içindekiler - Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
Transkript
içindekiler - Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi
GENÇÇE EDİRNE YILDIRIM BEYAZIT ANADOLU LİSESİ GENÇÇE 2012-2013 EĞİTİM ÖĞRETİM YILI 2. DÖNEM - MAYIS 2013 SAHİBİ SEFER YAŞAR Okul Müdürü GENEL YAYIN YÖNETMENİ İlhan YAZAR Müdür Yardımcısı YAZI İŞLERİ SORUMLUSU Sedat SAYIN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni YAZI İNCELEME KOMİSYONU İlhan YAZAR Hakan İLERİ Yılmaz ÖZTÜRK YAYIN KURULU Beste ÖZDEN (12-F) Eser CAVLAK (9-A) Damla ÖZEN (9-A) NİDA BİÇER (9-B) Ceren KORKMAZ (9-B) Gayenur ŞEKERLİ (9-B) Görkem KURUOĞLU (9-B) Ozan Nesim ÖZDEMİR (9-B) Ecem OKYAPAR (9-C) Seda CEYLAN (9-C) Müge İŞBİLDİ (9-C) Yazel YİĞİTBAŞ (9-C) Serap DAĞLAR (9-C) Derya HAN (9-C) Gözde TOHUMCU (9-E) KAPAK ÇİĞDEM BİLEN RESİM İŞ EĞİTİMİ ÖĞRETMENİ YAZIŞMA ADRESİ Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Yıldırım/Edirne Tel:0284 224 28 44 Fax : 0284 212 48 86 Basım Yeri: Anıl Dijital Matbaacılık Sümer 1 Sk. No:11/1 Kızılay/ANKARA Tel: 0312 229 32 34 İÇİNDEKİLER Sevgili Genççe Okurları- Sefer YAŞAR...............................................................3 Merhaba- Sedat SAYIN.......................................................................................4 MÜLAKAT Milli Eğitim Müdürü Sayın Hüseyin ÖZCAN ile Edirne’ye ve Fethe Dair............5 ATA’ya Mektup-Safa ASLANER...........................................................................8 Milletiyle Yücelen ve Milletini Yücelten Ulu Önder-Gözde SARI.........................9 YARIŞMA ŞİİRLERİ Diyalektik - Umutcan YÜCE...............................................................................10 Rüyalar Kızı - Safa ASLANER........................................................................... 11 Darısı Başına - Ahmet Gökhan TAŞÖZ.............................................................12 Gönülden Sevgi Nağmeleri -Alp Kağan AYGÜN...............................................13 YARIŞMA DENEMELERİ Sevgili Ülkem-Göksu GÜDÜCÜ........................................................................14 Yaşamalısın-Lal Simay SESİGÜR.....................................................................15 Gidene-Aleyna ÖZENGEL.................................................................................16 Sana Dair-Yasemin TEKDAL.............................................................................17 Basitçe Aşk-Ozan Nesim ÖZDEMİR.................................................................18 DOSYA “İSTANBUL’UN FETHİ EDİRNE’DEN BAŞLAR”...............................................19 İstanbul’un Fethine Açılan Kapı: Edirne-Bülent KAÇIN.....................................20 Kuruluş ve Fetih Destanı-Sedat SAYIN.............................................................22 Fatih ve Kısa Oyunlar - Derya HAN...................................................................24 Bizans Düştü ve Fatih’ten Esintiler - Müge İŞBİLDİ..........................................26 İnancın Zaferi-Selene CABALAR......................................................................27 Yeni Bir Çağın Fethi - Ecem OKYAPAR............................................................28 ÖYKÜ Fısıltı - Beste Özden..........................................................................................29 Ceviz Kabuklarım - Seda CEYLAN...................................................................30 Genç Adam İhtiyar Adamın Bavulunu Aldı - Ozan Nesim ÖZDEMİR...............31 Mutluluk :Edirne-Damla ÖZEN.........................................................................33 BİLİM BİR EDİRNE ANADOLU LİSELİ - Alkan ALTAY................................................35 BİYOGRAFİ - MEKTUP Suyu Arayan Adam: Şevket Süreyya AYDEMİR - Ceren KORKMAZ...............38 GEZİ YAZISI Benim Edirne’m - Burak ERTAY........................................................................42 BİR KÜLTÜREL ŞAHLANMA : AKADEMİ EDİRNE..........................................46 “Akademi Edirne” Öğrenci Yorumları Ozan Nesim ÖZDEMİR ....................................................................................48 Utkucan SÜRGÜLÜ ..........................................................................................48 Eser CAVLAK.....................................................................................................48 Kıbrıs Gezimiz-Buket AÇIKGÖZ- Seray BAYRAKTAROĞULLARI...................49 Suskun - Fatma MENEKŞE...............................................................................50 Şiirlerinin Şairi Olmak Zor - Kübra KONUK.......................................................50 ŞİİR Bayrağın Rengi Artık Daha Kırmızı - Ahmet Gökhan TAŞÖZ...........................51 Sözüm Şehide - Damla Özen............................................................................51 DENEME Ben Edirne - Eser CAVLAK...............................................................................52 Aşk Lazım mı? Bence Hayır! - Hazal YAMAN...................................................52 Cesur Yeni İnsan - Umutcan YÜCE...................................................................53 Çiçekler ve Tohumları - Seda CEYLAN.............................................................53 Ya Gerçekse? – Yalnızlık-Nida BİÇER..............................................................54 Aşk Nedir?-Habibe Rana KAŞDAŞ...................................................................54 RESİM İŞ EĞİTİMİ ÇALIŞMALARI Betül DURMUŞ-Özgün Baskı............................................................................55 Edirnekari Sanatı -Simay SESİGÜR..................................................................56 Resim İş Eğitimi Öğretmeni Çiğdem Bilen’in Edirne Stili Çalışmaları..............57 Resim İş Eğitimi Öğretmeni Çiğdem Bilen’in Serbest Çalışmaları...................58 SPOR.................................................................................................................59 FAALİYETLERİMİZ............................................................................................67 2012 LYS GURUR TABLOMUZ.......................................................................69 İstiklâl Marşı Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! O benimdir, o benim milletimindir ancak! Ey Türk Gençliği! Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl? Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal. Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal. Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, ‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar? Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı! Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeliEbedî yurdumun üstünde benim inlemeli. O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım; O zaman yükselerek arşa değer belki başım! Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl! Mehmet Akif Ersoy Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur! Mustafa Kemal Atatürk 20 Ekim 1927 GENÇ EYBALLI’LARA MERHABA Dünden yarına her şey değişiyor. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu bilgisi. Bizleri değişimin zorunluluğu, değişime karşı direnmenin anlamsızlığı karşısında uyarıyor. Tohumdan ağaca, çorak topraklardan üzerinde gökdelenlerin yükseldiği milyon nüfusluk şehirlere, Konstantinopolis’ten İstanbul’a zaman akar, çağlar kapanır, medeniyetler imparatorluklar biter yerine yenileri gelir eski köye yeni adetler getirilir. Dumandan cebe, kağnıdan uçağa ve Göktürk uydusuna, dünden yarına her şey değişir. Değişir. Değişim kimi zaman bir ihtiyaçtır. Bilerek, isteyerek, çabalayarak ulaşırsınız. Kimi zaman da bir mecburiyet. Ne kadar direnirseniz direnin karşı koyamazsınız. Bazen değişimi kabullenmek, ona boyun eğmektir. Bazen de payınıza düşen değişim için can atmaktır size yakışan. Her bayramda, yılbaşında aldığınız kartpostallara, tebrik mektuplarına özlem duyarken mail atmak istemez belki eliniz. Esas olan değişim için dengeyi kurabilmektir. Kendi değerlerinizden temel insani normlardan öden vermeden gerektiği kadar, yeteri kadar değişmektir. Yeni ile inatlaşmadan eskiye de vefa duyarak, eskiden kalma birikimlerinizin üzerine lazım olduğu kadar yeni değişebilmek. Herakletios “Her şey akar hiçbir şey aynı kalmaz. Aynı ırmağa iki kez giremezsiniz; çünkü üzerine her zaman yeni sular akar. Tüm şeyler değişir, hiçbir şey değişmeksizin kalmaz. Evrenin itici gücü değişimdir” diyor. Evet her şey değişiyor, dönüşüyor, gelişiyor. Önemli olan durmaksızın akıp giden zaman içerisinde çevremizde olup biten her şey değişiyor. Değişim cesaret işidir aslında. Bazen huy, bazen şekil, bazen hasta bir vücutta organ, bazen düzen, bazen gezegen değiştirirsiniz. Sonunu kestiremediğin bir yola cesaretinizden güç alarak adım atarsınız. Yapılan keşifleri, icatları kurulan düzenleri hatırlayın. Cesaret ateşler içinizdeki değişmek hevesini. Sevgili EYBALLILAR, Sizler de gelecek içinde iyi bir yer bulabilmek hedefinize ulaşabilmek için değişime hazır olmalısınız. Gelecek bir sonraki hamle için önce hedef ister, çalışmak ister, cesaret ister. Bunların hepsi sizlerde bulunmaktadır. Üniversite hayallerinizi gerçeğe dönüştürmeniz dileğiyle yolunuz açık olsun… Edirne Yıldırım Beyazıt Anadolu Lisesi Okul Müdürü Sefer YAŞAR 4 EDİTÖR’DEN Merhaba ! Sevgili Genççe Okurları, Yine baharın içinden gönül ve aklımızdan devşirdiğimiz taçlandırılmış çiçeklerle sizlere ulaştık.büyük bir bahar serinliği ve letafeti ile sesleniyoruz yüreklerinize… Okulumuz bu öğretim yılını da çok değerli kazanımlarla geride bıraktı. Çok hızlı ve dinamik bir atmosferin yaşandığı okulumuz hayata, kendine ve geleceğe duyarlı ve estetik açıdan bakabilen bireyler yetiştirmektedir. Okulumuz “10 Kasım Atatürk’ü Anma” Programını alnının akıyla hazırlayıp İl Halk Eğitimi merkezinde sundu. Okulumuz Şiir-İletişim –Tiyatro kulübü yine Sedat SAYIN Özgün Kitap Kırtasiye ve Karel Kitap Sarayı işbirliğinde deneme-şiir yarışma- Türk Dili ve Edb.Öğrt. sı açarak öğrencilerimizin yüreklerinde ve belleklerindeki en güzel duygu ve düşünceleri paylaşmamıza kaynak oldular… Bu sayıda öğrencilerimizin en nadide resim,şiir,etkinlik, deneme..alanlarındaki yüreklerini hissedeceksiniz. Dergimizde İl Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Hüseyin Özcan ile çok değerli bir mülakat gerçekleştirdik. Müdür Bey’in Edirne için çarpan kalbinin eleğimsemasını okuyacaksınız. Aynı zamanda bu yıl Valimiz Sayın Hasan DURUER’in öncülüğünde ve Sayın Fahri Tuna Bey’in yönetiminde gerçekleştirilen “akademi edirne”sona erdi. Okulumuz öğrencileri de bu süreçten geçtiler. İşte onlarda meydana gelen değerleri de sayfalarımızda okuyacaksınız. İçinde bulunduğumuz şehir tarihi boyunca hep önemli olmuştur. “İstanbul’un Fethi Edirne’den Başlar” Başlığı altında ilk il programını geçtiğimiz yıl okulumuz öğrencileri (Harun Can Özdemir, Cemre Erçetin, Akanay Ataalp)ve 1.Murat Lisesi Mezun öğrencilerimle (Kevser Sabah, Seda Öztürk) gerçekleştirerek onurlu bir görevi yerine getirmiştik. Dergimizin bu sayısında da Fetih ve Fetihle ilgili kitapları okuyan Genççe Ekibi Çağ açıp çağ kapatan bir Padişahı anlamaya çalıştılar. Edirne Fethin kilit noktasıdır. Fethin bütün plan ve projelerinin yürütüldüğü yerdir. “Şahi toplarının dökülerek “Cihannüma” denilen sarayın önünde ilk denemeleri yapılır. Tunçtan yapılan topun çapı on iki karış, uzunluğu otuz iki ayaktır. Attığı taş mermilerinin ağırlığı 600 kilodur.” Böylesine bir sonucu meydana getiren Edirne’mizin daima hatırlanması ve tarihi öneminin vurgulanması gerekmektedir. Yahya Kemal’in Edirne için söylediği “Bu devlet tam manasıyla Edirne’de kuruldu” sözüyle sizleri selamlıyorum. Mezun olacak öğrencilerimize girecekleri sınavda başarılar diliyorum. Sizleri Arif Nihat ASYA’nın Fetih Destanı adlı şiirinden bir bölümle taçlandırmak istiyorum: Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleyman’dır. Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır. Haydi artık uyuyan destanını uyandır.! Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.! Delikanlım, işaret aldığın gün atandan Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan! Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan.... Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Genççe kalın… Milli Eğitim Müdürümüz Sayın Hüseyin ÖZCAN ile Bir Mülakat 5 GENÇÇE Sayın Müdürüm, Öncelikle bizim çağrımıza gönül verip bizi makamınızda ağırladığınızdan dolayı okulumuz ve öğrencilerimiz adına teşekkür ediyorum. İstanbul gibi bir tarihi kentten Edirne’miz gibi ‘’Bursa’nın oğlu İstanbul’un babası’’ nezih ve tarihi bir kente geldiniz. Edirne’ye gelmezden evvel Edirne’ye dair düşünceleriniz neydi? Yaşadığınız bu süre zarfında neler hissettiniz? Öğrencilik yıllarımda Edirne’ye gezmeye gelir, hatta geziler düzenleyerek arkadaşlarımı getirirdim. Buram buram tarih kokan, Osmanlı kokan, şehr-i sultan unvanlı Mehmed’i Fatih yapan bir şehir Edirne. Tarihî ve doğal güzellikleri ile de harika bir şehir. Der-i Saadet (mutluluk kapısı) olarak anılan Edirne’de Eski Camii sadeliğin, Üç Şerefeli Camii çeşitliliğin, Muradiye Camii dinginliğin, Selimiye Camii huzurun, kilisesi ve havrası ile hoşgörünün diyarı olan Edirne, Lozan Anıtı ile Cumhuriyetin, sınır kapıları ile de gelişmişliğe, demokrasiye açılan kapının timsali olmuştur. Edirne aynı zamanda huzurlu ve dingin bir şehir.Buraya tayinim çıkınca tarihi özelliklerinin yanında siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda ve tabii ki eğitim alanında Edirne’yi etüt etme imkânım oldu. Bütün bu alanları kapsayan ortak tespitim şu oldu: Edirne’nin her konuda gelişmişlik adına potansiyeli var, önemli olan da bu potansiyeli harekete geçirmek. Böylelikle 92 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış olmanın övgüsünü gerçeğe çevirebilmemizin mümkün olduğunu düşünüyorum. Biz de bu hedefle Türkiye’nin, hatta bölgesinin yani tarihte olduğu gibi Balkanların merkezi olma hedefiyle çalışmalarımızı sürdürmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Bu amaçla çalışmalarımızı sürdürmenin cetlerimizin bize yüklediği, gelecek kuşakların bizden beklediği sorumluluk duygusuyla çalışmalarımıza devam edeceğiz. Edirne için “yeni olmak” kavramının pek itibar edilecek bir değerlendirme olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bazı şehirler vardır ki siz o şehre ne kadar uzak olursanız olun yine de o şehre aşinasınızdır. Edirne, tarihi geçmişi, mimari dokusu, kültürel yapısı ve en önemlisi insanı ile herkesin tanıdığı bir şehir. Bu yüzden ben de bu şehrin yerlisiyim aslında. Az önce dile getirdiğim gibi daha önce çeşitli vesilelerle Edirne’ye geldim. İstanbul’dan bunalıp kaçmak isteğiniz anlarda Edirne, ilk akla gelen limandır. Huzurun ve dinginliğin şehri. Edirne her zaman için hayallerimi süsleyen bir şehir olmuştur. Edirne’yi insanların hayaline taşıyan o kadar özellik var ki? Bazı şehirler vardır ki ruhunu, kimliğini ve kişiliğini kaybetmemiştir. İşte Edirne benim için bu özellikteki birkaç şehirden biri. Tabi şu anda bu şehirde sürekli yaşayan biri olarak yeni bir değerlendirme yapmamı isterseniz Edirne benim için hala hayallerimi süslemeye devam eden bir şehir. Fakat bu şehre artık yeni anlamlar yüklüyorum. Çünkü bu şehirde artık benim de bir geçmişim var. Bu şehrin yerlisi olarak artık bir seyirci değilim, bu şehrin içindeyim, bu şehirle yatıp kalkıyorum, bu şehirde nefes alıyorum, geçmişimi ve geleceğimi bu şehirle inşa ediyorum. Meriç’in Tunca’nın akışında artık benim de bir katkım var. Öncelikli olarak belirtmek isterim ki Edirne benim için önemli olan birkaç şehirden biri. Tarihi mirası günümüze başarılı bir şekilde taşımış bir şehir. Edirne’yi süsleyen tarihi bir çok yapının varlığı aslında ecdadımızın da bu şehre ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Payitaht unvanını İstanbul’a devrettikten sonra bile önemini yitirmemiş. Selimiye gibi muazzam bir yapının, İstanbul’da değil de Edirne’de yükseliyor olması bile Edirne’nin ne kadar önemli bir şehir olduğunu gösteriyor. Edirne sadece mimarisi ile değil aynı zamanda gelenekleri günümüze başarılı bir şekilde taşıması ile de dikkatimizi çekiyor. Bu yönü ile de kendinden söz ettiriyor… Bazı şehirlerin kendine ait bir ruhu vardır. Bu ruh ne yazık ki bir çok şehirde kayboldu… Bir şehre girdiğinizde o şehri diğer şehirlerden ayıran özellikler ne yazık ki günümüzde birer birer kayboluyor. Her şehir bir diğerinin kopyası adeta.. Ama Edirne benim için kendine ait bir rengi, kimliği ve en önemli ruhu olan bir şehir. Attığınız her adımda bu ruhu görebiliyorsunuz. Edirne sadece geleneksel kimliği ile değil. Modern yüzü ile de Türkiye’nin gözbebeği. Sadece tarihe değil aynı zamanda dünyaya açılan bir kapıda, bir şehirde bulunmak elbette heyecan verici. İstanbul gibi büyük bir koşturmacanın ve hengamenin yaşandığı bir şehirden sonra böylesine dingin ve huzurlu bir şehirde yaşamak benim için ayrı bir saadet. Düşünün ki başka bir serhat şehirde doğdum ve şu anda başka bir serhat şehirdeyim. Talihin bir cilvesi olsa gerek, Kars’ta, Sarıkamış’ta doğmuş biri olarak Edirne’de önemli bir görevi üstleneceğimi hiç düşünmemiştim. Edirne’ye ilk geldiğimde Cahit Külebi’nin Atatürk’e Ağıt şiirinin ilk dizeleri farkında olmadan dilime düştü: “ Edirne’den Ardahan’a kadar Bir toprak uzanır, Boz kanatlı üveyikler üstünden uçar Ardahan’dan Edirne’ye Edirne’den Ardahan’a kadar” 6 Sayın Müdürüm, Bizler ‘’Akademi Edirne’ potasında yoğrulmuş öğrencileriz. Sayın Valimizin başkanlığında sizin takip ve kontrolünüzde başlarımızda bizi bu süreç içine alan ve takip eden öğretmenlerimizin rehberliğinde işin bu yıl için sonuna geldik. Siz bu eğitim, kültür hamlesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Seneye de devam edecek bir süreç mi bu? Bu projeyi beraberce yaşadık.Biz uygulayıcı olarak, siz de katılımcı olarak. Bu etkinliği Edirne’nin geleceğine yapılmış bir yatırım olarak görüyoruz. Edirne’ye geldiğimde fark ettiğim eksikliklerden biri; kültür, sanat, edebiyat, ekonomi vb. birçok alanda merkez kabul edilen İstanbul gibi değerden Edirne öğrencisinin, öğretmeninin, kısacası Edirne’de yaşayanların yeterince istifade edememesiydi.Sanat, kültür, sinema, edebiyat gibi konularda ülkemizde ve dünyada marka isimleri Edirne’mize getirerek öğrencilerimizle buluşturduk. Bizim amacımız bahsettiğimiz alanlarda 15-20 yıl sonra marka değeri olan sanatçıların, yazarların, düşünürlerin Edirne’den çıkmasıdır. Bu topraklar geçmişte Fatih’i, Safiye Erol’u, Rıfat Osman’ı nasıl çıkardıysa bugün de çıkarabilir düşüncesiyle yola çıktık. Bu manada halkımızdan, özellikle de bu çalışmaya katılan öğrencilerimizden olumlu dönütler aldık. Bu tür çalışmaları gelecek yıllarda da ömrümüz vefa ederse devam ettirmeyi amaçlıyoruz. Gelecek yıl bu çalışmalarımızı ilçelere de yaymak istiyoruz. Çünkü gelişmiş ülkeler kendilerine değer katan çocukları bulup yetiştiriyorlar. Biz de Edirne’mizde her çocuğumuza ulaşmak, oluşturduğumuz yetenek havuzuna göre kabiliyetlerini ortaya çıkarmak istiyoruz. Aslında bu, sadece günümüzde yapılan bir uygulama değil. Bu uygulamaya en yakın örnek Osmanlı Devleti. Osmanlı Beyliği’ni medeniyet hâline getiren en önemli unsurun, kabiliyetlerine göre seçilip Enderun Mektebi’nde yetiştirilen çocuklar olduğu unutulmamalıdır. Nasıl bu kurumdan Sinanlar çıkıp Selimiye’yi yaptıysa biz de bu çalışmamızda çağdaş Sinanlar yetiştirmeyi amaçlıyoruz. Bu tarihî doktrinin çalışmamızı ilçe ilçe, köy köy derinleştirmemize ışık tutacağına inanıyoruz. Eğitim öğretim adına planladığınız hamleleri gerçekleştirebildiniz mi? Sizi geldiğinizden bu yana en mutlu kılan, gerçekleştirerek mutluluk hanenizde unutulmazlar arasında yer alan projeleriniz nelerdir? Ufukta daha ne gibi projeler var? Edirne bir imparatorluğa, bir medeniyete 92 yıl başkentlik yapmış köklü bir şehir. Ancak öğrencilerimizin, hatta halkımızın bazı klişeler dışında bunların farkında olmadığını gördüm. Şairin de ifade ettiği gibi: “O mâhiler ki derya içredur deryâyı bilmezler.” Bu farkı göstermek ve şehir bilincinin oluşmasına katkıda bulunmak amacıyla “Dünden Bugüne Edirne” isimli bir proje geliştirdik. Bu proje ile yılda 5000 öğrencimizi Edirne’nin değerleriyle buluşturmayı hedefliyoruz. Bunun için önce gönüllü öğretmenlerimizi rehberlik eğitiminden geçirerek eğittik. Nisan ayında da gezilerimize başladık. Pratik bilginin yanında eğitimin teori kısmı için kitap ve oyun hazırlama çalışmaları bütün hızıyla devam etmektedir. Malumunuz Edirne, ülkemizin Batı’ya açılan kapısı konumunda. Dolayısıyla modernliğin hissedildiği ve yaşandığı bir şehir... Modernliğin yararı olduğu gibi olumsuz etkileri de var. Bu durum, gelişmiş ülkelerin şehirlerinde çok açık bir şekilde kendini bir sorun olarak göstermektedir. Biz ileride bir sorunla karşılaşmamak için tedbirler almak amacıyla “Değerler Eğitimi” projemizi hayata geçirdik. Bu proje ile öğrencilerimize her ay farklı insanî değerler vererek bu konuda farkındalık oluşturmak istedik. Diğer bir sorun ise şehrimizin köklü bir üniversiteye sahip olmasına rağmen bugüne kadar bu imkândan gerektiği kadar faydalanamamış olmasıdır. Bu eksikliği gidermek için bu yıl üniversitemiz ile bir protokol imzaladık. Bu protokol çerçevesinde öğretmenlerimiz ve akademisyenlerimizi buluşturarak Edirne için hizmet üretmenin yollarını aramaya başladık. Bu çalışma, çok yeni olmasına rağmen daha şimdiden okullarımız ile üniversiteyi buluşturdu. Diğer bir sorun İstanbul gibi bir kente yakın olmasına rağmen Edirne’nin bu avantajdan yararlanamaması. Bu çerçevede İstanbul’daki eğitim ile ilgili çalışmaların Edirne’ye aktarımı konusunda konferanslar düzenledik; öğretmen eğitimi, bilim tiyatroları gibi öğretmen, öğrenci ve veli bazında birçok çalışma yaptık ve yapıyoruz. Ayrıca bu tür çalışmalarımızı Edirne merkezli değil, ilçeleri de kapsayacak bir şekilde yaptığımız unutulmamalıdır. Türkiye genelinde öğrencilerimizin fen ve matematik alanlarında istenilen başarıyı yakalayamadığı ve söz konusu branşlara karşı bir korkunun olduğu görülmekte. Edirne’de bu durumu olumlu yönde değiştirmek için “Yaratıcı Zihinler Projesi”ni geliştirdik. Bu proje kapsamında atölyeler oluşturarak öğrencilerimizin sözü geçen branşlarda eğlenerek öğrenmelerini, öğrendiklerini yaratıcılıkları ile birleştirerek ürünler tasarlamalarını ve eğitimin gerçek anlamına kavuşmasını amaçlamaktayız. Bunun yanında sosyal sorumluluk projelerinin yetersiz olduğunu görerek bununla ilgili çalışmalar başlattık. Özellikle dezavantajlı bölgelerde yaptığımız çalışmalarla devamsız öğrencilerin devamını sağlayarak onları da eğitim hayatının içine dâhil ettik. Halk Eğitim Merkezi’nde planladığımız çalışmalarla bu tür öğrencilerin velilerine meslek edindirme kursları açtık. Yaptığımız projeler, görüldüğü gibi Edirne’nin geleceğine yönelik çalışmalardır. 7 Bunların sonuçları hem kısa vadede hem de uzun vadede görülebilecektir. Şunu da belirtmek isterim ki yapılan çalışmalarda Valimiz Sn.Hasan DURUER’in maddî, manevi ve fikrî desteklerini hep arkamızda hissettik.Bu nedenle kendisine teşekkürü bir borç biliyorum. GENÇÇE Sayın Müdürüm geçen yıl ilk kez “İstanbul’un Fethi Edirne’de Başlar” başlığı altında bir şölen hazırlandı. İstanbul’un fethinde Edirne’nin yeri nedir? İstanbul Edirne’ye vefa borcunu nasıl ödemektedir? Ödüyor mu? Bu konuda neler yapılmalıdır? Tabii tarihçi değilim ancak tarihe ilgili biri olarak kendimi şöyle ifade etmek isterim: İstanbul’u fetheden büyük Sultan Mehmed, Edirne’de doğmuş; bilgi ve becerisini burada alarak hükümdarlık alameti kılıcını Eski Cami’de kuşanmıştır. İstanbul’u kuşatan yeniçerilerin kışlasının olduğu, fethi gerçekleştiren ulemanın yetiştiği, Urban Usta’nın topları döktüğü yerdir Edirne. Fethin ve seferin babasıdır Edirne. 1400 yıl evvel Peygamber’den aldığı kutlu mesajla hareket eden, bu müjdeye mazhar olunan şehirdir Edirne. Devleti İmparotorluk; Mehmed’i Fatih yapan şehirdir Edirne. İstanbul gibi kutlu bir şehirden önce aydınlanmış bir şehirdir Edirne. Balkanlar’da önce toprakları, sonra gönülleri fethederek İstanbul’un fethini bir manada kolaylaştıran şehirdir Edirne. Sonrasında baba şefkatiyle oğlunu koruyan, belki de gelecek tehlikelere karşı kendini feda eden, ateşe atan şehirdir Edirne. Şimdi evlat, yani İstanbul, bunun farkında; babanın borcu ödenmez Allah katında ama yine de bir diyeti var Edirne’ye. İstanbul bugün bunun daha da farkında. Özellikle 1 - 1,5 yıldan beri Edirne’ye birçok konuda destek verdi İstanbul. Özellikle eğitim alanında, etkinlik alanında İstanbul ve ilçe belediyeleri bizi kırmadı, isteklerimizi geri çevirmedi. Yapmış olduğumuz çalışmalarda bize destek olarak Edirne’ye olan vefa borçlarını ödemeye başladıklarını söyleyebiliriz. Dediğim gibi henüz başladılar. Bundan sonraki süreçte de desteklerinin devam edeceğine inanıyorum. Edirne, İstanbul için dolayısıyla Türkiye için önemli; çünkü Edirne’nin tek çocuğu İstanbul değil; Üsküp, Filibe, Sancak, Yenipazar, Ohri… Edirne’nin kardeşleri kültürel manada birleştirme, özlemleri giderme gibi bir sorumluluğunun da var olduğu düşünülürse İstanbul ve Edirne ayrılmaz, ayrılamaz şehirlerdir. Edirne’nin anlam ve önemini Edirne’nin yad ellere geçtiği yıllarda Şair Yahya Kemal “Yine Edirne İçin” adlı yazısında şöyle izah ediyor: “Bu devlet tam manasıyla Edirne’de kuruldu. Edirne, fütuhat devremizin tecelligahı (göründüğü yer) olan şehirdir. Siyasi, askeri, coğrafi, hiçbir ehemmiyeti olmasaydı yalnız fütuhat devri dediğimiz altın devrinin büyük hatıralarıyla Edirne bu milletin haşre kadar rüyasına girer. Edirne Gazi Hünkar’la, Bayezit’le, Çelebi padişahlarla genç ve dinç Murad-ı Sani ile Fatih’le beraber dövüşen cetlerimizin hayaletleriyle doludur. Edirne’siz Türk devleti tarihi koparılmış bir devlet olur.” (Eğil Dağlar, s. 349-350 ) Evet Edirne’miz şairin güzel ifadeleriyle böylesine önemli bir şehirlerin sultanı olduğu kadar sultanların da şehridir. Nurettin Topçu ” Fetih Felsefesi “ isimli yazısında Fetih Felsefesini yedi madde altında topluyor: 1- Fethin ilk ve en büyük eseri bir iman harikası oluşudur. Yirmi iki yaşındaki gencin kıtaların kilidini açma kararı , bu dev iradesi , Akşemseddin’in istihare denilen Allah’a danışmasından işaret alıyor. Allah izni alındıktan sonra ne şüphe kalıyor, ne bir an tereddüt ;ne umutsuzluk ne de korku. İstanbul alınacaktır, mutlaka alınacaktır.İman tamam olunca gemiler dağlardan aşırılır, et ve kemikten bedenler akan ateşlere meydan okurlar. 2. Büyük fetihle kuruluşu tamamlanan yeni devletin temeli manevi dinamizmdir. 3. Fetih , doğunun büyük beldesinde yapılacak rönesansın kapısı olacaktı. Fatih Sultan Mehmet , buradan Asya’ya bir aydınlık asrı getirebilecek insandı. Yüksek alim şahsiyeti, yaratıcı dehası ile ilimlerde ve sanatlarda batıdaki rönesansın öncü hamlesini Peygamber’in övdüğü İstanbul şehrinden başlatmıştır. 4. Topkapı Sarayı’ndan başlayarak Türk dünyasının İstanbul’da yeni bir sanat idealine kavuşacağını müjdeleyen Rönesans sultanı batıdan şöhretli sanatkarları getirtmiştir. 5. Hüdavendigarla Yıldırımların başlattığı Anadolu’nun milli birlik davası, Fatih’in kabzasına Allah yazılı kılıncı ile tamamlandı. Sonraki asırların her taraftan yıkıp da viran ettiği Anadolu milli birliği, doğunun bu Rönesans asrında bir olan Allah idealine bağlı temeller üzerine kuruldu. 6. Yeni Türk devletinin temeli adaletti. Ahlak idealinin usanmaz hizmetkarı olan bir hanedanın, bütün manası ile büyük olan bir sülalenin cihan tarihine yeni bir devir açan çocuğu hayatında adaletten ayrılmamıştır. 7.2. Murad’ın oğlunun kalbinden taşarak siyasi dehası ile birleşen af ve acıma, fethin en emin bekçisi oldu. Bizansın halkını kayıtsız şartsız affetmekle kalplerin fatihi oldu. Batan medeniyet merkezinin halkına tam hürriyet, tam huzur, tam selamet sundu.. İşte fethin yedi harikası bunlardır. Hepsinde ebedi olmak isteyen insan iradesi sonsuzluğa uzanmaktadır. Şimdi bugünden sonra bize bir fetih lazımdır… Bu fetih ebedi olacak …Ruhlarımızda yapılacak…Bu fetih, gönülleriyle mazinin en derin tabakalarına bağlanan ve dallarında bütün güzel meyvaları veren hayat ağacının, daima yaratıcılıkla ileriye doğru hamle yapmasıdır. Bu fetih, ilimle, imanla, irade hareketleriyle ve rönesanslarla yüklü yeni bir ruh dünyasının fethidir. Durup dinlenmeden hoşlanan, bu fethi yapamayacak. Edirne’mizden başlayan Fetih ruhunun ,felsefesinin tüm yurdumuzu kuşatmasını temenni ediyor, saygılarımı sunuyorum. 8 Ata’ya Mektup Ulu Atam; 21 Aralık 2012 Edirne Bugün, 21 Aralık 2012. Edirne’yi şereflendirmenizin 82. Yılı. Her 21 Aralıkta olduğu gibi bugün de şenlik var Edirne şehrinde. Caddelerde tanklar, direklerde bayraklar, her yer bayram havasında. Resmi törenler yapılıyor anıtının önünde, sana yazılmış en güzel şiirler çocukların dilinde. Rahmetli dedem, her 21 Aralık günü akşam olunca, bizi pelit közü ile doldurulmuş mangalın başına toplar, bugün benim ve arkadaşlarımın büyük coşkuyla kutladığımız Edirne’ye Safa ASLANER teşrifiniz ve burada geçirdiğiniz beş gün boyunca yaptığınız ziyaretleri, söylediğiniz nutukları ve bıraktığınız etkileri anlatırdı. Bu yüzden ben, her 21 Aralık günü, gelişinizle Edirne’ye bahşettiklerinizi ve ailemizin bugün sahip olduklarının hikâyesini hatırlar, sizi bir kere daha saygı ve tazim ile anarım. Edirne’de bulunduğunuz süre içerisinde dedem sizi Edirne Türk Ocağını ziyaretiniz esnasında sadece bir defa görme bahtiyarlığına ermiş. Bu tek görüş ona sadece hayatının en büyük hatırasını yaşatmamış, aynı zamanda hayatının dönüm noktasını da oluşturmuş. O gün, yani Edirne’yi şereflendirmenizin üçüncü gününde Edirne Türk Ocağını ziyaret etmişsiniz. O tarihte Kaleiçi’nde bulunan Türk Ocağı binasının önünde aralarında dedemin de bulunduğu büyük bir kalabalık karşılamış sizi. Ocak Başkanı Mehmet Edip Ağaoğulları’dan bilgi almış, aralarında dedemin de bulunduğu gençlerle çay içip çeşitli konulardaki görüşlerinizi açıklamışsınız. Dedemin “bugün gibi hatırlıyorum” diyerek naklettiği konuşmanızda özetle, “memleketin beceriksiz idareciler yüzünden büyük badireler atlattığı ve geri bırakıldığını, memleketin bundan böyle gençler eliyle kalkındırılacağını, kalkınmanın sanayi eliyle ama daha çok tarıma dayalı sanayi eliyle olacağını, sanayinin yurt sathına yayılması için Teşvik-i Sanayi Kanununun çıkarıldığını, Alpullu Şeker Fabrikasının sanayileşmenin iyi bir örneği olduğunu” söylemişsiniz. Konuşmanızı bitirirken tüm müteşebbis ruhlu Edirnelilerin sanayiye yönelmelerini ve yeni sanayi tesisleri kurmalarını beklediğinizi söylemişsiniz. Menemen olayının çıkması üzerine ziyaretinizi yarıda kesip Edirne’den ayrılmak zorunda kalmışsınız. Belediye Başkanı Ekrem Demiray ve sizi uğurlamaya gelen heyete, Edirne’yi ziyarette gördüğünüz tezahürattan ve muhabbetten duyduğunuz memnuniyeti belirtip bir gün tekrar gelmek arzusuyla arzı veda etmişsiniz. Siz ayrılıp gitmişsiniz ama ziyaretiniz, temaslarınız ve sözleriniz günlerce konuşulmuş Edirne’nin meclislerinde. Türk Ocağı binasında sizi dinleyen dedem, sizin sözlerinizi, bilhassa sanayi hakkındaki sözlerinizi hiç unutmamış ve o günden sonra kendine düstur yapmış. Hem memleketin, hem Edirne’nin, hem de ailemizin makûs talihini değiştirmenin tek yolunun sanayileşmek ve sanayi tesissi kurmak olduğunu kafasına iyice sokmuş. Dedem, sizin geldiğiniz tarihte Türk Ocağı Başkanı olan Mehmet Edip Ağaoğulları’nın oğlu Cevat ile okuldan arkadaşmış. Mehmet Edip Ağaoğulları Edirne’nin zengin eşrafındanmış. Sizin sanayi hakkındaki sözleriniz, Edip beyin zenginliği ve oğlu Cevat ile olan arkadaşlığı, dedemde, Trakya’nın ve Edirne’nin en önemli tarım ürünü olan ayçiçeğine dayalı bir sanayi tesisi kurma fikrini uyandırmış. Sizden aldığı ilhamla yıllarca kuracağı ayçiçeği yağı fabrikasının fikrini harmanlamış kafasında atam. Nerede kuracağını, kapasitesinin ne olacağını, bacasını, dumanını... Arkadaşı Cevat’ın ailenin sözünü söyler olduğu günlerde Yağ fabrikası fikrini ona da açmış, ona da aşılamış. İki genç el ele verip bu fikri iyice yoğurmuşlar. Kendilerine yeni yeni arkadaşlar bulup, fikirlerine ortak yapmışlar. Sonunda her şeyi tamam edip fabrikanın bacasını tüttürmüşler. Babam bugün, sadece Edirne’nin ve Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı yağ sanayinden biri olan ve temelinde dedemin de taşı bulunan tesisin yönetiminde bulunuyor. Yarın o bayrağı ben devralacağım ve daha ilerilere taşıyacağım. Bugün refah içerisindeysem, bugün mutluysam ve geleceğimden eminsem senin sayende Atam, senin sayende! Bugün, bu 21 Aralık günü, Edirne’yi şereflendirmenizin 82. yılında, her 21 Aralıkta olduğu gibi seni bir defa daha en içten duygularla yâd edeceğim. Okuldaki en güzeli şiiri ben okuyacağım. İleride çocuklarıma ve Türk çocuklarına seni ve senin fikirlerini en güzel ben anlatacağım Atam… 9 İstanbul Dudullu Sanayi Bölgesinin Açtığı “Mustafa Kemal’i Anlamak “ konulu yarışmada ödül alan eserimiz GENÇÇE MİLLETİYLE YÜCELEN VE MİLLETİNİ YÜCELTEN ULU ÖNDER 1881…Şanlı Türk milletinin miladı.Bir devin, bir devrin doğuşu. Miladımızın öncesi; Osmanlı. Asırlar boyu varlığını sürdüren bir düzen; saltanat. Bir beylik olarak başlayıp Türk’ün adını dünyaya yazan bir devletti Osmanlı, güçlüydü kuvvetliydi. O İstanbul’u fetheden Fatih’in tahtıydı. Fatih Sultan Mehmet 19 yaşında gemileri karadan yürüttü, nice denemeler sonucu yıkılamayan surları deldi, geçti. Adının önüne “Fatih” ünvanını aldı.Osmanlı Devleti’nde daha nice Fatihler vardı; Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Yıldırım Gözde SARI Bayezid... Sonra Osmanlı yavaş yavaş gücünü kaybetmeye başladı. Yitirdi sağlığını, gençliğini. ”Hasta adam” dediler. Son nefesi için bütün düşmanları elinden geleni yaptı. Savaşlar başlattılar, içimizde isyan çıkarttılar; parçalamak, paylaşmak için gizli gizli anlaştılar. Ve başardılar, Anadolu’nun güneşini kararttılar. Peki, ya milattan sonrası ? Bir adam; bilgili, cesaretli, azimli, vatanı için canını feda etmeye hazır bir asker… Osmanlı hazin sona doğru ilerlerken 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan bindiği Bandırma vapuruyla kaderimizi değiştirmek için yola çıktı. Bu uzun yolculuğun sonunda 29 Ekim 1923 tarihinde nice savaşın, dökülen nice kanın, yitirilen canın, kaybedilen toprakların ardından, koskoca Osmanlı enkazından Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Asırlarca süren, babadan oğula geçen saltanat düzenine son vererek, cesaretiyle, bilgisiyle, ileri görüşlülüğü, kararlılığıyla son sözü halkın söylediği “cumhuriyet rejimini” getirdi. Bu adam, bu kahraman yani benim şuan bu yazıyı Türkçe olarak yazmamı, adımın Türkçe olmasını, Türk olmanın gururunu yaşamamı sağlayan ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’tür. Türk milletinin miladı da işte bu Ata’nın doğum günüdür. Atatürk binbir zorluğun ardından kurduğu, en kötü durumdan en iyiye taşıdığı Türkiye Cumhuriyeti’nin sürekli gelişmesini, ilerlemesini istedi. Bu ekonomimizin gelişmesiyle ve sanayileşmeyle mümkündü. Ekonomi için şu sözleri söylemiştir: “Bir devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun ise o devletin bütün hayati kısımlarında bağımsızlık felç olmuştur” diyerek ekonomiye verdiği önemi vurgulamıştır. “Endüstrileşmek, en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları mevcut olan büyük küçük her çeşit sanayiyi kuracağız ve işleteceğiz “ sözüyle sanayi alanında da gelişmelerin olacağının haberini vermiştir. Cumhuriyetten önceki sanayinin de durumu ekonomi gibi kötüydü. 1915’te faaliyet gösteren çoğu küçük ölçekli 282 kuruluş vardı. Bunların çoğu yabancı sermayenin elindeydi ve milli gelirdeki payı %10’du. Ekonomik sıkıntılar sanayi alanında yatırım yapılmasını engellemekteydi. Bu nedenle büyük sanayi kuruluşları devlet eliyle gerçekleşirken diğer taraftan özel sektörü destekleme politikası izlendi. 1927’de çıkarılan Teşvik-i Sanayi Kanunu ile özel sektörün sanayi kurma çalışmalarına yardımcı olundu. Bu amaçla devlet, sanayi kurmak için girişimde bulunanlara ucuz arazi ve bina edinmede,ulaşımda kolaylık sağladı ve gelir vergilerini sıfırladı. Fakat bütün bu çalışmalara rağmen sanayi alanında yeterli sermaye birikiminin, yetişmiş insan gücünün ve teknolojinin yeterli olmamasından ötürü istenilen sonuç elde edilemedi. Sadece Uşak’ta bir şeker fabrikası kurularak üretime başlandı. Türkiye’de ilk kez 1933 yılında planlı kalkınma politikası uygulanmaya başlandı. Hazırlanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde yapılan çalışmalarla tekstil ve diğer sanayi dallarında büyük gelişmeler sağlandı. Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sanayi hamlesi başlattı. Bu amaçla Sümerbank kuruldu. Bu kuruluş Türkiye’de kurulacak olan sanayi tesislerini bilgi ve ekonomik yönden destekleme kararı aldı.Bursa ve Kayseri’de merinos fabrikaları, Gemlik’te suni ipek fabrikası, Nazilli’de basma fabrikası, Beykoz’da deri fabrikası, İzmit’te kağıt fabrikası, İstanbul’da Paşabahçe cam fabrikası üretime başladı. Kurulan fabrikaların ham madde ihtiyacını karşılamak, yer altı zenginliklerimizi ortaya çıkarmak ve işlemek için 1935’te Maden Tetkik Arama Enstitüsü kuruldu. Atatürk MTA ile ilgili şu sözleri söylemiştir : “Maden işletilmesi, gelişme halindedir. Madenlerimiz, bizim başlıca bir döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkati çekmeye değerdir “ Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ülkemizin kalkınması ve gelişmesinde önemli işlevleri yerine getirdi. Fakat hazırlanan İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte uygulamak mümkün olmadı. Dünyada yaşanan büyük ekonomik buhrana rağmen % 11.6 gibi oldukça yüksek bir sanayileşme hızı elde edildi. Türkiye Cumhuriyet’i bu ilerlemelerle kalkındı ve gelişti. İşte yaşadığımız bu ülke, Türkiye Cumhuriyeti; kahramanımız, kurucumuz, başkomutanımız, başöğretmenimiz, sonunda cumhurbaşkanımız ve ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün eseridir. Bu topraklar bu vatan uğruna canını veren şehitlerimizin kabridir. Annelerin döktüğü gözyaşı, genç kızların şehit olan sevgilisine işlediği mendildir. Bu vatanın her karışında emek, sabır, gözyaşı ve en önemlisi bile bile ölüme giden askerin cesareti gizlidir. Atatürk’ün biz gençlere emanet ettiği bu ülkeyi kalkındırmak, varlığını ve birliğini korumak bizim en kutsal görevimizdir. YARIŞMA ŞİİR 10 Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Özgün Kitap Kırtasiye İşbirliğinde Düzenlenen ŞİİR Yarışması 1. si DİYALEKTİK Bir karga sesi gecenin karanlığında, Tiz bir karga sesi ormanın derinliklerinde. Artan bir korku hissi yalnızlığın ortasında, Soğuk,ölüm kadar soğuk... Kemanların en tiz telleri çekilir ağaçlara doğru, Yaklaşır bir beden gölün kıyısındaki o şeye,o garip şeye. Adımlar basar toprağa, Bir karga sesi uzaktan, Beden bakar o şeye. Şey değildir ruhtan öte, Kendini görür ona bakınca, Beden seslenir: ’’ neden’’ Ruh der: Var olmamalıydım,bu ızdırap yeter, Olmamalıydı böyle,yeniden doğacağım. Ruh atar kendini göle,boğar kendini derinlerde. Beden bakar boş gözlerle,döner evine. Uzakta bir karga sesi. Bağırır bütün orman,feryat eder ormanın yaratıcısı, Varlıkla hiçlik birbirine karışır. Beden ağlar ama bilmez sebebini, Ruh bunalmıştır ve gitmiştir,ama yine mutsuzdur. Beden çürür giderek, zaman denen görece nesne, geçer gider, Ruhun gittiği günden beri oturduğu şöminesinde tükenir beden, Ruh ise dolaşır, bulamaz aradığını bunalmıştır artık,bitti her şey, çaresiz. Orman kurumuş, karga ölmüş, düşmüş küllü karın üstüne. UMUTCAN YÜCE ŞİİR YARIŞMA Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Özgün Kitap Kırtasiye İşbirliğinde Düzenlenen ŞİİR Yarışması Mansiyon Ödüllü şiir 11 GENÇÇE Rüyalar Kızı Yüreğim param parça, Toplayayım diyorum, Elimden kayıp gidiyor acıyarak, Durduramıyorum... Seni düşündüm birden, Bugün gibi yine dünde . Sonra yüreğimi yokladım, Korku çare değilmiş anladım. Gözlerimi kapatsam, Bir daha hiç açmamak üzere, Olmuyor... Gözlerimi kapatsam bile , Sen oradasın. Dağın öbür tarafında, Zaman durdu artık. Benim için, Saat eskisi gibi dönmüyor işte... Soldu sözler, Sen gittiğinden beri... Ama gözlerimdeki resmin aklımdan gitmiyor. Şimdi acıyor yüreğim , Acı veriyor tüm hatıralar. Bir tek onun bestesi bulmuştu çözümü. Ama artık varlığın uzak , Yokluğun yakın bana . Dayanmaya gücüm kalmadı bu acıya , Rüyalar kızı... Çünkü, Sen yoksun yanımda. SAFA ASLANER 12 YARIŞMA ŞİİR Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Özgün Kitap Kırtasiye İşbirliğinde Düzenlenen ŞİİR Yarışması 2.si DARISI BAŞINA Böldüm takvimimi ikiye; Senden öncesi, senden sonrası... İki dönemde karanlık belki ama hiç olmazsa, Şimdi “Sen” varsın. Benim olmasan da yanımda olmasan da sen varsın. Ben böldüm darısı bölemeyenlerin başına... AHMET GÖKHAN TAŞÖZ Gördüm aşkla bakan gözlerini, başkasına bakarken, Ardından beni görmeyişini gördüm Gidişini, ona dokunuşunu, onu öpüşünü... Hep gördü bu gözler, sonra doldu ikisi de Ben gördüm darısı göremeyenlerin başına... Duydum sevgi sözcüklerini, Duyduğumda kapadım gözlerimi üstüme alınmaya çalıştım. Kızardım, utandım. Sonra senin adını duydum onun ağzından, Bu hiç başlamayan rüya bitti bi an ardından ben bittim, Ben duydum darısı duyamayanların başına... Dokundum. Kapılara,duvarlara dokundum. Sana olmadı ama senin uğradığın yerlere dokundum. Mesela ihanete dokundum , ezdiğin duygularıma, Kırdığın ama farkında bile olmadığın kalbime dokundum, Senden kalan o izlere dokundum. Ben dokundum darısı dokunamayanların başına. Anladım sonunda bu işin olmayacağını Hem geç oldu hem de güç oldu anlamam Her gök gürültüsünden sonra yağmaz dedim yağmur Gitmez dedim; ihtimal vermedim. Gittin, geçen zaman sonrası kendime gelemedim Ben anladım darısı anlayamayanların başına.. Umarım fark etmişsindir beni, ben çok sevdim... Asla tahmin edemeyeceğin kadar ; Hep hayal ederek, bekleyerek sevdim. Gözden ırak oldun ama gönülden yaklaş diye sevdim Sadece , sadece benim ol diye sevdim. Olmayacak duaya amin denmez ama Ben sevdim sevgilim darısı senin başına Darısı “Sen”in başına... ŞİİR YARIŞMA Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Özgün Kitap Kırtasiye İşbirliğinde Düzenlenen ŞİİR Yarışması 3. sü 13 GENÇÇE GÖNÜLDEN SEVGİ NAĞMELERİ Kalbimin paramparça köşesinden hoş bir meltem gibi gelen duygu. Tanıyana dek seni giderdim hep aklımın götürdüğü yola doğru. Sen ki bana fani dünyada tutunulacak bir dal olduğunu, Sen ki karın içinde tomurcuklanan umut dolu kardelen, Sen içimdeki karanlık dehlizlerde güneş gibi ışıldayan Tanrı’nın lütfusun. ALP KAĞAN AYGÜN Öğrencisine beyaz sevgiyi , siyah insanları ve gri hayatı öğreten Hocam gibiydin sen. Mevlana’nın dediği gibi aşktan büyük muallimin olmadığını, Bana acısıyla tatlısıyla sen öğrettin. Sen benim dünyaya haykırışım, Sen adın geçtiğinde aklımı saran mazideki şarkısın. Sen bende değerlisin, sen benimle değerlisin. Ben sensiz boş bir kalp ,bir hiçim. Seninleyken güzeldir hayatın her paresi. Sensizken yalnız, sevgisiz zindan gibidir gönlüm, Kuruyan nehrin ortasındaki martı misali. Seni gördüğüm an kalbim derinden çarpar, Saatler saniyeleri kovalar, İçim içime sığmaz taşar. Zaman acımasızlığını bir daha hissettirir, Seni benden alıp gider sessizce. Mürekkebi yüreğime akmıştı yazdığın mektubun. Günlerce zihnimi kurcaladı, Aklıma kazınan seninle şiir gibi günlerimiz Sanki her özelliğini taşıyordu çevremdeki nesneler, Şiir gibiydin sen. Kalbime umut serpen şafak vaktim, Karanlığı doğuşa bağlayan gün batımım. Geçmişim, anım, geleceğimsin, Yüreğimdeki inci tanesi, berrak dünya nimetimsin. 14 YARIŞMA DENEME İstanbul Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nin açtığı “Mustafa Kemal’i Anlamak” Konulu yarışmada yarışmada ön elemeyi geçen metin. Sevgili Ülkem, Biliyorsun, Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru’na bindiği anda başladı; uyanışın ve sonsuza dek sürecek olan kalkınma ve gelişim sürecin. Vapurun çıkardığı duman çektiğin cefayı, dalgaları yarıp geçen başı ise azmini gösteriyordu. Mustafa Kemal belirliyordu vapurun rotasını. İleri görüşlülüğü sayesinde koordinatlar belirmişti aklında. Vapur limana ulaştığında, senin de heGöksu GÜDÜCÜ define ulaşman için ayak basıyordu toprağa. Sabırla yoğrulmuş bir karakterin vardı. En zor zamanlarda bile fedakarlıktan kaçmayan, ruhunda hep var olan bağımsızlık düşüncene ve direncine güvenerek atıldı o ilk adım. Ruhun ve fikrin birleştiği yerde bütün parçalar tamamlanmış ve gerçek yolculuk o zaman başlamıştı. Kurtuluş yolu senin için tek tercihti. Savaşın zaruri olmadıkça yapılmasının cinayet olacağını fakat özgürlüğünü elde etmek için bir milletin dünyayı karşısına alması gerektiğini gösterdi ulu önderin bize. Çıkış yolu vardı kimilerine göre. İngiliz himayesi veya Amerikan mandası... Fakat bu şekildeki bir yolun senin için bir çözüm olmayacağını, bir milletin en doğal hakkı olan özgürlüğünün başka bir millete bağlanmasının tarih karşısında ağır bir sorumluluk getireceğini düşünüyordu Mustafa Kemal. İşte böylece karakterlerinizin bağımsızlık olduğunu öğrettiniz, birlikte bütün dünyaya. Askeri başarılar tabii ki yeterli olamazdı. Bu zaferler siyasi ve iktisadi zaferlerle taçlandırılamazsa gelişimin kesinlikle tamamlanamazdı. Ekonomik bağımsızlığının olmayışı yaşamsal önemde olan kuruluşlarının felç olmasına sebep olmaz mıydı? Ekonominin inşası için ideolojik kalıplardan arındırılmış, yalnızca millet menfaatini hedef edinen politikalar uygulanmaya başlanmıştı. Bağımsızlığın her yönden elde edilmesi ve çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma mücadelende büyük adımlar atıldı o senelerde. Saban traktöre, ilkel atölye fabrikaya dönüşecekti genç milli ekonominin gelişim aşamasında. Yapılan yatırımlar ve atılımlar hiç bir zaman kafi görülmedi ve genç cumhuriyetin mihenk taşlarından biri sayıldı. Cumhuriyetin genç nesillerine de miras kalan bu yüce fikir Cumhuriyeti yaşatacak olanların bizler olduğunu hatırlatıyor bize, her defasında. Çünkü biliyoruz ki uygar olmayan kimseler uygar olanların ayakları altında kalmakla karşı karşıyadır. Şimdi ver elini sevgili ülkem! Uygarlık ve kalkınma yolunda üzerimize düşen yükümlülüklerin farkındayız. Medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki kılavuzun ilim ve fen olduğunu biliyoruz. Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğu felsefesinden yola çıkarak miras aldığımız emaneti daha yükseklere, daha ileriye taşımak için biz hazırız! Ya sen? DENEME YARIŞMA Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Karel Kitap Sarayı İşbirliğinde Düzenlenen Deneme Yarışması 1. si 15 GENÇÇE YAŞAMALISIN LAL SİMAY SESİGÜR Başlayıp da sonunu getiremediğim çok mutluluğum oldu; korkularla, kalp kırıklıklarıyla ve umutsuzluklarla dolu. Herkesin hayatının bir dönemi pusludur böyle. Yaşadığını değil, “yaşlandığını” hissettiğin zamanlar vardır ya... Ancak bilmelisin; paramparça olmuş bir camı bile tekrar bir araya getirebilirsin. Ve tüm o kötü zamanlar, sen istediğinde, sabah pencerene çökmüş bir sis bulutu gibi dağılıverir. Yaşamak; o dağılan sisin ardındakilerdir işte. Her zaman gülümseyeceğin bir sebep bulabilirsin kendine. Bir dostun sıcak kolları, sevdiğin insanın bir bakışı ya da en basitinden; sabah kahvaltıda içtiğin bir fincan çay. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrendiğin zaman, yaşamanın ne olduğunu da anlayacaksın. Bu yüzden mektuplar biriktirmelisin; dostlarından, ailenden ve sevdiğin tüm diğer insanlardan... Yıllandıkça derinleşen ve içine huzur dolduran cümleler, sesler, yüzler saklamalısın kalbine. Yavaşça atmalısın tüm adımlarını. Çünkü ne kadar yorucu olsa da, hayat bir maratondur ve yolun tamamını düşünmeden, bütün gücünü maratonun en başında tüketirsen, yarısını bile tamamlayamadan yıkılırsın. Yine de her zaman hayallerine, hedeflerine ve inançlarına göre yaşamalısın. Nasıl bir insan olmak istediğini, adının önüne gelecek sıfatları, kucak açacağın insanları ve “yaşamayı” seçmek sadece senin elindedir her zaman. Bunları başaramayacağını düşünsen bile, yorulmamalısın; güvenini sarsan insanları silmekten, aç, susuz, parasız kalmaktan veya rutin bir hayat yaşamaktan. Her zaman bir çıkış yolu vardır; tıpkı her sabah güneşin aynı ihtişamla yeniden doğması gibi. İnsanlara karşı anlayışlı olmalısın. Anlayışlı, sabırlı ve nazik. Çünkü senin canını yaksalar, hatta seni sevmeseler bile onların da senin gibi duyguları olan varlıklar olduğunu unutmamalısın. Yaşamalısın; kalbindeki ve ruhundaki tüm sevgiyle. Ancak o zaman aldığın her nefesin hakkını verebilirsin. Bir gün tükenecek ve senin “keşke”lerle değil, “iyi ki”lerle hayatını sona erdirmene sebep olacak her nefesin. YARIŞMA DENEME 16 Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Karel Kitap Sarayı İşbirliğinde Düzenlenen Deneme Yarışması 2. si GİDENE... ALEYNA ÖZENGEL Merhaba; benliğim, sevgilim, yastığım, saniyem, kahrolası sancım, kör gözüm, var olmayan ülkemin kalbi, kalbim, eşim, benzersizim… Ah benim kırık kalpler durağında beklemekten usanmadığım, utanmadığım, sıkılmadığım fakat yorgun düşen kalbim… Öksüz yetim aklım… Her gün yitip gidiyorum, mum gibi alevlene alevlene ve ağır ağır eriyerek yitip gidiyorum. Sen yetmiyormuşsun gibi insanlar da üflüyor kalbime, söndürmeye çalışıyorlar beni ve ardından hatırlıyorum; kalbimde bir güneş olduğunu, tutulmadan sonra tanıdığımı. Güneş mi tutuldu, ben mi güneşe tutuldum bilmiyorum. Gece olsun istemiyorum hiç, korkuyorum adeta. Sonra hayallere dalarak uyuyorum, yemin ederim ki hayallerimin bir saniyesi bile senden başkası değil. Sonra merak ediyorum, aynı şeyleri düşlüyor muyuz diye. Deli olduğumu düşünüyor herkes. Herkes de kimmiş diyorum kimse kim… Sana çıkan yolu söylesene nerde, tüm yolları denedim hiçbirinin sonunda sen yoksun. Galiba senin yolunun bir ismi var ‘’ Çıkmaz ayın son çarşambası ’’ diye. Yere göğe sığdıramadığım saçlarımı kestirdiğimde bile senin kadar acıtmadı içimi, kimse acıtamaz ki içimi senin kadar. Gittin de ne oldu diyorum. Biz seninle birbirini çok iyi tanıyan iki yabancı, ben berduş, sen mutlu oldun. Bir Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin olamadık, zaten beklentim de bu değildi. Sadece biz olalım istedim. Biz kavramına başkası girmesin istedim. Kıskandım, her şeyden ve herkesten kör kütük kıskandım. Kaybettim seni ve anladım ki; her şeyi yalan olan şu dünyada bir beni sığdıramamışsın kalbine. Yüzlerce insan varken o kalpte, hep ben sonuncuymuşum meğer. Ya da bunların hepsi benim kuruntum, sevmedin de gittin. Tamam, her şeyi geçtim ya gözlerin? Onlar da mı yalan söyledi bana. Pardon, yalanlarla dolu bir dünyada normaldi bu tür şeyler. Gözümün içine baka baka gittiğini hatırlıyorum da ağlama demiştin, ben tek kelimeye sığdırmıştım her şeyi. Sana, sevgilime, karşımda duran katile ‘’ tamam ‘’ diyebilmiştim. Tamam diye cevap mı olurmuş hiç? Karşı bile çıkamamışım sana. O kadar işlemişsin ki içime kimseleri koyamamışım kiracı gibi çıktığın kalbime. Nasılsa alışkın kalp, bir de sen vurmuşsun çok mu, kimim ki ben? Bak bana erimişim, yıkılmışım, yıkmışsın, giderken her şeyi almışsın benden, geriye hiçbir şey kalmamış. Ben şimdi her şeye kör, sağır ve dilsizim. Sen yalan dünyanın yalancı insanlarındansın. Ne zıkkımı varsa hepsinden faydalanabilirsin. Her şeyi almışken kapağı koydum, unutmadan onu da alır gidersin. DENEME YARIŞMA Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Karel Kitap Sarayı İşbirliğinde Düzenlenen Deneme Yarışması 3. sü 17 GENÇÇE SANA DAİR Gözlerim, ellerim, yüreğim emrine amadeyim. Sana seve seve yıllarca köleyim aşk…Sessizce susarak özlemiş kimi, kimi hasretiyle prangalar eskitmiş kiminin özlemi içini kavurmuş yakmış. Hasret insanı bu kadar yakar mıymış ki? Peki ya sevilen bilir mi bunca kederi? Ama hep demezler mi sevenden önce sevilenin kalbine düşermiş aşk ateşi. Bir de şu özlem yok mudur? Aşkı aşk yapan, yürekleri dağlayan, sevgiliye hak etmediği değeri kazandıran… Aşk senden kaçmak tek çözüm. Ama kim kaçabilir ki senden, hangi kaçak kurtulur esaretinden? YASEMİN TEKDAL Araf bu olsa gerek. Öyle bir boşluk ki bu. Her yer ıssız... Karanlıktayım. Aydınlık arar gibi bakıyorum etrafıma. Bir ışık olsa bir yok sezsem her şey bitecek gibi geliyor bana. Ciğerlerime dolan nefes değil de yalnızlık gibi. Yüreğime tüm bedenime yayılıyor yalnızlığım. Yalnızlıktan sıkılıyorum. Kapımın çalmasını bekliyorum. Kapımı çalan olduğunda senim denmesini bekliyorum. Bana ait olan tek şeyin sonuna kadar benim olmasını istiyorum. Aşk var oluş sen, yok oluş senmişsin. Var olmak, yok olmaya bir adım değil mi zaten? Varım. Her geçen gün yokluğa bir adım daha atıyorum. Ama o yokluğun içinde kaybolmakla bile kendime geliyorum. Yani her nefeste yine seni arıyorum. Yaşadığım her acıdan aslında zevk alıyorum. Aşk! Özlemim sana ama en büyük sitemimde sana. Dokunsam gideceksin diye korkuyorum. Ama bıraksam ben kalamam. Sana yaklaşsam da uzaklaşsam da ayrılıktan başka bir getirin yok bana.Oyuncağı alınmış çocuklar gibiyim. Çocukken en büyük sorunun bu olduğunu düşünür ya insan. Oyuncaksızım. Hıçkırıklar düğümleniyor boğazıma. Bir anda buluyorum onu, dünyalar benim oluyor. Biliyorum bir süre sonra bu oyuncağa değer bile vermeyeceğim. Ama şu an çektiğim en büyük üzüntüyü bu sayıyorum. Aşk, alınma bana. Bu oyuncak kadar belki daha fazla değerlisin yanımda. Her an kaybedecekmişim gibi saklıyorum seni. Ama ben nasıl dayanacağım yokluğuna? Bu sızı yetti de arttı bana. Daha nasıl inanacağım sana? Sol yanım! Bana bu acıyı yaşatmaya hakkın yok. Aşka söz dinletemiyorum. Gelip buluyor beni. Her defasında sarıp sarmalıyor en yalan coşkusuyla. Sarıyor, sarıyor da bırakmıyor. Tam kapılmışken en deli sevdaya, ortada kalıyorum öylece. Kalbim! Sen ne zamandır böyle atar oldun? Bir düş bu belli. Korktuğumda hiç bitmeyecek gibi gelen. Ama mutluysam en güzel yerinde uyanacağım. Tek istediğim beş dakika daha. Rüyamın en güzel yerindeyim. YARIŞMA DENEME 18 Okulumuzda Genççe dergisi –Şiir-Tiyatro-İletişim Kulübü/ Karel Kitap Sarayı İşbirliğinde Düzenlenen Deneme Mansiyon Ödüllü Eseri Basitçe Aşk OZAN NESİM ÖZDEMİR Mavi bir tuval, bir damla sarı, biraz turuncu. Pembe ve kırmzının yumuşak dokunuşu, çiçekler deniz ve güneş. Bir tutku bir istek, düşüncende, hepsinde bir taşınan bir öbek. Benliğin, hayatın, dokunuşun, hayatı tutuşun, bakışın. Bir resim, sonsuz Işığın kırılıp sonsuz renge yansıyan bir duvar, basit ama karmaşık. Bırakmamak, hep kavramak; sonsuza kadar. Düşünmek belki, her gece her an. “Unutmamak” diye yalan söylemek belki, aslı “Unutamamak” iken. Yaşamda, o boşlukta yalnız hissiyatta yanında ki daimi ve tek ışık. Bir fırçadaki renklerin savaşındaki hayat, kendinden gelen o saklı dokunuş. Ufuktaki ulaşılmaz bir işaret; ufuktaki sen olsan dahi. Bir renk isim veremediğin, olmayan bir renk. Rüzgardaki bir ses bazen, uzaklardan bir umutla taşınan. Bir sıcak duygu, bir sinsi soğuk. Hiç yaşamadığın bir an, görmediğin bir insan, yapmadığın bir iş. içinden sonsuzca haykırdığın bir umut, kendini bırakmadan önce, sessizlik, mutlak bir andaki o sonsuz haykırış. Bir göz yaşı ruhun kapısından süzülen bir acı, olmayan umut. Önünde durup, yüzüne bakan ama; arkasını dönmüş bir insan ve kendi vicdanından saklanmış hafif bir nefes. Birine inanmak, o an her ne ise, mutlak arkanda olan bir hayat. Kendinden sakladığın doğru, inanmak istediğin yalan. Sonsuz bir karanlıkta yürürken, aradığın bir eşsiz ışık. Ya da, basitçe, aşk. 19 EDİRNE’den İSTANBUL’a FETİH “Dosya: İstanbul’un Fethi Edirne’den Başlar” FETİH MARŞI Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek; Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek; Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın? Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden.... Senin de destanını okuyalım ezberden... Haberin yok gibidir taşıdığın değerden... Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın... Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini... Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini? Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın; Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Bu kitaplar Fatihtir, Selimdir, Süleyman’dır. Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır. Haydi artık uyuyan destanını uyandır.! Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın.! Delikanlım, işaret aldığın gün atandan Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan! Sana selam getirdim Ulubatlı Hasan’dan.... Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın; Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın.! Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin! Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın! Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın... Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.! ARİF NİHAT ASYA GENÇÇE 20 İSTANBUL’UN FETHİNE AÇILAN KAPI: EDİRNE Asya ve Avrupa kara parçaları ile Marmara ve Karadeniz’i birleştiren İstanbul, coğrafi konumu ve sahip olduğu stratejik önemi dolayısıyla tarih boyunca birçok kavmin ilgisini çeken dünya coğrafyası üzerindeki ender şehirlerden biri olmuştur.[1] İstanbul; Traklar, Persler, Makedonlar, Romalılar, Avarlar, Sasaniler, Emeviler, Peçenekler, Çaka Beyliği ve Osmanlılar gibi değişik milletler tarafından kuşatılmış olmasına rağmen sadece Persler, Romalılar, Haçlılar ve Osmanlılar şehri ele geçirme bahtiyarlığını elde etmişlerdir.[2] Edirne’nin, bulunduğu konum itibari ile Balkanlara ya da İstanbul’a yapılacak seferlerde fethin gerçekleşmesinde kritik öneme sahip bir yerleşim merkezi olduğunu söyleyebiliriz. İstanbul şehrinin üç tarafının denizBülent KAÇIN ler ile çevrili olması, fetihte Edirne’nin bu öneminin daha da artmasını sağlamıştır.[3] Osmanlı Devleti’nde de Tarih Öğretmeni Edirne’nin fethi Balkanların alınması açısından bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi, İstanbul’un fethini kolaylaştıran bir unsur olmuştur. Rumeli’nin fethi için harekât üssü olarak kullanılan şehirde Yıldırım Beyazıt, Musa Çelebi, II. Murat ve II. Mehmet İstanbul’u kuşatma hazırlıklarını yapmış ve şehrin üzerine buradan yürümüşlerdir.[4] Bizans, Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından en büyük tehlike olarak görülmüş ve bu nedenle Sultan Mehmet ikinci defa tahta çıktığında tek hedefi İstanbul’un ele geçirilmesi olmuştur.[5] Ayrıca padişahın kendi otoritesini güçlendirmek istemesi, Bizans’ın Osmanlı taht mücadelelerine müdahil olarak şehzadeleri kışkırtmak suretiyle devleti iç karışıklığa sürüklemesi, Osmanlı’ya karşı yapılan Haçlı Seferleri’nde İstanbul’un etkin yol oynaması, Anadolu ve Rumeli toprakları arasındaki bağlantının kurularak ülke bütünlüğünün sağlanmak istenmesi, bölge ticaret yollarının denetiminin ele geçirilerek ekonomiye canlılık kazandırılmak istenmesi ve Hz. Muhammed’in İstanbul’un alınması ile ilgili: “İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” hadisinin fethin diğer nedenleri arasında olduğunu söyleyebiliriz. II. Murat’ın, başkent Edirne’de Dulkadiroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Hatun ile oğlu şehzade Mehmet’in düğününü yaptıktan kısa bir süre sonra 2 Şubat 1451’de vefat etmesi üzerine babasının ölüm haberini Manisa’da alan şehzade Mehmet, hiç vakit kaybetmeden Edirne’ye gelerek 18 Şubat 1451’de 19 yaşında ikinci kez Osmanlı tahtına çıkmıştır.[6] Sultan Mehmet saltanatının ilk yıllarında komşu devletler ile iyi ilişkiler kurarak fethin alt yapısını hazırlamış ve 1452’de Edirne’de topladığı meşveret meclisinde: “ Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihad ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Bu uğurda pek çok yiğitler ebedi aleme göçtü; fakat onların kahramanlık hatıraları içimizde yaşamaktadır. Kalpleri yüce hisler dolu atalarımız en büyük tehlikelere göğüs gererek büyük işler gördüler. Bütün fetihlerin kolay olmadığını ve zahmetsiz elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü, yaralar açıldı. Nice dul ve yetimlerin gözyaşları aktı. Nice engin dereler, coşkun ırmaklar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirahatsiz geçti. İşte ecdadımız bu müthiş zorluklara katlandı. Düşman karşısında bazen talih kendilerine gülmedi. Fakat hiçbir zaman istikbalden ümit kesmediler ve galip gelinceye kadar uğraştılar. Daima cihad yolunda kaldılar. Felaket zamanlarında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevince kapılmazlardı. Bu sayede şanlı bir devlet kurdular, cihana da hamiyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yönü ile mükemmel bir devlet bıraktılar. Şimdi bize düşen vazife, atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şad etmektir. Hepiniz biliyorsunuz ki İstanbul memleketimizin ortasında eşsiz bir beldedir. Uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır. Bizans hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları bilirsiniz. Dedem Bayezid’e karşı Fransız, Cermen, Macar ve Ulah Krallarını kışkırtmadı mı? Askerlerini Tuna’dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli’den ve hatta Anadolu’dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin, dedem onları, Allah’ın yardımı ile Tuna’nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Daha dün babam hakana karşı yaptığı hilelere hala devam etmekte ve fırsat kollamaktadır. Bu şehir fethedilmedikçe Bizans’ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zira memleketimizi ortadan parçalayan bu şehir Rumlar elinde kaldıkça devletimizin güvenliği tehlikede olacaktır.[7]” diyerek İstanbul’un kuşatılmasına muhalefet eden devlet adamlarını da ikna ederek Bizans’a karşı savaş kararının alınmasını sağlamıştır. Toplantı sonrasında tüm eyaletlerdeki beylere haber gönderilerek baharda yapılacak seferde orduya katılacak şekilde hazırlık yapmaları istenmiştir. İstanbul’un kuşatılması kararının alınmasına, fetih ile ilgili bütün plan ve hazırlıkların yapılmasına Edirne ev sahipliği yapmıştır. Tahkim edilmiş surlar ile çevrili olan İstanbul şehrini ele geçirebilmek için surları tahrip edebilecek nitelikte toplara ihtiyaç olduğunun bilincinde olan Sultan Mehmet planlarını bizzat kendisinin çizdiği topların ve havan toplarının dökülmesini emretmiştir. Edirne’nin Tophane mevkiinde yerli ve yabancı ustalardan oluşan bir ekibin ummalı bir çalışması sonucu kısa sürede çeşitli cinste toplar imal edilmiştir. Bu topların en önemlisi üç aylık bir çalışmanın ürünü olan 600 kilo ağırlığında taş gülle atabilen Şahi topu olmuştur. Edirne’de dökülen bu topların İstanbul’a götürülmesi hiç de kolay olmamış, iki günlük yola iki ayda ulaşılmıştır. Edirne İstanbul yolu 50 usta ve 200 21 işçi tarafından topların geçişine uygun olacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Dökülen toplar hayvan ve insan gücünden GENÇÇE faydalanmak suretiyle İstanbul’a götürülmüştür. En büyük olan top 60 manda ve dengede tutmak amacıyla her iki tarafına yerleştirilen 200 asker tarafından çekilmek suretiyle götürülmüştür.[8] Sultan Mehmet Han hazırlıkların tamamlanmasının ardından 23 Mart 1453’te Edirne’den yola çıkarak 5 Nisan 1453’te İstanbul’a ulaşmıştır. Padişah, İmparator’un şehrin teslim edilmesi teklifini reddetmesi üzerine 6 Nisan 1453’te İstanbul’u muhasara altına alınmasını emretmiş ve Osmanlı kuvvetleri ile Bizanslılar arasında 54 gün devam eden mücadele sonrasında İstanbul 29 Mayıs 1453 tarihinde fethedilmiştir.[9] İstanbul’un alınmasında önemli bir rol oynayan Edirne, fetihten sonra başkent olma özelliğini İstanbul’a bırakmasına rağmen padişahlar nezdinde önemini uzun süre devam ettirmiştir. I. Ahmet, II. Osman ve IV Murat av eğlenceleri nedeniyle uzun süreler Edirne’de kalmışlardır. IV. Mehmet döneminde ise Edirne tekrar devlet merkezi haline gelmiş ve padişah uzun süre burada ikamet etmiştir. Daha sonra başa geçen II. Süleyman ve II. Ahmet dönemlerinde de Edirne önemini korumuş ve padişahlar ülkeyi buradan yönetmişlerdir. II. Mustafa’nın ülkeyi Edirne’den yönetmesi, hocası Şeyhülislam Feyzullah efendinin devlet işlerine müdahaleleri ve başkentin İstanbul’dan Edirne’ye taşınacağı haberi üzerine isyan eden yeniçeriler III. Ahmet’i padişah ilan ederek II. Mustafa’yı tahtan indirmişlerdir.[10] Tarihte Edirne Vakası olarak adlandırılan bu yeniçeri isyanından sonra fiilen ikinci kez başkent olma özelliğini tekrar İstanbul’a bırakan Edirne’nin önemi giderek azalmaya başlamış ve şehir eski itibarlı günlerine bir daha asla ulaşamamıştır. 1 Feridun M. Emecen, İstanbul’un Fethi Olayı ve Meseleleri, İstanbul 2003, s. 3; Işın Demirkent, “İstanbul”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXIII, s. 205. 2 Demirkent, a.g.m. , s. 205 - 212. 3 Recep Bozlağan, İstanbul Derinlik, Değişim ve Güç, İstanbul 2011, s. 39. 4 M. Tayyib Gökbilgin, “Edirne”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXIII, s. 426 5 Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Araştırmalar – I, İstanbul 2009, s. 109. 6 Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi – I, Ankara 1998, s. 96 – 97; Halil İnalcık, “Mehmed II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXIII, s. 396. II. Mehmet ilk hükümdarlık döneminde İstanbul’un fethini kafasına koymuş, fakat çok geçemden Vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın etkisi ile tahtan indirilip Manisa’ya gönderilince bu düşünceyi hayata geçirme şansı bulamamıştır. Sultan Mehmet ikinci defa tahta çıktığında kendisini tahtan indirilmesinde etkili olan Halil Paşa’yı görevden almamıştır. Çünkü iktidarının ilk yıllarında doğabilecek sıkıntıları onun bilgi ve tecrübesinden faydalanarak aşmayı düşünmüştür. Ancak II. Mehmet, Halil Paşa’nın kendisine tahtan indirilmesindeki rolünü unutmamış ve kendisinin fetihten sonraki ilk icraatlarından biri Çandarlı Halil Paşa’nın görevinden azledilmesi olmuştur. 7 İsmet Miroğlu, “Fatih Devrinde Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Osmanlı İmparatorluğu, X, s. 212- 213; İz Yayıncılık,” Fatih Sultan Mehmed”, Osmanlı Ansiklopedisi Tarih/ Medeniyet / Kültür, II, s. 15 – 16. 8 Ahmet Muhtar Paşa, İstanbul’un Fethi 1453, s. 26, 29; Öztuna, a. g. e. , s. 98 -99. Büyük topların yapım işinde Macar Urban usta, mimar Müslihiddin ve mühendis Saruca Sekban görevlendirilmiştir. Macar top dökümcüsü Urban usta maaşının artırılmamasına gücenerek İstanbul’dan ayrılarak Edirne’ye gelmiş ve topların yapımını üstlenmiştir. Urban: “ Büyük toplarınızı dökebilirim, ama mermi ve ince hesaplardan anlamam” deyince II. Mehmet: “Benim senden istediğim sadece topu iyi dökmenden ibarettir. Kalanını ben düşünürüm.” demiş ve Urban’ın çalışmaları sonucunda yapılan topların hesapları bizzat padişah tarafından yapılmıştır. Osmanlı Devleti’nin İstanbul’un fetih ile ilgili yaptığı diğer hazırlıklar şunlardır: Bizans’a Karadeniz’den gelecek yardımı engellemek ve boğaza tam hakim olmak amacıyla Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırmıştır. İstanbul’u denizden de kuşatmak Marmara ve Çanakkale Boğazlarının denetimini sağlamak için Gelibolu’da 400 parçalık donanma hazırlanmıştır. Surları aşmak için yürür kuleler yapılmış ve Avrupa’dan gelebilecek saldırıları önlemek amacıyla Mora Yarımadası ve Balkanlara kuvvet gönderilmiştir. 9 Feridun Emecen, “ İstanbul’un Fethi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXIII, s. 215 - 216. 10 Gökbilgin, a. g. m. , s. 426 – 427. Edirne’nin İstanbul’un başkent olmasından sonra padişahlar nezdinde önemini koruduğunun göstergeleri; İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet oğulları Bayezid ve Mustafa’nın sünnet düğünlerini Saray-ı Cedid’in bahçesinde yaptırmış, Mora, Sırp ve Rum despotlarının temsilcilerini Edirne’de kabul etmiştir. IV. Mehmet Venedik ve Leh seferleri dolayısıyla Edirne’de kalmış ve kendisini görmeye gelen elçileri burada kabul etmiştir. Sultan, şehzadeleri Mustafa ve Ahmet’in sünnet düğünleri ile kızı Hatice Sultan’ın on sekiz gün süren düğününü bu şehirde gerçekleştirmiştir. IV. Mehmet’ten sonra tahta çıkan II. Süleyman saltanatı süresince Edirne’de bulunmuş ve burada vefat etmiştir. II. Ahmet’in ve II. Mustafa’nın tahta çıkma törenleri Edirne’de yapılmıştır. 22 Sedat SAYIN Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni KURULUŞ VE FETİH DESTANI Kuruluş ve Fetih Destanı , Cahit Tanyol tarafından kaleme alınmış güzide bir destandır. Gazete ve dergilerde yayımlanmış parça parça metinleri 2004 yılında Pozitif yayınlarından çıkarmıştır. Geçtiğimiz yıl ilk defa kutlanan “İstanbul’un Fethi Edirne’den Başlar” programını öğrencilerimle (Kevser Sabah, Seda Öztürk, Harun Can Özdemir, Cemre Erçetin, Akanay Ataalp) gerçekleştirerek “Fetih” şuurunu da yaşamıştım. O program çisil çisil yağan bir yağmurun altında gerçekleşmişti. Acaba “Fatih” derken , “Akşemseddin” derken biz 1453’lere ; 1453’ler 2012’lere mi karışıyordu? Ve bu karışan zaman dilimleri çişeleyen yağmurla fetih şuurunun tohumlarını mı suluyordu? Kitap ;Giriş,Bugün Çözülme , Akşemseddin, Trabzon Kalesinin Fethi, Dün Yerleşme, Kuruluş Osman Gazi, Düş, Fikir Akşemseddin, Eylem Fatih, Hazırlık bölümlerinden oluşmuştur. Kitabın giriş bölümünde Cahit Tanyol kendisinde tarihe bakma eğiliminin Yahya Kemal’den geldiğini dile getirir. Ama “şair sezgisinin içinde sınırlı”olduğunu” düşündüğü bu bakış açısını “sosyalizm metodu” açısından bakarak değiştiğini ve geliştiğini söylüyor. Ve yazarın eserinde uyguladığı yöntem ve diyalektiği algılamamız açısından önemli bulduğum değerlendirme cümleleri: “Anadolu’nun Türkleşmesinde düşünce ve eylemin nasıl bir sentezle özleştiğini ve bir atılıma çevrildiğini bilmeden,anlamadan yeni bir tarih ve devlet kuruluşuna gitmenin mümkün olamayacağı acı bir gerçektir.”(s.6) “Eğer bir kimse bir düşüncenin dervişi,bir eylemin velisi değilse,eğer bir kimse teori ile pratiğin “ruh”la “beden” gibi birbirine yapışık olduğunu bilmiyorsa,onun eylemde uyguladığı taktik adi bir kurnazlık ve entrika sınırını aşamaz. İster dinde olsun,isterse “ortaklaşa devlet”ülküsünde olsun eylemin değeri ,teori ile pratik arasındaki tutarlılıkta düğümlenir. Yaşantı ,düşüncenin eylemde bir inanç coşkunluğu kazanmasıdır. Kitabımızda düşünceyi ,yeni bir dünya ve devlet görüşünü Akşemseddin ,eylem ve yaşantıyı da Fatih temsil etmektedir. Osmanlı-Türk Devleti düşünce ile gerçeğin eylemde görünüşü ve oluşta devamı olarak ortaya çıkmıştır. Gerçeğe aykırı düşünce ve doktrin çarpık bir takım devletlerin kurulmasına yol açar.” (s. 8) 2. Murad’ın ölümü ve sonrasında Edirne’de yaşananların destansı anlatım imkanlarının kullanılarak anlatıldığı bölüm: SULTAN MURAD’IN ÖLÜMÜ Edirne’de Bir ulu çınar ağacı gibi Kendi gölgesinde oldu Ve batan güneşe gömüldü Sultan Murad Han Saltanatsız bir saltanat bıraktı Yüzü veliler gibi nurlu ve aktı Gülbânk çekildi salâ verildi tekbir alindi Şehzade Mehmed’e haber salındı Ve çünkim Taht padişahsız olmaz Meydan kalabalık kalabalıktı Balkanlardan esen poyraz Yumuşak ve ilikti Edirne ovasında Şehzade Mehmed duydu kim pederi vefat etmiştir. İçine keder düştü, başına kuşku üştü, ol dem gözlerinden yaşlar boşandı, olayı duyurdu, kılıç kuşandı, ata bindi “Benimle olanlar arkamdan gele” buyurdu. Öyle bir silkinişle çıktılar ki yola Ve sankim arkalarında toprak Dalgalanan bir ekin tarlasıydı Ve dağ ve yokuş ve iniş ve deniz 23 Ve böylece ufuklar daraldı boşaldı Dağlar ses verdi dağlara dedi sendeniz Köprüler ırmaklar geçildi Ve Sultan Mehmed fecir sökmeden Edirne’ye girdi Meydan mahşer misali kalabalık Kişneyen atların nefeslerinde hâlâ Köpürüyordu Manisa’dan aldıkları soluk Ne dal kımıldıyordu ne yaprak Bulut olduğu yerde durdu Ağaçlar nefes almaya korkuyordu Bir tas gibi sessizdi ortalık Genç Padişah attan indi ve sordu Lalam Halil Pasa kandedir imdi İhtiyar vezir kıyâm etti diz çöktü bas koydu Havada korku ve sevincin ağırlığı Genç Padişah buyurdu: ”Makamına gel” Ol dem bütün gözler doldu Ve ihtiyar vezir doğruldu daha genç daha dinç bütün gözlerde ışıldıyordu ordu ordu sevinç Ve böylece Sultan Murad oğlu Mehmed Han Yirmi bir yaşında tahta oturdu. (s.75-77) Fetih hazırlıklarının Akşemseddin himayesinde nasıl yürütüldüğünün anlatıldığı bölüm: HAZIRLIK KARAR Edirne’de Otağ-i Humâyun’de meşveret var Ayaktadır Sultan Murad oğlu Mehemmed Han Sağında Molla Gürâni pür vekâr Solunda Akşemseddin duahan Vezirler beyler paşalar Gerilmiş bir yay gibi huzurunda Edirne’de bahar aylarından Nisan Bir çocuk sevinciyle koşar tarlalarda çıplak ayaklı ak donlu Akbıyık Sultan Bir şeyler söyleşir anınla kertenkeleler ... Ve Akşemseddin etti Baktı Hünkârın yüzüne Gördü kim âyetler ışılışıldı Ve arkasında dururdu ordu ordu kalabalık Gördü kim gün ağardı Gördü kim ağaran günün ötesinde Süd beyaz ordular vardı ve uğulduyordu ortalık göklere dek Akşemseddin kelâma ağaz etti Dedi kim sultanim gerektir cenk Bu kuşku niye Resûl’un emri sende kasti sendedir Müyesserdir bu erle bu serdara fethi Konstantiniyye Başın çevirdi Hünkâr hocası Molla Gürâni’ye Padişahlar hocası söze yetti Ağır Ağır kelâma ağaz etti. Dedi kim beliii Şeyhin kerameti var mahal kalmadı şekke Bir savaş türküsü mırıldanır gibi döküldü dudaklarından: GENÇÇE İNNA FETAHNA LEKE Genç Padişah Bir derin nefes aldı Ulular ulusu Akşemseddin Kemikli elleriyle tel tel sakalını sıvazladı Akıbet Sultan Mehemmed, Şeyhin sözüne itibar etti Ve feth için revan olundu yola Haberler salındı sağa ve sola bütün bir âlem-i İslâm Hadis-i Nebevi’ye Uyarak etti kıyâm (s.83-86) Edirne Yahya Kemal’in ifadelerinde en derin anlamını bulur: “Bu devlet tam manasıyla Edirne’de kuruldu. Edirne , fütuhat devremizin tecelligahı (göründüğü yer) olan şehirdir. Siyasi , askeri, coğrafi , hiçbir ehemmiyeti olmasaydı yalnız fütuhat devri dediğimiz altın devrinin büyük hatıralarıyla Edirne bu milletin haşre kadar rüyasına girer. Edirne Gazi Hünkar’la , Bayezit’le , Çelebi padişahlarla genç ve dinç Murad-ı Sani ile Fatih’le beraber dövüşen cetlerimizin hayaletleriyle doludur. Edirne’siz Türk devleti tarihi koparılmış bir devlet olur.” (Eğil Dağlar , s. 349-350 ) Demek ki maziden gelerek hayatımızı harekete geçiren esintiler, gelmiş oldukları hızla orantılı olarak geleceğin hayatını yaratırlar. Gerilerden gelerek ileri ufuklara doğru akan bir nehir gibi mazi geleceğimizin yaratıcısı olur. Yaşadığımız bu topraklar dünya tarihinin değişiminin plan ve projesinin çizildiği ,yoğrulduğu topraklardır. Bu güzel destan metni de bize geçmiş şuurunun nasıl fikir ve onun uygulamasından geçtiğini anlatan nadir bir eserdir. 24 Derya HAN FATİH VE KISA OYUNLAR Fatih Sultan Mehmet… Bir asrın sahibi, İstanbul’un Fatihi geliyor, kararlı ve asil. O henüz Şehzadeyken seçti yolunu işledi kalbine İstanbul’u hecesi hecesine. Evet İstanbul’u fethedecekti, azimliydi işte her şey o zaman Edirne’de başladı. Edirne’de sarayın önünde bu sözler döküldü yüce hünkardan. Yüreğimin bir yanı geceye girerken Şafak sökmekte öbür yanında Ulular ulusu pederim, sonsuza dek Işıklar içinde barınsın ruhun Sultan Murat’ın oğlu olduğumu Yakında görecek ülken Ve bütün dünya! (s.11) Fatih ve Kısa Oyunları İşte böyle gösterdi kendini Fatih, sözlerine işlemişti hırsını, kılıcı kalemden dökülen o sözler olmuştu, böylece başlamıştı tarih. Mehmet: Bu kılıç kuşanıldı Gür şafaklı bir yaşam adına Bu kılıç kuşanıldı Yeri gökle bakıştıran makam adına Bu kılıç inkar ejderini gidermek içindir Bunalan gönüllere ışık göndermek içindir. Böylece müjdelendi kutlu sefer, işte o yüzyıllarca beklenen Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenen sefer yaklaşıyordu. Artık tarih tersine dönüyor, tarihi artık biz Türkler yazıyordu. Bu duruma sevinen halk inançlıydı, inancı yüce hükümdarına tamdı ama Bizans… Bizans Osmanlıya elçi göndermiştir. Zira amacı Mehmet’i tanımak onu anlamaktı. Elçi konuştukça konuşuyor ve sonunda Şehzade Orhan’ın akçelerinin iki katına çıkartılmasını istemişti. Sultan Mehmet kabul etti Sadrazam ve Vezirler karşı çıksa bile. Bizans Mehmet’i güçsüz bilsin öyle düşünsün, Mehmet kararlıydı. Bu durumda Bizans İmparatoru Mehmet’in kolay lokma olduğunu düşünüyordu ama biri vardı o işte Mehmet’i gerçekten tanımıştı. Türkleri Asya’ya sürmek zor pek zor Dünyanın en güçlü ordusu ellerinde Ve kurtarıcı olarak karşılanmakta onlar Üstün zaferle girdikleri ülkelerde Yeni sultanı deneyip tanımadan Değer biçmeyelim bana kalırsa. (s. 16) Sultan Mehmet böyle anlatılmıştı doğruydu anlatılanlar ama azdı. Yetmezdi Mehmet’i anlatmaya hiçbir söz, hiçbir kelam. Bitmezdi ki o sınırsızdı sonsuzdu. Bu sırada Edirne Sarayında hazırlıklar başlamıştı ama İstanbul’u fethetmek çok zordu hem de çok zor. Zira bu kent birçok kez kuşatılmış lakin fethedilememişti. Fatih kararlıydı ama elçileri ve devlet adamları bu konuda Fatih gibi düşünmüyor Bizans’ın surlarının kolay kolay yıkılacağına inanmıyorlardı. Ama Fatih hiçbir zaman bu kararından ödün vermedi işte bu sırlarda Edirne Sarayında bu konuşmayı yaptı Fatih; “Allah’ın takdiri olunca alışıla gelmiş nice imkansızlıklar kolaylaşır. Bütün kainat onun aksine çalışsa da fayda vermez. Bunun aksine basit ve elde edilmesi kolay bir işi de şayet Allah dilemezse, cümle alem onu yapmaya yönelse yinede başaramaz. Bu konudaki ümidim ne mal ne mülk bolluğuna ne ordu ve kahramanların çokluğuna nede savaş alet ve vasıtalarının fazlalığınadır. Aksine sadece hakkın lütuf ve yardımınadır. Esas gayemde İslam’ın yüce prensiplerini ortaya koymaktır. Eğer o kalenin benim tarafımdan fethi takdir buyrulmuş ise kale burçları taş ve topraktan değil, saf demirden de olsa öfke ve kahır ateşiyle onu eritip mum gibi yumuşatırım.” Fatih bu sözleri söyleyerek ikna etmişti devlet adamlarını. Bu amaç doğrultusunda hedefinde o aşılması imkansız diye görülen surlar vardı. Ama hangi sur, hangi cephe vardı ki Sultan Mehmet’in gücü karşısında sağlam kalsın. Fatih surlar hakkında şöyle söylemiştir; “Surları aşa- 25 mıyorsam yıkar geçerim” diyen hünkar dönemin en büyük toplarının dökülmesi üzerine emir vermişti. Dönemin en büyük ve en güçlü topları… top suru aşmadaki en büyük yardımcıydı. Bu toplar hisarda yapılmıştı hem de çok hızlı bir şekilde. Hazırlıklar gayet iyi gidiyordu, inançları da tamdı. İstanbul fetih olunacaktı, artık savaş zamanı yaklaşıyordu. Beklide Mehmet ve Hocası Akşemsettin’in konuşması başlatmıştı fetihi. Savaş başlamıştı ama pek umduğumuz gibi gitmiyordu, zira Bizans haçlıları yanına çekmiş ve Haliç’e zincir vurmuştu. Haftalar, hatta aylar geçiyordu asker ümidini kaybetmiş en kötüsü de Mehmet’te kaybetmeye başlamıştı. Akşemsettin (Mehmet’e) Ey Tanrı’nın eliyle bilenmiş kılıç! Ey seçilmiş Başbuğ’un seçilmiş askerleri Seni ta yüzyıllar öncesinden müjdeleyeni Konstantin’nin şehrini alacak Başbuğ’a ne mutlu Ne mutlu onun askerlerine diyeni unutma Yeryüzüne bir hayırlı devlet armağan eyleyene İstanbul’u aç da gül bahçesi yap diyeni unutma Bu Ulus kuşaklar boyu özlemiştir seni unutma Ulusun nicedir bekler Fatih’ini unutma! (Akşemsettin kollarını havaya kaldırarak) Kartal göğü kaplarcasına açtı kanatlarını Av için kurtuluş yoktur! Kurtuluş yoktur av için! (S. 52) Akşemsettin böyle konuştu böyle yüreklendirmişti onu.çünkü fatihin halinden birtek o anlardı o çözümlerdi gözlerindeki ışığı ona o yol gösterirdi nede olsa onun elinde büyümüştü Fatih.Bu sözler karşısında Fatih’te duramazdı yerinde işte böyle haykırdı yüce hünkar. Mehmet : Ben Murat oğlu Mehmet, bu yoldan dönersem su yerine zehir aksın uzandığım her çeşmeden; ekmek diye tuttuğum taş olsun! Ben bu yoldan dönersem sabah güneşi bana gülümserken kömür kesilsin, yalnız benim için yansın ateşi cehennemin! Ben Murat oğlu Mehmet, ruhum ve atalarımın ruhlarına, çocuklarımın ve torunlarımın ruhlarına yüreğim ve aklımla benimsediğim taşkına ve kuşandığım bu kılıç aşkına ya ben Bizans’ı alırım ya da Bizans beni. (Sayfa 52-53) Mehmet böylece canlanmıştı, sefere yeniden inanmıştı, artık canı uğruna savaşacaktı Mehmet. O Yüce Hünkar İstanbul’u fetih edecekti çünkü o müjdelenmiş sultandı. Akşemsettin; Düşmanla boğazlaşmak için karşılaşırken Bir şey var öncelikle hatırlanması gereken Sana kendini alt etmeyi de öğretmemişse Boşa gitmiş sayılır düşmanına üstün gelmen Ruhu derinleştirip, genişletmelidir zafer Umutları en uzağa iletmelidir zafer Yalnız kazananları değil, kaybedenleri de İçeriden aydınlatarak yüceltilmelidir zafer Mehmet; Ben Bizans’ı düşüreceğim ama Hasmımda nasibini almalı zaferimden Her kim imparatorla karşılaşırsa Kıyasıya vuruşsun onunla Ama kimse tutsak almasın onu Kimse tutsaklığı tattırmasın hasmıma Ne alçalırım neden alçaltırım ben Atalarımla torunlarımın bakışları Benim üstümde şuan bu zafer Mutlak kazanılması gereken bir zafer Hem geçmişimi aydınlatacak ulusumun Hem geleceğini… kutlu olsun! GENÇÇE Bu sözler hücum emrinden önceki son sözleriydi Yüce Hünkarın zamanı gelmişti, İstanbul artık bizim olacaktı, vakit bizimdi. Saatler, dakikalar, saniyeler her şey bizim, bize ait kader, bize ait ulusun geleceği ve yine bize ait bütün kelimeler… Akşemsettin; O mübarek salıyı getiren şu gece Yeryüzünden çekilirken, inanç ordusu Tekbir kılıçlarını kuşatıp şafağın Saflarında yer alacak padişahın Mehmet; Sancaklar çözüle Bizans’ın defteri Artık dürüle! Paşalarım görev yerine Kulu İstanbul zaferine! (s. 56) Hücum aldı askerler başladı İstanbul’un tarihi, başladı durgunların sessiz sessizliği. Bizans kalelerinin son sesine mi oldu? - Şehir düştü, düştü Bizans. Sultan Mehmet olmazı başardı hayırı evet yaptı. O kadere isyan etti, her şeyi tersine çevirdi. O ki her şeye hükmetmeye gelen Yüce Hünkar idi. Bu Yüce Hünkar için herhalde döküldü birkaç kelam; Sen nice putları kırarsın Sultan Bunalmışları kurtarırsın Sultan Gönlünü herkese açık tutar Tüm gönüllere taht kurarsın Sultan Umut karanlığı deldi seninle Ötelerden müjde geldi seninle Düşüncen göklere yöneldiğinden İnsan daha da yükseldi seninle Daralmış ufuklardan taşan sultan Her adımda bir doruk aşan sultan Yüzyılları bir anda eskiterek Yepyeni bir çağa ulaşan sultan (s. 58) Ey Fatih boşuna müjdelenmedin Sen bu dünyaya bir gaye uğruna geldin Evet seninde zordu görevin Ama sen yılmadan görevini bitirdin Zordur Fatih’i birkaç dizeye sığdırmak, onun çağ açıp kapayışını zordur kalemlerle anlatmak en zoru da Fatih senin gücünü, azmini ve seni, anlamak… 26 Müge İŞBİLDİ BİZANS DÜŞTÜ FATİH’TEN ESİNTİLER Gök kızıl,toprak kızgın.Ülkenin ortasında kara bulut Bizans.Ülke birliği giderek azalıyor. Durdurmali Fatih önüne geçmeli yedi başlı ejderin. Toy bir delikanlı göstermeli gücünü ulusuna. Dağ gibi surlar koruyor bizans’ı . Murat’ın oğlu büyük fatih yıkmalı surları.Urbandan devlet batıran toplar istiyor.Bir çağa son vererek yenisi başlatacak o topları.Edirne’de dökülüyor devleti aydınlığa çıkaracak toplar. Kahramanlığı sinesinde barındırmış.Edirne gönlü,inancı zengin güzel şehir. Edirneli Fatih,yüce Fatih elinde kılıç yüreğinde istanbul düşmana karşı. Fatih diyor: “Tohum elbette çatlayacak Bütün surlar yıkılacak yeryüzünde Ve surların içinde boğulup kalmış insan Bütün yeryüzü açılacak Tohum çatlayacak Köhlenmiş gerçeklerin yıkıntıları üstüne Yepyeni bir kurulacak Toprağa layık,tanrı’ya layık,kendine layık Bir insan yer alacak evrende Tohum çatlayacak .” Diyor Fatih inanıyor ulusuna, ordusuna.Büyük fetihler büyük inançlarla kazanılır. Umutlarla canlanır sönmeye yüz tutmuş korlar. “Ben Murat oğlu Mehmet Bu yoldan dönersem uzandığım her çeşmeden su yerine zehir aksın ve ekmek diye tuttuğum taş olsun. Ben bu yoldan dönersem, sabah güneşi bana gülümserken kararıp kömür kesilsin, ve cehennem olanca ateşi yalnız benim için yansın Ben Murat oğlu Mehmet Ruhum ve atalarımın ruhlarına Çocuklarım ve torunlarımın ruhlarına Yüreğim ve aklımla benimsediğim dinim aşkına Ve kuşandığım bu kılıç aşkına Ya ben Bizans’ı alırım Ya Bizans beni “ Fatih düşmanına “hasmım”der. Çünkü alçalmayacak ve hasmını alçaltmayacak kadar soyludur Mehmet. Şahlandı ordu,yükseldi İstanbul’a gönül vermiş Fatih Dağ gibi surlar eriyor.Bizans düşüyor. Küflenmeye yüz tutmuş zincirler kopuyor. Bizans düşüyor Fatih. Vakit geldi karanlığın o sessiz çığlıkları yok olmaya başladı.Fatih Bizans’ı aldı. Açılan çağ kutlu olsun insanlığa Kutlu olsun. 27 GENÇÇE Selene CABALAR İlhami Ertem A.L.(Misafir Kalem) İNANCIN ZAFERİ İnancın aşamayacağı ne bir sur, ne bir kale, ne de bir şehir vardır. Osmanlı devletinin yedinci padişahı Sultan Mehmet de bunları düşünüyordu Edirne’deki sarayında otururken.Yüreğinde fethin inanılmaz inancı ve atalarının ona emanet bıraktığı sancak, kulaklarında lalasından duyduğu peygamberimizin sözleri içini ısıtıyordu.Vakti gelmişti, mademki padişah olmuştu: Osmanlı’nın Avrupa ile bağlantısını bölen, Roma’nın Anadolu’daki son kalesine İslam’ın ve Türklüğün sancağı dikilecekti. Sultan Mehmet padişah olana dek İstanbul bir çok kez kuşatılmış ama alınamamıştı. Bizanslılar türlü entrikalar ve oyunlarla şanlı Türk devleti Osmanlı’yı zor durumda bırakıyor devasa surlar bir türlü geçilemiyordu o güne dek. Derken Fatih tahta çıkınca ilk hedefini İstanbul olarak açıkladı, inancı daha küçük bir şehzade iken Edirne sarayında lalasından dinlediği güzel İstanbul hikayelerinden geliyordu. Fatih nice zaferler, gazalar, seferler görmüş hüzünler yaşamış İslam’ın ve Türklüğün yumruğu olmuş Edirne’de sarayının duvarlarında yankılandı;”Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni!” Sultan Mehmet, Rumeli Hisarının yaptırılması, büyük topların döktürülmesi ve ordunun hazır hale getirilmesi ile bütün Osmanlı’yı savaşa hazır hale getirdi. O dakika herkesin yüreği İstanbul’un yedi tepesine Türk sancağı dikilmesi için atıyordu. Sultan Mehmet Edirne’de doğmuş, Edirne’de padişah olmuşve çocukluğunda Edirne’de kalmıştı. Edirne o günlerde Osmanlı devletinin başkenti olarak bütün Türk aleminin sembolü gibiydi. Bütün Edirne halkı sefere çıkacak orduyu maddi ve manevi olarak desteklemeye hazırdı yardımlaşma ve dayanışma üst seviyedeydi. Edirne halkı ordusunu dualarla savaşa uğurladı. Herkes bütün akıncılar, askerler, Fatih’in yakınındakiler ve hocası Akşemseddin inananların başarılı olacağını ve kızıl elma olan İstanbul’un Türklerin olacağını biliyordu. Fatih seferde “Biz peygamber müjdesini gerçekleştirmeye geldik biz imkansızı gerçekleştirmeye geldik” diyordu. Osmanlı ordusunu bütün gücüyle surları delmeye çalışıyor ancak güçlü bir Bizans direnişiyle karşılaşıyordu. Zaferler sadece inanmakla değil çalışıp bu inancı gerçekleştirmekle ortaya çıkardı işte bu noktada Bizans’ı kökünden yok edecek planı devreye soktu : Fatih gemileri karadan yürütecekti. Bu onun dehasının ve ileri görüşlülüğünün göstergesiydi gerçekten de gemilerin Halice indirilmesi Bizans’ı büyük bir şaşkınlığa ve çöküntüye uğrattı. Kefenleri boyunlarında düşmana kılıç sallayan yiğit Türk askeri zafere yakındı.İstanbul Türk’ün mührü olacaktı.Türk’ün mührünü dünyaya gösteren ve gerçekten tarihi yapanlar Ulubatlı Hasan gibi yiğitler Edirne de İstanbul’un alınması için dua eden halkımız ve günlerce,gecelerce kılıç sallayan akıncılarımızdı. Ulubatlı Hasan her şeyin hatta zamanın durduğu noktada sancağı alıp surlara doğru koştu. Elinde bayrağı surlara dikerken yediği okların hiçbirini hissetmeyecek kadar inançlıydı ve şehadet şerbetini içerken celladına gülümsedi.Celladına gülümsemek ancak Fatih’in askerlerine nasip olabilirdi. 29 Mayıs sabahı namazını kıldıktan sonra çıktığı bu yolda Fatih o gün artık İstanbul’un muzaffer komutanıydı.Ulubatlı Hasan “Allah’ım bu sancağı buradan indirme.” derken daha nice zaferleri üç kıtaya hükmedecek bir imparatorluğu müjdeliyordu. Fatih Sultan Mehmet, Ulubatlı Hasan’ın naşını gördüğünde şöyle fısıldamıştı: “Eğer sultan olmasaydım Ulubatlı olmak isterdim.”...Nihayetinde İstanbul’a giren Fatih şehir halkına büyük bir saygıyla yaklaşmış kimsenin canına ve malına dokunmamıştır.Yıllarca büyük katliamlara maruz kalan Türkler İstanbul’un fethinde bir kez daha ne kadar adaletli, vicdanlı bir millet olduklarını göstermişlerdir. İşte bu Türk’ün masumları koruyuculuğunun göstergesidir.Fatih,İstanbul’a girdiğinde, hocası Akşemseddin’i Sultan zannedenlere,“yine ona gidiniz, o benim hocamdır “diyerek hocasına ve ilme olan saygısını göstermiş, hocasıyla beraber Ayasofya’da secdeye vardığında ,ezan sesinin üç kıtada yankılanacağını müjdelemiştir. İstanbul’un fethi yıkılmaz denen surları yıkmış, dünya’nın en güçlü imparatorluklarından birisi tarihin dibine gömülmüştür. Bu tarihi yazanların ışığını yakanlar Mete Han, Alp Arslan, Selahaddin Eyyübi, Osman Bey, Fatih’in kırk sıra arkasındaki yeniçeriler ve Edirne’de İstanbul’un fethi için duacı olan Türk milletidir. Bu ışığı yakanlar, Fatih İstanbul’u alırken, elindeki meşaleyi tutuşturanlardır. Peygamberimizin hadisi ile müjdelenen bu büyük zaferin ayak sesleri buram buram İslamiyet kokan, her yerinde Türk’ün gücünün görüldüğü, payitaht Edirne’de başlamış, İstanbul’un surlarının içinde noktalanmıştır. İstanbul varsa, İstanbul Türk’ün olmuşsa bu Edirne’nin zafere inanan insanlarının direncinden, inancından geçmektedir. Bu inanç, koskaca bir çağı kapatmış, yeni bir çağ Türk’ün sesiyle inlemiştir.Ya alırım ya ölürüm diyen bir milletin önünde durabilecek hiçbir kale, hiçbir sur, hiçbir bayrak, hiçbir millet yoktur. 28 YENİ BİR ÇAĞIN FETHİ Fatih Durup dinlenmeden arandığımız sendin içimizdeki ormanda, sen sendin kaygılar içre andığımız çevremize karanlıklar inerken. Ecem OKYAPAR Yüzyıllar boyu alev alev yandık küllerimizden doğasın diye sen; yeryüzü yenilensin diye artık senin elmas üreten gençliğinden. İşte bir çağı boğan kara düşler ürküp kaçışırlar sen yaklaşırken; biz yandıkça senin şafağın söker ve orduların taşar güneşinden. Turan Oflazoğlu Tarihin yükünü bunca yıl omuzlamış bir şehri anlatmak sanıldığı kadar kolay değildir. İstanbul’u geçmişiyle ve geleceğiyle anlatan çok şair olmuştur. Ama bu kitap bunu hem ustalıkla dile getirmiş hem de bizi tam da o zamanlara götürerek o anları yaşama fırsatı vermiştir. Edirne’den başlayıp adım adım İstanbul’a ilerleyen Fatih’in adımlarını yazarla birlikte takip etmek okuyucuya heyecan verir. Bu yüzden kitap, bu alanda zevkle okunacak iyi bir eserdir. Bir çağı boğan kara düşler ürküp kaçışırlar sen yaklaşırken; biz yandıkça senin şafağın söker ve orduların taşar güneşinden… Ey Tanrı’nın eliyle bilenmiş kılıç! Diye seslenen Fatih ilk önce Allah’a sonrada kılıcına güvenmişti… “Ben Mehmet, Murat oğlu Mehmet müjdeler vereceğim tüm halkıma. Umut ve adalet saçacağım İstanbul’a. Gaflet uykusunda uyuyan başıbozuklara bırakmayacağım yedi tepeli şehrimi!” Büyük hükümdar Sultan II. Murat 3 Şubat 1451’de dünyaya gözlerini yumdu. Osmanlı tahtı yeni sahibini bekliyordu Edirne’de. Bu ne büyük bir çelişkiydi ki en sevdiği varlığın yokluğunda gerçekleşecekti Mehmet’in bütün hayalleri. Mehmet hem büyük bir gurur hem de büyük bir hüzün içerisinde Edirne’ye yol alıyordu. Edirne sarayı görkemli bir törenle yeni sultanını karşılıyordu. Çünkü her hükümdar yeni bir zaman, yeni bir yaşam demekti. “Sultan Mehmet tahtına oturunca, ünlü bilgin, kutlu alperen Akşemsettin duaya kaldırdı ellerini: Olmazlar olura dönmek üzere, beklenen çağ görünmek üzere… Saltanatınla büyük geleceğimiz başlasın, ömrün mutlu ve kutlu olsun ey padişah, Her seferin bir zafere yol açsın!” Sultan Mehmet bir çağ açıp, bir çağ kapatacağını Akşemsettin’in sözleriyle birlikte yüreğinin derinliklerinde hissetmişti. Genç hükümdarın tavırlarını denemek, tanımak için Bizans bir elçi göndermişti. Elçi şehzade Orhan’ın üzerinden padişaha küstahça ve hadsizce isteklerde bulunmuştu. Sultan Mehmet elçinin isteklerini kabul edip memnun bir şekilde sarayından göndermişti. Yanındaki paşalar Bizans’ın şımaracağını düşünmesine rağmen genç sultanın buna karşılık sözü ”Bizi güçsüz sansınlar da güçlenmeye kalkmasınlar!” olmuştur. Mehmet fethin ilk tohumlarını bu sözleriyle atmıştı. Tohumların can suyunu Macar asıllı top dökümcüsü Urban Usta verecekti. Urban Usta padişahla görüştükten sonra Bizans’ı koruyan surların yüksekliği ile kalınlığına ve dayanma gücüne göre Edirne’de kurduğu büyük döküm evinde derhal çalışmaya başladı. Edirne’de savaş hazırlıkları hızla ilerlerken Sultan Mehmet Marmara’nın iki boğazına da egemen olmak zorundaydı. Bu yüzden Bizans’a yardım sağlayabilecek tüm yolları tutmalıydı. Anadolu Hisarı’nın tam karşısındaki sırtlarda gezinerek paşalarıyla çevreyi inceliyordu. Akşemsettin önceden kutluyordu onun zaferini: ”Çağın alnında beyaz bir nur gibi parlayan ve günlerin sayfasına güzellik olan bu fetih sana kutlu olsun. Bir kulun ayakları Tanrı yolunda toza bulanırsa onu sular boğamaz, ateşler yakamaz. Suların ve ateşlerin müjdelediği bu fetih sana kutlu olsun!” Sultan Mehmet Rumeli Hisarı’nın kurulmasını buyurmuştu. Bizans bu durumda telaşlanarak bir elçi göndermişti. Sultan Mehmet ise elçiye gereken cevabı vererek hedefinde emin adımlarla ilerlemekteydi. Edirne’de denemeleri yapılan heybetli toplar savaşa hazırdı. Sultan Mehmet buyruğunu dinlemeyenlere toplarını dinletmeye kararlıydı. Bu toplar öyle toplardı ki devlet, çağ batırırdı. Sultan Mehmet yeni kaleye Boğazkesen adını koymuştu. Edirne’de Sultan tüm sefer hazırlıklarını tamamlamıştı. 23 Şubat 1453’te Bizans üstüne yürünmesi buyruğu verilmişti. Yer götürmez askerlerle İstanbul önlerine gelen padişah kuşatmaya başladı. Sultan Mehmet’in topları Bizans’a soluk aldırmıyordu. Haliç’in zincirlerini aşamayan Sultan 70 parça gemiyi yağlı kızaklarla karadan geçirmişti: ”Yüzlerce kızıl karanfil açar açmaz soluyor, doymak bilmez gecesinde Bizans’ın…” ”Toplar üst üste patlarken suskunluğu dillendi Hünkarın; Çatlayacaktı artık tohum köhnemiş gerçekler Bizans’ın yıkıntılarının altında kalacak yepyeni bir insan yer alacaktı evrende…” 29 Mayıs 1453’te Sultan Mehmet Ayasofya’ya ilerlerken sokaklarda şu sesler yankılanıyordu: “ Bizans kurtarılmıştır! Herkes düşüncesinde, inancında serbesttir. Düzen ve güzellik içinde yaşasın herkes. Açılan çağ kutlu olsun insanlığa! Sen nice putları kıransın sultan. Bunalmışları kurtarsın sultan. Gönlünü herkese açık tutarak Tüm gönüllere taht kuransın sultan. Umut karanlığı deldi seninle. Ötelerden müjde gelsin seninle. Düşüncen göklere yöneldiğinden İnsan daha da yükseldi seninle. Daralmış ufuklardan taşan sultan, Her adımda bir doruk aşan sultan, Yüzyılları bir anda eskiterek, Yepyeni bir çağa ulaşan sultan. ÖYKÜ FISILTI Uyandım. Yataktan çıkamadım. Perdeler kapalıydı. Bir süre başucumda duran saate baktım, yanıp sönen kırmızı ışığına. Kırmızı ışık karanlık odama giren tek ışık damlasıydı. Bütün odayı dolaşıyordu sonra saklanıyordu ve bir tur daha atıyordu. Bu bir işaretti sanki, kötü günlerin habercisiydi. Ve onu duydum. O sesi. Onu tanımıyordum ama yanı başımdaydı. Yine beni korkutmak için kulağıma bir şeyler fısıldadı. Onun ağzından çıkan her kelime kulağımdan girip yankılanıyordu kafamın içinde. Ürperdim. Arkamdaydı, yatağın öbür ucunda. Ani bir hareketle ona doğru döndüm ve yok olmuştu. Bir anda yerimden kalktım ve hızlı adımlarla aşağıya indim. Merdivenlerden inerken uzun, beyaz geceliğimin etekleri sağa sola savrularak merdivenleri süpürüp geçti bir anda. Aşağıdaydım. Perdeleri açık görünce attığım korku dolu çığlık evin boş odalarında yankılandı. Perdeleri açan o idi, Biliyordum. Olduğum yere çöktüm. Yine ileri geri sallanıyordum. Kollarımla dizlerimi sardım. Kapatın perdeleri diye sayıklıyordum. Ağlıyordum, korkmuştum. İçeriden koşar adım gelen Pertev’in ayak seslerini duydum. Telaş içinde yanımdan rüzgar gibi geçerek salona koşturdu. Aceleyle perdeleri kapattı. Sonra yanıma geldi. Beni merdivenden kaldırdı ve salonda duran krem rengi koltuğa götürdü. Bana yardım etmesinin bir önemi yoktu. Ona güvenmiyordum, evdeki herkes gibi o da bana zarar verebilirdi. Sakinleştim. Mutfağa doğru yürüdüm. Tezgahın önündeki yüksek tabureye oturdum. Aşçıyı izliyordum. Sanki bir saniye rahat bıraksam onu, sadece bir saniye fırsat bulsa yemeğime zehir atacaktı, biliyordum. Şüpheli bakışlarla onu izlemeye devam ettim. Dikkatlice. Kahvaltımı hazırladı ve önüme koydu. Bana bakıyordu. Durdum, biraz bekledim. “ Bugün kendim pişireceğim.” dedim. Böylesi daha güvenliydi. Kahvaltıdan sonra salona geri döndüm. Krem rengi koltuğa uzandım. Hareketsiz yatıyordum. Bir anda o ses bana seslendi. Kim olduğunu sordukça onu tanıdığımı söylüyordu. Bu ses beni korkutuyordu ama konuşmaya devam ediyordum onunla. O da mı zarar verecekti bana? Peki, nereden geliyordu bu ses? Kimdi o? Kafamda dolaşan soruların hepsini biliyordu sanki. Hatta aşçıyı ve evdeki diğer insanlar hakkında düşündüklerimi bile biliyor gibiydi. Pertev geldi. Sehpanın üzerine bir tabak bıraktı. Hala hareketsiz yatıyordum koltukta. Pertev tabağı bıraktıktan sonra odayı terk etmişti. Odanın sessizliğe boğulduğu anda gittiğini fark etmiştim. Aynanın önüne doğru yürüdüm yavaş adımlarla. Kendime baktım uzun bir süre. Ne kadar yorgun görünüyordum. Geri geldi. Omzuma dokundu. Yüzünü göremiyordum karanlıktaydı fakat nefesini ensemde hissediyordum. Kulağıma bir şeyler fısıldadı yine. Kor- 29 GENÇÇE kuyordum. Daha fazla. Gözlerimi kapattım. Hareket edemiyordum. Bekledim biraz. Gözlerimi açtığımda gitmişti. İçimdeki korku bütün vücudumu kaplamıştı. Yüzümdeki maske çaresizliğin tam adıydı. Yavaş yavaş evin sonsuz gibi görünen koridorunda yürüyordum. Her yer karanlıktı, ışıkları açsalar zarar verecekti sanki bana. İçeri giren ışığın her zerresi içime işleyecek ve beni öldürecekti. Ben aklımda Beste ÖZDEN bu düşüncelerle yürürken o yine geldi. Benimle konuşuyor- du. Mutfağın önünde durmamı söylüyordu. Nedense dinledim onu ve durdum. Sabit bir noktaya bakıyordum, kıpırdamadım. Aşçı mutfaktaydı, kapıda dururken bana baktı sonra yaptığı yemeğe döndü. O ses hala yanımdaydı. Tezgahın üzerinde duran bıçakları gördüm. O, bıçaklardan birini aldı ve eliyle bıçağı iyice kavradı. Elimi tezgaha koymamı söyledi. Hala neden onu dinlediğimi bilmiyordum sanki bedenimi o kontrol ediyordu. Gözlerim kapamıştım. O, tam bıçağı elime saplayacakken aşçı durdurdu onu. Gözlerimi açtım. Bıçak benim elimdeydi ve o gitmişti. Neden engellemişti aşçı onu? Bana bu şekilde zarar vermek aşçının planları arasında mıydı? O yüzden mi engellemişti? Aşçı bıçağı elimden aldı. Aklımdaki soruları düşünmemin getirdiği dalgınlıkla ilk başta fark etmemiştim. Az sonra aşçıyı elindeki bıçakla bana bakarken gördüm adeta kırmızıya dönmüştü gözleri sanki O’nunla bir bütün olmuştu. Korku denilen hissi her anlamıyla yaşıyordum o anda. Titreyen bacaklarımla koşarak üst kata çıkarken Pertev’in endişeli gözleriydi tek gördüğüm. Boş odalardan birine girdim. Karanlık bir odada, köşede oturuyordum. Dizlerimi kollarımla sarmış ileri geri sallanıyordum. Hepsi onun suçuydu. O sesin… Kim olduğunu bilmiyordum. Arada bir benimle konuşuyordu. Bazen alay ediyordu benimle, bazen bir şeyler yapmamı istiyordu. Korkuyordum. Zaten o yüzden buradaydım. Perdeler ve ışık kapalıydı beni bulursa zarar verecekti. Odanın köşesine sinmiş otururken kapı açıldı. Hafif bir ışık vurdu yüzüme. Hareketsiz, ışığın önündeki silüete bakıyordum. O gelmişti. Yaklaştı. Yavaşça eğildi ve kulağıma bir kelime fısıldadı. Ürperdim. Ayağa kalktı. Kapının kapanırken çıkardığı gıcırtı ve ardından onun kahkahaları… Zevk alıyordu bunu yapmaktan, bana zarar vermekten, beni korkutmaktan. Kahkahalar kesildikten sonra kulağıma fısıldanan kelime kafamın içinde yankılanıyordu. Gözlerimden bir damla yaş geldi. O kelime “ölüm” idi. 30 ÖYKÜ CEVİZ KABUKLARIM Mevsim yaz,hava sıcak. Bir cuma günü ,pazar çıkışı, soluk soluğa. Boğucu sıcaklık,insan kalabalığı.Tıklım tıklım her taraf,adım atacak yer yok. Sırtımda okul çantam,yanımda ellerinde poşetler dolu bir kadın,annem. Küçüğüm daha,ilkokul Seda CEYLAN 2.sınıf. Edirne’nin ara mahallelerine doğru yürüyoruz. Maksat bir dinleniş olsun hem de akraba ziyareti. Ara sokaklardan gidiyoruz. Bir o sokağa bir bu sokağa sapıyor annem. Sonunda gideceğimiz yere varıyoruz. Doğrusu, o kadar karışık geliyor ki buralar ,annemin elini bırakırsam hemen kaybolurum, diye düşünüyorum. Kapıyı çalıyoruz, tık tık. Mavi gözlü, yaşlı bir teyze açıyor kapıyı. Teyzenin kafasında oyalı tülbenti, tülbentinin altından çıkan beyazlamış saçları var.Yüzünde yılların izleri. Bizi görünce yüzündeki çizgilerde bir sevinç beliriyor, annemle ikimize sarılıyor, içeri geçiyoruz. Çay koyuyor ocağa,hal hatır soruyor bize. Annemle tatlı bir muhabbete başlıyorlar. Haliyle canım sıkılıyor benim de. Oyun oynamak istiyorum. Annemin başını ağrıtıyorum. Canım sıkılıyor diyorum ama o hala muhabbette. Yaşlı teyze canımın sıkıldığını anlayınca bahçeye çıkalım, diyor. Dışarı çıkıyoruz. Yoldan karşıya geçiyoruz. Demir bir kapı var. Kapının üstünde kocaman bir kilit. Yaşlı teyzenin elinde büyükçe bir anahtar, kilidi açıyor. Yıkık bir ev var şimdi karşımda. Yanımda yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler. Bu eski ev yeşilliklerin arasında göğe doğru uzanıyor. Sanırsam duvarlar eski tip uzun ince turuncu tuğlalardan yapılmış. Pencereleri oldukça uzun,büyük. Evin giriş kapısının önünde merdivenler bulunuyor. Teyze elimden tutuyor, evin merdivenlerinden ilerliyoruz. Bir müddet duruyor ve anlatmaya başlıyor bana. Bak burası çok önceden havraymış, Yahudilerin ibadet yeriymiş. Hani biz nasıl camide ibadet ediyoruz ya , onların da ibadet yeri havraymış. Bizim dinimizde din adamlarına imam, onların dininde ise haham denirmiş. İşte buradaki hahamında bir kızı varmış. Kız canı sıkılınca burada ceviz kabuklarıyla oyun oynarmış. Senin de canın sıkıldı ya sen de al bu ceviz kabuklarını oyna burada,dedi. Sonra annemin yanına gitti. Ağaçların altında masa vardı. Oraya otudular. Çay içip sohbete daldılar. Ben de ceviz kabuklarıyla oynamaya başladım. Ceviz kabuklarının içine kum doldurup doldurup şekiller çıkardım. Çıkardığım şekillerin üzerlerine kiraz çöpleri batırarak kirpi yaptım. Merdivenlerin orada salyangoz kabuğu buldum. İçi boştu. Onunla oynadım. Annemlerin oturduğu masanın orada duvar dibinde ufak bir baraka vardı. Barakanın içinde Edirne’ye özgü meyve sabunları etrafa hoş koku veriyor, geçmişin izlerini taşıyan minderler , süslü tülbent oyaları göze hitap ediyordu. Beni en çok etkileyen eskiden kalan bakır cevnede pişen mis gibi kokan türk kahvesiydi. Yaşlı teyze havrayı ziyarete gelen turistlere bu kahveden ikram ediyor ve Edirne’mizi bu sayede onlara tanıtıyormuş.Kahve kokusu etrafa yayılırken ben de havranın penceresine tırmandım. Pencereden havranın içine baktım. Oturdum orada. Yeşilliklere daldım. Zaman nasıl geçmişti anlamadım. Artık gitme vakti gelmişti. Annem çantamı verdi. Poşetlerini kavradı. Yaşlı teyzeye hoşçakal deyip oradan ayrıldık. Kim bilir ne zaman gelirdik bir daha buraya. Tekrar ne zaman oynardım ceviz kabuklarıyla diye düşünüyordum. Yeşilliklere hayran hayran bir daha bakabilecek miydim? Aradan yıllar geçti. Büyüdüm. Liseye başladım. Geçen gün köye gittik. Orada yaşlı teyzeyle karşılaştık. O mavi gözlerinde hüzün vardı bu sefer. Hemen havrayı sordum kendisine. Bana havrayı vakfın aldığını artık onun havraya bakmadığını söyledi. Ağaçları kesmişler. Havrayı tamir ediyorlarmış. İç yaktı kadın. Bahçesini özlemiş. Sadece sen mi teyze? Ben de ceviz kabuklarımı özledim dedim içten içe. Belki de artık tek tesellim her sabah servisle okula giderken ceviz kabuklarımın yakınından geçmek. ÖYKÜ Genç Adam İhtiyar Adamın Bavulunu Aldı 31 GENÇÇE Genç adam, ihtiyar adamın bavulunu aldı ve hoşgeldiniz dedi ihtiyar adama sıcak bir ses tonuyla. İhtiyar adam bir an durdu düşündü, neden burada olduğunu unutmuştu sanki, nerede olduğunu da bilmiyordu aslında. Daha önce neredeydi ki? Yürüdüğü yollar, gördüğü evler, neredeydi? Peki ya bu girdiği, asaletli ahşap bina? İhtiyar adamın bulutlu düşüncelerinde dolandı bu cevapsız sorular. Genç adam saygıyla orada, ihtiyar adamdan bir tepki bekledi, ihtiyar adam karşısındaydı ama belli ki zihni orada değildi. Beklemenin fayda etmeyeceğini anladı ve ihtiyar adama seslendi, ihtiyar adam irkildi ve birden o bulutlu zihninin cevapsız düşüncelerinden kurtuldu, etrafına bir daha baktı ve kendi evinde olduğunu fark etti, yanında oğlu vardı. Ozan Nesim ÖZDEMİR Sanki daha önce başka bir yerde olduğu hissine kapıldı birden, kafasında aslında evinde değildi, yanındaki de sadece genç bir adamdı. Evin girişindeki o sessiz girişten sonra ihtiyar adam, genç adama tebessümle baktı ve adımını attı, hep onunla yaşadığını hissettiği “o” gıcırtısını duydu evin. Onu her yerde takip eden “o” sinsi gıcırtı... İhtiyar adam her günkü gibi, kendisine benzeyen diğer “İhtiyar Adam”larla her zamanki yerde o mühim meseleleri konuşmuş, yorulmuştu ve evine gelmişti. Odasında o rahat yatağına uzandı ve yine düşüncelere daldı o ihtiyar zihniyle. Öyle bir dalmıştı ki, zaman anlamını yitirmişti, sanki bir rüyadaydı gözü açık. Bir kapı sesi duydu ve yine ani bir şekilde ayrıldı o derin düşüncelerinden. Camdan dışarı baktı, en son göğe baktığında aydınlıktı ama şimdi simsiyah bir gök görüyordu. Uzun zamandır uzanmış olmalıydı, ayağa kalktı ama bulunduğu odayı tanıyamadı ve aklına yine bir soru geldi, neredeydi o? Odadan çıktı aşağı indi, etrafı tanıdık değildi, kimin eviydi bu? Kendine fark ettirmiyordu lakin, korkmaya başlamıştı. Etrafı inceledi, birkaç fotoğraf buldu, garip olan o fotoğraftaki yaşlı adam, kendisine benziyordu. Tek fark daha yaşlıydı. Yanında duran bir başka fotoğrafı, daha gördü ve içtenlikle yaklaştı, o asaletli evin fotoğrafı, onun gibi genç olan evin. Kafasında bulunduğu duruma pek anlam veremedi, neden burda olduğunu daha önce nerede olduğunu hatırlayamadı. Biraz düşündükten sonra, bu tanınmışlıktan uzak evde başka birinin daha olduğunu anımsadı. O geldiğinde bu evde olan genç adam artık orada değildi, ihtiyar adam evde yalnızdı. Evin büyük kahverengi kapısına yaklaştı, bir bavul gördü. O bavulun onun olduğuna emindi, çok uzun zaman önce sahip olduğu, onunla yüzlerce yer gezmiş olan sadık bavulu. Bavulu almaya yeltendi, ve o anda bir ayna gördü. Aynaya baktığında birden ihtiyar adamın, tüyleri dikildi, içine kötü bir his doldu. Aynadaki o değildi, aynada gördüğü kişi, evdeki foroğraflarda gördüğü ihtiyar bir adamdı. Geriye doğru adım attı, ne kadar düşünse çabalasa da, hatıraları bulutluydu zihninde. Terlemeye başladı ihtiyar adam, korkuyordu, bir an önce evden çıkma isteği duydu. Bavulunu aldı ve evi terk etti. Gece vakti, bilmediği sokaklarda yürüdü ihtiyar adam, sonsuz düşüncelerle, sonsuz cevap aradı, hiçbir şey anlam oluşturmuyordu kafasında. Artık o da yaşlıydı, dünyada. Peki kafasındaki o kayıp zaman, hatıralar neredeydi? Nereye gittiğini bilmiyor, vücudunun kendi kendine yöneldiği yolu takip ediyordu, sanki bu yollardan çok geçmişti. Etrafında görmeye alıştığı o asaletli, eşsiz, kendisinin, zamanının karakterine sahip olan evler, kimi zaman içine girdiği kimi zaman önünde oturduğu, gençliğinin hatıralarını yansıttığı o ahşap evler karakterlerini unutmuş, ihtiyar adam gibi, yaşlıydılar artık. Yürümeye devam etti, kaybolduğunu düşündü, vücudunun yöneldiği yola gitmekten korktu, kendini bulduğu o yabancı evi kaybetmekten korktu. O anda bir ses duydu, ezan sesi, ihtiyar adamın düşüncelerini kesen o nihai ses. Kafasını yukarı kaldırdı ve ona belki de bu “artık yaşlı” dünyada yaşı değişmeden kalan, ona yakın tek yeri gördü, göğe her baktığında, görmekten huzur duyduğu, “evinde” hissettirdiği, dört minaresiyle ihtişamlı Selimiye... 32 ÖYKÜ Kendisiyle kargaşa içinde ne yapacağını düşünürken, yürüdü yürüdü, bir adama denk geldi, adam bayağı yaşlıcaydı. Adama seslendi, burası neresi? Seslendiği adam cevap verdi ama ihtiyar adam bu cevabın sadece ilk kısmını fark etti ve gerisini dinlemedi, dinleyemedi. O kendisinden yaşlıca gördüğü adam ona “Amca” diye hitap etmişti. Şaşırdı, neden kendisinden daha yaşlı biri ona amca desin ki? Orada yine düşüncelere daldı, vücudu çok ağırdı, anlayamadı, sanki üzerinde bir yük varmış gibiydi. Eline baktı bir an ve ihtiyar bir adamın ellerini gördü, kendini tutamadı panikledi, daha yirmili yaşlarında iken yaşlı bir vücut içindeydi, ne oluyordu? Kalp atışları hızlanmaya başladı, görüşü bulandı ve bir anda karşısındaki adam kayboldu, etrafındaki binalarda. Hatırlamaya çalıştı en son ne yapıyordu? Nerdeydi? Niye ordaydı? Bir açıklama aradı kafasında ama yoktu öyle bir şey, hiçbir anı yok, beyaz bir boşluk, ne isim, ne zaman, ne mekan. Zihninde gördüğü tek şey, bir zamanlar genç, şimdi ihtiyar bir adam. Gözünü açtı, çok sakindi, yatıyordu. Etraf aydınlıktı, nerde olduğunu düşündü ihtiyar adam. Hiçbir şey anımsamadı, o andan başka hiçbir anısı yoktu zihninde. Etrafını gözlemledi, bir hastane odasında olmalıydı, yatıyordu orada. Kalktı, ve aynaya baktı, gördüğü bir ihtiyar adam. Kendi görüntüsü bile yabancıydı ona. Kapıdaki bir obje dikkatini çekti, bir bavul. Bu bavul ona çok tanıdıktı, kendisinin olduğuna emindi.Bavulun üstünde çabukça hazırlandığı belli olan, ağazı hiç kapanmamış bir zarf ve içinde bir kağıt parçası, bir resim. Kağıtta “Yine unutmuşsun herşeyi, anlaşılan. Konuştuğun o “ihtiyar adamlar”dan biri getirdi seni hastaneye, bayılmışsın sokağın ortasında. Eğer hatırlıyorsan, eve geri gel. –Oğlun” İhtiyar adam yazıyı okudu, ardından fotoğrafa baktı, iki katlı, büyük kahverengi kapılı bir ev. Çok tanıdık bir fotoğraftı bu. Kendi eviydi o. Oğlunu hatırladı birden, sonra adını, anıları yavaş yavaş görünür hale geliyordu, bulutlar dağılmaya başladı zihninde. Birden hayatını, yaşlanan dünyayı, saniyeler içinde yeniden yaşadığını hissetti, geri gelen her anılarını, duygularını ve o anıların yanında getirdikleri yükleri. İhtiyar adam kendini düşüncelerden çıkardı ve bavulunu aldı, eski ama, yeniden keşfedeceği kendi evinin yolunu tuttu. İhtiyar adam evin kapısının önünde durdu, hayatının izlerini gördüğü, onun karakterini taşıyan, kahverengi büyük kapsının eskimiş işlemelerindeki anıları, kendisi gibi kaılıcı olmayan, bir ömür geçirdiği, gördüğünde sessizce yaşlı vücudunu zorlayarak aldığı o nefesi vererek, evimdeyim dediği o kapı, o ev. Elinde bavulu, özlem duyduğu o gıcırtıyı bulma isteğiyle kapıya vurdu. Genç bir adam kapıyı açtı, “Hoşgeldin” dedi, sıcak bir ses tonuyla ve”Genç adam ihtiyar adamın bavulunu aldı.” ÖYKÜ 33 GENÇÇE MUTLULUK : EDİRNE Gidiyoruz…Arkadan, tekerleğin taşta dönen sesini bastıran, bir müzik duyuluyor. Başımı dışarı çıkarıp, derin bir nefes alıyorum. Mutluluğu arıyorum. Zihnimde tüm doğayı, hayvanları ve yeşili duyumsuyorum. Babama inmek istediğimi söyleyip, durduruyorum arabayı. Önce korkak, minik bir adım atıyorum dışarı ardından ise tüm benliğimle iniyor ve başlıyorum Karaağaç yollarında sessiz bir yolculuğa… Doğayla iç içe devam ederken yolculuğuma karşıma çıkıyor tatlı, tonton bir nine. Önünde sabırla, yetiştirdiği domatesleri var. Belki yiyecek belki bir çift çorap veya kış için bir yünlü elbise parası tüm umudu. Başında pembe örtüsü, altında mavi çiçekli şalvarı, yüzünde ise içten gülümsemesi Damla ÖZEN ile öylece oturuyor karşımda. Usulca yanına yaklaşıp ben de oturuyorum. Mutluluğunun sebebini soruyorum. “Şu çevrene bir bak evladım, şu çiçek kokan havayı çek içine, Karaağaç’ın eşsiz güzelliğine, yeşiline, kahvesine bak..” derken bir sincap geçiveriyor önümüzden. Tatlı bir kahkaha atıp ; “ Şu delinin telaşına bak, bence budur mutluluk, budur sebebim” diyor. Bütün gün yanında, sımsıcak sohbetine doyamadan kalabilirim diye düşünürken karşıdan siyahın tüm asilliğini gururla, hakkını vererek taşıyan iki at görüyorum. Sarı, pembe ve yeşil yılbaşı süsleri ve renkli plastik çiçeklerle süslenmiş bir arabayı çekiyorlar. Elimin tek bir salınışıyla atların nefeslerini ensemde hissediyorum. Yavaşça adımımı atıp faytona biniyorum. Binmemle birlikte yöresel, yüksek ritimli müzikler çalmaya başlıyor. Sürücüm pek keyifli, bir yandan müziğe eşlik ediyor diğer yandan bana gezimizle ilgili bilgi veriyor. Gezintinin tadını çıkarıyorum, etrafımı seyrediyorum. Bisikletli gruplar, ellerinde fotoğraf makineleriyle turistler görüyorum. Bir an zihnimde geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyorum. Kim bilir eskiden buralardan kimler geçmişti? Sarı örgülerini iki yandan yapmış , üzerinde tatlı şeker pembesi bir elbise olan küçük kız da buradan geçmiş miydi? Peki ya pantolonunda mavi yamalar olan erkek çocuğu da yanında mıydı? Derken rüzgarın fısıldadığını ve nehir sularının bana seslendiğini hissettim… Köprüden geçiyorduk. Meriç nehrine şöyle bir boydan boya baktım. Aman Allahım! Yeşille mavi ilk defa bu kadar iyi dost, ağaçlarla nehir ise ilk defa bu kadar yakışmıştı birbirine. O an zamanın durmasını istedim bu eşsiz manzaraya ömrüm boyunca bakabilirdim. Ben gönlümde bu aşkı yaşarken faytonun durduğunu hissederek dünyaya döndüm. Ne de çabuk! Karşımda koskoca ihtişamı ile Selimiye Camii duruyordu. Adeta büyülenmiştim, gözlerimi kırpmadan ilerliyordum. Bir turist grubu gördüm. Onlar da benimle aynı şaşkınlığı paylaşıyorlardı. Bu inanılmaz esere herkes bayılmıştı. Gözüm rehbere ilişti. Birçok defalar aynı şeyleri anlattığını tahmin ettiğim halde gözlerindeki çocuksu heyecanı görebiliyordum. Şehrimin tarihi dokusu kimi etkisi altına almaz ki? Kim gelir de güzel şehrimin camilerine, çeşmelerine, kervansaraylarına hayran olmaz ki? Heyecanından ve işine gösterdiği özenden etkilendiğim rehberin yanına doğru yürüdüm. Yanına vardığımda sözünü tamamlayıp bana döndü. “Nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Deniz mavisi gözlerinde anlatma hevesini görebiliyordum. “Sadece bir soru” dedim. “Hep aynı şeyleri aktarıyorsunuz, hep baştan, hep tekrar yani kısacası bundan sıkılmıyor musunuz ? Mutlu musunuz? ” dedim. Önce bir gülümsedi sonra bana şöyle bir yanıt verdi; “ Edirne…Ah Edirne, her köşesinde yaşanmışlık, toprağı buram buram tarih kokan Edirne. Bunu sana açıklamak yerine hayal ettirmek istiyorum. Şu kapıyı gördün mü? İşte şimdi oradan padişah geliyor, yanında şehzadesi de var. Tabii sen yine anlamadın. Padişahı en sevdiğin ünlü gibi görmelisin. Duyduğun heyecanı padişahı gören halk ta yaşıyordu. Padişahın gezdiği yerler, dokunduğu eşyalar, merak etmiyor musun?” “ Evet galiba merak ediyorum” dedim ve kendime inanamadım. Tarihle ilgili olmayan beni nasıl da bir merak sarmıştı. “Anlatın lütfen anlatın,” dedim ve devam 34 etti. “Tüm saray çalışanları, önemli kişiler padişah burada kaldı, Edirne’de,” dedi ve sözünü kestim. “ Padişah ve şehzade neler yaptılar burada anlatın lütfen,” dedim. Bana göz kırptı ve gülerek,”İşte tarih insanı böyle kendine çeker, öğrendikçe daha çok istersin. Başka bir gün sana daha fazlasını anlatırım” dedi. “Bu arada, sorunu tam olarak cevaplayamadım ama şöyle söyleyebilirim ki şu gözlerinin içindeki öğrenme isteği beni işime bağlıyor. Ayrıca doğduğumdan beri buradayım adeta Edirne ‘ye aşığım. Her yeri tarihi güzelliklerle dolu mükemmel bir yer Edirne. Bunları anlatmak, yaymak beni hiç yormuyor, sıkmıyor. Mutlu oluyorum çünkü Edirne benim için mutluluktur.” dedi ve uzaklaşarak tekrar kalabalığa karıştı. Dediklerini düşünerek yürümeye devam ediyorum. Uzaktan pantolonunun yamalarını, yıpranmış, rengi solmuş gömleğini, arkasına basarak giydiği eski ayakkabılarını fark ettiğim bir adama yaklaşıyorum. Tüm o görüntüsüne rağmen hiçbir şeye aldırmayan mutlu bir yüzü var. Gülünce yanağındaki gamzeleri belirginleşiyor. Yanına geldiğimde “Ne istersin hanım kızım?” diyor. Gri saçları gelişi güzel kesilmiş, birkaç teli de kareli şapkasının altından alnına düşmüştü. Tahminimce 70 yaşlarındaydı bu tatlı dedeciğim. Önünde çekirdeklerini sattığı camlı arabası duruyordu. Bir an içim “cız” etti ama yüzündeki sevinç bana her şeyi unutturdu.”Şu siyah, küçük olanlardan alabilir miyim?” dememle beraber “Sen de Karadumancısın demek ki” deyiverdi. Anlayamamıştım, herhalde bakışlarımdan fark etti ki “ Kara Dumandır bu çekirdeğin adı evladım. Bu şehre özgüdür siz gençler bilmezsiniz” diyerek güldü ve eski gazetelerden yaptığı bir külaha Karaduman doldurdu. Aldım ve eline biraz fazla para sıkıştırdım. Almak istemedi ama ona bunu güler yüzü sayesinde fazlasıyla hak ettiğini söyledim. Onun da mutluluğu görmeye değerdi, gözlerim dolu dolu Karadumanımı yiyerek yanından ayrıldım. Bu arada karnımın guruldamaya başladığını duyabiliyordum. Hemen ciğercilerin bulunduğu sokağa doğru adımlarımı sıklaştırdım. Müşterisi en az olan bir tanesini gözüme kestirdim ve girip bir masaya oturdum. Önce masamı dilimlenmiş domates, soğan ve biberle donattılar ardından beklenen tabağım da masaya ulaştı. Kızgın ateşte nar gibi kızarmış gevrek ciğerimden bir parça ısırdım. Sanırım bu tat, bir gün bu şehirde olmasam bile daima damağımda hatırlanacaktır. Adamı yanıma çağırdım ve ciğerin hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri olduğunu bunun sırrının ne olduğunu sordum. Bir sandalye çekip oturdu; “ Bu ciğere bu nefis lezzeti veren en önemli şey Edirne’dir. Bunu başka bir yerde yapıp yesen aynı lezzeti alamazsın. Edirne’nin havası, suyu bir başkadır. Her şeye ayrı bir lezzet katar. Ne kusursuz bir şehir değil mi? Aman ha sakın gizli tarifimi başkalarıyla paylaşma” dedi ve bu şehirdeki insanlarla yaşadığım tüm buluşmalarda paylaştığımız o sıcak, samimi, mutlu gülümsemeyle yanımdan ayrıldı. Yüzümde bir tebessümle kaldım. Karnımı doyurduktan sonra Saraçlar Caddesi’ne indim. Cadde adeta yaşıyordu. İnsanlar dükkanlara girip çıkıyor, banklarda soluklanıyor, cadde boyunca uzanan cafelerin masalarında bir şeyler içerek dinleniyorlardı. Kapalı çarşıların mistik havası da ayrı bir lezzettir. Bazen gözlerimi kapatır bir zamanlar burada satıcıların ipek kumaşları, değerli taşları, bakır tencereleri, saray mutfağı için en özel baharatları satışlarını hayal ederim. Kimbilir kimler bu çarşıdan yaptığı bir alış veriş için içi mutlulukla dolu, sevinçle geçti bu çarşının içinden. Yorulmuştum, ben de bir bank bulup oturdum. Şık havuzları izledim, suların sesini dinledim bir süre. Bu arada gün boyu yaşadıklarımı düşündüm ve bir sonuca ulaştım. Bu şehirde herkesin işi ayrı, çabası ayrı, hayalleri ayrı ama ortak bir sevdikleri var. Edirne! İşte bu sevda onları mutlu ediyor. Onlar mutluluğun resmini Edirne olarak çizmişler. Mutluluğu başka bir yerde aramaya gerek yoktu. Mutluluk bu şehirdi, bu hava, bu su, bu camiler, bu lezzetlerdi. Yani mutluluk başından beri Edirne idi. 35 BİR EDİRNE ANADOLU LİSELİ GENÇÇE Alkan ALTAY –Özgeçmiş 1980 yılında Edirne’de doğdum. 1998 yılında Edirne Anadolu Lisesi’nden mezun olarak ODTÜ Havacılık ve Uzay Mühendisliği Bölümü’ne girdim. 2003 yılında lisans derecemi aldım. Aynı bölümde devam ettiğim yüksek lisans öğrenimimi uzay araçlarının yörünge ve yönelim kontrolü ve enerji saklama ihtiyaçlarını karşılayabilecek kontrol moment jiroskopları üzerine gerçekleştirdiğim tez çalışmalarım neticesinde 2005 yılında tamamladım. Bu konularda yerli yabancı çeşitli yayınlarda makalelerim bulunmaktadır. Yüksek lisans öğrenimime eş zamanlı olarak 2004 yılında TUSAŞ- Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TAI) de çalışmaya başladım. Başlangıçta uçuş bilimleri bölümünde yer aldıktan sonra Uzay Sistemleri bölümünün resmi olarak kurulmasıyla çalışmalarıma bu bölümde devam ettim. O dönemde çalışmalarımın ana eksenini iki yerli uzay projesinin geliştirilmesi oluşturmaktaydı. Bunlardan birincisi 2012 Aralık içerisinde fırlatılması planlanan milli yer gözlem uydusu Göktürk-2’nin tamamen yerli olarak tasarlanmasını ve geliştirilmesini kapsayan Göktürk-2 Projesi idi. Diğeri ise tez çalışmalarımın da ana eksenini oluşturan kontrol moment jiroskoplarının yerli olarak geliştirilmesini hedefleyen Dönence Projesi olmuştur. Her iki projenin de 2007 yılında başlamasıyla ben Göktürk-2 Yönelim Yörünge Belirleme ve Kontrol Sistemi’nin TAI’nin iş payında kalan sorumluluğunu üstlendim. Bu görev kapsamında bir yandan uydunun tasarımına yönelik faaliyet gösterirken bir yandan da TAI’de uzay çalışmalarında kullanılabilecek çeşitli yörünge ve yönelim kontrol algoritmalarının geliştirilmesi ve teknik altyapının oluşturulması konularında çalıştım. 2011 yılı Ağustos ayı itibarı ile Avrup Uzay Ajansı ESA’nın ana yer kontrol merkezi olan European Space Operations Center (ESOC) da Gezegenlerarası Uzay Operasyonları bölümünde uçuş kontrol mühendisi olarak görev yapmaya başladım. Buradaki görevim kısaca 2015 yılında Merkür’e gitmek üzere fırlatılacak olan Bepi Colombo uydusunun yörünge yönelim belirleme ve kontrol operasyonlarını tasarlamak ve gerçekleştirmek şeklinde özetlenebilir. Aynı zamanda uydunun yerden komuta ve kontrol edilmesi işlevini gerçekleştiren görev kontrol sisteminin ve ilgili yazılımın uydunun ve yer kesiminin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmesinin sağlanması işini de yürütmekteyim. Görev Tanımı European Space Operations Center (ESOC) daki görevimi Bepi Colombo Uçuş Kontrol Takımının bir üyesi olarak Gezegenlerarası Uzay Operasyonları biriminde sürdürüyorum. Tam ünvanım Attitude & Orbit Control Systems Operations Engineer (AOCS SOE), Türkçe olarak Yönelim ve Yörünge Kontrol Sistemi İşletimi Mühendisi şeklinde ifade edilebilir. Çalışmalarımın temelini, 2015 yılında Merkür’e doğru yola çıkması planlanan Bepi Colombo uydusunun tüm yörünge ve yönelim kontrol işletiminin tasarlanması ve planlanması ve ilgili altyapının kurulması oluşturmaktadır. Yaptığım işin tam niteliğini ortaya çıkarabilmek için BepiColombo uydusunun temel özelliklerine biraz değinmek gerekiyor. Bepi Colombo uydusu, biri Japon uydusu olmakla beraber birbirine bağlı dört ana parçadan oluşan yaklaşık 4 ton ağırlığında oldukça büyük ve karmaşık bir uydu. Bu parçalar Merkür’ün yörüngesine girilmesi ile birlikte birbirinden ayrılacak ve parçalardan iki tanesi farklı yörüngelerde farklı uydular olarak görevine devam edecek. Uyduların ana görevi Merkür ile ilgili veri toplamak olmakla beraber, uzun ve karmaşık yörüngesi sayesinde Albert Einstein’ın görelilik teorisi de dahil bazı bilimsel teoriler hakkında deneysel veriler 36 toplamak. BepiColombo, 6.5 yıl içerisinde Merkür’e gidinceye kadar gerçekleştireceği 7 adet yakın geçiş manevrası (planetary flyby), kesintisiz itiş gücü sağlayan elektrikli itki sistemleri ve Güneşin yüksek çekim kuvvetine rağmen Güneşin hemen yanıbaşındaki küçük Merkür’ün yörüngesine girme hedefi ile karmaşık bir yörüngeye sahip. Güneşin çok yakınında çok yüksek sıcaklıklarda bilimsel veri toplayacak Bepi Colombo için ısı kalkanlarının ve hareketli güneş panellerinin Güneşe yönelmesi, bilimsel veri toplayan cihazların Merkür’e yönelmesi ve haberleşme aygıtlarının da Dünya’ya yönelmesi uydunun yönelim kontrolü açısından kritik noktaları oluşturuyor. Dolayısıyla uydu hem yöneliminin hem de yörüngesinin hassas bir şekilde kontrolü açısından oldukça emek isteyen ve uzun zaman alan bir görevi gerektiriyor. İşte bu kontrol işlemlerini planlayabilmek için günlük bazda aşağıdaki temel işleri gerçekleştiriyorum: - Öncelikle uydunun teknik detaylarını tanımak, tasarım inceliklerini anlamak hatta bazen tasarımcılarla tartışarak tasarımı yönlendirmek gerekiyor. Bu da herşeyden önce binlerce sayfa teknik belgelerin titizlikle okunması, yorumlanması ve tartışılması şeklinde gerçekleşiyor. - Uydunun teknik detaylarının ortaya çıkarılması ve kontrol işlemlerinin nasıl yapılabileceğinin tasarlanabilmesi için gereken işlem yollarının (algoritma) tanımlanması, yazılım gereçlerinin geliştirmesi işlerini gerçekleştiriyorum. - Uçuş esnasında kullanılan ve uydunun teknik verilerini içeren veritabanının doğru ve sağlıklı bir şekilde kurulması ve gerekli ek parametrelerin tanımlanması üzerine çalışıyorum. - Tasarlanan yönelim ve yörünge kontrol işlemlerini uydu ile iletişim kurulan vardiyada görev yapan uçuş kontrolörü tarafından da rahatlıkla takip edilebilecek uçuş yordamları (flight procedure) haline getirilmesi işlerini gerçekleştiriyorum. Bu görev tanımının yanında aynı zamanda uydunun yerden komuta ve kontrolünü sağlayan ve uydudan gelen verileri toplayan görev kontrol sistemi ile ilgili sorumluluğum da bulunmaktadır. İletişimin ışık hızında dakikalar aldığı bir ortamda uydunun kendisinden alınan veriler doğrultusunda komuta edilmesi, bu komutların uyduya ulaştığının ve gerçekleştirildiğinin doğrulanması gibi kritik işlemlerin en küçük bir hataya meydan vermeyecek şekilde planlanması ve doğru alt yapının hazırlanması büyük önem taşıyor. Görev kontrol sistemi bu ihtiyacı karşılayan sistemdir. Hemen hemen ESA nın tüm projelerinde kullanılan SCOS-2000 adlı yazılımın çekirdeğini oluşturduğu bu sistemin BepiColombo uydusunun ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilmesini sağlamak ve bunun testlerini gerçekleştirmek uçuş kontrol takımındaki diğer görevimi oluşturmaktadır. 37 GENÇÇE Bepi Colombo uydusunun 6,5 yıl sürecek gezegenlerarası yolculuk sonucunda Merkür’e ulaşması planlanıyor. Uydudaki hareketli antenler yolculuk boyunca Dünya’daki yer istasyonlarını takip edecek. İyon iticileri kullanan elektrikli itki sistemleri ise yolculuğu mümkün kılan kritik teknolojilerden birini oluşturuyor. Bepi Colombo uydusu dört ana parçadan oluşuyor; Japon uydusu MMO, ısı ve ışınıma dayanıklı güneş kalkanı, Avrupa uydusu MPO ve Merkür Transfer Modülü (soldan sağa). Merkür’e ulaştıktan sonra Japon uydusu MMO görevini dış yörüngede (sarı renkli) gerçekleştirecek. Avrupa yapımı MPO ise Merkür’e daha yakın bir yörüngeye (kırmızı renkli) alçalarak Merkür yüzeyini inceleyecek. 38 BİYOGRAFİ SUYU ARAYAN ADAM : ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR Şevket Süreyya Aydemir ( 1897-1976) ________________________________________ Ceren KORKMAZ Yazar ve İktisatçı Şevket Süreyya Aydemir 1897 yılında Edirne’de doğdu. Edirne Muallim Mektebi’ni bitirdi. Azerbaycan, Dağıstan ve Gürcistan’da öğretmenlik yaptı. Moskova İktisadi ve Sosyal Bilimler Okulu’nu bitirdi. 1924 yılında Türkiye’ye döndükten sonra siyasal faaliyetlerinden dolayı Ankara İstiklal Mahkemesi’nce 10 yıl hapse mahkum edildi ve 1925’de 18 ay sonra aftan yararlandı. Eğitimci ve iktisatçı olarak devlet hizmetinde görev aldı; Yüksek ve Teknik Öğretim Umum Müdür Muavini Ankara Belediyesi İktisat müdürlüğü, Ankara Ticaret Lisesi müdürlüğü İktisat vekaleti Sanayi Tetkik Heyeti reisliği görevlerinde bulunduktan sonra emekliye ayrıldı. İktisadi devletçiliği savunan toplumcu Kadro dergisinin yazı kurulunda yer alan Şevket Süreyya, bu dönemdeki siyasal ve ekonomik görüşlerini İnkılap ve Kadro adlı kitabında dile getirdi. 1924 yayınlanan Lenin ve Leninizm, 1930 yayınlanan Cihan İktisadiyatında Türkiye, kendi hayat hikayesini de 1959’da yayımladığı Suyu Arayan Adam adlı kitabın da anlattı. Bu tarihten sonra yoğun bir yazı dönemine girdi. Toprak Uyanırsa adlı romanında bir Anadolu köyünün bir aydının öncülüğüyle kalkınması hikaye ediliyordu. Tek Adam Mustafa Kemal İkinci Adam, İsmet İnönü’nün hayat hikayesi Menderes’in dramı (1969), Makedonya’dan, Orta Asya ya Enver Paşa adlı biyografya eserleri, kahramanlarının ayrıntılı hayat hikayeleriyle birlikte Birinci Meşrutiyetten günümüze kadar Türk toplumunun geçirdiği değişmeleri ve yaşanan olayları dile getirir. Cumhuriyet gazetesinde makaleleri düzenli olarak yayımlanan Aydemir, ihtilallerin mantığı adlı eserinde, toplumda yapı değişikliklerini, Türkiye’deki devrim ve ihtilal hareketlerini inceler. 39 GENÇÇE Muhterem Salih Beyefendi, Evvela selam ve hörmetlerimin kabulünü rica ederim. Edirnede görüştüğümüz zamanki iyi kabulünüzü daima hatırlıyorum. Biraz gecikmiş olarak zatialinize kitabımı takdir ediyorum. Bu kitap benim hayat hikâyem olmakla beraber, o daha ziyade bizim neslimizin mirasıdır. Hatta bu hikayenin seyri için de onda, Edirnemizin içinde daima huzur içinde yaşamanızı temenni ettiğim evimizin de yeri vardır. Kitabımı lütfen kabul etmenizi rica ederim. Bir de diğer ricam var: Edirnede bu kitabı bir hatıra olmak üzere gönderebileceğim umumi kütüphane, okuma odası ve emsali nahiyette nereleri vardır? Sonra acaba liseler, muallim mektebi gibi müessiselerden hangileri mevcut? Sayılarının ehemiyeti yoktur. Bana lütfen bildirir ve hatta sizin tavsiyeye değer gördüğünüz müessise ve şahsiyetleri de yazarsanız memnun olurum. Bu kitap ay sonunda Varlık yayınları müessisesi eliyle memlekete dağıtılacaktır. Ümit ederim ki Edirneye de gönderirler. Fakat mülkiyeti bana ait olduğu için ve onların orada teşkilatı yoksa ve tanıdığımız bayiler mevcutsa bunu biz tanzim edebiliriz. Kitabı hazırlarken bir gelir endişesini peşimden terk ettiğim için bayi komsiyonu üzerinde durmuyorum. Elverir ki delalet edecek bir emin şahsiyet olsun. Sizi uzun mektubumla sıktım. Özür dilerim. Daima sevdiğim aşıklı şehrimizin hayatı ve meseleleri üzerinde daima malumat edinmeye çalışıyorum. Orası ile bittabi yakından alakadar olan Mükerrem Sarolun getirdiği haberleri alaka ile takibediyorum. Dilerimki bizim şehrimiz de terakkiden nasibini alsın. 17,2.1960 (BU MEKTUP SEVGİLİ KAHRAMAN ZORLUTUNA ARŞİVİNDEN ALINMIŞTIR. KENDİSİNE KATKILARINDAN DOLAYI TEŞEKKÜR EDERİZ.)