. Askerler zaferden umudu kesmiş, son felâketin geldiğini düşünürler. Binlerce şehit verilir. Düşman askeri gittikçe yığılmaktadır. Cephe ağır ağır geri çekilir. (s. 13). Şehit vermeye devam edilir. Mezarlar çoğalır. Askerler aç susuz demeden korkusuzca ölümü beklerler. Son ana göğüs gererler. Ama sonunda bozguna uğrarlar. Guruba doğru göçüp giderler. (s. 14).405 Şair, “Son Söz” de, Garp’a uyarıda bulunur. Her şeyin öleceğini fakat imanın öldürülemeyeceğini söyler. Türkler, duygu ve düşünceleriyle seferber olmuştur. İçten bozguna uğratılamazlar. Alınan her kara haber, onlara ders olmaktadır. Garp’a hakkı değil, haksızlığı ezmesini söyler. “Çekemez bu kadar sarsıntıyı yer, / Seni aldatmasın bu kanlı rüya! Hançerin kalbimi değerse eğer / Na‘şımın altında ezilir dünya!”. (s. 15). Türklerin imanı yalçın bir kaya gibidir. Ona çarpanlar dağılır. (s. 16). 406 Yusuf Ziya, İzmir’in kahramanlarına seslendiği “Eğil Dağlar Eğil” de, verdiği mücadeleyi bırakmamasını; bütün milletin aynı acıyı duyduğunu söyler. Efenin “Allah Allah” sesini duyan, korkusundan can verecektir. (s. 3). Aydın’ın “yurt için kendini hiçe sayan” efelerle övünmesini ister. O, hem tarihe hem de gönüllere adını bırakacaktır. (s. 4).407 404 405 406 407 Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 18-22. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 13-14. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 15-16. Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 3-4. 209 Şair, “Sarı Zeybek” şiirinde, tabiatında kahramanlık duygusu olan zeybeğin, orduları önüne katıp sürüdüğünü; dağları kana bürüdüğünü anlatır. Efelerin, Türk varlığını kaybetmeden, gafletten uyanıp mücadeleye başlamasını ister. Savaşıp taş taş üzerinde bırakmamalarını; gerekirde kâinatı bile yakmalarını söyler. “Sarı zeybek şu dağlara yaslanır / Yağmur yağar silâhları ıslanır.” (s. 5). “Ulu Hakan” ın milletin başına geçerek en son destanını kanla yazmasını ister. Savaşmaktan başka çare kalmamıştır. (s. 6). 408 Faruk Nafiz, “Her Yerde Kahraman” da, kahramanlığı “yerde”, “denizde” ve “havada” şeklinde bölümlendirir. Yerde, akıncılara arzın dar geldiğini; ovaların geçit verip, dağların boynunu eğdiğini söyler. Denizde, Batı’ ya doğru ilerlendiğini belirterek denizlere hâkim olunduğunu vurgular. Havada bölümünde,kahramanlığın karada ve denizde hâkim olduğunu belirttikten sonra, kalplerde yeni bir güneşin parladığını; bunun da yedi kat göklere hâkim olmaz arzusu olduğunu söyler.409 “İzmirlilere” de, İzmir’in işgali üzerine gösterilen kahramanlığı anlatır. Bütün millet onları anar. Tabiat her unsuruyla yollarını bekler. Düşmandan öc alıp şehit düşenler, arkalarında yıkılan ocaklar bırakmışlardır. Vatanın bir parçası olan “güzel” İzmir’in düşmana kalmasına gönüller razı değildir. 410 1919’da yazdığı “Bozgun” da, kahraman ordunun “yeni bir “bozgundan dönüşünü tasvir eder. Altı asırdır bundan daha matemli bir hezimet görülmemiştir. Tabiat da aynı acıyı duyar. Ay, tepelerden alev gibi yükselip ufka yorgun doğmaktadır. Dağınık, rengi sararmış, süngüsü düşkün gelen alayı o da görmüştür. (s. 32). Yollar, bağrı yanık, saçları ak askerlerin korkunç adımlarıyla sarsılır. “Kızıl 408 409 410 Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 5-6. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 63. Faruk Nafiz, Âh,İzmir!, s. 7. 210 fırtına” dan kurtulup yurduna sağ dönen asker yok gibidir. Bu hâl Türk’ü ilâhî bir yasa boğar. Böyle bir hatıra yada sığdırılamayacaktır. Son damla kana kadar savaşmışken yine de Bağdat’a hasret kalınmıştır. Savaşta şehit olmayı bekleyen askerin kalbinde artık can korkusu vardır. (s. 33). 411 “Mağlûp” ta, düşman vatanın payitahtına ayak bastığında kıyamet kopacağını sanırken, ölüm şehre kanat açtığında öz kardeşin, kızın başında ağlayıp durduğunu görür. Damarlandaki son kan akıncaya kadar mücadele edilmiştir. (s. 36). Türkler, kuvvete yenilmiştir fakat hakka hâkimdirler. Bozguna uğranmıştır fakat asla savaştan kaçılmamıştır. (s. 37).412 1919’da yazdığı “At” şiirinde, Türk milletini şaha kalkan ata benzetir. Bin gemle bağlanan bu yağız atın başı Allah’a kalkar. Türklerin son macerası onların zabt altına alınamayacağını göstermiştir. O, hürriyet duygusunu içinde yaşattığı müddetçe onu zabt etmek isteyecek hiç kimse kalmayacatır. (s. 77). Her taraftan yara alan bu milletin baş eğdiğini zannedenler yanılmıştır. (s. 78). 413 Şair, “Atlıların Türküsü” nde, Türk’ün doğuştan kahraman olduğunu; her yolda şan, şeref aradığını söyler. “Tunç mızraklı, dinç süvari” ler, sefere çıktığında yerle göğü titretirler. Düşmana ölüm yağdıran bu askerler, dostun hatırını sorar. “Şahlanan kartal” a benzerler.414 “Topçuların Türküsü” nde, düşmana karşı dinç duran topçu hedefini hiç şaşırmaz. Sayısız savaşa katılmıştır. 415 “Tayyarecilerin Türküsü” nde, havada savaşanlar, yerden sıkılırlar, gökyüzüne çıkmak isterler. Onlar, “gece karanlıkta yükselen kuşlar” gibi herkesten önce hür olurlar. Düşmana karşı “kartal”, dosta 411 412 413 414 415 Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 32-33. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 36-37. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 77-78. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 7. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 9. 211 “güvercin” dirler. İçlerindeki kuvvetle aşamayacakları engel yoktur. 416 “Piyadecilerin Türküsü” nde, helâlleşerek sefere çıkan kahramanlar, daha önce atalarının geçtikleri yerden gitmek isterler.417 “Denizcilerin Türküsü” nde, zafer yolunda yürüyene, hiç kimsenin engel olamayacağı anlatılır. Vatan için savaşmak söz konusu olunca, enginlerin bile sonunu getireceklerine inanırlar. 418 “Şehitlerin Türküsü” nde, alınyazıları “yücelik” olan şehitler, toprakta yatsalar bile göktedirler. Vatana o kadar bağlıdırlar ki, cennete gitseler bile, gözlerini vatandan alamazlar. (s. 17). Dirilseler, yeniden vatan için ölmek isteyeceklerdir. (s. 18).419 “Yaşamaz ölümü göze almıyan, / Zafer göz yummadan koşana gider. Bayrağa kanının alı çalmıyan / Gözyaşı boşana boşana gider.” diye başlayan “Zafer Türküsü” nde, zafer denilen “kahraman peri” nin kahramanca savaşanlara görüldüğü söylenir. (s. 19). Vatan için çarpışan diriler, “şerefli”; ölüler “şanlı” dır. (s. 20).420 “Yüzbaşım” da, bir erin ağzından yüzbaşısı anlatılır. Talime çıkıldığında en başta o vardır. Er, vatanda olanı biteni ondan öğrenmiştir. 421 “Hazırol!” da, koçyiğitlerin düşman şanlarına göz koyduğunda, can almaya, can vermeleri hazır olmaları söylenir. (s. 39). Savaş, Türk’ün “eski oyunu” dur. Soyunda şehitler, gaziler olduğundan düşmanın karşısında “dev” gibi durması gerekir. (s. 40).422 416 417 418 419 420 421 422 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 11. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 13. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 15-16. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 17-18. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 19-20. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 37. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 39-40. 212 “Ahmet” te, köyünde sapan tutan Ahmet, savaşta bayrak taşımaktadır. Vatan, onun sapanı, tüfeğiyle ayakta kalır. (s. 42). Ayrılığa dayanan Ayşeler de onun kadar kahramandır. (s. 43).423 “Çanakkale” şiirinde, burada gösterilen kahramanlığı anlatır. Çanakkale’nin üzerine yüz bin millet saldırır. Burası topun donanmayla; tüfeğin bataryayla; silâhın imanla dövüştüğü; neferin orduyla boy ölçüştüğü son yerdir. 424 “İnönü” de, savaştan yorgun düşen Türkler, vatanın her yerinin işgal edildiğini görür. Felâketlerin yoramadığı milletin başında Mustafa Kemal adlı kahraman vardır. (s. 49). Ordu, düşmanla İnönü’de karşılaşacaktır. Yeryüzünde eşi görülmemiş bir savaş olur. “Yedi başlı yılan” ilk önce orada ezilir. Asker, hem düşmanı hem de milletin kara bahtını da yenmiştir. (s. 50). 425 “Dumlupınar” da, düşman her yandan ilerleyip, vatandan yeni bir parça koparırken Gazi komutan, düşmanları yurdun kucağında bozguna uğratacağını söyler. Bütün millet düşmanı yenmek için hazırlanır. (s. 51). Yapılan meydan muharebesinde düşman bozguna uğratılır. Fakat daha yapılacaklar bitmemiştir. Ordu, “İlk hedefini Akdeniz’dir, ileri!” diyen önderin ardına düşer. (s. 52). 426 “Kara Fatma” da, Erzurum’un işgaline karşı halkın direnişi anlatılır. Erzaksız, cephanesiz ordu, son er kalıncaya kadar savaşmıştır. Fakat, zafer haklarıyken, yenilirler. Düşmanın cana, mala, namusa el uzatması Türk’e dokunur. Şehirde esir gibidirler. Türk vatanında Türk yaşamalıdır, diyerek toplanırlar. Kara 423 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 42-43. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 47-48. 425 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 49-50. 426 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 51-52. 424 213 Fatma, askeri yalnız bırakmamak için ortaya atılır; halkı toplar. Elinde silâh adına hiçbir şey bulunmayan halk, şehirden düşmanı kovar.427 “Bayrak Altında” da, vatan tehlikeye düştüğünde, milletin top yekûn bayrak altında toplandığı anlatılır. Kahramanlar, vatan için ölürken bile gülerler. (s. 63). Bayrak dalgalandıkça toprak altında da rahat edeceklerdir. (s. 64). 428 “Yeşil Başı Ördek”te, Çanakkale cephesinde geçen bir kurban bayramını anlatır. Bu bayram buraya uymuştur. Zaten vatan için askerler kurban verilmektedir. Siperde, bayram niyetine ördek kesmeyen askerler, ördeği düşman siperine kaçırırlar. Bir asker ardına düşer; ateş hattına girer. Vurulduğu zannedilirken ördek elinde döner. Bir ördeği bile düşmana çok gören asker, vatanından bir karış toprak bile vermeyecektir.429 “Kahramanlara Kaside” de, vatan elden giderken toplanan ordu, düşmanının gayzını kanda boğar. Bir kez esir olan bir daha kolay kurtulamayacağından Türk esir olmamış; boyun eğmemiştir. Onun tükendiğini zanneden dünya nasıl galip geldiğini görür. “Kükremiş arslan gazabı” yla bütün dünyayı sarsar. (s. 133). Milletin gözyaşlarını döktüğü kanla siler. Vatan için ölseler de mutludurlar. (s. 134). 430 Faruk Nafiz, “Levendler” de, Barbaros’un evlâdı “deniz kurtları” nın vatan için, nimetle dolu toprağı bırakıp deryaya açıldıklarını söyler. 431 “Kolsuz” da, şair, sağ kolu omuz başından kesilmiş bir yolcuyu anlatır. O kadar haşmetli görünür ki dev adımlarla yürür. Sol kolunun bir kılıç gibi sallanmasından onun bir yiğit olduğunu anlar. O, bir dağ gibi heybetle yürürken 427 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 58-62. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 63-64. 429 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 86-89. 430 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 133-134. 431 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 28. 428 214 gölgesi yolu karartır. Şair, kesilen kolunun sınırda düşmanı göğsünden itişini hayal eder.432 3. Âfât-ı tabiiyyeden Biri: Aşk Orhan Seyfi’ye aşkı devam ettirmenin çareleri sorulduğunda, aşk varsa aranacak çarenin devam ettirmek değil, ondan kurtulmak olması gerektiğini söyler. “Aşkı nasıl devam ettirmeli sorusu bile, aşkın vücudundan şüphe hissini taşıyor” der. Aşkın devamından korkulacak bir şey olduğunu yangın, fırtına, zelzele gibi “âfât-ı tabiiyyeden biri” olduğunu düşünür. Evlilikte en kötü bağı iki tarafında yalnız aşka bağlanmış olmasında görür. “Aşkta huzur, sükûn, intizam, mantık, müvazene olmadığı için buna dayanan aile yuvası da fırtınaya yakalanmış bir kayık gibi “Borsa Boca” gider. Her zaman batma tehlikesi gösterir” der. Evlilikte aranan şeyin aşk değil, karşılıklı dostluk, samimiyet, hürmet ve emniyet olması gerektiğini düşünür. Evlilik bağının aşkla başlamasını, dostlukla devam etmesini doğru bulur. 433 “Aşk oku” nun kalbi etlilememesi için yegâne yolun, kalnin taştan, demirden hatta çelikten olmasının yetmediğini, yaşın altmışı geçmesi olduğuna inanır. Zaman zaman bunun dahi yeterli olmadığını düşünür. 434 Orhan Seyfi, “Ah, Sen! I” şiirinde sevgiliye duyduğu aşkı ve ayrılığın verdiği azabı anlatır. Onun düşüncesinde küçük bir yer edinebilmek için bütün varlığından vazgeçen şair, ayrılığı anlayamaz. Dünyada onun aşkından başka her şeyin yalan 432 Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 56. “Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya Bey Diyorlar ki”, (Top.: Naci SADULLAH), Son Posta, 2456 (3 Haziran 1937), s. 7. 434 Orhan Seyfi, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 122(9 Mayıs 1936), s. 16. 433 215 olduğunu söyler. O, “mahveden reha, cinnet veren deha” dır. Şairin öncesi de sonrası da odur.435 “Ah, Sen II” de, sevgilinin ona yar olmayacağı halde, neden karşısına çıktığını sorar. Çektiği azaptan kurtulmak isteyen şair, uzak olmasını, hiç görünmemesini ister. Bu aşka düşmeseydi ne kaybedip ne bulacağını sorgular. Ayrılmaya gücü olmadığı için sevgilisini kovar. 436 “Sergüzeşt Arkasında” şiirinde, aşkın büyük geçitleri olduğu, mahvedeceği söylenerek şair peşinden koştuğu maceradan vazgeçirilmek istenir. Sevgilinin füsun ve tahakkümünden kurtuluş yoktur.437 “O Zaman ki…” şiirinde, aşkın tacıyla bir hükümdar gibi olan şair, onu kaybettiği zamanlar uçurumlarda sürünen serseridir.438 “İtiraf” ta, yaşanan aşkta her iki kişinin de hata yapabileceği, günah işlenebileceğini söyler. Bu aşkı yaratanlar aynı zamanda affedenler olacaktır. Bir buse sevgilisinin bütün günahlarını takdis ve affetmeye yetecektir.439 Şair, “Susunuz!”, da, âşık olmadan yaşadığı ilişkiyi anlatır. Çok uzun zamandır birlikte oldukları halde yad edecek bir hatıra bulamaz. 440 “Buhran” da, ruhunun ıstırabından utanan şair, yalan da olsa bir şey duymak için sevgilisinin yanında olmak ister. Onu terk edip gitmeye gücü yoktur. 441 “Tereddüt” şiirinde, sevgilisinin kızıp darılacağından çekinen şair, aşkını itirafta tereddüt eder. Birçok yol düşünür fakat ne yapacağına karar veremez. Bu tereddüt, ona sevgilinin hiddetinden daha az acı vermemektedir.442 435 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 9-10. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 11-12. 437 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 17. 438 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 20. 439 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 21-22. 440 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 24. 441 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 25-26. 436 216 Orhan Seyfi, “Ben” şiirinde, tanıdıklarının hepsinin amaçlarına ulaştığını, bir tek kendisinin ulaşamadığını söyler. (s. 3). Kalbinde hırs, haset, kin yerine gençliğin şevkini taşır. “Fikri hür, gönlü şen” olan şair, asrın serserisidir. Dünyada aşk dışında hiçbir şeye gönül vermez. (s. 4).443 Şair, “Gönlüm” de, “kelebek” e benzettiği gönlünün güzelden güzele dolaştığını söyler. Ömrünün bu yolda tükeneceğini söyler. Şerefli bir adı, büyük bir amacı yoktur. Her aşk macerasında yıpranan hassas bir yapısı vardır. (s. 5). Gönlü tok, sabırlı olan bu gönül aslında dertlidir. Yorulduğunda, bıktığında sığınacağı bir aşkı yoktur. (s. 6).444 “Gönlüm” de, gönlünün güzelden güzele dolaşarak geçeceğini, böyle titreyerek ömrünü tüketeceğini söyler. Aşkla ilgili her duyguyu tadan şair, aşkı anlamıştır. O, sevilmeden de sevmiştir. “Mavi boncuk” dediği aşkı, birinde kaybedip birinde bulur. Sevgililerin hepsi ruhuna yakın, hepsi başka güzeldir. Bu kadar güzelliğin tek bir kadında toplanamayacağını söyler. 445 “Çiçekler Açarken” de, ruhunda gizli bir aşk sezen şair, kararsız rüzgâr gibi gönülden gönüle gezer. Her güzel onu bir parça yaralar. (s. 10). Bir gülüşe, bir bakışa ömrünü feda etmeye hazır olan şair, yalan da olsa bir buseyle verilen söze inanır. Bu durumun fazla sürmeyeceğini bilir. (s. 11).446 “Gözlerde Seyahat” şiirinde, birçok güzelde aşkı arar. Mavi gözleri asabi; yeşili ihanete meyilli; elâ gözü hicran dolu bulan şair, bunların hiçbirinde saadete 442 443 444 445 446 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 35-36. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 3-4. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 5-6. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 7-9. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 10-11. 217 rastlamaz. Siyah gözde duru. Bu “karanlık yol” da artık seyahate devam etmek mümkün değildir.447 Orhan Seyfi, “Düşünce” de, unutamadığı aşkını anlatır. Kendisinin unutulup unutulmadığını merak eder. Sevgilinin sözünü tutup tutmadığını; başkasına meyli olup olmadığını; kimlerin kalbini dağladığını bilmek ister. 448 “Usanç” ta, her yalana kanan, her söze inanan şair, artık aşktan da bıkar, usanır. Aşka tahammülü kalmamıştır. Yaşanırken güzel olan aşk, ayrılıkta kalbi yaralar. Güzelde vefa olmadığı için âşık olmak istemez. 449 Şair, “Türküler I” de, “güzel, ince, tatlı ve şen” sevgilisini özler. Sürekli görmek ister. Onu görüp de Âşık olmamak mümkün değildir. 450 “Maniler I” de, sevgili seçkin, şair sıradan biridir. Âşık derdiyle sararıp solarken sevgili bu hâline güler. “Maniler II” de sevgilisine yalvarır. Aşkına karşılık bekler. (s. 48) “Maniler VI” te, bulutlardan beyaz, kuşlardan yaramaz olan sevgili, tek bir aşta karar kılamaz. (s. 49).451 Şair, “Yolculuk” ta, gençliğin gamsız rüyasına veda ederek aşka atılır. Nasıl, nereye gideceğini bilmez. O, ilhamına güvenir. (s. 75). Çok fırtınalar atlatır, uçurumlar atlar. “Bir afetin siyah gözlerinin kara sevdası” na düşmüştür. (s. 76).452 “Teessür” de, hayatın tüm zorluklarına katlanan gönül, bir seda karşısında sessizleşir, durulur. Sevgilinin karşısında ağlayan şair, en mutlu olacağı günde, 447 448 449 450 451 452 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 12-13. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 36-37. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 38-39. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 46. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 48-49. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 75-76. 218 zavallı durumuna düşer. Eğer sevmek bu ise, “hayatını zehirleyen bu elem” in başka gönüllerde yer bulmasını ister.453 Şair, “Diyorlar…” da, aşk derdine hiç usanmadan katlanmıştır. Her an sevgilisini anar. Böyle severken ona doymadan ölürse yazık olacağını düşünür. Aşkta seven her gönül azaba düşer. Saadet ise “boş bir serab” a benzer. Sıkıntı çekmeden, acıya katlanmadan aşkta saadete erişilmez.454 “O Güzel Kadın İçin I” de, “sonbahar gülü gibi rengi uçuk”; tatlı, munis bakışlı kadına duyduğu tek yönlü aşkı anlatır. Düşünceyle dolu olan bu kadının kederli mi yoksa bahtiyar mı olduğunu merak eder. Tanımadan âşık olmuştur. Bir başkasını sevip sevmediğini de bilmez.455 “O Güzel Kadın İçin II” de, şair, gizlice sevdiği bu kadını bir daha göremez. Bilmeden ona arkadaşlık eden bu kadının ondan neden uzaklaştığını merak eder. Onun her şeyi bir sırdır. Şair, karşılıksız sevdiği bu kadını da kaybeder.456 Şair, “Davet” te, her derde “teselli nuru” olan sevgilisini, son bir umutla bekler. Bu umut da olmasa yaşayamayacaktır. Genç yaşta aşkın yakıcılığını tadan şair, onun gelişiyle neşelenecektir. Gençliğinde çılgın, derbeder yaşar. Dünyanın heveslerinden bıkar. Ölüme yaklaşırken dertlidir, yalnızdır. Onu mutlu edecek bir “şefkat menbaı” arar. Beklediği bu sevgilinin kim olduğunu bilmez.457 “Bir Kış Masalı” nda, fırtınalı bir kış gecesinde, benzeri görülmemiş böyle bir kışı yetmiş yıl önce yaşayan yaşlı bir adamın aşk hikâyesi anlatılır. O zaman yirmi yaşlarında olan adam, bir kıza delice âşık olur. Onunla olmak için büyük bir istek duyan genç, kızı istetir. “Şehirli bir bey, bir efendi” yle evlendirilmek istenen kızı 453 454 455 456 457 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 77-78. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 80. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 89-90. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 91-92. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 93-94. 219 vermezler. Aşkta talihi olmadığını anlayan genç, dağlara çıkar. “Bir şifa gibi” ölümü bekler. Daha sonra kızın da kendisini sevdiğine hükmeden âşık, onu kaçırmaya karar verir. Ona kavuşmak için ölümden bile korkmaz. Fırtınalı bir kış gecesi kızı kaçırır. Kızın gönlü olmadığını anlayınca büyük bir üzüntüye kapılır. Sonunda gencin çok sevdiğini anlayan kız, ondan ayrılmayacağını söyler. Ölüm ayırıncaya kadar, elli yıl beraber yaşarlar. Adam, ne zaman fırtınalı bir kış gecesi olsa, onu kaçırdığı geceyi hatırlar.458 “Büyü” de, şairin dağların karı gibi beyaz olan sevgilisi, cilveli ve nazlıdır. Onun güldüğü gibi kimse gülemez. “Vahşi” gözleri bir büyü gibi şairin içini yakar.459 “Aşklarımızın yalnız ayrılık acıları yok, mesut anları saatleri de vardır. O hazlı dakikalar, bizde, bir kadehin dibindeki son şarap damlaları gibi birikmişlerdir. O tatlılığı en acı hatıralar içinde bile kaydedemeyiz ve o zaman, terennümlerimiz bir neşeden doğan besteler haline gelebilir.” 460 Halit Fahri, “Bulutlara Yakın” da, ruhları gamlı, yaşadıklarından kırık iki sevgili, birbirini bulurlar. Âşık, sevgilinin bedbaht, elemli bir gönlü olduğunu; dünyada çok az güldüğünü anlar. Hayatının her gününü matemle geçiren sevgilinin yüzü sararmıştır. Semavî ruhu, etrafındaki hoş sözlülere kanmamıştır. Yarın geçer diyerek bütün kederleri paylaşırlar. (s. 6). Âşık, “ruhuna akan” buseyle kederlerini unutur. Yıllarca, âşığın ruhu, kadının nuruyla yıkanır. Mazinin bütün kederlerini unutmuştur. (s. 7). “Busesi ölüme bile şifa olan” sevgiliyi tabiat da bütün kalbiyle sever. (s. 9). Tabiata kışın gelmesiyle sevgili de değişmeye başlar. Gün geçtikçe 458 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 127-137. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 8. 460 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, Servetifünun-Uyanış, 2407/722 (8 Birinci Teşrin 1942), s. 249. 459 220 solar. Şairin aşkına cevap vermez. Bedbahttır artık. (s. 10). Sevgili, aşkın kaynağı, âşık ise sonucudur. Ayrılırlar. (s. 11). Sevgilisinin nereye gittiğini, ne olduğunu bilmeyen şair, eriyip kahrolur. “Senelerden beridir, elimde asâ, / Yavrusunu bir ceylan nasıl ararsa, Ben de seni aradım öyle serseri, / Ey hayâlim içinde kaybolan peri!...” (s. 12).461 Şair, “İlk Buse” de, beşerî aşkı anlatır. “Sönük renklerin dalga dalga ufukta eridiği bir akşam” iki âşık vuslat içindedir. Tabiat da ilk bu ilk buseyle kendinden geçer. Âşıklara eşlik eder. Bülbül şakımakta, pınar çağıldamaktadır.462 Halit Fahri, “İtiraf” şiirinde, vuslatın aşkı öldürdüğünü işler. “Bir buseyle muhabbetin yorgun düştüğünü” söyler. “Yavru güvercin kadar yaramaz” olan kadının, artık ruha cevap vermesini, kalbiyle sevmesini ister. O, ancak şehvetini kırınca şairin mabudesi olacaktır.463 Şair, “Dargın” da, mehtaba karşı bülbüllerin öttüğü bir gecede, sevgilinin dargın durmasını reva bulmaz. Barışmak ister. 464 Halit Fahri, “Lânet” te, tebessümüyle kalbi avutan, severken de aldatan kadının şairin aşkından utanmasını, dillerde lânetle anılmasını ister. Sözleri, aşkı yalan olan kadının varlığının bile yalan olduğunu düşünür. O, aşkıyla, şehvetiyle birçok âşığın kalbini yakmıştır. (s. 30). Güzelliğine lânet eder. Ancak, öldüğü zaman şairin vicdanına girebilecektir. Sahte tebessümden usanan şair, artık ne onu ne de yadını ister. (s. 31).465 461 462 463 464 465 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 5-12. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 20. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 21. Halit Fahri, Bulutlara Yakın s. 24. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 30-31. 221 Halit Fahri, imkânsız aşkı konu edinen, “Ceylâna Âşık” şiirinde, büyüye tutulup ceylâna âşık olan bir çobanın hikâyesini anlatır. Sürüyü unutan çobanın ruhuna mutluluk yerine gam çöker. Günlerce onu arar. Onun su içtiği dereden kestiği kamışla aşkını terennüm eder. Düştüğü derde ölüm kurtuluş olur. 466 Şair, “Yağmur” da, güllerin kokusunun yağmurdan tarumar olduğu bir akşam, sevgilisiyle baş başadır. Bu anın bitmesini istemez.467 “Yine Yağmur Çağıldıyor” da, yağmurlu bir gecede sevgilisiyle vuslatı hayal eder. Onun yağmur altında bir gül gibi göğsüne sokulmasını ister. 468 Halit Fahri, “Piyanonun Başında..” şiirinde, piyanosu başında bir genç kızın, şaire aşkını itirafı anlatılır. Şairden gizlediği derdine teselli arayan kız, sevilmenin büyük bir saadet olduğunu söyler. Ruhları birdir. Kıza şairin sevemeyeceği söylenmiştir.469 “Balkonda Saatler VI” te, aşkın bir mevsim sürdüğünü; gençliğin geçişi gibi ardında hüzün bıraktığını söyler. 470 “Miras” ta, yaşadığı aşkların muhasebesini yapan Enis Behiç, aşkı en çılgın ihtirasıla tatmıştır. “Sen ki aşkı en çılgın ihtirasile tattın, Varlığının boynuna alevden kemend attın! Avlanıp sürüklendin lezzetten ıstıraba… Sandın ki yükselirdin hakikatten seraba!..” 466 467 468 469 470 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 63-64. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 109. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 111. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 112-113. Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 6. 222 Artık ateşi buselerden iz yoktur. Öyle aşklar yaşamıştır ki dünyada en bahtitar kendini zannetmiştir. Artık bütün bu duyguları tükenmiştir. 471 Enis Behiç, “Romen Güzeli” nde, aşkı ister. Sevgisiz yaşamayı boş bulan şairin gönlünde o “tatlı bir heves” tir. Yazdığı şiirlerde hep aşkı terennüm etmiştir. Gençliğin şevkiyle macera peşinde koşar. Böyle farklı gönüllerde dolaşırken bir Romen güzeline tutulur. (s. 37). “Ülker” in okuyla vurulan şair, böyle bir güzellik karşısında, Zaloğlu Rüstem’in bile teslim olacağını söyler. Vuslata erebilmek için ölümü bile göze alan şair, o “şuh edalı” dan ayrı olmayı düşünemez. Onun için geçmişini, geleceğini gönülden feda edebilecektir. (s. 38). 472 Şair, “Bir Çift İskarpin -1-” de, “iki sevda güvercini” dediği bir çift küçük kadın bir iskarpinini anlatır. Sokaklardan geçişini seyreder. Aslında şairi etkileyen iskarpinler değil, kadının “minimini” ayaklarıdır. (s. 39). Ökçeleri durunca da neşelidir, çapkındır. Bu iskarpinler, bir çift erkek potiniyle tanışırlar. Adımlarını uydurarak beraber yürürler. (s. 40). 473 “Bir Çift İskarpin -2-” de, bir çift potin ve iskarpin, çalgılı retorantın özel odasındadırlar. Masa altında iskarpin ve potinler; masa üstünde âşıklar oynaşırlar. Ara yerden masa kalkar. Artık kapı açılmamalıdır. 474 “Bir Çift İskarpin -3-” te, çiftler randevulaşarak ayrılırlar. İskarpinler acele, potinler biraz yorgun ayrı yollara giderler.475 “Anahtar” şiirinde, şair ve güzel kızlarına hayran olduğu Macar kızı, karşılıklı odalarda yaşarlar. Tanışırlar, arkadaş olurlar. Kız arkadaşlıktan ötesine izin vermez. Şair, yine de kızın her anahtar sesinde odasından fırlar. Bir yortu günü, onu, birlikte 471 472 473 474 475 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 6. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 37-38. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 39-40. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 41-42. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 43. 223 eğlenmeye davet eder. Eğlenceli saatler geçirmelerine rağmen kız şairin arzularına karşı koyar. Döndüklerinde kız anahtarını kaybettiğini fark eder. Şairin davetiyle, tüm direnmelere rağmen, geceyi onun odasında geçirirler. Şairin busesi, kızın “kalbinin anahtarı” olur.476 Enis Behiç, “Busenin Sesi” nde, bir Macar kızından vuslat diler. Kendisi Türk, kız Macar’dır. Arada “kan kardeşliği” olduğu için bir buseden bir şey çıkmayacağını, sadece ses çıkacağını, söyler. (s. 49). Başkalarına görünmekten çekinmeyip bu Türk’e bir buse vermesini ister. Vuslata eren şairin: “Buseden ne çıkar? Ses çıkar, o kadar!” sözünü doğrular şekilde günlerden sonra beşikten bir ses çıkar. (s. 50). 477 Şair, “Üç Kurbağa Hikâyesi -1-” de, eğlenceli bir aşk hikâyesi anlatır. İlkbaharda tanıdığı alaycı, şakrak, kızıl-kumral bir “taze” ye âşık olan şair, o yazı köyde geçirir. Bu güzel dul “işvekârlıkla şakımakta” dır. Bir zaman aşk oyunlarıyla geçer. Şair, vuslat ister. Tam kadına sarılacağı zaman bir kurbağaya basıp havuza düşer. Kadın onun bu hâliyle eğlenir. O, şuh kadına maskara olmuştur. Şairin bütün âşıkâne itirafları heba olur. Onun gözünde serseri durumuna düştüğü için artık umudu kalmaz. Onu bu hâle, “su kuşu” dediği kadın getirmiştir.478 “Üç Kurbağa Hikâyesi -2-” de, tam kadınların en şuhuna nail olurken bir anda onu elinden kaçırır. Artık ne yaparsa yapsın onu elde edemeyeceğini düşünür, uzak kalır. Kadın bir not göndererek ayda bir kez olsun görüşmek ister. Şair, gitmezse ayıp olacağını düşünür. Zaten suçlu da kendisidir. Davetini kabul eden şair, yeniden ateşlenir fakat belli etmez. Âşıklıktan uzak durur. Sonraki davete gitmez. Kuyumcudan aldığı zümrüt 476 477 478 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 44-48. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 49-50. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 51-53. 224 kurbağa kolyeyi bir notla kadına gönderir. Gönlünün her emeline veda ettiğini söyleyerek af diler. “Dünyadaki mahlûkların en çirkininden / Dünyadaki kadınların en güzeline” hediye eder. (s. 56). Bunun üzerine kadın şairden af diler. “Biri canlı biri cansız iki kurbağa / Muktedirmiş bu sevgiye hâkim olmağa!” Vuslata eren şair, kadın ruhunun akla hayale sığdırılamayacağını düşünür. (s. 57). 479 “Üç Kurbağa Hikâyesi -3-” te, evlenen âşıklar “hicran” adlı merhametsizden intikam alırlar. Kadın hastalanınca gelen hekim, Çok sevişmekten bir “kurbağa” yuttuğunu söyler. “Ay geçtikçe büyüyen bu küçük kurbağa! Sevilen bir kadın için en tatlı eza!...” (s. 58). Artık, aşklarının canlı ifadesi olan bu “kurbağa” nın banyodan gelen “çatlak” sesini dinlerler. (s. 59).480 Şair, “Venedikli Korsan Kızı” nda, kahramanlıkla örülü bir aşk hikâyesi anlatır. Zorlu savaşı kazanan leventler, ganimeti paylaşırken kahramanın payına düşen Venedikli kızın aşkıdır. 481 “Uğursuz Baskın” da, kız baskında yaralanan âşığının yarasını sarar. Venedik gemisinden gelen bir kurşunla kız vurulur. Buna dayanamayan levent ölmek ister. 482 Şair, “İkiz Yangın” da, iki kadına birden âşık bir adamı anlatır. Her birine duyduğu aşk başkadır. İkisinden birini bırakması mümkün değildir. Bu iki kadından bir kadın yaratmıştır. “Erkek aşkı, öyle uçsuz bucaksızdır ki 479 480 481 482 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 56-57. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 58-59. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 119-121. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 122-130. 225 Olmaz bunun sonuncusu ve yahut ilki!” (s. 155) Kadınlar bu “ikiz” aşkı anlamazlar. Bu yangını ancak ölüm söndürebilir. “Hançerle bir kalbi ikiye bölmek; İki aşk uğruna bir kere ölmek!...” (s. 156). Fakat, her iki kadında şairle beraber ölmek ister. “İkiz” aşktan kurtulmak isteyen şair, iki kadını gizlice bir yere çağırır. Hep beraber intihar etmeyi teklif eder. Kadınlar bunu duyunca korkuyla çekilirler. Yalnız onun ölmesini isterler. Şair, onların aşklarının, vefalarının yalan olduğunu anlayarak ikisini de öldürür sonra da intihar eder.483 “Sevgi” de, aşkını nasıl anlatacağını bilemez. Her bakışında, her nefes alışında, içinde, dışında, hatta günahlarında bile o vardır. Dünyayı o ve o olmayanlardan ibaret sayar.484 Enis Behiç, “Hatıra” da, zaman bir rüzgâr ve bir su gibi aksa da, sevgili gözlerinde renk; kulaklarında bir ses; içinde bir nefes olarak kalacaktır. 485 Şair, “Yanık Efe” de, sevdiğine göz diken beyini öldürüp konağa asi gelen efenin hikâyesini anlatır. Bir vuslat rüyasından uyanan efe, aşkın kedersiz olmadığını söyler. “Kuzu iken kurt olan” bu âşık, Madran dağlarını mekân edinir. Zengin de olsa, kimsenin sevdiğine kötü gözle bakmaya hakkı yoktur. Tam sevişme çağındayken öleceğini düşünür.486 “Ey Aşk -1-” de, eski aşklara olan özlemini dile getirir. Eskiden gönüllerde yıllarca süren bir büyük yangın, bir yanardağdır. Verdiği dert en hoş bahtiyarlığa benzer. Harap bir mezarlığa düşecek olsa, kurumuş varlığa hayat verecek gibidir. 483 484 485 486 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 153-159. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 181. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 186. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206. 226 “Tanrı seninle açtı “tarih-i mukaddes” i. Seninle doldu hüsnün en ilâhî kasidesi: Sen güller, incilerle örülmüş bir mısradın.” Şairin, ruhunda ıstırap olan bu aşk, zindanlarda teselli veren bir seraptır. (s. 218) Bu yüksek duygudan bugün eser kalmamıştır. Yürekten kopan bu yanık dua, “uçsuz bir riya” hâlini almıştır. Dün define olan kadın, bugün mücevher hırsızı; dün ilâhe olan bugün bir bar kızı olmuştur. Daha önce kalbe şeref verirken şimdi vicdanda bir sızı olmuştur. Şair, “behimiyetten ulviyete bir bağ” olan bu aşkı anarak ağlar. (s. 219).487 Bu şiirin devamı olan “Ey Aşk! -2-” de ise, romantizmden vazgeçip sözünü geri alır. Aşkla mest olmak ister. Artık o “mukaddes tarih” teki gibi değildir. “Cennet meyvesi” değil, dudaklarda “kiraz” dır. Yaldızlı kumsallarsa plâjdır artık. Aşkın yapmacıklıktan, riyadan, nazdan kurtulduğunu; sadece bir istek hâlini aldığını söyler. Kadın, ister ilâhe ister bar kızı olsun; ister kalbe şeref versin ister vicdana sızı, gerçekte aynı güzel varlıktır.488 “Aşk, kalbî bir ibadettir. Bahçelerden esen rüzgârlar gibi, etrafımızda hışırdayan muattar kadın eteklerinden değil, gözlerin derinliğinden doğar.” diyen Yusuf Ziya, şiirin de tıpkı aşk gibi “aynı menba‘dan sızan bir iksir” olduğunu belirtir. Her şair de “aşka tapan bir kul” dur.489 Fakat daha sonra, masal aşkına inanmadığını belirterek en güzel aşk masallarından biri olan Kerem ile Aslı’da bile, Kerem’in Aslı’nın vaslına kavuşmak için “Çöz Aslı’m, çöz düğmelerini” diye yalvardığını söyler. Sevgiliye Mecnun gözüyle bakılacak çağda olunmadığına dikkati çeker. 487 488 489 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 218-219. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 220-221. Yusuf Ziya, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9(6 Şubat 1919), s. 129 227 “Aşk, bir sempati, bir karşılıklı istektir. Bu istek, bu sempati önce birbirini fizik yapılarıyla beğenerek başlar. Sonra düşünce ve duygu yoğunluğu olur. İşte, bunun adına, isterseniz aşk deyiniz.” der. Şair, gerçek aşkın meslek aşkı olduğunu düşünür. Böylece gerçek âşıklar da sanatçılardır. Erkeğin kadına, kadının erkeğe cinsel ihtiraslar dışında ve üstünde besleyeceği en büyük duygunun dostluk duygusu olduğunu savunur. Ona göre aşk ölür fakat dostluk ölümden sonra da yaşar. 490 Yusuf Ziya, “Kalbim” şiirinde, günden güne harap olan, kimsesiz, bomboş bir eve benzettiği kalbini, gönül maceralarını anlatır. Kalbinin eskiden böyle olmadığını, her gün başka bir hayatın yaşandığını söyler. (s .8). Kalbine girenlerin kimi geçici, kimi kalıcıdır. Genç, dul, sarışın, kumral, esmer birçok güzel girmiştir bu kalbe. Aradan yıllar geçer, bu saadeti kaybeder. “Aradan yıllar geçti.. Bunlar da bir zamanmış, Saadet, bir nefeste dağılan bir dumanmış. Boşluğa karışınca dönmüyor artık geri.. Haftaların, ayların, senelerin süngeri” Hatıralar yavaş yavaş silinmektedir. (s. 9) Fakat gönlüne en son giren kadının hatıraları silinmemiştir. Diğer izler silinmesine rağmen hiçbir güç onun izini silemez. O ebedîdir. Kalbi yaşama emelini yitirdiği zaman o hatıra belki silinecektir. (s. 10).491 “Hayal” de, görmediği, gönlüyle sezdiği, yerini yurdunu bilmediği muhayyel sevgilisini tam on sekiz yıl aramıştır. Hiçbir umut olmadığı halde ömrünün sonuna kadar onu bekler. (s. 14). Böyle bir durumda ne geri dönebilir, ne de hayatına devam 490 “Şair Yusuf Ziya Şairane Aşka İnanmıyor-5”, (Kon.: Gavsi OZANSOY), Tercüman, 864(14 Mart 1964), s.5. 491 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 8-10 228 edebilir. Sonunda böyle bir sevgilinin olmadığını, onu hayalinde kendi yarattığını anlar. Zaman geçmiş, saçında aklar çoğalmıştır. Artık ölümü beklemektedir. (s. 15).492 Yusuf Ziya, “Maniler” de, aşkını anlatır. Sevgilinin mavi gözlerine, perçemine vurulan şair, Aslı’nın Kerem’ine döner. Bu beşeri bir aşktır. Sevgiliyi çıplak ister. Gönülden gönüle dolaşan şair Âdem’le Havva’nın düştüğü yola düştüğünü söyler. Vuslat isteğine karşılık bekler. 493 “Aşk” ta, elinde bir kırık ney diyar diyar dolaşan bir seyyahı anlatır. Etrafına toplanan genç, ihtiyar herkesin kalbine onun hüznü dolar. Şair, bu seyyahın kim olduğunu uzun süre düşünür. Sonunda derdinin ne olduğunu anlar. (s. 25). Seyyah da aşkından divane gibidir. Şair, aşkın insana dünyayı zehir ettiğini, canından usandırdığını söyler. “Ey Adem’le Havva’yı bile aldatan iblis, İlk insanı semadan zemine atan iblis!” (s. 26). 494 “Hatıralar” da, aşkın geçiciliğini anlatır. Kadına, aşka küsen şair artık yalnızdır. Sadece hicranı hatıralar kalmıştır yaşadıklarında. O günlerin son yadigarı olan mektuplara tekrar bakar. (s. 27). Yıllarca bir hiçin arkasından koştuğunu anlar. Söylemeden seven, sevmeden söyleyen, aşk için ağlamayı saadet bilen şair, gerçek aşkı bulamamıştır. (s. 28).495 “Gönül Yolcusu” nda, kendinden, gerçeklerden uzaklaştığı, hayaline yaklaştığı zaman mutlu olur. Sevda yoluna girmek ister. Âşıktır, kavuşmayı hayal 492 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 14-15. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 22. 494 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 25-26 495 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 27-28. 493 229 eder. Bu sevgi çağında yalnız yaşamak istemez. (s. 29). Gözünde aşktan başka hiçbir şey yoktur artık. (s. 30).496 “Moskof Güzeli” nde, Türk tarihinde kanlı bir yaprakla yer edinen Moskof güzeli, o fettan elleriyle şanlı serdarı zafer yolundan çevirmiştir. Onun sıcak gözleri, manalı sözleri, her hâli bir gönül bilmecesi tavrı, şairin de aklını başından alır. Devletin tacının aşka feda olmasına gönlü elvermeyen şair, bu güzeli görünce Baltacı’ya hak verir.497 Yusuf Ziya, “Kalbimin Masalı” nda, meçhul sevgilisini bekler. Sevgilinin gözlerinde, şairin içinde sevda, “bir yılan gibi kıvranır.” Gönül şifası bulunmaz bir derde düşer. Bir ses şaire aşkın yollarının uzun olduğunu söyler. Sevgilisi artık yanındadır. İlk aşkın fırtınasıyla dolu olan şairin sevincinde saadetin mahzunluğu vardır. (s. 16). Akşam olup ayrılık vakti yaklaştığında dalgın ve neşesizdirler. Benzi sararmış titremektedir. Şair daha sonra gelecek günleri hayal eder, baş başadırlar. Sevda dolu gözlerle sevgiliye dalar. Sevgili niçin daldığını sorar. Şairin yadına eski günler gelir. (s. 17). Şair, daha önceki kadar sevilmek ister. (s. 18). 498 “Senden Sonra…” da, her gün yeni bir macera peşinde koştuğunu, her gün yeni bir rüzgârın esiri olduğunu söyler. (s. 19). Aradığını bulamayan şair, bazen kadehlerden şifa umar, bazen de aşüfte sinesinde ağlar. Artık ömrü “asası kaybolan bir seyyah” gibi meçhul ufuklarda gezer. Kalbi de “yetim itiraflar dinleyen” manastır dehlizine benzemiştir. (s. 20.499 “Piç” şiirinde, insanların aya, güneşe taptıkları zamanda, Âdem’de sevda hissinin daha doğmadığını söyler. Kadınsız gönüllerin derdi de yoktur. (s. 21). 496 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 29-30. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31. 498 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 15-18. 499 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 19-20. 497 230 “Hiçbir insan olmamıştı aşkın esiri, / Gönüllerin meçhulüydü sevda iksiri…” Güneş yüzü görmemiş, beyaz; gözleri gök rengi; gülüşü ahenkli göl perisi ortaya çıkar. (s. 22). Sazlıklar içinde beyaz zambak gibi duran kıza, erkek hasretle bakar. Kadın gencin hıçkıran, yalvaran haline güler. Aylar geçer “güzellik mabudu” bir çocuk doğar, bütün kabile ona tapar. “Hiç kimseye benzemeyen bu çocuk bir piç, Aşk doğmuştu, her şey onun, kuvvet artık hiç!..”(s. 23).500 “Kadın Aşkı” nda, gönülleri her erkeği kabul eden fettan kadınları anlatır. “Şair, kadın kalbi ulvî bir mabed değil, Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!” diyerek kendini uyarır. Eğer aşk arıyorsa mısralarına dönmesini söyler. Kadın aşkının “bin bir renkli bir efsane” olduğuna inanır. (s. 24). Şimdi birinin dizinde ağlayan az sonra yeni bir aşk peşinde koşar. Kadın aşkı öyle bir unutuş, kendinden geçiştir ki önce aydınlık verir, sonra hülyayı boğar. (s. 25).501 “Giden Gelmez” de, aşk yaşadığı sevgilisinin kendini unutamamasını anlatır. Ağlayan sevgili, hâlâ onun adını anmaktadır. Odası ıssız, metruk bir manastıra dönmüştür. Giden günlerin geri geleceğini umut etmektedir. Bekleyen sevgiliye artık o günlerin geri dönmeyeceğini söyler. 502 Şair, “Eski Sevgiliye” de, bir zamanlar bir kadının peşinden koştuğunu, dizlerine düşüp ağladığını, bunun için de dillere düştüğünü söyler. Bugün o kadının harabesinde hıçkıran başka biri vardır. Bütün âlem bu sevgilinin gözlerine meftundur. Bakışları her ağlayana şifa vermektedir. (s. 28). O şairin kalbini ağlatan, 500 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 21-23. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 24-25. 502 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 26. 501 231 eski bir rüyadır artık. Sevgilinin yalanlarıyla aşığı aldatmasını, cinayetlerin en iğrenci olarak görür. (s. 29).503 Yusuf Ziya, 1917’de yazdığı, “millî efsane” dediği “Ozan” şiirinde, efsaneler zamanını konu edinir. Türk orduları Hint’te ve Çin’de en kahraman erleri yenmişlerdir. (s. 40). Akşamları kurulan altın sinilerde Çin testisine kımız doldurulur, Hint’in ahu kadınları kadeh sunar. Bütün kabile genç bir öksüzün matemine bürünür. Hakan bile çadırında ağlamaktadır. Savaşlar kesilmiştir. (s. 41). Herkes mezarlıklar gibi susmuştur. Hiçbir şey bu eski kedere teselli olamamaktadır. Sonra ince bir göl kamışının üstüne “narin ipek kanatları zümrüt” ten bir kuş konar. (s. 42). “Her namesi kalbin ahengiyle besteli” olan bu kuşun sesiyle gönüllerin teli çırpınır. Kuş öttükçe neşe artar, ilâhiler susar, güzel yüzler uyanır. Kabile tekrar aşka, saadete dalar. “Ak saçlılar” bile böyle bir name duymamışlardır.Kuş uçar, gider. Kabile yeniden kederlenir. Tam bu anda sazlıklardan bir name duyulur. Bu vezirin üflediği ince kamıştır. Sihirli kuş namesini ona bırakmıştır. (s. 43). Ozanı, en çok sevgililer ziyaret eder. Hasretliler kavalından şifa diler. Böyle yıllarca gönülleri besleyen ozan, son nefesini de kavalını çalarken verir. (s. 44). 504 Yusuf Ziya, “Aşk Buhranları” nda, kendinden uzaklaştırdığı sevgilisini yeniden çağırır. Kendini sevmesini, okşamasını ister. Bakışlarını “zalim iksir” olarak görür. (s. 52). Esiri olduğu bu sevgiliye gönlünde açan “beyaz zambak” a benzetir. Sonra onun kalbini delen “hain bir diken” olduğunu söyler. “Benim için, sen en ulvi şiire bedelsin!” dediği sevgilisini yeniden uzaklaştırır. Aşkından ölse bile 503 504 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 28-29. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 40-44. 232 istemediğini, busesinin kalbe zehir kattığını söyler. Gönlünün bir buhrana kapıldığını söyleyerek, bu defa da kalmasını söyler. Onsuz yaşamayı ölüm sayar. (s. 53.) 505 Yusuf Ziya, “Gözlerin” şiirinde, daldan dala konan gönlünü, sevgilinin gözlerinin kara sevdaya düşürdüğünü söyler. Sevgilinin “sevda iksiri” şehlâ bakışlarının esiri olur. O kadar tesirlidirler ki şairin ilhamını çalarlar. (s. 56). Kalbi sevgilinin hasretiyle yanan şair, ya aşkıyla yaşatmasını ya da öldürmesini ister. Çünkü gözleri aklını başından almıştır. (s. 57). 506 Yusuf Ziya, “Sokaklarda Sabah” şiirinde, kendini şaşkına çeviren aşkını anlatır. Sokaklarda sabahlayan şair, yoldan geçenlerin, gözündeki cinneti fısıldadıklarını söyler. Damarları derisinin altında “birer mavi yılan” gibi yürür. (s. 7). Yüreği yaralı, aklı şaşkındır. Sevgilinin aşkıyla kapısında sürünür. (s. 8). 507 “İtiraf” şiirinde, yaşadığı aşkları anlatır. Hem aldatan, hem aldatılan şairin sevgisi kalıcı değildir. Aşkın beşerî yönünü sever. Onun için önemli olan bir busedir. Her gün farklı biriyle olduğu için hiç kimsenin hayatında da gerçek anlamıyla olamamıştır. (s. 35). O, zengin, güzel veya çirkin aramamaktadır. Bütün bu “yosmalar” ın kendi dengi olmadığını düşünür. (s. 36).508 Yusuf Ziya, “Musiki” de, mehtaba karşı yalnız kalan sevgililere mandolinin musikisinin eşlik edişini anlatır. “Musiki!.. Musiki!.. Ey ruh lisanı, / Ey dehanın aşka büyük ihsanı!” diyen şair, böyle musikiyle geçen geceyi ömrün en hoş demi olarak görür. (s. 37.) Musikinin eşliğiyle aşk daha kuvvetli hissedilir. (s.38). 509 505 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 52-53. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 56-57. 507 Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 7-8. 508 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 35-36. 509 Yusuf Ziya, Yanardağ, s.37-38. 506 233 Yusuf Ziya, “Açık Söz” de, gönülden gönüle gezen, aşktan kalbi yıpranan bir şairdir. Her sevginin bir masal olduğunu bilerek sevmiş, sevilmiştir. Bir rüya gibi yaşadığı bu yıllarda aşkın sıcaklığını duymuştur, fakat yanmamıştır. O sevgililerden hiçbirini anmak istemez. Bu maceralarda ne aradığını bilmez. “Çölde serap arayan yolcu kadar” aşka susamıştır. (s. 42). Kalbi, bütün telleri kırık, eski bir rübap olan şair, bir güzeli tüm günahlarıyla kabul eder. Aldanıp aldatmaktan, her gün farklı bir sevgiliyle olmaktan usanmıştır. “Sen de bu yolculuktan yoruldunsa, ey güzel, Unut eski günleri.. Şu viran kalbime gel!”(s. 43). Şair, “Koşma” da dün gördüğü, bugün de görmek istediği güzelin “leblerinden goncalar vermek”, ipek saçlarını öpüp koklayarak örmek ister. 510 Yusuf Ziya, “Koşma” da, günleri beraber geçen güzelle geceyi de beraber geçirmek ister. “Çapkın”ı almak ister. Kara saçlarına, kara gözüne, her bir sözüne yüreği bağlanan şair, yüzüne döktüğü siyah kâkülünden birkaç tel almak ister. (s. 46). Sevgilinin gülüşü, bakışı karşısında içine tatlı bir baygınlık çöker, koynunda rüyaya dalmak ister. (s. 47).511 “Son Arzu” da, sevgilisinin yaşlandığı, benzi sonbahar yaprağı gibi solduğu zaman, beraber dolaştıkları yollarda gezmesini; kendini anmasını ister. O gün, şairin son hediye olarak gönderdiği bu şiiri okuyup ağlamasını bekler. Şair çok ağladığı için bu birkaç damla yaşla ruhu sevinecektir. (s. 48) Şair ölmüştür. Sevgilinin mezarlıkta adını aramasını bekler. Kabrine bıraktığı beyaz gül onu mutlu edecektir. (s. 49)512 510 511 512 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 44. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 46-47, Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 48-49. 234 “Teselli”de, her şiirine bağlanan bir kadın olduğu halde, hüznü ve sevinci onun yadına ait olan bir kadını sevmektedir. Kadının da ona karşı duyarsız olmadığını düşünmüştür. Şair aşkı bir türlü anlamamıştır. (s. 50) Kadının bin aşkı olsa da kıskanmayacağını, onun kalbinin her aşka kanmayacağını söyler. Bütün o eski maceraların unutulmasını ister. Diğer âşıklarını kendine rakip görmez. (s. 51)513 Şair, “Sevgililer” de, bile bile yıllarca kendini aldattığını, kalbini oyaladığını söyler. O kendini bin türlü azapla hırpaladığının farkındadır. Sevmek de sevilmek kadar yalan olmuştur artık. Yaşadığı her aşkta engin bir ruh aramıştır. Sevginin tükenmiş olduğunu düşünür. Birer günlük eş olan sevgilileri de artık başka yollardadır. (s. 52). Fakat o rakiplerini kıskanmaz. O sevgililerin kendi ruhunu anlamadıklarını belirtir. (s. 53) 514 “Bir Rüzgâr Esti” de, on sekiz yaşında başından geçen aşkı anlatır. Mehtabı kadehlerden içer, başında yıldızlar yüzer. Bu duygunun etkisiyle ayağı yerden kesilir, tatlı bir sarhoşluk yaşar.515 “Anahtar” şiirinde, bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli bir anahtarla yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmek; sonra dünyayı anlamak ister. (s. 27). Aslında onun istediği anahtar ne gök ne de dünya içindir. “Alnı eşiğinde bekleyenlere / Açılmak bilmeyen gönüller için!” (s. 28).516 Şair, “Bir Kuş!” ta, aşkın doğusunu masalsı bir tarzda işler. Yasla dolu bozkırda otağ kuran hakan, yapayalnızdır. Dün, “yeleli bir arslan” olan hakan bugün içten yaralı bir baştır. Savaşmaktan altın kargısı paslanır. Bu kadere tabiat da görüntüsüyle eşlik eder. Dere durgun, ufuk kızgın bir cendere, yeşil dağlara sam 513 514 515 516 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 50-51. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 52-53. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 5. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27-28. 235 vurmuş, ağaçlar yere eğilmiştir. (s. 47). Sonra alnında “zümrütten bir demet tüy” olan masal kuşu görülür. Bir kamışa konar. Herkes uyanır. Yapraklar ürperir, dallar gerinir. Sesi ateş olur yakar, dağlar; pınar olur akar, çağlar; dağ yankılanır. Kuş uçup uzaklaşır. Gönüller sesiyle büyülenmiştir. “Aşkın ağından yuva kuran” bu kuşun sesini sevgi çağından geçenler yüreğinde duyar. (s. 48). 517 Faruk Nafiz, “Ömründe iki kere sevmiş olanların hiç sevmemiş” olduğunun düşünür.518 Yaşamın özünün aşk, sevgi olduğuna inanır. Aşkın insanı yenilediğini, mutluluk verdiğini, hayata bağlılığı artırdığını, insanın dünyasına renk kattığını düşünür. Aşkın hayatında yerinin büyük olduğunu söyleyen şair, aşk için yaşadığını vurgular. Ruhunun genç kalmasının sırrının da bu olduğunu belirterek bir dörtlüğünü hatırlatır. “Sorarım sırrını hiç düşünmeden:/ Bu fani gönlümün sevinci neden Beni günden güne meğer genç eden /Daima değişen mâceralarmış.”519 Faruk Nafiz, “Aşk nedir, neden seviyoruz?” sorusuna “Aşk, gözlerin el yordamile tanıyıp anlattıkları eşya gibi, her düşüncede tecellisi başka olan ve her gönülde ayrı tesir uyandıran sihirli bir unsurdur. Onu ufuksuz bir göz, güneşli bir saç ve emsalsiz bir kadın tanıyanlar olduğu gibi yurt, aile ve sanat şeklinde görenler de vardır.” diyen cevap verir. Şair Musset’nin aşkının kutup kâşifi Amodsen’inkinden, Don Kişot’un aşkının Mecnun’un aşkından ayrı olduğunu söyler. Aşkın birçok çeşidinin okunduğunu ve bundan sonra da okunacağını belirten şair, aşkı mücerret bir tarife 517 Yusuf Ziya, Bir Rügâr Esti, s. 47-48. Ayda Bir, “Değerli Şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Ayda Bir, 29 (Kasım 1954), s. 11. 519 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat 1973), s. 22. 518 236 sokmaya imkân göremez. Herkesin kendi telâkkisine bağlı bir aşk olduğuna inanır. Kendisinin aşkı o güne kadar yazdığı parçalarda anlattığını, eğer anlatamadıysa bundan sonra da anlatmasının mümkün olmadığını söyler. İnsanın “Başının döndüğü ve gözünün kamaştığı bir zamanda iradesine hükmedemediği için” sevdiğini söyler.520 İlhan Geçer, Faruk Nafiz’in Yıldız Yağmuru adlı romanının Şükûfe Nihal’ile aşkının hikâyesi olduğunu söyler. Şükûfe Nihal’in de bu aşkı Yalnız Dönüyorum adlı romanında dile getirdiğini belirtir. Faruk Nafiz’in “Gurbet” şiirini Şükûfe Nihal’e ithaf ettiğine yer verir. Şairin: “İnce bir kızdı bu solgun sarı heykel gibi lâl Sanki ruhumdan uzak sisli bir akşamdı Nihâl Ben küreklerde Nihâl’in gözü enginlerde Gzli sevdalar için yol oruyorduk nerde” mısralarında da bu aşkı yansıttığını söyler. Şükûfe Nihal’in “Kim Bilir?”, “Su”, “Son Hatıra” adlı şiirlerinde de aynı aşkın izlerinin görülebileceğini belirtir. 521 Şükûfe Nihal’in ölümü üzerine: “ “Nihal’ine bir ağıt yaz!” dediler / Yazamadım… Nerdedir şair yari?...” diyen Halide Nusret, “şair yar” i Faruk Nafiz’in: “Bugün sen bir bakışsın, ben ondan sızan yaşım Sana bütün ömrümce uyan bir arkadaşım. Yalnız senin önünde, herkese asi başım Yere geçercesine yere eğildi kadın!” mısralarıyla ve daha birçok şiiriyle büyük aşkını dile getirdiğini söyler. 522 520 YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı- Hâtıraları- Şiirleri, s. 10. 521 GEÇER, İlhan, “Faruk Nafiz İçin”, Hisar, 120(Aralık 1973), s. 13. 237 Şair, “Bir Macera” adlı şiirinde, Nihal’e olan aşkını anlatır. Bu sevgiliyle olan hatıralarına yer verir. Bir sandal gezintisinin ardından sahile çıkarlar. Bu günleri yad eden şair, artık yalnızdır. Yaşadığı gönül maceralarına dair bir değerlendirme yapar. Sadece bir heves olan bu aşklarda heyecan duymamıştır. Bunlar onda derin iz bırakmamış; kadınlar sadece bir merhale olmuşladır. Sevmek ve sevilmenin kalbinde yer tutmadığını söyleyen şair, sonunda “sevebilme” nin hüner olduğuna inanır. 523 “Gençlik” şiirinde, Nihal’e olan aşkı ve bu aşkın hatıraları yer alır. Nihal, sisli akşam, sevda çeken gönüller için gamdır. Şair, bu sevgilinin gurubunu görmüştür. “Solgun çimenleriyle, hazin gülleriyle lâl, A‘sâr içinde bir sarışın türbedir Nihal.” (s. 13). Bir kış günü Nihal hastadır. İnce vücudunu bir humma sarmıştır. (s. 14). Şair, şimdi o ahuya esir olduğu için üzgündür. Kızın “gök elâ” gözlerinin nuru kararmış, sürekli gamlı ve bir gölge kadar sakittir. Büklüm büklüm saçları dağınık yatan bu kız ölse daha mutlu olacak gibidir. Hasta, baygın şekilde şairi anmada, onu görmek istemektedir. (s. 15). Sevgilisine koşan şair, kendinden uzakta, Nihal’in öldüğünü anlar. Bu fani kızın sesi, bir servilikte susar. Nihal ile yaşadığı bu aşk macerası matemle biter. Ne zaman bu “gömülmüş kederler” i ansa kalbindeki eski yara sızlar. (s. 16). 524 “Çoban Çeşmesi” nde, eski aşkları hasretle yad eder. Aşkın varlığı, çeşmenin canlılığıyla anlatılır. Bu çeşme, Ferhat Şirin’in aşkından dağları yarınca akmaya başlamıştır. O zaman, yaşanan aşklar yoğun olduğu için çeşmenin de derdi başından aşkındır. Aslılara yol göstermiş, Keremlerin sazına cevap vermiştir. Leylâ ile Mecnun aşkı hüsranla bittikten sonra eski aşklar da kaybolur. Çoban çeşmesi, boş 522 523 524 ZORLUTUNA, Halide Nusret, “İki Büyük Şair”, Hisar, 120(Aralık 1973), s. 8. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 3-10. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 11-16. 238 yere, teselli verecek, yol gösterecek âşıklar arar. Çünkü eski sevdalar tarihe karışmıştır. O eski fedakârlıklar yktur artık. 525 Şiir hakkında “Bu şiirde manevî râbıtalar ve ruhî temayüller anlatılıyor. Tertemiz bir kaynaktan beslenen çeşmeden akan suların temizliği katışıksız bir aşkın temizliğine benzetiliyor. Ve bugün bu sevgilerin olamıyacağı ileri sürülüyor.” der.526 Faruk Nafiz, “Ölümü Hatırlatan Kadın” da, aşkla ölüm fikrini birlikte işler. İntihar eden bir âşığı hatırlayan şair, sevdiği kadın için ölebileceğini düşünür. Ona bu fikri veren sevgilinin kendisidir. Bu afetin sevmediklerinin değil, sevdiklerinin öldüğüne inanılır. “Bazı ruhum kararır kefenlerden, mezardan, Yok mu, rabbim ölümün bir güzel şekli derdim. O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.” 527 “Orkestra Dinlerken” de, geçmişte yaşadığı aşkın izleri görülür. Şair, eski sevgilisini görünce dokuz yıl önceki duygularını hatırlar. Geçen zaman içinde yaşadıklarını anlattıktan sonra, önceki yaşadıklarının çocukluk hisleri olduğunu söyler. Niçin sevdiğini sorgular. Onun için artık bu aşk bitmişir. “Sen, ki doğmuş gibisin bir devle bir melekten, Erişilmez boyunla savdın artık sırayı…”528 “Güzel Denmeyen” de, aşkın gücünü anlatır. Sevgili hakkında söylenen kötü sözleri duymazdan gelir.529 525 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 5-6. YÜCEBAŞ, Hilmi, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel-Hayatı-Hâtıraları-Şiirleri, s. 110. 527 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 30. 528 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 75. 529 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 49-50. 526 239 “Göllerde” de, sevgiliyle geçirilen bir an anlatılır. 530 4. Aşktan Doğan Ayrılık Orhan Seyfi, “Ah, Sen! I” şiirinde, sevgiliye duyduğu aşkı ve ayrılığın verdiği azabı anlatır. Onda küçük bir yer edinebilmek için bütün varlığından vazgeçen şair, ayrılığı anlayamaz. 531 “Aşk Ormanında” şiirinde, elinde yelpaze, başında gül olan; ince tülün altında bir periye benzeyen sultanın mehtapta kırdan geçişi anlatılır. Bu mehtap ona ölümden karadır. Aşkına ağlayan sultan, “hicran ufuklarından esen rüzgâr” a sevdalısını sorar. (s. 61). Rüzgâr sadece hıçkırır, inler. En derin, en acıklı derde düşen sultan, son hicran yaşını akıtır. Son nefesinde yalnızdır. (s. 62) 532 Aşkın, acıyı tatmadan kendini göstermeyecğini; ayrılık olmadan kavuşmanın değerinin anlaşılamayacağını söyler. 533 “Sevgiliye Mektup” ta, sevgilisinden ayrı düşen âşık unutulduğunu anlar. Buna alınmaz. Onun gibi unutulanlar az değildir. Âşık, onu unutmadığını; hâlâ sevdiğini itiraf eder. Umudunu tamamen kesmez. Kendisini sevdiğine dair bir umut besler. Unutulsun veya unutulmasının gözlerinin etkisi altındadır. Sevenlerin değerinin bilinmediğini; sevmeyenlerin bahtiyar olduğunu söyler. Sevgilisinin dönmesini bekler. 534 “Rica” da, ayrılığın acısını üzerinden atamayan şair, sevgilisinin acımasını ister. Bütün bir kışı dertli geçirmiştir; yazın mutlu olmayı hayal eder. 535 530 531 532 533 534 535 Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 26-27. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 9-10. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 61-62. Orhan Seyfi, Peri Kızile Çoban Hikâyesi , s. 13. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 23-26. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 27. 240 “Aşka Dair” de, aşka inanmamak gerektiğini anlatan şair, kime gönül verilirse verilsin sonunun ayrılık olacağını söyler. Mutlu olmak hayal edilmemelidir. (s. 44). Dünyada aşk gibi kararsız bir duygu yoktur. Bundan ötürü üzülmeye de gerek yoktur. Yeniden âşık olunabilir. Ayrılığın tesellisi yoktur fakat “bu yara zamanın eliyle sarılır.” (s. 45).536 “Türküler II”, sevgilisinin dönmesini bekleyen şair, ayrılığa dayanmanın zor olduğunu söyler.537 “Ayrıldıktan Sonra” da, ayrılığın yasını tutan şair, yaşlı gözleriyle sevgilinin yolunu gözlemeyi reva bulmaz. Sevgili, herkesten yakın olduğu halde, ona acımamıştır. Gençlerin kedere düşmemeleri için güzellerde uzak durmalarını söyler.538 Orhan Seyfi, yalnızlığı işlediği “Kış Geceleri I” de, gece tek bir teselli umudu olmadan eski günleri hatırlar. Herkes sevdikleriyle beraberken o yalnızdır. Ayrılığın sonunu düşünmeden ihaneti hissettiği anda sevgilisini terk etmiştir. 539 “Saz Şairi” nde, sevgilisinden ayrı düşen âşık “kırık bir ney” gibi inleyerek derdini anlatır. Sevgilinin bastığı toprağa kapanır. Çünkü gönlü de onunla gitmiştir. (s. 87). Bu ayrılık onu derbeder eder. Onu, bu ayrılık anlarında, sadece kendi gözyaşı teselli eder. (s. 88).540 Bir ayrılık anını anlattığı “Veda” da, istemediği halde “öksüz tavrı” takınır. Hüzünle sevgiliye bakar. Diline birkaç acı söz gelir fakat söyleyemez. Gözyaşları “bir alev hâlinde” eline düşer. 541 536 537 538 539 540 541 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 44-45. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 47. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 79. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 83-84. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 87-88. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 10. 241 Şair, “Geldiğin Günün Hatırası” nda, sevgilisine, onsuz hayatın nasıl olduğunu anlatmak ister. Bir zindanın loşluğu üzerine çöker. Dünya, o olduğu için güzeldir. Uzak bir şehirde, sevgilisini arar. 542 “Hatıralar” da, aşkını gönlünde taşıyan şair, tabiatın hâlâ ayrıldıkları akşamki gibi olduğunu görür. Ormanda bülbüller ötmekte; yıldızlar yeni sırlar aramaktadır. Çam, aynı çam; yol, aynı yoldur. Şairin duyguları da dahil hiçbir şey değişmemiştir.543 Halit Fahri, “Bahara, Mehtaba Karşı” da, sevgilisiyle daha coşkulu, daha neşeli anlar geçirmek ister. Çünkü bu aşkın da sonunun ayrılık olduğunu düşünür. Onun için saadet boş bir emeldir. Öyle ki gelecek bahara, belki de sevgili olmayacaklardır.544 “Hicrana Dönerken” de, bütün neşesini, hayatını sevgiliden alan şair, ona sahip olma umuduyla gururlanır. Duyduğu tüm vaatlere, tesellilere rağmen aldatılır. Yıllar geçmesine rağmen hâlâ onu yad eder, ayrılık acısını duyar.545 “Balkonda Saatler VII” de, sevgilisinden ayrı olduğu zamanda hüzünlenen şair, bir gecelik hasrete bile dayanamaz. Dünyayı bu hüznün arkasından görür.546 Faruk Nafiz, “Uzaktan” şiirinde, ayrılığın verdiği hüznü işler. Hâlâ son bakışın etkisi altındadır. Yabancı bir beldeye giden sevgili onu anmamaktadır. Şair gibi tabiatta bu ayrılıkla doludur. “Harab olmuş gibi hicran düşüncesinden 542 543 544 545 546 ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 11. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 26. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 23. Halit Fahri, Paravan¸ s. 7. Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 9. 242 Sahil esmer, gökler bile solgun benizli. Durgun sular uzaklaşmış gibi sesinden, Hâlâ senin rüzgârlarda matemin gizli!” Şair, unutulmadığını düşündüğü anlarda üzüntüsünden kurtulmaktadır. 547 “Sensiz Bahar” da, sevgiliden ayrı geçen bir baharı anlatır. O kadar ayrılık acısıyla doludur ki baharı “kıştan neşesiz” bulur. Alışılmış bahar görüntüsünden ayrı bir manzara çizer. Ağaçlar mükedder, yapraklar sarıdır. Âdetâ bütün tabiat bu ayrılığın izlerini taşımaktadır. Şair sevgiliden ayrı geçen bu ilkbaharda birlikte gezindiklere yerlere gider. Fakat ne sevgilisinde ne de eski kendisinden bir iz bulur.548 “Ayrılık” şiirinde, aşkın ardından gelen ayrılığı konu alır. Sevgiliyle geçirilen son akşamdır. Ölse bile kavuşmayı umut eder. Şaire göre dünyada en büyük dert ayrılıktır. “Neden bakışların bu kadar ılık, / Gözlerindeki sır nedir?.. Anladım. Hicranla ölümün farkı bir adım, / Dünyanın en büyük derdi ayrılık!” Şair, sevgilisinin kendisini unutmamasını, daima anmasını ister. 549 “Hicran Akşamında” da aşktan doğan ayrılık işlenir.550 “Ayşe Sana” şiirinde, aşktan doğan ayrılığın vereceği acıyı dile getirir. “Ayşe, kaç çobandan tehlikelidir,/ Kendini ateşe atan delidir. Kuşlara emniyet etmemelidir. / Buluştuğunuz yer ormansa, Ayşe!”551 “Serenat” şiirinde, Ay Hanım’a olan aşkını anlatır. Ay Hanım’ı ilk defa bir nisan akşamı balkonunda görür. Sararmış yüzünden ruhunun hasta olduğunu 547 548 549 550 551 Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 30. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 46. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 52-53. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 28. 243 düşünür. Sonra onun “eşinden ayrılan bir kız” olduğunu öğrenir. O, ağlatmış, ağlamış, sevmiş ve sevilmiştir. Şair, akşamları onu görmek için gezmektedir. Görmediği zamanlar ruhu gamla dolar. Kalpleri bir olduğu halde bu ayrılığa, duyulan bu özleme bir mana veremez. Aşkı o kadar yoğun duyar ki bu duygularının ancak ölümle biteceğini söyler. “Bana derdinizken bugün hediye / Gülmeyin beni tez unuttu diye Bu ziyaretlerim seyrekleşirse… / Bir de bakarsınız büsbütün yokum, / Biliniz, dünyada ben o gün yokum, O bana hasretin işlediği gün.”552 “Yemin” şiirinde, aşkın ardından gelen ayrılığı anlatır. Bu ayrılığı ölümden beter görür. Kendisi mutsuz olsa da sevgilisinin mutlu olmasını ister. Hasret duymasına rağmen şikâyetçi olamayacağını söyler. 553 “Ne Kaldı” şiirindeyse ayrılığın ardından gelen çaresizliğini anlatır. 554 “Kalbimizin Külleri” nde, ayrılığı anlatır. Anlatıcı olarak birinci çoğul şahısı kullanan şair, sevgilinin çok acı verdiğini vurgulamak ister gibidir. Onlar sevgili için her türlü fedakârlığı yapmaktadırlar fakat sevgili bırakıp gider. “Biz, ki ettikti feda neşen için neşemizi, Biz, ki emretsen eğer kanla boyardık denizi, Sen de en sonra, kadın, sen de bıraktın mı bizi?.. Tutuşan kalbimizin külleri sürmendi senin!”555 “Humma” şiirinde de ayrılıktan doğan acı işlenir. Sevgilinin gidişinin ardından şairde hastalık hâli belirir. Âdetâ hayatı da elinden gitmektedir. Ayrılık 552 553 554 555 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 33. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 55-56. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 97-98. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 33. 244 sırtına çöken koca bir dağ gibidir. Bunun bir karasevda olabileceğini düşünen şair, bu kadar hüznün kendine yakıştırılamadığını söyler. Bu hâlden kurtuluş yolları arar. 556 “Has Bahçe II” de, sevgiliden ayrı geçen bir anı vardır. O, sevgilisiz geçen zamana yaşanmış denilemeyeceğini söyler. Sevgilisinin merhametine sığınarak kendi hayaline yer açmasını ister. Bu acı bekleyiş sonunda şair, ölüm düşüncesine varır. 557 “Has Bahçe III” de, sevgilisinden ayrı kaldığı anlardaki hâlini anlatır. Sevgili hayatını bir başkasına bağlar. Şair karamsarlığa kapılmadan yeniden kendine döneceğini umar. O, sevgilinin hatıralarıyla doludur ve onları canlı tutmaya çalışır. Ondan ayrı kendini gurbette görür. Sevgili onun bu hâline kayıtsız kalmaktadır. 558 “Şehriyara Veda” da, “beyaz tenli Şark ilâhesi” nden ayrılmıştır. Aradığı semavî kadını bulur fakat o artık bir başkasına aittir. “Yolumuz düşmeden güzel Şark’a / Sönüyor kalbimizde son sevda. O beyaz tenli Şark ilâhesine, / O derin gözlü şehriyara veda!”559 Şair, “Ayrıldığın Akşam” da, sevgilinin yaşadığı şehirden gidişiyle beraber tabiattaki ve hayattaki değişiklikleri verir. Sevgilini gidişiyle bir “semt” in birden boşalmış gibi sessizliğe bürünüşü verilir. Bu sessizlik şiirin sonunda daha da genişleyerek bütün bir “şehr” e dağılır. Bu gidişle kumsaldaki ayak sesleri kesilir, kapılar sürgülenir, perdeler iner. Âdeta hayat durur. “Yer, gök, suların çizdiği levha kadar boş, Yollar düşünür, bahçeler ıssız, yalılar boş… Kandilleri üflenmiş olan kubbe kederde, 556 557 558 559 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 36-37. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 91-92. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93-94. Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 8. 245 Bir salkım üzüm vermiyecek bağlar ilerde!” Şehirdeki her manzara sevgilinin varlığıyla yeniden anlam kazanacaktır. 560 5. Sosyal Duyarlılık Enis Behiç, “Yanık Efe” de, sevdiğine göz diken beyini öldürerek konağa asi gelen efenin hikâyesini anlatır. “Kuzuyken kurt olan” bu efenin yurdu artık Madran Dağı’dır. Zengin de olsa, kimsenin sevdiğine kötü gözle bakmaya hakkı yoktur. Zaptiyeler tarafından aranmaktadır. Tam sevişme çağındayken öleceğini düşünür. “Efe dağda kartalsa, / Faizci de yarasa!.. Halkın canını alsa / O gelmez mi yasağa?...” diye isyan eder. (s. 205).561 Faruk Nafiz, “Yılbaşında” şiirinde, yılbaşı gecesi eğlenceden dönerken sokakta uyuyan yurtsuz sefillere rastlar. Onlar, yolun çukurlarında suların donduğunu gün doğmadan seyretmektedirler. Karanlık bir sabahtan okunan ezanı duyarlar. Şair de başıboş, gönülden rahat olarak, onlar gibi, sevgilisinin kapısında sabahlamak ister.562 “Muztaribler” başlığı altında sosyal yaraları ele alır. “Aç” ta, yokluk içinde, aç olan insanı “kireçli toprağa dikilen bir ağaç” a benzetir. Etrafında birçok kötülük, olumsuzluk boy gösterirken o, varlığını koruyamaz. “Bir nesli uykusundan uyandırır bu hâller, Doğar aç midelerden nur topu ihtilâller:” 560 561 562 Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 56. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 203-206. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, . 12. 246 İlim ve irfandan uzak kalındığı zaman, çatışmalar da son bulmayacaktır. 563 “Kahpe” de, “kirpiği sürmeli, gözü tahrirli” Fatma’nın vücudunun her yeri “dinç atları sulayan mermer yalaklar” gibi yabancılara açıktır. Vücudu başkalarına hizmet ederken onun bağrı yanmaktadır. Şair, onun yabancılara, yüreğinde olsun yer vermemesini ister. “Benim içim şenlenir sen derdini eştikçe, Güzelleşir gözümde kadın kahpeleştikçe!”564 “Pekçokları” nda, çalışmasının karşılığını alamayan köylünün isyanı vardır. Hem hayat şartları hem de kendi derleriyle mücadele eden bu insan, çözüm yolları arar. Her türlü fedakârlığı yapar. Sonunda bütün emeklerini başkaları yerken ona bir şey kalmaz. Şair, yarasının derin olduğunu, kapanmak nedir bilmediğini söyler. Fani kederlerinden teselli bulmasını ister. “Istırabın kendisi” olduğu için bu dertleri de kolay kolay bitmeyecektir.565 “Piç” şiirinde, babasız doğan, kundaksız bir çocuğun musalla taşına bırakılışını anlatır. Hayatına tek başına atılacak olan bu çocuğu, annesinden ayırmayı doğru bulmaz. İsa peygamberin de babasız olduğunu hatırlatır. İnsanlar, sanki kendi geçmişleri belliymiş gibi, bu çocuğa “soysuz” derler. Soyluluğun aslında bir tesadüf işi olduğunu düşünür. (s. 29). Onu boğsalar ya da kör bir kuyuya atsalar böyle bırakmaktan iyidir. O, günahı işleyenden iki kat fazla azap çekecektir. (s. 30). 566 563 564 565 566 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 7. Faruk Anfiz, Çoban Çeşmesi, s. 8. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 9. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 29-30. 247 “Onlar” da, bir sokak kadınının maruz kaldığı olaylara yer verir. Yara içinde olan kadın, hatıraları avutmak isterken duyduğu para sesiyle yeniden ıstıraba boğulur.567 “Sefillerin Ölümü” nde, hastalığının ilâcı güneşken soğuk ve loş bir odada yaşayan bir sefilin ölümünü anlatır. Odaya rüzgârın dolduğu bir anda bile göğsü havasızlıktan daralır. Başkaları dövüne dövüne can verirken ölüm onu bir derin uyku hâlinde alır.568 “Bugün Yoldan Geçenler” de, “dertten yana bahtı açık” olan bir yolda gördüklerini anlatır. Önce değneğiyle yaşamaya çalışan bir âmâ geçer. Sonra, her yeri parçalanmış bir köylü geçer. Bu köylü, onun gibi olan binlerce kişiyi hatırlatır. Alın teriyle ancak böyle yırtık giyinebilmiştir. Onu, ayaksız,“son cenkten arda kalmış bir adsız” takip eder. İnsanların ona değil, kendi kalpsizliğine yanmalarını ister. 569 “Garipler” de, insanın yeryüzüne çıktığı günden beri yeryüzünü garipler kapladığını söyler. Gülmeler sevinçten değildir. Gündüz gülen yüzlere kanılmamasını; ıstırabın gece kendini gösterdiğini belirtir. Şair, ne zaman sevinç duysa başkalarının kederi dolar içine. 570 6. Destanlara İlham Veren Türklerin Atası Orhan Seyfi, “Gazimize” şiirinde, Atatürk’ün, “köhne izler üstünde emekleyen” Türk milletini, “kartal pençesiyle” aşılmaz dağlar, denizler üstünde uçurduğunu söyler. O’nun “ilâhî baş” ı karanlıktaki umutsuzlara bir güneş gibidir. (s. 567 568 569 570 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s.31. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 32-33. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 36-37. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 38. 248 165). O, çökmüş, dağılmış bir milleti “mezar” ından çıkarıp, göklere fırlatmıştır. (s. 166).571 “Çoban, Sürün Dağılmasın!” da, Atatürk, bir “çoban” timsaliyle anlatılır. O’nun, tek başına kurduğu ordusunun başında olması istenir. Ordu, önce Hakk’a, sonra O’na emanet edilir. Düşman saldırılarından, haydut kırımlarından zayıflayan orduyu gözetmesi, düşmanları yaklaştırmaması istenir. Ordu, “sürü”; düşman, “kurt”; içteki düşmanlar “haydut” benzetmeleriyle anlatılır. 572 “Atatürk’ün Ölümü” nde, tarihin, bütün bir milleti ardına katan böyle bir kahramana, artık rastlayamayacağını söyler. O’nun kudreti akla sığdırılamaz. Savaşta korkulan bir “arslan yele” yken, barışta yanan bir “meşale” dir. 573 Yusuf Ziya, efelerin kahramanlığını anlattı “Sarı Zeybek” te, “Ulu Hakan” dediği Atatürk’ün milletin başına geçerek en son destanını kanla yazmasını ister. 574 “1919-1933” şiirine memleketin matemli hâlini anlatarak başlar. Halk, kendi vatanında vatansız gibidir. İstanbul “yamyamlar” a ziyafet çekilmiştir. (s. 57). O günlerde bir “ünlü” Samsun’a ayak basar. Bu “ateşler içinden gelip geçmiş er” etrafına umutlar suna suna yürür. Milyonlarca Türk’ün derdini göğsünde toplayan bu erin arkasından genç, ihtiyar, kadın, kız yürür. O, dertlerden hız almaktadır. Şair, daha sonra bu erin tasvirini yapar: Bakışları deniz kadar yumuşak, saçı güneşi emmiş bir demet altın başaktır. Onun geçtiği yere gün vurur. O, sararmış ota, yaralı kuşa can verir. “O kimdir?... Milyonla Türk birleşip bir tek olmuş! 571 572 573 574 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 165-166. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 171-172. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 139. Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 6. 249 Yıkılan memlekete kolları destek olmuş!” Yurdun içinde düşman pusu kurarken halife ordusu da işe başlar. (s. 59). Bu er, vatan uçuruma sürüklenirken dağılan kuvvetleri toplar. O, “Tanrı gibi her şeyi yoktan varetmekte” dir. (s. 60).575 “Büyük Misafir” de, Türk’ün gözlerinde artık elem yerine sevinç gözyaşları vardır. Çekilen her acı yerini daha iyi günlere bırakmıştır. Bu misafir karşısında Marmara alkışla çağlamaktadır. Bu vatan her şeyini bu misafire borçludur. Tarihte böyle bir kişi bir daha kolay kolay görülmeyecektir. Bu Türk on asırlık yolu on yılda almıştır.576 1922’de yazdığı “Çankaya” da, buraya çıkan yolun ebediyet yolu olduğunu, ucunun Allah’a kadar gittiğini söyler. Bu yol dertle dolu bağırların yasını avutur. Teselli dağıtır. “Kızıl saçlı zafer kartalı” nın yaşadığı yer de burasıdır. Dullar, yetimler buraya gönül bağlar. Çünkü bütün umutsuzluklar, olumsuzluklar burada silinir. Şair, bu kadar tesirli bir yeri evliyalar uğrağına benzetir. Burası suyu Kevser, ağaçları tuba olan cennet bağına benzetilir. 577 “Atatürk” te, bu kahramanın millete kanat gerip iyi günlere ulaştırdığını; vatana yeni baştan can verdiğini söyler. Vatanda göze çarpan ne varsa O’nun eseridir. (s. 35). Her yerde “Tanrı” gibi görüldüğünü; gönüllerin kendinden geçerek O’na taptığını söyler. (s. 36).578 “Adsız Şiir” de, Çankaya’nın Atatürk’e yakışır bir mekân olduğunu anlatırken Atatürk’ü “kartal” a benzetir. 575 576 577 578 Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 57-60. Faruk Nafiz, Suda Halklar, s. 88. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 85. Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 35-36. 250 Çankaya, bu kartalın kanatlarını aklayabilmiş, onu yıllarca barındırabilmiş, ona yuva olabilmiştir. Onun sarsıntısından taçlar düşmektedir. Göğüs çarpınısını korkmadan dinlemek güçtür. Onun içinde yanan güneş, etrafını da ateşe verir. (s. 29). Her adımı arzı oynatmaya yeter. “O eşsiz kahraman, dünya ağırlığında” dır. Bütün milletler ona boyun eğerken o milletten aldığı güçle daha da haşmetli durur. “Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa hepsi onda şekl aldı!” (s. 30).579 Şair, Atatürk’ün ölümü üzerine yazdığı “Ebediyet Yolunda” şiirinde, “Başbuğ” un ilk olarak milletten ayrı olarak yola çıktığını söyler. Dünyada O’nu yalnız bırakmazken bu seferde beraber olmamak acıdır. O, “Gayya” ya düşen Türk’ü yok olmaktan kurtarmıştır. Millet, ebedî yolculuğundan döndürmek için toplanır. Fakat gücü ancak kabrine yüz sürmeye yeter. 580 Başka bir şiirde onun dünyaya gelişinin olağanüstü olduğunu işler. Çünkü gökyüzü, yeryüzüne en güzel örneği verebilmek için, gece gündüz binlerce yıl çalışmıştır. Yüzü uluları kendine çeksin, gözü düşmanları yensin diye uğraşılır. Türklük en ulu yıldızını onunla bulur. Ülke ondan hız alır. O kadar büyük bir erdir ki gündüz güneş, gece ay, ışıklardan kızını ona el öpmeye gönderirler. Büyüklüğü karşısında bütün kâinat ona baş eğer. (s. 63). Kimsesiz uluslar, onun kendilerine de sahip çıkmasını dilerler. (s. 64).581 “Güç” te, her kahramanın tarihe girmesinin güç olduğunu hatırlatan şair, “destanlara ilham veren” Türklerin “Ata” dan sonra bir efsane beğenmeyeceğini söyler.582 579 580 581 582 Faruk Nafiz, Akarsu. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 33. Faruk Nafiz, “Atatürk’e”, Akarsu. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 16. 251 7. Kaybolan Cennet: Hatıralar Edebiyatın hemen her türünde eser veren Halit Fahri, hatıralarını da yazar. Edebiyatçılar Geçiyor ve Edebiyatçılar Çevremde adlı eserleri dönemin basın ve edebiyat hayatını vermesi açısından zengin kaynaklardır. Bu eserlerde, dönemin sosyal hayatıyla ilgili değerlendirmeler de bulunur. Bunun dışında Eski İstanbul Ramazanları’nda eski İstanbul’un ramazan geleneğinin yanında çocukluk hatıraları da görülür. İlerleyen yıllar içinde günyüzüne daha net çıkan hatıraların, sanatçıların eserlerinde yer alması son derece tabiîdir. Hayatın en hoş kısmını oluşturan çocukluk hatıralarına şairlerin kayıtsız kalması düşünülemez. Orhan Seyfi, “Çakaldağı Türküsü” nde, çocukluğunda bulunduğu bu “zümrüt” dağı hatırlar. Etrafı bağlarla çevrili olan dağda, sincaplarla dallara tırmanmış; kelebeklerle koşmuştur. Çocukluğunun bu güzel dönemini hasretle anar.583 “Çengelköy” şiirinde, elli yıl önce ayrıldığı Çengelköy’de gezerken çocukluğunu düşünür. Zamanla Boğaz’ın birçok yeri değişmişken burası eskisi gibi sessiz, sakindir. Doğduğu evi, asırlık çınarı, camii, sokağı tanır. (s. 103). Köyün delisi “Kâmil Ağa” yı hatırlar. Zamanın onu değiştiremeyeceğini düşünür. İzzet Yesari’den üstün tuttukları hattat Sami Bey’i, hırçın olmasına rağmen, severler. (s. 104). Miralay Ahmet Bey’in genç yaşta ölen eşi Növber Hanım’ın acısını yine duyar. Hamalcı Kerim Ağa, Çerkez Ali Bey geçer gözünün önünden. Bütün çocuklar gibi onun da ilk aşkı Naile’dir. Çocuklar, kızmasına rağmen, elinde doğdukları ebe İlhami 583 ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 94. 252 Hanım’ı severler. Köyün cerrahı Mustaefendi, diplomasızdır. İhtiyar Angeli’nin “derde devadan başka “ her şey bulunan aktar dükkânını hatırlar. (s. 106). Burada yine herkes birbirini tanımaktadır. Yabancı olan bir tek şairdir. Boş yere tanıdık bir yüz arar. Tüm tanıdıkları “göçüp” gitmiştir. Dar, kuytu sokaklarda gençliğini arar. (s. 107).584 “Telgraf Sokağı” nda, Çengelköy’de doğduğu yer olan Telgraf Sokağı’nı ve çocukluk günlerini anlatır. Sokak o kadar dardır ki evlerin saçağı birbirine değer. Orada ne kışın soğuğunu, ne de yazın sıcağını sezmiştir. Canlı, gürbüz bir çocukluk geçirir. (s. 108). Sokağın en yiğidi bir o, bir de Karabaş’tır. Çocukluk aşkının evi de oradadır. Ömrünün en güzel çağı orada geçmiştir. Yeniden o günlere dönmek ister. (s. 109).585 “Evimiz” de, eski evlerini hatırlayan şair, çocukluk günlerine döner. Evleri, çok güzel değilse bile sağlamdır. Dikkati çeken yeşil sokak kapısıyla övündüğü günler; dedesinin ilâhilerle, dualarla hacdan dönüşü; kapının tokmağı; avlu; ambar; Nakşi Kalfa; mutfaktaki kuyunun çıkrığı gözlerinin önünden geçer. On üç yaşında komşu kızına âşık olmuştur. Üst kattaki sofada babası Zavallı Necdet’i okur. Mesleği gereği işinde sert olan babasının hisli bir kalbi vardır. Onun ev hâlini düşünür. Her zaman herkesin işine koşan annesin ise bir köşesi yoktur. Dedesinin anlattığı masalları bu dünyadan hoş bulmuş; o âleme dalıp gitmiştir. Şair, en ince ayrıntısıyla hatırladığı bu ev ve orada yaşanan hayatla mutludur. Geçirdiği o güzel günlere şükreder. “Kaybolan cennet” i özler.586 584 585 586 ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 103-107. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 108-109. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 110-115. 253 Halit Fahri, “Kış Gecesi -1-“ de, Konya hatıralarına yer verir. Kıştır, karlar “buzlu yıldızlar” ın altında parıldarlar. Ne bir tren ne de bir gece yolcusu vardır. Damlar bile soğuktan donmuştur. Bazen hasta bir köpek acı acı ulur. Boğuk sesler duyulur. Yükselen kıpkızıl ayı “bir büyücünün tunç altını” na benzetir. (s. 38). Alâaddin Tepesi’ndeki saat kulesi “kefenli bir heyulâ” gibi mazinin sesini verir. “Korkulu, boş sokaklara hâkim karakış” ölüm duygusunu uyandırır. (s. 39).587 Şair, “Yaslı Adam Ağlamakta” da, kırk yıllık ömrünün değerlendirmesini yapar. Kırk yıl önce bir pansiyon odasında yalnız yaşarken evlenir. Nasıl sevdi, nasıl sevildi sorusuna cevap vermez ama bu kırk yıl mutluluk içinde geçmiştir. (s. 3). Hatıralar aklına gelir. Ada, güneş, bahar. Bir çiçek gibi olan kadını bağrına basar. Kadın ölür, adam yaşlı ve yalnızdır.(s. 4).588 Şair, “Unutmuşum” da, otuz beş yıl öncesini hatırlamak ister. Âşık olarak geçtiği sokaklar o kadar karışıktır ki sevgilisinin evini bile bulamaz. (s. 84). Ötüp duran kanaryanın kafesinin bir balkonda mı yoksa pencerede mi olduğunu hatırlayamaz. Asıl hazini sevgilisinin gözlerini unutmasıdır. (s. 85).589 “İlk Acı” da, “ağlayan hatıralar köşesi” dediği çocukluk yıllarında duyduğu ilk acıyı anlatır. Hasta annesi hava karardığında öksürür. Solgun yüzü yastıkta erir. Oda ise türbe sükûnuyla huşu içindedir. (s. 22). Babası Kur‘an okurken o da sessiz, kendi hâlinde durmaktadır. Acı geleceği, annesinin öleceği geceyi, hissetmiş gibidir. Duvarlardaki nesih, sülüs levhaları hatırlar. Daha sonra annesinin hastalığından önceki geçirdikleri yangını hatırlar. Unkapanı yangınıyla yollara düşmüşlerdir. Kırkçeşme, Zeyrek, Fatih’ten yukarıya “kızıl bir gök altında” yokuşları tırmanırlar. Kaçarken elinden tutanın kim olduğunu hatırlayamaz. O hatıralar içinde sadece fener 587 588 589 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 38-39. Halit Fahri, Hep Onun İçin s. 3-4. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 84-85. 254 ışığında siyah bir çarşafı hatırlar. Her taraf karanlıktır. Gök cehennem gibidir. Şairin anne hasreti, o yangın gibi hâlâ içini yakmaktadır. (s. 23). 590 “Bakırköy Akşamları” nda, çocukluk hatıralarını anlatır. Baruthane yolunda, denizi gören bir yerde dinlenmiştir. (s. 88). Gezintiler sonunda daldığı düşünceler, akşamın esrarıyla dolması, o küçük yaşının ölmez hatıralarıdır. Karagözü seyrederek eğlenmiştir. Uçurtmalar, kâğıthelvası, yeldirmeli hanımlar, sepetlerden çıkarılan salkımlar bu tabloda yerlerini alır. Bir de çocukların biricik sevgilisi Belkıs’ı hatırlar. Kız rüştiyesinin en güzel kızıdır. Hep uzaktan gördüğü bu kızın sesini hiç duymamıştır. (s. 89).591 Faruk Nafiz, maziye hasret duygusunun mazi denecek kadar hatıralar toplandıktan sonra duyulduğunu belirtir. Bunun için de mazi hasreti kimine gençlikte kimine yaşlılıkta gelir. “Bu gelen zaman hatıranın kesâfetine bağlıdır.” diyerek çocukluğunu özleyen yetimlerin, mazi hareti duymayan yaşlıların olduğuna dikkati çeker.592 “Çocukluğumdaki Gözlerle” şiirinde, çocukluk yıllarına ait hatıralarına yer verir. Bu Sakızağacı’nda eski bir yalıda geçen bir gecedir. “Gurubu üç kadeh altında seyreden” babası, minderinde oturmaktadır. Şair, çocukluğunda gördüğü dünyanın değiştiğini fark eder. Koy, ay, çocukluğunda oynadığı meydan aynı değildir. Orada artık çocuklar da oynamamaktadır. Çocukluğunda gördüğü dünya o kadar küçülmüştür ki “büyük cihan” ken “oyuncak cihan” hâline gelmiştir. Bu değişiklik şaire hüzün verir.593 590 591 592 593 Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 22-23. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 88-89. Faruk Nafiz, “Çamlıca’dan Bir Haber”, Yarın, 38(13 Temmuz 1338/ 1922), s. 214. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 37. 255 8. Sonsuz Uyku: Ölüm Orhan Seyfi, “Küçük Sultan” da, on altı yaşında bir çocuğun ölümünü anlattığı için ölüm düşüncesini güzelleştirir. Ninni edasıyla yazdığı u şiirde ölümü tatlı bir uykuya benzetir. Küçük Sultan uyumaktadır. Başucundaki servi divan durarak gece boyunca onu bekler. Sabahlarıysa serçeler kapısını çalar. O, açık saçık uyur, üşütür diye odasının her yeri kapatılmıştır. (s. 69). Irmakların akan suyu ninni söyler, rüzgârlar uyumasını fısıldar. Hayat sürekli bir didişme olduğu için böyle rahat uykudan uyanılmaz. (s. 70).594 Orhan Seyfi, “Vasiyet” te, ölümünden sonrasını hayal eder. Dostlarının o öldüğünde samimi olmalarını ister. Bir daha yüz yüze gelmeyecekleri için bütün sırlar açıklanmalıdır. Böylece gerçek dostlarının kimler olduğunu görecektir. 595 “Ölümden Sonra” da bir “hiç” olduğunu bildiği halde yok olma fikrini içine sindiremez. Öldüğünde yaşayanlara düşman olacağını düşünür. Son kuvvetiyle mezarından çıkmak isteyecektir. Ölüm düşüncesini kabul edemez.596 “Kendim İçin” de de öldüğü anı hayal eder. Kendine acıyarak bağrına basmak ister. Herkes bırakıp gidecektir. O, kendine ağlayacaktır. 597 “Münacat I” de, “hayat denen sebepsiz savaş” için çabalamayı, ölümü bilerek yaşamayı manasız bulan şair, ölüm düşüncesinin en büyük ıstırap olduğunu söyler. 598 Orhan Seyfi, “Şairin Ölümü” nde, kendi ölümünü hayal eder. O öldükten sonra adını anan, soran yoktur. O, melek olup uçsa da etraf karanlıktır. Şairlerin anlattığı tabiat şimdiki tabiat değildir. Artık sam yelleri esmekte; çimenler bir sarı 594 595 596 597 598 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 69-70. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 3. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 16. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 17. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 21. 256 kum; güller zakkum; müjdeci kuşlar susmuşlardır. Şairin çizdiği iz de kaybolmuştur.599 Şair, “Ecel” de, ister sebepsiz ister vakitsiz, nasıl olursa olsun ölmeye hazırdır. Sevgilisinin ölümünü görmek istemez. Ecelin geldiğini hissederek ölmek istemez.600 “Var Olmak, Yok Olmak Meselesi” nde, ölümü sorgular. Yaşlılığı can sıkıcı bulsa da yaşamayı ister. Birçok insan öldüğü halde kimse ölümün ne olduğunu bilmemektedir. Madde ölmediği halde, insan benliğinin neden mahvolduğunu sorar. Dünya, yıldızlar, yer, gök, toprak, en küçük zerre bile yaşarken insanın ölümünü anlamaya çalışır. Aşkın, güzelin, iyinin değeri yok mu da onlar da insanla kaybolmaktadırlar. Madem ölecek o halde niçin doğmuştur. 601 “Ölüm ve İhtiyarlık” ta, şair, aslında ihtiyarlığın da bir çeşit ölüm olduğu düşüncesini işler. Önce gözler, sonra saçlar, sonra da dişler gömülür. Unutuluşuyla bu hâl bir işkence hâlini alır. İnsanın nefesi çıkmadan önce öldüğünü düşünür. 602 “Ölümün dehşeti.. esrar.. ölümün karanlığı… Asırlardan beri insan zekâsı bu korkunç meçhulu yenmek, ölümü tekrar hayat yapmak için uğraşıyor.” diyen Halit Fahri, filozofarın gökyüzünde bu hikmetin sırrını, fen adamlarının duran kalbi yeniden hayata getirecek formülü aradıklarını söyler. Ararlar fakat bulamazlar. Ölümün yenilmez bir kuvvet olduğunu kabul eder. Bu konuda yapılan bütün çalışmaların da boşa çıkacağını düşünür. Fransız yazar Noeëlle Roger’in Le Nouveau Lazare adlı romanının tezini hatırlatır: “ Dirilen insan ebedî mekânsızlık 599 600 601 602 ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 121. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 123. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 124-125. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 151. 257 içinde ıstıraba düşmektedir. Öldükten sonra dirilmek düşüncesi, ölümden bile korkunç! Bu azaba düşen insan ruhu için bir an sükûn imkânı yoktur.” 603 Halit Fahri, inkılâba kadar acı, matem ve kanla geçen yılların sonunda, ölüm ürkekliğinin biraz da tabiî bir kaçınma hissi telâkki edilebileceğini söyler. 604 “İnsanoğlunun en büyük sefaleti, ölümün veya ölüm düşüncesinin karşısında duyduğu o ölümden de dehşetli azaptır.” diyen Halit Fahri, bu mefhumun yazıla yazıla tüketilemeyeceğini söyler. Bu duygunun insan ruhunda “ebedî korkunç muamma” olduğunu düşünür. 605 Yaş ilerledikçe insanların ölüme karşı, özellikle, yakınlarının, sevdiklerinin ölümüne mukavemet hissinin azaldığını düşünür.606 Her şeye alışıldığını fakat ölüme alışılamadığını düşünen şair, sevdiklerin birdenbire sesiyle, çehresiyle dostluğuyla insanların arasından ayrılıp gitmesi ve bir gölge oluvermesinin insanları önce derin bir sersemliğe, sonra yakıcı ve sarsıcı bir ıstıraba, sonunda ümitsizliğe, hayattan nefrette karışık bir korkuya sürüklediğini söyler. 607 Halit Fahri, “Kâbus” ta, yağmurlu bir kış gecesi hasta yatan şair, “ifrit” ölümün kendinden uzaklaşmasını ister. Hayattan usanmış çok kimse vardır ama o henüz umudunu yitirmemiştir. Yaşamak ister. “Muattar buseli” bir bahar bekler. Mum söner. Baykuş sesi duyar. Pencerelerin kapandığına, üzerine bir heyulâ yürüdüğü vehmine kapılır. Vücudunda soğuk ürperişlerle fecri bekler, ölümü uzaklaştırmak ister.608 Şair, “Annemi Ararken” de, bütün bir kışı loş bir odada inleyerek geçiren “biçare” annesini anlatır. Bir gölge gibi sessiz annesinin başında bekler. Annesinin 603 604 605 606 607 608 “Ölüp De Dirildikten Sonra”, Uyanış, 2041/356(3 İlk Teşrin 1935), s. 290. OZANSOY, Halit Fahri, “Ahmet Haşim”, SF-Uyanış, 2338(12 Haziran 1941), s. 40. OZANSOY, Halit Fahri, “Ahmet Haşim ve Eserleri”, S. P., 5248(17 Mart 1945), s. 4. “İstanbul’un “Ada” Denen Cenneti”, S. P., 1897(15 Temmuz 1951), s. 4. OZANSOY, Halit Fahri, Edebiyatçılar Çevremde, s. 44. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 42. 258 “hiçbir şeyi” olmadığın söylerler. O, bu “hiç” in anlamını yıllar sonra anlamıştır. (s. 50). Ölüm “daima güzele düşman olduğu için” onu almıştır. Annesinin hasretini derinden duyar. Muhabbetiyle, şefkatiyle yetimlere, dullara derdini unutturan bu annenin şimdi de oğlunun derdini dinlemesini ister. Sevdiği kadınlar, “zehirli hatıralar” bırakarak gitmişlerdir. Hicranla bütün emelleri eriyen şair, artık ölmek ister. Şair, sadece kışta değil, baharda da “gam devşirmeye” başlamıştır. Istırabına musiki de teselli veremez. (s. 51). Şefkatten mahrum yaşayamayan şair, annesinden koynunu açmasını, onu beklemesini ister. Bir servinin dibinde, yan yana mesut uyumak ister.609 “Geceleyin Mezarlar” da, ölüm duygusundan çok mezarlıktaki ürkütücü bir olayı anlatır. Esen rüzgârla, harap olmuş kemiklerden “madenî bir feryat” duyulur. Mezar soyguncuları işe başlamıştır. İnsan, öldüğünde de rahat edememektedir. 610 “Akbabalar” da, bu kuşların haykırışları dinleyen büyük bir korku verir. Karakış bütün suları dondurmuş, vadiye çıkışı kapamıştır. “Ölümün arza pusu kurması” yla bütün mezarlar dolmuştur. Böyle bir anda akbabalar da ceset aramaktadırlar.611 “Karanlık -1-” de, geceyle çöken ölüm duygusunu anlatır. Karanlık, tavan, baykuşun ötüşü mezarda olduğu vehmini uyandırır. Damarlarında akan kan, ölümün gölgesini gezdirdiği için ondan da korkar. Bu duygudan kurtulmak isteyen şair, günün doğmasını, hiç olmazsa ayın parlamasını ister. 612 “Karanlıkta -2-” de, karanlıkta ölüm korkusuyla boğuşurken dışarıdan gelen sesle suda bir vurgunun haberini alır. (s. 31). Bu sesle iyice telaşlanan şair, ateşten sayıkladığını düşünür. Işık 609 610 611 612 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 50-52. Halit Fahri, Zakkum, s. 10. Halit Fahri, Zakkum, s. 11. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 30. 259 ister, bir mum ışığı bile yetecektir. Bu korkudan kurtulmak için Allah’a yalvarır. Vurulup sahile vuran cesedi hayal etmeye başlar.(s. 32). Serviler uğuldamaya başlar. Ölümün yaklaştığını hisseder. Odası sular altında kalır. (s. 33). 613 “Öksüz Duası” nda, Annesiz iki kardeşin uykusuz, sabaha kadar ağlamalarını anlatır. Kâbe’ye gittiğini düşündükleri annelerinin aylarca yolunu gözlerler.(s. 11). Camları sarsan rüzgârdan korkan kız, ağabeyine sokularak Kâbe’ye döner, annesini çağırır. Sesine rüzgârdan başka cevap gelmez. İki kardeş annelerine kavuşmak için dua ederler.(s. 12).614 Şair, “Yavrumu Düşünürken” de, kaybettiği yavrusunun acısını anlatır. Uyandığında onu göremediği için sabahları çok hazin bulur. Küçücük kollarıyla başında hale oluşturarak uyuduğunu hayal eder. Bütün sevdikleri şairin ömrü gibi geçip gitmiştir.615 “Niçin” de, ölüm karşısında isyan eder. Sevgilisini güzel, zarif, iyi kalpli, duygulu yaratan Tanrı, “göklerinde ışık yokmuş gibi” onu alarak şairi ışıksız bırakmıştır.616 “Mezarının Başında” şiirinde, sevgilisinin ölümüyle birlikte “dağ gibi bir yas” ın altında ezildiğini söyler. 617 Halit Fahri, “Hep O!” şiirinde, eşinin ölüm acısına dayanamayacak hâldedir. Saat vurduğunda, sofra kurulduğunda, gelen giden olduğunda hep onu hatırlar. Onu konuşur; onu düşünür; onun için ağlar. 618 613 614 615 616 617 618 Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 31-33. Halit Fahri, Paravan, s. 11-12. Halit Fahri, Paravan, s. 13. Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 7. Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 8. Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 14. 260 “Dakikalar, Saatler” de insan beyni ölüm korkusuyla burkulurken dakikaların, saatlerin sonsuz bir karanlık olduğunu düşünür. İnsanın dakikada bin kere ölü dirilirken yapacağı en büyük kahramanlık, ölmek değil yaşamayı başarmaktır. 619 Ölümün bir gün geleceğini kabullenen şair, çok geçmeden yaşanmak istenenlerin yapılmasını ister.620 “Uyusun!” da, bir ömür boyu seven şairin ölümünü anlatır. Sesi, sabah olunca kuşlarda duyulur. Gölgesi toprakta kalsa da “sazının altın halesi” güneştir, sulara vurur. Halit Fahri, şairin rahatsız edilmemesini ister. Uyumalıdır. Yorgundur. 621 Şair, ”Hastanede Son Gecesi” şiirinde, kız kardeşinin ölümünü anlatır. Odadaki eşyalar hastayla daha önce vedalaşmış gibi toplanmıştır. Solgun yüzlü gen kız, etrafındakileri artık tanıyamaz. Sadece bir hıçkırığı duyulur. “Ruhu, şimdiden karanlık ıklimleri, nur içinde bir hayal gibi tavaf etmekte” dir. Fakat kalanların hiç tesellisi yoktur. Sevdikleri ağlayarak yanından geçer. Son kez alnından öpülür. 622 Ölen kardeşi Maide’ye ithaf ettiği “Eyüp Mezarlığında” şiirinde, ölümü “sonsuz uyku” olarak görür. Ölümde, daha önce kaybedilenlerle yeniden görüşme düşüncesiyle bir mutluluk da bulur.623 “Hastanede” şiirindeyse “sonsuz bir yolculuk” dediği ölümü özler.624 Enis Behiç, “Miras” ta hayatının muhasebesini yaparken gençliğinin geçip gittiğinin farkına varır. Saçındaki akların hepsini görmeye ömrü olmadığını düşünür. “Ömrümün mesafesi o kadar yıl uzar mı?..” 619 620 621 622 623 624 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 13. Halit Fahri, “Elele Tutuşalım Dostlar!”, Sulara Dalan Gözler, s. 87-88. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 15. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 26-27. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 29. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 53. 261 Şair, bir müsrifin servet saçması gibi, günlerini harcadığını fark ederek telâşa düşer. Bir eser bırakamadan ölme düşüncesi onu mahveder. (s. 6). Ölüm düşüncesini silmek ister. Bu düşüncesinden kurtulursa her heyecanından âbide değerinde eserler çıkarabileceğini düşünür. Aynadaki aksinin yarattığı ölüm düşüncesinden uzaklaşmak isteyen şair, “Kara tahta üstüne bir küçük yaramazın Çizip bozuverdiği garip bir şekil gibi.” dünyadan silinip gideceğini düşünür. O da talihin elinde “ucuz bir oyuncak” tır. Bir gün kırılıp bir tarafa atılacaktır. Duyduğu ölüm korkusu şevkini öldürür. Yokluk bütün varlığını bürür. Kanı hâlâ canlı olsa da beyninde uyuşturucu bir yas duyar. (s. 7). Dünyada malı mülkü olmayan şairin ölümü hiç kimseyi ihya etmeyecektir. (s. 8).625 “Düşündün mü?” de, şairliğin verdiği farklı düşünceleri yaşayan Enis Behiç, duygularına ortak olan biri olup olmadığını merak eder. Derin, yeşil ormanlarda dolaşırken yaprakları kurutacak sonbaharı düşünür. O, nisan güneşinin “yaşatıcı ışık” ları altında hem tatlı hem acı bir hevesle genç yaşta ölmek ister ve bu duyguyla titrer. (s. 13). Ölüm düşüncesi bu kadarla da kalmaz. Hayat bu kadar güzelken intiharı bile düşünür. (s. 14).626 “Hayat bir harp meydanı, ölüm bir düşman topçusudur: Bazı dağınık bir ateşle etrafı tarar, bazı aynı noktayı fasılasız döver.” diyen Yusuf Ziya, ölümün hiç kimseye ansızın gelmediğini söyler. Sevilen yakınların ölümü birbirini takip eder. 625 626 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 6-8. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 13-14. 262 Giden her can, insandan kopan bir parçadır. İnsan, ölen her yakınıyla biraz ölür. Günün birinde içinde kalan son hayat zerresi de uçar, gider. 627 Yusuf Ziya, annesinin ölümünden duyduğu acıyı işlediği “Ölü Evinde Düğün” 628 şiirine eski konaklarının tasviriyle başlar. Büyük bir mateme gömülen konağın yediveren gülleriyle dolu bahçesi, bir fırtına geçmiş gibi perişandır. Eski günlerden iz kalmamıştır. Herkes bu ulvî matemin önünde susarken duyduğu gülme sesleri şaire acısını daha derinden hissettirir. (s. 6). Bu evde olan düğün şaire daha ağır gelir. Eski konak gözüne daha viran görünür. “Ah anne, bak kimler giydi tacını! / Anne, uyan anne şu halime bak!...” (s.7) Yusuf Ziya, 1918’de yazdığı “Vakitsiz Gurûb” da, mehtaplı bir gece tasvirinden sonra, yeni bir sevdaya düşen kızı anlatır. (s. 45). Bu genç kızın annesi solgun, saçları ağarmış, beli bükülmüştür. Sanki hayatla vedalaşıyor gibidir. Mezarlıklar kadar ıssız olan bu geceye tabiat da eşlik etmektedir. “Ay hicranlı bir göz gibi kızarmış, / Sahilde döğünüp ağlıyor deniz.. Bahçede bahardan kalmamış bir iz.” Uzak yıldızların bakışı mahzun, kuru dallar siyah pençe gibidir. Kadın ufka yaklaşır, karanlık dehlize girer. (s. 46). Artık ihtiyar kadın kimsesizdir. Solgun çevresini matem sarmış, bu ıssız yolda gizlice ağlamaktadır. (s. 47). 629 Yusuf Ziya, “Anahtar” şiirinde, bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli bir anahtarla yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmeye çalışır. Kaybolan sesleri duymak, kaybolan yüzleri görmek ister. Sonra dünyayı anlamak ister. Ölüm denen “sonsuz, büyük rüya”nın muammasını çözmek ister.630 627 Yusuf Ziya, “Ölüm”, Cumhuriyet, 3054(6 Teşrinisani 1932), s. 3. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 6-7 629 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 45-47. 630 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27. 628 263 “Bir Gün” de, ölümü işler. Bir gün onu “anne toprak” göğsüne basacaktır. O öldükten sonra da yaşayacağına inanır. Elleri bir çınarda yaprak; sesi dalda öten bir kuş olacaktır. Bu dünyadan da uzak olduğu için huzuru bulmuştur. 631 Şair, “O Gün” şiirinde, kendi ölümünü hayal eder. Ardından ağlanmasını istemez. Odasında, belki döner diye, ışık yakılmasını ister. Resmine her gün bir kere bakılsın ister. Ardından hiç kimse boyun büküp ağlamamalıdır. O ağlayacak, kalanlar gülecektir.632 “Bir Gün” şiirinde, ölümden sonra da tabiatta farklı şekilde yaşayacağı fikrini işler. “Toprağa kavuşmak” dediği ölümden sonra, buluttan düşen yağmur, yıldızdan damlayan nur, yeşil yaprakta huzur, bir kuşun ötüşü olarak varolacağına inanır. 633 Şair, “Ölüme Doğru” da, bir buhran içinde olduğunu anlatır. Yanarken üşümektedir. Her çehreyi yadırgar olmuştur. Sesi kısılır, nefesi daralır. (s. 58). Geçmiş zamanları hatırlar. Eski rüyaları seyre dalar. Yanında ağlayan bir ses duyar. Kanatları kapanır, havasız kalır. (s. 59).634 “Bir Selvi Gölgesi” nde, ölümü işler. Aldığı her nefesi son nefes gibi verir. Neşe, ihtiras, arzudan uzaklaşmak ister. Kahkahalar zehri, ışıklar gözlerine serpilen bir avuç kumdur artık. O bir servinin gölgesini özler. (s. 5). Kırk yılın son emeli bu gölgedir. “Alnını ölümün anne eli okşayınca” bütün acıların bu servi gölgesinde biteceğini ümit eder. (s. 6).635 “Ayna Karşısında” şiirinde, ölümünün yaklaştığını hisseder. Aynada gördüğü her akiste ölümden bir iz görür. İki donuk göz bebeği, içine serviliklerin gölgesini bırakır. Saçında aklar çoğalmış, dudaklar kansız bir çizgi halindedir. Çökük 631 632 633 634 635 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 36. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 37 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 38 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 58-59 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 5-6 264 yanaklarından yaşlar akar. (s. 9). Işıklar sönünce de odasının türbeye döndüğünü düşünür. (s. 10).636 “Genç Ölü” de, yirmi yaşında ölen bir genci anlatır. Bu genç, yirmi yılda yirmi asır yaşamış gibidir. Dünyanın her türlü nimetlerinden faydalanmıştır. Bunların içinde, memnu olanlar vardır. (s. 13) Bu genç her seneyi bir güne sığdırarak yaşamıştır. O kadar gençtir ki uykudan uyanacak bir hali vardır. (s. 14) 637 Faruk Nafiz, ölümü fazla sever insanların hayata herkesten daha çok bağlandıklarını düşünür. Türk Edebiyatında ölümün “Allah sevgisi ile Allah kokusu” gibi “sevimli ve zıt” iki şekil gösterdiğini söyler. Allah’a kavuşma telâkkisinin ölümün dehşetini azalttığını, onun karşısında hayatın ağır bir kâbus olduğunu belirtir. “Şiirde bahar ve akşam tasvirleri gibi hayat ve ölüm tahasürleri mütedavil sermaye halindedir.” diyen şair, hemen her şairde bu konuyu işleyen şiire rastlanabileceğini söyler. Şairin ölüm telâkkisinin çoğu zaman hayatından ayrı bir mahiyet gösterdiğini düşünür.638 “Yıllardır” şiirinde, düştüğü tek yönlü aşkı anlatır. İçindeki ateşle yıllardır yanan şair, bu aşkın yarınından umutsuzdur. O kadar umutsuzdur ki genç yaşına rağmen ölümü istemektedir. “Kalbiniz bir derin şefkat gölü mü İçinde kendimi buldum bakarken Sevdirdi en sonra, gençliğim varken, Yeşil gözleriniz bana ölümü!”639 636 637 638 639 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 9-10 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 13-14 Faruk Nafiz, “Edebiyatımızda Ölüm Telâkkisi”, Yedigün, 563(20 Birinci Kânun 1943), s. 8. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 37. 265 “Bir Mersiye” de, ölen sevgilinin ardından duyulan elemi dile getirir. 640 “Kelebek” te hasretle birlikte ölüm de kendini gösterir. Sevgili köyden gideli yalnız kalan şair, intiharı düşünür. Gönlü âşık, delidir. Sevgiliyi arayan ruhu, dağ, deniz, orman, dere gezer. Aramalıdır. Öünkü hasrete katlanırsa yaşayamayacaktır. Böyle hasret çektikçe de ömrü uzun olmayacaktır. 641 “Ölümü Hatırlatan Kadın” şiirinde, aşkla ölüm fikrini birlikte işler. İntihar eden bir aşığı hatırlayan şair, sevdiği kadın uğruna ölebileceğini düşünür. Ona bu fikri veren sevgilinin kendisidir. Bu afetin sevmediklerinin değil sevdiklerinin öldüğüne inanılır. “Bazı ruhum kararır ketenlerden, mezardan, yok mu, rabbim ölümün bir güzel şekli derdim. O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman. Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.” 642 “Öldüğüm Zaman” şiirinde, ölümün her kalbe ayrı bir azap verdiği halde, kendisinin o günü hasretle beklediğini söyler. “Bana dert oldu ömrüm… Bükündü elemle Mezarımı bir gelin gibi çiçekliyorum. Ölüm her kalbe ayrı bir azap olsa bile Ben o mukadder günü hasretle bekliyorum.” Şairin ölümü isteyişinin ardında kalp yorgunluğu vardır. Uzun seneler kahır çekmiştir. Ardından ağlayacak biri olmadığından gençliğine de yanmayacaktır. 640 641 642 Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 59-61 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 11. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 30 266 Hayatının ilkbaharında olacak olan bu ölümün, kendisinin en güzel günü olacağını söyler. Öldüğünde mezarında kardeş, dost, sevgili yüzü istemez. 643 Şair, “Annesiz Ölü” şiirinde, ölümden duyulan elemi anlatır. Bu elem, ölümün kendisinde değildir, ölümün şeklindedir. Şair aşk uğruna ömrünü tüketmektedir. Bir genç kadının ardından ağlamasını ister. Çünkü onun bu vakitsiz ölümü kadının matem tutması için yeterlidir. Fakat bu kadın hayata yine sevda ufuklarından gülecektir. Bu durum şairi büyük üzüntüye boğar. “Hiç can veriş var mıdır bundan daha elemli: Yaşarken gözü nemli, ölürken gözü nemli?.. Ah annesiz ölüler, sevgilisiz ölüler!”644 Faruk Nafiz, “Serçe İle Kız” şiirinde, Zeynep adlı kızın sevdiği gencin başkasına aşık olduğunu öğrenmesinden sonra bu dert ile sararıp solması ve sonunda ölümü anlatılır. Karşılığını bulamayan sevgi ölümle sonuçlanmıştır. 645 “Melek” şiirinde, ölümden kaçış vardır. Zeynep, annesinin “Melek yavrum!” sözünü merak eder. Çünkü melekler kanatlı olur. Daha önce üç yavrusunu kaybeden anne Zeynep’i de kaybetmemek için, kanadını kopardığını söyler. 646 “Karacaahmet” te, İstanbul’un ölümle özdeşleşen bu mekanını ele alırken ölüm gerçeğini hatırlar. Ölümü kaçınılmaz olarak kabul eden şair, bir an öldüğünü farz eder. Sevgiliye doymadan ölmeyi kabullenemez. “Hayatın şirine göynüm kanmadan /Karacaahmede göçerse yerim, Benden bir an bile fazla yaşıyan / Herkese diş biler, ölüm dilerim!”647 643 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 36. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 43 645 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s.57-58 646 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s.59-60 647 Faruk Nafiz, Akarsu, s.22. 644 267 Faruk Nafiz, “Has Bahçe II” şiirinde, sevgiliden ayrı geçen bir anın acısını dile getirir. Böyle ayrı geçirdiği her anı gurbet olarak nitelendirir. Onsuz geçen her anı zevaline bir adım olarak görür. Sevgilisinden merhamet dileyerek kendisini hatırlamasını ister. Sevgilisiz geçen zamanı yaşanmış kabul etmeyen şair, sonunda ölüm düşüncesine varır. “Fışkırmak istiyor bileğimden benim bu kan, Bir gün guruba karşı göçüp gittiğim zaman Yadınla gezdiğim kayalıklarda akşam et!”648 Şair bu şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te, sevgiliden ayrı geçen günlerde kendini gurbette hissetmede ve ölümü özlemektedir. “Dünyada son şeref bana kahrınla öldüğüm, Ruhumda ansızın çözülür bağlanan düğüm Tarihe şair ismimi yazsam kanımla ben”649 “Düşünce” şiirinde, sevgiliden ayrı yaşamaktansa ölmeyi tercih eder. “Yalnız yaşamaktansa nigarımdan uzakta Ölsem, diyorum, dâr u diyarımdan uzakta…”650 “Sonsuz Rüya” da, ezelî varlığa gönül bağlayanların, ebedî dünyayı hissettiklerini söyleyen şair, ölümün dünyada görülen rüyanın devamı olduğunu düşünür.651 648 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.92. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.94. 650 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s.133. 651 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 146. 649 268 9. Doğmayan Güneş: Bekleyiş Orhan Seyfi, “Sevgiliye Mektup” ta, sevgilisinden ayrı düşen âşığın bekleyişini anlatır. Unutulduğunu anlayan âşık üzülmez. Unutulanlar az değildir. Âşık onu unutmadığını, hâlâ sevdiğini itiraf eder. Umudunu tamamen kesmez. Kendisini sevdiğine dair bir umut besler. Unutulsun veya unutulmasın gözlerinin etkisi altındadır. Sevenlerin değerinin bilinmediğini; sevmeyenlerin bahtiyar olduğunu söyler. Sevgilisinin dönmesini bekler. 652 Faruk Nafiz, “Bir Bağ İçindeki” 653 şiirinde sevgiliyi hasretle bekleyişini anlatır. Akşam olup tabiatın değişmesiyle beraber sevgiliyi görme isteği artar. “Durgun sularda akşamı gömdük, çiçekledik; Yoktun söğütlerin sarışın gölgesinde sen. Ey şimdi erganûnunu kasrında inleten! Akşamlar indi. Biz seni yollarda bekledik...” Şair tabiatta olan değişiklikleri sevgilinin yokluğuyla açıklar. Gölleri matem sarar, yapraklar düşmeden solar, sahil derinleşir, kamışlar gölde süzülür, sahilde neşe kalmaz. Bütün bu tablo içinde yollardan nur uman bir tek şairdir. Sevgiliyi bekleyiş onu canlı tutmaktadır. Birinci çoğul şahısı kullanan şair sevgilinin birçok kişiyi etkileyebileceğine dikkati çeker. Şiirin sonunda sevgilinin çekildiği uzletten çıkmasını ister. “Giden Sultan”654 da da sevgiliyi bekleyiş anlatılır. Şair birinci çoğul şahsın ağzından konuşur. Bu gösteriyor ki sevgili kendisine bir çok kişiyi esir edecek kadar 652 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 23-26. Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 14. 654 Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 24-25. 653 269 etkileyicidir. Sevgilinin gidişinden içi yanan şair sürekli onu anar. Onun dönmeyeceğini bildiği halde hâlâ yollarını gözler. Şair, “Yuvamın Kuşuna” şiirinde büyük bir bekleyiş içindedir. Uzun yıllar sevgilisini bekleyen şairin beklemekten gözüne kan yürümüş, gönlündeki kızıllık göğe vurmuştur. Bu kadar bekleyişten sonra yine sevgilisini bulamaz. Kalbinde başkasına yer vermez. Sevgilisinin gelişiyle beraber yazgısının değişeceğini düşünen şair ölünceye kadar bekleyecektir. “Mevsimidir, geleceksen gelmeli, / Gözlüyorum sende bir ilk bahar ben. Taliimi döndürecek o eli/Gözlüyorum ölünceye kadar ben.”655 Şair, “Son Âşık” şiirinde hasretle geçen gençliğine rağmen ümitsiz değildir. Sevgilisinin son âşığı olmayı ister. Şair o kadar yoğun duygular içindedir ki bu bekleyişi kavuşuncaya kadar bitmeyecektir. “Ey başından şimdi sevda rüzgârı esen, Böyle her gün yollarımdan geçsen de süzgün Sen benimin büsbütün terk olunduğun gün... O mukadder günü, bilmem, düşündün mü sen?”656 “Yağmurlu Bir Gündü” şiirinde, sevgilisiyle olan bir anını hatırlayarak onu bekleyişini anlatır. Yağmurlu bir günde birliktedirler. Sevgili o günü hatırlayıp yağmurda, karda o yoldan geçeğini söylemiştir. O da böylece yollarının birleşeceğini düşünür. Böyle yağmurlu bir günde sevgilisini görmek ümidiyle aynı yola gelir fakat o sözünü tutmamıştır. Bütün kırgınlığına rağmen o beklemeye devam edecektir. “Daha ben va‘dini hatırlar diye / Bu alil ömrümü çok sürüklerim Ölürsem kalb olur bir iniltiye / Dallarda perişan öksürüklerim!657 655 656 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 14. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 34. 270 “Esir” 658 şiirinde “yollardan esiriyle birlikte geçen sevgili”yi arar. Şairin bekleyişi çok kahırlı olmuştur. Saçlarına beyazlar dolmuş, aylarca süren fırtınalar kalbini yormuştur. Fakat her ses sevgilinin gelmeyeceğini söylemektedir. Şair bu arayışında tabiata sığınır. Enginlere diz çöker, esen rüzgâra yalvarır, kayalardan onu sorar. Bir cevap alamaz. Sevgiliye giden bütün yollar boştur. Şair yalnızlığını dile getirdiği “Sen Nerdesin?” şiirinde büyük bir bekleyiş içindedir. Kendisiyle beraber bütün eşya bu yalnızlığı dindirecek olan sevgiliyi beklerler. “Yanan alnım duvarda, sönen gözlerim camda, Yuvamı çiçekledim, sen bir meleksin diye. Senin için kandiller tutuştu kendisinden, Resmine sürme çektim kandillerin isinden. Saksıda incilendi yapraklar senin için, Söylendi gelmez diye uzaklar senin için...”659 “Damlalar 2” şiirinde, hayatın geçici olduğunu, herkesin silinip gitiğini söyler. Bu hayatta ona bir tek sevgilinin gölgesi hatıra kalmıştır. Sevgilisine büyük bir özlem duyan şair onu beklemektedir. “Bir güldür, açarken dökülür, hasret içimde: Ömrüm geçiyor, gelmedi, bir beklediğim var!”660 “Has Bahçe I” şiirinde sevgiliyi beklemektedir. Bu ümitsiz bir bekleyiştir. “Son goncaların döküldüğü” mevsimde sevgilinin gelmesini istemez. Çünkü mevsimin gamı ona da yansıyacaktır. “Doğmayan güneş gibi” sevgiliyi bekleyen 657 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 41. Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 26-28. 659 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 51-52. 660 Faruk Nafiz, Akarsu, s.59. 658 271 şair, nisan ayında birlikte olmak ister. 661 Şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te bu bekleyişi daha ümitli ve ısrarcıdır. Sevgilinin bir başkasına bağlandığını bildiği halde ye‘se düşmeden onun geleceğini umar. Sevgiliye dair hatıralarını canlı tutmaktadır. “Sen başka ömre bağladığın gün hayatını Ben ye’se düşmeden yine bir gün gelir dedim, Son goncamın döküldüğü gün hatırâtını Nergisle, yaseminle, menekşeyle süsledim...” 662 “Tutuş, Yan!”663 şiirinde ise beklenenden ümit kesildiği anda gönlünün yanıp tutuşacağını vurgular. 10. Tarih Duygusu “1908 yılına kadar Türk şiirinde tarih mahdut bir yer tutar. Abdülhak Hâmid’in tesiri ile yazılmış şiirlerin dışında, bazı tesadüfî işaretlerle, 1897 Türk- Yunan savaşının yarattığı heyecânı aksettiren, ve o devir mecmualarında geniş yer tutan kahramanlık şiirleri arasındaki târihe bazı temaslarla, Mehmet Emin’in bu konudaki şiirleri ve II. Abdülhamid’in başlattığı Osmanlı devletinin kuruluş yıllarının ihyâsı hareketi etrâfında meydâna gelen bâzı manzûmelerle sınırlı olduğu söylenebilir. 1908’den sonra, bir taraftan milliyetçilik akımı olmak üzere çeşitli fikir akımlarına, diğer taraftan imparatorluğun dağılmasına, çökmesine ve milletin uğradığı büyük felâketlere bağlı olarak târih, şiirde ön plâna çıkar ve şairler “ecdâd rûhundan şevk ve kudret alma ihtiyacını” duyarlar. 661 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 91-92. Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93. 663 Faruk Nafiz, Akarsu, s. 18-19. 662 272 Balkan Savaşı, bütün zafer ve mağlûbiyetleriyle büyük bir felâket olan I. Dünya savaşı, bu duyguya ilham kaynağı olur ve onu besler. (s. 41) 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgâli ile fiilen başlayan ve üç yol süren Millî mücâdele devresinde, bu mücâdeleyi anlatan, alevin karşısında yazılmış, milletin giydiği “alevden gömleğin” yakıcılığını, her ânı ile duyurmaya çalışan bir edebiyât meydâna gelmiştir. (s. 42).664 Orhan Seyfi, “İstanbul fethi, tek vaka hâlinde bile bir milletin tarihini şerefle doldurmaya kâfidir. Bu fetih, hiçbir sanatkâr dehasına lüzum göstermeden baştan başa bir detan güzelliği taşır.” 665 diyerek fethi ilim ve sanatçı kalemlerinden öğrenmek ister. On yıl sonra, fethin beş yüzüncü yıldönümü için yazdığı “İstanbul’un Fethi” nde, savaş öncesi şehrin ayrıntılı bir tablosunu çizer. Fethin en kanlı zamanında, Fatih’in aleminde görülen de kandır. Mayıs sonlarında, bir saltanat, son günlerinin korkusunu yaşar. Türk ordusu şehri sarmıştır. Bu fetihle beraber dünya yeni bir devre girecektir. (s. 2). Fetih başlar. Gökyüzü velvelerle dolar; atlar kabarmış yeleleriyle koşarlar. Toz, duman, ateş, kan birbirine karışır. Etrafa cehennemden alevler saçılır. Bir hamleyi diğer bir hamle izlerken Jüstinyen kaçar. Ulubatlı bir burca sancağı diker. “Türkler geliyor!” çığlıkları duyulur. Böylece bir çağ kapanır; yeni bir çağ açılır. “Şark’ın eşsiz incisi” artık Türk’ündür. (s. 3). Dünyanın asırlardır gözü olduğu bu şehir, artık Fatih’in iradesi gibi kuvvetli Türk’ün elindedir. Bu, “mutlu ışık beldesi”, nuruyla, Bizans’ın cinayet dolu tarihini yıkayacaktır. “Artık savaşın hüznüne hayranlık içindir; 664 BİRİNCİ, Necat, “Millî Mücâdele Devresi Şiirinde Târihî Kadro”, K. A. M., 2(Nisan 1984), s. 41- 42. 665 ORHON, Orhan Seyfi, “İstanbul’un Fethinin Yıldönümü”, Çınaraltı, s. 3. 273 Artık zaferin şiir için, insanlık içindir!”. (s. 4).666 Orhan Seyfi, “Eğri Kılıç” ta, Türk’ün kahramanlıklarını bir kılıç yoluyla hatırlayan şair, tuğların çölde Nil’i geçtiğini; atalarının Vistülün suyundan içtiğini söyler.667 Halit Fahri, kahramanlığı işlediği “Bükülmez Dal” da, Türk’ü yaprakları kıvılcım; meyvesi zafer olan bir dala benzetir. Vatan için her zorluğa direnmiştir. Bu dalın yuvası göklere çıkan bir ağaçtır. “Son kargalar” dediği düşmanları da bozguna uğratmıştır.668 Halit Fahri, 1917’de yazdığı “Türklük Ölmez” de, dünya durdukça Türklüğün ölmeyeceğini, ebedî olacağını söyler. Onun namı asırlardır dillere destan olmuştur. Şair, Türklüğün ilk ocağı olan Türkistan’ı da ayrı düşünmez. Anadolu’nun Türkistan’dan ayrılmadığını “eş” olduğunu söyler. Türklüğün hem Asya’da hem Avrupa’da daha da büyüyeceğini düşünür. Kafkasya’yı hür hayal eder. 669 Enis Behiç, Türk kızlarını anlattığı “Turan Kızları” nda , onlara bu adı vererek coğrafyayı geniş tutar.670 Şair, “Millî Neşide -1-, -2-” de, Türk milletinin kahramanlıklarını anlatırken “Altay” dan geldiklerini; “Çamlıbel” de uğuldayıp coştuklarını söyler. (s. 90). Bu milletin soyunda Türkmen, Oğuz, Başkurt, Tatar, Kırgız gibi kahraman “kardeş” ler vardır. Demir dağları delen bu “Bozkurt” ların “Orkun” da, “Kül Tigin” den kalma yazısı olduğunu hatırlatır. (s. 91). 671 666 667 668 669 670 671 ORHON, Orhan Seyfi, İstanbul’un Fethi, s. 1-4. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 134. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 34. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 37. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 88. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 90-91. 274 Enis Behiç, Edirne’nin geri alınması sırasında yazdığı “Ey Meriç!” te, bir zamanlar suyu Türk topraklarından akan Tuna’yı hatırlar. O, Meriç’in “muazzam, nazlı hemşire” sidir. Kaybından duyulan hüsrana Meriç teselli olur. Tuna’nın kaybı, Türk tarihinde bir matem olarak yer alır. 672 Yusuf Ziya, “Akından Akına” şiirinde, Türk tarihinde önemli bir yeri olan akıncıları konu edinir. Yer gök akıncıların adımlarında titremiştir. Üç yüz akıncının Tuna kıyısından geçtiğini söyler. 673 “Sultan Osman’ın Rüyası” nda, Anadolu’nun kahramanlar ocağı olduğunu söyler. Bu topraklarda at koşturan ordu, kargılarıyla kâinata karşı durmuştur. Osman Gazi henüz han olmadan Şeyh Edebali’nin zaviyesinde yetişir. (s. 18). Sultan Osman, rüyasında yüzünde nur, gözlerinde din aşkı olan bir ihtiyar görür. İhtiyarın bir elinde asa, bir elinde yay vardır. Kuşağının arasından doğan gümüş renkli ay genç Osman’ın alnına konar. Sinesinden büyük bir ağaç çıkar, dünyanın her yanına dağılır. (s. 19). Sultan Osman, Söğüt’te orduyu toplar. 674 “Çınar” da, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir çınara benzeterek vatanın o günkü durumunu anlatır. Önce filiz olan çınar, serpilip göğe boy atar. Altında binlerce insan yaşar. Sonra bir gece ansızın fırtına kopar. (s. 8). Kıyamet kopuyor gibi her yanı mezar kokusu sarar. Azrail, yollarda pusu kurar. “Eflâke ser çeken bu çınar bile/ Kökünden sarsıldı bin azab ile!” 672 673 674 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 93. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 3. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 18-19. 275 Bu “vahşi rüzgâr” la beş yıl savaşılır. Dalları parçalanır, yaprakları düşer. İnleyerek yıkılmaktadır. Son mirasını da yemek için üstüne binlerce “böcek” üşüşmüştür. (s. 9).675 Yusuf Ziya, “Moskof Güzeli” nde, Türk tarihinde kanlı bir yaprak dediği, şanlı serdarın zafer yolundan çevrilişini işler. Devletin tacının bir Moskof güzelinin aşkına feda olmasını kabul edemez. Fakat bu güzeli görünce Baltacı’ ya hak verir. 676 “1919-1933” şiirinde, bu yıllar arasında geçen olaylar anlatır. İstanbul’un işgaline; Atatürk’ün Samsun’a çıkışına; İzmir’ den düşmanın denize dökülüşüne; yapılan inkılâplara yer verir.677 “Toprak” ta, toprağı sevmek için birçok sebep görür. “Tanrı’nın nur elleri” yle Âdem ondan yoğrulmuştur. Ondan gelen insanoğlu yine ona dönmüştür. Bütün sevgililer oradadır. (s 30). Oğuz, Timuçin, Gazneli Mahmut onda yatmaktadır. Kosova, Plevne, Niğbolu onda yazılmıştır. Fatih, onun altında yatmaktadır. Sakarya’nın alev kanı onun bağrında akar. Gazi de onun koynundan bakar. Mimar Sinan’ı, Fuzuli’yi, Neim’i anar. “Yıldızlar sana yağıyor/ Göklerin rahmeti sana! Sendedir bütün varlığım / Ey toprak, ey toprak ana!” (s. 31).678 Aşkın doğuşunu masalsı bir tarzda işlediği “Bir Kuş” ta, bozkırda hakan ve otağına yer verir.679 “Öyle Bir Günde” şiirinde, geçmişe, Türk tarihine özlemini dile getirir. Atalarının dövüştüğü savaşları özler. (s. 63). Osman Gazi’nin bir neferi olup Nilüfer’i kaçırmak ister. Kendisini altı asır öncesinde bulmak ister. Hacı İl’in dört 675 676 677 678 679 Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 8-9. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 57-63. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 30-31. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr esti, s. 47-48. 276 bin erinden biri olup Sırpsındığı’nda savaşmak ister. Akıncıyken vurulup düşmeyi hayal eder. İstanbul’un fethine katılmak, Viyana surlarını zorlamak ister. Malazgirt, Niğbolu, Kosova’yı özleyen şair, öyle günlerde yaşamak ister. (s. 64). 680 Faruk Nafiz, “Yıldırım ve Timur” da, verilen mücadelenin güttüğü davadan değer aldığını söyler. Yıldırım, düştüğü zindana devlet götürür; Timur ise girdiği saraya sıklet olur.681 11. Makberî Sükûnet: Yalnızlık Orhan Seyfi, “Gölge” de, sevgilisinden ayrılan şaire hayat ağır bir yük gibi gelir. Yalnız kalan şair, ıstıraplıdır. Yolu uzadıkça kendi gölgesini bile tanımaz hâle gelir. Bir müddet, belirip kaybolan bu gölgeyle mücadele eder. Kendini her yerde takip eden bu gölgeye kim olduğunu, ne istediğini sorar. Gölge, aşkı olduğunu; ona itaat etmesini; ondan kurtuluşu olmadığını söyler. 682 “Kış Geceleri II” de, karanlık düşüncelere dalan şair, kurtuluş için bir ışık arar. Allah’ın, “uzun kış gecelerinin koynu” nda yalnız kalanlara acımasını ister. Eşi ve sevgilisi olmadığı için gençliğini sonu gelmez bir kışa benzetir. Ömründe bir tek gün bile mutlu olmamıştır.683 “Yeis” te, kırklı yaşlarda olan şairin gençliği boş yere geçmiştir. Şimdi, “dalından kopmak üzere olan çürük bir sarı yaprak” tır. Gençliğindeki gönül çarpıntıları yavaşlamış, aşk kalmamıştır. Yalnızdır. Ruhunu yas kaplayan şairin, hiçbir umudu, ihtirası kalmamıştır. Şimdiden “yarı toprak” olduğunu düşünür.684 680 681 682 683 684 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 63-64. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 131. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 15-16. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 86. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 52. 277 Halit Fahri, “Yalnızlık Geceleri” nde, yolları “ölüm sükûtu” saran gecede, “Solgun bir sabah yerine kıyamet yakınsa cihan susarmış.” sözünü hatırlar. Düştüğü korkuyu anlayamaz. Allah’ın varlığına sığınarak yalnızlıktan kurtulmak ister. Siyah bir mezarlığın hayaliyle titrer. Baykuşun sesiyle de tüm emellerini yitiren şair, alnında “gecenin soğuk elleri” ni hisseder. 685 “Kış Gecesi -2-” de, duyduğu derin yalnızlığı işler. Köpeklerin acı acı uluması ona birinin öldüğünü düşündürür. Seslerden korkar. Hırıltılar duyduğu vehmine kapılır. (s. 40). Rüzgârın bu sesleri durdurmasını ister. Bu sesler, kimsesizlerin hıçkırıklarından daha çok ürperti verir. Yalnızlık, korku ve ölüm duygusunu doğurur.686 “Ufukta Kandiller” de, solgun yıldızlı gecede, mısralarının sesine odasının sessizliği cevap verir. Uzaklara, rüyalı ufuklara dalar. (s. 4). Göğü kaplayan ilâhî sükûn yorgundur; tüy gibi yavaş yavaş yere iner. (s. 5).687 “Yalnızlık” ta, “geceden başka yolcusu olmayan” uzun yollarda ne beklediğini bilmeden dolaşır. Günahkâr kalbinde bir mezar taşının ağırlığını duyar. “Kabri andıran, yıldızları ademe gömülü” gökte sarı ay da ne aradığını bilmez. Şaire, ne aradığını soracak kimse de yoktur. Gökten ölümü bekler bir hâli vardır. Cihanı kaplayan bu kâbus, bir sihirbazın büyüsüyle dağılır. Şiirleriyle hayata tutunmasını söyleyen bir ses duyar.688 “Sabaha Karşı Hisler”, de, “sabahın gecenin kollarında henüz uyuduğu” ıssız bir köy gecesinden ilham almak ister. Bunun için ya çılgın ya da âşık olmalıdır. Uzaktan gelen ney sesi ona yalnız olmadığını hatırlatır. Sadece “alev nefesli” 685 686 687 688 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 33. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 40-41. Halit Fahri, Paravan, s. 4-5. Halit Fahri, Paravan, s. 8. 278 neyzenin değil başka dertlilerin, başka âşıkların da uyanık olduğunu anlar. Onlar da kendi gibi bağrı yanıktır.689 “Bir Başka Gece Sabaha Karşı Hisler” de, “eski bir hatıranın hicran halkaları” nı hayaline getirerek ağlar. Anahtarı kaybolan kilitli gramofonu bir tabuta benzetir. Ne bir ses, ne bir nefes duyduğu bu gecede, son ilhamının nağmelerini içinde hisseder. Köpeklerin “makberî sükûneti” bozan ulumaları ona ölümü hissettirir. “Yetimlerin hicranı boşlukta birleşirken” gece mezar gibi derinleşmektedir. 690 “Ne Kadar Yalnızım?” şiirinde, Paşabahçe vapurunun arka salonunda, Yalova yolundadır. Yalnız ve üzgündür. Vapur Ada’ya uğradığında inmek istemez. Ne geçen yıllar ne de sevgilisi hayattadır. (s. 64). Sular kararır. Sevgilisinin Ada’nın bu saatlerini ne kadar sevdiğini hatırlar. Ada’nın hatıraları şairle beraber ağlaşır. Etrafındaki neşe, eğlence yalnızlığını daha çok hissettirir. 691 “Terasta Bir Koltuk Boş” ta, baharla birlikte her şey canlanırken şair yalnızdır. Ev sessiz, ölen sevgilinin yeri boştur. 692 Enis Behiç, “Hodbin” de, bencillik sonucu içine düşülen büyük boşluk ve yalnızlığı anlatır. Her yerde kendi varlığını görüp gururlanan şair, nerede olduğunu bilemez. Fakat burası aydınlık bir yerdir. Uzak, yakın her yerde o vardır. Tüm varlığı kendiyle çeviren şair, kendini sever. Ondan başka birçok insan yaşasa da o her çehrede kendini görür. “tanrı kendim, kul da kendim” diyecek kadar ben merkezlidir. (s. 15). Bir sarsıntıyla benliği uyanır. Aynadan dört duvar içinde yapayalnız 689 690 691 692 Halit Fahri, Paravan, s. 9. Halit Fahri, Paravan, s. 10. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 64-65. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 68. 279 yaşadığını fark eder. Kendi kendiyle bir dünya kurmuş, dünyayı sadece kendisinin doldurduğunu zannetmiştir. “Vurunca gürzünü “Hakikat” adlı dev, / Dağıldı ruhumu aldatan billûr ev.” Bu defa dünyaya gerçekler ışığı altında bakan şair, her yeri Tanrılar ve kulların sardığını görür. Sonsuz varlıkta kendi yerini sorgular. Şimdiye kadar “yıkılmış bir gurur altında sürünen bir hiç”, bir zavallı zerre olduğunu anlar. Dünyaya yabancı kalmıştır. Yalnızlık acısıyla boğulur. (s. 16).693 “Maymunlar 1-2-3” te, kendini bildiği zaman, kendine uyar bir insan aramıştır. Kendine benzeyen birinin olmadığını düşünen şair, tabiat karşısında yalnızdır. Kendine benzer birini bulamayınca gölgesiyle yoldaş olur. Böyle geçirilen kısa bir an bile ona çok uzun bir süre gibi gelir. Kendine uygun bir insan bulabilmek için yalvarmıştır. Gönlü kimsesizlikle dolu şair, yalnızlıktan usanır. (s. 23). “Maymunlar 2” de, yalnızlıktan yorgun düşen şair, sonsuz kâinata darılır. Güzel tabiata, boş hayata lânet eder. “Gözyaşım beni yalnız yaradanın / Düşmüyor göz erişmez dergâhına. Allah’ım yeryüzünde bir insanın / Göklerin mâkes olmaz mı âhına?” Şair, yalnızlığın ancak Tanrı için kolay olduğunu düşünür. (s. 24). Ruhu ezik, canından bezen şair, korulukta gördüğü bir insanı “hayalet” zanneder. Şaşkın, korkak bakışırlar. Karşıdaki ona gülerken şair sadece evhamla bakar. Onun aradığı insan olduğunu anlayınca “bahtının karasına güneş doğar.” (s. 25). Aradığına kavuşmuş, yalnızlığına bir insan karışmıştır. (s. 26).694 693 694 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 15-16. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 23-27. 280 Yusuf Ziya, “Gelmez mi?” de gizli bir sevda çeken âşık, uzun yollarda dolaşır. Ağlayan kuşlar, esen rüzgâr da bu kedere eşlik ederler. Diyar diyar gezen şair, bir iz arar. Onu ağlatanın kim olduğunu da bilmiyordur. 695 “Kurumuş Menba” da, şairin uzun süredir sezdiği korku gerçekleşir. Artık şöhreti sönmektedir. Boşluğa düşen şairin bütün duyguları karmakarışıktır. Gençliğin en zengin demlerini sürerken artık yalnızdır. “Bu yollarda ne kadar yalnızım, kimsesizim, Çarpacak bir sahili bulunmayan denizim!” (s. 16). Hayatında bir heyecan olmadığı için şiirlerinde de can yoktur. Buna sebep olarak aradığı sevgiliyi bulamamasını gösterir. Gönlü kurumuş bir “menba” a dönmüştür. (s. 17).696 “Bir Yaz Günü” nde, sıcak bir havada, tabiatın en güzel olduğu zaman, herkes mutlu, çehreleri gamsızdır. Herkesin eşi, gönlünde ateşi vardır. Bir tek şair yalnızdır. (s. 18). Yalnız olduğu için hayat ona büyük bir yük gibi gelir. (s. 19). 697 “Evim -1-” de, dedesinden yadigâr kalan evin, daha kendisi doğmadan harap olduğunu söyler. Sonra orada yaşayanları düşünür. Bu evde artık sadece annesiyle yaşarlar. Dünyada annesinden başka kimsesi yoktur. Yıllardın yolunu ondan başka bekleyen yoktur. 698 “Evim -2-” de, şair, gecenin sessizliğinde ve karanlığında karmakarışık gönlüyle baş başadır. O karar yalnızdır ki gölgeler ona heyecan verir. (s. 58). Bütün bu sessizlik içinde kendini dünyadan uzak hisseder. Cihanın en garibi olduğunu düşünür. (s. 59).699 “Evim-3-” te, yalnızlık içinde bir çocukla dertleşen 695 696 697 698 699 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s.54. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 16-17. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 18-19. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 56-57. Yusuf ziya, Yanardağ, s. 58-59. 281 şair, kendisinin yarinden onun da annesinden ayrı olduğunu söyler. Onun elemiyle kendi elemini bir bulur. Bu konuşmalar şaire teselli vermez. 700 “Senden Sonra…” da, her gün yeni bir macera peşinde koştuğunu söyler. Her gün yeni bir rüzgârın esiri olur. (s. 19). Aradığını bulamayan şair, bazen kadehlerden şifa umar bazen de bir “aşüfte” sinesinde ağlar. Artık ömrü “asâsı kaybolan bir seyyah” a gibi meçhul ufuklarda gezer. Kalbi de “yetim itiraflar dinleyen” manastır dehlizine benzemiştir. (s. 20).701 “Kimsesiz..” de, nereye baksa her yeri karanlık görür. Kalbinde “zehirli sam” eser. Sevgiliden haber veren yoktur. İçini dağınık bir vesvese kaplar. (s. 30). Gönülleri sevgisiz olan bu yerde, hiçbir güzelde vefa bulamaz. Gurbette kimsesizdir. O kadar yalnızdır ki yollardaki izini ancak rüzgârlar bozar. (s. 31).702 Faruk Nafiz “Geceyle Ben” şiirinde herkesin eşiyle mutlu yaşadığı bir anda yalnızdır. “İçimden coşarak bir mükedder ses, / Dedim ki: Yurdumda ben havasızım, Herkesin eşi var, bir ben yalnızım / Eşiyle gülerken evinde herkes.””703 Yalnız olan şair özleminin kime olduğunu bilmez. Çok kadın tanır. Bunların kiminin yalancı kiminin sahtekâr olduğunu düşünür. Ona göre güzel, çirkin hepsi birdir. “Kardeştir bilirim, kadınla yalan” diyen şair aldananlardan biridir. Gamlıdır, yalnızdır ama yine de şikâyet etmez. Seveni ve sevdiğinin olmamasına rağmen bahtiyar olduğunu söyler. 700 701 702 703 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 60. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 19-20. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 30-31. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 54. 282 “Denizden Beklediğim” şiirinde kumsalda karşı beldeye bakarak hasretle sevgilisini beklemektedir. Beklenen yolcular geldiği, her ruha gün doğduğu halde onun gönülden sevdiği gelmez. Büyük yalnızlığıyla baş başa kalır. “Vurdukça bu engin su haricinde / Kalbime denizler dolar, boşalır. Asırlık kayalar gibi içimde / En sonra oyulmuş koğuklar kalır.”704 “Kış Gezintileri” şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak nitelediği kışın tasvirinden sonra sevgiliyle geçen yaz günlerini hatırlar. Sevgiliden ayrı olan şair bütün bu manzaranın içinde yalnızdır. “Ağlıyor her tarafta hatıranız, / Ölü bir hüzün içinde sanki civar; Karlı yollarda kaybolan yalnız / Ben varım, çizdiğim geçitler var...”705 “Sensiz Bahar” şiirinde ise sevgiliden ayrı geçen baharı kıştan neşesiz bulur. Yalnız olan şair sevgiliyle geçen günleri hatırlar. Sevgiliyle zaman geçirdiği yerleri dolaşır fakat ne sevgiliden ne de eski kendinden bir iz bulamaz. Maziyi yalnız üstünde isimleri yazılı olan bir çınar yad etmektedir. 706 Şair, “Şarkın Sultanları I” de sahilde dolaşan ince kadınlardan bahseder. O bu kadınlardan ayrı bir yüz düşünmektedir. Her güzel yüzde “o ilâhî kadın” ı arar. “Şarkın Sultanları II” de, Adalar’a karşı olan şair kayalıklara yanaşan bir sandalla beraber “gizli bir nefesin gölgeli sahillerden geçişini” duyar. Bu sandaldan arkasında bir köleyle birlikte “Şarkın sarışın kızlarının en genci” inmiştir. Şair, “nazlı bir geyik ruhu kadar çâlâk” olan bu elâ gözlü kadına âşık olur. Bu tek taraflı bir aşktır. Onu görmeyle beraber kendisini gizli bir günahın esir ettiğini söyler. Bir ay sonra bir hazan gününde şair yalnızdır. Âşık olduğu bu kadını görebilmek için sahilde gezinir. Aşkın ardından duyulan bu yalnızlığa tabiat eşlik etmektedir. 704 705 706 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 22. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 2. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42. 283 “Bütün eşyaya hazan indi. Sular dermansız. Şimdi bir gölgeyi bekler, gezerim ben yalnız... Solgun arzın deliyor kalbini matemli bir ok, Gökler bulutlandı... Boş evlerde ziya yok, ses yok. Mavi bir sis çiziyor bahçeler üstünde sabah, Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah”.707 “Nerkis” şiirinde tabiat içinde sevgilinin yalnızlığını işler. O, günden güne artan solgunluğu ile “göldeki su gülü” ne benzetilir. Göz süzmeleriyle her genci büyüleyen bu sevgili Çin kâselerindeki sapsarı göl nergisini hatırlatır. Şair ondan bu yalnızlığı bırakıp tabiata açılmasını ister. “Yalnız yaşadın mevsimi tenha odalarda, Bir gün de gezin kumların üstünde, kenarda Hülyalı yaz akşamları güller seni bekler; Omzunda ipek maşlahın, alnında çiçekler, Kumsal ve yeşil gölgeli sahillere in de, Bir dul gibi gez koyları sandallar içinde.”708 “Yollarında” şiirinde, “şehriyar” diye seslendiği kadına esir olmuştur. O bir günah sayılabilecek bu aşkın ardından yalnızdır. Bu aşka ait herhangi bir yadigârın olmaması yalnızlığı daha da derinleştirmektedir. “Yadigâr ne bir tutam saç var, / Ne soluk bir fidan, ne bir yaprak!.. Acı bir zehir akınca kalbimize / Seni mehtaba sorduk ağlayarak.” 709 707 708 Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 6. Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 12. 284 “Sen Nerdesin?” şiirinde, akşam oluşuyla birlikte sokakta hayat durmuş, şair odasında “mezarda ölü gibi yalnız” kalmıştır. Gece boyunca kendisiyle beraber bütün eşya da bu yalnızlığı dindirecek olan sevgiliyi beklerler. Ölümle bağdaştırdığı bir yalnızlık gecesinin ardından sokaklarda yine hayat başlar. 710 “Yuvamın Kuşuna”711 şiirinde, sevgiliden ayrı geçen günlerdeki bekleyişi ve yalnızlığı anlatır. “Münzevî” de, kendi yalnızlığı ve kimsesizliği vardır. Onun bu yalnızlığına tabiat eşlik etmektedir. Bir sonbahar akşamı sahilde yalnız olan şair rüzgârın elinde bir kırık neydir. “Engin bana yadeder kimsesizliği, / Gözyaşlarıyla düşer dalgalar kuma Issız bir yoldayım ki hasta ruhuma / Herkes yabancı: Kimden sorarım kimi?” Şiirin devamında şairin bu yalnızlığının bir güzelden ayrı kalmaktan kaynaklandığı görülür. Bu “güzel sultan” dan kendisini bulmasını ister. Onun ruhunun bir başkasına ait olup olmadığını merak eder. 712 “Gurbet” te şair, tabiat içindeki yalnızlığını dile getirir. “Münzeviler beldesi” dediği ıssız bir köyün tasvirini yapar. Kırlarda gölgesiyle yalnız dolaşırken kendini sürüsüz bir çobana benzetir.713 “Oluk Yanında” şiirinde bir kır tasviri yapan şair tabiat içindeki yalnızlığını dile getirir. Dağın eteklerinde ağaç yaran kadınlar, sürü güden çobanlar vardır. Dağın en dik yerine gömülen adsız bir evliya bu tabloyu tamamlar. Bu manzara içinde yalnız olan şairin haykırışına tepeler, dağlar karşılık verir. 714 709 710 711 712 713 714 Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 10. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 51-52. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 14. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 50. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 43-44. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 62-62. 285 “Tereddi” şiirinde de aşktan doğan bir kırgınlık içinde olan şair gönlünde aşka dair bir şey bırakmaz. Canından başka bir kaydının olmadığını vurgular. Dostları tarafından aldatıldığını düşünen şair artık kendi başınadır. “Dostlarım bana yâr görünseler de/ Yüzdeki nikaba inanmıyorum, Eski yangınların söndüğü yerde/ Ben kendi aşkımla yanan bir korum.” 715 “Silva” şiirindeyse sevdiği gençten ayrı kalan bir kadının yalnızlığını işler. Kadın sevdiğinin kendini gözyaşlarıyla beklemesini özler. Bir yıl önceki maceralarını yad eden kadın artık yalnızdır. “Tadar aşkın bütün zehirlerini, / Dolgun endamı ürperir gamdan, Ve bürür bir karartı her yerini / Bir teselli umarken akşamdan! Dökülür bazı bir soluk yaprak / Açılan boş ve hasta kollarına. Gece, sisler çökünce yollarına / Döner, esrar içinde, ağlayarak”.716 “Mektuplar” da dostluğun sınandığı bir zamanda, hiç tanımadıklarından aldığı mektuplarla başka dert ortakları da olduğunu anlar. (s. 92). Dünyada onlardan başka yakını olmadığını söyleyen şair, muhitinde yalnızdır. (s. 93). 717 12. Zulmeden Yarı İlâhe: Kadın Orhan Seyfi, “Komşumun Bahçesi” şiirinde, ilkbaharın bütün güzelliklerine sahip olduğunu düşünen kız, bahçenin en güzel çiçeğidir. Fakat tefekkür etmeyi bilmez.718 715 716 717 718 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 20. Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, s. 18. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 92-93. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 27-28. 286 Şair, “Sadabad I” de, hafif hafifmeşrep kadın tipi çizer. Sahilde çimlere uzanmış bu kızların dudaklarında kadeh, kucaklarında “aşüfte” lâleler vardır. Baygın gözleriyle ihtiraslı bakan bu kızlar, şehvetli bir elin dokunuşunu beklerler. (s. 29). Akşam olup çehreler silinmeye başladığı zaman, rakkaseler kucaklara düşer. Çiftler kol kola uzaklara çekilirler. Dere artık akmayıp onların iniltilerini dinlemektedir. (s. 30).719 “Pejmürde” bir mahalleyi tasvir ettiği “Mahalle Evleri” şiirinde, buradaki kadınların hayatına yer verir. Yüzleri peçeli olan bu kadınlar matemlidir. Hayatları sebepsiz bir işkence gibidir. Çocukları da soluk benizli ve marazîdir. Mahallenin sükun ve yeis içindeki kızları, gençliklerini, zalim bir evliliğe kadar, sevgisiz, sıkıntı içinde geçirirler.720 “Gözlerde Seyahat” te, fizikî özelliklerinden yola çıkarak kadını değerlendirir. Mavi gözün asabi; yeşil gözün ihanete meyilli; elâ gözün hicranlı olduğunu söyler. Sarışınlar sürekli talihlerinden şikâyet eder. “Karanlık yol” dediği siyah gözde durur. Şair, aradığı kadının ruhî özelliklerini vermez. 721 Orhan Seyfi, “Küçük Bir Talep” te yaptığı kadın tasvirde, sürmeli kirpikleri; hilkatin gizli eliyle bükülmüş saçları; küçük, beyaz elleri; dudakları anlatır. 722 “İlk Çarşaf” ta, açık, kayıtsız, saf bir kızın, genç kızlığa adım atıp çarşafa girişini anlatır. Çarşafla birlikte tavırları da değişmiştir. Sebepsiz güler, beli bükülür, yürümesi başkalaşır. (s. 18). Kalbinde heyecanlar, korkular başlar. Kendisi maceralar yaşasa da arzu dolu bakışlardan rahatsız olur. (s. 19). 723 719 720 721 722 723 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 29-30. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 32. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 12-13. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 16-17. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 18-19. 287 “Bahar Sabahı” nda, yeni uyanan bir kadını tasvir eder. Kollarını gererek, dalında açan bir gül gibi, uyanır. Kapalı gül dudakları âşığının busesiyle açılır. Yüzünde gördüğü rüyanın etkileri vardır.724 “Baharda Bir Ses” te, açık saçık uyanan kadın, fecri görünce utanır. Herkes gözlerine meftundur. Aşk mevsimi olduğundan âşıkların sözlerine kanmaması istenir.725 “Bir İzdivaçtan Sonra” da, şair, her akşam karşılaştığı kadının yüzündeki tebessümü bahtiyar olmasına bağlar. Bu aşk oyununda kadın evlidir. Kadının aşkın vebalini aldığını; günahkâr olduğunu söyler. Karşılıklı gülümserler. Bu gülümsemeden şairin ne kastettiği, kadınını ne anladığı belli değildir.726 “Aşka Dair” de, aşka, kadına inanmamak gerektiği anlatılır. Kime gönül verilirse verilsin sonu ayrılıktır. Mutlu olmak hayal edilmemelidir. “Meylini bulunca bir kadın kalbi, / Her yana kolayca akar, su gibi.” 727 “Maniler X” da, sevgili çok acımasızdır. “Sevdi aldattı beni; / Güldü ağlattı beni! Gittim kölesi oldum / Götürdü sattı beni!”728 Şair, “Saçlar” şiirinde, bir kadının baharda kendini tabiata bırakmasını ister. Çünkü tabiat, saçlarının güzelliğini daha çok belli edecektir. Rüzgârın yüzüne, omzuna dağıttığı saçlarıyla oynadığını hayal eder. Bu saçlar karşısında ağaçlar da dile gelecektir. Kadın, gür saçları dağıldıkça, uçtukça güzeldir.729 724 725 726 727 728 729 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 20-21. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 22. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 30-31. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 44. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 50. ORHON, Orhan Seyfi, Orhan Seyfi Orhan’dan Şiirler, s. 28-29. 288 “Kadın ki hayatın en büyük mânâsıdır, hiç onsuz yaşamaya tahammül edebilir mi idik? diyen Halit Fahri, bunun için bütün edebiyatların en lirik sayfalarının kadını ve aşkı terennüm eden şiirlerle dolu olduğunu söyler. Kadının sadece madde ve şekil tarafını değil, ruh tarafınının da bilinmesi gerektiğini belirtir.730 Kadında ideal ve mükemmeli arayışın çok eski bir tem olduğunu söyleyen şair, “Fakat bizim için her zaman yenidir: Değil mi ki, gayrışuurumuzda hep onu arıyoruz. Ruhumuzun meçhul mıntıkaları hep o ideal sevgilinin yoluna açılmış ve ona seslenmektedir.” der.731 Halit Fahri, “Lânet” te, tebessümüyle kalbi avutan, severken de aldatan kadının şairin aşkından utanmasını, dillerde lânetle anılmasını ister. Sözleri, aşkı yalan olan kadının varlığının bile yalan olduğunu düşünür. O, aşkıyla, şehvetiyle birçok âşığın kalbini yakmıştır. (s. 30). Güzelliğine lânet eder. Ancak öldüğü zaman şairin vicdanına girebilecektir. Sahte tebessümünden usanan şair, artık ne onu ne de yadını ister. (s. 31).732 “Aşkınız” da, kadının aşk karşısındaki duruşu ele alınır. Hepsinin ah etmeler, tahayyüllerle bir aşk oyunu oynadıklarını; sonra çabuk yorulup kucaklanmak istediklerini söyler. Günah, onlara artık bir hak olmuştur. En duygulu, en büyük, en uzun aşklarının bir gün sürdüğünü düşünür. Kadınları sadakatsizlikle suçlar. 733 “İlham” da, kadın ilham verdiği sürece zulmünün affedilebileceğini söyler. Ruha hem zehir hem nur verdiğinde de adı ebedîleşecektir. Bazen yarı ilâhe gibi olsa 730 731 732 733 OZANSOY, Halit Fahri, “Şiir ve Şair Hakkında IV”, S. P., 4242 (28 Mayıs 1942). “Şiirde ne Yapmak İstedim? 5”, SF-Uyanış, 2401/716(27 Ağustos 1942), s. 177. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 30-31. Halit Fahri, Zakkum, s. 16. 289 da zulme başladığında acımasız olur. Onun şefkatine inanılmaz. (s. 88). Hasretiyle şiirler yazdıran o kadının öldürürken de ilham vermesini ister. (s. 89).734 “Gururun Ölümü” nde, kadın, şairin neşesini öldürür. Fakat şairin gururu kalmıştır. Onun tam bir kadın olabilmesi için şairin gururunu da çiğnemesi gerekmektedir. “Aşkını kan gibi içiren” kadın, âşığın tahammülünü, zulmüyle dener. Şairin gururu, bir “kurban” gibi ondan gelecek ölümü bekler.735 “Alevden Kadın” da, “alevden bir heykel” gibi hararetiyle insanı karşıdan bile yakan bir kadını konu edinir. O kalpleri yakmaya alışmıştır. “Mukaddes duvaklı” en saf kızın aşkı bile, onun kudretini yok edemez. “Bir tek bûsenizin cehennemine / Bir anda bir cennet fedâ edilir Beyaz alnınızın her perçemine / Bağlanan ölümü saadet bilir.” Onun emriyle âşıkları birer birer ölmeyi kabul eder. 736 Şair, “Bir Yangın kızıllığında” şiirinde, yerlerde sürüklenerek bağrına “kahpece” sokulan kadına lânet eder. “Köpek gibi” ölmesini ister. Aşkına esir olup ona “taş atmak” tan vazgeçmeyecektir. Ölümden kurtulmak için dağlara sığınmasını söyler. Orada da ancak “bir yangın kızıllığında raks eden şeytan, bir hayalet” olacaktır. Şair, onu görmemek için kendini bile öldürmeye razıdır. Onun yalnız “zehirli nefesi” şairin kanında şimşekler tutuşturur. 737 Halit Fahri, “Ezelî Şikâyet” te, “Havva” adı altında kadını değerlendirir. Onun, ruhunda zevk yoktur. Ancak dudakları zevke alet olur. Sevgisinin çoğu zaman bir sefalet olduğunu söyler. Tatlı sesi, baygın gözüyle aşk uykusuna daldırır. Fakat her sözü, her duygusu yalandır. Gönlü bir dilenci düşkünlüğü içindeyken ne çiçek ne 734 735 736 737 Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 88-89. Halit Fahri, Paravan, s. 28. Halit Fahri, Paravan, s. 29. Halit Fahri, Paravan, s. 31. 290 yıldızdır. Sadece bir et parçasıdır. Şehveti çürüyen cesede benzer. Bu şehvetle “Âdem” çıldırır. (s. 82). “Havva” nin şiirine, aşkına lânet eder. Diğer kadınlar da hep ona benzerler. Yine de erkek ona muhtaçtır. Kadını lânet ile takdise kadar bir tezatla severler. (s. 83).738 “Balkonda Saatler XI” da, Belkıs, Kleopatra, Mesalin ve Salome’yi hatırlatarak kadının bir buseyle insanın ölüme götürdüğünü söyler. Zevk için binlerce kişi öldürmüşlerdir. En küçük hareketleri, yapacakları kötülüğü unutturur. 739 Şair, “O Kadın” da, nice âşıkları yakan “kızıl şehvet kadını” nı anlatır.(. 51). Şair, onların arasına kendisinin de katılmasından korkarak daha kimlerin yanacağını merak eder. O kadın, âşığı adını yad ederek ölürken başkalarına eş olandır. Bir “kurban” ı gömülürken de sonsuz haz duyar. (s. 52).740 “Asrî Kurtizan” da, Yunan heykeli gibi güzel, “Aspasya vücutlu bir kurtizan” ı anlatır. Bizans devrinde yaşasaydı hipodromda kanlı oyunlar görecek olan bu kadın, sinema perdelerinden Paris’e, Roma’ya hayrandır. O, kan değil her gün her gece sinema seyreder. Olmadık gönül maceralarına kapılır. Aldanış içindedir. 741 Şair, kadını “zekâ ve inceliğiyle benzerlerinden ayrılmış hafif ahlâklı kadın”, 742 yani kurtizan görmeye devam eder. “Ölen Kurtizana” da, şehvetten, ölümden birer hatıra olan Mesalin, Salome ve Kleopatra’ya bir kadını anlatır. (s. 59). Bu kadının mumyasını saklayacak bir mezara 738 Halit Fahri, Paravan, s. 82-83. Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 11. 740 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 51-52. 741 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 53-54. 742 ÖZÖN, Mustafa Nihat, Türkçe Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1962, s. 127. 739 291 gerek yoktur. O, ölürken âşıklarının göğsüne gömülmüştür. Vücudu toprağa sığmayacağı için âşıklarının eti, kemiği onun lâhdidir. (s. 60). 743 Şair; “Ey kadın! Günahından boynuna bir gerdanlık takaydın, Dünya hazineleri yetmezdi pahasına…” diye başlayan “Fahişenin Kitabesi” nde, farklı bir kadın çizer. En çılgın bestenin ahengi bile onun kahkahasına erişemez. Alnında “kızıl zafer çelengi” taşır. (s. 55). Onun şehvet ağına tutulmayan kalmamıştır. Öldüğünde üstünde ne türbe ne kandil vardır. Âşıkları adını ürpererek anar. Lânetler okunur. O, kahretmiştir, kahrolmuştur. (s. 56).744 “Şimşek” te, bir kadının gözleriyle yaptığı yıkımla şimşeğinkini bir bulur. Düşen yıldırım yemyeşil ormanı yakarken kadının bakışları da âşığın gönlünü tutuşturur.745 Enis Behiç’in “Kırmızı Şezlonk” şiirindeki Rebeka, “ateş dudaklı, koynunda cehennem saklı” bir kadındır. Onda melek güzelliğiyle şeytan aklı birleşmiştir. Bu “fettan” kadın, zehri Kevser diye satabilmektedir. (s. 61). Kocasını, iş ortağı genç bir adamla aldatır. Kocası Mişan, bu “oynak” kadına lânet eder. “Nare yanmıştı başı “Âdem” in de “Havva” dan. Dilerim cezasını müntekim “Yehuva” dan.” (s. 63).746 743 744 745 746 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 59-60. Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 55-56. Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 57-58. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 61-63. 292 “Turan Kızları” nda, bakışları “şairane birer mücevher, gül ağızları şiirlerin bülbülü, başları efserli, nazlı periler” olan Türk kızlarını anlatır. (s. 88). Şiirlerinde ne efsanelerden ne de esatirden ilham almak ister. Ülkesinde anlatacak binlerce güzel vardır. Duygularına “Zühre” yle heba etmek istemez. “Dalga dalga uzun saçlı Turan kızları!” nın vatanda “penbe bir seher” açmalarını söyler. Kalplerini “mukaddes hilâl” in aydınlattığı bu kızların gözlerine vatan sevgisiyle fer gelir. Kahraman bir asker yaralandığında başucunda, melek gibi, her gece beklerler. Vefasızları olmayan bu kızlar şehitlerin de mezarında dua ederler. (s. 89). 747 “Güzin’e Mektup” ta, kız kardeşinin genç kızlığa geçişini haber alan şair, önce güze, sonra mesut bir genç kadın olmasını ister. Hepsinden önemlisi “Türk annesi” olmasıdır. Kız kardeşinin kimliğinde, düşündüğü “Türk kadını” tipini çizer. Çok okumuş, çok yüksek olan bu annenin, ruhu kadın, fikri erkek olmalıdır. 748 Yusuf Ziya “Kadın Aşkı” nda, gönülleri her erkeği kabul eden fettan kadınları anlatır. “Şair, kadın kalbi ulvî bir mabed değil Her yolcuyu sarhoş eden bir meyhanedir!” diyerek kendini uyarır. Eğer aşk arıyorsa mısralarına dönmesini söyler. Kadın aşkının “bin bir renkli bir efsane” olduğuna inanır. (s. 24). Şimdi birinin dizinde ağlayan az sonra yeni bir aşk peşine koşar. Kadın aşkı öyle bir unutuş, kendinden geçiştir ki önce aydınlık verir, sonra hülyayı boğar. (s. 25). 749 747 748 749 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 88-89. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 194. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 24-25. 293 “Eski Sevgiliye” de, bir zamanlar bir kadının peşinden koştuğunu, dizlerine düşüp ağladığını, bunun için de dillere düştüğünü söyler. Bugün onun harabesinde hıçkıran başka biri vardır. Bütün âlem bu sevgilinin gözlerine meftundur. Bakışları her ağlayana şifa vermektedir. (s. 28). O, şairin kalbini aldatan eski bir rüyadır artık. Sevgilinin yalanlarıyla âşığı aldatmasını cinayetlerin en iğrenci olarak görür. (s. 29).750 “Moskof Güzeli” nde, adı yıllardır bilinen Moskof güzeli, Türk tarihine kanlı bir yaprak bırakmıştır. O, fettan elleriyle şanı serdarı zafer yolundan çevirir. Onun güzelliğini gören şair, Baltacı’ ya hak verir. 751 “Türk Güzeli” nde, tasvir ettiği güzelin peçesinin ince bir bulut gibi siyah, ipek olduğunu; gözlerinin yıldızlı bir ilkbahar gecesine benzediğini; kahkahasının bülbül nağmesini andırdığını; ince boylu olduğunu söyler. Onun bakışı gönüllerdeki kışı ilkbahara çevirir. Güzelliği, görenlere binlerce ilham verir. (s. 54). Yeryüzünde her kadının güzel olduğunu söyleyen şair, yurdunun güzellerinin başka olduğunu düşünür. Onu, arzın bütün kızlarına değişmez.(s. 55).752 “Baskın” da, Çengi Afet’in hikâyesini anlatır. Zilleri takarak oynayan bu kadının katıldığı her ziyafet mutlaka bir ölümle biter. Âşıkları çıldırtır, canlar yakar. Sonunda Konya’ya sürülür. (s. 49). Bu kadın, dövülüp sövülmekten sevk alır. Konya’ya vardığında ahali altüst olur. Köylerin sessizliği gider, bağlarda bahçelerde eğlenceler başlar. Birçok gencin ölmesine, birçok ocağın sönmesine sebep olur. Bu “kahpe” nin yüzünden kızlar sararıp solar. Vali, kadın tövbe edinceye kadar sövülmesini emreder. Afet’i dövenler artık dövmekten yorulurlar. Saatlerce boğuk boğuk bağırır, baygın düşer. (s. 50). Dayaktan değişen Afet’i valiye çıkarırlar. Acı 750 751 752 Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 28-29. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 31. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 54-55 294 acı söylenmeye başlayan vali, “kâfir” in siyah, iri, güzel gözlerini görünce yumuşar. Kıza bu işten vazgeçmesini, yazık olacağını söyler. Bundan sonra Afet, hiçbir ziyafete, eğlenceye gitmez. Küçük kulübesinde yapayalnız yaşar. O yıl Konya çok ağır bir kış geçirir. (s. 51). Hiç kimse dışarıya çıkamazken Konya’nın çapkınlarından dört atlı Afet’in kapısına dayanır. Kız vurulan kapıyı açmayınca kırıp girerler. İçeride vali çırılçıplak yatmaktadır.(s. 52). 753 Faruk Nafiz, Vicdan Tümsavaş ile yaptığı bir konuşmada, şiirlerinde kadın mevzuunda tenakuz teşkil eden kısımların nedenini şöyle açıklar: “Kadına hasret tıpkı susuzluk hissine benzer; nasıl susuzluğun derecesine göre suyun kıymeti değişir, susuzluğu gidermek için nasıl her zaman su içmeyip de gazoz, limonata vesaire gibi türlü meşrubat ve içkilerden birine fazlaca kıymet verilirse değişik tip ve mizaçtaki kadınlar da zaman zaman buna benzer bir hisle arzulanırlar.” 754 “Şeytan” şiirinde, kadına aşktan doğan kıskançlığının ardından bakar. Çocukken rüyasında yakınlaştığı kadının şeytan olduğu söylenmiştir.Yıllar sonra âşık olduğu kadının, rüyasında gördüğü o şeytan olup olmadığını düşünür. Kıskançlık duygusuyla başlayan ruhsal huzursuzluğu, kadına zarar verme düşüncesine kadar gider. Ancak, o kadını öldürdüğünde aşkı bitecektir. Sonunda çocukluğunda tanıdığı şeytan olduğuna inanır ve her kadın gördüğünde bunu düşünür. 755 “Kızıl Saçlar” da, ıssız yolda, kağnısıyla geçen “yuvasız kuş gibi pervasız” bir köylü kızını anlatır. Yüzü canlı; muhabbet doludur. Başına karasevda vurmuş 753 754 755 Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 49-52. TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, s. 36. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 26. 295 kahramanlar gibi dağ başına yalnız çıkar. Saçı ve teni “bakır” rengidir. Uzun yol yürümesine rağmen yorgunluk izi görülmez. “Bir kızıl gün doğuyor sandım o baştan yarına, Gözlerim yandı dokundukça kızıl saçlarına. Öyle bir kor gibi kızgındı ki korkuttu beni. Dökülürken saçı, kıpkırmızı kan tuttu beni.” Şair, neden her ruha tekin denmediğini, bir kuş gibi her saçta gönlün dinlenemeyeceğini anlamıştır. Kıza, yabancı el dokunamaz. O, bu “tutuşmuş baş” ı görünce daha önce yandığı birçok güzeli unutur. Kız, güneş gibi, şairin gözlerini kamaştırır. Uzaklaşmasına rağmen, etkisi sürer. 756 “Âmâ” da, “sarışın bir vefasız” ı anınca içinde bilmediği gizli bir sızı duyar. Bu gizli sırrın ne olduğunu âmâ bir dilenciden sorar. Kanayan bir yüreğe sahip olan şair, korkulu bir rüyadan uyanmış gibi dalgın dolaşmaktadır. (s. 23). Onun derdini anlayan âmâ, kadın aşkının ruha elemden başka bir şey vermediğini söyler. Kendisi de bir zaman “iblis” bir aşka kapılmıştır. Bu aşk olduğu sürece şairin yarını da karanlık olacaktır. Derdinden yıllarca ağlayan dilenci, sonunda âmâ olduğu için Allah’a minnet duyar. Sitemle inleyen kalbini Hakk’a açmıştır. Gözlerinin kapalı olduğuna aldanmamasını, çünkü o günden beri bu hâliyle daha mutlu olduğunu söyler. Artık o ne kadın ne de kadından sadaka istemektedir. “Ey kadından susamış gönlüne şefkat dileyen, Bil ki bir sar‘adır a‘saba kadın merhameti.” (s. 24). Kadını ruha mabet yapmayı doğru bulmaz. Onun varlığı, ruhun önünde bir engel gibi durur, onu amacından uzaklaştırır. İnsan gibi uzlet yolu tutan bu “kâfir” 756 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 17-19. 296 zevke bel bağlayıp ahlâkı unutmuştur. O, insanı herşeye lânet eder hâle getirmiştir. (s. 25).757 “Eski Bir Kin” de, şair, sevdiği kadınla bir gece geçirebilmek için ahlâk kurallarını çiğnerken bu kadın onu aldatır. Aldatılma duygusu karşısında büyük bir kıskançlık duyan şair, zevk âlemine düşer. Başka başka kadınlarda, fahişelerde, teselli bulmaya çalışır. Ona göre kadının ruhu da şekli de birdir. 758 “Dün Bir Kadın Ağladı…” da, “atılmış, aldatılmış” bir kadını anlatır. Güneşle ayın girmediği bir yerde, saçları darmadağın; gözleri yaşlıdır. Yatağı her gece bir yabancıyı barındırır. Şair, bu durum karşısında büyük bir ıstırap duyar. 759 “Eller” de, insanoğlunun yaradılışından beri ellerin gördüğü işi, dinler tarihinden örnekler vererek anlatır. Havva’nın eli, cennetin yasak meyvesine Âdem’in elini sürdürerek dünyayı insanlara haram etmiştir. Yusuf’un “âr u hayâ” gömleğini parçalayan Zeliha’nın elidir. Selma’nın eli Yahya peygamberin başını zalimlere sunmuştur. (s. 187). Kadının eli değdiği her yeri şerre boğmuştur. Musa peygamber, elindeki asayla Kızıldeniz’e vurunca, deniz yarılıp kavmine yol verir. İsa peygamber elinin temasıyla kör gözleri açar. Peygamber-i Zîşan’ın eli, çölde susuz kalan ümmetine, parmaklarından su akıtır. Eller birse de manaları değişiktir. Karşılaştırıldığında dişisi “şeytan”, erkeği “Rahman” elidir. (s. 188).760 “Yusuf ve Zeliha” da, “bir derse bedel” dediği kıssayı hatırlattıktan sonra, Yusuf erdeminin sadece bir hatıra olarak kaldığını söyler. Kızlar hâlâ Zeliha’ya 757 Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 23-25. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 26-27. 759 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 27. 760 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 187-188. 758 297 benzemektedir fakat, aşk, vefa ve ulvî şefkatten yoksundurlar. O devir, “kalbin eser verdiği bir mevsim” ken şimdi, kadın, erkek ikiz şeytan gibidir. 761 “İdeal” de, âlemde bin iblise bedel bir melek görmediğini, gönlünün nice Mecnunlara Leylâ adını verdiğini söyler. Kadının narin, güzel, taze, şuh, her türlüsü geldiği hâlde, devrimin “mübarek” kadının bir türlü gelmeyişinden dert yanar. 762 13. Tabiat Görüntüleri Tabiat, tüm unsurlarıyla sanatın vazgeçilmez ilham kaynağıdır. Sanatın her dalına kaynaklık ederken, resimde renk; müzikte ses; edebiyatta da duyguların yansıtıcısı olmuştur. Kâinatı her gözden farklı gören sanatçının böyle bir kaynağa kayıtsız kalması mümkün değildir. Edebiyatı besleyen bu gür kaynak, sanatçıların kaleminde değişik hâllere bürünür. Bazen bir tablo netliğiyle çizilirken bazen de duyguların, ürpertilerin gölgesi hâlinde görülür. Zaman zaman, içinde bulunulan şartlara göre bir kaçış, bir sığınak olarak değerlendirilse de eserin ondan tamamen ayrı düşmesi düşünülemez. Bütünün bir parçası olan tabiat değişkendir. Her şey gibi o da değişir. Bu değişimler hassas bir ruha sahip olan şairi etkiler. Şair, ruhundaki değişiklikleri tabiattaki değişikliklerle örtüştürerek anlatır. Tabiattaki en büyük değişim mevsimlerin geçişiyle oluşur. İnsan ruhu da bundan uzak kalamaz. Baharla birlikte duyguların canlanması, yaşama sevincinin artması bundandır. Sonbahar ise hüzün mevsimidir. Tabiat kabuk değiştirirken duygular da akışını değiştirir. 761 762 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 191-192. Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 27. 298 a) Sarışın Yüzlü İlkbahar Orhan Seyfi, “Gülle Bülbül Efsanesi” nde, baharın tasvirini yapar. Bir ilkbahar sabahı, vadiler henüz siyahken dağ başları ağarmaya başlamıştır. Bahar tabiatla beraber bütün ihanı sarar. Dağa, taşa can verir. Böyle bir sabahta bülbül, güle karşı uyanır. Gül de göğsünü gizlice bülbüle açar. Bu aşka ay şahit olur. Sonbaharın gelişiyle birlikte bu aşk söner. Ondan sonra her bahar sabahı, “kanadı benekli, serseri” kelebekler, bülbüllerden güllere mektuplar taşır. 763 “Abdülhak Hamid’e Mektup” ta, ilkbaharı anlatırken bu mevsiminen sevinçli bir gününde, her tarafta tabiatın düğünü başlar. Kuşlar, çiçekler, sevişen gönüller eşlriyle beraberdir. Güneş, altın taca benzer. Her taraf “tatlı, baygın bir zifaf” içindedir. Dağlar yeşil, gök derin, sular berrak, hava saftır. Çiçekler baharın busesiyle açılır. Kırlarda yorgun argın dolaşan kelebekler, havanın tadından sarhoş gibidirler. Şairin aşkı da tabiatın bu durumuna uyar. 764 “Harp İçinde Bahar” da, ülkenin yaşadığı zor günlere tabiat eşlik eder. “Sarışın yüzlü” ilkbahar renksizdir. Rüzgâr “gizli bir elemle hıçkırır”. Kumrular, eşsiz dolaşır; kuşlar, acı bir ağıt yakar gibi öter. 765 Şair, “Bahara Kaside” de, baharın gelişiyle birlikte insanda olan değişiklikleri verir. Renk, ışık, kahkaha, rüyayla dolu olan bahar, bambaşka bir hayal âlemidir. Neşeli sesler, hevesler etrafa dağılır. Ömür ırmaklar kadar coşkun; her şey daha genç, daha hürdür. İnsan, böyle bir anda sevme ihtiyacı duyar. Gönüller aşka açılır. (s. 22). Aşkın bir gerçeği olan heyecan, tereddüt, hasret, ihanet, yanla bile razı olunur. Böyle de olsa dünya güzel görünür. (s. 23).766 763 764 765 766 Orhan Seyfi,Gönülden Sesler, s. 32-34. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 104. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 167. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 22-23. 299 “Bahar” da, leylâkların açtığı ilk günlerle birlikte tabiatta olan değişiklikleri anlatır. Bulutlar, “dolu dizgin” geçer; rüzgâr “yarı çılgın, yarı sarhoş” eser. Söğüt dalları, ırmaktan su içmek için eğilmiştir. Sarı papatyaların süslediği tarla altın saçılmış gibidir. Sapsarı uzanır, titrer. Baharla birlikte bütün tabiat “yarı sarhoş” tur.767 Şair, “İlkbahar Türküsü” nde, çiçeklerin açmasına rağmen dağların karlı olduğunu söyler. Kuşların köye dönüşü yorgun olacaktır. Düşünceyle somurtan kayalar dışında her şeye yeni bir ses, yeni bir can gelir. Tabiattaki bu değişiklikler şairin kalbindeki aşk acısını tazeler.768 “Bahar… çiçeklerin doğduğu, kırların yeşerdiği ve kalplerin heyecanla titrediği mevsim… acaba hangi edebiyat onun methiyesiyle dolmamıştır!” Bu mevsim, “şiir denen ilâhe” nin en taşkın heyecanı, en çılgın kalp çarpıntısıdır. 769 Nisan ve mayıs aylarının “yaman” olduğunu düşünen Halit Fahri, yapışık ikizlere benzettiği bu ayların, “daha beşikte iken yaramazlaştıklarını” söyler. Bu iki mevsim her çağda aşkın doğumu ve gelişimini ifade etmiştir. Nisanı aşkta saffetin, içten ve tatlı ürperişlerin sembolü olarak görür. Bu aylarla birlikte eğlenceler de başlar. Boğaz’daki, Göksu’daki eski eğlenceleri anar. Bir Hıdırellez günü Kâğıthane’ye gitmişlerdir.770 Leyleğin “bahar müjdecisi” olduğunu söyleyen şair, yere konan leyleği “bembeyaz uzun bir testi” ye benzetir. 771 767 768 769 770 771 ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 24. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 91. Halit Fahri, “Bahar Hastalığı”, SF, 1928/243(27 Temmuz 1933), s. 130. “Nisan, Mayıs ve Aşk Üzerine Bir Sohbet”, Tercüman, 1991(4 Mayıs 1967), s. 2. OZANSOY, Halit Fahri, “Leylekler Gelince…”, Tercüman, 3067(30 Nisan 1970), s. 2. 300 “Bahar Sabahı” nda, tasvir ettiği tabiatta, sema mine rengi; hava yaseminlerden daha hoş kokuludur. Deniz gibi durgun olan tarlalar bazen sessiz dalgalanırlar. Yapraklar rüzgârın “ipek temas” yla titrer; kuşlar yuvalarında cıvıldaşır. Komşu bahçede bir çıkrık sürekli gıcırdar. Tabiat her şeyiyle bahara ses vermektedir. Her gölgelikte sevgililer vardır. Hayat “yeşilliklerde çağlayan bir su” gibi yaşanmaktadır.772 “İlk Güneş” te, kışın fırtınalarla inleyen sahiller, artık baharın sesleri, bahar nefesleriyle dolmuştur. Sularda dalgalar boğuşurken sular artık durgun, parlamaktadır. “Güneş, sessiz kumasla ışıktan ellerile İnce, altın renginde bir kadife seriyor.” Gizli yosunlar parıldamakta, sular gökyüzünü ayna gibi yansıtmaktadır. Tepe üzerindeki yaşlı çam güneşe karşı “yeşil yelpaze” sini açar. Güvercinler taraçalarda etraf kararmadan bahçelerde gülüşen “taze” lerin sinsi dinler. 773 Faruk Nafiz, “Sensiz Bahar” adlı şiirde, sevgiliden ayrı geçen bir baharı anlatır. Bu ayrılığın üzüntüsünü tabiatta da görür. Yalnız geçen bu ilkbaharda ağaçlar mükedder, yapraklar sarıdır. Bu baharı kıştan neşesiz bulur. Halbuki sevgiliyle geçirilen nisan ayında beraber gezindikleri yollar, sessiz, sarışın ve süslüdür. “Ağaçlar mükedder, yapraklar sarı,/ Bu bahar mevsimidir kıştan ne‘şesiz! Birlikte gezerken bir zamanlar biz/ Yalnız selâmladık bu ilkbaharı…”774 “Terennümler II” şiirinde, kırlara baharın geldiğini söyleyerek “gül mevsimi” diye adlandırdığı nisanı anlatır. Şair, geçen kışı bir yandan güzel olarak 772 773 774 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 17. Halit Fahri, Paravan, s. 50. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41. 301 değerlendirirken bir yandan da kışın ölüm korkusu verdiğini söyler. Nisan ayı melekler gibi kanat gererek bu karamsarlığı gidermiştir.775 Şair, ilkbaharla birlikte ağaçların cenup rüzgârlarıyla dile geldiğine; çiçeklerin göklere kanat açtığına inanır. Yeşil yollarda, dalgın adımlarla yürüyen güneş, ilk sevgiye doğru yol alan genç bir hayale benzer.776 “Bahar Türküsü” nde, baharın gelişiyle beraber tabiatta olacak değişiklikleri saydıktan sonra, kendi hayatında neleri değiştireceğini söyler.Baharla birlikte aşkı canlanacaktır. Şair, ne yaza hasret ne de bahara düşkündür. Onları sevgiliyi andırdıkları için sever.777 b) Yarı Çıplak Yıkanan Sarışın Bir Kız: Yaz Orhan Seyfi, “Bir Yaz Manzarası” nda, mevsim sonunda ölecek olan ağustos böcekleri, yazı metheden şiirler söyler. Mehtap, ormanın altındaki hamakta uyur. İshak kuşları, korkmuş gibi dağdan dağa öterler. Rüzgâr, “his gibi, hülya gibi” tatlı eser. Gök, masallardaki gibi yedi katlıdır. 778 Halit Fahri, “Yaz” da, üzüm salkımlarının sarardığını, ortalığın “gönül gibi” yandığını söyler. “Kızıl şarap gibi güneşi tadan / Çamların üstünde akşam olmadan,” sevdayı yudum yudum içmek ister.779 “Kıyıda Yaz” da, sular, ufuk, kıyı göz kamaştırıcı ışıklarla doludur. Kayıklar, kumlukta yan yatmış uyumaktadır. (s. 68). Kürekleri, kancaları bir tarafa atılmıştır. 775 776 777 778 779 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 148. Faruk Nafiz, “İlkbahar Güneşi”, Akarsu, s. 33. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 141. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 27. Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 67. 302 Martılar, bir kaya üstünde köpük parçası gibi durmaktadırlar. Sularda ne bir yelkenli ne de bir kürek izi vardır. “Güneş bir ilâh ki denizi / Sıkmış ateşli avuçlarında.” 780 “Şehrin Ucunda Yaz” da, güneş kaldırımlarda şahlanır, ışıklar kireç duvarda “parlak bir nal şakırtısı” gibi parlar. Hasta leyleklerin son takırtısı öyle bir ölüm havası saklar ki insanın mızrağı toprağa saplayıp karşı koyası gelir. 781 Yusuf Ziya, “Bahara Girerken” de, ilerleyen yaşına rağmen bir çocuk sevinciyle yazı bekleyişini anlatır. Aşkının ilk günlerini yeniden hissetmek ister. (s. 35). İhtiyar bir genç gibi giyinir. Bülbülün sesinde “gülen bir ağlayış” bulur. Sürüler, yamaca dağılan bir beyaz bulut olarak manzarada yerini alır. Şair, aşkı yeni hisseden gençler gibi kuşlardan, çiçeklerden konuşmak ister. (s. 36).782 Faruk Nafiz, bir yaz levhası çizdiği “Yaz Güneşi” nde, güneşi, ateşi dinsin diye yarı çıplak yıkanan bir sarışın kışa benzetir. Her çam, dibinde gölgelenen çiftlere gölgeden tüller gerer.783 c) Rüzgârın Kuğu Türküsü: Sonbahar Orhan Seyfi ,”Gülle Bülbül Efsanesi” nde, ilkbaharla beraber âşık olan gül ile bülbülün sonbaharın gelişiyle ayrılışlarını anlatır. Bir sonbahar akşamı gam, acı bir haber gibi, dünyaya dağılır. Dalların boynu bükük, her taraf kırık dökük keder içindedir. Gülün soluşuyla bülbül hıçkırıklara boğulur. Bülbül, ömrü az olduğu için 780 781 782 783 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 68-69. Halit Fahri, Sulara Dolan Gözler, s. 70. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 35-36. Faruk Nafiz, Akarsu, s. 34. 303 ölen güle ne olduğunu anlayamaz. Sobaharla birlikte âşıklar ayrılmış, tabiat gama boğulmuştur.784 Halit Fahri, “Turnalar” da, bu kuşların göç hareketleriyle tabiattaki değişiklikleri anlatır. Onların gelmesiyle eylül başlar. Yaseminler sararır. Eğlenceler biter. Eski beldelerine göçünce yeryüzü solgun bir renge bürünür. Kalplere hicran acısı iner. Ölümleriyle de eylül ağlar; tepeler sislenir; keder daha da yoğun hissedilir.785 Sonbaharı, “hasta mevsim” olarak niteleyen şair, kendi duygularıyla bu mevsimi özdeşleştirir. Sonbahar da onun kalbi gibi matemli, yaslıdır. Bülbüllerin ilâhî, coşkun sesinden iz kalmamıştır. Rüzgârsa hazin bir hıçkırık, bir inilti hâlindedir. Her tarafta ebedî bir öksüzlük hâkimdir. Her yer hülyaya dalar. Tabiatın bu hâline insanların gönüllerine dolan ayrılık acıları eşlik eder. Son kırlangıç sürüsü de kışın soğuklarını hissederek ufukta kaybolur. İnsanlar gibi sonbahar da kederlidir. Şairin sesi sonbahar rüzgârı gibi yorgun, her ikisinin de ruhu duman içindedir.786 “Mevsimin Vedaında”, bir eylül akşamı kırlara açılmak isteyen şair, sonbaharın artık veda etmekte olduğunu görür. Son kez onu ziyaret etmek ister. Sonbahar akşamları içli, melûldür. Gökleri bürüyen hüznü hissetmek ister. Ağaçlıklı yollarda, yapraklar tamamen sararmadan sevgiliyle yürümek ister. Bir pınar başı son menzilleri olmalıdır. Şair, sevdayı da mevsimlere benzetir. Onun da hazanı, kışı vardır. Tıpkı sonbahar gibi sevdalarının da çehresi solacaktır. 787 784 785 786 787 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 31-34. Halit Fahri, Zakkum, s. 12. Hali Fahri, “Sonbahar”, Paravan, s. 79. Halit Fahri, Paravan, s. 80. 304 Enis Behiç, “Maymunlar 3” te, çiçeklerin solmasıyla başlayan sonbaharı “kızıl-kumral güz” olarak anar. Ormanın perisi, rüzgâr ruhlara mersiye okurken, “Zümrütlü tacımı kim aldı?” diye öksüz ağlar. 788 “Sonbahar” da, eylül başında gül rengi bulutlardan bir tülün, sisten eteklerini yerlere serdiğini söyler. Boş ve tenha yolların süsü, ölü yapraklardır. Rüzgârsa bir kuğu türküsü söyler. (s. 190). Topraktan sonbahar kokusu yükselir, yapraklar damlalıdır. Güneşi yüzü hasta; günler, ömürler gibi kısalmaktadır. (s. 191). 789 Faruk Nafiz, “Bağbozumu” nda, bir sonbahar tablosu çizer. Sahil sessiz, dalgalar çırpınır, söğütler dalar, kayalar guruba kadar dinlenmektedirler. Mevsimin yorgun rüzgârı tenha bağları, kuytu ormanları gezmektedir. Kırık dallar ve sarı yapraklar sonbaharı haber verirler. Tabiatla birlikte hayat da sakindir. Sadece kimin olduğu bilinmeyen bir ayak sesi gizlice duyulur. 790 “Sonbahar Güneşi” nde, yere dökülen yaprakları, birbirinden ayrılan eşlere benzetir. Geçen yazla birlikte ayrılıklar da başlamıştır. Alnını ufkun bir kenarına koyan güneş, boşuna geçen yaz için yas tutan dul bir kadını andırır. 791 d) Ölümden Hayat Alan Mevsim: Kış Orhan Seyfi, “İlk Kar” da, tasvir ettiği kış manzarasında, akşamki fırtınadan kaçıp ormana sığınan kuşların, yağan kar karşısındaki şaşkınlığını anlatır. Gece yağan karla beyazlaşan ormanın aydınlığını mehtap zannederler. Gün doğduğunda 788 789 790 791 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 27. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 190-191. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 15-16. Faruk Nafiz, Akarsu, s. 35. 305 nerede olduklarını anlayamazlar. Köy, çimenler, ağaçlar, sahra, ırmak görünürde yoktur. Sema, bulutlarla yere inmiş gibidir. 792 “Kış Gecelerinde I” de, içine düştüğü yalnızlığı anlatan şair, bir kış gecesinin tasvirini yapar. Kış mehtabını daha parlak, daha lekesiz bulur. Gökyüzü mutlulukla gülümser gibidir. Şehri sonsuz bir nur kaplar. 793 “Kış Geceleri II” de yalnızlığını anlatırken daha ayrıntılı bir tablo çizer. Çiçekler dağılmış, yapraklar sarıdır. Bulutlar “gözleri yaşarmış” gelirler. Dağları duman bürür. Sisle karışık ince bir yağmur yağar. Çamurlu sokaklara açılan bütün kapılar kapanmıştır. 794 Şair, “Bir Kış Masalı” nda, aralıksız kar yağan yedi günün gecesinde, ocağın ateşi duvarlara vurur. Camlar buğulanır. Kar, geçitleri kapatmış; rüzgâr, çığ sürüklemektedir. Fırtına ağaçları devirir. Ocak başında toplanan yaşlılar, uzun zamandır böyle bir kışın görülmediğini konuşurlar. Yetmiş yıl önce böyle bir kış olmuştur. O zaman da kar günlerce yağmış, dağlar, ovalar belirsiz olmuştur. Geçitler kapanmış, gidenler dönememiştir.795 Halit Fahri, “Kış Gecesi -1-” de, Konya ‘ya ait bir kış manzarası çizer. Karlar, “buzlu yıldızlar” ın altında parıldar. Ne tren ne de bir gece yolcusu vardır. Damlar soğuktan donmuş gibidir. Hasta bir köpek acı acı ulur. Ölüm bir yoksulun kapısına pusu kurmuştur. Ağaçlardan yükselen kıpkızıl ayı “büyücünün tunç altını” na benzetir. (s. 38). Alâaddin Tepesi’nin saat kulesi, “kefenli bir heyulâ” gibi mazinin sesini verir. (s. 39).796 792 793 794 795 796 Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 33-34. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 83. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 85. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 127-128. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 38-39. 306 “Kışa Doğru” da, tabiatla birlikte şairin duyguları da sessizliğe gömülür. Son kafesler kapanmış, çamlardan kış uykusu sızmaktadır. Yıldızlar yerini derin, sisli boşluğa bırakırlar. Gökleri kaplayan siyah buğunun yağmurla dağılmasını umar. “Yağmur son güllere mine işlerken” şair de gül mevsimine veda eder. “Hasta eylülün hırçın yağmurları” nın dinmesini ister. Zaten çok geçmeden sararan yapraklar, karın altında sürüneceklerdir.797 Karın yağışında ölüm hissi bulduğu “Kar Yağarken” de, kar altında tasvir edilen yer Karacaahmet mezarlığıdır. Sisli boşlukta ölüm hissi duyan şair, karın “sinsi sinsi” yağdığını söyler. Mezarlığın servi dizisi, ufukta bulanık bir perde gibi durmaktadır. Yavaş, yumuşak yağan kar, yollarda son ayak izini de siler.798 Enis Behiç, “Maymunlar 3” te, kışın gelişine yer verir. “Denize nişanlı çağlayan kızı / Irmağın, sislerle söndü yaldızı”. Kışla birlikte “buzlu fırtınalar” eser, su donar. “Ak saçlı” toprağın uykusu gelir. Uzun bir süre de uyur.799 Yusuf Ziya, “Baskın” da, Konya’yı mekân edinirken oranın kışına yer verir. O kış, Konya’da sert geçmektedir. Yollar kapanmış, geçitler kesilmiştir. On gündür kar yağmakta, dağlarda rüzgâr uğuldamaktadır. İnsanlar ocakbaşında bile üşümektedir. Kuşlar uçarken donup yere düşerler. (s. 51). Ay, gece, ufukta bir kartopuna benzer. (s. 52).800 797 798 799 800 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 37. Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 11. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 26. Yusuf Ziya, Bir Selvi Gölgesi, s. 51-52. 307 Fark Nafiz, “Gençlik” te, rüzgârlı soğuk bir kış günü, köyde sesler, ufuklarda gün açılır. İki gündür pınarlar kardan donmuştur. Fırtınanın ağaçlarda kopardığı seslerin ardından kafesler, camlar, gizli bir hüzünle titrer. Bu “siyah akşam” ların ölümden daha sessiz olduğunu düşünür. Dökülen karları matemle süzer. Kuru dallarla yakılan ocağın alevleri, kızıl bir renkle duvara vurmuştur. Böyle bir kış gecesinde şairin kalbi, matemli yarayı hatırlayarak sızlar. Ruhuna hicran dolar. Sevdiği kadın haftalardır hastadır. Kuduran fırtına, sevdi kadına koşan şairin alnındaki karları savurur. Kış, sevgilisinin de ölmünü getirmiştir. 801 “Kış Gezintileri” adlı şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak nitelediği kışın tasvirini yapar. Bahçeler karla örtülmüş, akşamlar hicran içinde inmiştir. Kıştan haz alamayan şair, sevgiliyle geçen yaz günlerini hatırlamaktadır. Şimdi o yerlerin kışa bürünmesi şaire yalnızlık hissi verir. Etraf ölü bir hüzün içindedir.802 “Köyde Kış” adlı şiirinde de bir köyün kış mevsimindeki tasvirini yapar. Bu manzara durgun değildir. Çeşmeler akmakta, ocaklar tütmekte, çobansız kalan sürülerin çıngırakları duyulmakta, dağlarda çağlayanlar akmaktadır. Tabiatın bu hareketliliğine karşılık insanlar evlerinde “münzevî” yaşamaktadır. Zaman zaman bir yolcunun hareketliliği görülse de kızların çeşmelerden su dolduruşu aranır. 803 “Kış Bahçeleri” nde, Boğaz’ın kış mevsimindeki görüntüsünü verir. Denizin şarkısı dinmiş, rüzgâr uyumaktadır. Havanın bu dinginliği semtleri sessizliğe bürür. Körfez düşünmekte, Kanlıca mahzun, Emirgân ve Çınaraltı sisler altındadır. Mevsimle beraber alışılmış olan boğaz manzarası değişir. Bu özlenilen bir değişim değildir. “Can verdi kışın sunduğu taslarla zehirden, 801 802 803 Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 14. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 22. Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 34-35. 308 Her gonca kızıl bir gül açarken yolumuzda. Üstündeki son dallar ağarmış diye birden, Pas tuttu bu akşam suların rengi havuzda..” Şair, bütün bu yerlerde yaz günlerinin hatıralarını bulur. O günlerden bir tek güneş kalmıştır. O da kışa has görüntüsüyle verilir. “Mehtâba çalan sapsarı benziyle, ufukta, Binlerce dalın verdiği tek meyva güneştir.!” Faruk Nafiz, tabiattaki bu değişikliğe, kuşlarla çiçeklerin gitmesine üzülmeyi doğru bulmaz. Çünkü eski yaz günleri yeniden gelecektir. Onu asıl hüzünlendiren, geçen günlerin yeniden dönmeyecek olmasıdır. 804 “Kış Güneşi” nde, kış günlerinin yeknesaklığını işler. Yarın, dünden farklı olmayacaktır. Dünle yarın yan yana yatan iki ölü gibidir. Hareketsiz, durgun geçerler. Bu cansızlığın yanında açlıkla ölüm, kolkola gezen iki kardeş gibi, günleri daha çekilmez, istenmez hâle getirirler. Güneşse bir ihtiyarın küllenmiş mangalında parlayan tek ateştir.805 14. İnanma İhtiyacı Orhan Seyfi, “Münacat I” de, yıllardır ettiği âhların Allah’a ulaşmadığını düşünerek inanç boşluğuna düşer. Ona sesini duyurabilse kulu olmaya razıdır. Allah’ın insanları “tabiatın pençesine fırlatıp”, “yokluğun karanlık gecesi” ne çekildiğini söyler. Ondan yardım ummadan hayata göğüs germek çok zordur. Günahların, sevapların hükmü yoktur artık. Büyük hesap günü de gelmeyeceği için çekilen azapların karşılığı olmadığını düşünür. Şair, sonra Allah’a, insanları tabiatın 804 805 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 93. Faruk Nafiz, Akarsu, s. 36. 309 merhametsiz elinde yalnız bırakmaması için yalvarır. Sonunda bir varlığa ulaşmak ister.806 “Nerdesin?” de, Allah’ı göklerde arayan şair, adalet için haksızları cezalandırmasını istemiştir. O’nun bir mucize göstererek ruhları şüpheden kurtarmasını beklemiştir. O’ nun adaleti olmadığını düşünür. Görünmediği için varlığından da şüphe eder. Varlığına inanmak için O’ndan bir ışık bekler.807 “Münacat II” de, inanma ihtiyacını şiddetle duyar. O’nun, birden çok olsa bile, bir olduğuna inanmak ister. O, her şeye muktedirdir. Rahmetine güvenir; şefkatine inanır. Allah yoksa bile, hak yolunda ilerleyip düşünmeden varlığına tapacağını söyler. 808 “Münacat III” te, Allah’ın bir olduğunu kabul ederek bazı isteklerde bulunur. Dinde, dilde, milliyette birlik olmasını; toplumun dirlik içinde yaşamasını ister. O’ndan bir vatanda, bir devlette kardeş gibi yaşatmasını bekler. Farklı dine inananların aynı doğruluk yolunda birleşebileceklerini düşünür. 809 “Dua I” de, çekilen zorlukların “Tanrı” ya ulaşma yolunda bir vesile olması için yalvarır. İnsanların bencillikten kurtulmasını; gönüllerin O’nun sevgisiyle dolmasını; O’na giden yolların açık olmasını ister. Sapkınlık içinde olan insanların, dünyanın en “korkulu hayvan” ı olacağını bilerek doğruluğu, vicdanı unutturmaması için yalvarır. O’na lâyık kul olmak için dua eder. 810 “Dua II” de, “Ulu Tanrı” ya şefkatiyle gönüllerden bütün düşmanlıkları dağıtması; insanların barış içinde birbirlerini sevmeleri için yalvarır. Gözyaşlarının dinmesini, zavallıların kurtulmasını ister. İlmin maddecilikten kurtulmasını; insanın sadece bedenden ibaret olmadığının 806 807 808 809 810 ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 21. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 22-23. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 24. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 25. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 26. 310 anlaşılmasını bekler. “Dinin “masal” dan; imanın “metafizik” ten kurtulması için yalvarır.811 “O Gün” de, insanların bütün hırslarını, hınçlarını bıraktığı kıyamet gününde, hakkın galip geleceğini; herkesin kendi hakkına razı geleceğini söyler. O gün, sınıf farkı kalkacak; insan, aklın zaferiyle kurtuluşa erecektir.812 “Birlik” şiirinde, insanın ikiliğe düşmeden birliğe inandığında, selâmete ereceğini söyler. Gönüller bir aşk ile çırpınırken ikiye tapmak günahtır. Allah’tan başka ilâh yoktur. Yalnız bir din ve bir ilâha inanıldığında kurtuluşa varılacağına inanır.813 “İman” da, fazilet, doğruluk ve gerçeğin imanda olduğunu söyleyen şair, onsuz ahlâk ve ilmin olamayacağını söyler. Allah’ın tecellisini görmeyenlerin, yaşamaya teselli bulamayacağına; ıstırap çekeceğine inanır. İnsan, O’nun aşkıyla avunur. O’nu anlayan kurtuluşa erer. İman yolunda ilerlendiğinde, zorluklar aşılır; anlaşmazlıklar son bulur.814 Yusuf Ziya, “Anahtar” şiirinde bilmediği sorulara cevaplar arar. Bunu sihirli bir anahtarla yapmak ister. Önce göklerin esrarını çözmek; kaybolan sesleri duymak; kaybolan yüzleri görmek ister. Sonra, dünyayı anlamak ister. Ölüm denen “sonsuz büyük rüya” nın muammasını çözmek ister. (s. 27). Mevsimlerin dile gelmesini; ağaçların konuşmasını bekler. Onlardan, “dallarda kızıl gülleri alev alev yakan sihirbaz” ın kim olduğunu soracaktır. (s. 28). 815 811 812 813 814 815 ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 27. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 28. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 29. ORHON, Orhan Seyfi, O Beyaz Bir Kuştu, s. 30. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 27-28. 311 Faruk Nafiz, “Hamd ü Sena” da, Allah’ın âlemde insanlara bahşettiği iyi, doğru, güzel her ne varsa hepsine şükreder. O, insan barınsın diye toprağı yaratmış; ruhların seyretmesi için gökleri sermiş; lûtfunun feyzini görsünler diye gökte ışıklar yakmıştır. Şair, en büyük nimete hamd; en küçük ihsana şükreder. (s. 177). O, sunduğu bütün nimetleri yeterli görmeyerek kullarına yarın başka bir âlem de vaat etmiştir. Şair, “ma-i Tensîm” e, “ravza-i Rıdvan” a şükreder. Bütün varlıklar ona kavuşmak için yanarken O, en güzel vuslatı mahşerde tattıracaktır. Şair, bu hicrana da şükreder. O, insanları şeytandan kurtarmak için meleklerle kitaplar indirmiştir. “Sayısız cürme bedel sonsuz inâyetlere hamd, Ve bu hizmetle celil ettiği peygamberlere hamd, Gökyüzünden yere indirdiği Kur‘an’a şükür.” (s. 178).816 “Tevekkül” de, dünya derdinden el çekip tevekkül eden insanı anlatır. Vicdanı sakindir. Feleğin sırrını çözen bu “mübarek” insanın başka bir cihanda mutlu olmasını umar. Çünkü dünya kâmil insana zindandır. İnsan, emrine amade edilen cennet gibi dünyayı, “hırs ü heva ejderi” ne kapılarak cehenneme çevirmiştir. (s. 179). Yaşanmaz hÂle gelen bu dünyayı yeniden cennete çevirmek için dua edilmelidir. İbrahim’in Allah’ı yad etmesiyle gül bahçesine dönen Nemrut’un ateşini hatırlatır. İnsan, İşlediği suç ve hataların bağışlanması için dua etmelidir. (s. 180). 817 “Hayır Dua” da, insan, Rabb’inden ruhen ne kadar uzak olsa da yine toprakta ondan dağılan zerrelerdir. O’ndan uzaklaşınca rehbersiz kalmıştır. İnsanları er geç ona ulaştıracak bir rehber ister. Destanlarda bile nadir görülen, güzellik, doğruluk, iyilik uğrunda ölen ortaçağ erlerinin benzeri insanlar vermesi için dua eder. (s. 181).Bunlar, haksızlığa karşı gelen, gönlü onulmaz aşkla dolu, yoksulun menfaatini 816 817 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 177-178. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 179-180. 312 düşünenler olmalıdır. Bir de Meryem gibi cananlar vermesini ister. Müslümanı kâfirle bir tutup, bir kurtarıcı göndermeyecekse, “Nuh’u, teknesi” olmayan halkına tufan vermesinin daha iyi olduğunu söyler. (s. 182).818 “Nuh’un Gemisi” nde, Nuh tufanından yola çıkarak insanların içinde bulunduğu sapkınlığı anlatır. Öyle bir isyana kapılmışlardır ki, gününden önce mahşeri görmeleri gerekmiştir. Onlara verilecek tufanda masumların kurtuluşu için Nuh’a bir tekne yapması söylenir. Nuh, kavmine hayırlı insanların kurtulacağını haber verir. Can derdine düşenler, kendilerinden başka kimseyi düşünmezler. (s. 183). Ar ve haya perdesine bürünüp “sahte havari” gibi gemiye binmek isterler. O gün hayırla şer görülür. Şair, insanların o günden beri hâlâ o “çürük” teknede olduğunu; aynı ummanda dolaştığını söyler. Bu gemi yaslanacağı bir dağ da bulamamıştır. İnsanlar, hataları iç değişmediği halde yine de Allah’tan ihsan dilemektedirler. Etraftaki kötülüklere bakarak eski tufanın sürdüğünü düşünür. (s. 184).819 “Babil” de, insanların Allah’ın birliğine karar ettiği günlerde, âlemde her yerin cennet gibi olduğunu hatırlar. Ezelî sırra eren insanlar mutludur. Ne Ebabil vardır ne de tufan. Bu duruma şükredecekleri yerde, kâfirliğe meylederler. Hünerin kendilerinde olduğunu zannederek meydan okumaya başlamışlardır. (s. 185). Onları tufanda affeden Allah, bu isyana gazap duyar. “İlâhî işini kâfirlere devreder.” O, kendini çekince insanlar darmadağın olur. O nur gidince “köhne çamur” meydanda kalır. İnsanlar arasındaki ayrılıklar, uzaklıklar, şaire Babil’i hatırlatır. Sadece milletler arasında değil, insanlar arasında da duvarlar vardır. Göklere uzanan taş 818 819 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 181-182. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 183-184. 313 kulelerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Şair, cihanda birlik olması için dağılan insanların, buhranlardan kurtarılmasını ister. (s. 186).820 “Madde ve Kuvvet” te, insanın gönlündeki cevherden kuvvet aldığı anlatılır. Allah inancını kaybedenler, kahramansız yaşamaya mahkûmdurlar. 821 15. Şark’ın Eşsiz İncisi: İstanbul Orhan Seyfi, “Sadabad I” de, Sadabat tabiatla birlikte eğlenceye dalar. Sahilde çimlere uzanan kızların dudaklarında piyaleler; kucaklarında açmış “aşüfte” lâleler vardır. Akşamla birlikte etrafa gölgeler inince rakkaseler oynamaya başlar. 822 Şair, “Körfezde Mehtap” ta, bir ağustos gecesi, mehtap, Boğaz’ın üzerinden İstanbul’a baktığında şehrin uyuduğunu görür. Su, rüzgâr, yaprak, toprak uyur; kayalar rüya görür. Ay, gizlice suya iner. Emirgân Korusu’nun aksi körfeze vurur. 823 “Boğaz Türküsü” nde, her yıl olduğu gibi, yine önce leylâklar, sonra manolyalar açar. Boğaz, üzerindeki güzellerden farksızdır. (s. 89). Şair, Boğaz demenin, leylâkla, manolyadan ibaret olduğunu söyler. Her yaz gibi bu yaz da güzel geçmiştir. (s. 90).824 “Kalender Türküsü” nde, Boğaz mehtabına, ona en hâkin yer olan Kalender’den bakar. “Gecenin mehtaba gece olduğunu” hisseder. Karşı tepeler yanardağ gibidir. “Işık bir dünya, uyanıkken de güzel bir rüya görmek isteyenlerin” mehtabı Kalender’den seyretmesini ister.825 820 821 822 823 824 825 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 185-186. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 140. Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, s. 29-30. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 25. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 89-90. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 92. 314 “Çakaldağ Türküsü” nde, çocukluğunu geçirdiği “zümrüt” dağı anlatır. Etrafı meyve bağlarıyla dolu olduğu için, yazın buradan sepet, küfe eksik olmaz. Bu dağda, kurbağalar bağırır; çakallar ulur; ishak kuşları öter. 826 “Çengelköy” de, zaman içinde Boğaz’ın her yerinin bir parça değiştiğini söyleyen şair, Çengelköy’ü anlatır. Bağları, evleri, ağaçlarıyla bu semt, yine sesiz, yine sakindir. Elli yıldır uzak olduğu bu yerde doğduğu evi tanır. “Tılsımlı” bağların dünyada bir eşi daha olmadığını söyler. (s. 103). Manzaraya “tevekkül” katan asırlık çınarı tanır. Kışın çağlayan deresi, yazın kurumuştur. Bayramlarda gittiği camii görür. Çocukluğundaki Karabaş’ın yerini damlarda kediler almıştır. (s. 104). 827 “Telgraf Sokağı” nda, Çengelköy’de doğduğu sokağı gezerken sokak tabelasının kaldırıldığını görür. Bu, ömrünün en güzel çağı bu sokakta geçen şairi üzer. Tabelayı yeniden asmak için çareler arar. Asıl amacı, geri döndürmek istediği o güzel günlerdir.828 Halit Fahri, sevgilisinin ölümü üzerine yazdığı “Sensiz Saatler” de, Esentepe’ deki evi onun için kurduğunu söyler. Teraslı olan bu evin bahçesinde güller, saçaklarında güvercinler vardır.829 “Dua” adlı şiirinde, ölen sevgilisinin en sevdiği yerin Ada olduğunu, Zincirlikuyu’ da yattığını söyler. Ada kıyısındaki çamların ay ışığında suda onun hayalini gördüklerini düşünür. 830 “Marmara Geceleri” nde, “solgun parıltılarla Marmara’ya nur serpildiği” zamanı hatırlar. Bu gecelerde suların billûr musikisi tenha sahile dağılmaktadır. 826 827 828 829 830 ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 93-94. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 103-104. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 108-109. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.12-13. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.16. 315 Hasta, hüzünlü bir kadını yerleştirdiği bu manzarada, sonra bütün yalıların rüyaya daldıklarını, Adalar’ın açıklarda belirdiklerini söyler. Sonunda da ay Marmara’dan çekilir.831 “İstanbul” şiirinde, bu şehrin Türk’ün zekâsı ve dehasıyla yoğrulduğunu; altı yüzyılın şanlı rehberi olduğunu söyler. 832 Şair, “Boğaz’ın Dilberleri” nde, mayıs akşamları Boğaz’ın dalgalarının ilâhî bir yari yad edişlerini dinler. (s. 100). Genç kızlar yeldirmeleri uçarak çamlıklarda koşmaktadırlar. Bu “firarî, küçücük yıldızlar” etrafa peri gülüşleri saçmaktadırlar. Göksu da sinelerinden gül kokusu süzülen bu kızları beklemektedir. Beyaz bir sal, “Boğaz’ın cilveli sultanları” nı gezdirir. (s. 101) 833 “Eyüp Sırtında” da, Eyüp mezarlığını tasvir eder. Kara serviler, mezarlar, bir susuz çeşme bu tabloda yerini alır. Uzakta, Haliç göle benzer. Şair daha önce burayı anlatmamış olmasının şaşkınlığı içindedir. Kumruların garip huhuları duyulur.834 “Eyüp Mezarlığı’nda” şiirinde, bu mezarlığı mekân edinir. Yaz güneşinin altında mezarlığa sessizlik hakimdir. Uzakta Haliç durgun parlamaktadır. Mezarlıkta kara serviler vardır. 835 “Kar Yağarken” adlı şiirinde, kar yağarken sisli boşlukta bir ölüm hissi duyar. “Karacaahmet’ in selvi dizisi” nin ufukta bulanık bir perde geldiğini söyler. 836 Şair, “Ada’dan Ayrılırken” de, buraya ait bir yığın hatıradan sadece hayallerindeki çamlar, martılar, sular ve ılık akşamların kalacağını söyler. (s. 86). 831 832 833 834 835 836 Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s.18-19. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 11. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 100-101. Halit Fahri, Paravan, s. 21. OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s.2 8-29 OZANSOY, Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s.11. 316 Ada’nın çamlıklarının nisan yağmurlarından nasıl tazelendiğini her an düşünecektir. Denizde mehtabı hatırlayacaktır. Burayla dolu olan gençliğini özleyecektir. (s. 87). 837 Enis Behiç, “Tuna Kıyısında” da, güneşin Tuna üstünden batışıyla vatanını, İstanbul’u hatırlar. Her tarafa İstanbul’u görme hevesiyle bakar. Boğaziçi’nden bir hayal ister. “İstanbul! Ey sedef mehtaplarından / Hülya gözlerime ilk ışık veren.” Orada renkler, Şark güneşiyle sihirli bir âlem yaratır. Akşamlar bin renklidir.838 Yusuf Ziya, “İstanbul” şiirinde, İstanbul’a seslenir. Genç ihtiyar herkesin onun derdiyle matem tuttuğunu söyler. Onu ihmal eden vefasızları affetmemesini ister. Hayal uykusundan uyanan şair, artık yalnız onun hasreti, aşkıyla yanmaktadır. Onun beş vakitte ezanlarla zulme karşı çıkmasını ister. Onu sevenler ağlaşırken, düşmanları şendir. Şehrin her köşesi yetim, ıssız mezarlarla dolmuştur. “Seni bin bir minarenle dünya tanısın: Uğrunda can verenlerin öz vatanısın!”839 Yusuf Ziya “Türk’ün İstanbul’u” nda; “Burada Türk’ün nesi var? / Yıkılmış çağların viranesi var!...” diyenlerin bu şehri anlamadıklarını düşünür. Minareler, kubbeler, türbelerin ilâhî manalarını onlar duyamazlar, sevemezler. Buradaki bütün servilerin, mezarların, akan yaşların Türk’ün olduğunu söyler.840 837 838 839 840 Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 86-87. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 86. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 11. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 59. 317 Bir arzuhalciyi anlattığı “Arzuhalci” adlı şiirde, mekân olarak İstanbul’u, Yenicami çevresini seçer. Arzuhalcinin dükkânı Yenicami yakınında, sıra musluklara karşıdır. Tezgâhı üstü aşınmış bir mezar taşı olan bu dükkânın sağ tarafı yeşil parmaklıktır. 841 Faruk Nafiz, “Manzara” şiirinde, yaz mevsiminde sevgilisiyle beraber yapılan bir Boğaz yolculuğunu anlatır. Sevgili, şairden habersizdir. Boğaz’ın fecri kendisini o kadar kaplamıştır ki kendine yöneltilen hayran bakışları hissetmez. Sevgili, Boğaz’ın manzaralarını seyrederken şair de sevgiliyi seyreder. Şair, Boğaz’ın varlığını sevgilisinin varlığında hisseder. “Seyrederken sen o dağlarda yamaçlarda yazı Ben de seyran ederim sende, habersiz, Boğaz’ı” Her gün süren bu yolculuklar sonunda sevgili şairde âdeta “bir Boğaz şarkısı” olarak devam eder. Şiirde Boğaz’a dair ayrıntılı tasvirler bulunmaz. 842 “Yalılar” da, İstanbul’un güzel manzaralarından birini seçer. Ayın vurduğu bir vakitte Boğaziçi’ndedir. Boğaziçi’nin ayrılmaz parçası olan yalıları seyreder. Yalılarda bir hayat belirtisi görmek isteğiyle Boğaz’ı baştanbaşa dolaşır. Hatıralarının ardından baktığı bu manzarada, aradığını bulamayınca hüzünlenir. “Boğaz’ı baştanbaşa dolaştım ağır ağır, Yaşlı, genç yalıları birbirine ekledim. Anladım pencereler kördü, kafesler sağır… Son kadın bekler gibi fecri, artık, bekledim!”843 841 842 843 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s .65-66. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 38. Faruk Nafiz, Akarsu, s. 17. 318 “Çamlıca’daki Çınar” şiirinde, konum olarak hâkim bir tepede olan Çamlıca’nın eteklerinden biri Marmara’yı, diğeri Boğaz’a uzanır. (s. 27). Burası aynı zamanda sevgililerin buluşma mekânıdır. Yıllarca nice aşklara tanıklık etmiştir. Buradaki bir çınar yaşanan her aşktan bir iz taşır. Kimi kendi adını kazımış kimi bir okla iki kalbin delinişini çizmiş kimi de kendi adıyla bir kadının adını yan yana yazmıştır. Şair de on beş yıl önce yaşadığı aşkın böyle izlerini bırakmıştır. (s. 28). 844 “Yeşil Köşe” de Boğaz’ın kendine has manzarasını verir. Cami, meşrûta, muvakkit yeri, meydan, çeşme, kestane, çınar, çam, ezan vaktini bekleyen birkaç mütekait bu manzarada yerini alırlar. Boğaz’da rastladığı yüzler, yazılar, manzaralar yıllarca kütüphane rafında kalmış gibi hep düne aittirler. Şair, Boğaz’daki bu yaşama hâkim olan eskiliğin etkisi altındadır. “Köy câmi. Meşrûta. Muvakkit yeri. Meydan. Meydanda köyün çeşmesi. Kestane. Çınar. Çam. Çay, nargile: Mermerde tüten çifte buhurdan… Gönlümle gözüm tütsülenir böyle her akşam.” 845 “Bir ömürlük Gün” adlı şiirinde, Bebek’ten Hisar’a yapılan bir yolculuğu anlatır. Sarıyer’i, Altınkum’ u anar. Buralarda gördükleri şaire Hamit’ i, Fikret’i, Nigâr Osman’ ı, “fetih kartalı” dediği Fatih’ i hatırlatır. Bu Boğaz sahilinde çocuk ellerle kurulmuş gibi işleyen gemiler, bülbüllerin ahengiyle renkleri silinen güller vardır. Her sabah Bebek’ten Hisar’a yapılan bu zevkli yolculuktan yine aynı zevkle dönülecektir. Burada böyle yaşanan bir gün on beş yılın özü gibidir. “İşte on beş senenin bir güne sığmış masalı; Belki bir günden ibâret bütün ömrün aslı.”846 844 845 Faruk Nafiz, Akarsu, s. 27-28. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 40. 319 “Göksu” şiirinde, Boğaz’ın bu müstesna yerine eski günlerin ardından bakar. Göksu’da dolaşmak istediğinde hemen bir hayale dalar. Akşam olduğunda gülleri yaşmak, söğüt dallarını maşlâhla ferace olarak görmektedir. Burada “devr-i kadîm” in izlerini bulur. Sularda Nedim’i duymaktadır. “Bir dâye sükûniyle yeder sanki bu yerde, Her sandalı bir “mev‘id-i sevdâ” ya kürekler. Mehtab ile her madde birer rûha döner de Her gölgede son sevgili ilk âşıkı bekler.” Bu gezintinin sonunda şairin geçmişe ait duyguları daha da kuvvetlenir. Artık “sarışın Göksu” yu bahçesi; “pembe Hisar” ı evi olarak görmektedir. Gerçeğe dönmek ona acı verdiğinden hayale sığınır. 847 “Kış Bahçeleri” nde sessiz bir Boğaz manzarası çizmektedir. Burada denizin şarkısı dinmiş, rüzgâr uyumaktadır. Manzaranın durgunluğu semtlerin görüntüsüyle verilir. Körfez düşünmekte, Kanlıca mahzundur. Emirgân ve Çınaraltı sisler altındadır. Kışla birlikte Boğaz’ın alışılmış görüntüsü değişmiştir. “Dinmiş denizin şarkısı, rüzgâr uyumakta, Rıhtım boyu sonsuz bir üzüntüyle karaltı… Körfez düşünür, Kanlıca mahzundur uzakta, Mevsim gibi sislenmiş Emirgân, Çınaraltı.” Güneş görünmesine rağmen şair bu manzara karşısında hüzünlenir. Mevsimle beraber kuşlarla çiçekler gitmişlerdir. Şair buna üzülmez. Çünkü yeniden yaz günleri 846 847 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 43. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 46. 320 gelecek manzara canlanacaktır. Onu üzen geçmiş günlerin bir daha geri dönmeyecek oluşudur.848 “Karacaahmet” adlı şiirinde, İstanbul’dan bir mekân seçer. Sevgilisiyle beraber akşam vakti Karacaahmet’ten geçerler. Bu büyük mezarlığın özelliklerini sayar. Geniş servilikli, yolu ıssız, içi tabut kadar serin olan bu mezarlıkta güneş geç doğmakta, erken inmektedir. Bu mezarlık manzarasını burma sütunlar ve taş kavuklar tamamlar. Bu mekân şaire ölüm gerçeğini hatırlatır. 849 “Efkâr” da, Boğaz ve sevgilisinden ayrılan şair, her yerde sevgili bulunabileceğini söyler. Ona asıl dokunan, her iki dünyada Boğaz gibi bir yerin bulunmayışıdır.850 16. Ademden Kara Gurbet Gurbet, doğup yaşanılan yerden uzak kalmadır. İnsanın ilk hatıralarının, ilk hüzünlerinin ve ilk sevinçlerinin yeşerdiği yere bağlılık duyması tabiîdir. Buradan ayrı kalmak derin bir hasreti beraberinde getirir. Gurbette duyulan yalnızlık, sılaya hasret duyguları insanları hayale sürükler. Kavuşma arzusunun, ayrılık acısının sanatçı ruhu etkilememesi düşünülemez. Halit Fahri, “Gurbette İlk Akşam” da, bayramı sevdiklerinden uzakta geçirmenin acısını duyar. Gurbette her hatıra “boynu bükük bir gül “ gibi gelir. 851 “Sen 848 849 850 851 Yoksan” da, gurbete düştüğünde ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 93. Faruk Nafiz, Akarsu, s. 20-22. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Han Duvarları, s. 154. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 49. 321 sevgilisinden ayrı kaldığı için yaşayamayacağını söyler. Eğer nasibi gurbetteyse bundan gam duymayacaktır. Ancak sevilisinin olmaması onun ölümü demektir.852 Enis Behiç, “Tuna Kıyısında” şiirinde, yabancı ülkede evinden, vatanından uzakta kalan şair, bu gurbetin yabancı güzellerinde vefa arayarak yalnızlığından kurtulmak ister. Tuna kıyısında güneşin batışı ona yurdunu hatırlatır. Her tarafa İstanbul diye bakarken “Boğaziçi’nden bir hayal ister. Burada gün ne kadar güzel batsa da o, en hoş rengine bile yabancıdır. Burası yurdunu andırır fakat o, “bin renkle akşamı kucaklayan” İstanbul’u, yurdunu özler. (s. 86). Karanlık bahtıyla yıllarca yana, her türlü zulme katlanan yurdunu anar. (s. 87).853 Yusuf Ziya, gurbette kimsesizliğini, yalnızlığını anlattığı “Kimsesiz..” de, baktığı her yer karanlıktır. Kalbinde “zehirli sam” eser. Sevgilisinden haber veren yoktur. İçini dağınık bir vesvese kaplar. (s. 30). Gönülleri sevgisiz olan bu yerde, hiçbir güzelde vefa bulamaz. O kadar yalnızdır ki yollardaki izini ancak rüzgârlar bozar. (s. 31).854 “Gurbet, ya sıladan uzak, ya da vatandan uzak kalmak demektir” diyen Faruk Nafiz, birincisini “küçük gurbet”, ikincisini de “büyük gurbet” olarak görür. Küçük gurbetteyken gurbetin büyüyebileceğini söyleyen şair, sılada bekleyenlerin sevgisi ve dönüş güçlüğünün gurbetleri büyüttüğünü düşünür. “Bazen sılanın içinde 852 853 854 Halit Fahri, Paravan, s. 61. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 86-87. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 30-31. 322 bile büyük gurbetler olur. Ancak gurbetin bir iyiliği varsa o da değerlerin daha iyi anlaşılması ve kavuşma heyecanının eşsiz lezzetidir.” 855 “Gurbet” şiirinde, münzeviler beldesi dediği ıssız bir köyün tasvirini yapar. Bu tabiat içinde kırlarda gölgesiyle yalnız olan şair, kendini sürüsüz bir çobana benzetir. Gurbet hissiyle dolar. 856 “Has Bahçe II” de, sevgiliden ayrı geçirdiği zamanlarını gurbet olarak görür. Gurbette geçirdiği her gününün zevaline bir adım olduğunu düşünür. 857 Şiirin devamı olan “Has Bahçe III” te de sevgiliden ayrılığı gurbet olarak görür. “Ben, senden ayrı, köyden uzak, hasta bir çoban, Bir dağ başında sanki dağılmış bütün sürüm,”858 “Anadolu’dan, gurbet akşamlarında duyulan yalnızlık ve gariplikten” ilham alarak yazdığı 859 “Han Duvarları” nı yazdığı zaman, Anadolu’ya giden sadece iki tren yolu olduğunu söyler. Bu yolların biri Ulukışla, diğeri de Ankara’ya kadardır. “Umumiyetle yaylı denilen at arabaları ile seyahat etmek, düşündüklerini hissedebilmek, bu şiirin doğuşuna yardım etmiştir.” der.860 İnsandaki gurbet duygusunun ilk insanın cennetten çıktığı günden itibaren başladığını düşünür. O zamandan beri yeryüzünü baştan başa garipler kaplamıştır. Şair duyduğu her gülüşün sevinçten haber olmadığını söyler. 861 “Han Duvarları”nda, tasvir edilen coğrafyanın genişliği ve ıssızlığı, yokluk, ölüm, yalnızlık hisleriyle beraber gurbet duygusunu da beraberinde getirir. İlk etken yolculuk yapılan bu coğrafyaya yabancı olmaktır. Şair, bu ilk ayrılığını, yaşadığı 855 YÜCEBAŞ, Hilmi, Faruk Nafiz Çamlıbel-Hayatı-Hâtıraları-Şiirleri, s. 110. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 43-44. 857 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 92. 858 Faruk Nafiz, Suda Halkalar, s. 93. 859 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14(Şubat 1973), s. 24. 860 YÜCEBAŞ, Hilmi, Faruk Nafiz, Çamlıbel-Hayatı-Hâtıralaı-Şiirleri, s. 110. 861 Faruk Nafiz, “Garipler”, B. Ö. B. G., s. 38. 856 323 acıyı, “ilk sevgi” ye benzetir. Uzayan yollarla birlikte sürekli gurbete çekilir. Yolların uzaması duyduğu bu hissin canlı kalmasını etkiler. Gurbete düşen sadece o değildir. Vatanın dört bucağından gelen, “bağrındaki yaraya bir deva bulmak” isteyen garipler hanlarda toplanır. Duyulan his ortaksa da hepsinin hikâyesi farklıdır. Anadolu insanının temsilcisi olan “şair arkadaş” Maraşlı Şeyhoğlu duygularının tercümanı olur. Yurdu Kınadağı’ndan, baba ocağından ve yarinden on yıldır ayrı kalan Şeyhoğlu’nun yolu hudutlardan hudutlara uzanmıştır. Yarin hayaliyla dolu olan şair arkadaş, kuru yaprak gibi rüzgârın önünde sürüklenmektedir. Şair, çektiği gurbet acısına artık üzülmemesini, o günlerin geçtiğini söyler. Artık ne hudut ne askerlik ne de savaş kalmıştır. Hudutlarda kazandığı şan, çekilen hasreti, gurbet acısını silecek kadar güzeldir. Anadolu coğrafyasını ören hanlar ve yollar, şairin gurbet hissini düğümler. 862 “Şiirin muhtevasını teşkil eden üç unsur, coğrafya, Maraşlı Şeyhoğlu ve şairin kendisi bir noktada birleşirler: Gurbet duygusu: “ Han Duvarları” nda baştan sona kadar bu duygu hâkimdir.” 863 Gurbet ne kadar sılan uzak kalmaksa ona kavuşmak da bir yolculuk gerektirir. Sılaya yapılan bu yolculuklar günlük hayatta yapılan sıradan yolculuklar gibi değildir. Daha önce hayali kurulduğu için heyecan vericidir. “Yolcu ile Arabacı” da sılaya dönüş yolculuğunu yolcu ile arabacının konuşmalarıyla verir. “Gurbet ademden kara, hasret ölümden acı” dır. Bu duygularla yapılan yolculuk bitmek bilmez. Arabacı ömrü boyunca yollarda olduğu hâlde hâlâ yolunun sonunu görememiştir. Yolcu, arabacıdan atları çabuk sürmesini, bir an önce köyüne ulaştırmasını ister. Bekleyenlerin de aynı hasreti duyduğunu düşünerek bir an önce varmak ister. Bir kez sılayı görse içindeki “kızıl kor yığını kül bağlayacaktır”. 862 863 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 87-93. KAPLAN, Mehmet, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), s. 21. 324 Bekleyenlerin olması gurbete ve yolculuğa ayrı bir mana yükler. Hasret daha yakıcı olurken kavuşmak da daha coşkun olacaktır. Asıl hazin olan hem gurbete düşmek hem de bekleyeni olmamaktır.864 “Suya Kaside” de, gurbet elde gezerken hiç kimsenin hasretini duymadığını söyleyen şair, içinde eksilenin yerini sularla doldurur. Ne insanı ne de insan eserini özler. Yanan ruhuna en iyi arkadaş sulardır. Suların bu derece önemli olması sebepsiz değildir. Çünkü şekilden şekle girerler. Bazen ince ince süzülürken bazen de ufku kaplarlar. Onun aynasında göz ile gönül rahatlar. (s. 62). Sularla dertleşmeyi seven şair, pınara dert anlatır, çeşmeyi söyletir. Su başında olmak onun için yeterlidir. Çünkü o Kerem’den sularla konuşmayı öğrenmiştir. (s. 63). 865 Martıyı, sıladan gurbete “sesler taşıyan” tek kuş olduğu için, “cennet kuşu anka” ya değişmeyen şair, onun sesinin sustuğunda ölümün hatırlandığını söyler. 866 Yassıada’da yazdığı “Ölümle Kalım Arasında I” de, menfâya değil gurbete gitmeye mecbur olduğundan ruhu evde kalıp cenazesinin yola çıktığını söyler. 867 17. Ölümden Acı Hasret Halit Fahri “Sahilde” şiirinde, sevgilisine hasretini dile getirir. Onun sevdiği şarkıyı hatırladığında kalbi derin bir sızı duyar. Ruhu, “zalim eş” inden ayrı düşmüştür.868 “Rüyama Gir İstiyorum” da, ölen eşine hasreti dile getirir. Kâbuslu uykularından uyanmadan onu “sırtında şafak ışıklarından tel tel örülmüş bir örtü” yle 864 865 866 867 868 Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 44. Faruk Nafiz, B. Ö. B. G., s. 62-63. Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 57. Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 81. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 27. 325 rüyasında görmek ister.869 “Her Gece” de, ışıkları sönen evde her gece ölen eşini arayan şair, hiç olmazsa hayalini görebilmek için Allah’a yalvarır. Ölümün acısını daha derinden hissetmeye başlar.870 “Gariplik” te, eşi ölmeden odasının böyle sessiz, garip ve yetim olmadığını hatırlar. Onun düşünceye dalgınlığında bile bir şiir bulmuştur. Hayattayken duvardaki resim daha güzel; fotoğraflar daha canlıdır. Saat başka türlü işleyip başka türlü çalmaktadır. O olduğu için hayat da vardır.871 “Hep Sen” de, ölen eşi hâlâ gönlündedir. Havasını, gölgesini etrafında; sesini içinde duyar. Işıkta gülümsemesini; çiçekte yeşil ebrulî gözlerini görür. Bütün varlığı ondadır. Onun acısıyla doludur.872 “İtiraf” ta, gece yolu meşalelerle beklenip, saraylara misafir edilse bile mutlu olamayacağını söyler. (s. 92). Çünkü sevgilisi yanında değildir. Gece pırıl pırıl rakkaseler, ahenk içinde divanını şenlendirse yine mutlu olamayacaktır. Bütün bu sesler içinde sevgilini sesi yoktur. (s. 93).873 Yusuf Ziya, “Davet” te, kalbinin nihayetsiz, tenha bir göl olduğunu söyler. (s. 32). Bu gölün ortasında bir mabet vardır. Hiçbir kadın daha mihrabını tavaf etmemiştir. Şair, kimsesiz rahip gibi bu mabedi bekler. Yıllar geçer beklediği o meçhul sevgili gelmez. Mabedinin kandilleri sönmeden gelmesini ister. Çünkü artık gün yaklaşmaktadır. (s. 33). Ona sevdanın manasını öğretecek, onu engin bakışıyla mest edecek hayalî kadını merak eder. O kadar sevgiye muhtaçtır ki bir an önce gelmesini ister. (s. 34).874 869 870 871 872 873 874 OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 5. OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 9. OZANSOY, Halit Fahri, Hep Onun İçin, s. 15. OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 67. OZANSOY, Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 92-93. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 32-34. 326 “Seyyah” ta, âşık olanların, kendi efsanesini dinlemelerini ister. O, elinde asa, hayalî sevgilinin meçhul izini aramıştır. (s. 37). Çöller kadar ıssız olan kalbi, “”tılsımlı sevgi menbaı” nı arar. Sevgili hayalîdir fakat, rüzgârdan “kumral başlı” dan haber vermesini ister. Rüzgâr, efsanevî aşkını anıp ağlamasını söyler. Kime sorsa bu sevgiliden haber yoktur. On yıl yad elleri gezer, rüzgârdan haber sorar. “Düştü mağrûr, eğilmeyen alnımdaki taç, Şimdi kalbim efsanevî bir aşka muhtaç!” (s. 38).875 “Gözlerin” şiirinde, daldan dala konan gönlünü, sevgilinin gözlerinin karasevdaya düşürdüğünü söyler. Sevgilinin “sevda iksiri şehlâ” bakışlarının esiri olur. O kadar tesirlidirler ki şairin ilhamını çalarlar. (s. 56). Kalbi sevgilinin hasretiyle yanan şair, ya aşkıyla yaşatmasını ya da öldürmesini ister. (s. 57). 876 Faruk Nafiz, insan hayatının “fert olarak fani, cemiyet halinde ebedî” olduğunu düşünür. Ona göre fertler ölür, cemiyetler ölmez. Maziye dönüşün geçmiş günleri canlandırmak suretiyle hayatı biraz daha uzatmak olduğunu düşünür. Cemiyetin önünde yaşanacak çok uzun zamanlar bulunduğu için geçmişten hayat almaya ihtiyacı olmadığını söyleyerek ebedî hayattan nasipsiz olan ferdin, geçmiş günleri tekrar ederek ömrünün sayılı yıllarını genişletebileceğini umar. Cemiyetin maziye dönmesini bir hareket ve hamle ziyanı olarak gören şair, ferdin hatıralarına bağlanmasını hayatına hayat eklemek olarak algılar. Geçmiş günlerin hepsinin mutluluk hatırası taşımamasına rağmen her zaman lezzetle hatırlandığına dikkati çeker. Geçmişte yaşanan hasret ve ıstırap anlarının geçen süre içinde silindiğini, yaraların kapandığını belirtir. “Avutulmuş kederler, 875 876 Yusuf Ziya Âşıklar Yolu, s. 37-38. Yusuf Ziya, Âşıklar Yolu, s. 56-57. 327 bizim için saadet kadar aziz birer hatıradırlar.” der. Kötü hatıraların hafızadan silinerek geçmiş günlere yekpare saadet manzarası verildiğini söyler. Mazi üzerinde yapılan tasfiye, insanlara geçmiş zamanı hasretle arattırmaktadır. Şaire göre “Mazi, birkaç yıl değil, bir saat önce bile olsa, yine özlenecek bir zamandır.” Çünkü insan içinde yaşadığı andakinden daha gençtir. Her geçen zaman ömrün daha genç bir dakikasını götürmektedir. Gençliğin, hayatın en özlenecek çağı olduğunu söyleyen şair, onun daima mazide göründüğünü belirtir. Geçmiş günleri anmanın yalnız hayatı uzatmak değil, aynı zamanda gençleştirmek olduğunu düşünür. (s. 5) Edebiyatçıların ayrı yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen, sözbirliği etmişler gibi, mazinin lezzetli oluşunda ısrar ettiklerini belirtir. “Geçmiş zamanın cihana bedel bir hayali olduğunu, o hayal canlandırıldıkça insanın kadehler gibi dolup boşaldığını” söyleyen Faruk Nafiz, tesellinin insanlara ancak hayalden gelebileceğine inanır. “Edebiyatta ferahlık veren devir, hep geçmiş zamandır.” diyerek sanatkârın geleceği çok az düşündüğüne dikkati çeker. Şair, yaş ilerledikçe hatıraların daha çok değerlendiğini düşünür. İnsana geçmiş zamanı yeniden yaşama fırsatı veren hatıraların, paha biçilmez bir değer kazandığını belirtir. Yaşanılacak günleri cennet veya cehennem haline getirmenin, yaşanılan günlerin elinde olduğuna inanır. Şair, ölürken “Yaşadım.” diyebilmenin insanın en büyük tesellisi olduğunu söyler. (s. 11) 877 Faruk Nafiz, hayatı hayalin güzelleştirdiğini düşünür. Gençliğin bütün cazibesini hayal kuvvetinde görür. Gençliğin en çok bu yönden sevildiğini belirtir. “O zamanın hasretini çekenler, ancak, hissin yerini fikre, hayalin yerini hakikate devretmiş olanlardır. Gençlik denilen mazisiz çağda, yaşanılmış bir zaman 877 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Geçmiş Günler”, Yedigün, 554 (18 Birinci Teşrin 1943), s. 5, 11. 328 olmadığına göre, yaşanılacak bir hayat tasavvur olunur. Hayalde canlandırılan bu hayat, görülen en güzel, en parlak şekillerle süslenir. Bunlar düşünülmez. Çünkü düşünmek başka, hayal kurmak başkadır. Gerçek âlem, muhayyilede canlandırılan kâinattır.” Şair, gençliğin hayali hakikat yerine koyduğunu, bunun için yeryüzünde bundan daha fazla mesut olmanın mümkün olmadığını düşünür. Böyle hülyalara imkân verdiği için gençliğe paha biçilemediğini vurgular. Gençliğin güzel, doğru ve iyi şeyleri hayal etmekle görevli olduğunu söyler. İnsanın gençken şair, orta yaşta romancı, ihtiyarladığı zaman da filozof oluşunu buna bağlar. Hayalin gerçekleşmemesinin acı bir olay olduğunu belirten şair, hayalin gerçekleşmesinin de ondan daha az acı olmadığını düşünür. Bütün hayalleri gerçekleşmiş bir insanın bütün arzularının tükendiğini; artık tasavvur etme imkânını olmadığını söyler. Böyle insanları arpa ambarında dolaşan tok bir tavuğa benzetir. Hayatta arzu ve tasavvur edeceği bir şeyi kalmayan insanı zavallı olarak görür. Faruk Nafiz, hayalin iflâsının insanlar için manevî bir ölüm olduğunu düşünür. Ona göre “milletlerin kuvveti mefkûreden, ferdin kuvveti hayalden gelmektedir.” 878 “Kış Gezintileri” adlı şiirinde, “ölümden hayat alan mevsim” olarak nitelendirdiği kışın tasvirinin ardından sevgiliyle geçen yaz günlerine duyulan özlemi dile getirir. Sevgiliyle mutlu anların geçirildiği yerler artık kış görüntüsüne bürünmüştür. Bütün civar ölü bir hüzün içindedir. Her tarafta sevgilinin hatırası ağlamaktadır ve şair bu manzaranın içinde yalnızdır. “Ağlıyor her tarafta hatıranız, / Ölü bir hüzün içinde sanki civar, 878 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Malihulya”, Yedigün, 538 (28 Haziran 1943), s. 6. 329 Karlı yollarda kaybolan yalnız / Ben varım, çizdiğim geçitler var…”879 “Sessiz Bahar” da, “kıştan neşesiz” bulduğu bir bahar gününde sevgiliyle geçen baharı hatırlar ve özler. Bu tabiatın içinde şairle birlikte maziyi yad eden bir tek unsur vardır. O da üstünde isimleri yazılı olan bir çınar ağacıdır. 880 “İthaf” şiirinde mutlu olabilmek için sevgiliden kendisini geçmiş günlere döndürmesini ister. “Dizinizde okşayın kumral başımı,/ İşte bir öksüzüyüm ben de sevincin. Rübabımdan nağmeler dinlemek için/ Bana tekrar yaşatın yirmi yaşımı.”881 “Yeşil Köşe” de Boğaz’dan bir manzara verir. Cami, meşruta, muvakkit yeri, meydan, çeşme, kestane, çınar, çam bu manzarada yerlerini alırlar. Buradaki yüzler, yazılar, manzaralar hep düne aittirler. Şair bu yaşantıdaki eskiliğin etkisi altındadır. Bu eskilikten memnun eski yaşantılar özlenir. “Rüzgâr o sihirbaz ki temas ettiği anda En tâze şekiller bile efsâneleşirler; Bir dem sürerim dört asır evvelki cihanda: Hep eski hayâl, eski edâ, eski şiirler…”882 “Bir Gece” şiirinde geçmişe özlemini anlatır. Bu sevgiliye dair bir hatıradır. Tabiat sevgiliye ait olan bu hatırayı süsler. Sevgili mehtapta sandaldadır. Şair ömrünün şirin bir gecesini geçirdiğini düşünür. Hâlâ içinde hissettiği bu gecelerin bir daha geri dönmeyeceğine üzülmektedir.883 879 880 881 882 883 Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 22. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 41-42. Faruk Nafiz, Dinle Neyden, s. 22. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 40. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 38-39. 330 “Göksu” adlı şiirinde yaşadığı ana geçmiş günlerin hayali ardından bakar. Buradaki gezintisinde hatırasında yaşayan unsurlarla karşılaşır. Bu hayalden o kadar tat almaktadır ki gerçeğe dönmek istemez. “Gönlüm ne zaman Göksu’da isterse dolaşmak, Kaplar hemen etrâfı hayâlimdeki bahçe: Akşam, görünür güller bana uzaktan yaşmak, Hulyâlı söğüt dalları maşlahla ferâce!” Şair daha sonra “Devr-i Kadîm” in ve Nedim’in izlerini bulur. Geçmişle dolu olan bu gezintinin o kadar tesiri altındadır ki dönüşünde Göksu ve Hisar’ı daha çok benimsemiştir.884 “Kış Bahçeleri” adlı şiirinde, kış mevsimiyle beraber Boğaz’a hakim olan manzarayı verir. Bu sessizlik ve cansızlık hüzün vericidir. Geçen yaz günleri hatırlanır. Tabiatta her şey değişmiştir. Kuşlarla çiçekler gitmişlerdir. Şair, buna üzülmeyi doğru bulmaz. Çünkü yazın gelişiyle yeniden eski manzaralara dönülecektir. Onu asıl hüzünlendiren geçmiş günlerin yeniden dönmeyecek oluşudur. “İçlenme, tabîatteki yekpâre kederden, Yas tutma, dağılmış diye kuşlarla çiçekler: Onlar dönecektir yine gittikleri yerden, Onlarla giden günlerimiz dönmiyecekler!” 885 Boğaziçi’nin değişmez bir unsuru olan yalıları ele aldığı “Yalılar” adlı şiirinde geçmiş günlere özlemini dile getirir. O boğaz’da yaptığı gezide, hatırasında yer alan yalıları görmek ister. Bu yalılarda hayat izi görmek ister. “Sanki bir bekliyenin yuvasıydı her yalı, 884 885 ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 46. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Heyecan ve Sükûn, s. 94. 331 Yolumu gözlüyordu sanki her camda baş, Durgun sular, başıboş bıraktığım sandalı Yalıların önünden geçirdi yavaş yavaş…” Şair, şiirin son dörtlüğünde Boğaz’ı baştan başa dolaştığını fakat eski günlere dair bir iz göremediğini söyler.886 18. Kerbelâ Akşamı: Yılbaşı Halit Fahri, yılbaşıyla beraber insanın hayatının şeridine bir düğüm daha vurulduğunu, bu düğümle bu şeridin biraz daha kısaldığını söyler. Yılbaşında insanların kaybettiği sevdiklerinden ayrı geçirilen günlerin hatırlandığını düşünen şair, bu gece neşelenenlerin neşesinin içten olmadığını düşünür. “Geçen ve geçtikçe ihtiyarlayan hayatın gizli bir eleminin bütün gönülleri sardığını” belirtir. Böylece yüzlerce yabancının sevinç maskesi taktığını söyler. Bu gece atılan kahkahaların insanın kendini aldatmak ihtiyacından doğduğunu ileri sürer. Yılbaşına fazla önem verilmemesi taraftarıdır. Yılbaşı ağaran saçlar, buruşan yüzler, eğilen omuzlar, bükülen beller gibi “hazin” dir.887 İnsanların yılbaşı geceleri neden eğlendiklerini merak eder. Geçen bir yılın acısını mı, çizgileri artan yüzleri mi kutladıklarını merak eder. Yoksa ölüme bir yıl daha yaklaşmanın hüsranını mı kutlamaktadırlar? Ölen sevgililerin hatıralarıyla geçirilen hiçbir yılbaşı insana tam bir mutluluk veremez. 888 Halit Fahri, yılbaşıyla ilgili düşüncelerini verdiği yazıda, “Geceki neşe niçin? Hamdolsun ben sağım diye?.. Bunun başka türlü açıklaması yoktur. Ama gerçeği arasanız yılbaşı akşamları, insana, bilinç dışında saklanan bir çeşit hüzün de verir. 886 887 888 Faruk Nafiz, Akarsu, s. 16. OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşına Girerken..”, Uyanış, 2054/369(2 İkinci Kânun 1936), s. 82. OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşı”, Uyanış, 2158/473(30 Birinci Kânun 1937), s. 83. 332 Çılgınca eğlenenler biraz da, farkında olmadan, içlerindeki o sesi cazbant gürültüsü ile boğmak isteyenlerdir.” der. Her yılbaşında ömürden bir yıl daha eksildiğini söyleyen şair, insanın kaderinin bu olduğunu belirtir. Eksilen bir yıla, daha ateşli bir atılışla karşı çıkılmasını ister. “Hayat böyle istiyor. Bir komplekstir bu. Ölenlerimize gözyaşı; kendimize bir ibret levhası!” 889 “Yıl Ölürken” de, ışıkların söndürülmesini, çılgınlıklara bir ara verilmesini ister. Eğlenip neşelenmek yerine, “karanlıkta can veren” yıla matem tutulması gerektiğini söyler. Kadeh parıltıları, öpüşler, kahkahalarla comsak yerine ömürden bir yıl daha eksildi diye ağlamalarını ister. Çünkü alınlarında “elem kırışıklıkları” vardır.890 “1937 Yılbaşı Gecesinde” şiirinde, bol ışıklı, pırıl pırıl kadehlerle dolu sofrada sevgilisiyle beraberdir. “Yeni yıl sessiz adımlarla yaklaşmakta” dır. Konuşmak yerine etrafı dinlemeyi, ruhların anlaşmasını ister. 891 “1963 Yılbaşı Gecesinde” şiirinde, o gecenin hangi gece olduğunun farkında bile değildir. Artık ne sofra, ne çiçek, ne masa vardır. Bu çerçevede annenin son resmi ve bahçenin son iki gül goncası yerlerini alırlar. Her tarafta ölen eşinin varlığını hisseder. Hatıralar sırayla geçer. Saatin çınlamasıyla “boynu bükük ömrü” yarına kalır.892 Enis Behiç, in “Yeni Yıl” şiirinde, kış “sırtına fırtınalardan kanat takınmış bir at gibi şahlanır.” Zaman merhalesini aşar. Bu küheylanın şehsuvarı genç, kuvvetli yeni yıldır. Cihanı yeni hayata çağırır. Eski yılın iki büklüm yerden yere vurulmasını 889 890 891 892 OZANSOY, Halit Fahri, “Yılbaşı ve Bayram”, Tercüman , (28 Aralık 1967). Halit Fahri, Sulara Dalan Gözler, s. 80. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, s. 62. Halit Fahri, Sonsuz Gecelerin ötesinde, s. 63. 333 söyler. Çünkü yeniler, eskilere böyle hücum etmektedir. Şair, yeni yıldan gönüllerdeki pası silmesini ister.893 Faruk Nafiz, “Yılbaşında” şiirinde, yılbaşı gecesi eğlenceden dönerken yurtsuz sefillere rastlar. Başı boş, gönülden rahat olup sevgilinin kapısında onlar gibi sabahlamak ister.894 1960 yılını 1961’e bağlayan gece, Yassıada’daki koğuşunda yazdığı 895 “Yılbaşı” adlı şiirde, Marmara ufkunda gördüğü bu geceyi Kerbelâ akşamına benzetir. Bu geceyi öyle hüzünle geçirir ki sel olan gözyaşları çölü deryaya çevirecek kadar çoktur. Kanlı bulutlarda Hüseyin’in yüzünü görür. Geçirilen bu yılbaşı gecesi On Muharrem gibi matemle geçer.896 1972 yılında Yusuf Mardin’e yazdığı yılbaşı tebrik kartına şu beyti yazar: “Geliyor, yıl sonu geldikçe, hesabın sırası: Eski yâran kalıyor hep yeni yıl hatırası!” 897 19. Ruhun Vebaya Tutulması: Kıskançlık Halit Fahri, “Balkonda Saatler II” de, başka aşkları kıskandığını söyler. Onlardan daha mutlu olduğu hâlde başka bir saadet de kıskanacak ne olduğunu düşünür.898 893 894 895 896 897 898 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 207-208. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 12. ÇETİN, Celâlettin, “F. Nafiz Çamlıbel Bir Eser Hazırlıyor”, Tercüman, (25 Eylül 1961), s. 1. Faruk Nafiz, Zindan Duvarları, s. 75. MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 23. Halit Fahri, Balkonda Saatler, s. 4. 334 Enis Behiç, “Kırmızı Şezlonk” ta, Banker Mişon’un kendisini ortağıyla aldatan karısına karşı duyduğu kıskançlığı anlatır. Adam karısından ayrılarak onu cezalandırmayı düşünür. Sonra onsuz yapamayacağını anlar. İntikamla dolu adam bu defa ortağından hıncını almak ister. Fakat bu defa da kârından olmak istemez. Ne Rebeka’dan ne de paradan vazgeçebilir. Çareyi âşıkları uygunsuz hâlde bulduğu şezlongu parçalayıp yakmakta bulur. “Cezalandırmadıysa hayasız mücrimleri, Cezaya çarptı cürmün vuku bulduğu yeri!..” (s. 67). Şezlongu parçalayıp yakmakla Mişon’un alnı açık, aktır artık. Namusunu ateşle temizlemiştir. Böylece ne Rebeka’dan ne de ortağından ayrılmıştır. 899 Faruk Nafiz “Kıskanç” şiiri için sorulan “Objektif bir anlatış mı? Yoksa kıskanç siz misiniz?” sorusuna, kıskancın kendisi olduğunu, henüz bir cinayet işlemediğini ama sevdiği sürece korkunç olduğunu söyler. (s. 24). 900 “Eski bir Kin” de, âşıktır. Sevgiliyle bir gece geçirmek için bütün ahlâk kayıtlarını kırar. Kadının başka birine meylettiğini görünce de kıskançlık ruhundan bir engin gibi taşar, çıldırır. Onsuz geçen hayat işkence gibidir. Avunmak için zevk âlemine düşer. Kadınların ruhunun da şeklinin de aynı olduğunu düşünür. (s. 26). O afet, şairi baştan başa viran etmiştir. Bağrı yandığı günden beri deli gibidir. Ruhu vebaya tutulmuş gibi hastalanan şair, bunun ancak sevgilinin son nefesiyle geçebileceğini söyler. Bu kıskançlık, aldatılmanın verdiği acı, sevgiliyi öldürme fikrine kadar gider. (s. 27).901 899 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 60-67. “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14 (Şubat 1973), s. 24. 901 Faruk Nafiz, Gönülden Gönüle, s. 26-27. 900 335 “Şeytan” da, aşkın güzelliğinden çok acı ve yıkıcı tarafını ele alır. Şair, kadına bakış tarzını da verdiği bu şiirde olumsuz düşünceler içindedir. Çocukluğunda gördüğü bir rüyada yakınlaştığı kadının “şeytan” olduğu söylenmiştir. Yıllar sonra rüyasında gördüğü kadının o “şeytan” olduğunu düşünür. Aldatılma düşüncesine kapılır ve büyük bir kıskançlık duyar. Büyük bir ruh karmaşası yaşayan şair, âşık olduğu kadına zarar verdikçe ruhunun rahatlayacağını düşünür. Bu öldürme düşüncesine kadar varır.902 “Kıskanç” ta, kıskançlık marazî bir hâl alır. Sevgiliye farklı gözle bakılma düşüncesi, şairi rahatsız eder. Sevgiliyi cana yakın bulan herkesi düşman beller. Ona yönelen en masum sevgiler bile şairi kıskandırmaya yeter. Onu seven herkesi âdeta lânetler. Sevgiliye kendisi gibi gibi gören herkesin kahrolmasını ister. 903 “Allahaısmarladık” ta, bir yiğidin oğluna, bir kadının kızına düşkünlüğünden çok sevgilisine düşkündür. (s. 129). “Bin fersahtan duyarım kimle gülüştüğünü, Alnından öz kardeşin öpse ben irkilirim. Değil yalnız kimlerin ardına düştüğünü, Kimlerin rüyasına girdiğini bilirim.” (s. 130).904 20. Cephe Gerisi Halit Fahri, savaşa gidenlerin geride kalan ailelerini düşünür. İçinde yaşadıkları kararsızlığın onlar için ıstıraplı bir hayat olduğunu söyler. Uzakta savaşanların ne ölümlerini ne de sağlıklarını kesin olarak bilememeleri, onları tam 902 903 904 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 26. Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 124. Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 129-130. 336 olarak içlerinde taşımalarını zorlaştırır. “Harbe gidenlerin muhtemel ölümü, geride kalanlara, bazan, bunun için hakiki ölümden de hazindir.” der.905 “Köyden Çıkanlar…” şiirinde, asker uğurlayan bir kalabalığın duygularını verir. Kahramanlar silâh başına çağrıldıkları için ninelerin, nişanlıların üzülmemelerini ister. Nineler, kederden değil mutluluktan ağlamaktadır. Onları bugünler için yetiştirdiklerini söyleyerek uğurlarlar.(s. 4). Nişanlılar, gazi dönenlerin aşka müstehak olduklarını; şehit düşenler içinse kalplerinin mezar olacağını söylerler. Uzun süre bekleyeceklerdir. Hak, kahramanların gazasıyla hoşnut olacaktır. Onlar ataları gibi savaşacaklardır. Çünkü Tanrı, “Babanıza lâyık olun” der. Yaşlılar, kendilerinin de bir sabah köyden böyle çıkışlarını hatırlarlar. Kahramanlar, hemşirelere yaşlıların her kış ocak başında oturup savaştan konuşmalarını hatırlatır. Hemşireler, onların da artık birer kahraman olduklarını, gökteki her yıldızın onlardan haber vereceğini söyler. Helâlleşirler. 906 “İstasyonda…” şiirinde de asker uğurlamayı anlatır. Mehmetcikler pencerelerdedir. Efe tavırlı bu askerler bir Anadolu türküsü söylerler. Acı bir düdük sesinden sonra kahramanlarla vedalaşılır. Tren gözden kaybolunca kalanları bir gariplik sarar.907 Siperdeki bir askerin ağzından yazılan “Bayram Mektubu” nda, köyünü, yalnız ninesini, harmanı merak eden asker, nişanlısının ağlamasına şaşırır. Türk kızının “intikam günü” ağlamaması gerektiğini söyler.908 “Hilâl-i Ahmer” de, “kırmızı hilâl” in her yaralının göğsünü incitmeden saran müşfik bir el olduğunu söyler. Onun tek amacı, hayat dağıtmaktır. O olmasa savaş 905 906 907 908 “Harb Karşısında Bir Düşünce”, Uyanış, 2252/567(19 Birinci Teşrin 1939), s. 319. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 4-7. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 10. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 19. 337 annesiz kalır. O, karanlık gecede nur yakar. Renginin neden kırmızı olduğunu merak eder. Göğsüne damla damla kan biriktiğini düşünür. Bu kanların hepsi bir evlâdın yarasından aldığı nişanelerdir. Askerden dönenler de köylerinde o “müşfik anne” yi anlatırlar.909 “Şehit” şiirinde, şehit nişanlısının ağlamamasını; onun cennetine çabuk kavuştuğunu söyler. O, şanlı bir şekilde ölmüştür. Türk kızının daha fazla ağlamamasını şehidin ruhuna bir “Yasin” okumasını ister. 910 “Bugünkü Sadabad” da, daha dün yadı bile neşe veren Sadabad, şimdi hicran doludur. Son matem onu unutturmuştur. (s.8). Artık üç çifte kayıklarla Haliç’te gezen güzeller yoktur. Oradaki eğlenceler de bitmiştir. Lâleler, çerağlar görülmez.(s. 9). 911 “Bekleyen Bakireler” de, savaşa giden sevgililerinin yolunu gözleyen genç kızlar anlatılır. Genç kızlar hatıraları yad ederler. Kalplerine “ölüm güllerinin kan kokusu” yayılır.912 “Yetimler” de, kimi şehit evlâdı, kimi zavallı aileden olan çocukların savaştan etkilenmelerini anlatır. Gamlı günlerin yadı bitmez. Gelen bahar bile onları mutlu edememiştir. (s. 13). Hayatlarında masal anlatan sevimli bir dadı hiç olmamıştır. Her bayramda gözleri yaşlıdır. Onların geceleri karanlık; sıcak bir döşeği, bir anne dizi olmayan bu çocukların kalpleri sürekli incinmiştir. Çocuklukta sevilen ne varsa ondan mahrum kalmışlardır. Ağlayan seslere aşinadırlar. Vatanda gün doğmadığı için yıllardır kederleri sürer. Şair onların bu kederini ruhunda duyar. (s. 14). 913 909 910 911 912 913 Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 35. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 36. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 8-9. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 10. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 13-14. 338 Enis Behiç, “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, orada savaşan kahramanları anlatırken geride kalan bir şair olarak kendi duygularını verir. Fani hayatı çok “alçak” gören şair, onları düşününce ağlar. Fakat bu “günahkâr” gözyaşlarının onlara lâyık olmadığını düşünür. Gözyaşlarıyla onların mezarını kirletmek istemez. Kahramanları bir daha görmek ister. Kendi gözlerini kaplayan gölgeye lânet eder. Bu gölge silinmesi için ağlar. Çünkü bu gölge, hayata tapmakta; gözünün nurunu arkadaşlarına kapamakta; şairi vefasız, riyakâr yapmaktadır. (s. 78). Şair, şiirlerinde vatanın derdini inler. Fakat bu ses kahramanlara ulaşmaz.(s. 79). Bu kahramanları anlatabilecek bir ilhama sahip olmayı ister. Sanat incilerinin sahte olduğunu söyleyerek bir avuç toprak ister. Bu toprakla eli yanan şair, kalbiyle yalnız kalır. Acizliğinden utanır. Ancak şehit düştüğünde gerçek şiiri bulacaktır. (s. 80). 914 Mütareke yıllarında yazdığı “Kâbus” ta, gördüğü rüyanın etkisiyle benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında “vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da korkunç manzarasıyla bu görüntüye eşlik eder. İnsanlar memleketten darmadağın kaçarken, yabancı “alçak” lar dolaşmaktadır. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman kavim bu “sefiller” e yenilir; şerefi çiğnenir. Bu durumdan kalbi parçalanan şairin çektiği azap ruhuna sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. Gördüğü bu rüyayla benliğinden utanır. (s. 96).915 “Bu topraklarda hangi Türk evi vardır ki, kapısını çalınca, karşımıza hâlâ kanayan bir şehit hatırası çıkmasın!” 916 Yusuf Ziya, 1915’te yazdığı “Nöbetçi ve Yıldız” da, nöbet tutan askerle gökteki yıldızın arkadaşlığını anlatır. Yıldız, bayrağa şan veren askerin hâlini sorar. 914 915 916 Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 78-80. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96. ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Sulh Afyonu”, Çınaraltı, 38(13 Haziran 1942), s. 3. 339 Onu görmeye geldiğini; köyüne ait bilmek istediklerini sormasını ister. Askerin gözlerinde nişanlısının hayalini gören yıldız,nişanlısının üzüntüden solduğunu söyler. Kızı üzgün gören yıldız neyi olduğunu sorunca kız nişanlısından haber alamadığını söyler. Bütün gençliği nişanlısıyla beraber gitmiştir. Yıldız nişanlısını bulacağına söz vermiştir.917 “Karpatlarda” şiirinde, Türk ordusunun buradan geçişini anlatır. Ordu, bu karlı dağların yamaçlarından “bir fırtına bulutu gibi korkunç” çıkar. Şair, atalarının da daha önce burada savaştığını; bu dağlara yüz bin şehit türbesi olduğunu hatırlatır. Ordunun umudunu kaybetmemesini, şairlerin en ilâhî nağmelerinin onlara olduğunu, bütün gözlerin umutla onlara baktığını söyler. 918 “İsyan” da, daha önce kadını ve aşkı terennüm eden bir şairin, benliğinin bütün bu duygulara isyanını; daha kutsî bir emele yönelişini anlatır. Artık her şiirinde, sevdaya bedel bir kahraman sesli kılıç görmek ister. 919 “Bir Gönüllünün Sözleri” nde, hakanın yedi düvele savaş açması üzerine gönüllü bir askerin düşüncelerini verir. Anasın, babasını Tanrı’ya emanet eden gönüllü “kaltaban” düşmanla savaşmaya gider. Dedesinin anlattığı kahramanlık hikâyelerini hatırlar. Düşman, Türk’te asırlar önceki o kanın olduğunu ve bir Türk’ün yirmi düşmana bedel olduğunu da bilmez. Gönüllü, atından düşünceye kadar “kana hasret” kılıcıyla savaşacağını söyleyerek helâlleşir. 920 “Şair ve Rüzgâr” da, rüzgârla haberleşen şair, uzaklardaki “ilâhî kahramanlık âlemi” nde, şehit düşenlere üzülen genç kızlar olduğunu öğrenir. Daha önce mutlu, 917 918 919 920 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 8-11. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 13-14. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 15-16. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 24-25. 340 şen olan bu kızlar, kedere boğulmuşlardır. Rüzgâr, der yanan bu kızlara teselli vermeye çalışmıştır.921 1915’te yazdığı “Kafkaslara Doğru” şiirinde, gün doğmadan, sabah ezanıyla birlikte, Türk ordusunun geçişini anlatır. Coşkun bir nehir hâlinde geçen bu insan dalgasının gözlerinde, canlanmış kahraman gururu görür. Gönüllerden kopan yanık şarkılarla uyuyan yolları sarsıp titretirler. (s. 37). Hepsinin göğsünde eski zaferlerin yadigârı savaş madalyaları vardır. Yüzlerinde ayrılık yası olmayan bu kahramanların kalbinde yurt sevgisi vardır. Önlerinde “alev” gibi bayrakla sert adımlarla geçerler. Ay bu orduya esen rüzgârla selâm gönderir.(s. 35).922 “Yabancı İllere Doğru” şiirinde, trenle yola çıkan askerleri anlatır. Her vagondan yanık türküler duyulmaktadır. Ellerinde süngülerle “masum yüzlü nefercikler” bakıp gülmektedirler. Mendiller sallanır, tren yavaş yavaş bir gelin gibi kalkar. Yolculuk sırasında tabiat onlara eşlik eder. Ağaçların heyecanla çırpınır kalbi. Eski yurdun hüzünlü dağları sevinir. Rumeli’nin güzel bağları çiçeklerin kokusunu hediye eder.(s. 43). Kuşlar savaş türküsü söyler, çağlayanlar coşar, rüzgâr haber soran sevgiliye selâm götürür. Güneş batarken ufuklara Türk’ün al bayrağını açar. Gece yıldızlarla konuşulur, ay yol gösterir. Gönülleri öksüz askerler sevgililerini, köylerini düşünürler.(s. 44).923 1914’te yazdığı “Beklenen Bayram” da, sevgililer, al bayrağa gönül bağlayan uzaktaki hayali gözyaşlarıyla anar. Bayram büyük bir hüzünle geçer. Şair, orduya seslenerek yarın düşman tamamen ezildiğinde, bu kederli yüreklerde ölmez bir sevinç doğacağını söyler. (s. 45). Aslında bayram yapılmamaktadır. Onlar, ordunun 921 922 923 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 29-30. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 37-38. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 43-44. 341 kılıçla açacağı seheri beklemektedirler. Ordudan savaşmasını ister. Çünkü dört yüz milyon Müslüman onların yolunu gözlemektedir. (s. 46).924 1915’te yazdığı “Hilâl-i Ahmer” de, savaşın başladığını, askerlerin hayatla ilgili neşelerinin sönüp sadece şehir olma arzularının kaldığını söyler. Saatler süren savaş sonunda, kılıçlar kına girer, sahraya “uhrevî bir sükût” çöker. Bütün melekler secdeye kapanır. Her asker canlı bir kaleye döner ve ay yıldız muzaffer olur. Tabiat, savaş sonrası mekâna iner. Ay, sevimli bir kadın gibi yaralılara şefkatle bakar. Yerde yaralı bir askerin kanlı öksürüğünü duyan yoktur. Melekler acıyarak imdadına koşar. “Turan meleği” askerin yarasını ayla sarar. Ay onun kanıyla boyanır. Ne zaman hudutta bir asker vurulsa o “kırmızı ay” imdada koşar. (s. 49).925 1916’da yazdığı “Fakat Düşün Yarını!..” şiirinde, savaşın verdiği mahzunluk içindeki kadına seslenir. Her gün akan bunca kanın aslında neler vadettiğini düşünmesini ister. Savaşta eş, baba, kardeş başka başka hudutlarda vatan için ölmektedir. (s. 50). Bu felâketin herkesin başında olduğunu, mahzun olan bu kadının matemiyle kâinata kardeş olduğunu söyler. Bu kanlı cihan kavgasında hiçbir ferdin kurtulmadığını, hiçbir ailenin gülmediğini belirtir. Hemen herkesin bir yakını şehir düşmüştür. Kalanlara matem olan bu ölüm, onlar için bir şandır. Genç kadının yarından umutlu olmasını ister. Kıştan sonra nasıl yaz doğarsa; parlayan süngülerin arkasında bir yarın olduğuna inanır. O yarın çok şey vadeder. (s. 51). Yarın, yurda güneşler serecek, Anadolu şenlenecek, hudutlar büyüyecek, bulutlar ufuktan çekilecektir. Memleket zengin olup yükselecek, her tarafa bereket yağacaktır. Yeni doğan güneşle beraber gönüllerin eski korkunç rüyaları silinecektir. Şair, yarını hayal 924 925 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 45-46. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 47-49. 342 eder. Bu kadın, Kafkas dağlarında savaşan erkeğinin karnında bıraktığı güneşi dizinde okşamaktadır. (s. 52).926 “Şairlere” şiirinde, hudutların “kızıl bir yara” ya benzediğini, ölümün kanat gerdiğini hatırlatarak şairlere seslenir. Kendi dertleriyle uğraşmayı bırakıp milletin ağlayan kalbini dinlemelerini ister. Binlerce genç şehit olmak için ortaya atılmıştır. Bir yanda yuvalar yıkılmış, diğer yanda toprak günahsız kanlarla boyanmıştır. Her tarafı çete zulmü sarmıştır. Şairin rübabından ses soran “dertli nine” vatan ağlamaktadır. Şiirleriyle bu nineye teselli vermelerini ister. 927 “Asker Annesi” nde, saçları beyaz, bakışı durgun, sesi yorgun asker annesi her gün Rabb’e yalvarmaktadır. Bazen hasta bir hıçkırık gönlünde inler. Göklerden bir ses dinler. Bazen kimsesiz çocuklar gibi ağlar. (s. 10). Unutulmuş bir mezar gibidir. Caddeden geçen askerlere hasretle bakar. Gizli bir sızıyla kalbi yanar. Asker annesi, oğluyla bir parça gurur, kibir duyduğu zamanlarda biraz teselli bulur. O kadar gururlanır ki herkesi kendisiyle bir tutmaz. (s. 11).928 “Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuktan gelen bir sele dağın, taşın ürperdiğini; sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç kalkan” ı olan genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu kahramanı gökten inen bir civan zanneder. Bu kahramanı tarih değil, cihan dahi görmemiştir. Cihan, Türk oğlundan harikalar öğrenmiştir. Ay yıldız yine muzaffer olmuştur. Bu birden beliren kahraman, kır atına binerek kaybolur. Gökyüzü şaire bunun “zafer perisi” olduğunu söyler. (s. 14). 929 926 927 928 929 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 50-52. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 6. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 10-11. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları,s. 13-14. 343 “Şairin Duası” nda, bir öz eleştiri yapar. Kendini serseri bir rüzgâra benzeten şairin aklına ölüm hiç gelmemektedir. Kendine kim, ne olduğunu sormayıp sadece sanat aşkıyla yazar. Bir an bile kendisini yaratanın kim olduğunu düşünmemiştir. Duygularına, düşüncelerine sadece aşk hâkimdir. Gerçeğin sesini hiç işitmeyen şair, bu gidişte bir uçurum korkusu duymaz. Sonunda içten sarsılarak kendine gelir. (s. 3). Vatanın tehlikede olduğunu görür, gafil bir uykuda olduğunu anlar. Bir ses Allah’a yalvarmasını söyler. Onun hisli kalbiyle her derde aşina olduğunu, muhiti ağlayan sanatkârın gülmeyeceğini hatırlatır. Ondan, gidip gelmeyenlerin matemini yazmasını ister. (s. 4). Dua eden şair, zulmet içinde nur aradığı için duasının kabul dileceğine inanır. (s. 5).930 “Guruba Doğru” da, bir sonbahar akşamı, ceple gerisinde köylülerin savaşla ilgili konuşmalarını anlatır. Bu arada daha önce cephede bulunan yaralı bir asker, o günleri anlatır.931 Faruk Nafiz, “Yıldızdağı” nda, Kızılırmak’ın on delikanlısının askere uğurlanmasını anlatır. Askerler helâlleşip ayrılarak akşama Yıldızdağı’ na varmak isterler. Kurası gelen herkes bu dağa çıkınca sonlarının nereye varacağını görür. Bu dağın arkasından güneş yerine bahtlarının doğacağına inanırlar. (s. 40). Arkalarından ninelerinin yanmamalarını isterler. (s. 41).932 930 931 932 Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 3-5. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 13. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Bir Ömür Böyle Geçti, s. 40-41. 344 21. Eğil Dağlar Eğil: Vatan “Osmanlı Edebiyatında vatanın bir ismi de “mader-i vatan” dı. Şimdi, Türkiye’nin adı “ana vatan” dır. Halk felsefesine göre de ana sevgili başta geliyor.” diyen Yusuf Ziya, vatan” ile “ana” nın âdeta iki eşit kelime olduğunu söyler. 933 İlk dünyası anne karnı olan insan, doğduktan sonra da vatanında kök salar. Orhan Seyfi, “Harp İçinde Bahar” da, memleketin geçirdiği zor günleri tabiat da yaşar. İlkbahar her zamanki “sarışın” yüzünü göstermez, solgundur. Rüzgârlar hıçkırıklarıyla bu elemi etrafa yayarlar. Olağan her şey değişmiştir. Kumrular artık eşsizdir. Ufuklar serhadi anlatır. Güneş “alevden bir sancak” gibi batar. Kuşlar vatanın bu hâline ağıt yakarlar. Güllerin rengi dökülen kanların rengini hatırlatır. 934 “Anadolu Toprağı” nda, yıllarca Anadolu’ya hasret yaşayan şair, orada yaşayan bahtiyarlardan olmak ister. Onun en bakımsız yeri bile bir “İrem bağı” dır. Yıkık, harap evleri saraylara bedeldir. (s. 173). Öldüğünde de Anadolu toprağında yatmak ister. Yabancı toprakta ölürse, cennette de olsa, rahat edemeyecektir. Dünyada onsuz her şeyin manasız olduğunu söyler. Millî gururu ancak onun havasında duyar. Başı gökte, alnı açık ancak o topraklarda yürüyebileceğini düşünür. Onun, zindanında bile olsa kendini hür hissedecektir. (s. 174).935 Halit Fahri, “Yeniçeri” şiirinde, şair mehtaplı bir gecede uykuya dalacağı vakit karşısında, “burma sarıklı, levent” bir yeniçeri belirir. Tanrı misafiri olduğunu, eski şan günlerini görenlerden biri olduğunu söyler. (s. 22). Yeniçeri, tam bir asır 933 ORTAÇ, Yusuf Ziya, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa, İstanbul, 1956, s. 39. 934 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 167. 935 Orhan Seyfi, Gönülden Sesler, s. 173-174. 345 önce “Uyan!” sesiyle mezarından fırlamıştır. Moskof Karadeniz sahillerine inmiş, hilâlin yerine kanlı bir haç asılmıştır. O vakitten beri ufukta öksüz olduğunu söyler. Eski akın günlerini özlemiştir. (s. 23). “Tam bir asır oluyor serseriyim, bu, doğru… Düşman pençelerinde vatanın gururu Ezilirken ölüler hiç uyur mu, â yavrum.” diyerek gece serviler altında ağladığını söyler. İki yıldız bayrağın şen olduğunu Çanakkale’yi gezdiğini anlatır. Orada zafer kazanılmış, ordu Balkan’daki “leke” den kurtulmuştur. Şaire, ağlayan Rumeli’yi unutmamasını söyler. (s. 24). Bir zamanlar üstünde ezanlar okunan minarelerde, çanlar “ulu” maktadır. Örümcekler minberleri örer. Oranın taşı, toprağı Türk askerinin kanıyla sulanmıştır. Şair, torunlarının ona şan günleri göstereceğine söz verir. Mezarına gidip rahat etmesini, tam bir asırdır bıraktığı uykuyu uyumasını ister.(s. 25).936 “Eski Düşmana” da, İstanbul’un bir Türk şehri olduğunu anlatır. Onun Türk’e ebedî bir define olduğunu, içinde Fatih’i n ruhunun sardığını söyler. Ona göz diken ölecektir.937 “Dervişin Sözü” nde, “ucu ufukta kaybolmuş” yolda, geceyle dertleşen bir dervişin ağzından vatanın durumunu anlatır. Derviş muradına eremediği için yüzü gülmemektedir. Şair, derdinin “Anadolu’da bitmeyen dertler” den büyük mü olduğunu sorar. Vatanı “gülistan” görmek isteyen derviş, birlik olarak “dikenli yola güller serpmeyi” önerir.938 936 937 938 Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 22-25. Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 27. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 55. 346 “İstanbul” şiirinde, bu şehrin Türk’ün zekâsı ve dehasıyla yoğrulduğunu; altı yüzyılın şanlı rehberi olduğunu söyler. Marmara’nın neden kederli olduğunu; “beyaz-mavi hare” lerin ne olduğunu sorar. (s. 11). “Bir lâhzalık saadeti bin türlü mihnetin Hicranı, ye‘si, mâtemi takip eder diye.” Sessizken mermer kadar metin olan kalbiyle inlemeye başlamıştır. Şair, ona zarar vermek isteyenlerin kendilerinin yıkılacağını söyler. (s. 12). 939 Enis Behiç, “Ey Türkeli!...” şiirinde, yedi yıllık gurbetten dönüşteki duygularını verir. O, gece yolda yalnız kalan yolcunun solgun bir ışığa bağlanması gibi, yabancı diyardan vatana bakar. Hasretini derinden duyar. (s. 71). Vatanın tehlikeye düşmesiyle yasa bürünen millet, “kükremiş bir yanardağ” gibi onlara karşı çıkar. (s. 72). “Bedbaht göğsü hicran dolu” bu millet, ıstıraplarıyla ruhuna zırh yapar. Son hesaplaşmadır. “Azgın bir küheylân” a benzeyen zafer, “şehsüvar” ının gücüyle şahlanır. Böyle bir mücadelede iradede sarsıntıya, korkuya yer yoktur. (s. 73). 940 “Ordunun Duası” nda, “imanları lekesiz” erler vatan toprağına yüz sürüp milliyet bayrağı altında toplanırlar. “Hak yolunda parlayan süngü” lerinin yerleri eğilmemesi; ordudan tarihin şerefinin eksilmemesi istenir. “Anne” vatanın emelinin her devirde zafer bulması; bayrağın her devirde dalgalanması için dua edilir. Vatanı düşmana çiğnetmemek için şehit düşenlere dua edilir. 941 “Ey Meriç!” i Edirne’nin düşmandan geri alınması sırasında yazar. Meriç’in hasretiyle yanan şair, Kevser gibi suyuyla içindeki cehennemi söndürmesini ister. “Nazenin sahillerinde bozguna uğranan” bu vatandan ayrıdır. Kendini yetim 939 940 941 Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 11-12. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 71-74. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 75-76. 347 hisseder. (s. 92). “Ay-yıldız” dan ayrılan bu nehrin sinesinde artık kanlı zulmetler titrer. Onun yokluğuyla birlikte şairle beraber tarih de ağlar. Çağlayan menbaları, vaktiyle Türk’e boyun eğen bu nehrin “nazlı hemşire” si Tuna da kaybedilmiştir. Tuna’ dan duyulan hüzne Meriç teselli olmuştur. Şimdi o da elden gider. Tuna’ nın matemi Türk tarihinde yer ederken Meriç’in elden gitmesiyle “ulvî anne” de kaybedilir. Böyle bir cennetten ayrı düşen şairin avazını âlem duymaz. Âlemi yakarak içindeki öfkeyi söndürmek ister. (s. 93). Şair, bir teselli olan Meriç’ten de mahrum kalmayı kabul edemez. Derdine teselli arar. “Ey Meriç, sen Türklüğün gözyaşlarından cûşa gel! Ağlayan Türk kavminin gönlünde sensin her emel. Her emelden ye‘se düşmüş kalkamaz bir milletin Bir kadersiz milletin âhiyle cûş etmez misin?...” Meriç taşarsa düşmanı boğacaktır. Şair de savaşacağına and içer. Mağlûp olanların bir daha galip olmayacağını zannedenlerin aldandıklarını söyler. Çünkü onun ebedî sahibi Türklerdir. “Menba‘ın: Dağlar değil, tarihimin vicdanıdır. Aktığın: Derya değildir, ruhumun ummanıdır.” (s. 94).942 “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, köyünden uzakta, bir yığın kara toprakta “uyanmaz uykuya” dalan şehitleri anlatır. Onların yan yana dizilen mezarlarıyla toprak semavî bir iftihar duyar. Dünyaya kapanan nazarları Tanrı’nın mağfiret nuruyla dolar. Adları bilinmeyen bu kahramanların yerleri mezarları değildir. Onların türbesi “Türklerin tarihi” dir. Bu türbenin kandili “hilâl” dir. 943 942 943 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 92-94. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77-80. 348 Mütareke yıllarında yazdığı “Kâbus” şiirinde, gördüğü rüyanın etkisiyle benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında “vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da korkunç manzarasıyla gu görüntüye eşlik eder. İnsanlar, vatandan darmadağın kaçarken, yabancı “alçaklar” dolaşmaktadırlar. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman kavim, bu “sefiller” e yenilir, şerefi çiğnenir. Şairin kalbi parçalanır. Vatanı tutuşmuş; ordusu dağılmış; bayrağı yırtılmış; ocağı sönmüştür. Çektiği azap ruhuna sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. Gördüğü bu rüyayla benliğinden utanır. (s. 96).944 Balkan bozgunu sırasında yazdığı “Vatan Mersiyesi” nde, vatan topraklarının elden gidişiyle duyduğu üzüntüyü anlatır. Dökülen gözyaşlarının verdiği ilhamla yazdığı şiirlerinde onun ruhu vardır. Şairin gururu kırılmış; hayali haraptır. (s. 97). Vatanın elden gidişine inanmak istemez. Onun, şaire lânet etmesini, affetmemesini haklı bulur. Vatan adına bir şey yapamadığı için pişmanlık duyar. (s. 98). O, böyle ıstıraplar içindeyken düşman, “zalim sada” larla şendir. “Yakışmaz, bu muzlim kefen. / Vatan sen misin, ey sönen mahitab?... Benim şimdi zulmette âh eyleyen, / Gururum kırılmış, hayalim harab…” (s. 99).945 “Sevgilim ve Kılıcım” da şair son defa göreceği sevgilisiyle vedalaşır. Onu seyreden kılıcı, savaşa giderken ağlanmayacağını söyler. Yarini terk edip saldırıya uğrayan vatanına koşmalıdır. Aşkını vatanından değerli tutmasını doğru bulmaz. Şair, kılıca kızmamasını; yarini vatanından çok sevmediğini söyler. Aşkı, vatana olan borcunu unutturamaz. Sevgilisi de vatan sevgisiyle doludur. 946 944 945 946 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 97-99. Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 115. 349 Balkan bozgununda yazdığı “Buhran” da, vatanın kurtuluşu için Allah’tan umudunu kesmiştir. O, “hilâl” in zaferi için huşu ve şevkle dualar eder. Her duasının gökte bir yer bulacağını zanneder. Fakat secdelerin onun aldattığını düşünür. (s. 104). “Hak’tan adalet istedim, âh, istedim kısas. Aldanmışım, işitmedi mâbud-ı intikam!” Şair, intikam almak için ettiği duaların kabul edilmemesini, günahlarına verilen bir ceza olarak görür. Ruhu buna kani olmaz. Tövbelerinin kabul edilmesini ister. (s. 105).947 Yusuf Ziya, “Kara Bayrak” şiirinde, üstünde şehitlerin kanı olan bayrağın, yurdun matemiyle “mezarlık gecesi” rengine döndüğünü söyler. Bayrağa sitem edilir. Dört yıldır uğruna dökülen kanların bunun için mi olduğu sorulur. Bayrak için şehir düşenlerin şimdi, Allah’ın huzurunda ruhlarıyla ağladıklarını söyler. Şair, kalbinin de simsiyah olduğunu, fakat içinde yine de bir teselli olduğunu söyler. Yarın ufukların açılacağına inanır.948 “Türk’ün İstanbul’u” nda; “Burada Türk’ün nesi var? / Yıkılmış çağların viranesi var!!” diyenlerin bu şehri anlamadıklarını söyler. Minarelerin, kubbelerin, türbelerin ilâhî manalarını onlar duyamazlar; sevemezler. Buradaki bütün servileri, mezarları, akan yaşlar Türk’ündür. “Bir şehit anası için öz vatan / Bu siyah ağaçlar altında yatan Oğlunun kabri de olmazsa eğer / Artık o garibe yoktur başka yer!...”. 949 “İstanbul” şiirinde, şehre seslenir. Genç ihtiyar herkesin onun derdiyle matem tuttuğunu söyler. Onu ihmal eden vefasızları affetmesini ister. Hayal uykusundan 947 948 949 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 104-105. Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 10. Yusuf Ziya, Bir Rüzgâr Esti, s. 59. 350 uyanan şair, artık yalnız onun hasreti, aşkıyla yanmaktadır. Onun beş vakitte ezanlarla zulme karşı çıkmasını ister. Onu sevenler ağlaşırken düşmanlar şendir. Şehrin her köşesi yetim, ıssız mezarlarla dolmuştur. “Seni binbir minarenle dünya tanısın: Uğrunda can verenlerin öz vatanısın!”950 “Yanardağ” da, önce saadet ülkesi olan bir dağı tasvir eder. O dağda bir gün beklenmedik şeyler olmaya başlar. (s. 5). O dağ artık yeşil, üzerinde bülbüller ötüşen, şen insanların yaşadığı dağ değildir. Sararır, kavrulur, dalları parçalanır, yaprakları savrulur. Yeşil dağ bir yığın sıcak kül hâlini alır. Sinesi göz göz olur. Bu dağın böyle yıllarca yanmasından gök de kızıla boyanır. Yarın bugünden, bugünse dünden sıcaktır. Uzaktan görenle bu yanardağın söndüğünü zannederler. Şair, yanardağın sönmediğini, sönmeyeceğini söyler. (s. 6). “Kendisi için için nasıl yandıysa nasıl, İçinde bir kini var bakmak için muttasıl” Bu yanardağa yaklaşmamak gerekir. Çünkü bundan sonra “av” ını sağ bırakmayacaktır. Alevini lâvını son gün için saklamaktadır. “Diyor kendi kendine: Ateşler saç, dök, yansın! Hava yansın, deniz yansın, gök yansın! Sıra başkalarında, çünkü çok yandı kendi, Fakat, sakın sanma ki harareti tükendi!” Bir parça eşildiği zaman, içinden hâlâ kıpkızıl ateşler çıkacaktır. (s. 7). 951 Efelerin kahramanlığını anlattığı “Eğil Dağlar Eğil” de, yalnız olmadıklarını; bütün milletin aynı acıyı duyduğunu söyler. 950 951 Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 11. Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 5-7. 351 “Eğil dağlar eğil üstünden aşam / Sevgili yurduma ben de kavuşam.” diyen şair, vatanın bir an önce düşmandan kurtulmasını; mücadelede çıkan engellerin kalkmasını ister.952 Faruk Nafiz, İzmir’in işgali üzerine yazdığı “Âh, İzmir!” de, bu haberin ölüm kadar kara olduğunu söyler. Bütün millet onun matemini tutar. Asırlar geçse de Türk’ün yenilmeyeceğine inanan şair, sonunda İzmir’in nasıl harap olduğunu görmüştür. İzmir’in yas tutmasını fakat millete darılmamasını söyler. “Mavi-beyaz” ın ona yabancı olduğunu söyleyerek vatandan ayrılmamasını ister. 953 “İzmirlilere” de şair, İzmir’in işgali üzerine gösterilen kahramanlığı anlatır. Bütün millet onları anar; tabiat her unsuruyla yollarını bekler. Düşmandan öc alıp şehit düşenler, arkalarında yıkılan ocaklar bırakırlar. Vatanın bir parçası olan “güzel” İzmir’in düşmana kalmasına gönüller razı değildir. 954 “Köyden Ayrılış” ta, köyde işlerini bitiren genç, kura çekip askere gidecektir. Helâlleşir. Her zaman köyde kalıp savaşın gerisinde olmak istemez. Vatan varoldukça yaşayabilecektir.955 22. Şairlerin Tutumu Halit Fahri, “Orduya” şiirinde, vatan, din uğruna savaşan orduya şiirlerini hediye eder. Askerin cenge doymayan ruhu, yine cenk uğultusu isterse, çadırda ya da siperde, bu şiirleri okuyabilecektir. İster Kafkasya ister Galiçya, nerede olursa olsun bu şiirler askerin ruhunu, benliğini yansıtacaktır. Askerin kazandığı her zafer, geride 952 953 954 955 Yusuf Ziya, Âh, İzmir!, s. 3-4. Faruk Nafiz, Âh, İzmir!, s. 6. Faruk Nafiz, Âh, İzmir, s. 7. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri, s. 31-32. 352 kalanlara birer şenliktir.956 “Bugünkü Şair” de, bir zaman şiirlerinde akşamları, aşka hem-raz olan yeşil çamları anlatan şairlere, genç kızlar, Ada, yıldızlar ilham olurken artık “kızıl sema” ya bakan şairin musikisi kandır. “Fakat artık su başlarında garâm Bu intikam arayan musikiyi etmez râm…”957 “Şairin Ölümü” de, ruhunda ilhamı sönen şair, bu ölümü gerçek ölümden daha korkunç bulur. O, her gün bu ölüme biraz daha boyun eğmektedir. Ne kadın ne de aşk ona ilham verir. Gençlik hayalleri yıkılmıştır. 958 “Neşe mi, Elem mi?” de, “saadet bahçesi” ilham arayan şaire, ebedî olmak istiyorsa gönülden yanmasını söyler. Gerçek şiirin ağlamadan bulunamayacağına inanır. “Üryan çırpınan peri” nin verdiği ilham geçicidir. Şairin bu rüyası sona erecektir.959 Enis Behiç, Halil Nihad’a ithaf ettiği “Düşündün mü?” de, bu yabancı adamın kalbini kalbine kardeş görür. Ruhu ruhunu anlamaktadır. Duygusu da şairin duygusuna eştir. Şair olarak bir fikir için ağladığında dahilerin elindeki “musikar”ı düşünmesini ister. Şair ruh, derin, yeşil vadilerde dolaşsa da yaprakları kurutacak sonbaharı düşünür. Şairlik öyle bir şeydir ki nisan güneşi “yaratıcı ışık” larla doluyken genç yaşında ölmek ister. (s. 13). Bu ölüm normal ölüm değildir. Hayat bu kadar güzelken “intihar” düşünülebilmektedir. Böyle anlarda bir de herkesin ah ettiği “sevda adlı günakâr” akla gelir. Sevda sözüyle hayalinde binbir zevk uyanan şair, 956 957 958 959 Halit Fahri, Cenk Duyguları, s. 3. Halit Fahri, Gülistanlar Harabeler, s. 7. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 32. Halit Fahri, Bulutlara Yakın, s. 45. 353 hem müsterih hem asabi; hem kıskanç hem de emin olarak genç yarini düşünür. (s. 14).960 “Miras” ta, hayatının muhasebesini yaparken ölüm düşüncesine saplanır. Bu düşüncenin yarattığı telâşla hiçbirşey yapamamanın acısını duyar. Bir şair olarak dünyadaki yerini arar. O, bir müsrifin delice saçtığı servet gibi hayatını harcamaktadır. Bir eser bıraksa da bırakmasa da hayatta çok şey değişmeyecektir ama yine de geleceğe bir eser bırakmadan ölmek istemez. (s. 6). Aslında heyecanlarından abidevî eserler çıkarabileceğini düşünür fakat benliğini saran ölüm korkusu buna engel olur. O, yazdığı eserlerin “gölgesinde nesiller dinlenirken” “asırların üstünde dalgalı avaz” ıyla aşkı yaratan Allah’a tapmak ister. Heyecana kapılıp geleceğe kalacak eserler verememe düşüncesi şairi üzer. “Gençlikte bin emelle çaldığım coşkun sazın Bir nağme kalmıyacak sevincinden, yasından…” Şairin varlığını yokluk düşüncesi bürür. Ölüm korkusu da bütün şevkini öldürür. Kanı canlı akarken beyni yasla uyuşur. O, kendindeki bu “kara yas” ve “nurlu ihtiras” tan dünyaya bir demet kafiye miras bırakabilecektir. Dünyada başka varlığı olmayan şairin, tek mirası bu “bir demet kafiye” dir. (s. 7). Bu mirasa da ilhamın perisi konacaktır. Bu şiirleri değerli olsa da olmasa da hiçbir şeye değişmeyeceğini söyler. Çünkü bunlarda bütün gençliği, ruhu, hayali, umudu, sevdiği vardır. (s. 8).961 “Ben” şiirinde kendini ve şairliğini sorgular. “Nedir bu kalbimde tutuşan ateşler?.. Alnımın ufkunda nedir bu güneşler?...” 960 961 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 13-14. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 5-8. 354 Hilkati sorgulayan şair, Tanrı’nın da bu sırrı bilmediğini; bilseydi âlemde tenakuz olmayacağını söyler. “Niçin bu şairi kanatsız yaratmış?../ Kanatlı ruh ile zemine fırlatmış?” diye sorar. Yükselmek isteyen şairin miracı yoktur. O kendine yol gösterecek bir rüzgâra muhtaçtır. Varlığı, benliği karmakarışıktır. Bu kâbusun bitmesini ister. Yolunu bulamayan, ne yapacağını bilemeyen şair, kendine yol gösterecek bir yıldız arar. (s. 11). Tezatlar içinde bocalar. Alnında güneşler varken beyni karanlıktır. Yaşadığı tezatlar altında ezilir. Böyle bir durumda bir tek kendisinin mi olduğunu merak eder. “Akıllı deli” gibi olduğunu; âşık olmadığını fakat aşka taptığını söyler. “Kafiye dinine mabetler yapan” şair, Tanrı’ya diz çöken insanlara “Tanrı” nın “ilham” a benzeyip benzemediğini sorar. Bütün bu karmaşıklık içinde sesini “sağır dünyaya” duyuramaz. İnleyen benliğine cevap veren bulunmaz. Hangi sesin sonsuzluğa ereceğini merak eder. “Ey şair hayatta bir garip ankasın! “Fânilik” yolunda sürünen Beka” sın! Ey “Beka” sen misin “Adem” in kardeşi?.. Ey felek, ben miyim körlerin güneşi?..” Şair, insanla dolu olan cihanda da hicranında da yalnızdır. (s. 12). 962 “Çanakkale Şehitliğinde” şiirinde, şehitlerin köylerinden çok uzakta, “uyunmaz uyku” ya daldıklarını söyleyen şair, yan yana dizilen mezarlarının zemine “semavî iftihar” olduğunu belirtir. (s. 77). Onların bu samimiyeti, fani hayatın ne kadar “alçak” olduğunu fark ettirir. Bu durum karşısında sadece ağlayabilen şair, bu “günahkâr” gözyaşlarının şehitlere lâyık olmadığını düşünür. Gözyaşlarıyla onların 962 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 11-12. 355 mezarlarını kirletmek istemez. Onları tekrar görmek ister. Gözlerini kapayan gölgeye lânet eder. Bu gölgeyi silebilmek için ağlar. Bu gölge hayata tapmakta; gözünü şehitlere kapanakta; şairi vefasız, riyakâr yapmaktadır. (s. 78). 963 “Tuna Kıyısında” da, vatan hasretiyle dolu olan şair, onun için neler yapabileceğini düşünür. Her Macar’ın yurdunun eri olduğunu görür ve onun milliyetiyle iftihar edişini anlar. Çünkü şair de kendi vatanı için gözyaşı dökmüştür. Vatanını yürekten seven şair, onun için şiirler yazmıştır. Şiiri vatan aşkıyla yükselir. Buna karşılık o da şiirinde vatanını yükseltmek ister. Eğer ona lâyık bir şair olamazsa, ilhamından da uzak olacağını düşünür. 964 Mütareke yıllarında yazdığı, “Kâbus” ta, gördüğü rüyanın etkisiyle benliğinden utanışını anlatır. Rüyasında ,“vahşetin düğünü” nü görür. Tabiat da korkunç manzarasıyla bu görüntüye eşlik eder. İnsanlar vatandan darmadağın kaçarken, yabancı “alçak” lar dolaşmaktadır. Sancağı yırtarlar. (s. 95). Kahraman kavim bu “sefiller” e yenilir. Şerefi çiğnenir. Şairin kalbi parçalanır. Memleketi tutuşmuş; ordusu dağılmış; bayrağı yırtılmış; ocağı sönmüştür. Çektiği azap ruhuna sığmaz. Birden beynindeki “zelzeleler” le uyanır. (s. 96). 965 “Turan Kızları” nda, Türk şairine ilham ararken esatire veya efsanelere bakmamasını söyler. Çünkü Türk’ün ülkesinde ona ilham verecek binlerce timsal vardır.966 Yusuf Ziya, “Şairin Duası” nda, bir öz eleştiri yapar. Şair, daha önce kendisini serseri bir rüzgâra benzetir. Ölüm aklına hiç gelmez. Kendine kim, ne 963 964 965 966 KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 77-78. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 87. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 95-96. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü, s. 89. 356 olduğunu sormayıp, sadece sanat aşkıyla yazmıştır. Bir an bile kendisini yaratanın kim olduğunu düşünmemiştir. Hislerine, düşüncelerine sadece aşk hâkimdir. Gerçeğin sesini hiç işitmeyen şair, bu gidişte bir uçurum korkusu duymaz. Sonunda içten sarsılarak kendine gelir. (s. 3). Vatanın tehlikede olduğunu görerek gafil bir uykuda olduğunu anlar. Bir ses Allah’a yalvarmasını söyler. Onun hisli kalbiyle her derde aşina olduğunu, muhiti ağlayan sanatçının gülemeyeceğini hatırlatır. Ondan gidip gelmeyenlerin matemlerini yazmasını ister. (s. 4). Şair, dua eder. Zulmet içinde nur aradığı için duasının kabul edileceğine inanır. (s. 5). 967 “İsyan” da, daha önce kadını ve aşkı terennüm eden şairin benliği artık bütün bu duygulara isyan eder. Daha kutsal bir amaca yönelir. Her şiirinde artık, sevdaya bedel, kahraman sesli bir kılıç görmek ister. 968 “Bilmem onu hangi mübdi‘ yaratmış, /Sonra hangi şeytan kıskanıp atmış / San‘atın bu nankör viranesine!” diye başlayan “Sanatkâr” şiirinde şair, sanatçının bütün ruhuna aşina olduğunu, bin bir saadet ve bin bir elemi kendinde topladığı söyler. Bazen neşeli bazen de hazin hazin ağlamaktadır. (s. 32). Onun bu hâli bir aşka düştüğünü düşündürür. Ama onun aşkının elemden başka zevki yoktur. Gözyaşları, sözleri, insana aşkın sırrını öğretir. Böyle güç bir şeyi de ancak sanat gibi kudretli bir duygu yapabilir. (s. 33).969 “Şair ve Rüzgâr” da, şairin rüzgârla konuşması vardır. Rüzgâr gam getirmiştir. (s. 28). Daha önce kahkahalar yükselen köşkün pencerelerinin kapalı olduğunu; sarışın bir zabitle gördüğü kadının artık hüzünlü olduğunu söylemiştir. (s. 29). Rüzgâr, kendine dert yanan bu kadına teselli vermeye çalışır. Neden kedere büründüğünü sorar. (s. 30). Uzaklardaki bir yer bütün genç kızları kedere boğmuştur. 967 Yusuf Ziya, Şairin Duası, s. 3-5. Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 15-16. 969 Yusuf Ziya, Yanardağ, s. 32-33. 968 357 Sarışın zabit o “ilâhî kahramanlık âlemi” nde şehit düşmüştür. Şair, kendine dönerek elindeki “altın saz” la vatan için gülerek ölen, Türk’ün büyük ve ilâhî benliğine gömülen kahramanlara “kafiyeden türbe” yapmak ister. Bu “canlı ölüler” e düşmanların bile tapmasını ister. (s. 31). 970 “Zafer Perisi” nde, sabaha karşı ufuklardan gelen bir sesle dağın, taşın ürperdiğini, sonra karşısında “gümüş tolgasında mehtap parlayan, sol elinde tunç kalkanı olan” genç bir kahraman görür. Kahramanın gözü Kafkas’ın bahçeleri gibi yeşil, sesi Aras’ın dalgaları kadar coşkundur. Çehresinde yas izi görülmeyen bu kahramanı gökten inmiş bir civan zanneder. O, öyle bir kahramandır ki, bunu sadece tarih değil, cihan dahi görmemiştir. (s. 13). Ay yıldıza yine şan, şeref nasip olmuştur. Bu birden beliren kahraman kıratına binerek tekrar kaybolur. Gökyüzü şaire bunun zafer perisi olduğunu söyler. (s. 14). 971 Faruk Nafiz, “Çoban Çeşmesi” nde, şairin topluma karşı görevini irdeler. Hayata, tabiat da dahil, nasıl bütün unsurlar ortak oluyorsa şair de olmalıdır. O, toplumun dertlerine yabancı kalmamalı, onları içinde duyup yaşamalıdır. Eski şairler, yaşanan aşkları işlemiş, âşıklar için gözyaşı dökmüşlerdir. Artık o aşklar yaşamadığı için şair de onları işlemeyi bırakmıştır. 972 “İddia” da, kendinden yola çıkarak şairin nasıl olması gerektiğini işler. O ömrünün zevkini “ye‘si terennüm” de bulmuştur. Gerçekten duyarak, yaşayarak yazmıştır. Başkalarının ruhunu duyduğu için şair olduğuna inanır. İlhamın 970 971 972 Yusuf Ziya, Akından Akına, s. 28-31. Yusuf Ziya, Cenk Ufukları, s. 13-14. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 6. 358 ufuklarının hayalinden geniş olduğunu bilir. Eğer kendi şair değilse de bu sırra kimin erdiğini merak eder.973 “Bir Hatıra” da, ayrılık derdiyle kalbi parça olan şairi sevgilisi kalbinin bir tek olmayışıyla itham eder. Derdi bir tane olmayan şairin kalbi de bir tane değildir. Bu kadar derdi bir “hasta” kalp taşıyamayacaktır. Acı biraz dağılsa da etkisi azalmaz. Her aşka yas tutan âşık, eskiden mezarken şimdi mezarlıktır. 974 23. Küçük Dokunuşlar Orhan Seyfi, İşte Sevdiğim Dünya’nın ön sözünde, yedi mısraı geçmeyen “kıt‘a” larla yazdığı şiirlerde, yaşadığı; sevdiği dünyayı anlattığını söyler. Bunların, Japonların “haiku” dedikleri şiirlere benzediğini belirtir. “Haikular, tarifsiz ve izahsız şiirlerdir: Ne söylemek istediklerini tarif ve izah etmeden anlatırlar.” diyen şair, Türkçe’de bu kadarının olmayacağını; her şiirin içinde bir mana, bir nükte bir lirizm, bir resim arandığını belirtir.975 Bunun için bu şiirler “küçük dokunuşlar” adı altında incelenmiştir. Orhan Seyfi, “Su” da, düşen damlayla suda halkalar oluştuğunu; bu bir damlanın suyu çok “düşündürdüğü” nü anlatır. (s. 191). “Uçak Filosu” nda, ateşböcekleri yanıp sönen ışıklarıyla uçak filosuna benzetilir. (s. 192). “Kırlangıç” ta, hatıraları düşünürken sevgilisini hatırlayışını, yere yakın geçen kırlangıç uçuşuna benzetir. (s. 193). “Leylek” te, dam üstünde ses çıkaran bir leylek (s. 194); “Gelincikler” de, kanatlanıp uçmakla, çiçek olup açmak arasında kalan gelincikler anlatılır. (s. 195). “Erik Fidanı” nda, bahara erken kanan eriğin açışı (s. 196); “Horoz” da, başına ibikten tacını takan horozun bu süsünün hoş olmadığı, 973 974 975 Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s. 10. Faruk Nafiz, Çoban Çeşmesi, s 11. ORHON, Orhan Seyfi, Şiirler, s. 189. 359 tavuklardan utanması gerektiği (s. 197) verilir. “Irmak” ta, her şeyin sonunun geleceğini bilen ırmak, kaybolup gideceğini bile bile denize akar. (s. 198). “İhtiyarlıkta Aşk” ta, ihtiyarlıkta âşık olunamayacağını (s. 199); “Kirpi” de, bu dünyadan korkup bütün silâhlarını takıp gezen kirpi (s. 200); “Balıkla Kedi” de, ne kadar anlaşma sağlansa da herkesin istediğinin peşinde oluşu (s. 201); “Ampul” de, ampule benzetilen âşığın sevgilinin dokunuşuyla yanışı (s. 202); “Bahar Nedir?” de, baharın, bir ihtiyarın çayırda koşmak istemesine benzediği (s. 203); “Seninle Baş Başa” da, sevgiliyle yalnız kalan âşığın aşkını ilân etme tehlikesi (s. 204) verilir. “Sivrisinek” te, sivrisinek, işsiz, açıkta kalan bir besteciye benzetilir. (s. 205). “Yağmur” da şair, dünyanın aynı olduğu ama huzurunu kaybettiğini anlatır. (s. 206). “Kar” da, rüyaya benzeyen kar, etrafı kaplayarak bir “masal dünyası” yapar. (s. 207). “Seninle Ben” de, karşılıksız aşk (s. 208) vardır. “Rica” da, sevgilinin aldatışını inkâr etmesini ister. (s. 209). “Benimle Kaplumbağa” da, şair, kendi gibi kaplumbağanın da talihin ağır yükü altında ezildiğini düşünür. (s. 210). “Ormanda” da, aslanı, fili, kaplanı, perileri giden ormanın, tilkiler, çakallar, kirpilerle mi büyüklendiği sorulur. (s. 211). “Geyik Anne” de, geyik vurulacağı zaman yavrusunu düşünür (s. 212). “Köpeğin Dili” nde, köpeğin konuşamadığı fakat kuyruğunu sallayarak çok şey anlattığı belirtilir.(s. 213). “Çağlayan” da, çağlayanın gürlemesi, kayalara vurup kırılan gururuna ağlamasına benzetilir. (s. 214). “Tavuklar ve İnsanlar” da, nankör insanların, su içen tavuğun başını havaya kaldırıp dua edişine bakarak utanmasını söyler. (s. 215). “Serçeler” de, küçük serçeler, dallara yük olmadıkları için teselli bulurlar. (s. 216). “Arı” da, kovandan kaçan arının, çalışmadan yaşamak isteği (s. 217); “Ekinler” de, ekinlerin, içlerinde gençler sevişsin diye diz boyu uzamaları (s. 218); “On Altısında” da, on altı yaşındaki kıza güzel 360 olduğu için değil, o yaş güzel olduğu için bakıldığını anlatırç. (s. 219). “Nü” de, âşık sevgilisinin süslenmesini anlayamaz çünkü o, onu hep çıplak düşünmektedir. (s. 220). “Yaz Genince” de, kırlara sırt üstü yatmanın güzelliği işlenir. (s. 221). “Macera” da, sevgiliyle kırda ıslanmanın güzelliği (s. 222); “Bahar” da, ırmaktan bahar suyu içmenin hazzı (s. 223); “Başaklar” da, başakların saygıdan rüzgâra boyun eğişleri (s. 224); “Açık Havada Kar” da, güzel yağan karın cennette yağan kar olduğu (s. 225); “Bulutlar” da, uçtukları hâlde kanatları olmaması (s. 226); “Salıncak” ta, sallanırken eteklerin açılmasıyla başı dönen âşığın kendini salıncakta zannetmesi (s. 227); “Sen, Ben …” de, insanların bencilliği (s. 228); “Çingeneyle Ayı” da, her ikisi de oynadığı için kimin kimi oynattığının anlaşılmaması (s. 229); “Gelince Sen” de, sevgiliyi gören âşığın aşka gelmesi (s. 230); “Elimden Öpme” de, yaşlılıktan duyulan üzüntü (s. 231) anlatılır. “Aynada” da, kendini aynada gören yaşlı, gençlikte gördüğünün kim olduğunu sorar. (s. 232). “İhtiyar Şair” de, yaşlı şairi bundan sonra artık sadece koltuğu kucaklayacaktır. (s. 233). “Bahtiyar Günler…” de, aşkın kavuşmadan önce daha güzel olduğu (s. 234); “Yaprak” ta, toprağın anne gibi, kuruyan yaprağa kucak açması (s. 235); “Biz İnsanlar” da, insanın, şerefli mahlûkuz diye övünmesinin yersizliği; cennetten elma çalan hırsızın çocukları oluşu (s. 236); “Gülmek, Ağlamak” ta, çocuğun niçin ağlanıp niçin gülündüğünü bilmediği için ağladıktan sonra hemen gülmesi (s. 237); “Yıldız” da, ölen âşığın yıldız olup sevgilisini araması (s. 238); “Saadet” te, dünyadaki bütün mutluluğun aslında yapılan olağan işlerde olduğu (s. 239); “İşte Sevdiğim Dünya” da, dünyada her şeyin boş olduğu, fakat bu boş hâliyle de hoş olduğu (s. 240) işlenir. 361 III. "BEŞ HECECİLER"İN ŞİİRLERİNDE BİÇİM 1. Nazım Biçimleri a) Geleneğe Bağlı Nazım biçimleri I. Halk Şiirinden Alınan Nazım Biçimleri 1.Koşma Tipi Âşık Edebiyatı nazım biçimlerinden biri olan koşma, Halk edebiyatı nazım biçimleri içinde en çok sevilen ve kullanılandır. Hece vezninin 6+5 ya da 4+4+3 duraklı 11’li kalıbıyla yazılır. (s. 305). Bu kalıpların karışık olarak kullanıldığı koşmalar da vardır. Dört mısralı bentlerden oluşan bu nazım biçiminde, bent sayısı en az üç olmakla beraber üç ile dört bent arasında değişir. Bent sayısı daha fazla olan koşmalara da rastlanır. Genellikle abab-cccb-dddb-… kafiye düzeni görülmekle beraber ilk bendi xaxa ya da aaab şeklinde de olabilir. Son dörtlükte şair mahlasını kullanır. 4+3 duraklı 7’li, 4+4 duraklı 8’li hece vezniyle yazılan koşmalara da rastlanır. Genellikle lirik konularda yazılır. Aşk duyguları, üzüntüleri, acıları, sevgiliye kavuşma isteği, ayrılıktan yakınma, tabiatla ilgili duygu ve düşünceler işlenir. (s. 306). 976 Orhan Seyfi’nin “Harp İçinde Bahar”, “Bir İzdivaçtan Sonra”, “Düşünce” adlı şiirleri üçer dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiye düzenli şiirlerde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Geçme”, “Gönül”, üçer dörtlükten oluşur. Hecenin 7’li kalıbıyla yazılan şiirlerde, abab-cccb-dddb kafiye sistemi kullanılmıştır. “Yazık” ve “Aşktan Sonra” şiirleri dörder dörtlükten oluşur. aaab-cccb-… şeklinde kafiyelilidirler. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmışlardır. Bunu beş 976 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi , TDK Yayınları, (4. b.), Ankara, 1997, s. 305-306. 362 dörtlükten oluşan “Dul” adlı şiir takip eder. abab-cccb-… kafiye düzenli şiir, hecenin 7’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.). “Veda”, üç dörtlükten oluşan şiir, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb kafiyelidir. 11’li hece kalıbıyla yazılan “Vasiyet”, beş dörtlükten oluşur. abab-cccb şeklinde kafiyelendirilmiştir. “Büyü” 11’li hece kalıbıyla yazılan üç dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan “Melânkoli”, üç dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan ve abab-cccb kafiyelidir. “Ölümden Sonra”, altı dörtlük; “Nerdesin?”, yedi dörtlüktür. Üç dörtlükten oluşan “Dua I”, 4+4+3 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. abab- cccb kafiyelidir. “Dua II”, üç dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (O. B. B. K.). “Yeis”, üç dörtlük hâlinde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb kafiyelidir. (Ş.). Yusuf Ziya, “Gözlerin” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li heceli (Â. Y.). Faruk Nafiz’in “Dinle Neyden”, “Benimle Eylül”, “Bağ Bozumu”, “Vasiyet”, “Bir Kitabe” adlı şiirleri üçer dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiyeli şiirlerde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. Aynı düzende yazılan “Arzu” şiiri 7+7 duraklı 14’lü kalıplıdır. “Kır Türküsü” üç dörtlüktür. aaab-cccb-dddb kafiyeli şiir, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazılmıştır. “Şehnişinde”, 3 dörtlükten oluşur. Hecenin 7+5 duraklı 12’li kalıbıyla yazılan şiirin kafiye düzeni axax-bbbc-dddc şeklindedir. (D. N.). “İzmirlilere” şiirini üç dörtlük, abab-cccd kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazar. (Âh, İzmir!). 363 “Çoban Çeşmesi” altı dörtlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Yedi dörtlükten oluşan “Kızıma”, 7’li hece kalıbıyla, abab-cccb-dddb kafiye şekliyle yazılmıştır. Altı dörtlükten oluşan “Ayşe, Sana” şiiri, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-dddb şeklinde kafiyelenmiştir. Üçer dörtlük ve 6+5 duraklı hece kalıbıyla yazılan “Ne Kaldı?”, aaab-cccb-dddb kafiyeli; “Gönül” ve “Gençlik” abab-cccb-dddb kafiyelidir. (Ç Ç.). “Alçıdan Heykel”, “Fırtınadan Sonra” adlı şiirleri üç dörtlük, “Üzüntü” dört dörtlük hâlinde abab-cccb-dddb kafiye düzeniyle yazılmıştır. “Alçıdan Heykel” hecenin 11’li, “Üzüntü” 6+5 duraklı 11’li, “Fırtınadan Sonra” 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazıdığı “Bizim Memleket” dört dörtlük; “Yeni Kerem” beş dörtlük; “Yarıda Kalan Mısralar”, ikişer dörtlükten iki bölümdür. (A.). “Atlıların Türküsü”, “Topçuların Türküsü”, “Tayyarecilerin Türküsü”, “Piyadelerin Türküsü”, “Denizcilerin Türküsü”, “Şehitlerin Türküsü”, “Zafer Türküsü” adlı şiirler, üçer dörtlük hâlinde, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni abab-cccb şeklindedir. Üç dörtlükten oluşan “Muharebecilerin Türküsü”, abab-cccb kafiyelidir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. 7+7 duraklı hecenin 14’lü kalıbıyla ve abab-cccb-… kafiye düzeniyle yazdığı “Gökten Düşenler” dört dörtlük, “Ahmet”, beş dörtlüktür. “Çanakkale”, “İnönü” ve “Dumlupınar” şiirleri, beşer dörtlükten meydana gelmiş, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzenleri aaab-cccb şeklindedir. “Kara Cehennem” yirmi bir dörtlükten oluşan uzun bir şiirdir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-… şeklinde kafiyelidir. “Bizim Köy”, on üç dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiye düzeniyle yazılan şiirde, 11’li hece 364 kalıbı duraksız kullanılmıştır. “Köyden Ayrılış” ve “Yüzbaşım” şiirleri üç dörtlükten oluşmuş, 6+5 duraklı hecenin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni abab-cccb şeklindedir. “Atatürk”, dört dörtlükten oluşmuş, aaab-cccb kafiyeli, hecenin duraksız 11’li kalıbıyla yazılmıştır. “Hazır Ol” şiiri, üç dörtlükten oluşmuş, hecenin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni aaab-cccb şeklindedir. (A. T.). “Benimle Yürüyene” ve “Yanarım”, “Lânete Mahkûm I”, “Bir Genç Kıza Mersiye”, “Kadın”, “Veraset”, “Eriyen Adam”, “Onu Bir Gün Görmedim”, “Gitti”, “Suyun Üstünde Mısralar”, “Dağlar”, “Kör Kuyu”, “Hâtıra”, “Kız Hüseyni Vurdular”, “Ardında” şiirleri üçer dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Dün Bir Kadın Ağladı”, “Kumun Üstünde Mısralar” beşer dörtlük, abab-cccb-dddb-… kafiyeli, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmışlardır. “Kolsuz” iki dörtlüktür. abab-cccb kafiyeli şiirde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Serseri” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Vah Ona…” üç dörtlüktür. abab-cccb-dddb kafiye düzenli şiir hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. “Gökten Düşenlere” üç dörtlük, abab-cccb-dddc kafiyeli şiirde, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. Beş dörtlük, abab-cccd-eeed-… kafiyeli “Sefillerin Ölümü”, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Bizim Memleket” dört dörtlüktür. abab-cccb-dddb-eeef kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Ben ve Sen”, “Solgun Gül”, “Gün Gibi”, “Bir Kadın Ayrıldı…” üç dörtlük ve 6+5 duraklı 11’li heceyle yazılmıştır. “Kör Kuyu”, “Hâtıra”, “Kız Hüseyni Vurdular”, “Ardında”, “Kadın”, “Veraset”, “Eriyen Adam”, “Onu Bir Gün Görmedim”, “Gitti”, “Suyun Üstünde Mısralar”, “Dağlar”, “Lânete Mahkûm I”, “Bir Genç Kıza Mersiye” şiirleri üç dörtlük ve 7+7 duraklı 14’lü kalıpla 365 yazılmıştır. “Naz” 7’li heceyle üç dörtlük hâlinde yazılmıştır. aaab-cccb kafiye düzenli “Gezinti” iki dörtlük hâlinde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. “Bir Peri Masalında” iki dörtlük olarak, abab-cccb kafiye düzeniyle, 7’li hece kalıbı kullanılarak yazılmıştır. 7+7 duraklı 14’lü heceyle yazılan “Kumun Üstünde Mısralar” beş dörtlüktür. “Ferhat” üç dörtlük hâlinde, aaab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. “Eş” iki dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. “Koşma” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, 7’li hece kalıbıyla yazılmıştır. “Ali” beş dörtlük, abab-cccb-dddb-… kafiye düzenli, 6+5 duraklı 11’li heceyledir. “Ferhat” üç dörtlük, aaab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü kalıplıdır. “Eş” iki dörtlük, aaab-cccb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü hecelidir. “Ben ve Sen”, “Bir Kadın Ayrıldı”, “Gün Gibi”, “Solgun Gül” üçer dörtlük hâlinde, abab-cccb-dddb kafiye düzeniyle ve 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmışlardır. “Gezinti” iki dörtlük, aaab-cccb kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (B. Ö. B. G.). Yusuf Ziya, “O Gün” şiirini koşma tipi yazar. Dört dörtlükten oluşan şiir, xaxa-bbba-… şeklinde kafiyelidir. 8’li heceyle yazılmıştır. “O Gün” üç dörtlükten oluşur. xaxa-bbba-ccca kafiyeli şiirde 8’li hece kullanışmıştır. (B. R. E.). “Sokaklarda Sabah” ve “Ayna Karşısında” üçer dörtlükten oluşur. “Ayna Karşısında” xaxa-bbba-ccca kafiyeli ve 8’li; “Sokaklarda Sabah” abab-cccb-dddb kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. S. G.). “Uyusun” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, 8’li heceyle yazılmıştır. “Belki Onun Sesi Gelir” iki dörtlük, 6+5 duraklı 11’li kalıplı. (S. G. Ö.). Orhan Seyfi, “Geçme” adlı şiiri, üç dörtlük hâlinde abab-cccb-dddb kafiyeli, 8’li heceyle yazar. “İlk Çarşaf” beş dörtlüktür. aaab-cccb-dddb kafiyeli şiir, 4+4+3 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. abab-cccb-dddb kafiye düzenli “Bir 366 İzdivaçtan Sonra” ve “Düşünce” şiirleri 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazılmıştır. “Gönül” üç dörtlüktür. abab-cccb-dddb kafiyeli ve 8’li hecelidir. aaab-cccb-… kafiyeli “Yazık” ve “Aşktan Sonra” şiirleri dörder dörtlükten oluşur. 6+5 duraklı 11’li kalıplıdırlar. Şairin “fantezi” olarak adlandırdığı “Dul” şiiri beş dörtlüktür. abab-cccb-… kafiyeli şiir 7’li heceyle yazılmıştır. “Ayrıldıktan Sonra” üç dörtlüktür. abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde, 8’li hece kullanılmıştır. “Gazimize” dört dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. “Harp İçinde Bahar” üç dörtlük, abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılmıştır. (G. S.). 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan “Kendim İçin”, iki dörtlükten oluşur. abab-cccb kafiyelidir. (O. B. B. K.). 2. Semai Tipi “Halk şiirinde hece ölçüsüyle ve aruz ölçüsüyle yazılan iki türlü semaî vardır. Hece ölçüsüyle yazılan semaîler koşma tipine benzer.” Kafiye düzeni abab-cccbdddb-… şeklindedir. Hecenin 4+4 duraklı ya da duraksız 8’li kalıbıyla yazılırlar. Dörtlük sayısı üç ile beş arasındadır. Dörtlük sayısı beşten fazla olan semaîlere de rastlanır. Genellikle sevgi, tabiat ve güzellik konulrı işlenir. (s. 334). Yeni Türk şiirinde, 4+4 kalıbı dışında 4+3 duraklı 7’li kalıpla yazılan semaîler de vardır. (s. 374).977 Orhan Seyfi’nin “Rüya” yı, 8’li hece kalıbıyla, üç dörtlük hâlinde yazar. abab-cccb kafiyelidir. “Geldiğin Günün Hatırası”, 8’li hece kalıbıyla ve abab-cccbdddb kafiye düzenli üç dörtlüktür. Üç dörtlükten oluşan “Münacat II”, 4+4 duraklı 977 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk şiir Bilgisi, s. 334, 374. 367 sekizli heceyle yazılmıştır. abab-cccb kafiyelidir. Aynı düzende yazılan “Münacat III”, dört dörtlükten oluşur. (O. B. B. K.). Yusuf Ziya, “Bir Gün” dört dörtlük. xaxa-bbba-ccca-ddda kafiyeli şiir 8’li hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. R. E.). 3. Mani tipi Mani, tek dörtlük olan bağımsız bir nazım biçimidir. Yeni Türk şiirinde mani tipi biçimi, mani dörtlüklerinin arka arkaya sıralanmasından doğmuştur. Dörtlükler mana bakımından bağımsız değildir, birbirleriyle ilgilidir. aaxa-bbxb-ccxc-… kafiyelidirler. (s. 374). Bunun yanında xbxb düzenli olanlar da vardır. Maniler hecenin 7’li kalıbıyla yazılırlar. (s. 279). 978 Orhan Seyfi, “Gönlüm” beş dörtlüktür. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzenli şiir hecenin 4+3 duraklı 7’li kalıbıyla yazılmıştır. “Usanç” beş dörtlüktür. aaba-ccdceefe-… kafiye düzenli şiirde hecenin 7’li kalıbı kullanılmış. Son dörtlükte şairin adı geçer. “Maniler” aaba kafiye düzeni ve hecenin 7’li kalıbıyla yazılan on iki maniden oluşur. “Saz Şairi” sekiz dörtlükten oluşur. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzeniyle yazılan şiirde hecenin 7’li kalıbı kullanılmıştır. (G. S.). Halit Fahri, “Sulara Dalan Gözler” i iki dörtlük, aaba-ccbc kafiyeli, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazar. (S. D. G.). “Dervişin Sözü” üç dörtlükten oluşur. aaba-ccbc-ddbc kafiyeli olan şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. (B. Y.). “Münacat I”, 14’lü heceyle beş dörtlük olarak yazılmıştır. aaba-ccdc- eefe kafiyelidir. (O. B. B. K.). 978 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 374, 279. 368 Yusuf Ziya, “masal” olarak nitelediği “Bir Kuş!” adlı şiiri sekiz dörtlük olarak yazar. aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzenli şiirde hecenin 8’li kalıbını kullanır. (B. R. E.). Faruk Nafiz, “Terk Olunmuş” şiirini beş dörtlük olarak yazar. aaba-ccdc-eefe… kafiye düzenli şiirde, 8+7 duraklı 15’li kalıbı kullanır. “Başkasını Seven” aabaccdc-eefe-… kafiyeli beş dörtlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (D. N.). “Aya Manzumeler”, on dörtlükten oluşur. Birinci ve üçüncü bölüm üçer dörtlük; ikinci ve dördüncü bölüm ikişer dörtlüktür. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbını kullanır. (Ç. Ç.). “Tutuş, Yan!” dört dörtlük. xaxa-xbxb-… kafiye düzenlidir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (A.). Faruk Nafiz, “Piç” şiirini beş dörtlük olarak aaba-ccdc-eefe-… kafiye düzeniyle ve hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazar. (B. Ö. B. G.). 4.Türkü “Türkü, türlü ezgilerle söylenen, bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyleyeni belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler de vardır. Türkü, her iki bölüğe de girebildiğinden halk edebiyatının en zengin alanıdır.” Türkü bentleri yapı ve sözleri bakımından iki bölümden meydana gelir. Bent adı verilen birinci bölümde, türkünün asıl sözleri yer alır. Bunu “bağlama” ya da “kavuştak” adı verilen ve her bendin sonunda yinelenen “nakarat” takip eder. Bentler ve kavuştaklar 369 kendi aralarında kafiyelidir. Genellikle 7’li, 8’li ve 11’li hece kalıpları kullanılmasının yanında hece vezninin her kalıbıyla söylenirler.979 Orhan Seyfi’nin dört mısralık ikişer bentten oluşan “Türküler” i üç bölümdür. Yapı bakımından dörtlüklerle kurulan kavuştaksız türkülere benzese de kavuştaklar dörtlüklerin içine yerleştirilmiştir. ab(k)ab(k)-cccb(k) kafiye düzenli şiirde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Diyorlar” şiiri kavuştakları iki mısra olan türkülere uymaktadır. İki dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaaa-b(k)b(k)-ccccb(k)b(k) şeklindedir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.). Yusuf Ziya’nın “Eğil Dağlar Eğil” adlı şiiri üçlüklerle kurulmuş, kavuştağı iki mısradan oluşan bir türküdür. aaa- b(k)b(k)- cccc- b(k)b(k) kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanılmıştır. “Sarı Zeybek” şiirinin kavuştağı bir mısradan oluşur. Dörtlükler hâlinde yazılan şiirde dördüncü mısra kavuştak olarak geçer. Dört dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaab(k)-cccb(k)-… şeklindedir. Atasözleri ve türkülerde rastlanan 8+5 duraklı 13’lü hece kalıbı kullanımıştır. (Âh, İzmir!). II. Divan Şiirinden Alınan Nazım biçimleri 1. Beyitlerle Kurulan Biçimler a) Gazel Tipi Arapça “kadınlarla âşıkâne sohbet etmek” demek olan gazel, özellikle aşk, güzellik ve içki konusunda yazılan belirli biçimdeki şiirlere verilen addır. (s. 104). Beyitlerle yazılan gazelde, birinci beyit “musarra‘” dır. İlk beytin mısraları kendi arasında, diğer beyitlerinde ikinci mısraları birinci beyitle kafiyelidir. İlk beyitten 979 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 289. 370 sonraki beyitlerin birinci mısralarında kafiye aranmaz. aa-ba-ca-da-… “Gazel, Türk edebiyatına bağımsız bir nazım biçimi olarak İran edebiyatı yoluyla girmiştir. Biçimde hiçbir değişiklik yapılmadan, Türk şairlerince en çok sevilen bir nazım biçimi olarak yüzyıllarca kullanılmıştır.” (s. 105). Gazellerin beyit sayısı beş ile dokuz arasında değişir. Beyit sayıları üç, beş, yedi gibi çoğunlukla tek sayılardır. Beyit sayısı beşten az ya da dokuzdan fazla olan gazellere de rastlanır. “Gazel konu bakımından lirik bir nazım biçimidir. Divan şiirinin duygu ve öz şiir yönünü en çok gazel belirtir. Üslûp yönünden kusursuz olması gerekir.” Konu olarak en çok aşk ve kadını işleyen gazellerin yanında sevgilinin güzelliğini, hasreti, içki ve şarabı, baharı anlatan gazeller de vardır. (s. 109). Gazelde beyitler arasında doğrudan doğruya mana bağı bulunmamasına karşın beyitler arasında mana açısından bir uyum bulunması ve bütününe aynı kavram, düşünce ve benzetmelerin hâkim olması gerekmektedir. Bunu kafiye ve redif sağlamaktadır. (s. 117). 980 Şair, son beyitte mahlasını kullanır. Orhan Seyfi, “Yolculuk” ta hece vezniyle gazel yazmayı denemiştir. Yedi beyitten oluşan şiiri, hecenin 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıbıyla yazmıştır. aa-ba-ca-… kafiye düzenlidir. Son beyitte şairin adı geçer. “Gözlerde Seyahat” beş beyittir. aaba-ca-… kafiyeli şiirde, hecenin 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıbı kullanılmıştır. Son beyitte şairin adı geçmez. Faruk Nafiz’in “olduğumuz” redifli “Cenab’a Gazel” i beş beyitten oluşur. aa-ba-ca-… kafiyeli şiir fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Süleyman Nazif’e Gazel” beş beyitten oluşur. Gazel tarzında yazılan şiirin kafiye düzeni aa-ba-ca-… şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ 980 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 104-122. 371 fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.). “Şeref” redifli “Gazel” beş beyittir. aa-ba-ca-… kafiyeli şiirde, aruzun mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Açar” redifli “Gazel” beş beyittir. aa-ba-ca-… kafiyeli şiirde mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Nihat Sami Banarlı’ya ithaf ettiği “Gazel” beş beyitten oluşur. aa-ba-ca-… kafiyeli şiirde, aruzun mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün kalıbı kullanılmıştır. “Elverir” redifli “Gazel” i beş beyittir. aaba-ca-… kafiyeli şiir aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Olur” redifli “Gazel” beş beyittir. aa-ba-ca-… kafiye düzeniyle yazılan şiirde aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Gazellerin son beytinde şairin mahlası bulunur. (H. ve S.). “Üstat Cenab’a Gazel” şiiri beş beyitten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. aa-ba-ca-da-ea şeklinde kafiyelenmiştir. Son beyitte şairin adı geçer. (G. G.). b) Kıt‘a “Kıt‘anın sözlük anlamı “parça, bölük, cüz”dür. Yalnız ikinci ve dördüncü dizeleri birbiriyle uyaklı 2 beyitlik nazım biçimine denir.” Genellikle “dörtlük” adı verilen bu kıt‘aların kafiye düzeni xa-xa şeklindedir. Aralarında anlam birliği bulunan beyitler birbirini tamamlayıcı niteliktedir. Kıt‘a nazım biçiminde şairin mahlasını kullanmamasına karşın mahlaslı kıt‘alara da rastlanır. Birinci, ikinci ve dördüncü mısraları birbirleriyle kafiyeli kıt‘alara “nazım” denir. 981 981 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 202. 372 Enis Behiç’in “aruzdan yadigâr” dediği dört mısralık “Bir Kıt‘a” adlı şiirinde kafiye düzeni aaba şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. Faruk Nafiz, kendisiyle 1974’te yapılan bir konuşmada uzun şiir yerine kısa kısa şiirler yazdığını, bunların daha çok “hoşuna gittiğini” söyler. 982 Son zamanlarında sadece dörtlükler yazdığını söyleyen şaire rübaîyi neden denemediği sorulduğunda, “Rübaî daha çok düşünce şiiridir. Şiir o dar kalıba sığmaz” cevabını verir.983 Şiirlerinden bazıları rübaî olarak adlandırılsa da bu şiirler vezin ve kafiye açısınan rübaîye uymazlar. Şairin Zindan Duvarları adlı kitabı daha çok tarihî ve siyasî konuların işlendiği müstakil seksen altı dörtlükten oluşur. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan dörtlüklerin büyük bir bölümünü xaxa kafiye düzenlidir. “Magosa”, “Neş‘e”, “Ufuksuzlar”, “Ey Dante”, “Nesimî”, “Sainte Helene”, “Yarı Bir İkincisi”, “Davet” şiirleri abab; “Madde ve Kuvvet”, “Gönüller Bir olsun” aaba; “Bir Şarkı” aa aa kafiye düzenlidir. Kitapta, “Ölümle Kalım Arasında” başlığı altında on iki dörtlük vardır. xaxa kafiye düzenli dörtlüklerde mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Ölümle Kalım Arasında XII”, abab kafiye düzenlidir. 2. Bentlerle Kurulan Biçimler a) Şarkı Şarkı, dörtlüklerle kurulan bir nazım biçimidir. Kafiye düzeni genellikle aaaabbba-ccca-… şeklindedir. Temel kafiye bazen ilk dörtlüğün ikinci mısraında da 982 UYSAL, Sermet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar II”, Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5. BİRSEL, Salâh, “Boğaziçi Yandan Yandan (Kahveler Kitabı), Türk Dili, 279(Aralık 1974), s. 950-951. 983 373 görülür. İlk dörtlüğün ikinci ve dördüncü mısraları ile diğer dörtlüklerin dördüncü mısraları nakarat olarak yinelenir. aa aa -bbba -ccca -… Şarkılar arasında ababcccb-dddb-… şeklinde nakaratsız olanlar da vardır. Şarkıların aaxa-bbba-ccca-… ve aaxa -bbba -ccca -… şekillerine de rastlanır. “Şarkı biçimi Türk Edebiyatında doğmuştur.” Bestelenmek için yazıldıklarından bent sayıları azdır. “Bestelenecek şarkılar, müzik usullerine uyan kalıplarla özellikle mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbıyla yazılır.” Konu olarak genellikle aşk, sevgili, içki ve eğlence işlenir. (s. 214). “Yeni Türk Edebiyatı Döneminde yazılan şarkılar genellikle iki bentli ve nakaratlıdır.” (s. 216).984 Yusuf Ziya’nın “Şarkılar 1” ve “Şarkılar 2” şiirlerinin kafiye düzenleri nakaratsız şarkıların kafiye düzenine uymakla beraber nakaratlıdırlar. İkişer dörtlük hâlinde yazılan şiirlerin kafiye düzeni ab ab -cccb şeklindedir. Bir farklılık olarak da hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmışlardır. (Â. Y.). Yusuf Ziya, “Asker Şarkısı”, üç dörtlükten oluşur. 4+4+5 duraklı on üçlü heceyle yazılmış; aaaa-bbba-ccca kafiyelidir. (C. U.). Faruk Nafiz, “Sâkîler” şiiri iki dörtlükten oluşur. aaaa -bbba kafiye düzenlidir. Fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.). “Ayni gülistan” redifli “Gülistan” şiiri üç dörtlükten oluşur. abab-cccb-dddb kafiyeli şiirde mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S.). “Sabâ”, iki dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni aaaa-bbba şeklindedir. Aruzun fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.). 984 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 214, 216. 374 b)Tahmis “Beşleme, beşli duruma getirme demek olan tahmis, bir gazelin beyitlerinin üzerine aynı ölçü ve uyakta üçer dize eklenerek yapılmış muhammese denir.” 985 Orhan Seyfi “Tahmis” te, Yahya Kemal’in bir gazeline tahmis yazmıştır. aaaaabbbbb-ccccc… şeklinde devam eder. Koyu harfle gösterilenler tahmis yazılan şaire ait beyitlerdir. Bu şiir, beş mısralık beş bentten oluşur. Mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. Diğer bir “Tahmis” te, Nedim’in bir gazeline tahmis yazar. aaaaa-bbbbb-ccccc-… şeklinde kafiyelenen şiirde, koyu harflerle gösterilen mısralar tahmis edilen gazelin beyitleridir. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (F. ve K.). b) Batı Edebiyatından Alınan Nazım Biçimleri I. Çapraz Kafiye (Rimes croisées) Dört mısralı bentlerden kurulan bu biçimde abab-cdcd-efef-…şeklinde ilk mısra ile üçüncü mısra, ikinci mısra ile de dördüncü mısra kafiyelidir. Dörtlük sayısı sınırlı değildir. Her türlü konuya elverişli olduğundan çok kullanılan bir biçimdir. Çapraz kafiye, “çaprazlı kafiye” ve “çaprazlama” adlarıyla da bilinir. 986 Orhan Seyfi, altı dörtlükten oluşan “Aşka Dair”, “Kanarya”, “Bir Genç Kıza” “O Güzel Kadın İçin 2”; beşer dörtlükten oluşan “Bir Zifaf İçin”, “Kış Gecelerinde 2”; dörder dörtlükten oluşan “Bahar Sabahında”, “Teessür”, “Siyah Sancak”, “Çiçekler Açarken” ve “Küçük Bir Talep”; yedişer dörtlükten oluşan “Bütün Güzellere” ve “Anadolu Toprağı”, “O Güzel Kadın İçin 1” adlı şiirleri çapraz kafiyeyle yazar. (G. S.). 985 986 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 223. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 370. 375 Orhan Seyfi, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazdığı “Bütün Güzellere” yedi dörtlük; “Çiçekler Açarken”, “Bahar Sabahında” ve “Küçük Bir Talep” dörder dörtlük; “Aşka Dair” altı dörtlük; “Fantezi” başlığı altında topladığı şiirlerden “Bir Çiftlik Manzarası” beş dörtlük; “Kış Gecelerinde 2” beş dörtlük; “Siyah Sancak” dört dörtlük hâlinde yazılmıştır. 4+4+3 duraklı 11’li kalıpla yazılan “Teessür” dört dörtlük; “Anadolu Toprağı” yedi dörtlüktür. 7’li heceyle yazılan “Bir Zifaf İçin” beş dörtlük; “O Güzel Kadın İçin 2” altı dörtlüktür. 4+4 duraklı 8’li kalıpla yazılan “Kanarya” ve “Bir Genç Kıza” altı dörtlük; “O Güzel Kadın İçin 1” yedi dörtlüktür. (G. S.). Halit Fahri, dörder dörtlük halinde yazdığı “Lânetin Sesi” nde aruzun mef‘ûlü/fâ‘ilâtü/ mefâ‘ilü/ fâ‘ilün; “Akbabalar” da müfte‘ilün/ müfte‘ilün; “Davet” te fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); “Aşkınız” da fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); kalıbını kullanır. Üçer dörtlükten oluşan “Asrın Şiiri” nde, aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün); “Ayinden Sonra” da fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Beş dörtlükten oluşan “Son Sözüm” aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Z.). Dört dörtlükten oluşan “Cemşid” de mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün/ mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün kalıbı kullanılmıştır. (E.). Beşer dörtlükten oluşan “Asker Türküsü”, “Ay Dinledi”; üçer dörtlükten oluşan “Orduya”, “Yıldızların Hediyesi”, “Karavana Başında”, “Bükülmez Dal”, “Hilâl-i Ahmer” ve “Şehit”; dörder dörtlükten oluşan “Düşürülen Bir Düşman Tayyaresine”, “Mehtapta Süvariler”, “Türklük Ölmez”; on dörtlükten oluşan “Bayram Mektubu” şiirlerinde çapraz kafiye kullanır. (C. D.). 376 Halit Fahri, üçer dörtlükten oluşan “Dargın” şiirini hecenin 8’li; “Sahilde” yi 7+5 duraklı 12’li; “İtiraf”, “Anadolu Akşamı”, “Gurbette İlk Bayram”, “Şairin Ölümü” ve “Yalnızlık Gecesi” ni 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazar. Beşer dörtlükten oluşan “Bahara, Mehtaba Karşı” ve “Lânet” 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılır. “Melike’ye” dört dörtlükten oluşur hecenin 7+5 duraklı 12’li kalıbı kullanılmıştır. (B. Y.). Halit Fahri, “Fenerin Karşısında”, “Yavrumu Düşünürken”, “Alevden Kadın”, “Bir Yangın Kızıllığında”, “Bir Hazan Gecesinde”, “İlk Güneş”, “Sen Yoksan…” şiirleri dörder dörtlükten; “Kâbus”, “Gece Trenleri”, “Giden Gelmeyen”, “Akşam Terennümü”, “Bir Cigara.. Bir Daha..”, üçer dörtlükten; “Bahçemde Bahar”, “Oyuncaklar”, “Bizim Baharımız”, “Sobamı Yakarken”, “Mevsimin Vedaında”, “Son Vapur Yolcuları”, “Örgüler” şiirleri beşer dörtlük; “Koyda Mehtap”, “İhtiras”, “Yalnızlık” şiirleri altışar dörtlükten; “Ezelî Şikâyet” ve “İkimiz” şiirleri onar dörtlükten oluşur. “Öksüz Duası” sekiz dörtlük; “Gururun Ölümü” iki dörtlük; “Canlanan Taş” on iki dörtlük; “Sesler” ise üçer dörtlükten oluşan üç bölümdür. (P.). “Gece Nöbetinde”, üç dörtlük abab-cdcd-efef kafiye düzeniyle yazılmıştır. (C. U.). Faruk Nafiz, “Göllerde” dört dörtlük, 7+5 duraklı 12’li; “Annemin Dizinde” beş dörtlük, 6+5 duraklı 11’li; “Gezdiğim Yer” dört dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü; “Hicran Akşamı” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li; “Şüphe” altı dörtlük, 7+5 duraklı 12’li; “Bir Mersiye” sekiz dörtlük, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazar. (D. N.). “Yeşil Köşe”, “Göksu”, “Kış Bahçeleri”, “İki kış Ortasında” dörder dörtlük; “Bir Ses Ki…” beş dörtlükten oluşur. (H. ve S.). 377 Faruk Nafiz, “Oluk Yanında”, “Tereddi” ve “Denizden Beklediğim” üçer dörtlükten; “Gönülden Şikâyet” ve “Yemin”, dörder dörtlükten; “Yuvamın Kuşuna” yedi dörtlükten; “Bir Gece” ve “Yağmurlu Bir Gündü” şiirleri altışar dörtlükten oluşur. “Her Yerde Kahraman” şiiri “Yerde”, “Denizde” ve “Havada” olmak üzere üç bölümdür. Her bölüm birer dörtlükten oluşur. “Orkestra Dinlerken” dokuz dörtlükten oluşur. “Oğluma” yedi dörtlükten oluşur. “Ölümü Hatırlatan Kadın” altı dörtlükten oluşur. 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılır. (Ç. Ç.). Faruk Nafiz, “Kıskanç” iki dörtlük; “Yalılar”, “Memleket Türküleri”, “Ruh”, “Kısas”, “Her Türlü” üçer dörtlük; “İçine Dert Olmasın”, “İnme”, “Dinle”, “Ruhumda Kış, Yaz”, “Genç İken…”, dörder dörtlük; “Beşikten Mezara Kadar…”, “Zehir ve Şarap” , “Kış Güneşi”, “Kafes”, “Bahar Türküsü”, “Hırs”, “Efemin Ölümü” beşer dörtlük; “Sanat”, “Allahaısmarladık”, “Harabat Şairi” altışar dörtlük; “Mağara”, “Yerden Göğe” yedişer dörtlük; “Geç Gelen Bahar” sekiz dörtlük; “Okuyanlara” on dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. Ö. B. G.). Halit Fahri, “1963 Yılbaşı Gecesinde” şiirini üç dörtlük ve 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazar. (S. G. Ö.). Halit Fahri, “Gece Terennümü” adlı şiirini, altı dörtlük hâlinde ve 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazar. “Bahçede Saatler” şiiri “Beyaz Gece”, “Sevgi” ve “Asmalar” alt başlıkları hâlinde ikişer dörtlük olarak ve 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazılmıştır. Üç dörtlükten oluşan “Kıyıda Yaz”, çok az görülen, daha çok atasözleri ve deyimlerde kullanılan 9’lu hece kalıbıyla yazılmıştır. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılan “Nefes Alan Ölüler” ve “Geçen Bir Şenlik İçin” üçer dörtlük; “Yok Olmak” dört dörtlüktür. (S. D. G.). 378 Enis Behiç’in “İstiğna” şiiri sekiz dörtlüktür. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (M. ve G. Ö.). Yusuf Ziya’nın “Kafkas’ta Kalanlara” beş; “Gemiciler” üç dörtlükten oluşur. (C. U.). Yusuf Ziya’nın “Son Söz” ü dört; “Kara Bayrak”, üç; “Ölü Evinde Düğün” beş dörtlükten oluşur. (Ş. D.). Yusuf Ziya, “Senden Sonra” şiirini dört dörtlük; “Gelmez mi?” ve “Ölüme Doğru” şiirlerini üçer dörtlük hâlinde yazar. (Â. Y.). Yusuf Ziya, “Bahara Girerken” şiirini dört dörtlük olarak ve 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazar. (B. S. G.). Yusuf Ziya, “Denemeler” başlığı altında topladığı “Öyle Bir Günde” şiirini dokuz dörtlük hâlinde yazmıştır. Hece sayısı serbesttir. (B. R. E.). Faruk Nafiz, 6+5 duraklı 11’li kalıpla yazdığı “Karacaahmet” sekiz dörtlük; “Gecelerim” yedi dörtlüktür. 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılan “Çamlıca’daki Çınar” ve “Bir Bahar Hikâyesi” altışar dörtlük; “Görmeden Taptığım Put” dört dörtlük; “İshakağa Çeşmesi” beş dörtlüktür. (A.) Faruk Nafiz, iki dörtlükten oluşan “Silâh Omuza” da hecenin yedili kalıbı kullanılmıştır. “Bayrak Altında” ve “Albay” şiirleri üçer dörtlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmışlardır. “Her Yerde Kahraman”, üç dörtlükten oluşur. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (A. T.) “Nedim’e Dair”, iki dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün). Üç dörtlükten oluşan “Yolcu”, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.). 379 Faruk Nafiz, “Bir Kadın Geçti” beş dörtlük; “Mangal Başı” altı dörtlük; “Ebediyet Yolunda” dört dörtlükle yazılmıştır. “Heyecan ve Sükûn” dörder dörtlükten iki bölümden oluşur. “Sinâya İnen Nur” dört dörtlük, “Şahmeran” üç dörtlükten oluşur. “Şehriyâra Kasîde” sekiz dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S). Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan “Humma” , “Hayalden Hakikate”, “Firari”, “Üstat”, “Kara Kuvvet” şiirleri üçer dörtlükten; “Ardından” dört dörtlükten; “Talas Bağlarında Batı” altı dörtlükten; “Gazi Söylüyor” ve “Büyük Misafir” ikişer dörtlükten oluşur. Dört dörtlükten oluşan “Mersiye” mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün; üç dörtlükten oluşan “İçimden Gelen Ses” fe‘ilâtün / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.). “Bozgun” beş dörtlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan “Köyde Kış” üç dörtlükten; “Kış Gezintileri” ve “Baş Başa” şiirleri altışar dörtlükten oluşur. “Mağlûp” üç dörtlükten oluşur. Aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Eski Bir Kin”, dört dörlükten oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. (G. G). Faruk Nafiz, “Âh, İzmir!” üç dörtlük, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (Âh, İzmir!). Enis Behiç, “Tuna Kıyısında 2” (M. ve G. Ö.). 380 II. Sarma Kafiye (Rimes embrassées) Dört mısralı bentlerle oluşturulan bir biçimdir. abab-cdcd-… şeklinde ilk ve dördüncü mısra, ikinci ve üçüncü mısra kendi aralarında kafiyelidir. Dörtlük sayısı sınırlı değildir.987 Halit Fahri’ nin sarma kafiyeyle yazdığı “Yolcular” altı; “Tûtî-nâme” sekiz; “Hamam” ve “Sultân-ı Rûm” beşer; “Ölüm ve Kadeh” dokuz; “Şadırvanlar” dört dörtlükten oluşur. (E.). Sarma kafiyeyle yazdığı ve üç dörtlükten oluşan “Terennüm” de aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilün kalıbını kullanmıştır. (Z.). Halit Fahri, dörder dörtlükten oluşan “Kışa Doğru” hecenin 6+5 duraklı 11’li; “Kâbus” 6+6 duraklı 12’li kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.). Halit Fahri, “Gönül Bu!” üç dörtlükten oluşur. abba -acca -adda kafiye düzenli şiirde, 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbı kullanılmıştır. “Şifa’daki Kadın” dört dörtlük hâlinde, abab-cdcd-… kafiye düzeniyle yazılmıştır. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (S. D. G.). Yusuf Ziya, “Arzuhalci” şiiri beş dörtlükten oluşur. a bba-a cca-a dda-… kafiyeli düzenli şiirde her dörtlüğün ilk mısraı nakarattır. (B. R. E.). Faruk Nafiz, “İthaf” şiiri dört; “Münzevî” beş; “Ayrılık” ve “Yıllardır” sekizer dörtlükten oluşur. axxa-bccb-effe-… kafiyeli “Geceyle Ben”, dokuz dörtlüktür. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (D. N.). “Dargın ve Barışık” şiiri üçer dörtlükten iki bölümden oluşur. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbıyla yazılmıştır (G. G.). Beş dörtlükten oluşan “Melekü‘l-Mevt” te aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılan 987 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 370. 381 “Çankaya” ve “Musiki Sabahı” şiirleri beşer dörtlüktür. (S. H.). “Lâle Devri” üç dörtlük olarak yazılmıştır. (H. ve S.). “Şehir”, “Kısas” ve “Harç” şiirleri üçer dörtlük; “Dağınık Satırlar” dört dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. Ö. B. G.). Halit Fahri, “İfrit” şiirini dokuz dörtlük hâlinde yazar. (P.). Yusuf Ziya, “Rüya” yı dört dörtlük olarak yazar. “Bir Selvi Gölgesi”, 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla üç dörtlük hâlinde yazılmıştır. (B. S. G.). Enis Behiç, “Buhran” (M. ve G. Ö.). III. Terza- Rima İlk kez ve çoğunlukla İtalyan Edebiyatında kullanılan bir nazım biçimidir. Üçer mısralık bentlerle kurulur. Bent sayısı sınırlı değildir. Tek bir mısra ile sona erer. Kafiye düzeni aba-bcb-cdc-ded-e şeklindedir. İtalyan Edebiyatından sonra diğer Avrupa Edebiyatlarına geçer. Türk Edebiyatında, Tevfik Fikret tek bir şiirinde bu nazım biçimini denemiştir. 1908’den sonra zaman zaman kullanılsa da yaygınlaşmamıştır. Bu nazım biçimine “örüşük kafiye”, “örüşük üçlü” de denir.988 Halit Fahri’nin “Şimşek” şiiri bir üçlük, onu takip eden kısa bir sesleniş ve sonra tek bir mısradan oluşur. Bu iki kez tekrarlanır. aba-b-a-dcd-c-d kafiye düzenli şiirde, kısa mısralarda 5’li, diğerlerinde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılmıştır. “Apartımanda Akşam” iki üçlük ve tek bir mısradan oluşur. aba-ccb-b kafiyeli şiirde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanır. “Nasılsınız?” iki üçlük ve her üçlüğün sonunda yer alan müstakil bir mısradan oluşur. aab-b-ccd-d kafiye düzenli şiirde, 988 KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Basımevi, (genişletilmiş 2. baskı), İstanbul, 1978, s. 738. Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1985, (Haz.: Necat BİRİNCİ), s. 405. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 371-372. 382 hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanır. “Şehir Ucunda Yaz” iki üçlük ve müstakil bir mısradan oluşur. aab-ccb-c kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbını kullanır. (S. D. G.). “Paravan” müstakil bir mısra ile başlar. Dört üçlükle devam eden şiir müstakil bir mısra ile biter. a-bab-ccd-ede-fgg-f kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanır. (P.). Halit Fahri, bu şiirlerinde mısraların dizilişi terza-rimayı andırsa da tam bir uygunluk göstermez. Kafiye düzeninde değişiklikler yapmıştır. IV. Sone (Sonnet) Sone, İtalyan edebiyatında doğan, oradan bütün Avrupa Edebiyatlarına yayılan bir nazım biçimidir. İlk ikisi dörder mısralık bendi, üçer mısralık iki bent takip eder. Topla on dört mısradır.989 Kafiyelenişi bakımından iki tiptir. İtalyan tipi sone, abba-abba-ccd-ede; Fransız tipi sone, abba-abba-ccd-eed şeklindedir. Türk şairleri tarafından kafiyede değişiklikler yapılarak kullanılmıştır. Türk Edebiyatında, abba-cddc-eff-egg, abba-cdcd-eef-ggf, abab-cdcd-eff-egg, abab-cdcd-eff-gff kafiyeli şekilleri görülür.990 Bu tarzda kafiyelenen sonelerin yanında, Shakespeare’ın ababedcd-efef-gg şekilli soneleri de vardır.991 XIX. Yüzyıl sonlarında, Edebiyât-ı Cedîde şairlerince Türk Edebiyatına getirilen sone, çok sık olmasa da kullanılmıştır.992 Orhan Seyfi, “Buhran” iki dörtlük ve iki üçlükten oluşur. abba-cddc-eff-gee kafiye düzenlidir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Sergüzeşt Arkasında” şiiri abba-cddc-eef-fgg şeklinde kafiye düzenlidir. Şiirde aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “O 989 990 991 992 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İstanbul, 2001, s. 377. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 369. KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 668. KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 377. 383 Zaman ki” adlı şiir abab-cdcd-efg-gfe şeklinde kafiyelenmiştir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “İtiraf” şiiri, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşur. Şair, ilk üçlükte bir değişiklik yapar. Karşılıklı konuşmalara yer verirken ilk mısraı böler, dört mısraa çıkarır. ababcdcd-e(f)gg-ehh kafiye düzenli şiirde, aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. İlk mısraın ikinci mısraı bölününce vezin de uygun olmayan yerde bölünür. (F. ve K.). Halit Fahri, “İstasyon” da, dokuzlu hece kalıbıyla yazılan şiir, iki dörtlük iki üçlükten oluşur. abab-acac-def-fed kafiye düzenine sahiptir. (C. D.) Halit Fahri, “Bahar Sabahı” şiirini abba-cddc-eff-egg kafiye düzeni ve hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.). Yusuf Ziya, “Eski Sevgiliye” yi abba-cddc-eff-egg kafiyeli düzeniyle ve hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazar. “Kadın Aşkı” abab-cdcd-efe-fhh kafiyeli, hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Yıllardan Beri” abab-cdcd-efe-fdd kafiyeli, hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmış. (Â. Y.). Faruk Nafiz, “Uzaktan” şiirini abab-cdcd-eef-ggf kafiyeli, hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazar. “Sensiz Bahar” abab-cdcd-eef-gfg kafiyeli, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyladır. (D. N.). Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazdığı “Son Âşık”, abab-cddc-eef-ggf kafiye düzenlidir. (Ç. Ç.). “Öldüğüm Zaman”, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. ababcdcd-eef-ggf kafiye düzenlidir. “Sara”, abba-cddc-eef-ggf kafiyelidir. İlk iki dörtlük ayın konuşması şeklindedir. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fa‘lün) kalıbı kullanılmıştır. (Ş. S.). 384 “Has Bahçe” şiiri, ikişer dörtlük ve ikişer üçlükten oluşan üç bölümdür. ababcdcd-eef-ggf kafiye düzenli şiirde aruzun mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (S. H.). “Yalnız” abba-cddc-efe-eef kafiyeli, mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Teselli”, abab-cdcd-efe-ggf kafiyeli, aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (H. ve S.). “Yalnız”, abba-cddc-efe-eef kafiyeli, hecenin 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. (A.). V. Balad (Ballade) Edebiyat ve müzikte, çağ çağ, türlü manalara gelen balad, eskiden, hikâyeli lirik şiirlere, her çeşitten duygulu küçük şarkılara denirdi. Bunlar dinî, satirik, trajik olabilirlerdi. Asıl vatanı olan İtalya’da XII. yüzyıl kadar dans şarkısı manasında kullanılmıştır.993 Kaynağı, Avrupa’da halk ağzında dolaşan anonim lirik şarkılardır. Bunlar zamanla geliştirilmiştir. Çağdaş şiirde, klâsik biçimi ve içeriği değiştirilip genişletilerek hikâyelerin yanında felsefî, hikemî ve lirik şiirler yazılmıştır. “Türk Edebiyatında balad ancak Cumhuriyet Edebiyatından sonra, o da çok az olarak kullanılmıştır.” Nazım biçimi olarak balad, üç uzun, bir kısa bentten oluşur. uzun bentlerin mısra sayısı altı ile on arasındadır. Her bent eşit mısralıdır. Kısa bent dört ile beş mısra arasında değişir. 994 En belirgin ve değişmez özelliği, ilk mısraın hece sayısı bentlerin mısra sayısıyla aynıdır. Son bendin mısra sayısı ise bunun yarısı kadardır. 993 AKALIN, L. Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yayınevi, (genişletilmiş 3. baskı), İstanbul, 1972, s. 30. 994 Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, (Haz.: Necat BİRİNCİ), Tercüman Gazetesi Yayınları, s. 21. 385 Bentlerin sonundaki mısra nakarattır. Kafiye düzeni kesin değildir. 995 Çapraz ve sarma kafiye bir arada görülür. Enis Behiç, bazı şiirlerinin başında denediği vezin ve nazım biçimlerini belirtir. “Ballad” dediği “Turan Kızları” üç sekizlik ve “bağlama” dediği bir dörtlükten oluşur. Son mısralar nakarattır. ababbcbcⁿ-abaddcbc -ababbcbc -bcbc kafiye düzenlidir. “Ballad” dediği diğer bir şiir “Vatan Mersiyesi” dir. “Aruzdan yadigâr” açıklamasını da yaptığı şiiri fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûl kalıbıyla yazar. Altı sekizlik ve “bağlama” dediği bir dörtlükten oluşan şiirin kafiye düzeni ababbcbc -… -bcbc şeklindedir. (M. ve G. Ö.). VI. Düz Kafiye “Eşleme” de denilen düz kafiye, düzen bakımından Divan şiirindeki mesnevinin aynıdır. Her beyit kendi arasında kafiyelidir. “Fransız Edebiyatından, Divan şiirindeki mesnevide bulunmayan özelliklerle birlikte alınmıştır. Mesnevide her beyit başlı başına bir anlam bütünlüğüne sahiptir. Düz uyakta ise beyitler arasında sıkı bir anlam ilişkisi vardır.” Mesnevi aruzun kısa kalıplarıyla yazılırken düz kafiyede aruzun uzun kalıpları yanında hece vezni de kullanılmıştır. Divan şiirinde mesnevi biçimi uzun konuları işlemek için kullanılırken Yeni Türk şiirinde birkaç beyitlik kısa şiirler de yazılmıştır. Şiirin plânına göre çeşitli bentlere ayrılır. 996 Orhan Seyfi’nin düz kafiyeyle yazdığı “Tereddüt” şiiri beş beyitten oluşur. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Sadâbâd” şiiri, altışar mısradan oluşan iki bölümdür. aabbcc… şeklinde mesnevi tipi kafiyelenmiştir. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazmıştır. 995 996 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 39. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 372. 386 “Mahalle Evleri” aabbcc… kafiye düzeniyle yazılmış uzun bir şiirdir. Mısraların belirli bir sıralanış düzeni yoktur. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. (F. ve K.) Fethin 500. yıldönümü için yazdığı İstanbul’un Fethi 1953’te yayınlanır. Şiir, sekizer beyitten dört bölümden oluşur. Birinci bölümde şehir; ikinci bölümde, fetih öncesi her iki tarafın durumu; üçüncü bölümde, savaş tasvir edilir. Dördüncü bölümde, fethin kazanılması ve gelecek için düşünceler anlatılır. Düz kafiyeyle yazılan şiirde, aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/fa‘ûlün kalıbını kullanmıştır. “Bahara Kaside”, yedi beyitten oluşur. “Hatıralar”, altı beyittir. Şiirde onlu hece kalıbını kullanmıştır. Beş beyitten oluşan “Bir Yaz Manzarası”, 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. “Atatürk’ün Ölümü”, yedi beyitten oluşur. (Ş.). Halit Fahri, “Son Niyaz” ı yedi beyit hâlinde, 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazmıştır. (P.). “Odalıklar”, yirmi beş beyitten oluşan uzun bir şiirdir. Aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (E.) 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılan “Ellerim Saçlarında” beş; “Bekleyiş” yedi beyittir. (S. D. G.). Üç dörtlükten oluşan “Ekanim” de, aabb-ccbb-eebb kafiye düzeni vardır. mef‘ûlü/fâ‘ilâtü/ mefâ‘ilü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Ölüm” dört mısradan oluşur. Kafiye düzeni aabb şeklindedir. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (Z.). “Eski Düşmana”, şekil serbesttir. aa-bb-cc kafiyeli; (C. D.) “Hatıran” yedi beyit, 6+6 duraklı 12’li hece kullanılmıştır. (S. G. Ö.). “Zerdüşt” te mısralar sistemli bir şekilde kümelenmemiştir. Mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün(fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Bağdat” şiiri, üç dörtlükle başlar. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. Bu üç dörtlüğü on altı mısralık bir bölüm ve iki dörtlük takip eder. Altı mısralık bir bölümden sonra gelen 387 bir beyitle şiir biter. “Kâbil”, uzun bir şiirdir. Mısraların düzenli bir kümelenişi yoktur. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/fa‘ûlün kalıbıyla yazılmıştır. (E.). Enis Behiç, “Ey Türkeli!...” şiirini 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla yazar. “Kırmızı Şezlonk 2” ve “Şezlonk 3” te mısra dizilişleri serbest. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmışlardır. (M. ve G. Ö.). Yusuf Ziya, “Zeybekler” on bir beyit olan şiir 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. “Genç Ölü” yedi beyit 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. “Mehmetçik”, on üç beyit olan şiirde aruzun Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbıyla yazılmıştır. “Geleceklerse” yedi beyittir. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbı kullanılmıştır. (B. R. E.). “İstanbul” ve “Zeybekler” altışar beyitten oluşur. (Ş. D.). “Radyo” altı beyit, 7+7 duraklı 14’lü heceyle yazılmıştır. (B. S. G.). “Şehidin Kalbi”, on dört mısralık “Şairlere”, “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu”, “Asker Annesi” şiirlerinde düz kafiye kullanılmıştır. “Zafer Perisi” aaa- bb- ccc-bb şeklinde dört bölümden oluşur. (C. U.). “Çınar” ve 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbını kullandığı “Şairin Duası” nda, düz kafiye kullanır. (Ş. D.). Faruk Nafiz, “At” şiiri altı beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Davet” on iki mısradan oluşur. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Kahramanlara”, “Taç Giyen Millet” adlı şiirlerin mısra dizilişi serbesttir. Aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fe‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Şüphe” ve “Zaman” şiirleri sekizer mısradan oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Suda Halkalar” şiiri beş bölümden oluşur. Mef‘ûlü/mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbıyla yazılır. İlk bölüm on altı 388 mısradan; ikinci bölüm on sekiz mısradan; üçüncü bölüm on altı mısradan; dördüncü bölüm on sekiz mısradan; beşinci bölüm sekiz mısradan oluşur. Faruk Nafiz, “At” şiiri altı beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (S. H.). On beyit olan “Muhayyel” i 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazar (D. N.). Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazdığı “Sadâbâd Kadınları” nda, mısralar belirli bir sisteme göre düzenlenmemiştir. (Ş. S.). Sekiz mısralık birer bentten oluşan “İddia”, “Kelebek”, “Bir Hatıra”, “Yılbaşında” şiirleri, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılırlar. Mısra düzenleri serbest olan “Şeytan” ve “Sen Nerdesin?” hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmışlardır. (Ç. Ç.). “Kırlarda” belirli bir mısra düzeni yoktur. Aruzun mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (G. G.). Faruk Nafiz, “Senden Dönüş” şiirini on bir beyit olarak yazar. Fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Sonbahar ve Sen” on beyittir. Aruzun fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbı kullanılmıştır. “Vahdet-i Vücût” on dört beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Kalbim!” on beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Ayrıldığın Akşam” sekiz beyittir. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Yedi Kaside” başlığı altında topladığı şiirlerden olan “Kahramanlara Kasîde” dokuz beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. “Şarâba Kasîde” on iki beyitten oluşur. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Şâire Kasîde” de mısraların sistemli bir bölümlemesi yoktur. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. 389 “Ayna” on sekiz mısralık bir bölüm ve bir beyitten oluşur. Şiirde, mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. “Renk Mevsimi”, yirmi mısradır. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. “Manzara” bir beyitle başlar. On dört mısraın ardından yeniden bir beyitle biter. Aruzun Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Bir Ömürlük Gün” bir beyitle başlar. On dört mısraın ardından gelen bir beyitle de biter. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Ayşelere Kasîde” dörtlük, ikilik ve altılık bentlerden oluşur. Fe‘ilâtün (Fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘ilün) kalıbı kullanılmıştır. “Minareli Sokak”, on beyitten oluşur. “Renk Mevsimi” yirmi mısralık bir şiirdir. Mef‘ûlü/ fâ‘îlâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbı kullanılmıştır. Bir beyitle başlayan “Manzara”, on dört mısra ile devam eder. Bir beyitle biter. (H. ve S.). “Suya Kasîde” iki sekizlik ve bir dörtlükten oluşur. 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. (B. Ö. B. G.). Manzum hikâye olan “Kara Fatma” hecenin 7+7 duraklı on dörtlü kalıbıyla yazılmıştır. “Kahraman” 7+7 duraklı on dörtlü hece kalıbıyla yazılır. Serbest tarzda yazılmıştır. “Yolcu ile Arabacı” altı beyitten oluşur. 7+7 duraklı on dörtlü hece kalıbıyla yazılmıştır. “Yeşil Başlı Ördek”, beyitler hâlinde yazılmış manzum hikâyedir. On üçlü hece kalıbıyla yazılır. (A. T.). Enis Behiç, “aruzdan yadigâr” dediği “Ey Meriç!” şiiri yirmi üç beyitten oluşur. (M. ve G. Ö.). Şiirlerin bir bölümü bentlere ayrılmadan bütün hâlindedir. Bunlarda düz kafiye tercih edilir. O. S. “Abdülhak Hâmid’e Mektup”, “Annemle Hasbihal”, “Davet”, “Bir Kış Masalı” (G. S.). “İlk Acı” otuz mısradır. “Ruhlar” on dört mısra. 390 “Mum Işığı” yirmi iki mısra. (S. G. Ö.). “Eyüp Sırtında” on altı mısra; “Bir Renk, Bir Tezat” yirmi sekiz mısra, “Sonbahar” yirmi iki mısradır. (P.). “Oda” on iki mısradır. (S. D. G.). Yusuf Ziya, “Piç”, “Kalbim”, “Yanardağ” (B. S. G.); Enis Behiç, “Maymunlar 1” (M. ve G. Ö.). şiirlerinde düz kafiye kullanır. c) Serbest Düzenli Şekiller I. Eşit Düzenli Biçimler 1. Üçlüler Orhan Seyfi, “Ben” şiirini, altı üçlük hâlinde ve aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih kafiye düzeniyle, 7’li hece kalıbıyla yazar. “Bahardan Bir Ses” üç üçlük, aab-ccbddb kafiyeli, 4+4 duraklı 8’li hece kalıplıdır. “Fantezi” olarak adlandırdığı “İhtiyarlar” şiiri, sekiz üçlük ve aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih-jjk-llk kafiyelidir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (G. S.). “O Gün”, beş üçlükten oluşan şiir, yedili hece kalıbıyla yazılmıştır. aab-ccbddb kafiyelidir. “Birlik” şiiri dört üçlüktür. Her üçlük sonrası “Lâilâhe illallah!” bağlantısı vardır. Yedili hece kalıbıyla yazılan şiir, aab-ccb kafiyelidir. “İman”, beş üçlükten oluşur. 6+5 duraklı hecenin 11’li kalıbıyla yazılmıştır. aab- ccb kafiye düzenlidir. (O. B. B. K.). “Boğaz Türküsü”, üç üçlükten oluşan şiir, hecenin onlu kalıbıyla yazılmıştır. aba-cca-dda kafiyelidir.“İlkbahar Türküsü”, dört üçlükten oluşan şiir, hecenin onlu kalıbıyla yazılmıştır. aab-ccb kafiyelidir. “Bahar”, üç dörtlükten oluşan şiir, onlu hece kalıbıyla yazılmıştır. abc-dac-edc-ffc kafiyelidir. (Ş.). 391 Halit Fahri’nin “Türk Askerine” şiiri altı üçlükten oluşur. aaa-bbb-ccc kafiye düzenli şiirde hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbını kullanır. (C. D.). “Dedikodu” şiirini iki üçlükle yazar. aba-bba kafiyelidir. “Akşam” üçlük, aab-ccb-ded-ffe kafiyeli. dört “Hastanede” üçlük, abb-ccd-efg kafiyeli. “Her Şeyde” dört üçlük, aab-ccb-ddb-eeb kafiyeli. “1937 Yılbaşı Gecesinde” iki üçlük, aab-ccb kafiyeli. “Bülbül” altı üçlük, aab-cdc-eef-ggh-hii-jji kafiyeli. “Pan” iki üçlük, aab-ccb kafiyeli. “Sonsuz Gecelerin Ötesinde” üç üçlüktür. aab -ccb -ddb kafiye düzenli şiirin hece sayısı düzensizdir. (S. G. Ö.). “Gönül Buzlu Bir Camdı” üç üçlük, aba-aba-ccd-eed kafiyeli; dörder üçlükten oluşan “Ninemin Şarkısı” aab-ccb-dde-ffe; “Saat” aba-ccb-dde-ffe; “Bir Yağmurlu Günde” aab-ccb-dde-ffe; “O Kadın” aba-cdc-efg-efg; “Teselli” aab-ccbdde-ffe; “Kayboluş” aba-ccb-dde-fef kafiye düzeniyle yazılmışlardır. İki üçlükten oluşan “Gece” aba-bba; altı üçlükten oluşan “Yokuşlardan Aşağı” abb-cca-dde-ffehhi-jji; on üçlükten oluşan “Bahçıvan ve Ben” aba-ccb-eef-ggf-hii-hjj-kkl-lmm-nnoppo kafiyelidir. (S. D. G.). “Akisler” dört üçlükten oluşur. aba-bcc-dde-fef kafiyelidir. “Bir Mektuba Cevap” sekiz üçlüktür. abb-cca-dde-ffe-ggh-hii-jjk-lkl kafiye düzenlidir. “Sinemada” altı üçlük hâlinde aab-cbc-dee-dff-ghh-idi kafiye düzeniyle yazılmıştır. (P.). “Karanlıkta 1” sekiz üçlük, aab-bcc-dee-ffe-ggh-ihi-jkj-kll kafiyeli; “Karanlıkta 2” on üçlük, aba-bcc-ded-eff-ghg-hii-jkk-lkl-mmn-ono; “Aşk” on iki üçlük, aab-ccb-dde-dff-ghh-gii-klk-mml-nno-pop-rrs-stt; “Yine Yağmur Çağıldıyor”, dört üçlük, aaa-bbb-ccc-ddd; “Acı Hatıralar 1” dört üçlük, aba-bcc-dde-ffe kafiyelidir. (G. H.). 392 Halit Fahri’nin Balkonda Saatler kitabı XIV bölümden; her bölüm dört üçlükten oluşur. “Balkonda Saatler I”, aba-bcc-ddb-eec; “Balkonda Saatler II”, aab-cbc-dee şeklinde kafiyelenmiş; 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. S.). “Kış Gecesi 1” altı üçlükten oluşmuştur. aab-ccd-dde-ffe-ggh-ddh kafiyelidir. Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. “İlk Buse” dört üçlükten oluşur. ababcc-dde-ffe kafiyelidir. 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.). Halit Fahri’nin 1913’te yazdığı “Mukaddime” şiiri dört üçlükten oluşur. aabccb-dde-ffe kafiye düzenlidir. Aruzun fe‘ilâtün/mefâ‘ilün/ fe‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (Z.) Yusuf Ziya, “Bir Yaz Günü” adlı şiiri altı üçlük hâlinde ve aab-ccb-dde-ffeggh-iih kafiye düzeniyle yazar. (B. S. G.). “Denemeler” adlı bölümde topladığı şiirlerden biri olan “Eski Ev” i altı üçlük hâlinde yazar. aba-cdc-efe-ded-fgf kafiye düzenli şiirin hece sayısı serbesttir. (B. R. E.). Yusuf Ziya, “Vakitsiz Gurûbu” dörder üçlükten iki bölüm hâlinde yazar. Birinci bölüm abc-cba-abc-cba, ikinci bölüm abc-cba-axc-cba kafiye düzenlidir. “Kimsesiz” şiiri dört üçlüktür. aaa-bbb-ccc-ddd kafiyelidir. (Â. Y.). Faruk Nafiz,“Bestekârın Şiiri” ni iki üçlükle yazar. abb-acc kafiyelidir. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazar. (S. H.). On iki üçlükten oluşan “Serenat” ta, 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılır. aab-ccb-dde-ffe-ggh-iih kafiye düzeni vardır. “Annesiz Ölü”, altı üçlükten oluşur. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazmıştır. aab-ccb-dde-ffe kafiyelidir. “Kendim İçin” şiiri altı üçlükten oluşur. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. abb- 393 acc-dee-fgg-hii-hjj kafiyelidir. “Serçe ile Kız”, altı üçlükten oluşur. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Kafiye düzeni aab-ccb-eef-ddf-ggh-iih (Ç. Ç.). “Giden Sultan” dört üçlükten oluşur. aab-ccb-aad-eed kafiyelidir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplıdır. (Ş. S.). “Bahâra Kasîde”, dört üçlükten oluşur. aab-ccb-dde-ffe kafiye düzenli şiirde, aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. (H. ve S.). Faruk Nafiz’in, “Akarsu” şiiri dört üçlüktür. aab-ccb-dde-ffe kafiye düzenlidir. (A.). “Garipler” ve “Yıldızdağı” şiirlerini altı üçlük hâlinde yazar. aab-ccb-ddeffe-ggh-iih kafiye düzenlidirler. “Onlar” şiiri dört üçlükten oluşur. aab-ccb-ddb-eeb kafiye düzenlidir. “Yalnızlık” üç üçlük hâlinde yazılır. aab-ccb-ddb kafiye düzenlidir. “Şairin Ölümü” üçlüklerle yazılmıştır. Her üçlük sonunda üçüncü mısra ile kafiyeli müstakil bir mısra vardır. aab-b-ccd-d-eef-f-ggh-h kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. “Ölüler” dört üçlük, 7+7 duraklı 14’lü heceyle. (B. Ö. B. G.). 2. Dörtlüler Orhan Seyfi, “Rica” yı abab kafiyeli, tek dörtlük hâlinde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazar. (G. S.). Halit Fahri, “Sönen Kandillere Karşı” üç dörtlük, aabb-ccdd-eeff kafiyeli şiir hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. “Sabaha Karşı Hisler” adlı şiir, “Bir Işık, Birkaç Yıldız”, “İlham Beklerken”, “Yanık Yürekler”, “Uzakta” başlıkları altında birer dörtlükten oluşur. aabb, ccdd, … kafiye düzenli şiir hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. (P.). “Mezarının Başında” tek dörtlükten oluşan şiirin 394 kafiye düzeni abab şeklindedir. Hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (H. O. İ.). “Deniz ve Kalbim” aabb kafiyeli tek dörtlük, 7+7 duraklı 14’lü heceyle yazılmıştır. “Gölde Sabah” birer dörtlükten oluşan üç bölümdür. aabb, ccdd, eeff kafiyeli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (S. D. G.). “Bakırköy Akşamları” altı dörtlük, aabb-ccdd-eeff-… kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. “İtiraf” dört dörtlük, xaxa-bcbc-dede-ffgg kafiyeli şiirin hece sayıları serbest. “Ümitsizce” üç dörlükten oluşan şiirin kafiye düzeni abba-ccadda şeklindedir. Hece sayısı serbesttir. (S. G. Ö.). Dört mısralık dört bentten oluşan “Yollarında”, xaxa-xbxb-xcxc-xdxd şeklinde kafiyelenmiştir. Aruzun fe‘ilâtün (fa‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fa‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Ş. S.). Faruk Nafiz, “İlkbahar Güneşi”, “Yaz Güneşi”, “Sonbahar Güneşi”, “Kış Güneşi” şiirleri birer dörtlük hâlinde yazar, abab kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanmıştır. (A.). “Yolcu ile Arabacı” üç dörtlükten oluşur. aabb-ccdd-eeff kafiye düzenli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (B. Ö. B. G.). 3. Beşliler Bentleri beşer mısradan oluşan bu biçimin kafiye düzeni Divan edebiyatındaki muhammese benzemez. En sık rastlanılan kafiye düzeni ababb-cdcdd..., ababa-cdcdc-…, abbba-cdddc-efffe-…, ababc-dedec-… şeklindedir.997 Orhan Seyfi’nin “Kalender Türküsü” üç beşlikten oluşur. Hecenin onlu kalıbıyla yazılır. aaaab-ccddb-eeffb kafiyelidir. (Ş.). 997 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 378. 395 Halit Fahri’nin “Geceleyin Mezarlar” şiiri üç beşlikten oluşur. a bbba c dddc -e fffe kafiye düzeni kullanılmıştır. Mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün kalıbıyla yazılmıştır. Üç beşlikten oluşan “Turnalar” ın her bölümünde ilk ve son mısralar nakarat olarak tekrarlanır. a baba -c dcdc -… kafiye düzeniyle yazılmıştır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Fikret’in Ruhuna” on beşlikten oluşur. Her beşlikte ayrı ayrı, ilk ve beşinci mısralar nakarat olarak tekrarlanır. a baba -c dcdc -e fefe -… şeklinde kafiyelenmiştir. İlk beşlik şiirin sonunda beşinci beşlik olarak aynen tekrarlanır. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (Z.). “Hicrana Dönerken” üç beşlikten oluşur. ababa-cdcdc-efefe kafiye düzenli şiir, 4+4+5 duraklı 13’lü kalıpla yazılmıştır. “Gölgeler İçinde” iki beşlikten oluşan şiir, a baba -cdcdc kafiyeli, 6+5 duraklı 11’li hecelidir. (P.). “Neşe mi, Elem mi?” üç beşlikten oluşur. a baba -cdcda -efefa kafiyelidir. Hecenin 8+5 duraklı 13’lü kalıbıyla yazılmıştır. (B. Y.). “Konakta Kervanlar” bir beşlik, ababa kafiye düzenli, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılmıştır. (S. G. Ö.). Faruk Nafiz, “Balkon” beş beşlikten oluşur. Kafiye düzeni a baba -c dcdc şeklindedir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (S. H.). “Mektuplar” altı beşlikten oluşur. abaab-cdccd-efeef-… kafiye düzenli şiir 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. “Erzincan Yolunda” üç beşlik, abaabcdccd-efeef kafiyeli. (B. Ö. B. G.). 396 4. Altılılar “Ellerin” şiiri iki altılıktan oluşur. a b bab a -c d dcd c kafiye düzenli şiir, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbıyla yazılır. (P.). Halit Fahri’nin “Yaz” şiiri bir altılıktan oluşur. aabbcc kafiye düzenli şiirde, hecenin 6+5 duraklı 11’li kalıbı kullanır. (S. D. G.). Faruk Nafiz, “Fatih’e Kasîde” şiirini altı mısralık dört bent hâlinde yazar.Mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbı kullanılmıştır. (H. ve S.). Enis Behiç’in “Düşündün mü?” şiiri üç altılıktır. aabcbc-ddefef-gghihi kafiye düzenlidir. 5. Yedililer Halit Fahri’nin “Bir An İçin” şiiri bir yedilikten oluşur. abacddc kafiye düzenli şiirde, hecenin değişik kalıpları kullanılır. İkinci mısra 3’lü; dördüncü mısra 11’li; diğerleri 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazılmıştır. (S. D. G.). 6. Sekizliler Halit Fahri, “Bir Kadın Uyumada” şiirini bir sekizlik hâlinde yazar. aabacada kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanır. “Sarı Saçlar” ı bir sekizlik olarak yazar. a a bbcca a kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbını kullanır. “Elele Tutuşalım Dostlar!” iki sekizlikten oluşur. a a bbcca a kafiye düzenlidir. (S. D. G.). 397 II. Karışık Düzenli Biçimler 1. Mısraların Hece Sayısı Değişik Olanlar Halit Fahri’nin “Aya Sordum” şiirinde ilk iki dörtlük, 16’lı hece kalıbıyla ve aa-bb-cc-dd kafiye düzeniyle yazılmıştır. Kısa dörtlükler hecenin sekizli kalıbıyla ve abab-cdcd kafiye düzeniyle oluşturulur. Sondaki dörtlük hecenin 16’lı kalıyla yazılmıştır. (C. D.). Yusuf Ziya’nın “Beyaz Bulut” şiiri on sekiz dörtlüktür. abab-cdcd-efef-ghgh şeklinde dört dörtlüğü çapraz kafiye olan şiirin bu bölümü 6+5 duraklı 11’li heceyle yazılmıştır. Bunu takip eden üç dörtlük iiij -kkkj -lllj kafiyelidir ve 8+5 duraklı 13’lü heceyle yazılmıştır. Bunu çapraz kafiyeyle düzenlenen ve 6+5 duraklı 11’li heceyle yazılan iki dörtlük takip eder. Bunu takip eden üç dörtlük, mmmn -ooon pppn kafiyeli 8+5 duraklı 13’lü hece kalıplıdır. Şiirin devamı çapraz kafiyeli ve 6+5 duraklı 11’li hece kalıplıdır. (Â. Y.). 2. Bentlerin Mısra Sayısı Değişik Olanlar Orhan Seyfi, “fantezi” başlığı altında topladığı şiirlerden olan “Gönlümle Kesem” bir ikilik ve beş dörtlükten oluşur. aa-bcbc-dede-fgfg kafiyeli şiirde düz kafiye ve çapraz kafiye bir arada kullanılmıştır. “Gemi” iki üçlük, bir dörtlük, iki üçlük bir dörtlükten oluşur. aab-ccb-efef-ggh-iih-jkjk kafiyelidir. “Çocukluğumdaki Gözlerle” aabbcc-… şeklinde düz kafiyeli şiir, bir dörtlükle başlar, yirmi iki mısralık bir bölümden sonra bir beyitle biter. (G. S.). 398 Faruk Nafiz’in “Filistin’den Geçerken” şiiri üç dörtlük ve iki üçlükten oluşur. abab-cdcd-efef-ffg-hhg kafiye düzenli şiir, hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. (D. N.). Faruk Nafiz, “Devler” müstakil bir mısra ile başlar. Bir yedilik, bir on dört mısralık bentle devam eder ve bir beyitle biter. a-abbccdd-…-ee kafiyelidir. “Son Beklediğim” on dört ve altı mısralık bentlerden oluşur. aabbcc kafiyelidir. “Pencereden” bir dörtlük, bir altılık ve bir dörtlük mısradan oluşan bentlerle yazılmıştır. aabb-ccddee-ffgg kafiyelidir. “Ölmeden” bir beyitle başlar. Dört dörtlükle devam eder ve bir beyitle biter. aa -bcbc-dede-fgfg-hihi-aa kafiyelidir. “Hüsn ü Aşk” onsekiz mısralık bir bentten sonra şiir bir beyitle biter. aabbcc şeklinde kafiyelidir. “Çiçekten Adalar” bir altılık, bir dörtlük, bir sekizlik ve bir beyitten oluşur. Düz kafiyelidir. “Mehdi” de, bir beşlik bentle başlayan şiir, dokuzar mısralık üç bentle devam eder ve beş mısralık bir bentle biter. aabbc-ddeeffggc-hhiijjkkcllmmnnooc-pprrc kafiye düzenli şiirin her bendinin sınunda “dediler” redifi kullanılır. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Yûsuf ve Zelîha”, aab-ccddb-hhiijjkkb-llmmnnoob-pprrb-ssttuuvvyyzzb kafiyelidir. Aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. Üçlük, yedilik, beşlik bentlerle yazılan “Eller” de, aab-ccddeeb-ggbhhiib-jjb-kkllb-mmb kafiye düzeni kullanılmıştır. fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Bâbil” de, dokuzluk, on üçlük ve üçlük bentler bulunur. aabbccdde-ffgghhiijjkke-llmmnnoopprre-sse kafiyelidir. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. “Hayır Duâ”, aabbccd-eed-ffgghhiid-jjd kaf,yeli şiirde her bendin sonunda “ver” redifi yer alır. Fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. 399 “Nuhun Gemisi”, beşlik, dokuzluk, üçlük, sekizlik bentlerden ve sonda müstakil tek bir mısradan oluşur. aabbc-ddeeffgg-hhc-iijjc-kkllmmnn-c kafiye düzenli şiirde, aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün /fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. İki yedilik ve iki beşlik bentlerden oluşan “Tevekkül” de, her bendin sonunda “oldu” redifi yer alır. aabbccd-eeffggd-hhiid-jjkkd kafiye düzenli şiir aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. “Hamd ü Senâ”, üçlük, yedilik ve beşlik bentlerden oluşur. aab-ccddeeb-gghhb-iijjb-kkllmmb kafiye düzenli şiirde, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanılmıştır. Bentlerin sonunda “şükür” redif olarak geçer. “Ölmeyen Fâniler” dört mısralık dört bent ve bir beyitten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ij kafiye düzenli şiir, aruzun fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün / fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (H. ve S.). “Kızıl Saçlar” iki sekizlik, bir altılık, bir dörtlük ve bir ikilik bölümlerden oluşur. aabbcc… şeklinde mesnevi tipinde kafiyelenen şiirde, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün kalıbı kullanılmıştır. (S. H.). “Âmâ” şiiri dört dörtlüğü takip eden iki üçlük, iki dörtlük ve iki üçlükten oluşur. abab-cdcd-effe-ghhg-iih-jjh-kllk-mnnm-oop-rrp şeklinde kafiyelenmiştir. fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbıyla yazılmıştır. (G. G.). Faruk Nafiz, “Kar ve Karanlık” bir dörtlük, on mısralık bir bent ve altı mısralık bentten oluşur. aabb-ccdd-… kafiye düzenlidir. (B. Ö. B. G.). “Adsız Şiir” dört dörtlük ve bir beyitten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii kafiyeli şiirde hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbı kullanılmıştır. (A.). Yusuf Ziya, “Türk’ün İstanbul’u” bir beyit, bir onluk ve bir sekizlikten oluşur. aa-bbccdd-… şeklinde düz kafiye kullanılmıştır. (B. R. E.). 400 Üç dörtlükten oluşan “Ahmed’in Müjdesi” nde, her dörtlükten sonra bir ikilik yer alır. 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılan şiirde kafiye düzeni abab-cc-dede-ffghgh-ii şeklindedir. “Güzel” dört dörtlüktür. Her dörtlük sonrası bir ikilik yer alır. abab-cc-dede-ff-ghgh-ii-… kafiye düzenli şiirde 6+5 duraklı 11’li hece kalıbı kullanılır. “Hortlak” bir ikilikle başlar. Üç dörtlükle devam eder. Baştaki ikilik sonda nakarat olarak yer alır. Hecenin 7+7 duraklı 14’lü kalıbıyla yazılan şiirde kafiye düzeni aa- bcbc-dede-fgfg-aa şeklindedir. (B. Ö. B. G.). Enis Behiç, “Mağlûblar ve Gurûblar 2” de, yedi dörtlük, iki üçlük ve bir ikilik bölümlemesi yapar. abab-cdcd-…eef-ggf-hh kafiyelidir. “Millî Neşide 1” üç ikilik, bir dörtlük ve bir ikilikten oluşur. aa-bb-ca-dede-ff kafiyeli şiirde 4+4+5 duraklı 13’lü kalıp kullanılmıştır. “Millî Neşide 2” üç ikilik, bir dörtlük ve bir ikilikten oluşur. 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla yazılan şiirin kafiye düzeni aa-ba-cadded-ff kafiyelidir. “Çanakkale Şehitliğinde 1” dört dörtlük, bir ikilik ve bir üçlükten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii-jjj kafiyelidir. “Çanakkale Şehitliğinde 2” dörtlükler ve ikilikler hâlinde yazılır. aabb-ccdd-ee-…-ghgh-ii-jj-kllk kafiyelidir. “Bir Çift İskarpin 1” dört dörtlük ve bir ikilikten oluşur. abab-cdcd-efef-ghgh-ii kafiyeli şiirde çapraz ve düz kafiye bir arada kullanılır. “Bir Çift İskarpin 3” bir ikilik, bir dörtlük, iki üçlükten oluşur. aa-bcbc-dde-ffe- kafiyelidir. (M. ve G. Ö.). 401 2. Ahenk a) Vezin I. Aruz Vezni Şiir yazmaya aruzla başlayan ve bu vezni başarıyla kullanan Beş Hececiler, edebiyatta adlarını ilk olarak bu eserleriyle duyururlar. Bu vezinle de sade, terkipsiz Türkçe’nin kullanılabileceğini göstermek isterler. Orhan Seyfi, terkipsiz bir dil kullanarak ve aruzla yazdığı Fırtına ve Kar’ı 1919’da yayınlar. 1953’te fethin 500. yıldönümü için yazdığı İstanbul’un Fethi, sekizer beyitten dört bölümden oluşur. Düz kafiyeyle yazdığı bu eserde, mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün kalıbını kullanır. 1962’de yayınlanan İşte Sevdiğim Dünya’da, yedi mısraı geçmeyen “kıt‘a” larla yaşadığı, sevdiği dünyayı anlatır. Japonların “haiku” larına benzeyen şiirlerde yeni arayışlar içine girer. Halit Fahri, Rüya (1912), Efsaneler (1919), Zakkum (1920), Gülistanlar Harabeler (1922) adlı eserlerinde aruz vezniyle yazdığı şiirlerini toplar. Gülistanlar Harabeler’de yer alan ve aruzun mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün kalıbıyla yazdığı “Aruza Veda” şiirinde bu vezni bırakışını anlatır. Aruzun daha çok mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün, mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün), fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün), fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplarını kullanır. Zakkum’da diğer hececi şairlerce kullanılmayan bazı kalıpları dener. “Geceleyin Mezarlar” da mefâ‘ilün/ mefâ‘ilün; “Akbabalar” da müfte‘ilün/ müfte‘ilün; “Terennüm” de fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilün kalıplarını kullanır. Mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün kalıbını “Kalbimde Akşam Oldu” (G. H.) da; mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün/ mef‘ûlü/ fâ‘ilâtün kalıbını “Cemşid” (E.) şiirinde dener. 402 Enis Behiç’in aruz ve heceyle yazdığı şiirler Miras ve Güneşin Ölümü’nde toplanır. Şiirlerinin başında hangi vezne ait oldukları hakkında bilgi verir. “Aruzdan yadigâr” dediği “Bir Kıt‘a” yı fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün); “Buhran”, “Vatana Mersiye”, “Şair ve Hilâl” şiirlerini mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün; “Ey Meriç!” i fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün; “Vatan Mersiyesi” ni fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûlün/ fa‘ûl kalıplarıyla yazar. Enis Behiç, musiki usullerini aruza tatbik ederek yeni vezin arayışlarına girer. “Sevgilim ve Kılıcım” şiirinin başında (Aksak-Fâil-ü fei‘lün fâilü mef-ûlün) açıklamasını yapar. “Mağlûblar ve Gurûblar” ı (Devr-i Hindî- Mef‘ûlün fâil-ü fa‘lün); “Mağlûblar ve Gurûblar 2” yi (Aksak Semaî-Mef‘ulün fâil-ü fe-ilün müfteilün) kalıbıyla yazar. Bu denemelerden tatmin olmayan şair bu tarz şiirler yazmaya devam etmez. Yusuf Ziya, “Marş” ta (B. R. E.) mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün; “Geleceklerse” ve “Mehmetçik” (B. R. E.) şiirlerinde fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplarını kullanır. Faruk Nafiz, aruz vezninin daha çok fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün)/ fe‘ilâtün/ fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün), mef‘ûlü/ mefâ‘îlü/ mefâ‘îlü/ fa‘ûlün, mef‘ûlü/ fâ‘ilâtü/ mefâ‘îlü/ fâ‘ilün, fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıplarını kullanır. Faruk Nafiz, “Hüsn ü Aşk”, “şeref” redifli “Gazel”, “Çocukluğumdaki Gözlerle”, “Yalnız” (H. ve S.); “Sara” (Ş. S.) şiirlerinde mefâ‘ilün/ fe‘ilâtün/ mefâ‘ilün/ fe‘ilün (fâ‘lün) kalıbı kullanır. Faruk Nafiz, “Nedim’e Dair”, “Giden Sultan” (Ş. S.). “Bozgun” (G. G.). “Çankaya”, “Musiki Sabahı”, “Balkon”, “Bestekârın Şiiri”, (S. H.). fe‘ilâtün (fâ‘ilâtün) / fe‘ilâtün/ fe‘ilün (fâ‘lün) 403 “Nihat Sami Banarlı’ya ithaf ettiği” “Gazel” ini mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün kalıbıyla yazar. (H. ve S.) mefâ‘îlün/ “Sâkîler” de (Ş. S.) f â‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbını kullanır. “Sabâ” ( S. H.) şiirinde fâ‘ilâtün/ fâ‘ilâtün/ fâ‘ilün kalıbını kullanır. II. Hece Vezni “Her ölçü (vezin) bağlı bulunduğu dilin yapısından doğar. Bu nedenle Türk dilinin doğal ölçüsü hece ölçüsü (hece vezni) dir. Eskiden vezn-i benan, hesâb-ı benan (heceler parmakla satıldığı için parmak ölçüsü, parmak hesabı denmiştir) adıyla anılırdı.” Türk Edebiyatı İran ve Arap Edebiyatlarının etkisine girmediği dönemlerde, Türkler yalnız hece veznini kullanmışlardır. İslâmiyet’in kabulünden sonra, Divan şairleri aruz veznini kullanırken, Halk şairleri hece veznini kullanmaya devam etmişlerdir. (s. 39). “Hece ölçüsü, dizelerdeki hece sayısının belli bir düzene bağlı olarak eşitliği temeline dayanır.” Buna göre hece vezninde önemli özellik vardır: 1. Mısraların hece sayısı esastır. Yabancı kelimelerdeki uzunluk, kısalık dikkate alınmaz. 2. Aruz veznindeki takti‘nin yerine hece vezninde durak vardır. “Dizenin belli bölümlere ayrılmasına durgulanma, bu bölüm yerlerine de durak denir.” Takti‘de kelimeler ortadan bölünebildiği hâlde hece vezninde bu söz konusu değildir. “Durak, ancak, kulakta uyumlu bir izlenim bırakan anlamlı söz öbekleri arasında olur.” Az heceli mısralar genellikle tek duraklı olurlar. O da mısraın sonundadır.(s. 40). 2, 3, 4, 5 heceli kalıplara genelde atasözleri, deyimleri tekerlemeler, bilmeceler 404 ve türkü kavuştaklarında rastlandığı söylenir. 7’li, 8’li, 11’li ve 14’lü kalıplar en yaygın olarak kullanılanlardır. (s. 42). 998 Faruk Nafiz, en çok 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbını kullanır. Duraklara bağlı kalarak kullanmaya özen gösterir. “Yalnız” (A.) şiiri duraksızdır. Çok kullandığı diğer bir kalıp 6+5 duraklı 11’li hecedir. Daha çok 6+5 duraklı şekli görülen bu kalıbın 4+4+3 duraklı şeklini “Yuvamın Kuşuna” (Ç. Ç.) da dener. “Bizim Köy”, “Atatürk”, “Hazır Ol” (A. T.) şiirleri duraksızdır. Beş Hececiler 16’lı kalıbı sık kullanmazlar. Orhan Seyfi, “Gözlerde Seyahat” ve “Yolculuk” şiirlerini 4+4+4+4 duraklı 16’lı kalıpla yazmıştır. (G. S.). Bu şiirleriyle hece vezniyle gazel yazmayı denemiştir. Halit Fahri de “Mehtapta Süvariler” de 8+8 duraklı 16’lı kalıbı dener. (C. D.). 3+4, 4+3, 5+2 ve 2+5 duraklarıyla kullanılabilen 7’li hece kalıbı, ilk çağlardan beri Türk Edebiyatında en çok kullanılan kalıptır. Daha çok, maniler bu kalıpla yazılır. 999 Orhan Seyfi, Peri Kızile Çoban Hikâyesi ve Gönülden Sesler’deki şiirlerinde duraklara bağlı kalmamıştır. “Gönlüm” şiirini (G. S.). 4+3 duraklı 7’li hece kalıbıyla yazar. Halit Fahri, bu vezni “İkimiz”, “Koyda Mehtap”, “Bir Cigara.. Bir Daha”, “Sen Yoksan”, “Fenerin Karşısında” (P.) şiirlerinde kullanır. Yusuf Ziya, “Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu” (C. U.); “Rüya” (B. S. G.); “masal” olarak adlandırdığı “Bir Kuş!” şiirlerinde kullanır. (B. R. E.). 998 999 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 39-40, 42. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 43 405 Faruk Nafiz, “Kızıma”, “Melek” (Ç. Ç.); “Silâh Omuza” (A. T); “Naz”, “Geç Gelen Bahar”, “Bir Peri Masalında”, “Koşma” (B. Ö. B. G.) şiirlerini bu vezinle yazar. Semaî, varsağı ve bazı türkülerde kullanılan 8’li hece kalıbı, Türk Edebiyatında çok kullanılmasına 1000 rağmen Beş Hececi şairlerde yaygın değildir. Orhan Seyfi, “Bahardan Bir Ses”, “Gönlümle Kesem”, “Küçük Sultan”, “Bir Genç Kıza”, “O Güzel Kadın İçin 1” şiirlerini 4+4 duraklı; “Kanarya”, “Ayrıldıktan Sonra”, duraksız 8’li hece kalıbıyla yazar. (G. S.); “Rüya” ve “Geldiğin Günün Hatırası” duraksız; “Münacat II” (O. B. B. K.) 4+4 duraklıdır. Halit Fahri, “Asker Türküsü” nü 4+4 duraklı (C. D.); “Dargın” şiirini duraksız 8’li hece kalıbıyla yazar. (B. Y.). Yusuf Ziya, “Rüyalar” ve “Toprak” şiirlerini duraksız; “Bir Rüzgâr Esti” yi 5+3 duraklı hece kalıbıyla yazar. (B. R. E.). Enis Behiç, “Bir Çift İskarpin 1”, “Bir Çift İskarpin 3” şiirlerinde 4+4 duraklı 8’li hece kalıbını kullanır. (M. ve G. Ö.). Türk Edebiyatının her döneminde çok kullanılan 11’li hece kalıbı Beş Hececiler tarafından da çok kullanılmıştır. Orhan Seyfi, Gönülden Sesler’deki şiirlerinin büyük bir bölümünü bu vezinle ve bu veznin 6+5 duraklı şekliyle yazar. “Çoban Sürün Dağılmasın” da 4+4+3 duraklı ; “Bir Kış Masalı” nda (G. S.) 4+4+3 ve 6+5 durakları karışık olarak kullanır. “Dua I” şiirini 4+4+3 duraklı hece kalıbıyla yazar. (O. B. B. K.). 1000 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 47 406 Halit Fahri’ hece vezninde en çok 11’li kalıbın 6+5 duraklı olarak kullanır. Bulutlara Yakın, Paravan’daki birçok şiiri bu kalıpladır. Enis Behiç, “Tuna Kıyısında 2”, “Çanakkale Şehitliğinde 1”, “Çanakkale Şehitliğinde 2”, “Maymunlar 1”, “Maymunlar 3”, “Romen Güzeli” şiirlerini 6+5 duraklı yazar. “Maymunlar 2” yi 3+4+4 duraklarıyla yazdığını belirtir. “Altı- beş vezinden şu tarza saptım./ Onbirer heceyi yedi- dört yaptım.” diyen şair, bu yeni durakla “Sadaka” yı yazar. “Maymunlar 6” 4+4+3 duraklıdır. (M. ve G. Ö.). Yusuf Ziya, “Ölü Evinde Düğün”, “Çınar”, “Son Söz”, “Guruba Doğru” şiirlerini 6+5 duraklı (Ş. D.); “Şairlere”, “Kafkas’ta Kalanlara” şiirlerini duraksız yazar. (C. U.); “Gözlerin” 6+5 duraklı (Â. Y.); “Anahtar”, “Türk’ün İstanbul’u” 6+5 duraklı (B. R. E.). “Vakitsiz Gurub”, “Kimsesiz”, “Gelmez mi?”, (Â. Y.). “Bir Selvi Gölgesi” (B. S. G.). “Eğil Dağlar Eğil” 6+5 duraklı 11’li hece kalıbıyla yazılmıştır. (Âh, İzmir!). 6+6, 7+5, 5+7 ya da 4+4+4 duraklı olabilen 12’li hece kalıbını Beş Hececiler içinde en çok kullanan Halit Fahri’dir. “Kâbus” (P.); “Bulutlara Yakın”, “Aşk Ormanında”, “Melike’ye”, “Sahilde”, “masal” dediği “Aşk Ormanında” şiirlerini 7+5 duraklı; “Gurbette İlk Bayram”, “Ceylâna Âşık” “Kâbus” (B. Y.), “Hatıran” (S. G. Ö.) şiirlerini 6+6 duraklı 12’li hece kalıbıyla yazar. “Düşürülen Bir Düşman Tayyaresine”, “Hilâl-i Ahmer”, “Bükülmez Dal” şiirleri 7+5 duraklı; “Orduya” şiirini duraksız 12’li hece kalıbıyla yazar. (C. D.). Yusuf Ziya, “Kara Bayrak” (Ş. D.) adlı bir şiirinde bu kalıbı dener. Faruk Nafiz’de “Şehnişinde”, “İthaf”, “Münzevi”, “Arzu”, “Göllerde”, “Şüphe” (D. N.) şiirlerinde 7+5 duraklı şekli görülür. 407 Hecenin 13’lü kalıbına bu şairler içinde en çok rağbet gösteren Yusuf Ziya’dır. “İstanbul” ve “Zeybekler” (Ş. D.); “Yıllardan Beri”, “Kadın Aşkı”, “Eski Sevgiliye”, “Ölüme Doğru” (Â. Y.); “Gece Nöbetinde”, “Zafer Perisi” (C. U.); “Piç” (B. S. G.) şiirlerinde 8+5 duraklı 13’lü hece kalıbını kullanır. “Şehidin Kalbi” ve “Asker Şarkısı” (C. U); “Senden Sonra” (Â. Y.) şiirlerinde bu kalıbın 4+4+5 duraklı; “Gemiciler” (C. U.) de duraksız şekli görülür. Orhan Seyfi, “Kış Gecelerinde” şiirini 4+4+5 duraklı 13’lü hece kalıbıyla yazar. (G. S.). Halit Fahri, “Köyden Çıkanlar”, “Yıldızların Hediyesi”, “Karavana Başında”, “Şehit” şiirleri 8+5 duraklı; “Türklük Ölmez” 4+4+5 duraklı kalıpla yazılmıştır. (C. D.); “Hicrana Dönerken” 4+4+5 duraklı. (P.); “Neşe mi, Elem mi?”, “Kış Gecesi 1” 8+5 duraklı (B. Y.). Enis Behiç, “Millî Neşide 1”, “Millî Neşide 2”, “Ey Türkeli!...”, “Üç Kurbağa Hikâyesi 1, 2, 3” 4+4+5 duraklı 13’lü, (M. ve G. Ö.). Faruk Nafiz, “Uzaktan” (D. N.). ve “Son Âşık” (Ç. Ç.). şiirlerini 8+5 duraklı; “Yeşil Başlı Ördek” şiirini duraksız 13’lü hece kalıbıyla yazar. (A. T.). Hecenin 14’lü kalıbı daha çok 7+7 duraklı görülse de 3+4+3+4, 4+3+3+4, 4+3+4+3, 5+2+5+2 duraklı şiirler de vardır. Orhan Seyfi’de bu hece kalıbına çok rastlanmaz. “Abdülhak Hâmid’e Mektup” (G. S.) ve “Dua II” şiirlerini 7+7 duraklı; “Münacat I” (O. B. B. K.) ve “Şiirler” i (Ş.) duraksız 14’lü hece kalıbıyla yazar. 408 Halit Fahri, 7+7 duraklı şeklini kullanır. 6+5 duraklı kalıptan sonra en çok kullandığı kalıptır. Enis Behiç, “Anahtar”, “Kırmızı Şezlonk 2, 3” (M. ve G. Ö.).; Yusuf Ziya, “Şairin Duası” (Ş. D.); “Zeybekler” (B. R. E.); “Bir Selvi Gölgesi”, “Radyo”, “Kalbim” ve “Yanardağ” (B. S. G.) şiirlerini 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazar. Fazla kullanılmayan diğer bir kalıp da 10’lu hece kalıbıdır. Orhan Seyfi, “Bahar”, “Hatıralar”, “Boğaz Türküsü”, “İlkbahar Türküsü”, “Kalender Türküsü” (Ş.); Enis Behiç, “Maymunlar 4” ü (M. ve G. Ö.) bu kalıbı denerler. Bunların dışında bazı hece kalıplarına bir iki şiirde rastlanır. Yusuf Ziya, deyim, atasözü ve bilmecelerde kullanılan 5’li heceyi “Asker Annesi” nde (C. U.); Halit Fahri, “İstasyonda” şiirinde 9’lu kalıbı kullanır. (C. D.); Faruk Nafiz, “Terk Olunmuş” u 8+7 duraklı (D. N.); “Tehlike” (Ç. Ç.) yi duraksız 15’li hece kalıbıyla yazar. Beş Hececiler hece veznini farklı şekilde kullanmayı da denerler. Enis Behiç, düz kafiyeyle yazdığı “Hodbin” de 4+4 duraklı 8’li ve 12’li hece kalıplarını bi arada kullanır. “Gemiciler” ve “Süvariler” de hecenin farklı kalıplarını şiirde basamaklar oluşturacak şekilde kullanır. Bu şiirlerde, 8+8 duraklı 16’lı hece kalıbıyla başlayan bentler 15, 12, 11, 8, 7, 4, 3 heceli mısralarla biter. Bunu takip eden bent 3 heceli mısra ile başlayıp 4, 7, 8, 11, 12, 15, 16’lı hece kalıbıyla yazılan mısralarla biter. Altı bölümden oluşan “Maymunlar” manzumesinde hecenin farklı kalıplarını bir arada dener. Şiirin beşinci bölümü üçlük, dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Üçlüler 7’li 409 heceyle, diğer bölümler 7+7 duraklı 14’lü hece kalıbıyla yazılmıştır. Şiirin ikinci bölümünde 11’li kalıbı alışılmışın dışında 3+4+4 duraklarıyla kullanır. Yusuf Ziya, “Beyaz Bulut” 6+5 duraklı 11’li ve 8+5 duraklı 13’lü hece kalıplarını dönüşümlü olarak kullanır. Faruk Nafiz, düz kafiyeyle yazdığı “Bir Yolculuk” (D. N.) ta 7+7 duraklı 14’lü ve 7+5 duraklı 12’li hece kalıplarını bir arada kullanır. 7+7 duraklı 14’lü kalıpla yazdığı “Çekme Palayı” (A.) şiirinde, koşma tipi kafiyeli dört dörtlükten oluşan bölümde 6+5 duraklı 11’li hece veznini kullanır. b) Kafiye “Uyak” da denilen kafiye, mısra sonlarındaki ses benzeşmelerine verilen addır. Benzerlik gösteren seslerin, farklı yapı, görev ve manalarda olması gerekir. Aynı fonksiyona sahip seslerle kafiye oluşturulmaz. Şiirde ahengi temin eden önemli unsurlardan biridir.1001 I. İkfa “Sesleri, söylenişleri birbirine yakın harflerle kafiye kurma” demek olan ikfâda daha çok p-b, c-ç, d-t harfleriyle kafiye yapılır. Klâsik Türk şiirinde kafiye kulak için değil, göz için olduğundan kusur sayılmıştır. 1002 Tanzimat Dönemi şairlerinden Recaizade Mahmet Ekrem kafiyenin göz için değil, kulak için olduğu görüşünü ilk defa ortaya atar. Bundan itibaren şairler, Arap harfleriyle yazılışları birbirine uymayan kelimelerle kafiye yapmaya başlarlar.1003 Yeni şiirde ve özellikle 1001 1002 1003 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 227 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 199. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 83. 410 halk şiirinde Lâtin harflerinin kullanışından beri ikfâ, bir kafiye kusuru olarak algılanmaktan çıkıp, neredeyse bir kafiye çeşidi hâlini almıştır.1004 -menba‘/ -bağ (“Davet” O. S., G. S., s. 94), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 6), (“Seyyah”, Y.Z., Y., s. 20), (“Suda Halkalar I”, F. N., S. H., s. 5). -vedâ/ -dağ (“Veda”, O. S., O. B. B. K. , s. 10), (“Kâfir”, H. F., E., s. 36). -vedalaştıktı/ -ağlaştıktı (“Bekleyen Bakireler”, H. F., G. H., s. 10). -ağlaştık/ -vedalaştık (“İlk Ayrılık”, H. F., G. H., s. 127). -ağlar/ -mısra‘lar (“Şair”, H. F., G. H., s. 87). -dağ/ -menba‘ (Dağda Bir Yolcuya”, H. F., G. H., s. 71), (“Senden Sonra”, Y. Z., Â. Y., s. 19). -sadâ/ -dağ (“Bir Yolculuk”, F. N., D. N., s. 24), (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 36). -ağlar/ -menba‘lar (“Yıllardır”, F. N., D. N., s. 38). -sevdâ/ -dağ (“Kızıl Saçlar”, F. N.,S. H., s. 18), (“Humma”, F. N., S. H., s. 36). -bağ/ -Tûbâ (Çankaya”, F. N., S. H., s. 86). II. Cinaslı Kafiye “Anlamları ayrı, ama ya söylenişleri ya yazılışları ya da hem söylenişleri hem de yazılışları benzer kelimelerin bir arada kullanılmasına” cinas denir. 1005 Söylenişi, yazılışı aynı fakat anlamı farklı ses veya kelimelerle yapılan kafiyeye de cinaslı kafiye denir. 1006 “Herkes gülüyor, ince Acem şalları belde 1004 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 199. 1005 ÖZKIRIMLI, Atilla, Türk Edebiyaı Ansiklopedisi, 1. cilt (4. baskı), İstanbul, 1987, s. 290. KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 232. 1006 411 Hâriçte düğün var, çıkıyor göklere belde…” (“Kâbil”, H. F. E., s. 27). “Görünen ağzı köpürmüş atlar Şâha kalkar, uçurumlar atlar…” (“Dağda Bir Yolcuya 2”, H. F., G. H., s. 71). “Dağınık saç, boyun bükük, daldın Sanki yorgun ve ince bir daldın” (“Acı Hatıralar 1”, H. F., G. H., s. 127). “Yağmur altında çırpınan bir gül Sonra.. Baygın bir ibtisâm ile gül!” (“Yine Yağmur Çağıldıyor”, H. F., G. H., s. 111). “Parlarsa herkeste bir raşe başlar Omuzdan omuza uzanan başlar” (“Sinemada”, H. F., P., s. 26). “Şimdi her pencerede gölge oyunu başlar, Perdelere akseder gözden kaybolan başlar,” (“Balkonda Saatler V”, H. F., B. S., s. 7). “Lâmbayı üflüyorum geceye dalmak için Gök bir zümrüt köpük ki eriyor için için” (“Gurbet Işığı”, H. F., S. D. G., s. 14). “Bu kadarcık teselli yetişir bir kalb için! Hisseden bir göğüste ağlamak için için,” (“Teselli”, H. F., S. D. G., s. 64). “İşledi mi tâ kalbine hicrânın oku? Haydi doğrul, ruhu için bir “Yasin” oku!” (“Şehit”, H. F., C. D., s. 36). “Kadınlar kaçıştılar ağlaşıp yan yana, Dağıldılar gittiler her birisi bir yana..” (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 6). “Bugün bayram yapmıyoruz.. Bütün gözler yaş dolu, Durma yağdır düşmanlara yıldırımdan bir dolu” (“Beklenen Bayram”, Y. Z., A. A., s. 46). 412 “Cehennemden pusu kursa yolunda dağ, taş, Zabt olunmaz coşkun bir sel gibi köpür, taş! (s. 4) “Penbe güneş selâmladı doğudan Türk’ü, Uzaklardan geliyordu bir şanlı türkü!..” (s. 5). (“Kafkaslara Doğru”, Y. Z., A. A.). III. Redif Redif, “şiirde mısra sonlarında kafiyeden sonra yinelenen aynı ses ve anlamdaki ekler ya da kelimeler” dir. Halk şiirinde redif karşılığı olarak “dönerayak” kelimesi de kullanılır.1007 Halk şiirinin en eski ve en önemli öğelerinden biri olan redife, halk şairleri kafiyeden daha çok önem vermişlerdir. Bu edebiyatın ürünlerinin çoğu rediflidir.1008 -adı var/ -maksadı var/ kanadı var (“Gönlüm”, O. S., G. S., s. 5). -gülüm var/ -bülbülüm var/ -tahammülüm var (“Usanç”, O. S., G. S., s. 38). -hâleler var/ -lâleler var (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 105). -eşi var/ -ateşi var (“Bir Yaz Günü”, Y. Z., Y., s. 18). -sazım var/ -nazım var/ -niyazım var ( “itiraf”, Y. Z., Y., s. 35). -kadın var/ -adın var (“Teselli”, Y. Z., Y., s. 50). -vesvese var/ -kimse var/ -bûse var (“Kimsesiz..”, Y. Z., Â. Y., s. 30). -kini var/ -dini var (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 41). -taşan sular var/ kartallaşan sular var (“İçine Dert Olmasın”, F. N., B. Ö. B. G., s. 60). -rüzgâr gibi/ -yıldızlar gibi (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8). 1007 ÖZKIRIMLI, Attila, Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, 4. cilt, Cem Yayınevi, (4. baskı), İstanbul, 1987, s. 987-988. 1008 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiiri Bilgisi, s. 80. 413 -kuşlar gibi/ -rüzgâr gibi (“Çiçekler Açarken”, O. S. G. S., s. 10). -su gibi/ -duygusu gibi (“Aşka Dair”, O. S., G. S., s. 44). -haber gibi/ -der gibi (“Gülle Bülbül Efsanesi”, O. S. G. S., s. 33). -bülbül gibi/ -gül gibi/ -tahammül gibi (“Türküler 2”, O. S., G. S., s. 47). -güneş gibi/ -kardeş gibi (“Dua II”, O. S. O. B. B. K., s. 27). -kan gibi/- kurban gibi (“Gururun Ölümü”, H. F., P., s. 28). -piyâle gibi/ -lâle gibi (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 35). -deniz gibi/ -kimsesiz gibi (Münzevi”, F. N., D. N., s. 51) -kan gibi/ -tufan gibi (“Şüphe”, F. N., D. N., s. 58). -rüzgâr gibi/ -kuşlar gibi (“Garipler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 38). -buhurdan gibi/ -orman gibi (“Efemin Ölümü”, F. N., B. Ö. B. G., s. 52). -darılmaz mı/ -naz mı (“Tereddüt”, O. S., F. ve K., s. 35). -alamaz mı/ az mı (“Sevgiliye Mektup”, O. S., G. S., s. 24). -bahiyar mı/ -var mı (“O Güzel Kadın İçin 1”, O. S. G. S., s. 90). -milyon mu/ -son mu/ -elektron mu (“Nerdesin?”, O. S., O. B. B. K., s. 23). -tahayyül mü/ -ölü mü (“Karanlıkta 1”, H. F., G. H., s. 30). -var mı/ -uzar mı (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 6). -gecesi mi/ -hecesi mi/ -bilmecesi mi (“Moskof Güzeli”, Y. Z., Y., 31). -cin midir/ -sevincin midir (“Aşk”, Y. Z., Y., 25). -hulyâmı bozma/ -rüyâmı bozma (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 3). -nücûm sönsün/ -hücûm sönsün (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 5). -işitmek için/ -gitmek için (“Buhran”, O. S., F. ve K., s. 26). 414 -başka bir güzel/ -aşka bir güzel (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 9). -aşar gönül/ -taşar gönül (“Gönül”, O. S. G. S., s. 35). -itap etme hiç/ -hesap etme hiç/- hicap etme hiç (“Türküler 2”, O. S., G. S., s. 47). -avut beni/ -uyut beni/ -okut beni (“Maniler 3”, O. S., G. S., s. 49). -canan hani/ -derman hani/ -sultan hani (“Maniler 11”, O. S., G. S., s. 51). -yadigâr anne/ -bahtiyar, anne (“Annemle Hasbihal”, O. S. G. S., s. 82). -izler üstünde/ denizler üstünde (“Gazimize”, O. S. G. S., s. 166). -kırıklar içinde/ -hıçkırıklar içinde (“Gülle Bülbül Efsanesi”, O. S. G. S., s. 33). -iz bıraktı/ -deniz bıraktı (“O Beyaz Bir Kuştu”, O. S., O. B. B. K., s. 7). -savaş için/ -taş için/ baş için (“Münacat I”, O. S. O. B. B. K., s. 21). -hız olsun/ -iz olsun/ -düz olsun (“Dua I”, O. S. O. B. B. K., s. 26). -fazilet sende/ -hakikat sende (“İman”, O. S. O. B. B. K., s. 30). -güller içinde/ -tüller içinde (“Melike’ye”, H. F., B. Y., s. 48). -ben değil/ -neyzen değil (“Sabaha Karşı Hisler”, H. F., P., s. 9). “Son güllere yağan yağmur!.. Gönüllere yağan yağmur!..” (“Bir Hazan Gecesinde”, H. F., P., s. 35). -esrarlı idi deniz/ -harlı idi deniz (“Eskiden de”, H. F., S. G. Ö., s. 83). -hicranda yalnızım!/ -cihanda yalnızım!” (“Düşündün mü?”, E. B., M. ve G: Ö., s. 12). -fettan Rebeka/ -satan Rebeka (“Kırmızı Şezlonk 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 61). -dök yansın/ -gök yansın (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 7). -duman siler onu/ -zaman siler onu (“Kalbim” Y. Z., Y. , s. 10). -sola düştüm/ -kola düştüm (“Maniler”, Y. Z., Y., s. 22). -zengin değil/ -çirkin değil/ -dengin değil ( “İtiraf”, Y. Z., Y., s. 36). 415 -kan bayramıdır/ -şan bayramıdır (“Kan Bayramı”, Y. Z., A. A., s. 33). -olmayan köylerin/ -dolmayan köylerin (“Arzuhalci”, Y. Z., B. R. E., s. 96). -buldum, anne/ -vuruldum, anne (“Annemin Dizinde”, F. N., D. N., s. 5). -yar içinde/ -diyar içinde (“Bir Mersiye”, F. N., D. N., s. 59). -esince gel/ -ince gel (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 11). -hayâl ile/ -kemâl ile (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 13). -tutmuş kâfir/ -unutmuş kâfir (“Âmâ”, F. N., G. G., s. 25). -dün gece/ -bütün gece (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29). -kurtulan erler/ -bulan erler (“İzmirlilere”, F. N., Ah, İzmir!, s. 7). -bağlayan yaslı yollar/ -ağlayan yaslı yollar (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 93) -ses içimde/ -herkes içimde (“Garipler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 38). -yakın nineler/ -sakın nineler (“Yıldızdağı”, F. N., B. Ö. B. G., s. 41). -önce, sözleri/ -baygın sözleri (“Dul” O. S., G. S., s. 55). -atmışlar dudaklarını/ -ateşîn dudaklarını (“Ölüm ve Kadeh”, H. F., E., s. 10). -oldun burada/ -ateşli burada (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 42) gibi sadece redife sahip mısralar da vardır. IV. Zengin Kafiye Mısra sonlarında en az üç ses benzerliğiyle oluşan kafiyedir. Beş Hececiler şiirlerinde ahenk unsuru olarak bu kafiyeye geniş yer verirler. Bazı zengin kafiyelerin ortak olarak kullanıldığı görülür. -renk/ -ahenk (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 12), (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 8), (“İçimden Gelen Ses”, F. N., S. H., s. 135). 416 -hilâl/ -ihtilâl (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 99), (“Orduya”, H. F., C. D., s. 6). -miğfer/ -zafer (“Şair”, H. F., G. H., s. 86), (“Asrın şiiri”, H. F., Z., s. 20). -cenk/ -renk (“Hilâl-i Ahmer”, H. F., C. D., s. 35). -renk/ -çelenk (“Takvim”, F. N., B. Ö. B. G., s. 94). -ahenk/ -cenk (“Şair”, H. F., G. H., s. 86). -cenge/ -çelenge/ -renge (“Türk Askerine”, H. F., C. D., s. 11). -geri/ -haberi/ -beri (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 6, 10). -turuncu/ -tuncu (İstanbul’un Fethi, O. S. s. 1). -çocuğu/ -boncuğu (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8). -şair/ -dair (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 100). -jâleler/ -lâleler (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H., s. 93). -korkunç/ -tunç (“Karanlıka 2”, H. F., G. H., s. 32). -karışın/ -sarışın (“Çanakkale”, H. F., C. D., s. 21). -zevâline/ -yine (“Aruza Veda”, H. F., G. H., s. 132). -sarı/ -dalgaları (“İlk Ayrılık”, H. F., G. H., s. 125). -gülü/ -örülü (“Acı Hatıralar”, H. F., G. H., s. 127). -kelebekler/ -bebekler (“Balkonda Saatler VI”, H. F., B. S., s. 8). -hüzün/ -ömrümüzün (“Sarı Saçlar”, H. F., S. D. G., s. 68). -rüzgârların/ -yarın (“Ay Dinledi”, H. F., C. D., s. 30). -hilâl/ -ihlâl (“Yıldızların Hediyesi”, H. F., C. D., s. 13). -göklere/ -dere (“Gece Hücumu”, H. F., C. D., s. 16). 417 -ışığı/ -sarmaşığı (“Bayram Mektubu”, H. F., C. D., s. 18). -yakın/ -sakın (“Eski Düşmana”, H. F., C. D., s. 26). -zafer/ -nefer (“Aya Sordum”, H. F., C. D., s. 28). -Anadolu/ -kolu (“İstasyonda”, H. F., C. D., s. 10). -karşı/ -çarşı (“Kâbil”, H. F., E., s. 26). -Çerkes/ -herkes (“Kâbil”, H. F., E., s. 27). -kişi/ -fildişi (“Yolcular”, H. F., E., s. 5). -sakiye/ -fıskiye (“Odalıklar”, H. F., E., s. 29). -ilhamla/ -damla (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 7.) -boşluğu/ -buğu (“Kışa Doğru”, H. F., B. Y., s. 37). -yine/ -sefaletine (“İlham”, H. F., G. H., s. 88). -yelpaze/ -taze (“İlham”, H. F., G. H., s. 89). -jâle/ -hâle (“Mukaddime:” H. F., Z., s. 3). -yaprak/ -bırak (“Hancı”, H. F., Z., s. 9). -hâileden/ -gâileden (“Son Sözüm”, H. F., Z., s. 21). -zakkum/ -okum (“Davet”, H. F., Z., s. 13). -mucize/ -dizdize (“Bu Kitapta Yaşıyorsun”, H. F., H. O. İ., s. 10). -gözlerin/ -derin (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 5). -revandı/ -kervandı (“Maymunlar 4”, E. B., M. ve G. Ö., s. 28). -serin/ -gölgelerin (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 32). -jâle/ -piyâle/ -visâle (“Romen Güzeli”, E. B., M. ve G. Ö., s. 38). -çilingirim/ -kerim (“Anahtar”, E. B., M. ve G. Ö., s. 48). -potinleri/ -geri (“Bir Çift İskarpin 2”, E. B., M. ve G. Ö., s. 41). -baba/ -merhaba (“Şeytan”, E. B., M. ve G. Ö., s. 176). 418 -kızı/ -kırmızı (“Busenin Sesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 49). -meyhanedir/ -efsanedir (“Kadın Aşkı”, Y. Z., Â. Y., s. 24). -âşık/ -ışık (“Beyaz Bulut”, Y. Z., Â. Y., s. 61). -mevkibi/ -gibi (“Şehidin Kalbi”, Y. Z., C. U., s. 4). -ileri/ askeri (“Asker Şarkısı”, Y. Z., C. U., s. 5). -perişan/ -nişan (“Ölü Evinde Düğün”, Y. Z., C. U., s. 6). -yere/ -dere (“Çınar”, Y. Z., C. U., s. 8). -böcek/ -yiyecek (“Çınar”, Y. Z., C. U., s. 9). -hatıra/ -sıra (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 9). -sürgün/ -bugün (“Karpatlarda Y. Z., A. A., s. 6). -niyâzım/ -lâzım (“Nöbetçi ve Yıldız”, Y. Z., A. A., s. 10). -günleri/ -geri (“Giden Gelmez”, Y. Z., A. A., s. 24). -memleket/ -bereket (“Fakat Düşün Yarını!”, Y. Z., A. A., s. 52). -sarı/ -baharı (“Sensiz Bahar”, F. N., D. N., s. 41). -dalgalı/ -yalı (“Münzevi”, F. N., D. N., s. 51). -dolu/ -yolu (“Şüphe”, F. N., D. N., s. 58). -nefes/ -kafes (“Bir Bağ İçindeki”, F. N., Ş. S., s. 16). -yaprak/ -ağlayarak (“Silva”, F. N., Ş. S., s. 17, 18). -kışın/ -sarışın (“Silva” F. N., Ş. S., s. 21). -yine/ -rengine (“Gençlik”, F. N., G. G., s. 12). -işkence/ -bence (“Eski Bir Kin”, F. N., G. G., s. 26). -funda/ -suyunda (“Suda Halkalar I”, F. N., S. H., s. 6). -meşcereden/ -dereden (“Talas Bağlarında Batı ”, F. N., S. H., s. 21). -yürek/ -gülerek (“Melekü ‘l- Mevt”, F. N., S. H., s. 23). 419 -güfte oldular/ -alüfte oldular (“Şüphe”, F. N., S. H., s. 137). -yaranın/ -Marmara’nın (“Büyük Misafir”, F. N., S. H., s. 88). -sinir/ -incinir (“Has Bahçe I”, F. N., S. H., s. 92). -işkence/ -bence (“Ardından”, F. N., S. H., s. 34). -bucağı/ -ocağı (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 98). -akşamla/ -damla (“Aşk”, H. F., G. H., s. 77), (“Silva”, F. N., Ş. S., s. 18). -bahçıvan/- erguvan, -mezâr/ -lâlezâr, -bahâr/-iftihâr, -nişan / -şân, -akar/-vekar, -zaman/-kahraman (“Lâle Devri”, Faruk Nafiz, H ve S., s. 49). -seyreder/ -keder (“Kısas”, F. N., B. Ö. B. G., s. 96). -hatıra/ -sıra (“Ölüler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 145). -dertleşmeyi/ -çeşmeyi (“Suya Kaside”, F. N., B. Ö. B. G., s. 63). -yanarım/ -yarım (“Bugün Yoldan Geçenler”, F. N., B. Ö. B. G., s. 37). -yurt/ -Bayburt (“Memleket Türküleri”, F. N., B. Ö. B. G., s. 53). V. Tunç Kafiye -kız/ -mihrâkız, -fil/ -sefil, -Çin’de/ -içinde (s. 334),-var/ -canavar (s. 35), -şamdan/ -akşamdan, -kimdi/ -hâkimdi (s. 37). (“Kâfir”, H. F., E.). -derdinle/ -dinle, -yara/ -diyâra, -yanmış/ -boyanmış, -nine/ -enine (“Şairlere”, Y. Z., C. U., s. 6). -sesini/ -sini , -zeybekler/ -bekler, -gülü/ -örgülü (“Zeybekler”, Y. Z. Y., s. 34). -hıçkırık/ -kırık (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 100), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 5), (“Açıksöz”, Y. Z., Y, s. 43), (“Asker Annesi”, H. F., C. D., s. 10). 420 -ışık/ -karışık (“Karavana Başında”, H. F., C. D., s. 14), (“Evimiz ‘”, Y. Z., Y., s. 58), (“Üstad”, F. N., S. H., s. 30). -ışık/ -kırışık (“Ninemin Şarkısı”, H. F., S. D. G., s. 21), (“Sarı Saçlar”, H. F., S. D. G., s. 68), (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 89), (İstanbul’un Fethi, O. S., s. 1), (“Zeybekler”, Y. Z., B. R. E., s. 34), (“Mum Işığı”, H. F., S. G. Ö., s. 21), (“Mum Işığı”, H. F., S. G. Ö., s. 21). -uyandı/ -yandı (“Sultan Osman’ın Rüyası ”, Y. Z., C. U., s. 19), (“Açıksöz”, Y. Z., Y, s. 42), (“Suda Halkalar III”, S. H., s. 9), (“Bahar Gecesi”, H. F., G. H., s. 103), (“Maymunlar 3”, E. B., M. ve G. Ö., s. 26), (“Türk Ordusu”, Y. Z. A. A., s. 18). -Asya’da/ -Kafkasya’da (“Aya Sordum”, H. F., C. D., s. 28), (“Türklük Ölmez”, H. F., C. D., s. 37). -ayrılık/ -ılık (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 87), (“Orduya”, H. F., C. D., s. 5). -renginde/ -enginde (“Hancı”, H. F., Z., s. 8), (“Sahilden Zühreye”, H. F., G. H., s. 115). -aşka/ -başka (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 103), (“Âmâ”, F. N., G. G., s. 24), (“Sanatkâr”, Y. Z., Y., s. 33), (“Hatıralar”, Y. Z. Y., s. 27), (“Ben”, O. S. G. S., s. 4). -içindeyim/ -Çin’deyim (“Bir Çiftlik Manzarası”, O. S., G. S., s. 54), (“Cennet ve Cehennem”, B. Ö. B. G., s. 90). -haberi/ -beri (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 93), (“Giden Gelmez”, Y. Z., Y., s. 24), (“Bir İhtiyat Zabitinin Mektubu ”, Y. Z., C. U., s. 8). -akın/ -yakın (“Kâbus”, E. B., M. ve G. Ö., s. 95), (“Millî Neşide”, E. B., M. ve G. Ö., s. 91). 421 -diye/ -hediye (“Son Arzu”, Y. Z. Y., s. 48), (“Davet”, Y. Z., Y., s. 340), (“Yabancı İllere Doğru”, Y. Z., A. A., s. 43). -beyaz/ -yaz (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 10), (“Bahara Girerken”, Y. Z., B. S. G., s. 35), (“Şehidin Kalbi”, Y. Z., C. U., s. 3), (“Suda Halkalar II”, S. H., s. 8). -oldu/ -doldu (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8), (“Bir İhiyat Zabitinin Mektubu”, Y. Z., C. U., s. 8), (“Kalbimde Akşam Oldu”, H. F., G. H., s. 121), (“Sultan Osman’ın Rüyası”, Y. Z., C. U., s. 21). -soldu/ -oldu (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 106), (“Aşk”, H. F., G. H., s. 77), (“Ben”, E. B., M. ve G. Ö., s. 11), (“Maymunlar 3”, E. B., M. ve G. Ö., s. 26), (“Esir”, F. N, Ş. S., s. 28), (“Bir Yolcuya”, F. N., D. N., s. 25), (“Sadabad Kadınları”, F. N, Ş. S., s. 36). -yoldu/ -oldu (“O Güzel Kadın İçin 2”, O. S., G. S., s. 92), (“Son Sözüm”, H. F., Z., s. 21), (“Yeniçeri”, H. F., C. D., s. 25), (“Bayram Mektubu”, H. F., C. D., s. 20), (“Ay Dinledi”, H. F., C. D., s. 30). -kokusu/ -su (“Bahar Şarkısı”, H. F., B. Y., s. 17), (“Bekleyen Bakireler”, H. F., G. H., s. 10), (“Gece Terennümü”, H. F., S. D. G., s. 35), (“Piç”, Y. Z., Y., s. 11), (“Bozgun”, F. N., G. G., s. 33), (“Yeniçeri”, H. F., C. D., s. 22). 422 -el/ -emel (“Sahilden Zühreye”, H. F., G. H., s. 115), (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H., s. 93), (“Hilâl-i Ahmer”, H. F., C. D., s. 35), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 8), (“Bir selvi Gölgesi”, Y. Z., B. S. G., s. 6), (“Rüya”, Y. Z., B. S. G., s. 15). -ev/ -alev (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 12), (“Balkonda Saatler III”, H. F., B. S., s. 5), (“Evim 1”, Y. Z., Y., s. 56), (“Çiftlikte Düğün”, Y. Z., B. S. G., s. 47). -saray/ -ay (“Bağdat”, H. F., E., s. 22), (“Bir Yolcuya”, F. N., D. N., s. 23), (“Göllerde”, F. N., D. N., s. 26). -alay/ -ay (“Kâfir”, H. F., E. S. 33), (“Aya Sordum”, H. F., C.D., s. 29), (“Bozgun”, F. N., G. G., s. 32). -ay/ -yay (“Uğursuz Baskın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 123), (“Sultan Osman’ın Rüyası”, Y. Z., C. U., s. 19). -eş/ -güneş kelimeleri dairesinde yazılan şiirler vardır. (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 104), (“Kış Gecelerinde 2”, O. S., G. S., s.86), (“Harp İçinde Bahar”, O. S., G. S., s. 104), (“Davet”, O. S., G. S., s. 94), (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 8), (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 10), (“Bulutlara Yakın”, H. F., B. Y., s. 8), (“Turnalar”, H. F., Z., s. 12), (“Sahilden Zühreye”, H. F., G. H., s. 115), ( “Hüsn ü Aşk”, F. N., H. ve S., s. 13) 423 -ok/ -yok kelimeleriyle yapılan ortak kafiyeler vardır. (Peri Kızile Çoban Hikâyesi, O. S., s. 13), (“Ufuklara Karşı”, H. F., G. H., s. 94), (“Gönül Yolcusu”, Y. Z., Y., s. 30), (“Şarkın Sultanları I”, F. N., Ş. S., s. 6), (“Esir”, F. N., Ş. S., s. 26). Kafiyeninin şiirde önemli bir unsur olduğunu savunan Beş Hececiler, şiirlerinde tunç kafiyeye geniş yer verirler. Bu kafiye bazen şiirin bütünene yayılmış olarak da karşımıza çıkar. Düştükleri tekrarlar dışında kullandıkları ortak tunç kafiyeler de vardır. VI. Tam Kafiye Bir ünlü ve bir ünsüz benzerliğine dayanan kafiyedir. Yeni Türk şiirinde en çok kullanılan kafiye çeşididir. “Ünsüz benzerliği olmayan ve uzun â, uzun û ve uzun î ünlüleriyle biten Arapça ve Farsça sözcüklerle yapılmış uyaklar da tam uyak sayılır.”1009 -buseler/ -keder (s. 15), -emel/ -bedel (s. 16). (“İsyan”, Y. Z., Â. Y.). -sızı/ -bazı (“Senden Sonra”, Y. Z., Â. Y., s. 20). -süvariler/ -titrer/ -haber (“Atlıların Türküsü”, F. N., A. T., s. 7). -sisleri/ -akisleri (“Abdülhak Hâmid’e Mektup”, O. S., G. S., s. 101). -çıplak/ -bak (“Baş Başa”, F. N., G. G., s. 20). -dallar/ -kumsallar (“Kış Gezintileri”, F. N., G. G., s. 22). -habersiz/ -biz (“Kırlarda”, F. N., G. G., s. 39). -uzaktan/ -kucaktan (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29). -şarkın/ -dargın (“Dargın ve Barışık”, F. N., G. G., s. 29). 1009 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 87. 424 -heveslerle/ -nefeslerle (“Bahardan Bir Ses”, O. S., G. S., s. 22). -zaferi/ -mesafeleri (“O Gün”, O. S., O. B. B. K., s. 28). -bayrak/ -bak (“Karpatlarda”, Y. Z., A. A., s. 7). -çak/ -yak/ -bırak (“Eğil Dağlar Eğil”, Y. Z., Ah, İzmir!, s. 4). -sönmeyecek/ -çek (“Yanardağ”, Y. Z., Y., s. 6). -Haliç/ -hiç (“Sadâbad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 33). -sandallar/ -şallar (“Sadâbad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 33). -benizli/ -gizli (“Bütün Güzellere”, O. S., G. S., s. 8). -yıldızı/ -kızı (“Bir Zifaf İçin”, O. S., G. S., s. 28), (“Odalıklar”, H. F., E., s. 30). -adam/ -cam/ -akşam (“Sefillerin Ölümü”, F. N., B. Ö. B. G., s. 32). -taşlar bizimdir/ -yaşlar bizimdir (“Türk’ün İstanbul’u”, Y. Z., B. R. E., s. 59). -taşar/ -var (“Göllerde”, F. N., D. N., s. 27). -neşesiz/ -biz (“Sensiz Bahar”, F. N., D. N., s. 42). -çıplak/ -bak (“Baş Başa”, F. N., G. G., s. 19). -kuzular/ sular (“Sensiz Saatler”, H. F., H. O. İ., s. 13). -tende/ -sende (“Tasavvufa Doğru”, H. F., Z., s. 19). -başka/ -taşına (“Son Sözüm”, H. F., Z., s. 21). -Tanrıları/ -arıları (“Gece Uyanan Kadın”, H. F., S. G. Ö., s. 81). -kalbi/ -gibi (“Şair ve Rüzgâr”, Y. Z., A. A., s. 28). -asabi/ -gibi (“Kan Bayramı”, Y. Z., A. A., s. 32). -yiğitler/ -şehitler (“Tuna Boyunda”, Y. Z., A. A., s. 42). -Bektaş arıyor/ -naaş arıyor (“Akbabalar”, H. F., Z., s. 11). -gece/ -gizlice (“Yolcular”, H. F., E., s. 5). -setlere/ -mabetlere (“Yolcular”, H. F., E., s. 4). 425 -ananın/ -fırtınanın /(“İş Başında”, F. N., B. Ö. B. G., s. 34). -gibi/ -yarabbi (“Miras”, E. B., M. ve G. Ö., s. 6). -kelebeğim/ -çiçeğim (“Ey Genç Kadın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 134). VII. Yarım Kafiye Bir tek ünsüz bağımsızlığına dayanan kafiye çeşididir. “Genellikle Halk şiirinde kullanılan yarım kafiye, mahreçleri birbirine yakın ünsüzlerin (c-ç, ç-ş, s-ş, l-r, ğ-y, d-t, z-s)benzerliğiyle de yapılır.”1010 “Yarım kafiye, Halk şiirinin etkisiyle Cumhuriyet Dönemi şiirinde benimsenmiş ve yaygınlaşmıştır.”1011 -saatler/ -demetler (Gece Terennümü”, H. F., S. D. G., s. 36). -yetmez mi/ -işitmez mi (“1937 Yılbaşı Gecesinde”, H. F., S. G. Ö., s. 62). -git/ -garabet (Dağda Bir Yolcuya”, H. F., G. H., s. 68). -derin/ -goncaların (Talas Bağlarında Batı”, F. N., S. H. s. 20). Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan yarım kafiye, Halk şiiri etkisinde de şiir yazan Beş Hececiler’de yaygın değildir. Şiirleri zengin ve tam kafiye ağırlıklıdır. Sürpriz buluşlarla yapılan kafiyelerin yanında sıkça tekrarlara da rastlanır. Tunç kafiye yönünden de zengin olan şiirlerinde kullandıkları birçok kafiye ortaktır. c) Kelime Tekrarları Tekrar, güzel sanatlar için kaçınılmaz görünen bir estetik temeldir. “Mimarîde, resimde, heykelde, dekoratif sanatlarda, musikide olduğu gibi, edebiyatta da ir motifin, bir sesin, bir ifade tarzının muayyen veya gayrı muayyen aralıklarla tekrarı, insan üzerinde büyüleyici bir tesir bırakır. 1010 1011 KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, s. 229. DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 87. 426 Zâten sanat da bir çeşit büyü değil midir? Bütün sanatlar, tekrarın bu tesirinden faydalanırlar. Bununla, bütün sanatların da tekrardan ibaret olduğunu söylemiyorum. Ancak sanat eseri için kaçınılmaz olan form’un bir parçası, önemli bir parçası da tekrardır.” 1012 Şiirin belirli yerlerinde daha çok ahengi sağlamak ve vurguyu kuvvetlendirmek için yapılan kelime tekrarları kendi içinde bir düzene sahiptir. Kafiye ve aliterasyonun kelime başlarında kullanımına “baş kafiye” denilse 1013 de daha çok kelime tekrarı olduğu görülür. I. Bir Kelimenin Mısra Başında ve Sonunda Kullanımı Bir kelimenin mısra başında ve sonunda tekrarlanmasıyla oluşturulan ahenktir. “Gelmiyor, gelmiyor.. gitti gelmiyor!” (“Gelmiyor”, O. S., G. S., s. 72). “Bahtiyardım; ah evet, hakikaten bahtiyar;” (“Abdülhak Hâmit’e Mektup”, O. S., G. S., s. 105). “Uyan şu uğursuz uykudan uyan” (“Uyan!”, O. S., G. S., s. 168). “Sabah olacak, sabah!” (“Birlik”, O. S., O. B. B. K. , s. 29). “Sararıyor, sen de onlar gibi sarardın.” (“Beraber Ölüm”, H. F., B. Y., s. 25). “Utan, benden değil, aşkımdan utan!” (“Lânet”, H. F., B. Y., s. 30). “Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular,” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s. 97). “Dönüyor, hep dönüyor, kuşlar gibi dönüyor,” (“Balkonda Saatler I”, H. F., B. S., s. 3). “Ey bu dergâhın büyük bânisi, ey” (“Ayinden Sonra”, H. F., Z., s. 17). 1012 1013 OKAY, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990, s. 34-39. AKALIN, L,. Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, s. 30. 427 “Ey felâketli ölüm bekçisi, ey” (“Hancı”, H. F., Z., s. 9). “Dinle, ey çılgın ihtiyar, dinle:”(“Fırtına ve Kin”, H. F., Z, s. 6). “Ağladın, çok zamanlar ağlattın.” (“Fikret’in Rûhuna”, H. F., Z., s. 23). “Sükûn, ilâhî sükûn” (“Ufukta Kandiller”, H. F. P., s. 5). “Kandiller.. sarı, ölgün kandiller….” (“Ufukta Kandiller”, H. F. P., s. 5). “Sakın ağlamayın, sakın…” “Ölülerim, zavallı ölülerim,” (“Bir Saat Çalar”, H. F., S. G. Ö., s. 7). “Ne uzun uyku bu, ne uzun,” (“Bugün Kar Yağıyor”, H. F., S. G. Ö., s. 55). “Akşam, bir dua gibi derin, içli bir akşam” (“Akşam, Bir Dua Gibi..”, H. F., S. D. G., s. 9). “Damlalar yaratmış seni, damlalar,” (“Bir Yağmurlu Günde”, H. F., S. D. G., s. 41). “Senin gibi hükmetmek, ey İlâh, senin gibi,” (“Yokolmak”, H. F., S. D. G., s. 90). “Biz insanız, diyorlardı biz insan!” (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 11). “Haklıdır, zavallı, haklıdır haklı” (“Kırmızı Şezlonk 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 61). “Renkler, unutulmaz ve doyulmaz, büyü renkler” (“Nehir”, E. B., M. ve G. Ö., s. 183). “Bir ümit olsaydı bari bir ümit,” (“Hayal”, Y. Z., Y., s. 14). “O kadar genç öldü ki.. Ölmedi ki o kadar;” (“Genç Ölü”, Y. Z., B. S. G., s. 14). “Bulsam, bir sihirli anahtar bulsam” (“Anahtar”, Y. Z., B. R. E., s. 27). “Akın gözyaşlarım, akın” (“O Gün”, Y. Z., B. R. E., s. 37). “Kuşlar üstünde gezer, gurbete düşmüş kuşlar,” (“Talas Bağlarında Batı”, F. N., S. H., s. 21). 428 “Sakın bir söz söyleme… yüzüme bakma sakın!” (“Kıskanç”, F. N., B. Ö. B. G., s. 124). “Dinle, ey ruhumun son zevki, dinle:” (“Genç İken”, F. N., B. Ö. B. G., s. 232). “Öğün, ey Çanakkale, cihan durdukça öğün!” (“Çanakkale”, F. N., A. T., s. 47) “Ağla ey gamlı şehriyar, ağla!” (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 40). II. Aynı Kelimenin Tekrarından Oluşan Mısralar Mısra aynı kelimenin ard arda sıralanmasıyla oluşur. Şiirde manayı kuvvetlendirmek için kullanılırlar. “Uçar, uçar, uçarım!...” (“Evimiz”, O. S., Ş., s. 114). “Ben, ben, ben!” (“Üç Buut”, O. S., Ş., s. 127). “Ben, ben, ben!..” (“Sen, Ben…”, O. S., Ş., s. 163). “Nerdesin, nerdesin, nerdesin, nerde?...” (“Nerdesin?”, O. S., Ş., s. 172). “Açar, açar, açarım.” / “Hancı!.. Hancı!..” (“Hancı”, H. F., Z., s. 8). “Ağır ağır” / “Yığın yığın” (“Kış Gecesi 2”, H. F., B. Y., s. 41 “İleriye, ileriye” (“Asker Türküsü”, H. F., C. D., s. 8). “Uyumak, uyumak, uyumak” (“Sonsuz Gecelerin Ötesinde”, H. F., S. G. Ö., s. 5). “Uyuyorlar, uyuyorlar” (“Ninni”, H. F., S. G. Ö., s. 9). “Uzaklara, uzaklara, uzaklara” (“Uzaklara”, H. F., S. G. Ö., s. 24). III. Çapraz Kelime Tekrarları Divan Edebiyatında bir şiir içinde, her beytin son kelimesinin, sonra gelen beytin ilk kelimesi olarak tekrarlanmasına “iâde” denir. Bu bir kelime olabileceği 429 gibi bir kelime bölüğü de olabilir. Böyle yazılan şiirlere de “muâd” adı verilir. 1014 Bu, yeni şiirde, bir beyit sonu ve yeni bir beyitin başındaki tekrardan çok aynı beyit içinde veya ard arda gelen iki mısrada ilk mısraın sonundaki kelimenin sonraki mısra başındaki tekrarlanışı şeklinde görülür. “Sevmedim, sevmiyorum, hem sevemem çünkü sizi. Sizi sevmek: Bu ne boştur, bu ne manasızdır.” (“Susunuz”, O. S., F. ve K., s. 23). “Bence yine evvelki, Evvelki güzel kuşsun” (“Sevgiliye Mektup”, O. S., G. S., s. 24). “Aynı kudret yaşıyor. Yaşıyor önsüz olan sonsuz olan kanunlar!” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O. S., Ş., s. 125). “Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular, Sular ki üstüne mehtâp örer gümüş kuğular…” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s. 97). “Bir ışık şarabiyle mest… an olur, An olur, tanrısal sarhoşluka.” (“Bir “An” ın Eşiğinde”, H. F., S. G. Ö., s. 13). “Sözlerin yalanmış, aşkın yalanmış, Yalanmış ihtimal varlığın bile.” (“Lânet”, H. F., P., s. 30). “Yolum düştü birgün “Doğru” dağına. “Doğru” dağı, dağların en yükseği;” (“Maymunlar 6”, E. B., M. ve G. Ö., s. 31). “Lâkin, eyvah, aldılar bak şimdi bizden bir cihan! Bir cihan gasbettiler ki eskiden mağsub olan” (“Ey Meriç!”, E. B., M. ve G. Ö., s. 93). 1014 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, s. 486. 430 “Ah ağladım… Bütün aşkım bu gözyaşları Gözyaşları, ey gönlümün matemdaşları! (“Uğursuz Baskın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 130). “Tam on sekiz yıl aradım onu, Onu bulmak için dünyayı gezdim,” (“Hayal”, Y. Z., Y., s. 14). “Bir vakitler koştum senin peşinden ben de, Ben de senin dizlerine düştüm ağladım.” (“Eski Sevgiliye”, Y. Z., Â. Y., s. 28). “Bütün sevgililer sende, Sende bütün gururumuz” (“Toprak”, Yusuf Ziya, B. R. E., s. 30). “Yara açsın kayalar ayaklarında, varsın Varsın omuz başların kamçılardan kızarsın.” (“Hayat”, F. N., B. Ö. B. G., s. 21). “Bir insan ormanına döndü şehir gitgide, Gitgide bir çığ gibi büyüdü kalabalık.” (“Şehir”, F. N., B. Ö. B. G., s. 23). IV. Mısraın Bir Önceki Mısra Başındaki Kelime ile Bitmesi “-Papatyalar mı?... -Evet, ben soluk papatyaları” (“Ufuklara Karşı 1”, H. F., G. H., s. 94). “Yağmur, yağmur!... Sonbaharda Son güllere yağan yağmur!..” (“Bir Hazan Gecesinde”, H. F., P., s. 35). “Baktınız, uzun uzun Bu sulara baktınız,” (“Eriyişler”, H. F., S. D. G., s. 38). “Hatıralar ağlıyor, yorgun, yüzü peçeli, Meryem bakışlarını gizliyen hatıralar!” (“Elele Tutuşalım, Dostlar”, H. F., S. D. G., s. 88). 431 “Minimini ayaklarda İskarpinler minimini!” (“Bir Çift İskarpin 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 39). “Sevmek, bize bir müjde kadar canlı ne varsa, Kim varsa emeller gibi solgun, sarı, sevmek.” (“Sevmek”, F. N., H. ve S., s. 50). “Ağla ey gamlı şehriyar, ağla! Unutulmuş zavallı yar, ağla” (“Sadabad Kadınları”, F. N., Ş. S., s. 40). “Bendedir gülleri açmaz bahçeler, Üstünde kuş uçmaz bağlar bendedir.” (“Ben ve Sen”, F. N., B. Ö. B. G., s. 227). “Sen ne yangın gibisin ne tufan gibi, İsimsiz bir âfetsin bu dünyaya sen!” (Şüphe”, F. N., D. N., s. 58). “Sevmek… Bu cihânın sayısız levhalarından Hep benzeri az, misli bulunmazları sevmek.” (“Sevmek”, F. N., H. ve S., s. 50). V. Mısra Başı Kelime Tekrarları 1. Tek Kelimeden Oluşan Tekrarlar Beş Hececi şairlerde bir ahenk unsuru olarak mısra başı kelime tekrarlarına sıkça rastlanır. Kelime tekrarları birbirini takip eden iki mısrada olduğu gibi bunu üç ve daha fazla mısrada da görebiliriz. Hatta bazı şiirlerde bütüne yayılmış ve temel ahenk unsuru olarak görülür. “Yaşıyor yıldızlar, Yaşıyor gök, Yaşıyor yer, Yaşıyor taş, kaya, toprak, Yaşıyor her şey bak! 432 Yaşıyor en küçük zerre bile, Yaşıyor aynı nizamda cihan!” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O. S., Ş., s. 125). “Uyuyorlar, sanki uyanmamak üzre… Uyuyorlar dalıp meçhul ıklimlere… Uyuyorlar, kadın, erkek, genç, ihtiyar,” Uyuyorlar, uyuyorlar. Uyu, çocuk, beşiğinde… ninni… ninni… Uyu, kadın, hulyalarla, döşeğinde… ninni… ninni… Uyu, hicran, kapıların eşiğinde… ninni… ninni…” (“Ninni”, H. F., S. G. Ö., s. 9). “Bu zalim sadalar niçin böyle şen?... Bu mazlum eninimse pür ıstırab. Bu esvatı âciz benim dinleyen,” (“Vatan Mersiyesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 99). “Yıllardır civarından kuş uçmaz, kervan geçmez, Yıllardır civrında güzel bir gölge seçmez.. Yıllardır hiç kimseye açılmamış kapısı, Yıllardır bu yuvaya gariplik kurmuş pusu!” (s. 8). “Kimi her gece gelir, kimi bir an dururdu, Kimi saltanat kurup yıllarca otururdu..” “Bütün bu yazıları duvarlardan siliyor, Bütün bu hatıralar güçlükle seçiliyor..” (s. 9). “Ne tozlar siler onu, ne duman siler onu, Ne nisyân siler onu, ne zaman siler onu!” (s. 10). (“Kalbim”, Y. Z., Y., s. 8-10). “Kimisi şairâne, kimisi kırık dökük, 433 Kimisi gayet mağrur, kimisi boynu bükük, Kimisi: Evlenelim, beni sevdinse.. diyor, Kimisi: Yaz gelse de yağmurlar dinse.. diyor.!” (“Hatıralar”, Y. Z., Y., s. 27). “Gidiyorum… Göğsüm kanlı gelmezsem o tan! (s. 32). Gidiyorum… Gel, kalbimi son busenle sar, Gidiyorum… Kafkasya’da bekleyenler var! Gidiyorum… Bugün kurban, kan bayramıdır,” (s. 33) (“Kan Bayramı”, Y. Z., A. A.). “Sesi ateş oldu, yaktı, dağladı.. Sesi, pınar oldu, aktı, çağladı.. Sesi yankılarla dolaştı dağ dağ Sesi, göz göz oldu, baktı, ağladı!..” (“Bir Kuş”, Y. Z., B. R. E., s. 38). “Bir nağme uzaktan bizi mezc etti kederle. Bir gizli gamın sindi bütün sahile derdi, Bir dul ki uzak bir yalıdan hergün ederdi Bir parça taganni Mozart’ın (Son Gece) sinden” (“Bir Macera”, F. N., G. G., s. 9). “Hâlâ izi var kırda bir evvelki hayâtın; Hâlâ sesimiz dalgalanır karşı yamaçta; Hâlâ yazılan çifte isim var bir ağaçta; Hâlâ bize ilhâm ediyor dünkü sevinci.” (Pencereden”, F. N., H. ve S., s. 96). “Kiminde şefkatini andıklarım gömülü (s. 94). Kiminde sohbetine baha biçilmiyenler, Kiminde san‘atinden başka tat bilmiyenler, 434 Kimine bir kahraman boylu boyunca yatmış,” (s. 95). (“Takvim”, F. N., B. Ö. B. G.,). “Bunlarla döğüştü eroğlu erler, Bunlarla kazandı şanlı zaferler, Bunlarla alındı sayısız yerler,” (“Kara Cehennem”, F. N., A. T., s. 54). “Odamda bir köşenin gölgesinde gizlendi. Odamda her yere kasvetli bir sükût indi.” (“Fırtına ve Kar”, O. S., F. ve K., s. 6). “Yürüdük sessizce örtülüp karla Yürüdük gazaplı fırtınalarla..” (“Bir Kış Masalı”, Orhan Seyfi, G. S., s. 134). “Kardeşiz biz, bütün insanlar, evet, Kardeşiz!” (“Kardeşlik”, O. S., Ş., s. 164). “Sular, sular, dağılan, çırpınan ziyâlı sular, Sular ki üsüne mehtâp örer gümüş kuğular…” (“Havuz Başında”, H. F., G. H., s. 97). “Çünkü ölüm daima güzele düşman; Çünkü sen de bir melek kadar güzeldin.” (“Annemi Anarken”, H. F., B. Y., s. 51). “Unuttum kalbimin itiyadını, Unuttum seni bak daha bugünden” (“Lânet”, H. F., P., s. 30). “Beklerim batan günün içinden gelsin diye, Beklerim hayalimle bir an dönüp geriye.” (“Bekleyiş”, H. F., S. D. G., s. 7). “Çocukluğum… ağlıyan hâtıralar köşesi… Çocukluğum… Bir ses var… Belki annemin sesi…” (“İlk Acı”, H. F., S. G. Ö. S. 22). 435 “Yalvardım, göklere, güneşe, aya; Yalvardım, yakardım yana, ağlaya;” (“Maymunlar 1”, E. B., M. ve G. Ö., s. 23). “Vatan, dinle duysun bu taş kalbimiz! Vatan lânet eyle bu evlâda sen!” (“Vatan Mersiyesi”, E. B., M. ve G. Ö., s. 98). “Şimdi güneş ziyasıyla süsler her yanı, Şimdi çılgın bir yağmurla boğar hulyânı!...” (“Kadın Aşkı”, Y. Z., Â. Y., s. 25). “Bak, sularda ne taze, ne şen bir çağlayış var. Bak ihtiyar çınara: bir genç gibi giyindi.” “Dinle, kuşlar ormanda nasıl şakıyor, dinle… Dinle, sihirli bir ses nasıl sarıyor kalbi..” (Bahara Girerken”, Y. Z., B. S. G., s. 36). “Kaybolan sesleri duysam yeniden, Kaybolan yüzleri görsem göklerde!..” (“Rüyalar”, Y. Z., B. R. E., s. 27). “Nerde, derim, o yabancı beldeye giden? Nerde beni yad etmeyen güzel sarışın?” (“Uzaktan”, F. N., D. N., s. 30). “Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü, Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü.” (“Han Duvarları”, F. N., Ç. Ç., s. 91) “Gelecek sormaya nerdeyse Kerem Aslıhan’ı; Gelecek soframa avdette Muhaç kahramanı,” ( “Sofra”, F. N., H. ve S., s. 17). “Ömründe bir kere o göz yaşardı, Ömrümde en o gün bir kere güldüm!” (“Gezinti”, F. N., B. Ö. B. G., s. 149). “Türklerin en uğursuz, en karanlık günüydü, Türklerin kara günü ellerin düğünüydü.” (“İnönü”, F. N., A. T., s. 50). “Gün doğar. Sohbetimiz yalnız ölümdür adada. Gün batar. Uykuda rü‘yâmız ölümdür yalnız…” (“Da‘vet”, F. N., Z. D., s. 76). 436 2. İki Kelimeden Oluşan Tekrarlar “Sular var, bir yamaçtan süzülür ince ince, Sular var, kaplar ufku hülya genişliğince. Sular var, ceylân olmuş kayalıklardan atlar, Sular var, aynasında gözle gönül rahatlar. (s. 62). Sular var, okşar yüzü çiğ gibi damla damla, Sular var, kahramanca boy ölçüşür adamla.” (s. 63). (“Suya Kaside”, F. N., B. Ö. B. G.). “Ada’da gezeceğiz, Ada’da bütün bir yaz, Ada’da gezeceğiz, sen hele iyi ol sen!” “Kolkola gezeceğiz gece ay ışığında Kolkola gezeceğiz, sen hele iyi ol sen!” (“Yeter ki Sen iyi Ol”, H. F., S. D. G., s. 39). “An olur, içimde özlemsiniz, An olur uykumda bir düş,” (s. 12). “An olur, üzümsünüz, taze buğulu. An olur, bir köşk, yueşil pancurlu. An olur, bir balkondaki saksıda karanfiller, An olur, bir billûr parılısı,” “An olur, tanrısal sarhoşlukta. An olur, bir bahçede güle uzanan el, An olur yumuşacık,” (s. 13) (“Bir “An” ın Eşiğinde”, H. F., S. G. Ö., s. 12-13). 437 Bu örneklerde görüldüğü gibi sadece birbirini takip eden iki mısrada kullanılmayıp şiirin bütününe de dağıldıkları olur. “Biz de aldattık, aldatıldık çok, Biz de sevdik, sevildik, incittik!” (“İtiraf”, O. S., F. ve K., s. 21). “Sormayın; fakat neden? Sormayın; fakat kimim?..” (“Bir Zifaf İçin”, O. S., G. S., s. 29). “Yalnız bunda dirlik var; Yalnız bundadır felâh;” (“Birlik”, O. S., O. B. B. K. , s. 29). “Sesler işidiyorum karanlık balkonlardan, Sesler işidiyorum, tatlı ve baygın sesler,” (“Balkonda Saatler II”, H. F., B. S., s. 4). “Uzakta mı sıcak aile yuvası Uzakta mı şimdi bütün sevgililer?..” (“Gurbette İlk Bayram”, H. F., B. Y., s. 49). “Bu ne?.. Yağmur mu çağlıyor, kan mı? Bu ne?.. Yarabbi, kan mı, tûfan mı?” (“Karanlıkta 2”, H. F., G. H., s. 33). “Yok artık uyanışın, Yok artık!” (“Bugün Kar Yağıyor”, H. F., S. G. Ö., s. 55). “Siz ki bir başkasının sevdiği kadınsınız, Siz ki benden çok uzak, ona pek yakınsınız.” “Ben ki bir hülyası çok kafiye avcısıyım, Ben ki aşkın, müşehhas, yaşayan avcısıyım,” (“Ey Genç Kadın”, E. B., M. ve G. Ö., s. 134). “Binlerce Türk meşhedine hürmet etmedin; Binlerce Türk’ü hasma zebun ettin, ey felek!” (“Vatana Mersiye”, E. B., M. ve G. Ö., s. 102). 438 “Bazı gelsin bûselerin oynak bestesi, Bazı gelsin ölüm denen baykuşun sesi:” (“Aşk Yaratılırken” Y. Z., Â. Y., s. 6-7). “Bu ne?.. Bu dalgalarda homurdayan devler ne? Bu ne?.. Ufuklardaki bu vahşi alevler ne?..” (“Şairin Duası”, Y. Z., Ş. D., s. 4.) “Hepsi de fıkır fıkır, hepsi de şirin yüzlü Hepsi de beyaz dişli, hepsi de kara gözlü,”(“Çiftlikte Düğün”, Y. Z., B. S. G., s. 47). “Şimdi siyah (s. 28). Şimdi siyah bir gül gibi!” (s. 29). (“Şair ve Rüzgâr”, Y. Z., A. A., s. 28-29). “Sarmış beni gurbet, (s. 45). Sarmış beni Mecnun diye zincir gibi dağlar,” (“Gurbet II”, F. N., S. H., s. 46). “Dinle bir yosmayı pınar yolunda, Dinle bir yaylâda garip çobanı.” (“Memleket Türküleri”, F. N., B. Ö. B. G., s. 53). 3. Üç ve Daha Fazla Kelimeden Oluşan Tekrarlar “Ben o gün bir dalgayım, körfezinde durulmuş, Ben o gün ocağında kül bağlamış bir korum.” “Size benden yığın, yığın şükran, Size benden yığın, yığın hasret,” (s. 115). (“Evimiz”, O. S., Ş.). “İki mânâsı var ancak ölümün: İki mânâsı var, onlar da fakat” (“Var Olmak, Yok Olmak Mes‘elesi”, O. S., Ş., s. 126). “Beş asır önceki rüya kuleler, Beş asır önceki rüya burçlar…” (“Rumeli Hisarları”, O. S., Ş., s. 135). “İki şey var ki, genel kaidedir, 439 İki şey var ki, değişmez asla!” (“İki Şey”, O. S., Ş., s. 165). “O ihtiyar ayıyı O ihtiyar ayı mı,” (“Çingeneyle Ayı”, O. S., Ş., s. 229). “Sana kim söyledi bilmem ki bunu, Sana kim söyledi sevemez diyerek?...” (“Piyanonun Başında..”, H. F., G. H., s. 113). “O ruhlar ki gemliler öesinden yokluğun, O ruhlar ki içinde dondukları soğuğun” (“Ruhlar”, H. F., S. G. Ö., s. 19). “Bugün ki biz hak yolunda kanını döken, Bugün ki biz bin kahrile hurdahaş iken” (“Ey Türkeli..””, E. B., M. ve G. Ö., s. 72). “Hergün, yeni bir macera peşinde koştum; Hergün, yeni bir ufukta gördüm gurûbu.” (“Senden Sonra…”, Y. Z., Â. Y., s. 19). “Öyle sevgililer ki, sevmemiş, sevilmemiş, Öyle sevgililer ki, kalbi tok, asabı aç! Öyle sevgililer ki, düşünmemiş, bilmemiş;” (“Sevgililer”, Y. Z., Y., s. 53). “O kadar genç öldü ki, sanırsınız diridir! O kadar genç öldü ki.. Ölmedi ki o kadar;” (“Genç Ölü”, Y. Z., B. S. G., s. 14). “Böyle bir yolcu bilmeyen ırmak Böyle bir yolcu görmeyen dağlar” (“Bir Macera”, F. N., G. G., s. 7). “Yorgun biri uzlet gibi sessiz yaşamakta… Yorgun biri uzlet denilen kabre gömüldü.,” (“Gurbet III”, F. N., S. H., s. 48). “O gitmiş diyerek ağardı saçlar, O gitmiş diyerek günler kısaldı.” (“Bir Kadın Ağladı”, F. N., B. Ö. B. G., s. 122). 440 SONUÇ Millî Edebiyat Döneminde Memleketçilik Akımının etkisiyle edebî eserlerde, insanı, tarihi, coğrafyası, tabiî güzellikleriyle Anadolu’nun işlenmesi ön plâna çıkar. Bunun Halk Edebiyatı nazım şekilleriyle ortaya konması istenir. Henüz ham madde hâlinde olan zengin folklor ürünlerinin işlenmesi; kaynak olarak Türk masal, efsane ve destanlarına gidilmesi hedef alınır. Bütün bunlar yapılırken yaşayan, halkın da anlayabileceği dil kullanılacaktır. Şekilde Halk Edebiyatı temel alınınca, hece vezni ön plâna çıkar. Türklerin en eski vezni olan bu “millî” veznin, altı yüzyıl boyunca hâkim olan aruz vezninin yerini alması istenir. Bu dönemde eser veren “Beş Hececiler” in hece veznine geçişlerinde Ziya Gökalp’ın irşatları önemli rol oynar. “Manevî bünyemizin yegâne mimarı” dedikleri ve bir araya gelmelerinde rabıta olan Ziya Gökalp, Eski Türklerin vezni olan heceyi kullanmalarını telkin eder. Böyle bir amaçla bir araya gelseler de sanat ve edebiyat görüşlerinde tam bir uyum sağlayamazlar. Bunda ortak bir sanat bildirisinin olmaması önemli rol oynar. İçlerinde görüşlerini en çok yazıya döken, edebiyatı hayat tarzı hâline getiren Halit Fahri’dir. Edebiyatın hemen her dalında eser veren bu şair, her edebî meseleyle de ilgilenir. Fransız Edebiyatı ve düşünürleri etkisinde kalan Halit Fahri’nin sanat telâkkisi sistemli ve tutarlı değildir. Görüşlerindeki kararsızlıklar ve tutarsızlıklar tam bir edebiyat anlayışı oluşturmasına engel olur. Faruk Nafiz, ortak görüşlerini fazla beyan etmez fakat eser hâlinde ortaya koyar. Hepsi vezin hakkında düşünür, görüş 441 bildirir. İçlerinde savunduklarıyla fiilleri arasında en tutarlı olan Yusuf Ziya’dır. Yazdıklarına kanaat getiremediği zaman ısrar etmez, şiiri bırakır. Halk Edebiyatını kaynak gösteren Yusuf Ziya, Divan Edebiyatını reddederken Halit Fahri altı yüzyıllık bir zamanı kültür akışında yok farzetmeyi kabul etmez. Şiir anlayışlarındaki dağınıklık şiirlerinde konuları işleyişlerinde de görülür. Kahramanlık, aşk, kadın, hasret, ayrılık, kıskançlık, inanma ihtiyacı, tabiat görüntüleri, hatıralar, ölüm, yalnızlık, vatan geniş yer tutar. Anadolu’ya yönelme ve Anadolu’yu işleme Faruk Nafiz dışında derin değildir. Bunda bu coğrafyayı iyi tanımamaları, burada yaşamamaları önemli etkendir. Anadolu, şiirlerinde sadece gördükleri yerler kadardır. Aşk duygusu beşerîdir. Çoğu şiirde yüzeyseldir ve çapkınlık seviyesini aşmaz. Şehvetli duygulara yer verilir. Bu yönden Divan şiirinden çok Halk şiirine yaklaşırlar. Kadının varlığını ve vazgeçilmezliğini kabul etmelerine rağmen ona karşı ortak bir menfî tavır takınırlar. Kadın tehlikeli, zalim ve uzak durulması gereken bir varlıktır. Özlenilen ideal kadın tipi azdır. Hatıra kitaplarında ve yazılarında daha çok matbuat hatıralarını anlatan şairlerin şiirlerinde çocukluğa ait hatıralar görülür. Bunlar özlenilen anlardır. Bir kaçış ve sığınış olarak yer alırlar. Kahramanlık şiirlerinde asker ön plâna çıkar fakat millet de onu yalnız bırakmaz. Cephede yaşananlar ayrıntılı, canlı bir şekilde anlatılırken cephe gerisindekiler unutulmaz. Kahramanlık şiirlerindeki en bariz özellik tabiatla iç içe olmalarıdır. Gökyüzü her unsuruyla kahramanlara, yaşananlara eşlik eder. Beş Hececiler fiilen olmasalar da yazdıklarıyla savaşın içindedirler. Bir şair olarak yaşananları sorgularlar. Silkinerek içinde bulunulan durumun farkına varmalarından sonra şair olarak görevlerinin ne olduğunu açıklarlar. Şiirleriyle orduya moral 442 vererek, cephe gerisindekileri düşünerek zor durumdaki vatana karşı borçlarını ödeyeceklerdir. Askerlere cesaret verirken Türk tarihinin şanlı sayfalarından güç alınır. Türk tarihinin hemen her dönemiyle ilgili unsurlar şiirlerde yer alır. Türk efsane, masal ve destanları kaynak olarak görülür. Hem aruz vezni hem de hece vezniyle şiir yazan bu şairlerin şiirleri şekil yönünden zengindir. Divan Edebiyatı nazım biçimlerinden gazel, kıt‘a, şarkı, tahmis şeklinde yazılmış şiir örnekleri vardır. Hece veznine geçişlerinden sonra Halk Edebiyatı nazım biçimlerini kullanmaya özen gösterirler. En çok koşma tipinde şiir yazmalarının yanında, semai, türkü ve mani tipinde başarılı örnekler verirler. Batı Edebiyatlarından alınan nazım biçimlerinden çapraz kafiye, sarma kafiye, terza-rima, sone, düz kafiyeyle örnekler verirler. Balad nazım biçimini Enis Behiç sadece iki şiirinde dener. Serbest düzenli biçimlerde üçlüler, dörtlüler, beşliler, altılılar, yedililer, sekizlilerle şiir yazarlar. Sıkı sıkıya bağlı kaldıkları şekillerin yanında hece vezniyle gazel yazmak gibi bazı yorumlamalarda bulunurlar. Beş Hececiler şiir görüşlerini açıklarken en çok vezin meselesi üzerinde dururlar. Topluluk olarak bir araya gelişlerinde ve Türk Edebiyatındaki yerleri alışlarında vezin önemli bir mihenk taşıdır. Vezni, şiirin vazgeçilmez esas unsuru olarak gören şairler, edebiyata önce aruz vezniyle şiir yazarak adım atarlar. Ziya Gökalp ile tanışmalarından sonra hece veznini benimseyen şairlerin yazılarında, bu iki vezin karşılaştırmalı olarak yer alır. Hece veznine geçişlerinde tutumları aynı değildir. Yusuf Ziya, hece veznini kabul edip savunmaya geçerken Halit Fahri, aruz vezninden kolay kopamaz. İçlerinde hece vezninde Yusuf Ziya kadar sistemli düşünen ve ısrar eden yoktur. Türkçe kelimelerin tabiî telâffuzuna engel olduğu; bu vezin kullanıldıkça Arapça ve Farsça kelimelerin yaşayacağı; Acem Edebiyatının 443 istiare ve hayallerini devam ettirdiği için aruzun bırakılıp hece vezninin kullanılmasını ister. Aruzun millî, ibdaî ve şahsî bir edebiyat oluşturmaya engel olduğunu ileri sürer. Halit Fahri ise önceleri aruzun Türkçe’ye uymadığı görüşüne, İstanbul şivesini bozmadan aruzla yazılan şiirleri örnek göstererek katılmaz. Aruzun terkipsiz, sade lisanı kabul edebileceğini düşünür. Onu tamamen ihmal etmek istemez. Aruzun tekdüze ahenge sahip olduğu, hecenin henüz işlenmemiş olduğu fakat geliştirildikçe mükemmel bir alet olacağı düşüncesinde birleşirler. Hece veznini kabullerinde aruzun bütün şairlerde aynı sadayı aksettirmesi, şairin ruhundan bir şey katmayacağı görüşü önemli yer tutar. Aruzun daha önceden belirlenmiş ritimleri yerine hecenin sonsuz ritimlere sahip olduğu kabul edilir. Heceyle şiir yazmak istendiğinde önde kuvvetli örneklerin olmaması karşılaştıkları en büyük güçlüktür. Enis Behiç, ahenginde tekdüzelik, eskilik bulduğu aruz vezninden bıkar. Yeni usul, yeni vezin ve ahenk ihtiyacı duyar. İlk başlarda hece veznini yeterince ahenkli bulmadığından yeni arayışlar içine girer. Bunu yaparken hece vezni yerine daha çok musikiye sahip olan aruz yollarına başvurur. Musiki usullerini nazma uygulayarak yeni vezinler çıkarır. Bundan kendi de tatmin olmadığından birkaç örnek sonra bırakır. Faruk Nafiz, vezin tartışmalarında hece-aruz diye kesin bir ayrım yapmaz. Türk Edebiyatının “makbul” vezni hecenin henüz ilk istihalelerini geçirdiğini düşünür. Bununla iyi bir eser yazmayı gerçek manada yaratıcılık olarak görür. Türkçe’nin tabiî ahengiyle şiir yazabileceği vezni her zaman kabul edeceğini belirtir. Heceyle yazılan şiirlerin daha orijinal olacağı görüşüne katılmaz. Hece veznine geçtikten sonra zaman zaman aruza dönüşler olsa da hece vezni ve sade Türkçe’yle şiir yazmada başarı sağlarlar. 444 Şiirde kafiyeyi gerekli gören Beş Hececiler, çoğunlukla eser değerlendirmelerinde bu konuya değinirler. Orhan Seyfi dışında müstakil yazı yazan yoktur. Şiirin bütün kelimelerinde olduğu gibi kafiye oluşturulacak kelimelerin de özenle seçilmesini ve üzerinde düşünülmesini isterler. Sırf kafiye olsun diye şiirin akışını bozacak, “yekdiğeriyle takviyesi caiz olmayan” garip kullanımlara karşı çıkarlar. Kafiyenin şiire sonradan eklenmediğine onun uzviyetine dahil olduğuna inanılır. Kafiyenin zorla aranmamasını, tabiî bir şekilde doğmasını isterler. Aradıkları diğer bir özellik ise “sürprizli” olmasıdır. Okuyan, kafiye karşısında şaşırmalı, verdiği seslerle duyguyu yaşayabilmelidir. İnsan hafızasının kafiyeli şiirleri barındırdığı görüşünde birleşen şairler, şiirin uzun ömürlü olması için kafiyelerin kuvvetli olmasını isterler. Şiirleri kafiye yönünden kuvvetlidir. Halk Edebiyatı nazım şekillerini kullandıkları şiirlerde, Halk Edebiyatında yaygın olarak kullanılan yarım kafiyenin yerine tam, tunç ve zengin kafiyeyi kullanarak alışılmışın dışına çıkarlar. Zengin, tam ve tunç kafiye yönünden zengin olan şiirlerinin yanında bir kafiye türünün bir şiirin bütününe de dağıldığı görülür. Kafiyeye özen gösteriş ve dikkat ediş kendilerini tekrara sebep olur. Tekrarlar aynı şiirde olduğu gibi farklı şiirlere dağılmış olarak da görülür. Bu beş şairin kullandıkları ortak kafiyeler dikkat çekecek kadar fazladır. Bu ortak kafiyeler aynı konular işlendiği zaman kendini gösterir. Şiirlerinde ikfa ve cinaslı kafiye örnekleri görülse de bunlar yaygın olarak kullanılmaz. Beş Hececiler, bir ahenk unsuru olarak redife de geniş yer verirler. Ortak rediflere rastlanmasına rağmen yeni ve alışılmışın dışında kullanımlar vardır. Ahenk sağlamak amacıyla şiirlerinde geniş yer tutan diğer bir unsur kelime tekrarlarıdır. Sıkça kullandıkları bu tekrarlar, bir kelimenin mısra başı ve sonunda tekrarlanması, bir mısraın aynı kelimenin tekrarından oluşması, çapraz kelime 445 tekrarları, mısraın bir önceki mısraın başındaki kelimeyle bitmesi ve mısra başı kelime tekrarları şeklinde görülür. Mısra başı kelime tekrarlarında tek kelimelik tekrarlar yoğun olarak kullanılır. Bunun dışında iki kelimeden, üç ve daha fazla kelimeden oluşan tekrarlar yer alır. Şekil açısından ahengi oluşturan bir unsur olarak görülen bu tekrarlar, vurguyu kuvvetlendirmede ve manaya derinlik vermede önemli rol oynarlar. Beş Hececiler sade Türkçe’nin kullanılması ve yaygınlaşması üzerinde ısrarla dururlar. Aruz vezniyle de sade Türkçe şiirler yazılabileceğini gösteren örnekler vermişlerdir. Şiirlerinde zaman zaman halk söyleyişlerine rastlansa da kelime seçimlerinde özenlidirler. Sade Türkçe’nin yaygınlaşmasındaki çabalarıyla Türk yerleşmesi Edebiyatındaki ve hece vezninin yerlerini alırlar. Türk Edebiyatına en büyük katkıları yaşayan, konuşulan dili edebiyata yerleştirmeleridir. 446 ÖZET Milli Edebiyat Dönemi’nde “Memleketçilik” akımının edebiyattaki aksi, konuda Anadolu’yu, Anadolu insanını, tarihini ve güzelliklerini işleme; şekilde Halk Edebiyatı nazım şekillerini kullanma şeklinde görülür. Beş Hececiler olarak adlandırılan Halit Fahri Ozansoy, Orhan Seyfi Orhon, Enis Behiç Koryürek, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafiz Çamlıbel, Türk Edebiyatında altı yüzyıl gibi uzun bir süre kullanılan “aruz” vezni yerine Türk’ün öz vezni olan “hece” yi kullanmayı amaç edinmişlerdir. Bu beş şair, şiire ilk aruzla başlarlar ve bu vezinde başarılı şiirler yazarlar. Hece veznini savunmalarına rağmen Halit Fahri Ozansoy ve Faruk Nafiz Çamlıbel edebî yaşamlarının daha sonraki dönemlerinde zaman zaman aruza dönüş yaparlar. Halit Fahri, iki vezin arasında gelgitler yaşar. Hece veznini savunmada en keskin hatlı olan ve çizgisini değiştirmeyen Yusuf Ziya’dır. Bu konuda Halit Fahri ile aralarında şiddetli tartışmalar olmuştur. Bu beş şairin topluluklarına ad olarak verdikleri “hece” vezni üzerindeki tutumları ve ısrarları tam bir tutarlılık içinde değildir. Aynı dönemde “Hecenin On Şairi” adı altında heceyle yazan bu beş şaire beş şair daha eklenir. Hatta zaman zaman sayıları daha da artar. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde şairlerin şiir anlayışları verilmiş; ikinci bölümde şiirleri içerik açısından; üçüncü bölümde şekil açısından incelenmiştir. Ortak ve farklı yanları araştırılmış, Türk Edebiyatındaki yerleri tespit edilmeye çalışılmıştır. 447 ABSTRACT During the era of National Literature, as opposed to the “nationalistic” movement, it has been observed that Anatolia, the people of Anatolia, its history and natural beauties have been subject to Folk Literature with its own forms. Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç, Enis Behiç Koryürek and Faruk Nafız Çamlıbel who are called as the Five Syllabic Poets (Beş Hececiler) aimed at writing their poems using syllabic rhythm belonging to the Turkish Literature rather than Aruz which had been widely applied for almost six hundred years in the Turkish Literature. These five poets had started poetry using Aruz and produced very strong poems with this rhythm. Even though they supported the use of syllabic rhythm, H.F and F.N. made use of Aruz in their literature career from time to time. They lived flux and reflux between Aruz and syllabic rhythm. Y. S is the poet who kept in line with the syllabic rhythm rigidly and he continually advocated his views. With respect to this issue, there had been vehement arguments between H.F and Y.S. These five poets’ attitudes and persistence on syllabic rhythm, which they used to name their group, is not wholly consistent. Within the same era, five more poets were added to this group under the name of the ten poets of syllabic rhythm and on some certain times their number even increased more. This study consists of three parts. In the first section, poets’ understanding of poem is given. In the second section, poems are analyzed by means of content, and they were structurally analyzed in the third section. Poets’ similar and different sides has been investigated in an effort to identify their importance in the Turkish Literature. 448 KAYNAKÇA A. ÇALIŞMAYA ESAS OLAN ŞİİR KİTAPLARI ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Şarkın Sultanları, Orhaniye Matbaası, İst., 1918, 40 ________, Gönülden Gönüle, Hukuk Matbaası, İstanbul,1919, 40 s. ________, Dinle Neyden, Hilâl Matbaası, İstanbul, 1335, 61 s. ________, Çoban Çeşmesi, Ma‘rifet Matbaası, İstanbul, 1926, 110 s. ________, Akıncı Türküleri, Kanaat Kitabevi, (2. b.), İstanbul, 96 s. ________, Suda Halkalar, Sanayi‘-i Nefîse Matbaası İstanbul, 1928, 160 s. ________, Elimle Seçtiklerim, Güneş Matbaası, 1934, 106 s. ________, Akarsu, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1940, 96 s. ________, Bir Ömür Böyle Geçti, Yeni Matbaa, İstanbul, 1955, 234 s. ________, Heyecan ve Sükun, Yeni Matbaa, İstanbul, 1959, 192 s. ________, Zindan Duvarları, Tan Gazetesi ve Matbaası, İstanbul, 1967, 92 s. ________, Han Duvarları, (Haz.: Nihat Sami BANARLI), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986, 161 s. ________, Gurbet ve Saire (Toplu Şiirler), YKY, İstanbul, 2003, 284s. KORYÜREK, Enis Behiç, Miras ve Güneşin Ölümü (Fethi Tevetoğlu’nun ön sözü ile birlikte), Güneş Matbaacılık, Ankara, 1951, 240 s. ORHON, Orhan Seyfi, Fırtına ve Kar, “Türk Kadını ve “Talebe Defteri” Müessesi, 1335/1919, 40 s. ________, Peri Kızile Çoban Hikâyesi, Matbaa-i Halk-ı Osmanlı Şirketi, 1335/1919, 16 s. 449 ________, Gönülden Sesler, Sebat Matbaası, İstanbul, 1928, 214 s. (Gönülden Sesler, Fanteziler, Hikâyeler, Memleket Duyguları, Fırtına ve Kar). ________, O Beyaz Bir Kuştu, Semih Lütfi Kitabevi, 1941, 80 s. ________, İstanbul’un Fethi, İstanbul Fethi Derneği Yayınları, 1953, 4 s. ________, Şiirler, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, 240 s. (Kervan ve İşte Sevdiğim Dünya ile beraber). ORTAÇ, Yusuf Ziya, Akından Akına, Hilâl Matbaası, İst., 1332/1916, 52 s. ________, Şâirin Duası, Türk Dünyası Matbaası, 1919, 16 s. ________, Âşıklar Yolu, Evkaf-ı İslâmiyye Matbaası, 1335/1919, 64 s. ________, Cenk Ufukları, Kader Matbaası, Dersaadet, 1336/1920, 22 s. ________, Yanardağ, Ma‘rifet Matbaası, 1928, 61 s. ________, Bir Servi Gölgesi, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 80 s. ________, Bir Rüzgâr Esti, Yeni Matbaa, İstanbul, 1962, 75 s. ________, Ah! İzmir! ( Faruk Nafiz ile), Hukuk Matbaası, 7 s. OZANSOY, Halit Fahri, Cenk Duyguları, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1333/1917, 37 s. ________, Efsaneler, Halk Kitaphanesi,İstanbul, 1334/1919, 40 s. ________, Bulutlara Yakın, Matbaa-i Halk-ı Osmaniye, İstanbul, 1336/1920, 64s. ________, Zakkum, Hukuk Matbaası, Dersaadet, 1336-1337, 24 s. ________, Gülistanlar Harabeler, İkbal Kütüphanesi, 1922, 175 s. ________, Paravan, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1929, 96 s. ________, Balkonda Saatler, Ahmet İhsan Matbaası, 1931, 16 s. ________, Sulara Dalan Gözler, Ülkü Basımevi, İstanbul, 1936, 96 s. ________, Hep Onun İçin, Çeltük Matbaacılık, İstanbul, 1962, 16 s. 450 ________, Sonsuz Gecelerin Ötesinde, Baha Matbaası, İstanbul, 1964, 94 s. B. ANSİKLOPEDİLER Cumhuriyet Ansiklopedisi, Arkın Kitabevi, İstanbul ,1971. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İst. Edebiyat Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1991. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi II, YKY, İst., 2001. Tercüman Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, Tercüman Gazetesi Yayınları, İst., 1985. Türk Ansiklopedisi, “Türk Edebiyatı, Yeni”, M. E. B. Yayınları, Ank., 1997. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 7. C., Dergâh Yayınları, İst., 1990. Türk Edebiyatı Ansiklopedisi, (Haz. Atilla Özkırımlı), Cem Yayınevi, İst., 1987. Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, İst., 1983. Türkiye 1923-1973 Ansiklopedisi, Kaynak Kitaplar, İst., 1974. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. C., İst., 1982. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Devirler/ İsimler/ Eserler/ Terimler, C: 1, Dergâh Yayınları, İst., 1977 C. EDEBİYAT TARİHLERİ BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C: 2, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, İst., 1987, s. (641-1366). KABAKLI, Ahmet, Türk Edebiyatı (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi- Şiir), Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, Büyük Eserler Dizisi, İst., 1991. KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Resimli Motifli Türk Edebiyatı Tarihi (Cumhuriyet’ten Günümüze), IV. C., İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İst., 1982, 797 s. 451 KOCATÜRK, Vasfi Mahir, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi, Ank., 1970. KÖPRÜLÜ, Fuad, Edebiyat Araştırmaları, TTK Basımevi, 3.b., Ank., 1999, 472 s. KURDAKUL, Şükran, Çağdaş Türk Edebiyatı I. Meşrutiyet Dönemi/1, Bilgi Yayınevi, İst., 1992, 266 s. ________, Çağdaş Türk Edebiyatı II, Cumhuriyet Dönemi, 2. b., Ank., 1992. LEVENT, Âgâh Sırrı, Türkçülük ve Millî Edebiyat, Ank., 1962. MUTLUAY, Rauf, 100 Soruda Çağdaş Türk Edebiyatı, (1908-1972), Gerçek Yayınları, İst., 1973. MUTLUAY, Rauf, 50 Yılın Türk Edebiyatı, (3. b.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İst., 1973. OKTAY, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (1923-1950), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank., 1993. ÖZÖN, Mustafa Nihat, Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Maarif Matbaası, İst., 1941, (VIII+ 483) s. (SEVÜK), İsmail Habib, Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi, Matbaa-i Âmire, İst., 1340, 502 s. ________, Tanzimat’tan Beri Edebiyat Tarihi I, Remzi Kitabevi, İst., 1940, 443 s. YÜCEL, Hasan Âli, Edebiyat Tarihimizden I, Ank., 1957. D. ANTOLOJİLER AKAY, Sadiye, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Antolojisi, İstanbul, 1973. AKTAŞ, Şerif, Yenileşme Dönemi Türk Şiiri ve Antolojisi (1860-1920) 1, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998, 392 s. 452 AKYÜZ, Kenan, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, (5 b.), İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1997. BEHRAMOĞLU, Ataol, Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1987. BEZİRCİ, Asım, Dünden Bugüne Türk Şiiri, İstanbul, 1968. ÇETİN, Mehmet, Tanzimattan Bugüne Türk Şiiri Antolojisi, Birleşik Dağıtım Kitabevi, Ankara, 1991. FUAT, Mehmet, Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi, Adam Yayınları, İstanbul, 1985. GEÇER, İlhan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987. GÖZLER, H. Fethi, Yunus’tan Bugüne Türk Şiiri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, (2. b.), İstanbul, 1970. KARAKAN, Hüseyin, Türk Edebiyatında Yeniler/ Son Elli Yılın En Güzel Yüz Şiiri, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1955. MUTLUAY, Rauf, Tanzimat’tan Bugüne Kadar Türk Şiiri, İstanbul, 1973. NAYIR, Yaşar Nabi, Başlangıcından Bugüne Türk Şiiri 100 Şair, İstanbul, 1968. ________, Yeni Türk Şiiri Antolojisi-Cumhuriyetten Bugüne Kadar, Varlık Yayınları, İstanbul, 1947. OĞUZCAN, Ümit Yaşar, Şairlerin Seçtikleri, İstanbul, 1971. SEZGİN, Ahmet- YALÇIN, Cengiz, Türk Edebiyatında Ölüm Şiirleri Antolojisi, Ünlem Yayınları, İstanbul, 1993. SOYSAL, İlhami, 20. Yüzyıl Türk Şiiri Antolojisi, (6. b.), Bilgi yayınları, Ank., 1997. SOYUER, Halil, Anılarla Şairler Albümü I, Ankara Basım Sanayi, Ankara, 1982. 453 TAMER, Ülkü, Varlık Şiirleri Antolojisi, İstanbul ,1966. TEKİNALP, Ünal, Yeni Türk Şiiri Antolojisi, İstanbul, 1956. URAL, Orhan, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984. VELİBEYOĞLU, Veli Recai, Şiir Kitapları Antolojisi, II. C., Bilmen Basımevi, İstanbul, 1975. E. BİYOGRAFİK SÖZLÜKLER ACAROĞLU, M. Türker, Ozanlar ve Yazarlar, (2. b.), İstanbul, 1967. AKALIN, Sami, Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Varlık Yaynevi, (genişletilmiş 3. b.), İstanbul, 1972, 224 s. DÜRDER, Baha, Şairler, Edipler, Muharrirler, (7. b.), İstanbul, 1967. KARAALİOĞLU, Seyit Kemal, Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1984. ________, Resimli Türk Edebiyatçıları Sözlüğü, İstanbul, 1974. ________, Ansiklopedik Edebiyat Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, (genişletilmiş 2. b.), İstanbul, 1978, 895 s. KARABIYIK, Erol Ünal, Şairler ve Yazarlar, Üner Yayınları, Ankara, 1987. KARATAŞ, Turan, Ansiklopedik Edebiyat Terimleri Sözlüğü, Perşembe Kitapları, İstanbul, 2001, 477 s. KÖKLÜGİLLER, Ahmet, Edebiyatımızda Şair ve Yazarlar, İstanbul, 1988. KURDAKUL, Şükran, Düşün ve Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Başvuru Kitapları, 1973, 599 s. ________, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Cem Yayınları, İstanbul, 1985. 454 NECATİGİL, Behçet, Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1989. ________, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yayınları, İstanbul, 1985. ÖZÖN, Mustafa Nihat, Türkçe-Yabancı Kelimeler Sözlüğü, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1962, 244 s. PALA, İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Ötüken Yayınları, (6. b.), İstanbul, 2000, 439 s. PAR, Arif Hikmet, Şairler ve Yazarlar, Serhat Yayın Dağıtım, İstanbul, 1988. F. KİTAPLAR AKSAN, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Engin Yayınevi, (3. b.), Ankara, 1999, 290 s. ________, Cumhuriyet Döneminden Bugüne Örneklerle Şiir Çözümlemeleri, Bilgi Yayınevi, (2. b.), Ankara, 2004, 238 s. AKSOY, Nazan-BEK, Kemal (ve arkadaşları), Şiir ve Şiir Kuramı Üstüne Söylemler, Düzlem Yayınları, İstanbul, 1996. AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1995, 270 s. ________, Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi (1860-1923), İnkılâp Kitabevi, (8. b.), İstanbul, 1031 s. ALKAN, Erdoğan, Şiir Sanatı, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1995, 578 s. BALTACIOĞLU, İsmayıl Hakkı, Türke Doğru, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara, 1994, 398 s. 455 BANARLI, Nihat Sami, Kitaplar ve Portreler- Mehmed Âkif’ten Günümüze-, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, Temmuz 1985, 398 s. BAYDAR, Mustafa, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitabevi, İstanbul, 1960, 240 s. BEYATLI, Yahya Kemal, Edebiyata Dair, İstanbul Fetih Cemiyeti, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, (4. b.), İstanbul, 1997, 366 s. ________, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti, (2. b.), İstanbul, 1976. ________, Mektuplar, Makaleler, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul, 1977. ________, Siyasi ve Edebi Portreler, YKY (YKY’de 1. b.), İstanbul, 2006, 120 s. ________, Eğil Dağlar, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, (11. b.), İst., 2008, 335 s. BİRİNCİ, Necat, Faruk Nafiz, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, 208 s. BOZDAĞ, İsmet, Beyaz Arılar, Seyran Kitap, İstanbul, 1998, 196 s. Cemal Süreya, Toplu Yazılar I (Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar), YKY, (1. b.), İstanbul, 2000, 428 s. Cemal Süreya, Folklor Şiire Düşman, Can Yayınları, İstanbul, 1992. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, Tevfik Fikret Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, 63 s. ________, Tatlı Sert, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 136. ÇELEBİ, Asaf Halet, Bütün Yazılar (Haz.: Hakan Sazyek), YKY, İstanbul, 1998. ÇETİN, Nurullah, Şiir Çözümleme Yöntemi, Öncü Basımevi, Ankara, 2003, 318 s. ÇINARLI, Mehmet, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1979, 308 s. DIRANAS, Ahmet Muhip, Yazılar, Adam Yayınları, İstanbul, 1994. 456 DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, TDK Yayınları, (4. b.), Ankara, 1997, (XII+529) s. DİNAMO, Hasan İzzettin, İkinci Dünya Savaşından Edebiyat Anıları, de Yayınevi, İstanbul, 1984, 143 s. DUMAN, Hasan, Osmanlı-Türk Süreli Yayınları ve Gazeteleri (188-1928), I. ve II. Cilt, Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı, Özkan Matbaacılık, Ankara, 2000, I. Cilt (XII+654) s. , II. Cilt (VIII+655-1199) s. EDİBOĞLU, Baki Süha, Türk Şiirinden Örnekler (1920-1944), İbrahim Berkalp Kitabevi, Ankara, 1941, 201 s. EDİBOĞLU, Baki Süha, Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, 1968. EMİL, Birol, Türk Kültür Ve Edebiyatından 2- Şahsiyetler, Akçağ Yayınları, Ankara, 543 s. EMİROĞLU, Öztürk, Türkiye’de Edebiyat Toplulukları, Akçağ Yayınları, (genişletilmiş 2. baskı), Ankara, 2003, 208 s. ENGİN, H. Hüseyin, Faruk Nafiz Çamlıbel-Yaşamı, Sanatı, Yapıtları, Engin Yayıncılık, İstanbul, 1997, 200 s. ________, Yusuf Ziya Ortaç- Yaşamı, Sanatı, Yapıtları, Engin Yayıncılık, İstanbul, 1997, 151 s. ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yayınları, İst. 1991. ________, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh Yayınları, (3. b.), İstanbul, 2002, 460 s. ERBAY, Erdoğan, Yenileşme Dönemi Türk Edebiyatında Aruz Arayışları, Aktif Yayınevi, Erzurum, 2003, 216 s. 457 ERCİLASUN, Bilge, Yeni Türk Edebiyatı Üzerine İncelemeler 1, Akçağ Yayınları, Ankara, 1997, 473 s. ERDOĞAN, Mehmet, Sübjektif Yazılar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, 159 s. EROĞLU, Ebubekir, Modern Türk Şiirinin Doğası, YKY, İstanbul, 1993. ES, Hikmet Feridun, Bugün de Diyorlar ki (Harpten Evvelkiler/Harpten Sonrakiler), Remzi Kitaphanesi, İstanbul, 1932, 231 s. EYÜBOĞLU, Bedri Rahmi, Sanat Üzerine Denemeler ve Araştırmalar I, Cem Yayınevi, İstanbul, 1984. EYÜBOĞLU, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem Yayınevi, İstanbul, 1981. Faruk Nafiz Çamlıbel ve Seçme Şiirleri, (Nihat Sami Banarlı’nın Mukaddimesi ile), İstanbul, 1949. GEÇER, İlhan, Cumhuriyet Döneminde Türk Şiiri, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982. GEZGİN, Hakkı Süha, Edebî Portreler, (Haz. Beşir Ayvazoğlu), Timaş Yayınları, İstanbul, 1997, 392 s. GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, (Haz. Mehmet Kaplan), Millî Eğitim Basımevi, (2. baskı), İstanbul, 1990, (VII+271) s. GÖZLER, Fethi, Hece Vezni ve Hecenin Beş Şairi, İnkılâp ve Aka Yayınları, İstanbul, 1980. ________, Örnekli ve Uygulamalı Hece Vezni, İnkılâp ve Aka Kitabevi, İst., 1980. Hecenin Beş Şairi, (İsmail Habip Sevük ve Ali Canip Yöntem’in Tenkitleriyle), Yeni Matbaa, İstanbul, 1956, 127 s. Hecenin 10 Şairi, Akbaba Yayını, İstanbul, 1943, 111 s. 458 HİLAV, Selahattin, Edebiyat Yazıları, YKY, İstanbul, 1993. İsmail Habib, Edebî Yeniliğimiz (İkinci Kısım), Devlet Matbaası, İst., 1932, 548 s. KABAHASANOĞLU, Vahap, Faruk Nafiz Çamlıbel, İstanbul, 1979, 151 s. KAPLAN, Mehmet, Edebiyat (Lise 3), Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1977. ________, Şiir Tahlilleri I (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1992. ________, Şiir Tahlilleri II (Cumhuriyet Devri Türk Şiiri), Dergâh Yayınları, (8. b.), İstanbul, 1999. ________, Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1994. KAPLAN, Ramazan, Klâsikler Tartışması (Başlangıç Dönemi), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1998. ________, Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy, Akçağ Yayınları, (3. b.), Ankara, 1997. KARATAŞ, Turan, Şiirin Vadilerinde, Hece Yayınları, Ankara, 1998. KAVCAR, Cahit, II. Meşrutiyet Devrinde Edebiyat ve Eğitim 1908-1923, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Yayınları, Ankara, 1974, 287 s. KERMAN, Zeynep, Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Akçağ Yayınları, Ank., 1998, 522 s. KOCAHANOĞLU, Osman. S., Millî Edebiyat Hareketi ve Beş Hececiler, Toker Yayınları, İstanbul, 1976, 147 s. KOCATÜRK, Vasfi Mahir, Yeni Türk Edebiyatı, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, Ülkü Basımevi, İstanbul, 1936. 459 KOLCU, Hasan, Türk Edebiyatında Hece-Aruz Tartışmaları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, (XIII+417) s. Köprülüzade Mehmed Fuad, Millî Edebiyat Mes‘eleleri, Cihan Biraderler Matbaası, İstanbul, 1924, 329 s. KURDAKUL, Şükran, Şairce Düşünmek (Edebiyat Yazıları), Gerçek Sanat Yayınları, İstanbul, 1990, 175 s. ________, Çağdaş Türk Edebiyatı I – Meşrutiyet Dönemi/ I, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1992, 266 s. KÜLEBİ, Cahit, Şiir Her Zaman, Başak Yayınları, İstanbul, 1993. LEVEND, Âgâh Sırrı, Türkçülük ve Millî Edebiyat, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1962. MORAN, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İst., 1999. MUTLUAY, Rauf, Pas Demiri Yiyor, Sander Yayınları, İstanbul, 1974, 208 s. ________, Bende Yaşayanlar (Söyleşiler- Denemeler), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İst., 1977, 423 s. ________, Sebiller Su Vermiyor, (Söyleşiler-Denemeler), YKY, İst., 2002, 412 s. NAYIR, Yaşar Nabi, Şiir Sanatı, Varlık Yayınları, (2. baskı), İstanbul, 1958. NECATİGİL, Behçet, Düz Yazılar 1: Bile/Yazdı/Yazılar, Cem Yayınevi, İst., 1983, (423+42) s. Nüzhet Haşim, Millî Edebiyata Doğru, I. C., Nefâset Matbaası, İst., 1918, 174 s. OKAY, Orhan, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh Yayınları, İst., 1990,234 s. ________, Şiir Sanatı Dersleri- Cumhuriyet Devri Poetikası, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, (2. baskı), Erzurum 1992, 85 s. OKTAY, Ahmet, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Ankara, 1993. 460 ONAY, Ahmet Talât, Türk Şiirlerinin Vezni, (Haz. Cemal KURNAZ), Akçağ Yayınları, Ankara, 1996, 224 s. Orhan Veli, Şairin İşi (Yazılar, Öyküler, Konuşmalar), YKY, İst., 2003, 405 s. ORHON, Orhan Seyfi, Nazım Hikmet Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, 64 s. ________, Yahya Kemal-Hayatı ve Eserleri-, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, 46 s. ________, Ziya Gökalp Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitaphanesi, İstanbul, 1937, 80 s. ________, Kulaktan Kulağa, Çınaraltı Yayınları, İstanbul, 1943, 79 s. ________, Hicivler, Ankara, 1951, 80 s. ORTAÇ, Yusuf Ziya, Şen Kitap, Kanaat Matbaası, İstanbul, 1919, 44 s. ________, Nedim, Semih Lütfi İstanbul Sühûlet Kütüphanesi, İstanbul, 1932, 64 s. ________, Halk Edebiyatı Antolojisi, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul, 1933, 76 s. ________, Edebiyat Bakalorya Kitabı, Kanaat Kütüphanesi, İstanbul, 1935, 176 s. ________, Ahmet Haşim Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitabhanesi, İstanbul, 1937, 79 s. ________, Faruk Nafiz Çamlıbel Hayatı ve Eserleri, İstanbul, 1937, 64 s. ________, Kuş Cıvıltıları, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 56 s. ________, Hecenin On Şairi, Akbaba Yayını, İstanbul, 1943, 111 s. ________, Beşik, Çınar Yayını, Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1943, 79 s. ________, Göç, Akbaba Yayınları, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1943, 139 s. ________, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Akbaba Mizah Yayınları, Yeni Matbaa, İstanbul, 1956, 110 s. 461 ________, Göz ucu ile Avrupa, Yeni Matbaa, İstanbul, 1958, 79 s. ________, Bir Varmış Bir Yokmuş Portreler, Akbaba Yayınları, Yeni Matbaa, İstanbul, 1960, 188 s. ________, Gün Doğmadan, Yeni Matbaa, İstanbul, 1960, 109 s. ________, Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966, 352 s. OZANSOY, Halid Fahri, Güzel Yazma Usulleriyle Edebî Kıraat Numuleri, Cihan Biraderler Matbaası, İstanbul, 1341/1925, 400 s. ________, Âşıklar Yolunun Yolcuları, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1939, 262 s. ________, Edebiyatçılar Geçiyor, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1967, 127 s. ________, Edebiyatçılar Çevremde, Sümerbank Kültür Yayınları, Ankara, 1970, (X+373) s. OY, Aydın, Şiir Dünyamızda Atatürk, TDK Yayınları, Ank., 1989, (VIII+198) s. ÖNAL, Mehmet, Yusuf Ziya Ortaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986, 156 s. ÖZCAN, Tarık, Şiirin Kıyısında Bir Ömür, Nurullah Ataç, Fırat Üniversitesi Dil Eğitim-Öğretim ve Araştırma Merkezi Müdürlüğü Yayınları, Elazığ, 2003, 194 s. ÖZÇELEBİ, Betül, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri 1923-1938, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998, XI+306 s. ÖZÇELEBİ, Hüseyin, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri 1939-1950, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1998, (XI+332) s. ÖZEL, İsmet, Şiir Okuma Kılavuzu, Oğlak Yayınları, İstanbul, 1994. ÖZGÜL, Metin Kayahan, Halit Fahri Ozansoy, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1986, 207 s. ÖZÜNLÜ, Ünsal, Edebiyatta Dil Kullanımları, Doruk Yayınları, Ankara, 1998. 462 Ruşen Eşref, Diyorlar ki, Kanaat Matbaası, Dersaadet, 1334, 224 s. SAFA, Peyami, Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999, 323 s. SEVENGİL, Ahmet Refik, Her Gün Bir Ediple, (Haz. Mustafa ARMAĞAN), L&M Yayınları, İstanbul, 2004, 128 s. SEVÜK, İsmail Habip, Edebî Yeniliğimiz, (İkinci Kısım), Devlet Matbaası, İstanbul, 1932, 548 s. SOLOK, Cevdet Kudret, Bir Bakıma, İnkılâp ve Aka Basımevi, İst., 1977, 400 s. SOYUER, Halil, Anılarla Şairler Albümü I, Ankara Basım Sanayi, Ankara, 1982. ________, Şair Dostlarım, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004, 248 s. Süleyman Şevket, Yeni Güzel Yazılar, 1. C., Hilâl Matbaası, İstanbul, 1926, 176 s. ________, Yeni Güzel Yazılar, 2. C., Hilâl Matbaası, İstanbul, 1926, 176 s. TANPINAR, Ahmet Hamdi, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, (5. b.), İstanbul, 1998, 547 s. TANSEL, Fevziye Abdullah, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yaylacık Matbaacılık, İstanbul, 1974. TARANCI, Cahit Sıtkı, Yazılar (Makaleler, Konuşmalar, Yanıtlar), (Haz. Hakan Sazyek), Can Yayınları, İstanbul, 1995, 147 s. TEVETOĞLU, Fethi, Enis Behiç Koryürek, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, (1. baskı), Ankara, Aralık 1985, 184 s. TUNCER, Hüseyin, Cumhuriyet Devri Türk Edebiyat I, Akademi Kitabevi, İzmir 1996. TUNCER, Hüseyin, Türk Yurdu Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990. ________, Beş Hececiler, Akademi Kitabevi, İzmir, 1994, 141 s. 463 UŞAKLIGİL, Halit Ziya, San‘ata Dair 1, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1938, UYAR, Turgut, Bir Şiirden, İyi Şeyler Yayıncılık, İstanbul, 1999, 130 s. UYSAL, Sermet Sami, Eşlerine Göre Ediplerimiz, L&M Yayınları, İstanbul, 2004, 416 s. ÜLKEN, Hilmi Ziya, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, (5. b.), İstanbul 1998, 511 s. YAZAR, Mehmet Behçet, Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı, Kanaat Kitabevi, İstanbul, 1938, 490 s. ________, Edebiyatçılar Âlemi, Edebiyatımızın Unutulan Simaları, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara, 1999, 341 s. YEŞİLAY, Mehmet Vehbi, Edebiyatımızda On Şair, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1962, 56 s. YETKİN, Suut Kemal, Şiir Üzerine Düşünceler, Varlık Yayınları, İstanbul 1969. YÖNTEM, Ali Canip, Hecenin Beş Şairi- Hayatları ve Seçme Şiirleri, İst., 1956. ________, Edebiyat, Kanaat Kitabevi, (11. tab), İstanbul, 1938, 320 s. YÜCEBAŞ, Hilmi, Yedi Şairden Hatıralar, Nuri Dizerkonca Matbaası, İstanbul, 1960, 208 s. ________, Bütün Cepheleriyle Faruk Nafiz Çamlıbel - Hayatı-HatıralarıŞiirleri, Yaylacık Matbaası, İstanbul, 1974, 384 s. ________, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yaylacılık Matbaası, İstanbul, 1974, 384 s. 464 G. MAKALELER **, “Edebiyat Âlemimizde Bugünkü Cereyanlar”, Şebab, 24 (24 Şubat 1337), s. 578580. **, “Bir Kaybın Yıldönümü (Orhan Seyfi Orhon için)”, K. A. M., 4 (Ekim 1973), s. 5-8. ADA, Ahmet, “Şiirle Düzyazı Ayrımı”, Şiir-lik, (Ekim 1997), s. 3. ADİL, Fikret, “Hecenin Beş …”, S. H., 683(2 Temmuz 1962), s. 4. AĞAOĞLU, Samet, “Rahmetli Enis Behiç”, Zafer, 184(30 Ekim 1949), s. 3. ________, “Bir İnsan”, S. H., (30 Ağustos 1972), s. 2. Ahmet Hamid, “Şairlerin Kitabı”, Alemdar, (edebî nüsha), 2905/605(21 Ağustos 1336/1920), s. 4. AKAY, Mehmet, “Orhan Seyfi Orhon”, Adalet, (2 Eylül 1972), s. 2. Akbaba, “Ortaç”, Akbaba, 12(10 Mart 1971), s. 3. AKBAL, Oktay, “Yitirdiğimiz Faruk Nafiz”, Cumhuriyet, 17704(14 Kasım 1973), s. 2. AKSAL, Sabahattin Kudret, “Vezinle Kafiye”, T. D., (1 Ağustos 1953), s. 758. Akşam, “Yusuf Z. Ortaç’la Konuşma: Hececi Şairlerden Ne Kaldı?”, Akşam, 12733(15 Mart 1954), s. 5. AKTAŞ, Şerif, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı”, Hareket Dergisi,78 (1972). ________, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı”, Hareket Dergisi,81 (1972). ________, “Millî Edebiyat Kavram ve Türk Edebiyatı”, Doğuş Edebiyat, 29(Ağustos 1982), s. 12-15. 465 ________, “Millî Edebiyat Kavramı ve Türk Edebiyatı 2”, Doğuş Edebiyat, 30(Eylül 1982), s. 13-16. ________, “Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı (s. 503-517)”, Türk Dünyası El Kitabı, III. Cilt, (2. b.), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1992, 778 s. ________, “Halit Fahri Ozansoy”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, İstanbul, 1992, s. 343-361. ________, “Orhan Seyfi Orhon”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, İstanbul, 1992, s. 296-323. AKTAŞ, Şerif-OKAY, Orhan, “Halit Fahri Ozansoy (s. 343-361)”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992. ________, “Orhan Seyfi Orhon (s. 296-323)”, Büyük Türk Klâsikleri, C: 12, Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992. Ali Kemal, “On Yılın Destanı”, SF, 1940/255(19 Teşrinievvel 1933), s. 322-323. Ali Nüzhet, “Gönülden Sesler”, Küçük Mecmua, 33(5 Mart 339), s. 13-14. ALKAN, Erdoğan, “Ulusal Yazın- Hece Ölçüsü”, Şiir Sanatı, Yön Yayıncılık, İstanbul, 1995, s. 395-399. ALPTEKİN, Turan , “Şiir ve Mitoloji”, Hürriyet Gösteri, 88(Mart 1988), s. 28. Anayurt, “Kıymetlerin İflâsına Karşı Tedbirler”, Anayurt, 4(16 İkinci Teşrin 1933), s. 2. ________,“Kendi Kendimizi Tenkit”, Anayurt, 6(30 İkinci Teşrin 1933), s. 2. ALTAN,Çetin, “Sonsuz Gecelerin Ötesinde” , Milliyet, (26 Ocak 1964) AND, Metin, “Yusuf Ziya Ortaç ve Tiyatro”, Hisar, 42(Haziran 1967), s. 12-15. 466 ________, “Faruk Nafiz’e Yapılan Haksızlık”, T. D., 273 (1 Haziran 1974), s. 755757. ANDAY, Melih Cevdet, “Şiir ve Gelenek”, Cep Dergisi,13(Kasım 1967), s.35. ________, “Şiirde Şekil ve Mana”, Ulus, (19 Nisan 1945), s.5. ARAZ, Nezihe, “Han Duvarları Yıkıldı”, İstanbul, (13 Kasım 1973), s. 2. ARICI, Mürsel, ““Hecenin Beş Şairi” nden Halit Fahri Ozansoy’un Şiiri Üzerine”, Türk Kültürü, 258 (Ekim 1984), s. 659-666. ARIT, Fikret, “Meşhur Simalariyle Babıâli 4: Mecmuacı Yusuf Ziya Ortaç”, Hafta, (17 Aralık 1954), s. 18, 1. ARTAM, Nurettin, “Enis Behiç…”, Ulus, 10528(18 Ekim 1950), s. 2. AŞKUN, Vehbi Cem, “Bir Sanat Burcu Daha Yıkıldı”, Dünya, (18 Mart 1967), s. ? ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Dünya, (24 Kasım 1973). ATALAY, Ali, “Çoban Çeşmesi ve Şiirde Sosyo-Psikolojik “Var” lar”, Sosyal Bilimlerde Araştırma, 1(Kasım 1991), s. 31-34. ATALAY, Besim, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup”, Yeni Çağ, 8 (23 Mart 1946), s. 10. ________, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup” Yeni Çağ, 9 (30 Mart 1946), s.10. ________, “Orhan Seyfi Orhon’a İkinci Mektup” Yeni Çağ, 11 (13 Nisan 1946), s.10. ATOK, Oğuz Kâzım, “Sırtı Sıra”, Ilgaz, 148(Ocak 1974), s. 7-11. ATSIZ, Nihal, “Faruk Nafiz’e Bir İhtar”, Orkun, 19(9 Şubat 1951), s. 3-4. AYDA, Adile, “Vezin ve Kafiye”, Hisar, 169(Ocak 1978), s. 3-4. ________, “Orhan Seyfi”, Hisar, 151(Temmuz 1976), s. 11-13. AYEL, Edip, “Şiir ve Kafiye”, Çınaraltı, 68 (9 İkinci Kânûn 1943), s. 13. 467 “B. Faruk Nafiz Diyor Ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7. Baha Tahsin, “Faruk Nafiz’le Bir Saat”, Perşembe Mecmuası, (13 Haziran 1935.) BAKİLER, Yavuz Bülent, “Müfide Koryürek Eşi Enis Behiç Koryürek’i Anlatıyor”, Hisar, 135(Mart 1975), s. 30-34. BANARLI, Nihat Sami, “Faruk Nafiz”, Yedigün, 674 (3 Şubat 1946), s. 14-15. ________, “Türkiye’de Millî Edebiyat Cereyanları”, Aylık Ansiklopedi, 39 (1948), s.1163. ________, “Heyecan ve Sükûn”, Hürriyet, 3968 (16 Mayıs 1959). s. 2. ________, “Orhan Seyfi’ye Saygı…”, S. H., (24 Ağustos 1972), s. 3, 7. ________, “Faruk Nafiz İçin”, Meydan, (20 Kasım 1973). ________, “Faruk Nafiz İçin ...”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s. 60-64. ________, “Faruk Nafiz Türkçesi ve Kültür Müsteşarlığı”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s. 65-69. ________, “Yine Aruz Üzerine”, Hisar, 130(Ekim 1974), s. 10-11. ________, “Edebiyatta Vatancılık ve Milliyetçilik”, K. A. M., 4 (Ekim 1979), s. 1016. ________,“Edebiyatta Vatancılık ve Milliyetçilik”, K. A. M., 1 (Ocak 1980), s. 9-23. BANGIOĞLU, Tahsin, “Halk Edebiyatı Millî Edebiyatın Ta Kendisidir”, Millet, 9 (1943). BATMANKAYA, Murat, “Şiir, Biraz da Salça İster”, Radikal Kitap, 149 (23 Ocak 2004), s. 24. BAYDAR, Mustafa, “Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, Varlık, 502 (15 Mayıs 1959), s.10. BELLİ, Şemsi, “Ortaç Usta’nın Ardından”, Akbaba, 12/16(12 Nisan 1967), s. 4. 468 BERKEM, Süreyya S., “Enis Behiç Koryürk’in Ölümü Münasebetiyle Matem Yılları”, Hürriyet, 531(21 Ekim 1949), s. 2. BEYATLI, Yahya Kemal, “Memleketten Bahseden Edebiyat”, Kültür Haftası, (15 Ocak 1936). BİLGEGİL, Kaya, “Faruk Nafiz’in Ardından”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s. 53-58. “ “Binnaz”ın İnce Şairi Yusuf Diyor Ki”, (Kon. Rahmi KARACA), Uyanış, 2162/477(27 İkinci Kânun 1938), s. 153, 160. “Bir Şiir, Bir Şair… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Halit ÇAPIN), Milliyet, (Pazar ilâvesi), 4845(24 Kasım 1963), s. 10. “Bir Şiir Bir Şair… Faruk Nafiz Çamlıbel”, Milliyet, (Hafta sonu ilâvesi), 5043(14 Haziran 1964), s. 10. “Bir Kaybın Yıldönümü”, K. A. M., 4(Ekim 1973), s. 5-8. BİRİNCİ, Necat, “Tanzimat Sonrası Edebiyatında Hece Vezni”, K. A. M., 4 (Ekim 1979), s. 61-73. ________, “Millî Mücâdele Devresi Şiirinde Tarihî Kadro”, K. A. M., 2 (Nisan 1984), s. 39-67. ________, “Faruk Nafiz’in Şiiri Üzerine Bir Deneme I”, T. D., 478 (Ekim 1991), s. 287-298. ________, “Faruk Nafiz’in Şiiri Üzerine Bir Deneme II”, T. D., 484 (Nisan 1992), s. 891-906. BİRSEL, Salâh, “Boğaziçi Yandan Yandan (Kahveler Kitabı)”, T. D., 279(Aralık 1974), s. 949-962. BOHÇA, A. Şevket, “Orhan Seyfi Orhon”, Zafer, (26 Ağustos 1972), s. 2. BOLAT, Salih, “Şiirsel İmge”, Broy, 1( Kasım 1985), s.30. 469 BOZAK, Hüsamettin, “Şiirde Genç Nesil”, Uyanış, 2254-569 (2 İkinci Teşrin 1939), s. 345, 351. BÜLEND, Mahir, “Yusuf Ziya ve Eseri”, SF, 2267/582(1 Şubat 1940), s. 166-167, 175. ________, “Yusuf Ziya ve Eseri II”, SF, 2268/583, (8 Şubat 1940), s.180, 190-191. ________, “Orhan Seyfi ve Eseri”, SF, 2269/584 (15 Şubat 1940), s. 198-199. ________, “Orhan Seyfi ve Eseri II”, SF, 2270/585 (22 Şubat 1940), s. 214-216. BÜRÜN, Vecdi, “Yusuf Ziya Ortaç”, Geçit, (17 Mart 1967), s.? “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Orhan Seyfi’nin Fikirleri”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (1 Kasım 1955), s. 1, 7. “Büyük Edebiyat Anketi: Dediler Ki: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Gülgûn SEDEF), Ses, (11 Kasım 1955), s. 1, 5. C. , “Millî Edebiyatta Orjinalite Ne Demektir”, Şebâb, 18 (16 Kânûnıevvel 1336), s. 436-438. Celal Nuri, “İcmal-ı Efkâr: Vezin Mes’elesi”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 39/40 (1 Haziran 1919), s. 737-739. (KOZANZADE), Cenab Muhiddin, “Aruz ve Hece Vezni- 1”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 62/41 (15 Haziran 1918), s. 785-787. ________,“Millî Edebiyat Hakkında”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 63/42 (22 Haziran 1918), s. 706-708. ________,“Millî Edebiyat Hakkında”, Edebiyyât-ı Umumiyye Mecmuası, 75/44 (6 Temmuz 1918), s. 840-842. Cenap Şahabettin, “Edebiyatta Türkçülük”, Şebab,15(5 Teşrin-i Sâni 1336/1920), s. 362-363. 470 ________, “Aruz Veznine Dönmek Zamanı Gelmiştir”, Akşam, (4 Eylül 1933), s. 4. ________, “ Nazmımız ve Vezin Meselesi”, Anayurt,1(26 Birinci Teşrin 1933), s. 5. Cevdet Kudret-Yaşar Nabi, “Enis Behiç”, Meşale, 3(1 Ağustos 1928), s. 2-3. COŞKUN, Nusret Safa, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3397(12 İkinci Kânun 1940), s. 1,8. ________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3398(13 İkinci Kânun 1940), s. 1,6,10. ________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3399(14 İkinci Kânun 1940), s. 1, 8. ________, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3402(17 İkinci Kânun 1940), s. 8. ________, "Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, S. P., 3650(24 Eylül 1940), s. 1, 7. CÖMERT, Bedrettin, “Şiirde Müzik”, Soyut, 48(Temmuz 1972), s.27. CRONOS, “Servetifünun ve Genç Nesil”, SF-Uyanış, 2428(22 Nisan 1943), s. 187, 196. ÇAĞLAR, Behçet Kemal, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(1 Teşrinievvel 1933), s. 82. ________, “Bir Ömür Böyle Geçti”, Yirminci Asır, (21 Temmuz 1953). ________, “Orhan Seyfi’nin Yepyeni Şiirleri”, Yirminci Asır, (10 Nisan 1958), s. 22, 25. ÇAMLIBEL, Faruk Nafiz, “Dinle Neyden”, Şair, 11(20 Şubat 1919), s. 163-164. ________, “Yanlış İddialar”, Nedim, 7(27 Şubat 1919), s. 99-100. ________, “Lisan Mes‘elesi”, Şair, 13 (2 Mart 1919), s. 193-194. 471 ________, “Türk Sahnesinde Mevzun Piyesler”, Temaşa, 20(11 Mart 1336), s. 1415. ________,“Cenab Şehabeddin Bey ve Gençlik”, Ümit, 8(26 Ağustos 336/1920), s. 11. ________,“Bizde Manzum Piyesler-1”, Alemdar, 2912/612(612/3 nüsha-i edebiye), (28 Ağustos 1336/1920), s. 1. ________, “Satılmayan Gençlik”, Ümit, 18(24 Mart 337), s. 3. ________, “Kemalzade Ali Ekrem Beyefendi’de Bir Gün”, Yarın, 12 (5 Kânûnisani 1338), s. 10-12. ________, “Gönülden Sesler”, Yarın, 21 (9 Mart 338/1922), s. 9-10. (F. N.). ________, “Yeni Çıkan Bir Kitap Münasebetiyle”, Yarın, 33 (28 Mayıs 338), s. 139140. ________, “Edebiyatta Zübbeler”, Yarın 34 (15 Haziran 338), s.150. ________, “Gönülden Sesler”, Yarın, 21(9 Mart 338/1922), s. 9-10. (F. N.) ________, “Çamlıca’dan Bir Haber”, Yarın, 38(13 Temmuz 1338/1922), s. 214. ________, “Gülistanlar Harabeler”, İleri, 1622(12 Ağustos 1338/1922), s. 3. ________, “Erzurum’a Dair Bir İki Satır”, Hayat, 86(19 Temmuz 1928), s. 9. ________, “Anadolu’da Tarla, Kasaba ve Köyler”, Hayat, 87(26 Temmuz 1928), s. 173-175/ 9-11. ________, “Yahya Kemal ve Eseri”, Meşale, 8(15 Teşrinievvel 1928), s. 8-10. ________, “Renksiz Istırap”, Hayat, 118 ( 28 Şubat 1929 ), s. 274/14. ________, “Yalan”, Anayurt, 4(16 İkinci Teşrin 1933), s. 2. (Anayurt) ________, “Kendi Kendimizi Tenkit”, Anayurt, 6(30 İkinci Teşrin 1933) s. 2. (Anayurt) 472 ________,“Boğaziçi Edebiyatı”, Yedigün, 211 (24 Mart 1937), s. ________, “Ahmet Haşim’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 432 ( 7 Haziran 1941), s. ________, “Süleyman Nazif’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 445 (15 Eylül 1941), s. ________,“Abdülhak Hâmit’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 448 (6 Birinci Teşrin 1941), s. 5. ________, “Mehmet Akif’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 450 (20 Birinci Teşrin 1941). ________, “Ömer Seyfettin”, Yedigün, 451(27 Birinci Teşrin 1941), s. 9. ________, “Mithat Cemal’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 452 (3 İkinci Teşrin 1941). ________, “Celal Sahir’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 454 (17 İkinci Teşrin 1941), s. ________, “Yahya Kemal’i Nasıl Tanıdım?”, Yedigün, 456 (27 Birinci Kânun 1941). ________, “Manevî Bünyemizin İlk Mimarı: Ziya Gökalp”, Türk Yurdu, 5-6(1-15 Son Teşrin 1942), s. 152-153. ________, “Sanatkâr Ruhu”, Yedigün, 535(7 Haziran 1943), s. 7. ________, “Malihulya”, Yedigün, 538(28 Haziran 1943), s. 6. ________, “Şair Gözü İle Kadın”, Yedigün, 539(5 Temmuz 1943), s. 6, 11. ________, “Dansa Dair”, Yedigün, 540(19 Temmuz 1943), s. 5, 11. ________, “Geçmiş Günler”, Yedigün, 554(18 Birinci Teşrin 1943), s. 5, 11. ________, “Edebiyatımızda Ölüm Telâkkisi”, Yedigün, 563(20 Birinci Kânûn 1943), s. 8. ________, “Kubbeler ve Minareler”, Yedigün, 537 (21 Haziran 1943), s. ________, “Mehmet Emin Yurdakul”, Yedigün, 568(24 İkinci Kânûn 1944), s. 5. ________, “Benliğimiz”, Yedigün, 578(2 Nisan 1944), s. 4, 17.(tarihi kontrol et) ________, “İlham Perisi”, Yedigün, 589(18 Haziran 1944), s. 4, 17. 473 ________, “Şairlerimizin Sevdiği Güzel”, Yedigün, 609(5 İkinci Teşrin 1944), s. 5, 18. ________, “Suyun Akıntısı”, Yedigün, 611(19 İkinci Teşrin 1944), s. 13. ________, “Cenap Şehabettin’i Nasıl Tanıdım?”, Hürriyet, 8(8 Mayıs 1948), s. 2. ________, “Yeni Babıali Dili”, Hürriyet, 413(20 Haziran 1949), s. 2. (İğne İle Kuyu Kazan). ________, “Cihan Şairi Yahya Kemal”, Salon, 51(1 Aralık 1949), s. 854-855. ________, “Yarını Tahmin Ediyorlar!”, Cumhuriyet, 11289(1 Ocak 1956), s. 5. ________, “Büyüğümüz”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 3. ÇETİN, Celâlettin, “F. Nafiz Bir Eser Hazırlıyor”, Tercüman, (25 Eylül 1961), 1,5. ÇETİN, Nurullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” Şiirini Tahlil”, Edebiyat Otağı, 7(1 Nisan 2006), s. 2-8. ÇETİŞLİ, İsmail, “Cumhuriyet Devri Türk Şiiri”, S. D. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 3 (1988), s. 181-200. ÇINARLI, Mehmet, “Vezin ve Kafiye”, Hisar, 15(1 Temmuz 1951), s.3, 16. ________, “Hecenin Beş Şairi’nden Biri Daha Gitti”, Hisar, 88(Nisan 1971), s. 3, 33. ________, “Orhan Seyfi’den Hatıralar”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 6-8. ________, “Mısralarda Gezinti”, Türk Edebiyatı, 184(Şubat 1989), s. 13-15. ________, “Enis Behiç Koryürek ve Ruhlar Âlemi”, T. D., 502 (Ekim 1993), s. 459466. “Değerli Şairimiz Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı”, Ayda Bir, 29(Kasım 1954), s. 11. DIRANAS, Ahmet Muhip, “Enis Behiç Koryürek”, Zafer, 174(20 Ekim 1949), s. 2. 474 DİLMEN, İ. Necmi, “Bir Ömür Böyle Geçti”, Hakimiyet-i Milliye, (2 Mayıs 1933). “Diyorlar ki… Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Olcayto), Hafta, (29 Temmuz 1959), s. 9, 25. DİZDAROĞLU, Hikmet, “Miras ve Güneşin Ölümü”, Hisar, 22 (1 Şubat 1952), s. 14-15. ________, “Enis Behiç Koryürek”, Varlık, 464 (15 Ekim 1957), s. 7. DOĞAN, Mehmet, “Şiirde Konu ve Anlam”, Şiir Sanatı, 11( Eylül 1966), s.6. DOĞAN, Muhittin, “Akın Piyesinin Ankara Halkevi’nde İlk Oynayışı”, Muhit, 40(Şubat 1932), s. 6-7. Rıza Nur, “Türk Şiirinin Şekli Vaadleri”, Anadolu Mecmuası,1(1 Haziran 1340/1924), s. 8. DONBAY, Ali, “Orhan Seyfi Orhon”, T. D., 600 (Aralık 2001), s. 923-928. DÜNDAR, Murat, “Şiirimizin Anadolu’yla Yüzleşmesi Faruk Nafiz Çamlıbel”, Türk Edebiyatı Dergisi, 298(Ağustos 1998), s. 29-30. “Edebiyatımızda Dünküler mi, Bugünküler mi Daha Kuvvetli? 40 Yıl Sonra Diyorlar ki: Orhan Seyfi Orhon”, (Kon. Gavsi Ozansoy), Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5. “Edebî Anketimiz: Halit Fahri Ozansoy’un Cevabı”, (Konuşan: Şinasi ÖZDEN), Varlık, 264-265(1-15 Temmuz 1944), s. 382-383. EMİL, Birol, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Türk Edebiyatı, 244(Şubat 1994), s. 25-28. EMİR, Sabahat, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ardından”, Hisar, 120(Aralık 1973), s. 10-11. EMRE, Gültekin, “Gurbet ve Saire”, Cumhuriyet-Kitap, 705 (21 Ağustos 2003), s. 8-9. “En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 11(18 Eylül 1919), s.169. 475 “En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 12(2 Teşrinievvel 1919), s.187. “En Güzel Eseri Kim Yazdı?”, Büyük Mecmua, 14(30 Teşrinievvel 1919), s.214. ENGİNÜN, İnci, “Faruk Nafiz İçin”, Erdem, 13 (Ocak 1989), s. 31-61. ________, “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, T. D., Türk Şiiri Özel Sayısı IV (Çağdaş Türk Şiiri), 481-482(Ocak-Şubat 1992), s. 565-784. “Enis Behiç Koryürek”, (Haz. Orhan Okay- Şerif Aktaş), Büyük Türk Klâsikleri, 12. cilt, Ötüken Söğüt Yayınları, İstanbul, 1992, 381-408 s. ERCİLASUN, Bilge, “Edebiyatta Millîlik ve Milliyetçilik”, Türk Kültürü, 300 (Nisan 1988), s. 244-254. ________, “Beş Hececiler”, (14 Nisan 2009’da H. Ü. Tıp Fakültesi’nde verilen, konferans metni.), 28 s. ERDOĞAN, Mehmet, “Türk Şiirinde Bir Geçiş Kuşağı: Hece Şairleri”, Sübjektif Yazılar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1997, s.108-111. ERER, Tekin, “Çocuk Adam”, S. H., (13 Haziran 1965). ________, “Orhan Seyfi Orhon’un Kaybı Karşısında: 1, Kişiliği”, S. H., (1 Eylül 1972), s. 3. ________, “Orhan Seyfi Orhon’un Kaybı Karşısında: 2, Şairliği ve Yazarlığı ”, S. H., (2 Eylül 1972), s. 3. ________,“Büyüğümüz”, S. H., (15 Ekim 1972), s. 2. ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, S. H., (11 Kasım 1973), s. 2. ________, “Orhan Seyfi Orhon”, Türk Edebiyatı,154 (Ağustos 1986), s. 28-29. ERGİNER, Halis, “Faruk Nafiz’e Kıt’alar”, K. A. M.,1 (Ocak 1974), s. 59. ________, “Faruk Nafiz’e Kıt‘alar”, K. A. M., 2 (Nisan 1974), s. 61. ERGUN, Sadettin Nüzhet, “Hece Vezni”, Çınaraltı, 5 (6 Eylül 1941), s. 11. 476 ERGÜL, Niyazi Sabri, “Hangi Şair, Hangi Şiir, Hangi Dil?”, Yeniçağ, 16(18 Mayıs 1946), s. 10. ERGÜZEL, M. Mehdi, “Edebiyat Takvimi: Beş Hececiler’den Koryürek’li Bir Şair”, Türk Edebiyatı, 221 (Mart 1992), s. 44-45. ERTAYLAN, İsmail Hikmet, “Orhan Seyfi”, Türk Edebiyatı Tarihi, C: 4, Bakü, 1926, s. 302-320. ERTOP, Konur, “Türk Edebiyatında Seks”, Milliyet- Sanat Dergisi, 206(19 Kasım 1976), s. 14-16. ________, “Bir Geçmiş Zaman Aydını”, Hürriyet-Gösteri, 36 (Kasım 1983), s.5455. ________, “Bir Geçmiş Zaman Aydını (s. 720-722)”, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı, İstanbul, 1984 (ES), Hikmet Feridun, “Baykuş Müllefi Edebiyât-ı Cedidecilere Ateş Püskürüyor”, Akşam, 5348(30 Ağustos 1933), s. 4. ________, “ B. Faruk Nafiz Diyor ki”, Akşam, 7304(17 Şubat 1939), s. 7. ESEMENLİ, Bilgay, “Beş Hececiler ve Hayat Mecmuası”, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, 4(1 Nisan 1981), s. 70-73. “Eski Öğretmen Azize Çamlıbel Faruk Nafiz’i Anlatıyor”, (Kon.: Sermet Sami UYSAL), Cumhuriyet, 10.719(31 Mayıs 1954), s. 5. “Faruk Nafiz Çamlıbel’le Bir Konuşma”, (Kon.: Öz DOKUMAN), Hayat-Tarih Mecmuası, 12(Ocak 1971), s. 35-40. “F. Nafiz Çamlıbel Bir Eser Hazırlıyor”, (Kon.: Celâlettin ÇETİN), Tercüman, 2304(25 Eylül 1961), s. 1, 5. 477 “Faruk Nafiz Çamlıbel Diyor ki”, (Kon.: Sabahat EMİR), Türk Edebiyatı Dergisi, 14(Şubat 1973), s. 22-24, 43. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1977), s. 11-13. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1977), s. 10-11. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1977), s. 10. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 1(Ocak 1978), s. 10. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1978), s. 10-11. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1978), s. 10. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1978), s. 11. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 1(Ocak 1979), s. 10. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 2(Nisan 1979), s. 9-10. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 3(Temmuz 1979), s. 12-13. “Faruk Nafiz’den Yahya Kemal’e Mektuplar”, K. A. M., 4(Ekim 1979), s. 9. Faruk Nafiz- Yusuf Ziya, “Merhum Tahsin Nahid Bey”, Büyük Mecmua, 8(28 Mayıs 1335), s. 120. FETHİ, Turgut, “Orhan Seyfi Orhon”, Akşam, (24 Ağustos 1972), s. 3. Fikret Adil, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, Cumhuriyet, 1598 (20 Teşrinevvel 1928), s. 6. FİŞEK, Beyza, “Çamlıbel’i Ahmet Muhip Dranas’tan Dinleyelim”, Devir, 57 (3 Aralık 1973), s. 44. ________, “Hecenin Beş ........”, S. H., 683 (2 Temmuz 1962), s. 4. GEÇER, İlhan, “Türk Şiirinde Gurbet -1-” Hisar, 4(1 Haziran 1950), s. 9. ________, “Şiir ve Mısra”, Hisar, 3 (Ocak 1964), s.16. ________, “Faruk Nafiz İçin”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 12-13. 478 ________, “Sanat, Şiir ve Edebiyata Dair”, Millî Kültür,3(5 Ağustos 1980). GEZGİN, Hakkı Süha, “Miras”, Hayat, 41(8 Eylül 1927), s. 15-16. ________, “Edebî Portreler: Faruk Nafiz”, Yeni Mecmua, 54(10 Mayıs 1940), s. 5. GÖÇGÜN, Önder, “Faruk Nafiz’i de Kaybettik”, Hisar, 121 (Ocak 1974), s.18-19. ________, “Faruk Nafiz’in Şiirlerinde Halk Edebiyatı Motifleri”, Millî Kültür, 50(Eylül 1985), s. 6-9. ________, “Faruk Nafiz’in Şiirlerinde Halk Edebiyatı Motifleri (s. 586-593)”, Türk Edebiyatı Araştırmaları II, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları , Konya, 1991, 858 s. GÖVSA, İbrahim Alâattin, “Orhon, Orhan Seyfi”, Türk Meşhurları, İstanbul, Tarihsiz, s. 293-294. ________, “İç Âleminden Lâhutî Sesler”, Hürriyet, 431(8 Temmuz 1949), s. 2. ________, “Vâridât-ı Süleyman”, Hürriyet, 432(9 Temmuz 1949), s. . ________, “Enis Behiç”, Hürriyet, 531(21 Ekim 1949), s. 2. GÖZAYDIN, Nevzat, “ ölümünün 20. Yılında: Yusuf Ziya Ortaç’tan Mektuplar”, T. D., 423(Mart 1987), s. 167-172. ________, “Mehmet Önal- Yusuf Ziya Ortaç- Hayatı ve Eserleri”, T. D., 477(Eylül 1991), s. 228-231. GÖZLER, H. Fethi, “Enis Behiç Koryürek’in Edebiyatımızdaki Yeri”, Millî Kültür, 49 (Temmuz 1985), s. 70-74. GÜLTEKİN, Vahdet, “Şiir Aleyhinde/Bugünkü Şiire Gerek Yoktur/ Yeni Şiir Ne Olmalıdır?”, Yeni Adam, (13 Eylül 1934), s.7. ________, “Şiir, Kafiye, Vezin, Sanat, Cemiyet”, Yeni Adam,(4 Birinci Teşrin 1934), s. 7. 479 GÜN, Gencay, “Faruk Nafiz’le Bir Konuşma”, Tercüman, (16 Kasım 1962). GÜR, Âlim, “Türk Edebiyatında “Serenat” Başlıklı Şiirlere Genel Bir Bakış”, T. D., 612 (Aralık 2002), s. 1014-1030. GÜRESİN, Ecvet, “Yusuf Ziya”, SF-Uyanış, 2457 (7 Nisan 1944), s. 9. GÜVEMLİ, Zahir, “Nazım Tekniği”, SF-Uyanış, 2439/94 (16 Eylül 1943), s. 24392440. ________, “Baykuş’tan Çektikleri” ,Yeni Gazete, (2 Mart 1971), s. 8. “Güzide Ortaç, Yusuf Ziya Ortaç’ı Anlatıyor”, (Kon. Sermet Sami UYSAL), Cumhuriyet, (18 Haziran 1954). HACOPULOS, A., “Han Duvarları’ndan- Zindan Duvarları’na”, Tercüman, 4893(26 Kasım 1975), s. 2. “Halit Fahri Ozansoy’un Biyografisi”, Hisar, 88(Nisan 1971), s. 10-11. “Halit Fahri Ozansoy Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 486(15 Şubat 1959), s. 11. HARUN, Kenan, “Bir Münakaşa ve Faruk Nafiz”, SF-Uyanış, 2433(27 Mayıs 1943), s. 248, 256. Hasan Zeki, “Akından Akına”, Türk Yurdu, 123/7(24 Teşrinisani 1332/7 Aralık 1916), s. 3249-3253/107-111. HATEMİ, Hüsrev, “Görüntüler ve Görüşler”, Türk Edebiyatı, 214 (Ağustos 1991), s. 27-28. HATİPOĞLU, Aydın, “Kurtuluş Savaşı ve İlk Cumhuriyet Kuşağı”, Varlık, 925 (Ekim 1984), s.8-9. Haydar Necib, “İlk Menba”, Anadolu Mecmuası, 4( 1 Temmuz 1341/1925), s. 121. HAYRETTİNLİ, Turgut, “Enis Behiç Koryürek”, Vatan, 3022(23 Ekim 1949), s. 2. 480 HOYİ, İbrahim, “Orhan Seyfi Orhan”, Akşam, (29 Ağustos 1972), s. 5. HULÛSİ, İsmet, “Sulara Dalan Gözler” S. P., 3042(17 İkinci Kanun 1939), s. 8,10 IRMAK, Sadi, “Üç Orhan Seyfi”, Akşam, (21 Eylül 1972), s. , 7. İÇLİ, Selâhattin, “Bestekârlara İlham Veren Şairler: O. Seyfi”, S. H., (15 Ocak 1971), s. 6. ________, “Bestekârlara İlham Veren Şairler: O. Seyfi Orhon”, Dünya, (5 Mayıs 1973), s. 1. İki Genç, “Yeni Bir İstidad Cemile Konuk=Yusuf Ziya Ortaç”, SF, 2271/586(29 Mart 1940), s. 230. İMSET, “Edebiyat Âlemimizde Kaldırılan Kazan”, S. P., 3404(19 İkinci Kânun 1940), s. 1,10. İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal,“Halid Fahri Bey (s.1-3)”, Son Asır Türk Şairleri, C. 1, Orhaniye Matbaası, İstanbul,1930, s. 576 ________, “Halid Fahri Bey”, Son Asır Türk Şairleri, 1. cilt, İstanbul, 1988, s. 547548. ________, “Orhan Seyfi (s. 1290-1293)”, Son Asır Türk Şairleri, 3. cilt, (11531728) s. ________, “Ziya (s. 2085-2087)”, Son Asır Türk Şairleri, IV. cilt, İstanbul, 1988, (1729- 2352 arası) İNANÇ, Üstün, “Orhan Seyfi Orhon”, Bugün, (26 Ağustos 1972), s. 3. KABAKLI, Ahmet, “Fâl-i Hayr”, Tercüman, (28 Temmuz 1956), s. ? ________, “Ozansoy’dan” , Tercüman, (22 Ekim 1964), s. ________, “Peri Kızı İle Çoban”, Tercüman, (3 Eylül 1972), s. 2, 7. ________, “Faruk Nafiz”, Tercüman, 4368(14 Kasım 1973), s. 2. 481 ________, “Faruk Nafiz”, Türk Edebiyatı, 24(Aralık 1973), s. 30-33. KAFLI, Kadircan, “Sonsuz Gecelerin Ötesinde…”, Tercüman, (26 Ocak 1964), s. K(AKINÇ), Tarık Dursun, “Bir Dil Ustası: Yusuf Ziya Ortaç”, Kitap-lık, 48(Temmuz-Ağustos 2001), s. 167-169. KANSU, Ceyhun Atuf, “Han Duvarları”, Barış, 18046(17 Kasım 1973), s. 5. KAPLAN, Mehmet, “Yeni Türk Şiirinde Anadolu, Yola Çıkış-1-”, Türk Yurdu, 244 (Mayıs 1955) s. 811-816. ________, “Halk Edebiyatından Faydalanma”, Türk Edebiyatı, 13(Ocak 1973), s. 6-7. ________, “Cumhuriyet Devrinde Memleket Şiirleri ve Faruk Nafiz Çamlıbel”, Kültür ve Sanat, 2 ( Ekim 1973), s. 82-84. KAPLAN, Ramazan, “Köy Romanı”, Hece (Türk Romanı Özel Sayısı), 65-6667(Mayıs-Haziran-Temmuz 2002), s. 275-280. KARACA, Rahmi, “Yusuf Ziya Diyor ki”, Uyanış, 2162/477( 27 İkinci Kânûn 1938), s. 153,160. (KARAOSMANOĞLU), Fevzi Lütfi, “Anadolu Hanları”, Dergâh, (20 Teşrinisani 1337/1921), s. 13. ________, “Gönülden Sesler”, Dergâh, 24(15 Nisan 1338/1922), s. 187-188. ________, “Halit Fahri- Gülistanlar Harabeler”, Dergâh, 33(20 Ağustos 1338/1922), s. 142-143. ________, “Orhan Seyfi’den Hatıralar”, S. H., (1 Eylül 1972), s. 1, 7. KARAYAVUZ, Selâhattin, “Kervan”, Son Saat, (3 Mart 1964). Kâzım Nami, “Halit Fahri’ye Diyeceklerim”, Varlık, 5 (15 Eylül 1933), s. 68. KEMAL, Mehmet, “Akın”, Barış, 18035(6 Kasım 1973), s. 2. 482 KEMAL, Tunç, “Bestekârlara İlhame Veren Şairler: Orhan Seyfi Orhon”, S. H., (13 Nisan 1972), s. 5. ________, “Orhon, Bestekârlara İlham Vermişti”, S. H., (31 Ağustos 1972), s. 3, 7. Kemalettin Kami, “Millî Vezin Her Bakımdan Aruza Faiktir”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 83. KEMBER, Lütfi Arif, “Bekârlar Tekkesinin Gedikli Müdavimleri Kimlerdi?” S. P., (7 Eylül 1954). Kim, “Göç”, Kim, (13 Temmuz 1961). (KOCATÜRK), Vasfi Mahir, “Faruk Nafiz ve Sanatı”, Hayat, 134(20 Haziran 1929), s. 71-74/15-18. ________, “Vezin ve Kafiye”, Varlık, 66 (1 Nisan 1936), s. 276. KOÇ, Mustafa, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiir Defterlerinden, Kitaplık, YKY, 59 (Mart 2003), s. 82-93. KOLCU, Hasan, “Millî Vezin Meselesi Karşısında Cenab Şahabeddin”, T. D., 570(Haziran 1999), s. 540-547. KONANÇ, Enver, “Hecenin On Şairi”, SF-Uyanış, 2428(29 Nisan 1943), s. 198. “Koryürek, Enis Behiç (s. 399-400)”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, 2. cilt, İstanbul, 1982, (s. 446+21). (KORYÜREK), Enis Behiç, “Musiki Usüllerinin Nazma Tatbiki-1”, Şehbal, 86(15 Teşrinisanil 1329/1913), s. 270-271. ________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 2”, Şehbal, 88 (15 Kânunievvel 1329), s. 304-305. ________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 3”, Şehbal, 91(15 Şubat 1329), s. 368-369. 483 ________, “Musiki Usullerinin Nazma Tatbiki- 4”, Şehbal, 93(15 Mart 1330/1914), s. 408-409. ________,““Süleyman Nazif” Merhum İçin”, SF, 1587/113(13 Kânunisani 1927), s. 131. ________, “Ahmet Hikmet”, Türk Yurdu, 191/30(Haziran 1927), s. 265. ________, “Çoban Çeşmesi- Faruk Nafiz”, Hayat, 31(30 Haziran 1927), s. 9698/16-18. ________, “ Bir Eski Bahis: Aruz-Hece!”, Varlık, 6 (1 Birinci Teşrin 1933). s. 8485. KÖKSAL, Cemil, “Dil ve İmge”, Adam Sanat,132( Kasım 1996), s.75. Köprülüzade Mehmet Fuad, “Fırtına ve Kar”, Büyük Mecmua, 4 (27 Mart 1919), s. 55. KÖPRÜLÜ, Fuad, “İnkılâp ve Edebiyat”, Hayat, 5 (30 Kânun evvel 1926). ________,“Vezin, İlk Şiirler”, Edebiyat Araştırmaları I, İstanbul, 1989, s.125-129. KURDAKUL, Şükran, “Cumhuriyet Dönemi Şiir Hareketleri”, Broy, 8 (1986), s. 36-37. ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Çağdaş Türk Edebiyatı, C. 1, İst., 1992, s. 232-243 KÜÇÜK, Sabahattin, “Şiir ve Şiir Sanatında Ses Unsuru”, Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,1(1982), s.101. LERMİOĞLU, Ayten, “Bir Şiir, Bir Şair… Faruk Nafiz Çamlıbel”, Milliyet, (14 Haziran 1954), s. ? ________, “Şair Hoca Faruk Nafiz Çamlıbel”, Sabah, (19 Kasım 1973), s. 2. LEVEND, Âgâh Sırrı, “Türkçülük ve Millî Edebiyat”, Belleten, 1961, s. 147-206. 484 MARAŞLI, Erol, “Faruk Nafiz’e Dair”, K. A. M.,1 (Ocak 1974), s. 74. MARDİN, Yusuf, “Çamlıbel’e Ait Bir İki Anı”, Hisar, 120 ( Aralık 1973), s. 22-23. Mehmet Halit, “Çoban Çeşmesi”, Millî Mecmua, 87(1 Haziran 1927), s. 1410-1412. Mehmet Selim, “Bir Taarruzu Def İçin”, SF, 1819/134(15 Haziran 1931), s. 54-55. MERAM, Ali Kemal, “Sulara Dalan Gözler”, SF, 2174/489(21 Nisan 1938), s.340. ________, “Halit Fahri Ozansoy’un Şiirleri”, SF, 2174 (1938). “Meşale”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi (Devirler/ İsimler/Eserler/ Terimler), 6. cilt, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1986, (556+27), s. METO, Erdoğan, “Aruzun Müdafaası”, Çınaraltı, 112(13 İkinci Teşrin), s.10. “Mısralarda Yaşayan Aşklar: Orhan Seyfi’nin Yıllar Sonra Bulup Kaybettiği Gençlik Aşkı”, (Kon. Gavsi OZANSOY), Tercüman, 863(13 Mart 1964), s. 5. Muammer Lütfi, “Yanardağ”, SF, 1665/191(12 Temmuz 1928), s. 135. Muhlis Ferit, “Faruk Nafiz”, Bütün Mecmuası, 2(1 Nisan 1932). MUHSİN, Ziya, “Faruk Nafiz İçin”, K. A. M., 2(Nisan 1974), s. 62-65. (NAYIR), Yaşar Nabi- (SOLOK), Cevdet Kudret, “Halit Fahri”, Meşale, 4(15 Ağustos 1928), s. 4-6. ________, “Orhan Seyfi”, Meşale, 5(1 Eylül 1928), s. 2-7. ________, “Edebî Simalar: Faruk Nafiz-2”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 2-6. ________, “Yalova Türküsü ve Akın”, Muhit, 41(Mart 1932), s. 10-11, 73. (NAYIR), Yaşar Nabi, “Faruk Nafiz-2-”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 2-6. ________, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(Birinci Teşrin 1933), s. 82. ________, “Şiirde Eski-Yeni Meselesi”, Varlık, 13(1 Ağustos 1946), s. 4. ________, “Halit Fahri’ye Açık Mektup”, Varlık, 329 (1 Aralık 1947), s. 7. ________, “Halit Fahri’ye İkinci Mektup”, Varlık, 330 (1 Ocak 1948), s. 6. 485 NECATİGİL, Behçet, “Beş Hececiler (s. 404-406)”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, C:1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977, 486 s. ________, “Beş Hececiler”, Düz Yazılar 1: Bile/Yazdı/Yazılar, Cem Yayınevi, İstanbul, 1983, s. 249-255. (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, I. Cilt, s. 404-406). “Neler Dediler: Orhan Seyfi B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1873/188(7 Temmuz 1932), s. 85-86, 91. “Neler Dediler: Halit Fahri B. Diyor ki”, (Kon.: Sehap Nafiz), SF, 1877/192(14 Ağustos 1932), s. 150-151, 160. OĞUZBAŞARAN, Bekir, “Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Necip Fazıl Etkisi”, Türk Edebiyatı, 225(Temmuz 1992), s. 23-26. (OĞUZCAN), Ümit Yaşar, “40 Yılın 40 Şairi: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Yelpaze, (22 Nisan 1964) OKAY, Orhan, “Şiir Sanatı Üzerine”, Türk Kültürü Araştırmaları (Ayrı basım) Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1988, s.177-183. ONBULAK, Sinan, “Süleyman Çelebi ve Sevgili Fanusu”, Zafer, 180(26 Ekim 1949), s. 2. ________, “Süleyman Çelebi’nin Ruhu Konuşuyor”, Zafer, 189(3 Kasım 1949), s. 2, 5. ________, “Ölümünün Yıldönümü Münasebetile Enis Behiç”, Zafer, 532(17 Ekim 1950), s. 5. ________, “Rahmetli Enis Behiç Koryürek”, Zafer, 897(17 Ekim 1951), s. 2, 4. 486 ________, “Ölümünün Yıldönümü Münasebetile Enis Behiç”, Zafer, 532(17 Ekim 1950), s. 5. ONUR, Necmi, “Edebiyat Sayfamızdan Bir Yaprak Daha Koptu”, Yeni Gazete, (2 Mart 1971), s. 8. ________, “Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor? Faruk Nafiz Çamlıbel’in Cevabı” , Yeni Gazete, 2295 ( 4 Mayıs 1971). “Orhan Seyfi Orhon’la Bir Konuşma: “Uydurma Dille Edebiyat Olmaz””, (Kon.: Öz DOKUMAN), Hayat-Tarih Mecmuası, 11(Aralık 1970), s. 36-43. “Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya Diyorlar ki”, (Kon.: Naci Sadullah), S. P., 2456(3 Haziran 1937), s. 7. ORHON, Orhan Seyfi, “Eski Şairler”, Şairler, 5(9 Kânunisani 1919)?, s. 65-66 ________, “Yahya Kemal Bey’in Şiiri Münasebetiyle”, Ümid, 14(25 Teşrinisani 336/1920), s. 6-9. ________, “Şaire Yol Gösterenler”, Güneş, 2(15 Kânunisani 1927), s. 1. (** imzasıyla) ________,“Yeni Âlimlerimizden Ali Canib Bey’e”, Güneş, 4 (15 Şubat 1927), s. 13. ________, “Müderrisler Kavgasına Dair”, Güneş, 8 (15 Nisan 1927), s. 14-15. ________, “Ada Şiirleri”, Güneş, 16 (15 Ağustos 1927), s. 4-5. ________, “Eski Şairler Arasında- Fuzuli -1-“, Muhit, 44(Haziran 1932), s. 10-11, 79. ________, “Eski Şairler Arasında-Fuzuli-2- ”, Muhit, 45(Temmuz 1932), s. 58-59. ________, “Eski Şairler Arasında-Fuzuli-3- ”, Muhit, 46(Ağustos 1932), s. 24-25. ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 42(18 Birinci Teşrin 1934), s. 18. (O. S.) ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 44(1 İkinci Teşrin 1934), s. 12. (Fiske) 487 ________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 104(4 Kânûnisâni 1935), s. 15. (O. S) ________, “Edebiyat Tenkidleri”, Akbaba, 59(14 Şubat 1935), s. 17. (Fiske) ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 69(25 Nisan 1935), s. 5. (O. S.) ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 70(2 Mayıs 1935), s. 9. (O. S.) ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 80(13 Temmuz 1935), s. 11. (O. S.) ________, “Edebiyat Tenkidleri”, Akbaba, 90(28 Eylül 1935), s. 10. (O. S.) ________, “Serabı Ömrüm”, Aydabir, 4 (1 Kânûnıevvel 1935), s. 26-30. (O. S. O.) ________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 122(9 Mayıs 1936), s. 16. (O. S.) ________, “Abdülhak Hâmid’e Mektup”, Uyanış, 2122/437(22 Nisan 1937), s. 347. ________, “Edebiyat Tenkidi”, Akbaba, 9/215(17 Şubat 1938), s. 6-7. (O. S. O.). ________, “Yeni Şiirler!”, Akbaba, 10/249(13 Birinci Teşrin 1938), s. 6-7. (O.S.O.). _______, “Son Şiirler!”, Akbaba, 10/256(1 Birinci Kânûn 1938), s. 6. (O. S. O). ________, “Edebiyat Tenkitleri”, Akbaba, 316(8 Şubat 1940), s. 4. (Fiske). ________, “Yahya Kemal’in Son Şiiri”, Akbaba, 326(18 Nisan 1940), s. 4-6. (Fiske) ________, “Şiir Tenkidi”, Akbaba, 347(12 Eylül 1940), s. 5-6. ________, “Namık Kemal”, Akbaba, 362(26 Birinci Kânun 1940), s. 3. ________, “Münevverler ve Halk”, Çınaraltı, 20(20 Birinci Kânûn 1941), s. 3. ________, “Namık Kemal”, Çınaraltı, 21(27 Birinci Kânûn 1941), s. 3. ________, “Edebiyat Sohbeti”, Akbaba, 375(27 Mart 1941), s. 4-5. ________, “Hayal”, Çınaraltı, 9(4 Birinci Teşrin 1941), s. 3. ________, “Tarihten Bir Ders”, Çınaraltı, 10(11 Birinci Teşrin 1941), s. 3. ________, “Divan Edebiyatı”, Çınaraltı, 10(11 Birinci Teşrin 1941), s. 8-9. ________, “Halk Sanatkârı Naşit!”, Çınaraltı, 63(5 Birinci Kânûn 1942), s. 3. ________, “Şair Emin Bülent”, Çınaraltı, 64(12 Birinci Kânun 1942), s. 8-9, 15. 488 ________, “Birkaç Satır”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 5. ________, “Namık Kemal”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânûn 1942), s. 8. (O. S. O.) ________, “Şair Mehmet Akif”, Çınaraltı, 66(26 Birinci Kânûn 1942), s. 7. (O .S. O. ). ________, “Trabzon ve Havalisinde Toplanmış Folklor Mahsulleri”, Çınaraltı, 112(10 İkinci Kânun 1943), s. 6-7. (O. S. O.). ________, “Allah Cümlemize Rahatlık Versin”, Çınaraltı, 70(23 İkinci Kânûn 1943), s. 11. (O.S.O. ) ________, “Aileye ve İffete Hücum”, Çınaraltı, 71(30 İkinci Kânun 1943), s. 10. (O. S. O) ________, “Zevkimizi Düşürmek İçin”, Çınaraltı, 73(13 Şubat 1943), s. 11. (O.S.O.) ________, “Şair Nedim”, Çınaraltı, 79(27 Mart 1943), s. 12, 18. (O. S. O.) ________, “Halk Sanatkârı Naşit”, Çınaraltı, 84(1 Mayıs 1943), s. 3. ________, “Ahmet Haşim”, Çınaraltı, 90(Haziran 1943), s. 3. ________, “Tevfik Fikret”, Çınaraltı, 98(7 Ağustos 1943), s. 9-11. (O. S. O.) ________, “Sahici Yeni Nesil- Zafer Arıkbağ”, Çınaraltı, 113(20 İkinci Teşrin 1943), s. 7, 14. (O. S. O.). ________, “Şiir Tenkidi”, Çınaraltı , 119(1 Son Kânûn 1944), s. 8-10. (O. S. O.). ________, “Birkaç Söz!”, Çınaraltı, 123(22 Son Kânun 1944), s. 11, 15.(O. S. O) ________, “Hece mi? Aruz mu?”, Çınaraltı, 123(29 Son Kânun 1944), s. 8. (O. S. O.) ________, “Taklit Devri”, Çınaraltı, 136(29 Nisan 1944), s. 3. ________, “Haksız Bir Tezyif”, Çınaraltı, 139(20 Mayıs 1944), s. 11. (O. S. O.) 489 ________, “Ferit Kam”, Çınaraltı, 141(10 Haziran 1944), s. 3. ________, “Hece mi, Aruz mu?”, Çınaraltı, 142(17 Haziran 1944), s. 7. (O. S. O.) ________, “Şiir Kitapları”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 3. ________, “Güzel Bir Şiir”, Çınaraltı, 144(1 Temmuz 1944), s. 7. (O. S. O.) ________, “Deniz Bayramı”, Çınaraltı, 145(8 Temmuz 1944), s. 3. ________, “Şair ve Deniz”, Çınaraltı, 145(8 Temmuz 1944), s. 4. (O. S. O.) ________, “Anadolu”, Çınaraltı, 146(15 Temmuz 1944), s. 3. ________, “Yeni Bir Şiir Kitabı: Mozaik”, Çınaraltı, 2(2 Eylül 1944), s. 2, 4. (O.S.O.) ________, “Hece mi Kolay, Aruz mu?”, Çınaraltı, 3(9 Eylül 1944), s. 3. (O. S. O.) ________, “Hece Vezninde Beğendiğimiz Şiirler”, Çınaraltı, 4(16 Eylül 1944), s. 2, 4. (O. S. O.) ________, “Bir Manzumeye Dair”, Çınaraltı, 121(15 Son Kânun 1944), s. 8-9. (O. S. O.) ________, “Besim Atalay’a Cevap”, Yeni Çağ, 2 (9 Şubat 1946), s. 8. ________, “Şarklılık Zihniyeti”, Yeni Çağ, 8(23 Mart 1946), s. 3. ________, “Bay Nurettin Özdemir’e”, Yeni Çağ, 10(6 Nisan 1946), s. 7, 9. ________, “Sonra? Şair Celâl Sılay’ın Yeni Şiir Kitabı”, Yeni Çağ, 11/1 (13 Nisan 1946), s. 9. (O. S. O.). ________, “Besim Atalay’a”, Yeni Çağ, 11 (13 Nisan 1946), s.10. ________, “Cenab’ı Müdafaa”, Yeni Çağ, 12 (20 Nisan 1946), s. 6, 9-10. (O. S. O.) ________, “Mehmet Akif”, Yeni Çağ, 2(9 Şubat 1948), s. 7. (O. S. O.) ________, “Şiir Üzerinde Konuşma”, Hisar, 1 (16 Mart 1950), s. 4-5. ________, “Enis Behiç”, Zafer, 868(18 Ekim 1951), s. 2. (** imzasıyla). 490 ________, “Sahte Şiir!”, Zafer, 2179(22 Ocak 1955), s. 2. ________, “Yeni Şiir!”, Zafer, 2188(31 Ocak 1955), s. 2. ________, “Yeni Şiir!”, Zafer, 2245(30 Mart 1955), s. 2. ________, “Yeni Şiirler ..”, Zafer, 2306(1 Haziran 1955), s. 2. ________, “Şiir Mükâfatı”, Zafer, 2422(28 Eylül 1955), s. 2 ________, “Celâl Sahir!”, Zafer, 2254(22 Kasım 1955), s. 2. ________, “Şiir Saati!”, Zafer, 2662(19 Ocak 1957), s. 2. ________, “Hecenin Beş Şairi!”, Zafer, 2666(23 Ocak 1957), s. 2, 4. ________, “Kaybolan Şair”, Zafer, 2668(25 Ocak 1957), s. 2, 4. ________, “Çocuk Şiirleri”, Havadis, 688(15 Eylül 1958), s. 2. ________, “Aruz Öldü Mü?”, Havadis, 739(5 Kasım 1958), s. 2. ________, “Yahya Kemal İçin”, Varlık, 490(15 Kasım 1958), s. 4. ________, “Şiir Antolojisi”, Havadis, 801(6 Ocak 1959), s. 2 ________, “Mehmet Emin Yurdakul”, Havadis, 881(16 Ocak 1959), s. 2. ________, “Şiir Bahçesi”, Havadis, 844(18 Şubat 1959), s. 2. ________, “Hüseyin Siyret”, Havadis, 856(2 Mart 1959), s. 2. ________, “Heyecan ve Sükûn”, Havadis, 937(24 Mayıs 1959), s. 2. ________, “Son Eseri”, S. H., 582(20 Mart 1962), s. 2. ________, “Eski Şiirin Rüzgârıyle”, S. H., (17 Kasım 1962), s. ? ________, “Bir Deliyle Akıllının Şiiri”, S. H., 895(30 Ocak 1963), s. 2. ________, “Bir Türk Musevi Şair!”, S. H., 905(9 Şubat 1963), s. 2. ________, “Nazım Hikmet”, S. H., 1013(6 Haziran 1963), s. 2. ________, “Remzi Baba!”, S. H., 1036(29 Haziran 1963), s. 2. ________, “Tevfik Fikret!”, S. H., 1089(21 Ağustos 1963), s. 2 491 ________, “Rubâiler”, S. H., 1177(17 Kasım 1963), s. 2, (O. S. O.). ________, “Edebiyatımızda Gül ve Bülbül”, Aydabir, 23(Mayıs 1964), s. 6-7. ________, “Benim Adım”, S. H., 1825(15 Eylül 1965), s. 2. ________, “Ortaç”, S. H., (13 Mart 1967). ________, “Vatan Haini”, S. H., 2474(17 Temmuz 1967), s. 2. ________, “Faruk’tan”, S. H., 2475(18 Temmuz 1967), s. 2. ________, “Palavracılar…”, S. H., 2560(12 Ekim 1967), s. 2. ________, “Eski Şiirin Rüzgârıyle (s. 187-188)”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası II, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul, 1968, 216 s. ________, “Rubâiler (s. 192-193)”, Yahya Kemal Enstitüsü Mecmuası II, İstanbul Fetih Cemiyeti Yahya Kemal Enstitüsü Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul, 1968, 216 s. ________, “Dil Elden Gidiyor!”, T. D., 201 (Haziran 1968), s. 282-283. ________, “Bozguncular...”, T. D., 201 (Haziran 1968), s. 285-286. ________, “Halit Fahri”, S. H., (25 Şubat 1971), s. 2. ________, “Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi’ni Niçin ve Nasıl Yazdım ?”, K. A. M., 1 (1 Ocak 1972), s. 37-43. ________, “Şair Bir Sanatkârdır”, K. A. M., 2 (1 Nisan 1972), s. 46-50. ________, “Şair Bir Sanatkârdır”, S. H., (29 Nisan 1972), s. 5. ________, “Kafiye Sanatı”, K. A. M., 3 (1 Temmuz 1972), s. 52-56. ________, “Dehşet Duydum”, K. A. M., 4(1 Ekim 1972), s. 22-24. ________, “İhtiyarlık”, K. A. M., 4 (1 Ekim 1972), s. 17-20. 492 ________, “Orhan Seyfi Orhon’dan Seçmeler: Bugünkü Türkçe-Şiirde Sahtekârlık”, K. A. M., 4 (Ekim 1973), s. 16-20. ORTAÇ, Yusuf Ziya, “Aruz ve Hece Vezinleri Hakkında I”, Türk Yurdu, 117/1(1 Eylül 1332/14 Eylül 1916), s. 3151-3154/9-12. (Y. Z.) ________, “Finten”, Türk Yurdu, 120/4(12 Teşrinievvel 1332/26 Ekim 1916), s. 3196-3201/54-59. ________, “Aruz Ve Hece Vezinleri Hakkında II”, Türk Yurdu, 121/5(22 Teşrinievvl 1332/9 Kasım 1916), s. 3221-3224/79-80. (Y. Z.) ________, “Baykuş”, Türk Yurdu, 131/3(29 Mart 1333/1917), s. (3379-3383/3741). (Y.Z.) ________, “Hilâl’in Gölgesinde”, Türk Yurdu, 136/8(9 Haziran 1333/9 Haziran 1917), s. 3462-3464/120-122. (Y. Z.) ________, “İbdâî Edebiyat”, Servetifünun, 1368(22 Teşrinisani 1333/22 Kasım 1917), s. 251-254. ________, “Edebî Hafta”, SF, 1369(29 Teşrinisani 1333/29 Kasım 1917), s. 278279. ________, “Edebiyatımızda Aşk”, SF, 1371(13 Kânunievvel 1333/13 Aralık 1917), s. 310-311, 314-315. ________, “Gizli Münasebetler”, SF, 1372(20 Kânunievvel 1333/20 Aralık 1917), s. 329-330. ________, “Millî Edebiyat ve Nazirecilik”, SF, 1373(27 Kânunievvel 1333/1917), s. 350-351. ________, “Millî Edebiyat ve Garibecûluk”, SF, 1374(3 Kânunisani 1333/1918), s. 371-374. 493 ________, “Yine Garibecûluk”, SF, 1375(10 Kânunisani 1333/10 Ocak 1918), s. 383-386. ________, “Temaşa , Edebiyatta”, Temaşa, 12(30 Teşrinisani 1334/1918), s. 4-5. ________, “Siyaset ve Edebiyat”, Şair, 4(2 Kânunisani 1919), s. 49. (*** imzasıyla) ________,“Tornistan!..”, Şair, 7 (23 Kânûnisani 1919), s. 97-98. (Y. Z.) ________, “Aruzdan Heceye, Heceden Aruza!”, Şair, 8(30 Ocak 1919), s. 113. ________, “Edebiyatımızda Aşk”, Şair, 9 (6 Şubat 1919), s. 129-130. ________, “İflâs”, Şair, 10 (13 Şubat 1919), s. 145-146. ________, “Tehlike”, Şair, 11 (20 Şubat 1919), s. 161-162. ________, “Curcuna”, Şair, 12 (27 Şubat 1919), s. 177-178. ________, “Efendiler ve Köleler”, Şair, 13 (6 Mart 1919), s. 193-194. ________, “Mektubuma Dair Kardeşim Halit Fahri”, Şair, 14(13 Mart 1919), s. 205206. ________, “Çokluk ve Yokluk”, Şair, 15 (20 Mart 1919), s. 217. ________, “Beyaz Bayrak”, Şair-Nedim, 16(15 Mayıs 1335/1919), s. 245. ________, “Peri Kızile Çoban”, Büyük Mecmua, 13(16 Teşrinievvel 1919), s. 206207. ________, “Nazire Değil, Eser…”, SF, 1443(15 Kânunisani 1336/15 Ocak 1920), s. 146-147. ________, “Manzum Bir Eser Daha”, Temaşa, 19(1 Şubat 1336/1920), s. 12-13. ________, “San‘atkâr ve Halk”, SF, 1445(5 Şubat 1336/5 Şubat 1920), s. 166-167. ________, “İtiraf Karşısında”, SF, 1448(4 Mart 1336/4 Mart 1920), s. 214-215. ________, “Sahnede Vezin”, SF, 1451(21 Mart 1336/1920), s. 244-245. ________, “Sahnede Mahallî Renk”, SF, 1453(8 Nisan 1336/8 Nisan 1920), s. 268. 494 ________, “Hançer”, Alemdar, 2825/525 (29 Mayıs 1336/1920), s. 3. ________, “Ceza Kanunu”, Alemdar, 2834/534 (7 Haziran 1336/1920), s. 3. ________, “Küçük Beyler”, Alemdar, 2838/538 (11 Haziran 1336/1920), s. 3. ________,“Darülbedayi ve Münekkidler”, Alemdar, 2845/545 (18 Haziran 1336/1920), s. 3. ________, “Baykuş”, Alemdar, 2846/546 (21 Haziran 1336/1920), s. 3. ________,“Yine Darülbedayi ve Münekkidler 2”, Alemdar, 2847/547 (22 Haziran 1336/1920), s. 3. ________, “Beşinci Kitap”, Alemdar, 2851/551(26 Haziran 1336/1920), s. 3. ________, “Bizde Temaşa Edebiyatı -1-”, Alemdar (edebî nüsha), 2858/558(5 Temmuz 1336/1920), s. 3. ________, “Bizde Temaşa Edebiyatı-2”, Alemdar (edebî nüsha), 2868/568(13 Temmuz 1336/1920), s. 3. ________, “Zakkum”, Alemdar, 2888/588 (3 Ağustos 1336 /1920), s. 3. ________, “Edebiyat Musâhabeleri: Başlarken”, Alemdar, 2899/599(14 Ağustos 1336/1920), s. 3. ________, “Tevfik Fikret”, Alemdar, 2905/605 (21 Ağustos 1336/1920), s. 3. ________, “Mürûr-ı Zaman”, Alemdar (nüsha-i edebiyye), 2912/612, 612/3 (28 Ağustos 1336/1920), s. 1. ________, “Şairlerin Nükteleri”, Alemdar, 2912/612 (28 Ağustos 1336/1920), s. 3. (Çimdik). ________, “Orhan Seyfi İle Konuştum”, Alemdar (kısm-ı edebî), 2933/633(18 Eylül 1336/ 18 Eylül 1920), s. 3. ________, “Çoban Çeşmesi” Güneş, 4 (15 Şubat 1927), s. 8. 495 ________, “Ahmet Hikmet Hakkında İhtisaslar”, Güneş, 11(1 Haziran 1927), s. 9. ________, “On Beş Günde”, Meşale, 2(15 Temmuz 1928), s. 16. ________, “Kari Gözüyle”, Meşale, 7(1 Teşrinievvel 1928), s. 1. ________, “Bir Tenkide Cevab”, Hayat, 63 (9 Şubat1928) s. 217. ________, “Tevfik Fikret”, Cumhuriyet, 2977(20 Ağustos 1932), s. 3. ________, “Ölüm Şarkısı!”, Cumhuriyet, 2984(27 Ağustos 1932), s. 3. ________, “Türk-Yunan Edebiyatı”, Cumhuriyet, 3011(23 Eylül 1932), s. 3. ________, “Ahmet Rasim”, Cumhuriyet, 3013(25 Eyül 1932), s. 3. ________, “Kurultay Açılırken Halk Edebiyatı ve Divan Edebiyatı”, Cumhuriyet, 3014(26 Eylül 1932), s. 3. ________, “Mekteplerde Edebiyat Tarihi”, Cumhuriyet, 3019(1 Teşrinievvel 1932), s. 3. ________ , “Yeni Türk Mecmuası”, Cumhuriyet, 3025(7 Teşrinievvel 1932), s. 3. ________, “Edebiyatımız ve Musikimiz”, Cumhuriyet, 3078(30 Teşrinisani 1932), s. 3. ________, “Halk Şairleri ve Edebiyatımız”, Yeni Türk Mecmuası, 3(Birinci Kânun 1932), s. 194-198. ________, “Yeni Klişeler”, Cumhuriyet, 3043(25 Teşrinievvel 1932), s. 3. ________, “Ziya Gökalp”, Cumhuriyet, 3045(27 Teşrinievvel 1932), s. 3. ________, “Kadın Erkekleşince”, Cumhuriyet, 3111(2 Kânunisani 1933), s. 3. ________, “Türk ve Osmanlı”, Cumhuriyet, 312(13 Kânunisani 1933), s. 3. ________, “Aruzda Kolaylık”, Cumhuriyet, (17 Kânunisani 1933), s. 3. ________, “Taş Bebek”, Cumhuriyet, (18 Kânunisani 1933), s. 3. ________, “Bir Doktorumuza Cevap-3”, Cumhuriyet, 3142(4 Şubat 1933), s. 3. 496 ________, “Ahmet Haşim’in Ölümü Münasebetile”, Yeni Türk Mecmuası, 10(Temmuz 1933), s. 862-866. ________, “Öz Şiir Meselesi”, Akbaba, 9(1 Mart 1934), s. 4. ________, “Unutulmuş Bir İhtifal”, Ayda Bir, 8(1 Nisan 1936), s. 8. ________, “Türk Edebiyatı Nasıl ve Niçin Bir Buhran Geçiriyor?”, Çınaraltı, 1(9 Ağustos 1941), s. 13. ________, “Gençlik ve Çınaraltı”, Çınaraltı, 5(6 Eylül 1941), s. 3. ________, “İki Sınır”, Çınaraltı, 11(18 Birinci Teşrin 1941), s. 3. ________, “Cyrano De Bergerac”, Çınaraltı, 65(19 Birinci Kânun 1942), s. 6. ________, “Eminönü Halkevi Reisi Yavuz Abadan’a Cevap”, Çınaraltı, 22(3 İkinci Kânun 1942), s. 5-7. ________, “Biz Türküz! Türkçüyüz!”, Çınaraltı, 46(8 Ağustos 1942), s. 3. ________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 1(9 Mart 1944), s. 6. ________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 2(16 Mart 1944), s. 6. ________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, Akbaba, 3(23 Mart 1944), s. 6. ________, “Yanlış Yol”, Akbaba, 9(4 Mayıs 1944), s. 6. ________, “Fatih Divanı”, Akbaba, 13(1 Haziran 1944), s. 4-5. ________, “Ahmet Haşim”, Akbaba, 15(15 Haziran 1944), s. 4. ________, “Şiirde Ham Madde”, Akbaba, 16(22 Haziran 1944), s. 4. (Y. Z. O.). ________, “Vazgeçemediğim”, Akbaba, 52(Mart 1945), s. 2. (Çimdik) ________, “Bir Yeni Şair”, Yeni Çağ, 1 (2 Şubat 1946), s. 9. ________, “Her Şeyin Üstünde”, Çınaraltı, 1(17 Mart 1948), s. 3. ________, “Vezin ve Kafiye”, Çınaraltı, 2(24 Mart 1948), s. 7. (Y. Z.O.) ________, “Abdülhak Hamit’e Dair İlk ve Son”, Çınaraltı, 5(14 Nisan 1948), s. 9. 497 ________, “Üç Dil”, Çınaraltı, 5(14 Nisan 1948), s. 3. ________, “Edebiyatta İnsaf”, Çınaraltı, 8(5 Mayıs 1948), s. 4, 10. ________, “Gençliğe Davet”, Aydabir, 1(Temmuz 1952), s. 8. ________, “Millî Eğitim Bakanına Açık Mektup”, Akbaba, 34(6 Kasım 1952), s. 3. ________, “Edebiyatımızda Gül ve Bülbül”, Aydabir, 23(Mayıs 1954), s. 6-7. ________, “Aşkımızın Son Çarşambası”, Akbaba, 195(8 Aralık 1955), s. 4. (Y. Z. O.). ________, “Çektiklerimiz”, Akbaba, 10/253(17 Ocak 1957), s. 6. ________, “Enis Behiç”, Akbaba, 16/395(8 Ekim 1959), s. 4-5. ________, “Şiirimizde 7 Gün”, Akbaba, 11(12 Mart 1964), s. 6-7. Osman Nebi, “Büyük Üstat Orhan Seyfi’ye Mektup”, Yücel, 15(Mayıs 1936), s. 9395. OY, Aydın, “Edebiyatımızda Çoban Sembolü”, Hisar, 133(Ocak 1975), s. 28-29. OZANSOY, Gavsi, “Büyük Anketimiz: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Aydabir, 29(Kasım 1954), s. 11. ________, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli?: Faruk Nafiz”, Tercüman, 399(18 Kasım 1962), s. 1, 5. ________, “Edebiyatımızda Dünküler mi Bugünküler mi Daha Kuvvetli? Orhan Seyfi Orhon”, Tercüman, (4 Aralık 1967), s. 1, 5. ________,“Beş Kuşak Konuşuyor”, Haber, (17 Şubat 1967) OZANSOY, Halit Fahri, “Bir Gazâl-ı Meczûb”, Rübab, 29(26 Temmuz 1328), s. 325-330. ________, “Edebiyat ve Bizdeki Mevkii”, Alemdar, 128/61(19 Ağustos 1328/ 1 Eylül 1912), s. 3. 498 ________, “Edebiyat Mes‘elesi”, Alemdar, 198/308(4 Mart 1329/17 Mart 1913), s. 2. ________, “Şairlik Gururu”, Yeni Mecmua, 26(3 Kânûnisâni 1917), s. 503-505. ________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 139(19 Temmuz 1333/ 19 Temmuz 1917),. ________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 140/12(2 Ağustos 1333/ 2 Ağustos 1917), s. 3528-3529/186-187. ________, “Muğla Türküleri ve İçtimaî Yaralar”, Türk Yurdu, 142(30 Ağustos 1333/ 30 Ağustos 1917),. ________, “Şairde Haset”, Yeni Mecmua, 22(6 Kânunievvel 1917), s. 424-426. ________, “Yine Vezin Meselesi 1”, Yeni Mecmua, 57(15 Ağustos 1918), s. 93-94. ________, “Yine Vezin Meselesi 2”, Yeni Mecmua, 58(22 Ağustos 1918), s. 115116. (113-115 mi) ________, “Yine Vezin Meselesi 3”, Yeni Mecmua, 59(29 Ağustos 1918), s. 124126. ________, “Şiire Karışmayın”, Şair- Nedim, 2(23 Kânûnisâni 1919), s. 17-18. ________, “Zavallı Sanat!”, Şair- Nedim, 9(13 Mart 1919), s. 129-131. ________, “İstanbul ve Anadolu”, Nedim, 10 (27 Mart 1919). ________, “Dünkü, Bugünkü Edebiyat”, Alemdar, 1587/187(29 Eylül 1335/ 29 Eylül 1919), s. 2. ________, “Aruz Şairleri”, Alemdar, 2648/348 (29 Teşrinisânî 1335/1919), s. 3. ________, “Açık Mektup”, Alemdar, 2659/359(10 Kânunievvel 1335/ 1919), s. 3. ________, “Hece Şairleri”, Alemdar, 2662/362 (13 Kânûnievvel 1335/1919), s. 2. 499 ________,“Şiir Lisanımız”, Peyâm-i Sabah, (edebî nüsha), 19/62(18 Kânunievvel 1335), s. 2. ________, “Memleket Hikâyeleri”, Peyâm-i Edebî, 20/63(25 Kânunievvel 1335), s. 3. ________, “Millî Şiir, Millî Şair”, Alemdar, 2679/379(30 Kânunievvel 1335/ 30 Kânunievvel 1919), s. 3. ________, “Pastişin Edebiyattaki Mevkii”, Peyâm-ı Sabâh, (edebî nüsha), 22(8 Kânunisani 1336/ 1920), s. 2. ________, “Millî Zevke Doğru!”, Peyâm-i Sabah, (edebî nüsha), 24(22 Kânunisani 1336/ 1920), s. 2-3. ________, “Rustâî Şiirler”, SF, 1450(18 Mart 1336/1920), s. 232-233. ________, “Edebiyat Gürültüleri” , Ümit, 9(9 Eylül 336),s. 7. ________, “Refik Halit Bey”, Ümit, 13(4 Teşrinisani 336), s. 5-7. ________, “Tahsin Nahit,”, Ümit, 10(16 Kânunievvel 336), s. 6-8. ________, “Gençlikte Şiir Heyecanları”, Türkiye Edebiyat Mecmuası, 1(Eylül 1339/1923), s. 15-16. ________, “Millî Edebiyat Münakaşaları”, SF, 1540/66(18 Şubat 1926), s. 215. (*** imzasıyla) ________, “Tevfik Fikret”, SF, 1567/93(26 Ağustos 1926), s. 235. (*** imzasıyla). ________, “İlim ve Edebiyat”, SF, 1574/100(14 Teşrinievvel 1926), s. 343. ________, “Ziya Gökalp”, SF, 1576/102(28 Teşrinievvel 1926), ________, “Genç İstidâdlar Karşısında Umumî Birkaç Mülâhaza”, SF, 1600/126(14 Nisan 1927), s. 343. ________, “Hulyanın Ölümü”, SF , 1624/150(29 Eylül 1927), s. 306-307. 500 ________, “Bir İzah”, SF, 1629/155( 2 Teşrinisani 1927), s. 398. ________, “Yedi Meşale”, SF,1654/180( 26 Nisan 1928), s. 378-379. ________, “Yanardağ”, SF, 1666/192(19 Temmuz 1928), s. 147. ________, “Güzel San‘atlar Birliği’nde Edebiyat Şubesi”, Uyanış, 1715/30(13 Haziran 1929), s. 472. ________, “Güzel San‘atlar Birliği Edebiyat Şubesinde Buhran ve Bunun Hakikî Sebebi”, Uyanış, 1716/31(27 Haziran 1929), s. 485. ________, “Fikir ve Sanat Âleminden Haberler: Tevfik Fikret”, Uyanış, 1723/38(22 Ağustos 1929), s. 613. ________, “Yeni Yazılar Etrafında”, Uyanış, 1723/38(22 Ağustos 1929), s. 613. ________, “Edebî ve Ebedî Bir Dava”, Uyanış, 1724/39(29 Ağustos 1929), s. 633. ________, “Hakkı Tahsin- Eseri ve Hatırası”, Uyanış, 1725/40(5 Eylül 1929), s. 649. ________, “Darülbedayi’de “Tersine Akan Nehir””, Uyanış, 1747/62(6 Şubat 1930), s. 151. ________, “Şairlere Karşı Ebedî Terane”, Uyanış, 1768/83(3 Temmuz 1930), s. 70. ________, “Deniz Sarhoşları”, Uyanış, 1773/88(7 Ağustos 1930), s. 150- 151. ________, “Marazî Edebiyat”, SF-Uyanış, 1776/91(28 Ağustos 1930), s. 198. ________, “Ankara’da Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi –V-”, Uyanış, 1781/96(2 Teşrinievvel 1930), s. 278-279, 288. ________, “Genç Edebî Grubun Yıldönümü”, SF, 1810/135(2 Temmuz 1931), s. 6667. ________, “İki Hanım Kitabı- Yakut Kayalar- Tul Daireleri”, SF, 1823/138(23 Temmuz 1931), s. 114-115. 501 ________, “Dada Sayfasi Münasebetile”, SF, 1828/143(27 Ağustos 1931), s. 194195. ________, “Dil Kurultayına Doğru Güzel Türkçe Seferberliği”, SF, 1885/200(29 Eylül 1932), s. 278-279. ________, “Şişli Türkçesi”, SF, 1910/225(23 Mart 1933), s. 266. ________, “Ahmet Haşim’i Son Görüşüm”, SF, 1922/37(15 Haziran 1933), s. 34. ________, “Ahmet Haşim’in Hayatı”, Yeni Türk Mecmuası, 10(Temmuz 1933), s. 873-875. ________, “Bahar Hastalığı”, SF, 1928/243(27 Temmuz 1933), s. 130-131. ________, “Okunur Edebiyat İstiyoruz”, SF, 1931/246(17 Ağustos 1933), s. 178179. ________, “Aruz Hece Meselesi”, Varlık, 6(1 Birinci Teşrin 1933), s. 82. ________, “Kâzım Nami Bey, Biraz İnsaf!”, Varlık, 6(1 Birinci Teşrin 1933), s. 9293. ________, “Destan Devri, Destan Edebiyatı”, SF, 1939/254(12 Teşrinievvel 1933), s. 306. ________, “On Yılın Destanı”, SF, 1947/262(14 Birinci Kânun 1933), s. 34, 39 ________, “Gündelik Edebiyat”, SF, 1952/267(18 İkinci Kânun 1934), s. 115. ________, “Edebiyatımız Nasıldı? Nasıldır? Nasıl Olmalıdır?”, SF, 1982/297(16 Ağustos 1934), s. 178-179, 182-183. ________, “İstanbul’dan Londra’ya Şileple Bir Yolculuk”, SF, 1990/305(11 Birinci Teşrin 1934), s. 312-315. ________, “Açık Türkçe’ye Çevirmeler”, Uyanış, 2010/325( 28 Şubat 1935), s. 210. 502 ________, “Ortaokul ve Liselerimizde Türkçe ve Edebiyat Programlarımız Nasıl Olmalı?”, Uyanış, 2032/347(1 Ağustos 1935), s. 146-147. ________, “Ölüp De Dirildikten Sonra”, Uyanış, 2041/356(3 İlk Teşrin 1935), s. 290-291. ________, “Ahmed Hikmet’in Betkeleri”, Uyanış, 2044/359(24 İlk Teşrin 1935), s. 338-339. ________, “Yeryüzü, Gökyüzü”, Uyanış, 2047/362(14 İkinci Teşrin 1935), s. 386387. ________, “Celâl Sahir Artık Yok…”, Uyanış, 2048/363(21 İkinci Teşrin 1935), s. 402. ________, “Yılbaşına Girerken…”, Uyanış, 2054/369(2 İkinci Kanun 1936), s. 82. ________, “Eşi Görülmemiş Bir Antoloji”, Uyanış, 2061/376(20 Şubat 1936), s. 194-195. ________, “Aruzun Kifayetsizliği”, Uyanış, 2062/377(27 Şubat 1936), s. 210. ________, “Antoloji Münasebetile Birkaç Söz Daha”, Uyanış, 2063/378(5 Mart 1936), s. 227, 235. ________, “Gene Bir İntihal Meselesi”, Uyanış, 2063/378(5 Mart 1936), s. 231. ________, “Edebiyatta Bir Genç Nevhager!”, Uyanış, 2066/381(26 Mart 1936), s. 274-275. ________, “Edebiyat Kavgaları Etrafında Acı Düşünceler”, Uyanış, 2068/383(9 Nisan 1936), s. 306-307. ________, “ “Sergüzeşt” i Okurken”, Uyanış, 2072/387(7 Mayıs 1936), s. 371. ________, “Mehmet Akif”, SF, 2106/421(31 İlk Kânun 1936), s. 82. ________, “Şiir Aleyhtarı Şair”, Uyanış, 2109/424(21 Kânunisani 1937), s. ? 503 ________, “Divan Edebiyatı Hakkında”, Uyanış, 2109/424(21 Son kânun 1937), s. 139. ________, “Şiirimizin Acıklı Hâli”, S. P., 2334(29 İkinci Kânun 1937), s. 6. ________, “Yerlerinde Sayanlar-1-”, S. P., 2347(11 Şubat 1937), s. 6. ________, “Yerlerinde Sayanlar-2-”, S. P., 2349(13 Şubat 1937), s. 8. ________, “Edebiyat Şakşakçıları”, S. P., 2356(20 Şubat 1937), s. 8. ________, “Zevk ve Fikir Terbiyesi”, SF, 2117/432(18 Mart 1937), s. 258. ________, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2381(20 Mart 1937), s. 9. ________, “İlham Denen Kuş”, S. P., 2388(27 Mart 1937), s. 7-8. ________, “Hamit Neden Büyüktür?”, S. P., 2407(15 Nisan 1937), s. 6. ________, “Ölüm ve Şair”, S. P., 2412(20 Nisan 1937), s. 7. ________, “Hamit Neden Büyüktür?”, Uyanış, 2122/437(22 Nisan 1937), s. 341. ________, “Yahya Kemal Haklıdır”, S. P., 2451(29 Mayıs 1937), s. 9. ________, “Halk Roman ve Hikâyeleri”, S. P.,2465(12 Haziran 1937), s. 6. ________, “Göl ve Deniz Edebiyatı”, S. P., 2486(3 Temmuz 1937), s. 6. ________, “Roman Nasıl Yazılır?”, S. P., 2508(25 Temmuz 1937), s. 6. ________, “Müstehcen Nedir?”, S. P., 2543(29 Ağustos 1937), s. 6. ________, “Gizlenen San‘atkârlar”, S. P., 2552(7 Eylül 1937), s. 6. ________,“Edebiyatta Tecessüsün Yeri Var mı?”, S. P., 2643(9 Kânunıevvel 1937). ________, “Yılbaşı”, Uyanış, 2158/473(30 Birinci Kanun 1937), s. 83. ________, “San‘at Eserlerinde Mahallî Renk Nedir?”, S. P., 2809(27 Mayıs 1938), s. 7, 10. ________, “Şiir Telâkkileri”, S. P., 2845(2 Temmuz 1938), s. 9-10. 504 ________, “İki Şiirin Mısraları Arasında Doğan Hakikat”, S. P., 2874(31 Temmuz 1938), s. 9. ________, “Edebiyatçının Yaşı”, S. P., 2881(7 Ağustos 1938), s. 7. ________, “Salsburg Musikî ve Tiyatro Haftası”, SF-Uyanış, 2191/506(18 Ağustos 1938), s. 200-202. ________, “Abdülhak Hamit’i Kızdıran Şiir”, Uyanış, 2193/508(1 Eylül 1938), s. 29-230. ________, “Millî Edebiyat Sadece Mevzuda Mahallîlik midir?”, S. P., 2915(10 Eylül 1938), s. 7, 14. ________, “Bedbinlik Değil.. Yalnız Sanatta Titizlik”, SF, 2195/510(15 Eylül 1938), s. 258. ________, “Natür Seven Üstadıma İkinci Cevabım!”, Uyanış, 2196/511(22 Eylül 1938), s. 279. ________, “ Uyanış “Servetifünun” 48 Yaşında”, Uyanış, 2198/513(6 Birinci Teşrin 1938), s. 307. ________, “Rüzgâr”, S. P., 2942(7 Birinci Teşrin 1938), s. 8, 13. ________, “İnkılâp Edebiyatı”, S. P., 2955(20 Birinci Teşrin 1938), s. 7. ________, “15 Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 2964(29 Birinci Teşrin 1938), s. 13. ________, “Atatürk’ün Milli Edebiyat Hakkındaki Düşünceleri”, S. P., 2996(2 Birinci Kânun 1938), s. 7. ________, “Recaizade Ekrem”, S. P., 3056(3 Şubat 1939), s. 9. ________, “Şiiri Bulamayan Nesiller”, S. P., 3077(24 Şubat 1939), s. 8. ________, “Zevksizlik”, S. P., 3085(4 Mart 1939), s. 8, 12. ________, “Ağaç ve Orman Antolojisi”, S. P., 3091(10 Mart 1939), s. 8, 10. 505 ________, “Edebiyat, Devrini Aksettirir Mi?”, S. P., 3111(30 Mart 1939), s. 9. ________, “Tuna Edebiyatı”, S. P., 3118(6 Nisan 1939), s. 8, 10. ________, “Ankara ve Neşriyat Kongresi”, Uyanış, 2229/544(11 Mayıs 1939), s. 387. ________, “Tercüme Davası Etrafında Bazı Düşünceler ve Hatıratlar”, S. P., 3162(20 Mayıs 1939), s. 6. ________, “Tercüme Deyip De Geçmeyelim”, S. P., 3167(25 Mayıs 1939), s. 8, 10. ________, “Edebiyat mı? Resim mi?”, S. P., 3178(5 Haziran 1939), s. 9. ________, “Florinalı Nazım”, Uyanış, 2233/548(8 Haziran 1939), s. 35. ________, “Anlaşılan Şiirle Anlayanlar İçin Yazılanın Farkları”, S. P., 3189(16 Haziran 1939), s. 7. ________, “Eser ve Mevzu”, S. P., 3195(22 Haziran 1939), s. 7 ________, “Tahsin Nahit”, S. P., 3202(29 Haziran 1939), s. 7. ________, “Edebî Eserde Tez Meselesi”, S. P., 3205(2 Temmuz 1939), s. 6. ________, “Şairin Nesri”, S. P., 3224(21 Temmuz 1939), s. 9. ________, “Millî Edebiyatımızı Batırmak Doğru mu?”, S. P., 3245(11 Ağustos 1939), s. 9. ________, “Hayır, Millî Edebiyat Bizde Henüz Doğmadı”, S. P., 3257(23 Ağustos 1939), s. 7, 13. ________, “Millî Edebiyat Davası”, S. P., 3266(1 Eylül 1939), s. 6. ________, “Freud ve Edebiyat”, SF-Uyanış, 2249/564(28 Eylül 1939). ________, “Freud’un Ölümü ve Edebiyat Dünyası”, S. P., 3295(30 Eylül 1939), s. 5. ________, “Peki O Halde Neyi Münakaşa Ediyoruz?”, S. P., 3304(9 Birinci Teşrin 1939), s. 5. 506 ________, “Fikret’in Hatırasına Hürmet Edelim!”, S. P., 3308(13 Birinci Teşrin 1939), s. 5. ________, “Harp Karşısında Bir Düşünce”, Uyanış, 2252/567(19 Birinci Teşrin 1939), s. 319. ________, “Harp Psikolojisi İçinde Sanatın Rolü”, S. P., 3315(20 Birinci Teşrin 1939), s. 7. ________, “Ziya Gökalp”, S. P., 3322(27 Birinci Teşrin 1939), s. 5. ________, “Şiir Dili”, SF-Uyanış, 2254(2 Teşrinisani 1939), s. 343. ________, “İki Şair ve Yeni Şiirleri”, S. P., 3329(3 İkinci Teşrin 1939), s. 6, 11. ________, “Aruz ve Hece Vezinlerine Dair”, S. P., 3339(15 Teşrinisani 1939), s. 7. ________, “Şairlik, Şairânelik ve Şiirde Âlimânelik”, S. P., 3349(25 Teşrinisani 1939), s. 7. ________, “Yenileşen Halk Masalları- Servetifünun Gençleşiyor!- Afrodit”, S. P., 3357(3 Birinci Kânun 1939), s. 7, 11. ________, “Şiirde Egzotizme Doğru Gidiş”, S. P., 3363(9 Kânunievvel 1939), s. 6. ________, “Yalnız Söz Söyleme San‘atı Değil, İnşad San‘atı da Lâzımdır!”, S. P., 3370(16 Birinci Kânun 1939), s. 6. ________, “Folklor ve Edebiyat”, S. P., 3377(23 Birinci Kânun 1939), s. 6, 8. ________, “Bir Mecmua Nasıl Çıkar?”, S. P., 3384(30 Birinci Kânun 1939), s. 6, 10. ________, “Necip Fazıl ve Eserleri”, S. P., 3397(12 İkinci Kânun 1940), s. 6, 10. ________, “Şiirle Romanın Farkları”, S. P., 3397(12 İkinci Kânun 1940), s. 6, 10. ________, “Hesap Veriyorum”, S. P., 3401(16 İkinci Kânun 1940), s. 7, 10. ________, “Mehmet Akif”, S. P., 3391(26 İkinci Kânun 1940), s. 7, 11. ________, “Yenileşen San‘atkâr”, S. P., 3415(2 Şubat 1940), s. 6. 507 ________, (Genç-İhtiyar) Meselesinde “Horoz Öttü, Dava Bitti!””, S. P., 3443(1 Mart 1940), s. 6. ________, “Yahya Kemal’in Son Şiirleri”, S. P., 3450(8 Mart 1940), s. 6, 9. ________, “ “Sekti Melih” Mütehassısı (Vâ-Nû) ya Bir Cevap”, S. P., 3455(13 Mart 1940), s. 7. ________, “Yeni Şairlerimizin Güzel Eserleri”, S. P., 3499(26 Nisan 1940), s. 6, 11. ________, “Millî Mücadele Destanı”, S. P., 3513(10 Mayıs 1940), s. 7. ________, “Bir Genç Şairin Hiddeti”, S. P., 3519(16 Mayıs 1940), s. 6, 9. ________, “Son Neşredilen Üç Eser”, S. P., 3626(31 Ağustos 1940), s. 2, 8. ________, “Eski Şairler, Zevksizlik ve Bir Kitap Hikâyesi”, S. P., 3645(19 Eylül 1940), s. 5. ________, “Namık Kemal”, S. P., 3736(21 Birinci Kânun 1940), s. 2. ________, “Namık Kemal”, SF-Uyanış, 2314(26 Birinci Kânun 1940), s. 64. ________, “Divan Şiirine Rütbe Tevcihi mi?”, S. P., 3749 (3 İkinci Kânun 1941), s. 7. ________, “Sanat Âleminde Görülen Acayiplikler I”, S. P., 3794(20 Şubat 1941), s. 7. ________, “Yeni Eserler, Yeni Bir Şiir Kitabı: Açıl Kilidim Açıl”, S. P., 3800(26 Şubat 1941), s. 6. ________, “Dada Nedir?”, S. P., 3816(16 Mart 1941), s. 8. ________, “Servet-i Fünun Edebiyatı ve Bir Haksızlık”, S. P., 3820(20 Mart 1941), s. 2, 4. ________, “Orhan Seyfi’nin Yeni ve Güzel Bir Eseri: “O Beyaz Bir Kuştu””, S. P., 3829(29 Mart 1941), s. 2, 6. 508 ________,““Binnaz”ın Tekrar Tab‘ı Münasebetiyle”, S. P., 3836(5 Nisan 1941), s. 2, 7. ________, “Bugünün Şiiri Nasıl Olmalı?”, S. P., 3854(23 Nisan 1941), s. 7. ________, “Şiiri Nasıl Sevdim ve Nasıl Şair Oldum?”, S. P., 2857(26 Nisan 1941), s. 2, 6. ________, “Divanları Karıştırırken”, S. P., 3862(1 Mayıs 1941), s. 2, 6. ________, “Ölü Kelimeleri Hortlatmayalım!”, S. P., 3881(20 Mayıs 1941), s. 2, 4. ________, “Aruzu Bilmenin Faydaları”, S. P., 3901(9 Haziran 1941), s. 2, 4. ________, “Ahmet Haşim”, SF-Uyanış, 2338(12 Haziran 1941), s. 40. ________, “Fuzuli ve Aşk”, S. P., 3906(14 Haziran 1941), s. 2. ________, “Yakup Kadri’nin Haşim Hakkında Yanlış Bir Görüşü”, S. P., 3910(18 Haziran 1941), s. 2. ________, “Yeni Nesillere Millî ve Dinamik Bir Edebiyatın Lüzumunu Anlatmaya Mecburuz”, S. P., 3923(1 Temmuz 1941), s. 2. ________, “Vâ-Nû Yine Öttü!”, S. P., 3927(5 Temmuz 1941), s. 2, 5. ________, “Bir Gece Toplantısı ve “Hicret” Şiiri”, S. P., 3987(5 Eylül 1941), s. 3/1, 4/1. ________, “İki Makaleye Dair İki Küçük Not”, S. P., 4010(18 Eylül 1941), s. 3/1. ________, “Yürekten Zehirler (Rubailer)”, S. P., 4010(28 Eylül 1941), s. 4/2. ________, “Yeni Hayat”, S. P., 4136(11 Şubat 1942), s. 3/1-3/2. ________, “Edebiyat Hevesi”, S. P., 4142(17 Şubat 1942), s. 3/1. ________, “Ömer Seyfettin”, S. P., 4161(8 Mart 1942), s. 3/1-3/2. ________, “Ömer Seyfettin”, SF- Uyanış, 2377/91(12 Mart 1942), s. 195. ________, “İki Şiir ve İki Nesil”, S. P., 4188(4 Nisan 1942), s. 3/1, 4/1. 509 ________, “Zavallı Leylâ!”, S. P., 4199(15 Nisan 1942), s. 3/1-3/2. ________, “Şiir ve Şair Hakkında, I-II-III-IV-V-VI-VII”, S. P., 4242 (28 Mayıs 1942), s. 3/1, 4/1. ________, “Birkaç Şiirim Etrafında Tahlil Denemesi”, S. P., 4248(3 Haziran 1942), s. 3/1, 4/2. ________, “Lûtfiye-i Vehbî’yi Karıştırırken”, S. P., 4256(11 Haziran 1942), s. 3/1, 4/2. ________, “Selâhattin Enis İçin”, SF- Uyanış, 2391(18 Haziran 1942), s. 52, 59. ________, “Şiirin ve Şairin Hali”, S. P., 4277(5 Temmuz 1942), s. 3/1. ________, “Ahmet Mithat Efendi’den Beri Hiçbir Şey Değişmedi mi?”, S. P., 4287(15 Temmuz 1942), s. 3/1, 4/2. ________, “Çift Tercümeler”, S. P., 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1. ________, “Nasreddin Hoca Son Zaman!”, S. P., 4289(17 Temmuz 1942), s. 3/1. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim?1 ”, SF, 2397/712(30 Temmuz 1942), s. 122, 125. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 2”, SF, 2398/713(6 Ağustos 1942), s. 139, 143. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 3”, SF-Uyanış, 2399/714(13 Ağustos 1942), s. 152. ________, “Yeni Şiir ve Yeni Şair”, S. P., 4318(15 Ağustos 1942), s. 3/1, 4/1. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 4”, SF-Uyanış, 2400/715(20 Ağustos 1942), s. 166. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 5”, SF-Uyanış, 2401/716(27 Ağustos 1942), s. 177. 510 ________, “Anadolu ve Genç Şairler”, S. P., 4336(2 Eylül 1942), s. 3/1, 6. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 6”, SF-Uyanış, 2403/718(10 Eylül 1942), s. 198. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 7”, SF-Uyanış, 2405(24 Eylül 1942), s. 224. ________, “Türk Dili Bayramı”, SF-Uyanış, 2406(1 Birinci Teşrin 1942), s. 229. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 8”, SF-Uyanış, 2406(1 Birinci Teşrin 1942), s. 237. ________, “Fazıl Ahmet’in Gazası”, S. P., 4370(6 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1, 4/2. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 9”, SF-Uyanış, 2407/722(8 Birinci Teşrin 1942), s. 249. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 10”, SF-Uyanış, 2408/723(15 Birinci Teşrin 1942), s. 261. ________, “Bir Şiirin Macerası”, S. P., 4378(16 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1, 6. ________, “Divan Edebiyatı ve Gençlik”, S. P., 4383(21 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1, 4/1. ________, “Acayip Bir Edebiyat Kitabı”, S. P., 4388(26 Birinci Teşrin 1942), s. 3/1. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 11”, SF-Uyanış, 2410/725(29 Birinci Teşrin 1942), s. 287. ________, “Edebiyatta Hakikat ve Hakikatin Benzerleri”, S. P., 4396(3 İkinci Teşrin 1942), s. 3/1, 4/2. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 12”, SF, 2412/727(12 İkinci Teşrin 1942), s. 310. ________, “Şiirde Ne Yapmak İstedim? 13”, SF-Uyanış, 2414(26 İkinci Teşrin 1942), s. 22-23. 511 ________, “Acıklı Bir Panorama”, S. P., 4419(26 İkinci Teşrin 1942), s. 4. ________, “Emin Bülent’e Dair”, SF-Uyanış, 2417(17 Birinci Kânun 1942), s. 51, 59. ________, “Ocakbaşı Şiirleri”, S. P., 4441(21 Birinci Kânun 1942), s. 4. ________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4479(28 İkinci Kanun 1943), s. 4, 8. ________, “Yeni Şiir Mecmuaları III”, S. P., 4491(9 Şubat 1943), s. 5, 7. ________, “Beşik”, S. P., 4495(13 Şubat 1943), s. 4. ________, “Yurt Edebiyatı”, S. P., 4509(27 Şubat 1943), s. 5. ________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4530(20 Mart 1943), s. 5. ________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4537(27 Mart 1943), s. 4. ________, “Hep ve Yalnız Medholunmak İsteyen Gençlere Dair…”, S. P., 4540(30 Mart 1943), s. 4, 6. ________, “Yeni Şiir Mecmuaları”, S. P., 4572(1 Mayıs 1943), s. 5. ________, “Edebiyat Aşkına Barışı Sevmeyenler”, S. P., 4577(6 Mayıs 1943), s. 4. ________, “En Eski Destan”, S. P., 4596(25 Mayıs 1943), s. 4. ________, “Bugünün Şairi Nasıl Yazmalıdır?”, S. P., 4607(5 Haziran 1943), s. 4. ________, “Nasyonalist Edebiyat ve Ankara Şairleri”, S. P., 4625(23 Haziran 1943), s. 5. ________, “Yeni Ankara Şairleri”, S. P., 4635(3 Temmuz 1943), s. 5-6. ________, “Sanatseverlik”, S. P., 4640(8 Temmuz 1943), s. 4. ________, “Şiir ve Şair Hakkında –I- Lugâz”, S. P., 4746(24 Birinci Teşrin 1943), s. 4. ________, “Yirmi Yılda Türk Edebiyatı”, S. P., 4752(30 Birinci Teşrin 1943), s. 4. ________, “İzahlı Halk Şiiri Antolojisi”, S. P., 4759(6 İkinci Teşrin 1943), s. 4, 7. 512 ________, “Sabah Kuşları- Şükûfe Nihal’in Şiirleri”, S. P., 4798(18 Birinci Kânun 1943), s. 4, 7. ________, “Üç Yeni Eser: Divan Edebiyatı- Kızılçullu Yolu- Teselli”, S. P., 4833(22 İkinci Kânun 1944), s. 4, 7. ________, “Sebil ve Güvercinler”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16. ________, “Millî Edebiyatın Manası”, Barış Dünyası, 3(18 Şubat 1944), s. 16-17. ________, ‘Çok Mühim Bir Eser: Tanıklar İle Tarama Sözlüğü”, Barış Dünyası, 5(3 Mart 1944), s. 15. ________, “Vezinli ve Kafiyeli Ama…”, Barış Dünyası, 5(3 Mart 1944), s. 15. ________, “Nesre Çevrilen Hüsün ve Aşk”, Barış Dünyası, 6(10 Mart 1944), s. 12. ________, “Van Efsaneleri”, Barış Dünyası, 6(10 Mart 1944), s. 12-13. ________,“Yeni Neşredilen İki Eser-Şarkılı Kahve”, S. P., 4882(11 Mart 1944), s. 4. ________, “Edebiyat ve Sanat Âleminde Haftanın Akisleri”, Barış Dünyası, 8(24 Mart 1944), s. 15-16. ________, “Güzel Bir Şiir”, Barış Dünyası, 7(17 Mart 1944), s. 15. ________, “Şiirde Musiki, Ve Tanrı Şairleri” Barış Dünyası, 7(17 Mart 1944), s. 15. ________, “48 Şair”, S. P., 4903(1 Nisan 1944), s. 4, 6. ________, “ “Mai Siyah” Kahraman Ahmet Cemil’le Konuştum”, Barış Dünyası, 10(7 Nisan 1944), s. 13. ________, “Millî Edebiyat ve Köy Şiiri Davası”, S. P., 4910(8 Nisan 1944), s. 4, 7. ________, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar İçinde Doğar?”, Barış Dünyası, 11(14 Nisan 1944), s. 15. ________, “Şiir Nasıl ve Ne Şartlar Altında Doğar?”, Barış Dünyası, 12(21 Nisan 1944), s. 15. 513 ________, “Makber-Abdülhak Hamid”, S. P., 4938(6 Mayıs 1944), s. 4, 7. ________, “Ölmeyen Şiir : Makber”, Barış Dünyası, 15(12 Mayıs 1944), s. 14-15. ________, “Tercüme Şiir ve Çocuk”, S. P., 4945(13 Mayıs 1944), s. 4, 6. ________, “Yeni Şairlerin Hünerleri”, S. P., 4959(27 Mayıs 1944), s. 4. ________, “Can Sıkıntısı ve Bir Şiir Kitabının Düşündürdükleri”, Barış Dünyası, 19(9 Haziran 1944), s.15. ________, “Küçük Bir Teselli”, Barış Dünyası, 20(16 Haziran 1944), s. 15. ________, “Boğaziçi Şiirleri”, S. P., 4987(24 Haziran 1944), s. 4, 6. ________, “Dil İcat Edilmez San’atkârların Kaleminde İşlenir”, S. P., 5008(15 Temmuz 1944), s. 4, 6. ________, “Aruz Dedikoduları, I-II-III-IV-V-VI”, S. P., 5015(22 Temmuz 1944), s. 4, 6. ________, “Gene Ayşe”, S. P., 5050(26 Ağustos 1944), s. 6. ________, “Su ve Martı”, S. P., 5050(26 Ağustos 1944), s. 4, 6. ________, “Bir Japon Şiiri- Usul Hakkında Nutuk- Hayal ve Hakikat”, S. P., 5064(9 Eylül 1944), s. 4, 6. ________, “Enis-ül Kalb”, S. P., 5071(16 Eylül 1944), s. 4. ________, “Biraz Da Şiirden”, S. P., 5076(23 Eylül 1944), s. 4, 6. ________, “Bir Şefkat Şairi”, S. P., 5084(30 Eylül 1944), s. 4, 6. ________, “Türk Akıncıları- Bir Şair Hemşire- Vazifeten”, S. P., 5090(7 Birinci Teşrin 1944), s. 4, 6. ________, “Köhne Fikirler ve Eskimiş Mevzular”, S. P., 5118(4 İkinci Teşrin 1944), s. 4. ________, “Yeni Şiirde Espri”, S. P., 5126(12 Teşrinisani 1944), s. 4. 514 ________, “Üstadın Öğütleri”, S. P., 5139(25 İkinci Teşrin 1944), s. 4. ________, “Şiir Antolojilerinin Garabet Numunesi Ön Sözleri”, S. P., 5143(2 Birinci Kânun 1944), s. 4. ________, “Yunus Emre’den Bir Şiirin Münakaşası”, S. P., 5157(16 Birinci Kânun 1944), s. 4. ________, “Horoz Şiiri”, S. P., 5234(3 Mart 1945), s. 4. ________, “Okurken ve Dinlerken”, S. P., 5234(3 Mart 1945), s. 4, 6. ________, “Ahmet Haşim ve Eserleri”, S. P., 5248(17 Mart 1945), s. 4, 6. ________, “Yahya Kemal”, S. P., 5255(24 Mart 1945), s. 4, 6. ________, “Zavallı Şiir”, S. P., 5262(31 Mart 1945), s. 4, 6. ________, “Sanatta Meydan Sözcülüğü”, S. P., 5339(16 Haziran 1945), s. 4. ________, “Şairleri Nasıl Hatırlıyoruz!”, S. P., 5347(24 Haziran 1945), s. 4. ________, “Sanat Eserlerin Tutunmasında Ruhî ve İçtimaî Sebepler”, S. P., 5367(14 Temmuz 1945), s. 4. ________, “Edebiyat ve Politika”, S. P., 5428(15 Eylül 1945), s. 4. ________, “Yeni Şiirden Bir Örnek Kitap: Bu Şehrin Çocukları”, S. P., 5456(13 Ekim 1945), s. 4, 6. ________, “Kıymetin Ölçüsü”, S. P., 5477(3 Kasım 1945), s. 4. ________, “Türk Dilinde Yeni Terimlere Doğru”, S. P., 5509(8 Aralık 1945), s. 4. ________, “Edebiyatı ve Edebiyatçıyı Korumak Meselesi”, S. P., 5537(5 Ocak 1946), s. 4, 7. ________, “390 ıncı Yıldönümünde Şair Fuzuli”, S. P., 5551(19 Ocak 1946), s. 4, 6. ________, “Eşber”, S. P., 5572(9 Şubat 1946), s. 4. ________, “Mükâfat Kazanan Şiir”, S. P., 5593(2 Mart 1946), s. 4, 6. 515 ________, “Tercüme Dergisinin Şiir Sayısını Okurken”, S. P., 5635(13 Nisan 1946), s. 4. ________, “Adalar ve Edipler”, S. P., 5637+19(4 Mayıs 1946), s. 4. ________, “Her Şeyden Biraz”, S. P., 5637/26(11 Mayıs 1946), s. 4. ________, “Eski Divanlarda Yeni Zamana Uygun Mısralar”, S. P., 5637/33 (18 Mayıs 1946), s. 4. ________, “Yahya Kemal’in Rübaileri”, S. P., 5637/40(25 Mayıs 1946), s. 4. ________, “Üsküplü İki Genç Şair”, S. P., 5637/48(2 Haziran 1946), s. 4, 6. ________, “Şiirde Gençlik ve İhtiyarlık”, S. P., 5637/54(8 Haziran 1946), s. 5-6. ________, “İçi, Dışı Gibi Çekici Şiir Kitabı”, S. P., 5637/75(29 Haziran 1946), s. 5, 8. ________, “Üç Türlü Türkçe”, S. P., 5637/82(6 Temmuz 1946), s. 5. ________, “San‘at mı Topluluktan, Topluluk mu San‘attan Doğar”, S. P., 151(15 Eylül 1946), s. 4, 6. ________, “Hakem Böyle Olursa”, S. P., 5637/171(5 Ekim 1946), s. 6. ________, “Şair Nedim Nasıl Öldü?”, S. P., 5637/171(5 Ekim 1946), s. 5-6. ________, “Yeni Hayatta Yeni Bir Edebiyata Doğru”, S. P., 5637/178(12 Ekim 1946), s. 5-6. ________, “Saf Şiir Arıyoruz!”, S. P., 5637/192(26 Ekim 1946), s. 5-6. ________, “Yeni Şiirimizin Bir Kaynağı”, S. P., 944(27 Kasım 1946), s. 4, 6. ________, “Şiir ve Şairler Ne Âlemde”, S. P., 5637/245(21 Aralık 1946), s. 5-6. ________, “Çok Güzel Bir Şiir Kitabı: Rahatı Kaçan Ağaç”, S. P., 5637/255(31 Aralık 1946), s. 5, 7. ________, “Edebiyatımızın Hareketsizliği”, S. P., 273(18 Ocak 1947), s. 5-6. 516 ________, “Şiir Üstüne Düşünceler ve Birkaç Şiir Kitabı”, S. P., 308(22 Şubat 1947), s. 5-6. ________, “Dile Saygı”, S. P., 329(15 Mart 1947), s. 5-6. ________, “Çocuklar İçin Yazılacak Kitaplar”, S. P., 343(29 Mart 1947), s. 5-6. ________, “Büyük Büyük Sözler”, S. P., 385(10 Mayıs 1947), s. 5-6. ________, “Kalıbın Dışına Çıkanlar”, S. P., 413(7 Haziran 1947), s. 5-6. ________, “MEB’nın Yeni Yayınladığı Eserler”, S. P., 427(21 Haziran 1947), s. 5-6. ________, “Elem Şiirleri ve Samimiyetsizlik”, S. P., 476(9 Ağustos 1947), s. 5-6. ________, “Yedi Şiir Kitabı ve Bir Netice”, S. P., 5637+518(22 Eylül 1947), s. 4, 7. ________, “Bobstil Kitap Olmuştu”, S. P., 5637+523(27 Eylül 1947), s. 4, 6. ________, “Edebî Dergiler”, S. P., 5637+530(4 Ekim 1947), s. 4, 6. ________, “Edebiyat Dersleri”, S. P., 544(18 Ekim 1947), s. 4. ________, “Yaşar Nabi’nin Antolojileri”, S. P., 555(1 Kasım 1947), s. 4, 7. ________, “Eski İle Yeni”, S. P., 610(26 Aralık 1947), s. 4, 6. ________, “Yeni Bir Dergi ve Yeni Şiirler”, S. P., 642(27 Ocak 1948), s. 4, 8. ________, “Cenap Şehabettin’i Anarken”, S. P., 667(21 Şubat 1948), s. 4. ________, “Son Hicreti”, S. P., 688(13 Mart 1948), s. 4, 6. ________, “Dergi Bolluğu”, S. P., 707(1 Nisan 1948), s. 4, 6. ________, “Ahmet Haşim”, S. P., 776(9 Haziran 1948), s. 4, 6. ________, “Şairlerin Sesi”, S. P., 808(11 Temmuz 1948), s. 4, 7. ________, “Dil İşinde Anlaşmazlık”, S. P., 844(16 Ağustos 1948), s. 4, 6. ________, “Türk Edebiyatının 25 inci Yılı”, S. P., 915(29 Ekim 1948), s. 4, 7. ________, “Şiir Davasının İki Cephesi”, S. P., 1011(2 Şubat 1949), s. 4, 6. 517 ________, “Bir Makale, Bir Şiir ve Yeni La Fontaine”, S. P., 1068(31 Mart 1949), s. 4, 6. ________, “Yeni Yayımlar”, S. P., 1088(20 Nisan 1949), s. 4, 7. ________, “Fransalı Bir Musevi Şairi Şiiri Dolayısıyle”, S. P., 1128(30 Mayıs 1949), s. 5, 8. ________, “Yeni Çıkan Birkaç Kitaba Dair Düşünceler”, S. P., 1149(20 Haziran 1949), s. 4, 6. ________, “Edebiyatta Tenkit ve Tenkitçiye Dair”, S. P., 1193(5 Ağustos 1949), s. 4, 8. ________, “Vedat Nedim Şair Nedim’e Kıydı”, S. P., 1267(21 Ekim 1949), s. 4. ________, “Bir Şair Kaybettik: Enis Behiç Koryürek”, S. P., 5637/1274(28 Ekim 1949), s. 4, 8. ________, “65 inci Yaşına Basarken Yahya Kemal”, S. P., 1309(2 Aralık 1949), s. 5, 8. ________, “1949-1950 Şiirleri”, S. P., 1457(29 Nisan 1950), s. 4, 8. ________, “Yeni Bir Sanatın Eşiğinde Toplum Edebiyatı”, S. P., 1485(27 Mayıs 1950), s. 4. ________, “Bir Yığın Kitaba Dair Düşündüklerim”, S. P., 1504(15 Haziran 1950), s. 5, 8. ________, “Bu Asrın Edebiyatı”, S. P., 1518(29 Haziran 1950), s. 5. ________, “Edebiyat ve Söz Sanatı Terimleri Sözlüğü”, S. P., 1540(21 Temmuz 1950), s. 4, 8. ________, “Hafta İçinden Notlar, İstanbul’un Fetih Dönüm Yılı Şerefine Radyoda Yanlış Okunan Şiirler”, S. P., 1492(3 Haziran 1950), s. 5-6. 518 ________, “Tevfik Fikret”, S. P., 1569(19 Ağustos 1950), s. 5, 8. ________, “Bir Durgun Suyun İçinde”, S. P., 1649(6 Kasım 1950), s. 4, 8. ________, “Geçen 1950 Yılında Şiirimize Bir Bakış”, S. P., 1711(8 Ocak 1951), s. 5, 7. ________, “Yetim Sanat Bizdedir!”, S. P., 1795(2 Nisan 1951), s. 4, 6. ________, “Divan Edebiyatında Ramazan”, S. P., 1875(21 Haziran 1951), s. 5, 7. ________, “İstanbul’un “Ada” Denen Cenneti” Tercüman, 1897(15 Temmuz 1951), s. 4. ________, “Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 55(Kasım 1954), s. 4. ________, “Hececi Arkadaşlarım”, T. D., 61(1 Ekim 1956), s. 26-29. ________, “Yerli Eser Davamız”, Havadis, 483(17 Şubat 1958), s. 2. ________, “Yumurtanın Yumurtladığı”, Havadis”, 569(16 Mayıs 1958), s. 2. ________, “Çocuk Muhayyilesi ve Çocuk Romanları”, Havadis, 595(11 Haziran 1958), s. 2. ________, “Cenap Şehabettin”, Havadis, 604(20 Haziran 1958), s. 2. ________, “Yahya Kemal İçin”, Varlık, 490(15 Kasım 1958), s. 4. ________, “Dil Konusunda Orhan Seyfi’ye”, Havadis, 1051(18 Eylül 1959), s. 2. ________, “Tanıdığım Üç Refi Cevat Ulunay’a Bir Yazı Dolayısiyle Vermekliğim Gereken Kısa Cevap”, Tercüman, 921(13 Mayıs 1964), s. 2. ________, “Eski Şiirimizde Bahar Başlıca İlham Kaynağıydı”, Tercüman, 921(13 Mayıs 1964), s. 2. ________, “Nurullah Ataç’ın Bugünkü Edebiyatımıza Tesirleri…”, Tercüman, 948(10 Haziran 1964), s. 2, 7. 519 ________, “Cenap Şehabettin, Niçin Herkesi Hafife Alırdı?”, Tercüman, 1067(7 Ekim 1964), s. 2, 7. ________, “Büyük Ziya Gökalp’a Dair Derin Hatıralar”, Tercüman, 1088(28 Ekim 1964), s. 2. ________, “Büyük Şair Yahya Kemal ve Hatıraları -1-“, Tercüman, 1095(4 Kasım 1964), s. 2, 7. ________, “Üstad Yahya Kemal’e Dair Eski Hatıralar -2-“, Tercüman, 1102(11 Kasım 1964), s. 2, 7. ________, “Celâl Sahir Erozan”, Tercüman, 1137(16 Aralık 1964), s. 2, 7. ________, “Bütün Aşkını Edebiyata Veren Sembolist Bir Şair”, Tercüman, 1165(13 Ocak 1965), s. 2. ________, “Mehmet Emin Yurdakul’a Dair”, Tercüman, 1172(20 Ocak 1965), s. 2. ________, “Ömer Seyfettin”, Tercüman, 1219(10 Mart 1965), s. 2, 7. ________, “Sihirli Dal ve Tuzdan Heykel Efsânesi…”, Tercüman, 1233(24 Mart 1965), s. 2. ________, “Romantik Çağın Şairi Hüseyin Suat Yalçın”, Tercüman, 1240(31 Mart 1965), s. 2, 7. ________, “Türk Kadın Şairleri Üzerine”, Tercüman, 1285(18 Mayıs 1965), s. 2. ________, “İhsan Raif Hanım ve Şehabettin Süleyman”, Tercüman, 1299(1 Haziran 1965), s. , 7. ________, “Mercure de France ve Ahmet Haşim”, Tercüman, 1327(29 Haziran 1965), s. 2, 7. ________, “Müdürümüz Tevfik Fikret’i Anarken…”, Tercüman, 1383(24 Ağustos 1965), s. 2, 7. 520 ________, “Devası Bulunmayan “Dil” Yâremiz…”, Tercüman, 1411(21 Eylül 1965), s. 2, 7. ________, “Fecr-i Âti Çehreleri: Şehabettin Süleyman -1-“, Tercüman, 1453(2 Kasım 1965), s. 2, 7. ________, “Fecr-i Âti Çehreleri: Şehabettin Süleyman -2-“, Tercüman, 1460(9 Kasım 1965), s. 2, 7. ________, “Dergiler ve Şiirler”, Tercüman, 1556(15 Şubat 1966), s. 2. ________, “Abdülhak Hamit’in Sayısız “Aşk” ları”, Tercüman, 1563(22 Şubat 1966), s. 2. ________, “Bir “Hicret” Şairi, Kemalettin Kamu”, Tercüman, 1809(12 Nisan 1966), s. 2. ________, “Çocuklarımızın Körpe Ruhlarını Karartmayalım”, Tercüman, 1616(19 Nisan 1966), s. 2. ________, “Tahsin Nahit’in Bir Adı Da, Ada Şairi İdi”, Tercüman, 1644(17 Mayıs 1966), s. 2. ________, “Faik Ali Ozansoy Fani Teselliler Şairi”, Tercüman, 1653(26 Mayıs 1966), s. 2. ________, “Şiir Dünyamızdan Birkaç Yeni Örnek”, Tercüman, 1665(7 Haziran 1966), s. 2. ________, “Türk Dil Kurumu, Dil Ağacını Ürkütüyor!”, Tercüman, 1672(14 Haziran 1966), s. 2. ________, “Akşam Şiirleri Şairi Fuat Köprülü Bey”, Tercüman, 1693(5 Temmuz 1966), s. 2, 7. 521 ________, “Aruzun Tantanalı Şairi: Mithat Cemal Kuntay”, Tercüman, 1714(26 Temmuz 1966), s. 2. ________, “Eylül Ayının Sanatkâr Üzerindeki Tesirleri”, Tercüman, 1777(27 Eylül 1966), s. 2. ________, “Enis Behiç Koryürek”, Tercüman, 1791(11 Ekim 1966), s. 2. ________, “İki Kitap İki Şair”, Tercüman, 1870(29 Aralık 1966), s. 2. ________, “Eski Bir Muğla Gezisinden Notlar”, Tercüman, 1896(26 Ocak 1967), s. 2. ________, “Ölümünün 10. Yılında Ziya Osman Saba”, Tercüman, 1910(9 Şubat 1967), s. 2. ________, “Meğer Ne Kadar Dertli İmişler!”, Tercüman, 1918(17 Şubat 1967), s. 2. ________, “Kaybedilen İki Dost İçin”, Tercüman, 1956(30 Mart 1967), s. 2. ________, “Nisan, Mayıs ve Aşk Üstüne Bir Sohbet”, Tercüman, 1991(4 Mayıs 1967), s. 2. ________, “Edebiyat Kitapları Yetersiz Haldedir”, Tercüman, 2061(13 Temmuz 1967), s. 2. ________, “Öz Türkçe Diye Diye…!”, Tercüman, 2075(27 Temmuz 1967), s. 2. ________, “ “Köşebaşı” ndan Bir Can Daha Eksildi”, Tercüman, 2082(3 Ağustos 1967), s. 2. ________, “Bugünkü Kadıköy ve Banliyösü…”, Tercüman, 2087(10 Ağustos 1967), s. 4, 7. ________, “Divan Edebiyatı ve Bir İç Yarası”, Tercüman, 2117(7 Eylül 1967), s. 2. ________, “Ölümünün 255. Yılında Bir Divan Şairimiz: Sabit”, Tercüman, 2124(14 Eylül 1967), s. 2. 522 ________, “Fazıl Ahmet Aykaç ve Lütfullah Sürurî”, Tercüman, 2224(21 Aralık 1967), s. 2. ________, “Yılbaşı ve Bayram”, Tercüman, 2229(28 Aralık 1967), s. 2. ________, “Bahar ve Birkaç Şair”, Tercüman, 2350(2 Mayıs 1968), s. 2. ________, “Fethin 515. Yılında Fatih’in Şairliği”, Tercüman, 2385(6 Haziran 1968), s. 2, 7. ________, “ “Porda” Şiirinin Macerası ve Yeni Şiir Kitapları”, Tercüman, 2469(29 Ağustos 1968), s. 2, 7. ________, “Bir Nazım Hikmet’tir Tutturmuşlar!”, Tercüman, 2538(7 Kasım 1968), s. 2. ________, “ “Yakınma” Şiirleri ve “Şeyhî” Tedkiki”, Tercüman, 2641(20 Şubat 1969), s. 2. ________, “Hikâyeler Şiirler..”, Tercüman, 2680(3 Nisan 1969), s. 2. ________, “Folklor, Karagöz ve Carl Ebert’in Bir Tavsiyesi”, Tercüman, 2708(1 Mayıs 1969), s. 2. ________, “Bir Tarafta Çifte İntiharlar, Bir Tarafta İse Feci Cinayetler”, Tercüman, 2715(8 Mayıs 1969), s. 2. ________, “Kavga Hatıraları ve Türk Dil Kurumu”, Tercüman, 2785(17 Temmuz 1969), s. 2, 7. ________, “Turnalar…”, Tercüman, 2841(11 Eylül 1969), s. 2. ________, “Şiir Kitapları”, Tercüman, 2848(18 Eylül 1969), s. 2, 7. ________, “Faruk Nafiz ve Han Duvarları”, Tercüman, 2897(6 Kasım 1969), s. 2. ________, Ahmet Muhip Dıranas’ın Sanatı”, Tercüman, 2944(25 Aralık 1969), s. 2. 523 ________, “36. Ölüm Yıldönümünde Cenap Şehabettin”, Tercüman, 2993(12 Şubat 1970), s. 2, 7. ________, “Şairlerden Sesler”, Tercüman, 3018(12 Mart 1970), s. 2. ________, “Bir Ölünün Arkasından”, Tercüman, 3055(16 Nisan 1970), s. 2. ________, “Leylekler Gelince…”, Tercüman, 3067(30 Nisan 1970), s. 2. ________, “Kitaplar ve Şairler”, Tercüman, 3074(7 Mayıs 1970), s. 2. ________, “Yunus Emre”, Tercüman, 3101(13 Haziran 1970), s. 2. ________, “Vehimli Şair: Nedim”, Tercüman, 3214(24 Eylül 1970), s. 2. ________, “Nedim’de Sapık Duygular”, Tercüman, 3221(1 Ekim 1970), s. 2. ________, “Mevlâna’yı Anarken”, Tercüman, 3289(10 Aralık 1970), s. 2, 7. ________, “Samimiyetsiz Sanat”, Tercüman, 3317(7 Ocak 1971), s. 2, 7. OZANSOY, Munis Faik, “Yine Şiire Dair”, Hisar, 4(1 Haziran 1950), s. 3. ________, “Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 55 (Kasım 1954), s. 4. ________, “Yusuf Ziya Ortaç”, Hisar, 40(Nisan 1967), s. 3-4. ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Ölümü”, Hisar, 121 (Ocak 1974), s. 6-7. Ö. A. A., “Yorumlar: Orhan’la Hesaplaşma”, Türk Dili, 212 (Mayıs 1969), s. Ömer Bedrettin, “Gene Vezin Meselesi”, Varlık, 7(İkinci Teşrin 1933), s. 200-202. ________, “Gene Vezin Meselesi”, Varlık, 13 (15 İkinci Kânûn 1934), s. 200-202. Ömer Seyfeddin, “Türk Sözü”, Türk Sözü, 1(12 Nisan 1330/1914), s. 2. ÖNERTOY, Olcay, “Hisar’ın Sanat Takvimi: Enis Behiç Koryürek”, Hisar, 10 (Ekim 1964), s. 20-21. ________, “Halit Fahri Ozansoy”, Hisar, 32(Ağustos 1966), s. 20. (ÖRİK), Nahit Sırrı, “Faruk Nafiz Bey’in Yeni Bir Eseri: Suda Halkalar”, Hayat, 104 (22 Teşrin-i sani 1928), s. 4. 524 ÖZBALCI,Mustafa, “Halit Fahri’nin Ardından”,Hisar, 88(Nisan 1971), s. 9 ÖZDEK, Refik, “Orhan Seyfi Orhon”, Bugün, (24 Ağustos 1972), s. 2. ÖZDEM, Filiz, “Çamlıbel Şiirinde ‘Vuslat’”, Cumhuriyet-Kitap, 705 ( 21 Ağustos 2003), s.9. ÖZDEŞ, Oğuz, “Bizim Caddeden Portreler”, Hafta, (5 Mayıs 1950). ________, “Tanıdığım Meşhurlar: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Yeni İstanbul, (27 Mayıs 1968). ÖZGÜLEN, Halit, “Çamlıbel’in Ardından”, K. A. M., 1 (Ocak 1974), s.73. ÖZPALABIYIKLAR, Selâhattin, “Takma Adlar Sanal Kimlikler- Nam-ı diğer Âsım Prizren…”, Kitap-lık, 45(Ocak-Şubat 2001), s. 243-247. ________, “Tanzimat’tan Bugüne Türk Edebiyatında Takma Adlar, Mahlaslar Rumuzlar Dizini”, Kitap-lık, 45(Ocak-Şubat 2001), s. 248-253. ÖZTUNA, Yılmaz, “Faruk Nafiz’in Bestelenmiş Şiirleri”, Hayat-Tarih Mecmuası, 2 (1 Mart 1973), s. 4-7. ÖZTÜRK, Hasan, “Faruk Nafiz Çamlıbel”, Millî Kültür, 67 (Aralık 1989), s. 44-46. PARLATIR, İsmail, “Ozansoy, Halid Fahri”, Türk Ansiklopedisi, C: 26, Ankara, 1977, s.217-218. Peyami Safa, “Bir Ömür Böyle Geçti…”, Cumhuriyet, 2887(22 Mayıs 1932), s. 3. ________, “Bugünkü Türk Şiiri”, Cumhuriyet, (27 Teşrinievvel 1932), s. 3. RADO, Şevket, “Aramızdaki Orhan Veli (s.155-160)”, Marmara Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Türklük Araştırmaları Dergisi, Sayı:2, Yıl: 1986, İstanbul, 1987, 256 s. Reşad Nuri, “Edebiyat-ı Milliyye Mes‘elesi”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 4 (12 Teşrinisani 1332), s. 94-96. 525 ________, “Edebiyât-ı Milliyye Mes‘elesi-2”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 9 (17 kânûnıevvel 1332), s. 169-172. ________, “Edebiyât-ı Milliyye Mes‘elesi-3”, Edebiyât-ı Umumiyye Mecmuası, 17 (11 Şubat 1332), s. 289- 295. Reşit Süreyya, “Yeni Şaheserler Yazıldı mı? 2 – Şairin Duası”, Peyâm-ı Edebî, 53/10 (16 Teşrinievvel 1335), s. 2-3. ________, “Yeni Şaheserler Yazıldı mı?: Şarkın Sultanları”, Peyâm-ı Edebî, 54/11 (23 Teşrinievvel 1335), s. 2. Rıza Tevfik, “Hece mi Aruz mu? Üstat Filozof Rıza Tevfik’in Cevabı”, Çınaraltı, 125 (12 Şubat 1944), s. 8,11. ________,“Hece mi, Aruz mu? Üstat Filozof Rıza Tevfik Diyor ki...”, Çınaraltı, 128 (4 Mart 1944), s. 7, 12. ________, “Şarkın Sultanları”, Peyâm-i Edebî, 11-54 (23 Teşrin-i evvel 1335). SABA, Ziya Osman, “Sulara Dalan Gözler”, Varlık, 125(15 Eylül 1938), s. 77-78. Safvet Örfi, “Enis Behiç’in Miras’ı”, Hayat, 43(22 Eylül 1927), s. 335-336/15-16. “Sanat Anketimiz: Üstad Halit Fahri Cevap Veriyor”, SF-Uyanış, 2439(16 Eylül 1943), s. 1. “Sanatçılarla Konuşmalar: Orhan Seyfi Orhon Anlatıyor”, (Kon. Mustafa BAYDAR), Varlık, 502(15 Mayıs 1959), s. 10. SANCAR, Nejdet, “Türk Edebiyatında “Moskof””, Türk Kültürü, 46 (Ağustos 1966), s. 899-902. SATOĞLU, Abdullah, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Millî Kültür, 90 (Kasım 1991). 526 ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, Türk Edebiyatı Dergisi, 277 (Kasım 1996), s. 35-36. ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Kayseri Hatıraları”, T. D., 541 (Ocak 1997), s. 100-103. SAZYEK, Hakan, “Geleneğe Uzanmak”, Dergâh, 29 (Temmuz 1992), s. 10. Sedad Nami, “Maskeler Düşerken: Ric‘at”, Şebâb, 17 ( 12 Kânûn-ı evvel 1336), s. 418-422. ________, “Nedim”, SF, 1877/192(4 Ağustos 1932), s. 146-147. SELÇUK, İlhan, “Yusuf Ziya’yı Kaybettik”, Cumhuriyet, (13 Mart 1967), s. ? Selim Nüzhet (GERÇEK), “İlk Göz Ağrısı”, Yarın, (20 Teşrin-i evvel 1927). “Sevilen San’atçılarla Konuşmalar: Yusuf Ziya Ortaç”, (Kon. Ümit Yaşar), Yelpaze, 555(30 Ocak 1963), s. 13. “Sevilen Sanatçılarla Konuşmalar: Faruk Nafiz Çamlıbel”, (Kon. Ümit Yaşar), Yelpaze, 563(27 Mart 1963), s. 13. SEVÜK, İsmail Habib, “Üç Dost Gitti”, Cumhuriyet, 9063(4 Kasım 1949), s. 2 SİMAVİ, Sedat, “Faruk Nafiz Ne Diyor?”, Yedigün, 133 (25 Eylül 1935). SİNAN, Kudret, “Yusuf Ziya Ortaç”, Tercüman, (15 Mart 1967). SİYAVUŞGİL, Sabri Esat, “Faruk Nafiz’i de mi?”, Yeni Sabah, (28 Temmuz 1960). SİYAVUŞGİL, “Hocam Halid Fahri”, Haber, (1 Ocak 1967). SOLOK, Cevdet Kudret, “Miras”, SF, 1633/159(1 Kânunievvel 1927), s. 34. ________, “Edebî Simalar: Faruk Nafiz”, Meşale, 6 (15 Eylül 1928), s. 7-10. ________, “Aruz- Hece Meselesi”, Varlık, 6 (1 Teşrinievvel 1933), s. 82. ________, “Şiir ile Musiki”, T. D., 128(Mart 1962), s. 662. 527 ________, “Faruk Nafiz’in Şiiri ve Han Duvarları’nın Kaynakları Üzerine Notlar III”, T. D., 269 (Şubat 1974), s.395-403. ________, “Şiir Nedir, Ne Değildir?”, Varlık, 886(Temmuz 1981), s. 3. Son Posta, “Edebiyat Âlemimizde Garip Bir Hadise”, S. P., 3437(24 Şubat 1940), s. 1, 8. “Soruşturmamız-Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 147(Aralık 1963), s. 180-181. SOYUER, Halil, “Edebiyatımızda Hiciv…”, Türk Edebiyatı, 359(Eylül 2003), s. 42-44. T.G., “Kayıplar. Halit Fahri Ozansoy”, Türk Kültürü, 103 (Mayıs 1971), s. 636637. SUHAN, Nurettin, “Yusuf Ziya Ortaç İle Hesaplaşma”, Yeni İstiklâl, (5 Ekim 1966). SÜLKER, Kemal, “İki Ayrı Akımın Çatışması”, Yazko Edebiyat Dergisi, 38 (1983), s. 88-93. “Şairler Arasında Anket: Şiir İfrazat mıdır?”, (Kon. Nusret Safa COŞKUN), S. P., 3650(24 Eylül 1940), s. 1, 7. “Şair Yusuf Ziya Ortaç Şairane Aşka İnanmıyor”, (Kon.: Gavsi OZANSOY), Tercüman, 864(14 Mart 1964), s. 5. Şehabettin Süleyman, “Halit Fahri”, Nevsal-i Millî, (1330/1914)?, s. 154. ŞEVKİ, Ragıb, “Sulara Dalan Gözler”,Uyanış, 2178/493(19 Mayıs 1938), s. 405,413 ŞİMŞEK, Beyza, “Ahmet Muhip Dıranas Hocası Çamlıbel’i Anlatıyor”, Devir, 57(3 Aralık 1973), s. 44. Şükûfe Nihal, “On Yılın Destanı”, Yeni Türk Mecmuası, 26(Teşrinievvel 1934), s. 1688-1689/3-4. 528 TANPINAR, Ahmet Hamdi , “Şiir Hakkında”, Görüş, 1(Temmuz 1930), s. 18. ________, “Şiirin Peşinde”, Oluş, 20(14 Mayıs 1939), s. 305. TAN, M. Turhan, “ Faruk Nafiz’in İçtimaî Cephesi”, Cumhuriyet, (11 Şubat 1938). TANSEL, Fevziye Abdullah, “Faruk Nafiz, Akıncı Türküleri”, Ülkü, 61 (Mart 1938), s. 91-96. ________, “Son Eseri Münasebiyle Halit Fahri’nin Şiirleri Hakkında Birkaç Söz”, Ülkü, 65(Temmuz 1938), s. 445-454. ________, “Tatlı Sert”, Ülkü, 73 (Mart 1939), s. 93-96. ________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Halk Edebiyatı Tesirleri. I”, Ülkü, 74 (Nisan1939), s.155-166. ________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri II”, Ülkü, 75 (Mayıs 1939), s. 247-256. ________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri III”, Ülkü, 76 (Haziran 1939), s. 352-355. ________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri”, Ülkü, 77 (Temmuz 1939), s. 445-449. ________, “Millî Edebiyat Devri Şiir Sahasında Âşık Tarzı Tesirleri”, Ülkü, 78 (Ağustos 1939), s. 529-540. ________, “Namık Kemal ve Hece Vezni”, Ülkü, 94( Birinci Kânun 1940), s. 319325. ________,“Faruk Nafiz Çamlıbel’in İlk Şiirleri”, Hayat-Tarih Mecmuası, 10(Kasım 1971), s. 25-29. 529 ________, “Ölenlerimiz İçin, Faruk Nafiz Çamlıbel”, K. A. M., 1(Ocak 1974), s. 38-51). ________, “Türk Şiirinde Sade Türkçe, Hece Vezni ile Yazma Halk Edebiyatından Faydalanma Cereyanı ve Sirozlu Sa’di’nin Destanları”, K. A. M., 2 (Nisan 1980), s. 34-46. ________, “Çamlıbel’in Kullandığı İğreti Ad ve Gizli İmzalar”, K. A. M., 4 (Ekim 1983), s. 43-55. TANYOL, Tuğrul, “Şiir ve Müzik İlişkileri Üzerine Notlar”, Broy, 18,(Nisan 1987), s. 29. TARANCI, Cahit Sıtkı, “Şiirde Vezin Taassubu”, Yücel, 78( Ağustos 1944), s. 250. TDK, “Üç Yazarımızın Ölümü- Halit Fahri Ozansoy”, T. D., 236 (1 Mayıs 1971), s. 159-160. TEPEDENLİOĞLU, N. N., “Faruk Nafiz”, Yeni İstanbul, (5 Ağustos 1967). TEVETOĞLU, Fethi, “Psikanaliz Işığında Şiir”, Tasvir, 1212(11 Aralık 1948), s. 3, 5. TEVFİKOĞLU, Muhtar, “Orhan Seyfi Orhon”, Türk Kültürü, 122 (Aralık 1972), s. 80-83. T.G. “Halit Fahri Ozansoy”, Türk Kültürü, 103(Mayıs 1971), s. 636-637/68-69. TİMURTAŞ, Faruk Kadri, “Türk Şiirinde Kahramanlık Duyguları”, Türk Kültürü, 26 (Aralık 1964), s.105-108. ________, “Şiirimizde Ağustos Zaferleri”, Türk Kültürü, 34 (Ağustos 1965), s. 708-722. ________, “Han Duvarları”, S. H., (22 Kasım 1969). ________, “Halit Fahri Ozansoy İçin”, Tercüman, 3364(26 Şubat 1971), s. 2. 530 ________, “Halit Fahri Ozansoy İçin”,Vatan, (6 Nisan 1971), s. 3. ________, “Hecenin Baş Şairi”, Tercüman, 3807 (19 Mayıs 1972), s. 2. ________, “Orhan Seyfi Orhon’un Ardından”, Tercüman, (28 Ağustos 1972), s. 2. ________, “Merhum Çamlıbel’in Yassıada’da Yazdığı Şiirini Yayınlıyoruz”, Adalet, (13 Kasım 1973), s. 1. ________, “Faruk Nafiz Çamlıbel İçin”, Tercüman, 4395(12 Aralık 1973), s. 2. ________, “Orhan Seyfi Orhon”, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1978, Yaylacık Basımevi, İstanbul, 1978, s. 617-619. TUĞAL, Şükrü Halil, “Hazin Bir Hatıra- Enis Behiç’in Ardından”, Zafer, 174(20 Ekim 1949), s. 2. Tufan, “Enis Behiç Yeni Şairler Hakkında Ne Diyor?”, Yeni Mecmua, 134(18 Temmuz 1942), s. 5, 11. TURAK, Sadık Kemal, “İkinci Meşrutiyet Döneminde Türk Edebiyatı (s. 471-501)”, Türk Dünyası El Kitabı, 3. cilt, ( 2. baskı), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1992, 778 s. TURAN, Alptekin, “Şiir ve Mitoloji”, Hürriyet Gösteri, 88(Mart 1988), s. 28. Türk Dili, “Üç Yazarımızın Ölümü”, T. D., 236(1 Mayıs 1971), s.159-160. UÇAROL, Tuncer, “Türk Şiiri Hece Şiirine Doymamıştır”, Gösteri, 57 (Ağustos, 1985), s. 6-8. UÇMAN, Abdullah, “Orhon, Orhan Seyfi (s. 130-132)”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi Devirler/İsimler/Eserler/Terimler, 7.cilt,Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990, (564+22) s. ________, “Beş Hececiler”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C:5, İstanbul, 1992, s. 544-545. 531 UĞURCAN, Sema, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in Tiyatroları”, 17 Kasım 1988’de TV ’de yayınlanmıştır. ULUNAY, “Yusuf Ziya Ortaç”, Milliyet, (14 Mart 1967). UŞAKLIGİL, Halit Ziya, “Millî Edebiyat”, Her Ay, 1(20 Mart-20 Nisan 1937), s. 105-108. ________, “Orhan Seyfi ”, S. P., 4085(15 Birinci Kânun 1941), s. 3/1, 4/2. UYGUNER, Muzaffer, “Ataç’a Göre Şiirde Ölçü ve Uyak”, Varlık, 506 (15 Temmuz 1959), s. 4-5. ________, “1000 Temel Eser ve Han Duvarları”, Ilgaz, 102(Mart 1970), s. 9-10. UYSAL, Servet Sami, “Faruk Nafiz’den Anılar ”, Varlık, 796 (Ocak 1974), s. 7. ________, “Faruk Nafiz’den Anılar II”, Varlık, 797(Şubat 1974), s. 5. Vâlâ Nurettin, “Heyecan ve Sükûn”, S. H., (14 Mayıs 1959). V. N., “Faruk Nafiz’in Kitabı”, S. H., 927 (14 Mayıs 1959), s. 2. ________, “Vezin ve Kafiye”, Varlık, c.3, S:66, 1 Nisan 1936, s. 276. ________, “Ortalık Gülistan”, Zafer, (9 Haziran 1962) s. ? YAĞCIOĞLU, Halim, “Şiirde Vezin ve Kafiyenin Önemi”, Çağrı, 50(Mart 1962), s. 6-7. ________, “Tanıdığım Sanatçılar: 4, Yusuf Ziya Ortaç”, Çağrı, 81(Ekim 1964), s. 4-8. Yahya Saim, “Mektuplar Cevaplarımız”, Türk Yurdu, 140(2 Ağustos 1332/2 Ağustos 1917), s. ? Yakup Kadri, “Edebiyat ve Millî Cereyan”, Dergâh, 29(20 Haziran 1338/1922), s. 66. 532 YALÇIN, Hüseyin Cahit, “Yeni Türk Edebiyatı- Vasfi Mahir Kocatürk”, Fikir Hareketleri, 164 (12 Kânûnıevvel 1936), s. 122-124. ________, “Yepyeni Şairler”, Fikir Hareketleri, 166 (26 Kânûnıevvel 1936), s. 155-156. ________, “Edebiyat Gecesi”, Fikir Hareketleri, 169 (16 Kânûnısani 1936), s. 203204. YARDIMCI, Celâl, “Han Duvarları’ndan Zindan Duvarları’na”, Tercüman, 2057(9 Temmuz 1967), s. 2. YAZAR, Mehmet Behçet, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Faruk Nafiz Çamlıbel”, Yedigün 351 (28 İkinci Teşrin 1939), s. 13. ________, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Enis Behiç Koryürek”, Yedigün, 358 (16 İkinci Kânun 1940), s. 17. ________, “Edebiyatçılarımızı Tanıyalım: Yusuf Ziya Ortaç”, Yedigün, 426(5 Mayıs 1941), s. 15, 18. YAZICI, Rıfkı, “Faruk Nafiz’in Sanat Şiiri Üzerine”, Türk Yurdu, 104(Nisan 1996), s. 25-29. Yeni Adam, “Halit Fahri Bey’in Edebiyat Anketimize Cevabı”, Yeni Adam, 19(7 Mayıs 1934), s. 6. YETİŞ, Kâzım, “Millî Edebiyat Anlayışı”, İlmî Araştırmalar, 8 (İstanbul 1999), s. 267-284. YILMAZ, Muhittin, “Enis Behiç”, Zafer, 176(22 Ekim 1949), s. 4. (YÖNTEM), Ali Canip, “Epope Asri Bir Nevi midir?”, Büyük Mecmua, 4(27 Mart 1919), s. 58-59. ________, “Yine Epopeye Dair”, Büyük Mecmua, 624 Nisan 1919), s. 84-85. 533 ________, “Özlediğimiz Sanat”, Hayat, 43 (22 Eylül 1927). ________, “Edebiyat Aleminde Tazelenen Mesele”, Hayat, 47(10 Teşrinievvel 1927), s. 403-404. _______, “Hayat Karşısına Edebiyat”, Hayat, 7 (13 kânun-ı evvel 1927), s. 123125. ________, “Sembolizm”, Hayat, 9(27 Kânunisâni 1927), s. 163-164. ________, “Davayı Kazananlar”, Çınaraltı, 27(7 Şubat 1942), s. 5. YÜCEL, “Hangi Eserlerimizi Garp Dillerine Çevirmeliyiz?”, Yücel, 11(İkinci Kânun 1936), s. 178-179. YÜCEL, Hasan Âli, “Millî Edebiyat, Milliyetçi Edebiyat”, Varlık, 71(15 Haziran 1936), s. 353. Z., “Faruk Nafiz’in İctimaî Cephesi”, Hayat, 108 (12 Kânun-ı evvel 1928), s. 78. ZİYA, Muhsin, “Ozansoy’un Ardından”, Tercüman, (17 Mart 1971), s. 2. ________,“Faruk Nafiz İçin” , K. A. M., 2 (Nisan 1974), s. 62-65. ZORLUTUNA, Halide Nusret, “Değerli Şair Halit Fahri Ozansoy”, Hisar, 88(Nisan 1971), s. 7-8. ________,“Orhan Seyfi Orhon”, Hisar, 106/181(Ekim 1972), s. 4. ________, “İki Büyük Şair”, Hisar, 120 (Aralık 1973), s. 8-9. H. TEZLER ACEHAN, Abdullah, Halit Fahri Ozansoy, Hayatı, Eserleri ve Sanatı, (Dan. Prof. Dr. Orhan Okay), Sakarya Üniversitesi, Sakarya, 1998, 378 s. AKKUŞ, İ. Engin, Orhan Seyfi Orhon’un Şiirleri Üzerine Bir İnceleme, (Dan. Y. Doç. Dr. Hüseyin Tuncer), D. E. Ü. İzmir, 1997, 159 s. 534 BULUT, Halil Hadi, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Hayatı ve Eserleri, (Dan.: Prof. Dr. İnci Enginün), M. Ü. İstanbul, 1991, 205 s. BULUT, Halil Nadi, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiirleri (Derleme-Tasnifİnceleme), (Dan.: Prof. Dr. İnci Enginün), M.Ü. İstanbul, 196 s. ÇEBİ, Cennet (Çapa), Beş Hececilerde Halk Edebiyatı Unsurları, (Dan.: Yard. Doç. Dr. Mehmet Özçelik), (Basılmamış yükseklisans tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta, 2001. ÇIKLA, Selçuk, Cumhuriyet Düşüncesinin Kökleşmesinde Yusuf Ziya Ortaç’ın Yapıtlarının Yeri ve Önemi, (Basılmamış Doktora Tezi), (Dan.: Mustafa Özbalcı), Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Samsun, 2005. DOĞAN, Abide, 1923-1938 Arasında Yayınlanan Dergiler-Anadolu, Kadro, Ülkü, Fikir Hareketleri, Ayda Bir- Üzerinde Bir Çalışma, (Dan.: Doç. Dr. Bilge Ercilasun), (Yayınlanmamış doktora tezi), G. Ü. Ankara, 1991, 1038 s. DONBAY, Ali, Orhan Seyfi Orhon, Hayatı- Gazeteciliği- Fikri ve Edebi Şahsiyeti- Eserleri, (Dan.: Prof. Dr. Önder Göçgün), S. Ü. Konya, 1998, 250 s. ECEVİT, Necmettin, Enis Behiç Koryürek, Hayatı, Eserleri ve Edebî Şahsiyeti, (Dan.: Doç. Kenan Akyüz), (basılmamış bitirme tezi), 1953, 62 s. EMİNOĞLU, Öztül, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Hisar Topluluğu ve Edebi Faaliyetleri, (Dan.: Doç Dr. Ramazan Kaplan), (basılmamış doktora tezi), Ankara Üniversitesi, Ankara, 1998, 366 s. GÖZAYDIN, Nevzat, Şiirleri ile Yusuf Ziya Ortaç, (Dan. Prof. Kenan Akyüz), A. Ü. D.T.C. F., Türk Dili Edebiyatı, (Lisans Tezi), Ankara, 1963, 47 s. KOÇ, Murat, Cumhuriyet Devrinde Eski Şiirimize Bakış, (Dan.: Prof. Dr. Birol Emil), M.Ü. İstanbul,1994, 210 s. 535 ÖZCAN, Engin, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Hayatı ve Eserleri (2 cilt), (Dan: Prof. Dr. Şerif Aktaş), (Basılmamış Doktora Tezi), Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 1993, (X+757+16)s. TÜMSAVAŞ, Vicdan, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Şiiri, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Enstitüsü, (Basılmamış Lisans Tezi), (Danışman: Prof. Kenan AKYÜZ), Ankara, 1954, (III+46) s. 536