e-İstanbul Dergisini okumak için tıklayınız.
Transkript
e-İstanbul Dergisini okumak için tıklayınız.
İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i T. C. İSTANBUL VALİLİĞİ İL MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ Başlarken İSTANBUL Eğitim ve Kültür Dergisi (3 ayda bir yayınlanır) İl Millî Eğitim Müdürlüğü Adına İmtiyaz Sahibi Dr. Muammer YILDIZ Yayın Kurulu Şerafettin TURAN Mukadder GÜRSOY Halime TOROS Mustafa USLU Yayın Yönetmeni Adem YILMAZ Editör Bülent PARLAK Fotoğraflar Hakan KURT Adres İl Millî Eğitim Müdürlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü Ankara Cad. No: 2 / Cağaloğlu A - Blok / Kat -1 Tel: 212 455 04 62 Mail: imemkultur@gmail.com Web: http://istanbul.meb.gov.tr Baskı Bilnet Matbaacılık Biltur Basım Yayın ve Hizmet A.Ş. Tel: 216 444 44 03 İ İstanbul geçmiş ile geleceğin, gelenekselle modernin, zenginlikle fakirliğin kısacası pek çok zıtlıkların yan yana geldiği, harmanlandığı büyülü bir şehir... Her köşesinde ayrı bir doku barındıran, her semtinde farklı bir enerjiyle varlığını sürdüren, tarihi ve de kültürüyle bir başyapıt. İstanbul'da yaşayan herkesin bu çok yönlü birikimi anlaması, değerlendirmesi, “İstanbul’da yaşamak değil, İstanbul’u yaşaması” aslında en temel ödevleri arasında yer almaktadır. Bizler bu şehrin geleceğine imza atan yöneticileri, çocuklarımızın eğitimine yön veren idarecileri olarak ülkemizin gözbebeği İstanbul’u tanıtmak, ona tam anlamıyla nüfuz edebilmek, çocuklarımıza bu köklü birikimi anlatabilmek ve İstanbul bilinci oluşturabilmek için büyük bir projeye imza attık. İşte bu bilincin daha çocuk yaşlarda temellerinin atılması amacıyla İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim birinci kademedeki 3, 4 ve 5. sınıflarda "İstanbul Dersi” uygulamasını başlattık. "Çocuk bildiği ve sevdiği şehri korur" düşüncesini merkeze alan İstanbul Dersi Öğretim Programı ile İstanbul’un zengin kültürel mirasının tanınması, sevilmesi, gelecek kuşaklara aktarılması ve kent kimliğinin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. Ders kapsamında gerçekleştirilecek etkinliklerle öğrenciler sınıflarından çıkacak, Galata Köprüsü’nde balık tutacak, Kanlıca’ya özgü şekerli yoğurdu tadacak, İstanbul’un sokaklarının seslerini duyacak, Mısır Çarşısı’nda farklı baharatları koklayacak, vapur yolculuğu yaparken Boğaz’ın güzelliklerine şahit olacaklar. Çocuklarımız İstanbul’u sadece kitaplardan öğrenmeyecek, görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak ve duyarak yani kenti bizzat yaşayıp duyumsayarak İstanbul’u tanıma imkânına kavuşacaklardır. Bir dersin başarısı, o dersin öğretim programında öngörülen kazanımların öğrencilerce ne düzeyde benimsendiği ve günlük yaşama yansıtıldığı ile ölçülür. Bunu sağlayacak ve izleyecek olan ise kuşkusuz özveri ile gayret eden öğretmenlerimizdir. Meslektaşlarımızın dersi sahiplenmesi ve öngörüldüğü biçimde uygulaması durumunda bu ders arzulanan hedefe ulaşabilecektir. Dergimizin bu sayısını İstanbul’a ayırdık. İyi bir kaynak olacağını düşündüğümüz bu sayımızı elinizden düşürmeyeceğinize inanıyoruz. Hepinize iyi okumalar diler saygılar sunarım. Dr. Muammer YILDIZ İstanbul Millî Eğitim Müdürü İ ç i n d e k i l e r İçi n d eki l er 2 1 IBaşlarken 2 Iİçindekiler 3 IHaberler 8 IKültür Sanat Haberleri 10 Iİstanbul 2010 16 Iİstanbul Dersi 16 19 Iİstanbul Dersi Anketleri 22 IAhmet Ümit ile Röportaj 26 ISemih Kaplanoğlu / Şehre Baktım: Yeniktim, Akşamdı İçim 28 Iİstanbul Dersi Hakkında Kim Ne Dedi? 32 ISezai Karakoç / Alınyazısı Saati 34 IEski İstanbul Yazıları 22 40 ISeyyahların İstanbul’u 46 Iİstanbul Kitaplığı 52 INurdan Şahin ile Röportaj 56 ISabiha Paktuna Keskin/ Öğrenme Prosesleri 60 IGülsen Erden / Özgül Öğrenme Güçlüğü 66 IFatih Gürsul / Üniversite Tercihlerinde En Zor Karar 70 IŞerafettin Turan / Validebağı Öğretmenler Kampüsü 72 ITahsin Yıldırım / Osmanlı’da Açılan İlk Kız Öğretmen Okulu 74 IAyşenur M. Çalıkçı / İstanbul’un Yüzüne Değen Gamze 76 ISeçtiğimiz Kitaplar 78 ISinema Ve İstanbul… 80 ITurgut Uyar / Edirnekapı Üstüne Şiir 52 Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i DÜNYANIN İLK ÇOCUK HAKLARI KONGRESİ Çocuk ve yetişkin delegelerin birlikte düzenlediği dünyanın ilk çocuk hakları kongresi, 25-27 Şubat 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirildi. 81 ili temsilen çocuk ve yetişkin delegelerin katıldığı 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi`nin açılışını Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, kapanışını ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanı sıra Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf`ın katıldığı kongreye İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız ev sahipliği yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Haliç Kongre Merkezi`nde düzenlenen 1. Türkiye Çocuk Hakları Kongresi`nin kapanışında yaptığı konuşmada, üç gün boyunca çocuk haklarının en geniş manada değerlendirilmiş olmasından büyük bir memnuniyet duyduğunu, kongrenin gerçekleşmesini sağlayan özellikle aile ve çocuktan sorumlu Devlet Bakanlığına, İstanbul Üniversitesine, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumuna, Çocuk Vakfına şükranları sunduğunu söyledi. Bugün çocuklara, Türkiye Cumhuriyeti`nin Başbakanı sıfatından ziyade çocuk olmuş, sonrasında çocuk sahibi olmuş bir baba, torun sahibi olmuş bir dede sıfatıyla hitap etmek istediğini dile getirdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ayrıca 2010 yılında yaptıkları anayasal değişiklikle çocuklara pozitif ayrımcılık getirdiklerini ve haklarını anayasal teminat altına aldıklarını söyledi. Çocuk Hakları Kongresi bilindiği gibi yazar Mustafa Ruhi Şirin tarafından önerilerek hükümet tarafından hayata geçirildi. Nisan / 2011 3 H a b erl er Değişiyorum Farkında mısın? İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Eğitim Yönetmenliği tarafından "2010 Okullarda" projesi kapsamında Türkiye`de ilk kez düzenlenen "İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali" 25 Kasım Perşembe günü Sanat Limanı Antrepo 5`de başladı. İstanbul Vali Yardımcısı Harun Kaya, İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, ve Ajans Genel Sekreteri Yılmaz Kurt’un açılışını gerçekleştirdiği Bienal 25 Aralık tarihine kadar devam etti. Açılış konuşmaları sonrasında protokol, öğretmen ve öğrenciler sergiyi gezdi. İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, her eseri dikkatlice inceleyip eserin sahibi olan öğrenciden bilgi alarak tebrik etti. Türkiye’nin Birincisi İstanbul Avrupa Birliği Öykü Yarışmasının 1.lik ödülünü İstanbul aldı. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen yarışmanın ödül törenine İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, Avrupa Birliği Türk Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Marc Pierini, bakanlık yetkilileri, ödül alan okulların bağlı olduğu il milli eğitim müdürleri, jüri üyeleri ve öğrenciler katıldı. Ödül töreninde konuşan İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, yarışmada dereceye girmekten çok o sürecin içerisinde yer almanın ve bu süreci paylaşmanın önemli olduğuna dikkat çekerek yarışmanın, AB sürecinin çocuklar tarafından doğru algılanmasını amaçladığını ifade etti. Avrupa Birliği Türk Delegasyonu Başkanı Büyükelçi Marc Pierini de törende bir konuşma yaparak genç yazar ve öğrencileri tebrik etti. Dereceye giren öğrenciler Macaristan ve Brüksel çalışma ziyareti kazandılar. Gezdim, Gördüm, Boyadım Minik Seyyahlar Projesi kapsamında “İstanbul`da Yaşadığım Gün” adlı resim yarışması sonuçlandı. İstanbullu Minik Seyyahlar Projesi" kapsamında Minik Seyyahların İstanbul ile ilgili izlenimlerini kendi gözüyle resmettikleri "İstanbul`da Yaşadığım Gün" konulu resim yarışmasının ödül töreni ve sergi açılışı Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi`nde yapıldı. İstanbul`un belli kriterler çerçevesinde belirlenen 8 ilçesinden seçilen 16 ilköğretim okulunun en başarılı öğrencileri, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü`nün de katkılarıyla İstanbul`un tarihi, turistik mekânları gezme ve yaşadığı şehri daha yakından tanıma fırsatı buldu. İstanbullu Minik Seyyahlar Projesi, kültürel değerlerinin kıymetini bilen, bu değerleri seven ve koruyan bir neslin yetiştirilmesine katkı sağlaması açısından önem taşıyor. 4 Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Bahriyeli`nin Denize Nazır Lisesi Açıldı Büyükçekmece`de denize nazır bir tepede yapılan okul Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık ve eğitimden sorumlu Vali Yardımcısı Harun Kaya`nın katıldığı muhteşem bir törenle açıldı. Hayırsever Burhan Bahriyeli`nin eğitime kazandırdığı okulun açılışında konuşan Bakan Çubukçu, "Biliyorsunuz deniz insanlarda sadece şairane duygular, sınırsız bir özgürlük ve sonsuzluk duygusu uyandırmamış, denizler aynı zamanda insanlara büyük bir merak duygusu da uyandırmış. İnsanların denizlerin ötesinde neler olduğuna ilişkin merakları coğrafi keşifleri doğurmuş" dedi. Eğitime büyük yatırımlar yapıldığını ifade eden Bakan Çubukçu; "Hayırseverlerimiz, sizler için dolayısıyla bu ülkenin geleceği için büyük fedakârlıklar yaparak ellerini taşın altına koyuyorlar. Değerli katkılarından dolayı Doç Dr. Burhan Bahriyeli`ye çok teşekkür ediyorum." dedi. Sokakta İlk Adımlar Trafik sorununa çözüm için `Sokakta İlk Adımlar` projesi İstanbul`un tüm ilköğretim okullarında uygulanacak. Renault`nun 2002`de başlattığı, Total ve Trafik Kazalarını Önleme Derneği ile birlikte sürdürülen Sokakta İlk Adımlar trafik güvenliği eğitim projesi 40 ilde pilot okulların yanı sıra, İstanbul`da bu yıl ilk kez tüm ilköğretim okullarında uygulanacak. Projenin 2010-2011 hedeflerinin paylaşıldığı basın toplantısında konuşan Renault Mais Genel Müdürü İbrahim Aybar, İstanbul`un Avrupa Birliği üyesi 27 ülkenin 19`undan daha yüksek nüfus oranına sahip olduğunu belirtti ve İstanbul`daki tüm okullara ulaşmanın, projenin başarısı açısından büyük önem taşıdığını vurguladı, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü`ne de gösterdikleri yakın ilgi ve işbirliği için teşekkür etti. Yeşil Eğitim, Yeşil Hayat Panasonic`in tüm dünyada başlattığı "Okulumuz Yeşil!" adlı eğitim programı, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü`nün desteğiyle artık Türkiye`de. Bu proje kapsamnında İstanbul`daki 39 ilçeden 39 okulun öğrencileri, program çerçevesinde hem çevre konusunda bilinçlendirilecek, hem de "Çevreci Resimli Günlük" yarışmasında yarışacak. İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, Türk çocuklarının küresel ısınma, iklim değişikliği ve çevre bilinci konularında nitelikli bir eğitim görmesini sağlayacak Okulumuz Yeşil projesine sağladığı destekten ötürü Panasonic Türkiye`ye teşekkür etti. Okulumuz Yeşil Projesi kapsamında hem ülke hem de Avrupa çapında okullar arası bir yarışma düzenleniyor. En geç 29 Nisan 2011 tarihine kadar gönderilebilecek olan Çevreci Resimli Günlükler arasından ülke çapında birinci gelenin ait olduğu okul hem bir Panasonic ürününe sahip olacak, hem de Avrupa çapında yarışmaya hak kazanacak. Nisan / 2011 5 H a b erl er Bana İstanbul`u Anlat Öğretmenim "Evimiz İstanbul" projesi ile İstanbullu çocuklar İstanbul`u tanıyacak. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı`nın ortak yürüttüğü proje kapsamında 3000 öğretmene eğitim veriliyor. TEGV Sema ve Aydın Doğan eğitim parkında düzenlenen son seminere Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı adına Gazi Selçuk ve TEGV Genel Müdürü Nurdan Şahin Katıldı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Etkinlikleri kapsamında İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü desteği ile hayata geçen "Evimiz İstanbul" projesi ile İstanbullu çocuklara yaşadıkları kenti daha yakından tanımayı, çocuklarda kent kültürü bilincini geliştirmeyi, kentin kültürel dokusu üzerinde farkındalık yaratılması ve kentsel aidiyet duygusunun güçlendirilmesi amaçlanıyor. Sanatla Yeniden Buluşma Türkiye`nin ilk olgunlaşma enstitüsü olan Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü yeniden açıldı. Bakanlığımız Kız Teknik Okullar Genel Müdürü Emine Kıraç, Mine ve Erol Üçer, Vali Yardımcısı Harun Kaya, Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan ve İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız`ın katıldığı törenle açılan Enstitü 2008 Yılında geçirdiği yangında kullanılamaz hale gelmişti. 1945 Yılında eğitim-öğretime başlayan enstitü 2008 yılında geçirdiği elim bir yangın ile tamamen kullanılmaz hale gelmişti. Milli Eğitim Bakanlığı ve Gama Holding arasında imzalanan bir protokol ile aslına uygun olarak yeniden restore edilen Beyoğlu Olgunlaşma Enstitüsü, gerçekleşen açılış ile yeniden eski günlerine döndü. Her yaştan kişiye mesleki bilgi ve becerilerini geliştirme fırsatı sunan enstitü, geleneksel Türk el sanatlarının yaygınlaştırılması ve tanıtımı için hizmet vermeye devam edecek. İstanbul`un Demokrasi Dersi Başladı 2010 - 2011 Eğitim Öğretim Yılı, demokrasi çalışmaları başladı. Zeytinburnu İhsan Mermerci Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi konferans salonunda gerçekleşen toplantıda İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız demokrasinin önemini vurgulayarak başladığı konuşmasına neden eğitim çağında demokrasinin anlaşılmasını gerektiğini açıklayarak ile devam etti. Yıldız, “Sizler bu yaşlarda demokrasi bilincini kazanırsanız tüm hayatınız boyunca bu bilinç ile hareket edeceksiniz ve haksızlığa da maruz kalmayacaksınız kimseye haksızlık da yapmayacaksınız!” dedi. “Muasır medeniyet seviyesine ulaşmada ve demokratik Türkiye`nin oluşumunda sizlerden çok şey beliyoruz.” diyen Yıldız, bu ve bundan sonraki toplantılarınızı yakından takip edeceğim diyerek verimli ve başarılı çalışmalar temennisi ile konuşmasını tamamladı. İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, konuşmasının ardından öğrencilerin sorularını cevapladı, ardından demokrasi heyetiyle hatıra fotoğrafı çektirdi. 6 Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Dersimiz İstanbul, Konumuz Müzeler İstanbul`daki müze ve kültürel mekanların temsilcileri, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız`ın öncülüğü ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. ev sahipliğinde Miniatürk`te "Eğitim Aracı Olarak Müze" başlıklı çalıştayda bir araya geldiler. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu kararına göre İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğünün öncülüğünde kamu ve özel tüm müze işletmeciliği yapan kurumlarca ortaklaşa gerçekleştirilecek müfredat programının uygulanması için yapılan çalıştayda eğitim camiasının talepleri ve müze işletmelerinin hizmet odaklı sunumları bir arada konuşuldu. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız projeyi özetleyen bir konuşmasında şunları söyledi: “Bu kültürel mekânlarda planlanan dersler, imkânlar doğrultusunda gerçek etkinlikler olarak düzenlenecek. Geziler sırasında öğrencilere çalışma kâğıtları dağıtılacak. Müze ziyaretinin ardından öğretmenler, sınıf içi metin yazma, resimleme, sunu hazırlama, drama gibi etkinlikler düzenleyebilecekler. Bilgiye Uzanan Köprü İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi arasında imzalanan bir protokolle `Bilgiye Uzanan Köprü` projesi uygulamaya konuldu. İlköğretim ve ortaöğretim kurumlarına modern kütüphaneler kazandırmak, öğrenci ve öğretmenlerin bilgiye kolayca ulaşmalarını sağlamak, öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi arasında imzalanan bir protokolle "Bilgiye Uzanan Köprü" projesi uygulamaya konuldu. Projeyle; imkânları kısıtlı ve fiziksel şartları uygun on okulun kütüphanesinin tefriş edilmesi, her kütüphane için on masaüstü bilgisayar ile üç bin kitap ve basılı kaynakların yanı sıra elektronik ortamdaki kaynakların sağlanması hedefleniyor. Liselerin Tomografisi Çıkartıldı İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü ile Kültür Üniversitesi’nin ortaklaşa yürüttüğü YÖNVER projesi İstanbul’un tomografisini ortaya koydu. Etkin bir biçimde yürütülen çalışmalar ilk semerelerini vermeye başladı. İstanbul Lise Tomografisi projesinde ÖSYM`nin İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile paylaştığı İstanbul`a özel veriler ile ÖSYM`nin her sene üniversiteler ile paylaştığı üniversitelere yerleşme veriler kullanılarak tüm resmi ve özel liselerin profili çıkartıldı. Bu çalışmalar www.lisetomografisi.net web adresinde toplanarak öğrenci, veli ve tüm eğitimcilerin kullanımına açıldı. Nisan / 2011 7 Kü l tü r S an at Kültür sanat büyük ödülleri verildi Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Töreni yapıldı. Törende konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ödüllerin gerçek sahiplerini bulduğunu belirterek azimlerinden dolayı teşekkür etti. Gül, Kültür ve Turizm Bakanlığı 2010 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Töreni'nde yaptığı konuşmada, törende bulunmaktan onur ve mutluluk duyduğunu ifade etti. Gül, plaket alan Limantepe Kazısı Başkanı Prof. Dr. Hayat Erkanal'a, Sagalassos antik kenti kazı başkanı Prof. Dr. Marc Waelkens'e, Kalehöyük Kazısı Başkanı Dr. Sachihiro Omura'ya, Prof. Dr. Halet Çambel ve Prof. Dr. Nimet Özgüç'e teşekkür etti. Türkiye'nin en zengin olduğu konuların başında arkeolojinin geldiğini belirten Gül, arkeolojik zenginlik açısından Türkiye ile karşılaştırılacak çok az ülke olduğunu söyledi. Mehmet Akif Ersoy’un Bilinmeyen Mektupları Mehmet Âkif Ersoy Üniversitesi'nin kitaplaştırdığı aile mektupları da, aile üyelerinin birbirine ne kadar bağlı olduğunu gösteriyor. Bir çanta dolusu mektubu şairin kızı Su'ad'ın kızları Ferda ve Selma Argon vermiş. Mehmet Âkif'in Mısır-Hilvan'dan, eşinin memuriyeti nedeniyle sırasıyla Milas, Erciş ve Beytüşşebab'da yaşayan kızı Su'ad Hanım'la damadı Ahmed Bey'e gönderdiği mektuplar, ailenin yaşantısına ilişkin bilgiler veriyor. Bin adet basılan kitabın birinci baskısındaki mektupların 43'ü Mehmet Âkif'e, 3'ü eşi İsmet Hanım'a, bir tanesi de oğlu Emin'e ait. Şair mektuplarını, "Allah'a emanet olun" temennisi ve mektupsuz bırakılmama isteği ile noktalıyor. Çocuklarıyla, torunlarıyla yakından ilgili bir baba olduğu, yazdığı her satırda ortaya çıkan şair, kızı Su'ad'ın eşi Ahmet Bey'e karşı da son derece ilgili. Ersoy, kızına çay yerine süt içmesini tembih ederken, torunu Ferda'nın fotoğraflarıyla hasret gideriyor. Ağa Han Müzesi Hazineleri Sabancı Üniversitesi, Sakıp Sabancı Müzesi, “Ağa Han Müzesi Hazineleri - İslam Dünyasında Kaligrafi ve Kitap Sanatı” başlıklı sergiye ev sahipliği yaptı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti kapsamında, 5 Kasım 2010 - 13 Mart 2011 tarihleri arasında gerçekleştirilen sergi, en değerli İslam sanat eserleri koleksiyonlarından biri olan Ağa Han koleksiyonunun seçkin örneklerini sanatseverlerle buluşturdu. Sergide; seramik, ahşap, metal, kumaş gibi farklı materyallerden yapılmış ve üzerlerinde Kur’an’dan metinlerin yer aldığı objelerin yanı sıra elyazmaları ve minyatürler bir arada sunuluyordu. Sergide ayrıca, kitap sanatının İslam dünyasında yıllar içinde nasıl geliştiği ve kitap yapım teknikleri ele alındı. “Ağa Han Müzesi Hazineleri” sergisi, gördüğü yoğun ilgi nedeniyle 13 Mart 2011 tarihine kadar uzatılmıştı. 8 Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Nazım Hikmet’in Son Sürprizi Kendi sesinden Nâzım Hikmet şiirleri, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun arşivinden yarım yüzyıl sonra gün ışığına çıkıyor. Basında yer alan haberlere göre, Nâzım Hikmet ve Bedri Rahmi Eyüboğlu elli yıl önce Paris’te bir araya gelir. Nâzım tam elli yedi şiirini teybe okur. Bedri Rahmi ülkeye dönerken yasaklı şair Nâzım Hikmet’in kayıtlarına el konulmaması için özel önlemler alır. Bedri Rahmi kayıtları oğlu Mehmet ve gelini Hughette Eyüboğlu’na bırakır. Hughette Eyüboğlu, Paris’teki kayıtların üzerinden elli yıl geçtikten sonra Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’na teslim eder. Yapı Kredi Yayınları ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Nâzım Hikmet’in kendi şiirlerini seslendirdiği Büyük İnsanlık-Kendi Sesinden Şiirler adlı CD’sini ve kitabını yayımlıyor. İki büyük yayınevini ilk kez bir araya getiren bu önemli projeyle ünlü şairin elli yedi şiiri kendi sesinden yayınlanırken; bugüne kadar hiç yayımlanmamış iki şiiri de okurlarla buluşuyor. İstanbul'un Yüzleri İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti (AKB) Ajansı desteğiyle hazırlanan "İstanbul'un Yüzleri" serisinin ilk 25 kitabı okuyucuyla buluştu. Projenin tanıtım toplantısında konuşan Kültür A.Ş. Genel Müdürü Nevzat Bayhan, İstanbul’un görünmeyen yüzlerini ortaya koymaya çalıştıklarını söyledi. Kültür A.Ş ve İstanbul AKB’nin ortak projesi olan “İstanbul’un yüzleri” Sepetçiler Kasrı'nda düzenlenen basın toplantısıyla basına tanıtıldı. Bayhan, eserlere, ‘İstanbul'un Yüzleri’ denmesinin sebebinin hem sayı itibariyle 100, hem de sima itibariyle yüzü ifade ettiğini belirtti. ‘İstanbul’un yüzleri’ projesi; İstanbul'un 100 ressamından fotoğrafçısına, 100 kilisesinden esnafına, 100 kaybolan eserinden musikişinasına, 100 ailesinden misafirine tam 10 bin başlıkta İstanbul'un bilinen, bilinmeyen her yönü detaylı bir şekilde işleniyor. 100 Eserle Nuri İyem Türk resminin ustalarından Nuri İyem, ölümünün beşinci yılında, “100 Koleksiyondan, 100 Nuri İyem” sergisiyle anıldı. Toplumsal gerçekçi Türk resminin en önemli ustalarından Nuri İyem'in, çeşitli kişi ve kuruluşlara ait koleksiyonlarda bulunan binlerce eseri arasından seçilen 100 yapıtı, Kibele Sanat Galerisi'ndeki “100 Koleksiyondan, 100 Nuri İyem” sergisinde bir araya geldi. 2005 yılında vefat eden İyem'in soyut eserlerinden kadın yüzlerine, göç resimlerinden natürmortlarına ve gerçek insan portrelerine 100 tablosu sergilendi. Sergi, hem İyem'in hem ressamın içinde bulunduğu sanat ortamının gelişimine odaklanıyordu. Sanatın halktan kopuk olamayacağını savunan, resmin insanlarla buluşmasının önemli olduğuna inanan Nuri İyem, Türk resim sanatında kendi ekolünü oluşturmuş ender sanatçılardan. Yaklaşık 65 yıl boyunca resimle uğraşan İyem, bu süre zarfında 2 bin 600'den fazla yapıt üretti. Nisan / 2011 9 İs ta n b u l 2010 - Avru p a Kü l tü r Baş ken ti İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti Yolculuğu Avrupa kültürüne değer katan, Avrupa’ya katkı sağlayan kentlere verilen Avrupa Kültür Başkenti unvanı 2000 yılında, yeni bin yıl nedeniyle hem aynı yılda birden fazla kente, hem de AB adayı olan ülkelerin kentlerine verilmeye başlandı. İstanbul’un, Avrupa Kültür Başkenti yolculuğu da, AB adayı olan ülkelerin kentlerine de Avrupa Kültür Başkenti unvanı verilmesi kararıyla birlikte başladı. Avrupa Birliği üyesi olmayan kentler statüsünde yer alan şehirler olarak, 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanını taşımak üzere İstanbul’un yanı sıra Kiev (Ukrayna) de adaydı. Ancak tarihi ve kültürel mirasıyla Avrupa kültürünün taşıyıcı elemanlarına sahip İstanbul, 2010 yılında bu unvanı taşımaya hak kazandı. İstanbul böylece, bu unvanı ilk ve son kez AB adayı bir ülkenin kenti olarak taşıma özelliğine de sahip oldu. İstanbul’un bu unvana layık görülmesi ile sonuçlanan, heyecan verici bu serüven şüphesiz birçok önemli çalışma sonucunda gerçekleşti. Konuyla ilgilenen bir grup sivil toplum gönüllüsünün 2000 yılında başlattıkları çalışmalar neticesinde, 14 Mart 2006 günü, Avrupa’da kültür ve sanat alanında uzman yedi kişiden oluşan seçici kurulun önünde başarılı bir sunum gerçekleştirildi. Kurul, 11 Nisan 2006’da, heyecanla beklenen kararı açıkladı; İstanbul, Macaristan’ın Peç ve Almanya’nın Essen kentleriyle birlikte 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmaya hazır bulundu. 10 Ajansı; İstanbul’un sahip olduğu kültürel mirasın korunması ve tanıtılması, kültür sanat potansiyelinin geliştirilmesi amacıyla sivil toplum örgütleri, merkezi hükümet, yerel yönetimler, üniversiteler, meslek kuruluşları ve özel sektörü bir araya getiren çok özgün bir yönetim modeli ile yapılandı. Ajans; İstanbul’u Avrupa’nın kültür sanat ajandasında üst sıralara taşımak, gerçekleşecek kültürsanat etkinlikleriyle hali hazırda gelen turistlerin İstanbul’da kalacakları süreyi artırmak, İstanbul’un kültür turizmi ve paralelinde kültür ekonomisinden hak ettiği payı almasını sağlamak amacıyla üç yıla yakın süredir çalışmalarını sürdürüyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Bu sürecin ardından, 2 Kasım 2007 günü Türk Parlementosu’nda kabul edilen özel bir yasa ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı kuruldu. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Nisan / 2011 İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı; Kentsel Projeler, Kültürel Miras ve Müzeler, Görsel Sanatlar, Müzik ve Opera, Kent Kültürü, Eğitim Edebiyat, Sinema ve Belgesel, Gösteri ve Sahne Sanatları, Geleneksel Sanatlar, Turizm ve Tanıtım, Denizcilik ve Spor, Dış İlişkiler olmak üzere çeşitli disiplinlerde projeler üretiyor ve hayata geçiriyor. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Ajansın Geçmiş Döneme İlişkin Öne Çıkan Projelerinden Örnekler Ajans faaliyete geçtiği günden bu yana gerçekleşen 3000’e yakın proje başvurusu, başta sürdürülebilirlik olmak üzere birçok kriter ışığında değerlendirildi ve 600’ü aşkın proje 2010 Avrupa Kültür Başkenti Çalışma Programı çatısı altına alındı. Kentsel projeler ve kültürel mirasın korunması, Kültür-Sanat ile Turizm ve Tanıtım ana başlıkları altında toplanan bütün bu proje ve etkinliklerin, yansımalarını 2010 yılından sonraya da taşacak şekilde, sürdürülebilir olması amaçlanıyor. Ayasofya İskele Sökümü Uzun yıllardır restorasyon çalışmaları devam eden ve artık neredeyse İstanbulluların ve turistlerin hafızalarına içerisinde devam eden restorasyon çalışmaları nedeniyle, iskelelerle kaplı görünümünün kayededildiği Ayasofya Müzesi, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın bir yıldır süregelen kapsamlı restorasyon çalışmalarının sonucunda, 17 seneden sonra orijinal yüzüne kavuştu. Ayasofya Müzesi’nin içinde bulunan 180 tonluk iskelenin son parçalarının sökümü Ocak 2010’da gerçekleştirildi. Adalar Müzesi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı projeleri kapsamında, Adalar Vakfı, Adalar Belediyesi ve Adalar Kaymakamlığı’nın ortak çalışması ile hayata geçirilen İstanbul’un ilk kent müzesi olan “Adalar Müzesi”, Aya Nikola Mevkii Eski Helikopter Hangar’ında, 10 Eylül Cuma günü kapılarını İstanbullulara açtı. Müze, kentin “eski dostları” olan rum vatandaşlarının hayatlarına ilişkin belgelerle fotoğraflarla ayrıntılı bilgiler içeriyor. İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Atölyesi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı projeleri kapsamındaki İsmet Sıral Yaratıcı Müzik Atölyesi birbirinden ilginç konserleri, müziğin ustalarıyla genç yetenekleri buluşturan atölye ve seminerleriyle izleyici ve öğrencilerin karşısına çıktı. Aralarında Karl Berger, John Zorn, Oliver Lake, Adam Rudolph, Marc Ribot, Trilok Gurtu, Mehmet Erenler, Erkan Oğur, Oğuz Büyükberber, Ayşe Tütüncü, Ömer Faruk Tekbilek, Tolga Tüzün gibi isimlerin bulunduğu 60’ı aşkın sanatçıyı buluşturan öğrenim ve festival etkinlikleri 29 Temmuz - 8 Ağustos tarihlerinde gerçekleşti. Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği’nin, 2008 yılında ‘İstanbul Üniversiteleri Tiyatro Şenliği’ adıyla başlattığı, 2009 yılında ‘Türkiye Üniversiteleri Tiyatro Şenliği’ olarak genişleyen etkinlikler dizisi bu yıl kapılarını Avrupa’ya açtı. ‘Avrupa Üniversiteleri Tiyatro Şenliği’nde, 51 üniversite tiyatro grubu, İstanbul’un dört bir yanında “Yaşamak Nisan / 2011 için tiyatro şart!” diyen herkes için sahne aldı. Tüm etkinliklerin ücretsiz olduğu şenlik’te, Université de Neuchâtel Groupe de éâtre Antique (GTA) (İSVİÇRE) “ORESTES”, İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu “FİL ADAM” Bahçeşehir Üniversitesi Müzikal Topluluğu “AĞIR ROMAN”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü “YALANCI”, Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları “GÖZBAĞI” oyunları garajistanbul’da sahnelendi. Boylu Soylu Yelkenliler Şenliği İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Deniz Ticaret Odası’nın ortak girişimleri ileTürkiye, Yunanistan ve Bulgaristan ortak çalışmalarıyla gerçekleşen Boylu Soylu Yelkenli Yarışları’nın Varna-İstanbul rotasındaki ikinci yarışı 27 Mayıs Perşembe günü sona erdi. 16 ülkeden gelen 23 tarihi yelkenliden oluşan filo 27-30 Mayıs tarihleri arasında Karaköy Limanı'na demir attı. İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Görsel Sanatlar Yönetmenliği tarafından yürütülen ‘İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor’ projesi, 2008 yılının Ağustos ayından bugüne, Avrupa’nın çağdaş sanat alanının önde gelen altı sanatçısını ağırladı ve onların İstanbul için yapıt üretmelerini sağladı. Proje kapsamında alanının önde gelen 6 ismi; Remo Salvadori (İtalya), Sophie Calle (Fransa), 11 İs tan b u l 2010 - Avru p a Kü l tü r Ba ş ken ti Victor Burgin (İngiltere), Peter Kogler (Avusturya), Danae Stratou (Yunanistan), Antoni Muntadas (İspanya-ABD) İstanbul’a davet edildi. Avrupa ülkelerinden, alanlarında kavramsal ve biçimsel yenilikler ve açılımlar yaratmış sanatçıların İstanbul’da yaşamaları, sanatçılar ve aydınlarla karşılaşmaları, genç sanatçılarla çalıştaylar yapmaları ve bu süreçlerin sonunda üretilen yapıtların özel bir koleksiyon olarak İstanbul’a sunulmasını sağlayan “İstanbul’da Yaşıyor ve Çalışıyor” projesi ile İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Türkiye’nin çağdaş sanat birikimine önemli bir yapıt topluluğu kazandırmış oldu. U2 Konseri Dünyanın en büyük rock grubu U2, hayranlarının yıllar süren bekleyişinden sonra 360° Tour kapsamında Türkiye’ye geldi. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında, Live Nation tarafından Pozitif ve IKSV işbirliği ile gerçekleştirilen U2 konseri, 6 Eylül’de Atatürk Olimpiyat Stadı’nda İstanbullulara unutulmaz anlar yaşattı. U2, 360° Turnesi'yle müzik endüstrisinde prodüksiyon dalında verilen prestijli TPI Awards'da dünya çapında "En İyi Canlı Konser" ödülüne layık görülen U2, Türkiye tarihinin en büyük stadyum konserini gerçekleştirdi. Arp İle Her Telden: 1. Uluslararası İstanbul Arp Buluşması İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Müzik ve Opera Yönetmenliği ve Arp Sanatı Derneği işbirliği ile hayata geçirilen “Arp İle Her Telden” adlı 12 müzik projesi ‘Uluslararası İstanbul Arp Buluşması’ ile doruk noktasına ulaşıyor. 1 – 7 Aralık tarihleri arasında gerçekleşecek ve bu yıl ilk kez düzenlenen Buluşma’da, Arianna Savall, Isabelle Moretti, Maire Ni Chatasaigh, Helene Breschand ve Andrew Lawrence King gibi farklı geleneklerin en usta isimleri İstanbul’da dinleyicilerle buluştu. Altın Yollar/ “İstanbul Dünya Müzikleri Festivali” (WOMIST) İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı desteğiyle Pi Production tarafından hayata geçirilen Altın Yollar projesi, kültürlerarası diyalogun önemini ve günümüzün seyyahları sanatçıların bu diyalogun kurulmasındaki rollerini vurguluyor. 2008 yılında “Jules Verne’nin İzinde”, 2010 yılında “Piri Reis’in İzinde”, ardından “Evliya Çelebi’nin İzinde” devam eden maceranın 3-17 Aralık tarihinde İstanbul’da gerçekleşen son etabı çerçevesinde, “Altın Yollar” projesinde işbirliği yapılan ülkelerden müzisyenlerin katılımlarıyla Türkiye’de ilk kez “İstanbul Dünya Müzikleri Festivali” (WOMIST) düzenlendi. Festivalin yanı sıra, 1-26 Aralık tarihlerinde, Sanat Limanı’nda Arif Aşçı, Özcan Yurdalan ve Serkan Taycan’ın fotoğraflarından oluşan bir sergi gerçekleşti. Edebiyat Mevsimi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ve Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi işbirliği ile Edebiyat Mevsimi adı altında 2. İstanbul Edebiyat Festivali 6-11 Aralık tarihleri arasında Kızlarağası Medresesi’nde gerçekleştirildi. İstanNisan / 2011 bul’un kültürel zenginliğini ve sanatsal verimliliğini ortaya koymak, edebiyatımızda İstanbul’un yerini yeniden keşfetmek ve edebiyatseverlerle edebiyatçıların bir süreklilik içinde etkileşim kurmalarını sağlayan festivale ilgi büyüktü. İstanpoli – Kassas Mustafa ve Övül Avkıran’ın İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti için özel olarak ürettiği bir proje olan “İstanpoli” kapsamında sahnelenen “Kassas” oyunu 4-8 Aralık tarihleri arasında İstanbul’un farklı semtlerinde İstanbullularla ücretsiz olarak yeniden buluştu. İstanbul'un hurdacısı, simitçisi, macuncusu, boyacısı, bayrakçısı, taksitcisi, bozacısı, nohut-pilavcısı, midyecisi, hallaçı, kalaycısı, çiçekçisi, falcısı, ciğercisi, bileycisi ve daha fazlası ile aynı sahnede olduğu bu proje seyyar satıcıların gözünden İstanbul’u anlattı. İstanbul Sahnesinde Müzik İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında gerçekleşen Selin Atasoy ve Tamer Hartevoğlu'nun “İstanbul Sahnesinde Müzik” adlı fotoğraf sergisi 2-31 Aralık 2010 tarihleri arasında İstanbul Fotoğraf Merkezi Leica Galeri'sinde sanat severlerle buluştu. İstanbul Filarmoni Derneği için özel olarak hazırlanan ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin desteği ile gerçekleşen sergide, büyüleyici İstanbul'un kimi zaman bilinen, kimi zaman da gizli kalmış noktalarında karşımıza çıkan birbirinden başarılı dansçılar seyircileri alışılagelmedik bir dünyanın tam kalbine götürdü. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i 7 Bölge’den 7 Tepe’ye İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetmenliği ve Shaman Dans Tiyatrosu tarafından yürütülen, bir eğitim ve gösteri projesi olan 7 Bölgeden 7 Tepeye” 4-23 Aralık tarihleri arasında sahnelendi. İstanbul’un çeşitli bölgelerinde yaşayan/yaşatılan birbirinden farklı dans ve müzik kültürlerinin/disiplinlerinin iletişimini sağlamak, farklı kültürlere sahip insanları dans ve müzik diliyle kaynaştırmayı amaçlayan “7 Bölge’den 7 Tepe’ye” adlı eğitim ve gösteri ortak projesi, farklı kültürlerden ve yaş gruplarından amatör dansçılara ve dansçı adaylarına yönelik atölye çalışmaları, dans, ritim ve müzik alanında verilen eğitimler ve eğitimler sonunda düzenlenen gösterilerden oluşuyor. Geleneksel Türk Kitap Sanatları: Bugünün Ustaları Geleneksel Türk Kitap Sanatları’ndan olan hat, tezhip, ebrû, kaatı’, cilt ve minyatür alanlarında eser veren, görünürlükten uzak, büyük ölçüde kendi sınırlı olanaklarıyla üretimlerini sürdüren 200’ü aşkın ustayı, üç yıl boyunca düzenli olarak bir araya getirmek, yıllık bir değerlendirmeye fırsat sağlamak, hem sanatçılar ve sanatlar arası ilişkiyi, hem de bunların toplum nezdinde görünürlüğünü artırarak sürekliliğine nitelikli bir katkıda bulunmak amacıyla oluşturulan projenin üçüncü ve son sergisi 2 – 31 Aralık tarihleri arasında Fatih Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde yer aldı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Geleneksel Sanat Yönetmenliği projeleri kapsamında yer alan ve 100’ün üzerinde eserin sergilendiği projeye eşlik eden katalogda Fatih Özkafa, Gülbün Mesara, Faruk Taşkale, Serra Güney Özkan, M. Sadreddin Özçimi ve Taner Alakuş makaleleriyle bu sanatların tarihine ışık tuttular. Dans Platform İstanbul: Nederlands Dans eater II Nisan ayından başlayarak 2010 yılı boyunca bir dizi özel etkinlik kapsamında dünyaca ünlü dans sanatçıları ve topluluklarını İstanbul'da ağırlayan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı ana projesi Dans Platform İstanbul kapsamında, 16-17 Aralık tarihlerinde Hollandalı dans topluluğu Nederlands Dans eater II saat 20.30’da Cemal Reşit Rey’de İstanbullularla buluştu. Klasik bale eğitiminden gelen, yaşları on yedi ve yirmi üç arasındaki dansçılardan oluşan ve 1978 yılında kurulan Nederlands Dans eater, dünya çapında üne kavuşmuş, nitelikli bir topluluktur. Nisan / 2011 İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Eğitim Yönetmenliği tarafından bu yıl ilki düzenlenen “İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali”nde katılımcılar “Değişiyorum Farkında mısın?” konseptinden yola çıkarak çalışmalarını ürettiler. İstanbul’daki öğrencilerin enerjisini yansıtan ve 2500 okulla birlikte yürütülen “2010 Okullarda” projesi kapsamında gerçekleştirilen Bienalde, gençler ve çocuklar ürettikleri her biri birbirinden farklı, ilginç ve yaratıcı çalışmaları toplumla paylaşırken, bir sanat etkinliğinde izleyici değil sanatçı olarak yer alma fırsatını yakaladıkları ve Sanat Limanı (Antrepo 5), Haydarpaşa Garı, Tuzla İdris Güllüce Kültür Merkezi’nin mekan olarak kullanıldığı “İstanbul Çocuk ve Gençlik Sanat Bienali” Beyoğlu’ndan Tuzla’ya, Kadıköy’den Sultanbeyli’ye 2500 okulun ve öğrencilerinin katılımına açıktı. 13 Nusret Çolpan / Minyatür İstanbul (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A. Ş. Yayınları) Dersimiz: İstanbul İs tan b u l D ers i İSTANBUL OKULLARDA İstanbul Dersi Öğretim Programı Çalışmaları Milli Eğitim Bakanlığımız, ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarındaki öğrencilerin zorunlu ders yükünü hafifletmek, öğrencilere okulu daha çok sevdirmek, istek ve yetenekleri doğrultusunda etkinlikler yapmalarına ve ders seçmelerine imkan vermek amacıyla yeni hazırlanan İlköğretim Okulu Haftalık Ders Çizelgesine göre; 1, 2 ve 3. sınıflarda 5; 4 ve 5. sınıflarda 4 ders saati serbest etkinlikler yapılacaktır. lincin daha çocuk yaşlarda temellerinin atılması amacıyla İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından ilköğretim birinci kademedeki 3, 4 ve 5. sınıflarda "İstanbul Dersi” uygulaması başlatılmıştır. 2010-2011 eğitim öğretim yılında bir etkinlik programı olarak başlayan İstanbul Dersinin Öğretim Programının (İDÖP) hazırlanmasına yönelik çalışmalar, alanında uzman eğitimcilerden oluşan bir komisyon tarafından yürütülmektedir. Hazırlanmakta olan İstanbul Dersi Öğretim Programı, sadece öğrenciler için değil, öğretmen ve veliler için de İstanealifbul’u tanıtan bir rehber olacaktır. İstanbul, doğası, tarihi, kültürüyle bir başyapıttır. Bir yanda sesleri, canlılığı, hareketliliğiyle nefes alan bir doku, bir yandan da ekonomisi, ürettikleri, kültürel derinliği ile tüm dünyanın cazibe merkezidir. İstanbul'daki bu çok yönlü birikimi anlamak, değerlendirmek, yani 16 “İstanbul’da yaşamak değil, İstanbul’u yaşamak” bu kentte nefes alan herkesin aslında en temel ödevleri arasında yer almaktadır. İstanbul’u görmek, tanımak, ona tam anlamıyla nüfuz edebilmek köklü bir birikim ve belki de daha öncesinde bir bilinç gerektiriyor. İşte bu biNisan / 2011 İstanbul Dersi Öğretim Programının vizyonu; İstanbul’u öğrenme arzusu duyan, İstanbul’u tanıyan, seven ve koruyan, İstanbul kültürünü yaşayan ve yaşatan, İstanbul’u keşfetmek isteyen, İstanbul’daki sanatsal etkinliklere katılan, İstanbul’a ilişkin duyguları güçlü, İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i kendisine, çevresine ve insan haklarına saygılı, farklılıklara hoşgörü ile yaklaşan, değişime ve yeniliklere uyum sağlayabilen, eleştirel düşünen, etkin, üretken, yaratıcı bireyler yetiştirmektir. İstanbul Dersi Öğretim Programı, Milli Eğitim Bakanlığı’nca hazırlanan ilköğretim programlarının benimsediği yapılandırmacı öğrenme yaklaşımını temel alan öğrenen merkezli ve etkinlik odaklı bir programdır. Programın yapısı öğrencilere, sınıf seviyeleri ilerledikçe İstanbul’u daha derinlemesine inceleme fırsatı sunacaktır. İstanbul Dersi Öğretim Programı, ilköğretim programları ile paralellik sağlanması için diğer dersler ve ara disiplinlerle ilişkilendirilmiştir. Böylelikle öğrencilerin İstanbul dersinde öğrenme sürecinde karşılaştıkları yeni bilgileri var olan ön bilgileri üzerine yapılandırması kolaylaşacaktır. İstanbul Dersi Öğretim Programında öğrenci merkezdedir. Öğrenci, öğrenme sürecinde gerçekleştirdiği etkinliklere aktif bir şekilde katılır. Öğrenci araştıran, soran, sorgulayan, tartışan ve işbirliği yapan roldedir. İstanbul Dersi Öğretim Programında; yapılandırmacı yaklaşımın sosyal ve bilişsel yönünü vurgulayan deney, proje geliştirme, problem çözme, soru-yanıt, örnek olay, öykülendirme, tartışma, rol oynama, beyin fırtınası, yaratıcı drama, oyunla öğrenme, işbirlikli öğrenme, aktif öğrenme ve gözlem gezisi gibi öğretim yöntemleri kullanılmaktadır. Bu yöntemlerle öğrencinin öğrenme sürecine aktif bir şekilde katılması ve öğrenmenin kalıcılığının sağlanması hedeflenmektedir. İstanbul dersi, eleştirel düşünme, yaratıcı düşünme, iletişim, araştırma, problem çözme, karar verme, bilgi teknolojilerini kullanma, girişimcilik, Türkçeyi doğru, güzel ve etkili kullanma, gözlem, mekânı algılama, zaman ve kronolojiyi algılama, değişim ve sürekliliği algılama, empati, kaynakları Nisan / 2011 etkili kullanma, güvenlik ve korunma, öz düzenleme becerilerini kazandırmayı da amaçlamaktadır. "Çocuk yaşadığı şehri tanırsa sever, severse korur" düşüncesini benimseyen İstanbul Dersi Öğretim Programı ile İstanbul’un zengin kültürel mirasının tanınması, sevilmesi, gelecek kuşaklara aktarılması ve kent kimliğinin güçlendirilmesi hedeflenmektedir. İstanbul Dersi Öğretim Progra- mının, ilköğretim çağındaki öğrencilere bir kültürel deneyim yaşatacağı düşünülmektedir. Bu ders kapsamında gerçekleştirilecek etkinliklerle öğrenciler sınıflarından çıkacak, Galata Köprüsü’nde balık tutacak, Kanlıca’ya özgü şekerli yoğurdu tadacak, İstanbul’un sokaklarının seslerini duyacak, Mısır Çarşısı’nda farklı baharatları koklayacak, vapur yolculuğu yaparken boğazın güzelliklerine şahit olacaklar. Böylelikle, İstanbul’u sadece kitaplardan öğrenmeyecek, görerek, dokunarak, tadarak, koklayarak ve duyarak yani kenti bizzat yaşayıp duyumsayarak onu tanıyabilecekler. Öğrencilerin İstanbul’u tanıma ve keş17 İs tan b u l D ers i fetme yolculukları sanat yapıtlarıyla da desteklenecek. Öğrenciler, İstanbul’un farklı sanat dallarına ilham kaynağı olduğunu sanatçıların İstanbul konulu eserlerini inceleyerek fark edecekler. İstanbul şarkıları söyleyecekler, İstanbul şiirleri okuyacaklar, İstanbul resimleri yapacaklar, içinde İstanbul geçen öyküler okuyacak ve kendi İstanbul öykülerini yazacaklar; kısacası öğrenciler İstanbul’a hem kendi hem de sanatçıların gözleriyle bakma tecrübesi ve becerisi kazanacaklardır. Ayrıca, sanatçıları sınıflarına davet ederek, İstanbul sohbetleri gerçekleştirecek, geçmiş dönemlerdeki ve günümüzdeki İstanbul’u sadece sanatçıların yapıtlarını inceleyerek değil, sanatçıların bizzat kendi ağızlarından anlattıkları öykülerinden de öğrenme olanağı bulacaklar. Öğrencilerin başka konuklarla ve uzmanlarla birlikte olacakları bu tür buluşmalar ve söyleşiler, kimi zaman müzelerde, tarihi eğitim kurumlarında, 18 bilim ve ticaret merkezlerinde, kimi zaman da İstanbul’un doğal güzelliklerini görebilecekleri parklarda ve bahçelerde de gerçekleşecek. Öğrenciler, İstanbul’da yaşamış ve yaşayan farklı kültürlerden haberdar olacaklar, kültürel farklılıklara saygı duyarak, kültürel zenginliğin kent yaşamına renk kattığını hissedecekler. Eski ve modern İstanbul’u karşılaştırarak, günümüzdeki İstanbul’un sorunlarını tespit edecekler, bu sorunlara çözümler üretecekler. Öğrenciler, İstanbul Dersi Öğretim Programı kapsamında gerçekleştirdikleri keşif yolculuğunda, edindikleri ve öğrendikleri bilgileri yapacakları bireysel ve grup proje çalışmalarına aktarma olanağı da bulacak, ürettikleri projeleri diğer arkadaşlarına sunma sürecinde hem kendilerinin hem de arkadaşlarının öğrenme sürecine aktif olarak katılacaklar. Dönem sonunda düzenleyecekleri “İstanbul Şenliği”nde ise yaptıkları çalışmaları hem arkadaşları, hem de Nisan / 2011 çevrelerindeki diğer insanlarla paylaşacak, İstanbul’u onlara da anlatacaklar. Özetle, İstanbul dersini alan öğrenciler, İstanbul’un sesini duyacak, İstanbul’u gezerek onu yakından tanıyacak, drama etkinlikleri ile İstanbul’un farklı tarihi dönemlerinde yaşayacak, yaratıcılıklarını destekleyen sanatsal faaliyetlerde bulunacak, İstanbul’un güzelliklerinin yanı sıra kentin sorunları da fark edecek, bu sorunlara çözüm önerileri geliştirerek yaşadığı kente sahip çıkacak ve İstanbul’da yaşadıkları için gurur duyacaklardır. Bir dersin başarısı, o dersin öğretim programında öngörülen kazanımların öğrencilerce ne düzeyde benimsendiği ve günlük yaşama yansıtıldığı ile ölçülür. Bunu sağlayacak ve izleyecek olan ise kuşkusuz özveri ile gayret eden öğretmenlerdir. Sonuç olarak, ancak biz öğretmenlerin programı ve dersi sahiplenmesi ve öngörüldüğü biçimde uygulaması durumunda bu ders arzulanan hedeflere ulaşabilecektir. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i İSTANBUL DERSİ UYGULAYICI VE ÖĞRENCİ ANKETLERİ SONUÇLARI İstanbul Dersi Öğretim Programını geliştirme komisyonu olarak programın uygulama sürecinde yaşanabilecek sorunların ve bu sorunlara ilişkin çözüm önerilerinin belirlenmesi amacıyla öğretmenlerimize ve öğrencilerimize birer anket uygulamaya karar verdik. Dersi hali hazırda uygulayan 3, 4 ve 5. sınıf öğretmenleri ile bu sınıflarda okuyan 10’ar öğrenciye ulaşmayı hedefledik. Toplamda 120 öğretmen ve 300 öğrenciye anket uyguladık. “En iyi, iyinin düşmanıdır” derler. İstanbul Dersi Öğretim Programının da elbette eksikleri ve sınırlılıkları olacaktır. Yapıcı ve samimi eleştiri, değerlendirme ve önerilerle Program sürekli elden geçirilecek ve en iyiye doğru yol alacaktır. İstanbul Dersi Öğretim Programını geliştirme komisyonu olarak programın uygulama sürecinde yaşanabilecek sorunların ve bu sorunlara ilişkin çözüm önerilerinin belirlenmesi amacıyla öğretmenlerimize ve öğrencilerimize birer anket uygulamaya karar verdik. 10 İlçeden 10 Okul Anketi uygulamak üzere, sosyo-ekonomik düzey, kültürel çevre vb. kriterler göz önünde bulundurularak Anadolu ve Avrupa yakalarından 5’er olmak üzere 10 ilçeden 10 farklı okul tespit ettik. Dersi hali hazırda uygulayan 3, 4 ve 5. sınıf öğretmenleri ile bu sınıflarda okuyan 10’ar öğrenciye ulaşmayı hedefledik. Toplamda 120 öğretmen ve 300 öğrenciye anket uyguladık. İstanbul Dersi Her Sınıfta Olmalıdır Ankete katılan öğretmenlerin hemen hemen tamamı (%95) “İstanbul” ko- nulu bir dersin mutlaka olması gerektiğini ve bu dersin 3, 4, ve 5. sınıfta okutulmasının uygun olacağını (% 80) belirttiler. “İstanbul dersi haftada kaç ders saati olursa hedefine ulaşır?” sorusuna ise öğretmenlerimizin büyük çoğunluğu (%70) haftada 1 saat cevabını verdi. “Öğrencileriniz İstanbullu olmanın farkındalar mı?” sorusuna verilen cevaplar da manidardı. Sosyo-ekonomik ve kültürel düzeyi yüksek bölgelerden ağırlıklı olarak “Evet” cevabı gelirken daha dezavantajlı bölgelerde görev yapan öğretNisan / 2011 menlerimiz “Hayır” cevabını verdi. “Evet” cevabı veren öğretmenlerimize göre öğrenciler; • İstanbul’u seviyorlar. İstanbul’un imkânlarını biliyorlar. • Özellikle bu yıl tarihi mekânları ve doğal güzellikleriyle İstanbul’u çok iyi tanıdılar. • İstanbul büyük bir şehir, çok çeşitli olaylar bilgiler elde ediyorlar. • Sürekli İstanbul anlatılıyor. TV’den izleniyor. • Şehirde yaşamanın farkındalar. Belli kurallara uyuyorlar. 19 İs tan b u l D ers i “Hayır” diyen öğretmenlerimiz ise cevaplarında şu gerekçeleri ileri sürdüler: • İstanbul’da yaşadıklarını düşünmüyorum. • İstanbul hakkında yeterli ve doğru bilgileri yok. • İstanbul’un her yerini görme imkanları yok. • Bulunduğumuz konum olarak İstanbullu değiller. İstanbul Dersi kitabının kapağı için bir resim çiziniz. İstanbul’da Görülmesi Gereken İlk On Mekân Öğrencilerin şehirli ve İstanbullu olma ile ilgili bilinç düzeylerini ölçen bu sorudan sonra ailelerin konuya yaklaşımlarının ne olduğunu belirlemek için öğretmenlere, “Öğrencilerinizin aileleriyle birlikte İstanbul’un çeşitli mekânlarını (tarihi, doğal vb.) gezdiklerini düşünüyor musunuz?” sorusunu yönelttik. Ece Seviş / 4-A / Okçu Musa İ.O. Serdar Dindar / 5-A / Enka Okulları “Evet” cevabı veren öğretmenlerimiz öğrencilerinin “aileleriyle birlikte fırsat buldukça gezdiklerini”, “İstanbul’un güzelliklerini duymak yerine yaşamaları gerektiğini”, “İstanbul dersinde konuşurken gezdikleri gördükleri mekânları anlattıklarını” ifade ettiler. Daha dezavantajlı bölgelerden gelen “Hayır” ağırlıklı cevapların gerekçelerinde ise öğretmenlerimiz “ailelerin çocuklarına yeteri kadar zaman ayırmadıklarını”, öğrencilerin “İstanbul’un tarihi güzelliklerini daha çok okul gezileriyle tanıma fırsatı bulduklarını”, “ailelerin, tarihi ve doğal güzelliklere bakışta bilinçsiz olduklarını, bu tür mekanları sadece piknik yeri olarak düşündüklerini”, “ekonomik imkânlarının yetersiz olduğunu” vurguladılar. Öğretmenlerimize “Öğrencilerinizin İstanbul’u tanımaları için bugüne kadar hangi etkinlikleri gerçekleştirdiniz?” şeklinde bir soru da yönelttik. Ankete verilen cevapları okuduğumuzda öğretmenlerimizin İstanbul’u öğrencilerine tanıtmak amacıyla birçok etkinlik yapmaya arzulu oldukları sonucuna ulaştık. 20 Zehra Talan / 5-B / Okçu Musa İ.O. Onur Ergenç / 5-A / Bahariye İ.O. Marmara Denizi’nde vapur Kız Kulesi’nin yakınından geçiyor. Ağzında bir parça simitle martı İstanbul’un eşsiz manzarasına uçuyor. Nisan / 2011 “Engelleri aşarız, biz bu dersi yaparız.” diyen öğretmenlerimiz “İstanbul’un tarihi mekânlarını ve doğal güzelliklerini görmeleri amacıyla kısıtlı imkânlara rağmen geziler düzenlediklerini”, bazıları “İstanbul derslerinde internetten İstanbul’u tanıttıklarını, gidilemeyen yerlerin görsellerinden faydalanarak İstanbul tanıtmaya çalıştıklarını” belittiler. Bunlara ek olarak “araştırma ödevleri vermek”, “pano çalışması yaptırmak”, “İstanbul’u tanıtan kartpostal sergisi düzenlemek”, “İstanbul’u anlatan kitapları okumak” gibi etkinlikler de gerçekleştirdiklerini ifade ettiler. Öğretmenlerimizin “İstanbul dersinin kapsamında aşağıdaki ünite başlıklarına ek olarak en az 2 ünite adını yazınız.” şeklindeki talebimize verdikleri cevaplar da ilginçti: “Bir yabancıya İstanbul’u nasıl gezdiririm?”, “Yabancıya gösterilmesi gereken ilk on mekân”, Mevsimlere göre İstanbul turları”, “Doğal güzellikleri koruma yolları” bu başlıklardan sadece birkaçıydı. Gezilerde Rehber Olmalı “İstanbul dersinde öğrencilerinizin İstanbul’u tanımaları için hangi yöntemleri kullanırsınız?” sorusuyla öğretmenlerin sosyal etkinlik dersinde İstanbul dersi için uyguladıkları veya uygulamayı planladıkları yöntemleri belirtmelerini istedik. Öğretmenlerin yetkin bir şekilde yöntemler uyguladıklarını ve uygulamayı planladıklarını tespit ettik. Teklif edilen yöntemlere gelince bir ders kitabı hazırlanması gerektiği en önemli istek olarak ortaya çıktı. Buna ek olarak “araştırma, hikâyeleştirme” çalışmaları, “gezi”, “tarihi mekân maket çalışması”, “müzikli tanıtım”, “görsel materyallerden yararlanmak”, “tarihi mekânların ve doğal güzelliklerin slaytlarla gösterimi”, “çizgi film”, “poster çalışması” gibi yöntemlerin önerildiği belirledik. “İstanbul dersi için ders kitabı dışında hangi araç gereçlere ihtiyaç duyarsınız?” İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i “okul”dan ve “televizyon”dan öğrendiklerini belirttiler. Bu cevaplar İstanbul dersinin ne kadar gerekli ve acil bir ihtiyaç olduğunun en belirgin işareti olarak değerlendirildi. Akademisyenler, sivil toplum çalışanları, program geliştirme uzmanları ve farklı disiplinlerde öğretmenlerden oluşan komisyon üyeleri: Cengiz Şimşek, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Hakan Karataş, Filiz Göktürker, Ayşegül Gökmener, Özlem Konak, Meltem Ceylan Alibeyoğlu, Nilay Yılmaz, Şerife Ertuğrul, Nihat Kavçın, Mahmut Aytekin, Cevdet Bayram sorusuyla öğretmenlerin ihtiyaç duydukları ders materyalinin neler olabileceğini sorduk. Öğretmenlerimiz ağırlıklı olarak görsel ve işitsel materyallerin ve özellikle interaktif yazılımlar ve oyunlar hazırlanması gerektiğini belirttiler. İstanbul dersi işlenirken ne tür sorunlar yaşayacağınızı düşünüyorsunuz? Bu sorunlara çözüm önerilerinizi yazınız.” sorusuna verilen cevaplar da şöyleydi: • Belirli bir programın ve kılavuz kitabının hazırlanması, • Geziler için izinlerin okul/ilçe idarelerinden alınmasında karşılaşılan zorlukların giderilmesi, • Gezilerin maliyetlerin vb. etkinliklerin azaltılmasında belediye gibi kamu kuruluşlarının imkanlarının seferber edilmesi, özel kuruluşların sponsorluk yoluyla destek vermesi, • Gezilerin rehber eşliğinde yapılmasının sağlanması. fazla çalışma yapmamız gerektiğini açıkça ortaya koydu. “İstanbul’da neler yapmak istersiniz? (Birden fazla seçenek işaretleyebilirsiniz.)” sorusunu öğrencilerimiz ağırlıklı olarak “müze gezmek” (% 85), “konsere gitmek” (% 85), “kütüphaneye gitmek” (% 80) ve “sinemaya gitmek” (% 50) şeklinde cevap verdiler. Öğrencilere uygulanan anketin en çarpıcı sonucu ise “İstanbul ile bilgileri nereden öğrendiniz? (Birden fazla seçenek işaretleyebilirsiniz.)” sorusuna verdikleri cevaplardı. Öğrencilerimizin büyük çoğunluğu İstanbul ile ilgili bildiklerini Öğrencilerimize uyguladığımız anketin son sorusu İstanbul Dersi kitabının kapağına bir resim yapınız. Ne çizdiniz? Anlatınız.” şeklindeydi. Yapılan resimleri incelediğimizde en çok Boğaz Köprüsü ve İstanbul Boğazı’nı, Kız Kulesi, Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi, Doğal Güzellikler, Gülhane Parkı, Marmara Denizi, denizde vapurlar çizildiğini fark ettik. Bir öğrencimiz “çokca ev resimli kapak yapardım” dedi. “Kadıköy nostaljik tramvayını”, “otoban, yol, çok araç ve yoğun trafik”, “bol çiçekli bir resim” “Turist” ve “Haydarpaşa Garı” gibi resimler yapanlar da oldu. Anket sonucunda öğretmenlerin ve öğrencilerin görüşleri ile Komisyonumuzun tespit etmiş olduğu İstanbul Dersi Öğretim Programının içeriğinin büyük oranda örtüştüğünü fark ettik. Anketlerde dile getirilen farkı öneri ve görüşleri de programa yansıttık. İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü İstanbul Dersi Öğretim Programı Geliştirme Komisyonu Öğrencilerin Gözünden İstanbul Dersi “İstanbul’da nereleri gezip gördünüz?” sorusuna ise ağırlıklı olarak “Boğaz Köprüsü”, “İstanbul Surları” ve “Kız Kulesi” cevaplarının gelmiş olması öğrencilerimizin İstanbul’u tanımaları için daha Nisan / 2011 21 Rö p o rtaj İSTANBUL DERSİ’Nİ YÜREKTEN DESTEKLİYORUM Röportaj: Bülent PARLAK Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün insanlığın serüvenini kavrayamazsınız. Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum. Ama bu dersin ilginç, merak yüklü ve eğlenceli olması için elden gelen her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu bir şehir. Ahmet Bey, özgeçmişinizi okuduğumuzda Antep hudutları içinde dünyaya geldiğinizi görüyoruz. Sonra İstanbul’da Siyasal Bilgiler Fakültesi, sonra Moskova… Bize Antep’ten İstanbul’a gelişinize dair birkaç şey söyler misiniz? Çünkü artık Antepli olmaktan çok İstanbullu olarak biliniyorsunuz… Ne düşünürdünüz Antep’te iken İstanbul’a dair? İstanbul renkli, büyüleyici, ilginç ama aynı zamanda korkutucu bir şehir olarak görünürdü gözüme, ben Gaziantep’te yaşarken. Bu izlenimim İstanbul’a geldiğim ilk üç ay boyunca da sürdü. Nerede Antep’in sakin sokakları, caddeleri, nerede Sirkeci’deki, Taksim’de çalkalanan kalabalık. Kendimi insandan bir girdabın içine düşmüş gibi hissediyordum. Doğduğum şehre gitmek için sömestr tatilini iple çekiyordum. Sonunda o gün geldi. Yirmi saatlik zorlu bir yolculuğun ardından çocukluğumun şehrine vardım. Otobüsten indiğimde toprağı öpme22 luğumun masum kenti artık bana küçük geliyordu. Böylece İstanbul’la sevdalandığımı anladım. Ben şöyle düşünüyorum: İstanbullu olmanın tek dezavantajı hemşerisiz kalmak. Her şehirden insanın hemşerisi oluyor ama İstanbullu olanın hemşerisi olmuyor. Ne diyeceksiniz bu konuda? mek için kendimi güç tutuyordum. Gözlerim nemlenmiş sokaklara, evlere, parklara bakıyordum. Ama bu durum üç gün sürdü. Üç gün sonra acayip bir özlem hissettim içimde. Evet yanılmadınız, İstanbul’u özlüyordum. ÇocukNisan / 2011 Aslında ben kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü İstanbul’u çok sevmeme rağmen Antep’le bağım hiçbir zaman kopmadı. Antep’e duyduğum sevgiyi, oranın özgün kültürünü korumaya çalıştım. Yılda en az iki kez Antep’e giderim. Ailemin büyük bir bölümü orada yaşar, eski arkadaşlarımla bağımı hiçbir zaman yitirmedim. Bu anlamda iki şehirli olduğumu söyleyebilirim; Antepli ve İstanbullu. Tabi bu iki kültürün benim yazarlık sürecimi de yakından etkilediğini belirtmeliyim. İşin güzel tarafı hem has İstanbullular, hem has Antepliler bana sahip çıkar, destek verir, çalışmalarımda yardımcı olurlar. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i İki kültürlülük de ayrıca çok güzel bir durum. Biz İstanbul Kültür ve Eğitim Dergisi’nin bu sayısını İstanbul’a ayırdık sadece. İstanbul’u etraflıca tanıtan bir dergi olacak inşallah. Röportajı kiminle yapalım diye düşünürken aklımıza hemen siz geldiniz. Çünkü İstanbul Milli Eğitim olarak bu sene Dersimiz İstanbul diye bir ders kondu müfredata ve bayağı da ilgi gördü bu fikir. Dersimiz İstanbul adlı proje hakkında neler söylemek istersiniz? Son derece doğru ve yerinde bir karar. İstanbul, sadece ülkemize ait bir değer değil. İstanbul’dan ya da eski isimleriyle Byzantion’dan, Konstantinopolis’ten ya da Kostantinniye’den bahsetmeden insanlık tarihini yazamazsınız. Gerek Roma imparatorluğu döneminde, gerek Osmanlı İmparatorluğu döneminde, dünya bu şehirden yönetilmiştir. Bir anlamda dünyanın merkezi olmuştur. Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün insanlığın serüvenini kavrayamazsınız. Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum. Ama bu dersin ilginç, merak yüklü ve eğlenceli olması için elden gelen her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu bir şehir. Ahmet Bey, son kitabınıza gelelim… İstanbul Hatırası adlı kitabınızın başında teşekkür kısmında epeyce bir isim yer alıyor. Sanırız İstanbul Hatırası’nı hazırlarken içindeki bilgilerin gerçekliğine sadık kalmak istediniz. Zor olmadı bu kadar isimle çalışmak romanı hazırlarken? İstanbul Hatırası’nı yazarken iki türlü mutluluk yaşadığımı söyleyebilirim. İlki yazmanın mutluluğu, ikincisi öğ- renmenin mutluluğu. Evet, 2700 yıllık bir kentin tarihini, bir romanın ana konusu haline getirmik hiç de kolay olmadı. Ama çok zevkli bir uğraştı. Bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki, merakım iyice kabardı. Farklı bilgilere ulaşmanın verdiği heyecan, yazma İstanbul çok kültürlü, çok inançlı, çok uluslu bir kent. İnanılmaz bir kültürel zenginlik ve kültürel karmaşa var. Bir yazar için bulunmaz malzemedir bu. Deyimimi bağışlayın bir tür insanlık laboratuarı. Ancak sözünü ettiğiniz yazarlardan bir farkım var benim. isteğimi iyice kamçıladı. Şunu da itiraf etmeliyim ki, öğrendiğim bilgilerin ancak yarısını bu romanda kullanabildim; çünkü üzerinde çalıştığım metin bir romandı, daha fazla bilgi vermek didaktizme düşmeme yol açabilirdi. Birlikte çalıştığım değerli bilim adamlarına gelince, onlara şükran borçluNisan / 2011 yum. Bana her zaman yardım ettiler. Çok değerli zamanlarını bana ayırmaktan vazgeçmediler. Bu romanın oluşmasında önemli bir rol oynadılar. Bir romanda maktul varsa orada güvenlik güçleri de vardır. Polisiye roman yazıyorsunuz ve bunu 12 Eylül İhtilaline bağlıyorsunuz. Bu gerilimde sizi çeken yönler nelerdir? “Yazarın üslubunu belirleyen şey, kişisel yaşamıdır” derler. Ben 12 Eylül darbesinin öncesinde ve sonrasında aktif bir politik yaşamın içindeydim. Haliyle, bu oldukça riskli bir yaşam sürmeme yol açıyordu. Her öldürülme, yaralanma ve tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Yazmaya başlayınca da öykülerim hep gerilim içeren metinler olmaya başladı. Yani polisiye ya da gerilim yazmaya ben karar vermedim, adeta yaşadığım hayat beni buna itti. Eşyanın tabiatına uygunluk da diyebiliriz. Böyle metinler yazmaktan zevk aldığımı fark edince, o zaman bu işin en iyisini yapmalıyım diye düşündüm. Yani Batı taklidi, ABD şablonu polisiyeler değil, kendi kültürümüzden yola çıkarak, bize özgü romanlar yazmayı amaçladım. Bu süreç ilerlerken, ülkemizin muhteşem tarihini keşfettim ve romanlarımın arka planına bu tarihi yerleştirmeye başladım. Ülkemizin baş döndürücü tarihini ve kültürünü romanlarımın vazgeçilmez unsuru haline getirdim. Peyami Safa, Agatha Christie, Edgar Allen Poe ve birçok isim daha polisiye romanlar yazmış. Sanırız polisiye romanların adrenalini oldukça çok ve yazanı da etkiliyor. İstanbul çok mu yakışıyor polisiye romanlara? İstanbul çok kültürlü, çok inançlı, çok uluslu bir kent. İnanılmaz bir kültürel 23 zenginlik ve kültürel karmaşa var. Bir yazar için bulunmaz malzemedir bu. Deyimimi bağışlayın bir tür insanlık laboratuarı. Ancak sözünü etiğiniz yazarlardan bir farkım var benim. Polisiye benim için katilin kim olduğunu bulmak için yazılan bir metin değildir. Hayır, benim romanlarımda cinayet, tıpkı Shakspeare gibi, Dostoyevski gibi insanı anlatmanın, insan ruhunu açığa çıkarmanın bir yöntemidir. Bu nedenle romanlarımda, sözünü ettiğiniz yazarların kurgularından yararlanmakla birlikte asıl amacım, insan nedir, yaşamın anlamı var mıdır, inançla insan arasındaki ilişki ne olmalıdır gibi evrensel soruları tartışmayı amaçlarım. Şu an okuduğum bir kitap var. Çağrı Yayınları’ndan çıkan Fatih Kerimi’nin İstanbul Mektupları diye. Trablusgarp dönemine ait İstanbul’u anlatıyor. Her dönem yeni bir polisiye dönem demek belki de. Hangi dönemin İstanbul’unda bir polisiye yazmak isterdiniz? Mesela yeniçeriler ayaklanırken bir zabit romanı olabilir mi? Cinayet mahallinde temiz kalmış birileri belki olabilir çünkü… İstanbul’da üç ayrı dönemde geçen, üç 24 ayrı polisiye metin yazmak isterdim. İlki, Jüstinyen zamanındaki Nika ayaklanması, ikincisi, Fatih döneminden yaşanmış bir cinayeti anlatmak, üçüncüsü ise İttihat ve Terakki dönemi. Bu üç dönemde yaşananlar, doğrudan bu kentin tarihiyle ilgilidir. Yaşanan politik olaylar doğrudan kentin dokusuna, oluşumuna etki yapmış, tarih kadar, kenti de değitirmiştir. Elbette, cinayet mahallinde temiz kalmış birileri hep olacaktır. Ama cinayetleri aydınlatmak için temiz kalmak yetmez, cesaret ve zekâ da gerekecektir. Hani insan daha çok kendini yazarmış ya Ahmet Bey, sizin suça bir meyiliniz mi var ki polisiye ile bu kadar içli-dışlısınız? Hangimiz suça meyille değiliz ki? İnsanın içinde iyi ile kötü, güzel ile çirkin, kahraman ile korkak, yüce olanla, aşağı olan hep çatışagelmiştir. Önemli olan ruhumuzdaki bu kavgada iyinin, güzelin, kahramanın, yüce olanın muzaffer olmasını sağlamaktır. Bunun da ilk koşulu kendimizi tanımaktan geçer. Eğer içinizdeki kötülüğün ya da korkaklığın, çirkinliğin ayırdına varmazNisan / 2011 sanız olumlu yönde değişimi gerçekleştirmeniz zor olacaktır. Romanlarımı yazarken de insan ruhunun bu çok yapılı halini anlatmayı seçerim. Çünkü salt iyilikten ya da salt kötülükten oluşan bir insan yoktur. İyi polisiye roman, kendimizle yüzleşmemizi sağladığı için, içimizdeki olumsuzluklarla mücadelemizde de bize çok yardımcı olur. Kendisinin iyi olduğunu zanneden kötü bir insanın düzelmesi oldukça zordur. Tekrar son kitabınıza dönmek istiyorum. İstanbul Hatırası’nda yer alan kahramanlar kimler, kime benziyorlar, nerede yaşıyorlar? Nedir İstanbul’la alıp veremedikleri? Romanda yer alan bir sahne benim gibi yırtık çorabını atamayan biri için oldukça enteresan geldi. Nevzat var, Nevzat’ın benimkine benzer her yeri dökülen bir otomobili var. Mesela o arabasını atamıyor. Romanımın ana kahramanlarının neredeyse tümü eski İstanbullu. Ama romanın baş kahramanı İstanbul. Öteki kahramanlarımı, roman boyunca harekete geçiren de İstanbul sevdası. Günümüz dünyası, tam bir tüketim İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i İstanbul Hatırası’ndan toplumuna dönüştü. Vefa, sevgi, değerbilirlik, bunlar giderek yok oluyor. Yeni olan, olumlu ya da olumsuz olsun hemen eskinin yerini alıyor. Oysa her eski, olumsuz değildir, tabii her yeni de olumlu. İstanbul Hatırası’nda biraz da bu anlayışı eleştirmek istedim. Üstelik İstanbul gibi hiç de yeni olmayan bir kentten yola çıkarak bu meseleyi tartışmak bana oldukça ilginç geldi. Evet, bizi biz yapan aynı zamanda yaşadığımız şehirdir, oturduğumuz evdir, gezdiğimiz sokaklardır, eşyalarımızdır. Onların değerini bilmemek, belki de kendi yaşamımızın değerini bilmemek anlamına gelecektir. İstanbul’da yedi rakamının büyük önemi var: Yedi tarihi mekân, yedi cinayet ve tarihi yarımada... ‘Son romanınızda da yediye olan vurgu oldukça göze çarpıyor. Nedir 7? Yedi, Pisagor öğretisindeki önemli rakkamlardan biridir. Tamamlanmışlığı, olgunlaşmışlığı, hazır olmuşluğu, sürecin tamamlanmış olduğunu anlatır. Bu anlam, Roma İmparatorluğu’nda başkentlerinin yedi tepeli yerlerde seçilmesine neden olmuştur. Gerek Roma şehri, gerekse Konstantinopolis yedi tepeliydi. Her iki şehirde Roma İmparatorluğu’na başkentlik yapmıştı. Ama dünyanın farklı kültürlerinde de yedi rakkamı önemli anlamlar taşır. Romanlarımda gizemle, gerçeği kaynaştırarak okura meraka sürüklemeyi sevdiğimden bu türden sayısal anlamlara yer vermeyi tercih ediyorum. İstanbul Hatırası’nda adı geçen Nevzat’ı ben biraz da Muhsin Bey’e benzettim. Akrabalık var mı aralarında? Yerinde bir benzetme. Çünkü Başkomser Nevzat, Yavuz Tugrul’un ünlü filmi Muhsin Bey’deki başkarakterden etkilenerek oluşturduğum bir kahramandır. Bazı okurlarım, böyle polis mi Allah’ın evine bakıyordu Kanuni Sultan Süleyman, bir adım gerisindeydi Başmimar Sinan. Nefesini tutmuş, ne diyeceğini bekliyordu bu cihan padişahının. Nefesini tutmuştu ama içi kıpır kıpırdı. Dalgalı bir deniz gibi, rüzgarlı bir bahçe gibi, yağmura hazırlanan gökyüzü gibi. Hacı Bektaş Ocağı’na yüz sürdüğü ilk an gibi. Yeniçeri olup sefere çıktığı ilk gün gibi. Van denizinde yüzecek iç kadırgayı suya indirirken bir türlü geçmek bilmeyen zaman gibi. Yıllar sonra köyüne döndüğünde, ölmüş annesinden kalan buruk bir hatıra gibi. Romanımın ana kahramanlarının neredeyse tümü eski İstanbullu. Ama romanın baş kahramanı İstanbul. Öteki kahramanlarımı, roman boyunca harekete geçiren de İstanbul sevdası. Günümüz dünyası, tam bir tüketim toplumuna dönüştü. Vefa, sevgi, değerbilirlik, bunlar giderek yok oluyor. Yeni olan, olumlu ya da olumsuz olsun hemen eskinin yerini alıyor. Oysa her eski, olumsuz değildir, tabii her yeni de olumlu. olur diye sorarlar. Benim idealimdeki polis tipi Nevzat’tır derim. Çünkü güce sahip olan kolluk kuvvetlerinin vicdan sahibi olmaları gerektiğine inanırım. Devletin silahını belinde taşıyanların, devletin sorgulama gücüne sahip olanların, bu toplumda herkesten fazla insaf ve insan sevgisine sahip olmaları gerekir. Adaletin sağlanması ancak böyle gerçekleşebilir diye düşünüyorum. Aksi takdirde gücün zulmüne tanık oluruz ki, bu adalet duygusunun tümüyle zedelenmesinden başka bir işe yaramaz. Allah’ın evine bakıyordu Süleyman. Kendi adıyla anılacak muhteşem tapınağa. Gökyüzüne nakşedilmiş gibi duran kutsal yapıya. Hanedanlığının ve hükümdarlığının eşsiz eserine. Allah’ın evinin kapısına bakıyordu Sultan. Cennet’i saklar gibi sımsıkı kapatılmış sedef kakmalı kanatlarına. Kanatları açacak anahtara bakıyordu. Kısmetli günleri muştulayan bir güvercin gibi konmuştu avuçlarına. Mimar Sinan’a bakıyordu Sultan. Mimar’ın başı öndeydi, bakışları yerde. Mimar el pençe divan durmuştu Sultan’ın bir adım gerisinde. Sinan’a bakıyordu Süleyman. Allah nasıl göğü yedi kat yaratmışsa, Allah nasıl hayatı yedi günde var etmişse, bu muhteşem ibadethaneyi yedi yılda tamamlayan adama. Sinan’a bakıyordu Süleyman. Kendisi gibi, kaderi bu saltanat tarafından yazılan kula. Sevdiği kadına külliye, ölmüş oğluna türbe, kızına camiler yapan mimara. Bu şehrin her köşesine cenneti çağrıştıran yapılar diken dehaya. Sinan’a seslendi Sultan: “Gel Mimarbaşı, bu anahtar senindir. Bina eylediğin Allah’ın evini, gönül temizliği ve dua ile yine senin açman gerekir.” Ne demeli artık bilmiyorum da çok teşekkür ederim. Ben de size ve İstanbul Milli Eğitim mensubu herkese teşekkür ederim… Nisan / 2011 25 D en eme ŞEHRE BAKTIM: YENİKTİM, AKŞAMDI İÇİM Semih Kaplanoğlu Yönetmen Ben Sultan Mehmet, ikinci, yazgıma boyun eğdim, düşüme inandım, gençtim, aldı atım, tek hazinem mührümdü, harcadım, adımdan bir hisar yaptırdım, güç aldım, mührüme tırmandım, oradan şehre yüz üç kere baktım, önümde derya aktı, ben aktım. YAZGI çocukları ve ihtiyarları saymazsak ayaktayız dimdik, bütün kandillerini yaktırdım Aya Sofya’nın, kulaklarımız toprakta, şehrin karnı patladı patlayacak, tüneller kazıyorlar gece boyu, seslerini işitiyoruz, kimi yerlerden bir anda ortaya çıkıyorlar cehennem zebanileri gibi, tünellere döktüğümüz kızgın yağda kavrulsalar da pes etmiyorlar, nihayet şafak vakti geri çekildiler, çanlar artık hiç susmuyor, ilahiler ve yaralılar, öksüzler ve keçiler, kargalar ve fareler, yeni doğmuş bebekler ve ölmek için yalvaran ihtiyarlar hiç susmuyor. Ben Sultan Mehmet, ikinci, yazgıma boyun eğdim, düşüme inandım, gençtim, aldı atım, tek hazinem mührümdü, harcadım, adımdan bir hisar yaptırdım, güç aldım, mührüme tırmandım, oradan şehre yüz üç kere baktım, önümde derya aktı, ben aktım. Ben Konstantin, şehrin sahibi, ülkenin imparatoru, bin yıllık kemiklerin koruyucusu, çanların, surların, kitapların, çocukların, limanların, tasvirlerin, mülklerin, suların, dikilitaşların, iki denizin savunucusu, yazgıma boyun eğdim, kapıları kapattım ve kilitledim ve çekildim, bir sabah, erguvanların açtığını gördüm, o gün kırk dokuz yaşında, surların dibinde, ilk Müslüman savaşçıları gördüm, namaz kılıyorlardı, okçularımı durdurdum, Tanrı’ya yakarışlarını izletirdim. Ben Konstantin. Ben Sultan Mehmet, otuz sekizinci gününde kuşatmanın, ateş ve kan, ölü atlar ve askerler, kırık toplar ve kalkanlar, 26 delik zırhlar ve sönmüş mancınıklar, yanmış ağaçlar ve batmış kadırgalar, devrilmiş kazanlar ve kendini asmış paşalar, can çekişen köpekler ve yaralılar arasında elimde bir zambak dolaştım, kanlı toprağa baktım ve Allah’a yalvardım ve bir kuyunun başında lağımcılarıma şöyle dedim, bir de yeraltından deneyelim! Ben yorgun ve uykusuz ve lanetli Konstantin, ayaktayım dimdik; kadınları ve Nisan / 2011 Ben Sultan Mehmet, 28 Mayıs gecesi şehirden gelen sesleri şöyle susturdum: Ordugâhlarımın her bir çadırında iki ateş yaktırdım ve şehrin etrafını boydan boya alevlerle donattım, ateşlerin kızıllığında ak bir ata bindim ve yalnız ve zırhsız ve silahsız ve dik ve çıplak ayak, surlara dizilmiş Rum askerlerinin gözlerinin içine bakarak ve askerlerimin hayır dualarını alarak ve çığlıklardan bir orduyla akarak sur boyu dolandım, sustu çanlar, feryatlar, kuşlar, ilahiler, toplar, kalkanlar, zırh- İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i lar, taşlar, böyle bütün gece sabah ezanına kadar at sürdüm, göçebe nal seslerim yıkık sarayın avlularında çınladı ve Ayasofya’nın kubbesinde asılı kaldı. Ben suskun ve yenik ve umutsuz Konstantin nihayet onu gördüm, işittim; gençti, mağrurdu. kinliydi, yazgımı anladım ve dua etmeyi bıraktım ve 29 Mayıs sabahı kartal işlemeli krepdöşin astarlı palaskası som altın imparatorluk elbisemi giydim ve sarayımın önünde onu bekledim, öğleden sonra şehre girdiler, etrafımdan geçip gittiler, Aya Sofya’nın kapılarını kırdıklarını işittiğimde ve onun atını kiliseye sürdüğünü haber aldığımda kendi işimi kendim gördüm; kanım maviydi. Ben Fatih Sultan Mehmet, muzaffer, cesur, gururlu padişah, şehri aldım ve onu aradım ve haber saldım ve haykırdım ve yalvardım; yoktu, bazıları kaçtığını, bazıları şehirde saklandığını, bazıları da savaşarak öldüğünü söylüyordu, gerçeği öğrenmek istediğimden üst üste yığılmış cesetlerin hepsinin yüzünü yıkattım, kimse onu tanımadı, sonunda pelerini altın kartallarla süslü ve altın palaskası ve sandaletleriyle bir ölü getirdiler, ayaklarımın dibine attılar ve elimin bir hareketiyle huzurumdan çekildiler, bir alıcı kuş gibi bekledim, sonra çevirip baktım, yüzünde zaferimi gördüm ve zambağımı çıplak göğsüne bıraktım ve onu kimsenin bilmediği bir yere kendi ellerimle gömdüm ve şehre baktım “yeniktim, akşamdı içim.” SIR Olay, 1993’ün Kasımı’nda bir gece şehrin kuzeybatı ucunda, bir parkta geçti. Öykünün kahramanına verdiğim söz nedeniyle bu anıyı üç yıl kendime sakladım. Zamanı gelene kadar susacak, sırrı kimseyle paylaşmayacaktım. Karşılığında o, dilediğim şeyi bulup getirecek ve sözleştiğimiz yere bırakacaktı. Üç yıl boyunca her sabah anlaştığımız gibi, güneş doğarken oraya gidip baktım. Nihayet geçenlerde Aşiyan çakarının dibinde beklediğim emaneti buldum. Dostum sözünü tutmuştu. Böylece aramızdaki sır, sır olmaktan çıktı, suskunluğum sona erdi. Şimdi bu öyküyü sizlerle paylaşacağım ama bir şartım var: Anlatacaklarımı kimseye anlatmayacak, bu kısa öyküyü okur okumaz unutacaksınız. Söz mü? O zaman dönelim üç yıl önceki geceye, gecenin şimdiki zamanına. Göksu Deresi’nden Boğaz’a doğru akan sis, geç saatlerin balıkçı sandallarını teker teker mideye indiriyor; sıranın kendilerine geleceğini anlayan köpekler sise dişlerini gösterip havlayarak kaçışıyor; iri boğaz fareleri su kesimindeki yuvalarından çıkıp rıhtıma yayılıyorlardı. Gece yaratıklarının ortaya çıkma saatleriydi. Yukarda Fikret’in evindeki büyük saat on ikiyi vurdu. Ölüler sonsuz uykularında sağdan sola döndüler ve aynı toprağı paylaştıkları ağaçları titrettiler, böylece son yapraklar da döküldü... İşte tam o sırada yakınımda hissettiğim tıkırtılarla irkildim ve dönüp baktım. Bir çöp toplayıcı parkın çöp kutularını karıştırıyor, işine yarayanları ayıklayıp arabasına atıyordu. Onu izlemeye koyuldum. Titizliği, çöpleri karıştırırNisan / 2011 kenki dikkati, ayırıp aldığı nesnelere gösterdiği özen ve hareketlerindeki yavaşlık ilgimi çekti. Bu arada o yanımdaki kutuya gelmiş, üstteki bira tenekelerini yavaşça öte yana itip elini derinlere daldırmış, ancak bir kasa hırsızının şifreyi çözerken göstereceği sabırla, elini sürdüğü her bir nesnenin çıkardığı tıkırtılara kulak kesilmiş, kendi esrarlı nesnesinin sesini bekliyordu. Derken onu buldu ve diplerden özenle çıkardı. Bu bir meyve suyu kutusuydu. Kutuyu inceledi, sağına soluna uzun uzun baktı, paketin alt kulakçıklarını açtı, kutunun üzerindekileri okudu ve nesneyi arabasına koydu. Sorumu duymamış gibi sessiz kaldı. Tekrarladım: “Niye sadece meyve suyu paketi topluyorsun?” Sürdürdüm: “Niye yalnızca o markayı ve o markanın sadece vişne suyu paketlerini?” Yakalanmıştı, şaşırdı. “Ben sadece toplayıcıyım. Bilmem. Bunun cevabını okuyucularla yazıcılar bir de yorumcular verebilir, ben konuşamam...” Hayretle “Okuyucular, yazıcılar, yorumlayıcılar mı? Sen ne diyorsun,” diyebildim. Sustu ve gitmeye davrandı. Önünü kestim. “Anlatsana şunu, bana güvenebilirsin,” dedim. “Niye,” dedi ve devam etti: “Çöp toplayıcıların, yazıcı, okuyucu ve yorumcuların evlerine baskınlar yapılır, onlarca yılın emeği yargısız infazlarla yok edilirken mi?” “Benden bir zarar gelmez, hem ben de...” Sözümü kesti “Belli sen de bir okuyucu bir yorumcusun uğraşımı okudun.. Ama bakalım iyi bir sırdaş mısın?” “Bunu anlamanın bir tek yolu var,” dedim. Yüzüme baktı ve sırrını açtı. Karşılaşmalar İletişim Yayınları 27 Ki m Ne D ed i ? İSTANBUL DERSİ HAKKINDA KİM NE DEDİ? Bu kentin tarihini, kültürünü bilmeden, hem ülkemizin, hem bütün insanlığın serüvenini kavrayamazsınız. Bu anlamda İstanbul dersi konulmasını yürekten destekliyorum. Ama bu dersin ilginç, merak yüklü ve eğlenceli olması için elden gelen her çaba gösterilmelidir. Çünkü İstanbul gizemler, tarihi ve kültürel zenginliklerle dolu bir şehir. Sebahattin YAĞCI Mehmet Rauf Lisesi Müdürü İstanbul’u geleceğimizin teminatı gençlere, çocuklara derslerle öğretmek tek çözüm yoludur. İstanbul’u sokak sokak, cadde cadde engin tarihiyle anlatmalıyız. İstanbul’u bilmeyen insan, bilmediği şeyi sevemez. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. İstanbul’u ne kadar güzel ne kadar çok anlatabilirsek o derece bilinir ve sevilir. İstanbul ne kadar çok sevilirse o kadar korunur güzellikleri zenginleştirilerek devam eder, hayranları ve aşıkları artar. İstanbul hepimizin, İstanbul sadece Türk öğrencilere değil İstanbul’a 28 eğitim almaya gelen yabancı öğrencilere de, onlara da hitap eden İngilizce, Rusça, Çince v.b. dillerde anlatılmalıdır. İstanbul’a baktığımızda gözümüze olumsuz olarak görülen tüm manzaralar İstanbul’u bilmeyen, öğrenmek için merak bile etmeyen, İstanbul’u sevmeyen kişilerce oluşturulmuştur. Bu şekilde İstanbul’a sahip çıkmak mümkün değildir. Gençleri belirli yerlerin, Büyük alış veriş merkezlerinin dışına, yaşadığı semtin dışına çıkararak, İstanbul’u tarihi, kültürü, denizi ve değeri ile tanıtmalı, anlatmalı, zihinlerine nakşetmeliyiz. Bu bakımdan İstanbul dersi çok önemlidir bu projeyi düşünen ve hayata geçirenlere teşekkür ediyorum. İstanbul’u ancak İstanbul’u en iyi şekilde bilen, seven gençler koruyacak ve sahip çıkacaklardır. Ufuk DENİZLER Ahmet Keleşoğlu Anadolu Lisesi Müdürü Milletimiz tarafından fethedilen İstanbul, bu milli mührün basıldığı en önemli coğrafyamızdır. Asırlardır mimarimizin muhteşem eserleriyle öylesine bizim olmuştur ki artık kimsenin İstanbul üzerinde hak iddia etmesi mümkün Nisan / 2011 değildir. İşte çocuklarımıza bu bilinci aşılayabilmemiz için “İstanbul Dersi” projesi çok önemli bir fırsat. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğümüzün ilimiz genelindeki ilköğretim okullarında uygulamaya koyduğu bu proje sayesinde tüm çocuklarımıza İstanbul’un doğal güzellikleri yanında onu bizim yapan, İstanbul üstündeki mührümüz özelliğini taşıyan mimari eserlerimizin tanıtılması gerekmektedir. Bu tanıtım sayesinde öğrencilerimize İstanbul’a sahip olma fikri çok daha etkili bir şekilde kazandırılabilir. İstanbul’un bazı bölgelerinde henüz İstanbul Boğazı’nı dahi görme fırsatını yakalayamamış öğrencilerimizin bulun- İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i duğu gerçeğini kabul ederek “ İstanbul dersi” etkinlikleri biz öğretmenler tarafından titizlikle uygulanmalıdır. “İstanbul Dersi” projesi kapsamında yapılacak etkinlikler bu bireylerin yetişmesinde çok önemli katkılar sağlayacaktır. Projeyi hayata geçiren İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğümüze teşekkürler. Ayhan Kurt Eğitim Bir Sen Üsküdar İlçe Başkanı İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün son bir yılda uygulamaya koyduğu projeleri heyecanla takip ediyoruz. Eğitim camiası olarak yapılan çalışmalardan umutluyuz. İl Milli Eğitim Müdürü sayın Muammer Yıldız'ın akademik bilgisini pratiğe aktarmada son derece başarılı olduğu herkesin ortak görüşü. Bizler şehirlerin ruhunun olduğuna inanan bir medeniyetin temsilcileriyiz. İstanbul'un tarihi mirasının, dokusunun, güzelliklerinin çocuklarımıza öğretilmesi maksadıyla "İstanbul Dersi" uygulamasını başlatanları tebrik ediyorum. Hatice Özlem Başara Çengelköy İlköğretim Okulu Öğretmeni İlköğretim çağındaki çocuklarımızın, kent kültürü bilincini geliştirmeleri, yaşadığımız şehrin tarihi ve kültürel zenginliklerini fark etmeleri adına önemli bir adım niteliğinde olan “İstanbul Dersi’nin yararları şüphesiz çok büyük. Bu ders sayesinde öğrencilerimiz, medeni- yetlerin beşiği olan, doğup büyüdükleri İstanbul’un tarihi ve doğal güzelliklerini tanıma ve keşfetme olanağı buluyorlar. Öğrencilerimiz, özellikle İstanbul’un tarihine karşı çok ilgili ve meraklılar. Ders esnasında büyük bir sessizliğin hâkim oluşu bu durumun en büyük ispatı. Bu ders öğrencilerime İstanbul’un, gerçekte ne olduğunu fark ettirdi. Dersin belirli bir kitabı ve materyali de yok… Bu dersin kitabı İstanbul’ un kendisi. Bu ders, İstanbul’da yaşamak kadar İstanbul’u yaşamanın da ne demek olduğunu öğretiyor bize. Bu derste defter tutmuyoruz. Öğrencilerimin ders boyunca anlatılanları akıllarında ve gönüllerinde tuttuklarından eminim. Gözlerindeki pırıltıda bunu görebiliyorum çünkü. Onlar o minik elleri ve kocaman yürekleriyle şimdi “İstanbul” şiirleri yazıyorlar… İstanbul’a da bu yakışırdı zaten.. Haydi çocuklar… Zil çaldı. Dersimiz İstanbul! Kayhan Acar Göçbeyli İlköğretim Okulu Öğretmeni Yaşadığımız şehre ait bu dersin konulması, öğrencilerin İstanbul gibi büyük bir şehri sadece sosyal bilgiler dersinde öğrenmesinin yeterli olmadığının bir göstergesiydi. Görerek öğrenmenin okuyarak öğrenmeden daha iyi bir öğretim metodu olduğu düşünüldüğünde dersin önemi daha da iyi anlaşılmaktadır. Bu noktada yapılması gereken en önemli iş bu dersi sınıftan çıkarıp İstanbul şehrine yaymaktır. Bir de bizim gibi İstanbul’un köylerinde yaşayan, köyden şehre inemeyen öğrencilerle ders yapan öğretmenler için iyi bir deneyim olacaktır. Nisan / 2011 Öğrencilerimizin İstanbullu olduklarının farkına varabilmeleri için İstanbul dersini çok önemli bir fırsat olarak görüyorum. Pakize Mutlu Öğretmen Bu yıl ilk kez “İstanbul Dersi Etkinlikleri” kapsamında öğrencilerimizin İstanbul hakkında düşünmeleri sağlanıyor. Çocuklarımız bir yandan İstanbul ile ilgili somut özellikleri ifade ederlerken diğer yandan okudukları gördükleri eserlerin onlarda uyandırdıkları hislere ve düşüncelere ilişkin görüşlerini bildiriyorlar. Boğaz’ın, Kız Kulesi’nin, Surların eşsiz güzelliğinin tadına varılırken; öğrencilerimizin ulaşımın ne kadar karmaşık ve birbirine bağlı olduğunu kavramaları; hatta karmaşayı, kalabalığı, gürültüyü tüm varlıklarıyla hissederken bu devasa şehrin çok renkliliğini fark etmeleri sağlanıyor. İstanbul’u İstanbul yapan özelliklerin başında, İstanbul’un zevk ve estetik uyandıran değerlerini çeşitli vesilelerle keşfederken, bu muhteşem şehrimizi anlatan, kültürünü yansıtan şarkıları öğrenip söylüyorlar… Bu yıl çocuklarımız “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” kapsamında İstanbul Dersi etkinleri ile ülkemizin hem ekonomik hem kültür hayatının merkezi olan İstanbul’u ve İstanbulluyu öğreniyorlar. Bundan daha lüzumlu ne olabilir ki? 29 Ki m Ne D ed i ? Hilâl Sudenur Algül Çengelköy İlköğretim Okulu - 3 / C Nil Didem Şimşek Edebiyat Öğretmeni Özellikle ilköğretim okullarında, öğrenciler kazanımları etkinlikler yoluyla edinirler. 6, 7, ve 8. sınıf seviyesinde yapılacak her türlü verimli etkinlik, öğrencilerin beklenen davranışlara daha kolay ve sorunsuz ulaşmalarını sağlayacaktır. MEB, her ders için öğretim programı hazırlarken “ortak etkinlikler” oluşturabilir. Böylece, sayısal ve sözel ders öğretmenleri, ortak olan bu etkinlik alanlarından yola çıkarak, kendi dersinin müfredatına uyacak şekilde etkinlik geliştirebilirler.“İstanbul Dersi” de bu kapsamda ele alınabilir. İçinde yaşadığımız şehrin tarihî, mimarî, kültürel yapısı incelenebilir; bu amaçla projeler geliştirilebilir. Örneğin; matematik öğretmeni, bu şehirde yaşamış ünlü matematikçileri derslerinde araştırma ödevi olarak inceletebilir ya da fen bilgisi öğretmeni, İstanbul’da yaşamış önemli fizikçileri konu alan bir proje geliştirilebilir. Sosyal bilgiler öğretmeni, geçmişten günümüze İstanbul’da hangi oyuncakların kullanıldığı yönünde bir araştırma yaptırabilir ve bu konuda örnek bir ilçe olarak “Eyüp”ü seçebilir. Böyle bir rüya şehrin, yapılacak sayısız tabiri olduğunu düşünerek, Lâtîfî’den bir tabir de biz aktaralım: “İrem bağî budur dir her görenler Ki çıkmâk istemez ânâ girenler” 30 Ben, dünyanın en güzel ve en özel şehrinde yaşıyorum. İstanbul, ülkemizin olduğu kadar tüm dünyanın beğenisini kazanmış büyülü bir şehir. İstanbul’ da gezilecek ve görülecek o kadar çok yer var ki. Her yeri tarihi eserler, camiiler, sanat eserleri ile dolu. İstanbul’ da gezmek benim en büyük zevkim. Okulumun adı Çengelköy İlköğretim Okulu. Okulum, İstanbul’ un en nadide yerlerinden birinde bulunuyor. Boğaziçi’ ne çok yakın. İstanbul’umuzun kokusu da çok güzeldir. Bahar gelince her yer bin bir renk çiçeklerle bezeniyor. Turistlerin İstanbul’ da fotoğraf çektiklerini görmek beni çok mutlu ediyor. Bu durum çok hoşuma gidiyor. En çok Ortaköy’ü seviyorum. Çünkü kumpirleri çok lezzetli oluyor. Bu şehirde yaşamak insana büyük ayrıcalıklar kazandırıyor. Sanat ve tarihle iç içe yaşıyoruz bu büyülü şehirde. Gerçekten büyülü müdür bilmem ama ben aşığım İstanbul’a . düzenleme olursa öğretmenlerde çekinmez ve dersler nedeniyle gidilen geziler daha kolay hal alır bu da hem öğrenci hem de öğretmen açısından daha teşvik edici olur. Eğer İstanbul dersi okullarda işletilirse öğrenciler hem kültür mirasımıza yabancı olmayacaklar hem de üzerine gezi eklendiğinde belki de hayatlarındaki en stres siz ve en eğlenceli dersi işlemiş olacaklar. Açıkçası yedi tepe İstanbul un yeni nesle anlatmak isteyeceği çok şey var. Eminim çok yararlı ve eğlenceli bir ders olacak. Teoman Kaya Mercan Çengelköy İlköğretim Okulu Şenay Yıldırım Öğrenci Aslında sadece ders olarak işletilmekle kalınmamalı. Belki haftada bir ya da iki haftada bir tarihi yerle ki ''İstanbul başlı başına bir tarih'' gezdirilmeli. Zaten okullarda düzenlenmek istenen geziler zorunlu bürokratik işlemler nedeniyle zorlu ve bıktırıcı hal alıyor. Öğretmenlerde sorumluluk almak istemiyorlar fakat eğer devletin bünyesinde böyle bir Nisan / 2011 Benim doğduğum, büyüdüğüm şehir İstanbul, eşi benzeri bulunmayan bir şehirdir.İstanbul, Türkiye’nin en büyük kenti, kültür ve sanat merkezidir. Tarih boyunca çeşitli medeniyetlere başkentlik yapmış bir şehirdir. Ayrıca, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştirmesinden dolayı çok önemlidir. İstanbul tarih boyunca farklı kültürleri bir arada yaşatmış ve bu tarihi mirası bize emanet bırakmıştır. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Osmanlı Medeniyeti’nin en önemli eserleri, en tarihi yapıları, en kutsal emanetleri İstanbul’ da bulunmaktadır. Dünya ticaret yollarının üzerinde bulunması nedeniyle Ortadoğu ve Avrupa’ nın en önemli merkezleri arasındadır. şehre açılan bir pencere olduğunu düşünüyorum. Öğrencilerin şehre yapacakları yolculuk; aynı zamanda kültüre, tarihe ve kendilerine yönelik olacak. Bu kadar özel ve doğa harikası olan bu şehirde yaşadığım için çok şanslıyım ve gururluyum. Ancak yaşanan çarpık kentleşme İstanbul’umuzu üzmektedir. Benim gibi, birçok çocuğun övünerek İstanbul’da huzur içinde yaşaması için bu güzel şehrimizi koruyalım. İşte bendeki İstanbul… Sizdeki İstanbul nasıl? İbrahim BARAN Mostar Dergisi Editörü Harun Karaburç Yeni Şafak Gazetesi Kitap Editörü Cihan Güneş Habertürk Gazetesi Yazı İşleri ‘İstanbul Dersi’ öğrenciler için şehre açılan bir pencere niteliğinde. Birçok insan, günlük rutinin karmaşasında koşuştururken başka hiçbir kent ile karşılaştırılamayacak kadar güzel ve etkileyici olan bu şehrin sesine kulak veremiyor maalesef. Bu kent, farklı kültürel mirasları içerisinde barındıran tarihsel dokusu, eşsiz sanatsal görselliğiyle herkesten önce üzerinde yaşayan insanların keşfini bekliyor bence. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olmasının hemen ardından ilköğretim öğrencileri için uygulamaya konulan ‘İstanbul Dersi’nin, genç dimağlar için İstanbul gibi bir tarih deryasına da bu yakışır… Şimdiki gençler vakitlerini ya moda 'cafelerde' ya da alışveriş merkezlerinde geçiriyorlar. Farkında değiller bu kentin ruhunun. Evet, onlar İstanbul'u moda ve eğlence şehri olarak görüyor. Bu söylediğim elbette bütün gençler için geçerli değil. Ama Milli Eğitim Müdürlüğü'nün İstanbul Dersi bizleri bu konuda umutlandırıyor. Umuyorum ki bu dersi alan bütün öğrenciler tarih boyunca Byzantion, Nova Roma, Konstantiniyye gibi birçok farklı isimle anılan İstanbul'u tüm yönleriyle tanır ve bilir. "Boğaziçi, dünyadaki bütün boğazlar içinde hiç şüphesiz en güzeli, manzaraları en çeşitli olanıdır. Karadeniz'i terk ederken sıkıcı bir geziyle yorulmuş ve sisli bir gökyüzünü yansıtan donuk dalgalarla içini kasvet bürümüş olan seyyah, Boğaziçi'nin misafirperver dalgaları üzerinde sakin şekilde, bir beşikteki gibi sallandığını hissedince, azami derecede mutluluk duyar ve canlanır." diyor Eugene Flandin İstanbul (L'orient) kitabında Boğaz'ın güzelliğinden bahsederken. Nisan / 2011 Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul gibi tarihi bir şehri, bir medine’yi ilköğretim okullarında okuyan öğrencilerin bir ders olarak okuması, onu diğer dersler gibi ciddiyetle öğrenmeye çalışması Türk eğitim sistemi için önemli bir gelişme. Türkiye’de bugün İstanbul araştırmaları merkezleri kuruluyor. İlköğretim okullarında okutulması planlanan “İstanbul” dersi ileride bu araştırma merkezlerinde araştırma yapacak genç nesillerin yetişmesine de ön ayak olabilir. Şehr-i İstanbul’u anlamak matematik kadar zor, beden eğitimi kadar zevkli. Öğrencilerin en az matematik kadar “zorlanacakları”ndan, beden eğitimi kadar zevk alacaklarından kuşku duymuyorum. 31 Alınyazısı Saati Sezai Karakoç Yeryüzüne ayı indir o bir şehir olsun Yaklaştıkça büyüyen Ayrıntıları setleri bahçeleri Yumuşak çizgileriyle ortaya çıkan İşte ben o şehri yaşadım yıllarca İstanbul’da parça parça Çeşmelerinde ayı yaşadım Servilerinde ayla birlik bölündüm Ayla birlik yaralandım İstanbul mezarlıklarını aydınlatan ayla Soludum bölük bölük ahiretin Keskin çizgili özgürlüğünü Kanlı canlı özgürlüğünü ay kesmesi İçtim sıcak bir yaz günü içilen buz gibi bir vişne şurubu benzeri Kutsallığın ballı biberli çilekli çile kevserini İstanbul’dur bu otuz yıl kana kana yaşadığım Taşlarına adeta resmim işledi Ben İstanbul’da dağıldım zerre zerre İstanbul damla damla içimde birikti Mermer tozu gelip gelip içimde oluştu bir şehir Bu yeryüzünden ve gökyüzünden ötedeki şehirdir O bir kılıçtır Doğudan Batıya uzanıp Çin ipeğinden örülmüş şeytan kozasını bölen Darbeleriyle Batı çeliğini lime lime eden O Tanrı’nın kılıç halindeki hilali İslam ruhunun kristalleşmiş heykeli İçimin sesi rüyamın öfkesi merhametimin şehri İstanbul’a gel oruç günleri gez gör ve dinle derinden Taştaki oymalarını incele bir er gözüyle Semerkant’tan kalkıp gelmiş erlerin gözüyle gör her yeri Camileri mezarlıkları çeşmeleri ve sebilleri Git Sümbülefendi’ye servilerden sor olan biteni Merkezefendi’de tüket maddeyi yırt maddeciliğin kefenini 32 Bağdat’ta ebedi bağı ruhun ve ilahi hikmetlerin Şam’da son sınırı manevi medeniyetlerin Kozmik bakış metafizik sezgi Bağdat’tan dal, Şam’dan yaprak Diyarbekir’den çizgi Hep İstanbul’da kırık dökük Parçalanmış silinmiş sönmüş Hayaletler gibi kaçmış gizliliklere Loş boşluklara sığınmış kan rengi bir huzur arzusu Sabah Karacaahmet’te öte şafak kırmızısında savaş borusu Sökün eder her sabah ufkun bir ucundan yeniçeriler Su şırıltısından gök gürültüsüne değin Bütün seslere düzen vermiş ebedi mehter Yok olduysa bu şehir ruhu ruhuma sindi Ben yaşadıkça o yaşayacak bende Kimbilir belki o da dirilecek benimle İslam Milletinin dirilişinde O yeniden güneşin güneş ayın ay ve dünyanın dünya İnsanın insan olduğu o günde Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir Öyleyse indir ruhunun teslim bayraklarını indir göm toprağa Doğrul ve kalk ayağa Kemiklerinle etin arasında Sonsuz güç topla korku ve muştuyla Mucize muştusuyla Yüreğim yırtılıyor çınlıyor ağlıyor yüreğim Fırtına yaprak yaprak dökülüyor Gecenin tüyleri savruluyor havaya Ölümümü kutlayan Arz oğullarıyla Mübarek toprağın anlamından bile yoksun Taşın demirin mermerin ve tozun metafizik kadrine bile düşman Kabus ruhumu çalmak isteyen hırsız Madde dönüşür binbir şeye ama ruh kaybolmaz Altın madeni gibi pırıl pırıl kalır ve solmaz Ve ben kardan geldim ama denizi üstlendim Nisan / 2011 Denizi yüklendim adeta denizle evlendim Denizle yaşadım denizle öldüm Öldükten sonra denizin gözlerini gördüm Denizden denize yükseldim Birliğin şarkısını işittim dinledim derinliklerinde Sedeflerinden yapılmış İstanbul camilerinin taşları Beyaz güvercin kanadı köpüklerinde kubbelerini gördüm camilerin -Ama gizleyerek saklayarak itiraf etmeyerekBursa’dan gelen yeşil bu denizi boyadı gökten sonra Ve trenler şifreli düdükleriyle trajedileri perdelerken Dönüp bir köşeden ötede kaybolurken Ben kayalarını denizin ahenkleştirdiği kıyılarda Gerçeği koğaladım hayal meyal görünen kelimeler arkasında Ve derken birden karaya sıçradım Ayasofya Padişah türbeleriyle örtülmüş maskelenmiş şehzade mezarlarıyla Kayboldu o deniz o kentle birlikte Rabbim bildir bana olup biteni O yeşil ötesi ışığı o güneşi tahlil eden su çizgisini Ve sen ey Avrupa yerin dibine batacaksın bitmez tükenmez suçlarına karşılık Ve derken Ayasofya yüzüme çarpan karanlık Serin ve kilim nakışlı kızıl gözlü dev bir cam gibi Ve kılıcımın ucunda Ayasofya küçük bir bilya gibi Uçuyorum göklerin kubbesine bir ikram gibi Gök sofrasında bir çeşni bir garnitür gibi Kalk ve kavra ruhum bir kadavra gibi solan bu göksel yapıyı Bir kartal taşırken yere düşmüş Ve kalakalmış kaldığı yerde Sonra karanlıklardan çıkan kartallar tünemiş üstüne Yemişler ötesini berisini Ey kozmiğin kemirdiği bir kent gibi yükselen yapı Ey Allah’a açılan ve kapanan ulu kapı Bir at gibi soluyorsun kulelerinle Deniz öfkenin köpükleriyle benekli Gel barışın köprüsü ol içimizde dışımızda Yeniden sularından içelim kana kana Savaşabilirim bugün bütün dünyayla Gerekirse Ruhumuzun susadığı hakikat olan Evrensel İslam Barışının zaferi için Aşk için Tanrı hakikati aşkı için Göğe çıkan İsa yere insin diye -Fazla çıkardılar göğeGel ey Muhammed ve İsa hakikati Burada sizi bekleyen bütün bir insanlık var Bulutlar yaralı insanlar zehir saçan fırtınalar Kara-düşünce fırtınalarıyla yüklü kurşun levha havaları Savaşırım doğudan daha doğu Doğrudan daha doğru olanı bulmak için Zulme karşı savaşabilirim İnsan başı yalnız Tanrı önünde eğilecektir Ebedi hakikat budur Bunun için savaşırım ben Bunun için kanım helal olsun Şehrimin altına özgür Tanrı aşkını yazmak İstanbul’u yeniden Tanrı şehri yapmak Bunun için savaşırım ben Servi için savaşırım çınar için savaşırım Tozlanmamış gün doğuşu için Yıldızlar geceleri yeniden görünsün diye Tuz deniz damlasında gülsün Çam denizle gülüşsün Su tenimizle barışsın Ruhumuzla ışısın diye Savaşçıyım ben atalarım gibi İstanbul için savaşırım Bağdat’ın dervişlik ortağı Şam’ın kılıç kardeşi Olan İstanbul için Benim güneşimden öteye kimse gidemez Benim güneşimin üstüne doğmadığı hayat hayat değil “Benim duvarımdan yüksek duvar haraptır” Gerçek özgürlüktür kölelik değil Tanrı’ya kulluk İstanbul olacak yine gerçek özgürlüğün türküsü Kıyamete kadar söylenecek türkü Nisan / 2011 33 E s ki İs tan b u l Türk İstanbul Yahya Kemal İstanbul’un fethi ve fatihi olan millet tarafından kuruluşu hem birbirine bağlı, hem de birbirinden ayrı iki bahistir. Beşeriyetin muhayyilesine bir büyü tesiriyle aksetmiş olan fetih, hala tarihin başlıca bir vakası sayılır. O zamandan beri, devirler boyunca, kurulan Türk İstanbul ise gözleri en ziyade kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı, tek başına, yalnız bu eser şeref namına yeterdi. … Eskiden İstanbul semtlerinde görülen tenevvü, ruhaniyetten, hayat şevklerine kadar, derece dereceydi. Eyüp, Kocamustapaşa, Üsküdar’ın bazı köşeleri uhreviydi; buraları, Maurice Barres’in “Bazı semtlerde ruh eser” diye tasvir ettiği yerlerdir. Lakin Çamlıca’da bunun tamamile zıddına olarak, her saat ve hayatın keyfi duyulurdur. Boğaziçi’nde bazı vadilerde ve bazı körfezlerde, havanın tecelli ettirdiği bazı saatlerde, yalnız hayatın şedit bir şevki belirirdir. Heveslerinin peşinde koşan bir İstanbul genci, Enderuni Vasıf, yüz otuz sene evvel, Boğaziçi’nin iki yakasında, iki köşeyi, neşenin bir fıskiye yükselişiyle: “Bahrın bu şeb emvac-ı sefa aştı boyundan Vasıf gidelim Göksu’ya İstinye koyundan” Mısralarından terennüm ediyordu. Uhrevi olsun, dünyevi olsun, bütün bu semtlerin mimarileri gayet basitti; ahşaptı. Konaklar, evler, yalılar, köşkler ve birçok küçük evlerden ibaretti. Onların da bir semte yahut bir köye daima bambaşka bir hüviyet veren, sayısı fazla değildi. Bu kadar az malzemeyle biribirinden güzel ve göz alıcı tablolar yaratmak İstanbul’un Türk ve Müslüman halkının milli güzideliğini gösterir. 34 Bu halk, İstanbul’un fethinde bulunup şehre yerleşen ve fetihten sonra, peyderpey gelip İstanbullulaşan halktı. Elli sene evveline kadar İstanbul’da gezinen ve hatta şimdi bile baki kalmış bazı semtlere bakan bir insan, bu yerlerin, beş yüz seneden beri, değişmemiş olduklarını sanır. Halbuki, oralar, asırlar boyunca kaç defa yangından çıkmış, kaç defa yeniden yaratılmışlardır. … Cedler Boğaziçi’nde yalıyı ve kayığı icat etmişlerdi. Eski Boğaziçi “Leb-i derya” da bir yerleşiş manzarası idi. O yaşayışta zaman yavaş geçiyordu. Zengin yalı sahiplerinin gelirleri ya Anadolu ve Rumeli çiſtliklerinden, ya İstanbul’daki mülklerinden, yahut da devlet hazinesinin verdiği maaşlardandı; orta halli ve fakir halkın maişeti ise daha basit yollardan bahçıvanlıktan, balıkçılığa, kayıkçılığa kadar işlerdendi. Zamanla, hep bildiğimiz sebeplerle, Boğaziçi eski parlaklığını kaybetti. Yeni zamanlarda, yalıyı ve kayığı unutarak, yahut da, bize kadar kalabilmiş olanlarını, mazi hatırası diye muhafaza ederek, “Leb-i derya”da bir yerleşiş yerine, iki taraf sahilin tepelerinden uzanan geniş yollarla, tepelerde peyda olmuş köylerle yeni bir Boğaziçi yaratmayı düşünmeliyiz. Bugün otomobil ve otobüs devrinde yaşıyoruz, hayatını şehirde kazanan bir vatandaş, Boğaz’ın bir tepesindeki evine, en kolay vasıtayla, en az zamanda gitmek ister. Tayyare yolculukların ucuzlayacağı, tayyarenin istediği yerden kolaylıkla yükselip, istediği yere kolaylıkla ineceği zaman da pek uzak görünmüyor. Milli şuur tam bir derecede tecelli ederse, gelecek devirlerde yaratacağımız İstanbul semtlerinin de üslubu, rengi, havası, eski İstanbul’da olduğu kadar güzel olur. Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Boğaziçi Mehtapları Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi, bütün tabiat güzelliklerinin sulara aksettikleri, suların yardımiyle daha güzelleştikleri ve mübalağalara eriştikleri, ancak mütehassısların seçebilecekleri ve tiryakilerin zevk alacakları yeni inceliklere vardıkları bir manzara ve su beldesidir. Boğazın maddeten durgun hali zamanın manen durgun haline daha yaklaşır. Bu mışıldayan sular, bu sessizlik içinde duyulan ışıklar ve duyulan kokular bir gizli musiki teşkil eder. En eski, ezeli ve tabiî hayat ve şiir unsurları olan ışıklar ve ular burada hatırdan silinmez bir takım edalara yükselirler. Hele ayın göğü ve suları aydınlatarak, havayı yumuşatarak, tabiatı büsbütün ilahileştirdiği mehtaplara musiki de katılırsa bu geceler hatıralariyle talihlerimize nakş olan harikulade kıymetler alır. Boğaziçinin tabiatında sular ve mehtap bulunduğu gibi saz yani musiki de vardır. Bu saatlerde göğün renkleri ve suların sesleri ruhlara doluyor ve bütün hülyalarımız bu ninnilerle büyüyor, hayat ve kainat bize daha esrarlı gözüküyor. Tabiat böylece, en derin sanat gibi, insanı en büyük üstatların yükselttikleri iklimlere ve zirvelere ulaştırıyor. Ümmiler şairleri duymuş oluyorlar. Dünyada Boğaziçi kadar belki biraz hüzünlü fakat füsunlu ve güzel bir yer görmedim. Belki de yoktur diyorum. Boğaziçi insan taliini kolayca bir tabiat güzelliğine ve bir gönül serbestliğine bağlıyor. Işıklar sulara akarak sular üstünde yüzmeğe başlayınca efsanevi bir mucize gözelliği gösteren bu yerler bizi göğe inandırıyor. Madem ki bizi güya tâ onun içine yükseltmiş oluyor. Boğaziçi’nin girinti ve çıkıntıları gözler karşısında ikide bir Boğaz’ı kapayarak sahilleri çok kere birbiriyle kavuşmuş gösterir. Böylece geve ve mehtapta Boğaziçi’nin birliği göze çarpar. Bebek’in alt tarafları, Yeniköy’ün üst tarafı, yalıların arkalarından tepelere doğru konmuş evler ve tırmanan mahalleler hep silinerek meydanda kalan asıl Boğaziçi güya bir tek mâbedin veya bir sarayın, tek bir binanın muhtelif höcreleri, geçitleri, sofalarından müreppek gibi, bir yekparelik gösterir ve güya aynı bir bahçeye, aynı bir havuza bakan bir sükûnet besler. Bu olgunluk bir meyva gibi tatlı ve canlı duyulur. Sular bazan sanki hiç kaymıyor, akmıyormuş gibi, büsbütün durulur. Bazan da içli bir göğüs gibi kabararak bir tek dalgalarında kendilerine akseden bütün bir sahil parçasını, birkaç yalıyı birden kucaklar, kaldırır ve sallar. Sular üstünde açılan, kaynaşan akisler ve renklere bakarsanız, belki hiçbir şey değildir ama, belki suların birer köpüğüdür ama, düşünürseniz, her şey böyle suların üstünde muvakkat bir zaman için işlenmiş nakışlara, suların gösterişlerden ibaret manzaralarına benzer. İstanbul’da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğaziçi’ndedir ve İstanbul’un en güzel semti olan Boğaz’a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylardan oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı. Nisan / 2011 35 E s ki İs tan b u l Şehir Mektupları Ahmet Rasim Boğaziçi, yer yer, mesirelerini açıyor. Sefa günleri geldi. Baharın kalan kısmı, yaz başlangıcı ile birleşerek, ne pek terletici ne de üşütücü esen yellerle, o zarif girintinin kıyılarını ve tepelerini tazelikle kaplamış. İnsan, derhâl bir kayığa veya sandala atlayarak gün batarken tepeden tepeye aks eden renk oyunlarını, sahilden sahile vuran renkli dalgalan seyretmeye hevesleniyor. Bakış, her yanı dolaşıp durdukça, o daracık yerde toplanan benzersiz tabii güzelliklere hayran kaldıkça, zevk ve şenliğin buraları terk edeceğine inanamıyor. Bana kalırsa haliç, yalnız bir Sadabad’ıyla Şehir Mektupları gece, yıldızlı örtüsünü semburalara karşı övünemez. Göksu, manzaraca, ondan aşağı kalır mı? Akşamları süzüle süzüle vadiye sokulan sandallar, sağda solda dinlenerek gün batarken Küçüksu önüne çıktıkları zaman, suların coşkun akışındaki hüzünlü ilhamlar, Kâğıthane dönüşünde bulunur, görülür manzaralardan değildir. Gönül oralarda gecelemek, ertesi sabahı görmek istiyor. aya yayar yaymaz hatıra, yorulmuş zihinlere ferahlıktan ve şenlikten ibaret bir sevinç hissi geliyor, terlemiş alınlara rahat ve huzur verecek rüzgârlar temas ediyor… Çocukluk Hatıralarına Dair Yer altında babam bıyığı! Nedir o, bil, diye küçük iken dadınız veya komşu Habibe Molla’nın söylediği bilmeceyi halletmek İçin ne kadar zahmet çektiğinizi hatırlıyor musunuz? Eski kadınlar, çocukların zihinlerini bilemek için bu gibi muammalara başvururlardı. Ah! Şimdi, o kadınlar nerede? Hele, o zeki çocuklar ne oldular? O çocuklar ki bilmece söyle¬nir söylenmez kaşını çatarak, parmaklarına bakarak, birden bire: - Pırasa, derler ve orada bulunanları fevkalade dehalarına hayran ederlerdi. Şimdi onların hepsi büyüdüler, bıyıklı, sakallı oldular, başka bilmecelerle uğraşıyorlar. Ah! Ah! İnsan, buna nasıl üzülmez? O zekâlar söndü de fitili kalmamış lambaya döndü. Hele yer altında kınalının havuç; yer üstünde babam başının lahana; kapısını örttüm güm dedi, içeriye girdim bum dedinin hamam; masal masal matı tas, kaynanamın başı daz, çukura düştü çıkamaz, pır pır eder uçamazın pire; gidi gidiver, şu gidiyi tutuver, ne tatlıca eti var, tutulmaya niyeti varın balık; ben giderim o gider, önümde tın tın ederin sakal; yer altında kazan kaynarın karınca; çat burada, çat kapı arkasındanın süpürge; ne yerdedir ne gökte, cümle alem içindenin ayna; sürdüm kustu, çektim küstünün kahve; bir küçücük fıçıcık, içindedir turşucuğun limon olduğunu bilenler yaşça hayli ilerlediler. 36 Yeni Gün Gazetesi çıktı çıkalı eski günleri hatırlamakla meşgulüm. Meğer ne günler imiş! Cüz kesesi boynumda, sefertası elimde tin tin mektep… Cüz torbası belimde, meşin top cebimce, uçar gibi cami avlusu… Ta tepede kalmış bir avuç çitlembik için dört, beş metre yüksekliğe tırmanış… Bol yemek, bol yemiş, bol uyku… Başta fes, püskülü dağıldıkça kalıplanır; sırtta dokuma gömlek, kış ise üstünde pamuklu, daha üstünde taş düğmeli mintan. O zaman pek nadirdi, yeni urbamı ancak misafirliğe giderken giyerdim. Mintanın üstüne her iki iç tarafı cepli hırka, yahut eski bir sako; soğuklarda, yağışlarda kukuletalı palto; boynumda şal veya başımda kulaklarımı, ensemi kamilen kaplayan yünlü enli bir sağrı; ellerimde tek parmaklı, boyalı eldiven; bacağımda askılı pantolon; ayaklarımda ökçeli terlik, yarım kundura, mest, yemeni, potin, katır; evden örme yün, yahut çarşıdan alma tire, fanila çorap… Haſtada bir hamam; hayatın halavet ne meraretlerle dolu olduğunu anlatmaya kafi gelecek derecede tesirli iki üç defa tatlı; dört beş defa azar; beş altı şamar; mektepte kulağa tırnak, değnek, baştan inme sırık, ayaklara falaka, ara sıra lokma; zerde, pilav, amin parası, bakla zamanı gezmeler, yağmur duasına çıkış, kandillerde simit, çörek, kuş lokumu, revani, koz helvası, cevizli sucuk, kağıt helvası, fındıklı, fıstıklı tatlı, pestil… Kış geceleri keten helvası, boza, leblebi, mısır buğdayı, mangalda kebap veya suda pişmiş kestane, nar, ayva, elma, armut, habbüleziz, hurma, tandır… Lubiyat nevilerinden: Aşçı iskambili, peçiç, yüzük verip almaca, fışfış kayığı oyunları… Masal, uşak önde muşamba fenerle komşuya gidiş geliş. Ramazan gecelerinde mahya seyri, karagöz… Bayram günlerinde ecel beşiği, dönme dolap, beygir, merkep, araba alemleri… Parasını verdikten sonra bekçinin davuluna biniş… Unkapanı davul, zurna alayı… Yazları bahçede salıncak, kolan, uçurtma, kuş tutma, kuzu gezdiriş, bütün mahalle erkânının toplanmasıyla “birdirbir”, “uzun eşek”, “pişti”, “esir almaca”, “saklambaç”, “çatal matal kaç çatal”, “bilemedin kaldır vur”, “ kaydırak”… Karlı havalarda kartopu, kızak, turna katarı… Kömür gözlü kardan at, arslan heykelleri… Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i İstanbul’a Hasret Necip Fazıl Kısakürek İstanbul, gözümde öyle tütmeye başladı ki… Ayakları bağlı bir horozun gözünde çöplük, rıhtım üzerinde göğsünün şişiren bir balığın rüyasında deniz suyu, ısıtmalı bir kafes arslanının çilesinde orman, bu kadar zacibeli hatlarla tütemez. Onu düşünüyorum, onu! O kimdir? Annem, karım, evim, yatağım, yazı masam, başucumdaki kitap, bellibaşlı pencerelerimin sabit manzarası, ihtiyar ve öksürüklü “Şirketi Hayriye” vapuru, mürekkep kokan matbaa, arkadaşım, talebem, kaldırımlar, gök, deniz, şu, bu… O, bir kişidir; İstanbul… İstanbul… Bir köşesinde, sonradan görme, cıvık ve yılışık, bir köylü mendili gibi cicili biçili apartmanları; bir başka köşesinde de asil ve mustarip konakları ve yalıları; ve bütün bunlara, sanki dilenciler ordusuna kumanda eden muhteşem taçdarlar halindeki misilsiz mabetleriyle İstanbul… Asfalttan, Arnavut kaldırımına ve çamur seline kadar her cinsten sokakları; günde bin kere yüz değiştiren ve en güzelle en çirkin arasında mekik dokuyan fevkalade hassas ve değişik iklimi; en aziz sevgiliden en hor düşmana kadar bütün duygu kutuplarını bir arada barındıran namütenahi girif muhitiyle İstanbul… Bu tezat ve zenginlik dünyası, herşeye, herşeye rağmen tek ve yekpâre bir vâhit halinde benim bütün mekan ölçümü, bütün âlemimi, bütün ruhumu billurlaştırıyor. Onun sefaletinde, aşağılığında, zavallılığında bile hiçbir yerin devşiremeyeceği, sırrı yalnız bana belli bir mana görüyorum. Yemiş kaldırımlarının vıcık vıcık çamurunda bile Paris’in tahta kaldırımlarında bulamadığım mâna ve şahsiyeti okuyorum. İstanbul’a hasreti bu kadar derin mikyasta yalnız iki yerde duydum. Biribirinin tam zıddı iki yerde… Biri Paris’de tahsilimi yaparken, öbürü Erzurum’da… Ve anladım ki İstanbul, medeni imkânlar ve vasıtalar bakımından, ister ‘hep’in, ister ‘hiç’in zaviyesinden, benim için biricik hayat merkezidir. (10 Nisan 1943) Nisan / 2011 ÇAMLICA’DAKİ ÇINAR Çamlıca’nın en yüksek yerinde bir perinin, Işıktan heykelini nakşettim ufuklara… O yeşil Çamlıca ki, kat kat eteklerinin, Birini boğaz öper, ötekini Marmara. Bir ceylandın o sonsuz güzellikle vurulmuş, Benliğin his kesildi bir gölgeye geldin ki… Ağaçlar öyle dalgın , sular öyle durulmuş, Gök öyle mavi ve sen o kadar güzeldin ki! Diyordum: “Gözlerime yaş değil, perde inse, Bu güzel yüz gözümden kaybolamaz bir ara. Senin aksin silinmez bütün eşya silinse…” Derken gözüm ilişti yaslandığım çınara. Bu çınar yaralıydı belki binbir yerinden: Kimi çizmiş bıçakla ona kendi adını, Kimi bir okla delmiş iki kalbi derinden, Kimi yazmış adıyla, yan yana bir kadını. Bu adların içinde ben, eski bende vardım, Unuttum, kimdi yalnız, o zamanki nergisim? Ben ki onbeş yıl önce, ona candan tapardım, Şimdi baktım, bana bir sır olmuş o isim. Anladım, aşkın izi suda çizgiyle birmiş, Onları duymamışım şu kök kadar derinden : Anladım , hatıraya daha çok yer verirmiş Çınarların gövdesi aşık yüreklerinden! Faruk Nafiz Çamlıbel 37 E s ki İs tan b u l Eski İstanbul Hatıraları Sadri Sema Çocukluk! Ah, çocukluk! Nerdesin? Çocukluk günleri nerdesin? O günlerde çevre böyle acılarla kaplı değildi. Şendim, şâd idim. Daldan dala, çiçekten çiçeğe uçan kelebeklere benzerdim. Narin ve masum vücudum şu kirli hayatın kirli boğuşmaları, çamurlu kavgaları arasında böyle yıpranmamıştı. Âdem oğullarının manasız, mantıksız, temelsiz ihtirasları içinde sersemleşmemiştim. Her manzaradan gönlüme temiz bir şevk ışığı, berrak bir neşe ateşi düşerdi. Her sesten, her telden ruhuma duyulmaz safa taninleri dökülürdü. Sevinç ve saffet içinde bir çocukluk hatayı geçiriyor, çocukluk cenneti içinde yaşıyordum. Böyle kimsesiz nasipsiz, tesellisiz değildim. Yokluk ve yoksullukla gözlerim kararmamıştı. Feleğin cevriyle kör olmamıştım. Ümidim, hayatım, hayalim kırılmamıştı. Çehremde melâl gölgesi, dudaklarımda elem solgunluğu yoktu. Ah, o günler! O günler ki parlak bir alevdim. Şu talihsiz ömrün ateşleri sönmemişti ve zavallı kalbim yangın harabesine dönmemişti… Sabahları doğan güneşe gözlerimi açar, yeşil kadife kırlara, yeşil canfes bahçelere koşardım. Minimini komşularımla, kız erkek birbirinden şen, birbirinden güzel küçük dostlarımla ele ele, bel bele sarılır, çiçekler arasında, çayırlar ortasında oynardım. Ve eminim ki o masum oyunlar, o çocuk eğlenceler güneşi de çiçeği de, çayırı da sarhoş ederdi. Çocukluk, nedir? Mavi ve yeşil bir denizin canfes kanatlarında pembe bir dalga; pembe bir köpük, pembe bir şiir! Yeşil ipek yapraklarla süslü zümrüt bir ağaçlığın altın dallarında pembe bir kanat, pembe bir gül, pembe bir bülbül!... Bayram Davul sesleriyle uyanırız. Çoluk çocuk taşkın bir heyecanla kapılardan fırlar, sokaklara dökülür. Mahalle bekçisi gocuğu sırtında, yemenisi başında, gümüş zincirli saati koynunda, davulu boynunda kapı kapı dolaşmaya başlar! - Dan , dan da, dan dan! Bu ses, bu sesler şarkının zemzemesidir. Çocukların teranesidir, çocuklarla beraber büyüklerin de ruhlarını heyecana verir. Bayram sabahı, mahalle bekçisi davulunu gümbürdeterek mahalleyi ayaklandırır. Yanında bir iki delikanlı da vardır. Bunlardan birinin elinde bir sırık bulunur. Bu sırığın ucunda ufkî bir değnek, bir tahta ge38 çirilmiştir. Üzerinde renk renk basmalar, mendiller, kumaşlar, kuşaklar… her evin önünde bekler ve her kapıdan ona çeşit çeşit mendiller, kumaşlar, paketlerle şekerler, şekerlemeler verirler. Ayrıca çevreler içinde bahşişler uzatılır. Kumaş, mendil gibi şeyler sırıklara bağlanır. Bunlar kudretlerine göre halkın mahalle bekçisine hediyeleridir. Savurur tokmağı, çalar davulu: - Dan, dan da, dan dan! Bütün çocuklar yeni urbalarıyla onun etrafını sararlar; onu şen, şakrak, kahkahalarla takip ederler. Bu, memleketin çocukları ve hele çocukluğun gürültülü bir saadetidir. Yine çocuklar hısımlarını, akrabalarını, komşularını gezerler, el öperler. Bu yavrulara ufak keseler içinde çil çil kuruşlar, çeyrekler verilir; ipek, keten mendiller hediye edilir. Kız çocukların mendilleri ipekli, danteli, oyalı olurdu. Büyükler de daha büyüklere giderler, bayramlaşırlar. Dairelerde bayramlaşma bir itiyat, bir gelenek hâlini almıştı. Bayram ertesi kalemler açıldı mı, bütün memurlar birbirleriyle müsafaha ederler, âmirlerine tebrikler, tazimler sunarlardı. Bunlar samimî sevgi ve saygı nişaneleriydi. Tulumbacıları da o devrin sakaları ve çöpçüleri kovalardı. Bekçi babanın davulu, tulumbacıların zurnası sustu mu, yavrular bayram yerlerine, İstanbul’un Kadırga, Cinci gibi meydanlarına, Üsküdar’ın Bülbüldere, Harmanlık gibi yerlerine ve her semtin müsait bir meydanına koşarlar, akşamlara kadar gezerler, gülerler, eğlenirlerdi… Salıncaklara, dönme dolaplara, atlı karıncalara, çekçek arabalarına, atlara, eşeklere binerler; meydan hokkabazlarını, kuklaları seyrederler; Karadenizlilerin, Diyarbakırlıların, Aydınlıların oyunları karşısında eğlenirlerdi. Oyuncak tabancalar patlatırlar, fişekler atarlar, düdükler öttürürlerdi. Bunlar, onların bayram eğlencesidir ve çocukluğun gürültülü bir saadetidir. Sevinçli bir velvele içinde kendilerinden geçerlerdi. Eğlenceyi, zevki doya doya içerlerdi… Evet bayram çocukların lekesiz ve dikensiz eğlencelerine sahne idi. Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i İstanbul Geceleri Samiha Ayverdi Geceler… dedim; İstanbul geceleri… Gündüzleri de söylesem, hatta buna, gecelerin ve gündüzlerin teknesinde yoğrulup şekillenmiş içimizin sesinden ve nefesinden de bir tutam katsam günah mı olur? Amma Asya ile Avrupa’nın ortasında boşluğa kurulmuş muazzam bir örümcek ağı gibi, her telini bir kıtaya iliştirmiş olan bu şehrin manevi fezasında dolaşmak, onun kıldan ince tellerini koparmadan, örselemeden bir taraſtan öbür tarafa geçmek mahareti nerede? Sanır mısınız ki İstanbul, meyvelerinin altına çarşaf tutulup silkelenen bir ağaç gibi, asırlar boyunca, dallarında, budaklarında oldurduğu ne varsa, çelimsiz bir insan gücü, mütevazi bir teşebbüs, münferit bir hamle ile döküp bitirecektir? Onu gövdesinden tutup sarsacak ve haşmetli mazisini, lezzetleri, zevkleri, hüsranları, hataları, meziyetleri, mürüvvetleri, hülyaları, ümitleri, hülasa bütün çeşni ve hasiyet ile eteğine indirecek kuvvetli bâzû nerede? Nerede bu şehri fedaice benimsemiş, nerede onun hakim hüviyetini can gibi gizlemiş, nerede onun irfanına, tabiatla tarihin iş birliğinden örülmüş mazisine hasretle yanmış serdengeçti nerede? Nerede o adam ki, bir yürek dağının tek solukta söylettiği kasideler misali, onun beyanında tükenircesine feryat etsin; içinden, ta içinden vurulmuşların ateşi le coşup, bir sevdalının bağrı gibi yansın ve tütsün… İstanbul ağacı, gölgesinden gelip geçenlerden, boylarının yettiği miktar kendisine uzananlara, meyvelerini esirgememiş, hatta tırmanıp uzanmayı külfet sayıp da dallarına budaklarına taşlar atıp sopalar vuran küstahları bile nasipsiz bırakmamıştır. Fakat bir dolaşık saç kadar birbiri içine kenetlenmiş tepelerini ne kimse merak etmiş, ne kimse yetişmiş, ne de yoluna varıp sırlarını fethedebilmiştir. Böylece de İstanbul, hırpalanmış güzelliği, hakarete uğramış şahsiyeti, kırılan gururu, hiçe sayılan irfanı ortasında, kocasını evlendirmek için görücü gezen bir kadının hazin kahramanlığı ile sabırlı, hazımlı, iffetli, temkin ve feragatinden bulduğu bir tok gözlülükle hep başı yukarda kalabilmiştir. İstanbul tiryakiliği… Buna insaflı olup da İstanbul hastalığı da desek olur. İptilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıztırap verir. Fakat bu öyle bir ıztıraptır ki, bedelini hiçbir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanını afetine yakalanmış samimi bir İstanbul divanesidir… Şayet bu şehir, İstanbul şehri şahıslandırılmak istense, ona ne dememiz, ne sıfat ne mevki ne rütbe ne unvan ve ne isim vermemiz lazım gelir? Kimdir o? Âbıhayat içmiş güzelliği, dilber ve sihirli kameti, tamah ve haset uyandıran endamı ile çağlar kapayıp, çağlar açan bu kahraman kimdir? Tarih, mazi ve tabiat, hiçbir cömert madenin veremeyeceği mücevherlerden şaşaalı ziynetini bu güzelin başına, göğsüne, eline, koluna taka taka ilerlerken, o, ikbale doymuş, varlığa kanıksamış, görgünün, asaletin tokluğu ve zaferi içinde, dudaklarında yama olup kalmış tebessümünü, kendisini görenlere olduğu kadar görmeyenlere de esirgemeden geçip gider. ... Eğer hala İstanbul’un köşe bucak pazarlarında, çarşılarında, bedestenlerinde, bir zamanın o muhteşem medeniyetinden izler, eserler olduğu gibi, gene o devirlerin deruni güzelliklerine de şurada burada rast gelmek mümkünse, bu, köhne bir ihtiyarın gençliğinden artakalan tek güzellik çizgisi, yanmış bir kaşanenin ateşe gelmemiş bir köşeciği, harap olmuş bir abidenin ayakta kalmış tek sütunu gibi, zavallı bakiyelerdir. Nisan / 2011 39 E s ki İs tan b u l Paris’ten Kudüs’e Yolculuk Chateaubriand İstanbul şehri ve bilhassa Asya kıyıları, kalın bir siz tabakasıyla örtülmüş, bu sis bulutunun arasından fark edilen servi ağaçları ve minareler çıplak dallı bir orman manzarası arz ediliyordu. Biz Sarayburnu’na yaklaşırken, şimal rüzgârı çıktı, bu tabloyu örten sis tabakasını silip götürdü. Birden bire kendimizi, Halife’nin oturduğu sarayın önünde bulduk. Sihirli değneğiyle sanki bir peri dokunmuştu. Önümüzde Karadeniz kanalı, iki kıyısındaki iç açan yükseklikleriyle, mağrur bir nehir gibi, yılankavi akıp gidiyordu. Sağ taraſta Üsküdar, Asya toprakları, solda ise Avrupa kıtası vardı bu kanal git gide genişliyor, derinleşiyor ve etrafında küçük kayıkların dört döndüğü demir atmış harp gemilerinin durduğu, bir koy haline geliyordu. Bu koyun aralarına sıkıştığı iki tepe, amfiteatr tarzında, İstanbul ve Galata’yı teşkil etmekteydi. Kat kat görünen Galata, İstanbul ve Üsküdar, serviler, minareler, birbirine girmiş gemi direkleri, yemyeşil ağaçlar, beyazlı, kırmızılı evler… Bütün bunların dibine yayılan masmavi deniz ve üzerine gökyakut rengindeki gök. İşte ben bunlara hayran oldum. Dünya yüzünde İstanbul kadar güzel manzaralı başka bir şehir bulunmadığını söyleyenler, cidden haklıymışlar. Galata’ya yanaşır yanaşmaz, rıhtımdaki canlılık hemen fark ediliyor. Ahali, hamalla, esnaf ve denizciler… Yüzlerinden, renklerinden, lisanlarından, kıyafetlerinden, başlıklarından, sarıklarından, Avrupa ve Asya’nın her köşesinden, iki kıtanın hututlarında yaşamağa gelmiş yabancılar olduğu, besbelliydi. Hemen hemen hiç kadına rastlanmaması, tekerlekli arabaların mevcut olmaması, başıboş köpek sürüleri, bu acayip şehirde, gözüme çarpan ayrı üç karakteristik vasıf oldu. Ahali pabuç giyiyor, binek ve yük arabası yok, çan sesi duyulmuyor, hatta çekiç darbesi bile. O yüzden ortalıkta daimî bir sükûnet hâkim. Halk sessiz sedasız, sanki görünmek istemezmiş gibi yürüyor. Efendisinden saklanmak isteyen bir hali var. Çarşının birinden çıkıp bir başka mezarlığa giriyorsunuz. Türklerin alış veriş edip ölmekten başka yapacak işleri yok sanki. Etrafları duvarlarla çevrili, sokak ortasında bulunan mezarlıklar, harikulâde birer servi korusu. Güvercinler, servilerin dallarında yuvalarını yaparak, ölülerin huzurunu paylaşıyorlar. Orada buradan çok eskiden kalma kabirlere rastlanıyor. Bunların bugünün insanlarıyla, ne de güzel tarz mezarlarla alâkası var. Bu şark şehrine sanki mucize kabilinden getirilmişler gibi. (Eylül, 1806) 40 PIERRE LOTİ / İSTANBUL Ah İstanbul! Beni büyüleyen isimlerden en çok büyüleyeni yine sensin. Önümde bu isim tekrarlanınca, hemen gözümün önüne bir hayal gelir. Çok yüksek, havalarda ve belirsiz bir şekilde uzaklarda, muazzam, başka bir yerlerle kıyaslanması imkânsız bir şehir silueti görürüm. Deniz ayaklarının altındadır. Binlerce gemilerin, sandalların, durmadan gelip geçtiği Babil Kulesi gibi, Doğunun bütün dillerinin duyulduğu bir deniz. Kapkara gemilerin ve yaldızlı kayıkların, renk renk kılıktaki insanların üzerinden ufkî ve upuzun bir bulut dumanlar dalgalanır. Orada bulunanlar mallarını överler, pazarlığını yaparlar. Durmadan tüten dumanlar da, bütün bunların üstüne örtüsünü sever. İşte bu buhar ve maden kömürü tozları üstünde, o heybetli şehir sanki asılıymış gibi durur. Masmavi gökyüzünde, tepeleri mızrak kadar sivri minareler yükselmekte, kubbeler, yuvarlak, kirli, beyaz, taştan kampana piramitleri gibi üst üste yığılmış kubbeler görünmektedir. Bunlar asırların değiştiremediği, sabit camilerdir. Yıllar geçtikçe belki daha da beyazlaşmışlar. Bu kutsal camiler, batı’dan gelen vapurların havayı bozmadığı zamanlar, sırf yelkenlilerin gelip de gölgelerine sığındığı vakitlerden beri ve asırlar boyunca, İstanbul’u dev kubbeleriyle hep böyle taçlandırmışlar ve dünyanın hiçbir yanında rastlanmayan büyüklükteki bu eşsiz silueti… (1900) Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Boğaziçi Lamartine Karadeniz ağzındaki Boğaziçi’ni, bir aşağı bir yukarı indim, çıktım. Bu büyüleyici tabiate ait bazı çizgileri kendim için not etmek istiyorum Gökyüzü ile toprağın, denizle insanın birlikte çalışarak, bu kadar nefis bir peyzaj vücuda getirebileceklerini, hayal bile edemezdim. Ancak gökle denizin şeffaf aynası bu güzelliği tam manasıyla aksettirebilir. Benim de muhayyelem görüyor ve tesbit edebiliyor ama hafızamda ebediyen kalmayacağı için gördüklerimin tafsilatını ancak azar azar tasvir edebileceğim. Yani manzarayı, mevkileri her kürek darbesiyle ilerlememiz nispetinde gördüklerimi yazmaya çalışacağım. Boğaziçi kıyılarının hakkiyle resmini yapabilmek için bir ressamın yıllarca çalışması gerekmektedir. Her bakışta manzara değişiyor ve her değişiklikte başka bir güzellik arzediyor. Bu güzellikleri birkaç kelime ile ben nasıl anlatabilirim ki, Bir balık gibi denizi yaran iki çiſte uzun kayıklardan biriyle, sabahın yedisinde, berrak bir gök ve etrafı ışıklarına boğan güneşin altında yola çıktım. Sandalın içinde kürek çekenlere benim aramda yatan bir tercüman her geçtiğimiz yer hakkında izahat veriyordu. Evvela Tophane kıyılarını seyrettik. Mermer camiin etrafında da çiçek buketi gibi basamak basamak yükselen renk renk evler daha yukarda Beyoğlu mezarlığının servileri… Karanlık orman perdesi, sahilin tepeleri örtüyor. Boğaziçi bazı noktalarda derece derin ki, çiçeklerin o nefis kokusunu içimize doldurmak, birazda kürek çekenleri dinlendirmek için, kıyının çok yakınında geçiyoruz. Büyük gemilerde sahile aynı yakınlıktan seyrediyorlar. Hatta serenleri, ağaçların dallarına, bağ evlerinin kafeslerine, pencerelerdeki panjurlara takılıyor. Yaprakları, evin bir kısmını kopartıp, kaçıyor. Bu evler, ağaç kümeleriyle yahut ta sarmaşık ve yosunlarla kaplı kayalarla bir birinden ayrılmışlar. Kayalar tepelerden inip denizin dalgalarına kadar uzanıyor. Zaman zaman sel veya bir dere yatağı ile ikiye bölünen tepelerin arası derinleşerek, bir koy hasıl oluyor. O zaman bu koyların düzlük kıyılarında çeşmeleri, yaldızlı kubbeleri, zirvesi çınar ağaçlarına karışmış ince, narin minaresiyle bir köy ortaya çıkıyor. Koyun her iki yanında ve sonunda, geniş cepheleriyle amfiteatr tarzında, evler yükselmekte. Tepelerde asılı gibi duran bahçelerdeki iri başlı çam ağacı kümeleriyle, ufka kadar köşkler yayılıyor. Bu köylerin ayak uçlarında bir kumsal yahut da birkaç kadem genişliğinde, granitten bir rıhtım var. Kumsalda firavun incirleri, asmalar, yaseminler dikili. Bunlar denize kadar uzanarak, gölgelerinde kayıkları barındırıyorlar. Denizde her türlü vasıta ve ticaret gemileri, demir atmış vaziyette, bekliyor. Armatör evlerin yahut ta ardiyelerin karşısında demirleyerek, gemiden uzatılan bir iskele vasıtasıyla mallar içeriye taşınıyor. Rıhtımlarda sürüyle çocuklar, sebze ve hurma satıcıları dolaşmakta. Orası hem köyün hem de Boğaziçi’nin çarşısı. Luzern ve interlacken köyleri, Boğaziçi koylarının güzelliği ve görülmeye değer manzaraları hakkında, bir fikir veremez. Yolda giderken bir an hareketsiz kalıp bu nefis panoramayı seyretmeden geçilemiyor. Avrupa sahilinin ön kısımlarında, yani iki üç fersahlık mesafede, bu şehirlere, liman ve köylere, her beş dakikada bir rastlamak mümkündür. Sonraları bu manzara değişiyor ve daha çok kırlara rastlanıyor. Sebebi de tepelerin gittikçe yükselmesi, ormanların sıkılaşması. Şimdi sırf Avrupa kıyılarından bahsediyorum. Dönüşte daha güzel olan Asya kıyılarını tasvir edeceğim. Fakat vasiyeti iyice kavrayabilmek için, Asya kıtasının da ancak birkaç kürek darbesiyle ulaşabilecek kadar yakınımda olduğu unutmamak lazım. Akıntının ortasında gidilmeye mecbur olunduğu zaman ve boğazın darlaştığı, dirsekler yaptığı yerlerde Avrupa kıyısına olduğu kadar, gözler Asya tarafına çevrilince de, aynı hayranlık duyulmaktadır. Ama ben, çok yakınından geçtiğimiz sahilin anlatmaya devam edeceğim. Bu tabi limanlar bittikten sonra Boğazın süratle akan derin bir nehir haline geldiği bir yer var. Çiſte dağlardan dikine inen iki kayalık arasında, yılankavi akan nehir birden bire kesilmiş gibi bir vaziyet alıyor. İnsan ancak ilerledikçe, nehirin açıldığını ve Avrupa kıyısına doğru gidip göl şeklinde derinleşerek genişlediğini fark ediyor. İşte Büyükdere ve Tarabya! Tepeden tırnağa ağaç ve nebat demetleriyle süslü kayalık burunlardan eski yarı harap olmuş hisarlar yükselmekte. Beyaz kuleli, mazgallı, müteharrik köprülü, Ortaçağ stilinde kale burçları görünüyor. (1832) Nisan / 2011 41 E s ki İs tan b u l Çamlıca’dan Bakışlar Çelik Gülersoy Edmondo de Amicis Marmara Denizi’nden bakınca, bir tepenin üstüne yayımlı büyük bir köyden başka bir şey değil. Haliç’ten bakınca, şehir gibi görünüyor. Lakin vapur Anadolu yakasının en ileriye uzanmış burnunu dolaşarak iskeleye doğru dümdüz gidince şehir genişleyip yükseliyor; binalarla örtülmüş tepeler birbiri arkasına gözüküyor; vadilerden mahalleler çıkıyor, köşkler yüksek yerlerde dağılıyor; küçük evlerle baştan sona rengarenk boyanmış sahil göz alabildiğine uzanıyor: nereye gizlenebileceği anlaşılamayan, büyük, tantanalı, tiyatroya benzeyen bir şehir bir tiyatro perdesinin açılışında olduğu gibi hemen gözler önüne seriliyor ve neredeyse kaybolduğunu göreceğinizi düşünürken hayrete düşüp kalıyorsunuz. Sandalcılar, at kiraya verenler ve tercüman kargaşalığı içinde ahşap bir iskeleye iniliyor. Sarmaşık ve asma dallarıyla örtülmüş, aşı boyalı, sarı boyalı küçük evlerin, içlerinden yeşillik fışkıran bahçe duvarlarının arasından, yüksek çardakların altından hemen hemen geçmeye mani olan büyük çınarların gölgesinden yılankavi bir şekilde tatlı bir meyille yükselen anayoldan yürünüyor. Paul de Regla 1887 yılının ekim ayındayız. Alafranga saatle, saat öğleden sonra beş. Hava, bu güzel memleketin sonbaharına layık bir güzellik ve berraklıkta. Gökyüzü, Doğu Gökü, eski şöhretini yalanlamayacak parlaklıkta. Taa orada, batıda parlayan güneşin kırmızı yuvarlaklığı, Ayasofya kubbe ve minareleri üstünden alevli yılanlarını, antik Bizans’ın duvarlarını, Yedikule Sarayı’nı, ünlü Balıklı Manastırı’nın yükseldiği ovayı, ünlü modern olarak yayılı Ayastefanos Köyü’nü yalayan denize dökmektedir. Acelesiz, myavaş yavaş, alaturka bir eda ile çıkalım buradan geçmiş olanların açtığı, kavruk, lavanta ve sakız ağacı tutamları arasındaki patika yolundan yürüyelim. Gördüğünüz gibi bitkiler bol değil iki üç çiçek, Girit 42 kekiğinden bir kaç örnek. Orada burada kendi halinde bir kocayemiş ve yağmurlardan sonra gelişe- rünür. Her evin, her yapının alevlenmiş gibi yanan pencereleri anlatılmaz bir ışık içinde tutuşur. cek bir kaç biberiye tırmanmakta olduğumuz dağın tabanı olan bu kısmında da soysuz bir iki safran dalı görünür. Bitki olarak, hepsi bu kadardır. Bu görüntü, en geniş hayalin bile düşünemeyeceği, tasavvur edemeyeceği, titreşimli akisleri, doğaüsts ışıkları her yana yayılan sınırsız bir yangın görüntüsüdür. Ve bu görüntü, hiç bir insan paletinin canlandıramayacağı göz kamaştırıcı bir tablodur. İşte, dağın zirvesine geldik. İşte, çok uzaktan bile görülebilen üç deniz çamının ortasından yükselen dağ tepesine gelmiş bulunuyoruz... Güneş, Ayestefanos ovası arkasında kaybolmadan, antik grekoromen şehrini koruyan kahramanların birer birer ölümünü görmüş olan duvarlara son ışıklarını döker ve Asya kıyısının sayısız evlerini akşamın kızıl ışıklarına boğar. O zaman İstanbul ve kenar semtleri, güneş batışının şairane tatlılığı, silikliği içinde erimeye başlarken, Çamlıca Tepesi’nden görülen manzara gerçekten bir rüyaya ve bir efsanevi güzelliğe büNisan / 2011 Onu görmek, yeniden görmek gerekir. Ve gördükten sonra akılda kalır, bir rüya, bin bir gece masallarını bin fersah aşan bir rüya gibi. Bu, bir renk rüyası, bir gerçeklilik haşmetidir ki, tüm düşüncelereniz soğuk, donuk kalırlar. Bu eşsiz noktadan seyredilen güzel bir sonbahar günü akşamı, kuşkusuz, hiç bir eleştiriye konu olamayacak haşmette, insanın artık göremeyeceği incelemeyeceği bir olay, bir fenomendir. İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Gerard de Nerval MEDDAHLAR İstanbul’da Ramazan gecelerini ve gecelerin en cazip eğlencelerini naklederken, şehrin başlıca kahvelerinde, usta meddahlar tarafından anlatılan harikulade güzel hikaye ve masalları atlayıp geçersek, çok eksik bir iş yapmış oluruz ve tam bir fikir veremeyiz. Bu efsanelerden birini tercüme etmek suretiyle, hem yüksek seviyede bir kültüre dayanan, hem de gazete tefrikaları gibi mümkün olduğu kadar çok uzatılır. Bunda hem kahvecinin, hem de hikayeyi anlatanın menfaati vardır. Charles Perry İstanbul’un, haklı olarak iſtihar ettiği çeşitli tabiat ve sanat üstünlükleri arasında, limanın güzelliği ve elverişliliği hiç bir surette küçümsenemez. Burası 12 mil çapında güzel bir iç denizdir zirveye doğru kademeli olarak birbirini izleyen binalarla kaplı güzel tepe kümeleri, buraya harikulade bir amfi mın büyülü güzelliği, Bulgurlu dağına çıkınca daha da arttı. Dağın zirvesi tamamen çimen çiçeklerle kaplıydı, bunların yanı sıra sedir ve çınar ağaçları da vardı. Tepeden görünüş, tarif edilemez bir güzellikteydi; Bir yandan tüm İstanbul şehri, Üsküdar, Marmara Denizi ve uzak Asya dağları, diğer yanda, Boğaz’dan ileriye, Tarabya ve Kavaklar’a doğru harika kıyılar. Tepede bir müddet dinlendikten sonra, alelade bir yapı olan, Sultan Mahmut’un öldüğü ve o zamandan beri korunup tamir edilemeyen, yıkılmaya yüz tutmuş konağın yakınından geçen bir yolla aşşağıya inmeye başladık. Sonunda, milyonlarca mezarı örten, selvi ağaçlarından oluşan dev bir ormana geldik. Charles D. Warner İstanbul sırtlarında, altın ışınların teması ile kısmen seçilebilen bir düzine minare; her iki yakada üstüste kümelenmiş camlarda alev parıltıları, durgun nehir ve sürat kayıkları, altın ile kaplanmış, arkamızda alt tarafları sisle örtülmüş kubbeler, ve yukarı doğru sivrilen müezzin minareleri hepsi, güneş batışının altından cennetinde, muhteşem malikaneler gibi beliriyordu gökyüzünde. Küçük kayıkların, pembemsi su üzerinde, zevk peşinde uçuşları sonsuz dinginlik sunarken, cennetin büyüsü yeryüzüne düşmüş gözüküyordu. Dünya, bizim için, çekiciliğini kaybetti, Boğaz’daki gezintimizden beri. halka indirilmiş bir edebiyat hakkında bilgi vermiş olacağız. Bu edebiyat, İslam açısından alınan dini efsaneleri, an’aneleri ve manevi değerleri ihtiva ediyor. Yanlarında kaldığım ve himayelerine girdiğim Acemlere göre ben bir bilgin, bir araştırmacı idim. Beni Beyazıt Camiinin arkasında bulunan kahvehanelerede götürüyorlardı. Eskiden bu kahvehanelerde afyonkeşler toplanırmış, bugün afyon içmek yasaklanmış bulunuyor. Fakat Türkiye’ye gelen yabancı tüccarlar, bazı alışkanlıklarla şehrin gürültülü merkezinden uzak bulunan bu sessiz mahallelere geliyor, kahvehanelerde oturuyorlar. Kahvehaneye girip oturuyorsunuz. Size bir çubuk ya da nargile getiriyorlar, bunları içerken sonu gelmeyen hikayeyi dinliyorsunuz. Bu hikayeler, bizim teatr görüntüsü vermektedir Fakat şehrin kendisi tüm çevresi ile beraber sunan asıl panaroma, Üsküdar’ın arkasında yükselen dağdan görülür ve bunun anlatılmayacak kadar ilginç ve tarifsiz olan güzelliğin boyutuna hiç bir şey ulaşmaz. Batı dünyasının bir başkentinde, aynı muazzam görüntüyü elde etmek isteyen ancak bir balonla yukarı yükselmek zorundadır. Oysa, olağanüstü özelliklerinden hiç birinin genel bir bakışta gözlerden uzak kalmaması, İstanbul’u rakibsiz olarak, Kentlerin Kraliçesi yapar. Bu dağın tepesinde, önümüzde uzanan tabloya doyabilmek için, bir saaten fazla bir süre kaldık Burası bize, günahsız, el değmemiş, eşsiz bir tabiatın, harikulade bir ziyafeti idi burada geçen süre bizi epeyce tatmin etmesine rağmen, yine de doyamadan ayrıldık. E. Grosvenor Zevkle hatırladığım şeylerden biri de, sınırsız gibi görünen vadilerde ve tepelerde yürüyüşler ve bu kadar el değmemiş doğallık içinde yer yer uzanan ekili alanların, bağların parlak yeşilliğiydi. OrtaNisan / 2011 43 E s ki İs tan b u l Seyyahların Aynasında İstanbul Ümit Meriç Sir Adolphus Slade Baharın güzelliğini tarif etmek için İstanbul’u görmüş ve onun bağrında uyanışı yaşamış olmak gerekir. Bahar, İstanbul’a Allah’ın verdiği bir armağandır, bundan daha nadide bir ihsan olabileceğini sanmıyorum. Karar verdiğim üzere, Beyoğlu’ndan kalkıp Haliç’e indim. Yollar çepeçevre ağaçlarla bezenmiş; ahşap evler ve konaklar, salkım söğütlerin, akasyaların kucakladığı birer sevgiliye benzemişlerdi. Haliç’te sahile vardığım zaman kendimi bir kuş kadar hafif hissediyordum. Berrak, koyu yeşil sularda oynaşan kayıklar, gözlerimi bir renk zenginliğiyle dolduruyordu. Kayıklar, İstanbul’a bir başka güzellik katan ya da bir başka deyimle İstanbul’un özelliklerinden olan birer sanat eseridir. Kayıkçı kalfalar, inşa ettikleri teknelerin narinliği ve suda akışıyla ün yapmışlardır. Kayıklar, Türk oymacılık sanatının bir yüzünü yansıtır. Bordaları, küpeşteleri, yelkenleri bile pek ince süslerle bezenmiştir. Türklerin ‘nakkaş’ dedikleri boyacılar, sonradan bu hatları altın yaldızlar ve çeşitli boyalarla işlerler. Nihayet bir sandala ayak basıp tahtaları üzerine serilmiş bir mindere kuruldum. Son derece oynak olan kayığa binip inerken uyulacak nokta, dengeyi bozmamaktır. Bu sıkışık yerden nasıl çıkacağız derken kayıkçının bir iki kürek oynatmasıyla sıyrılışımız, su ile muaşaka kuran bu denizcilere özgü bir ustalıktan ileri gelmektedir. Altın Boynuz’un (Haliç) gönüllere huzur veren havasını derin derin soluyarak, küreklerin muttasıl berrak sulara dalış çıkışını seyrederek Galata’ya oradan Tophane’ye doğru yol aldık. Benim tam bir Türk beyi olabilmem için şu anda galiba sadece uzun tömbeki çubuğum eksik. Boğaz’ın kendisine has bir denizcilik düzeni vardır. Marmara’dan gelip Karadeniz’e çıkacak olan yelkenli tekneler, elverişli rüzgarları beklerler ve akıntının hafiflediği ya da kıvrımlar yaptığı koylara dümen kırarlar. Boğaziçi’nde gemisini yürüten kaptan, yetişmiş kılavuz gibidir. 44 Tanrı yedi tepeye kondurduğu güzelliği Türklere ihsan etmiş fakat denizlerde halk ettiği balıkların en lezzetlileri de kendilerine sunmuştur. Çubuklu’da, Kanlıca koyunda, Tarabya ya da Büyükdere sahillerinde ağ atan, dalyan bekleyen, peş peşe dizilip dini ayin yaparcasına bir nağme mırıldanıp ağ çeken posbıyıklı balıkçıların seyrine doyamadım. Gemilerle yarış eden yunus balıkları, Türk sularında bağımsızlığa sahiptirler. Türkler için yunus balığı kutsal bir hayvandır. Aslında şakacı olduğuna inandığım yunus balığının gemilerle yarışa kalkışması, seyrine doyulmaz bir oyundur. (1838) Anna Grosser Rilke Köprüdeki karmaşadan ve renkli dünyadan sonra Eminönü’nde her birinin altında birer küçük dükkan olan ahşap evleriyle daracık sokaklardan geçiyorsunuz. İnsanlar işlerini dükkanın dışında sokakta yapıyor, aynı zamanında yemek de pişiriyor. Acıkmışım, tam da bir kebapçı dükkanının önündeyim, hemen girişinde odun ateşi üzerinde bir şişe geçirilmiş kuzu eti dönüyor. Kokusu insanı cezbediyor, ben de Türk aşçıya elimle işaret edip, o şeyden yemek istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Sakin ve terbiyeli, temiz bir masada bir iskemle göstererek, ‘Buyurun hanımefendim!’ diyor. Sonra içeriye gidip ellerini yıkıyor, bir tabakla keskin bir bıçak alarak hala şişte dönmekte olan etten küçük parçalar kesiyor. Yanına da küçük bir ekmek koyuyor. Hiç bu kadar lezzetli bir kuzu eti yememişNisan / 2011 tim. Çatal bıçak yok. Et parçalarını ekmekle birlikte ağzınıza atabiliyorsunuz. Geniş gövdeli bir çınar ağacının altında bir kahvecinin mekan edindiği küçük bir meydana geldim. Meydana, küçük taburelerle minik masalar konmuştu. Şarktaki bütün kahveler gibi geleni çoktu, ama hep erkekti. Çünkü çınarın altındaki bahçeli meydan aynı zamanda bir berber dükkanıydı da. Bir tabureye iliştim, şekerli bir kahve ısmarladım. Sigaramı yaktım, bayağı keyiflenmiştim. Bana merakla bakıyorlardı, ama rahatsız edici bir durum yoktu. O kadar çok görecek, gözlemleyecek şey vardı ki, bu küçük kahveden bir türlü ayrılmak istemiyordum. Ne yazık ki Türklerle konuşamıyordum, bana bir yığın soru soruyorlardı ama yanıt veremiyordum. Artık son hedefim olan çarşıya gitme zamanım gelmişti. Yol beni mis kokularının yayıldığı Mısır Çarşısı’na götürdü. Daha içeri girer girmez insanı mistik bir hava sarmalıyordu, içerinin etkileyici, pitoresk bir aydınlatması vardı. Işık, tavandaki pençelerden geliyordu, dışardaki feci sıcağa karşın burası serindi. Türkler dükkanlarının önünde bilgece, vakur, sakin yere çömelmiş oturuyorlardı, ne bir bağırtı, gürültü ne telaş vardı. Bu kutsal mekanda olmaktan sonsuz hoşnuttum, gerçek Şark burasıydı. Hemen hepsi Türk olan satıcılardan yaşlı olanların başlarındaki fesleri, beyaz yumuşak bir bezle sarmalanmıştı. Ne güzel insanlar görmüştüm orada, uzun ak sakallarıyla nasıl da saygı uyandırıyorlardı. Dünyanın bütün baharatları burada satılıyordu, en kıymetlisiyse gül suyuydu. Yeniden dışarıya gün ışığına çıktım, bu yakanın en büyük alışveriş merkezindeydim. Yan yana dükkanlar dünyanın en harika halılarıyla tıka basa doluydu. Çarşıdan dışarıya uzanan yolun çevresini her türden küçük satıcılar sarmıştı. Sucular, kafasında dengelemeye çalıştığı büyücek tablasında leziz tatlılarla dolanan şekerci, bir çeşit puding satan muhallebici, yoğurtçu, mevsimine göre kavun çeşitleri, taze incir, üzüm, çilek satan satıcıları gördükçe dayanamıyordunuz, hepsinden tadıyordunuz. (1888) İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Köşe Bucak İstanbul Osman Cemal Kaygılı Üsküdar’a Giderken Aldı Da Bir Yağmur! Bab-ı Âli “Hey Üsküdar Üsküdar, geçtim sokakları dar” diye bir türkü çıkmıştı ki Üsküdar’ın o zamanki birçok sokakları hakikaten oldukça dar, çapraşık yerlerdi. Fakat şimdi bu sokakların çoğu değişmiş, geniş geniş tramvay caddeleri açılmış. Toygartepesi ile o cihete tesadüf eden bazı sokaklar istisna edilmek üzere Üsküdar artık oldukça yüzüne bakılabilecek bir hale gelmiştir. Eskiden bizim çocukluğumuzda şöyle bir türkü daha vardı: “Üsküdar’a giderken aldı da bir yağmur.” Ankara Caddesi’nden yukarı tırmanırken, solumuzda dar bir sokak içinde eski bir yapının kalıntısı görünüyor. İstanbul gibi eski şehirlerin ilginç bir özelliğinin kanıtı bu yapı. Tarih ve koruma bilincinin olmadığı çağlarda, insanlar yeni ihtiyaçlara göre eski yapıları yıkmış, ortadan kaldırmış. Bazen de, büsbütün yıkmayıp üstüne başka bir şey yapmış. Eskiden burada bir bina vardı ve ikinci katındaki bir meyhaneden ötürü ben de oraya zaman zaman giderdim. Ama binanın içinde başka bir Bundan otuz, otuz beş sene evvel İstanbul’da moda olan bu türkünün hakiki medlûlü üç akşam evvel bizim başımıza geldi. O akşam Yeni Gün muharrirlerinden Mekki Sait’le beraber Üsküdar’a giderken öyle bir yağmur aldı ki kendimizi oradaki bir kahveye sırsıklam bir halde dar atabildik! Üsküdar’ın kışın tama edilecek hiçbir tarafı, hiçbir şeyi yoktur; lakin burası, yazın pek hoştur. Ne tarafına gitseniz güzel bir manzara, latif bir hava, tatlı bir eğlence ile karşılaşırsınız. İstanbul’un ne ferah artıran Çamlıca’sını bir tarafa bırakalım, fakat Üsküdar’ın Çamlıca’dan başka ne yerleri var ki bunların güzellikleri saymakla kolay kolay bitmez. Sahildeki Şemsipaşa arsası, Doğancılar Parkı, Sakızağacı, Bağlarbaşı, Salacak koyu, buralar hep yaz günlerinin hatırı sayılır bir güzellik meşheridir. Eskiden en ziyade tımarhane, miskinhane ve Karaca Ahmet mezarlıklarıyla meşhur olan bu yerin bugün umumi parkları, hususi bahçeleri İstanbul ve Beyoğlu’nun park ve bahçelerinde hiç de aşağı kalmaz. Mesela çarşı içindeki İnşirah bahçesinin yaz geceleri o rengarenk kandillerle süslenmiş hal ve manzarası Beyoğlu’nun çok yerlerinde bile görülemez. … bina bulunduğunu hiç bilmezdim. Bu yakınlarda o köhne binalar yıkıldı, içinden eski bir hamam (Hoca Paşa Hamamı) çıktı. Bugünlerde restorasyonu tamamlanmak üzere. daki küçük matbaa içinde hala görülebilen, muhtemelen Cenevizlerden kalan duvar parçaları. Hala görülebilen diyorum, ama cadde üstündeki dükkanında oturan mal sahibi buraları göstermeye hiç istekli değil. Karşımızda Bab-ı Âli var şimdi. Bu kanadının girişinde, gene zevksiz bir 19. Yüzyıl yapısı olan Nallı Mescidi. Şimdi İstanbul valiliği olan Bab-ı Âli eskiden Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetildiği merkezdi. Onun tarihi, bazı bakımlardan, imparatorluğun modernleşme sürecini yansıtır. Başından beri padişah her türlü yönetim yetkisinin mutlak sahibiydi ve ona yardımcı olmakla yükümlü Divan, yani o zamanın hükümeti, sarayda, Kubbealtı’nda toplanırdı. Zamanla padişahlar fiili yönetimden koparak saray hayatına daldılar ve bu da, başbakan sayılabilecek sadrazamın teoride değilse de pratikte daha fazla yetki kullanmasına yol açtı. Bu dönemlerde özel ve kamusal ayrımı pek belirgin değildi. Postane binası eski Posta Nezareti olarak yapılmıştı. Daha önce Harbiye Nezareti hükümetin ortak binasından taşmış ve taşınmış, bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasına yerleşmişti. Onun yanındaki Ali Paşa Konağı da Erkan-ı Harbiye-i Umumiye olmuştu. İmparatorluğun en büyük örgütü olan ordunun Bab-ı Âli’ye sığamaması ve ayrı binaya taşınması anlaşılır bir şeydir. Ama başbakanlığın yanı sıra bütün geri kalan bakanlıkların çalışmaları uzun süre Bab-ı Âli’den yürütülmeye devam etti. Karşı kaldırımdan tırmanmaya devam edince, sağda, kitapçı ve kırtasiyeci dükkanları arasında bir kapıdan bir iç avluya girildiğini görüyoruz. Bu sevimli avluda, bundan otuz yıl kadar önce yanan iki güzel 19. Yüzyıl yapısının iskeletleri duruyor. Daha ilginç olanı, buradaki bazı dükkan ve avluNisan / 2011 45 İstanbul Kitaplığı İstanbul Sokakları 100 Yazardan 100 Sokak / YKY İstanbul, Hatıralar ve Şehir Orhan Pamuk / İletişim Yayınları Beş Şehir Ahmet H. Tanpınar / Dergah Yayınları “Betonlaşmış bir sokağın Anısı Bile Olamaz Bir sokak sizi muhakkak bir yere götürür. Sokağın sonunda ya yakınınız bekliyordur, ya da dostlarınız. Sokakların her mevsim rengi değişir. Onlar yeşerir, çiçekler açar, bir kedi kaçar ansızın önünüzden… Sokakların anıları da vardır, hem de uzun zamandan beri. Yaşar bu anılar, hem sizde hem sokakta. Rengini mevsime, ışığa göre değiştirmeyen sokak artık sokak değildir. Betonlaşmış bir sokağın anısı bile olmaz. Artık kemikleşmiş bir iskelettir, kokusu da yoktur, rengi de. Yani sokak da değildir. “İstanbul’un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine benzeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim, hatta tıpatıp aynım bir başka Orhan’ın yaşadığına çocukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesinde inandım. Annemle çıktığım sandal gezintisi, bir iki kere akıntıya kapılmak, geçen bir geminin dalgalarıyla sallanmak gibi birkaç tehlikeden sonra bitince, sandalcı bizi akıntının kıyıya iyice yaklaştığı Rumelihisarı burnundan önce Aşiyan’a bırakır, annemle Rumelihisarı’na, Boğaz’ın bu en dar noktasına kadar yürür, iki kardeş Rumelihisarı’nın dış avlusuna süs diye yerleştirilmiş, Fatih döneminden kalma toplarla oyalanır, sarhoşların, evsizlerin içinde uyuyakalarak gecelediği bu iri silindirlerin içindeki cam kırıkları, pislikler, teneke parçaları, sigara izmaritlerinden İstanbul’un ve Boğaz’ın büyük tarihi mirasının şimdi orada yaşayanların çoğunluğu için karanlık, esrarlı ve anlaşılmaz bir şey olduğunu sezdik.” “Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır. Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler. “Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak.” Yahut “Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır.” diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı. Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatırını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler…” Rumelihisarı’ndaki bu sevdiğim sokak, bugün artık yoktur, kaybolmuştur. Rengi ve anıları sadece fotoğrafta kaldı. Böyle bitti İstanbul ve sokakları. Artık dünyanın en güzel ışığı bile aydınlatsa bu sokağı, yeşerecek yaprağı, koklanacak çiçeği yoktur. Rumelihisarı’ndaki bu yokuştan bir demet çiçekle geçmeyecektir bir kadın. Ve yağmur yağsa bile damlalar zevksiz ıslatacaktır oraları.” (Ara Güler) 46 Nisan / 2011 Bir Dünya İmparatorluklar Merkezi İstanbul Ceyhan Güran / Akis Kitap Doğadaki doğuş izlerinin milyon yıl önce başladığı mitolojik çağlarda ufuklardan süzülüp tarihin serüvenli atölyesinden gururla geçerek Klasik, Orta ve Yeni çağın simgesi olabilen Pagan, Ortodoks, Katolik Latin ve Türk İslam dünyasının bir yıldızı ve bu muhteşem imparatorlukları yöneten uzun asırlar boyunca bir tarih ve kültür merkezi olma ihtişamına ulaşabilmiş dünyadaki tek şehirdir İstanbul.. 'Bir Dünya İmparatorluklar Merkezi İstanbul'u yakından tanımak için kitapta yer alan bazı önemli başlıklar: Roma İmparatorluğu Doğu Roma İmparatorluğu Katolik Latin İmparatorluğu Bizans Devri Türk İstanbul Roma-Bizans Eserleri Klasik Osmanlı Devri İstanbul Şehri Prehistorik ve Mitolojik Devre İstanbul’u Anlamak Turgut Cansever / Timaş Yayınları İstanbul’un İlkleri Enleri Süleyman F. Güncüoğlu / Ötüken Yay. “Son otuz yılda İstanbul’da apartman sayısının artması ve nüfusun yoğunlaşması nedeniyle, yıl içinde tabiatla aralarındaki bağ kopan insanların, yaz aylarında doğaya ulaşmak için Boğaziçi’ne, Adalar’a ve çevredeki diğer alanlara hücum etmesi, bu yerlerde de şehirleşmenin başlamasına ve tabiatın tahribatının daha geniş alanlara yayılmasına sebep oldu. “İstanbul’daki En Eski Taş Mektep İstanbul’da en eski taş mektepler Fatih Külliyesi’ndeki Darü’t-Talim ile Bayezid Külliyesi’ndeki Muallimhan’dı. Dar’ütTalim 1918 yılına kadar hizmet vermiş, o yıl çıkan yangında ise harap olmuştur. Süleymaniye Külliyesi’ndeki taş mektep Mimar Sinan’ın bir eseri olup yine İstanbul’un en eski taş mekteplerinden biridir. Mektep çocuk dünyasına uygun sevimli bir tarzda inşa edilmiştir. Bu mektep, 1839 yılında ‘Mekteb-i Ulumi Edebiye’ adıyla ileri programlı rüştiyeye dönüştürülmüştür. Apartmanlaşmanın yanı sıra, Adalar’da hizmet sektöründe çalışanların sayısının artması bu yeni düşük gelir grubunu gecekondular inşa etmeye yönlendirirken “gecekonduculuk”, yazlık kiralık ev sağlayan bir iş alanı olarak yaygınlaştı. Sözünü ettiğimiz tüm bu hastalıklı değişimin yanı sıra, mimariyi seviyesizleştiren temel bir yanılgının da bizzat mimarlık eğitin ve uygulama felsefesinden kaynaklandığını belirtmek gerek.” Nisan / 2011 Peki, taş mektep neydi diyecek olursak; okul binasına kâgir olan, Osmanlı dönemi vakıf okullarıydı. Kâgirden sıbyan mekteplerine de bu ad verilmekteydi. İstanbul’un geleneksel külliye mimarisinde yer alan be medreseden bağımsız ilk okullar taş mekteplerdir. 19.yüzyıl sonlarına doğru taş mektep sayısı 30-40 civarında iken sıbyan mektebi sayısı 400’ü aşmaktaydı.” 47 Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu Bilge Karasu / Metis Yayınları İstanbul Mektupları Fatih Kerimi / Çağrı Yayınları Yazarların İstanbul’u Kolektif / Turkuvaz Kitap “Taksim çeşmesini hep kuru gördüğümü sanmıyorum. Pek uzak bir geçmişte, zincirle bağlı tası doldurup su içen birini gördüm mü? Elim anamın elinde Fransız konsolosluğunun önünden yürür, Yıldız sinemasının karşısına geldiğimizde karşıya geçerdik genellikle. Parmakkapı adının çeşitli yolaklara açıldığını çok sonraları düşünecektim. Ama daha o zamanlar, Büyük ile Küçük Parmakkapılar ayırımına sırt çevirerek, karşıda kalan öbür kaldırımı unutarak, ağzıma bir şeker, o zamanlar pek sevdiğim menekşeli bir fondan atar gibi, Parmakkapı'nın heyecanını uzun uzun gezdirirdim içimde. Yıldız sinemasının resimleri, renkli afişleri olurdu; muhallebicinin tarçın, fıstık, hindistancevizi çalınmış, titrekliğini, tadını bildiğim ama pek sevmediğim aklıkları, tavukları, pilavları, havagazı şirketinin loş boşlukları, o küçücük kitapçı dükkânının, yerden tavana, akıl almaz sayıda kapakla döşenmiş camlığı olurdu.” “Şayet paraya ihtiyaç olursa eski padişahlardan kalan ve hazinede saklanan mücevharat ve kıymetli eserlerin satılabileceğini hesap edenler de yok değil. Demiryolu tahvillerinden padişahın ve şehzadelerin her birinin birkaç yüz binlik somluk satın alarak böylece hazineye para aktarmak istedikleri de konuşulmaktadır. İstanbul'un 7 tepesi 48 Savaşın başlamasıyla İstanbul’da büyük bir değişiklik olmadı. Her şey eskisi gibi. Yardım verilmesini ve gönüllü yazılmayı teşvik için konferanslar, camilerde vaazlar devam ediyor. Müdafaa-i Milliye cemiyetinin şubeleri her gün toplanıp çalışıyorlar. Türk kadınları da güçleri yettiğince harekete geçtiler. Çoktan beri faaliyeti görülmeyen Teal-i Nisvan Cemiyeti’nin bugün ilk toplantısı yapıldı. Bu cemiyetin reisi Halide Hanım’dır. Evleri dolaşarak yardım toplamaları için aralarından bazı hanımları görevlendirdiler.” Nisan / 2011 “Roma imparatoru Büyük Constantinus, İstanbul’u, o zamanki adıyla Bizantion’u imparatorluğunun ikinci başkenti yapmaya karar verdi. 11 Mays 330’da törenle yeniden doğarken, şehrin adlarından biri ‘Yeni Roma’ydı. Belki bu isimden dolayı yüzyıllardır İstanbul ve Roma, yedi tepeli iki şehir olarak birbiriyle karşılaştırılır. İstanbul’un yedi tepelerinden birincisinde Topkapı Sarayı, Ayasofya vardır. İkincisinde Çemberlitaş ve Nuruosmaniye Camii yükselir... Üçüncüsünde Beyazıt Camii ve Süleymaniye; dördüncüsünde Yavuz Selim Camii bulunur. Edirnekapı’nın olduğu yükselti, 74 m. rakımıyla yedi tepenin en yükseğidir. Yedinci tepe ise Kocamustafapaşa semtiyle kaplanmıştır.” Üç İstanbul Mithat Cemal Kuntay / Oğlak Yayınları İstanbul Ansiklopedisi Kolektif / NTV İstanbul, İlk Romanımda Leylâk Selim İleri / Everest Yayınları “Ermeni tercüman: "Adliye binasının güzel tarafı deniz cephesidir Mis; Grek üslubundan yapmak istemişler; o tarafın üslubunun sütunlu olmasına çok ehemmiyet vermişler; ecnebiler vapurla İstanbul'a gelirken görsünler diye. Kara tarafı yerliler görecek diye sarı sıvadır." Amerikalı kadın: "Halkını bu kadar hor gören memleket! Ne tuhaf şey?" dedi. Ermeni genci: "Osmanlı İmparatorluğu hokkabazdır, Mis" dedi, "kaldırımından mektebine kadar her şeyini Avrupalılar görsün diye yapar. Beyoğlu'nda yaptığı caddeler üç kıtadaki bütün Türkiye kaldırımlarına müsavidir." İstanbul Ansiklopedisi; tarih öncesinden Bizans’a, Osmanlı ve Cumhuriyet İstanbul’una dönüşürken öznesi olduğu olaylar, sahip olduğu sosyal kurumlar, semtler, mimari, doğa, müzik ve gösteri sanatları, mitoloji ve insanlar üzerinden İstanbul’u anlatan yaklaşık 350 madde içeriyor. Kültür, bilim, sanat, edebiyat, basın dünyasında tanınmış 150’yi aşkın yazar ve fotoğrafçının özgün anlatım ve kişisel yakınlıklarıyla tanıttıkları İstanbul, İstanbul Ansiklopedisi’nin 1010 sayfasında özel arşiv ve koleksiyonlardan titizlikle seçilen belgeler, tarihsel ve güncel fotoğraflar eşliğinde sunulan bir başvuru kaynağı haline geliyor. İstanbul Ansiklopedisi; ilk insana ait izlerin 800 bin yıl öncesine dayandığı Yarımburgaz Mağarası’yla, ilk yerleşik yaşamın 8 bin 500 yıl öncesine uzandığı bir kez daha kanıtlanan Yenikapı buluntularıyla tarih boyu bir megakent olan İstanbul’u, onun kimliği haline gelen hızlı değişimi içinde konumluyor. “Geçen zaman eski kartpostallara kıymet biçti, 'antika' özelliği kazandırdı. Tezgâhlardan müzayedelere yol aldı İstanbul kartpostalı. Böyle mi olması gerekiyordu; belki diye yanıtlayabiliyorum. Ressamlarımızın eserlerini tanıtan ve değerlendiren kitaplar yayımlandı. Muhakkak ki olumlu bir gelişmeydi. Hiç değilse meraklısı, bu yapıtlarda dünkü İstanbul'u ressamların fırçasından 'hissedebiliyor'. Her şehir değişmeye yazgılı. Fakat tarihî şehirlerin değişmesi çok ayrı bir dikkati gereksiniyor. Nişantaşı, Osmanbey konaklarının yerine ve yanı başına yedi sekiz katlı, yüzleri oymalı, şatafatlı Şişli 'apartman’ları yapıldığında, bu yapılar üslûpsuzlukla küçümsenmiş. Bugün Nişantaşı, Osmanbey konakları büsbütün hayal olduğundan, dünün Şişli apartmanlarına gün görmüş yapılar diye âdeta hayranlıkla bakıyoruz. Yepyeni gökdelenlere, azman alışveriş merkezlerine de, yarın, gün görmüş yapılar diyebilecek miyiz?” Amerikalı kadın yüzü buruşmayarak hayret etti. Ermeni genci: "Beyoğlu'ndaki Altıncı Belediye'yi de bu düşünce ile açtılar. Bu Altıncı Daire, ilk yaptıkları Belediye dairesidir; fakat adına Altıncı dediler: Beyoğlu'na gelen ecnebiler İstanbul'da beş tane daha var zannetsinler diye.” Nisan / 2011 49 İs tan b u l Ki tap l ı ğı 1. 1453 Konstantinopol Kuşatma Güncesi, Nicolo Barbaro, Büke Yayınları 2. 1782 Yılı Yangınları, Derviş Efendizade Derviş Mustafa Efendi, İletişim Yayınları 3. 18. Yüzyılda İstanbul, Miss Julia Pardoe, İnkilap Kitapevi 4. 19. Yüzyılın İkinci Yarısında Galata ve Pera, Literatür Yay. 5. 2000 Yaşında Bir Dünya Güzeli, Ergun Göknel, Truva Yay. 6. 30 Sene Evvel İstanbul, Sermet Muhtar Alus, İletişim Yay. 7. Ahmet Sühely Ünver’in İstanbul’u, Kültür A. Ş. 8. Al İşte İstanbul, Ara Güler-Çetin Altan, Yapı Kredi Yayınları 9. Alemdağ’da Var Bir Yılan, Sait Faik Abasıyanık, YKY 10. Asitane : Evvel Zaman İçinde İstanbul, A. Ragıp Akyavaş Türk Diyanet Vakfı Yayınları 11. Ayasofya Müzesi, Erdem Yücel, Ak Yayınları 12. Ayasofya’nın Martıları, Johannes Poethen, Sistem Yay. 13. Ayvazovski: İstanbul`a Gelen Yabancı Ressamlar, Dünya Yay. 14. Bağdat`tan İstanbul`a, Karl May Yurt Kitap Yayın 15. Balat ve Çevresi, Jak Deleon, Remzi Kitabevi 16. Ben Sana Küskünüm İstanbul, Halit Çapın Parantez Yay. 17. Benim Beyoğlum, Atilla Dorsay, Varlık Yayınları 18. Beş Şehir, Ahmet H. Tanpınar, Dergah Yayınları 19. Beyoğlu Beyoğlu İken, Eser Tutel, Oğlak Yayınları 20. Beyoğlu`nun Adı Pera İken, Said N. Duhani, Çelik G. V. 21. Beyoğlu'nda Bir Oryantalist, Leonardo De Mango, YKY 22. Bin Çeşit İstanbul, Boğaziçi Yalıları, Gürol Sözen, Ak Yay. 23. Bir Başka İstanbul, M. Orhan Okay, Kubbealtı Yayınları 24. Bir Beyoğlu Klasiği Rejans, Kolektif 25. Bir Kent: İstanbul 101 Yapı, Engin Yenal, YKY 26. Bir Şehre Gidememek, Mario Levi, Remzi Kitapevi 27. Bir Tutam İstanbul, Jak Deleon, Remzi Kitabevi 28. Bir Ulu Rüyayı Görenler Şehri Üsküdar, Kaknüs Yay. 29. Bir Zaman Tüneli Beyoğlu, Feriha Büyük, Doğan Kitap 30. Bir Zamanlar İstanbul, Mümtaz Cankurtaran, Erciyaş Yay. 31. Bir Zamanlar İstanbul, Perihan Sarıöz, İdea İletişim 50 32. Bir Zamanların İstanbul’u, Eski İstanbul Yaşayışı ve Folkloru, Adnan Özyalçıner-Sennur Sezer, İnkılap Yay. 33. Biz İstanbullular Böyleyiz Fener'den Anılar 1906-1922, Haris Spataris, Kitap Yayınları 34. Boğaz`dan... Kendi Rehberliğinizde Bir Gezi, Rhonda Vander Sluis, Çitlembik Yayınevi 35. Boğaziçi Anıları, İstanbul Anıları 1-2, Sedad Hakkı Eldem 36. Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar, Bağlam Yay. 37. Boğaziçi Sayfiyeleri, G. V. İnciyan, Eren Yayıncılık 38. Boğaziçi ve Saltanat Kayıkları, Hayati Tezel, Cem Yayınevi 39. Boğaziçi Yalıları, Abdülhak Şinasi Hisar, Bağlam Yayınları 40. Boğaziçi'nde Yalılar İnsanlar, Murat Belge, İletişim Yay. 41. Bu Şehri Stanbul Ki, Osmanlının İstanbul Macerası, Radi Dikici, Remzi Kitabevi 42. Büyük İstanbul Albümü, Rıza Serhadoğlu, İstanbul Hemşehriler Cemiyeti 43. Cityrama, Kolektif, İstanbul Modern Sanat Müzesi 44. Denizlerin İstanbul, Zeyyat Selimoğlu, Can Yayınları 45. Dersaadet, Münevver Ayaşlı, Timaş Yayınları 46. Dile Gelen İstanbul, Dile Gelen Anadolu, Nurettin İğci, Bileşim Yayınları 48. Dünkü İstanbul, İlhan Eksen, Everest Yayınları 49. Efsanevi Başkent İstanbul, Faruk Pekin, Türkiye İş Kültür Yay. 50. Eski İstanbul Sinemaları, Mustafa Gökmen, İstanbul Kitaplığı Yayınları 51. Eski İstanbul, Ahmet Refik Altınay, İletişim Yayınları 52. Eski İstanbul Hatıraları, Sadri Sema, Kitabevi Yayınları 53. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey, Kitapevi 54. Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Haz. S. Ali Kahraman, YKY 55.Fatih`in Defteri, A. Süheyl Ünver, İstanbul B. Belediyesi 56. Firari İstanbul, Metin Yeğin, Su Yayınları 57. Galata Köprüsü, Refik Durbaş, İletişim Yayınları 58. Galata ve Pera: Nur Akın, Literatür Yayıncılık Nisan / 2011 İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i 59. Galata, İlhan Berk, Adam Yayınları 60. Haliç, Dünden Bugüne Yedi Tepenin Koynunda Uyuyan Büyülü Cennet, Eser Tutel, Dünya Yayınları 61. Hayali İstanbul Manzaraları, Aykut Gürçağlar, YKY 62. İki Boğazın Suları, Ali Pasiner, Remzi Kitapevi 63. İlk Durak İstanbul'un Entelektüel Tarihinden Tanıklıklar, Can Dündar-Nebil Özgentürk, Alfa Basım 64. İstanbul 1874, Edmondo De Amicis, Türk Tarih Kurumu 65. İstanbul 1890, Pierre Loti, Vadi Yayınları 66. İstanbul Ansiklopedisi, Kolektif, NTV 67. İstanbul Ansiklopedisi, Reşat Ekrem Koçu 68. İstanbul Geceleri, Samiha Ayverdi, Kubbealtı Yayınları 69. İstanbul Gezi Rehberi, Murat Belge, Tarih Vakfı Yurt Yay. 70. İstanbul Gizemleri, Giovanni Scognamillo, Bilge Kar. Yay. 71. İstanbul Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, YKY 72. İstanbul İstanbul İken, Eser Tutel, Oğlak Yayıncılık 73. İstanbul Mektupları, Fatih Kerimi, Çağrı Yayınları 74. İstanbul Poems, Mevlüt Ceylan, İBB Kültür A.Ş. 75. İstanbul Sende Kalsın, İlhan Eksen, Everest Yayınları 76. İstanbul Sokakları 100 Yazardan 100 Sokak, YKY 77.İstanbul Şehir ve Medeniyet, Şevket Kamil Akar, Klasik Yay. 78. İstanbul Tarihi, Robert Mantran, İletişim Yayınları 79. İstanbul, Hatıralar ve Şehir, Orhan Pamuk, İletişim Yay. 80. İstanbul, İlk Romanımda Leylâk, Selim İleri, Everest Yay. 81. İstanbul, Zamana Açılan Kapı, Uğur Kökden, YKY 82. İstanbul’a Dair, Nihat Sami Banarlı, Kubbealtı Yayınları 83. İstanbul’un İlkleri Enleri, S. F. Güncüoğlu, Ötüken Yay. 84.İstanbul'da Günlük Hayat, Ekrem Işın, İletişim Yayınları 85. İstanbul'da Kentsel Ayrışma, Derleme, Bağlam Yayınları 86. İstanbul'da Zaman, Derleme, Büke Yayınları 87. İstanbul'dan Ben De Geçtim, Selim N. Gerçek, Kitabevi 88. İstanbul'u Anlamak, Turgut Cansever, Timaş Yayınları 89. İstanbul'u Geziyorum Gözlerim Açık: Bir İstanbul Kültürü Kitabı, Haldun Hürel, Dharma Yayınları 90. İstanbul'u Yel Üfürdü, Su Götürdü, Eser Tutel, Oğlak Yay. 91. İstanbul'un İki Yüzü 1980'den 2000'e Değişim, Mustafa Sönmez, Arkadaş Yayınları 92. İstanbul'un Tadı Tuzu, İlhan Eksen, Everest Yayınları 93. İstanbul'un Unutulmayan Gemileri, Eser Tutel, Kitabevi 94. İşgal Altında İstanbul 1918-1923, Bilge Criss, İletişim Yay. 95. Kebabistanbul, İlhan Eksen, Sel Yayıncılık 96. Keyifli Konaklamalar, Jak Deleon, Remzi Kitabevi 97. Köşe Bucak İstanbul, O.Cemal Kaygılı, Selis Yayınları 98. Kuğunun Son Şarkısı, Beşir Ayvazoğlu, Ötüken Yayınları 99. Kuruluş ve Fetih Destanı, Cahit Tanyol, Pozitif Yayınları 100. Lağımlaranası Ya Da Beyoğlu, Bilge Karasu, Metis Yay. 101. Nereye Gitti İstanbul?, Aydın Boysan, YKY 102. Onikiler, Sermet Muhtar Alus, İletişim Yayınları 103. Oryantalistlerin İstanbul’u, Semra Germaner, Türkiye İş B. Kültür Yayınları 104. Osmanlının İstanbulu, Juan Goytisolo, YKY 105. Pera Palas, Abidin Dino, Sel Y Yayınları 106. Pera, İlhan Berk, Adam Yayınları 107. Selâhattin Giz'in Fotoğraflarıyla 1930'larda Beyoğlu, Ali Özdamar, Çağdaş Yayınları 108.Tezgahın Üstünde İstanbul, Murat Başaran, Timaş Yay. 109. erapia'dan Tarabya'ya, Orhan Türker, Sel Yayıncılık 110. Üç Dinin Başkenti İstanbul, Adnan Özyalçıner-Sennur Sezer, İnkılap Yayınları 111. Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay, Oğlak Yayınları 112. Üsküdar Hatırası, Kemal Kahraman, Üsküdar Bel. 113. Yazarların İstanbul'u, 2007, Merkez Kitapçılık 114. Yer Fener Gök Cimbom Dünyanın En Büyük Derbisi, Murat Erdin, İthaki Yayınları 115. Yıldızlar Altında İstanbul, Selim İleri, Oğlak Yayıncılık Nisan / 2011 51 Rö p o rtaj ‘ÇOCUKLAR İSTANBUL’A FARKLI BİR GÖZLE BAKMAYA BAŞLADILAR’ Röportaj: Bülent PARLAK Suna Kıraç önderliğinde kurulan ve ülkemizin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşlarından biri olan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı, “Evimiz İstanbul Projesi” ile örnek bir uygulama gerçekleştirdi. “Evimiz İstanbul Projesi”yle amaçladıkları ve elde ettikleri sonuçlar üzerine Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Genel Müdürü Nurdan Şahin’le konuştuk. 2010 yılı İstanbul için oldukça verimli geçti. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısıyla İstanbul için pek çok proje uygulandı. Siz de Evimiz İstanbul adıyla kulağa oldukça sıcak gelen bir projeye imza attınız. Evimiz İstanbul Projesinin fikri nasıl gelişti, nasıl ortaya çıktı? TEGV olarak İstanbul Avrupa Kültür Başkenti ile ilgili, çocuklara yönelik bir proje geliştirmek istedik ve çok yoğun bir çalışma sonucu ortaya ‘Evimiz İstanbul’ projesi çıktı. Bu projeyi geliştirirken amacımız çocuklardan başlayarak kentsel aidiyet duygusunu güçlendirmekti. İstanbul, sahip olduğu zengin kültürel miras ve çeşitlilikle Avrupa ve dünyada çok önemli bir kent. Çok dinamik bir nüfusu var, göç alıyor ve çok hızlı değişiyor. İstanbul’da yaşayan herkes İstanbullu olmasına rağmen bu aidiyeti hissedemeyebiliyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’nın web sitesinden de bakarsanız İstanbul nüfusunun yüzde 27’sinin İstanbul’un bir müzesini, camisini, sinagogunu ziya52 Bize Evimiz İstanbul’un faaliyet alanlarını ve yaptıklarınızı anlatmanız mümkün mü? Bu Projeyle İstanbul’un kalbinin hangi noktasına ulaştınız? ret etme olanağı bulamadığını görürsünüz. Kent ve kentlilik kültürünün gelişmesi ve yaygınlaşması için bu aidiyet hissinin yaratılması gerekiyor. Dolayısıyla biz de buradan yola çıktık. Proje kapsamında TEGV’in İstanbul’daki sabit ve gezici etkinlik noktalarında eğitim etkinlikleri gerçekleştirdik ve bizim uyguladığımız etkinliklerin yaygınlaşması için öğretmenlere seminer verdik. Tabii, tüm bunları İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün işbirliği ile hayata geçirebildik. Nisan / 2011 Evimiz İstanbul Projesi ile birçok farklı eğitim etkinliğini İstanbul’da bulunan sabit ve gezici tüm etkinlik noktalarımızda uyguladık. Bunlar; 2 Eğitim Parkımız, 6 Öğrenim Birimimiz, 2 Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimimiz ve bu proje için özel olarak üretilen Kültür Tırımız. Etkinliklerimizin büyük bir kısmı çocuklara yönelikti. Ancak Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında yetişkinlere yönelik olarak İstanbul farkındalığı yaratmayı amaçlayan etkinlikler de gerçekleştirildi. Öncelikle eğitim parklarımız ve öğrenim birimlerimizde uygulanan kulüp etkinliklerimizden bahsedebiliriz. Kulüp etkinlikleri ile çocuklarımız on altı hafta boyunca her hafta farklı bir tema üzerinden İstanbul ile ilgili çalışmalar yürüttüler. İstanbul’un kültürünü keş- İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i fettiler, bir geziye çıktılar, filmler izlediler, İstanbul’u dinlediler, İstanbullularla sohbet ettiler. Böylelikle İstanbul’u farklı yönleriyle tanıma fırsatı buldular. Kulüp etkinliklerimizin yanı sıra “Zaman Tünelinde İstanbul” isimli üç saatlik kısa süreli etkinlikler oluşturuldu. Kısa süreli etkinliklerimiz ile çocuklara İstanbul’un özellikle tarihi dönemlerini ve mirasını, oyunlar ve katılımcı çalışmalar ile aktarmayı hedefledik. Kısa süreli etkinlikler, eğitim parkları ve öğrenim birimlerimizin yanı sıra 2010 yılı boyunca 27 farklı ilçede 27 farklı ilköğretim okulunda faaliyet gösteren Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimlerimizde de uygulandı. Son olarak da TEGV tarafından Proje için özel olarak tasarlanan ve belirli sürelerle İstanbul’un değişik kent meydanlarında faaliyet gösteren Kültür Tırı’nda “İstanbul’daki Avrupa; Avrupa’daki İstanbul” temalı hem çocuklara hem de yetişkinlere yönelik etkinlikler gerçekleştirildi. Kültür Tırı’nda gösterilmek üzere “İstanbul Avrupa Kültür Başkenti” filmi hazırlandı ve etkinliklerin yapıldığı 10 farklı noktada gösterilerek İstanbullularla buluştu. Evimiz İstanbul Projesi kapsamında bir Etkinliklerimizin büyük bir kısmı çocuklara yönelikti. Ancak Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında yetişkinlere yönelik olarak İstanbul farkındalığı yaratmayı amaçlayan etkinlikler de gerçekleştirildi. “Kültür Tırı” uygulaması gerçekleştirdiniz. Kültür Tırı nedir, neler yaptı, nerelere gitti? Biraz Kültür Tırı’ndan bahseder misiniz? Kültür Tırı, Evimiz İstanbul Projesi kapsamında TEGV tarafından tasarlanan ve hayata geçirilen gezici öğrenim birimimizdir. İlköğretim okullarında faaliyet gösteren diğer Ateşböceği Gezici Öğrenim Birimlerimizden farklı olarak Kül- tür Tırı, İstanbul’un kent meydanlarında faaliyet gösterdi. Bu meydanlarda sadece çocuklarla eğitim faaliyetlerini yürütmekle de kalmadı, aynı zamanda yetişkinlere yönelik film gösterimleri ve sosyal etkinlikleri de programına dahil etti. Kültür Tırı’nda çocuklarla yapılan eğitim etkinlikleri çoğunlukla drama, oyun ve resim çalışmalarıyla birleştirilmiştir ve temel olarak çocuklara “Avrupa’daki İstanbul; İstanbul’daki Avrupa” teması üzerine farkındalık kazandırmayı amaçlamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere Kültür Tırı etkinlikleri için hem çocuklara hem de yetişkinlere hitap eden Avrupa Kültür Başkenti temalı İstanbul tanıtım filmi de hazırlandı. Çekmeköy, Taksim, Beşiktaş, Şişli, Zeytinburnu, Avcılar, Caddebostan, Kartal, Kadıköy meydanları Kültür Tırı’nın uğradığı kent meydanları oldu. Kültür Tırı’nın bir cephesi açılarak, bir konser platformuna dönüşebiliyor. Böylece Kültür Tırı, çocuklara yönelik eğitici etkinliklerin yanı sıra, konakladığı halk meydanlarında değişik konser, söyleşi ve performanslara da sahne oldu. Örneğin Kadıköy Çocuk Merkezi Halk Nisan / 2011 53 Rö p o rtaj Oyunları Ekibi ve Alman müzik topluluğu Express Brass Band’ın gösterilerine, ayrıca yazar Ahmet Ümit ile keyifli bir söyleşiye ve müzikal bir çocuk oyununa ev sahipliği yaptı. Evimiz İstanbul Projesi’ne çocuklarımızın gösterdiği ilgiden bahseder misiniz? Çocuklar nasıl karşıladı etkinlikleri? Bu tepkilerin içinde unutamadığınız bir kesit var mı acaba? Çocuklarımızın Evimiz İstanbul Projesi’ne ilgisi oldukça fazlaydı. Projeye 2010 yılı boyunca 24.416 çocuk katıldı. Çocuklar, Evimiz İstanbul Projesi ile yaşadıkları kenti tanıma, İstanbul’un daha önce bilmedikleri özelliklerini keşfetme ve tarihini öğrenme fırsatını yakaladılar. Buna ek olarak İstanbul’da daha önce gitmedikleri bir geziye çıktılar, ilk defa İstanbul’u farklı bir kişinin sohbetinden çeşitli yönleriyle dinlediler… Ya da İstanbul’un tarihi dönemlerini kocaman görseller ile inceleyip, drama ve canlandırmalarla o dönemlere geri döndüler… Kısaca hayatlarını geçirdikleri bu şehre, İstanbul’a, farklı bir gözle bakmaya başladılar. lerimiz nasıl karşıladı bu seminerleri? Seminerlerde gerçekleştirmek, istediğiniz amaçlar neler oldu? Öğretmen seminerlerinin organizasyonunu İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile beraber yaptık. İstanbul’da bulunan her ilköğretim okulundan gönüllü olacak iki öğretmenin seminerlerimize katılması öngörüldü. 2010 yılının Mart-Haziran ayları arasında gerçekleşen öğretmen seminerlerine ilköğretim okullarından büyük bir kısmı gönüllü olmak üzere 2.840 öğretmen katıldı. Öğretmenlerimiz semineri genel olarak çok olumlu karşıladı. En çok verdikleri tepki “biz İstanbul’u kendimiz çok iyi ta- Seminerlerin amacı ise Evimiz İstanbul Kulüp Etkinlikleri’nin sadece TEGV etkinlik noktalarıyla sınırlı kalmayıp, seminerlere katılan öğretmenler aracılığıyla İstanbul genelinde daha fazla ilköğretim okulu çağındaki çocuğa ulaşabilmek ve İstanbul farkındalığı yaratabilmekti. Son dönem öğretmen seminerlerimizin birini de, Fındıkzade’deki Sema-Aydın Doğan Eğitim Parkımızda, İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız ile birlikte gerçekleştirdik. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü olarak ilk kez “İstanbul Dersi” adıyla yeni bir ders başlatıldı okullarımızda... Amaç, öğrencilerin şehrin tarihi mirasını daha iyi anlamasını ve yaşamasını sağlamak. Haftada 1 saat planlanan dersler için ilk etapta İstanbul’daki ilköğretim okullarından 3 bin öğretmen eğitildi. İstanbul Dersi’nin sınavları da, tıpkı dersin kendisi gibi stresten uzak, eğlenceli olacak. Okullarımızda “İstanbul Dersi”nin okutulmaya başlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Projenin sonunda kulüp etkinliklerini almış çocuklarla yapılan “Evimiz İstanbul Şenliği”nde çocuklar çift katlı otobüslerle İstanbul’da minik bir tur attılar. Birçoğu için çift katlı otobüslere binmek bir ilkti; dahası Galata Kulesi’ni, Taksim Meydanı’nı, Haliç’i görmek büyüleyiciydi. Yol boyunca hepsi meraklı bakışlarla İstanbul’u seyrettiler. Bu unutamadığım kesitlerden sadece bir tanesiydi. Yine bu Proje kapsamında sanırız 38 ilçede öğretmenlere seminerler verdiniz. Öğretmen54 nımazken; çocuklara nasıl aktarabiliriz ki!” oldu. Bu nedenle İstanbul ile ilgili bir programı çocuklarla uygularken; kendilerinin de, yapacakları araştırmalarla çok şey öğrenecekleri fikrinden hoşnut oldular. Zaten seminerlerin içeriği, proje uygulama içeriklerinin aktarımının yanı sıra İstanbul ile ilgili çeşitli film gösterimlerini ya da İstanbul temalı söyleşileri de barındırdığından, aslında öğretmenler için de farklı bir deneyim oldu. İstanbul Dersi’nin müfredata Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i alınmasıyla projemiz çok daha fazla çocuğa ulaşıyor. Bu eğitimi sadece TEGV bünyesinde yapsak ancak 5-10 bin çocuğa ulaşabilirdik. Gerçi, proje kapsamında, öğretmen seminerleri aracılığıyla katılımcı öğretmenlerin kendi ilköğretim okullarında da ‘Evimiz İstanbul’ projesini uygulamaları sağlanmıştı ancak “İstanbul Dersi” ile daha da yaygınlaşması sağlandı… Sayın Muammer Yıldız’ın girişimi ile ile ilköğretim birinci kademesinde “Serbest Etkinlik Saati”i uygulaması çerçevesinde müfredata alınması bizi inanılmaz mutlu etti. İstanbul sadece Avrupa’nın değil, dünyanın en güzel ve önemli şehirlerinden biri ve küçük yaştan bunun farkına varmak, şehrin geleceği için de çok önemli. Biz TEGV olarak, bu güzel örneği şimdi yaygınlaştırmak istiyoruz; Evimiz Eskişehir, Evimiz Diyarbakır, Evimiz Van gibi etkinlik noktamız bulunan tüm şehirlere yaygınlaştırmak istiyoruz. Tüm şehirlerde de, İstanbul İl Milli Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız gibi, İl Milli Eğitim Müdürlerinin desteğini alacağımıza inanıyoruz. Vakfınızda gönüllü olarak çalışmak isteyenler olursa ne yapmaları gerekiyor? Vakfımızda gönüllü olarak çalışmak için ön koşul 18 yaşını doldurmuş olmak ve lise mezunu olmak. Bu koşullara sahip olan herkes gönüllü olmak için başvurabilir. Gönüllülüğe başvuranlar Adım Adım Gönüllülük sürecinden geçerler; yani önce Vakıf tanıtımı alırlar; Vakfın vizyon ve misyonunu kabul ettiklerini beyan ederler; sonra hepsi bir günlük “İletişim Eğitimi” alır. TEGV, yılda 10.000 civarında, eğitimli gönüllüsü ile yürütüyor faaliyetlerini. En büyük gücümüz gönüllülerimiz. Gönüllülük yapanlar, emeklerini, birikimlerini, zamanlarını hiçbir maddi katkı beklemeksizin toplumun hizmetine sunuyorlar. lerimiz var; onlar gerek merkezde, gerekse sahada ofis işlerinde bize destek olurlar; onlar İletişim Eğitiminden sonra hemen çalışmaya başlayabilirler. TEGV, yılda 10.000 civarında, eğitimli gönüllüsü ile yürütüyor faaliyetlerini. En büyük gücümüz gönüllülerimiz. Gönüllülük yapanlar, emeklerini, birikimlerini, zamanlarını hiçbir maddi katkı bekle- meksizin, toplumun hizmetine sunuyorlar ama yaptığımız araştırmalar gösteriyor ki, bu süreçte kendileri de değişiyorlar; daha sabırlı, daha özgüvenli, empati duygusu yüksek, daha hoşgörülü, daha katılımcı bireyler oluyorlar. Daha güzel, barış dolu bir dünya ise, ancak böyle bireylerle mümkün. Çocuklarla etkinlik yapmak isteyenler, ayrıca iki gün süren “TEGV’de Öğrenme Yaklaşımları ve Modelleri Eğitimi” (TÖYME) ve girecekleri etkinliğin bir ile 3 gün arası değişen özel eğitimini alırlar. Yani minimum 3,maksimum 6 gün eğitim alırlar; sonra da çocuklarla buluşurlar. Bir de bizim destek gönüllüNisan / 2011 55 Ma kal e NÖROLOJİK BİLİMLER PERSPEKTİFİNDEN ÖĞRENME PROSESLERİ Prof. Dr. Sabiha Paktuna Keskin Pediatrist, Pediatrik Nörolog İnsan beyni yaşam boyu bir gelişim, dolayısı ile değişim içindedir. Aynı bireyin beyni, farklı yaşlarda birbirinden tamamen farklı yapıdadır. Bu gelişmenin en çarpıcı olduğu dönem; bebekliktir. Bebek beyninde, koşullara göre gelişme potansiyeli taşıyan, gereğinden fazla yapı mevcuttur. Bunun nedeni; beynin adaptasyon organı olmasıdır. Yani, beyin çevrenin koşul ve gereksinimlerine uygun olarak gelişmektedir. Doğumundan itibaren çocuklarımıza anne, baba, aile büyüğü veya öğretmen olarak her an bir şeyleri öğretmeye çalışırız. Tıkandığımız zamanlar olur, çocukla olan ilişkimizi yıpratırız. Bana göre bunun altında yatan esas neden çocuk beynini yeterince bilmiyor olmamızdır. Bu yazıyla amacım, onların yetişkinlerin küçük birer kopyası değil, yetişkinden farklı kendi beyin sistemleri olan bireyler olduklarının anlaşılmasını sağlamaktır. Ancak o zaman doğru eğitim metodları geliştirebilir ve kaygılı değil, mutlu gençler yetiştirebiliriz. Mutlu olan genç kendine güvenir, akranlarıyla rekabet edebilir, araştırabilir, girişimde bulunabilir. Girişimci ve araştırmacı nesiller aydınlık geleceklerin temelidir. BEYİN, ADAPTASYON ORGANIDIR İnsan beyni yaşam boyu bir gelişim, dolayısı ile değişim içindedir. Aynı bireyin beyni, farklı yaşlarda birbirinden tamamen farklı yapıdadır. Bu gelişmenin en çarpıcı olduğu dönem; bebekliktir. 56 Bu durumda, gözleri görmeyen bir bebeğin uyaran alamayan görsel alanı, işitsel uyaran ile gelişmesini sürdürür. Bu şekilde, doğuştan gözleri görmeyen bireyin görsel algı sistemleri, işitsel alana kaydırılmak sureti ile gözleri görenden daha gelişmiş bir işitme sistemine sahip olması, dolayısı ile ortama adaptasyonu kolaylaşmış olur. Beynin, ortama uyum sağlamasına olanak yaratan bu özelliğine ‘plastisite’ denir. Bebek beyninde, koşullara göre gelişme potansiyeli taşıyan, gereğinden fazla yapı mevcuttur. Bunun nedeni; beynin adaptasyon organı olmasıdır. Yani, beyin çevrenin koşul ve gereksinimlerine uygun olarak gelişmektedir. Gelişme potansiyeli taşıyan gelişmemiş yapılara örnek olarak, 6 aylık bebeğin işitsel ve görsel algı sistemleri gösterilebilir: Bebek beyninde, görsel ve işitsel uyaranlar, yetişkinde olduğu gibi kendilerine ait ayrı alanlarda algılanmaz. Onun yerine, tek bir uyaranmışçasına aynı alanda algılanır. Nisan / 2011 Plastisitenin en yüksek olduğu dönem ise 0-3 yaştır. Yetişkin beyni plastisite yeteneğini kaybeder, ancak bu özellik koku ve hafıza alanlarında yaşam boyu korunur. Bebek beynindeki gereğinden fazla yapının gerekçesine gelince, çevresel şartlara uyumun garanti altına alınmasıdır. Bu yapıların çevreye uyum, adaptasyon için gerekli olanları gelişir, gereksizler silinerek yok olur. Böylece, kalıtsal özellikler dahilinde çevresel koşullara uyum davranışlarında, bireysel farklılıklar kazanılmış olur. İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i BEYİN, ÇEVRE ELVERDİĞİNCE GELİŞİR, İNSAN, BEYNİ KADAR DAVRANIR Kısaca, beyin çevre elverdiğince gelişir. O nedenle, uyaran açısından fakir bir ortamda büyümek, beyni yaşam boyu olumsuz etkiler. Örneğin, göz kapakları dikilerek görmeleri engellenen fare yavrularının gelişmesi, aynı batında doğmuş ve gözleri açık olarak aynı ortamda yetişmiş kardeşlerininki ile karşılaştırıldığında oldukça geri kalır. Öte yandan, beyin yaşa bağlı olarak sürekli ve belirli bir sırayı takip eden gelişme içindedir. Bu aşamalardan herhangi ikisi sırasında, beyin tamamen farklı yapılar içerir. Yani, her aşamada beynin çevresel uyaranlara yanıt verme kapasitesi farklıdır. Söz konusu aşamaya uygun olmayan uyaranlar verildiğinde, beyinde kalıcı hasar ortaya çıkar. Örneğin, yukarıda söz edilen görsel ve işitsel algıya hassas yapılar, yetişkindekinden farklı yerleşim gösterdiğinden 6. aydan 3. yaşın sonuna kadar yetişkin yerleşim alanlarına göç ederler. Bu dönemde, aşırı görsel ve işitsel uyaran vermek bu göçü olumsuz etkiler ve beyinde kalıcı hasara yol açar. Kısacası erken uyaran beyne zarar verir. Bu yaş aralığında (6 ay-3 yaş) televizyon gibi görsel ve işitsel algıyı aşırı uyaran bir araç ile başbaşa bırakılmış bebeklerde, içe kapanmadan başka zihin ve lisan gelişmesinde sorunlar ortaya çıkar. Bu durum, yeni doğmuş bir bebeği, hazmedemeyeceği et, balık, tavuk ile beslemeye benzer. Buradan, beynin gelişme kapasitesinin en üst seviyeye taşınması için uyaran zenginliği koşulunun, uyaranın beynin içinde bulunduğu gelişme aşamasının yeterliği ile sınırlı olduğu anlaşılır. Bir başka deyişle, uyaran zenginliği çocuğun yaşına uygun olmalıdır. Çocuk ile ilgili herkesin beynin gelişme dinamiklerine uygun davranması zorunludur. Aksi halde, geleceğin yetişkinine zarar verilir. İLK 10 YIL: YORUMSUZ KAYIT DÖNEMİ Yaşamın ilk 3 yılı, çevrenin 5 duyu organı ile algılanıp, davranışsal bir yanıtın (hareket) verildiği dönemdir. Bu dönemde, duyudan davranışa doğrudan yani yorumsuz bir geçiş olduğuna dikkat edilmelidir. Çevresel uyaranların yorumlanarak uygun yanıtın verilebilmesi için, çevre kayıtlarının yeterince içselleştirilmesi (kavram / konsept oluşturulması) gerekir ki, bu yetenek ancak 10. yaşın sonunda kazanılır. Buradan, yaşamın ilk 10 yılının yorumsuz kayıt dönemi olduğu açıktır. daki sırasıyla 1-0 kodlamasına benzer biçimde uyaran detayları analiz edilerek assosiyatif kortekste ilgili alanlarına aktarılır. Bu kayıtlar, çok özel sistemler (en passant aksonlar) ile kendilerini kopyalayarak kaydedilirler. Bu nedenle yaşam boyu kalıcıdırlar. Bu kısa açıklamadan anlaşıldığı gibi, yaşamın ilk 3 yılında yaşananlar yetişkin davranışlarını belirleyici özelliktedir. KORTEKS KAYITLARI: ALGI VE KAVRAM Akademik (bilişsel / kognitif) fonksiyonlar; uyaranların detaylarına göre analiz Televizyon gibi görsel ve işitsel algıyı aşırı uyaran bir araç ile başbaşa bırakılmış bebeklerde, içe kapanmadan başka zihin ve lisan gelişmesinde sorunlar ortaya çıkar. Bu durum, yeni doğmuş bir bebeği, hazmedemeyeceği et, balık, tavuk ile beslemeye benzer. Araştırmalar 0-3 yaşta beynin saniyede edilerek sınıflandırılması ve gerekli hal30 milyon kayıt yapabilme yeteneğinde lerde bu kayıtların bireyin yararına en olağanüstü canlı bir kamera sistemi oluygun yanıt olacak biçimde sentez edilduğunu doğrulamaktadır. Bu dönemde, mesi sonucu uygulama komutunun çevresel uyaranlar 5 duyudan gelen veriverilmesidir. ler ile adeta birebir kopyalanarak kaydeBir diğer deyişle, akademik fonksiyonlar dilir (baskı dönemi) ( Heinroth, 1911; beynin zihin, hafıza, yorum ve yürütme Lorenz, 1937). Söz konusu kayıtlar, fonksiyonlarıdır. Doğumdan itibaren amigdalanın etkisi ile duygusal hafıza gelişme içinde olmalarına rağmen, aka(limbik sistem) üzerinden yaklaş (sevinç) demik fonksiyonların etkili olarak kullave uzaklaş (korku, öfke, nefret, iğrenme) nımı, ancak ergenlikten itibaren ve en duyguları ile eşleşerek, adeta bilgisayarNisan / 2011 57 Ma kal e iyisi yetişkin döneminde mümkündür. Daha spesifik olmak gerekirse, frontal lobun myelinleşmesini müteakiben yani 32. yaştan sonradır. Duyu organlarının aldığı uyaranların (enerji) sadece bir kısmı fark edilir, yani sensoriyal kortekse taşınır. Buna en iyi örnek görsel yarış olgusudur. Şöyle ki, görme duyusu, aynı anda farklı uyaranlar ile uyarılır, ancak uyaranlardan sadece bazıları fark edilirken, diğerleri baskılanarak es geçilir. Hangi uyaranın es geçilip hangisine yönelineceği konusunda, uyaranın uyarma özelliği kadar bireyin ihtiyaçları da rol oynar. Sensoriyel kortekse taşınanların yani fark edilenlerin de yine sadece bir kısmı sembolleştirilmek sureti ile (kavram / konsept – representation) (kavram / konsept – representation) kalıcı olarak kaydedilir yani asosiyatif kortekse taşınır. Bu kayıtlar gerektiğinde bilince taşınır, yani hatırlanır. Pekçok kayıt bilince çıkmaksızın bireyin davranışlarını belirler. okumadır ki o da zihinsel algıdır. Baba oyuncak çileği gerçek sanıyor ise; baba yanılmaktadır. Baba çilek ile daha önceden karşılaşmıştır . Çilek, babanın zihninde bir sembol (representation – concept) olarak kaydını halen korumaktadır. Babanın oyuncak çileği gerçek sanıyor olması; babanın beynindeki sembol ile oyuncak çilek nesnelliği birebir örtüşmememektedir. Baba oyuncak çileği ısırır gibi yaparak, çocuğu kandırıyor ise; çocuğun oyuncak çileği gerçek sandığını düşünmektedir. Yani, baba çocuğun zihnindeki yanılgıyı okumaktadır. ANLAMANIN YOLU: ZİHİN Zihin; 5 duyu ile algılanmadığı halde, assosiyatif kortekse taşınmış algıların (perception) sembol kayıtları (representation) ile varlığı anlaşılan kavramların (consept) tümüdür. Örneğin, babasını oyuncak bir çileği ısırmaya çalışırken gören bir çocuk, babasının oyuncak çileği gerçek sandığını veya kendisini kandırmayı amaçladığını düşünebilir. Baba, çocuk ve oyuncak çilek gerçektir. Çocuğun, ortamda çilek olmadığı halde gerçek çilek ile oyuncak çileği karşılaştırması, onun zihinsel algısıdır. Çocuk babasının oyuncak çileği gerçek sandığını düşünüyor ise; babasının zihnindeki soyut bir algının gerçek bir nesnellik karşısında açık verdiğini fark etmektedir. Bir diğerinin zihnini okumak birinci derecede zihin okumadır (first order theory of mind). Babasının oyuncak çileği gerçek sanıyor olması hakkındaki varsayımı ise, bir diğerinin zihninden geçenleri okumaktır (zihin teorisi) ki, o da zihinsel algıdır. Çocuk babasının oyuncak çileği ısırır gibi yaparak, kendisini kandırmayı amaçladığını düşünüyor ise; babasının zihninin, kendisinin zihnindeki sembolü yanlış okuduğunu fark etmektedir. Bir diğerinin zihin okumasını, zihinsel olarak okuma; ikinci derecede zihin okumadır (second order theory of mind). Babasının kendisini kandırma amacı da keza babasının oyuncak çileği oyuncak çilek olarak algıladığı varsayımından yola çıkan bir diğerinin zihinsel algısını Bu yorumlar için bireylerin çilek nesnelliği ile daha önceden karşılaşmış olmaları (assosiyatif kortekslerinin bu nesnelliği algılamış olması – perception), her ikisi- 58 Nisan / 2011 nin beyninde çileğin sembolik olarak varlığını koruyor olması (sembol - representation) ve her ikisinin de zihin okuma yeteneklerinin olması şarttır. Nesnellik ve zihinsel sembol ikileminin fark edilmesi ile çevre, kendi ve diğerleri konsepti kazanılır. Çevresel uyaranların nesnellikleri ile değil, daha önceki korteks kayıtlarının sembolleri ile yorumlanarak davranışları yönlendirdikleri anlaşılır (istek-inanç ve davranış teorisi) (Bartsch ve Wellman, 1995). Bu durumda, nesnellikten kopmaların (yanılsamaların) olabileceği kavramı fark edilir. Birey yanılabileceğini, yanıltılabileceğini, yanıltabileceğini kavrar. Gerçeğe ulaşmak için yeterli anlama ve anlatma davranışına yönelir. Bütün bunları yani zihni neden mi anlatıyorum? Çünkü davranışların altında yatan nedenlerin anlaşılması ile kendi ve diğerlerinin davranışlarının amacı anlaşılır. Gelenek ve görenek farkındalığı kazanılır ve sosyal yaşama adapte olunur. Kendi ve diğerleri hakkında yorum yapabilmek, dolayısı ile kendini diğerlerinin yerine koymak sureti ile empati gelişir. Tüm bunlar ve birazdan anlatacaklarım zihni anlamaktan geçer. Ancak zihin teorisini anlarsak, çocuklarımızı (ve başkalarını) anlamak ve doğru davranmak mümkün olur. Davranışların altında yatan dinamiklerin anlaşılması ile kendi ve diğerlerinin davranışları öngörülebilir. Kendi davranışları amacına yönelik kontrol edilebilir. Diğerlerinin duygu ve düşüncelerini yönlendirecek sosyal davranışlar seçilebilir (de Villiers, ve ark., 1997). Sır alma, sır verme, sürpriz yapma, ikna ya da protesto etme, kandırma ve yalan söyleme davranışları sosyal yaşamın işleyişine göre amacına uygun kullanılabilir (Bruner, 1990; Wellman 1990; Astington, 1993). Diğerlerinin ilgisi takip edilerek, lisan etkili biçimde kullanılabilir (BaronCohen, 1988). İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i ÇOCUKLARDA ZİHİN GELİŞİMİNİN ÖNEMİ Sosyalleşme için olmazsa olmaz bu sistematik soyut algı; zihinsel-bilişsellinguistik gibi içinde birden fazla yeteneği barındırır. Diğer bir deyişle, zihin ve zihin okuma yeteneği; okumayazma-okuyup yazdığını anlama ve aritmetik gibi yetenekler üzerinde etkilidir (Olson 1994; Astington ve Pelletier, 1996; Astington ve Pelletier, 1996; de Villiers, ve ark., 1999). Bireyin gerçek ile sembolik algıyı ayrıştırabilmesi dolayısı ile çevrenin iki farklı şekilde algılanabileceğinin farkına varması okul öncesi dönemde kazanılır ya da kazanılması gerekir. 6-11 Yaşlarını kapsayan ilköğretim dönemi, çocuğun yaşıtları arasında yarıştığı bir dönemdir. Çocuk, yarışabildiği ölçüde kendine güven duygusu kazanır. Diğerlerinin zihninden geçenleri anlayabilmeli, sosyal diyalog ve aktivitelere dahil olmalıdır. Aksi halde, yaşıtları ile yarışma fırsatını kaçırır. Çevreden kopar. Dışlanır. Yani zihin ve zihin okuma yetersizliği, özgüveni engellemek sureti ile de çocuklarda akademik başarıyı, dolayısı ile geleceği olumsuz etkiler. Sonuç olarak, diğerlerinin fikirilerini dinleyebilen, eleştirebilen, kandırılmamak adına kararlar verebilen ve aynı zamanda diğerlerini yönlendirebilen bağımsız bireylerin yetişebilmesi için bu algı sistematiği bilimsel olarak irdelenmeli ve kesinlikle eğitimin hizmetinde kullanılmalıdır. ZİHİN ve AKADEMİK YETENEK Akademik başarı için izleme, planlama ve yürütme yeteneği, yani zeka fonksiyonları şarttır. Bunun için, kendini kontrol edebilme, dikkatini yönlendirebilme, dikkat esnekliği ve işlevsel hafızaya ihtiyaç vardır. Buna karşılık, zihin ve özellikle de zihin okuma yeteneğinin akademik başarı üzerindeki etkisi tartışmasızdır. Planlama yeteneği, zihin okuma yetene- ğinin gelişimi ile yakından ilişkilidir (Hughes, 1996; Russell, 1996). Diğerlerinin niyetini davranışlarından önce anlamak, yeni stratejiler planlamak, yeni söylemler oluşturmak ve yönlendirmek; mesajlardaki çelişkileri fark etmek, açıklamak, tartışmak ve tartışmayı yönlendirebilmek için zihin okuma sistematiği şarttır. ortak kullanılan bu alan nedeni ile doğrudan kabul ederler. Diğer bazıları ise, bu iki fonksiyonun dolaylı ilişkisini kabul etmekle birlikte, doğrudan yani birebir etkileşim içinde olmadığını öne sürerler (Russell, 1996). Zihnin lisan, işlevsel hafıza ve sosyalleşme ile ilişkisini bir başka yazıda ele almak üzere… Nitekim, zihin okuma yeteneği olmayan çocukların, izleme, planlama ve yürütme fonksiyonları yetersizdir. Buna karşılık, yürütme fonksiyonu olmayan çocuklarda, yanlış inanç algısı (diğerlerinin zihinsel açığını fark edebilmek) ve simgesel anlatımları yetersizdir (Zaitchick, 1990). Zihin okuma, yürütme ve planlama yetenekleri; yanlış inanç (1. ve 2. derece); yürütme ve planlama (Tower of Hanoi – TOH (Welsh & Huizinga, 2001) testleri ile ölçülür. Zeka testleri de esas olarak, içiçe geçmiş olduğu düşünülen bu yetenekler hakkında, genel bir değerlendirmedir (Hughes, 1998). Yürütme fonksiyonu prefrontal kortekste gerçekleşir. Bu alan aynı zamanda yanlış inanç yeteneğinin gerçekleştiği alan ile yakın ilişki içindedir (Ozonoff ve ark., 1991). Bazı otörler, zihin ve yürütme fonksiyonları arasındaki ilişkiyi, Nisan / 2011 Çocuk, yarışabildiği ölçüde kendine güven duygusu kazanır. Diğerlerinin zihninden geçenleri anlayabilmeli, sosyal diyalog ve aktivitelere dahil olmalıdır. Aksi halde, yaşıtları ile yarışma fırsatını kaçırır. Çevreden kopar. Dışlanır. Yani zihin ve zihin okuma yetersizliği, özgüveni engellemek sureti ile de çocuklarda akademik başarıyı, dolayısı ile geleceği olumsuz etkiler. Sonuç olarak, diğerlerinin fikirilerini dinleyebilen, eleştirebilen, kandırılmamak adına kararlar verebilen ve aynı zamanda diğerlerini yönlendirebilen bağımsız bireylerin yetişebilmesi için bu algı sistematiği bilimsel olarak irdelenmeli ve kesinlikle eğitimin hizmetinde kullanılmalıdır. 59 Ma kal e ÖZGÜL ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ Prof. Dr. Gülsen ERDEN Ankara Üniversitesi Sınıf içinde bilgiyi alma ve kullanma açısından yaşıtlarından farklı olduğu gözlenen okulda ve evde verilen destek ve gösterilen ilgiye karşın, güçlük yaşamaya devam eden çocuklar vardır. Bu çocukların, okulda kendilerini güvende hissetmeleri, öğrenme motivasyonu, okula uyum, başarıya yönelim ve ruhsal-fiziksel sağlıkları ile yakından ilişkilidir. Herhangi bir sınıfa şöyle bir göz attığımızda farklı kişiliklerin, potansiyellerin, geçmişlerin ve öğrenme gereksinimlerinin oluşturduğu zengin bir grupla karşılaşırız. Öğretmenler bu tabloda en öndedirler. Sınıfa kendi kişiliklerini, zevklerini ve geçmişteki eğitim-öğretim deneyimlerini yansıtırken, hem kendileri hem de onlara emanet edilen çocukların yararı için çabalarlar. Kullandıkları yöntemlerin, bir yandan o yılın program amaçlarını gerçekleştirmesini, bir yandan da sınıftaki tüm öğrencileri kişisel ve sosyal olgunluğa eriştirmesini beklerler. Ancak ortalama bir okulda, sınıfında bulunan 40–45 öğrenci ile beraber bu amaca doğru yürümek zorundadırlar. Öğretmenler öğrencilerinin var olan potansiyellerinin tamamını gerçekleştirmelerini sağlamanın genellikle kendi görevleri olduğunu düşünürler; fakat bazı çocuklar özel gereksinimleri ile göze çarpar ve uygun sınıf ortamının oluşması bu nedenle kesintiye uğrayabilir. Okula ilişkin beklentilerin gerçekleşebilmesi için olmazsa olmaz bir durum vardır. Bu da her çocuğun kendini okulda güvende 60 Çoğu zaman küçük bir çocuktan bir şey yapması istendiğinde ya en sevdiği masalı anlatır ya da sevdiği bir şarkıyı baştan sona söyler. İlköğretim okuluna devam eden bir çocuğun defterine bakıldığında düzgün ve doğru yazılmış cümleler görülebilir. Bazı yetişkinlerin bir işe başladıklarında işi istenen zamanda yapabildikleri ya da onlara bir görevi nasıl yapacakları anlatıldığında bunu kolayca anlayıp uygulayabildikleri gözlenir. Bu yaşam içinde sıkça gözlemlenen bir durumdur. Ancak her zaman böyle olmayabilir. hissetmesi olarak özetlenebilir. Sınıf içinde bilgiyi alma ve kullanma açısından yaşıtlarından farklı olduğu gözlenen okulda ve evde verilen destek ve gösterilen ilgiye karşın, güçlük yaşamaya devam eden çocuklar vardır. Bu çocukların, okulda kendilerini güvende hissetmeleri, öğrenme motivasyonu, okula uyum, başarıya yönelim ve ruhsal-fiziksel sağlıkları ile yakından ilişkilidir. Nisan / 2011 Bazı çocuklar şarkıları akıllarında tutamayabilirler ya da kelimeleri tam olarak doğru söyleyemeyebilirler. Örneğin “ekmek” yerine “kemek” diyebilirler. Okula giden bazı çocukların haftaların günlerini karıştırdıkları, yön bulmakta zorlandıkları, çoğu zaman sözcükler içindeki harfleri karıştırdıkları/yer değiştirdikleri gözlemlenir. Arkadaşlarının yüz ifadelerini, mimikleri doğru yorumlayamayabilir, aynı anda birkaç şeyi organize edemeyebilirler. Çok sık olmasa da bu İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i tür güçlükler yaşayan yetişkinlerle de günlük hayatta karşılaşılmaktadır. Bu durum örnek olguda* olduğu gibi Özgül Öğrenme Güçlüğü’nü akla getirir. *Koray Yaşının çocuğu gibi görünen, zeki, sempatik, kolay ilişki kuran ve sıcak bir çocuktur. Fakat eğitim kurallarına göre sınıf içinde dersin normal bir akışla sürdürülmesini davranışlarıyla engelleyebilen ve aynı zamanda da kendisi de sınıfın bilgi ve beceri düzeyi ile uyuşmayan bir çocuktur. Drama dersinde, serbest çalışmalarda mükemmel, mizah yeteneği son derece iyi gelişmiş, sözel becerileri iyi olduğu gözlenmektedir. Öte yandan okuma ve yazma görevlerini yerine getirmekten kaçınmaktadır. Sesleri birbirine karıştırma, sözcükleri tanıma ve hatırlamada zorlanma, yavaş okuma ve yazma gibi sorunları gözlenmektedir. Ailesiyle gittiği Çocuk Ruh Sağlığı kliniğinde, yapılan çeşitli değerlendirmeler sonunda Koray’a Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulmuştur. Özgül Öğrenme Güçlüğü Özgül Öğrenme Güçlüğü okuma, yazma ve aritmetik becerilerde çocuğun yaşı ve zekâsına göre beklenen başarıyı gösterememesi durumu olarak tanımlanabilir. Bu tanıma bağlı olarak ilköğretimin ilk yılının ikinci yarısının ortalarına doğru bu güçlükten kuşku duyulmaya başlanır. Bir çocuğa özgül öğrenme güçlüğü tanısı konabilmesi için çocuğun mutlaka okuma, yazma ve aritmetik becerileri ortaya koyabileceği yaşa gelmesi gerekmektedir. Çocuğun okuma, yazma ya da aritmetik becerilerde en azından yaşıtlarının ve kendi zihinsel düzeyinin gerisinde kalması, özgül öğrenme güçlüğünden kuşku duyulması için yeterlidir. Genellikle önce çocuğun öğretmeni, “Çocuğunuzun konuşurken, oyun oynarken ya da herhangi bir şey anlatırken yaşıtlarından hiçbir farkı yok; ancak yazılı, sözlü sınavlarda ya da beklenmedik bir anda bilgiye dayalı bir soru soruldu- ğunda bildiği bir şeyi bile geri verirken konuşurlar. Bazıları ile konuşulduğunda ya da söylerken zorlanıyor. Çocuğunuçoğu zaman sözcükleri doğru telaffuz zun bir sorunu var.” diyerek bu güçlüğe edemediklerini, sözcük ve heceleri karışdikkat çeker. Aileler de çocuğun dersletırdıkları örneğin “kitap” yerine “kipat” rine çalışıyor olmasına karşın, akademik dedikleri görülmektedir. Sözcük dağarbeceri konusunda onları hiç beklemecıkları da yaşıtları kadar çeşitli değildir. dikleri biçimde şaşırtmasıyla ortada bir Bu çocukların günlük yaşamlarında da sorun olduğunun farkına varmaktadırsorunlar yaşadıklarını görülür. Örneğin lar. Sorunun farkına varılmasının ardındüğmelerini iliklerken, çatal-bıçak dan, mutlaka çocuk ruh sağlığı kullanırken, ayakkabılarını bağlarken kliniklerine başvurulması gerekir. Çocuk zorlanırlar. Oyuncaklarıyla oynarken, ruh sağlığı kliniklerinde çocuk psikiyatdışarıda arkadaşlarıyla beraberken, ristleri ve psikologları Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösteren çocuğu birlikte değerlendirmelidirler. Çocuğa yalnızca psikiyatrik muayene değil, aynı zamanda akademik becerileri yordamaya yönelik psikolojik değerlendirme ve özgül öğrenme güçlüğünü taramaya yönelik özel görüşmeler yapılmalıdır. Söz konusu değerlendirmede çocuğun okuma, yazma ve aritmetik beceri gibi hangi alt grupta sorunu olduğunu anlamaya yönelik özel soruların da sorulması gerekir. Tanı okul çağında konulabilmesine karşın Özgül Öğrenme Güçlüğü yapısal bir sorun olduğu için okul öncesi dönemde de çocuklar Özgül Öğrenme Güçlüğü okuma, yazma ve aritmeÖzgül Öğrenme Güçlü- tik becerilerde çocuğun yaşı ve zekâsına göre bekğü’ne ilişkin belirtiler göster- lenen başarıyı gösterememesi durumu olarak mektedirler. tanımlanabilir. Okul öncesi dönemde Özgül Öğrenme Güçlüğü riski taşıyan çocuklar çeşitli alanlarda sorunlar yaşarlar. Literatürde bu alanlar dil, algısal-kavramsal alan, bellek, motor koordinasyon, dikkat-hareket alanı, organizasyon ve duygusal sosyal alan olarak belirlenmiştir. Çocuklar bu alanların bazılarında sorun ya da hepsinde sorun yaşayabilirler. Özgül Öğrenme Güçlüğü riski taşıyan okul öncesindeki çocukların bazıları geç Nisan / 2011 dikkatlerini toplamakta zorlandıkları ve oyunun kurallarını anlayıp uygulamada zorlandıkları gözlenir. Kitaplarını ters tuttuklarına, ayakkabılarını ters giydiklerine yani yönlerini karıştırdıkları fark edilir. Renkleri sayıları önce ve sonra gibi kavramları öğrenmede yaşıtlarına göre zorlandıkları gözlenir. Okul öncesi belirtiler önemlidir çünkü erken yaşta tanı konmadığında, çocuk sahip olduğu güçlüklerle örgün eğitime katılır ve burada yaşayacağı güçlükler ile yükü artar. 61 Ma kal e Eğer okul öncesindeki bir çocuğun güçlükleri fark edilmemişse ve gerekli destekler verilememişse, söz konusu çocuğun ilköğretim döneminde de benzer alanlarda güçlük yaşamasının yanı sıra Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösterdiği de gözlemlenecektir. Okul döneminde en çok göze çarpan şey düşük okul başarısıdır ya da bazen iyi bazen kötü inişli çıkışlı bir başarı grafiğidir. Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösteren çocuğun zorlandığı alanlar olduğu gibi sorun yaşamadığı alanlarda vardır. Bu nedenle bazı dersleri iyidir bazı dersleri ise kötüdür. Okumada ya da yazmada belirgin sorunlar gözlenir. Okurken sorunlar yaşarlar. Okumayı öğrenmede gecikirler ve okurken yavaş okurlar. Yine yazarken olduğu gibi okurken harfleri karıştırırlar ve “çok”a “koç” demek gibi sözcükleri, heceleri ters çevirirler. Bir yazıyı okurken sıklıkla harfleri, sözcükleri atladıkları görülür. Okurken sırayı takip edemeyip, satır atlayabilirler, kaldıkları yeri kaybedebilirler. Bu aksaklıkları çözmek için de yeni cümleler uydururlar. Yaşıtlarına oranla el yazıları okunaksızdır ve yine yaşıtlarına göre daha yavaş yazarlar. Yazı içinde, bazı harfleri ya da sayıları ters yazdıkları görülür. Örneğin “b” yerine “d” “6” yerine “9” yazabilirler. Sözcükleri ters çevirip, çoğu zaman “ve” yerine “ev”, “roman” yerine “orman” , “top” yerine “pot” yazar. Tahtadaki yazıyı defterine çekerken ya da öğretmeninin okuduğunu defterine yazarken zorlanırlar. Çoğu zaman düzensiz, karışık ve iyi kullanılmamış defterleri olduğu dikkati çeker. Bir çoğunun elgöz koordinasyonları zayıf olduğu için çizimleri de yazıları da bozuktur. Bazen de Aritmetik becerileri iyi değildir. Toplama, çıkarma vb işlemlerde sorunlar yaşarlar. İşleme sağdan değil soldan başlayabilirler. Toplama, çıkarma gibi işlemlerde “eldeyi” unutabilirler. Sayı kavramlarını anlamakta güçlük çekerler örneğin beş mi büyük bir mi kestiremezler. Problemi çözecek işlemleri bula62 mayabilirler. Problemleri akıllarında çözseler bile yazıya dökmekte zorlanırlar. Eğer bir şeyin belli bir sırada yapılması isteniyorsa bunu başaramayabilirler. Bir öyküyü sıralı anlatamayabilirler. Düşüncelerini sözlü ya da yazılı olarak düzenli bir biçimde ifade etmekte başarısız olabilirler. Bu çocukların iyi bir çalışma alışkanlıkları da olmayabilir. Ödevlerini ya alamaz ya da eksik alır. Dikkatlerini toplayamadıkları için çabuk sıkılırlar ve ödev yaparken sık sık ara verdikleri araya gereksinimleri olduğu gözlenir. Eğer okul öncesindeki bir çocuğun güçlükleri fark edilmemişse ve gerekli destekler verilememişse, söz konusu çocuğun ilköğretim döneminde de benzer alanlarda güçlük yaşamasının yanı sıra Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri gösterdiği de gözlemlenecektir. Yaşıtlarına göre daha çocuksu oldukları gözlenir. Karşısındaki kişinin mimiklerini jestlerini anlamakta ve yorumlamakta zorlanabilirler bu da onların arkadaş ilişkilerinde sorun yaşamalarına sebep olabilir. Neşeliyken birden öfkelenebilir hızlı duygu değişimi gösterirler. Sahip olduğu güçlükler çocuğu bu güçlüklere sahip olmayan yaşıtlarında farklılaştırır. Sıkıntılarını, eksikliklerini fark edebildikleri için de düşük benlik saygısı geliştirebilirler. Yaşadığı başarısızlıklar nedeniylede kendisine güveni azalır. Uyum sağlamada zorlandıkları, çoğu Nisan / 2011 zaman bu okuldan kaçma, okula gitmeme gibi davranışlar beraberinde psikolojik sıkıntılar gözlenir. Özgül Öğrenme Güçlüğü zekâ düzeyi normal ya da normalin üzerinde olan bireylerde görülür. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuklar öğrenme süreçlerinin bir kısmında ya da hepsinde birden sorunlar yaşarlar. Aslında söz konusu çocuklar öğrenemedikleri için değil uygun öğrenme stratejileri geliştiremedikleri için okulda, evde süre giden sıkıntılar içinde bir kısır döngü yaşarlar. Çocuk çalışır, çalıştırılır, yine başarılı olmaz. Bu başarısızlık hayal kırıklığı, üzüntü ve kızgınlık ile sonuçlanır. Evde okulda baskı artar daha uzun süre daha sıkı çalışır, çalıştırılır ve yine başarılı olamaz. Oysaki çocuğun yaşadığı güçlüğün tanısı konulup uygun psikoeğitsel müdahale başlasa ve çocuğa başarılı olabileceği alanlarda başarılı olma fırsatı yaratılsa ve sınavlarda-ödevlerde çocuğun öğrenme stillerine uygun kolaylıklar sağlanabilirse çocuk, aile ve öğretmen için daha verimli bir sürece geçilecektir. Özgül Öğrenme Güçlüğü okul öncesi dönemden itibaren belirti verir. Önemli olan erken dönemde bu belirtileri fark edebilmek ve gerekli uzman yardımını almaktır. Okul öncesi dönemde bir çocuğun öğrenme güçlüğü olduğunu saptamak erken tanı için önemlidir. Çünkü bu sayede hem akademik yaşamında hem de toplum yaşamında gerekli becerileri edinmesi sağlanabilir ve çocuğa özgü eğitimlerle de sürekli başarısız olması önlenebilir. Çoğu zaman anneler çocuklarının diğer çocuklardan farklı bir şekilde geliştiklerini fark edebilmektedirler. Özgül Öğrenme Güçlüğü okul çağında okuma yazma ve aritmetik becerilerden birinde, ikisinde ya da hepsinde birden çocuğun yaşından ve zihinsel düzeyinden beklenemeyen güçlükle tanı alabildiği için okul öncesi dönemde gözlenen sorunlara Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulamamaktadır. Bu nedenle, bu dönemde gelişimsel İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i sorun ya da öğrenme bozukluğu riski terimleri tercih edilerek aileye gerekli önerilerde bulunup çocuğa destek sağlanır. Bir çocuğa öğrenme bozukluğu tanısı koymak için iyi bir değerlendirme yapılması önemlidir. Konuya ilişkin değerlendirme aşamasında çocuğun şimdiki başarısı ile öğrenme potansiyeli arasındaki fark karşılaştırılmalıdır. Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı koyarken çeşitli test gruplarından yararlanılabilinir. Test grupları içinde zekâ testleri, akademik başarı testleri diğer alanlardaki özel yetenek testleri bulunmaktadır. En sık kullanılan testler içinde Wechsler Zekâ ölçekleri, akademik başarı testleri, görsel motor algı testleri, bellek testleri, sağ-sol yön tayini testleri yer alır. Bu testler çocuğun öğrenme güçlüğü çektiği alanlar ve güçlü olduğu alanlar hakkında da bilgi verebilir. Hatırlanılacağı gibi Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuklar normal ya da üstü zekâ düzeyine sahiptirler. Eğer bir çocukta yaşıtlarıyla benzer öğrenme potansiyeli olmasına rağmen okuldaki başarısı bu potansiyelin gerektirdiğinden az ya da farklıysa bu durum göz önüne alınmalıdır. Çoğu zaman çocuklar aileleri tarafından öğretmen bir problem olduğunu söylediğinde bir uzmana getirilmektedir. Oysaki aileler bir problem olduğunu daha erken yaşta fark etmektedir ama tanı daha geç yaşlarda konmaktadır. Eğer anneler ya da temel bakım veren kişiler, çocuklarının yaşıtlarından farklı geliştiğini gözlemlediklerinde, bu gözlemlerini uzmanlarla paylaşırlarsa çocuğa ilişkin sorunlar henüz Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulamasa da erken tanınabilir. Ancak ailelerin bir kısmı beklemeyi tercih ettiklerinden ya da Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtilerini bilen bir uzmana ulaşamadıklarından, bir kısmı da nereden yardım alacağını bilemediğinden çocuğun erken dönemde gösterdiği güçlüklere yönelik müdahale gecikmektedir. Bununla birlikte erken dönemde müdahale edildiğinde de Özgül Öğrenme Güçlüğü yapısal bir sorun olduğu için çocuğun okul çağında da Özgül Öğrenme Güçlüğü’ne ilişkin sorunlar yaşaması tümüyle önlenemez. Ancak erken müdahale ve uygun destek ile çocuğun kendisini iyi hissetmesine olanak tanınmalıdır. Aynı zamanda zayıf ve yardıma gereksinim duyduğu alanlar için gerekli destek basamaklar halinde kolaydan zora doğru sağlanmalıdır. Özgül Öğrenme Güçlüğü dendiğinde Çoğu zaman anneler çocuklarının diğer çocuklardan farklı bir şekilde geliştiklerini fark edebilmektedirler. Özgül Öğrenme Güçlüğü okul çağında okuma yazma ve aritmetik becerilerden birinde, ikisinde ya da hepsinde birden çocuğun yaşından ve zihinsel düzeyinden beklenemeyen güçlükle tanı alabildiği için okul öncesi dönemde gözlenen sorunlara Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konulamamaktadır. okul yaşına kadar edinmesi gerekli temel beceriler edindirilebilir ve en azından çocuk okula eksik donanımla başlamaz. Özgül Öğrenme Güçlüğü öğrenme süreçlerindeki güçlükleri ifade etmektedir. Bu nedenle çocuğun bilgiyi alma ve ifade etme süreçleri belirlenmelidir. Daha sonra bu çocuğun neden öğrenemediği kapsamlı olarak değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmenin içinde bu nedenlere eşlik eden duygusal, çevresel ve psikolojik etkilerde saptanmalıdır. Doğru bir değerlendirme içinde çocuğun başarı düzeyi ve öğrenme stili de belirlenir. Böylece, öğrenme için bir plan yapılmasına kaynak sağlanır. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocukların güçlük yaşadıkları alanların yanında onların güçlü ve yetenekli oldukları alanlar da vardır. Bu alanlar saptanarak, ilgi duyduğu ve kendine güvendiği beceri kaynakları çocuğun başarılı olma duygusunu tatmasına ve Nisan / 2011 çok geniş bir yelpaze kapsamından söz edilmektedir. Bu yelpaze içinde alt gruplar yer almaktadır. Psikiyatri alanında kullanılan DSM-IV-TR tanı ölçütleri kitabında öğrenme bozukluğu; Okuma Bozukluğu, Matematik Bozukluğu ve Yazılı Anlatım Bozukluğu, Başka Türlü Adlandırılamayan Öğrenme Bozukluğu grupları bulunmaktadır. Tanının konulabilmesi için, bir başlık altında o başlığa ilişkin becerilerin çocuğun zekâ düzeyi ve yaşına uygun olarak aldığı eğitim göz önünde bulundurulduğunda, beklenin altında olması gerekmektedir. Alt gruplar arasında Okuma Bozukluğu en sık görülen bozukluktur. Tüm öğrenme bozukluğu olgularının %80’nini Okuma Bozukluğuna sahip olgular oluşturmaktadır. “Özel Öğrenme Güçlüğü” başlığı altında çeşitli kaynaklarda Disleksi (okuma güçlüğü), Disgrafi (yazma 63 Ma kal e güçlüğü) ve Diskalkuli (aritmetik güçlüğü) kavramlarının kullanıldığı da görülmektedir. Özgül Öğrenme Güçlüğü ve Yapılabilecekler Literatürde Özgül Öğrenme Güçlüğü belirtileri okul öncesi dönemde görülen belirtiler, ilköğretim döneminde görülen belirtiler ve 12 yaş ile yetişkinlik döneminde görülen belirtiler olarak ayrıldığı görülmektedir. Eğer herhangi bir yaş grubunda bir çocuğa Özgül Öğrenme Güçlüğü tanısı konmuşsa, çocuk hangi eğitim kurumuna gidiyorsa okul öncesi, ilköğretim ya da lise bu çocuğun bulunduğu okula ve sınıfa devam etmesi (çok özel durumlar dışında) gerekir. Söz konusu çocukların diğer çocuklar gibi eğitimlerini sürdürebilmeleri için uygulanabilecek çeşitli yöntemler vardır. Çocuklar yaşıtlarıyla birlikte okula devam ederken normal sınıf eğitimine ek olarak bu çocuğun eksik ya da yetersiz kalan yönlerine destek verilmesi gerekir. Bu destekler bireysel olarak yapılan özel eğitimle ya da yaşıtlarıyla birlikte grup çalışması programlarıyla onları model 64 alması sağlanarak da yapılabilir. Eğitim programı içinde seslerin farkında olma, sıralama ve bellek becerileri, görselleştirme ve çoklu duyusal yöntemler, tam dil eğitimi ya da duyusal ve motor bütünleştirmeye yönelik görevler bulunmaktadır. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocukların bir kısmının dikkatlerini toplamakta zorlandıkları ve dikkat sürelerinin kısa olabileceği göz önüne alınarak yönergeleri anlayabilmeleri için uygun çözümler bulunmalıdır ( yönergeyi yinelemek, yönergeyi görebilmelerini sağlamak vb.). Gerektiğinden yönergeler birkaç kez sabırla tekrarlan- malıdır. Yine dikkatlerinin kısa süreli olması nedeniyle uzun ve karmaşık görevlerden sıkılabilecekleri hatırda tutularak, daha kısa görevler verilerek başarılı olmaları sağlanabilir. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocukları sık sık kontrol etmek faydalı olabilir bu nedenle sınıf içinde öğretmenin dikkatini çocuğa daha fazla yöneltmesini sağlayacak bir oturma düzeni sağlanmalıdır. En iyisi ön sırada ya da öğretmene yakın bir yerde, çocuğun dikkatini dağıtmasına sebep olacak daha az uyaranın olNisan / 2011 duğu bir konumda ve uygun bir arkadaşının yanında oturmasını sağlamaktır. Sınıf içi etkinliklerde öğrenme materyaline çocuğun kendine güvendiği ve ilgi duyduğu konuları dâhil ederek, öğretme stillerinde çocuğun belirlenen öğrenme stiliyle uyumlu olacak değişiklikler yapılması uygun olacaktır. Örneğin bilgiler aktarılırken modeller, nesneler ve resimler kullanarak anlatmak Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuklar için konuları daha anlaşılır ve daha çekici yapabilir. Aslında bu tüm çocuklar için çok daha eğitici ve öğretici olabilir. Benzer şekilde sınavlar, çocukların belirlenen güçlü yanlarıyla uyumlu olarak sınav yöntemi sözlü, yazılı, boşluk doldurma, doğruyanlış yöntemlerinden en uygun olanı belirlenerek yapılabilir. Sınavın soru miktarı azaltılabilir ve bu çocuklara ek süre verebilir. Ayrıca pekiştirme ödevlerinin de çocuğa uygun olup olmadığına dikkat edilmesi gerekir. Eğer gerekirse ödev miktarı çocukların yavaş okuduğu, yavaş yazdığı göz önünde bulundurularak azaltılmalıdır. Çocukların zayıf olduğu konularda bilgisayar, teyp, hesap makinesi ve fotokopi makinesi gibi teknolojik araçların kullanılmasına izin verilmelidir. Bazı çocukların bu güçlüklerle baş etmek için kendilerine özgü yöntemler geliştirdikleri görülmektedir. Örneğin bir yazıyı okurken sorun yaşadığı için, sınıf içinde bir şey okuması gerektiğinde tüm yazıyı ezberlemek gibi ya da bir matematik problemini kendi becerisiyle çözmekte zorlanacağı için problemin çözümünü bütün olarak ezberleyerek sorunlarını çözmeye çalışmak gibi. Öğretmenler bu çocukları mümkün olduğunca cesaretlendirmeli ve başardıklarında ödüllendirmelidirler. Güçlü oldukları alanları ve yeteneklerini sınıf içinde ön plana çıkarmaya özen göstermelidirler. Böylece çocukları zayıf oldukları alanlardaki güçlükleri aşmaları için yüreklendirmiş olacaklardır. Ayrıca çocukların sahip olduğu güçlükleri aşması için yaşıtlarından da destek alınması gerekebilir. Bu ne- İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i denle öğretmenleri onların yaşıtlarıyla birlikte etkinliklerde bulunmalarına, sportif faaliyetler içinde olmalarına yardımcı olmalıdırlar. Çocuğun yaşayacağı her sorun için okulun rehberlik ve danışmanlık servisinden yararlanılmalıdır. Gerekirse okul idaresi, okul aile birliği ve bakanlık çerçevesinde rehberlik ve danışmalık hizmetleri için kaynak yaratılması ve özendirilmesi için girişimlerde bulunulmalıdır. Özgül Öğrenme Güçlüğü olan çocuğun öğretmeni hem okulun rehberlik servisiyle, hem çocuğun ailesiyle hem de çocuğun uzmanıyla sürekli iletişim içinde olmalıdır. Özellikle çocuğun öğretmeni ya da ailesi öğrenme güçlüğü hakkında bilgi sahibi değilse çocuğun akademik yaşamı başarısızlıkla sürerken çocuk başarısız olarak değerlendirilir ve bu durum yetişkinlik dönemine kadar uzanan etkileri beraberinde getirir. Ailelerin, öğretmenlerin, okul idarecilerinin Özgül Öğrenme Güçlüğü konusunda anne-baba- öğretmen bilgilendirme toplantıları, paylaşım grupları içinde yer almaları, bu tür toplantı ve bilgilenme toplantılarının düzenlenebilmesi için uygun kaynakları harekete geçirmeleri söz konusu çocuklara olduğu kadar tüm okula yarar sağlayacak aktivetelerdir. Milli Eğitim Bakanlığı 2509 sayılı Özel Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğine (2000) göre öğrenme bozukluğu olan çocukların bazı hakları vardır. Buna göre kaynaştırma uygulamalarında “bireysel ve gelişim özellikleri dikkate alınarak, gerekli önlemler alınır. Değerlendirmede, öncelikle bireyselleştirilmiş eğitim programlarında hedeflerin gerçekleştirilmesi esas alınır” denilmektedir. Zihinsel becerileri yüksek öğrenim yapabilecek düzeyde olan özel eğitim gereksinimli gençlerin hakları da “yüksek öğretime yönlendirme kararı alınanların ilgileri, istekleri, yetenekleri ve iş olanakları doğrultusunda ve ölçüsünde yüksek öğrenim olanaklarından yararlanabilmeleri için sınavlarda özel eğitim önlemleri alınır, yüksek öğretim kurumları ile işbirMilli Eğitim Bakanlığı 2509 sayılı Özel Eğitim Hizmetleri Yönetmeliğine (2000) göre öğrenme bozukluğu olan çocukların bazı hakları vardır. Buna göre kaynaştırma uygulamalarında “bireysel ve gelişim özellikleri dikkate alınarak, gerekli önlemler alınır. Değerlendirmede, öncelikle bireyselleştirilmiş eğitim programlarında hedeflerin gerçekleştirilmesi esas alınır” denilmektedir. liği yapılarak, yerleştirilmelerinde, kredi ve burs almalarında öncelik tanınır” denerek korunmuştur. Özgül Öğrenme Güçlüğü ilaçla tedavi edilememektedir. Özgül Öğrenme Güçlüğünde temel olan çocuğun öğrenme stiline uygun destek eğitimidir. Bu çocuklar bireyselleştirilmiş özel eğitim alarak hem akademik başarıları hem de toplumsal yaşamları desteklenebilir ve hedeflenen düzeye getirilebilir. Bu eğitimde çocuğun başarısız olmasına neden olan temel güçlük alanlarının güçlendi- rilmesi ve pekiştirme yöntemleri esastır. Çocukların güçlü yanları ön plana çıkarılarak toplum içinde “farklı” olarak değerlendirmelerinin önüne geçilmelidir ve toplumun onları “kendine özgü” olarak kabul etmesi sağlanmalıdır. Çocukların benlik saygılarının incinmesi, kendilerini değersiz, beceriksiz ve yetersiz görmelerinin önüne geçilebilmesi için erken tanı önemlidir. Tanı konmasında çok fazla gecikildiğinde ne yazık ki bu çocukların büyük oranda eğitimden koptukları bilinmektedir. Bu nedenle ailelere ve öğretmenlere büyük sorumluluk düşmektedir. Aileler ve öğretmenler öğrenme güçlüğü konusunda bilgilendirilmeli ve mümkün olduğunca erken tanının konması sağlanmalıdır. Tanı koyduktan sonra da sorumluluklar devam etmektedir. Öğretmenler sınıf içindeki daha zor/yavaş öğrenen çocuğun farkında olmalı, onu görmezden gelmemeli ve gerekli desteği sağlamalıdır. Her öğrenci için öğretmeninin onayı oldukça önemlidir ve bu çocukların onaylanmaya ve cesaretlendirilmeye fazlasıyla gereksinimleri vardır. Ailelerin de öğretmenleri kadar bu çocukların öğrenme güçlükleriyle baş etmede önemli payı vardır. İyi bir okul-aile-uzman işbirliği ve toplumunda bu konuda bilinçlendirilmesiyle bu çocukların toplum içinde sağlam bir yer edinmeleri sağlanabilir. Kaynakça: Erden, G.; Kurdoğlu, F.; ve Uslu, R.(2002) İlköğretim Okullarına Devam Eden Türk Çocuklarının Sınıf Düzeylerine Göre Okuma Hızı ve Yazım Hataları Normlarının Geliştirilmesi. Türk Psikiyatri Dergisi,13(1):5-13. Korkmazlar, Ü ve Sürücü, (2007). Öğrenme Bozuklukları içinde: Ö.Aysev, S.A ve Taner, I.Y. Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları. Janssen-Cılag Kozloff MA (1974) Educating Children with Learning and Behavior Problems. NY:John Wiley and sons. Lerner J (1993a) Learning Disabilities: eories, diagnosis, teaching strategies. Sixth ed. Boston: Houghton Mifflin Com. Prior M, Sanson A, Smart D, Oberklaid F (1999) Relationships between learning difficulties and psychological problems in preadolescent children from a longitudinal sample. Journal of American Academy of Child Adolescent Psychiatry, 36:1020-1032. Reid G (1998) Dyslexia.A Practitioner’s Handbook.Second Ed. England: John Wiley &Sons Ltd. Silver, L.B.(1989) Learning Disabilities. Journal of American Academy Child and Adolescence Psychiatry, 28:309-313. Wenar, C.(1994). Developmental Pychopathology from İnfancy rough Adolescence (3. edition). McGraw-Hill, Inc. New York, s:179-186. Nisan / 2011 65 Ma kal e ÜNİVERSİTE TERCİHLERİNDE EN ZOR KARAR: İSTANBUL Yrd. Doç. Dr. Fatih GÜRSUL / Hakan ERGİN İstanbul Üniversitesi / Boğaziçi Üniversitesi Üniversite eğitimleri için memleketlerinden İstanbul’a gelen öğrencilerin, ilk yıllarında şehre ve üniversite ortamına alışmakta zorlandıkları saptanmıştır. Bu açıdan, üniversitelerde her akademik yıl başında uygulanan oryantasyon faaliyetlerinin etkililiği gözden geçirilmeli; her bölüme akademik ve idari personelin de katılımlarıyla oryantasyon programları planlama ve uygulama zorunluluğu getirilmelidir. Bir Eylül günü, Boğaziçi Üniversitesi’nin Robert Kolej’den kalma, Boğaz’a sıfır kampüsünde kahvelerimizi yudumlarken, ellerinde çekçekli bavullarıyla yurtlara doğru ilerleyen 17-18 yaşlarındaki gençler gözümüze çarptı. Yüzleri gülse de, hallerinden memnun görünseler de, merakla etrafı süzen gözlerindeki tedirginliği okumak zor değildi. Kim bilir ne duydular, ne gördüler; ne umarken, ne bulacaklardı? Derken, üniversiteyi kazandığımızda, yıllar önce Aksaray’dan İstanbul’a ve Malatya’dan Ankara’ya gelen bizler, o günlerdeki hayallerimizden, hayal kırıklıklarımızdan, umup da bulamadıklarımızdan, isteyip de geri dönemeyişimizden konuştuk bir saati aşkın. Ve o bir saatlik sohbet orada kalmayacaktı; yüz binlerce genci yakından ilgilendiren konusuyla, akademik çalışmamızın çıkış noktası olacaktı… On milyondan fazla nüfusa ev sahipliği yapan ve dünyanın en büyük megakentlerinden olan İstanbul’un aldığı göç, son çeyrek yüzyılın en tartışmalı konularından olmuştur. Çarpık yerleşmenin, trafik 66 mekte, Paris ve Londra’ya 60 yılda olan göç İstanbul’a 2 yılda gerçekleşmekte ve her gün trafiğe 600 yeni araç çıkmaktadır. Diğer kentlere oranla daha fazla iş imkanının olması, kentin bu denli göç almasının başlıca nedenlerindendir. Ancak, megakente göç edenler sadece iş arayanlar değildir elbette. Bu amacın dışında gelenlerin önemli bir kısmını ise, kentte bulunan 30’dan fazla üniversiteye okumak için gelen öğrenciler oluşturmaktadır. Zordur bir insanın kendini, arkadaş çevresini ve yaşadığı yeri değiştirmesi. sıkışıklığının ve çevre kirliliğinin arkasında megakentin aldığı aşırı göç gösterilmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUIK) 2000 yılı nüfus sayımı verilerine göre İstanbul’un aldığı yıllık net göç 400.000 olurken; İktisadi Araştırmalar Vakfı’nın (İAV) 2006 yılında düzenlediği “İstanbul’a Göçün Yönetimi” adlı seminerde paylaştığı verilere göre ise, her 4 dakikada bir kişi İstanbul’a göç etNisan / 2011 Her birey kolayca atlatamaz değişimin getirdiği zorlukları. Hele bir de sorumluluk almaya başlayarak hayatı yeni tanıyorsa insan, o zaman daha da zordur yeni bir yere uyum sağlaması. İşte bizim çalışmamız da, tarifi edilen ve Türkiye’deki akademik dünyanın bugüne dek ihmal ettiği o grubu konu edindi: Üniversite okumak için köy, kasaba veya küçük kentlerden büyükşehre gelen gençler. Araştırma için, iki devlet, iki de vakıf olmak üzere İstanbul’daki dört üni- İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i versite belirlenmiştir. Bu üniversitelere, 2009 – 2010 akademik yılı başında okumak için küçük (nüfusu iki milyondan az) kentlerden gelen toplam 120 öğrenci çalışmanın katılımcıları olmuştur. 21 Nisan 2010’da, ABD’nin Florida Eyalet Üniversitesi’nde 21. Uluslararası Öğrenme ve Öğretme Konferansı’nda, “e Obstacles for Freshman Students’ Adaptation to a Metropolis” (“Üniversite Birinci Sınıf Öğrencilerinin Büyükşehre Adaptasyonundaki Engeller”) adıyla sunumunu yaptığımız nitel boyutta, öğrencilerin ilk yıllarında İstanbul’un kendilerine getirdiği sorunlar ve avantajlar saptanırken; 16 Haziran 2010’da Boğaziçi Üniversitesi’nde Dünya Karşılaştırmalı Eğitim Kongresi’nde “e More Money, the Better Sense of Belonging to a Metropolis” (“Daha Çok Para, Büyükşehre Daha Çok Aidiyet midir?”) adıyla sunduğumuz nicel boyutta ise, öğrencilerin sosyo-ekonomik düzeyleri irdelenmiştir. Bizleri kimi zaman üzen, kimi zaman düşündüren, kimi zaman umutsuzluğa iten ve yer yer de eski günlerimize götüren çalışmanın bulguları, üniversite amfilerinde görmeye alıştığımız gençleri daha yakından tanımamızı sağlamıştır. DEVLET ÜNİVERSİTESİNDE OKUYANLAR DAHA DERTLİ! Yükseköğretimde okuyan bir genç yeni bir şehir, yeni oda / ev arkadaşlarını, kalabalık amfileri, daha uzun ödev ve projeleri bir anda hayatının bir parçası olarak bulur. 18’ine yeni basmış bireylerin her biri bunlarla başa çıkmada aynı oranda başarılı değildir; kimisi mücadeleyi kaybedebilir. Tablo 1, ikisi vakıf, ikisi devlet olmak üzere dört farklı üniversitede okuyan ve İstanbul’a üniversite eğitimi için küçük şehirlerden göç eden öğrencilerin, ilk yıllarında İstanbul’da yaşadıkları sorunları ortaya koymaktadır. Tablo 1’e göre, devlet ve vakıf öğrencilerinin İstanbul’daki ve üniversitedeki ilk Problem Türü Ulaşım Maddi Akademik Yalnızlık Barınma Büyükşehrin Düzensizliği Diğer Sosyal Baskı Devlet Sıra 1 2 3 4 5 6 7 8 Devlet % 100 77 40 30 23 20 5 3 Vakıf Sıra 1 2 8 3 5 4 6 9 Vakıf % 92 43 3 17 12 13 9 2 Tablo 1. Üniversite Öğrencilerinin İlk Yıllarında İstanbul’da Yaşadıkları Adaptasyon Sorunları yıllarında yaşadıkları en yaygın ilk iki sorun ortak: Ulaşım ve maddi imkânsızlıklar. Devlet üniversitesindeki öğrencilerin % 100’ü kentteki trafik sıkışıklığı ve toplu taşımadaki kalite eksikliğinden şikayet ederken, vakıf üniversitesi öğrencilerinde bu oran % 92. Maddi sıkıntılar her iki grubun da ikincil problemi olsa da, oranlar arasında bir uçurum var. Devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 77’si maddi sorun çektiğini belirtirken, bu oran vakıf üniversitesi öğrencilerinde % 43’te kalmaktadır. Öte yandan, devlet üniversitelerine kayıtlı öğrencilerin % 40’ı akademik sorunlar yaşadıklarını, üniversitedeki öğretim elemanlarının, sınav ve projelerin kendilerini zorladığını ifade ederken; bu oran vakıf üniversitesi öğrencilerinde sadece % 3’te kalmaktadır. Bunların dışında, devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 30’u, vakıf üniversitelerindekilerin % 17’si İstanbul’daki ilk yıllarında yalnızlık çektiklerini; devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 23’ü, vakıf üniversitelerindekilerin % 12’si kaldıkları yerlerinden memnun olmadıklarını; devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 20’si, vakıf üniversitelerindekilerin % 13’ü İstanbul’daki çarpık kentleşme, çevre ve gürültü kirliliğinin kendilerini rahatsız ettiğini; devlet üniversitelerindeki öğrencilerin % 3’ü, vakıf üniversitelerindekilerin % 2’si ailesinin ve arkadaşlarının sosyal baskısının kendisine problem oluşturduğunu ifade etmiştir. Nisan / 2011 İSTANBUL’UN SİMİTİ, MEMLEKETİMİN SİMİTİ GİBİ DEĞİL! Diğer problemler başlığı altında, devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin % 5’i, vakıf üniversitelerindeki öğrencilerinse % 9’u çeşitli gündelik sorunların, İstanbul’a alışmalarını zorlaştırdığını paylaşmıştır. Bunların arasında, sokaklarda başıboş köpeklerin dolaşması, simitlerin geldikleri illerdeki gibi taze olmaması ve erken kalkmak yer almaktadır. HER ŞEYE RAĞMEN İSTANBUL’DA OKUMAK AYRICALIKTIR! Akademik dünyada, İstanbul’da üniversite okuyan bir gencin iki diplomasının olduğundan söz edilir: Bir tanesi üniversiteden aldığı, diğeri de İstanbul gibi bir dünya metropolünde yaşayabildiği için hak ettiği. Elbette burada asıl övgüyü hak eden, çalışmamıza da konu olan kesim, yani küçük bir kasabadan ya da kentten bavulunu alıp, belki de ilk kez geldiği megakentte kampüse ve yurda doğru yola koyulanlar… Peki gerçekten İstanbul’da üniversite okumak ayrıcalık mıdır? Ne gibi artıları vardır? Tüm bunları birinci ağızdan öğrenmek istedik, 2009 Eylül ayında İstanbul’a okumaya gelen öğrencilerden. Tablo 2’de ayrıntılarının görüldüğü genel sonuç şu ki; ne kadar şikâyet etseler de, üniversitelilerin, özellikle devlet üniversitelerinde okuyanlar, İstanbul’un kendilerine getirisinin çok olduğuna inanmaktadır. 67 Ma kal e Avantaj Türü Sosyal Kişisel Gelişim Akademik Ekonomik Yok Diğer Devlet Sıra 1 2 3 4 5 6 Devlet % 93 47 33 12 5 2 Vakıf Sıra 1 2 5 3 4 6 Vakıf % 63 27 6 13 8 5 Tablo 2. Öğrencilere Göre İstanbul’da Üniversite Okumanın AvantajlarıSorunları Tablo 2’ye göre, hem devlet hem de vakıf üniversitelerindeki öğrenciler için İstanbul’da okumanın en büyük iki avantajı ortak: Sosyal ve kişisel gelişime uygun bir kent olması. Buna göre devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin % 93’ü İstanbul’da her türlü sosyal etkinliğin bulunmasını bir avantaj olarak görüp, % 47’si bu kentte kendilerini daha iyi geliştireceklerine inanırken; vakıf üniversitelerindeki öğrencilerde bu oranlar sırasıyla % 63 ve 27. Bu avantaj türlerinde, devlet ve vakıf üniversitelerindeki öğrenciler arasında önemli bir fark görünmese de; akademik avantajlar konusunda bir uçurum bulunmaktadır. Öyle ki, devlet üniversitelerine kayıtlı öğrencilerin % 33’ü İstanbul’da akademik anlamda daha iyi ilerleyebileceklerine, bu kentteki yükseköğretim kurumları ve öğretim elemanlarının daha kaliteli olduğuna inanırken; bu oran vakıf üniversiteleri grubunda % 6’da kalmıştır. Öte yandan, devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin % 12’si, vakıf üniversiteleri grubundakilerinse % 13’ü İstanbul sayesinde ekonomik kazanımda bulunacaklarına inanırken; ilk gruptakilerin % 5’i, ikinci gruptakilerinse % 8’i İstanbul’da üniversite okumanın kendilerine özel bir katkısı olacağına inanmamakta ve başka bir şehirde üniversite okumaktan farksız görmektedirler. İSTANBUL SAYESİNDE AİLEMİN DEĞERİNİ ANLADIM Diğer başlığı altında Tablo 2’de yer alan avantajları atlamamakta fayda var. Buna göre, devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin % 2’si İstanbul’u tek sevme 68 nedenini memleketlerine yakın olmasına bağlarken; vakıf üniversitelerindekilerin % 5’i ise İstanbul’u sevdiklerini; çünkü bu kentin kendilerine birçok zorluk yaşattığını ve bunlarla mücadele ederken aslında ailelerinin yanında ne kadar rahat olduklarını anladıklarını, dolayısıyla megakentin kendilerine ailelerinin değerini öğrettiğini ifade etmişlerdir. VAKIF VE DEVLET ÜNİVERSİTESİ VELİLERİ ARASINDAKİ GELİR UÇURUMU Vakıf üniversitelerinde ücretli okuyan öğrencilerin maddi durumlarının, kamu üniversitelerinde okuyanlardan daha iyi olduğuna inanılır. Buna dayanak olarak da, bu öğrencilerin kimi bölümlerde yıllık 25.000 TL’yi bulan eğitim – öğretim ücretlerini ödeyebilme gücü gösterilir. Bu görüşü akademik alanda irdelemek için yapılan bu çalışmada, devlet ve vakıf üniversitelerinde okuyan öğrencilerinin maddi güçleri arasındaki fark, sosyal bilimcilerin sıkça başvurduğu SPSS (Statistical Package for the Social Sciences) programı tarafından da istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur: üniversiteleri grubunda sadece % 1.7. Buna paralel olarak, devlet üniversitelerine kayıtlı öğrenciler sadece % 3.3’ü aylık aile gelirlerinin 6000 TL ve üzeri olduğunu paylaşırken, bu oran vakıf üniversiteleri grubunda yaklaşık sekiz kat, % 35. VAKIF ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİSİNİN AYLIK CEP HARÇLIĞI, DEVLET ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİSİNİN İKİ KATI! Araştırmanın bir başka önemli bulgusu da, aile gelirlerinin öğrencilere ne kadar yansıdığının ve devlet ile vakıf öğrencilerinin aylık cep harçlıkları arasında bir fark bulunup bulunmadığının tespitidir. Buna göre, Tablo 4’te de görüldüğü üzere, devlet üniversitelerinden birine kayıtlı öğrencilerde aylık cep harçlığı ortalama 572 TL iken, bu rakam vakıf üniversitelerine kayıtlı öğrencilerde yaklaşık iki katı, 1104 TL’dir. Öte yandan, aynı fark öğrencilerin ideal aylık cep harçlığı algısında da görülmektedir. Buna göre, İstanbul’da rahatça geçinebilmesi için bir öğrencinin aylık ortalama ne kadar gelire sahip olması gerektiği yönündeki soruya, devlet üniversitesi öğrencileri ortalama 538 TL yeterli derken; vakıf üniversitesi öğrencileri bu tutarın en az ortalama 1077 TL olması gerektiği görüşünde. İSTANBUL’DAKİ ÜNİVERSİTELERDE OKUMAK ÖĞRENCİLERİN KENDİ KARARI İstanbul’da yaşayan pek çok kişi megakentin aşırı nüfusu, pahalılığı, çevre kirliliği ve trafik yoğunluğundan dert yakınır hep; ama birçoğu da İstan- Tablo 3’e göre, orta düzeydeki aile gelir aralıklarında vakıf ve devlet üniversitelerine kayıtlı öğrenciler araDevlet % Vakıf % sında ciddi bir fark Gelir Aralığı 43.3 1,7 görülmese de, alt ve üst gelir 1500 TL ve altı 1500 3000 TL 48.3 30 gruplarında durumun aynı 5 18,3 olduğu söylenemez. Buna 3000 - 4500 TL 0 15 göre, devlet üniversitelerine 4500 - 6000 TL 3,3 35 kayıtlı öğrencilerin % 43.3’ü 6000 TL ve üzeri aile gelirlerinin aylık 1500 TL veya altında olduğunu Tablo 3. Devlet ve Vakıf Üniversitelerinde Okuyan belirtirken, bu oran vakıf Öğrencilerin Aylık Aile Gelir Aralıkları Nisan / 2011 İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Harçlık Türü Devlet Vakıf Mevcut Aylık Ortalama Cep Harçlığı 572 TL 1104 TL İstanbul'da Geçinebilmesi İçin Gerekli Ortalama Asgari Tutar 538 TL 1077 TL Tablo 4. Devlet ve Vakıf Üniversitelerinde Okuyan Öğrencilerin Mevcut ve İdeal Aylık Cep Harçlıkları bul’dan ayrılamayacağını, başka bir kentte yaşayamayacağını ekler. Durum böyleyken, aynı konuda İstanbul’a üniversite eğitimleri için gelen ve İstanbul’un zorlukları hakkında yaygın görüşlere katılan öğrencilerin görüşlerine başvurma gerekliliği gördük. Buna göre, İstanbul’a alışmakta zorluk çekseler de, memleketleriyle İstanbul arasında çok fark olduğunu ifade etseler de, devlet üniversitesi öğrencilerinin % 78.3, vakıf üniversitelerindekilerinse % 85’inin İstanbul’da üniversite okumayı kendilerinin seçtiği tespit edilmiştir. Yani, toplumumuzda kimi zaman tartışılan, üniversite tercihlerindeki aile etkisinin düşünüldüğü kadar da yüksek oranlarda olmadığı görülmektedir. Öğrencilerin İstanbul’a geldikten sonra kentle ilgili görüşlerini öğrenme adına yöneltilen “Üniversiteyi İstanbul’da okuduğunuz için pişman mısınız?” sorusuna devlet üniversitelerinde okuyanların % 11.7, vakıf üniversitelerindekilerin ise % 15’i “evet pişmanım” yönünde cevap sunmuştur. Buna göre, İstanbul’a üniversite eğitimleri için gelen gençlerin çoğunluğunun megakentte yaşadıkları için pişman olmadıkları, dolayısıyla doğru tercih yaptıklarını düşündükleri tespit edilmiştir. ÜNİVERSİTE OKUNUR BİTER, İSTANBUL’DA YAŞAMAYA DEVAM! Bu aşamaya kadar öğrencilere yöneltilen sorular, üniversite tercihi ve ilk yıllarına hakkındaydı. Son olarak, öğrencilerin İstanbul’a aidiyet duygularından emin olmak için, mezuniyet sonrası İstanbul’da yaşamayı isteyip istemedikleri sorusu yöneltilmiştir. Devlet üniversitesi öğrencilerinin % 60’ı, vakıf üniversitesi öğrencilerininse % 75’i ileride hayalle- rini İstanbul’da gerçekleştirmek istediklerini ifade etmiştir. İSTANBUL’DAKİ ÜNİVERSİTE GENÇLİĞİ İÇİN NE YAPMALI? Yukarıda bulguları hakkında ayrıntılı bilgi verilen çalışma, bizlere İstanbul’a üniversite okumak için gelen gençlerimizi daha yakından tanıma fırsatı sunmuştur. Elbette her akademik çalışmada olduğu gibi, burada da önemli olan çalışmayı doğru okuyabilmek ve ders çıkarabilmektir. Bu araştırmadan sonra akla gelen, “İstanbul’daki üniversite gençliği için ne yapmalı?” konusudur. Çalışmanın bulguları ışığında aşağıdaki sonuç ve önerilerin paylaşımı uygun bulunmuştur: * Üniversite eğitimleri için memleketlerinden İstanbul’a gelen öğrencilerin, ilk yıllarında şehre ve üniversite ortamına alışmakta zorlandıkları saptanmıştır. Bu açıdan, üniversitelerde her akademik yıl başında uygulanan oryantasyon faaliyetlerinin etkililiği gözden geçirilmeli; her bölüme akademik ve idari personelin de katılımlarıyla oryantasyon programları planlama ve uygulama zorunluluğu getirilmelidir. * Depresif duygular, yalnızlık, aile özlemi, okulu bırakma isteği ve çaresizlik öğrencilerin üniversitedeki ilk yıllarında yaşadığı duygulardandır. Bu açıdan, üniversitelerde bulunan psikolojik danışma merkezleri daha etkin çalışmalı; adaptasyon güçlüğü çeken öğrencilerin kendileNisan / 2011 rine gelmesini beklemeden, merkez onlara ulaşmalı; bu merkeze sahip olmayan üniversitelerde de bir an önce bu merkezlerin kurulması sağlanmalıdır. * İstanbul’daki üniversite öğrencilerinin birçoğu, özellikle devlet üniversitelerinde okuyanlar maddi sıkıntı yaşadıklarını ifade etmiştir. Bu problemi aşmak için, yurt kontenjanlarının artırılması, üniversite yemekhanelerinin günde üç öğün kullanıma açılması, bursların tek bir kurum bünyesinde toplanarak adil dağılımının sağlanması, öğrencilere yönelik kampus içi yarı zamanlı iş imkanlarının artırılması ve devletin vakıf üniversitele- rine yaptığı yardımı gözden geçirmesinin yararlı olabileceği düşünülmektedir. * Üniversite öğrencilerinin yaşam standartlarına yönelik yabancı akademik araştırmaların zenginliğine karşın, ulusal düzeyde nitelikli akademik çalışmaların sayısı yetersizdir. Bu sebeple bu tür çalışmalara eğitim bilimciler, sosyologlar, psikologlar ve danışmanlık hizmeti verenlerin yönelmeleri sağlanmalıdır. * ABD ve Avrupa’da çeşitli üniversitelerde, Türkiye’de ise Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü’nde uygulanan, “Birinci Sınıf Oryantasyonu” (Freshman Orientation) adlı ders her bölümde, birinci sınıfın güz döneminde zorunlu olarak verilmelidir. 69 T a ri h i O ku l l arı mı z VALİDEBAĞI ÖĞRETMENLER KAMPÜSÜ Şerafettin TURAN İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Yaklaşık 200 yıl önce Sultan III. Selim, annesi Valide Sultan için Çamlıca eteklerinde yer alan arazide bir bağ köşkü inşa ettirir. Yöre bundan sonra Validebağı ismiyle anılmaya başlar. Daha sonraki yıllarda Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmialem Valide Sultan yurt içinden ve yurt dışından getirttiği 773 ağaç ve bitki türüyle araziyi modern bir botanik bahçesine çevirtir. Bağın ünü kısa sürede tüm İstanbul’a yayılır. Altunizade Mahallesi’nin Küçük Çamlıca ile Koşuyolu arasında kalan bölümü Validebağ adıyla bilinir. Padişah Abdülmecid’in annesi Bezmialem Valide Sultan’ın burada bir bağ kurdurduğu söylenmektedir. Bu nedenle belirtilen yer, Valide Sultan’ın Bağı, Validebağı gibi isimlerle anılmaya başlanmış ve bulunduğu çevreye adını vermiştir. Bir kısmı koruluk olan arazi ise Validebağ Korusu; Validebağ Öğretmenler Korusu, ya da Validebağ Öğretmenler Kampüsü gibi isimlerle günümüze ulaşmıştır. Aynı zamanda sit alanı olan Validebağ Öğretmenler Kampüsü, gerek eğitim tarihimiz, gerek sahip olduğu kültürel değerler, gerekse bulunduğu yer itibarıyla İstanbul’un ayrıcalıklı köşelerinden biridir. Bu bakımdan tarihi misyonuna uygun şekilde korunması ve yaşatılması önem arz etmektedir. Yaklaşık 200 yıl önce Sultan III. Selim, annesi Mihrişah Valide Sultan için Çamlıca eteklerinde 70 1860 yılında burada muhteşem bir köşk inşa ettirir. Bir süre sonra köşkün güzelliğinden etkilenen, Sultan Abdülaziz’e (1861–1876) armağan eder. Sultan Abdülaziz daha sonra köşkü yıktırıp; günümüzdeki yapıyı inşa ettirir ve annesi Valide Sultan’a hediye eder. yer alan arazide bir bağ köşkü inşa ettirir. Yöre bundan sonra Validebağı ismiyle anılmaya başlar. Daha sonraki yıllarda Sultan Abdülmecit’in annesi Bezmialem Valide Sultan yurt içinden ve yurt dışından getirttiği 773 ağaç ve bitki türüyle araziyi modern bir botanik bahçesine çevirtir. Bağın ünü kısa sürede bütün İstanbul’a yayılır. Bezmialem Valide Sultan’ın vefatından sonra, Validebağı arazisi Altunîzade ailesinin mülkiyetine geçer. Altunîzade İsmail Zühtü Paşa, Nisan / 2011 Osmanlı Arşivi’ndeki belgelerde Validebağı İnas Sanayi Darüleytamı adıyla geçen Darüleytamın ilk kurucu müdürü Fazıl Bey’dir. Yaklaşık beş yıl burada eşi Dürdane Hanım ve diğer eğitim kadrosuyla öksüz ve yetim çocuklara hizmet vermişlerdir. Mevcut bilgilere göre Fazıl Bey’den sonra Validebağı Darüleytamı’nda müdürlük yapan bir diğer önemli isim de Kazım Nami (Duru) Bey’dir. Cemal Kutay ve İhsan Devrim’in verdiği bilgilere göre burada kız öğrencilerin yanı sıra erkek öğrenciler de bulunmakta ve ayrı sınıflarda eğitim görmekteydiler. 1925 tarihinde Millî İs tan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i volümetrisindeki tam ve mutlak simetriyi ve aksiyaliteyi de vurgular. Bu simetri, birbirine eşit kat yükseklikleriyle birlikte yapıya bir denge ve durağanlık da vermektedir. Simetri ve dengenin yanı sıra, yüzeylerin ele alınışında iki özellik daha dikkati çekmektedir. Emlak’tan Atatürk’ün emir ve iradesi ile o zamanın Millî Eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey’in gayretiyle Validebağı, Maarif Vekaletine armağan edilmiştir. 1926’da zayıf bünyeli çocukların hem dinlenip, hem de eğitim görebilecekleri bir yurt haline getirilir. Belirlenen eğitim programına göre, mûsikî, el işleri, resim, sıhhî ve terbiyevî jimnastik, ictimâi, sıhhi ve ahlaki musâhabe dersleri verilir. Ayrıca istirahate ihtiyaç duyan muallimler de yurda kabul edilmeye başlanır. Cumhuriyet’in ilanından sonra şehir yatı mektebine dönüştürülen Validebağı Darüleytamı, Maarif Vekaleti Tebliğler Mecmuası’nın 10 Şubat 1927 tarihli, 13. sayısından da anlaşılacağı gibi, 1927 yılına kadar okul özelliğini korumuş; Cumhuriyet’in ilanından sonra farklı bir misyon kazanmıştır. Yapı, dikdörtgen biçiminde ve dikdörtgenin orta eksenlerine göre iki yönde de simetrik olan bir plana sahiptir. Plan, 19. Yy. İstanbul konak, saray, vb. büyük konutlarının orta sofalı şemasından geliştirilmiş görünmektedir. Dikdörtgenin eksenlerinin kesiştiği noktada, birinci ve ikinci katlarda birer büyük orta sofasalon bulunmaktadır. Bu orta sofa-salon, dört yönde eyvan benzeri yan mekânlarla genişletilmiş bir çekirdek mekândır. Uzun eksen üzerinde orta sofanın bir ucunda merdiven, diğer ucunda ise ge- leneksel başoda gibi düşünülebilecek bir salon vardır. Köşelere yerleştirilmiş birer büyük ve dört küçük oda, bu simetrik düzenli planı tamamlar. Planın geleneksel kurguyu da kullanan bu klasik geometrisi, dönemin birçok yapısında kullanılan ve Balyan atölyesini karakterize eden bir modeli tanımlamaktadır. Yapıya dikdörtgenin kısa ekseni üzerindeki kapılardan ve her iki taraftan da girilmektedir. Çift kollu görkemli merdivenlerle ulaşılan giriş, ayrıca vurgulanmamıştır. Giriş, her iki tarafta da orta sofanın eyvanları olan birer sahanlığa açılmaktadır. Bu mekânlar sofadan üç basamak ve ajurlu korkuluklarla ayrılmışlardır. Sekiz köşeli yıldızlardan oluşan arabesk ajur, orta sofa motifine uygun düşmüştür. Baş oda, iki tarafındaki büyük odalarla ve ayrıca servis-bekleme mekânlarıyla bağlantılıdır. Birinci katın planını aynen yineleyen ikinci kattaki orta salon, enine eksen üzerinde yapının cephelerine kadar uzanan geniş bir eyvan biçimindeki yan mekânlara açılmaktadır. Uzun eksen doğrultusunda ise mekân, her iki tarafta da genişletilmiş ve köşeler yuvarlatılmıştır. Böylece ortada oval bir zemin elde edilmiştir. Dışarıda, yapının kitlesinde baş oda ve bağlı odalar grubu, dikdörtgen ana kitleden çıkmalar yaparak belirginlik kazanırlar. Bu çıkmalar, yapının Nisan / 2011 Giriş ve orta mekân bölümü, cephede denge ve durağanlığı bozmaksızın ayrıntılardaki değişikliklerle belirtilmişlerdir. Birkaç kez onarılmış ve işlev değiştirmiş olan kasrın içi yenilenmiş ve bezemeler elden geçirilmiştir. Özgün durumunu koruduğu gözlemlenen kesim, giriş holünün duvarlarındaki mermer panolardır. 2005 yılında çatısı orijinal hale dönüştürülen Adile Sultan Kasrı, 2007 yılında İstanbul İl Özel İdaresinin katkı payı fonundan ve Üsküdar Belediyesi’nin katkılarıyla restorasyon ödeneği ayrılması ile birlikte esaslı onarıma girdi. Yatay ve düşey taşıyıcıları ciddi hasar görmüş ve duvarlarında deprem çatlakları bulunan binanın öncelikli olarak üst yapı güçlendirme çalışmaları yapıldı. Bu kapsamda İTÜ Mimarlık Fakültesi’nce hazırlanan proje kapsamında ana taşıyıcı kirişler galvenizli çelik ile takviye edildi. Diğer tavan kirişleri ve düşey taşıyıcılar orijinal ağacı ve metal takviyeler kullanılarak güçlendirildi. Dış cephede; olumsuz hava koşullarına yenik düşmüş durumdaki taş süsleme elemanları kalıpları alınarak yeniden imal edildi. Orijinal sıvaların arka kısımlarına enjeksiyon yapılarak sağlamlaştırıldı. İç mekânlarda; ahşap tavanların kimyasal temizlik ve raspaları yapıldıktan sonra ahşap tamirleri yapıldı macun ve boyaları yapılarak kalem işi yapmaya hazır hale getirildi. Salon ve odalar aynı döneme ait yapılarda bulunan modelde ahşap parke ile restorasyon tamamlandı. Bina halen öğretmenevi ve kültür merkezi olarak eğitim camiasına hizmet vermektedir. 71 E ği ti m T ari h i OSMANLI’DA AÇILAN İLK KIZ ÖĞRETMEN OKULU Tahsin YILDIRIM Kısıklı İlköğretim Okulu İstanbul öyle etkileyici ve büyüleyici bir şehir ki, görüp de onun hakkında övgü dolu sözler sarf etmeyen neredeyse yok gibidir. Şairler, edipler, sanatçılar ve ünlü kişiler İstanbul'un farklı boyutlarını veciz ifadelerle dile getirmişler. Bu durum, tarih boyunca sürmüş ve görünen o ki gelecekte de böyle sürecek. İstanbul’un fethi dünya tarihinin önemli olaylarından biri olarak tarihteki yerini almıştır. Sözlüklerde öğretmen, bir bilim dalını, bir sanatı, bir tekniği veya belli bilgileri öğretmeyi kendisine meslek edinmiş kimse olarak tanıtılmıştır. Dünyada hemen her insanın bir öğretmeni olmuştur. Bu bağlamda öğretmenlik mesleği, insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. İslam tarihinde, Selçuklularda ve Osmanlılarda öğretmenlik genel olarak "din adamlığı", "hocalık", "imamlık" ve "müezzinlik" ile iç içe bir meslekti. Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmet’e kadar öğretmenlik mesleği daha çok dinî sahada idi. Fatih kurduğu medreseyi ilmi konuların tahsil edildiği bir eğitim kurumuna dönüştürme gayretinde olmuştur ancak bu adım dönemi ile sınırlı kalmıştır. Osmanlı Devletinde eğitim-öğretim personelinin tamamı geleneksel-dinî eğitim veren farklı derecedeki medrese mezunları idi. Muallimler günümüzdeki anlamı ile öğretmenler daha alt derecedeki medreselerde, müderrisler yani yüksek öğretim kurumu hocaları ise eğitim kalitesi yüksek medreselerde eğitim gören72 ler arasından seçiliyordu. Osmanlıda eğitim dinî kurumlar eliyle yürütülmüştür. 16–19. yüzyıllar arasındaki geleneksel Osmanlı sisteminde, öğretmen eğitimi için bir örgün eğitim kurumu bulunmuyordu. Kızların öğretmen olarak yetişmesini amaçlayan Dârülmuallimat’ın çatısı altında Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye adıyla iki farklı bölüm kurulmuştur. Sıbyan okullarında öğretmen olarak görev yapanların öğretim süresi iki, rüştiye de görev yapacak olanların eğitim süresi dört yıl olarak belirlenmiştir. Osmanlılarda 18. yüzyılın ikinci yarısında başlayan yenileşme hareketi 19. yüzyılın ilk yarısında Batılılaşma hareketine dönüşürken mahalle mektepleri açılmaya başlamış, öğretmenlik mesleğinin kurumsal bir kimliğe kavuşması için sistematik olarak öğretmen yetiştirme ihtiyacı duyulmuştur. Öğretmen yetiştirme ihtiyacı, Tanzimat’ta dillendirilmeye başlanmış ve buna yönelik ilk Nisan / 2011 teşebbüsler de yine bu dönemde olmuştur. Osmanlı Devletinde profesyonel öğretmen yetiştirme düşüncesi ilk defa rüştiyelerin açılmasından sonra gündeme gelmiştir. Rüştiye mekteplerine erkek öğretmen yetiştiren ilk organize kurum olan Dârülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) 16 Mart 1848’de Cevdet Paşa’nın müdürlüğünde İstanbul’da, kurulmuştur. Erkekler için farklı eğitim kurumları açan Osmanlı Devletinde, kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri ise 1858 yılında öğretime açılmıştır. Bu okullardan sonra 26 Nisan 1870’te de bayan öğretmen yetiştirmek üzere İstanbul’da Sultanahmet’te bir konakta Dârulmuallimt-ı Âliye adıyla bir okul açılmıştır. Kızların öğretmen olarak yetişmesini amaçlayan Dârülmuallimat’ın çatısı altında Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye adıyla iki farklı bölüm kurulmuştur. Sıbyan okullarında öğretmen olarak görev yapacak olanların öğretim süresi iki, rüştiye de görev yapacak olanların eğitim İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i süresi dört yıl olarak belirlenmiştir. 1893’de yapılan bir düzenleme ile okula 6 yıllık ihtiyat bölümü eklenmiştir. Açılan bu bölüm ortaokul seviyesindedir. Buradan veya kız rüştiyelerinden mezun olanlar Dârülmuallimât'a sınavsız olarak girmişlerdir. Başka okullardan mezun olup Dârülmuallimât'ta okumak isteyenler ise sınava alınıp başarı durumlarına göre sıbyan okulu veya rüştiyede okuduktan sonra ilgili okula geçiş yapmışlardır. Kız okullarında okuyup maddi durumu iyi olmayan öğrencilere maaş bağlanmıştır. Beş yıllık zorunlu hizmet karşılığında verilen burs, hizmet yapmayanlardan geri alınmıştır. Okulun programında ulûm-ı diniyye, kırâat-ı Türkiyye, Arabî, Farisî, lisan-ı Osmanî ve imlâ, inşâ-yı Türkî, kavâid ve imlâ, imlâ ve inşâ, resim, sülüs, rik'a, dikiş, makine, nakış, coğrafya, tarih-i Osmanî, hesap dersleri yer almıştır. Dârülmuallimin île Dârulmuallimât arasında kızlara yönelik el becerisi ve ev işlerine ait derslerin dışında uygulanan derslerde bir farklılık yoktur. 1873 yılında kız rüştiyelerinde nakış dışındaki derslere ilk defa bayan öğretmenler girmeye başlamıştır. Bu öğretmenler Türk eğitim tarihinde resmi okuldan yetişerek görev alan ilk öğretmenler ve devletin ilk kadın memurları idi. 1879'da programa "eğitim" üzerine bir ders konmuştur. Ancak ders, bir sene sonra kaldırılmıştır. 1891'de de okulda Eğitim Yöntemi dersi verilmeye başlanmıştır. Meşrutiyet’e kadar Dârülmuallimat’ın yapısında ciddi bir değişiklik olmamıştır. 1910–1911 yıllarında İstanbul dışından öğrenci getirip yatılı okutma fikri ortaya atılsa da bu, tam anlamıyla hayata geçmemiştir. Büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan ailelerin çocukları olan öğrenciler Fatih Çarşamba’daki Saib Paşa Konağı'na yerleştirilmiştir. Buradaki öğrenciler önceden açılmış olan Kız Sanayi Mektebi’nin derslerine devam etmişlerdir. 1913’te de Dârülmuammilat’ın eğitim süresi 5 yıla çıkarılmıştır. Bu arada Dârülmuallimat içinde 1913'te Ana Muallime Sınıfı (Ana Okulu Öğretmeni Sınıfı) 1914 Ana Muallime Mektebi (Ana Öğretmen Okulu) açılmıştır. Bu sınıfın ve okulun açılması ve ilk mezunlarını vermesiyle birlikte öğretmenlik mesleğinin ilköğretim öncesi (okul öncesi), ilköğretim ve ortaöğretim basamaklarına göre türleşme süreci öğretmen yetiştirmedeki eğitimin bir gereği olarak kabul edilmiştir. 1915’te hazırlanan “Dârülmuallimin ve Dârülmuallimât Nizamnamesi”ne göre bu okullar için müfredat programı oluş- turulmuş ve Dârülmuallimât, iptidâî, izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrılmıştı. Tüzükte gerçekleştirilen düzenleme ile üç kademeli bir eğitim sistemine geçen Dârulmuallimât’ın, 5 yıl olan birinci kısmında ilkokul öğretmeni, iki yıl olan orta kısmında Dârulmuallimat-ı iptidaiye öğretmeni ve müfettişi, yüksek kısmında ise orta ve yüksek dereceli okullarda belli branşlardaki uzman öğretmenler yetiştirilmiştir. 1918’de çıkan Fatih yangını sırasında okul yanmış ve bu tarihten sonra Çapa’daki Derviş Paşa Konağı’na taşınmıştır. Bu yangından sonra Çarşamba’daki yatılı Kız Sanayi Okulu kaldırılıp DâNisan / 2011 rülmuallimât ile birleştirilmiş; böylece Dârülmuallimât yatılı hale getirilen okulda uygulamalı derslere ağırlık verilmiştir. 1919 yılında İzmir, Ankara, Konya, Atina, Edirne, Eskişehir, Beyrut, Halep ve Bursa gibi çeşitli illere Dârülmuallimatlar açılmıştır. Dârülmuallimât, 1922’de Maârif Vekâleti'ne bağlanmış, 1924’te ise Kız Öğretmen Okulu adını almıştır. Sonuç olarak, 1848’de Dârülmuallimini Rüşdi'den sonra 1870’de Dârülmuallimin-i Sıbyan 1877’de Dârülmuallimin-i İdadi ve 1891 yılında da Dârülmuallimin-i Âli'nin açılmasıyla Türkiye'de öğretmenlik ortaöğretimin ilk basamağından sonra ilköğretim basamağı ile ortaöğretimin ikinci basamağında da çağdaş anlamda meslekleşme sürecine girmiştir. Osmanlı döneminden devralınan okullar çağın gereklerine göre evrimleşerek farklı adlarla eğitim ve öğretime devam etmişlerdir. Cumhuriyet sonrasında eğitimde kız erkek ayrımı olmadığından okullarda beraber eğitim görmüşlerdir. Ancak sadece kızlara yönelik eğitim verip öğretmen yetiştiren kurumlarda varlığını devam ettirmişlerdir. Bunlardan 1927’de Ana Öğretmen Okulu, 1934’te Kız Meslek (Teknik Yüksek) Öğretmen Okulu, 1962’de Kız Sanat Yüksek Öğretmen Okulu kızların Öğretmenlik mesleğinde yetişmelerini sağlayan okullardan olmuştur. 73 Gez i İSTANBUL’UN YÜZÜNE DEĞEN GAMZE SENSİN ÜSKÜDAR Ayşenur Menekşe ÇALIKÇI Ey Üsküdar şehrin alnına değen gamze sensin. Şehrin sönmesini istemediği çerağı sen. Martıların fısıltılarına tanık olan sensin. Sana aşina olanları sevindiren sen. Güneş ışığını dağıtırken, sen semtinin feyzini dağıtırsın alacaklılarına. Şairler en çok seni yazar, en çok seni söyler günbatımlarınd Martılar geçerken yanı başından dudaklarında bir Üsküdar nağmesi dolanıp durur. Dil ruha hayat verir, sen İstanbul’a… İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin Üsküdar… Varsın dile gelsin yüreği bu şehrin… Dile gelsin semtindeki bütün kuşlar… Avazı çıktığı kadar bağırsın arz… Şerha şerha yarılsın hasretinden gökkubbe… Gül yağsın avuçlarına ey şehir Üsküdar sahilinde… Bulutlar taşısın hınç dolu yağmurları hasatsız mevsimlere… Varsın açsın tüm çiçekleri Üsküdar’ın… Tebessümü değsin gözlerindeki hercailere… İstanbul’un aynasına düşen gamze sensin Üsküdar… Varsın sabrı büyüsün bu şehrin asırların koynunda… Veda değmeyen bir buluşmaya tanık olsun Üsküdar… Eskimeyen zamanların şarkısı çalsın yine taş plakta… Kışa dönmeyen baharlara tanık olsun şehir… Çağırdığında Üsküdar’a inen yıldızlara tanık olsun dalgalar. Varsın kalabalıklar çoğalsın karanlıklarda… Yalnızlığı damıtsın ay koynunda… İstanbul uyutsun Üsküdar’ını eskisi gibi şefkatli kucağında…İstanbul’un gönlüne değen şiir sensin Üsküdar… Varsın tahammülü kalmasın zamanın dakikalara... 74 İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin Üsküdar… Ilık bir sevdasın bu şehrin yüreğine değen… Şehrin sönmesini istemediği çerağı sensin Üsküdar… Yandıkça yanmaktan zevk alan bir mum alevisin… İstanbul varsın uyusun eskisi gibi kucağında… Bir yanında beyaz güvercinler salınır senin bir yanın gül kokar oysa... Güz vakitlerini devşir sen İstanbul Üsküdar’ın sabahlarında… Dilsiz bahaneleri savur senin olmadığın uzak diyarlara… Ey İstanbul, yabancı ve ürkek semtler geçer önün sıra… Oysa sensizliği hiçlik sayar Üsküdar… Yokluğunda yıldızları parçalanır semada… Üsküdar sen varken yanında kavgalarının hepsinden vazgeçmiştir. Seninle güvendedir deryada… Huzura ermek hazzın doruğuna erişmektir Ey İstanbul… Üsküdar’ın penceresine vuran senin güzel yüzün mü? Rüyaları, gölleri, denizleri, bozkırları, Nisan / 2011 çölleri avutan sen misin yoksa? Uzaklıkları yakın eden sen misin ey şehir, gönlümüze misafir eden sen misin çağların solduramadığı goncayı? Zulmetinden kaçarken hayatın, Üsküdar’ın kucağında Aziz Mahmut Hüdayi’nin merhametine sığınmak yakışır bize… Kapısında ağlamak, eşiğine yüz sürmek, kavrulmuş yüreklerimize kuyusundan su çekmek yakışır. Uçsuz bucaksız denizlerde yol alırken yolu kaybetmemek için Hüdayi Yolu’na tutunmak yakışır. Ey İstanbul! Ellerinden tutup getirdiğin yakamozlara fısıldandı adı Üsküdar’ının… Üsküdar’a izi değdi pembe yağmurlarının… Bir yerlerde yitirilmiş güllerin, bir mavi çiniye çizilmiş kırmızı lalenin hatırına ey Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Sana aşina olanları sevindir. Senden vazgeçmeyenleri ve yıldızların ucundan tutan martılarını sevindir. Sebillerinden kana kana su içenlerini sevindir önce… Ayın ilk ışıklarını kalbine düşürenleri, hayırda yarış edenleri, yüreğine önce elif harfini İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i işleyenleri sevindir ey Üsküdar… Sema sustuğu vakit, arz konuşur. Kubbelerinden gelen seslerle neyzenler konuşturur neylerini... Birken bin olur heceler… Sükut hükümsüzdür artık bu semtte… Gözlerinizi kapattığınızda gemiler geçer ta içinizden… Kız Kulesi salınır aynaya vuran aksinizde… Yalnızlar, umutsuzlar, yaşamı hesaba çekmeyenler geçer gözünüzün önünden… Bahtınıza değen İstanbul’dan talihinize düşen Üsküdar geçer. Akşamlar geçer yanı başınızdan, mavimsi geceler geçer… Üsküdar’ı gören gözleriyle bir kat daha güzelleşen Ayazma Camii geçer. Şehrin üstüne inen şeffaf bir perdeyi kaldırırcasına narin elleriyle okşar Ayazma Üsküdar’ını… Ve Ayazma Camii göz kırpar kuş evlerinde hala konuk olan şen kuşlarına… Kararsız zamanların, çözülmemiş sırların, vuslatı arayanların semti Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Gönlünde yaşattığın Ayazma’ndaki şifalı suların hatırına… Firkati vuslata çevirmek için ağlaşıp duran bahçendeki kuşların hatırına sevindir sevenlerini… İlk kıvılcımı gözlerine düşüren İstanbul alev alev yanmakta aralanmayan kapıların yüzünden… Rüyasına girmediğin gecelerden alacaklı bu şehir... Sancıdıysa ay ve gece bir kere daha böldüyse en güzel rüyayı tam orta yerinden ne çıkar? Bülbüller konuyorsa semtin konaklarına hala, yaralı aşıklar geçiyorsa iskele meydanından ve umut mavi renge boyalıysa hala sabra tahammül gerek… Tahammül gerek yeşil gözlerinden öpebilmek için Üsküdar’ın… İçinde saklanan hazinesinden en güzel süsü iliştirmek için İstanbul’un göğsüne sabrı büyütmek gerek… Güneşin batışını seyretmek için, martıların fısıltılarına tanık olmak için Mihrimah Sultan Camii’nin avlusunda buluşmak gerek… Sakin ve mütevazidir hala Üsküdar… Alışkındır ayrılıklara… Sevdiklerini hep bir yerlere uğurlamanın sevinci ve hüznü içinde. Hayata veda edenlerini de hacca gidenlerini de uğurlama derdinde. Her yıl Mekke ve Medine şeriflerine padişahın gönderdiği hediyeleri götüren surre alaylarının uğurlandığı mekan sensin Üsküdar... Bu yüzden bir adın da kabe toprağı... Bu yüzden bir yanın hep yitik zamanlara ayarlı... Lugatını anlamak zordur bu şehrin… Sen şehrin dilisin Üsküdar… Şehrin nefesi tıkansa semtinden esen rüzgarlarla nefes olur dolarsın ciğerlerine… Şehir susuzluktan kavrulsa, semtindeki yağmurlar yetişir imdadına… Tutsak edilmiş bütün duygular kırar zincirlerini bir kere daha… Çünkü sen zincirlerin kilidisin Üsküdar… Bir minyatür sessizliğini yaşarken sen, kürdili hicazkar makamından diline dolanmış bir nakaratı tekrar etmektedir sakinlerin… Güneş camlarında yangınlar bırakırken, sen gönüllerde vazgeçilmez hasretleri bırakırsın Üsküdar… Ahengin ilhamla buluştuğu noktada seccadesi gönüllere yayılmıştır Yeni Camii’nin… Ve o gönüller, semtinin özgürlük saraylarıdır. Kendi aydınlığına bakar gibi… Ruhunun bütün pencerelerini aralar gibi… Önce boğazın derin suları, sonra Kız Kulesi, Mihrimah Sultan Camii ve III. Ahmet Çeşmesi karşılar ve kuşatır semtin selamet ikliminde… Çepeçevre sarıp sarmalar Üsküdar sizi ve üşümüzlüğünüzü… Hala kılavuzdur yolunu kaybetmişlere… Aynadır hala yüreğinde dilsiz acıları besleyenlere… Karşılıklı söyleşirsin kimi gün tarihe meydan okuyan konaklarınla… Kimi gün kendini bulursun kaybettiğini sandığı yalnızlığında… Bakışlarınla güzelleşen şehre her gün biraz daha fazla bakarsın. Seherlerin şenlendiğine, bülbüllerin hercai kokusuna, baharlara değen rahmet yağmurlarına tanık olursun her gün doğumlarında Üsküdar… Ey Üsküdar şehrin alnına değen gamze sensin... Şehrin sönmesini istemediği çerağı sen... Martıların fısıltılarına tanık olan sensin... Sana aşina olanları sevindiren sen... Güneş ışığını dağıtırken, sen semtinin feyzini dağıtırsın alacaklılarına… Şairler en çok seni yazar, en çok seni söyler günbatımlarında… Martılar geçerken yanı başından dudaklarında bir Üsküdar nağmesi dolanıp durur. Dil ruha hayat verir, sen İstanbul’a… Üsküdar … Ah Üsküdar … Tasvir edilmesi zor bir akşamsefasısın sen … Gözler, aşina olmuş tebessümüne… Çiçekler beyaz bir çiğ damlasına hasret… İstanbul, hudutsuz güzelliğine… Nisan / 2011 75 Seçtiğimiz Kitaplar Yusuf Üçlemesi / Semih Kaplanoğlu / Timaş Yayınları Semih Kaplanoğlu'nun beş yıla yayılan bir sürecin ardından ortaya çıkardığı Yusuf Üçlemesi, tüm filmler, ekstra dvd ve Kaplanoğlu'yla yapılan bir nehir söyleşiden oluşan özel setiyle sanatseverlerle buluşuyor. Sette "Yumurta" ve "Süt"ün yanı sıra, üçlemenin son halkası olan ve Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı'yla ödüllendirilen "Bal" da ilk kez DVD formatında sinemaseverlerin karşısına çıkıyor. Sinema yazarı Uygar Şirin'in Kaplanoğlu'yla yaptığı nehir söyleşi kitabı "Yusuf'un Rüyası" ise yönetmenin dünyasına giriş için bir bir anahtar niteliğinde. Kaplanoğlu bu kitapta çocukluğundan bugüne tüm hayatını anlatırken, sinema anlayışı, film yapma süreci ve nasıl film çektiğiyle ilgili ipuçlarını da paylaşıyor. 2 .Abdülhamid'in Eğitim Hamlesi / Ömer Faruk Yelkenci / Kaknüs Yayınları Günümüzü anlamak istiyorsak 19. yüzyılı anlamamız gerekir. 19. yüzyıl Osmanlısını anlamak için de II. Abdülhamid'i ve onun icraatlarını bilmemiz gerekir. Türk modernleşmesinin en önemli köklerinin bu dönemde olmasının yanında, II. Abdülhamid'in büyük eğitim hamlesi, bu dönemin ön plana çıkan özellikleri arasındadır. Eğer Türkiye'nin modernleşme hikayesini merak diyorsanız; Osmanlı / Türk modernleşme hareketlerinin başlangıcından 19. yüzyıla kadar ve 19. yüzyıl boyunca neler olduğunu, bilhassa II. Abdülhamid'in yaptıklarıyla ve yapamadıklarıyla bu sürece nasıl bir etkide bulunduğunu, onun eğitim alanında yapmış olduğu büyük çalışmayı sosyolog ve tarihçilerin nasıl değerlendirdiklerini bu kitapta bulabilirsiniz. Eğitimde Bir Üstad Satı Bey’i Tanımak / Şehbal Derya Acar / Akademik Kitaplar Elinizdeki çalışma size; II. Meşrutiyet Dönemi’nde üstlendiği yöneticilik ve eğitimcilik görevleriyle dikkat çeken Satı Bey’i, yalnızca bu vasıflarıyla değil; güçlü bir hatip ve fikir adamı olması yönüyle de tanıma olanağı sunacaktır. Osmanlı okullarından seçilmiş dikkat çekici fotoğraflarla da zenginleştirilen kitap, Türk eğitim tarihinde çığır açmış olan bir mütefekkirin, çağımıza tutulan bir aynası gibidir. “İyi okullar, iyi cemiyetler gibi iyi ananelere sahip olan, düzenleri kağıtlar üstünde ve dudaklar arasında değil; çevrede, hayatta ve ruhta bulunan okullardır.” diyen Satı Bey; Türk eğitim dünyasına ve Türk fikir hayatına dahil ettikleriyle, ebediyen kalplerimizde yaşayacaktır. Cem Sultan / M. Turhan Tan / Çağrı Yayınları Ünlü Tarihçi M. Turhan Tan, tarafından bir asır önce kaleme alınan Cem Sultan romanı Çağrı Yayınları’nın titiz bir çalışmasıyla gün yüzüne çıkartıldı. Sivas milletvekilliği yapmış ve dönemin bir çok gazetesinde makaleleri yayınlanmış olan Tan’ın eserlerinin bir kısmı Yunanca, Fransızca ve Almanca’ya çevrildi. Tarihin en çok tartışılan şahsiyetlerinden biri olan Cem Sultan’ı daha yakından tanımamıza yardımcı olan Tan, yalın anlatımı ve akıcı kurgusuyla dikkat çekiyor. Cem Sultan’ın 13 yıl süren padişahlık mücadelesi süresince kurduğu hayallere ışık tutan M. Turhan Tan, yenilgi ve ihanetlerin ayrıntılarına da yolculuk yapma imkanı tanıyarak dönemin kültür ve edebiyat hayatına duyacağımız merakın da kapısını aralıyor. 76 Nisan / 2011 İstanbul Eğitim ve Kültür Dergisi Sinemaskop Türkiye / Nuri Bilge Ceylan / NTV Yayınları Nuri Bilge, kamerasını eline aldığında dünya sessizce onun dramaturjisine boyun eğiyor. Bir sırrı büyütüp çığ gibi üstümüze yuvarlarken bakanlara, yani bize açıkça meydan okuyor. Sinemaskop Türkiye, Nuri Bilge Ceylan'ın çektiği fotoğraflardan oluşan çok özel bir kitap. Sinemadan önce fotoğrafa ilgi duyan, lise yıllarında ve askerlik sonrası bu sanatla uğraşan Nuri Bilge Ceylan, makinesini uzun bir aranın ardından İklimler filmi öncesi eline alıyor. Çoğunluğu, yönetmenin İklimler filmi için mekân arama çalışmaları sırasında çekilen bu fotoğraflar, Kasım 2006'da Selanik Film Festivali'nde sergilendi. 2003-2009 yılları arasında Türkiye'nin çeşitli yerlerinde çekilen bu 97 panoramik fotoğraf, Sinemaskop Türkiye’de bir araya geliyor. İstanbul Hatırası / Ahmet Ümit / Everest Yayınları Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek! Romanlarında zengin arka planı polisiye kurgu içinde vermekteki ustalığı ile bilinen Ahmet Ümit'in bu romanı da yine peşpeşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkan tanıyor. Böylece Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor. Zehirlenen Çocukluk / Sue Palmer / İletişim Yayınları Otuz yıl boyunca öğretmenlik ve eğitim danışmanlığı yapmış olan Sue Palmer bu önemli ve çarpıcı kitabında, modern hayatın birbirinden ayrı tutulamayacak unsurlarının bir araya gelip toksik bir karışım oluşturarak çocuklarımızı nasıl zehirlediğini ortaya koyuyor. Sağlıksız ve düzensiz beslenmeden ebeveynlerin tecrübesizliklerine, elektronik aletlerden niteliksiz çocuk bakımına uzanan geniş bir yelpazede modern çocukların sorunlarını ele alıyor. Palmer Zehirlenen Çocukluk’ta, çeşitli disiplinlere mensup uzmanlardan edindiği verilerden yararlanıyor ve dünyanın birçok yerinde yapılan en son araştırmaları sunuyor. Zehirlenen Çocukluk, anne-babalar, öğretmenler ve gelecek neslin modern sorunlarına çözüm arayan herkes için değerli bir kaynak. Deli Gömleği / Güray Süngü / Hece Yayınları Deli Gömleği, Güray Süngü’nün üç romandan sonra yayımlanan ilk öykü kitabı. Süngü, on yıldan fazla bir süredir ağırlıkla Hece Öykü dergisinde olmak üzere öyküler yayımlıyor. Deli Gömleği on iki öyküden oluşuyor. Kitaptaki öyküleri okurken ilk göze çarpan hususlardan biri iyi bir romancının kurgu hassasiyetinin, yazdığı öykülere de yansımış olması. Her öykünün kelime kelime, karakter karakter incelikle ve sıkıca örüldüğü kitapta yalnızlık, yaşamın tekdüzeliğinden, modern hayattan “bunalan”, etrafına ve kendisine “yabancı”laşan insan, delilik Güray Süngü öyküsünün temel izlekleri. Hece Yayınları’ndan çıkan Deli Gömleği 152 sayfadan oluşuyor. Bilindiği gibi Güray Süngü 2010 yılında Oğuz Atay Roman Ödülünün de sahibi olmuştu. Nisan / 2011 77 S i n ema SİNEMA VE İSTANBUL… HAYATIN RİTMİYLE BEYAZPERDEYE VURAN ŞEHİR Sibel ATAGÜN Sinemamızın en yalın hallerinde ne kadar da güzeldir İstanbul. Sanatçının kattığı anlam ile ne kadar da dolar içi bu şehrin. Tarkovsky’nin görüntü olarak adlandırdığı “simge”yi mühürlerken güzel olanı gerçekliğiyle vermek sanatçıyı sanatçı yapan şeydir. Çünkü sonsuzluk, görüntünün çatısına içkin bir şeydir. Siyahbeyaz filmlerimizde İstanbul, bir yandan dört başı mamur bir yalnızlığın yaşandığı, bir yandan eğlencenin, lüksün, sosyetenin kalbinin attığı yerdir. Bir İstanbul esiyor çocukluğumdan Ekşi bozalı, Arnavut kaldırımları lapa lapa. Yuşa’dan mı okunur ezanlar, Hırka-i Şerif ’ten mi? Komşularımız kaptanlar, Malta taşlı ikindilerden kalan. Hala o beyaz gergeflerde mi? Bir tarih gömmüşler Karacaahmet’inde Üsküdar’ın, Sanki çarşaflı kadınların mercan terliklerinde unutulan. Duyun-u Umumiye emeklisi faytonlar. (Sadri Alışık ) Güzellik, hayatın içinde saklıdır; sanatçı tarafından kavranıp büyük bir içtenlikle şekillendirildiğinde güzellik ortaya çıkar. 78 Sinema güzelliği mühürlemekse, İstanbul’a dair güzel olan ne varsa mühürlenir saniye saniye eski İstanbul sinemalarında. Ayhan Işık, sigarasının dumanını üflerken, boğazın siyah beyaz sadeliği, geçmişe özlem hissiyle kol kola girerek göz doldurur. Bressonvari gerçeği iliklere kadar hissettirerek vermek ise sinema; Sadri Alışık’ın argo esprilerine, sarhoş kahkahalarına eşlik eden Beyoğlu sokakları, Haliç tüm gerçekliğiyle İstanbul’u getirir karşımıza. Türk Sineması’nda evvelden beri İstanbul’un mitsel bir yeri vardır. Özellikle siyah-beyaz filmlerimizde İstanbul, bir yandan dört başı mamur bir yalnızlığın yaşandığı, bir yandan eğlencenin, lüksün, sosyetenin kalbinin attığı yerdir. Bir yerlerde kimsesizlerin kaybolup gittiği, bir yerlerde birbirlerine yardım ederek ayakta duranların İstanbul’un ezici üstünlüğüne karşı direnişini resmeden bir kent. Bazen zalim, bazen anne… Sınırsız zenginliğin merkezi İstanbul, içinde barındırdığı kimsesiz, yoksul Nisan / 2011 çoğunlukla birlikte zıtlıkların odağı olmaktadır. Gece gündüz demeden ekmek parası için mücadele edenlerin hemen yanıbaşında her gece nerede para harcayacağından başka derdi olmayan bir yığın. Bu tezat içerisinde hayat kavgasını taksi şoförlüğü yaparak veren İzzet Günay için İstanbul, doğup büyüdüğü ama direksiyon sallamaktan güzelliklerini farketmeye fırsat bulamadığı onu yutmaya hazır gibi görünen koca ağızlı bir şehir iken, aşık olacağı kadını (Nilüfer Koçyiğit) görünce güzelliğin, merhametin, sevginin merkezi haline geliyor. “Kader Böyle İstedi”(1968) adıyla zengin ile fakir uçurumunun anlatıldığı filmde, Ahmet için sadece bir ekmek teknesi olan taksi, ona nefes aldıran bir yer haline gelirken, yürüdüğü yollar Nilüfer’e giden yol, deniz, Nilüfer’in gözlerinden nasıl yansıyorsa öyledir artık. Ne var ki uçurumların yaşandığı bu şehirde Nilüfer; zenginliği, üniversitesi ile denizin bir ucunda, Ahmet ise “ağaç dikmeye bile yaramaz” dediği taksisinden başka bir İs ta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i şeyi olmayan çaresizliğiyle diğer ucundadır. Ahmet ve Nilüfer eşliğinde İstanbul, sahilleriyle, Beyazıt Meydanı, Sultanahmet’i, Eyüp’ü ile sokak sokak adım adım aşk ile dolar. Siyah beyaz karelerde, taksi içerisinde ağır ağır ilerler aşk. Aşıklara kendini sevdiren şehir, ayrılık anı gelince zindan olacaktır elbette ki. Ahmet ise Belkıs Özener’in eşliğinde gecelerce Nilüfer’in kapısında sabahlayarak İstanbul’a küfredecektir. “Bu sana son mektubum Ayrılmaya mecburum Ne olur anla beni Bu aşktan korkuyorum” Aşıklara çilehane olan İstanbul, bazen birilerine şans getirecektir elbette. “Tophaneli Osman”(1964) ile İzzet Günay’a beklenmedik bir miras gelecek ve bitirim delikanlının hayatı değişecektir. İzzet Günay’ın miras kavgası arasında gönlünü Fatma Girik’e kaptırdığı bu film, İstanbul’un en nadide yerlerini, Tophane’yi, Galata’yı, Sarayburnu’nu mizahi bir dille seyrettirirken, mutlu olmak isteyenlerin, hayata bakışları ile kendi dünyalarını kurdukları, kahkahaları ile cehennemi cennete çevirdikleri bir “ayna” oluyor. İstanbul, gülen gözlere açıyor en neşeli makamından müziğini. Biraz daha yakın tarihe gelirsek, maziden kopmadan, 1972’de bir Kadir İnanır-Filiz Akın filmi “Utanç” tüm sızısıyla karşılar bizi. İstanbul’un varoşlarında fabrika işçiliği ile hayatlarını sürdüren bu iki genç, yokluğun içinde varlığı bulmuşlardır sevgileriyle İstanbul’da. Kemal’in en yakın arkadaşının ihaneti ile aşkları zindana dönen iki sevgili artık sonu gelmez bir takip-yalnızlık içerisinde olacaklardır. Klasik Yeşilçam filmlerinden oldukça farklı olan bu filmde Filiz Akın’ın tecavüze uğradıktan sonra kötü yolu seçmesi tam olarak bilinçli bir tercih olarak anlatılır. Çünkü Bahar, gururundan taviz vermeyen bir kadındır. İzzet-i nefsini kurtarmak için kendisine bu hakareti reva gören adamın soyadını ve zenginliğini elinin tersiyle itmiş, Beyoğlu’nun meyhanelerinde güzelliğini kullanmayı seçmiştir. İstanbul artık bu iki aşık için, sonu gelmez sokakların arasında sessiz sessiz süregiden bir aşkın şehridir. Beyoğlu, Hisar Pavyon, kırık dökük alkışlar, gri bir deniz, dar sokaklar ve geri dönen Kemal. Bahar’ın ardında adım adım hep Kemal. Ve film boyunca devam eden unutulmaz şarkı: “Öldür öldür beni Kurtar beni, kurtar bu hayattan” Ne kadar da güzel anlatır Bahar’ın çaresizliğini. Yıllar yılı Kemal’in özlemi ve onunla karşılaşma korkusu, utancı ile yaşayan Bahar’ın. Ve nihayetinde Nisan / 2011 Sütlüce Kulesi’nde sevdiğinin kollarında kendinden vazgeçer Bahar. Ah İstanbul… Sinemamızın en yalın hallerinde ne kadar da güzeldir İstanbul. Sanatçının kattığı anlam ile ne kadar da dolar içi bu şehrin. Büyük Rus şair Vyaçeslav İvanov’un dediği gibi “ simgeleri kavramak imkansızdır, sözcüklerle kavranamazlar”. Tarkovsky’nin görüntü olarak adlandırdığı “simge” yi mühürlerken güzel olanı gerçekliğiyle vermek sanatçıyı sanatçı yapan şeydir. Çünkü sonsuzluk, görüntünün çatısına içkin bir şeydir. Bu kadar lakırdıdan sonra, Türk sinemasında İstanbul’u mitleştiren Atıf Yılmazların, Lütfi Akadların, Bülent Oranların önünde saygıyla eğilerek, kendilerine en İstanbul tebessümüyle selam gönderelim. Ve yönetmenlerin düşlerini kemikleştiren sanatçıları da hatırlamışken, Beyoğlu meyhanelerini sesiyle güzelleştiren Türkan Şoray’a, Haliç’te fabrikadan telaşla çıkan Filiz Akın’a, sevdiğinin yolunu bekleyen çapkın gülüşlü Fatma Girik’e, “İstanbul’da daha gezecek çok yer var” diyerek sevdiğinin taksisinde aşkı seçen Nilüfer Koçyiğit’e İstanbul’un yedi tepesinden en uzun metrajlı sevgimizi sunalım. Film ve İstanbul. Bir ritim içerisinde zamanın bölünmez bütünlüğü ile film… Ve insanın kucağında ölmek istediği İstanbul… O halde bu iki güzelliği birleştiren “zamanın heykeltraşları”na sonsuz teşekkürler. 79 Şiir Edirnekapı Üstüne Şiir Turgut Uyar İstanbul dediler mi benim aklıma, Vaiz sokağı gelir hemen. Edirnekapı gelir, evimiz gelir Köşebaşında duran bir güzel kız gelir. Biletçi zili çeker, tramvay durur Bir manav, bir meyhane, iki akasya Kumrular geçer kilisenin çan kulesinden Beyaz bulutlar geçer... Burası Hasan Efendinin kahvesi Edirnekapı’da, Bu taşçı Kemal, çocukluk arkadaşım. Bulutu Haliçten, rüzgarı Boğaz’dan Bir baygın gün içindeyiz, yazdan. “Dört cıhar, sebayidü, pencüse Akşam olur, güneş batar nerdeyse.” Pırıl pırıl aşk içinde Mihrimah Sultan Camii Eyüpten vapur düdüğü, Yenikapı’dan tren sesi. Kalkarız ağır ağır kahveden Ben, Kemal, Kemalin eniştesi... Vaiz sokağına gelir eve varırım Kapıya iki üç defa vururum Karım kapıyı açar, çocuklar koşuşur Ekmeğimiz var, yemeğimiz var Yemeğe iştahımız var. Oturur yemek yeriz cümbür cemaat Alnımızın terinden, elimizin emeğinden Etrafa yayılınca makarnanın buğusu, Bize ne elalemin on türlü yemeğinden... Alır karımı gezmeğe götürürüm Bir dolmuşa bineriz Edirnekapı’dan. Sultanahmet’te atkestanelerinin en güzeli Elli kuruş verir, cambaza gireriz. İstanbul bizim memleket, yaşımız yirmi beş Basmayı da, ipeği de aşkla giyeriz. 80 Nisan / 2011 Yenicami önünden güvercinler uçan Mavnalar, takalar, koca koca gemiler, Köprüden günde kim bilir kaç insan geçer Denizde balıklar güzel, havada kuşlar Bir gülüşü karımın, sevdamı yeniler. Denizlerin kumuyum, balıkların puluyum Adım Turgut, kendim İstanbulluyum Ben Allah’ın bir sevdalı kuluyum Üsküdar’a geçerken bir yağmur almadı ama Bir güzel yaz günü Kadıköy vapurunda Japone kollu bir kız aklımı aldı. Bakıştık, gülüştük, hoşlandık Derken o yoluna gitti, ben evime... Bizim ev iki oda, bir sofa Evsahibi ayda yetmiş lira alır. Kapıda atnalından, sarmısaktan bir nazarlık Önümüzde kaleler, arkası mezarlık. Gün olur çoluk çocuğunla bir bakarsınız Güzelim vaiz sokağında benim de Ferah, aydınlık bir evim olur. Bir büyük radyo da alır, yerleşirim Geçerim pencereye akşamüstleri. Boy boy sardunyalar, fesleğenler, Boy boy bulutlar karşımda. Saçağımızda bir kırlangıç yuva yapmış. Ahmet efendi geçer, selam veririm Bakkal İbrahim selam verir, alırım. Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır İstanbul sereserpe önümde geceye karşı Gemilerden, fabrikalardan düdükler Şimdi bir tren kalkar Sirkeci’den bilirim. Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler Sesler gelir yakın sinema bahçesinden Bir hoş olurum.