SURİYE`DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM
Transkript
SURİYE`DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM
Sayı: 405 – EYLÜL 2012 SURİYE’DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM SÜRECİ Zihinsel Perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları ATASOY MÜFTÜOĞLU Hakikate Karşı Duranlar MURAT KİRİŞCİ Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? Aylık Dergi 6 TL DİLEK BUZ İslamcılıktan Ne Anlamalıyız? HÜSEYİN BÜLBÜL !"#$%&Ô'$()$ *$åÔ#Ô+,-.$)/0-1$2Ô3-*$åÔ#Ô+ !"#$%&'()Ô*&æ+*(,-&./"0(1&2(3%& 4"56*51&7(1%&8#9&::;<&2(å(-#å-=;æ+6(1>=?5-9&@:A:%BA<&C@&BD&E(F9&@:A:%B:G&AC&BH Selam İle Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi sizlerle olsun.... Değerli okuyucularımız! Adına terör denilen düşük yoğunluklu savaş Türkiye’nin başını ağrıtmaya devam ediyor. Askeri hedeflere yapılan saldırıların halk üzerindeki yılgınlık/ tedhiş etkisi sürerken, Ramazan bayramının ikinci gününde (20 Ağustos) Gaziantep’te meydana gelen patlama daha büyük etki yaptı. Biz İktibas dergisi olarak belirtmek gereği duyuyoruz ki, bu tür terör eylemleri ile hiçbir dava kazanılamaz, hiçbir davanın haklılığı ispatlanamaz. Zaten terör bir hak arama ve hak alma yöntemi olamaz. Terörle sadece bilinçsiz, hesapsız ve ölçüsüzce bir yerlere zarar verilir. Terör zarar verirken haklı-haksız gibi bir ayrım yapmaz. Zaten haklı-haksız ayrımının kıstasları Hak’lılar tarafından belirlenmemektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin haksız, adaletsiz, İslamsız politikaları gibi terör örgütünün eylemleri de sadece Türkiye’de yaşayan insanları birbirlerine düşman etmeye yaramaktadır. Göz göre göre bir toplum etnik kamplaşmalara ayrıştırılmaktadır. On yıllar içerisinde Türkiye toplumunu oluşturan iki önemli etnik unsurun birbirini ötekileştirmesi, birbirine adeta düşman yapılması istenmektedir. Böyle bir proje bulunmaktadır. Bu projeyi işte, ‘Kürt sorunu’ denilen olaydan kesinlikle ayırmak gerekmektedir. Bu ayrım siyasî bir körlükle yapılamaz. Bu siyasî körlüğü öncelikle siyasal sistem üretmekte, PKK gibi terör örgütleri de bundan beslenmektedir. İnsanların etnik kökenlerinden hareketle politika belirlemek büyük bir ahlaksızlıktır. Irkları, kavim ve kabileleri aşağılayanlara Allah’ın ve bütün lanet edicilerin laneti revadır. Türkiye gibi büyük imparatorluklara şahit olmuş bir bölgede, bir toplumun dilini, hem de adeta çözümü imkânsız bir meseleymiş gibi sorunlaştırmak siyasal açıdan büyük bir tükenmişliğin, daha doğrusu hıyanetin ifadesidir. Dillerimizin ve derilerimizin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir; insanların birbirlerinden uzaklaşmalarının değil, yaklaşmalarının vesilesidir. Bir kavim, kafa yapısı, dili ve rengi bizimkinden ayrı diye horlanamaz. Ancak, bir kavim, -haklı veya haksız- birtakım haklarını ararken, haksız yöntemlerle de hareket edemez. Haklı iken haksız, mazlumken zalim olamaz, olmamalıdır. Kürt halkı terör örgütü ve terör yöntemi ile yollarını kesin olarak ayırmalıdır; ayırdığına dair beyanını yüksek sesle duyurmalıdır. Gaziantep’te patlayan bomba, yeryüzünün -hemen hemen tamamı Müslüman coğrafyası olmak üzere- pek çok yerinde olduğu gibi, büyük-küçük, kadın-erkek, zalim-mazlum ayrımı yapmamıştır. Yapması da beklenmez. Bizim görebildiğimiz kadarıyla terör eylemleri sadece bir tek işe yaramaktadır: Türk ve Kürt halkının kardeşlik, dostluk duyguları tamamen bitirilmek istenmektedir. Her bir bomba her iki halka, “siz kardeş değilsiniz, siz birbirinize düşmansınız” diye bir propaganda yapmaktadır. Müslümanlar olarak geçmişten beri kardeş kavgalarından çok çektik. Allah’a iman eden, Allah’ı razı etmeyi hayatının birinci hedefi yapan herkes bu gerçek fitne ateşini söndürmenin yollarını aramalıdır. Bu minvalde, “ben mü’minlerdenim” diyen herkesi, Âl-i İmran suresinin 103. ayeti üzerine bir kez daha eğilmeye davet ediyoruz. ABD ve Avrupa sistemi bizi, ellerinde tuttukları demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi her tarafı pislikli değnekleriyle itekleye itekleye bir ateş çukurunun kenarına kadar sürükledi. Artık tam ateş çukurunun kenarındayız. Düşmeden önce son bir kez daha durup birbirimize, ötekileştirdiğimiz kardeşlerimizin gözlerine bakalım; onlar da bizim gözlerimize baksınlar. Bu ateş çukurlarından sadece ve sadece Allah’ın, Rabbimizin uyarıları ile kurtulabiliriz. Kürt ve Türk halkının birbirine beyinsizce düşman edilmesinden sadece büyük şeytan ABD ve onun ortakları küçük şeytanlar sevinecektir. Değerli okuyucularımız! Ramazan ayında bir ‘İslamcılık’ tartışmasıdır yaşandı. İslamcılık kavramı çerçevesinde, bazı bildik kanaatler yinelendi. Yapılan tartışmalar siz okuyucularımıza hemen hiçbir heyecan vermedi. Niçin? Bunun elbette belli bazı sebepleri var. Bizzat İslamcılık tartışmasını başlatanlar başta olmak üzere, aslında pek çok insan, İslam’ı siyasetten tard etmeyi ‘İslamcılık’ olarak sunmaktadır. Bir biçimde sistemin bir parçası olmaya talip; sisteme, bütünüyle küfre karşı kesin, açık ve tok sesle itiraz etmeden, sistemin yırtıkpırtığını dikmeye talip, sistemin içinde -velev ki bir iskemleye ilişmiş olarak da olsa- yer tutmak isteyen sözde ‘İslamcı’ bir anlayış kamuoyuna matah bir şeymiş gibi arz edilmektedir. İslamcılık tartışmasının fitilini ateşleyenler değil, bizzat fitili itina ile yerleştirenler zaten yıllardır İslam’ın siyasal talebinin olmadığı lafını gevelemekle meşguller. Bu zümre, İslam’ı, siyasal iktidara renk katan, o ceberut, yüzünde secde izi taşımayan abdestsiz-namazsız yönetim Selam İle imajını secde iziyle(!) yumuşatılmış, beğenilir, kabul edilir bir hale getirmek istemektedirler. Bunun adına da İslamcılık demektedirler. Bunun içindir ki, sizlere ve bizlere hiçbir heyecan vermemiştir tartışmalar. Bu birinci halkanın dümen suyuna kapılmakta zorluk çekmeyen ikinci dalga ise, artık Kur’an’ın Müslümanlara devlet kurmayı önermediğini, bu şekilde bir tane bile ayet bulunmadığını, ülkenin en çok izlenen TV’lerinde seslendirmekte bir beis görmez noktaya gelmişlerdir. Değerli okuyucularımız! İslam bir Din’dir. Din demek hayat nizamı demektir, yaşam biçimi demektir. Allah katında geçerli olan yegâne Din İslam’dır. İslam, Allah’ın biz kullarına, bizim hayatımızı tanzim etmeye yönelik nizamıdır. Ahlakıyla, siyasetiyle, ticaretiyle, estetiğiyle, toplumsal ve ferdî hayatıyla İslam bir bütündür. İslam’ın (Kur’an’ın) devlet kurmayı, müminlerin önüne birinci ve en acil bir hedef olarak koymadığı doğrudur. Çünkü devlet (yönetim anlamında) bir sürecin sonucudur. Önce yeryüzünde İslam’a iman eden bir mü’min topluluğun (ümmetin) olması gerekir. Bu mü’min topluluğun çabalarıyla tevhid ve şirk arasındaki keskin ayrımın belirginleşmesi gerekir. Tevhidi iyi kavramış ve Allah’a yürekten iman etmiş İslam ümmetinin Allah yolunda sây ü gayret etmesi (cihad) sonucunda Allah onlara İslamî bir yönetim tesis etmeyi nasip edebilir de, etmeyebilir de. Ama Müslümanlar bilirler ki, böyle bir yönetim İslam’ın kesin olarak nihai hedefidir. Bu hedefi, “ben Müslümanların ilkiyim” diyen hiçbir insanın sulandırması ve üzerine gölge düşürmesi kabul edilebilir bir şey değildir. 2 Kur’an, yeryüzünde iktidar sahibi olmuş müminlere namaz, zekât, marufun emredilmesi ve münkerin nehyedilmesi gibi dört büyük görev tevdi etmektedir. (Hac, 41). Bu dört görev, iktidarın yapması gerekenlerdir. Aynı zamanda iktidar olmanın sebepleridir de. Kendi siyasal çizgisini değiştirse de, tevhid-şirk zıtlığına dair tahammül sınırını genişletse de, kendini Müslüman olarak tanımlayan hiç kimsenin, İslam’ın iktidar talebi bulunmadığını söylemeye hakkı yoktur. Bu tür söylemlerin, sistemde bir şekilde kendine yer açmak, mevcut hareket imkânlarını daha da genişletmek(!) gibi saiklere yaslandığını, aklı olan herkes bilir. Ama bilinmelidir ki, Allah’ın rızası daha büyük, O’nun gazabı da daha çetindir; çekinmeye, korkmaya en layık olan odur. Dergimizin kurucusu merhum Ercümend Özkan, bugün kendisini İslamcılığın son savunma mevzii gibi lanse edenleri, şâribü’l-leyl ve’n-nehâr bazı entelektüellerle düşüp kalktıkları için fikri, zikri, duruşu v.d. bozulmuş olmakla eleştirirdi. İşte o bozulmanın (fesadın), bozuk (fasid) ve bozucu (ifsad edici) ürünleri bugün bize ‘İslamcılık’ adına arz edilmektedir. Fakat bunların da uyarılması, Allah’tan korkmaya davet edilmesi, yine ben müslümanım diyenlere düşmektedir. Bu fasid ve müfsid siyasal hezeyanları Allah’ın Kitabı ile inzar etmek yerine, “Kur’an devlet kurmayı önermez” gibi saçma sapan sözlerle onların değirmenine su taşımak, Müslümanların işi olamaz. Şaribü’l-leyl ve’n-nehâr entelektüellerden kötü huy kapanlar bugün artık, gece kâim, gündüz saim(!) sözde dindarlarla birtakım toplantıları birlikte tedvir ediyorlar ve artık bizzat kıbleye yönelenlerin eliyle bu şerefli İslam Dini tahrifata maruz kalıyor. Hak geldiği için batılın yok olduğunu, batılın yok olmaya mahkûm olduğunu “ben Müslümanım” diyen kimseler nasıl bilmez? Hakkın, yani İslam’ın sadece ve sadece insanın bu dünyasını tanzim etmeye talip olduğunu, dünyada izzetin ve şerefin tamamen Allah’a atfedilmesi gerekliliğini, bir inanmış kimse nasıl bilmez? Dünyanın bu tanzimatının ve bu izzet ve şerefin içine, dünyada siyasal bir iktidar kurmak da dâhildir. Siyasal iktidarı ele geçirmemiş bir İslamlaşma süreci eksiktir, nakıstır. İşte bu manada, İslam’ın toplumu yönetmeye talip olması, müslümanca bir toplum kurulması, kısacası dünyayı yönetme talebi anlamında İslam’ın talepleri kıyamete kadar devam edecektir. Bu, yedi deniz ve bir o kadarı daha mürekkep, bütün ağaçlar kalem olması halinde, denizin tükeneceği ama Allah’ın hikmetlerinin tükenmeyeceği hakikati kadar açık ve kesindir. Dolayısıyla biz Müslümanlar, hem nefsimizde, hem ailemizde, hem de bütün bir ülke üzerinde Allah’ın ahkâmının hayat tarzına dönüşmesi için vüs’atimizin tamamı oranında çaba harcamakla mükellefiz. Hangi ülke üzerinde yaşıyorsak, orasını ‘darul İslam’ haline getirmek biz müminlerin boynunun borcudur. İşte bu düşünceler ve duygular çerçevesinde sizlere yine okumaya değer bir dergi sunduğumuzun kıvancı ile sizi elinizdeki sayımızla baş başa bırakıyor, bir sonraki ayda buluşuncaya kadar selametle kalın diyoruz. İktibas İçindekiler YIL: 32 SAYI:404AĞUSTOS 2012 Selam İle .......................................................................................................1 KURUCUSU Ercümend ÖZKAN Yorum SAHİBİ Anlam Basın Yayın San. ve Tic. Ltd. Şti. Adına Zafer ÇAM SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Hüseyin BÜLBÜL YAYIN KURULU Mehmed DURMUŞ Abdullah PAMUK Yüksel İSMAİLOĞLU İSTİŞARE KURULU Şükrü HÜSEYİNOĞLU Bünyamin ZERAN Mustafa ATAV Mustafa BOZACIOĞLU SANAT-EDEBİYAT Elif İSMAİLOĞLU KAPAK – DİZGİ – TASARIM İktibas BASKI Bizim Repro Ltd. Şti. Büyük San. 1. Cd. No: 99/2 İskitler/ANKARA 0312 341 10 20 YAYIN TÜRÜ Yerel Süreli Yayın YILLIK ABONE 2012 Yılı (397 ila 408. Sayılar) Yıllık: 60 TL, Öğrenci: 40 TL. Yurtdışı: 45 Euro E-Dergi (PDF): 30 TL. HAVALE İÇİN ANLAM Basın Yayın Ltd. Akbank Ankara Mithatpaşa Şubesi IBAN: TR97 0004 6003 5488 8000 0158 08 TL için : 0015808 nolu hesap Euro için : 0041388 nolu hesap Yurt Dışı : Koksal Akyildiz Banka Adı : Sparkasse Essen Konto Nummer: 8157059 BLZ 36050105 IBAN: DE62360501050008157059 POSTA ÇEKİ HESABI Anlam Basın Yayın Ltd. Şti. Posta Çeki: 150179 İLETİŞİM Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir/ANKARA Tel: (0312) 435 37 60 Fax: 435 37 61 Dergimizde yayınlanan yazılardan yazı sahipleri sorumludur. web: www.iktibasdergisi.com e-mail: iktibasdergisi@yahoo.com Suriye’de Yaşanan Kanlı Değişim Süreci ve Müslümanlar .................4 Abdullah Pamuk Kavram Eğlence ...................................................................................................12 Tarık Özkan Düşünce Zihinsel Perişanlıklar ve Mezhep Holiganlıkları ..............................16 Atasoy Müftüoğlu Hakikate Karşı Duranlar ......................................................................23 Murat Kirişci Dağların Bile Kabul Etmediği Sorumluluğu Siz Kabul Ettiniz Bunun Farkında mısınız?.....................................................................26 Osman Coşkun Bunları Yazmak, Bunları Söylemek Zorunda mıydın? ....................29 Mustafa Atav Müslüman Olmam Neyi Gerektirir? ..................................................35 Dilek Buz Eğitimden Öğütüme .............................................................................40 Mustafa Bozacıoğlu “Şam’ın Faziletleri” Rivayetleri ve Tashih Edilmeyi Bekleyen Hadis Anlayışları ..............................................................................................44 Şükrü Hüseyinoğlu Modern Hayatlar İçinde Kendi Mağaramıza Çekilebilme Gerekliliği ..............................................................................................47 Bünyamin Zeran Bir Dergi - Bir Alıntı İslâmcılık Modern Dünyayı Nasıl Anlamlandırıyor -II- .................50 Abdurrahman Arslan/Umran/Temmuz 2012 Sanat – Edebiyat Bu Gidiş Nereye! ...................................................................................60 Murat Kirişci Şair, Şiir, Şiir Şölenleri ..........................................................................61 Mehmet Mortaş Ayı Oynatmak Yasak Ama Çocuk Oynatmak Değil ........................62 Sevda Türküsev/Sonsayfa.com Mektuplara Cevaplar İslamcılıktan Ne Anlamalıyız?......... ...................................................63 Hüseyin Bülbül Gündem ......................................................................................................69 Çizgibas.......................................................................................................80 Yorum SURİYE’DE YAŞANAN KANLI DEĞİŞİM SÜRECİ VE MÜSLÜMANLAR ABDULLAH PAMUK S uriye’deki değişim süreci bölgede oluşmakta olan yeni dengeler açısından kritik öneme sahiptir. Lübnan’daki dengeler, Irak’ın geleceği, İsrail’in güvenlik kaygısı; özellikle de küresel güçler tarafından çevrelenmeye çalışılan İran stratejik direnç hatlarının kırılması ve Türkiye’nin bölgeyle ilgili vizyonu içinde Suriye’nin durumu çok önemlidir. 4 Suriye’de de tıpkı Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da olduğu gibi ideolojik ekseni bilinen bir değişim süreci yaşandığından hiç şüphe yok. Değişen dünya ve bölge şartlarının zorladığı böyle bir “demokratik değişim” sürecinin Suriye’de çok daha sancılı, kanlı olması ve uzun sürmesinin iç ve dış nedenleri olduğu bilinmektedir. Bunlardan birincisi, hiç şüphesiz azınlık Baas-Nusayrî rejiminin yapısal olarak esneklik kabiliyetinin fazla olmaması ve sabıkalı geçmişi nedeniyle demokratik değişim sürecini göze alamamasıdır. İkincisi, başta İran olmak üzere Rusya ve benzer kaygıları olan ülkelerin bölgeyle özellikle de Suriye ile ilgili stratejik kaygılarının söz konusu olması ve küresel küfrün başat gücü ABD’nin de birkaç nedenle bu sürecin uzamasında yarar görmesi, süreçle ilgili beklentileridir. Dolayısıyla bahse konu değişim ve dönüşüm sürecinin en zor, en çetin/kanlı ve komplikasyonları en fazla olan ülkesinin Suriye olması kaçınılmazdır… Suriye’nin stratejik önemi, I. Dünya savaşı sonrası çizilen sınırlarının özellikle sorun üretecek bir şekilde çizilmeye çalışılmış olması, dolayısıyla iç dengeleri süreç ile beraber küresel ve bölgesel güçlerin aldıkları pozisyonlar gelişmelerin seyrindeki önemli etkenler olmuştur hiç şüphesiz. Dolayısıyla Suriye’deki değişim süreci bölgede oluşmakta olan yeni dengeler açısından kritik öneme sahiptir. Lübnan’daki dengeler, Irak’ın geleceği, İsrail’in güvenlik kaygısı; özellikle de küresel güçler tarafından çevrelenmeye çalışılan İran stratejik direnç hatlarının kırılması ve Türkiye’nin bölgeyle ilgili vizyonu içinde Suriye’nin durumu çok önemlidir. Bilhassa İran ve Türkiye açısından Suriye’deki başarı ya da başarısızlık, daha çok önemlisi bölge insanında oluşturacakları intiba bundan sonraki politikalarını da bir şekilde etkileyecektir. Bu çerçevede İran ve yeni Türkiye’nin doğru değerlendirilmesi; ideolojik nitelikleri, birlikte hareket ettikleri küresel odaklarla ilişkilerinin konjonktürel mi, ilkesel mi olduğunun doğru okunması gerekir. Reaksiyoner ve duygusal tepkilerle yüzeysel yaklaşımlarla Suriye üzerinden bölgede ne olup bittiğini anlama imkanı yoktur… Öyleyse Suriye’deki değişim ve dönüşüm sürecinin niteliği, geçirdiği aşamaları ve bahse konu iki ülkenin konuya hangi ölçütlerle ve kaygılarla yaklaştıklarını hatırlamamızda yarar vardır. Bilindiği gibi Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyada değişim süreci başladığında krallıklar, otoriter yönetimler ve onların arkasındaki küresel küfre karşı duyulan haklı tepkilerin yanı sıra kendilerini İslam ile tavsif eden insanımızın düşünsel savrulmalarına, vizyonsuzluğuna, yıkılan düzenlerin yerine kurulması planlanan rejimlerin niteliği konusundaki kayıtsızlığa, bilinçsizliğe şahit olduk. Hâlbuki Tunus’la başladığı kabul edilen bölgedeki değişim ve dönüşüm sürecinin öncesinde Türkiye’deki rejimin değişen dünya ve bölge şartlarına paralel yeniden yapılandırılma sürecine ve bu süreçte insanımızın referansındaki netliğin giderek kaybolmasına, ilkesiz değişimlere ve savrulmalara tanık olduk… Ancak görüldü ki Türkiye’de yaşananlar Tunus, Mısır, Libya ve daha yumuşak bir geçiş süreci Haziran 2012 Yorum yaşamakta olan bölge ülkelerindeki tecrübe insanımızı düşündürmemiş, duygusal ve reaksiyoner yaklaşımların ötesinde ciddi değerlendirmeler yapmaya sevk etmemiş… Değişen dünya şartlarının bölgede oluşturduğu ‘demokratik’ değişim ve dönüşüm atmosferinde, ABD ve müttefikleri Irak’ta tepeden inme değişim süreci ile bir taraftan, çıkarlarını korumak, egemenliklerini bir şeklide devam ettirmek adına insanımızı katlederken diğer yandan da İran’ın stratejik müttefiki olan Suriye’yi tehdit etmekteydi. Ve bu sürecin Türkiye ve Irak ile sınırlı olmadığını, tüm bölgenin yeni şartlara uygun bir değişim süreci yaşayacağını öngören bir stratejik yaklaşımın sonucuydu bu tehdit. ABD’nin bu tehdidi ve Suriye’yi “şer üçlüsü” içinde değerlendirmesinin ortaya çıkardığı gerginlik ve muhtemel yansımalarından sadece İran tedirgin olmadı. Aynı zamanda küresel sistemin bölgedeki “model ülke”si haline gelen yeni Türkiye de bu gelişmelerden rahatsız oldu. Zira yeni Türkiye’nin misyonunu yerine getirebilmesi ve hedeflerine ulaşabilmesi için bölgedeki değişim sürecinin çatışmasız olması, bölgeyi kaosa sürükleyecek savaşların olmaması gerekmekteydi; istikrar yeni Türkiye için hayati öneme sahipti ve bunun için gereğini yapması lazımdı. ABD’nin başta olmak üzere müttefiklerini ikna ederek kendi geleceği için stratejik öneme sahip Suriye’deki değişim sürecinin barışçıl yollarla gerçekleşmesi için bir rol üstlendi. Ve Suriye’nin değişip dönüşmesi için dört aşamalı bir tutum sergiledi. Stratejisindeki kaçınılmaz değişikliklerine ve henüz sonuç İktibas alınamamış olunmasına rağmen yeni Türkiye’nin izlediği yol tutarlıydı. Batı kulübünün bir parçası, NATO üyesi laik-demokratik bir ülke olan yeni Türkiye bu niteliklerinin yanında bölgedeki misyonu gereği dört aşamalı bir hareket tarzı ortaya koydu. Suriye’deki değişimin seyrini bir ulusal güvenlik sorunu olarak da algılayan yeni Türkiye birinci aşamada uyguladığı politika ve misyonuna paralel yaklaşımıyla beklenenin ötesinde bir mesafe aldı. Ne var ki Suriye’deki Baas yönetiminin esnekliğinin olmaması, gelecek kaygıları ve bu ülkedeki statükodan çıkarları olan devletlerin baskıları sonuç almasını engelledi... İkinci aşamada ise Arap Birliği örgütü ile birlikte inisiyatif geliştirmeye çalıştı Türkiye. Süreç ilerledikçe kaçınılmaz olarak gelişmelere arzu etmediği zeminlerde de angaje olan Türkiye, üçüncü aşamada Arap birliği ile birlikte sorunu BM’e taşıdı. Bu girişim de ABD’nin iç ve dış nedenlerle sürecin yavaş işlemesinden rahatsızlık duymaması, hatta tüm katliamlara rağmen karakterine uygun bir şekilde bu gelişmelerden stratejik bazı çıkarlar devşirmek istemesi; keza soruna stratejik çıkarlar perspektifinde yaklaşan Rusya ve Çin’in tatmin edilememesi nedenleriyle akamete uğradı… Artık yeni Türkiye gelişmelerin kontrolünü kaybetmiş ve taraflığı belirginleşmişti. Nitekim dördüncü aşamada, “Suriye’nin Dostları” toplantılarında açıkça muhalif unsurlara sistematik desteğini ortaya koydu… Ancak gelişmeler istemediği pozisyona sürüklese de yeni Türkiye, misyonu gereği kontrollü bir hareket tarzını elden bırakmamaya çalıştı; buna karşın sert bir S uriye’deki değişimin seyrini bir ulusal güvenlik sorunu olarak da algılayan yeni Türkiye birinci aşamada uyguladığı politika ve misyonuna paralel yaklaşımıyla beklenenin ötesinde bir mesafe aldı. Ne var ki Suriye’deki Baas yönetiminin esnekliğinin olmaması, gelecek kaygıları ve bu ülkedeki statükodan çıkarları olan devletlerin baskıları sonuç almasını engelledi. 5 İktibas Yorum siyasal dil kullanmaktan da kendini alamadı… Mevcut uluslar arası sistemin açmazları ve güç dengeleri çerçevesinde gündeme gelen Annan Planı ise Suriye’deki gelişmelere etkin müdahaleyi çıkarları için henüz gerekli görmeyen ABD ve AB’nin Rusya’yı sürece dahil etme çabasıydı. Ama Esed yönetimine zaman kazandırmanın ötesinde bir işe yaramadı; şehirler ağır silahlarla ve uçaklarla bombalanmaya, insanlar katledilmeye devam edildi. Çünkü Batı medeniyetinin temsilcisi uluslar arası güç odaklarının sorunlara yaklaşımları çıkar merkezliydi; insan merkezli değil… s uriye‘nin Dostları(?!) toplantıları, Annan Planı ve Cenevre toplantısı… Süreç kanlı bir şekilde devam ederken nasıllığı hala tartışılan Türk uçağının düşürülmesi bir dönüm noktası oldu. Aynı zamanda bu olayın taşıdığı mesaj sürecin geldiği aşamayla ilgili ciddi tartışmaları da beraberinde getirdi. 6 “Suriye‘nin Dostları”(?!) toplantıları, Annan Planı ve Cenevre toplantısı… Süreç kanlı bir şekilde devam ederken nasıllığı hala tartışılan Türk uçağının düşürülmesi bir dönüm noktası oldu. Aynı zamanda bu olayın taşıdığı mesaj sürecin geldiği aşamayla ilgili ciddi tartışmaları da beraberinde getirdi. Bu eylem, muhaliflerin direncini kırma girişimi ve onlara adeta “Türkiye’den size fayda yok” mesajı vermek olarak okundu. Tabii bu eylemin, Suriye’yi stratejik olarak destekleyen güçlerin Türkiye’nin politikalarından rahatsız olduklarının bir göstergesi olarak da yorumlandı. Bununla da yetinilmedi; AKP hükümetine muhalif iç ve dış unsurlar, içinde bulundukları pozisyon gereği, Türkiye’nin uçağının düşürülmesi nedeniyle NATO’nun 4. maddesi çerçevesindeki girişimlerini özellikle 5. maddeye doğru çekmemesini tahrik edici yayınlarla eleştirdiler. Ve bizce ıskalanmaması gereken bir arka plana sahip bir hamleyle AKP hükümetini hedef alan yeni bir oyun kurgulamaya çalıştılar; ama başarılı olamadılar… Zaman zaman belirttiğimiz gibi yeni Türkiye’ye yönelik bu tür kurgular yakın geçmişte başarılı olmuş veya olmamış operasyonlar dikkatli bir şekilde değerlendirilmelidir. İstikrarsızlaştırma, bir tür muhalefet ve mesaj verme aracı olarak kullanılan bu operasyonların arkasındaki dış ve iç odaklar bilinmeden yüzeysel yorumlarla konuya angaje olunmamalıdır… Türk uçağının düşürülmesinden kısa bir süre sonra Baas yönetiminin üst düzey kadrolarını hedef alan Ulusal Güvenlik binasına yönelik bombalı saldırının Esad yönetimini ciddi olarak sarstığı, rejime destek veren unsurların bir kısmını dahi yeni bir karara zorladığı söylenebilir. Ayrıca bu sofistike eylem, bazılarının absürt bir iddia olarak dile getirdikleri gibi Türkiye’nin bir misillemesi değilse de istihbarat örgütlerinin desteğiyle muhaliflerin gerçekleştirdiği anlaşılan bu operasyonun bir yerinde Türkiye’nin bulunduğunun ortaya çıkması da hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Zira Türkiye Suriye’deki savaşa tam anlamıyla angaje olmuş durumdadır ve geleceği açısından zorunlu gördüğü bu sürecin olumsuz yansımalarını da somut olaylarla yaşamaktadır… Bu arada önemli bir hususun altını çizmemiz gerekir. AKP hükümetinin her yaptığına muhalefet eden sistem-içi unsurların pozisyonları gereği ortaya koydukları derinliksiz, tutarsız ve konjonktürel değerlendirmeleri bir tarafa… AKP’nin ideolojik eksenini, yeni Türkiye’nin konumu ve misyonunu yanlış Yorum okumaya devam eden, “sistemiçi”ne girdikçe hatalı okumaları derinleşen, ne yazık ki bir kısmının sistem-içi taraflardan biri haline geldiği bir vasatta Müslümanların kafa karışıklığı giderek tehlikeli sonuçlar doğurmaya başladı. AK Parti ve benzerlerini ehven-i şerci mantık ile olumlayan, Müslümanların zihinlerini çevrelemeye yönelik projenin parçası bir rejimi algılamada, bir refikimizin sorunlu ama bu çarpıklığı anlatmada kullanışlı olabilecek ironik bir ifadesiyle “Müslümanlar’ın iktidarıyla İslam’ın iktidarını birbirine karıştıranlar” Suriye gibi karmaşık sorunlarda bir türlü dengeyi yakalayamamaktalar. Henüz İslam’ı net bir şeklide kavrayamadığı halde sorunlu tarihimizin bir hastalığı olan mezhepçilik ekseninde olaylara yaklaşanları Allah (cc) ıslah etsin; neye hizmet ettiklerinin farkında değiller. Ama daha da önemlisi, söz konusu çevrelerin kafa karışıklığı ve temel referansımıza bakış konusundaki ciddi sıkıntıların dikkate alınmaması ve tavır konulmaya gerek duyulmamasıdır. Müslümanların Kafa Karışıklığı Bu kafa karışıklıkları ve duruştaki ciddi sorunlar sadece Türkiye vb. değişim ve dönüşüm süreci yaşayan ülkelerde söz konusu olmamakta; İran gibi devrimle birlikte kendisini uluslar arası sistemin dışında konumlandıran, din anlayışı Müslümanların sorunlu tarihinin bütün hastalıklarını içinde barındırsa da temel referansı İslam olan bir devlette de gündeme gelmektedir. İran ki, devrim sonrası (Humeyni döneminde) ortaya koyduğu politikalarla, küresel küfrün karşısındaki net duruşuyla aklı İktibas başında bütün Müslümanların takdirini kazanmıştı. Her ne kadar İran, İmam’dan sonra Müslümanlarla bağ kurmada, ilişkilerde ciddi sıkıntılar yaşasa da hala bölge ve Müslümanlar için önemli bir güç; hataları nedeniyle mutlaka eleştirilmesi, ama ötekileştirilmemesi gereken özgün bir sistem. Ne yazık ki Müslümanlar için hayati öneme sahip bu devlet, ciddi güvensizlik ve belirsizlikler yaşıyor; geçmişinin aksine özellikle son dönemlerde basiretsiz, kendi geleceğini ve Müslümanların bölgedeki durumunu tehlikeye sokacak tavırlar, politikalar belirliyor. Daha çok ulusal çıkarları ve konjonktürel stratejik hesapları öne çıkaran pragmatik refleksler ortaya koyuyor. Bu, bir taraftan dünya istikbarının çevrelemeye, yok etmeye çalıştığı İran’ı zayıf düşürüyor, diğer taraftan Müslümanlar arasındaki ihtilafları körüklemek için fırsat kollayanlara imkan sağlıyor. Aynı zamanda ilkesel ve ahlaki kaygılarla stratejik çıkarları bir arada götürme becerisi ve basireti gösteremeyen İran yönetimi, koruyamayacağı çok net ortaya çıkan “stratejik direnç hattı” gerekçesine takılarak küresel küfrün istediği mezhebi profili öne çıkarılan bir ülke görüntüsüyle adeta geleceğini tehlikeye sokmaya devam ediyor. Daha önce de dikkatinize sunduğumuz gibi İran, öncelikle bölgede yaşanılan ve ideolojik ekseni bilinen değişim ve dönüşüm sürecini doğru okuyamamış, bu süreci değerlendirmede çifte standart kullanarak tutarsız bir tavır geliştirmişti. Libya’da yaşadığı kafa karışıklığından sonra Suriye’de vizyonsuz bir politika izledi. Koruyamayacağı H er ne kadar İran, İmam’dan sonra Müslümanlarla bağ kurmada, ilişkilerde ciddi sıkıntılar yaşasa da hala bölge ve Müslümanlar için önemli bir güç; hataları nedeniyle mutlaka eleştirilmesi, ama ötekileştirilmemesi gereken özgün bir sistem. Ne yazık ki Müslümanlar için hayati öneme sahip bu devlet, ciddi güvensizlik ve belirsizlikler yaşıyor; 7 İktibas S uriye’de insani ve stratejik müdahale birbirine karışmakta. Muhakkak İran’ın Akdeniz ve Doğu Akdeniz’deki stratejisi için Suriye çok önemli. Aynı zamanda bölgede net bir duruş sergilemeye çalıştıklarına şahid olduğumuz Hamas ve Hizbullah için de bu ülke stratejik öneme sahiptir. Ancak bu gerçekliklere takılarak hatalı ve başarılı olması mümkün gözükmeyen bir politikada ısrar, İran ve Müslümanların geleceğini tehdit etmektedir. 8 Yorum stratejik çıkarlarını ön plana koyarak hem kendi sistemini hem de ciddi Müslümanları zor durumda bıraktı. Bununla da kalmayarak hatasında ısrar ile Suriye’de yaptığı hatanın Lübnan’da da karşısına olumsuzluk olarak çıkmasını engelleyecek düzeltmeyi yapmadı. En kötüsü de küresel küfür ile birlikte kendilerini İslam ile tavsif eden, ancak İran’ın Müslümanlar için ne kadar önemli olduğunun farkında olmayan ve mezhep eksenli düşünen çevrelerce, stratejik kaygılarla ortaya koyduğu hatalı politikalar sanki mezhebi hassasiyetle üretilmiş gibi gösterildi. Kısmen de başarılı olundu. Aynı zamanda İran yıllardır ortaya koyduğu basiretli politikalarla sağladığı istikrarını zedeledi, en son Lübnan’da Hizbullah’ın elde ettiği ciddi zaferi gölgeledi… dile getirmektedir. Ahmedinejad yönetiminin Suriye politikasına karşı olduğunu da belirten Şeriati, “Allah’ın izniyle er ya da geç Suriye halkının kazanacağı”nın da altını çizdi. Aynı zamanda Lübnan’daki Hizbullah’ı da eleştiren Şeriati, “Hizbullah da Hamas gibi halkın yanında yer almalıydı; halkın yanında yer almamak ile çok büyük hata yaptı” dedi. Keza Lübnan Yüksek Şii Konseyi üyesi Seyyid Hani Fahs da Hasan Nasrallah ve Nebih Berri’nin Suriye konusundaki görüşlerine katılmadığını belirterek, “Suriye’deki olaylar konusunda İran’ın yaptığı açıklamalar Şiilerin tamamının görüşünü yansıtmıyor. Birçok Şii İran’ın Suriye konusundaki tutumunu desteklememektedir.” şeklinde konuyla ilgili kanaatlerini ortaya koymuş oldu… Bu tür kaygılar ve eleştiriler sadece bizim gibi düşünen Müslümanlarca gündeme getirilmemekte; Nebevi mücadelenin/ duruşun ne anlama geldiğinin bilincinde, Müslümanların birliğinin (ama ne üzere?) ne kadar önemli olduğunun farkında, mezhep eksenli düşünce ve yaklaşımların bütün Müslümanlar açısından ne kadar tehlikeli ve anlamsız olduğunun ayırdında olan Müslümanlarca da gündeme getirilmektedir. Suriye’de yaşanan katliamlara dikkat çeken ve İran’daki mevcut yönetimin Esed-Baas rejimi yanında yer almasını kınayan eski Cumhurbaşkanı Hatemi’nin yardımcılığı ve sözcülüğünü yapmış olan Muhammed Şeriati, el-Cezire’de katıldığı bir programda, “Suriye’de mezhep savaşı çıkarılmaya çalışılıyor” fitnesine karşı, Suriye’de mezhep savaşı olmadığını, bu söylemin bir dezenformasyon olduğunu Evet, Suriye’de insani ve stratejik müdahale birbirine karışmakta. Muhakkak İran’ın Akdeniz ve Doğu Akdeniz’deki stratejisi için Suriye çok önemli. Aynı zamanda bölgede net bir duruş sergilemeye çalıştıklarına şahid olduğumuz Hamas ve Hizbullah için de bu ülke stratejik öneme sahiptir. Ancak bu gerçekliklere takılarak hatalı ve başarılı olması mümkün gözükmeyen bir politikada ısrar, İran ve Müslümanların geleceğini tehdit etmektedir. Eğer hatada ısrar devam ederse korkulur ki daha geniş bir bantta Müslümanları karşı karşıya getirebilecek tehlikeli bir potansiyel tetiklenmek istenilebilir… Esad Sonrası Suriye Tasavvurları Suriye’deki gelişmelerin insani ve ahlaki boyutu muhakkak çok önemli, ama en az onun kadar önemli bir başka boyutu Yorum da bölgede kurulmaya çalışılan yeni düzenin niteliği konusunda Müslümanların kafa karışıklığı, çarpık yaklaşımlarıdır. Suriye’deki gelişmeler gerçekten vahim gözükmekte; hepimizin canını yakıcı korkunç katliam devam etmektedir. Küresel ve bölgesel güçlerin arasındaki dengeler gözetilmeye, ortak bir nokta kullanmaya çalışılırken bölgesel bir güç ve Müslümanlar açısından göz ardı edilmeyecek bir devlet olan İran’ın kendi hataları ve bazı Müslümanların geleceğe yönelik ilkesiz, vizyonsuz bakış açıları bu ülkeyi Suriye’deki sürecin dışına sürüklemektedir. Başta ABD olmak üzere küresel küfür, bölgeye yeni bir düzen vermek, bölgedeki çıkarlarını ve egemenliklerini devam ettirmek, en önemlisi de Müslümanları daha sofistike yöntemlerle kontrol altına almak isterlerken malum odaklar, olumsuz propaganda ile İran’ı öne çıkartmakta; İran’ın körfez bölgesi ve bütün Orta Doğu’da “hegemonik” emelleri olduğunu iddia etmekte ve bu ironik, manipülatif propagandaları ABD ve İsrail’in kontrolünde ve / veya onlara yakın uluslar arası ve ulusal medya kanallarıyla pompalanmaktadır. Hatta daha da ileri gidilerek, İran’ın hatalı politikaları ve Müslümanların kafa karışıklığından yararlanarak İran’ı çevrelemeye ve bu bağlamda bölgedeki işbirlikçi ülkeleri blok halinde hareket etmeleri için cesaretlendirmeye ve askeri olarak güçlendirmeye çalışmaktalar… Bölge yeniden dizayn ediliyor; güç dengeleri yeniden oluşmakta. Netleşmeye başlayan güç dengelerinde yeni Türkiye önemli bir bölgesel güç/aktör İktibas olarak öne çıkarılmaktadır. Ve yeni Türkiye küresel güçlerle paralel hareket etmekte, temel politikalarında onlarla ters düşmemeye özen gösterme gereği duymakta. Dolayısıyla Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinde en güçlü ve öne çıkan aktör yeni Türkiye olmaktadır. Bugün Suriye’deki mevcut rejimin yerinde kalacağı üzerine hiçbir güç hesap yapmamaktadır. Tartışmalar daha çok yeni düzenin nasıl kurulacağıyla ilgilidir. Bu çerçevede yapılan tartışmalarda ise iki unsur öne çıkarılmakta. Birincisi yeni Türkiye’nin Suriye üzerindeki etkisinden rahatsız olan odakların bölgede Kürtler üzerinde oluşturmaya çalıştıkları ve konjonktürel olarak sık sık gündeme taşıdıkları, daha çok beklenti ve temennilerini yansıtan senaryolar. İkincisi ise yeni Suriye’yi oluşturacak bileşenlerin kendilerinin bölgesel hesaplarıyla uyumlu olup olmayacağı kaygısı taşıyan bölgesel ve küresel güçlerin senaryoları. Birinci kesimde yer alan ülkelerin senaryoları bizce bölge gerçekleriyle uyuşmamaktadır. Çünkü yeni Türkiye artık Kürtleri bir tehdit unsuru olarak görmekten öte, bazı çekinceleri olsa da onları peşine takmak ve misyon gereği değişik Kürt unsurlarıyla derin ilişkiler geliştirmek niyetinde. Ve bu konuda küresel güç ABD ile ciddi mutabakatlara varmış durumda. Kısaca yeni Türkiye artık terörle mücadele ile Kürtlerin bölgedeki pozisyonunun nasıl olacağını birlikte değerlendirmekte. Dolayısıyla Suriye’deki kanlı değişim sürecinin geldiği bu aşamada, Esad yönetiminin stratejik kaygılarla PKK’nın Suriye uzantısı B ugün Suriye’deki mevcut rejimin yerinde kalacağı üzerine hiçbir güç hesap yapmamaktadır. Tartışmalar daha çok yeni düzenin nasıl kurulacağıyla ilgilidir. Bu çerçevede yapılan tartışmalarda ise iki unsur öne çıkarılmakta. 9 İktibas T ekrar edelim, değişen dünya ve bölgesel şartlarda yeni Türkiye’nin konumu ve misyonu, küresel odaklarca kabul edilen stratejik önemi devam ettiği sürece bölgede Türkiye’ye rağmen bir Kürt devleti kurulamaz… 10 Yorum PYD’ye bazı bölgeleri teslim etmesi ve PKK’ya verilen silah desteğiyle düşman olarak gördüğü Türkiye’yi rahatsız etmesi yanlış okunmamalıdır. Hele hele kaos döneminden yararlanarak Suriye’nin kuzeyinde etkin olan PYD ve birlikte hareket ettiği PKK’nın Türkiye’nin bazı bölgelerinde uyguladığı ve sonuçsuz kalmaya mahkum stratejisini dikkate alarak Irak’ın kuzeyindeki benzer yeni bir yapılanmanın oluşturduğundan bahsetmek bir yorum, tesbit olmanın ötesinde anlam taşımaktadır. Konjonktürel gelişmelerle giderek sıklaşan AKP muhalifliği ile olayların analizini birbirine karıştıran acar gazetecilerin, liberal solcu entelektüellerin ve malum odakların sesi ajanların iddiaları, senaryolarıdır bunlar. Zira Suriye’deki ne etnik dağılım ne de coğrafi kompozisyon bu tür gelişmelere müsait değildir. Daha önce Esad yönetimi ile birlikte hareket eden Kürt unsurlarının yaşanılan süreçten yararlanarak bölgedeki Kürtleri baskı altında tutmasından kaynaklanan konjonktürel gelişmelerdir yaşananlar. Ancak giderek netleşen bölgesel denge arayışları ve yeni Türkiye ile ABD’nin birlikte hareketine rağmen Barzani’nin dönemsel şartların cazibesine kapılması ve ütopyasını gerçekleştirmek adına adımlar atma ihtimali başta Türkiye olmak üzere birçok bölgesel aktörü rahatsız etmiş gözükmektedir. Aksi iddia edilse de Davutoğlu’nun Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’ne yaptığı ziyaret ve hemen peşindeki Kerkük çıkarması bu analizi doğrulamaktadır. Tekrar edelim, değişen dünya ve bölgesel şartlarda yeni Türkiye’nin konumu ve misyonu, küresel odaklarca kabul edilen stratejik önemi devam ettiği sürece bölgede Türkiye’ye rağmen bir Kürt devleti kurulamaz… Bunu çok iyi bilen tecrübeli bir gazetecinin, bu süreçte istense de istenmese de “defacto yönetimler oluşacak; Kürtler de tümüyle hükmettikleri alanları kendileri yönetecekler…” türünden yorumdan çok temenni cümleleri kurması bizce manidardır ve arka planı doğru okunması gerekir. Ki kendisi de mızrağın çuvala sığmadığını söz konusu cümleler ağzından çıktıktan sonra fark etmiş olacak ki; bu bağımsız Kürt devleti ya da ikinci Kürdistan demek değil; birleşik Suriye gerçekleştiğinde Kürt özerk bölgesinin temellerinin atılması demektir, açıklamasını yapmak zorunluluğu duymakta. Ama karşısındaki şahıs üstadın öyle bir gazına gelmiş olacak ki “efendim bu hükümet Kürt sorununu çözmezse PKK bu hükümeti çözer mi?” diye sorabilmektedir. Bu bağlamda Suriye’de bir mezhep çatışmasından söz etmek de doğru bir yaklaşım değildir; bir zorlamadır. Suriye’deki rejimin ordusu ile bu ordudan kopan unsurlarla değişimci unsurların oluşturduğu Hür Suriye Ordusu arasındaki çatışmanın “alt metni” Sünni-Nusayri mezhepsel çatışma olarak okunmalı türünden değerlendirmelerde dönemsel temennilerden öte geçmeyecek sığ yorumlardır. Belki bu tür bir yorum Suriye’den çok Lübnan için geçerli görülebilir. Ancak Lübnan’da bu çerçevede küçük çatışmalar gündeme gelse de bölgedeki denge arayışlarının Yorum niteliği uzun süreli bir mezhep çatışmasına müsaade etmez. Baas rejiminin silahlı kuvvetleri muhalif güçler karşısında giderek etkinliğini kaybetmekte, ağır silahları ve hava kuvvetlerini kendi halkına karşı kullanarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Öyle ki Esad yönetiminin gerek psikolojik, gerek ekonomik ve gerekse de askeri olarak yolun sonuna yaklaştığını gösteren birçok gelişme yaşanmasına rağmen bu güne kadar çökmemesinin asıl nedeninin iç ve dış konjoktür olduğu bilinmektedir. Yani Esad yönetimini ayakta tutan, stratejik direnç hattını korumak adına İran’ın hatalı politikalarında ısrarı ve bölgedeki varlığını ve çıkarlarını devam ettirmek adına hamleler yapan ve son zamanlarda söylemi farklılaşmış olsa da bunun politika değişikliğine henüz yansımadığı Rusya’nın tavrı değil. Asıl belirleyici unsur, bölgedeki çıkar alanlarının giderek daraldığını hisseden batılı devletler ve iç ve dış nedenlerle sürecin uzamasında yarar uman, bu kanlı süreçten stratejik yararlar üretmeyi ihmal etmeyen küresel küfrün başat gücü ABD’nin ayak sürümesidir. Söylemleri ve diplomatik girişimleriyle muhaliflerin yanında gözüken; değişim sürecinin bölgesel çıkarları için önemsediğinde şüphe olmayan ABD’nin Türkiye üzerinde ve başka kanallarla muhaliflere gönderdiği silah yardımının da abartıldığı gibi olmadığı iddia edilmektedir. Yani Esad yönetimine çeşitli yaptırımlar uyguladığı bilinen ABD’nin rejimi devirmek için tüm gücüyle yüklendiğini söylemek zor. Beklenildiği üzere ABD oradaki katliamın önlenmesinden, insani kaygılardan çok kendi den- İktibas gelerini ve stratejik hesaplarını önceleyen bir yaklaşım sergilemektedir. Bu dönemde ABD, bir taraftan değişim sürecinin kontrolünü elinde tutmaya çalışırken öte taraftan da başta İran’ın hatalı politikaları olmak üzere çeşitli fırsatlardan yararlanarak kamuoyunun algısını yönetmeye çalışmaktadır. İddia edildiği gibi Obama ne Türkiye’yi savaşa itmeye çalışıyor ne de değişim sürecini tam anlamıyla desteklemek için uygun vasatın oluştuğu düşüncesinde… Tahran-Ankara hattında yaşanan hareketlilikler, Hillary Clinton’ın Ankara ziyaretiyle daha da hızlanacak gibi görünse de, Fransa Dışişleri Bakanı’nın Türkiye ziyareti ve Fransa’nın ilgili Dışişleri Bakanlarını BM çatısı altında Suriye konulu bir toplantıya çağırması ve İslam İşbirliği Teşkilatı Suriye’nin üyeliğini askıya alsa da henüz gündemde dikkate değer bir gelişme gözükmemektedir. ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton’ın son Türkiye ziyaretiyle “uçuşa kapalı hava sahası” güvenli bölgeler oluşturması seçenekleri masada ama ABD, “bekle-gör” politikasına devam etmekte; kozmetik (görünüşte) bazı adımlar atıyor izlenimini verse de durum bu. Ankara ile “operasyonel planlama”, “askeri istihabarat paylaşımı” ve diğer çalışma grupları oluşturduğu açıklaması da yeni bir duruma işaret etmemektedir. Zira bu türden çalışmaların iki ülke arasında uzun süredir devam ettiği, konunun takipçilerince bilinmektedir. Bu arada Ankara ile Washington arasında “Esad sonrası nasıl bir Suriye?” sorusuna cevap olacak ciddi çalışmaların yapıldığı ve bunun konuyla ilgili diğer aktör- lerce yakından takip edildiğinden de şüphe yok… Ezcümle, Suriye ile ilgili gelişmeleri yorumlamaya çalıştığımız bundan önceki dört yazıda da belirttiğimiz gibi İran’ın başlangıçta stratejik kaygılarla yaptığı hatayı anlamamız mümkün. Ama zamanla isabetsizliği anlaşılan bu hatalı politikada ısrarı anlamak gerçekten çok güç. Ancak Müslümanların, bölge için stratejik öneme sahip İran’ı hedef tahtasına oturtmaları ve küresel küfrün bu ülkeyi çevreleme politikasına istemeyerek de olsa yardımcı olacak aşırı tepki koymaları ise kesinlikle doğru bir tavır değildir; düşmanları sevindirir. Ancak İran’ın ve/veya Müslüman örgütlerin yaptıkları hatanın sadece yanlış sahiplerini ilzam etmeyeceği, yansımaların tüm Müslümanları etkileyeceği bilinciyle hareket edilmesi ve en etkin şekilde uyarılması gerekmektedir. “Birlik… Ama ne üzerine?” kaygısını taşıyan tüm Müslümanların kısır çekişmelerden, dönemsel krizlerin ortaya çıkardığı kafa karışıklığından sıyrılarak asıl meselelerimiz konusuna yoğunlaşmaları artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Bizim kontrolümüz dışında bir süreç yaşanmakta ve bu sürecin hedefi değişen dünya şartlarında Müslümanları kontrol altında tutmaktır. O sorunlu, ironik ve bugünü anlamak için gerekli gördüğümüz çarpıcı tespit üzerinden tekrar düşünüldüğünde içinde bulunduğumuz zillet ve vahamet çok daha iyi anlaşılacaktır: “Müslümanlar(!?) yönetimde ama İslam iktidar değil!” a.burakbircan@hotmail.com 11 Kavram EĞLENCE TARIK ÖZKAN k ur’an, insan için en önemli şeylerin yani iman mevzularının, din’in, ahiret hayatının, namazın v.b. değerlerin eğlence edinilmesini, alaya alınmasını şiddetle eleştirmektedir. Kur’an’ın bu eleştirileri düşündürücüdür. 12 Eğlence kelimesi eğlenmek fiilinden türemiş isimdir. Eğlenmek fiili sözlükte neşeli, hoşça vakit geçirmek; bir kimsenin herhangi bir kusuru veya zayıf noktası ile alay etmek; bir yerde durmak, beklemek, oyalanmak gibi birbirinden kısmen farklı anlamlar ifade etmektedir. Türkçe eğlence kelimesinin Arapçadaki karşılığı ise ‘lehiv’dir (lehvün). Kuran’da ‘lehiv’ (lehvün) kelimesi genellikle ‘leib’ (laıbun) yani oyun kelimesiyle birlikte zikredilmektedir. ‘Eğlence’ anlamındaki lehiv kelimesi Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte birçok kez kullanılmıştır. Hüzüv ve istihza sözcükleri ise alay etmek, maskaraya almak anlamındadır. İngilizcede ‘entertainment’ sözcüğü eğlence anlamına gelmektedir. Eğlence endüstrisi (entertainment industry) olarak da yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Kur’an’da eğlence ve/veya oyun (lehvün-laıbun) konusu ayetlerde şu şekilde yer bulmaktadır: Dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. (Enam, 32; Ankebut, 64; Muhammed, 36; Hadid, 20). Dinlerini eğlence edinenlerle Peygamber’in (dolayısıyla mü’minlerin de) bir işi olamaz! (“Dinlerini eğlence edinenleri bırak.”) (Enam, 70; Araf, 51). Müslümanlar, Ehli Kitap’tan onların dinini (İslam’ı) alaya alan, namazı alay ve eğlence konusu edinenleri dost edinmemek hususunda uyarılırlar. (Maide, 58). Kıyamet gününün gelmesini imkânsız gören kâfirler ahiret gününde yaptıkları kötülükler onları kuşatacak, ahirete kavuşmayı unuttukları gibi Allah da o gün onları unutacaktır, onların yeri ateştir. Çünkü onlar Allah’ın ayetleri ile alay etmişlerdi. (Casiye, 35). Onlar bu dünya hayatında boş yere oyalanıp durmaktadırlar. (Bel hum fî-şekkin yel’abûn) (Duhan, 9). ‘Lehve’l-hadîs’ deyimi, alay, maskaralık, eğlence içerikli ‘boş laf ’ demektir ve insanları Allah yolundan saptırmak ve Allah yoluyla alay etmek maksadıyla “boş sözü satın almak” şeklinde kullanılmıştır. (yeşterî lehve’lhadîs). (Lokman, 6). Oysa herkes bilmelidir ki Allah gökleri ve yeri oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Hiç düşünmez mi insan: eğer Allah -haşa- eğlence edinmek isteseydi, onu kendi Katı’ndan edinir/yaratırdı. (Enbiya, 16-17; Duhan, 38). Görüldüğü üzere Kur’an, insan için en önemli şeylerin yani iman mevzularının, din’in, ahiret hayatının, namazın v.b. değerlerin eğlence edinilmesini, alaya alınmasını şiddetle eleştirmektedir. Kur’an’ın bu eleştirileri düşündürücüdür. Buna göre “dinlerini eğlence edinenleri”, “namazı eğlence edinenleri”, “ayetleri eğlence edinenleri” ve “Allah yolunda olmayı eğlence edinenleri” acı bir azap beklemektedir. Çok benzer biçimlerde dört ayrı ayette geçen “dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir” ifadesi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Allah neden ahiretin tarlası olan dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak adlandırmıştır? Bu dünya hayatı değil midir ki biz Müslümanlar işleyeceğimiz hayırlar ve uzak duracağımız şerler sonucunda Allah’ın vaadi olan, içinde ebedi olarak kalacağımız Cennet nimetine kavuşmayı umacağız. Öyleyse Allah’ın dünya hayatını bir oyun ve eğlence olarak nitelendirmesindeki muradı nedir? Acaba bazı Müslümanların an- Kavram ladığı gibi oyun ve eğlence uzak durulması gereken haramlar mıdır, yoksa vahiyde kast edilen çok ciddi bir iş olan kulluk görevinin unutulup dünya hayatının insanı Rabbini zikretmekten, her ne yapar yahut uzak durursa O’nun rızası için bu şekilde davranmasından alıkoyan bir meşgaleye mi dönüşmesidir? Bu soruların cevabı söz konusu ifadenin yer aldığı dört ayetin, yine aynen baş taraflarında olduğu gibi devamında neredeyse aynı kelimelerle ifade edilen bölümlerinde çok net bir şekilde verilmektedir. “Bu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur.” (Ankebut, 64). Allah bu dünya hayatını gerçek ve kalıcı olan ahiret hayatına nispetle bir oyun ve eğlence olarak nitelendirmektedir. Dünya hayatını, ahiret yurduna varmayacakmış gibi yaşayan, yaptıklarının herhangi bir sonucu olmayacakmış gibi davrananlar için bir oyun ve eğlence olarak tanımlamaktadır. Allah dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ifade ederken bunun, ahiret yurdunu hesaba katmadan yaşayanlar için böyle olduğunu, Müslümanlar içinse, tam tersine dünya hayatının bir oyun ve eğlence olmadığını kastetmektedir. Ahiret hayatının gerçek olduğunu ve gerçek mutluluğun orada elde edileceğini bilen Müslüman için, dünya hayatı gayet ciddi bir iştir ve kulluğunun gereklerini yerine getirerek Rabbini razı edebilmesinin yegâne zeminidir. Bu durumda ayet, söylediği ve söylemediği iki anlam içermektedir denilebilir. Dünya hayatını oyun ve eğlence edinenlerin ahiret yurdunun gerçekliğini İktibas bilmediklerini vurgulamanın yanı sıra, tersten okunduğunda, ahiret hayatının varılacak gerçek menzil olduğunu bilenler için dünya hayatının bir oyun ve eğlence yeri olmadığını ortaya koymaktadır. Varacak hedefimenzili olana yolda eğlenmek, oyalanmak olmaz. Asr suresinde belirtilen “Zamana and olsun, insan hüsran içindedir” ifadesi ancak hayatı kulluk bilincinden uzak, oyun ve oyalanma içinde yaşayanlar içindir. Bu gibilerin geçirdikleri her an aleyhlerine işlemekte, Allah’ın vaadi olan azaba bir adım daha yaklaşmaktadırlar. Batı düşünce sisteminde eğlence (entertainment) kavramının oldukça özel ve önemli bir yeri vardır. Zira seküler ve dinden uzak bir hayatın genel ifadesi olan modernizm tam da Allah’ın kastettiği türden bir eğlence anlayışına sahiptir. Dünyaya bir kez gelen insanın, buradan ancak elde edebileceği tüm hazları yaşayarak maksimum faydayı temin edeceği varsayılmış, bunun yolu olarak da her türlü eğlencenin hayatın amacına dönüştürüldüğü bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır. İnsan ne kadar çok tüketirse, ne kadar çok hazza muttali olursa o kadar amacına ulaşmış demektir. Tüm bunları sağlamanın yolu da Allah’ı unutturan, insanı varlık sebebini ve ahiretini düşünmekten alıkoyan, geçici zevkler peşinde koşturan bir hayat biçimidir. İşte böyleleri için dünya hayatı gerçekten bir oyun, eğlence ve oyalanmadan ibarettir. Varmaktan kaçamayacakları bir sona, kendilerine verilen mühletin dolmasına kadar kendilerinden geçmişçesine eğlenecekler ama sonunda mut- a llah dünya hayatının bir oyun ve eğlence olduğunu ifade ederken bunun, ahiret yurdunu hesaba katmadan yaşayanlar için böyle olduğunu, Müslümanlar içinse, tam tersine dünya hayatının bir oyun ve eğlence olmadığını kastetmektedir. Ahiret hayatının gerçek olduğunu ve gerçek mutluluğun orada elde edileceğini bilen Müslüman için, dünya hayatı gayet ciddi bir iştir ve kulluğunun gereklerini yerine getirerek Rabbini razı edebilmesinin yegâne zeminidir. 13 İktibas laka Allah’ın vaadi olan azaba kavuşacaklardır. Modernizm, insan hayatını çalışma, dinlenme ve eğlenme gibi temel bazı bölümlere ayırır. İnsanlar çalışabilmek için dinlenir, eğlenebilmek için çalışırlar. Hayatın amacının, insanın mutluluğu olarak tanımlandığı ve mutluluğa erişmenin de eğlenceden geçtiği varsayımıyla, hedef çalışarak elde edilenlerle eğlenmektir. İnsanoğlunun kötü ve sapkın yanının tüm karakteristik özelliklerini açığa çıkarmayı başaran modern dünya görüşü bunu başarmak için türlü araçlar geliştirmiştir. Bu araçların en önemlilerinden olan eğlenceyle, insanı Allah’ı zikretmekten alıkoymanın ötesinde başka bazı kazanımlar da elde etmektedir. Günümüzde eğlence kavramı hayatımızın orta yerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Eğlenmenin en tabii haklardan biri olduğu öngörüsüyle insanlar sürekli olarak modern eğlence araçlarını kullanmaya ve bunları tüketmeye sevk edilmektedir. Küfrün, bu şekilde hedeflediği insanı yoldan çıkartmak, Rabbini ve onun rızasını düşünmekten alıkoymak, varlığı ve hayatı sorgulamaya fırsat bulabilme ihtimali bulunan zaman dilimlerini, derhal başka şeylerle doldurarak tefekkürden, varlığının sebebini düşünmeye ve anlamaya çalışabileceği imkânlardan onu yoksun bırakmaktır. Tam da ayette ifadesini bulan bir oyalanma, düşünmek ve akletmek yerine durumun vahametini fark etmesini ve bununla yüzleşmesini engellemeye dönük bir faaliyetler bütününe dönüşmüştür. Küfrün bu konuda geldiği seviye ve elde ettiği başarı(!)sı 14 Kavram g ünümüzde eğlence kavramı hayatımızın orta yerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Eğlenmenin en tabii haklardan biri olduğu öngörüsüyle insanlar sürekli olarak modern eğlence araçlarını kullanmaya ve bunları tüketmeye sevk edilmektedir. kesinlikle yadsınamaz. Oldukça fazla mesafe kat ettiği aşikârdır. Temelde insanı tefekkürden alıkoyarak rıza-i ilahiye yönlenmesini engelleyen eğlencenin bunu iş edinenlere sağladığı bir diğer önemli sonuç da maddi imkânlardır. Bugün egemen güçler, elde ettikleri hâkim konumun devamını temin için insanların elindeki her türlü maddi kaynağı ele geçirecek yollar bulmakta oldukça mahirdirler. Bunların başlıcalarından olan eğlence araçları sayesinde, hem kendi toplumlarının hem de dünyanın kaynaklarını ustalıkla kendi kasalarına aktarmaktadırlar. Düşünelim ki dünya üzerinde Disneyland turizmi denilen, dünyanın farklı ülkelerinde kurulmuş devasa büyüklükteki oyun parkları ve bunların civar ülkelerden dahi ciddi miktarlarda turist çekerek insanları eğlendirme, hoşça vakit geçirtme bahanesiyle milyar dolarlık kazançlar elde etmektedirler. Disney ve benzeri eğlence markalarının eğlence parkları, çizgi film kahramanları, bunların lisanslarını üzerlerinde bulunduran ve neredeyse hiç birimizin çocuklarını bunları almaktan ya da bize aldırtmaktan alıkoyamadığımız oyuncakları ile devasa bir eğlence ekonomisi oluşturulmuştur. Dünya üzerinde kumarın en büyük merkezi Las Vegas’tır ve filmlerde bir rüya mekânı olarak bize sunulur. Dünyanın dört bir tarafındaki kumarbazlar buralara akın eder ve ülkelerinden kazandıkları servetlerini bu kumarhanelerde eğlence ve sefa sürerek eritirler. İnsanı tefekkürden alıkoyan, maddi imkânlarını emerek yok eden eğlence sektörü bununla da yetinmez. Bu sektörün arka planındaki güç sahipleri elde ettikleri bu faydalara aynı zamanda zihin yönlendirme de diyebileceğimiz türde bir boyut ilave etmişlerdir. Bugün eğlence adı altında bizlere sunulan her türlü faaliyet aslında belirli bir hayat tarzının insanlara hoş gösterilmesi ve özendirilmesi amacını gütmektedir. Kendi değer yargıları ve dünya görüşlerini, en yakışıklı ve en güzel oyuncularla süsledikleri filmleri aracılığıyla, evlerimize her gün tonlarca pislik akıtan televizyon programlarıyla, çocuklarımızı ve hatta çoğu zaman yetişkinlerimizi dahi günlerce haftalarca oyalayan bilgisayar oyunlarıyla, toplumsal bir çılgınlık hali içerisinde takip ettiğimiz spor müsabakalarıyla ve buna benzer daha pek çok eğlence aracıyla zihnimizin içine sokmakta ve kalplerimize yerleştirmektedirler. Çoğu zaman güç ile edemedikleri pek çok kazanıma bu sayede kolayca ve çok da fazla emek harcamadan sahip olabilmektedirler. Buradaki temel amaç bu yöntemle kendi dünya görüşle- Kavram rini bizim kültürümüze, günlük yaşantımıza enjekte etmektir. Bir toplumun pek çok nesil sonrasında ve uzun yıllar içerisinde ortaya çıkardığı kültür, ancak bu yolla bu kadar hızlı tüketilip içi boşaltılabilir. Bunun sağladığı faydaları uzunca bir süredir tecrübe eden Batı, insanın tüm zaaflarını da kullanarak kendi değerlerini yerleşik kültür ile değiştirmek için uğraşmaktadır. Bu konuda gereken savunma mekanizmalarından uzunca bir süredir kendini mahrum bırakmış olan Müslüman topluluklar da bu etkiye, maalesef sonuna kadar açık hale gelmişlerdir. Artık neyin İslami ve Kur’an’a uygun olduğu veya olmadığının kararını dahi veremez hale gelmişlerdir. Bu durumdan çıkışın reçetesi de yine Kur’an’a ve Peygamber’in onu açıklayan ve pratize eden örnekliğinde saklıdır. Tehlike büyüktür, tuzaklar çoktur, ancak çözüm farkındalıkla başlamaktadır. Biz Müslümanlar olarak, adil ve inansın-inanmasın her ferdin içerisinde yaşayabileceği iyi bir düzen kurmak için tüm bu tuzaklara karşı hazırlıklı olmalıyız. Eğlence sektörünün kullandığı araçların yaygınlığı hemen hiçbirimizin kendimizi bunlarla muhatap olmaktan tamamen kurtaramayacağımız bir hale gelmiştir. Küreselleşme denilen yeni dünya düzeni içerisinde küfür odakları dünyanın her köşesini avucunun içi gibi bilir ve etki edebilir hale getirmek suretiyle dünyanın geriye kalanını büyük bir zulme maruz bırakmaktadırlar. Biz Müslümanlar olarak önümüze konulan her şeyi mutlak bir biçimde Allah’ın rızasına uygunluk bakımından gözden geçirmeli ve buna göre İktibas K üreselleşme denilen yeni dünya düzeni içerisinde küfür odakları dünyanın her köşesini avucunun içi gibi bilir ve etki edebilir hale getirmek suretiyle dünyanın geriye kalanını büyük bir zulme maruz bırakmaktadırlar. seçerek kullanmalıyız. Eğlence aracı olarak bize sunulan bir sinema filmi bizim üzerimizde hedeflenen etkiyi uyandıramamalıdır. Kendimizi korumaya çalıştığımız gibi özellikle bu etkilere fıtratları gereği çok açık olan çocuklarımızı, tüm ailemizi ve etrafımızdakileri uyarmak ve gücümüz yettiğince korumak konusunda uyanık ve kararlı olmalıyız. Bununla beraber ‘eğlence’ kavramı bağlamında tümüyle karamsar bir tablo çizmememiz gerektiğini de unutmamalıyız. Kur’an’da oyun ve eğlence ifadelerinin geçtiği ayetler dikkatle incelendiğinde bizatihi eğlence kavramına olumsuz bir anlam yüklenmediği, fakat ciddi konuların eğlenceye ve alaya alınmasının kerih olarak görüldüğü fark edilecektir. İnsan fıtratında eğlenceye ilişkin bir eğilim mevcuttur. Ancak hemen her konuda olduğu gibi ‘eğlence’ meselesine de bizler İslami ölçüler çerçevesinde yaklaşmak durumundayız. Öncelikle, Müslümanın ‘eğlence’den anladığı ile gayrı müslimin anladığı elbette birbirinden farklıdır. Bir Müslümanın, insanı günaha götü- ren, şatafat ve gösteriş yüklü, sadelikten uzak, Allah’ı hatırdan çıkarmaya sevk eden eğlenceyle işi olamaz. Müslüman, her işini Allah rızasını hedefleyerek yapar ve çalışma dışındaki zamanında da yine O’nu razı edecek şekilde vakit geçirmeye gayret eder. Bununla beraber, bir Müslüman için de hayatta gülmeyi gerektirecek, kendisini günlük hayatın stresinden uzaklaştıracak, hayata gülümseyerek bakmasını sağlayacak bir atmosferi terennüm etmek mubahtır. Kısacası Müslümanlar için mubah olan, harama kaçmayan, günah denemeyecek eğlence türü vardır. Bir piknik bile bir tür eğlencedir. Aslında eğlence teriminin Müslüman dimağlarda bıraktığı olumsuz hissin farkındayız fakat isimlendirme bizleri yanlış bir bakış açısına sevk etmemelidir. Mesela bir düğün merasiminin, tıpkı bir cenaze ortamı gibi olması beklenemez. Müslüman toplumlar düğünlerinde pekâlâ kendi inanç ve fıkıhlarıyla çelişmeyen ‘eğlence’ biçimleri geliştirmişlerdir. İşte bir Müslüman ailenin düğününde, o ortamın düğün olduğunu hatırlatıcı neler yapılabiliyorsa o, Müslümanlar için meşru ‘eğlence’dir. Son zamanlarda hemen herkesin müşteki olduğu düğünlerdeki gayrı İslami ortamlar elbette sözünü ettiğimiz meşruiyetin kapsamına dâhil değildir. Sözün özü, Allah’ın kulları için helal kıldığı hiçbir şeyi kimse haram kılma yetkisine sahip değildir. Müslümanın matemi gibi, neşeli günleri de Dini ile uyumlu olmak durumundadır. 15 Düşünce ZİHİNSEL PERİŞANLIKLAR VE MEZHEP HOLİGANLIKLARI ATASOY MÜFTÜOĞLU h er durumda ve her duruma itaat geleneğinin/ zihniyetinin eleştiriye ve muhalefete tahammülü yok. Bunun yanında “ehven-i şer” tercihi gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran bir başka geleneğimiz olduğunu da kaydedelim. 16 Olaylara, gelişmelere duygusal ya da ideolojik klişelerle yaklaştığımızda, hiçbir şekilde sağlıklı sonuçlar elde edemeyiz. Tarih boyunca yaşadığımız bilinç parçalanmaları, siyasal güç parçalanmaları, güç rekabetleri, İslam imparatorluklarını, devletlerini, İslamî bünyeyi çok ciddi bir biçimde zayıflattı. Kültürel bütünlüğün kaybıyla birlikte evrensel ufkumuzu kaybettik. 16ncı yüzyılla birlikte ekonomik/politik/küresel değişimi, yeni keşifleri, yeni zenginlik girişimlerini gereği gibi takip edememek, analiz edememek, değişen dünyanın dışında/uzağında kalmak; toplumlarımızı sömürge olmaya açık olacak kadar güçsüzleştirdi. Her alanda zenginlik üreten, yeni kurumlar, yeni yapılar, yeni bilgiler/fikirler üreten bir dünya karşısında her alanda mevcut olanı tüketen bir dünyaya dönüştük. Günümüzde de toplumlarımız bilgi üreten bir dünya karşısında teslimiyeti seçmiş durumdadır. Daha çok üreten modern/ seküler/liberal kültür, doğal olarak İslamî içerik üretemeyen toplumlarımızı istediği yönde dönüştürebilmektedir. Toplumlarımız bugün küresel-neoliberal dünyanın ürettiği değerler ve kültürlerin etkisi altındadır. Dünyayı daha çok ticari akıl yönetmektedir. Ticari akıl, insanları sorumlu davranmaya değil, girişimci olmaya sevk etmektedir. Neoliberal özgürlük yaklaşımı, bir ahlaka sahip olmadığı için, yalnızca kişisel çıkarlara hizmet ediyor. Toplumlarımız küresel neoliberal saldırılar karşısında savunmasızdır. Bu saldırılar nedeniyle toplumlarımız ahlakî altüst oluşlar yaşıyor. İletişimin, sermayenin, büyük şirketlerin ve tüketicilerin sı- nırsız dünyası hepimizin her alanda yeni değerlendirmeler yapmamızı gerektiriyor. Neoliberal saldırılar sebebiyle büyük bir anlam yoksulluğu yaşıyoruz, anlam üretmeyi başaramıyoruz. İslam toplumlarında, bütün İslamî yapıların, cemaatlerin, düşünce ve kültür adamlarının, cemaat liderlerinin, statükonun çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek, bu sınırları takdis etmek gibi yapısal bir sorunu var. Her durumda ve her duruma itaat geleneğinin/zihniyetinin eleştiriye ve muhalefete tahammülü yok. Bunun yanında “ehven-i şer” tercihi gibi ilkesizliği, politikasızlığı, ikiyüzlülüğü meşrulaştıran bir başka geleneğimiz olduğunu da kaydedelim. Bu durum biz Müslümanları gerçek bir var oluşa sahip olmaktan alıkoyuyor. Sözünü ettiğimiz gelenekler/zihniyetler sebebiyle, hiçbir şekilde bilinçli bir farkındalık oluşturamıyoruz. Fikirlere değil de, kişilere odaklandığımız için, her durumda kendimizi dar bir alana kapatıyoruz. İslamî meşruiyet referanslarımızı kaybettik. Avrupa kavram ve kurumlarının ötesini düşünmeye cesaret edemiyoruz. Kendi kavramlarımızla nasıl düşüneceğimizi bilmiyoruz. Hayatın bütün alanlarını içerisine alan, İslamî dünya görüşünü ve hayat tarzını somutlaştıran bir çerçeveye, programa ve uygulamaya sahip olduğumuzu iddia edemeyiz. Bugünün dünyasında İslam’ın yalnızca manevi zenginlik üretmesi isteniyor. Temel İslami ilkeleri/ölçütleri/ değerleri/kavram ve kurumları gerçekliğe dönüştürmek üzere ortaya koyduğumuz bir müca- Düşünce delemiz yok. Gündelik ahlak’la sınırlı bir dindarlık biçimiyle yetiniyoruz. Bu nedenledir ki; onurlu/özgür bir duruş noktası belirleyemiyoruz. İslam düşüncesinin, duygulara/duygusallıklara/hamasete teslim olması nedeniyle, gerçek konuşmalar, gerçek tartışmalar gerçekleştiremiyoruz. Bugünün gerçeklerine karşı kayıtsızız. Etnik köken/ hizip/mezhep sarhoşlukları sebebiyle hiçbir çözümleme üretemiyoruz. Hamasî bir retorik hepimizi gerçek çabalardan alıkoyuyor. Hakikati temsil etmek yerine, taraftarları temsil etmek gibi bir ahlaksızlık yayılıyor. Hangi yorum temsil ediyor olursa olsun, her türlü dar kafalılık, dilini ve söylemini kontrol edemez. Bu nedenle de bu tür dar kafalılıklar küstahlığı ve kabalığı seçer. Bu tür bir dar kafalılık/ hizipçilik, kalabalıkları heyecana sevk etmek, ne pahasına olursa olsun taraftar toplamak, taraftarlara ucuz umutlar telkin etmek için çaba harcar. Müslümanlar olarak gücümüzün/imkânlarımızın farkında olsaydık, harekete geçebilecektik. Korkularımız sebebiyle hep ikili, çelişkili hayatlar sürdürüyoruz. Korkularımız her zaman zalimlere cesaret veriyor. Hangi nedenle olursa olsun, korku’ya mahkûm olanların, hiçbir biçimde özgür olamayacaklarını unutuyoruz. Bütün koşullara boyun eğen, hiçbir duruma itiraz etmeyen, sorgulamayan, hayır demeyen kişiliklerden özne olmaları beklenemez. Hayatımız üzerinde ahlakî bir denetim yok artık, yalnızca finansal bir denetim var. Bugünün dünyasında enformasyon ve iletişim yoğunlukları yaşanırken, her tür düşünme faaliyeti yüzeyselleşiyor. Enformasyon ve iletişim İktibas yoğunlaştıkça bütün nitelikler birer birer kayboluyor; dostluklar, sahici ilişkiler kayboluyor, bütün bu ilişkilerin yerini online ilişkiler alıyor. Küresel-kapitalist sistem bütün toplumları bir fabrika gibi düşünüyor, bir fabrikayı yönetir gibi yönetmeye çalışıyor. Sermaye hayatımızın bütün boyutlarını bir şekilde sömürüyor. Güvenlik rejimleri nerede olursak olalım, hepimizi gözetim altında tutabiliyor. Siyaset, adaletle yönetmek gibi temel bir ilkeden uzaklaşıyor, teknik bir sorun gibi algılanıyor. Modern-seküler bilim sermayenin ve kapitalizmin hizmetinde olduğu gibi, demokrasiler de kapitalist piyasaların hizmetinde bulunuyor. Piyasa hayatın tüm boyutlarını istila ediyor. Sermaye her şeyi araçsallaştırıyor. Bütün derinliklerin, anlamların, bilgeliklerin, niteliklerin, yoğunlukların buharlaştığı bir zamanda/dünyada/toplumda tek kaygı, günü yaşamak kaygısıdır. Hayatı günü yaşamakla sınırlı hale getiren sistem, zihnimizi de bir biçimde yönlendiriyor. Zihinlerimiz genel geçer algılama biçimleri doğrultusunda şekilleniyor. Genel geçer algılama biçimleri etkisiz, yersiz, boş varoluşlar oluşturuyor. Gerçekleri olduğu gibi görmeyi başaramıyoruz. Gerçeklerin çok uzağında yaşıyoruz. Düşüncesiz umutlar gibi, umutsuz düşünceler de yanıltıcı/aldatıcı sonuçlar doğuruyor. Temelsiz/ucuz iyimserlikler toplumları kötürümleştiriyor. Kendi yöntemleriyle büyülenenler, kendi yorumlarını mutlaklaştıranlar çevrelerini göremeyecek ölçüde ahlakî bir körleşme yaşıyor. Tevhidi düşüncede yaşanan parçalanma ve çözülmeler, tevhidi dünya görüşüne bağlı olduğunu iddia eden M üslümanlar olarak gücümüzün/ imkânlarımızın farkında olsaydık, harekete geçebilecektik. Korkularımız sebebiyle hep ikili, çelişkili hayatlar sürdürüyoruz. Korkularımız her zaman zalimlere cesaret veriyor. Hangi nedenle olursa olsun, korku’ya mahkûm olanların, hiçbir biçimde özgür olamayacaklarını unutuyoruz. 17 İktibas U lus devletlerin belirleyici bir güç haline gelmesi ile birlikte toplumlarımız önce kimliksizleştirildiler. Kimliksizleştirme süreçleri, kişiliksizleştirme süreçlerine dönüştü. Bu noktada sahte/ taklit/kopya kimlikler icat edildi. Ulus devletlerin her projesi, Müslümanları ümmet bütünlüğünden uzaklaştırdı. Bugün, Neonurcu akım örneğinde de görülebileceği üzere, İslamî cemaatler milli kutsallar icat ettiler, milliyetçilikleri kutsallaştırdılar. 18 Düşünce kişiliklerde de parçalanma ve çözülmelere neden oluyor. inşa ederek, onararak mümkün olabilir. Tarihten çekilmiş bir medeniyetin mağlup çocukları olduğumuz halde, medeniyet üzerinde çok spekülatif bir dil kullanıyoruz. İslamî bağlamda bir medeniyete sahip olmadığımızın farkında değiliz. Bir medeniyete sahip olsaydık Müslümanlar arası ilişkiler/tartışmalar medeni insanlara yakışır ölçüde olacaktı, bütün tartışmalar terbiye sınırları içerisinde yapılacaktı. Medya tiranları, finans tiranları, dini hayata musallat olan bütün tiranlar ufkumuzu kapatıyor, bu nedenle de karşı karşıya bulunduğumuz olaylarla ilgili olarak eleştirel bir duruş gerçekleştiremiyoruz, özgür bir vizyon oluşturamıyoruz. İslam algısı/tasavvuru bugün maalesef, milliyetçilik-sağcılık-muhafazakârlık-gelenekçilik-görenekçilik-hizipçilik-mezhepçilik-polülizm-hamaset-köylülükle malul hale gelmiştir. Çok daha vahim, çok daha beter bir durum dikkatlerimizden kaçıyor. Cemaathizmet olarak anılan topluluk Amerika’da Siyonist ve Evangelist lobilerin talepleri/beklentileri/önerileri doğrultusunda hareket edebiliyor. Bu çok kirli ilişki biçimi Neonurcu akımın kötü yola düştüğünü gösteriyor. Kalabalıkların onayını almak, ilgisini çekmek için oluşturulan dinî bir tasavvur ile yeni bir kültür üretilemez. Bir kültürün ve medeniyetin tarihe yeniden dönebilmesi için, evrensel düşünce ve insanlık ufkunu kuşatabilen, öncü düşünürlerin, bilgelerin, filozofların, âlimlerin, müctehidlerin yetkin kadrolar halinde yetiştirilmeleri ve sorumluluk yüklenmeleri gerekir. Henüz bir tartışma terbiyesine bile sahip olmayan, lümpen İslamcıların, lümpen devrimcilerin hiçbir kültürel inşa’ya katkıları olamaz. Irkçılıkların, milliyetçiliklerin, mezhepçiliklerin, kabileciliklerin ve bunlar arasında halen sürdürülen kanlı çatışma ve rekabetlerin, iç savaşların gerçek olduğu bir dünyada ne uygarlıktan ne de medeniyetten asla söz edilemez. Modern zamanlar boyunca “uygarlık” kavramı hep terörize edici bir slogan olarak varlığını sürdürdü, bugün de sürdürüyor. Kendi inançlarını, düşüncelerini, İslam algısını, dünya görüşü ve hayat tarzını özgürleştirmeyi başaramayan toplumların bir medeniyetten söz etmeleri kadar büyük bir çelişki olamaz. Her alanda sağlıklı yorumlar yapabilmemiz zihinsel ve kültürel dünyamızı yeniden İslami bilinci, tevhid ve ümmet bilincini toplumsallaştırmayı başaramadığımız için, hiçbir bağımlılık biçimine son veremiyoruz. Bu bağımlılık ilişkileri sebebiyle, İslamî algı ve tasavvur laik/milliyetçi/ideolojik yapıların baskısından kurtulamıyor. Ulus devletlerin belirleyici bir güç haline gelmesi ile birlikte toplumlarımız önce kimliksizleştirildiler. Kimliksizleştirme süreçleri, kişiliksizleştirme süreçlerine dönüştü. Bu noktada sahte/taklit/kopya kimlikler icat edildi. Ulus devletlerin her projesi, Müslümanları ümmet bütünlüğünden uzaklaştırdı. Bugün, Neonurcu akım örneğinde de görülebileceği üzere, İslamî cemaatler milli kutsallar icat ettiler, milliyetçilikleri kutsallaştırdılar. Türkiye’de yaşandığı üzere Müslümanlar da, Kürt sorunu etrafında ulus devlet aklına tabi oldular, bu akla inandılar. Bugün Düşünce İslamî cemaatler, cemaat liderlerine kurumsal/siyasal alanlar hakkında görüş belirtmekten imtina ediyor, kişisel dindarlıkla ilgili çalışmalar yapıyor, kişisel ibadetler bağlamında yorumlar üretiyor. Herhangi bir cemaete katılan bireyler kişisel ve benlik duygularını kaybediyor. Cemaat/hizip disiplini düşünmeye ve sorgulamaya izin vermiyor. Her cemaat mensubu bu cemaat liderlerinin nihai hakikati temsil ettiğine inanıyor. Karanlıkların içerisinde kayboluyoruz. İnsan olarak yaşamak yerine, nesne/eşya gibi yaşıyoruz. Ne isteyeceğimizi bilmiyoruz. Toplumsal-kitlesel ayaklanmaların yaşandığı Ortadoğu ülkelerinde kitleler diktatörlükleri reddediyor; ancak, reddettikleri yapıların yerine yeni bir yapı koyamıyor, öneremiyor, yeni bir sistem inşa edemiyor. Bu ülkelerde ayaklanmalar kurucu-inşa edici bir süreci başlatamadı. Siyasal bir program oluşturamadı. Emperyalizmin geçici bir ideoloji olmadığını hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. Ortadoğu’ya yönelik emperyalist yeniden şekillendirme girişimleri “demokratikleştirme” üst başlığı altında sürdürülüyor. Bölgede Sünni kökenli İslamî oluşumlar/akımlar/partiler küresel sisteme dâhil edilirken, sistem karşıtı Şii unsurlar/hareketler etkisizleştiriliyor, marji- İktibas nalleştiriliyor. Küresel sistem bu defa mezhepleri çatıştırıyor. Mezheplerin çatıştığı, çatıştırılabildiği bir dünya korkunç bir dünyadır. Mezheplerin çatışma halinde olduğu, çatışmaya açık olduğu bir dünyada ümmet’i gerçek kılmamız mümkün olamaz. Evrensel ahlakî yasalar, ahlak merkezli bir uygarlık, medeniyet olmadığı için, bugün görüldüğü üzere her yerde faşizm, her yerde zulüm ve kötülük hüküm-ferma olabiliyor. Günümüzde yalnızca propaganda amaçlı olarak gündemde tutulan çok kültürlülüğün teorik bir çerçeveden ibaret olduğunu görebilmeliyiz. Tek model, tek uygarlık, tek paradigmanın şiddet yoluyla dayatıldığı bir dünyada karşılıklı anlayıştan, diyalog ya da hoşgörüden söz etmek kadar büyük bir saçmalık olamaz. Tek biçimlileştirilmeye çalışılan bir dünyada bütün bu kavramlar içi boş sloganlar olmaktan öteye geçemez. Bugünün dünyasında yürürlükte olan pek çok kavram emperyalist dünya sisteminin ihtiyaçları/ çıkarları doğrultusunda üretilmiş kavramlardır. Bu kavramlar emperyalist sömürüyü meşrulaştırmak üzere kullanılıyor. Faşist/ırkçı bir uygarlık anlayışı, Avrupalıların hayatlarını değerli/önemli bulurken, Müslüman hayatlara hiçbir şekilde saygı duymuyor. Avrupa, İslam’ı tarihsel bir dışsallık ve dinî fanatizm şeklinde kurguladığı için, ırkçı kategoriler hiç değişmiyor. İnsanlığını yitirmiş bir “uygarlık”, uygarlık misyonu maskesi altında, “özgürlük” maskesi altında, barbarlığını sürdürüyor. Modern-seküler-liberal “insan hakları” retoriği kesinlikle Müslümanları kapsamıyor. Arakanlı Müslümanlara yönelik Budist terörü konusunda Batı dünyasından gerçek bir tepki yükselmiyor. Her zaman olduğu gibi bugün de mağdurları Müslümanlar olduğunda, hiçbir katliam/soykırım modern tarihin kaydına girmiyor. İnsan hakları dili propaganda aracı olan bir dildir. Bütün dünyada Müslümanların propagandadan ibaret bir dil aracılığıyla sistematik bir biçimde aldatıldıklarını hatırlamak gerekir. Zihinsel bağımsızlık, zihinsel cesaret, üretkenlik, özgürlük., derinlik, nitelik, bütünlük, kuşatıcılık ve irade olmaksızın, asıl önemlisi dayanışma bilinci olmaksızın yeni bir tarih başlatmak mümkün olmayacak. Statükoların sınırlarını aşabilmek için kararlılık içerisinde zihinsel bir irade gerekir. Kimi korkularla malul bulunan kişilikler/cemaatler bu korkuları sebebiyle statükolarla bütünleşiyor. Zihinleri pek çok korku ile malul bulunan kişiliklerin/cemaatlerin gücü/ etkisi korkusu kadardır. İslam toplumlarında, milliyetçi akımlar çok derin çelişkiler içerir. Bu akımlar bir yanda emperyalizme karşı bir uyanıştan söz ederken, bir diğer yanda da batılılaşma yönünde girişimler başlatırlar. Ortadoğu’da içerisinde bulunduğumuz dönemde gerçekleşen ayaklanmalarda görülebileceği üzere, Arap-İslam toplumları, İran ve Türkiye de dâhil olmak üzere, özellikle genç kuşaklar Batılı düşüncelere maruz kaldılar, onlar gibi düşünmeye başladılar. Bugün, Batı’ya muhalefet eden unsurlar, bu muhalefetlerini batılı bir retorikle gündeme getiriyor. Ortadoğu’da yaşanan ayaklanmalar düşünceye yansıtılamadı. 19 İktibas Düşünce Yeni bir anlam sistemi oluşturulamadı. Yeni bir siyasal süreci başlatamadı. İran, kendi devrimini kendi kültürü ile gerçekleştirmişti. Bugünkü ayaklanmalar Batı kültürünün, küresel etkileri altında gerçekleşiyor. İran İslam Devrimi küresel sisteme karşı, kapitalist diktatörlüğe karşı ilk büyük ayaklanma özelliğini gösteriyor. G ünümüzde, biz Müslümanlar maalesef, başkaları tarafından dayatılan rencide edici kendilikler yaşıyoruz. Başkaları nasıl olmamızı istiyorsa öyleyiz. İslamî unsurların, cemaatlerin, mezheplerin her birinin kendilerine özgü, bir başka grupla paylaşmadıkları kendi bencil/narsist gündemleri var. Bu durum kabul edilemez. 20 Bugünün biz Müslümanlar açısından en çarpıcı gerçeği ya da derin çelişkisi şudur: içerisinde Müslümanların yaşadığı toplumlar var, ancak Müslümanların oluşturduğu İslamî toplumlar yok. Kendisi olma bilincini yitiren, kimliğinin bilincinde olmayan bireyler ve toplumlar İslamî sorumlulukların hakkını veremiyor. Bu nedenledir ki, düşünme tarzımız, hayat tarzımız İslamî ilkelere göre bir bütünlüğü yansıtmıyor. Düşünme ihtiyacı duymayan, düşünsel merak içerisinde olmayan, sorgulama ihtiyacı duymayan, soru sorma yeteneğine sahip olmayan bireyler ve toplumlar bilincin kötürümleşmesine, çölleşmesine neden olurlar. Müslümanlar olarak halen karşı karşıya bulunduğumuz utanç verici, aldatıcı, yüz kızartıcı etnik-hizipçi-mezhepçi karşıtlıklar, aşırılıklar ve çatışmalar nedeniyle hiçbir şekilde ve hiçbir zaman evrensel bir iddiada bulunamayız, evrensel çözümlemeler yapamayız, evrensel bir İslamî tasavvur oluşturamayız. Bir insanın, bir hareketin ufkunun ve ilgilerinin herhangi bir etnisiteyle, yerellikle, hiziple, mezheple, tek yorumla, tek akılla sınırlandırılması demek, umutsuz bir taşralılığa mahkûm olması demektir. Taşralılığa mahkûm olan bir zihniyet dün- yasının evrensel çapta etkiler uyandırabilecek bir kültür (medeniyet) inşa etmesi düşünülemez. Karşı karşıya bulunduğumuz taşralılık (köylülük) sebebiyle bugün bir yanda İslam ulusallaştırılırken, bir diğer yanda İslamî hareketler/partiler neoliberal gündemle uzlaşıyor. Neoliberal gündemle uzlaşmak, yalnızca bir ekonomik sistemle uzlaşmak anlamına gelmiyor. Çünkü neoliberalizm aynı zamanda ahlaksız bir hayat tarzı olarak, dünya görüşü olarak sunuluyor. Günümüzde, biz Müslümanlar maalesef, başkaları tarafından dayatılan rencide edici kendilikler yaşıyoruz. Başkaları nasıl olmamızı istiyorsa öyleyiz. İslamî unsurların, cemaatlerin, mezheplerin her birinin kendilerine özgü, bir başka grupla paylaşmadıkları kendi bencil/ narsist gündemleri var. Bu durum kabul edilemez. Bu asla onaylanamaz tablo sebebiyle ortak bir varoluşa, ortak bir bilince ve duyarlılığa sahip değiliz. Çok ucuz iyimserlikler içerisindeyiz. Eleştirel bir iyimserlik içerisinde bulunmayı hiç düşünmüyoruz. Eskimiş ezberleri tüketmeye devam ediyoruz. Zihinsel anlamda büyük bir perişanlık içerisindeyiz. Entelektüel dünyamızda büyük bir ıssızlık ve sükût yaşanıyor. Hayatın her alanında batı dünyasının tarihsel birikimi doğrultusunda yapılan kavramsallaştırmalarla kendimizi ifade etme çalışıyoruz. Devlet hayatı, siyaset hayatı, ekonomik hayat, kültür hayatı bu kavramlar merkezinde şekilleniyor. Bu kavramların izin verdiği ölçüde, bu kavramların müsamahasına Düşünce sığınarak İslamî bir konum kazanmaya çalışıyoruz. Moden-seküler bilinci sorgulamaya cesaret edemiyoruz. Küre’nin küreselleştiği, her şeyin ekonomiye indirgendiği bir dünyada rekabet ve serbest piyasa ekonomisi tek belirleyicidir. Bu durum, bütün değer sistemlerini ve insani dünyaları alt-üst etmektedir. Siyaset her ülkede, küresel finans piyasalarının denetimi altındadır. Bütün demokrasiler büyük bir gösterişten ibarettir. İslam toplumları dehşetengiz gerçekliklerle karşı karşıyadır. İçerisinde yaşadığımız küresel süreçlere bilinçli bir biçimde tanıklık ederek, tarihi gerçeklere uyanmak durumunda bulunuyoruz. İslam dünyası tablosu belirsiz ve karmaşıktır. Düşünce hayatımız, entelektüel hayatımız belirsizlik denizinde yüzmektedir. Bütün bir Ortadoğu’yu içerisine alan istikrarsızlık, kuşatma, belirsizlik, gerilim ve karşıtlıklar emperyalist dünya tarafından kışkırtılmaktadır. Suriye’ye tahmil edilen iç savaş emperyalist gündem ve çıkarlar doğrultusunda sürdürülmektedir. Bu gündem Müslümanlar tarafından gereği gibi tartışılmamış, teşrih edilmemiştir. Her tür mezhep karşıtlığı/gerilimi hangi mezhep adına sürdürülüyor olursa olsun utanç vericidir. Hiçbir tartışma hangi mezhep adına olursa olsun, mezhep merkezli bir yaklaşımla sürdürülmemelidir. Her şeyden önce ve her durumda Müslümanız ve daha sonra gerekiyorsa eğer mezhep yorumlarına başvurabiliriz. Amerika’nın Şii dünya ve hareketlilik karşısında Sünni İktibas bir çizgi/hat gerçekleştirmek üzere yoğun çalışmalar yaptığı hatırlanmalıdır. Sünni dünya bir kez daha Amerikan himayesine açık hale gelmektedir. Suriye’de sürdürülmekte bulunan kirli/ kanlı iç savaşta muhalif unsurların emperyalistler tarafından icat edildiğini, yönlendirildiğini, silah/mühimmat/eğitim ve benzeri gibi yollarla desteklendiğini, Suriye’nin geleceğini Suriye halkının ya da muhaliflerin değil, emperyalist dünyanın biçimlendireceğini söylemek seküler/ milliyetçi Baas tiranlığını desteklemek anlamına gelmez. Hiçbir Müslüman hiçbir gerekçeyle Baasçı olarak suçlanamaz. Suriye’de muhalefet ortak/toplu bir irade ve duyarlılık oluşturmayı başaramamıştır. Muhalefetin yüze yakın parçadan oluştuğu hatırlanmalıdır. Suriye halkı iç savaşla ilgili olarak kendi iradesini yansıtmamıştır. Muhalifler arasında bir ittifak ve uzlaşma olmadığı gibi ortak bir program da yoktur. Suriye’de yaşananlar etrafında hizip çıkarı adına, mezhep çıkarı adına manipülasyon ve aldatmacaya tevessül etmek ahlaksızlıktır. Suriye’de yaşananlarla ilgili olarak muhalif unsurları eleştirmek İran adına konuşmak, İran perspektiflerini paylaşmak olarak yorumlanamaz. İran’a karşı sürdürülen kuşatma dikkate alındığında İran-Suriye ilişkilerini anlamak hiç de zor olmasa gerektir. Medya tarafından üretilen çarpıtmalar, medyatik dramatizasyonlar konusunda her zaman dikkatli olabilmeliyiz. Medya ve iletişim sistemi bütünüyle bayağılaşmış, savaşlar bile seyirlik hale getirilmiştir. Suriye konusunda Türkiye’nin küresel tahakküm sistemiyle birlikte hareket ediyor olması yanlıştır, büyük bir talihsizliktir. Suriye’de akan kanlar S uriye’nin geleceğini Suriye halkının ya da muhaliflerin değil, emperyalist dünyanın biçimlendireceğini söylemek seküler/ milliyetçi Baas tiranlığını desteklemek anlamına gelmez. Hiçbir Müslüman hiçbir gerekçeyle Baasçı olarak suçlanamaz. Suriye’de muhalefet ortak/toplu bir irade ve duyarlılık oluşturmayı başaramamıştır. Muhalefetin yüze yakın parçadan oluştuğu hatırlanmalıdır. Suriye halkı iç savaşla ilgili olarak kendi iradesini yansıtmamıştır. 21 İktibas S iyasal ahlak ve ilke noktasından bakıldığında bugünün dünyası sıfır noktasında bulunuyor. Günümüzde militarist/ faşist her askeri girişim “demokrasinin yayılması” retoriği altında gerçekleştiriliyor Geçmişte sömürgecilik “uygarlaştırma misyonu” klişesi altında sürdürülüyordu, bugün de “demokratikleştirme misyonu” klişesi altında sürdürülüyor. ve büyüyen acılardan, Suriye’de kentlerin/tarihsel/kültürel varlıkların tahribatından Türkiye de sorumludur. Türkiye’nin, biz Suriye halkının yanındayız yönündeki dış politika tercihi ikna edici olmaktan çok uzaktır. Eleştirel olmayan heyecanlar, duygusallıklar hepimizi çok ciddi bir biçimde yanıltıyor. Dünya olayları etrafında kuşatıcı bir siyasal farkındalığa, sorgulayıcı bir duruşa, eleştirel bir tavra ihtiyacımız olduğunu hatırlamalıyız. Siyasal ahlak ve ilke noktasından bakıldığında bugünün dünyası sıfır noktasında bulunuyor. Günümüzde militarist/faşist her askeri girişim “demokrasinin yayılması” retoriği altında gerçekleştiriliyor. Geçmişte sömürgecilik “uygarlaştırma misyonu” klişesi altında sürdürülüyordu, bugün de “demokratikleştirme 22 Düşünce misyonu” klişesi altında sürdürülüyor. Modern uygarlık barbarlık biçiminde, hayâsızlık ve sapkınlık biçiminde temsil ediliyor. Sömürgecilik tarihi sömürdüğü, halen sömürmeye devam ettiği toplumlarda etnik-mezhepsel-kültürel farklılıklar oluşturmuş ve bunları kurumsallaştırmıştır. Bu yüzden, bugün toplumlarımız ithal yasalar, ithal zihniyet ve yaklaşımlar aracılığıyla yönetiliyor. Müslümanlar olarak bizler, toplumsal ve siyasal anlamda özgün ve özgür bir model oluşturmayı başaramıyoruz. Bu nedenledir ki, tarihin bu çok kanlı döneminde siyasal ve toplumsal bir kazanımdan söz edemiyoruz. Bugünü biçimlendirecek İslamî bir dil’e, bilince, bilgi ve birikime sahip olmadığımızı itiraf edebilmeliyiz. İslamî düşüncelerimizi İslamî pratiklerle buluşturamıyoruz. Avrupa paradigmalarıyla düşündüğümüz için kendimiz olmayı başaramıyoruz. Aziz İslam’ı ve İslamcı mücadeleyi, hasım ve rakip ideolojiler, Siyonistler ve Evangelistler nasıl tanımlıyorsa, bizler de öyle tanımlamaya çalışıyoruz. Sağcı/solcu/nurcu/ muhafazakâr aydınlar zihinsel sömürge durumunu sürdürdükleri, düşünsel komadan çıkamadıkları için, İslamcı düşünceyi/ davayı/kavgayı emperyalistler gibi ve onların yaklaşımlarıyla değerlendiriyor. Bizimle aynı hakikat algısına sahip olmayanların yorumlarını paylaşmak kadar büyük bir zillet olamaz. Bağımsız İslamî yorumlar, bağımsız İslamcılık yorumları bilinç yoğunlukları ister, cesaret yoğunlukları ister, siyasal cesaret ister. Koşullar doğrultusunda tercihler yaptığımız yol, yöntem, tarz belirlediğimiz için hiçbir şekilde sahici olamıyoruz. Koşullara göre vaziyet alanlar sa- hicilikten uzaklaşıyor. Koşullara göre vaziyet alanlar İslam’ı kendi çıkarları doğrultusunda, kendi konumlarına uygun bir biçimde, keyfi bir biçimde tanımlıyor. Düşünce hayatımız, kültür hayatımız zihinsel soykırıma maruz bırakıldığı için, İslamî özgürlük talebinde bulunamıyoruz. Aziz İslam’ın dünyaya/hayata/tarihe/ topluma-siyasete yönelik içeriğini inkâr ederek “din işi gönül işi” tarzında basit, ucuz, bayağı, kolaycı tekerlemelere başvuruyoruz. Zihinleri sömürgeleştirilenler, İslam’ı bütün boyutlarıyla bütün iddialarıyla sahiplenmeye cesaret edemeyenler, kişisel dindarlığa sığınıyor ya da İslam’ı yerel bir folklöre/kültüre/geleneğe indirgeyerek temsil etmeye çalışıyor. İçerisinde bulunduğumuz zihinsel perişanlık, hizipçilik, mezhepçilik, hizip-mezhep holiganlığı, cesaretsizlik, teslimiyetçilik sebebiyle, bugün Türkiye örneğinde de görülebileceği üzere toplumumuz muhafazakâr-seküler-liberal bir dönüşüm yaşıyor. Bu nedenle de toplumlarımız köklü bir değişim arzusu ve iradesine sahip bulunmuyor. Aydınlarımız başka bir dünyanın, İslamî bir dünyanın mümkün olabileceğine inanmıyor. Gerçek bir devrim, her alanda kökten, kuşatıcı, derinlikli bir değişimle mümkün olabilir. Gerçek bir devrim bütün bir varoluşumuzu yenileyerek, yeniden inşa ederek gerçekleştirilebilir. Düşünce HAKİKATE KARŞI DURANLAR MURAT KİRİŞCİ T üm bağlardan ve zihinsel tıkanıklıklardan kurtulup bilime ve akla bağlanarak geçmişle bağlarını kopartan bir dönemin keskin pozitivist dilinden vazgeçen yeni dönem yeni bir kopuşla kendini tanımlamakta, kutsalsızlığı, sabitsizliği, hakikatsizliği ve hakikatin bilgisine ulaşılamayacağı inancını bir erdem gibi sunmaktadır. İktibas Günümüz neoliberal anlayışının en önemli açılımı “özgürlük” telakkisi içinde her fikrin, her isteğin, her beklentinin açık bir şekilde ifadelendirilmesi ve her ifadelendirmenin neoliberal düşünceye zarar vermediği sürece hayat içerisinde yer bulabilmesidir. Bu anlayışa göre, her yol mubah her fikir kendi çapında saygın, bununla beraber hakikat algısı değişken ve görelidir; yani zaman ve mekâna ve hatta her bireyin kendi durumuna göre değişebilir. Modern dönemin anlayışının tersine bugünün neoliberal fikrine göre din bile değerlidir, ancak bu görece dünyanın şemsiyesi altında kültürel bir kod olmak, şemsiyenin herhangi bir dalı kalmak kaydıyla. Bu anlayış, kapitalizm ile görelilik bileşkesinde varoluşunu tanımlamakta ve epistemolojisini bu bileşkeye göre belirlemektedir. Göreliliğin tanımı içindeki bu epistemolojik altyapı insanların yaşadıkları hayatın, mekânların ve zamanın bilgiyi ürettiği, bunların dışında ek bir bilgi kaynağı gerekmediğini ortaya koyar. Böylece din de dâhil olmak üzere hiçbir yapı hakikati dış bir kaynaktan alamaz, sadece yaşanan gerçeklik hakikati belirler ve bu durumun dışına çıkmak abestir. O halde hakikat geçici bir süreçtir, daimi olma imkânı yoktur. Dolayısıyla bilgi de geçicilik ifade eder, tarihsel bir niteliğe kavuşur, sabit bir noktası ve değeri kalmamıştır. Bu yeni düşünceye göre, hakikatin subjektifliği insanı, hayatı, toplumu belirler, fakat geleceğe ait hiçbir şey söylemez; geleceği insanın kendisinin belirleyeceğini ve bu belirlemenin önceye dair olmayacağını ifade eder. Kendini hakikatin varlığından soyutlayan ve böyle bir telakki üretmeyi yanlış gören neoliberal düşünce, insanları “özgürleştirici” bir misyon yüklendiğini iddia ederek gizli bir hakikat algısını topluma benimsetmektedir. Tek bir doğrunun olamayacağı görelilik ilkesiyle hayatı belirlerken demokratik düşüncenin tek doğru olduğu ve insanlığın tek hakikati olacağını zoraki zihinlere sokar, insanları etkiler ve onların gönüllü bir demokrasi havarisi olmasını sağlar. Önceki dönemde tek bir hakikatin var olduğu görüşünün yerine ikame olunan bu hakikatsizlik anlayışı bir kısır döngü gibi kendi ortaya koyduğu hakikati hayatın rolü olarak ifade eder. Ortaya çıkan bu çelişki ise gözü boyanmış, düşünceleri çalınmış, zihinleri bulandırılmış insanlar tarafından anlaşılamaz, aksine demokrasinin biricikliği, getirdiği “özgürlük” anlayışı ile ne kadar mükemmel olduğuna inanmaktan kendilerini alamazlar. Tüm bağlardan ve zihinsel tıkanıklıklardan kurtulup bilime ve akla bağlanarak geçmişle bağlarını kopartan bir dönemin keskin pozitivist dilinden vazgeçen yeni dönem yeni bir kopuşla kendini tanımlamakta, 23 İktibas Düşünce kutsalsızlığı, sabitsizliği, hakikatsizliği ve hakikatin bilgisine ulaşılamayacağı inancını bir erdem gibi sunmaktadır. Tıpkı bir önceki dönemde olduğu gibi bu dönem de insanı yeni bir maceraya sürüklerken fıtrata atıf yapmayı es geçer, varoluşun hikmetini düşünmenin gereksizliğine inanır ve inandırır. Böylece yeni bir sapkınlık türü oluşturur; bu, köklü bir şekilde kopuş ve dönüşümdür, bir önceki dönemin kodlarından çok daha muğlak ama çok daha münafıkça bir bakışla. Bu dönemin en vahim etkilerinin başında Müslümanların, dünyevi bir mantıkla ahlaki ve insani değerleri yok ederek inşa edilen “özgürlük” tanımlamalarının içinde dine, dindarlığa ve dindarlara nefes aldıracak bir alan araması gelmektedir. Neoliberal hayatın bir başka yönü insanla, hayatla ilgili gizli olan her şeyi ortaya dökecek bir açıklığa sahip olmasıdır. Bu işlevsel yönüyle mahrem olan her şeyi bozar, detaylarına kadar her şeyi görsel bir malzeme haline getirir ve her konunun toplumsal eleştiriye tabi kılınmasını sağlar. Nitekim akıl her şeyin merkezidir, bugünün yaşanmasını sağlayan ana motor görevi görür ve her şeyi eleştirmeye hak sahibidir. Böylece toplum, “özgürleşir” ve dönüşür, kalıplarından kurtulur, tartışılmaz olanı tartışır, değişmezleri ortadan kaldırır, mahalle baskılarına savaş açar, sürekli değişir, gelişir, kutsalları aklın gücünün yanında söndürür ve yok eder ve görünmemesi gereken her şeyi görünür kılar, alenileştirir. Sabit bir hakikat olamayacağına inanan bu görüş hayatı göreli hale getirirken hakikate tartışarak, eleştirerek yaklaşır ve böylece tanrılaşarak varoluşa, bilgiye, tarihe ve toplumsal yapıya kendisi karar verir. Siyasi alanı da “özgürleştiren” bu düşünce, insanlar için en iyiye ulaşmış günü tanımlar (tarihin sonu gelmiştir artık) ve demokrasiden başka bir tercihin imkânını olamayacağını ifade eder. İnsanlar “özgürce” demokrasiyi seçerler, sanki başka bir seçenek varmış gibi. Bu seçim sonrasında insanlar kendisiyle çelişen bir şekilde “özgürce” bireyciliklerinin sınırsızlığını elde etmiş ve haz dünyasının içine akmış olurlar ki bu kabul grupların, cemaatlerin, toplumların ve insanların beraberce yaşamalarının, dayanışma kültürünün, ahengin yok olması anlamına gelmektedir. Demokratik süreç bireyleri güçlendirip yalnızlaştırdığı için toplumun yok oluşuna karşı bireylerin yapay bir şekilde diyalogunu kurmaya ve hayat içerisinde uyum ve hoşgörüyle yaşamalarını sağlayacak düzenlemelere gidiyor ki bu da kendi “özgürlük” tanımıyla kesin bir şekilde çelişiyor. Bu haliyle onur kırıcı, izzeti yok edici bir şekilde bireyselleştirdiği insanların iradelerine ipotek koyuyor, onları hiçe sayıyor. Görelilikle beraber dönemin kapitalist sunumuna tabi olan insan tüketimi bir ibadet haline getirmekte ve bu ibadetin hakikatin gerçeği olduğuna hükmetmektedir. İnsanın bu tabiiyetin arka planında tüketimi ortaya çıkaran üretici sanayinin de kutsanması 'D÷ÕVWDQdHWLQND\D=DPDQ$÷XVWRV 24 Düşünce gelmektedir. Bu kutsamanın görünmeyen kitabı ve toplumsal uzlaşısı ise “ilerleme”dir. Toplumun devinimi, sürekli gelişimi, ilerlemesi şarttır, çünkü durmak ve büyük işler yapmaktan uzak kalmak hayatı gelişim ilkesinden uzaklaştıracaktır. Toplumun bu hareketi yani “durmadan yola devam etmesi” ilerleme mitinin en orijinal halidir. Yoğun bir ilerleme miti üzerine kurulan düşünceyle hayatı bir egemenlik nesnesi şeklinde gören insan bu durumun doğal sonucu olarak kendisini de nesne konumuna düşürmekte, manevi bir çürümeyle doğal ve insani olanı bozmakta, insani yeteneklerin ve algıların da çürümesini beraberinde getirmektedir. Üretilen hayat, problemi tanımlarken problemin insan için ürettiği bataklığın üzerini örterek insani bakışın acizleşmesini sağlamaktadır. İlerleme algısının insanı körelten, hantallaştırıcı ve düşünceyi donuklaştıran bir başka yönü de uzmanlaşmadır ki bu yapı sistemi bütünsel bir bakışla inceleyemez, analiz edemez ve yorumlayamaz, yani temel bütünlüğü ortadan kaldırarak düşünsel bir yoksunluk yaşatır. Buna rağmen ironik bir biçimde uzmanlaşma kendini tanımlarken biricik, benzersiz, ilerlemeci, rasyonel ve akıl yoluyla kendini yeniden üretebilen, yenileyebilen ve sorun olduğunda onarabilen olarak tanımlar. İktibas Bütün bu tanımlamalara, hayata akseden ve hayatı insanlığa zehir eden tarza rağmen dünya üzerinde uzun yıllardır hakikate saldıran, bozmaya çalışan ve karşı duranların tüm sözleri tükendi ve bitti. Hakikat kendi yatağında akarken akıntının önüne kurdukları barikatlar yıkıldı, hakikati yok saydılar, olmadı. Aydınlanmadan günümüze kadar daraltılan ufuklar, aralara koyulan sınırlar, karartılan ruhlar insanlığı puslu, kirli ve ahlaksız bir yöne doğru akıttı. Bu noktada Müslüman zihni tahrip eden bu ve benzeri her tür kavramın izafileştiriciliğine karşın dikkatli, uyanık bir şekilde duyarlılık ve hassasiyetle durmak, kavramların ardında yatan tarihi perspektifi, felsefeyi, bu felsefenin insan, varlık ve bilginin kaynağını tanımlamasını iyi anlamak dönüştürücü etkiyi azaltacak ve kısa bir süre sonra yok etmeye imkân sağlayacaktır. Toplumsal gerçekliğin her şeyin belirleyicisi olduğu ve her tür sapkınlığı toplumun kabulleri dolayısıyla onaylayıp meşrulaştırdığı düzen içerisinde dinin bir toplumsal proje biçiminde değerlendirildiği ya da bir sosyal teoriyle açıklandığı bir dönemde, hakikatin sıkıştırıldığı epistemolojik alandan çıkartılması ve vahyin özgün duruşunun ortaya koyulması nebevi bir duruştur ve bu duruş hayatın batıla adanmasının önündeki en önemli engeldir. mkirisci@hotmail.com Y oğun bir ilerleme miti üzerine kurulan düşünceyle hayatı bir egemenlik nesnesi şeklinde gören insan bu durumun doğal sonucu olarak kendisini de nesne konumuna düşürmekte, manevi bir çürümeyle doğal ve insani olanı bozmakta, insani yeteneklerin ve algıların da çürümesini beraberinde getirmektedir. 25 İktibas DAĞLARIN BİLE KABUL ETMEDİĞİ SORUMLULUĞU SİZ KABUL ETTİNİZ BUNUN FARKINDA MISINIZ? OSMAN COŞKUN K ul olmanız hasebiyle sınırsız bir özgürlük sahibi değilsinizdir. Çünkü yaratılmışsınız o halde sizi yaratana karşı mutlaka sorumlusunuzdur. Bu sorumluluk duygusu insanoğlunun hem bu dünyada hem de ahirette mutlu ve şerefli bir hayat yaşamasının da teminatı olacaktır. 26 Düşünce Sorumluluk: Kişinin kendi davranışlarını veya kendi yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesidir. (Türk Dil Kurumu) Yaratılmışlar içerisinde insanoğluna ait bir özellik olan sorumluluk aynı zamanda kul olmanın da bir gereğidir. Yaratılmışlığı ve kulluğu kabul ediyor iseniz mutlaka sorumlusunuz demektir. Aksi davranmak sizi bu sorumluktan kurtarmaz. Kul olmanız hasebiyle sınırsız bir özgürlük sahibi değilsinizdir. Çünkü yaratılmışsınız o halde sizi yaratana karşı mutlaka sorumlusunuzdur. Bu sorumluluk duygusu insanoğlunun hem bu dünyada hem de ahirette mutlu ve şerefli bir hayat yaşamasının da teminatı olacaktır. Özellikle insanoğlu kendisine verilip başka hiçbir canlıya verilmeyen akıl nimeti dolayısıyla hem bu dünyada hem de ahirette sorguya çekilip hesap verecektir. Bu konuyla ilgili olarak yüce rabbimiz bakın ne buyuruyor: “Sonra o gün nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.’’ (Tekasür -8) Sorumlu tutulmasının da sebebi sahip olduğu aklı sayesinde kendi dışındaki yaratılmışların bir kısmına ya tamamına hakim olmuş ya da kısmen hakimiyeti altına almış olmasıdır. Böyle bir özelliğe sahip olmanın da elbette artıları ve eksileri olacaktır. Akıl nimetinin insanoğluna yüklediği sorumlulukların başında kendisine o aklı veren kendisini hiç yoktan var eden rabbine karşı sorumluluklarını yerine getirmesi olacaktır. Bizler insanoğlu olarak rabbimizin bize vermiş olduğu bütün nimetlerin orijinalini aslında bozduk, fıt- ratıyla oynadık, diğer bir ifade ile yaratılmışların genleri ile oynadık aklımız hariç onu ya az kullandık ya da bizim adımıza başkalarının kullanımına sunduk dolayısıyla onun orijinalini bozmadan bu dünyadan göçüp gidiyoruz ne acı değil mi? Şimdi sorumlu olduğumuz otoriteler nelerdir? Kısaca onlar üzerinde durmaya çalışalım. 1)Âlemlerin rabbi olan Allah’a karşı sorumluluklarımız gelmektedir. Peki, nedir bu sorumluluklar? Bunun cevabı da kısa ve öz, lafı uzatmaya hiç gerek yok: Sadece Allah’ı rab olarak bilip ona gereği gibi iman edecek, onun dışındaki ilahlık iddiasında bulunan bütün sahte ilahları reddedecek. Bu görevi yerine getirmeden hiçbir sorumluluktan kurtulamaz. Diğer bütün sorumluklardan kurtulmasının olmazsa olmaz şartı budur. Çünkü o bilecek ki otoritesine teslim olunacak tek güç âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Sahip olduğu maddi ve manevi her türlü nimetin vericisi Allah’tır. Bu nimetler ne kendinde olan özel bir yetenekten ne de birilerin yüzü suyu hürmetine verilmemiştir. Böyle bilip böyle inanacaktır. Yaptığı bütün işleri sadece Allah için yapacak, dini de sadece Allah’a has kılarak dünyadaki hayatını devam ettirecek. İzzet ve şerefi sadece Allah, O’nun resulü ve Müminlerin yanında arayacak. Kâfir ve müşriklerin yanında izzet ve şeref aramayacaktır. Hayatının tamamını Allah’a adayacak ve Allah için yaşayacak. Bununla ilgili olarak yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “De ki: Şüphesiz benim namazım da Düşünce diğer ibadetlerim de, yaşamım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla emrolundum. Ben Müslümanların ilkiyim.’’ (Enam-162-163) Bu ayetleri duyan herkesin durup düşünüp sorumluluğunu idrak etmesi gerekmez mi? Bu ilahi emirler ile müminlerin kalplerinin titreme zamanı hala gelmedi mi? Her gün kıldıkları beş vakit namazın her rekâtında okudukları “sadece sana kulluk eder, sadece senden yardım isteriz’’ dedikleri halde kendileri gibi sonradan yaratılmışlardan nasıl yardım isteyip onları yüce ve bir olan Allah’a eşler koşarlar? Bu halleri mi onları dünya ve ahiret saadetine eriştirecek bu amelleri ile mi cennete girecekler. Heyhat ne kadar da uzak. İslam’ı ölü merasimleri dinine çevirip ve sadece ‘kıl beşi kurtar başı’ mantığı ile insanlara lanse eden bu günümüz dünya Müslümanları sorumluluktan kurtulup hesabı basit vereceklerine gerçekten inanıyorlar mı? İslam’ın sadece ibadet boyutunu öne çıkararak bireysel dindarlığı önemseyen iyi ve ahlaklı, sadece önüne bakan, kendisini kimin veya kimlerin idare ettiğine bakmayan, idarecisi zalimler bile olsa “Birlik ve beraberlik çok önemlidir. Allah bugünümüzü aratmasın” diyerek seküler ve Allah düşmanı olan sistemlere, kıldıkları beş vakit namazlarında dua eden ve adı Müslümana çıkmış bu topluluklar sorumluluktan kurtulup hesabı basit vereceklerine gerçekten inanıyor iseler bu onların sadece zanlarına tabi olmaları demektir ki: zan İktibas ise hakikatten hiçbir şey ifade etmez. 2-Bugün Müslümanların sorumlu oldukları ikinci merci ise Allah’ın gönderdiği ve kıyamet günü de hesaba çekeceği Kur’an’ı Kerim’dir. Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz ve bizi böyle bir yazı yazmaya sevk eden olay aslında Kur’an’ın şu ayetleri olmuştur: “Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirseydik, elbette onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşır -21) Allah birçok konuyu biz insanların anlaması açısından benzetme yoluyla anlatmıştır ve bunların da misalleri Kur’an’da çoktur. Bizim konumuz bu olmadığından oraya girmeyeceğiz. Evet, Allah yukarıya mealini verdiğimiz ayetle ne anlatmak istiyor bunun üzerinde kısaca duralım: Bu konu ile ilgili Rahmetli Seyyid Kutup Fizilal-il Kur’an isimli eserinde şöyle bir tespitte bulunarak konunun daha iyi anlaşılması noktasında yardımcı olmuştur: “Haşr suresinin ilgili ayeti bu gerçeği ortaya koyan bir tablodur. Gerçekten bu Kur’an’ın öyle bir ağırlığı öyle bir gücü ve etkisi vardır ki onu gerçek anlamıyla algılayan, anlayan hiç bir varlık yerinde duramaz, ona dayanamaz. Hz. Ömer “Andolsun Tur’a yayılmış derilere yazılmış Kitaba, onarılan eve, yükseltilen tavana, dalan denize andolsun ki, Rabbinin azabı kesin gelecektir. Onu savacak kimse de yoktur’’ ayetlerini okuyan bir adamın sesini işittiğinde öyle sarsılmış, öyle irkilmişti ki bir duvara da- A llah bu günümüzü aratmasın diyerek seküler ve Allah düşmanı olan sistemlere, kıldıkları beş vakit namazlarında dua eden ve adı Müslümana çıkmış bu topluluklar sorumluluktan kurtulup hesabı basit vereceklerine gerçekten inanıyor iseler bu onların sadece zanlarına tabi olmaları demektir ki: zan ise hakikatten hiçbir şey ifade etmez. 27 İktibas Ö nce kendi nefsimize sonra da en yakın akrabadan başlayarak yaşayanlara okumamız gereken bu kitabı hep başkalarına okuduk. Hatta hızımızı alamayarak onu bir mezarlık ve ölü kitabı haline getirdik. Hayatı yönetip yönlendirmesi gereken bu kitabı dokunulmaz bir totem haline getirdik sürekli. 28 Düşünce yanmış, sonra da zar zor kendini evine atmıştı. Meydana çıkan rahatsızlığından dolayı bir ay boyunca evine ziyaretçi gidip gelmemiştir. İnsanın vicdanının açık olduğu bir zaman diliminde Kur’an gerçeğinden bir şeyle karşılaşması, onu ciddi biçimde sarsar ve içini ürpertir. Orada değişimler ve dönüşümler meydana getirir. Tıpkı mıknatıs ve elektriğin maddeler dünyasında cisimleri etkilediği gibi. Hatta daha da fazla… (Adı geçen eser cilt 9, sayfa 605, Dünya yayıncılık). Kur’an’ın insana yüklemesi gereken sorumluluk bu iken acaba bu ayete göre biz işin neresindeyiz? Hz. Ömer misali Kur’an’ı duyunca sarsılıp hasta mı oluyoruz? Yoksa egomuzu mu tatmin ediyoruz? Sahabeyi sahabe yapıp gökteki yıldızlar misali ile açıklayan Allah Resulü herhalde onların bu hallerine şahit oluyordu. Peki, bugün bizler ne yaptık? Bizler bize sorumluluk yükleyen o kitabı sorumlu tutar hale geldik. Nasıl mı? ‘Biz onu anlayamayız, Kur’an’ı anlamak nere biz nere’... Önce kendi nefsimize sonra da en yakın akrabadan başlayarak yaşayanlara okumamız gereken bu kitabı hep başkalarına okuduk. Hatta hızımızı alamayarak onu bir mezarlık ve ölü kitabı haline getirdik. Hayatı yönetip yönlendirmesi gereken bu kitabı dokunulmaz bir totem maline getirdik sürekli. Kur’an’ı anlamak isteyenler ile onlar arasına engeller koyduk. Mesela Allah namaz için abdest almayı şart koşarken biz Kur’an abdest alınmadan okunmaz, Kur’an’ı anladığı dilden okuyanlara Kur’an okumuş olmazsın diye onların Kur’an’la tanışıp buluşmalarına mani olduk. Okumamız, anlamamız ve yaşamamız gereken Kur’an olması gerekirken maalesef ondan önce bir takım kitapların okunması gerektiğini empoze ettik. Allah’ın ‘sizleri sorumlu tutacağım’ dediği kitaba hiç çalışmadık. Bu olumsuz örnekleri daha da çoğaltmak mümkün iken bu kadarıyla yetinip “Ne yaparız da Kur’an’a karşı sorumluluğumuzu yerine getiririz?” sorusunun cevabını vermeye çalışalım. Öncelikle Kur’an’ın Allah tarafından gönderildiğine kesin olarak iman etmeliyiz. Onda hiçbir beşerin sözünün olmadığını, tamamının Allah sözü olduğunu kesin olarak kabul etmeliyiz. O’nun kolay ve anlaşılır (Kamer- 17), içerisinde hiçbir çelişkinin olmadığını (Nisa -82) hükümlerinin mutlaka yaşanılan hayata uygulanması gerektiği (Nur- 1), ölülerin değil dirilerin kitabı olduğunu (Yasin–70), onu mutlaka anladığımız dilden düşünerek anlayarak okumamız gerektiğini (Yusuf-2), helalin ve haramın belirlendiği (Nahl116), kendisinde şüphenin olmadığı (Bakara-2) bir kitap gözü ile bakıp yaklaştığımız zaman Kur’an’a karşı sorumluluktan bir nebze olsun kurtulur ve hesabı kolay verenlerden oluruz inşallah. Allah’ın Resullerine karşı sorumluluklarımız nelerdir konusunu bundan sonraki bir yazı konusunda işlemek üzere hepinizi Allah’a emanet ediyorum. Selam ve Dua ile. osmancoskun-66@hotmail.com Düşünce BUNLARI YAZMAK, BUNLARI SÖYLEMEK ZORUNDA MIYDIN? MUSTAFA ATAV İktibas Dezenformasyona tabi tutulduğu yani türlü manipülasyonlarla çarpıtılıp kirletildiği artık herkesçe bilinen enformasyon ağından dolayı sağlıklı olarak değerlendirme ihtimalimizin zor olduğu bir konuyu; yani ister domino etkisi deyin, ister kelebek etkisi deyin ama son tahlilde isim babası Batı Dünyası olan ve Arap Baharı denilen Ortadoğu’daki gelişmeleri yorumlamak adına klavyenin tuşlarına basmanın öyle kolay olmadığını baştan söyleyelim. Hem de ya Baasçı ya NATO’cu diye suçlanmak ya da İrancı diye mezhebi anlamda kategorize edilmek ve bütün bunların hâsılası olarak neredeyse zalimden yana addedilip tekfir edilmek riski söz konusuyken. Ki görüntülere, yazılanlara ve bu istikamette yapılan hararetli tartışmalara bakılırsa taraflar açısından ayniyle vaki bu dediklerim… Ş u ana kadar yaşanan süreç, binlerce insanın katledilmesi, yer ve yurtlarından sürgün edilmeleri, baskı ve işkenceye tabi tutulmaları hasebiyle tam bir zulmün karşılığıdır ki hiçbir Müslümanın bu durumu yok sayması, vicdan ve merhametten yoksun bir şekilde ele alması asla ve asla düşünülemez. Peki, gerçekten “Arap Baharı” mı? Başkalarını bilmem, ismi bile ırkçılığı, kavmiyetçiliği yani ötekini yani sömürge merkezlerini ve dahası Batının hegemonyasını, genelde doğu, özelde Müslümanların yaşadığı coğrafyalar üzerindeki kirli hesaplarını, kaosu çağrıştırıyor bende. Herhalde bu tür endişelerden dolayıdır, oralarda gelişen halk ayaklanmalarına Müslümanlar tarafından “intifada” hareketi adı konulması da tesadüf olmasa gerek. Şu ana kadar yaşanan süreç, binlerce insanın katledilmesi, yer ve yurtlarından sürgün edilmeleri, baskı ve işkenceye tabi tutulmaları hasebiyle tam bir zulmün karşılığıdır ki hiçbir Müslüma- nın bu durumu yok sayması, vicdan ve merhametten yoksun bir şekilde ele alması asla ve asla düşünülemez. Bu saatten sonra da oralarda bahar havası mı mukim kıldırılacak yoksa zemheriye mi teslim edilecek yaşayan görecek. Ama her ne kadar komploculuğa, edilgenliğe, teslimiyetçiliğe yorulsa da ve bu bağlamda “Ne yani Müslümanlar bu kadar aciz mi?” diye tepki içeren soruyla karşılık verilse de küresel sermayenin yani hegemonyanın kazanacağı şimdilik muhakkak gibi. Kastettiğim şekil, palyatif değişiklikler değil, bunun altını çizelim. Şimdi birileri bana bir tek örnek gösterebilir mi, küresel hegemonya temsilcilerinin el attığı yerlerde, vazgeçtik vahyi ilkelerle şekillenmiş bir yönetimden (Bunu yerleşik halkın ve periferideki İslami hareketlerin sürece dahil olma iddiasından mülhem söylüyorum), seküler anlamda bile arzu edilen huzur vaki olmuş mudur? Yıllardır gözümüzün önünde cereyan etmiyor mu olaylar? Güya diktatörleri devirip, Demokrasi vaadi ile gittikleri yerlerde insanları toplu katliamlara maruz bırakan, oralarda daha çok ayrılığı tetikleyici işler yapan; kalkıp gittiklerinde de harap edilmiş bir coğrafya; değerleriyle, nesepleriyle oynanmış insanlar bırakan hangi devletlerdir? O diktatörleri yıllar evvelinden oralarda kimler ikame etti, demokrasi yeni mi keşfedildi de malum rejimlerden birden rahatsız olundu? Mesela Irak! Gün geçmiyor ki gazetelerin satır aralarında(!) 29 İktibas B ir başka gariplik de daha düne kadar tüm yazıp çizmelerinde ve tüm söylemlerinde Batı tandanslı her şeye mesafeli bakanların; oraya ait devlet, kurum ve kuruluşları Haçlı ordusu, zulmün ve sömürünün kaynağı olarak görenlerin, bugün o kuruluşlardan medet umar hale gelmeleridir. Düşünce orayla ilgili ölüm haberleri gelmesin. Hala kıyımlar, hala zulüm söz konusu ve böyle giderse daha da sürecek; ama rivayet odur ki IMF orada Ortadoğu merkezli para akışını koordine edecek MB’sını çoktan kurmuş bile. Benzer durum yani MB’sı inşası Libya için de dile getiriliyor. Petrol şirketleri şimdi daha emin ellerde ve para akışı yönünde hiç bir sıkıntı yaşanmıyormuş! Yıkılan, harap edilen coğrafyanın (Bir başka baharda yıkmak üzre!) yeniden inşası için uluslararası çalışan şirketlerin sıraya girdiği bir vakıadır. Birçoğu da Türkiye’de vazife alanlar. Küresel sermayenin yani ekonomik gücü elinde tutanların arzusu istikametinde paranın güvenle seyr-i seferi herhalde bu olsa gerektir. Malum yerlerde yaşamadık, elan da yaşamıyoruz lakin bu dediklerimiz, bilirkişilerin yazdıklarının, haber kanalları vasıtasıyla uzman stratejist ve analistlerden(!), dahası ekonomistlerden dinlediklerimizin bize göre hülasası. Demem o ki nerede küresel aktörler var, nerede NATO müdahil, nerede ABD ve diğerleri rol kesiyor, işte orada kaos, işte orada katliam, işte orada değerlerin, İslami hassasiyetlerin tüketimi ve tabii ki küresel sermayenin zafer çığlıkları var. Bir başka gariplik de daha düne kadar tüm yazıp çizmelerinde ve tüm söylemlerinde Batı tandanslı her şeye mesafeli bakanların; oraya ait devlet, kurum ve kuruluşları Haçlı ordusu, zulmün ve sömürünün kaynağı olarak görenlerin, bugün o kuruluşlardan medet umar hale gelmeleridir. Hem de demokrasi, laiklik, liberalizm gibi kavramların derin- 30 liklerindeki felsefeyi görmezden gelip güya ıslah ederek! Yine sorayım, Tunus’ta, Libya ve Mısır’da İslami hareketlerin idealleri bağlamında maksat hâsıl olmuş mudur? Yoksa Batıyla barışık, uzlaşmacı, laik, demokratik, liberal ve dahası kapitalist algı ve yönetim biçimleri mi hüküm ferma kılınmaya mı çalışılmaktadır? Veya öncelik esasına göre nasıl bir sistematik yapı, nasıl bir toplumsallaşma istenmesi noktasına henüz gelinmemiş midir? Doğrudur, diktatörler hizaya çekilmiş, M. Kaddafi linç edilmiş, H. Mübarek zelil bir şekilde son demlerini yaşamaya bırakılmıştır. Lakin yine kaos yine niza vardır. NATO, BM gibi ve bilhassa AKP kadrosunca da geçmişte Batı kulübü kabul edilenlerin aktörleri yine işin başındadırlar. En iyileri de ABD ve NATO’ya yani küresel sömürü odaklarına İslam Şeriatıyla yönetilen bir devlet modeli öngörmedikleri konusunda, laik, demokratik bir yönetim oluşturma bağlamında teminat vermekle meşguller. Ki onların kullandığı veya tesis etmeyi arzu ettikleri demokrasinin, bizim bildiğimiz demokrasiden farklı olduğunun söylendiğini herhalde birçoğumuz ya duymuştur ya da bir yerlerden okumuştur! Mazur görülsün, medyayı birlikte takip ediyoruz; Mısır, orada seçim olması hasebiyle bir müddet gündeme dahil edildi ama ne Tunus ne de Libya eskiden olduğu gibi artık anılmıyorlar. Çok çok daha öncesinden Cezayir’i hatırlayanımız var mı? Irak’tan dem vurmuştum, Düşünce Afganistan ne âlemde? Filistin zafere mi ulaştı, İsrail hüsrana mı uğradı? Bütün bu çatışmalar da İsrail’in fonksiyonu ne, bilen veya olabildiğince gerçeklikle dile getiren var mı? S. Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn krallıklarla, diktatörlüklerle, emirliklerle yönetilmiyorlar mı, demokrasi onlar için gerekmiyor mu? Zulmün bir başka türevleri hüküm sürmüyor mu zikrettiğimiz yerlerde? O coğrafyalarda bu budur diyebileceğimiz bir İslami, bir siyasi yapılaşma söz konusu mudur; yoksa böyle bir beklentinin gereği mi yoktur? Suriye, son durakmış gibi ele alınmaya çalışılıyor ama bölünmeye dair gelen son haber ve yorumlardan mülhem, sürecin başka gelişmelere gebe olduğu tez ve iddiaları da gündemde. Bazılarına göre sonrasında İran ve Türkiye de benzer sürece dahil edilecek. Küresel hegemonya açısından, önce parçalamak yani toplumları ırkçılık, ulusçuluk, mezhepçilik gibi aidiyet nevinden unsurlar üzerinden ayrıştırmak, sonra da kolayca yutmak genel taktik değil midir zaten? Şimdi de bir Güney Asya ülkesi olan Myanmar’ın bir bölgesi yani Arakan! Kaçımız biliyordu dünyanın bir tarafında bu isimle anılan bir bölge olduğunu ve orada Müslümanların yaşadığını? Hatta çoktandır insanlara zulmün reva görüldüğünü? Yazık! Haberlere göre (Maalesef sadece haber değeri var!) insanlar, Müslümanlar orada da yakılıyor, orada da yerlerinden ve yurtlarından ediliyorlar. Açlık ve yoksulluk diz boyu, tecavüz ve soykırım bir fiil işletiliyor; hem İktibas de güya insanı merkeze alan, hiçbir heves ve ihtirası öncelemeyen, dünya zevklerine tamah edilmemesini öngören yani Nirvana’yı hedefleyen Budistler tarafından! Hadi görelim! Mevcut iktidar şu zulmün kısaltılmış hali olan NATO’yu, oradaki ve sair yerlerdeki zulmü engellemesi için de müdahil kılsın! Kaldı ki Arakan ve sair yerlerdeki yaşanan zulümler haberlerden de anlaşılacağı üzre yeni de değil, çoktandır bilinen bir durummuş ama Dünyanın dikkati asıl bal ve kaymağın olduğu yerlerde! Elbette ki Arakan’a yani oradaki mazlum insanlara da yardım edilecektir ve medya bir müddet onu da gündemde tutacaktır ama sonrasında yine başka gündemleri servis edip hafızaları yanıltma peşine düşecektir, tabiatı bunu ona dayatmaktadır çünkü. Bu küçük hatırlatmaların akabinde, daha çok İran merkezli dile getirilen, elan yaşanan olaylara, zulme haklı olarak karşı çıkan halklardan, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde istikamet verildiği iddiasının da yabana atılmaması gerektiğini söylersek umarım garip kaçmaz. D aha çok İran merkezli dile getirilen, elan yaşanan olaylara, zulme haklı olarak karşı çıkan halklardan, Müslümanlardan bağımsız bir şekilde istikamet verildiği iddiasının da yabana atılmaması gerektiğini söylersek umarım garip kaçmaz. Bu şu demek değildir elbette: Zulme ses çıkarılmasın, Müslümanlar olarak gelişmeler karşısında tepkisiz kalınsın ve hiç mücadele edilmesin! Geçmişe, ders alma kabilinden tekraren vurgu yaparsak ABD, NATO ve BM’nin doğrudan müdahale ettiği Irak, Afganistan, Cezayir gibi bölgelerde hiç de istenilenin olmadığı ayan beyan ortadadır. 31 İktibas İ ran ve devrimi, şimdilerde Ulusalcı ve mezhepçi olarak değerlendirilen siyasal atraksiyonları nedeniyle ve Suriye’ye destek çıktığı iddiaları sebebiyle olabildiğince itibarsızlaştı, itibarsızlaştırıldı. Bu arada itibarsızlaştırılmaya çalışılan sadece İran yönetimi ve devrimi değil, bilelim; denildiği gibi ulusalcı ve mezhebi kaygılar ön plana çıksa da İslam’ın, Müslümanların bizatihi kendisidir. Düşünce Bütün bu gelişmelere, devlet ve toplum olarak küresel anlamda kuşatma altına alınmaya çalışıldığından ve kuşatmak isteyenler tarafından bölünüp parçalanma riskiyle karşı karşıya kaldığından bahisle yaklaşan İran açısından yaşanan olaylar, yukarıda da dediğim gibi sadece ve sadece halklar nezdinde zulme karşı gelmek olarak değerlendirilmemektedir. Yani İran’a göre daha çok küresel aktörlerin, istihbarat teşkilatlarının, lobilerin ve yerli işbirlikçilerin işidir; bu sebepledir ki Müslüman halklar ve örgütler bir dizi oyuna getirilmektedirler. Bu tuzaklar, hile ve desiseler karşısında İran da kendini korumaya almaktadır ki söylemleri zaten bu yöndedir. Bu yaklaşımı bir başka anlamda teyid eder mahiyette not olarak zikredelim: Bir üstadın dediğine göre de “1979’da vuku bulan İslam Devrimi nedeniyle Batı yani Hıristiyan dünyası ve Yahudi locaları İran’dan intikam almaya çalışmaktadırlar”. Herhalde bu iddia da hafife alınacak cinsten filan değildir. Dikkat edilirse, İslam inkılabını gerçekleştirmesi hasebiyle neredeyse bir fenomen haline gelen İran ve devrimi, şimdilerde Ulusalcı ve mezhepçi olarak değerlendirilen siyasal atraksiyonları nedeniyle ve Suriye’ye destek çıktığı iddiaları sebebiyle olabildiğince itibarsızlaştı, itibarsızlaştırıldı. Bu arada itibarsızlaştırılmaya çalışılan sadece İran yönetimi ve devrimi değil, bilelim; denildiği gibi ulusalcı ve mezhebi kaygılar ön plana çıksa da İslam’ın, Müslümanların bizatihi kendisidir. Bu yorumlardan hareketle söylersek, olayları kendi ka- 32 bullerimizin dışında, bir de sair yerlerden nasıl görünüyor noktasında ele almakta pekâlâ fayda mülahaza edilebilir diye düşünüyorum. Örneğin, Ortadoğu bahanesiyle medyadaki tartışmalarda işlenen konular nelerdir? Müslümanların edilgenliği, demokrasiyi içselleştirememeleri, Batı değerlerine(!) bağnazca karşı gelmeleri, kendi aralarında bir türlü vahdet sağlayamamaları vs. değil midir? Bu tartışmalar bağlamında demokrasi ve laiklik Ortadoğu için önerilen yegâne sistemler olarak ele alınmamışlar mıdır? Hem Cumhurbaşkanı hem Başbakan hem de Dışişleri Bakanı Ortadoğu gezilerinde bu minvalde telkin ve tavsiyelerde bulunmamışlar mıdır? Nitekim son gelişmelere istinaden yapılan söyleşilerde yine benzer şeyler dile getirilmemiş midir? Peki, Türkiye’nin yani şimdiki iktidarın Ortadoğu’da yaşanan bu gerilimdeki yeri ne? Dışişlerine bakılırsa Türkiye Ortadoğu’nun hamisi yani sigortası ve her ne denildiyse onlar bir bir gerçekleşti. Mesela Tunus, mesela Libya, mesela Mısır TC’nin ve bilhassa NATO’nun tavsiyeleri istikametinde vaziyet aldıklarından kazandılar! Suriye rejimi de bu kabulden hareketle biteviye uyarılıyor. Türkiye bütün bunları söylerken tabii ki arkasında NATO ve BM, yanında da ABD var. Bu bağlamda üzülerek söyleyelim ki AKP, adeta küresel hegemonyanın sözcüsü gibidir. Küresel gücü desteğine alan bir iktidar, bu cesaretle dün aile dostu ve kanka ama şimdi muhalif olarak gördüğü Suriye rejimine neler söylemez ki? Düşünce Esed yani Suriye rejimi zalim, el hak doğru ama oraları adeta bir mikser gibi türlü oyunlarla karıştırdığı söylenen küresel güçlerin asıl aktörlerine de bir söz söyleseler, bir sitemde bulunsalar ya! Bütün dünyayı istila altına almaya ve sömürmeye çalışan bu güçlerden başkası mı? Nitekim onlarca irili ufaklı devlet ve topluluklar onların egemenliği altında yaşam sürdürmüyorlar mı? Ve daha dün bunları kitap ve makalelerinde, işin de hakkını vererek bir bir işleyen Dışişleri Bakanından başkası mıydı? İktidar veya Başbakan tarafından ABD’ye, Obama’ya zalim denildiğine hiç şahit olundu mu? Aksine bir zamanlar aynen Esed için sarf ettiği gibi kardeşim, kankam diyen Başbakandan başkası mıydı? Keza Libya’da ne işleri var dedikleri NATO’yu, BM’i sonrasında baskılanarak, terbiye edilerek çaresizce vazife almaya çağıranlar kimlerdir? Hakeza çağırdıklarına, dün arş-ı alayı sarsarcasına Haçlı ordusu diye hitap edenler bunlar değil miydi? Oysaki Ortadoğu’daki diktatörler uzaydan gelmediler, nevzuhur değildiler, yıllardır toplumların başında insanlara zulümle iştigal ediyorlardı. Yani Müslümanlara işkence yapmaları, toplu katliama maruz bırakmaları (örneğin Hama gibi) yeni bir durum değildi. Hal böyleyken Suriye rejimi yine yıllardır yakın komşu, kadim dost, kardeş görülüyor, bu zeminden hareketle siyasi ve ekonomik anlaşmalar yapılıyor, ticari ilişkiler bu sayede zenginleştiriliyordu. İktibas Madem öyle şu soruyu sorma hakkı doğmaz mı bize? O zamanlar değil de küresel güçlerin vazgeçmesine istinaden mi Suriye birden Türkiye’nin de hasmı oluverdi? Eğer böyleyse, bu Türkiye siyasetinin dışarıdan güdülenmesinin, iktidardakilerin de bir piyon gibi kullanılması anlamına gelmez mi? Yine İran, düne kadar dost, müttefik bir ülkeydi, orada Müslüman kardeşlerimiz yaşıyordu. ABD’nin kuklası olan Şah’a karşı geliştirilen kıyamdan yani İslam inkılâbından her zaman sitayişle bahsediliyordu. Şimdi sormak gerek: İç politikaları gereği kendisini korumak amaçlı Suriye’ye destek verdiğinden mi, yoksa ABD istediği için mi İran’la muhalif duruma düşüldü? Türkiye, Suriye’deki karmaşaya karşılık kendi iç disiplinini muhafaza etmek, sınırlarını korumak için politika üretmiyor mu? Hal böyleyken İran’ın da kendi iç dünyası, kendi insanı, siyaseti ve geleceği için aynı endişeyi taşıma hakkı yoktur diyebilir miyiz? Daha bir dünya soru sorulabilir yani işin içinde küresel güç merkezli hinoğlu hinlikler aranabilir elbette; lakin böylesi soru ve mülahazalara, taşın altına elini sokmaktan imtina edenlerin, inancı istikametinde risk faktörünü göze alamayanların yani fildişi kulelerden ahkâm kesenlerin, yani hayattan kopuk yaşayıp mücadeleden kaçanların, insanların katliamlarına seyirci kalanların insaf ve merhametten uzak yorumları olarak bakıldığı da bir realitedir. S uriye rejimi yine yıllardır yakın komşu, kadim dost, kardeş görülüyor, bu zeminden hareketle siyasi ve ekonomik anlaşmalar yapılıyor, ticari ilişkiler bu sayede zenginleştiriliyordu. Madem öyle şu soruyu sorma hakkı doğmaz mı bize? O zamanlar değil de küresel güçlerin vazgeçmesine istinaden mi Suriye birden Türkiye’nin de hasmı oluverdi? 33 İktibas Düşünce Ne yazık ki bu böyledir ve bizim engelleyebileceğimiz bir şey de değildir. Bize göre ortada küresel güç ve sermayenin yeniden yapılanması diye bir şey var. Başta da dile getirdiğimiz gibi bu istikamette rol kesmeye talip olan ve artık ama küresel ama yerel anlamda gücü yadsınamaz olan medyanın, türlü manipülasyonlarla ve görsel efektlerle de zenginleştirdiği haberler doğrultusunda ileri sürülen bir dolu iddialar var. Ve bu iddiaları da insanlar kaçınılmaz olarak kendi durdukları zaviyeden değerlendirmektedirler ki ne kadar isabetli tespitlerde bulunulduğunu da zaman gösterecektir veya yaşayan görecektir. Buradan cesaretle söyleyeyim ki hiç kimse zaaflardan malul değildir, bu sebeple bir takım hassasiyetlere dikkat çekmek durumundayım: Herkesin malumu olduğu üzre, Ortadoğu olaylarını yorumlama konusunda Müslümanlar arasında farklılıklar ortaya çıkmış ve bu farklılıklardan dolayı da sapık- lık, zalimlik, merhametsizlik, Baasçılık, mezhepçilik gibi insanların birbirlerine yönelik ithamları havalarda uçuşturulmuştur. Oysa bir Müslüman, bu gibi ithamlardan dolayı Allah’a sığınmalıdır. Ve zaten bu Müslümanlığımızın olmazsa olmazıdır. Kabul edelim ki Müslümanların birbirlerine durmaları, yıllardır inancımızın, siyasi basiretimizin gereği olarak eleştirdiğimiz gayr-i İslami dünya görüşü sahiplerini yani emperyalizmin taraftarlarını ve yerli işbirlikçilerini memnun etmekten başka hiçbir şeye yaramayacaktır. Buna fırsat vermemek de yine İslami ve dahi siyasi bilincin gereğidir. Sonuç olarak: Ortadoğu’da ve dünyanın diğer bölgelerinde zulüm olduğu bir realitedir. Bu zulmü gerçekleştirenler de bazılarınca sloganik ve komploculuk olarak görülse de ABD’dir, NATO’dur, BM’dir yani küresel güçler, küresel sermaye ve nihayetinde yerli işbirlikçilerdir. Bu durum zaten çoktandır tescil edilmiştir, aksini iddia etmenin +DVOHW6R\|]0LOOL\HW$÷XVWRV 34 de bana göre hiç bir anlamı yoktur. Buna mukabil elbette ki insanlar, en azından Ortadoğu’da olduğu gibi zulme karşı bir direnç gösterme, bir karşı mücadele geliştirmek zorundadırlar. Nitekim malum yerlerde direnç gösterenlerin bir tarafı da Müslümanlardır. Üzerinde tartışılan ve haliyle arzu edilen de odur ki gösterilen bunca çabanın, ödenen bunca bedelin akabinde inşa edilecek sistem, toplumsal yapı vahyi ilkelerle şekillensin. Küresel tehditler karşısında erteleyici ve uzlaşmacı girişimlerin yarın tekrar benzer zulümlere gebe olmadığını ve bu minval üzre inşa edilmiş yapıların böylelikle yıkılmayacağını kim garanti edebilir? Son tahlilde söylenebilecek şey şudur: Müslümanların, Suriye dahil Ortadoğu ülkelerine özellikle tavsiye edilen ve gayr-i vahyi bir arka planı, felsefesi ve yaptırımı olan demokrasi, laiklik, liberalizm gibi profan algılarla bezenmiş ideoloji ve yönetim biçimleri konusunda ihtiyatlı davranmaları İslam’ın ve Hz. Muhammed örnekliğinin bize göre bir gereğidir. Bu zulüm ortamı içerisinde, bu kuşatma ve baskılar altında dikkat çekmeye çalıştığımız hususun ikamesi elbette zordur ve belki de dile getirilmesi dahi mümkün değildir ama her ne kadar olayları dışarıdan gözlüyor ve yorumluyor olsak da bizim temennimiz de budur. Hz. Muhammed ve arkadaşlarının, vakt-i zamanında ortaya koyduğu vahyi mücadele örnekliğinden, dediğimizin hilafına veriler ortaya çıkarılıyorsa onu da bilmem. m.atav@hotmail.com Düşünce MÜSLÜMAN OLMAM NEYİ GEREKTİRİR? DİLEK BUZ İktibas Nasıl Müslüman olunacağını hepimiz biliyoruz. En temel haliyle İslam’ın-imanın şartlarını biliriz. Bu şartları kabul ve taahhüt ettiğimizde İslam oluruz. Ancak iman edişimizin-İslam oluşumuzun yaşadığımız çağda bize ne gibi sorumluluklar yüklediğinin, bu sorumlulukları hangi yöntemle hayata geçireceğimizin konuşulması gerekiyor. Konumuzu bir başlıkta toplayacak olursak bu başlık sanırım şu olurdu: “Müslüman olmam neyi gerektirir” Bu başlık aynı zamanda, 2009 yılında vefat eden yazar-düşünür Fethi Yeken’in bir kitabının ismidir. Bu başlıktaki eserinden birçok Müslüman faydalanmıştır. Kendisine Allah’tan rahmet dilerim. Bu konuyu dört ana başlıkta ve alt başlıklarda inceleyeceğiz. 1/Doğru bilginin kaynağı B u başlık aynı zamanda, 2009 yılında vefat eden yazar-düşünür Fethi Yeken’in bir kitabının ismidir. Bu başlıktaki eserinden birçok Müslüman faydalanmıştır. Kendisine Allah’tan rahmet dilerim. Tarih boyunca insanlık âleminin çözemediği bir sorundur doğru bilginin kaynağı. En çok filozoflar durmuştur bu konunun üzerinde. Cevap olarak kimisi akıl (rasyonalizm) demiştir, kimisi bilim-deney (ampirizm) demiştir, kimisi insan, kimisi, toplum, kimisi devlet demiştir. Doğru cevabın bulunamadığını hatta olamayacağını iddia edenler de olmuştur. Filozofların düşünceleri-tartışmaları bir yana, doğru bilginin kaynağına, ilahi dinler doğrudan Allah’ın sözü (vahy) olarak bakmışlardır. Allah’ın sözlerine vahiy diyoruz. Tarih boyunca kabul görmüş tüm ilahi dinlerde vahiyler, doğru bilginin kaynağının yegâne sahibi kendileri olduklarını ifade etmişlerdir. Ancak zamanla bu dinlerin müntesipleri farklı kaynaklardan da istifade etmeye başlamışlardır. Önceleri elçiye ait söz ve davranışları vahyin yanına koymuşlar. Sonra da seçkin sınıf olan din adamları ve siyasi otoritelerin tercihleri ağır basmaya başlamıştır vahyin yanında. Dolayısıyla doğru bilginin kaynağı kabul edilen vahiy ayetlerinin yargılarına eklemeler, çoğaltmalar, kısaltmalar, budamalar yapılmış ve böylece asıl olan bozulmuştur. Yaratan bu gerçeği sonraki vahiylerinde, muhataplarına hatırlatarak yeniden vahiyler göndermiştir. Bu durum son Peygamberle birlikte nihayete ermiş, son kutsal kitap olan Kur’an-ı Kerim’le son bulmuştur. Bu Kitabın doğru bilginin kaynağı olduğu ve kendisinden öte inanılacak söz olmadığı (Casiye-6), korunup bozulamayacağı (Hicr-9) haber verilmiştir. Hepimiz de iman ederiz ki bu kitap Allah’tandır ve doğru bilginin kaynağıdır. Metin olarak korunmuş ve tahrifattan uzak kalmıştır. Ancak yanına eklemeler ve çıkarmalar yapılarak özün saptırılması İslam toplumları için de gerçeklik ifade eder. Bugün mevcut uygulamalarda kabul gören dinde kaynaklar Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olarak dört başlık altında incelenmektedir. Maalesef dinde kaynağın tek olduğu, Kur’an dışındakilerin birer yöntem olduğu gerçeği gözden kaçmıştır. Geleneksel sıralamada da olsa ilk sırada görülen Kur’an gerçek hayattaki uygulamalarda sadece yardımcı kaynak, dayandırma noktası, mevcut fikrin destekçisi durumuna düşürülmüştür. İddialar, söz ve fiiller, hadis ve muhtelif söylemler, icmaî karar- 35 İktibas lar, muhtelif duyumlar ve tarihi bilgilerin destekçisi olmanın ötesinde hayatın içinde yer edinememiştir. Çoğu zaman âlim, şeyh, imam, halife olarak isimlendirilen kişilerin gölgesinde bırakılmıştır. İslami mezhepler, cemaatler, düşünce ekolleri ve hareket erbapları kaynak olarak Kur’an’ı görmedikleri ve o söz etrafında birleşmedikleri (Âl-i İmran-64) sürece asla sıratı müstakim üzere olmayacaklardır. Fert bazında da aranılan bilgi için tüm ön kabuller, hazır edinilmiş bilgiler, muhtelif söylentiler ve genel kabul görmüş yargıların tahakkümünden kurtularak Allah’ın sözüne kulak verilmelidir. Onun sözlerinden daha güzeli olamaz. (Nisa-122) Konumuzu teşkil eden sorumuza dönecek olursak, ilk madde olarak diyebiliriz ki, Müslüman olmam kaynak olarak Kur’an’ı kabul etmemi gerektirir. 2/Doğru bilginin işlenmesi, anlaşılması, pratiğe dönüşmesi bağlamında durum tespiti ve çözümlemelerim Doğru bilginin kaynağı olarak vahyin kabul edilmesinden sonra, Kur’an’ın istediği şekilde onu okumak gerekir. Bıkmadan, ömür boyu, usul usul, geceleri okuyarak, gereği gibi düşünerek, anlamaya çalışarak, anlayabildiklerimizi amele dönüştürerek, sabırla ve şüphe etmeden okumalıyız. Bu okumalar, İslam’ın ilk nesli gibi bizi yeniden inşa etmeye başlayacaktır. Ancak burada çeşitli sorunlarla karşılaşacağız. Hangi bilgi olursa olsun bir seviyeden başlar ve kademe kademe yükselmeye çalışır. Vahiyle muhatap olmaya başlayan bir kimse, düşüncesine 36 Düşünce İ içinde kendi konumumuzu tespit etmeliyiz. Bu şunun için önemlidir. İslam dini, bir felsefi akım ya da sofistike bir ruh eğitim programı değildir. Onu tasavvuf ya da ruhbanlıkla asla karıştırmamalıyız. Din en kısa tanımıyla yaşam biçimidir ve İslam dini kişinin iç dünyasından başlayarak tüm dünyayı aslına döndürmeye kararlı bir yaşamı Müslümanlara vazife olarak yükler. (Bakara-193) Bütün bir yaşamı içine alan (En’am-162), kapsamlı bir yürüyüş olan İslam dinini bilinçli tercih etmiş her Müslüman hareket noktasında ciddi bir durum tespiti yapmalıdır. Hem maddi hem de manevi gücünün sınırlarını bilmeli, sorumluluklardan kaçmadan ama gücünün üzerinde de yük almadan harekete başlamalıdır. Vahyin anlam ve pratiğine ulaşmış bir Müslüman için durum tespiti ve çözümlemeler önem arz etmeye başlar. Bununla ilgili şunları söyleyebiliriz. Duha suresi 7. ayette Rabbimiz, Peygamber’e hitaben “Rabbin seni sapmış bulup da doğru yola iletmedi mi?” diye sorar. Burada Peygamber’in aşağılanması ya da suçlanması söz konusu değildir elbette. Bir durum tespiti vardır. Vahye ulaşmamış hiç kimse doğru yol üzere değildir ve sapmış sayılır. Bizler bu bağlamda, okuduğumuz ayetlerde kendimizi bulmalıyız ve hem hayatın içinde hem de Kur’an’ın Buraya kadar söylediklerimizi somutlaştırarak daha anlaşılır kılmaya çalışalım. Kur’an tedricen ve ihtiyaca göre inmiş bir kitaptır. Bunun için ayetin hükmü, şartları oluştuğunda kişiyi sorumlu tutar. Vakti gelmeden öğle namazını eda edemezsiniz. Akitlerini bozmadıkları sürece anlaşma halinde bir kavme savaş açamazsınız. Açlıkla yüz yüze gelmeden domuz eti yeme ruhsatını kullanamazsınız. Zalim olmadıkları sürece kâfir bir topluluğa savaş açamazsınız. Öğretilenlerin dışında ibadet usulleri icat edemezsiniz. Mümin bir topluluk iseniz istişaresiz hareket edemezsiniz. Bireysel çıkarları ümmetin menfaatlerinin önünde tutamazsınız. Eşlerinizi ve çocuklarınızı başıboş bırakamazsınız. Nemelazımcılık ve vurdumduymazlık yapamazsınız. Kısacası eğitim durumumuz, maddi yeterliliğimiz, mesleki konumumuz, kişisel yeteneklerimiz ve her temel olarak, sahip olduğu eski inancını ve yaşantısını alacak olursa, sorunları çok daha fazla olacaktır. Vahyin bin yılı aşan mesajına tarihsel ya da modernist gözle bakmaksızın, sanki hemen şimdi, tam olarak da bize iniyormuş gibi okuyacak olursak anlaşılması daha kolay olacaktır. Böylece manaya sokuşturulan birçok safsata ve anlam karmaşasından arınmış ve vahye en saf haliyle ulaşmış oluruz. Anlamı açıklanmış olan bilginin pratiğe dönüşmesi de bizim gayretimize bakar. slami mezhepler, cemaatler, düşünce ekolleri ve hareket erbapları kaynak olarak Kur’an’ı görmedikleri ve o söz etrafında birleşmedikleri (Âl-i İmran-64) sürece asla sıratı müstakim üzere olmayacaklardır. Düşünce türlü kazanımlarımız, Kur’an ölçeğinde tespit edilerek, yaşadığımız dünyaya siyasi ve içtimai şahitliğimizi en güzel şekilde icra etmeliyiz. Yine bu bağlamda yaşadığımız toplumu analiz ederek onlarla Kur’an’ın öngördüğü şekilde bir ortak yaşam kurmalı ya da açık bir şekilde ayrışmalıyız. Kısacası Müslüman olmam kendimi ve toplumu tanımayı gerektirir. 3/İnandığım değerlerin aile hayatımda, meslek hayatımda ve sosyal hayatımda yaşanması a-Şahitlik Şahitlik, görmek, bilmek, tanık olmak, ispatlamak, ortaya çıkarmak, düşünsel ve eylemsel yaşayarak göstermek gibi manalara gelir. İslam dinine göre şahitlik, Allah’ın kullarına vazettiği yaşam şeklinin, kulları üzerinde hayat bulması ve bunu çevresindeki tüm insanların, kurumların, otoritelerin bilmesidir. Böylece Allah’ın şu emri yerine gelmiş olur: “Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun.” (Bakara-143). Peygamber efendimizin şahitliği nasıl yürüyen Kur’an olarak tanımlanmışsa bizler de yürüyen Kur’an’lar olmalıyız. Bu bizim şahitlik-kulluk görevimizdir. Bu cümleden de şu sonuç çıkar: Her birimiz sınav mülakatında gibi sürekli izleniyoruz, dinleniyoruz. Her bir eylemimiz, düşüncemiz, tavrımız, birlikte yaşadığımız toplum için canlı tanıklık demektir. Dolayısıyla keyfi ve ferdi davranışlarımızı bir tarafa koyarak birer elçi gibi davranmalıyız. Neticede hepimiz birer elçiyiz. Öyleyse Müslüman olmam şahitlik yapmamı gerektirir. İktibas b-Sosyolojik, kültürel, psikolojik, ekonomik kriterleri dikkate almak İnsanlar müthiş bir yaşam zenginliği ile yaratılmışlardır. Duyguları, düşünceleri, zevkleri, tercihleri insanları tarih içerisinde çeşitli kılmıştır. Yaşadıkları coğrafyaların, geçim kaynaklarının, doğa olaylarının etkisiyle insanlar arasında farklı kültürler, yaklaşımlar, hassasiyetler oluşmuştur. Bu durum bir olayı-bilgiyi farklı anlamaya, farklı oranlarda tepki göstermeye, kabullenmeye ya da reddetmeye sebep teşkil edebilir. Hatta aynı kültürün veya benzer yaşam koşullarına ait insanların bile düşünsel ve hissel yapılarının farklılığı, ciddi oranda etki-tepki farklılığına neden olabilir. Bu nedenle Müslüman bir kimse, şahitliğini matematiksel bir formül gibi düşünmez ve yaşamaz, insanlardan da bunu beklemez. Bu bilgi birçok sorunu çözüme kavuşturur. Aile içi ilişkilerimizde, meslek hayatımızda karşılaştığımız binlerce insanla olan ilişkimizde, sokakta çarşıda pazarda, zenginde fakirde, eğitimli ile eğitimsizde, boş gezenle yoğun çalışanda, mizacı sert olanla mülayim olanda, soru sormayanla şüphecide, şahitliğimizin eşit oranda ve aynı şekilde karşılık bulacağını beklememeliyiz. Bizler de imkânlarımız doğrultusunda yaşadığımız toplumun gerçekliğini göz önünde bulundurarak üslup ve tavır geliştirmeli, vahyin anlatımında itici, ters ve uyumsuz duruma düşmemeliyiz. Aksi halde en yakınımızda olan eşlerimize ve çocuklarımıza bile sözlerimizi işittiremeyiz. Müslüman olmam hikmetli, ferasetli, doğru ve güzel sözlü olmamı gerektirir. İ slam dinine göre şahitlik, Allah’ın kullarına vazettiği yaşam şeklinin, kulları üzerinde hayat bulması ve bunu çevresindeki tüm insanların, kurumların, otoritelerin bilmesidir. Böylece Allah’ın şu emri yerine gelmiş olur: “Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için orta bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun.” (Bakara-143) 37 İktibas D inin asıl talebi, her durumda dürüst-doğru yol üzere olmak (Hud-112) ve şahitliğin gereğini yapmaktır. Ancak bu üstün çabanın (cihad) neticesi somut bir başarı ise bunu da asla gözden kaçırmamalıyız. Çünkü Rabbimiz yeryüzünden fitnenin kaldırılması ve dinin Allah’a has kılınması için tüm gücümüzle çalışmamızı emrederek gayet somut bir görev yüklemiştir bizlere. c-Kâr-zarar, başarı-sonuç yaklaşımları Kapitalist ve dünyevi yaklaşımlar başarıyı her zaman somut sonuçlar olarak görmüşlerdir. Onlara göre eğer somut bir kazanç ortaya çıkmışsa ancak o zaman başarılı sayılabilirsiniz. Çünkü ertelenmiş olan (ahiret) ve somut görülemeyen bir kâr, kâr değildir onlara göre. Bu durum, onların ahiret inancı taşımadıklarından ileri gelir. Kur’an’da da Rabbimiz Peygamberimizi “Sana düşen ancak uyarmaktır, onları hidayete erdirecek olan sen değilsin” diye uyarmıştır. (Naziat-45; Bakara-272) Demek ki asıl olan sorumlulukların yerine getirilmesidir. İşte bu durum (sorumlulukların yerine getirilmesi) başarı sayılır ve netice olarak Allah’ın rızası ve cennet kazanılır. 38 Düşünce Burada bir noktaya dikkat etmek lazım. Dinin asıl talebi, her durumda dürüst-doğru yol üzere olmak (Hud-112) ve şahitliğin gereğini yapmaktır. Ancak bu üstün çabanın (cihad) neticesi somut bir başarı ise bunu da asla gözden kaçırmamalıyız. Çünkü Rabbimiz yeryüzünden fitnenin kaldırılması ve dinin Allah’a has kılınması için tüm gücümüzle çalışmamızı emrederek gayet somut bir görev yüklemiştir bizlere. Ancak bunun için de gerekli bir yöntem-metot (tevhid) tayin etmiştir. Somut sonuç, ancak bu ilkelerle meşruiyet kazanır ve o durumda başarı kabul edilebilir olur. Müslüman olmam, meşru yollardan başarılı olmamı gerektirir. 4/İnancın siyasi boyutunu yaşamak Tarih boyunca tağuti güçler, yeryüzünde otorite kurmaya çalışmışlardır ve iktidarlarını halka dikte etmişlerdir. Bazı durumlarda vahyi ayetler ve doğadaki ayetler karşısında çaresiz kalmışlar ve yaratıcı olarak Allah’ı kabul etmişlerdir. Ancak yönetici ve hüküm koyucu olarak (ilah) Allah’ı kabul etmemişlerdir. Zira bu durum onların haksız iktidarlarının sonu olacaktı. Bu durumu saptırmak için insanlığın ilk dönemlerinden bu yana siyasi erkle imani erki ayırt etmişlerdir ve bunu halka çeşitli yöntemlerle (tasavvuf-yanlış hadis-yanlış icma-kıyas) anlatmışlardır. Bugün laiklik dediğimiz kavramla, dinle devlet-dünya işlerinin ayrılığı iddia ediliyor, din sadece bireysel ibadetlere ve birtakım ruhani inanışlara hapsetmeye çalışılıyor. Bu saçmalık bizzat dinin tanımı ile çelişir. Zira din en kısa ve öz tanımıyla yaşam biçimidir. İslam dininin yegâne kaynağı Kur’an-ı Kerim yani Allah’ın aramızdaki sözleri bize, bireysel ve toplumsal ahlak kurallarını, hukuk kurallarını, otoritenin egemenlik sınırlarını bildirmiştir. Bu sınırların ihlali durumunda ne tür yaptırımlar-cezalar uygulanacağını bildirmiştir. Yasama yürütme ve yargı siyasi erke işaret eder ki İslam bu üç kurumu ve işletilmesini kendisinin dışında kabul etmez. Bu sınırları aşanları tağut olmakla, şirk koşmakla tanımlar ve affedilemez olduklarını bildirir. Her çağ için İslam toplumlarının etrafında toplanacağı bir siyasi bakış vardır ki Müslüman olmam bu siyasi bakışı yakalamamı ve asla şirke düşmememi gerektirir. Bu bakış açısını kazanmamda aşağıdaki birkaç maddelik konuya dikkat etmek gerekir. a-İçinde bulunulan çağı ve kavramlarını bilmek İslam’ın siyasi bakışını ve içinde yaşanılan çağa ne gibi bir sözünün olduğunu anlayabilmek için, çağı ve kavramlarını bilmek, hatta iyi bilmek gerekir. Örneğin, İslam toplumlarının genelinde put denildiğinde hala taş, tahta ve topraktan yapılıp tapınılan şeyler akla gelmektedir. Burada asıl olan put kavramının özelliklerini taşıyan bugünkü yapılar, kurumlar, kişiler nedir, kimdir biliniyor olunmasıdır. Her siyasi otoritenin meşruiyet kazanmaya çalıştığı kavramları vardır. Bu kavramlar toplum nazarında kabul görür ve böylece iktidarı meşru sayılır. Tağuti otoriteyi hükümsüz kılan Allah’ın ayetlerinin doğru anlaşılması ve anlatılabilmesi için söz konusu kavramlar öğrenilmeli, Düşünce irdelenmeli ve asılsızlıkları ortaya çıkarılmalıdır. Müslüman olmam yaşadığım çağı anlamamı-bilmemi zorunlu kılar. Çağımızın kavramlarına örnek verecek olursak şunlar sayılabilir: demokrasi, kapitalizm, sosyalizm, modernizm, postmodernizm, liberalizm, globalizm, sekülerizm, faşizm, epikürizm, hedonizm, laiklik, bireysellik, asrilik, medenilik vs. vs. b-İslam’ın değerlerini tanımak ve kavramlarını bilmek İslam bir siyasi oluşumun adı değildir. İslam bir dindir. Ancak doğası gereği İslam bir yaşam biçimidir ve bu durum ortaya siyasi bir bakış çıkarır. Bu bakış Müslüman’a, nefis terbiyesi ve ruhi gelişim, malla ve bedenle yapılan ibadetler, ahiret inancı ve imanın şartları dışında toplumsal yaşama ve hukuk kurallarını kazandırır. Ekonomik yasalardan miras paylaşımına, evlenme ve boşanmadan ülkeler arası ilişkilere, savaş hukukundan barış zamanlarına, lider seçiminden biat şartlarına kadar birçok kavramı içinde barındıran İslam’ın siyasi hedeflerini bilebilmek için temel kavramlarını tanımalıyız. Bu sayede dini doğru şekilde anlayabilir ve anlatabiliriz. Zira bir yaşamıyapıyı-dini en iyi sahip olduğu kavramlar izah edecektir. c-Hikmetle hareket etmek Hikmet, işleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak, bir şeyi yerli yerine koymak, eşyanın hakikatlerini bilmek, akıllıca konuşmak, iddiaların delile dayanması ve görüşlerin isabetli olması, akıl ve ilimle hakka isabet etmek gibi manalara gelir. Bu tanımlar bize gösteriyor ki İktibas her bir Müslümanın hikmete çok ihtiyacı vardır. İlmin ve yeterliliklerin, hikmetle amele dökülmesi, İslam ümmeti için büyük kazanç saylayacaktır. Bu nedenle günlük yaşantımızda ve ileriye dönük planlarımızda, aceleci ve keyfi, tutarsız ve zayıf kararlar yerine istişareler ile sağlamlaştırılmış hikmetle bezenmiş ameller ortaya koymalıyız. Bugün, Müslümanların tağuti düzenlere karşı çeşit çeşit tavırları, dünyadaki savaş ve açlıkla boğuşan Müslüman toplumlara yardım anlayışları, zamanın gereği eğitim ve meslek anlayışı farklılıkları ve yanlış eğitim uygulamaları, cihad ve sabır anlaşmazlıkları, cemaatçi ve tarafgir yaklaşımları onları hikmetten uzaklaştırmıştır ve ortaya güçlü ve iyi bir amel koyamamalarına sebep olmuştur. 5/Sonuç Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak, Müslüman-mümin olmaya aday isek en başta bu dinin kaynağının Kur’an olduğunu bileceğiz. Sonra bu kitabı kendi öğrettiği şekilde bıkmadan tekrar tekrar okuyarak anlamaya ve yaşamaya çalışacağız. Bu durum zamanla bizi kendimize ve toplumumuza daha duyarlı hale getirecek ve hem bireysel kararlarımızı hem de siyasi tarafımızı şekillendirip bizi iyi bir mücahit olmaya sevk edecektir. Bu durumda da ölçüyü kaçırmadan, sağlam bir ilimle hareket ederek, kendimizi, eşimizi, çocuklarımızı, komşu ve akrabalarımızı neticede tüm toplum ve dünyayı kurtarmayafitneden arındırmaya yönelik hikmetle, sabırla çalışmamız gerekecektir. Şahitlik görevimizi ancak bu şekilde yerine getiririz B ugün, Müslümanların tağuti düzenlere karşı çeşit çeşit tavırları, dünyadaki savaş ve açlıkla boğuşan Müslüman toplumlara yardım anlayışları, zamanın gereği eğitim ve meslek anlayışı farklılıkları ve yanlış eğitim uygulamaları, cihad ve sabır anlaşmazlıkları, cemaatçi ve tarafgir yaklaşımları onları hikmetten uzaklaştırmıştır ve ortaya güçlü ve iyi bir amel koyamamalarına sebep olmuştur. ki kurtuluşumuz da buradan geçmektedir. Şunu da belirtmek zorundayım ki burada anlattıklarımızla asla konuyu maddelere hapsetmek, konuyu sınırlandırmak gibi bir gayretimiz ya da cüretimiz olamaz. Bu konuyu en doğru yine Kur’an-ı Kerim cevaplayacaktır. Bizim çalışmamız sadece yorumdur ve inancımın gereği olan küçük bir çabadır. Son olarak, buraya kadar söylediklerim içerisinde ne kadar doğru ve güzel söz var ise Allah’a aittir. Tüm yanlışlar, hatalar, kusurlar bana aittir. Sizi Allah’a emanet ediyorum. bocek58@hotmail.com 39 İktibas EĞİTİMDEN ÖĞÜTÜME MUSTAFA BOZACIOĞLU K ur’an’ın müfredatı doğrultusundaki eğitime tabi olanlar asla cahil olmazlar. Yalnız, ona teslim olmayıp kitaba uymadan, kitabına uydurmaya çalışanlar, amaçları farklı olanlar müstesna! Böyleleri de kaç diploma, ne kadar titr sahibi olurlarsa olsunlar; cahildirler! 40 Düşünce Eğitim önemli! Asla ihmal edilemez, edilmemelidir. Eğitim, öğretimden her zaman bir adım önde gelir, gelmelidir. Eğitmek, asla ‘eğmek’, tesviyeden geçirmek, tek tipleştirmek, hizaya sokmak, kalıba almak olarak düşünülmemelidir. Düşünce ve fikir ameliyesi ile iradenin kullanılması, farkındalık ve bilinçli tercihlerde bulunabilme melekesi; bunun yol ve yöntemleri olarak düşünülmelidir. Eğitemediğiniz insanları öğretemezsiniz! Eğitmek kısaca ‘öğrenmeyi öğret/n/mek’ olarak düşünülmelidir. İşe öğretmekle başlamak, ‘neden ve niçin’ suallerini dikkate almadan ‘nasıl’ ile yetinmek anlamına gelir. Muradı ve maksadı kavramadan, içeriğe dikkat etmeden, şekli bir dönüşüm, malumat yüklemesi ve ezberleme işidir; eğitimi dikkate almadan öğretime odaklanmak… Şartlandırma, şablona sıkıştırma, sorgulamadan, ‘acaba’ diyemeden, dogmatik bir ön ve son kabul manasına gelir aynı zamanda… Kitlesel bir iştir ve de! Değişim değil, dönüşüm/ dönüştürme, kişi veya kuruma kul kılma faaliyetidir, eğitimden soyutlandığı zaman. Eğitim bir terbiye işidir oysa! Adab ile ilgilidir! İradeyi dışlamaz, bilinci köreltmez, körü körüne ve dogmatik bir itaati salık vermez! Hakkı dik tutmak, hakkın dışında bir değer tanımayarak Hakk’ın dışında hiçbir gücün önünde eğilmemek eğitimin en üst ve asli boyutudur, bizim talim terbiye anlayışmızda! Bu üst değer, hayatımızın diğer/ tali davranış, duruş ve düşünüşlerine rengini verir, yönünü ve sınırlarını belirler. Bu ‘mekteplilik ve alaylılık’ formülünden ayrı bir durumdur! Algıları, ilgileri, kişilikleri, tercihleri dumura uğratmaz! M. Önal Mengüşoğlu ağabeyimizin deyimiyle ‘ceplerden çok zihinleri dolduracak bir meslek edindirme işidir’! Asıl yarışı hiç akıldan çıkarmadan, tevhid ve adalet üzere, icabında diplomaları da yırtma cesareti göstererek, salih amel eyleme işidir! ‘Bu kadar cahillik, ancak eğitimle olur!’ sözü esasen, ‘… öğretimle olur!’ şeklinde tashih edilmelidir. Kur’an’ın müfredatı doğrultusundaki eğitime tabi olanlar asla cahil olmazlar. Yalnız, ona teslim olmayıp kitaba uymadan, kitabına uydurmaya çalışanlar, amaçları farklı olanlar müstesna! Böyleleri de kaç diploma, ne kadar titr sahibi olurlarsa olsunlar; cahildirler! Kur’an’ın ‘..kitap yüklü eşekler’ nitelemesi benzeri… Bugün okullar formu, formaliteleri, tek tipleştirici ve yanlış yarışa şartlandırıcı yapısı ile ve de kimseye hayrı dokunmayıp zararı saymakla bitmeyecek, insan ve dünya merkezli çıkış ve bakış açısıyla, bu tarzda yapboza döndürülen sözde müfredatıyla adeta ‘öğütüm’ işlevi görmektedir! Her türlü dayatması ile hiyerarşisi ile, içerikten şekle kadar tek düze yapısı ile, ilahi şiarları dikkate almadanki kul/kulluk sınırlamaları ile, tek dünyalı bakışı ile, cari sistemin çok uzağında ve fakat gölgesinde belirlenmiş kalıplara göre düşündürtme anlayışı ile ve daha bir sürü sayılabilecek nedenden dolayı adeta açık hava hapishanesi fonksiyonu icra etmektedir. Bugün seçmeli rüşveti ile(!) Kur’an’ın anlaşılmayan ve süreci tersine değiştirmesi mümkün olmayan bir tarzda müfredata girecek olması ve Hz. Peygamber’in hayatının da ne şekilde programa katılacağı Düşünce (sireti ve Kur’an endeksli hayatı ile mi, yoksa şekil ve şemaili ile mi?) dahi muamma iken -kaldı ki şu haliyle biraz ondan, biraz bundan tarzı bir eklektik, tavizci ve pazarlıklı yapı asla İslam’ın onaylayacağı, Allah’ın razı olacağı bir yol/yöntem değildir- burada sevinilecek, alkışlanacak bir veri aramak, aymazlıktan başka bir şey değildir! Oysa sadece ‘Din Kültürü ve Ahlak Dersi’nin, bırakınız İslam’ı dinlerden bir din olarak anlatan, Budizmle aynı oranda ele alan içeriğini, adı dahi bizlere yeterli doneler sunmaktadır. ‘Din kültürü…’, yani, entelektüel malumat, her şeyden olduğu gibi, dinin teorisi ile ilgili bir miktar bilgi kırıntısı… ‘Din bilgisi’ değil; dinin renk veren, hayatın içine yönelik sınırlar çizen, emir ve yasaklar getiren, kişiden davranışlarla ilgili görünür mükellefiyetler isteyen boyutları, içeriği, yapısı, dinin pratiğe yönelik yönü hiç değil! Pekiyi, niçin değil? Şimdi değilse ne zaman? Laikliğe mi aykırı, zamanı mı değil? ‘Din ilimleri, fen ilimleri’ ayırımının da makul bir tarafı yok! Zira din ilimlerinin teknik ayrıntıları/ ayrı dalları olsa da ilgi ve müdahale alanına girmeyen bir ilim ayırımından, en azından ilgisel ve içerik anlamında bahsedilemez. Dinin ilgi ve etkisi dışında kalan bir alan bilen varsa beri gelsin! Yine sair ilimlerin içinden ve ilkelerinden dinin etki ve rengini çeker alırsanız geriye, yeryüzünü fesada verecek, ekini/ kültürü/bilgiyi ve nesli kirletecek, nefsin ilahlık iddiasının dışında bir şey kalmaz! ‘Tıp, hendese, astronomi ve din’ ilimlerinin aynı müfredat dâhilinde işlenip aralarının ayrılmadığı zamanların ilmi seviyelerini bir muhakeme edelim bakalım, ne sonuçlar göreceğiz! Bugünlerle İktibas bir mukayesesini yapalım; bakalım ileride miyiz, geride mi? Bu manada, bugün yeterli seviyede ehemmiyet gösterilmeyen ve üzerinde karşılıklı oyunların oynandığı ‘İHL’ gerçekliği de incelenmeye değer! ‘Karma eğitim’ sorunu da halledilmesi gereken önemli ve öncelikli bir problem olarak ortada durmaktadır! Ayrıca, özellikle kız çocuklarının eğitimi/öğretimi meselesi de daha girift bir sorun önümüzdedir. Ereklerin dahi(!) öğütüldüğü bu çarkın içinde, mevcut ve azımsanmayacak yoğunlukta olan mazeretlerimize(!) yenilerini eklemek bahasına, bu eklemlenmenin, önü sonu iyi hesap edilmeyen, dur durağı olmayan, ilke, sınır bırakmayan eklektik gidişatına da mutlaka neşter atılmalıdır. Tabi ameliyat isteyen bu meselelerin palyatif yaklaşımlarla ve pansumanlarla geçiştirilmesi, sorunlarımızı çözmediği gibi daha da kronikleştirmektedir! ‘Okulsuz toplum’ tezi de, üzerine balıklama atlanacak bir alternatif olmasa da bugünkü hal ve gidişi resmeden/tasvir eden bir veri olarak önemle analiz edilmelidir. Keza daha öncelerinde söylenmiş ‘Sivillerin 25 yıl, askeri ve bürokratik unsurların 35 yıl süresince eğitime (öğretime= öğütüme) tabi tutulmaları’ tezi de, bugünü anlama açısından incelenmeye değer! Sadece sistemin ve efendilerinin bekasını önceleyen, diğer unsurları birer kul/köle olarak addeden mevcut yaklaşımlar; ne kişiyi ve kişiliği, ne toplumsal maslahatı, ne veli ve aileyi, ne adaleti ve ne de ahiret telakkisini, ne Allah’ın hâkimiyet, rızk ve mülk ile ilgili tasarrufunu, asıl Rabbin O oluşunu ve mürebbi/ muallim/mübelliğ (terbiye edici/ O kulsuz toplum tezi de, üzerine balıklama atlanacak bir alternatif olmasa da bugünkü hal ve gidişi resmeden/tasvir eden bir veri olarak önemle analiz edilmelidir. Keza daha öncelerinde söylenmiş ‘Sivillerin 25 yıl, askeri ve bürokratik unsurların 35 yıl süresince eğitime (öğretime= öğütüme) tabi tutulmaları’ tezi de, bugünü anlama açısından incelenmeye değer! 41 İktibas eğitimci-öğretici/apaçık anlatıp davet edici) olarak elçilerini görevlendirip, yegâne müfredat/hayat kaynağı/kılavuz/ışık kaynağı Kur’an ile gönderen İlahlığını hesap etmeden umarsızca ve haddini aşarak rablik iddiası göstermekte, büyük bir cürüm/zulüm işlemektedirler! Yine bu aşamada paganca bir tarzda ifadelendirilen; ‘Hüküm koyucunun yaratılmışları iyi tanıması ve ihtiyaçlarını iyi bilmesi, toplumsal/genel yararı düşünmesi ve kendinin bir çıkarının, menfaatini bulunmaması’ biçimindeki üç maddelik tezin sonuçta ‘tanrılar gerek!’ müşrik/ pagan iddiası tek tanrılı, yegane yaratıcı, Rab ve İlah, Hakim ve Malik, Rahman ve Rahim Allah endeksli düşünüldüğünde tashih edilmiş olunabilir! Yoksa bugün tam da bu pagan iddia doğrultusunda; herkesin kendini, kendince hüküm koyucu, asıl yetkili ve söz sahibi, nefsini ve çıkarlarını putlaştırıcı bir tarzda tek (kurum, kurul ve etraflarıyla) patron gördüğü bir hal ve gidişat yaşanmaktadır! Ahalinin/ kitlenin sömürüye müsait oluşu, fırsat sunuşu, celladına âşık gafil hali, tencere kapak ilişkili sürü psikolojisi ve aklını, fikrini işletmemesi önemli bir bahsi diğer olarak önümüzde durmaktadır. Bunlar birbirini etkileyen, tetikleyen, yönlendiren ve nihayet doğuran, karşılıklı/iki yönlü etmenler olarak iyi tahlil edilmelidir. Şu günlerde, öncelerden taşınmış bir yığın sorun çözülememiş ve şartlandırıcı, belirlenmiş zorunlu bir süreçle kişilerin iradesizce sevkinin yapılmaya çalışıldığı yanlış hedefler düzeltilememiş iken, kişilere kişilikleri iade edilmeden, eğitim olgusuna bakış düzeltilmeden, 42 Düşünce zorunlu eğitimin bizatihi kendisi bir yanılsama, yanıltmaca olmasına rağmen, işi sadece matematiksel düzenlemelere, nicel yaklaşımlara indirgemek en hafifinden topu taca atmaktır! Çözüme değil, çözmeye ve sisteme eklemeye odaklanmak; oyalamalarla, günü kurtarmakla yetinmek anlamındadır. Şu an teklif sunacak, çözüm önerecek halimiz yok! ‘Yetkinliğimiz, B ugün üniversiteler, bırakınız evrensel kabulleri, araştırma incelemeyi, toplumun maslahatı için hareket etmeyi, her kesime, her faaliyet alanına ait özgün öneriler sunmayı; toplumun dejenerasyonu, kalıba sokulması, zihinlerin prangaya vurulması, yanlış modellemelerle yanlışa sevk edilmesi biçiminde işlevi söz konusudur! önerimiz, çaremiz, fikrimiz, yok değil, var ve elhamdülillah, çok! Ama ne yeri, ne zamanı ve ne de bunu (yönetenler ve yönetilenler olarak her iki kesimden de) talep eden var! Devenin eğrilikleri ile uğraşmak işimiz değil, pansuman sunacak halimiz de yok! Nitelik, farkındalık ve talep ile ilgili bir durum olan bu halin, ‘bizdeki yanlışların Allah’ın razı olacağı, istedikleri ve bildirdikleriyle, resulünün şahitliğinde örneklendirilmiş doğrularla değiştirilmesi’ niyet, amaç, ka- rarlılık ve davranışlar sürecine koyulmakla mümkün olabileceğini söylüyoruz. İlk adımın ‘tercih’ beyanıyla, teslimiyetle, samimiyetle ve ‘…iman edenler iman ediniz!’ düsturuna uymakla atılabileceğini söylüyoruz. Şimdi üniversiteler özelinde bir açılım yapmaya çalışalım. Bugün kalitenin bir kenara itildiği ve diplomalı sayısının belli rüzgârlar çerçevesinde artırılmasından başka amacın güdülmediği, bu yolla kişilerin sadece güdülendiği bu en üst öğretim kurumlarının işlevi gözlerden ırak tutulmamalıdır. Sayısının, il sayısını geçtiği ve isimlerinin bile tezlerimizi destekler mahiyet arz etmesi, içerik değil şekil öncelikli düşünüldüğünü, asıl amacın daha derinlerde olduğunu düşündürmektedir. Zonguldak’takine verilen yeni ismin, bir kılıf görevi görmesi, bu aşamada kimsenin fikrinin kale alınmaması, tek tük itirazların da esasen bu isme değil verenlere yönelik olduğu hatırlandığında durumun fecaati açığa çıkacaktır! Sistemin, yurdum insanının ‘okumasını, nitelik kazanmasını, yönetime yetkin ve etkin hale gelmesi vb.’ amaçlar güttüğünü sanmak büyük bir safdilliktir! O zaten belli çevrelerden ve okullardan devşirmesini yapmaktadır! Tek tük, kural dışı olarak sınır geçenler, çitten atlayanlar, her ne kadar sinir bozucu da olsa, zaten oyunun bir parçasıdır! Bugün üniversiteler, bırakınız evrensel kabulleri, araştırma incelemeyi, toplumun maslahatı için hareket etmeyi, her kesime, her faaliyet alanına ait özgün öneriler sunmayı; toplumun dejenerasyonu, kalıba sokulması, zihinlerin prangaya vurulması, yanlış modellemelerle yanlışa Düşünce sevk edilmesi biçiminde işlevi söz konusudur! Malum süreçteki işlevleri hafızalarda henüz tazeliğini koruyor! ‘Ordu göreve’ diye bağırıp, kampüsleri ve tüm ülke sathını militarizme teslim etmenin, ‘Bizim elimizden gelen budur, sonraki iş ordunundur!’ deyip normalleşmenin(!) önüne set çekerek, rollerini pekâlâ sergilemiş, hak ihlallerinde öncülük etmişlerdi! Keza, bizatihi, askeri eğitim kurumlarının formatı, askeri mekân ve kışlaların yerleşim yerlerinin tam merkezlerinde konuşlandırılması da, toplumsal baskılama, kontrol ve vesayet sisteminin birer ayağı, hem de en etkin olanı olarak görülebilir! Sonuçta, icat felsefesi ve tüketim kültü/rü ile kullanıcılarını kendine köle kılan teknolojik gelişmelerin başat alanının da askeri ekipmanlar olması, üzerinde dikkatle durulmaya değer bir olgudur! Bugün her nereye bir üniversite, fakültesi ve özellikle yüksekokulu girmişse, orası artık bir toplumsal mühendislik ameliyesi ile istendik değişikliklerin(!) ve toplumsal taleplerin kontrollü bir şekilde kanalize edilmesi için bir laboratuar alanına dönmüş demektir. Yapı bozucu, çözücü olarak ve toplumsal algıyı ve yaşamı, sözde ‘çağdaşlık’ ve sınırsızlık, sorumsuzluk biçimindeki, ‘değerlerle’ işi olmayan bir sözüm ona ‘özgürlük’ peşinde sürükleyerek alt üst, ters yüz etmek vazifesini icra eder bir görünüm sergilemektedir. Seksen öncesinde, her ne kadar manipülatif tavırlarla da olsa, bir iddia ve ideolojik aidiyetler söz konusu ediliyordu! Şimdilerde ise hepten eyyamcı, haz ve hız tutkunu, amaçsız ve hedefsiz, boş teneke misali çok ses çıkaran; değerler, ahlak (etik İktibas de dense!), saygı sevgi, ideal yoksunu bir üniversiteli gençlik ile karşı karşıyayız! Ne çocukluktan, ne gençlikten ve ne de yanı başlarındaki ihtiyarlıktan haberdar olamayan bir nesil! Dejenerasyonu içselleştirmiş bir jenerasyon! Bu tahlillerin akabinde ‘ah vah’ edecek durumdayız, ama buna da ‘özrü kabahatinden büyük’ diyecekler diye yüzümüz yok! Başımıza gelenler ‘ellerimizle işlediklerimiz’ yüzünden! İhmallerimiz menzilden bin yıl uzakta patlamış, İkbal’in dediği gibi! Ne kendimizi ve ne de ehlimizi ateşten koruyacak bir kaygı ile hareketimiz söz konusu! Kendimizi ve etrafımızı yanlış bir yarış ile yanlış bir hedefe yöneltiyoruz! Sonra da kendimize yöneltilecek uyarılara, eleştirilere kulak tıkıyoruz! Ve kalkıp ‘ah vah’ ediyoruz! Kime kızacağız, neye darılacağız? Bu kısır döngüden nasıl kurtulacağız? Nasıl bir teyakkuz oluşturacağız, tenakuza düşmeden? Nesiller ve toplumsal dokular arası irtibatı, iletişim dilini nasıl kuracağız ve kesintisiz, sürekli ve sürdürülebilir kılacağız? Ellerimizle aleyhimize olacak fırsatları kimseye sunmadan, oyunu doğru okuyup oyuna gelmeyecek bir netliğe ve niteliğe kavuşarak, sömürüye müsait olmaktan kurtularak, bir farkındalık ve tercih beyanında bulunarak, yaratılış gayemizi unutmadan, kendimizden işe başlayıp, hiçbir ânı, mekânı ve öncesinde kişiyi ihmal etmeden süreci doğru işletecek bir hidayet yolunu yol edinmeliyiz! Ve bunun ancak ‘takvayı kuşanarak’, ‘doğru bir kulluk sergileyerek’ olabileceğini hep hatırlayarak… Yapacak çok işimiz var, çok! Çok çalışmamız lazım hem de! Ayrıca yapmamız gereken daha öncelikli işlerimiz var! Esasen işin başlangıç noktası da böylesi, önemli olmasına önemli olmakla beraber, sıralamada daha öncelikli işlere sırasını terk etmesi gereken, işin işleyiş kısmıyla alakalı, son tahlilde tali demek durumunda kalacağımız bu mesele değildir! Evvel emirde, bir zihin inşası, zihinlerde bir değişim/asla dönüş gerekmektedir. Bilgiye ulaşma, kaynaklarımıza yönelme hassasiyeti içinde, asıl eğitimin Allah’ın rızasını merkeze alıp ahireti ertelemeyen, imtihan şuuruna ermiş bir yönelişle Kur’anın müfredatına eğilmek gerekmektedir, acilen! Mengüşoğlu üstadımızın yapabildiği gibi, gereğinde, diplomaları dahi yırtabilecek, ‘kitap yüklü eşek’ nitelemesinin ayırdında, hayatın merkezinde ve nabız tutmayı becerebilen, alaylılığı, diplomalı olmaya tercih edebilen fedakârlıklar gerekmektedir, doğru örneklikler olarak! Yine onun deyimiyle; ‘Ceplerden önce zihinleri dolduracak meslek sahibi olmak..!’ önemsenmeli, özellikle! Evet, eğitim şart! ‘Niçin, nasıl bir eğitim, hangi içerikle ve bakış açısıyla..’ suallerinin doğru bir şekilde, şaşırmadan, sağa sola sapmadan cevaplanması şartıyla! Bize ‘okumuş çocuklar’ lazım, doğrudur; lakin ‘okumuş/ okuyan/okutan’ aklı başında, sorumluluklarının farkında, muhataplar arasında yaşlı genç, kadın erkek, köylü kentli vb. ayrıştırmalar yapmadan, ‘biz’ olma çabası içinde nitelikli bireyler lazım, öncelikle! mbozac67@hotmail.com 43 İktibas “ŞAM’IN FAZİLETLERİ” RİVAYETLERİ VE TASHİH EDİLMEYİ BEKLEYEN HADİS ANLAYIŞLARI ŞÜKRÜ HÜSEYİNOĞLU N e yazık ki Suriye’de çok ağır bir tabloyla karşı karşıya bulunuyoruz. Gün aşırı gelen kitlesel katliam haberleri, kardeşlerimizin iffetine yönelik Baas çetelerinin saldırıları, muhalafeti sindiremeyen rejimin kimyasal silah kullanmaya başlandığı iddiaları... 44 Düşünce Bilad’uş-Şam, yani Suriye coğrafyası 20. asırda olduğu gibi 21. asırda da ümmetin kanayan yaralarından biri oldu. Geçtiğimiz yüzyıl içinde Baas diktasına karşı topyekün bir şehri, Hama’yı şehit veren Suriyeli Müslümanların bu çağdaki imtihanı daha ağır geçmekte. Hama’nın yanı sıra, Humus, İdlib, Halep gibi İslami duyarlılığın yüksek olduğu Suriye şehirleri, şimdiden şehit kentler kervanına katılmış bulunuyor. Yarım asırlık Baas zulmüne karşı haklı bir isyan hareketine kalkışan Suriye halkı, bu süreçte bölge dışı güçler ve onların bölgesel temsilcilerinin devreye girmesiyle bir iç savaşa dönüşen ağır çatışmaların mağduriyetini yaşıyor. Bir tarafta ABD merkezli batı emperyalizminin model ülkesi Türkiye’nin, diğer tarafta da Rusya ve Çin’in önderliğindeki doğu emperyalizminin bölgesel temsilcisi İran’ın ulusal strateji ve çıkarlarının çatıştığı bu iç savaşın daha ne büyük yaralar açacağı ve nasıl sonuçlar doğuracağı da belirsizliğini koruyor. Evet, ne yazık ki Suriye’de çok ağır bir tabloyla karşı karşıya bulunuyoruz. Gün aşırı gelen kitlesel katliam haberleri, kardeşlerimizin iffetine yönelik Baas çetelerinin saldırıları, muhalafeti sindiremeyen rejimin kimyasal silah kullanmaya başlandığı iddiaları... Bu ağır tablo karşısında Suriyeli Müslümanlar ve zaten yitik olup yeniden ihya ve inşayı bekleyen ümmetin bugünü ve geleceği için Rabbimize niyazlarda bulunuyoruz. Laik dikta rejiminin kahrı ve emperyalist kampların bölgeye yönelik hesaplarının mahvı için ellerimizi Rabbimize açıyoruz. Kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı acı ve mağduriyetlerin yaşanmakta olduğu Suriye konusunda, tevhidi çizgide sebat eden yayın organlarında çeşitli yazılar yazıldı, değerlendirmeler yapıldı. Yine bu çizgide bulunan çeşitli kuruluşlar tarafından konferanslar, basın açıklamaları gibi etkinliklerle Suriyeli Müslümanların haklı isyanına destek verilirken, aynı zamanda bu isyanın küresel ve bölgesel güçlerce manipüle edilme tehlikesine karşı uyarılarda bulunuldu, “istikamet” vurgusu yapıldı. Suriye’de bugün içinden çıkılmaz bir kaos görüntüsü veren mevcut durumdan yegane çıkış yolunun, ancak ve ancak Âlemlerin Rabbi’nin belirlediği istikamete yönelmek ve ancak ve ancak O’na dayanmakta olduğunu bıkıp usanmadan dile getirmek zorundayız. Bunun aksi, bâtılın bir tonundan kaçarken başka bir tonuna yakalanmak, zulmün bir çeşidini yıkarken başka bir çeşidini inşa etmek olacaktır. Suriye gündeminin farklı bir boyutuna değineceğimiz yazımıza geçmeden önce yukarıdaki birkaç paragrafla Suriye konusunda tarafımızı ve duruşumuzu bir kez daha ifade etmek istedik. Doğrusu bunca acı ve ağır tablo karşısında, “Şam’ın faziletleri”ne dair rivayetler ve bu rivayetlere dayalı olarak toplumlarımızın kültüründe yer etmiş bulunan Şam’ın kutsallığına dair anlayışları sorgulayan bir yazı yazmakta epey tereddüt ettim. Bununla birlikte Suriye konusunda yazan ve konuşan yazar ve hatiplerin dilinde bu rivayetlerin sıkça yer Düşünce almaya başladığını gördüğümden, bu rivayetler ve onlardan kaynaklanan anlayışın sorgulanmasına katkıda bulunmak adına bu yazıyı yazmaya karar verdim. Yani bu konuyu gündemime almam, gazetelerin popüler tarih yazarlarınınkine benzer bir malumatfüruşluğun sonucu değil, tarihsel süreçteki bilinçli bir tahrifattan kaynaklanan bir yanlışın tashihi ihtiyacına dayanmaktadır. Hadis kaynaklarıyla ilgilenenlerin bileceği üzere, kaynaklarda kimi beldelerin faziletlerine dair çeşitli hadis rivayetleri yer almaktadır. Hz. Peygamber sonrası dönemde Emevi saltanatının karargâhı haline gelmiş olan Şam’a dair olanların, söz konusu rivayetler içinde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. “Şam’ın fazileti”ne dair bu rivayetler, hadis edebiyatının oluştuğu şartlar çerçevesinde değerlendirildiğinde, Emeviler’in İslami açıdan meşruiyet ihtiyaç ve arayışlarına denk düşen içeriklere sahip oldukları görülmektedir. Söz konusu rivayetlerde Şam, meleklerin koruması altındaki bir belde olarak gösterilmekte, Şam’a göç etmek teşvik edilmekte, Müslümanlar arasında fitneler ortaya çıktığında imanın Şam’da olacağı ifade edilmekte, Şam kahramanlığın karargâhı olarak tanımlanmakta, Müslümanlara ortaya çıkacak kamplaşmada Şam’ın tarafında olmaları önerilmektedir. Söz konusu rivayetlerden birkaçı şöyle: “Zeyd İbnu Sabit’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Biz bir gün İktibas Rasulullah (s)’ın yanında idik. Parçalar üzerinde Kur’an (ayetlerini) tanzim ediyorduk. Rasulullah: ‘Şam’a ne mutlu’ buyurdular. Ben ‘Bu mutluluk nereden geliyor ey Allah’ın Rasulü’ diye sordum. ‘Çünkü’ buyurdular, ‘Rahman’ın melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar.’” (Tirmizi, Menakıb, 3949) “İbnu Havâle’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Rasulullah (s) buyurdular ki: ‘Bu iş, sizin bir kısım toplu gruplara ayrilmanıza müncer olacak. Şam’da bir grup, Yemen’de bir grup, Irak’ta bir grup’. Ben: ‘Ey Allah’ın Rasulü, o güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise, şimdiden) bana seçiverin’ dedim. ‘Öyleyse’ dedi, “sana Şam’ı tavsiye ederim. Çünkü orası Allah’ın arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah, kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen’inizi tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden, koruma hususunda) bana garanti verdi.” (Ebu Davud, Cihad 3, 2483) “Şam mutlaka fetholunacaktır. Orada konak yerleri seçeceğiniz zaman Dımaşk, denen bir yer arayın. Orası kahramanlıklarda Müslümanların karargâhıdır.” (İbn Hanbel, Müsned 4, sh. 335) “Seleme İbnu Nüfeyl el-Kindî anlatıyor: ‘Rasulullah (s) buyurdular ki: ‘Ümmetimden bir grup, hak yolunda mücadeleye (hiç ara vermeden) devam edecek, Allah da, onlar(la mücâdele sebebi) ile bazı kavimlerin kalplerini saptıracak ve bunlardan (alınanlarla) onların rızkını B u konuyu gündemime almam, gazetelerin popüler tarih yazarlarınınkine benzer bir malumatfüruşluğun sonucu değil, tarihsel süreçteki bilinçli bir tahrifattan kaynaklanan bir yanlışın tashihi ihtiyacına dayanmaktadır. 45 İktibas Düşünce sağlayacaktır. Bu hal kıyamet gününe, Allah’ın va’dinin gelme anına kadar devam edecektir... Mü’minlerin (fitne sırasında emniyette olacakları) asıl yerleri Şam’dır.” (Nesâî, Hayl 1; 6, 214215) T ürkiyeli Müslümanlar içinden kimi yazar ve hatiplerin, içeriklerini sorgulama gereği duymadan Suriye halkının Baas diktasına karşı verdiği mücâdeleyi destekleyen yazı ve konuşmalarında yer verdiği bu rivayetler, muhtemeldir ki Baas rejimi ve ona bağımlı resmi Suriye uleması tarafından da Baas rejimine destek amaçlı olarak kullanılmakta, gündem edilmektedir. 46 Birkaç örneğini verdiğimiz bu rivayetlerin içerikleri dönemin şartları içerisinde değerlendirildiğinde, Hz. Ali’nin hilafetine karşı, Hz. Osman’ın katlini ve kanlı gömleğini istismar ederek Şam valisi Muaviye b. Ebu Süfyan önderliğinde isyan bayrağı açmış olan Ümeyyeoğullarının kendilerine İslami açıdan meşruiyet sağlama ve taraftar toplama siyasetinin izlerini görürüz. Yani bu rivayetler, siyaseten üretilmiş ve dönemin şartları gereği kolaylıkla Hz. Peygamber’e (s) atfedilmiş siyasi propaganda malzemelerinden ibarettir. Özellikle de, Müslümanlara “Şam’ın tarafında yer almayı” tavsiye eden rivayetteki Emevi kurnazlığı gözden kaçacak cinsten değil! İlla taraf olacaksanız Şam’ın tarafında yer alın, aksi halde tarafsız kalıp gidin Yemen’in havuzlarından su için, sefa sürün! Fakat hiçbir şekilde Irak’taki grubun, yani Hz. Ali’nin yanında olmayı düşünmeyin! Türkiyeli Müslümanlar içinden kimi yazar ve hatiplerin, içeriklerini sorgulama gereği duymadan Suriye halkının Baas diktasına karşı verdiği mücâdeleyi destekleyen yazı ve konuşmalarında yer verdiği bu rivayetler, muhtemeldir ki Baas rejimi ve ona bağımlı resmi Suriye uleması tarafından da Baas rejimine destek amaçlı olarak kullanılmakta, gündem edilmektedir. Dikkat edilirse bu hadis rivayetlerinde, Emeviler ve onların merkezi durumundaki Şam şehri kutsanmakta ve Müslümanlardan hilafet mücadelesinde Şam grubunun, yani Emevilerin yanında yer almaları istenmektedir. Bu rivayetlerin apaçık sırıtan, hangi amaçla ve kimler tarafından uydurulduklarını adeta haykıran içeriklerini sorgulama ihtiyacı duymadan, bunların halen Hz. Peygamber’in sözleri diye gündem edilmesi düşündürücüdür. Hz. Peygamber’in nice zorluklarla meydana getirdiği İslami toplumsal ve siyasal yapıyı ortadan kaldırarak yerine kendi saltanatlarını bina eden başta Muaviye olmak üzere Emevileri, bir de Nebevi siyasetini yerle yeksan ettikleri Hz. Peygamber’e kutsattıran bu rivayetlerin, geçmişte hadis külliyatlarına hadis tanımıyla alınmış olması ve günümüzde de kimi Müslümanların yazı ve konuşmalarında Hz. Peygamber’in sözü iddiasıyla yer alıyor olabilmesi, hadis rivayetlerinin Kur’an’a ve Nebevi sünnete arzının ihmal edilemez ve kaçınılamaz bir ihtiyaç olduğunun açık göstergelerinden biri olarak karşımızda durmaktadır. Not: Yazıda yer verdiğimiz rivayetlerin yer aldığı kaynaklar konusunda, Prof. Dr. İbrahim Canan’ın Akçağ Yayaınları basımı “Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi” eserinden faydalanılmıştır.) hsukru@gmail.com Düşünce MODERN HAYATLAR İÇİNDE KENDİ MAĞARAMIZA ÇEKİLEBİLME GEREKLİLİĞİ BÜNYAMİN ZERAN İ tikâf her şeyden önce müminin kendini yenilemesi, kendini donatması ve Rabbin karşısında sorumluluklarını hatırlayarak inancına sıkı sıkıya bağlanmasıdır. Tabiri caizse bir iç disiplin ve eğitimdir. İktibas İtikâf, Peygamber (as)’ın sünnet haline getirdiği ibadetlerden biridir. Biz de bir grup arkadaşla birlikte Ramazan ayının son haftasında itikâfa çekildik. Malum modern dünya itikâfları kaldıramıyor. Çünkü bizi kendisiyle meşgul eden o kadar fazla şeyle uğraşıyoruz ki ne halde olduğumuzu bize gösterecek aynalardan uzağız. Hayatta gerekli gereksiz her şeye zaman ayırıyoruz. Maç için doksan dakika sihirli camın önünde ya da modern çağın mabetleri olan stadyumlarda saatlerce bekleyebiliyoruz. Tuttuğumuz takım şampiyon olunca sevinç gösterileri için sokaklara taşabiliyoruz. Alış veriş için her gün saatlerimizi harcayabiliyor, yaşamımızın gerekleri adına kurumlarda akşama kadar hayat eskitebiliyoruz. Sevdiğimiz dizileri hiç kaçırmadan seyrediyor hatta üzerine yorumlar yaparak adeta yönetmen edasında filmi saatlerce tartışabiliyoruz. Kimimiz avcılığı seviyor ve günlerini av peşinde harcıyor. Ama iş ibadetlere gelince durum birden değişiveriyor ve namazları olabildiğince en hızlı şekilde kılıyor ve modern hayatın kalbine bir an önce ulaşmak için çırpınıyoruz. Kutsallarımız olmaması gerekenleri kutsallaştırırken esas kutsallarımız olması gerekenleri bayağılaştırıyoruz. Heybemiz hiç dolmuyor. Ellerimizle takdim edeceğimiz şeyler bize iyi bir karne vermiyor. Ama o kadar hızlı ve o kadar hazlarla örülü bir hayatı yaşıyoruz ki adeta nefes almakta güçlük çekiyor ve hazların bataklığında yok oluyoruz. Biz ölüyoruz ama öldüğümüzü fark edemiyoruz, cüzzamlı hasta gibi vahyin buyruklarından şeytanın aldatmalarına doğru kaçıyoruz. Küfrün bataklığını iman şehrine tercih ediyoruz. İbadetlerimiz bize yük oluyor; bir an önce yapsak ve kurtulsak diyoruz. Tefekküre zamanımız yok hatta kendi zekâtımızı kendimizin belirlemesine bile. Varsın birileri bizim adımıza fitre ve zekâtları belirlesin ama öyle çok da hesap etmesin az söylesin az verip kurtulalım kabilinden. Modern hayatın kulları düşünmemeli! Yalnızca emir buyrulan hayatı yaşamalı o kadar. Kimi zaman da yukarıda anlatılanların tam aksine insan inançları için koşturur, zaman harcar, emek harcar. Ama yorulur, bunalır ve ne yapacağı konusunda şaşırır. Bazen gidişatı yanlış yöne kayabilir, bazen de daha dinamik bir şekilde kendini yeniden dizayn ederek heybesindeki azığını yenileyip yola daha güçlü devam etmek ister. Herkesin tefekküre ve bir süreliğine kendini dinlemeye ihtiyacı vardır. Yalnızlık, ihtiyaç olduğunda güzeldir zorunluluk halinde değil. İşte itikâf da ihtiyaç dâhilinde olan bir yalnızlıktır ve güzeldir. İtikâf her şeyden önce müminin kendini yenilemesi, kendini donatması ve Rabbin karşısında sorumluluklarını hatırlayarak inancına sıkı sıkıya bağlanmasıdır. Tabiri caizse bir iç disiplin ve eğitimdir. Modern hayatın bunalımlarından, şirklerinden bir süreliğine arınarak kendi mağaramıza çekilebilmek ve zamanı Allah’ın yardımıyla kendi lehimize döndürebilmenin çarelerini aradığımız yerdir. Bizi yaratanı hatırlamak, O’nu anmak, 47 İktibas Düşünce O’nu düşünmek ve O’nsuz hiçbir şeyin var olmayacağı gerçeğini zihnimize kazımaktır. Her nerede ve ne iş üzerinde olursak olalım kaç kişi olursak olalım bizim yanımızdaki bir sonraki kişinin Allah olduğunu sürekli hatırlamaktır. Müzzemmili yaşamaktır itikâf. Çünkü iman edenler bilir ki gecesi olmayanın gündüzü olmaz. Müzzemmili olmayanın müddessiri olmaz! Kutlu bir sabaha uyanmak ancak geceyi ihya etmekle mümkündür. Modern hayatın putlarına en yıkıcı darbeyi vurmak ve takva elbisesini cahili kirlerden arındırmak ancak geceyi ihya edenlerin yapabileceği bir şeydir. Sorumluluk almak isteyenlerin bilinç kuşandığı kıymetli zamanlardır itikâf. m odern çağ, insanın işkembesini doldurmak, cebini doldurmak ve hazlarını doyurmak için reçeteler hazırlar. Ama ne var ki insanın ne cebi dolar, ne işkembesi dolar ne de hazzı doyar. Modern hayata göre insanı zamandan başkası helak etmez. 48 Modern çağ, insanın işkembesini doldurmak, cebini doldurmak ve hazlarını doyurmak için reçeteler hazırlar. Ama ne var ki insanın ne cebi dolar, ne işkembesi dolar ne de hazzı doyar. Modern hayata göre insanı zamandan başkası helak etmez. Oysa itikâf, kulun manevi yaralarını saran ve manevi yaralarına merhem olan reçeteyi sunar. Allah’ı daha fazla dinleyerek ve onunla vahyi aracılığıyla daha fazla zaman geçirerek, dualarıyla ona niyaz ederek kimin ilah kimin kul olduğuna tanıklık eder. İnsan, Allah’ın karşısında ne kadar aciz ve Allah’ın ne kadar güçlü bir ilah olduğunu görerek iman eder. Kendi eksikliğini, kirlenmişliğini, kirlettiği şeyleri müşahede eder. Kirletmemeye, kirlenmemeye ve eksilmemeye dair söz verir, yardım dilenir. Vahyin ciddiyetini kavrar ve onu bekleyen akıbete karşı da sürekli uyanık kalmaya, şeytanın ve dostlarının hilelerine karşı tedbirli olmaya azmeder. Allah yolunda hicret eden kimse nasıl ki yeryüzünde gidecek çok güzel yer ve bolluk bulursa itikâf yapan kimseler de kendilerine dair çok güzel hayırlar bulur. Çünkü daha çok okuma, düşünme, paylaşma ve bilinç kuşanma anlarıdır o anlar. Rabbimizle daha fazla zaman geçirdiğimizde bir sünnetullahı çok iyi bir şekilde öğrenmiş oluruz; biz değişmeden ailelerimiz değişmeyecek, biz değişmeden iş arkadaşlarımız değişmeyecek, apartmanımız, sokağımız, caddemiz, mahallemiz değişmeyecek. Bütün değişimler önce bende başlayacak sonra çevreye doğru yayılacak. Tıpkı suya taş attığımızda kendi merkezinden dışa doğru dairelerin genişlemesi gibi. İtikâflar, imanın şahitliğine duyulan ihtiyacı kişiye daha fazla hissettirirken aynı zamanda cahili kirlerden arındırma gerekliliğini de sürekli hatırlatır. Herkesin takva elbisesine bulaşan kirler farklıdır; kiminde bedevilik kiri, kiminde kibir, kiminde ruhbanlık, kiminde şöhret, kiminde tüketim, kiminde fuhşiyat kiri… İşte bütün bu takva elbisesini kirleten kirliliklerden tevbe ederek arınmak ve genişliği yerle gök kadar olan cennete ulaşabilmek için daha fazla tefekküre ve salih amele ihtiyaç olduğunu bize itikâf hatırlatır, hatırlatmalıdır. İtikâf, bizi bir olanla dost kılmalı ve onun birliğine halel getirecek her şeyden bizi uzaklaştırmalıdır. İtikâf bize tevhide iman etmeyi, imanın karşısında küfrün eziyetlerine göğüs germeyi ve hayatımızdan ve hazlarımızdan Allah adına vazgeçmeyi öğre- Düşünce İktibas ten mektepler olmalıdır. İtikâf unutulan bir ibadet olmaktan çıkmalı ve hayatımıza dâhil olmalıdır. Yılda bir kez de olsa müminlerin toplu birlikte itikâf yaptıklarında hem birbirini daha yakından tanımasını hem de bir iç disiplin ve eğitim gibi algılanarak geleceğe dair daha güçlü bir arzuyla bilinç kuşanmasını sağlayabiliriz. İtikâfı İslamî mücadelenin önemli bir disiplini haline getirebilmeliyiz. dan tanıması gerekmiyor mu? Her türlü iletişimden arınarak ve en sevdiklerimizden bir süre uzaklaşarak alışkanlıklarımızı Allah adına değiştirme gayretlerimizi görmek bizi birbirimize daha çok bağlıyor. Belki itikâflarda daha olumsuz şeylerle de karşılaşmak mümkün ama bu da bir kazanım değil midir? Zira yol arkadaşınızın size nereye kadarki yolculukta eşlik edeceğini görmüş olursunuz. Biz dünya ile iletişimi keserek bir grup arkadaş olarak bir mekânda bir hafta boyunca kendimizi ve birbirimizi tanıma fırsatı bulduk. Bırakınız sözle, bakışla dahi birbirimizi incitmeden birbirimize olan sevgimizi daha da çoğaltarak zaman geçirdik. Gördük ki yalnızca dostluğumuzu geliştirmedik beraberinde zihnimizi ve kalbimizi de pekiştirdik. Eğer Allah için bir yol yürünecekse insanların dost diyeceği kimseleri daha yakın- İtikâf, müminlere kaplarını ne ile doldurduklarını görme fırsatı verir. Eğer bulanık ve kirli bir su doldurulmuşsak kaplara, kuşkusuz bu su ümmeti hasta eder. İtikâf, bu suların değişmesi gerektiğini ve pınardan tertemiz suları kaplara doldurarak ümmetin susuzluğunu gidermeyi, onları bu sayede bulaşıcı hastalıklardan da korumayı öğretir bize. b iz dünya ile iletişimi keserek bir grup arkadaş olarak bir mekânda bir hafta boyunca kendimizi ve birbirimizi tanıma fırsatı bulduk. Bırakınız sözle, bakışla dahi birbirimizi incitmeden birbirimize olan sevgimizi daha da çoğaltarak zaman geçirdik. Gördük ki yalnızca dostluğumuzu geliştirmedik beraberinde zihnimizi ve kalbimizi de pekiştirdik. bunyaminzeran@hotmail.com 6DEDK$÷XVWRV 49 Bir Dergi - Bir Alıntı İSLÂMCILIK MODERN DÜNYAYI NASIL ANLAMLANDIRIYOR? -IIABDURRAHMAN ARSLAN Umran/Temmuz 2012 h er bilgi Müslümanların, babasının malı gibi alıp kullanabileceği bir bilgi değildir. Biz gerçekten de biraz bedavacılığa alıştık, Batıda üretilenleri burada tüketmeye. Biz Uzakdoğu’nun o Taocu, Şintoist, yani müşrik toplumlarından değiliz, her şey bize uymaz. 50 -geçen sayıdan devamVI Şimdi başka bir şeye, ilim ve fenne bakalım. Burada da İslâmcılık haklı olarak nefsi müdafaada bulunacak. Fakat onun arkasında onu besleyen bir felsefe, bir düşünce, bir dünya görüşü olduğunu dikkate almamıştır İslâmcılık. Bunu eleştiri için söylemiyorum. Dediğim gibi o günün insanları çok kahraman insanlardı. Çünkü onlar İslâm’dan taviz vermemek için çokça risklere girdiler; İslâm coğrafyasının tümü. Nefislerinden feragat ettiler, zevklerinden feragat ettiler. Bu kadar yaptılar, ama biz bugün biliyoruz ki bu ilim ve teknolojinin arkasında bir felsefe vardır, bir dünya görüşü vardır, bir gelecek kaygısı vardır, bir hayat tarzı, endişesi vardır, her şey vardır. O masum değildir. Bizim görevimiz bunları analiz etmektir, ama eğer biz de onlar gibi düşünürsek esas işte o zaman kötü olacaktır. Biz bu dünyayı iyi kötü tanıyoruz, tanıyabilecek imkânlara sahibiz. Üstelik de bu dünya çatladı, şimdi postmodern dediğimiz bir dünya çıkıyor ortaya. Dolayısıyla bütün bunları artık tanıyabilecek imkânlara sahibiz, mazeret yok. Bizim görevimiz de onların arkasında gizli olanları deşifre etmektir. Diğerleri gelen dalga karşısında set tutmaktı bir nefsi müdafaa olarak, ama şimdiyse onun arkasındaki o düşünceyi ve felsefeyi deşifre ederek o nefsi müdafaayı hak ettiği yere getirelim diye düşünüyorum. Bundan dolayı şunu söyledim, hiçbir bilgi biçimi masum değildir. Başta İslâm buna dâhildir. Dolayısıyla da her bilgi Müslümanların, babasının malı gibi alıp kullanabileceği bir bilgi değildir. Biz gerçekten de biraz bedavacılığa alıştık, Batıda üretilenleri burada tüketmeye. Biz Uzakdoğu’nun o Taocu, Şintoist, yani müşrik toplumlarından değiliz, her şey bize uymaz. Yani her şey ancak pagan bir toplumda mümkündür, onlar için bu problem yok, ama biz öyle değiliz. Tevhidi temsil edenler için her bilgi öyle masumca alınıp kullanılabilecek bir bilgi değildir. Tevhid eksenli bir bilgi biraz daha endişesi olan bir bilgidir. En azından İslâm’ın bilgisi insanları ahlaklı yapmak, iyi bir mümin ve mümine yapma endişesi taşır, İslâm’ın bilgisinin temelinde bu vardır. Oysa modern bilginin böyle bir kaygısı yoktur. Bize ilkokuldan itibaren üniversiteye kadar öğretilen o akademik bilginin, bilimsel bilginin böyle bir kaygısı yoktur, olamaz da zaten. Eğer öyle bir kaygısı varsa o bilimsel bilgi olmaktan çıkar. Bu nedenle belki de bütün bunları postmodern bir dönemde, çünkü aynı zamanda da postmodernlik de bunları deşifre ediyor, ben Müslümanların zihni üzerinde modernitenin kurmuş olduğu hegemonyanın postmodernizmle birlikte çatladığını düşünüyorum. Bu Müslüman zihnin özgürleşmesine bir vesile olabilir, ama eğer postmodernizmin çukuruna düşmezse, onun tuzağına düşmezse. Onun o çatlattığı, modernitenin çatlattığı o baskıcı hegemonik yapıdan kendine ait olanı yeniden düşünme cesaretini göstermelidir ve gösterebileceğini düşünüyorum. Aksi halde postmodernitenin açtığı o sahte özgürlüğün dünyasında Kemalizm’in, laikliğin eleştirildiği ki Müslümanlar bunları postmodernitenin kültürünün ve felsefesinin imkânlarıyla artık yapıyorlar. Bunun dünyasından Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı bir bakıma sizi tehdit etmiş, sizi küçümsemiş düşünceleri, ideolojileri eleştirip rahatlayabilirsiniz, postmodernlik bunu getiriyor size, ama aynı postmodernlik dönüp sizi de bumerang gibi vurabilecektir, hatta vuracaktır. Çünkü onun temel kaygısı odur, hiç kimsenin mutlak doğrusunun olamayacağını savunuyor sizin de bildiğiniz gibi. Böyle bir durumda bana ait bir doğru vardır ve bu evrensel doğrudur, onun için evrensellik bitti diyorlar. Çünkü artık doğru evrensel olmaktan çıktı. Herkesin kendine ait bir doğrusu olabilir. Eğer benim doğrum evrenseldir diyorsanız siz mutlak şekilde totalitersiniz artık. Demek ki siz totaliter bir şey düşünüyorsunuz demektir. Çünkü gelecek de belirsizdir, her şey izafidir. Ondan dolayı gelecek hakkında bir şey söyleyemezsiniz, bir proje çizemezsiniz, o totaliterlik olur insanların geleceğini belirleme hususunda. Böyle bir durumda Müslümanların çok dikkat etmesi gerekir diye düşünüyorum. Dolayısıyla bu yeni kültür otorite olan ya da otoritenin her çeşidine savaş açmış bir kültürdür, otoritenin her türlüsüne… Gayri ihtiyari öyle bir birey tanımı var ki otoritenin istisnasız her şeyine karşı bir tip olarak tanımlanıyor. Gerçekten de öyle, biz sizinle ancak beraber olabiliriz, yani yan yana olabiliriz, ama bu gönüllüdür. Siz bu konuda herhangi uyarıcı bir şey söylerseniz siz artık benim özgürlüğüme müdahale etmiş oluyorsunuz. Bu yeni birey tanımında böyle bir durum var. Herkes yan yana duracak, ama asla birbirimize değmeyeceğiz. Yani emr-i bi’lmaruf ve nehy-i ani’l-münker bile özgürlüğe müdahaledir. O totaliterliğin kendisidir. Bu yeni İktibas kültürde bu var. Genç kızlarımız başörtüsü yasaklarından dolayı “Biz ayrımcılığa karşıyız” sözünü sıklıkla kullanıyorlar. Bu lafı iyice düşünsünler, önce kız kardeşlerimden rica ediyorum. Sizin dininiz inananla inanmayanı ayırır, siz Müslüman olduğunuz için de sizi bir üst dereceye yerleştirir. Bunu sizin dininiz yapıyor. Bunu bilin, ondan sonra deyin, “biz ayrımcılığa karşıyız.” Her mücadele kendi yöntemi, kendi kavramları, kendi bilgisi ve kendi idealleri içinde yapılır. Başkalarına ait sloganlarla, başkalarına ait yöntemlerle siz bir Müslüman olarak istediğiniz hedefe varamazsınız. Yolda giderken o yöntem sizi tökezletir, kendine benzetir. Bu öyle basit değil, onun için özellikle de bilgi meselesine vurgu yapıyorum. Mesela insan hakları da bunlardan birisi, bakıyorsunuz Müslümanlar birinci kuşak, ikinci kuşak insan haklarına eyvallah, diyor, ama üçüncü kuşak insan haklarında “ben burada yokum” diyor. Niye? Efendim homoseksüellere, lezbiyenlere hak tanıyor. Kardeşim sen bu kavramı kullanırken bunu düşünmeliydin. Geçenlerde bir yerde söyledim, önce baktım bir iki kişi böyle çok tuhaf karşıladı. Sonradan galiba ne dediğimi ben anlatamamıştım, biraz baktım yumuşadılar. Dedim ki, ben bu insan haklarını bu yönüyle destekliyorum, seviyorum, fakat bir yönüyle de hiç hoşlanmıyorum dedim. Niye? Beni devlet karşısında dilenci haline getirdi. Böyle bir şey olur mu, eğer oluyorsa o zaman ben çıkıp devlet denilen meseleyi de bir konuşayım. Ben Müslüman’ım, yani benim de devlet hakkında söyleyecek şeylerim var. Üstelik de İslâm devleti diye en azından h er mücadele kendi yöntemi, kendi kavramları, kendi bilgisi ve kendi idealleri içinde yapılır. Başkalarına ait sloganlarla, başkalarına ait yöntemlerle siz bir Müslüman olarak istediğiniz hedefe varamazsınız. Yolda giderken o yöntem sizi tökezletir, kendine benzetir. 51 İktibas e vet, ben bir hastaysam benim çocuğumu akrabalarına teslim etsinler, mahalledekilere teslim etsinler. Müslümanlar bunun mekanizmalarını düşünüp bulalım, niçin devlet? Belki en son nokta olabilir, belki, ama Müslümanlar bunun mekanizmasını düşünebilirler. Akrabalarına verebilirler, vesaire, yani anası babası olmayan bir çocuğu yabancı olmaktan, kimsesiz olmaktan kurtaracak bir İslâm toplumu düşünemez miyiz biz? Düşünce 100 seneden beri konuşuyoruz, en azından 1400 seneden beri de Muaviye’yle birlikte bu meseleyi tartışıyoruz. Bu ne devlettir böyle çıktı karşımıza! Bir bakalım hakikaten, böyle bir şey olur mu, durmadan dilencilik yapıyoruz. Bu hakkı ver, bu hakkı ver! Müslüman da o kervana katıldı, ben hakkımı istiyorum, ben hakkımı istiyorum. Burada da bir problem yoktu aslına bakarsanız, nerede problem oldu? Bu son dönemlerde problem oldu. İki şekilde problem oldu. Efendim çocuğuna dayak vuranı, hanımını döveni ya da kocasını döveni devlet alacakmış. Geçen gün başörtülü bir kızımız tartışmada bunu söylüyor. Birden böyle ayaklarım yere yapıştı, çok üzüldüm, biz Müslümanlar bu noktaya gelmemeliydik, hakikaten gelmemeliydik, çok üzüldüm. Çünkü bunun içinde İslâmi bir şey yok. Demiyor mu ayet, “kavga ettiklerinde karı koca, önce tarafları gitsinler, konuşsunlar, ama Müslüman’ın da aklına ilk gelen şey devlet. Devlet benim çocuğumu alacak, hangi hakla? O devlete bu hakkı kim verdi? Batı devleti evet, meşru şiddetin kaynağıyım diyor, vesaire diyor, o kendi tarihselliğinden almış bu hakkı, ama bana sormadılar ki. Çünkü ben o çocuğun koyulacak isminden bile öbür dünyada sorumlu tutulacak bir adamım ve bu benim tercihim değil, Rabbim böyle buyuruyor. O zaman öyle zırt pırt diyebilir misiniz siz, bu devlet benim çocuğumu alacak. Evet, ben bir hastaysam benim çocuğumu akrabalarına teslim etsinler, mahalledekilere teslim etsinler. Müslümanlar bunun mekanizmalarını düşünüp bulalım, niçin devlet? Belki en son nokta olabilir, belki, ama Müs- 52 lümanlar bunun mekanizmasını düşünebilirler. Akrabalarına verebilirler, vesaire, yani anası babası olmayan bir çocuğu yabancı olmaktan, kimsesiz olmaktan kurtaracak bir İslâm toplumu düşünemez miyiz biz? Bizim dünyamızda ille de bir çocuğun anasının, babasının mı olması gerekir, anası babası olmayınca o kimsesiz mi olacak? Peki, biz onun kimi kimsesi olamayacak mıyız, bizim böyle bir toplumsal tahayyülümüz olmayacak mı? Batıda böyledir, evde bir kedin var, bugün bir haber okudum üzüldüm. Sahibi olmadığı için sokakta gezmesine müsaade etmemişler. Doğru, sizin bir kedi olarak sokakta var olabilmeniz için birisinin özel mülkiyetine dahil olmanız lazım. Fatih Camisinden biliyorum, ben biraz kedi hastasıyım, bağışlayınız, gidip orada eskiden kedi seviyordum kedim olmadığı zaman. Bir de Malta’dan geçiyorum, ya Rabbi diyorum, Allah’a hamdolsun, hâlâ mülkiyeti kimseye ait olmayan kediler var ve buradaki esnaf onlara yemek veriyor ve pırıl pırıl, tertemiz. Kedi biliyorsunuz tok karınlı olduğu zaman kendini temizler, pırıl pırıl eder. Yani siz geçtiğinizde bakın oralara. Bak demek ki yaşayabiliyormuş bizimle birlikte, yani kimsenin mülkiyetine geçmeden. Bu küçük bir iş değil. Size belki de çok küçük bir iş gibi geliyor. Gerçekten de Batının büyük şehirlerinin sokaklarında ille de birisine aidiyetiniz olması lazım, birisinin mülkü olmanız lazım. Biz hayvanları kendi mülkümüze dönüştürmeden ya da başkalarını devletin mülküne dönüştürmeden kendi aramızda yaşatamaz mıyız? Bunun imkânları yok mudur? Bu dinde bunun imkânları var. Eğer Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı Müslümanlar bulamıyorlarsa onu diyorum, yani bağışlayınız, sizi tenzih ederek söylüyorum, Cenab-ı Allah zeka bakımından fukara olan bütün Müslümanları bu çağa topladı. Bundan öncekilere bakıyorum, hepsi bir deha. Kitaplarını okuduğum zaman bana gerçekten de aşağılık kompleksi geliyor, ama biz dediğim gibi kilitlenmişiz, demek ki Allah bizim basiretimizi elimizden aldı. Eğer almasaydı gerçekten de Allah’ın rahmetini dileseydik Allah kalplerimize ilham ihsan edecekti, bunun yollarını bulacaktık diye düşünüyorum. Çünkü Cenab-ı Allah insanın kalbine sürekli olarak müdahalede bulunur. Ben akıl ve bilgi meselesine bu cehtte girmediğim için bu cümleleri biraz evvel kurmadım. Öyle bilgi Batılı insanın, kartezyen kafanın dediği anlamda bir bilgi üretme meselesi değil İslâm’da, İslâm’da çok daha farklı bir yönü vardır bilginin. O zenginliğinden dolayı onun biz bilgisini istemiyoruz. Elbette ki insanoğlu hep zararlı bilgiler mi üretiyor? Hayır, elbette faydalı bilgiler de üretir, ama onun belki de süzgeçten geçirerek kullanılması söz konusu oluyor. Bugün Müslümanların yaptığı gibi -büyük bir açlıklaher geleni içselleştirmeleri değildir diye düşünüyorum. Benim kişisel olarak düşündüğüm şey şu, biz postmodernlikle birlikte yeni bir dönem ve yeni bir tsunaminin tesiri altına girdik. Modernliğin bizi ezen ve onun eliyle üretilen siyasetlerin, kurtarıcıların uyguladığı uygulamalarının neticesinde Müslümanlar bu ülkelerde de başka yerlerde de zulüm gördüler, sıkıntı yaşadılar. Dolayısıyla da postmodernizm gelirken onun yaptığı eleştiri, önümüze açtığı İktibas eleştirel gelenek bütün bu uygulamaları anlamsızlaştırmaya başladı. Zaten dünya genelinde de böyle bir akım var, dikkat ederseniz bütün kurucu ideolojiler tasfiye oluyor. Leninizm, Maoizm, Kemalizm, bütün bunlar, bütün bu kurucu ideolojiler gidiyor. İşte Arap baharını bütün bu kurucu ideolojilerin şu ya da bu şekilde tasfiyesi olarak düşünebiliriz. Belli ki yeni sistemin ne olacağını bilmiyoruz, bir belirsizlik taşıyor, ama bugünkü modern sistemden farklı olarak postmodernizm zaten yapısal olarak belirsizliği savunuyor. Çünkü modernlik bir belirliliği savunuyordu, gelecekte böyle olacak diyordu, böyle planlamamız lazım diyordu. Şimdi postmodernizm diyor ki, belirliliği savunmak insan özgürlüğünü kontrol altına almaktır. Bir nevi cebriye. Şimdi dolayısıyla burada elbette ki iktidarın, bilginin, belki teknolojinin, evrensellik gibi birtakım kavramların yeniden anlamları değişiyor ve bunun büyük kısmını da postmodernlik bu anlamları değiştiriyor. Dediğim gibi mesela özgürlük, dün toplumun siyasal özgürlüğü olarak anlaşılıyordu, oysa bugün böyle anlaşılmıyor. Mesela dün eşitlik fikri tartışılıyordu, Müslümanlar arasında, eşitlik yeni bir tartışma, aslında tartışmadılar bile, benimsediler; İslâm’ın adaletini unutup eşitlik ideolojisini benimsedik maalesef. Bu ikisi arasında da doğru düzgün bir analiz de yapamıyoruz, zihinlerimiz kilitlenip kalıyor. Mesela artık postmodernlik eşitlik ideolojisini de savunmuyor. Bireyin özgünlüğü, özgürlüğü değil, özgünlüğü meselesini tartışıyor. Burada artık özgürlük bireyin kendi özgünlüğünü yaşadığı, yaşaması anlamına geliyor. Yani o otantisitenin, otan- b iz postmodernlikle birlikte yeni bir dönem ve yeni bir tsunaminin tesiri altına girdik. Modernliğin bizi ezen ve onun eliyle üretilen siyasetlerin, kurtarıcıların uyguladığı uygulamalarının neticesinde Müslümanlar bu ülkelerde de başka yerlerde de zulüm gördüler, sıkıntı yaşadılar. Dolayısıyla da postmodernizm gelirken onun yaptığı eleştiri, önümüze açtığı eleştirel gelenek bütün bu uygulamaları anlamsızlaştırmaya başladı. 53 İktibas b ütün bu tecrübeden sonra kişisel olarak bilginin İslâm’ın kendi hakikatine uygun ve kendi usul geleneği içinde üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu ise önümüze üç kavram getiriyor. Bilgi kavramını, usul kavramını, bir de bütün bunların yapılabileceği geçmişteki mekân olarak medrese kavramını gündeme getiriyor. Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı tiklik durumunun yaşanmasıdır artık özgürlük. Yoksa işte klasik anlamdaki bir özgürlük değildir. Bütünüyle başkalarıyla birlikte paylaştığımız bir özgürlük söz konusu değildir, artık kişiye ait olan, kişiye ait bir gerçek var, hakikat kişiye aittir, özgürlük kişiye aittir, o da bireyin özgünlüğünün tesisiyle ilgilidir. Dikkat ederseniz burada da kavramlar değişmeye başladı. Şimdi tam da böyle bir anlam kaymasının yaşandığı, yeni anlamların ihdas edilmeye başlandığı bir zamanda bence biz Müslümanlar birçok kavramı yeniden, modernliğin ya da postmodernliğin birçok kavramını yeniden ele almamız gerekiyor. Tabii bunu da yapabilmemiz için bizim sahih bir bilgiye ihtiyacımız var. Biz sahih olduğundan emin olduğumuz bir bilgiden hareket ederek ancak bunu yapabiliriz. Çünkü bu, bizim önümüze ciddi iki tane sorun getiriyor, eğer gerçekten bu meydan okumayı ciddiye alıyorsak o zaman ortaya şu çıkıyor: Acaba bu meydan okumaya karşı direnecek zihniyeti nasıl inşa edebiliriz, bu zihniyetin temelinde bilgi varsa bu bilgiyi nasıl inşa edebiliriz? Çünkü biz bu bilgiyi inşa edeceğiz ve bu zihniyetin de inşası gerekecektir. Ondan sonra ancak bu meydan okumaya karşı bu kavramların tahlilini yapabiliriz. Burada bütün bu tecrübeden sonra kişisel olarak bilginin İslâm’ın kendi hakikatine uygun ve kendi usul geleneği içinde üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu ise önümüze üç kavram getiriyor. Bilgi kavramını, usul kavramını, bir de bütün bunların yapılabileceği geçmişteki mekân olarak medrese kavramını gündeme getiriyor. Zaten modernlikle mukayese ettiğimizde 54 şöyle bir durumla karşı karşıya geliyoruz. Din adamının yerini, entelektüel alıyor. Dini bilginin yerini bilimsel bilgi alıyor. Dini hakikatin yerini de pozitivist gerçeklik alıyor. Modernlik bunlar üzerinde kurulup geldi günümüze kadar. Kutsal kitaba bağlı kalınarak üretilmiş bir bilginin yerine yine aklın ürettiği, ama tabiattan üretilmiş bir bilgi aldı. Onun için bazı Batılı düşünürler aslında Rönesans sonrasını paganizme dönüş olarak vasıflandırmışlardır. Çünkü tabiattan yasalar çıkartılacak ve din hususunda şüpheye düşülen, tartışmaya düşülen hususları tabiattan elde edilen yasalarla yapacaklardır, yasalarla halledeceğiz. Çünkü din hususunda, bilhassa İncil’le ilgili problem var burada. O zaman tanrının ikinci kitabı olan tabiata dönelim dediler Batılılar, oradan zaten dünyada tanrının yasaları geçerlidir. Biz o zaman o yasaları alalım, o yasalarla toplumu kuralım, insanımızı tanımlayalım dediler. Aslında modernliğin temelinde bu var, ben detaylara girmedim. Dolayısıyla burada peki, bunu neyle elde edeceğiz? Akılla. Çünkü modern dünyanın insanı dini reddettiğinde, kilisenin şahsında dini reddettiğinde bütün alem karşısındaki tek silahı aklıdır. Ben akılla bunu halledeceğim dedi, yani aklı akılla okuyacağım. Tabii böyle olunca da işte deney, vesaire gündeme geldi, matematik geldi, Galileocu bir tabiat anlayışı, aslında bakarsanız bu da böyle. Tabii bu bilginin niteliği değişince ortaya yeni aktörler çıktı. Yani bilim adamı ya da entelektüeller dediğimiz aktörler çıktı. Din adamının yerine geçti. İşte dini bilginin yerine de biraz evvel dediğim Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı gibi bilimsel bilgi geçti. Bunun müessesesi olarak da üniversite geçti. Unutmayın, Batıda yaklaşık 1100 yılı Bologna Üniversitesi, 1150 Paris Üniversitesi, 1200 Oxford Üniversitesi, 1220 yılında Cambridge Üniversitesi kuruluyor. Daha başka üniversiteler de belki sonradan kuruluyor. Yani bütün bunlar birlikte gidiyor. Bizdeyse benim kanaatime göre aşağı yukarı 1960’lardan itibaren bizde alimin önderliğinin, bilgi üreten ve topluma da önderlik eden alimin yerine entelektüeller geçmeye başladı, özellikle de mühendis nitelikli entelektüeller. Yani teknik, teknolojik bilgi öğrenmiş insanlar, hani o İslâmcıların çok canının çektiği, istediği fen ve fünun, ilim ve fennini alalım dediği o tip çıktı ortaya. O zaman onların söylediği diğerlerinden daha değerli olmaya başladı. Böyle olunca da toplumsal önderlik bir bakıma onların eline geçti. Yani entelektüellerin eline geçti. Sonra üniversiteler de kuruldu, şimdi üniversitelerde çocuklarımızı okutuyoruz. Erkekler okudu, şimdi kızlarımız okuyor ve bütün bu bilgiyle -sadece erkekler değil kızlarımızın da zihni- hepimizin zihni birbirine benzedi. Yani ortada öyle çok fazla bir şey de kalmadı. Şimdi acaba böyle bir durumda eğer bu bilgi bizi kirletiyorsa, ben artık dünyaya Müslüman’ca bakamıyorsam ya da arızalı bakıyorsam, zira benim zihnimi bu bilgi kirletmiştir büyük nispette, o halde ben dünyaya yeniden Müslüman’ca nasıl bakabilirim? Yani yaşadığım gerçeklik, sorunlar hakkında Müslüman’ca bir teşhiste nasıl bulunabilirim? Psikiyatrinin, sosyolojinin, psikolojinin değerleriyle, iktisadın değerleriyle değil ya da modern- İktibas liğin kültürüyle değil, İslâm’ın değerleriyle nasıl bakabilirim? Çünkü İslâm bazı şeyleri sorun yapıyor, modernlik sorun yapmıyor. Dolayısıyla da bunu daha sahih bir şekilde nasıl öğrenebiliriz? Şöyle düşündüm: Muhtemelen bu zihnin böyle kirlenmemesi için bu zihnin geçmiş klasik dönemdeki gibi 4-5 yaşında Kur’ân’la tanışması gerekir. Çünkü İslâmi eğitimin başlangıç noktası bu, Muvatta’yı yazan kimdi? İmam Malik, Allah ondan razı olsun. Denilir ki, bir yerde okumuştum, 4 yaşındaydı, Kur’ân’ı hıfzetmişti. Şimdi bu eğitimin ilk başlangıcı, dolayısıyla burada bu eğitimle birlikte başlayan bir de Müslümanların tarihsel tecrübesi içinde Batının metodolojisinden farklı bir usul geleneği var. Çünkü usul bir bilgi üretmedir, içtihatta bulunmak da bir bilgi üretmektir. Biz tabiatta bilgiyi aramıyoruz, yani burada mukayeseye girerek işi uzatmak istemiyorum. Biz kitaptan bilgi üretiyoruz. O ürettiğimiz bilgiyle tabiata bakacağız. Tabiattan ürettiğimiz bilgiyle tabiata, insana bakmayacağız. Çünkü dedik ya, akıl kimliği belirsiz bir varlıktır, önce onun ışığa ihtiyacı var. Akıl tabiattan elde ettiklerinin ne kadar sağlıklı olduğunu, ne kadar insana yardımcı olacağını bilmez. O yasa peşindedir, yasa, nitekim postmodernizm dedi ki, bırak bu hikayeyi, yasa masa olmaz. Bundan dolayı krize girdi modern bilgi. Teknik detaydan kaçınarak söylüyorum, modern bilginin teorik yapısında bir kriz yaşandı. Postmodernizm onun bir neticesi olarak ortaya çıktı. Bu teorik yapı nelerin üzerine kurulu ayrı bir mesele, ama böyle bir kriz yaşıyoruz. k anaatime göre aşağı yukarı 1960’lardan itibaren bizde alimin önderliğinin, bilgi üreten ve topluma da önderlik eden alimin yerine entelektüeller geçmeye başladı, özellikle de mühendis nitelikli entelektüeller. Yani teknik, teknolojik bilgi öğrenmiş insanlar, hani o İslâmcıların çok canının çektiği, istediği fen ve fünun, ilim ve fennini alalım dediği o tip çıktı ortaya. O zaman onların söylediği diğerlerinden daha değerli olmaya başladı. 55 İktibas e fendim, medrese zaten çürümüştü, sorunlarımıza cevap vermedi. Eyvallah, elbette ki İstanbul’daki ya da bilmem neredeki medreseler çürümüştü doğrudur, olabilir, üniversiteler de çürüyor. Yeni üniversiteler kuruluyor ya da üniversiteler revize ediliyor. Peki kardeşim, sorunlara cevap vermedi dediğiniz medreseden size ne bekliyordunuz, ne söylemesi gerekirdi? 56 Bir Dergi - Bir Düşünce Alıntı O zaman ben kendi dünyama dönüp -kendi dünyamın içinde bu bilgi mademki o eski hegemonyasını da artık yitirmeye başladı, sağlıklı değil, zaten ben de biliyordum bunun sağlıklı olmadığını- acaba bunu nasıl yapabilirim? İşte onun için çıktığında önüme neticede İslâmi bilgi onu üretecek bir usul ki, usul geçmişte de tecrübe edildi, çünkü usul ithal edilemez. Bugün bazı -kusura bakmasınlarilahiyatçılarımızın hermenötik falan filan alıyorlar, az önce onun için söyledim, her usul bir dünya görüşünü taşır ve bugün hem bilginin kriz içinde bulunması, hem postmodernizmin ortaya çıkmasının temel sebebi Batıdaki yöntemin krizidir, bir yöntem krizidir. Dolayısıyla da yöntem krizinden, bilimsel yöntemin krizinden sonra ancak hermenötikten bahsedilmeye başlandı. Hermenötik zaten kilisenin kullandığı bir yöntemdi, ama o bilimsel olmadığı için kabul edilmiyordu. Ne zaman postmodernizm dedi ki, hakikat yoktur, sadece hakikate yaklaşmaktan söz edebiliriz. Bu ne demekti? Demek ki, her kişiye ait bir yorum meselesi var, yorum ön plana çıkınca o zaman hermenötik ortaya çıktı. Çünkü hermenötik de yorumlama demek, yorumlama bilgisi demek. Şimdi bu başka bir dünyaya ait bir metot, siz bunu İslâm’a nasıl uygulayabilirsiniz? Bir de size kim söyledi o usulün yetersiz olduğunu? Aynı şeyi medresede de görüyoruz. Efendim, medrese zaten çürümüştü, sorunlarımıza cevap vermedi. Eyvallah, elbette ki İstanbul’daki ya da bilmem neredeki medreseler çürümüştü doğrudur, olabilir, üniversiteler de çürüyor. Yeni üniversiteler kuruluyor ya da üniversiteler revize ediliyor. Peki kardeşim, sorunlara cevap vermedi dediğiniz medreseden size ne bekliyordunuz, ne söylemesi gerekirdi? Önce bunu bir bilelim, bakalım ondan sonra hakikaten size bu zavallı medrese bir şey demiş mi, dememiş mi? Dememişse eyvallah doğru, ama önce siz ne bekliyorsunuz, sizin sorularınız ne? Sizin sorularınız bakalım medresenin iştigal alanla ilgili mi, değil mi? Bu soruların gündeme gelmesi lazım. Çünkü benim bu söylediklerimin ışığında dediğim gibi entelektüelin yerine yeniden toplumsal önderliğin sahibi olan alimin geçmesi gerekir. O, Peygamber varisidir bir hadisi şerifte de buyrulduğu gibi. Bu bize şunu getiriyor: İslâmi bir bilgi, entelektüelin yerine alim, ondan sonra da medrese, o bilginin ve usulün iştigal alanı olan o kurum. Medrese sıradan binaların oluşturduğu bir yer değil, o belli kendi adamı içerisinde diyelim, kendi usulü içinde bilgi üreten, ama ürettiği bilgiyi de bizzat kendisine talim ve terbiye edilen yerdir. Talim ve terbiye diyorum, bizim edepli insanlara ihtiyacımız var, yani ben torunumun edepli olmasını istiyorum. Edebin, hayanın, saygının, itaatin olmadığı bir Müslüman toplum düşünemiyorum ben, az önce birey derken orayı unuttum söylemeyi, tam da birey meselesini konuşurken birden bire aklıma itaat kavramı geldi. Bunu da sık sık söylüyorum her yerde. Bir yerde konuşma yapıyordum. Ben de itaatten bahsettim. Allah’a, Rasûlüne, alimlere, anneye-babaya, kocaya itaatten bahsettim. Konuşmam bitti, iki tane bayan, üç tane delikanlı dikildi önüme: “Hocam, bunu biraz açıklayın!” Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı Anlıyorum, çünkü itaat kölelik gibi algılanıyor. Bu yeni postmodern kültür size bunu böyle algılatıyor artık, itaat etmek ne demek? Köleliktir, öyle düşünülür mü? Gerçekten de böyle algılıyoruz artık, birbirimizi kandırmayalım. Biz Müslüman’ız, itaat ederiz, ilim ehline itaat ederim ben. Tabii ki o Allah’ın ilmini benden daha çok öğrenmiştir, ben kimim? Arapça bilmiyorum, ancak sizin için konuşuyorum, keçinin bulunmadığı yerde Abdurrahman Çelebi misali böyle ilim olmaz. Benim Arapça bilmem lazımdı, ama ben modern ilmi öğrenmek için İngilizce öğrenebilmişim. Bu doğru mu? Hayır, doğru değil, bir kere her şeyi yerli yerine oturtalım. Bakın, otobüste gidiyorsunuz, bir tane yaşlı geldi, siz kalkıp yerinizi verdiniz, bu da bir itaattir, ama gönüllü bir itaattir. O kadar kötü değil itaat, ama tabii ki kadının kocasına itaat edeceği yerler vardır, etmeyeceği yerler vardır, benim ilim ehline itaat edeceğim yerler, itaat etmeyeceğim yerler vardır, çocuğumun bana itaat edeceği yerler vardır, itaat etmeyeceği hususlar vardır. Eyvallah, ama biz itaati hayatımızdan kovamayız, kategorik olarak reddedemeyiz. O zaman İslâm ahlâkının yarısını alır götürürsünüz. Çünkü bir yarısı Allah’a itaattir. İslâm ahlâkı dediğiniz sadece bunu yap-yapma değil ki, kim İslâm’ın ahlâkının birazıyla hareket ederse Efendimizin ahlâkıyla hareket ederse, farkına varmadan aynı zamanda adil bir insan olur. Çünkü İslâm ahlâkı adalete içkindir. Onun için İslâm, ahlâk ve adaleti yani hukuku, yani kanunu birbirinden ayırmaz. Hıristiyanlık o hatayı yaptı, onun için bir ahlâk dinine dönüştü. Şeriatı ihmal etti, kötülüğünden değil, ama İktibas bugün bakın, Müslümanlarda da bu var. O yüzden İslâm’ın fıkhını Müslümanlar ihmal ettiler. Onun için hayatımızda İslâm’ın fıkhı yok, onun için biz bir cemaat olamadık. İstediğiniz kadar devlet kurun ne yazar? Siz cemaat olmamışsınız. Siz hâlâ üç kişi yolculuğa çıkarken bile içinizde bir kişiyi, size önderlik edecek adamı bile seçme basiretinde bulunamıyorsunuz. Bu ne demektir? Sizin bir fıkhınız yok demektir. Müslümanlar fıkıhları olan insanlardır. Çünkü o İslâm ahlâkı bunu gerektirir. Fıkhın olmadığı yerde ahlâk olur mu? Ahlâk bir müddet sonra yaptırımcı gücünü kaybeder, biter. VII Şimdi özür diliyorum çok uzattık, ama bu benim için önemli bir şey, gerçekten bunu böyle çok yürekten savunuyorum tabii kendi çapımda, çok öyle her şeyi bildiğimden dolayı değil. İyi-kötü biraz bu işin mürekkebini yalayanlar da medresenin çürüdüğünü söylüyorlar biraz evvel arz ettiğim gibi. Oysa benim konuşmak istediğim ya da çarpmaya çalıştığım sadece medrese değil, herhangi bir yerdeki çürümüş medrese değil, genel bir medrese kavramı. Mesela, üniversite deyince aklınıza hiç çürümüş üniversite gelmiyor ya da basitçe bir üniversite gelmiyor. Hepsi muhterem. Hatta ve hatta ben diyorum ki, otoriteye karşıyım, eyvallah, tamam da, ama üniversitenin ürettiği bilginin otoritesine karşı değilsiniz. Mesela, bizim genç arkadaşlar şöyle söylüyor: Bilgi kutsal, İslâm kutsaldı, ama oradan elde edilen bilgi kutsal değildir. Yani mecbur değiliz o zaman. Eyvallah, peki sen aynı sözü niye üniversitede öğreten, bilgiyi üreten hocalara ve o bil- B iz itaati hayatımızdan kovamayız, kategorik olarak reddedemeyiz. O zaman İslâm ahlâkının yarısını alır götürürsünüz. Çünkü bir yarısı Allah’a itaattir. İslâm ahlâkı dediğiniz sadece bunu yap-yapma değil ki, kim İslâm’ın ahlâkının birazıyla hareket ederse Efendimizin ahlâkıyla hareket ederse, farkına varmadan aynı zamanda adil bir insan olur. Çünkü İslâm ahlâkı adalete içkindir. 57 İktibas B ırakınız ütopyalarımız olsun. Efendim, Pakistan’da belki bir fıkıh üzerine alim var, onu getiririz, başka birini getiririz, yani bunu dinamik olarak böyle kurabiliriz. O zihinleri Kur’ân’la tanıştırıp, o Kur’ân’ın bilgisiyle tanıştırıp, onunla yükledikten sonra ben o zihinlerin -Marksist mi, postmodernist mi tartışmayıpkonuşması gerektiğini düşünüyorum medresede. 58 Bir Dergi - Bir Düşünce Alıntı giye yöneltmiyorsun? Çünkü o bilgi bugün hayatımızı tanzim ediyor. Ölen bir adam hakkında adli tıpta kim karar veriyor? Bu bilgiyle karar veriliyor. Az önce onun için dedim, bilgi masum değil. Siz kavga edip mahkemeye gittiğinizde kim karar veriyor? O bilgiyle oluşturulmuş yasalarla karar veriliyor. Yani yasa gibi görüyoruz, ama mesele bir bilgi biçimidir o, tanzim edilmiş bir bilgi biçimi olarak önümüze geliyor. Ben onu kastetmiyorum, bundan dolayı Batının meşhur üniversitelerinden örnek vermeye çalışıyorum. Mesela, Sorbonne belki iyi bilmiyorum da, ama gene de söylüyorum, mesela Harvard, ama mesela kısmen biraz bilgi sahibi olduğum Oxford ve Cambridge’de bir kere her şeyden önce burada eğitim bir seçme işidir, öğrenci hocasını seçer, ama hoca da öğrencisini seçer. Gidersiniz hocanızın önüne, şimdi öyle midir değil midir bilmiyorum, ama yirmi küsur sene önce öyleydi. Gidersiniz, hoca da bakar, sizi tartar, eğer uygun bulursa o da sizi seçer. Bu karşılıklı bir seçme, aslında bizim medrese geleneğinde de biraz böyledir. Sonra meşhur Batı üniversitelerinde şu vardır: Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir konuda orijinal tezleri olan, orijinal düşünceleri olan, akademi tarafından da tartışılan insanlara giderler, derler ki, sen arkadaş bizim üniversiteye gelip ders verir misin? 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl, yani biz seni buraya davet ediyoruz. Orada 3.000 dolar alıyorsa ona 5.000 dolar, gerekirse 10.000 dolar verirler, alırlar, getirirler onu o Oxford’a, Cambridge’e ya da Harvard’a ya da Kaliforniya’daki bir üniversi- teye, ona 2 sene, 3 sene, 4 sene ders verdirtirler ve orijinal teorisi olan o zeki insanlarla öğrenciler tanıştırılır ve onlara ders verdirirler. Bu aşağı yukarı bizde de biraz var. Birkaç yıl önce tanıdığım bir Hintli Müslüman Bilkent’e gelmişti. İstatistik üzerine orada 2 yıl ders verdi. Meğer adam -kardeşim vasıtasıyla tanışmıştım- dünyanın meşhur istatistikçilerinden biriymiş. Şimdi düşünün, siz de böylesiniz, mesela, Afrika’da usul üzerine bir adam var Tanzanya’da, gidip onu getirebilirsiniz. Tabii bu bir ütopya, bu ülkede buna müsaade etmezler, ama olsun insanlar ütopyayla yaşarlar, bir de gerçek ütopya olmadan değiştirilemez. Bırakınız ütopyalarımız olsun. Efendim, Pakistan’da belki bir fıkıh üzerine alim var, onu getiririz, başka birini getiririz, yani bunu dinamik olarak böyle kurabiliriz. O zihinleri Kur’ân’la tanıştırıp, o Kur’ân’ın bilgisiyle tanıştırıp, onunla yükledikten sonra ben o zihinlerin -Marksist mi, postmodernist mi tartışmayıp- konuşması gerektiğini düşünüyorum medresede. Bu dediğim üniversitelerin esas önemli olan bu, özür diliyorum sizden, özelliği ne? Bu üniversitelerin temel özelliği mühendis yetiştirmek değil, beşeri bilimler dediğimiz bilimleri esas almışlardır. Yani mesela, Oxford, Cambridge gibi üniversitelere bakarsanız bunların temel iştigal alanı beşeri bilimlerdir. Matematikten tutunuz da, hukuka, felsefeye, sosyolojiye, siyasete, mantığa bunun gibi daha birçok şeye; yani bir toplumun tarihsel akışı içerisinde lazım olacak ve sorunlarını çözecek bilgiyi üreten bir yerdir buralar. Medrese de bizim tarihsel olarak Müslüman bir toplumun Düşünce Bir Dergi - Bir Alıntı tarihsel akış içinde karşılaştığı sorunları ve o sorunları Müslümanca çözmeye imkân verecek bilgiyi üreten yerdir. Medresenin görevi birinci derecede size gökdelen yapmak değildir. İslâmcılık bence burada haksız olarak medreseden böyle bir görev bekledi, onu bulamayınca top, tüfek, gökdelen -bugün de gökdelen bekliyor- işte dedi çürümüş. Hayır, medresenin temel görevi bu değildir. Üstelik Batıda da mühendislik okulları çok sonra dahil olmuştur üniversiteye. Mesela, benim bildiğim kadarıyla ilk defa mühendislik okulunun Londra Üniversitesi’ne dahil olduğu tarih 1860’tır. Bundan önce de var, mesela dernekler var, cemiyetler var, mühendislerin kurduğu, mühendislik işleriyle uğraşanların kurduğu özellikle mesela, kömür madenleriyle onlar bu konuda ihtisas yapmış, özel çabaları olmuş bir sürü insanların kur- İktibas muş olduğu cemiyetler var, ama üniversite çok sonra bunları kabul ediyor bünyesine, bundan önce almıyor. Çünkü üniversite kendini hep o beşeri bilimlerle sınırlamıştır, o insan zihninin melekeleri dediğimiz bizim Edebiyat Fakültesi’nin mesela özelliği de o, sanattan tutun birçok şeye kadar; çünkü bunlar insan zihninin melekelerini ifade eder diye düşünülüyordu. Dolayısıyla da böyle bir durum olmuştur. Medresenin de görevi buydu. Bu görevi yapmamışsa eyvallah, ama medreseden siz uzaya gidecek araç beklemeyin ya da belki de çok basitinden bir köprü yapmasını beklemeyin, onun görevi bu değil, o köprüleri yapacak adamların zihnini yetiştirir. Önce Müslümanca bir zihin yetiştirir, ondan sonra da onlar da giderler, o köprüyü tasarlarlar. Eğer böyle bir zihin yetiştirseydik bugün gökdelenler diye 7DUDI$÷XVWRV bir sorunumuz olmazdı. Bugün modern tıbbın bizi soyduğu gibi bir sorunumuz olmazdı. Çünkü bu zihinsel bir meseledir, neyi neyin içine mezcedeceğiz? Tıbbi bir zihnin içine İslâm’ı mı mezcedeceğiz, yoksa İslâmi bir zihnin içine sağlık dediğimiz kavramı mı mezcedeceğiz? Bu önemlidir, hangisi hangisine karşı önceliklidir? Ben, İslâm’ın düzenlediği bir zihnin önce yetiştirilmesi, inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorum, ondan sonra diğerleri üzerinde konuşalım. Çünkü böyle bir seçici zihin, selektif bir zihin olacaktır. Yani her şeyden önce mesela, modern tıbbın yaptığı gibi, hastalığımı dinlerken beni ölümle tehdit etmeyecektir. Bak, bunu kullan, yoksa kalp krizi geçirirsin, bunu kullanmazsan çok tehlikeli olur, bunu kullanmazsan kanser riski artar. Bunlar aslına bakarsanız çok gizli bir şekilde insanın o en büyük zaafıyla oynamaktır, ölümle onu korkutmaktır. Sağlık ölüm üzerinden yapılıyor, çünkü modern tıp nihayetinde sağaltıcı bir felsefe üzerine kurulu değildir. Gerçi konumuz bu değil, özür dilerim, içimizde doktorlar varsa beni affetsinler, insanı mekanik düşündüğünden dolayı ölümsüzlüğe bir çare bulma felsefesi üzerine kuruludur. Onun için organ naklini çok başarıyla yapıyor, yapacaktır da bundan sonra. Çünkü insanı mekanik olarak görmektedir Kalbi bozulmuştur, yeni kalp… Tabii bu arada da yeni insan tiplerine ihtiyaç olur. Şimdilerde Hindistan’da kalbi alınacak çocuk siparişi veriyorlarmış, çocuklar doğuruyor kadınlar, ondan sonra onun kalbini alıp başka yere takacaklar, yani organ nakli dediğiniz şey. Bunun önüne geçemezsiniz, insanoğlu yaşamak ister. 59 Sanat - Edebiyat BU GİDİŞ NEREYE! MURAT KİRİŞCİ Ey İnsan bu gidiş nereye! Bu acı soru yüzüme değse ve ürpersem Nefes nefese koşanların toz bulutuyla Kalbime düşen her damlasında bir nefes versem Sonra aldırmadan yavaşlayan Ve uzaklaşan seslerini dinlesem Çok bilmiş sayıklamalarımla Yine sorsam birkaç savruk soru Cevaplarından daha zor olan… Ey İnsan bu gidiş nereye! Daha karanlık bir geceye kaçsam Yollarda kaybolurken uyku halinde kalsam Kendimle vedalaşsam sadece Ve sadece kendimin bildiği rotaya yönelsem Biraz yabancı biraz uzak olsam Güneş için aya, sabah için geceye yürüsem Bildiğim dağlara bilmediğim şarkılar okusam Uzaklaşabilir miyim bu korkudan… Ey İnsan bu gidiş nereye! Cevabı bu kadar yakın iken Hangi mesafeler uzak tutar beni Nasıldır O’ndan öte kalma imkânım Kalbin uyanma vakti geldi mi bahar misali Sabır ister gecenin sonunu bilsen dahi Geceye tutunabiliyorsa gerçektir yıldızlar Avuç içinde kalan hayatsa İşte o kadardır gidebildiğimiz… 60 Sanat - Edebiyat ŞAİR, ŞİİR, ŞİİR ŞÖLENLERİ MEHMET MORTAŞ Şiiri iç dünyada yaşanan devinimlerin kelimeler ile dışavurumu olarak tarif edersek, iç dünyada yaşanan gizemli kelimelerden kurulu dünyanın hayatta bir anlam kazanabilmesidir. Her şair fıtratı gereği iç dünyasının gizemlerini dış dünyaya bir sanat eseri olarak sunmak istemesi, şiir ile hüzünlerini, sevinçlerini, vermek istediği gizemli mesajlarını paylaşması, bu dünyada hayata karşı bende bir şeyler söylüyorum demesi kaçınılmazdır. Şiir şölenleri bu anlamda şair için ruhen ve bedenen kendini ifade edebileceği en güzel ortam olarak görünmektedir. Şair şiiri ile her zaman tek başınadır, ama bu tek başınalık heybesine kelimelerden kurulu bir dünya anlamına gelir. Aslında her iç dünya bir şiirdir fakat iç dünyalarını dış dünyaya aktarabilenler sesini duyurabilmektedir. Modernizm insanın iç dünyasındaki devinimlerini, kendini tanımayı anlamayı meşru alanında görmek istememektedir. Şair ve şiiri, modernizmin kendi ruh dünyasına her türlü devasa görsel ve efektif silahları ile saldırmak, hayatın anlamını bulanıklaştırmak istemiş bunda da başarılı olmuştur. Bu nedenle her şeyi ben eksenli gören, her şeyi ben eksenli yaşayan şairler ve şiir çoğalmıştır. Bu minval üzere şiir şiirin kurdu olmuş, benlikler modern dünyada hep çatışır olmuştur. Şair ve şiirin İktibas ben olmaktan, egoistlikten, sadece kendini düşünmecilikten çıkıp vicdanen, ruhen biz olmak zorundadır. Belki de modernizmin açtığı yaralara karşı biz olmak bir kalkan oluşturabilir, kelimelerin arkasındaki manevi güç meydana çıkabilir. Biz olmak için bir araya gelmenin en iyi yolu şiir şölenleri görülmektedir. Çünkü şairler ne kadar da iyi şiir, güçlü kelimeler meydana getirseler de şiir şölenlerinde şairler ile iç içe olmak, şiir severler ile bir arada olmak meydana getirdiği güçlü eserler bir anlam kazanarak bir su misali akar gider. Özellikle Şair Bahaettin Karakoç ile birkaç defa şiir şölenlerine beraber gitme fırsatı bulduğumda şiir ile haşır neşir olan şairlerin Bahaettin Karakoç’a kendi şiirlerini sunması ve usta şairin yorum ve tenkitlerine büyük önem verdiklerine ise bizzat şahit olmuşumdur. Şiirin gizemli bir o kadar da çekici dünyasını teneffüs eden şairler şiir şölenlerinde uzun dostluklar kurmuşlar hatta o hava ile daha güzel eserler meydana getirmişlerdir. Şiire ilgi duyan ve şiirini takip eden şiir severler ise bu sayede ulaşamayacağı, göremeyeceği şairleri de görme fırsatı bulma olanağına da sahip olmaktadır. Maraş şiir festivalinde Türkiye’nin dört bir tarafından gelen şairler hem birbirlerini görme, şiir iklimine girme fırsatı bulmuş hem de halk bu isim yapmış şairler ile içli dışlı olma fırsatını bulmuşlardır. Ülkemizde daha önce çok fazla şiir etkinlikleri yoktu. Sadece Maraş’ta Bahaettin Karakoç’un düzenlediği Dolunay Şiir Şö- lenleri aralıksız 16 yıl sürdü. Bahaettin Karakoç’un çıkardığı Dolunay dergisi ile iç içe olması şöleni ayrı bir yere koymamızı sağlamaktadır. Buradan yola çıkarak günümüzde yapılan şiir şölenlerinin bir sanat edebiyat dergisi etrafında yapılmamasını şair ve şiiri için bir engel olarak görüyorum. Bahaettin Karakoç’un çıkardığı derginin adı ile düzenlenen Dolunay Şiir Şöleni bir örnek olarak kişilerin, herhangi bir beldenin isminin ön plana çıkarılması değil, sadece sözün gücünü ön plana çıkarmak gerekmektedir. Bir sanat edebiyat etrafında ve derginin adı ile düzenlenen şiir şölenleri şair ve şiirini daha bir anlamlı kılmakta, tabir yerindeyse tam yerine oturmaktadır. Şairlerin isimleri ve şiirleri kullanılarak birilerinin sadece reklam amacı ile bu işe soyunması hiçte etik görünmemektedir. Bu durumun en belirgin bilançosu ise şiir şölenleri düzenleyenler her yıl aynı isimleri çağırmakta, sanki şiir bu isimlerin etrafında dönmektedir. Her şölene çağrılan ve giden kimi şairler ise kendilerini elit şair gibi bir ruh haline sokmaktadır belli etmese de. Usta şairlerin yanında kelimelerini iç dünyasında demleyip gönül hanemize şiirleri ile hitap eden ve gelecek vaat eden şairler de çağrılmalı şölenlere. Modernizmin gönülleri dağlamadığı, benliklerimizin ekâbirleşmediği, şair, şiir ve şiir severlerin ruh dünyalarının bütün kâinat ile sadece bir yöne doğru biz olma muştusuyla. mmortas@hotmail.com 61 İktibas AYI OYNATMAK YASAK AMA ÇOCUK OYNATMAK DEĞİL SEVDA TÜRKÜSEV 4POTBZGBDPNt"ʓVTUPT Televizyonun eğitim ve iletişim aracı olarak kabul edildiği bir eğitim sisteminde, bizde televizyonun eğlence aracı olması en acı gerçeklerimizden birisidir. Bu büyülü ekran gerçekten büyülü ki, insanları insanlıklarından çıkartabiliyor… Biz evlilik programları ve dizileri eleştirirken çok daha önemli olan çocukların yarıştırıldıkları programları çok fazla gündeme getirmiyoruz… Ufacık çocukları süsleyip, püsleyip, kadınsı bir hale getirip bir de üstüne kıvır kıvır oynatmalarına tüm toplum seyirci kalıyor… O çocukların olması gereken yerler gerçek yetenek yarışmaları olmalı… Geçen hafta 8-9 yaşında bir kız çocuğunu giydirip sahneye atmışlar ve “yedi kocalı Hürmüz” şarkısını söyletiyorlar… O çocuk nasıl kıvırıyor nasıl kadınsı işveli hareketlerle sahne şovu yapıyor, görünce içim acıdı demek yanlış olmaz… Aynı yarışmada üç sene önce 8-9 yaşında yarışmaya katılmış şimdi yeni serpilmiş olan kız da aynı bir sanatçı gibi döktürmez mi? Bir de üstüne kız şarkının sonunda “Evet, adet yerini bulsun” diyerek bir kıvırmaya dansöz gibi oynamaya başladı ki resmen “pes” dedirtti… Sunucu ve yorumcuların da bu çocuklara “aman-aman maşallah” diyerek üstüne verdikleri coşku da çabası… Tabi sunucu ve jüri için o yarışma sadece bir iş ve onlar aldıkları paraya bakarlar. Fakat asıl garip olan bu çocukların ailelerinin çocuklarını o yaşlarında bu hallerle sokmaları… 62 Bir Dergi - Bir Düşünce Alıntı O yaştaki çocukların duygusal ve fiziksel dünyaları hayata dair tecrübelerle gelişmeye başlayacak ve bu çocukların hedef ve idealleri bu doğrultuda gelişecek… Ayrıca bu çocukları televizyonlara alıştırdığınızda o çocuklarda gereksiz bir ego oluşup kendilerini gerçekten ünlü zannedecekler… Çocukken sevimli halleriyle ilgi görünce hep aynı ilgiyi göreceklerini zannederek o hayatı benimseyecekler. Sonrasında aynı ilgi olmadığında da televizyonlara çıkmak için televizyonun büyülü havasına girmek için her şeyi yapabilecek kadar bir bunalım içine girebilirler… Onca yarışma programı oldu da ne oldu? Kaç yarışmacı Star oldu? Ben hatırlamıyorum, ya siz! Özellikle kız çocuklarını küçük kadınlar haline getirip, dekoltelerle, makyajla toplumun gözü önünde oynatmak toplumun gözü önüne sunmak resmen bir “ÇOCUK İSTİSMARIDIR” diyorum… Hayır, Bu ülkede ayı oynatmak yasaklandı da ufacık çocukları olduklarından farklı bir hale sokup oynatmak neden yasaklanmıyor? Hayvan haklarını savunanları lütfen bu çocuk haklarını da savunmaları için sokaklara ve ekranlara davet ediyorum… Aileden sorumlu Bakanımızı da bu konuda yeni etkin ve önemli yaptırımlara davet ediyorum… Televizyon yapımcılarına diyecek bir şeyim yok. Onlara ne diyeceğiz, onlar için her şey bir iş bir proje… Asıl ailelere sesleniyorum; Biraz ellerinizi vicdanınıza koyun ve kendinize gelin… Bir anne ve babanın en değerli varlığı evlatlarıdır. Fakat maalesef anne ve babaların kendi elleriyle çocuklarını ateşe atmalarına da işte böyle şahit oluyoruz… Gerçekten millet meşhur olma delisi mi olmuş ne? Okullarda ki dini eğitimleri erken ve gereksiz bulanlar küçük çocukların aynı yaşlarda kıvırmalarına neden karşı çıkmıyorlar? Birileri ha bire cemaatleri eleştirip duruyor. Dindar nesillerden korkup dini hayatın içinden çıkarmak için çalışanlar da var… Çocuklarımız televizyonlarda çıkıp kıvıracağına, sokaklarda köşe başı tutup çete olacağına gidip cemaatlerde saf tutsunlar daha iyi… Tabi Allah’ın rızası dahilinde yola çıkmış cemaatlerden söz ediyorum… Vallahi benim çocuğum da gitar çalıyor müzik yapıyor. Çok yarışmalardan teklif de geldi ama şimdi 22 yaşında ve ancak bunlarla ilgilenmeye başladı… Biz de çocuğumuzu elinden tutup yarışmalara götürebilirdik. Ama götürmedik, yaptığı müziği gerçekten bir sanat olarak benimsetip hayatına koyduk… Tabi ki çocuğunuzun müzik gibi hobisi olmalı ama böyle değil… Bu yarışmalarda çocukların yetenekleri ortaya çıkarılmıyor, bu yarışmalarda çocuklar reyting ve para uğruna kullanılıyor istismar ediliyor. Ve özellikle kız çocuklarının hareket tavır ve kıyafetleriyle cinsel olarak da istismar edildiğini söylemek ne kadar yanlış olur acaba? Ey aileler iyi dinleyin… Bu çocuklar yarın bir gün sizi takmazlarsa, okumazlarsa, çocuklarınıza söz geçiremezseniz hiç onları suçlamayın. Siz bu yaşlarında onlara bu imkanı verip bir de alkışlarsanız sonuçlarını da katlanırsınız… Ve RTÜK, Lütfen artık siz müdahale edin… Bir taraftan gelecek nesiller için çalışılırken diğer taraftan gelecek nesiller göz göre göre ziyan ediliyor… Kısacası ülkece sistemin içinde toplumsal ve bireysel olarak bindiğimiz dalı kesiyoruz… sevda_turkusev@yahoo.com Mektuplara Cevaplar İSLAMCILIKTAN NE ANLAMALIYIZ? HÜSEYİN BÜLBÜL AHMET ÜNVERDİ/URFA SORU Ali Bulaç’ın 19 Ağustos 2012’de yazmış olduğu “İslamcılığın Seyri” yazısıyla yeniden gündeme gelen ve Mümtaz’er Türköne’nin “İslamcılığa Ne Oldu?” yazısıyla tartışmalara yeni bir boyut kazandırdığı İslamcılık’tan sizler ne anlıyorsunuz? CEVAP: İslamcılık sözlükte şöyle tanımlanmaktadır: “Her şeyin temelinde (devlet yönetimi, hukuk, yaşam...) dinin olduğunu savunan düşüncedir. İslamcılara göre her şey şeriata bağlı olmalıdır ve hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanlar halifenin etrafında toplanmalıdırlar. Hatta onlara göre Osmanlı devletinin geri kalmasının sebebi şeriat esaslarından ayrılmış olmasıdır. Tamamen şeriat yanlısı İslamcıların yanında bir de Batı’nın teknolojisinden, endüstrisinden ve biliminden yararlanmak konusunda bir sakınca görmeyen İslamcılar da mevcuttu. İ slamcılık sözlükte şöyle tanımlanmaktadır: Her şeyin temelinde (devlet yönetimi, hukuk, yaşam...) dinin olduğunu savunan düşüncedir. İslamcılara göre her şey şeriata bağlı olmalıdır ve hangi milletten olursa olsun bütün Müslümanlar halifenin etrafında toplanmalıdırlar. II. Abdülhamid, İslamcılık düşüncesini geliştirmiş ve kendi döneminde Osmanlı devletinin resmi politikası haline getirmiştir. Tabi ki amacı, Müslümanları bir arada tutmayı başarıp imparatorluğun daha fazla parçalanmasını engellemekti ama kısmen başarılı olabildi. “İslamcılık Nedir” sorusunun bir başka yanıtı ise şöyle verilmektedir: İslam’ın ilk dönemindeki değerleri XX. yy. başlarına taşıyarak Türk toplumunu içinde bulunduğu bunalımdan kurtarma girişimidir. Çünkü İslam, tüm ilerlemelerin anahtarıdır. Kuralları doğru uygulanırsa gelişmiş milletlerin seviyesine ulaşılabilir. II. Abdülhamid, bu girişim ile şunları amaçlamaktaydı: Hem Balkanlardaki “Panslavizm”i etkisiz duruma sokmak, Müslüman toplulukların devletten ayrılmalarını engellemek, hem de içeride siyasal rakiplerinin halk içindeki gücünü kırmak. (Panslavizm: Çarlık Rusya’sının Balkanlarda yaşayan bütün Slav topluluklarını, yabancı egemenliğinden özellikle Osmanlı yönetiminden kurtararak Rusya’nın denetiminde bir Slav devletinin oluşumunu sağlamak için uyguladığı politikaya verilen isimdir.) İslamcılığın tanımlanması konusunda Ali Bulaç’ın düşüncesi ise şöyledir: “İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır.” İslamcılığın tarihi seyrini üç evreye ayıran Bulaç şöyle değerlendiriyor: “1850’li yıllarda tarih sahnesine çıkan İslamcılık üçüncü neslin tecrübesiyle yürüyüşüne devam ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor.” 1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “Kur’an ve Sünnet’e dönüş”tür. 63 İktibas Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar “içtihad kapısının açılması” ve “cihad ruhunun uyandırılması” hedeflerini öne çıkarıyorlardı… İlk nesil İslamcılar Çanakkale savaşının mağduru oldular, 1925 Takrir-i Sükun ve tek parti diktasıyla tasfiye edildiler. Söz konusu radikal tasfiyeden sonra İslamcılık 1950’ye kadar derin bir uykuya yattı. 1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “modern-ulus devlet” oldu. Meşruiyet krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler. Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu ya “İslami renge büründürüldü” ya da yan tarafa “icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar” ilave edildi. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar.” Bunlarla beraber Mümtaz’er Türköne Ali Bulaç’ın değerlendirmelerini, geçmişte kalmış, müzeye kaldırılmış anlayışlar olarak değerlendirerek şunları söylüyor: “Bulaç, İslâmcılığı lügatlere girecek sarahatle, “İslâm’ın ana kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslâm birliğini hedefleyen entelektüel, ahlâkî, toplumsal, ekonomik, politik ve devletlerarası hareket” olarak tanımlıyor. 64 Mektuplara Cevaplar Tanım sadece sarih değil, bir zamanların çok gürültülü tartışmalarını hatırlattığı için zihin tazeleyici. Evet bir zamanlar böyle bir misyon yüklenen İslâmcılar vardı. Özellikle 80’lerin sonunda ideolojik alanda hegemonik bir üstünlük bile sağlamışlardı. Peki şimdi neredeler? Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor. Büyük Doğu dergisinin tıpkı basımları bir gazetemizin eki olarak elimize ulaşırken, saygıda kusur edildiğini söyleyebilir miyiz? İslâmcılık bir ideoloji olarak çöktü. Omuzlarındaki ağır iktidar yükü onu çökertti. Kendini yeniden bulması için önce iktidarla bağlarını koparması, sonra uzun süre muhalefette yeni projeler üretmesi lâzım. Subaşı’nın işaret ettiği gibi çoğulculukla irtibata geçti ve onun bir parçası haline geldi. Türkiye değişti. “Kim değiştirdi?” sorusuna, mütevazı sınırlar içinde failler arıyorsak, ilk sırayı bir zamanlar kendilerini “İslâmcı” olarak tanımlayanlara vermemiz lâzım. Bugün sorsanız, çoğu yüzüne yayılan masum bir tebessümle gençlik yıllarına ait unuttuğu çocuksu şeylerden dem vuracaktır. Dünün keskin devlet karşıtları bugün devlet adına konuşuyorlar. “Devlet adına” lafı hafif kaldı; doğrudan “devlet olarak” konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet. İslâmcılar devleti değiştirdi mi? Devleti ele geçirdiler, ama devlet de onları değiştirdi. Hangisi daha çok değişti? Elbette İslâmcılar; değişmek ne kelime bambaşka bir boyuta taşındılar. İslâmcılık adına çantalarında siyasî bir projeleri var mı? Yok. Uygulayıp mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla unuttular ve vazgeçtiler. Bu iş gömlek çıkartmaktan farklı. Gömlek çıkartmak, yelpazeyi geniş tutmak için siyasî bir tercihti. İslâmcılıktan vazgeçmek ise, demokrasi ile yola devam edebilmek için bir mecburiyetti. Tarih İslâmcılara bu şansı verdi.” İslamcılığın 21. yüzyılda geldiği son durumu Abdurrahman Aslan ise şöyle değerlendiriyor: “Kişisel kanaatime göre; İslamcılık, zamanın akışı içinde doğruluğu anlaşılmış düşünceler kadar; bu zaman içinde yanlışlanmış düşünceleri de bünyesinde taşıyan bir “gelenek/akım” veya söylem. Bunun da çok doğal bir şey olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu haliyle İslamcılığın başından itibaren kendisiyle birlikte taşıdığı ve zamanın akışının yanlışlıklarını gösterdiği bazı zaafları bulunuyor. Müslümanların son yirmi yıl içinde geldikleri noktayı göz önüne aldığımızda; İslamcı söylemin ve onun söz konusu zaaflarının yeniden tahlil ve restore edilmesi gerektiğine inanmaktayım. Müslümanlar kadar, Müslümanların taşıdığı İslamcı söylemin onları nereye taşıyıp götürdüğünü; bunun yanında İslamcı söylemin bugün nasıl bir “Müslüman model” inşa etmek istediğini bilmemiz gerekiyor. İslamcılık doğduğu günden bu yana aynı düzlemde cereyan eden bir düşünce akımı değil. Türkiye’deki İslamcılık kanımca 1960’ların sonlarından itibaren ciddi bir kırılmadan geçmiştir. Bugünkü İslamcılığın vardığı içler acısı noktayı, bu kırılmayı göz önüne alarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. İslamcılık bu tarihten itibaren Mektuplara Cevaplar kendi ilmi geleneğinden ve köklerinden ciddi şekilde kopmuştur. Bu kopuşun zihinlerde yarattığı dönüşüm, Müslüman’ı modern dünyaya katılmaya, yani modern idealleri İslam adına onaylamaya çağırmaktadır.” Görüldüğü gibi herkesin kendine özgü İslamcılık tanımı, İslamcılık anlayışı, hadiseleri değerlendirme biçimi ve değer yargıları vardır. Ancak İslamcılık kavramının kendisi de sorunlu bir kavramdır. İslam kelimesine “cılık” eki ilave edilerek oluşturulan bu kavram, zihinlerde Türkçülük, Kürtçülük, Turancılık gibi bir çağrışım yapmaktadır. Bu nedenle İslamcılığı din tacirliği, dini siyasallaştırma gayreti olarak tanımlayanlar da olmuştur. Nitekim Türk olmayanın Türkçülük, Kürt olmayanın da Kürtçülük yapabildiği gibi, İslam olmayanın da İslamcılık yapabileceğini çağrıştırmaktadır. Müslümanlara Allah’ın verdiği Müslim ve İslam ifadeleri daha sevimli gelmektedir. Ayrıca İslam bütüncül bir hayat nizamıdır. Tebliğden cihada kadar her türlü yöntemi kendi bünyesinde bulunduran bir sistemdir. Asla ithal kavramlara ihtiyacı yoktur. Bugün toplumun diline doladığı İslamcılık, ırkî anlamdaki milliyetçilik akımının Osmanlı toplumuna empoze edilmesine karşı, Müslüman halklara asli kimliklerini hatırlatma çabası olarak sahneye konmuş bir mücadele yöntemi idi. Ancak amacına ulaşma fırsatını yakalayamadı. Değişik din ve ırklara mensup Osmanlı toplumu parçalanarak yeni devletçikler oluşturuldu. Hâlbuki Osmanlı zaten İslam devletiydi. Halifeliği şahsında temsil ediyordu. O güne kadar taşıdığı sorumluluğu yerine getirmiş olsaydı, Allah onlara bu hezimeti yaşatmazdı. Çünkü Allah, dinini yüceltmeye İktibas çalışanı yücelteceğine, yardım edene yardım edeceğine söz veriyor.(Hac 22/40) İmparatorlukları sarsan bu projenin arkasında o günün büyük Britanya imparatorluğu vardı. Bu proje “Böl, parça, yönet” siyasetinin uygulamaya konulmasıydı. Osmanlı toprakları üzerinde irili, ufaklı 40’tan fazla devletçik oluşturulmuştu. Bunlardan biri de Türkiye idi. Üç kıtaya hükmeden Osmanlı’dan geriye avuç içi kadar yerde kurulan bu devlet üzerinden de ellerini hiçbir zaman çekmediler. Aynen bugün yanı başımızdaki Irak için uygulanan politika, o günde T.C. için uygulanmıştı. Çünkü Müslüman halklar kendilerine yapılanı anlayıp yeniden toparlanmaya başlayacak olurlarsa işlerin sarpa saracağını biliyorlardı. Bu nedenle İslam kuyuya gömülerek üzeri kireçlenmişti. Ancak ölüden diriyi diriden de ölüyü çıkartan Allah, bu toplumun içinden dinini yeniden ihya edecek insanların çıkmasını sağlamaya her zaman muktedirdir. Cumhuriyet’in tek partili günlerinde millete göz açtırılmadı. Ancak kendilerinden emin olup çok partili döneme geçildikten sonra ki 1950’den sonra millet rahat bir nefes aldı. Bu dönem aynı zamanda ABD’nin dünya siyasetine girdiği iki kutuplu sistemin kurulduğu yıllardır. Halkı Müslüman olan ülkelerde yeşil kuşak projesinin uygulanmaya başlandığı yıllardır. Bu nedenle bu ülkelerde İslam’ın önü açılarak Müslümanlara komünizmin önünde engel olacak kadar İslam’ı öğrenmelerine göz yumulduğu dönemdir. Bunu temin için İmam Hatip okulları açıldı, ilahiyatlar hizmete girdi ve Kur’an Kurslarına imkân tanındı. Bu okulların amacı “yeni nesil Müslümanlar” yetiştirmek- B ugün toplumun diline doladığı İslamcılık, ırkî anlamdaki milliyetçilik akımının Osmanlı toplumuna empoze edilmesine karşı, Müslüman halklara asli kimliklerini hatırlatma çabası olarak sahneye konmuş bir mücadele yöntemi idi. Ancak amacına ulaşma fırsatını yakalayamadı. Değişik din ve ırklara mensup Osmanlı toplumu parçalanarak yeni devletçikler oluşturuldu. Hâlbuki Osmanlı zaten İslam devletiydi. 65 İktibas Mektuplara Cevaplar ti. Modern hayatı, demokrasiyi ve laikliği içselleştirmiş “aydın” dindar insanlar olacaklardı. Nitekim birçoğu üzerinde muvaffak da oldular. Ancak bunların içinden ‘imalat hatası’ Müslümanlar da yetişmedi değil. D ünyanın diğer coğrafyalarında gelişen güzellikler de olmuştu. Afgani, Abduh ve İkbal gibi Müslümanlardan etkilenenler, İslam’ın ana kaynağına dönerek yeniden ihya edileceğine inanan bir grup Müslüman Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketini başlatmış ve çok güzel mesafeler de almışlardı. Bunların çalışmalarından alınan ilhamla İslam dünyasında bir canlanma meydana geldi. 66 Bu arada dünyanın diğer coğrafyalarında gelişen güzellikler de olmuştu. Afgani, Abduh ve İkbal gibi Müslümanlardan etkilenenler, İslam’ın ana kaynağına dönerek yeniden ihya edileceğine inanan bir grup Müslüman Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketini başlatmış ve çok güzel mesafeler de almışlardı. Bunların çalışmalarından alınan ilhamla İslam dünyasında bir canlanma meydana geldi. Kur’an’a dönüşle birlikte yeni yapılan tercüme eserler bu ülkede de İslam’ın meltemini estirmeye başladı. Türk gençliği, hayatında ilk defa anladığı dilden Kur’an okumaya, okuduğunu yaşamak için gayret göstermeye başladı. Bunların kafalarında İslam’ın devlet anlayışı canlanmaya, geçmişteki şerefli tarihe özlem duymaya başladılar. Dinamik güçlerin bu gelişmelere göz yumması düşünülemezdi. Kontrolsüz gelişen Müslüman kitleyi devlete ve demokrasiye ortak etmek için sağda ve solda yeni partiler kurularak halkı istediği partinin çatısı altında toplanmaya yönlendirdiler. İngilizlerin meşhur bir sözü vardır: “Bir yerde İngiliz aleyhtarlığı varsa orada İngilizlere küfreden bir lider çıkartırız, böylece muhalefeti de biz kontrol ederiz” derler. Bu anlayışın hayata geçirilmesi olarak, sağda en radikal söylemlerle sahneye çıkan Milli Nizam Partisi’ni Erbakan’a kurdurdular. O günlerde Erbakan Hoca öyle bir hızlı çıktı ki, zinde güçler dayanamayıp partiyi kapattılar. Böylece Hoca ilk dersini almış oldu. Soluğu da İsviçre de. Yaptıklarını değerlendiren zinde güçler işin yanlışlığını fark ettiler. “Bu işe legal olarak müsaade etmezsek hareket illegal olarak devam edecek” diyerek, yeniden Hoca’yı devreye sokmaya karar verdiler. Hoca’yı ikna etmek için her türlü garantiyi vererek İsviçre’den getirmek üzere bir topçu albayını görevlendirdiler. Bu defa da Hoca Milli Selamet Partisi’ni kurdu. Söylemleri daha yumuşak, daha tedbirli bir üslupla yoluna devam etti. O günler Müslümanları partiye dâhil etmek için ilden ile gezdi mitingler, konferanslar verdiği günlerdi. Derken 12 Eylül 1980 darbesi gelip çattı. Bütün partiler kapatıldı ve liderler içeri alındı. Mamak cezaevinde tutulan Hoca’yı yargılamak ve sorgulamak üzere hâkim karşısına getirildiklerinde hâkim Hoca’ya, “seni Mustafa Kemal’in kurduğu T.C’yi yıkmak ve yerine şeriat devleti kurmaya kalkışmak suçundan yargılayacağım” deyince Hoca, “Teessüf ederim Hâkim Bey kurulduğundan beri devlete ve demokrasiye soğuk bakan Müslümanlara devleti ve demokrasiyi sevdirdiğim için bana teşekkür edeceğiniz yerde beni devleti yıkmakla mı suçluyorsunuz” dediği mahkeme zabıtlarına kaydedildi. Bunu bir savunma refleksi olarak söylemediğini gerçekten böyle olduğunu devam eden süreç ortaya koyacaktır. 12 Eylül fırtınası geçtikten sonra yeni parti Refah Partisi ismiyle kurulup yoluna devam etti. Artık yeni söylem de bu isme uygun olarak geliştirilmişti. Başından beri karşı olunan demokrasiye karşı olmadığını ve demokrasinin ve laikliğin Türkiye’deki uygulamalarına karşı olduğunu ve kendisinin mega-laik olduğunu milyonların önünde Mektuplara Cevaplar alenen ilan etmeye başladı. İşin enteresan yanı İslamcı olduğunu zannettiğimiz seçmeninden hiçbir tepkinin gelmemesiydi. O güne kadar “Batı tu-kaka, laiklik dinsizlikti”, nasıl oluyordu da bir anda bu değerlerin nitelik değiştirdiğine inanıyorlardı. Anlaşılan, yaşanan süreçte Hoca seçmenini kendisine benzetmişti. Bu söylemden hiçbir rahatsızlık duyulmadı. Nihayet 28 Şubat sürecinde yaşanan istifa dağılma ve anayasa mahkemesince kapatılmasından sonra Fazilet Partisi ismiyle yola devam etti. 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesince kapatılmasının ardından aynı partinin kapatılması durumunda devreye girmek üzere 17 Aralık 1997’de Fazilet Partisi kurulmuştu. 22 Haziran 2001’de kapatılmasıyla devreye Saadet Partisi girdi. Milletvekilleri bu defa da bu partinin bünyesinde toplandılar. Ancak 14 Mayıs 2000’de yapılan ilk kongrede yenilikçiler bekledikleri desteği bulamadıkları için partiden ayrıldılar. Yenilikçilerin başında Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç geliyordu. 11 Ağustos 2001 tarihinde bu ekip Adalet ve Kalkınma Partisi adıyla yeni bir parti kurdular. “Erdoğan, geldiği gelenekten ayrıldığını, Milli Görüş gömleğini çıkardığını ve partisinin siyasi yelpazedeki yerinin “muhafazakâr demokratlık” olduğunu açıklıyordu. Bu ifadelerle artık İslamcılıktan dem vurmayacağını, partisinin İslami bir parti olmadığını, demokrat bir parti olduğunu ilan ediyordu. Öyle de yaptı. Bir TV programında kahve hanelere… gidip oy için dolaştıklarını dile getirenler onları mahkum etmek için yapmışlardı bunu ama, genel başkanın verdiği cevap aynen şöyleydi: “Kahvehaneye de İktibas meyhaneye de giderim. Kazanmak için papaz elbisesi giymem gerekiyorsa giyerim” demesi anlayıştaki vahameti anlatmaya yetiyordu. Bunca radikal söylemden sonra böyle bir sonuçla karşılaşmak kimseye garip gelmiyordu. Yıllarca Ramazan ayında Kur’an sempozyumları düzenleyen bir topluluğun mensubu bir Müslümanla karşılaştığımızda şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Ağabey biz değiştik, başkalarından duyma bizden duy. Artık biz ibni Arabî okuyoruz, Mevlana okuyoruz, mübarekler ne büyük adammış ama biz daha yeni keşfettik!” Bu kendiliğinden meydana gelen bir hadise değildi. Beyaz Saray’dan işbirlikçilerine verilen emir, “Bulunduğunuz yerde demokratları, gelenekçileri ve tarikatçıları destekleyin, fundamentalistleri köstekleyin” şeklinde idi. Siyasette ve diyanette böylesine önü açılan “İslamcılar” arkasına bakmadan yenidünya düzenine uyarak siyasetin müşfik kollarına bırakıyorlardı kendilerini. Böylece dini duyarlılıklarını ikbal beklentilerine kurban ediyorlardı. Türkiye’deki İslamcılığın izini takip ederken niçin sözü bu partiye getirdiğimizi sorabilirsiniz. Bunun gerekçesi şudur: Türkiye’deki bu gelişme dünyadaki gelişmelerden bağımsız değildir. Son dönemde Sovyetler Birliği çökmüş, Varşova Paktı yok olmuş, dünya yenidünya düzeni adı altında tek kutuplu bir sisteme geçmiştir. Yeni sistemde yeni tezgâhlara ihtiyaç duyulmuş ve bunun alt yapısı hazırlanmıştır. Buna göre küresel emperyalizm kendisine yeni düşman olarak İslam’ı ve Müslümanları seçmiştir. 11 Eylül 2001’de İkiz Kulelerin vurulmasıyla olaya start verilmiş, daha kulelerin dumanları Y ıllarca Ramazan ayında Kur’an sempozyumları düzenleyen bir topluluğun mensubu bir Müslümanla karşılaştığımızda şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Ağabey biz değiştik, başkalarından duyma bizden duy. Artık biz ibni Arabî okuyoruz, Mevlana okuyoruz, mübarekler ne büyük adammış ama biz daha yeni keşfettik!” 67 İktibas üzerinden çekilmeden saldırılacak hedef belirlenmişti. Yusuf Kaplan 27 Ağustos 2012 tarihli Yeni Şafak’taki yazısında bu konuya şöyle değiniyor: “Soğuk Savaş bitirildi. Dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas, ABD Başkanı Ronald Reagan ve İngiltere’nin “demir leydi”si Margaret Thatcher, Brüksel’de adeta yeni bir “Yalta Konferansları” dizisi düzenleyerek, “İslâm’ın, küresel sistemin önündeki en büyük tehdit olduğuna” hükmettiler ve bunu açıkça deklare ettiler. Sonrasında, Bernard Lewis, Samuel Huntington ve diğer neoconcu İslamofobik stratejistler sahne aldılar ve İslamofobi’nin akademik ve entelektüel temellerini döşediler, özene bezene! Adına Yeni Dünya Düzeni denen şeyin, bu düzeni hayata geçirmek üzere alınan çok yönlü kararların, tek hedefi vardı: İslâm’ın yükselişini durdurmak. Eğer İslâm’ın yükselişi durdurul/a/ mazsa, bu, küresel kapitalist Batı uygarlığının çöküşünün başlangıcı olabilirdi. İslâm’ın yükselişini durdurabilmenin tek yolu vardı: Bu yükselişin aktörünü, yani İslâmcılığı durdurmak, bertaraf etmek... O yüzden, İslâm değil, İslâmcılık hedef tahtasına yatırıldı... Hedef saptırmak için de, “İslâm’ın aslında barış demek olduğu” vurgulandı ve simülatif, sahte, konformist, hormonlu, “dilsiz”, ruhu çalınmış, köle ruhlu ılımlı bir İslâm icat edilerek İslâm dünyasına pazarlandı.” Burada altı çizilmesi gereken kısım, halkı Müslüman ülkelerde “İslamcıların” iktidara taşınmasının hikmetinin nereden geldiğidir. Samuel Huntington te- 68 Mektuplara Cevaplar zinde şöyle bir ifade kullanıyor: “Hiçbir zaman halkı Müslüman olan ülkelerdeki İslamcılara batılı değerleri dayatmayacaksınız. Onlara her gittiğiniz yerde insan haklarından özgürlüklerden ve demokrasiden bahsedeceksiniz, Gençlere pop müziğini, İslamcılara da refah unsuru olarak devleti verdiğiniz zaman en uzaktakini bile içerirsiniz.” İşte İslamcıların modern ulus devletlerde siyaset bataklığına çekilerek yok edilmesinin hikmeti buradan kaynaklanıyor. Bunlar dinlerine iktidar istiyor olsalardı bu oyuna gelirler miydi? İktidarı kendileri için istediklerinden bu tezgâha balıklama atlayıverdiler. Mümtaz’er Türköne’nin Zaman’daki yazısında değindiği konunun yeri işte burasıdır: “Dünün keskin devlet karşıtları bugün devlet adına konuşuyorlar. “Devlet adına” lafı hafif kaldı; doğrudan “devlet olarak” konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet. İslâmcılar devleti değiştirdi mi? Devleti ele geçirdiler, ama devlet de onları değiştirdi. Hangisi daha çok değişti? Elbette İslâmcılar; değişmek ne kelime bambaşka bir boyuta taşındılar. İslâmcılık adına çantalarında siyasî bir projeleri var mı? Yok. Uygulayıp mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla unuttular ve vazgeçtiler.” “Evet bir zamanlar böyle bir misyon yüklenen İslâmcılar vardı. Özellikle 80’lerin sonunda ideolojik alanda hegemonik bir üstünlük bile sağlamışlardı. Peki, şimdi neredeler? Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor.” Bu işler onlarca yıl önceden küresel sistem tarafından ölçülüp biçilmiş ve işin kime ihale edileceği kararlaştırılmıştı. Büyük Ortadoğu projesinin uygulanması için Türkiye’nin statüsü değiştirilecek, uydu durumdan modelliğe yükseltilecek. Bu işler için genç ve dinamik insanlara ihtiyaç vardır. Bir dönem TRT’de görev yapan Banu Avar şunları söylüyor: “BBC’den bizleri arayarak Refah Partisinden yetkililer ile görüşmek istiyoruz diyorlardı. Biz de tamam sizi Erbakan’la görüştürelim deyince, hayır biz Erbakan’la görüşmek istemiyoruz. Abdullah Gül’ün, Tayyip Erdoğan’ın ve Fehmi Koru’nun ismini veriyorlardı. Ta o zamandan işlerin buralara geleceği belliydi” diyor. Tunus’ta, Libya’da ve Mısır’da tekbir sesleriyle verilen bir mücadelenin sonunda biz demokrasi istiyoruz, “modelimiz Türkiye ve Tayyip Erdoğan” demelerinin hikmeti böylece anlaşılmış oluyor. Bunların şahsında tüketilen bir neslin heyecanı birilerini tatmin edip sevindirebilir. “Ancak onların hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır. Allah ise hesabında yanılmayandır.” (Enfal 8/30) Burada yok olan sadece kendini bir zamanların İslamcısı olarak gören kimselerdir. Allah’ın dini olan İslam, ona teslim olan Müslümanlar hiçbir zaman ve zeminde İslamî olandan başkasına asla tevessül ve tenezzül etmezler. Bu güne kadar da etmediler. Müslümanlardaki İslam’ı hayata geçirme azim ve kararlılığı ise kıyamete kadar bakidir. Çünkü, Müslüman olmanın değişmeyen özelliği budur. Onlar, “Fitneden eser kalmayıp din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz Allah yaptıklarını görür.” (Enfal 8/39) hükmüne yürekten inanmışlardır. huseyinbulbul@mynet.com Gündem KAĞITTAN KAPLAN, ALİ BULAÇ’TAN İSLAMCI MEHMED DURMUŞ iktibasdergisi.comt"ʓVTUPT Ali Bulaç İslamcılık konusunu tartışmaya açtı. Beklediği tepkiyi ilk olarak köşe komşusu Mümtaz’er Türköne verdi. Mümtaz’er Türköne, İslamcılığın bittiği tespitinde bulunmakta, 150 yıllık İslamcılık ideolojisinin müzeye kaldırılmış bir obje olarak saygı gördüğünü ifade etmektedir. Türköne’nin “Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar”1 tespitine ‘maalesef ’ten başka ne demeli? İslamcılığın bittiği tezinden Türköne büyük bir keyif almaktadır. Burada, Mümtaz’er Türköne’nin daha tutarlı olduğunu söylemek isterim. Çünkü o, İslamcılığı, iktidarın bir parçası olan bir ideoloji gibi görmekte, İslamcılık eşittir İslam davası olarak okumamaktadır. İslamcılık teriminin oldukça netameli olduğunu ve her ‘islamcılık’ diyenlerin aynı anlamı kast etmediklerini öncelikle bir kenara not etmemiz gerekir. Ali Bulaç İslamcılığı, “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre ye- niden kurulması ideali ve çabası” olarak tanımlamaktadır.2 M. Türköne Bulaç’ın bu tanımı üzerinden tartışmaya devam ediyor. Bu durumda Türköne’nin İslamcılığın bitmesinden sevinç duymasını -tutarlı olması bir yana- yadırgamıyorum. Çünkü özgeçmişi aksi bir tutuma elvermez. Mümtaz’er Türköne’den yıllarca önce, “İslamcılık bitti” anlamına gelen düdüğü Fransız entelektüel Oliver Roy çalmıştı. Roy, ‘Siyasal İslam’ın iflas ettiğini ilan etmişti. (1992).3 Amerikanlaşmış Japon asıllı Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” makalesini de bu paralelde görebiliriz. Bu alanda sayılamayacak kadar çok miktardaki kitap ve makaleler içerisinde Bernard Lewis’ın “İslamın Krizi” kitabını da anmalıyız. 11 Eylül 2001 tarihinde Amerikan ikiz kulelerine yapılan saldırılar da, güya siyasal İslam’ı dünya kamuoyu nazarında iflas ettirmek maksadıyla düzenlenmiş başarılı bir komplo idi. Batılı entelijansiyanın İslamcılığın bittiğine, bitmek zorunda olduğuna inanmasından daha doğal bir şey olamaz. Çünkü batı medeniyeti demek güce tapmak demektir. Şu anda Müslümanlar güçlü olmadığına, bilakis ezilen, dövülen, ülkeleri yağmalanan, camileri, okulları bombalanan Müslüman halklar olduğuna göre, batılı kibri elbette İslamcılığın iflas ettiği zehabına kapılacaktır. Esasında bütün kâfir kavimler, kendilerine gelen elçileri, bugün veya yarın sözleri unutulup gidecek köksüz dava adamları gibi görmüşlerdir; ta ki üzerlerine Allah’ın azap kamçısı ininceye kadar… Son Elçi Muhammed (sav)’in bittiğini/iflasını ise Kureyş kabilesi ‘ebter’ terimi ile duyuruyordu. Muhammed’i dert etmeyin, keyfinizi kaçırmayın, o ebterdir, yani üç günlük bir sevda olarak ona aldananlar olsa da, yarın bir gün davasının üzeri küllenecek, hatta tamamen kuruyacak, küllerini yele vereceğiz diye sayıklıyorlardı. İslamcılık gerçekten bitti mi? Osmanlı toplumunda türemiş, sistem içi bir denge ideolojisi olarak İslamcılık bitebilir, yerini yenisi alır. Ama yukarıdaki tanımıyla İslamcılığın bitmesi mümkün olmadığı gibi bilakis İslam’ın yeniden dünya hayatına egemen olacağına dair ümitvar olmamız için sayısız neden vardır. Her şeyden önce mü’minler asla Allah’tan ümitlerini kesmezler. Allah’tan ancak kâfirler ümitlerini keserler. (12/ Yusuf, 87). Yeryüzünde bir tek Müslüman bile varsa, İslamcılık sürmekte demektir. Bu anlamıyla İslamcılığın bitişinden sevinç çığlıkları atmak, Mekke müşriklerinin Peygamberi ebter olarak tanımlamasını çağrıştırmaktadır. Oysa ebter olan, İslam’ın dışında, örümceğin evi misali beşeri ideolojilere sığınanlardır. *** Ali Bulaç’a gelince, onun durumu biraz karışık. Bulaç, İslamcılığın tanımını yapıyor, İslamcıları ve İslamcılığın tarihini üç merhaleye ayırıyor. Fakat en şaşılası, kendisini İslamcıların liste başına yerleştirmesidir. İki Ağustos tarihli köşe yazısında, “Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben ‘son Mohikan reisi’ misali tek başına kalmış değilim” sözleriyle, aslında kendini nasıl da ‘Son Mohikan Reisi’ misali ‘son İslamcı’ konumunda gördüğünü ima ediyor. Ali Bulaç, sanırım kırka yakın kitabı, 1980’lerden beri, yayınlanan her dergiye verdiği sayısız makaleleri, röportajları ve gazete yazıları ile belki de Türkiye’nin en çok yazan yazarıdır. Onun 69 İktibas birikimini küçümsemem mümkün değil. İslam’a olduğu gibi batı düşüncesine de vakıftır. Fakat bilgi birikimi ile ‘Müslüman ilim adamı’ duruş ve tavrı farklı şeylerdir. Bu iki güzellik herkeste -maalesef- bir araya gelemiyor. Ali Bulaç birikimleriyle beraber nerede durmaktadır? Safı neresidir? Lafı uzatmadan soruyu şöyle sorayım: Ali Bulaç İslamcı mıdır? Benim cevabım, ‘kesinlikle hayır’dır! Ali Bulaç’a İslamcı denmez. Yukarıda Bulaç’ın İslamcılık tanımını kaydettik.4 Onun tanımına Abdurrahman Arslan’ın tanımını da koyarak, meseleyi hangi zeminde tartıştığımızı biraz daha netleştirmiş olayım. Arslan İslamcılığı, “İslam’ın akide ve pratiğiyle kendini sorumlu tutmak ve bunun için, eğer deyim yerindeyse, siyasal, sosyal, ekonomik, felsefi çaba göstermek anlamına geliyor.” diye tanımlamaktadır.5 Şimdi bu tanımlar çerçevesinde Ali Bulaç’a neden İslamcı denemeyeceğinin gerekçelerini sıralayalım. 1.Medine vesikası 90’lı yıllarda, Rasulullah (a.s)’ın Medine’ye varır varmaz, orada bir İslamî yönetim tesis etmenin belki de en önemli bir adımı olarak Yesrib’de yaşayan bütün Yahudi ve müşrik Arapları bir masa etrafında toplayarak, adeta kendi (İslam) hâkimiyetini kabul ettirme girişimi olarak imzaladığı Medine vesikasını bir sivil toplum projesi, bir arada yaşamanın formülü ve çoğulculuk gibi kavramlarla tahrif etmiştir. Nebevî siyaseti ‘sivil’leştirmiş, İslam’ın ılımlılaştırılmasına önemli bir katkı sağlamıştır. ‘Medine vesikası’ üzerine yazıp çizdikleriyle İslam’ın hâkimiyetini adeta bir sivil toplum projesine indirgemiştir.6 İslam’ın şirk saydığı çoğulculuk, Bulaç’ın satırlarında 70 Gündem -Medine vesikası gibi nebevî tasarrufun tahrifi ile- meşruiyet kesbetmiştir. 2.Demokrasi ve hâkimiyet Siyasî duruşunu ve kanaatlerini daha çok konjonktür hazretlerinin belirlediği Bulaç, sürekli zikzaklar çizmiştir. 80’li yıllarda Ali Bulaç hâkimiyet mefhumunu şöyle anlıyordu: “Halkın muhtariyetini esas alan ve ‘halk kendi kendini yönetir’ ilkesini savunan demokratik felsefe, şirk ve küfürden başkası değildir. Zulüm ve adaletsizlik olması şundan ki, halk kendisi yaratılmışken, kendini yaratanın yetki ve imtiyazlarına nankörlük ederek isyan etmektedir. Bu ise, adalet değil zulümdür. Ama bu zulme düşülürken, öne sürülen masum gerekçelerin arkasında daima aşağılık istek ve arzular [vurgu bana ait-MD] yatar.”7 “Halk yığınlarını teşride kaynak kabul ettiğimizde, gerçekte onların beklentilerini, özlemlerini, kabul ve isteklerini kaynak kabul ediyoruz demektir. Üstelik çoğu zaman halka hükmeden bir avuç kişi, bütün ihanetlerini, kendi düzenlerini ‘halk adına ve halkın çıkarına’ maskesi altında yürütürler. Çağdaş demokratik felsefenin yaldızlı cümleler, aklı saptıran propagandalarla yaptığı budur. Oysa İslam akidesi içinde çoğunluk kavramının bu anlamda hiçbir değeri yoktur. Çünkü çoğunluğun ittifakla ve ısrarla bir şeyi talep etmesi o şeyin meşruluğu için geçerli bir sebep olamaz. Meşruluğun sınırlarını ancak Yaratan tesbit edebilir. (...) İslam ile demokrasi arasındaki temel ve giderilemez çelişki budur işte. Hâkimiyet hakkının tesbitinde, helal ve haramı tayinde, hele kanun ve şeriat vaz’etmede çoğunluk kavramının hiçbir anlamı yoktur. ‘Çoğunluk’ şirk içinde ise, şirk mazur gösterilemez. (...) Halkı, nizam tayin eden, helal ve haram koyan bir güç gören demokratik düşünce de halkı ilahlık mevkiine çıkaran, onu Allah’a eş koşan bir düşüncedir. İşte çağdaş toplumların tümünde ortak bir ideal olarak kabul edilen demokratik düşünüş, böylelikle halkı ilahlaştırır. (...) Halk kendini ilahlaştırdıkça, zulmün ve cahiliyenin bataklığına saplanıyor. Çünkü bu, yalancı bir ilahlıktır, haddi aşmaktır, zulüm ve isyandır. Halkı ilahlığa çağıranlara karşı İslam, halkı gerçek kulluğa, Allah’a teslimiyete çağırıyor.”8 Bu satırların yazarı Ali Bulaç 90’lı yılların sonuna doğru şöyle bir çizgiye evrilmiştir: “Şimdi biz Müslüman olarak ‘Hâkimiyet Allah’ındır’ dediğimiz zaman bunun bir dayanağı olamaz.”9 Bulaç, İslam demokrasiye uygun değildir önermesi üzerinde laik-kemalist kesimle radikal Müslüman kesimin ittifak halinde olduğunu belirtiyor; demokrasiyi din-dışı kılan evrensel ve genel geçer mutlak bir kuralın olmadığını ileri sürüyor ve demokrasinin bir yönetim tarzı olduğunu belirterek, “ben bunu İslami olarak yeniden tanımlıyorum” diyor.10 Bulaç 1998 yılında Aksiyon dergisine bir mülakat vermişti. Dergi mülakatı kapaktan, Bulaç’ın kapağı tam kaplayan portre resmi üzerine yazdığı: “İslamî Hareket Devlete Talip Değil” manşetiyle duyurmuştu. İçeride ise mülakata başlık olarak “Dinin Devlet Talebi Yok” cümlesi uygun görülmüştü.11 On dört yıldır o mülakatın içeriği veya kapaktaki anonsla ilgili hiçbir tepki vermeyen Bulaç bugün, sözlerinin “İslamcılık bitti” şeklinde yansıtıldığını ileri sürerek,12 tereyağından kıl çeker gibi bir tashih(!) yapmaktadır. Bu tashih niçin gerekli? Çünkü o şimdilerde kendini İslamcılığın son kalesi olarak görüyor! Gündem Bulaç, ilgili mülakatına dair bu küçük düzeltmeyi yaparken, demokrasiyi tevhide denk tutan şu sözlerine dair hiçbir açıklama getirmiyor: “Eğer demokrasiyi müslümanca yeniden tanımlayacaksak, demokrasi tam tevhid’e denk düşer. Çünkü kulun kul üzerindeki baskısının ortadan kaldırılması ve Allah’dan başka hiçbir gücün, iktidarın, servetin ve bilginin insan üzerinde belirleyici olamayacağı inancıdır. Kendi kendime karar verebilmeliyim. Eğer demokrasi siyasi rejim olarak bana bunu veriyorsa, ben Müslüman olarak daha iyi yaşayabilir ve kendimi ifade edebilirim. (...) Şu anda Tevhid inancının ideallerine en uygun rejimdir diyorum demokrasi.”13 Bulaç, yıllar önce, “Demokrasi içinde politikaya katılmak” başlıklı yazısını da,14 ilgili derginin bir sonraki sayısında düzeltmeye çalışmıştı. Bulaç’a göre devletin ne dini, ne mezhebi, ne de ideolojisi olur.15 3.Abant Konsili Ali Bulaç kurulduğu günden beri Abant Konsili’nin içinde olmuş, Abant toplantılarının ekseriyetine katılmış ve Abant’ın Müslümanları manipüle edici, İslamî siyasî düşünceyi dönüştürücü, İslam’ı ılımlılaştırıcı laikdemokratik misyonuna hiçbir eleştiri getirmemiştir. Böyle bir Bulaç’ın şimdilerde kendini ‘son İslamcı reis’ olarak görmesini acaba neyle açıklamak gerekir? Abant’a diktikleri demokrasi ağacıyla adeta İslamî dünya görüşüne meydan okuyan; İslam’ın kesinlikle devlet talebinin olmadığını, kendini İslam’a nisbet eden bütün bir topluma benimsetmek misyonuyla iş yapan bir modern Konsil’in en sadık hizmetkârının ‘islamcı’ olmasını açıklayabilmek mümkün görünmemektedir... İktibas “İslam ve Laiklik” konulu birinci Abant toplantısı, sonuç bildirgesinde hâkimiyeti kozmik âlemde Allah’a, sosyal-siyasî alanda beşere tahsis etmiş; laikliğin din karşıtlığı olmadığını -Hristiyan konsillerinin yayınladıkları credolar misali- deklare etmişti.16 Sonuç metninin birinci maddesinde bu kararların katılımcılar tarafından uzlaşma ile alındığı ifade edilmektedir. Uzlaşanlar listesine Ali Bulaç da dâhildir. Ama o yine pişkinliğini en serinkanlı bir biçimde muhafaza ederek, Abant’ta kimsenin kimseye taviz vermediğini iddia edebilmektedir.17 Bulaç, tıpkı kendisi gibi Abant Konsili’nin en önemli elemanlarından biri olan Hayrettin Karaman’ı da, bir tür ağabey dayanışması ile ‘İslamcıların son kalesi’ payesine ortak yapmaktadır. Peygamber’in devlet kurmak gibi bir niyetinin olmadığını, kâfirlerden inanç ve ibadet özgürlüğü talebinde bulunduğunu ve bu talebinin karşılanmaması üzerine Yesrib’e gitmek durumunda kaldığını, orada devleti adeta kucağında bulduğunu ileri sürebilen H. Karaman da İslamcı oluyor!... Ali Bulaç, 2012 yılının Temmuz ayında sorduğu soruyu ve referans verdiği ayetleri acaba neden 1998 yılı Temmuz ayında (1. Abant toplantısında) sormamıştı: Ali Bulaç uzun bir süredir Zaman gazetesinde yazmaktadır. Ona göre F. Gülen “Hocaefendi”dir ve 28 Şubat sürecinin mağdurudur!19 Geçmişte 1. Körfez savaşında gerçi Gülen’e hitaben, (Peygamber a.s’ın Müslümanları bir vücuda benzeten hadisini hatırlatarak), “Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!” diyebilmiş20 ve bir zamanlar F. Gülen’e üç soru dahi sormuştu21 fakat zaman içerisinde bu üç soru onun, Gülen’e sanki üç kat sadakatine dönüşmüş gibidir.22 “Geçmiş toplumlarda ‘Allah’a ortak olma’ suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah’ın varlığına inanıyorlardı ve O’nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (29/Ankebut, 61.) Onların itirazı sosyo-politik ve ekonomik hayat alanlarını düzenleyen ilahi hükümlere idi. Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irademiz ve aklımız hükmünü icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı.”18 Bulaç’ın 2012 yılında işaret ettiği Mekkeliler’in bu tavrı, 1998 yılında yayınlanan Abant sonuç bildirgesinin neredeyse tıpkısının aynısı değil midir? Abant, ‘hâkimiyet’ kararı ile Mekkelilerin 1400 sene önce verdiği hükmü günümüze taşımış olmuyor muydu? 4.Fethullah Gülen’in safında yer almak Peki, bu zikzaklar neyin nesidir? Çünkü Bulaç zaman gazetesinde yazmaktadır; orada bir prestiji vardır. Amerikalılar Afganistan’ın işgalini müteakip, Türkiye’de kendilerini İslam hakkında yanlış bilgilendirmeyecek ve yönlendirmeyecek, İslam hakkında doğrudan bilgi sahibi olabilecekleri bir isim istediklerinde, Boğaz’da yalısı olan Türkiyeli etkin bir büyük işadamı tarafından bu istek için tensip edilmiştir. 5-6 Amerikalı ve 5-6 seçkin Türkiyeli ile zikri geçen işadamının yalısında yemek yemişler. Tabi Amerikalılar Bulaç’a soru filan sormamışlar, sadece “Amerika, Afganistan’a 71 İktibas asker çıkarmıştır. El Kaide terörü ve Taliban’la gayesi ulvi bir savaşa girişmiştir, işini bitirmeden oradan çıkmayacaktır. Türkiyeli Müslümanlar terörle ve Taliban’la aralarına mesafe koymalıdırlar!” mealindeki ABD politikasını tebliğ etmişlerdir! Bulaç, ABD’lilerin niyetlerini şöyle tercüme etmektedir: Bin Ladin tarihin gelmiş geçmiş en büyük teröristi; El Kaide de en büyük terör örgütüydü. Taliban ise, “Ortaçağ kafasıyla vahşi İslam”ı temsil ediyordu, bu zihniyeti kökten kazımak hümanist bir görevdi.23 İşte bu kadar açık bir ‘tebliğ’ almış olmasına ve ABD’lilerin bu politikalarının bir numaralı öznesi F. Gülen olmasına rağmen, Gülen’le ilgili hiçbir yorum yapmaması, bilakis ‘hocaefendi’ sıfatıyla takdis etmeye ve Zaman gazetesinde yazmaya devam etmesindeki pişkinlik ancak Ali Bulaç olmakla izah edilebilir bir ahlakî tutumdur. Neredeyse bütün hayatını, İslamcılığın özü demek olan İslam’ın siyasallaşmasının, devlete talip olmasının önünü kesmeye adamış olan Fethullah Gülen’i ‘hocaefendi’ olarak takdis etmek ve onun katında izzet/ikbal aramak, İslamcılık iddiasını boşa çıkartmak için kesin bir veridir. 5.CHP’ye oy verebilme İslamcılığı Ali Bulaç, başörtüsü sorununu kökten çözmesi, bu hususta inandırıcı olması halinde CHP’ye oy vereceğini beyan etmektedir.24 Bu beyanı Bulaç’ın, başörtüsünden ne anladığını, oy vermekteki hassasiyetlerini(!) (diğer bir deyişle kırmızı çizgilerini!) tevile ihtiyaç bırakmayacak derecede ortaya koymaktadır. Bu nasıl bir İslamcılıktır ki, sistemin kurucu partisi demokratik oyun kuralları içerisinde, başörtüsüne serbestlik getirdiğinde CHP’li 72 Gündem olabilecektir! Burada, başörtüsünü büyütmekten ziyade, sistemiçi duruş ve sisteme olan muhalefetinin(!) pamuk ipliğine bağlı olması gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki Mekke müşrikleri Peygamber (a.s)’a bundan çok daha ‘pahalı’ teklifler sunmuşlar, Peygamber’in, ilahlarına birazcık saygı göstermesi karşılığında onun İlahına ibadet edeceklerini bildirmişlerdi. ",1OFWFZBCFO[FSQBSUŔMFSF destek vermesi Zikzaklar sahibi Ali Bulaç, konjonktür hazretlerine çok iyi kulak vermektedir… Bulaç AKP’ne başından beri verdiği desteği son zamanlarda çekmiş gözükmektedir. İslamcılık tartışmasındaki şahidi Mümtaz’er Türköne’yi eleştirirken, (AKP kurucularını kastederek) “Onlar ‘bir zamanlar İslamcı’ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular.” demektedir.25 Yani AKP liderlerini bir zamanların İslamcısı olarak kabul etmekte; İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar olduklarını belirtmektedir. Oysa geçmiş yıllarda en azından bu kısmı, yani İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar oldukları eleştirisini kendisinden hiç işitmedik, bunu şimdi söylemektedir. Bulaç aynı yazısında, “AK Parti olarak ortaya çıkan ‘yenilikçi kanadı’ bu yüzden destekledim” demektedir. Yani kendisini son reis olarak gören bir İslamcının, 10 yıllık bir süreçte, AKP’lilerin galaksi değiştirdiklerini(!), sürecin ancak sonuna doğru anlayabilmiş olması biraz ayıp kaçmakta değil midir? Dememiz odur ki, AKP gibi Türkiye tarihinde ender rastlanır bir parti hareketini, AKP bağlamında Türkiye’de ve dünyada olan bitenleri kavrayamamak (ya da kavrayıp da, başka hesaplar peşinde olmak!) İslamcılıkla bağdaşmaz. Böyle bir İslamcı da, böyle bir Mohikan reisi de olmaz. Elbette İslamcıdan beklenen, bir beşer olarak gaybı bilmesi değildir. Fakat İslamcı, siyaseti, siyasal oluşumları çok iyi takip etmekle mükelleftir ki, Bulaç da siyasal koşulları en iyi analiz edecek isimlerden biridir. 7.Duruş sorunu Teslim etmek gerekir ki Bulaç RP veya AKP gibi iktidarlar döneminde, gelebileceği birtakım mevkilere -bildiğim kadarıyla- tamah etmemiştir. Bununla beraber, hiçbir zaman da, İslamküfür ayrımının net olarak tezahür etmesine katkı sağlayacak bir muhalefet yapmamıştır. Muhalefeti her zaman sistem-içi ve dengeleri gözetici olmuştur. Burada Dücane Cündioğlu’nun yıllar önce Ali Bulaç’a yönelttiği eleştirinin bir kesitine yer vermek istiyorum: “Ali Bulaç’ın eski sözleriyle yeni sözleri arasında yapılacak her mukayesede ‘farklı bir yüz’ ile karşılaşılacağı muhakkaktır ve bunlar masum fikir değişiklikleri değil, ‘istikamet’ değişiklikleridir; zira Bulaç’ın fikirleri(!) değil, hep duruşu değişir ve bu duruş, kimsenin şüphesi olmasın ki bir süre sonra yine değişecektir. Nitekim ben ilk yazımda kendisi ‘her devrin adamıdır’ şeklinde bir ifade kullanmış, fakat bir arkadaşım ‘bunu zaten herkes biliyor’ dediği için o ifadeyi yazımdan çıkartmıştım. Üslubumu ve ‘uyuz aslan’ temsilini ağır ve sert bulanların kahir ekseriyetinin bu hakikati bilmediğini müşahede edince, ister istemez böyle bir karşılaştırma yapmak zorunda kaldım. Lüzumsuz yere vaktimi ziyan ettiğime inanmasam, bu konuda başka misaller verip eski defterleri açabilirdim, ama açmayacağım. Hal böyleyken niçin bu kadar yazı yazıp herkesin keyfini kaçırdığımı sorabilirsiniz. Bunun iki nedeni vardı: ... [Cündioğlu’nin birinci ‘neden’i, Bulaç’ın mealiyle alakalı] Gündem İkincisi: Boynu bükük olan, bunca zulüm altında inim inim inleyen zavallı Müslüman halkı zaten son raddesine gelmiş direncini, dayanma gücünü kırmaktan çekinmeyen; sırf şimdiki ücretlerini ödeyen cemaatleri memnun etmek adına Müslüman halkın umut ve hayallerini satılığa çıkarıp siyasi merkeze yaranmaya çalışan aydın takımının pişkinliği ve bencilliği karşısında kahrolup durmak. İşte dostlar, bu yüzdendir ki, ‘yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün.’ (Mehmet Akif).”26 Sonuç Hâsılı Ali Bulaç yanlış yerde durmaya, din adına yanlış teviller yapmaya, yanlış olarak İslamî siyasî bakışla bugünün genel geçer liberal değerlerini yanlış yere telif etmeye, İslam’ı modern paradigmanın içine, boş kalmış küçük bir alana yerleştirmeye devam etmektedir. Böyle bir İslamcılık yoktur. İslamcılığı şayet, İslam’a göre bir hayatın kurulması için canıyla ve malıyla çalışan insan olarak anlayacaksak, İslamcı basit/küçük hesaplar gütmez. İslamcının hesabının büyük olması gerekir ve bu hesap yapılırken sadece Allah gözetilmelidir. İslamcı, demokrasi ve laiklik gibi ideolojik/ akidevî pisliklerden beri olduğunu açık, net ve cesur bir şekilde beyan etmelidir. İslamcının fikir hayatında “ben şunu demek istemiştim de, yanlış anlaşıldı” gibi manevralar olamaz. İslamcının sözleri tabi ki çarpıtılabilir ama onları düzeltmek de çok kolaydır. Türkiye’nin son otuz-kırk yılı, geçmişini inkar eden, yazdıklarını çöpe atmayı öneren, Kur’an’ın temsili ile, ipliğini sıkıca eğirdikten sonra tekrar çözen sözde İslamcılar müzesi gibidir. Ama bu sözde İslamcılar sadece kendilerini ve bazı saf kimseleri İktibas inandırabilirler; caniplerinde izzet ve ikbal aradıkları efendilerini bile inandıramazlar. Ali Bulaç gibi ‘islamcılar’ mevcut laik-demokratik rejimin liberal demokratik yapıya doğru evrilmesini, içine birazcık da İslamî renk ve koku karıştırılmasını arzu etmektedirler. Oysa İslamî siyaset açık, berrak, yalın ve dürüst bir dile sahip olmalıdır. Sadece Kur’an ve sünnete yaslanmalıdır. Peygamberlerde olduğu gibi herkes, gerçek bir İslamcının ne dediğini anlamakta zorlanmaz. Bununla beraber o gerçek İslamcıların çığlıklarına kulak verenler elbette az olabilirler, bu, onların çağrısının hak olmadığı anlamına gelmez. Ancak aşağılık, kaba, günaha dadanmış, mütecaviz (68/Kalem, 10-13) bir insan, sırf fiziken küçük olduğu için, bağlıları olmadığı için v.b. bir çağrıyı tahkir etmeye yeltenir. Son söz: İslamcılık neyse ama İslam gerçekten ciddi bir iştir. ----------- 1 2 3 4 5 6 Mümtaz’er Türköne, İslamcılığa Ne Oldu?, Zaman, 24.07.2012. Ali Bulaç, İslamcılık Nedir, Zaman, 21.07.2012. Oliver Roy’un Kitabı Siyasal İslam’ın İflası adıyla Türkçeye çevrilmişti. (Metis yay. İst-1994). ‘İslamcı’ terimi ‘yeni’ bir tanımlamadır ve tartışmalıdır. Ben kişisel olarak bu terimi ‘sorunlu’ bulanların haklı olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu yazıda, terimin mahiyetinden ziyade, onunla kastedilen anlam üzerinden eleştirilerimi yapmak istiyorum. Abdurrahman Arslan, İslamcılık Dosyası, İktibas, 21/292, Nisan 2003. Bulaç’ın hem Medine vesikası, hem de diğer görüşlerinin kapsamlı bir tenkidi için bkz. Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri-1997, s. 153 v.d. 7 Ali Bulaç, İslam’ın Anlaşılması Üzerine, İst-1980, ‘Halk Nasıl İlahlaşır?’ başlığı, s.215-216; aktaran: Dücane Cündioğlu, ‘Demokrasi Şirk mi, Tevhid mi?!!’, Yeni Şafak, 21.11.1998. 8 Ali Bulaç, İslam’ın Anlaşılması Üzerine, s. 217-219; Cündioğlu, aynı yer. 9 Ali Bulaç, İslam, Siyaset ve Demokrasi, Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Bülteni, Nisan-1999, s.12. 10 Bulaç, Zehra Eğitim ve kültür Vakfı Bülteni. 11 Aksiyon, S. 205, 7-13 Kasım 1998. 12 Ali Bulaç, Eleştiriler Adil Değil, Zaman, 02.08.2012. 13 Ali Bulaç, Dinin Devlet Talebi Yok, Aksiyon, S.205, 7-13.11.1998, s.29; Cündioğlu, aynı yer. 14 Ali Bulaç, Demokrasi İçinde Politikaya Katılmak, Yeni Zemin, S. 6, Haziran 1993, s. 18. 15 Bulaç, Aksiyon, a.g.m., s.28; Cündioğlu, aynı yer. 16 Tarihi Laiklik Bildirisi, Zaman, 20.07.1998. 17 Ali Bulaç, Abant Bildirisini Doğru Okumak, Zaman, 26.07.1998. 18 Ali Bulaç, Tutarlılık Sorunu, Zaman, 28.07.2012. 19 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve Cemaatler, 01.03.2012. 20 Doğan Özlük, F. Gülen Hareketi ve Darbeler, www.platformhaber. net. 21 Ali Bulaç, Fethullah Hocaya Üç Soru, Yeni Şafak, 11,12,13.07.1995. 22 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve Cemaatler, 01.03.2012. 23 Ali Bulaç, Afganistan’da Ne Oldu?, Zaman, 12.01.2012. 24 Ali Bulaç, CHP’ye Oy Vermek, Zaman, 30.08.2010. 25 Ali Bulaç, Eleştiri Adil Değil, Zaman, 02.08.2012. 26 Dücane Cündioğlu, Demokrasi Şirk mi, Tevhid mi?!!, Yeni Şafak, 21.11.1998. 73 İktibas DÜŞÜNCE KURULUŞLARININ ETKİLERİ VE ÖNEMİ MURAT KİRİŞCİ 5ɗ.&563,t"ʓVTUPT Düşünce Kuruluşları (Think Tanks) devletlerin karar alma süreçlerinin etkinliği artırmak ve doğru politikalar izlenmesini sağlamak amacıyla söylemsel olarak bir algı oluşturmak için kurulmuş özel ve nitelikli çalışma/araştırma merkezleridir. Bu merkezler iç politika da toplumun karşılaştığı sorunları tartışma ortamına sokup problemlerin değerlendirilerek doğru ve meşru sonuçlar elde edilmesini amaçlar. Bu noktada sosyal sorunlar, ekonomi ya da savunma gibi konularda yoğunlaşan bu merkezlerin hepsi siyaset ve yönetim konularında farklı fikirler sunarlar. Dış politika da ise hem bölgesel hem küresel anlamda özellikle dünyayı yönetmek amaçlı oluşturulması gereken siyaseti belirlemek ve bu siyaset üzerinden yapılacak işleri düzenlemek için yoğun çaba sarf eder. Gelişmiş ülkelerde de olmakla beraber özellikle gelişmekte olan ülkelerde iç ve dış politikaya, ekonomik devamlılığa, sağlık ve eğitim hizmetlerinden kültür ve sanata kadar birçok alanda karar vermek yöneticiler ve bürokratlar için kolay bir süreç değildir. Ele alınan konuların alt yapısıyla ilgili bilgileri toplamak ve bu bilgiler ışında doğru sonuçlar elde ederek, faydalı ve kullanılabilir politikalar üretmek hayati derecede öneme sahiptir. Buradaki en önemli sorun bilginin fazlalığı ve bunların elekten geçirilerek, süzülerek doğru ve gerekli 74 Gündem bilgileri seçebilmektir. Çünkü devlet yönetimindeki insanların eline genelde kullanabileceklerinden çok daha fazla bilgi ulaşmakta, partilerin seçmenlerinin isteklerinden uluslar arası kuruluşların raporlarına kadar çok geniş spektrumlu araştırmalar, incelemeler, öneri ve tavsiye belgeleri, istihbarat tutanakları, özel dosyalar ve haberler sunulmaktadır. Bu bilgi yekûnu ise ciddi bir kafa karışıklığı oluşturmakta, zihinlerin kirlenmesine ve doğru kararların verilememesine sebep olmaktadır. Nitekim gelen bilgilerin güvenilir olmasının yanında çıkar amaçlı, yanlı ve yönlendirici bilgilerinde mevcudiyeti konunun ne kadar sıkıntılı olduğuna işaret etmektedir. Bilginin hızla arttığı ve bilgi kirliliğinin her yeri kapladığı bir dönemde bu bilgilerin derlenmesi, analiz edilerek işlevsel hale getirilmesi ve kurumların ve devletlerin işine yarayacak şekle sokulması düşünce kuruluşlarının görevidir. Düşünce kuruluşları siyasi içerikli bilgi üretmekte ve bu bilgiyi yayarak politik tartışmalar ve gündem üzerinde etkide bulunmaya çalışmaktadır. Ciddi kararlar vermek için kapalı kapılar ardında ve gizli ortamlarda yapılan toplantıları yürütmek için bu kuruluşlara ihtiyaç duyulmaktadır. Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere düşünce kuruluşları derin bir algı, derin bir siyaset ve derin bir devleti ifade eder. Bu derinlik düşünce kuruluşlarını diğer sivil toplum kuruluşlarından farklı bir yörüngeye oturtur. Bilginin mal ve hizmete dönüşmesinde öncül bir yeri olan düşünce merkezleri içlerinde politik uzmanlar, akademisyenler ve emekli bürokratlar ile politikacıları barındırmakta; istihbarat başta olmak üzere olasılık hesapları, strateji üretimleri, öngörüler ve sosyal politikalar üzerinde yoğun mesai harcamaktadırlar. Bu bakış açısıyla think tankler bölgesel olduğu gibi küresel anlamda da güç olan ya da güç olmayı hedefleyen ülkeler açısından dış politika, ekonomi ve ülke içi politikalar gibi konularda izlenecek stratejileri ortaya koyabilecek düşünsel ve pratik katkılar sağlayan kuruluşlar olarak görünmektedir. Derinlik algısına ve politize toplumların bilgi tabanlı hareket öngörülerine göre bu kuruluşlar “yumuşak altyapı” olarak da tanımlanmaktadırlar(1). Soğuk Savaş ortamının sona ermesiyle güvenlik yaklaşımlarının yeniden tanımlanması ve dünyayı yönetme konusunda farklı stratejilerin belirlenmesiyle beraber uluslar arası alanda etkisi giderek artan düşünce kuruluşlarının bilgi, tecrübe ve analiz kapasiteleri devletlerin en önemli ihtiyaçlarının başında gelir olmuştur. Bu konu Soğuk Savaş döneminde çok daha güçlü hale gelmişse de tarihi çok daha gerilere dayanmaktadır(2). Özellikle 20. yüzyılın başlarında akılcı yönetim ilkesinin yoğun olarak hissedildiği ABD’de bilimsel araştırmaların ve uzmanların yönetiminde daha makul ve verimli bir ekonomik devlet yönetimi planlanmıştır. Think Tank kelimesini ilk olarak 1927 yılında Brookings Instution kullanmış ancak gerçek popüler kullanımını 1950’li yıllarda elde etmiştir. Bu kuruluşların amaçları, faaliyet alanları, destekçileri ve daha birçok farklı başlıkları dolayısıyla tek bir düşünce kuruluşu tanımı yoktur. Örneğin ismi ilk olarak II. Dünya Savaşı sırasında duyulduğunda bu kuruluşlar askeri ve sivil uzmanlar için askeri stratejiler geliştirmek için çalışmışlardır. Think tank ifadesi düşünce kuruluşu anlamına gelmekle birlikte bu ifade yerine Kamu Politikaları Araştırma Enstitü- Gündem sü, Düşünce Üretim Merkezi, Akıl Deposu ya da Almanların deyimiyle Düşünce Fabrikaları ifadeleri de benzer şekilde kullanılmaktadır. Günümüz dünyasında çok sayıda düşünce kuruluşu(think tank) bulunmaktadır. En fazla düşünce kuruluşu ABD’de bulunmakta olup sayıları yaklaşık 1800 civandadır. Değerlendirme açısından G20 ülkelerinden bazılarını incelersek yakın değer olarak Avrupa Birliği’nde 1485, Çin’de 425, Hindistan’da 292, İngiltere’de 286, Almanya 194, Fransa’da 176 düşünce kuruluşunun olduğunu görüyoruz(3). II. II. Dünya Savaşının oluşturduğu askeri ve ekonomik planlama ihtiyacı, savunma sanayinin savaş sonrası gelişip güçlenmesi ve ABD’nin emperyalist emellerinin projelendirilmesi, teknik özellikleri olan bir uzmanlar güruhunun gelişmesine ve etkilerinin artmasına neden olmuştur. Bu uzmanlar sadece kendi alanlarında nitelikleri ile (matematikçi, genetik uzmanı, ekonomist, sosyolog vs.) isimlendirilmemiş ayrıca bu güruha “sosyal mühendis” ya da “toplum mühendisi” gibi etkileyici tanımlamalar da eklenmiştir. Bu yeni tanımlama gerçekten işin içeriğine bakıldığında çok doğru görünmektedir. Çünkü derin bir akıl ve görüş ile strateji geliştiren ve bu stratejiye hem iç hem dış kamuoyuna sunarken birçok parametreyi düşünerek iş yapan bu uzmanlar bir mühendis gibi inşa faaliyeti sürdürürken, sosyal birçok konunun da bu inşayı etkileyici unsurlarını hesaplamaktadırlar. Sedat Laçiner, üniversitelerin oluşturduğu bilimsel çalışmaların günlük sorunlara acil çözümler üretmek ve uygulanabilir, pratik öneriler sunmakta İktibas ve karar alıcıları etkilemekte güçlük çekebileceklerini, bunun için ara kanallar oluşturulması gerektiğini ifade etmektedir. Bu ara kanalların, düşünce merkezleri veya siyaset enstitüleri adı verilen kuruluşlar olduğunu belirten Laçiner, bu kuruluşların bilim ile hayat arasında köprü olduğundan bahsetmektedir. Laçiner, bilimin kavramları ve kuramları ile ortaya koyduğu formüller, öngörüler ve öneriler tüm dünyada daha çok düşünce araştırma kuruluşları ve danışmanlık mekanizmaları yoluyla dış politika karar alma ve icra alanlarına katılmakta olduğunu ifade etmektedir. Yani düşünce merkezleri bilim ile dış politika karar ve icra mekanizmaları arasında bir tür şifre çözme işlevi görmektedir(4). Politika oluşturma sürecini etkilemek ve desteklemek, kamuoyunu ve kamu politikalarını yönlendirmek amacına sahip, genelde hem kurumsal hem mali bağımsızlığı olan, örgütsel özerkliğe sahip, tarafsız araştırmalar yürüten ve kar amacı gütmediği iddia edilen bu merkezlerin disiplinlerarası araştırma işini yürüttüğü ifade edilmektedir(5). Bu kuruluşlara entelektüel girişimci de denilmekte olup farklı ve yenilikçi fikir sunabilmelerinin mümkün olduğu ve bağımsız çalıştıkları düşüncesi gerçeğe aykırı olmakla birlikte teorik olarak bu tanım tüm belgelerde geçerlidir(6). Bir ülkenin iktidarında bulunan hükümetler yönetime gelene kadar topluma birçok vaatte bulunurlar. Bu vaatler seçime kadar pragmatik olmakla beraber seçimlerden sonra hem sözlerin tutulması hem de verilen sözlerin hükümeti zayıflatmaması için düşünce kuruluşlarından yararlanılır ve bu kuruluşlar siyasi çevreler için vaatlerini hem düşünsel hem de bilimsel alanda haklı göstermenin yollarını ararlar. Bu nokta özgün gündem yaratmayı hedefleyen düşünce kuruluşlarının siyasiler ve siyasi partilerle olan ilişkilerinde oldukça önem arz etmektedir(7). Küreselleşmenin umut veren aldatıcı yönü ile beraber bir o kadarda açıktan tehdit edici yüzü her konuda insanlığın görüşünü değiştirmiş, ortama yeni aktörler, gündemler ve bunlara bağlı olarak yeni sonuçlar eklemiştir. Bütün bu değişimi önceden hesaplamak, düzenlemek, yönetmek ve güne uyarlarken kitlelerin itirazını en aza indirmek için yapılması gereken çalışmaların, sadece ülkelerin karar vericilerinin “ben yaptım, oldu” mantığıyla açıklanamayacağı ortadadır. Bu yüzden düşünce merkezleri uluslar arası alandaki her tür değişim ve dönüşümü önceden görmek, hesaplamak ve geleceğe ait söz söyleyip geleceği şekillendirmek için yoğun çalışmalar ve araştırmalar yapmaktadır. Genel olarak think tankler üç grupta değerlendirilebilir(8): Birinci grup think tankler, öğrencisiz ünivesite adını da taşıyan ideolojik bir yön aramadan hizmet sunan ve ticari kazancı ve prestiji önceleyen kuruluşlardır. Bu kategoriye; sosyal devlet ilkesine karşı çıkan Brookings Instution, muhafazakar yönü kuvvetli American Enterprise Instıtute, liberal politikaları destekleyen Cato Instution, Avrupa’dan Royal Institute of International Affairs(İngiltere), Wissenschaft und Politik(Almanya) gibi kuruluşlar örnek verilebilir. Bu gruptaki kuruluşlar gizli ibaresi olmayan çalışmalarını basmakta ve internetten yayınlamaktadır. İkinci grupta ise ideolojik yönleri belli olmasına rağmen kendilerini bağımsız olarak tanımlayan ve kazançtan çok ortak çıkarları amaçlayan kuru- 75 İktibas luşlar bulunmaktadır. Tek adam işletmesinden başlayıp gelişen büyüyen kuruluşlara kamuoyu araştırma şirketleri de dahildir. Bu gruba örnek olarak Heritage Foundation, Institute for Policy Studies, Adam Smith Institute, Öko-Institut, Fraknfurter Institut örnek verilebilir. Üçüncü grupta ise çıkar amaçlı kuruluşlar bulunmaktadır. Bu kuruluşlar sendika veya siyasi partilerle organik bağları olan enstitüleri içinde barındırır. Bu türden enstitüler bağlı oldukları organizasyonun politik hedeflerine ulaşması için gerekli yöntem ve söylemi üretirler ve bu işlevleri dolayısıyla ABD’de politik işletmeler olarak anılmakta ve halkla ilişkiler uzmanları ya da lobiciler ile aynı kategoride değerlendirilmektedirler. III. Dünyada bir çok ülkede think thank’ler mevcutsa da küresel ve hegemon bir güç olan ABD’deki kuruluşlar belirgin olarak diğerlerinden ayrılmaktadır. ABD’nin özellikle II. Dünya Savaşının ardından dünyada etkiliğinin artması, Soğuk Savaş döneminde iki kutbun birini temsil edip bu savaş sona erdiğinde galip olan taraf olması, başta BM ve NATO gibi kurumların en belirleyici ülkesi olması şeklindeki çeşitli durumlar bu ülkenin uluslararası alanda kazandığı önemi ve gücü göstermektedir. Georgetown Üniversitesi Kamu Politikası Öğretim Üyesi Mark Rom, düşünce kuruluşlarının etkilerini şöyle ifade etmektedir: “Amerika’da sosyal bilimler alanındaki araştırmalar çok uzun bir geçmişe dayanıyor. Hükümetin politikalarını etkileyebilecek çalışmalar yapan birçok kişi var. Düşünce kuruluşlarına finansman sağlayacak birçok kaynak da var. Bu nedenle bu kuruluşlar uluslararası standartlarda maddi 76 Gündem destek alıyor. Düşünce kuruluşları anayasanın verdiği haklara dayanarak hükümete ‘bunu yapsanız daha iyi olur’ diyebiliyor.”(9) ABD’deki think tank’lerin dünya çapında güçlü olmasının sebeplerinin başında şunlar gelmektedir: Bu kuruluşların yönetime fikir, rapor ve belgelerini ulaştırma konusunda çok az engelle karşılaşmaları, aynı zamanda bu görüş, rapor ve belgeleri hem iç hem de uluslar arası kamuoyuna rahat aktarabilmeleri ve çok geniş bütçelerinin olması. Bunlar gibi daha birçok alt sebepte işin içine eklenmesi ABD’de deki bu kuruşların diğer ülkelerin think tank’lerinden ayrılmada ve koşuyu çok önde bitirmede önemli faktörlerdir. Özellikle dış politika da çok etkin olan ABD think tank’leri ürettikleri fikir ve öngörülerini yaygın hale getirerek meşrulaştırmak, öne çıkartarak hem politika belirleyip hem de yüklü miktarlarda paralar kazanabilmek için çeşitli taktikler oluşturmakta ve değişik kanallarla yönetime ulaşmak için uğraşmaktadır. Bazısı ABD kongresinde etkin olmaya çalışırken bazısı akademisyenler ve ilgili öğrencileri önemsemekte bazıları dış politika danışman ve bürokratları ile gazetecileri hedef seçmektedir. Yayınladıkları raporlara ek olarak seminerler, paneller ve kongreler tertip ederek aktif şekilde beyin fırtınası yapmayı, planlanan çalışmalara çeşitli alternatifleri üretmeyi, aynı zamanda çeşitli konularda kurslar açmayı izleyecekleri yol olarak görmüşlerdir(10). Yine Mark Rom’a göre düşünce kuruluşları geleneksel akademik işlevleriyle kalmayıp araştırmalarının reklam ve tanıtımını yapıyor, lobiciliğe soyunuyor ABD kongre üyelerine, hükümetin yürütme organlarındaki kilit isimlere elde ettikleri veriler ışığında neler yapılacağını söy- lerken bir araştırmacı olmaktan çok satıcı, tüccar rolüne bürünüyorlar. Wollongong Üniversitesinden Sharon Beder konu hakkındaki düşüncelerini açıklarken ABD’deki düşünce kuruluşlarının devlet müdahalesini minimuma indirmeye çalışan ve serbest piyasa ekonomisini savunan merkezler olarak neoliberalizmin gelişmesinde önemli rol oynadıklarını ifade etmiştir. ABD başkanları hükümetlerinin önemli görevlerine bu kuruluşlarda çalışan kişileri atamışlardır. Her ne kadar medyada ya da kamuoyunda düşünce kuruluşları bağımsız ve objektif birer yapılanmaymışçasına sunulsalar da, bu tarz kurumlar akademik tabanlı örgütlenmelerden ziyade daha çok çıkar gruplarına veya lobi gruplarına olan benzerlikleriyle tanınmaktadırlar(11). ABD karar vericileri için bugünün düşünce kuruluşlarının beş temel yararı vardır. Bu yararların en önemlisi ABD karar vericilerinin dünyayı anlaması ve karşılık verebilmek için çeşitli yollarla yeni düşünceler üretmesidir. Bunun dışında etkili öncelikleri belirlemek, hareket için yol haritaları çizmek, politik ve bürokratik koalisyonu harekete geçirmek, kalıcı kurumların tasarımlarını şekillendirmek diğer yararlarıdır(12). Raporlar yayınlaması, dergi ve kitap gibi yayınlar çıkarılması ve proje üretilmesi gibi çalışmalar bu kuruluşların temel uğraş alanlarıdır ve bu yayınlar ABD başkanları, temsilciler meclisi ve senato üyeleri tarafından dikkate alınmaktadır. Yani ABD’nin yönetsel karar alma mekanizmaları için think tankler hayati öneme sahip kuruluşlardır. Bu kuruluşlar yayınların ve önerilerin dışında ayrıca yönetime gelen hükümetler için nitelikli ve yetişmiş eleman da sağlayarak Gündem karar alma süreçlerine her şekilde dâhil olmaktadır. Bu anlamda dikkat edilecek olursa ABD’de tihnk tankler devletle -özellikle derin devletle- iç içedir ve iç kamuoyundan uluslar arası ilişkilere kadar her noktada, görünen ve görünmeyen tüm devlet kademelerini yönlendirmektedir. Bu yüzden devletin farklı kademelerinden bağışlar ve destekler almaktadırlar. Bütün bunların yanı sıra ABD’deki think tanklerin içerisinde Yahudi etkisi çok yoğundur ve bu etki İsrail’in güvenliği, Ortadoğu’daki planlar, İran’a karşı tavır, Arap Baharına bakış gibi birçok konuda ABD’nin yapacaklarını belirlemektedir. ABD’deki think tanklerde Yahudi etkisine bazı örnekler vermek mümkündür: Washington Institute for Near East Policy isimli düşünce kuruluşu 1985 yılında kurulmuş ve İsrail için stratejiler üretmeye başlamıştır. Üyeleri ise çeşitli dönemlerde yönetimde yer almış (Dışişleri eski Bakanı, NATO eski genel sekreteri, ABD Milli Güvenlik Konsey danışmanı vs.) kişilerden oluşmaktadır. Yine Middle East Forum adlı kuruluş Arap ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarıyla tanınmaktadır. National Review Online, İsrail güvenlik sorunları ile yakından ilgili bir kuruluştur. American Enterprise Institute ise ABD yönetiminde ciddi söz sahibi olan bir kuruluş olarak bu kuruluşun yöneticilerinden birisi olan Michael Ledeen “Dünyanın kalan kısmının dalga geçmediğimizi anlaması için neredeyse her on yılda bir ABD’nin Allah’ın belası bir ülkeyi seçip dümdüz etmesi gerekiyor” diyerek dünya üzerinde yapılan katliamların nedenini çok net ortaya koymaktadır. Heritage Foundation, R. Reagen dönemindeki Yıldız Savaşları projesi ve İsrail’le stratejik ittifak gibi politikalarının mimarıdır. Bunun gibi daha birçok sayabi- İktibas leceğimiz think tankler ABD’nin dünya hegemonyası ve İsrail güvenliği ile Ortadoğu politikalarının belirleyicileri konumundadır. Diğer ülkelerdekilerden çok daha farklı ve güçlü olan ABD’deki bu think tanklerin dış politika oluşumlarında, yürütülmesinde ve kamuoyunda meşrulaşmasında, tüm dünyada ortaya çıkan karışıklılarda, işgal ve talanda önemli etkileri mevcuttur. Cumhuriyetçi ya da Demokratlardan kim kazanırsa kazansın think tanklerin ABD yönetiminde doğrudan etkileri vardır ve sadece dış politikadaki öncelikleri değişmekte ama ana eksenden vazgeçilmemektedir. IV. Türkiye’de think tank fikri çok eskiye dayanmamaktadır. Özellikle ABD’deki benzerlerinin aksine politika yapıcılar ve karar vericiler bu kuruluşlara karşı uzak durmuş ve bu kuruluşların vereceği bilgilerin kendilerinde mevcut olduğu gibi bir tavra bürünmüşlerdir. Özellikle 12 Eylül darbesi sonunda “bizim tankımız var düşünceye gerek yok” vecizesi konuyu yeterince açıklamaktadır. Türkiye’de Devletin üst kademelerinde olduğu gibi halkın da hemen hemen tümü bu kuruluşlar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları için konuya uzun yıllar uzak kalmışlardır. Bu uzak kalış think tanklerin kurulmasını ve düşünce üretmesini zorlaştırmaktadır. Bu uzaklık farkı da siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel desteği ortadan kaldırmakta ve özellikle ekonomik sıkıntılar bu kuruluşların ortaya çıkması ve gelişmesine engel teşkil etmektedir. 1969 yılında kurulan Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi ve 1974 yılında kurulan Dış Politika Enstitüsü Türkiye’de dü- şünce kuruluşlarının başlangıcı olmalarına rağmen 90’lara kadar yeni merkezler kurulmamıştır. 90’lı yıllarda konuya ilgi artmış ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan sivil toplum örgütlerine kadar çeşitli katmanlarda değişik think tankler kurulmaya başlanmıştır. Günümüzde Türkiye bu anlamda uzun yıllar çektiği düşünce fakirliğinden kurtulmanın yollarını aramakta ve konuya yoğun ilgi göstermektedir. Sayıları artsa da şu aşamada Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının etkinliği hesaplandığında var olan sayının sadece %10’u kadar think tank ciddi yol katetmiştir. Soğuk savaş döneminde strateji geliştirme, güvenlik ve savunma konularında çalışmalar yapılırken Türkiye, bu dönemi kendi konumuna uygun bir şekilde bir kanat üzerinde ve o kanadın düşünsel şekillendirmeleriyle geçirdiği için think tank türü çalışmalara hiç önem vermedi. Değişen dünya şartlarının Türkiye’ye yüklemiş olduğu yeni misyon ise bu kuruluşların önemini ve sayısını arttırdı. Türkiye’nin AB üyeliği ve bu üyelik için yapılan çalışmalar da think tanklerin Türkiye’de varlığını ve etkisini genişletmesinde yararlı oldu. Model ülke tanımlamasına kadar Türk Dış politikasında think tanklerin etkisi sınırlı ve soyut olarak kalmıştı; yani sözü geçen, olgun ve dünyayı anlayan fikirlerle güçlenmiş zihinsel bilginin oluşmaması, süreci kısır bir döngüye çevirmiş durumdaydı. Değişen şartlara uygun olarak bu kısır döngüden kurtulmak için uğraşan Türkiye bugün think tank olgusunu ülke şartları ve dünya konjonktürü açısından yeniden değerlendiriyor ve düşünsel bir sıçrama yapmanın yollarını arıyor. Bu noktada Türkiye, son dönem hem iç hem de dış politika da yaptığı reformları 77 İktibas ve ekonomi alanında gösterdiği stabiliteyi bir yönüyle bu düşünsel hareketliliğe borçludur. Bugün hemen hemen her ülkede ortaya çıkmış birçok think tank ve bu kuruluşlarda çalışan birçok insan var. Çalışanların geneli ise nitelikli ve konusunda uzman kişilerden oluşuyor. Bu nitelikler dolayısıyla think tankler siyasi hayata, ekonomiye, sosyal yaşama, kültüre yön veriyor hayatın gerçek bir parçası oluyorlar. Küreselleşmenin, hegemonyanın ve küresel yayılmacılığın aktörleri olmanın yolu güç algısından geçiyor ve bu gücü besleyen temel nosyonlardan birisi de think tankler olarak görünüyor. Model ülke Türkiye’nin ve ideolojik hesapları olan ülke, toplum ve grupların da bu konudan uzak kalmadan bir şeyler yapmaları gerekiyor. DİPNOTLAR: - Sami Zariç, Türkiye’de Think Tank Kuruluşları ve karşılaştıkları Sorunlar, Akademik Bakış, 31, 2012 - The Institute for Defence and Security Studies, Londra’da 1831’de; The Fabian Society, 1884’de; The Brookings Institution, - Washington’da 1916’da kurulmuştur. http://www.globalresearch.ca/ index.php?context=va&aid=21504; http://en.wikipedia.org/wiki/ Think_tank#History - Pennsylvania Üniversitesinde, 18 Ocak 2012 tarihinde basılmış olan Düşünce Kuruluşları ile ilgili rapordan alınmıştır. http://www.fpri.org/research/thinktanks/GlobalGoToThinkTanks2011. pdf - Sedat Laçiner, Düşünce Kuruluşları ve Dış Politika, 4 Kasım 2009, http://www.usakgundem.com/yazar /1294/d%C3%BC%C5%9F%C3%B Cnce-kurulu%C5%9Flar%C4%B1ve-d%C4%B1%C5%9F-politika. html - http://2001-2009.state.gov/s/p/ rem/15506.htm 78 Gündem - Bilal Karabulut, Dünyada ve Türkiye’de Think Tank Kuruluşları: Karşılaştırmalı Bir Analiz, Akademik Bakış 4(7), 2010, s.91-104 - Erhan Akdemir, Amerika’nın Ortadoğu politikasının şekillenmesinde düşünce kuruluşlarının rolü, Uluslar arası Hukuk ve Politika Dergisi, 2(8), 2007, s.53-74. - Fatih Keskin, Modern Demokrasilerde Yeni Politik Seçkinler: Think Tanklar ve Politikadaki Rolleri, Sosyo Ekonomi, 2005-1. http://www.amerikaliturk.com/ news/manset/207-Amerikada-Siyasete-Yn-Veren-Dnce-Kurulular/ - Erhan Akdemir, a.g.e. Sharon Beder, Neoliberal Think Tanks and Free Market Environmentalism, http://ro.uow.edu.au/ cgi/viewcontent.cgi? article=1034&context=ar tspapers&sei-redir=1&ref erer=http%3A%2F%2F http://2001-2009.state.gov/s/p/ rem/15506.htm SURİYE: KİM NEREYİ KONTROL EDİYOR? ##$5àSLÎFt"ʓVTUPT Suriye’de çatışmaların başladığı 2011 yılından bu yana ülke içinde ne olduğunu coğrafi olarak tanımlayabilmek çok zor. Ülkede az sayıda uluslararası gazeteci var ve onların çalışma koşulları da hem zor hem de tehlikeli. Ancak Washington merkezli Savaş Etütleri Enstitüsü (ISW), Ekim 2011’den bu yana rejim muhalifleriyle hükümet yanlılarının faaliyetlerine ilişkin kapsamlı bir analiz hazırladı. Harita hazırlanırken, aralarında Suriyeli İnsan Hakları Gözlemevi ve resmi Suriye haber ajansı SANA ve uluslararası gazetecilerden elde edilen verilerden yararlanıldı. ISW haritada ‘’isyancıların kontrolünde’’ olarak tanımlanan bölgelerin fiilen Özgür Suriye Ordusu’nun kontrolünde olduğunu kaydediyor. Özgür Suriye ordusu, ayrıca çok hareketli gerilla gücü olarak faaliyet gösteriyor. Hükümet güçleriyle karşılaştıklarında ise asıl taktikleri bölgeyi savunmak yerine çekilerek kayıp vermeyi önlemek. ISW uzmanlarından Joseph Holliday, haritanın hazırlanmasında kullanılan yöntemi anlatırken, ‘’Rejimin ‘isyancıların kontrolündeki alanlara’ gidebileceğini, ancak bunun maliyetinin yüksek olacağını’’ kaydediyor. Bu bölgelerde hükümetin tecrit edilmiş halde üslerinin bulunduğuna işaret eden Holliday, ‘’Bu üslerden zaman zaman civardaki köylere topçu saldırısı düzenliyorlar. Ama buradaki güçlerin, üslerin dışında kara harekatı düzenleme kapasitesi yok. Buralara sevkiyat da havadan yapılıyor’’ dedi. Holliday, bu üslerin birer birer düşmekte olduğunu da söyledi. Özgür Suriye Ordusu ise yaz aylarında daha eşgüdümlü bir stratejiyle hem Şam hem de Halep kentlerine saldırılar düzenledi. İsyancıların fiilen kontrol ettikleri bölgelerin ise Halep’in kuzeyinde ve doğusunda ve İdlib ve Hama kentleri arasındaki ülkenin iç kesimlerinde olduğu belirtiliyor. Bazı yorumculara göre, isyancıların son dönemde uyguladıkları taktikler Devlet Başkanı Beşar Esad’ın güçlerini Halep ve Şam civarına sevketmesine, böylece Özgür Suriye Ordusu’na da tam Gündem bir kontrol olmasa da zayıflayan bazı yerlerde daha etkin olma olanağı sağladı. İSLAMCILIK NEDİR? ALİ BULAÇ ;BNBOt5FNNV[ Bundan sonra bölgenin ve dünyanın gündeminde daha çok yer alacağı anlaşılan “İslamcılık” konusunda yaygın belirsizlik tanımda ortaya çıkan zorluktan kaynaklanmaktadır. Üzerinde mutabakata varılan bir tanım olmadığından, esas itibarıyla “İslamcı” sayılan birçok kişi ve grubu, İslamcı ismini almaktan uzak tutar. Kimine göre liberalizm, sosyalizm veya milliyetçilik gibi bir “ideoloji”, kimine göre belli bir yoruma ve doktrine indirgenmiş bir “siyaset veya siyasallaştırma” biçimidir. “Dinin siyasette istismarı” şeklinde görenlerin sayısı da az değildir. Karışıklığı tümüyle gidermek mümkün olmasa da ana çerçeveye işaret edecek bir tanım yapmak mümkündür. Zaten tanım (tarif) sınırlar çizmek (tahdit)tir. Benim tanımım şudur: İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır. İktibas “Ed Din” olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve her Müslüman’ın farz-ı ayn hükmünde daveti, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman’ın “din algısı”nda sorun var demektir. Gayet açık ve tartışmasız ilahi hükümler hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine mebni olarak değişebilirler, ama ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten kaldırılabilirler. Salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, “Allah’ın bizim için seçtiği ve kemale erdirdiği din” (5/Maide, 3) olmayıp muamelatı ve ukubatı ya iptal eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka bir telakki olup buna dinin “diyanet”e indirgenmesi denir. Din’in kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyasete, iktisadi hayata, devletler arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının düzenlenmesinde dinin referans alınmayacağını savunanlar, hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur’an’ın açık ifadesiyle “Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.’’ (2/Bakara, 85). Bu yüzden diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları gibi ‘Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi’ göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcı’dır. Elbette kendini ‘İslamcı’ olarak isimlendirmek zorunda değildir, ama dininin hayatla, insanla ve toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır. 19. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti; zaaflarına rağmen Osmanlı Daru’l İslam’dı. Var olan şey istenmez. Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda: 1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe’li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir. b) Marksizmsosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir. 2) İslamcılık ‘müteal/aşkın olan’a ‘var olanı aşmak’ suretiyle uruc etme çabasıdır. Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu’ değil, ahlaki/dikey olarak urucdur. İslamcılığın urucu, modern durumda Allah’a rucu’dur, bu açıdan Aydınlanma’nın domine ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür. 3) Belli başlı meşru versiyonları ıslah, ihya ve tecdittir. 79 Çizgibas 80 !"""#$%&'&()*&+,-&,.$%$+*$+,/$01Ô2Ô2,æ3*$4,-&,5$)0*)0,3&467%8949:,æ3*$4,-&,*$)0*)0,;)<):,8$2, !"""#$%&'&()*&+,-&,.$%$+*$+,/$01Ô2Ô2,æ3*$4,-&,5$)0*)0,3&467%8949:,æ3*$4,-&,*$)0*)0,;)<):,8$2, 8$2$,;&*4&*&+),=>è>2>*&4&8&2:,9%*$è4$*$+Ô,)40$23Ô%,)0),$8+Ô,8$è$4,'$+%Ô2Ô,9%*$è'Ô+4$0:,æ3*$4?Ô, 8$2$,;&*4&*&+),=>è>2>*&4&8&2:,9%*$è4$*$+Ô,)40$23Ô%,)0),$8+Ô,8$è$4,'$+%Ô2Ô,9%*$è'Ô+4$0:,æ3*$4?Ô, *$)0*&è')+4&0,@$<$3Ô2=$=Ô+",ABBC,8Ô*Ô:,DC,ç9<$',3>+&(),=&2)*&2,=E2&4&,'&0$<>*,&'4&0'&=)+,-&,7,8Ô*F *$)0*&è')+4&0,@$<$3Ô2=$=Ô+",ABBC,8Ô*Ô:,DC,ç9<$',3>+&(),=&2)*&2,=E2&4&,'&0$<>*,&'4&0'&=)+,-&,7,8Ô*F *$+:,æ3*$4?Ô2,3)8$3$*,<)+,4>G&2=)3*)0*&,'&+<)8&,&=)*4&0,)3'&2=)å),<)+,=E2&4=)+",H>3*>4$2*$+$:,;&+&0, *$+:,æ3*$4?Ô2,3)8$3$*,<)+,4>G&2=)3*)0*&,'&+<)8&,&=)*4&0,)3'&2=)å),<)+,=E2&4=)+",H>3*>4$2*$+$:,;&+&0, (&<+&2,-&,;&+&03&,G)*&,)*&,æ3*$4?Ô2,G)@<)+,3)8$3I,'$*&<)2)2,7*4$=ÔåÔ:,J9+?$2?Ô2,$3*$,=&-*&',E2&+4&=)å), (&<+&2,-&,;&+&03&,G)*&,)*&,æ3*$4?Ô2,G)@<)+,3)8$3I,'$*&<)2)2,7*4$=ÔåÔ:,J9+?$2?Ô2,$3*$,=&-*&',E2&+4&=)å), 3E8*&'')+)*4&0,)3'&2)87+=9",ç9,-$+=Ô,0):,<929,'$20*$+*$,3E8*&'4&0,4>40>2,7*4$4Ôè'Ô",K,G$*=&:,<)+, 3E8*&'')+)*4&0,)3'&2)87+=9",ç9,-$+=Ô,0):,<929,'$20*$+*$,3E8*&'4&0,4>40>2,7*4$4Ôè'Ô",K,G$*=&:,<)+, =&,<929,Ô*Ô4*Ô,4&'7'*$+*$,=&2&4&*)8=)""",K,;>2&,0$=$+:,3E8*&2&2*&+)2,&'+$1*$+Ô2$,<$0Ô2$+$0,3E8F =&,<929,Ô*Ô4*Ô,4&'7'*$+*$,=&2&4&*)8=)""",K,;>2&,0$=$+:,3E8*&2&2*&+)2,&'+$1*$+Ô2$,<$0Ô2$+$0,3E8F *&=)0*&+)L, *&=)0*&+)L, !æ3*$4?Ô2, !æ3*$4?Ô2, *$)0*)0*&, *$)0*)0*&, @&*)è4&=)å)M, @&*)è4&=)å)M, ;E+>è>, ;E+>è>, $+'Ô0, $+'Ô0, <9,<9, 3&467%894*$, 3&467%894*$, $*&2)*&è4)è:, $*&2)*&è4)è:, <)+,<)+, $2*$4=$, $2*$4=$, ;)%*),'&<*)å),=E2&4)2=&2,$*&2),'&<*)å,=E2&4)2&,;&@)*4)è')+N,O+'Ô0,49G$1$%$0P+,0)'*&*&+,2$%$+Ô2=$, ;)%*),'&<*)å),=E2&4)2=&2,$*&2),'&<*)å,=E2&4)2&,;&@)*4)è')+N,O+'Ô0,49G$1$%$0P+,0)'*&*&+,2$%$+Ô2=$, æ3*$4?*$,=&470+$3):,æ3*$4?*$,*$)0*)0,$+$3Ô2=$,G&+G$2;),<)+,37+92,0$*4$4Ôè'Ô+NM æ3*$4?*$,=&470+$3):,æ3*$4?*$,*$)0*)0,$+$3Ô2=$,G&+G$2;),<)+,37+92,0$*4$4Ôè'Ô+NM *$åÔ#Ô+,-435$($-6"('0è"5-*$åÔ#Ô+7*$åÔ#Ô+,-435$($-6"('0è"5-*$åÔ#Ô+7I(JÔ13Ô"&K#0(0&C;<<&'Ô)Ô-(J;L10("( I(JÔ13Ô"&K#0(0&C;<<&'Ô)Ô-(J;L10("( ?5-9&M<A:N&D<:&AO&CB ?5-9&M<A:N&D<:&AO&CB Ayın Başlıkları İRAN DIŞİŞLERİ BAKANI SALİHİ, ANKARA’YA BEKLENİRKEN GENELKURMAY BAŞKANI’NIN “BÖYLE GİDERSE SIRA TÜRKİYE’YE GELECEK” SÖZLERİ GÜNDEMİ SARSTI SAYIŞTAY YÖNETMELİĞİNE GÖRE ARTIK MGK, MSB, MİT DAHİL TÜM DEVLET KURUMLARININ MAL VE HARCAMALARI SIR OLACAK TARAF 16 AĞUSTOS HÜRRİYET 8 AĞUSTOS 28 ŞUBAT DÖNEMİNDEKİ KAMU BANKASI SOYGUNLARI MERCEK ALTINDA YENİ AKİT 31 AĞUSTOS BEYAZ SARAY’DAN TARTIŞILAN ‘BEYZBOL SOPALI’ FOTOĞRAF İÇİN AÇIKLAMA: OBAMA’NIN ERDOĞAN İLE YAKIN İLİŞKİSİNİ VURGULAMAK İÇİN KULLANDIK HABERTÜRK 4 AĞUSTOS 28 ŞUBAT POSTMODERN DARBENİN EL KOYDUĞU VAKIF MALLARININ İADESİ İÇİN DÜĞMEYE BASILDI STAR 11 AĞUSTOS 1,5 AYDIR HALK İÇİNE ÇIKMAYAN ESAD, ŞAM’DA KORUMA ORDUSUYLA BAYRAM NAMAZI KILDI SABAH 20 AĞUSTOS PKK İLE KUCAKLAŞAN BDP‘LİLERE SUÇ DUYURUSU POSTA 23 AĞUSTOS TÜRKİYE, SURİYE SINIRINA TAMPON BÖLGEYİ MASAYA YATIRDI BUGÜN 24 AĞUSTOS HİLMİ ÖZKÖK, ERGENEKON DAVASINDA TANIK OLARAK KONUŞTU HABERTÜRK 3 AĞUSTOS ÖZKÖK: 1 MART TEZKERESİ İÇİN WOLFOWITZ SİYASİ BASKI İSTEDİ. GÖRÜŞ FARKI VARDI, BUNU BAŞBAKAN‘A ARZ ETTİM. GÜVENLİKLE İLGİLİ BİLGİ VERDİM HABERTÜRK 4 AĞUSTOS ARINÇ: ULUDERE OLAYI İLE HER ŞEY BERBAT OLDU STAR 11 AĞUSTOS PKK, KAÇIRDIĞI CHP MİLLETVEKİLİ HÜSEYİN AYGÜN’Ü 48 SAAT SONRA SERBEST BIRAKTI AJANSLAR 15 AĞUSTOS MURSİ TAHRAN’DA “REJİM DEĞİŞMEDEN SURİYE’DE ÇÖZÜM OLMAZ” DEDİ STAR 31 AĞUSTOS ORHAN PAMUK: TÜRK BURJUVAZİSİ BENİ TİKSİNDİRİYOR AJANSLAR 17 AĞUSTOS ANLAM BASIN YAYIN Tuna Cad. 14/3 06420 Yenişehir–ANKARA 5FM t'BLT