File - iSBL-DURAK
Transkript
File - iSBL-DURAK
Sayı: 7 Kasım 2013 SERBEST VURUŞ Hiç Bu Kadar Ampır Ampır Edebiyat! Ciddi Olmamıştık! Sonra madem insan kal adında bir beladır İnsan dalgın bir belgedir kendiyle hayat arasında Neden eve dönmekten ibarettir hayat Neden bazen simsiyah bir doğruyla denilir, Devletin ve Allah’ın en iyi fikridir kış Bütün evlerin en mükemmel hatasıdır baba Seyyidhan kömürcü O Kadına... Bu yazıda okuyacağınız herşey atlar kadar hayal ürünüdür tek boynuzluları da otomobiller kadar . Bizler birer herkülüzdür. Yolları severiz belki bizi ‘de bir gün okula götürmezler. Bizden size zarar gelmez korkmayın murat menteş var. Sansürdü sansürmesin sansürecek. Geçen seneden gelen bir tuvalet borcumuz var. Alaturkası fırangalarınkinden güzel kokmuyor. Ve öğretmenler güzel çiçekler gibi kokmayabilirler. Zil çalıyor kedileri bırakma vaktidir. Bu senenin bir ismi var hep oldu adı devlet. Devlet ana. Öğretmen hep ana hep baba. Piçlik küfür olmaktan sıyrılır. Yazdıklarımızla bok yerine koyduk kendimizi bizler vurmaya meyyali olan seküler sistemleriz. Bundan önceki cümleyi topladım matamatiği yazamadım. Lütfen bizi bok yerine koymayın. Tek boynuzlular yok otomobiller sıçratmasın üstünüze. Bu zımbırtı çok dumanlı. İnkarı yönetenlere bıraktık. Biz size vurdukça seveceksiniz. Derken işteş bir fiildir sevişmek. Amurikada şov yapsam geceleri geç. Manitalarımız erken uyuyor. Bu yıl kış sert geçecek diyorlar elhamdülillah sorular çok şıklı. Fonda groove armada easy çalıyor lütfen heyecanlı ölünüz. Daha varız hep vardık sizde var olun sayın demirel. Ve aleyna aleyküm selam. Tüm Serbest Vuranlar Adına Maksatsız. Adem Türkçesi: Merhabalar. Bir yıllık bir aradan sonar tekrar başlıyoruz. Eskiden tek sayfa A3’e çıkıyorduk. Bu sefer biraz daha dergi havasında. Korkmayın bu sefer küfretmeyeceğiz. Yani çok etmeyeceğiz. Öğretmenlere diyeceğimizi daha önceden dedik. Bu konuya tekrar girmiyorum. Yazdıklarımızın kötü olduğunu biliyoruz. Zaten Serbest Vuruş’un amacı hevesli olmayan yazar gençleri heveslendirmek, hevesli olanların bir isteğini gerçekleştirmekti. Biraz da tecrübe kazanmak. Bunların hepsini iyi kötü yaptık. Bu fanzinde yazanların metinleri bazı edebiyat dergilerinde çıkıyor artık. Edebiyat kız kazandırmaz. Hız kazandırır. Sosyal Bilimler Lisesinin tellerini keseceğiz. Bundan sonra daha hızı olmaya çalışacağız. İki ayda bir. Bir kere de biz istemeden metin yollayın. Sizi seviyoruz. Bekir AH BU ŞARKILARIN GÖZÜ KÖR OLSUN Şimdi ilk satırlarıdır yaşamın Tomurcuk uykusundan uyanır Benliğinin ortasına ölüm gibi Çocuklar ağlaşır, savaşlar... İki kişiydik o zaman, birimiz Gözleri dallara takılır, ikimiz Dalları kırar ağacı ağlatır Bir güz daha biter Cebimde iki lira çay için Kamyonet kasalarında yollar İtler koşar ha koşar Biri, yabani sövüyor şerit şerit Kollarım damper gibi açık Üstüm zatım perişan Tepeden bir deprem gibi iner kamyonet Kasasında Mardin-Nusaybin kara yolu İstikameti dört kör çocuktan biri Bakar ardı karlı, sözleri Türkçe'den Kürtçe'ye bozma yarım ağızlı kızların Yıkadığı kirli donlar gibi paçalarından Zamanın ölümünü tutan elleri Menevşeli, çıkrıklı, hayata sert müdahale Yani boynunun vücuduyla buluştuğu Yerden tanrıya doğru Ah bu şarkıların gözü kör olsun İster ölelim, biraz daha ölelim İstisnalardan söz aç sen gel Bak şu toprağın işine Tohumuna katar herkesi Cemal 1 BÜYÜK ŞAİR MANZUMESİ 2 Ne komik! Özgüvenli uzun dilleri Üretim bandı yapıp dergilere Yığıyorlar seri üretimleri Ortada evet bir işçilik var Anlam aramaktan vazgeçen gözlerimiz Umutsuzca baksa da söz dağlarına Sonra sektörde iyilerin şiirini Çoğaltıp duran sayısız söz taciri Şair oluyor öve öve birbirini Ayırt etme zekâsına hakaret İnsanı görmeyip birçok nesneyi Gelişigüzel yansıtan laflar Hikmet, müminlerin yitiği ama Ne hikmetse bu müminler Çin’de bulsa İthal edecek hikmetsiz dizeleri Hepsi birbirine yakın teraneler Veya yarısı diğer yarısına küs İki şairce yazılmış bir şiir gibi Birçok isimden başka çok şey yok Ahbaplara çavuşlara dayananlar Yıldız böcekleri yaldızlı sayfalarda Cümlelerde ne can var ne heyecan Başı sonu yok dizeler koşulmuş Dargın öküzler gibi aynı kağnıya Ağaların elleri tutulmamış Aşiret düğününde dolar gibi Doldurmuşlar savrulan sözleri İnsana eğiliyorsan aynaya bak Şiirinde sana dair ne var? Nerde senin hayatın kardeşim? “Mesaj olmayınca söz oyunlarıyla şu ara Sıkıldıkça pek hemhal oluyor şuara Bakar mısınız mesela şu ar’a” Üstelik attın zarını ve senden Kabul et bir şair çıkmadı işte Halen bu çizgide ısrar niye? Her türden sözcüğü üst üste yığan Bit pazarı sairlerini rahatsız ediyor Sözcüklerin zorunlu anlamlar taşıması Usta şairler hadi söz yorgunu İfade yorgunu benzetme yorgunu Gürbüz bir şiir kalfadan beklenir Nasıl beceriyorlar bunca ilgisiz Kelimeyi cümlelerce yaymayı Anlayabilene aşk olsun vallahi Yazdıklarını evlat gibi benimseyip Metinlerine kıyamayan cimrilerdir Dünyanın en kötü şairleri Yani kötü bir işgalci gibi Birçok sayfayı kaplasa da Hiçbir şey demiyor şiirleri Az okumuş çokbilmiş çocuklar Şandan başka meselesi olmayan Bir çabayı çoğaltıyor kâğıtlara Bilinçdışı etkisiz ezber sözler Sıfıra çarpınca sıfırlanan Arkası kalabalık rakamlar sanki Cevher arama bütün havagazı Rengârenk uçan balonlar gibi İpini koparan yukarılarda! Kelime transferiyle birkaç metin Bir kitap ve promosyon faaliyetleri Kapsamında üç beş söyleşi Şair olabilmenin asgari siyaseti Şair olabilmenin askeri siyaseti Şair olabilmenin ekseri siyaseti Aman hiç elleme böyle çok iyi Bırak sahici bir şiirin doğacağı Varsa doğsun ay gibi karanlığa Ömer Faruk Kaptan “Bir şiir yazdım hadi beğenin Bir kitabım çıktı ve herkes suskun Ne güne duruyorsunuz, e övsenize!” “Kuşağının en önemli şairi” “Oylumlu şiirinde kumaş var” Ah şu kalıp ifade fetişizmi Kollarını göğsünde kavuşturmuş Ya da bir parmağı çenesinde Hasta duruşlu ölümlü şairler Bir konuşsan afralar tafralar Fırçalar cilalar gülünç bakışlar Ne kadar tanıdık öyle değil mi? Baksak büyüklenir fakat görmesek Yalvaran zavallı gözlerle Şu kibirli şair gölgecikleri Senin dışında hiç kimse senin İyi bir şair olduğunu söyleyemiyor Buna ne dersin? Ölümcül övgü virüsünü saymazsak Kötü şairleri tasfiye eden Ne olabilir ki zamandan başka? Anlayana sakin olmalı derim Sönük yıldızlar parlak gösterir çünkü Ay sarısını lacivert akşamlarda 3 SADECE ZAMAN MESELESİ Yazılmıştı. daha önce okumadğı bir kitabın içindeki bir kahramandı. kahraman değildi. çaycıydı. yalnızdı. zevk de duyuyordu bundan. ara sıra katıldığı sohbetler oluyordu. arkadaşlarıyla sohbeti seviyordu. fakat dinlemiyordu. pek de konuşmazdı. konuşması zararına olmuştu. vazgeçmişti. bir kız sevmişti. söylememişti. söylemiyordu. söylemeyecekti. dengeleri bozmaktan korkuyordu. dengeler vardı. ya da öyle sanıyordu tüm insanlar. ya bu bir yanılgı olsaydı diye düşünüyordu çoğu zaman. o zaman söyleyebilirdi bir şeyler. onu sevdiğini. onun için yaptıklarını. görünmeyenleri. o zaman değişebilirdi. her şey değişebilirdi. değişmedi. yoksul değildi. 32 yıllık hayatı biraz baba parasıyla, biraz da alın terinden kazandıklarıyla geçmişti. darda kalmamıştı. amayaklaşık 10 yıldır dardı kendine. yaşadığı ortamı sevmek zorunda kalıyordu. sevmiyordu. nasıl yapılacaklarını öğrendiği işleri yapıyordu. tekrarlıyordu. tekrarlıyordu. tekrarlamaları tekrarlamakta ustalaşıyordu. hayatında hata payı yoktu. ne bir çay dökmüştü ne de bardak kırmıştı. su içişi tek soluktaydı. kısacası yaptığı bir şey yoktu. intihar etsem demişti. zor işti. korktuğundan değil, zor geliyordu. içine girdiği döngü dışına çıkmak başka bir gezegene gitmek gibi bir şeydi. çay içiyordu. sermayeden. ara-sıra ana-babasının yanına gidiyordu. uzun uzun susuluyordu. arada babası bir şey diyecek oluyor, sonra da başını yeniden gazetesine gömüyordu. annesinin sorusu 10 senedir aynıydı. ne zaman evlenecekti bu çocuk? bunu son kez sorduğunda oğlu hayatında ilk kez ona kırıcı sözler söylemişti. kanlı bir yara gibi duyulan ve 20 yıl kadar kalbinde kalacak sözler. o 20 yılı da kendini asarak sonlandıracaktı. o akşam eve geldiğinde sinirliydi çaycı. uzun zamandır ilk kez. sarı saçlı o kızdan beri ilk kez. yeter amına koyayım dedi. ancak bu çıktı ağzından. sonra barajlar patladı ve daha da küfürler etti. hayatındaki son küfürleri o zamana saklamıştı. kısacası, annesine çekmişti. ama daha hızlıydı ya da daha güçsüz. sadece zaman meselesi. Muhterem Bilgiç 4 YANLIŞ YAPTILAR Türkiyede islamcılık tartışmalarının yapılması lazım; gerekli, yapılmalı... Allah razı olsun piyasa da bu tartışmaları yürüten bir kaç grup ve insanda yok değil. Bunlardan önemli gördüğüm tartışmalardan biride anti kapitalizm tartışmaları... İşçinin, köylünün çoğu müslüman, ezilenler müslüman... Ee neden ezilen müslümanlar kapitalizme karşı marksist kamplarda mücadele etsinler? İşçi sınıfı içerisinde bizde pratik anlamda da örgütlenelim ve ortaya bir islami hareket planı koyalım. Bir kaç düşünce de ortaya atıldı, bir kaç grup kuruldu, “anti kapitalist müslüman gençler” bişeyler yapmaya çalıştı... Bu tartışmalar ilerlerken ortaya bir kaç düşünürde fırladı... Sonra bunlar birlikte bir mayısta taksime gittiler... İlk eylemlerinde ciddi sıkıntıları vardı şimdi daha ciddi sıkıntıları var. İlk eylemlerinde özgündüler, şimdi çakmalar. Başlarda biraz sol ne yapmış bakalım diye paçayı sıvadılar solcuların deresine girdiler sonra bi baktılar ki deredeki akıntıya kaptırmışlar kendilerini sürüklenip gidiyolar. Siyasi ağırlıkları solcuların deresindeki akıntıyla mücadele edecek kadar ağır değilmiş.. Haliyle fıkrada olduğu gibi bunlar ters şeritte oldukları için yolunda ilerleyen herkese düdük öttürmeye başladılar. Giderek marjinalleştiler, kapsayıcılıkları kalmadı üstelik çoğu müslümanın samimiyetinide kaybettiler... İşçi sınıfını etkilemekmi istiyosunuz, müslüman bir halk hareketimi başlatmak istiyorsunuz ihtiyaç duyulan şey “duruş” tur. Kimsenin laf cambazlığına ihtiyacı yok. “Çuvaldızı kendimize batıralım” entellektüelliğide artık kabak tadı verdi.. Yani bu iş böyle olmayacak! Zaten böyle olmadığı içinde bir kaç kelli felli adamdan ve toplumun uç noktalarında yaşayan bi grup insandan başka kitle bulamamıştır. Daha ciddi tartışmalar daha ciddi gruplar lazım... Sağlam bir mücadele planı lazım... Türkiyede müslümanlar haklarını müdaafa için mücadele ederken, yaa başörtülüler de jiplere biniyo demekle bu iş yürümez. Kendilerine vahiy gelmiş de tebliğ için can atıyolar sanki... Bildiri dağıtırken sırıtan gençlerden bahsediyoruz, romantizm damarlarına kadar işlemiş. “Sınıf ” kavramları delik deşik, hangi mücadeleyi üstlenmişler belli değil. Yazılan yazılar laf ebeliğinden öte gidemiyor, sürekli bi lafı geveleyip duruyorlar bi şey beceremeyince de müslümanlar okumuyo etmiyo türkiyede müslümanlar yobaz... Böyle bir düşünce olabilirmi? Hangi hareket koca bir kitleden üst düzey bir entelektüel seviye bekler? Bu kitleye yabancılaşmadır. Kitleyi harekete geçirecek düşünceden, pratikten yoksundursun demektir. Halka çamur atmakla bu işler yürümez yürümüyoda. Türkiyede müslümanların öncelikleride göz ardı edilemez, kimse müslümanlara diyemez ki arkadaş siz bu güne kadar verdiğiniz tüm mücadeleyi bi yana koyun gelin tüm meselemiz işçi sınıfı ve patronlar olsun. Yok böyle bişey! Oluşacak hareket önceliklerini iyi belirlemeli ki bu gün oluşan gruplar bu bilinçten tamamen yoksundur. Sonuç olarak türkiyede müslüman kesimde oluşan antikapitalist hareketler iyi sonuçlar verememişlerdir, başarısızdırlar. Amacımız türkiye müslümanlarını sağlam omurgalı bir yapının altına sokmaktır. Allah muvaffak etsin. O Adam 5 Sizi sokaklarda yalnız bırakan yağmur değil, El emeği bir dünyanın sokaklara yakarışı. Ve siz bağırınca beraber; çığlıklar çoğalır. Ve biz Umutsuzluğa direndikçe; özgür ve çıplak. Bir intihar kadar yalnız. Yalnızlık yorgunluk. Yalnızların uykusu da hafif. Gündüzleri bir bir ölüp Geceleri iki iki çoğalıyorduk. Devlet de devletti o zamanlar. Devletin askeri vardı. Babam öğrenci. Günlerden Cuma, devlet hala devlet. Devletin artık polisi var Babam işçi, ben öğrenci. Eyvallah 6 Eğer Dünyayı Birileri bana mektup yazsın Hiçbir otobüs uğramıyor tenhama Çok sesi çıkıyor ağlamamın Gözüm pek bir yokuşta Bana bir haber gerek eskisi gibi yapamam Aklımızda ışıklar oldu kapandı Sen değilsin ben asla Bu bozulmaya neden olan Başkasının ağızları Gömülen ilk kız çocuğu büyüdü İlk görülecek hesaplar saklandı Cama ilk çizik atıldı ve Bana bildirilmiş olanla hiçbir şeyi kurtaramam Üç yol yürümeye meylederim her seferde Geleceğim derim ayağımı yakar tuz Ruhum kudurur Yokuşlarda sularda korkuların olduğu her yerde Killerle yıkanmıştır kalbimiz Kim bilir kaç göz daha vardır Hepsini gördüm ama isteme sayamam Zaten bu gidiş bir terbiyeye değildir Zaten çoğu zaman sen ve ben yokuz Eller vardır belki ayaklar ama bunlar iyi değildir Arada güzel şeyler vardır biz onları hep unuturuz Dedim ki ben unutayım bu sefer de dünyayı Çünkü hangi ucundan tutmaya kalksam Orasından sallanıyorum hayatın Bekir Aziz 7 Yazarsan ceset söz olur -Antonavoyla Sana bir zamanlar öyküsünü okumuştum. Bir şiir bir kehanettir sözü edilen her şey er ya da geç gerçekleşir Demiştim yazarsan ceset söz olur İkindiüstü yağmurlarını incitebilirsin Mahmur uykulardan uyandırılıp kesik soluklarsın geceyi Esmer bir kadının saçlarını yok etmesi radikal bir eylemdir Kuzguni siyah nerden baksan günahtır Elbet hak verirsin Makbul kadınlar olamamanın verdiği acizlik tek başınalık Yeterince bela değilmiş gibi kendin olmak tuttuk birbirimizi yaralarımızdan bildik Sözün söze dokunmasıdır elbet günahtır mahrem kılınır Çember tüm yaratılmışları kapsar Halep ve elleri bırakılmışlar dahil değil Kuşlar bir şiirlerde katlanılabilirdir ve tüm bu lirik çıkarsamalar mazur görülür Yol ayrımlarında konuşlanmış 3 kadın Görülünce düş, dönüşün Yazılınca tüm söylenmemiş olan Olanca ağırlığıyla vakitsiz bir kış Yaz düşleri düş kışları Düş kuşları Tüm iç geçirişlerimizin dökümüdür tekstil fabrikalarının yolları ve vaktini doldurmuş şehir kartları Mevsimi ele veren ten kokuları Aidiyetler ve sahiplikler Misafir odalarında bırakılmış yarım bırakılmış Düşünki seccadeden uzaklaşan kadınlar yüzü çevrilen tanrıdan 8 Tanrı tarafından tutulmuş tutulduğu gibi sımsıkı canı yakılmış tanrının mührünü taşıyan putlarca Onun adıyla zarar görmüş Günah işlemekten uzak ruhları içtenliksiz buluyorduk Etek fırfırlarından saç buklelerinden düğmelerden ve kulak arkalarından Ayıkladık tüm benliğimizi Tüm kitaplarda yazıyordu bütün günahları kadınlar işliyordu Devlet tarafından onanmış benliklerimizde kamu dairesinde olmanın verdiği huzurla Yok sayın dedikçe konumlandırıldığımız tüm çemberlerden kaçınıp Güçsüz tek başınalıklarımızla elbet birbirimizi incinmişliklerimizden seviyorduk. Ne biliyorsak ve ne buluyorsak vakitsiz hesapsız içimize alıyorduk Kadınlıkla içimize alıyor alıyor şişiyor şişiyorduk ve anlatılar doğuruyorduk Ölü kadın anlatıları taşıyorduk ceplerimizde Ve biz annelerin ölü oğullarına, gömerken ve evet gömerken ölü oğullarını doğuruyorlardı anneler kadınlığını oluk oluk kadın doğuyordu Acıdan kadın doğuyordu Kandan günahtan iniltiden Hardan nardan kadın doğuyordu Oğlunu gömen bir kadın sımsıkı sarılınca kendi gövdesine bir kadın doğuyordu başkaldıran hikaye tutucu oluyorduk biz karlar arasında evlerden taşları dökülmüş yüzüklerden Yol ayrımlarında konuşlanmış üç kadın Zap suyunun kenarlarında bir yerlerde ait hissediyorduk işte Allaha ve sözüne. Süleymanın temkinli tapınmaları 9 Hukuksal lagalugalar Elizabeth: Şimdi hukukçu olduk ya kim sorarsa hukuksal lagalugalara düşelim ki millet bizi bir şey bilir sansın. Ee nede olsa işimizin adı hava cıva, amacı desinlere yapmış olmak. Velhasıl gelelim bizim hukuk meselemize. Herkes günlük hayatta rahat rahat kullanır “hukuk” kelimesini göğsünü gere gere. “hak, hukuk, “ kimsenin dilinden düşmez. Yani haksız kim var ki bu dünyada? Peki ne demek acaba bunlar ne oluyor şimdi? Korkma sayın okur bu bir test değil. İçini rahatlatacaksa şu kadarını söyleyelim; 2 sene evvel bir bir proje için anket yaptıydık istanbul hukuk ve marmara hukuk öğrencilerine sorduk hukuka dair nedir diye. Lakin kimseden ele avuca gelen bir yanıt alamadık. “sizi ciddiye almamışlardır canım sizin anketinizle ne uğraşsınlar” haklı olabilirsiniz tabi insanlar çeşit çeşit. Neyse lafı çok uzattık sanırsam ki sadede geldim söz. Şu bizim “Hukuk” etimolojik olarak arapçaya borçlu olduğumuz “hak” kelimesinin çoğulu oluyor efendim. Ancak hukuk haklar demek değil tabi ki. Neden mi? Onu da anlatacağım inşallah. Şöyle ki hak kavramına dair iki farklı teori öne sürülse de Medeni hukuk kitabının bana söylediği yalana göre hak: 10 hukuk düzeni tarafından korunan ve hak sahibine bu korumadan yararlanma yetkisi veren menfaat” demekmiş. Bak sayın okur yine hukuk çıktı karşımıza “hukuk düzeni”. Şimdi burası biraz karışık medeni hukuk dersinde yapılan tanımlamaya göre hukuk: toplum içinde fertlerin aralarındaki ve toplumla olan ilişkilerini düzenleyen uyulmaması halinde yaptırıma bağlanmış olan normlar bütünüdür. Ancak benim daha çok hoşuma gideni ve çok sevgili hocamın ilk dersinde “ size hukuk ne diye sorduklarında cevap veremeyip bana küfür ettirmeyin sakın diye satıyorum bu harika tanımımı size tek derdim kendimi kurtarmak” diye kazandırdığı tanım: hukuk, adalete yönelmiş toplumsal bir yaşama düzenidir. Hoppala ee adalet denmedi bize arkadaş o nerden çıktı hemen onun da tanımı satayım ben de size: adalet efendim bir eşitlik düşüncesidir. Ee eşitlik nerden çıktı şimdi havalı havalı yapıyorsun ama tanımları deme sayın okur onu da söyleyeceğim; eşitlik esasında onluk sayı sisteminde aynı birim ile gösterilen şeylerin birbirine denk olduğudur. Yani burdan çıkaracağımız şey adalet için en az iki unsurun kıyaslanması söz konusudur. İnsanların eşit olmadığı aşikar ee nasıl yapacağız o işi? Burada sanırım daha önemli bir durum söz konusu o da empati. Yani aslında adalet bence karşındakini anlayabilmek. İnsanı çok yücelten bir kavram. Onun elinde olmayan şeyler yüzünden dili, dini, ten rengi, cüzdanındaki para...- ve bir çok şey işte anladın sen sayın okur- yargılamamak. Ona cebindekiyle değil kalbindekiyle değer vermek. Amma da beylik laflar ettin deme lütfen sayın okur ne ayrımcılığımı gördün şu güne kadar. Heh işte buldum sanırım o kelimeyi. İnsanları AYIRMAMAK demek adalet. Sonuca gelecek olursak sevdiğim tanımımda biricik hocam Yasemin Işıktaç’a saygılar olsun, hukuk dedim ama basit olsa da 3 şeye işaret ettim, üç hukuki fonksiyona; hukukun etik fonsiyonu, düzen, norm fonsiyonu, ve sosyal toplumsal boyutu. Amma kafa ütüledim “virvirvir” farkındayım tamam bu günlük bu kadar. Hukuksal lagalugalar gurula sundu efendim. Sayın okur: abi çok iyi ya. Ben hiç anlamadım acaba bir şey mi kaçırdım? Elizabeth: bilmem ki ben de unuttum Elizabeth Her şey başlamadan önce radyodan bozma bir yalan makinesi icat etti ve ona her gece, icadı nezaretinde yeni sözler vermem gerektiğini söyledi. söz dedim. gerekirse onunla birlikte arjantine gidebileceğime dair de söz verdim. arabası yandığında paltosuyla söndürmeye kalkışacak olursa onu öldürüp, bilgisayarını ve defterlerini ateşe verecektim. benden önce öleceğine inanıyordu. öldüğünde, bana geri kalan ömrümce yetebilecek kadar bıraktığı sözlerle yayına devam edecektim. tüm yaratılanlar ve onların iç dinamikleri! bu geceki misafirim, camın karartısında dans eden kadının silueti. güneşin doğmasıyla beraber rüyalarımı bir kılıç gibi kınına sokmak zorunda olduğumu söylüyor. dünya’yı yazan kalemi çizgilerin kırabileceğini, mısır’ın, yunan topraklarının ve deniz kıyılarına kadar bütün rum ülkesinin ellerimde olduğunu söylüyor. yani ölebileceğimi. küçük yaşlarımdadaydım. hatırlıyorum. bir toprak avlunun üstünde, mimar olan dedem söylemişti. benim dünyada senden başka oğlum yoktur. biricik oğlum sensin. şunu bilmelisin ki, kadınlar insanı avlar, kötülük çukuruna düşürürler. onlarla düşüp kalkanlar esenlik bulamazlar. bunlardan birine gönlünü kaptırırsan aklın çalışmaz, gözlerin görmez olur. böyle bir aşka bulaşmak bence akılsızlıktan başka bir şey değildir. oğulcağızım. yol ikidir. biri aşağıdan yukarı çıkmak; biri yukarıdan aşağı düşmektir. bundan sonra yolun ortasında ya da orta yolda olamayacaksın. ateş kendiliğinden dansa kalktı. etrafa sıcaklık halinde bir perde iniyor. ben, “aslında hiç yalan söylemem” yalanını hep söyleyen bir yalancıyım. ve sana son söz kadın! repliklerim tükendiğinde, gereksiz yere uzatmaktansa bahisleri kapatıp, birinci perdenin üzerime inmesini bekleyeceğim… Rüştü Sinemil 11 Sir’keli İskemle 12 “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkıılıır...” tekerlek habire dönüyordu. “Eskicii! Eskiler alınır, allanır. Eskiciii! Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılıırr...” Duraksadı biran için. Karşılara doğru şöyle bir gözlerini kiralasa alışveriş merkezlerinin insanı ağma eden ışıldaklarından ne bir dağ eteği, ne de bir çoban ceketi görecekti. Hâlâ nasıl dağın kelâmını edebiliyordu ki? Acı bir kahkaha attı omuzlarından. “Sen yoluna devam et be Remzi Efendi.” dedi. “Ekmek sora sora değil, susa susa bulunuyor ya!” Sustu bizim hurdacı Remzi Efendi susadı haliyle sonra iki çift has kelâma. Tekerlek yeniden döndü ağır ağır. Gerçekten de bu yoldan gitmesi gerektiği gerçeği su götürmezdi. İki sokak öteden gitse zabıtalar ihtiyar Remzi’den de emektar arabasını sudan tez götürürlerdi. Vakti zamanında öyle olmamış mıydı? Köprü altlarında mendil açıp dua tacirliği yapmayan Remzi alnının teriyle beş kuruş ekmek kazanırken zabıtanın gazabına uğramıştı, üstelik tek gazabın tanrıdan geleceğine inanırken. Hem yolun sonundaki köşe başında Bakkal Şevket vardı. Sohbetine kurban olduğu Şevket! Öylesine zayıftı ki adamcağız, bir deri bir kemikti. Rüzgâra atsan uçar giderdi. Ki atmaya da lüzum yoktu zaten, fırtınanın döşeğindeydi. Kepengini kaldırmış indirmiş hiç fark etmiyordu şuncacık dükkâ- rini sulamaya çıktığında yan penceredeki çiğdem çitleyen nın. Yeni mal almaya almavitrinlik Yıldız’a “kız turşu ya toptancılar bile bakkal Şevketi unutmuşlardı. İki saat kurusu! Şu dümbelek adam var ya, pekte sevimsiz, bubilemedin üç saat boyunca ralardan yer yurt bakınıyorparanın unuttuğu, unutup muş ondan cirit atıyormuş da uğramadığı bu yeri evire buralarda.” Diyor, Yıldız ise çevire zor anlatmıştı Şevket. Eski kayıtlardan anca bulabil- “laflara da bak sen, dördüncü mişlerdi de öyle yola çıkabil- kocayı da öteki tarafa yollamaya niyetlenmediğimdenmişti süt kolileri. Yalnız süt dir izdivaca girişmemem. satabilirdi zaten her sabah Aman canım nereye, neye yeni bir ingâ sesinin duyulduğu bu ocaklara. Ana sütün- bakacaksa baksın, bakakalsın den sonra Şevket’e uğrarlardı, trene bakar gibi.” Diye çene çalıyordu iştahlı iştahlı. “Asıl alacakları çok olduğundaysa sen telefonunu bir gör de öyle daha ucuz olan büyük marketlere. Bir de mahallenin ya- konuş. Ben susarım, sen susarsın hâttâ yedi düvel susar ramaz veletleri için iki ciklet iki çikolata. Beleşe de iki sopa da o telefon susmaz vallahi. Kim bilir kimler arıyor da her attı mıydı arada bir şöyle en çalışında cebinden bir çıkarıpahalısından, işte o zaman yor ki telefonun parıltısından tam olurdu. Ancak bazı bazı içinden öteberi çıkan yumur- mahalle aydınlanıveriyor talar satardı Şevket meretlere, Gülnaz abla…” mahallede sırra koca ayağını basmış en çok onu severlerdi. Bir yumurta ki çikolatadan, üste- bu adam böylece konuşulup lik içinde de gizemli oyuncağı gidiyordu. Bizim yolların eskitemediği eskici Remzi saklı. Bundan iyisi lunapark Efendi de gidiyordu tabii. kombinesi. Fakat Remzi Gömleği gibi alnı da çizgi Efendi pek haz etmezdi bu çizgiydi. Mahalle kadınları durumdan. Adeta bir küreyi arasında da söylentiler dolaandıran koca göbeğinden ötürü üstüne ne giyse düğme- şıyordu. Gülnaz abla küstüm çiçeklerini sulamaya çıktığınleri fırlayacak gibi görünen da yan penceredeki çiğdem yahut kolunu bir kaldırıp indirse koltukaltındaki dikiş- çitleyen vitrinlik Yıldız’a “kız turşu kurusu! Şu dümbelek ler patlayacak gibi duran bir adam var ya, pekte sevimsiz, şişkoca adam birkaç aydır buralardan yer yurt bakınıher hafta mahalleye uğruyormuş ondan cirit atıyormuş yor; veletlere şekerlemeler, çikolatadan yumurtalar alıyor buralarda.” Diyor, Yıldız ise “laflara da bak sen, dördüncü ve onları sevindiriyordu. kocayı da öteki tarafa yollaMahalle kadınları arasında maya niyetlenmediğimdendir da söylentiler dolaşıyordu. izdivaca girişmemem. Gülnaz abla küstüm çiçekle- Aman canım nereye, neye bakacaksa baksın, bakakalsın trene bakar gibi.” Diye çene çalıyordu iştahlı iştahlı. “Asıl sen telefonunu bir gör de öyle konuş. Ben susarım, sen susarsın hâttâ yedi düvel susar da o telefon susmaz vallahi. Kim bilir kimler arıyor da her çalışında cebinden bir çıkarıyor ki telefonun parıltısından mahalle aydınlanıveriyor Gülnaz abla…” mahallede sırra koca ayağını basmış bu adam böylece konuşulup gidiyordu. Bizim yolların eskitemediği eskici Remzi Efendi de gidiyordu tabii. Gömleği gibi alnı da çizgi çizgiydi. Fakat hâlâ tarladan yeni koparılmış salatalıklar kadar taze, dipdiriydi. Radyosunu çalıştırdı. “Dağlar dağladı beni… Gören ağladı beni… Ayırdı zalim felek, derde bağladı beni…” sazına vuruyordu Neşet Ertaş. Arabanın ayakları da çakıl taşlarına takıldıkça antikalar hopluyor, çıkardıkları seslerle türküye eşlik ediyordu. Tam bu sıralarda koştu geldi Necmi, öyle hızlı nefes alıyordu ki sanki bilet saatini kaçıracak bir yolcu gibi telâş içerisinde Remzi Efendi’ye yaklaşıyordu. “Sorma Remzi Abi koş yetiş, neler oluyor bir görsen hayrete düşersin!” Necmi bu mahallenin aynı zamanda da bu ahalinin çocuğuydu. “Meymenetsiz adam geldi yine bugün, koş yetiş de gör!” Remzi Efendi şaşkınlığa düşüvermişti; “Hayrola çocuk? Neden gam vuruyorsun böyle?” gam mı vuruyordu yoksa gama mı vuruluyorlardı bilinmez ama tekerlek döndü devran gibi ve tez geldiler bakkal Şevket’in köşeye. Buz kesildi eskici, bu gördüğü sahi miydi yoksa bugün hiç işbaşı yapmamışta halen yorganının altında uyuyor da kâbus mu görüyordu? Bakkal Şevket’in önü pazar yerinden farksızdı, dükkândaki tüm eşyalar kapı kenarına yığılmış bir vaziyette ağlaşıyorlardı. İçini her daim küf vari bir koku saran ufak derin dondurucu, topal sandalye, tezgâhın tamamı, anteni koli bandıyla oradan oraya yapıştırılan minnak televizyon ve daha nicesi… “Haciz neyin mi geldi Şevket’in başına?” dedi buğdayların birbirine sürtüşü gibi çıkan bir sesle. “Ulen Şevket, çekin senedin ateşine mi düştün be kardeşim?” Yarım kol kadar bebesi vardı, boy boy da çocukları. Halleri niceydi şimdi onların? “Ahh be felek, yine elemişsin garipleri un gibi…” Remzi Efendi parçalı bulutlu gözleriyle öylece bakınırken Şevket göründü. “Remzi’m! Kardeşim! Kelâm dostum! Gel sarılayım sana bir, ne dikiliyorsun, gelsene şöyle!” Herhalde eşyaları kapının önüne yığılmış bir kimse bu kadar neşe içinde olamazdı. Bu işte hinlik bir iş mi vardı? Şevket’in gözleri çakmak gibi yanıyordu. Remzi Efendi ağzını açmadan “Yahu hiç sorma şu iki günde bir gelip duran adam vardı ya çocuklara öteberi alıp da sevindiren, ağzı bal kaymak görsün, işte masaya oturuverdik de onunla bize berber Hüseyin ile iş fırsatı veriverdi.” Remzi Efendinin kaşları çatılmaya başlamıştı. “İkimizin dükkânını birleştirip büyük dükkân açacakmış, beni de damgalı mühürlü işe alacak. Aybaşım olacak Remzi’m aklına vursana! Aybaşım aman başım, şıkıdım şıkıdım!” sevinçle hamsiyi aratmadan yerinde çırpınıyordu. “Hemide arada bir de görüverecekmiş beni, aman o gördü mü tam görür. Büyük düşünüyor, çok büyük. Senin benim gibi kendini ısıtamayan ocaklara benzemiyor!” anlaşılan Şevket kaptırmış gidiyordu. Gittiği yol yol muydu, yoksa o yolda tüyleri tek tek yolunacak mıydı? Yolsuzluğa da yoksulluk düşsün emi! Hâlâ ilkokula yeni başlayan çocuk aşkıyla yapılacak edilecekleri ayrıntılarıyla anlatıyordu. Remzi buz mu kesildiğini, ateş mi püskürdüğünü bilemedi. Öylece onu dinliyordu, en sert yiyecekleri daha çabuk özümserdi kuşkusuz. Yutkundu tam ağzını açacak “ooo! Aman efendim kimlerde gelmiş? Remzi Efendiyle tanıştırayım sizi, bahsetmiştim ya…” Remzi Efendi “yok.” Dedi. “Yok Şevket, tanışmamıza lüzum yok. Ben müsaadenizi isteyeyim.” Kalktı alelacele. Arabasının dümenini tuttu, Necmi de onu bekliyordu oracıkta. “Aman nereye gidiyorsun Remzi, daha konuşacak ne çok şey var!” Remzi Efendi kafasını iki yana salladı. “Dur bari şu iskemleleri al, dur! Ayaklarını cilalar satarsın birilerine. Buralara hep koltuk döşenecek!” Remzi durdu, başını hafifçe çevirerek; “bak Şevket!” dedi usulca, “iskemlelerine damlayan sirkeyi görmüyor musun?” Şevket şaşırdı. Remzi’yi görmeyeli gözlerine kara perdeler mi inmişti ne? “Sir’keli iskemleye emek’tarımda yer yok.” Dedi ve pabuçları toprak yolda iz bırakarak uzaklaştı. Tekerleklerinkiyle ahenk oluşturuyordu. Necmi göründü hemen. “Remz…” demeye kalmadı, “Ne demişler Necmi.” Dedi.“Keskin sirke küpüne zarar.” Ve geceleyin belediyenin işçileri çöp arabasına bir de sir’keli iskemle koymuşlardı. Demeter 13 Yanında Olumluk cinlerin şiir, şehir ve suyla olan cezası, insanların üzgün üzgün konuşup-tekrar tekrar sevme yetisi bu işlerde büsbütün bir doygunluk gerekmiş. kimsenin gündüz bilmediği bir yüz gerekmiş. güneşi delik insanlar gerekmiş. kızımız değil belki de aslımız mümkün, hesabımız gerçekten renksiz – doğrudan ince bir gül – ediyor her seferinde her seferinde, sırasıyla; renksiz–ince–bir–gül– alınıyorum baktığınızda gölgesi kabarmış, kendisi de defalarca ıslanmış yüreğim, sade bulanık göğsüm, belki de bir kızım olur sancım, aklımın ben ne de güzel derken ki hali, belli ki tedirgin, belli ki imkansız bir yalanla başbaşa yakalanmış. bugün hayattan ne öğrendiysem işte, bugün hayatta kimi sevdiysem işte, bugün artık neysem işte, özür dilerim. Tayyar Ahmet 14 Kitap Bahsi Bilmem duydunuz mu hiç Gog’u. Giovanni Papini yazmış geçen yüzyılın ilk yarısında, 1931’de. İkincisi bile çıkmış sonra 1951 yılında. Tercümesini Fikret Adil yapmış, ilk baskısından bu yana İş Bankası Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturuluyor. Eser gerek adı gerekse de konusu itibariyle hayli ilginç. Karun kadar zengin Gog, hakikatı bulma amacıyla bir ülkeden diğerine gezmekte. Bu seyahatlerde tutulan notların Papini tarafından derlenmesiyle müteşekkil olan kitap, Einstein’dan Lorca’ya kadar döneminde yani yirminci yüzyılın ilk elli yılında yaşamış ve iz bırakmış insanlarla sohbetlerini içeriyor. Yazarımız Papini girdiği bu ilginç anlatımla okuyucuyla değişik fakat çekim gücü yüksek bir bağ kuruyor. Buna benzer bir tutulmayı Miguel de Unamuno’nun Sis’inde yakalanmıştım. Aklımızdaki roman kavramını okuyucuya bir nevi çaktırmadan kıran bir eserdi bu. Gog için de modern bir antik anlatı diyebiliriz bir bakıma. Bu antikite aslen eser içindeki bağsızlıktan kaynaklanıyor diyebiliriz. Tek ortak nokta var her bölümde: Gog. Muhammed Murtaza 15 Uçurtmalar Neye baktıklarını anlamadım. duvarın alçalan kısmından sadece başları görünüyordu onca insanın, kısa bir anlığına o da. dali, alışkındı sanırım. duraksamadan yürümeye devam etti. benim durmama da izin vermedi. yürümeye başladığımızdan beri sadece bu ovayı geçince ligat körfezi’ne varacağımızı söyledi. ligat’ın ya da bu ovanın, uzun yüksek duvarın ve onca insanın olağanlığından sıkıldığını düşündüm. ben bunları düşünürken durdu, bastonunu bırakmadan ellerini beline dayayıp derin bir nefes aldı. sağımda kalan duvar sadece başlarını gördüğüm insanların arkasına kıvrılıyor ve bu noktada raylar başlıyordu. duvarın aksi yönüne ilerleyen raylar. dali’nin yürümeye başladığını fark etmedim ileriye uzanan duvarı ve rayları incelerken. ‘yürümeye devam et.’ diye seslendi dali. güneşin altında parlayan demirlere ve yeşilliği bozan tuğlalara bir kez daha bakıp yürümeye başladım. körfeze varınca kıyıda tahtalarla uğraşan bir adam gördük dali’nin kulübesinden önce. ‘isa!’ diye bağırdı dali ama adam aldırmayınca söylene söylene (çatlak adam önce budha’nın saçmalıkları şimdi de köprü) kulübesine ilerledi. ‘hadisene!’ diye bağırınca bende kulübeye yürümeye başladım. kulübenin geniş kapısının önünde beni izleyen (ağır adımlarından dolayı iyice sabrı taşan) adam için fazla geniş bir kulübeydi burası. içeri girer girmez atölyesine geçtik. birkaç malzeme gösterip ‘gelirken rayları gördün’. dedi. ‘sabah dövmem için rayların iki metresini sökmeni istiyorum. dinlenmeye bak. sabah erken çıkman gerek.’ yaklaşık on yıl oldu duvar örü- 16 leli. raylarla hemen hemen aynı zamanda. krallığa sanatçı yetiştiren bir beylikti burası. ressam müzisyen dokumacı mühendis mimar... her şey çok iyiydi. dali de son nesilden bir ressam. isa’ya olan yakınlığı sayesinde o duvarın içinde değil. rayların başında bir araba vardı. arkasında bir çark ve çarka bağlı parçalanmış bir uçurtma. güneş doğduktan bir süre sonra söktüğüm demirleri eve götürdüm. ben çıkarken uyuyordu dali. uyanmış ve büyük fırını hazırlamıştı. demirleri kazana koyduk ve fırına sürdük. saat dört kez çaldı. ‘ben gelene kadar kadar odun koyup körükle.’ dedi. ve nereye bilmiyorum, gitti. saatin akrep ve yelkovanı dik duruyordu. eğmeye çalışsam kırılabilirdi. sayılar da ters yazılmıştı. fırına odun atıp körüklemeye başladım. içerisi ısındıkça soyundum. ne kadar çalıştığımın farkında değildim. iyice yorulduğum esnada dali geldi ve kazanı çıkartıp kalıplara dökmeye başladı. onu izlediğimi fark edince ters ters baktı. ‘yatıyorum.’ dedim ve odama geçtim. rüyamda ellerimden karıncalar çıktığını gördüm. çalışmış olmak hoşuma gitmişti sanırım. sonra bir bastonun sertçe belimi dürttüğünü hissettim. rüya olmadığının farkına vardığımda gözlerimi açtım. ucu kalkık bıyıklarıyla dali tepemdeydi. sanatçılar toplandılar ve krallıkla ilgili konuşmaya başladılar. kimisi halinden memnun olsa da şartların ağırlığından ve buraya ait olmadıklarından bahsettiler. otoriteyi ve bunun dayattığı dini sistemi reddedip özgür olmak istedikleri konusunda anlaştılar. ama içlerinden biri ligat körfezi’nden ayrılamazdı. çünkü burada geçmişti tüm hayatı; diğer sanatçılar gibi. ama diğerlerinden daha duygusaldı ve ailesini bu körfezde kaybetmişti. buradan ayrılması demek onların anısını yaşatamaması demekti. bundan dolayı konuşulanları krala söyledi. dali kalıplara döktüğü demiri dövüp suya sokmamı istedi (demircilikten anlamam ki ben – hahaha bende anlamazdım). özel ricası üzerine kıyıda yaptım bunu. sıcak demirleri körfezin suyuna batırdım. içeri diğer kalıpları almaya giderken ‘bekle.’ dedi. ‘bugünlük bu kadar yeter.’ iyi bir iş çıkardığımı anladım. günün geri kalanı boştu. güneşin batmasına daha vardı (saat olmadığı için tahmindi bu). raylara gitmek istediğimi söyledim. ‘tek şartla,’ dedi. ‘duvara yaklaşmayacaksın.’ (yaklaşmak için bir sebebim yok – gülüyor). ilk işim arabanın yanına gitmek oldu. ileri geri hareket edebilen iki pedalı vardı. biri çarkı diğeri de arabayı hareket ettirmek için (bu da tahmin – doğru bir tahmin). ipini keserek uçurtmayı çarktan kurtardım. iskeleti içi boş ince demirlerdendi (bu kadar hafif olmamalı). gövdesinde fazla bez yoktu. onu yanıma alıp duvar boyunca yürüdüm. kral bunu duyunca sinirlenmedi. ‘peki.’ dedi. duvarı ördürmeye başladı. sanatçılar bu duvarın içinde hapsedileceklerini bilmeden gezdiler beyliklerinde bir vakit. mimarlar oturacakları evleri tasarladılar. müzisyenler ahenge bıraktılar kendilerini. ressamlar körfezi yağlı, sulu, pastel boyalarla resmettiler. dali, mutlu değildi. ailesi için yapabileceği bir şey olmadığını biliyordu. bir gün askerler tüm sanatçıları toplayıp duvarın kenarına götürdüler. herkesi sırayla aldılar içeri ve girenin ellerini kestiler. sıradan bir sebeple hem de. sanatlarını icra edemesinler ve konuşmak için sebepleri kalmasın diye. dali de bunların arasındaydı. sıra ona geldi ve arkadaşlarının kesilmiş ellerini gördüğünde bağırdı. ‘benim sayemde kurtuldunuz! bana bunu yapamazlar!’ isa olacakları biliyordu ve kralın yanına gitmişti çoktan. dali’nin bağışlanmasını istedi. kral (sırf isa olduğu için) bunu kabul etti. dali dışarıdaydı ama yalnızdı. eve elimde parçalanmış uçurtmayla döndüm. ‘raylardaki arabanın çarkında buldum.’ dedim. dali uçurtmayı aldı ve atölyesine gitti. sanatçılar arasında uçurtmanın yeri büyüktür. elleri kesik olmasına rağmen gökyüzüne bakmaktadırlar. dali farkındadır bunun. arabayı ve rayları içeride kalan arkadaşları için tasarlamıştır. arabayı bir pedalla hareket ettirecekler, hızlandıkça diğer pedalı kullanarak uçurtmayı salacaklardır. dali de sık sık uçurtmaları yenilemek ve tekrar çarka takmak için oraya gidecektir. hem bir amacı olacaktır, hem de kendini affettirebilmek için bir şansı. saat dört kere çaldı, kapıyla aynı anda. açtım, isa’ydı gelen. sırtında büyük bir çuval vardı. dali’ye seslendi. ‘hadi, gitme vakti. bekletmek istemeyiz dostlarını.’ dali bir dakika izin istedi. beraber içeriye gittik. ‘ne olduğunu bilmesende bunun için geldin buraya.’ dedi. beze sarılı dört köşeli büyükçe bir şey. isa köprüyü yapamadan ölecekti ve onu dali’yle beraber bunun üstünde taşıyacaktık. Kanto 17 Şükrü’ye Bana ve Dışarıya Dair Biz burada akşamları dışarı çıkıyoruz. Aklınız alıyor mu? Biz yani Şükrü ve ben. Olmayan gezilecek yerlerde sürünüyoruz. Ayaklarımızla sürünüyoruz. Babalarımıza söylemeden çıkıyoruz. Galiba hep bundan sürünüyoruz. Gün doğmadan sessiz tedirgin dönüyoruz. Işıkların yakıldığı zamana kadar insan, ışıklar yanmalı zamanında çocuk oluyoruz. Parklara gidiyoruz, kumlara evler dağlar bulutlar ağaçlar çiziyoruz. Evlerin içlerine giriyor bulutlardan su sağıyor dağlardaki ağaçları suluyoruz. İnsanları düşünmüyor balıkları düşünüyoruz. Suda değil havada boğulan balıkları, havada değil suda boğulan insanlarla kıyas etmiyoruz bile. Burada akşamları dışarı nasıl çıkılır onu yaşıyoruz. Her dışarı çıkışımızda birbirimize dışarı çıkma dersleri veriyoruz. Babaların bilmediği derslerden. Çocukların burunlarının geçebildiği her delikten geçerek dışarı çıkabildikleri derslerden. Şükrününkiler biraz basit o daha yeni başladı. Ama çok başarılı bi dışarı çıkıcısı, geleceği par- lak. Bi gece alt kat komşusu balkondayken çıkmış dışarı. Babası yataktayken çıkıyor daha çok. Ben de öyle yapıyorum, işi biliyoruz. Bi gece de kapı önünde sürekli parktaki vosvosa çaktırmamış dediğine göre. Bana pek inadırıcı gelmedi ya neyse. Şükrü yeni başladı şevki kırılmasın. Biz burada akşamları dışarı çıkanlar birbirimize çok güveniyoruz. Güvenen birilerimiz olsun diye kararlar alıp onlara uyuyoruz. Kimsenin kimseye güvenmediği bi içeridense birilerinin birilerine güvendiği bi dışarıyı tercih ediyoruz. Parklardan bahçelerden çıkıp kafa kafaya mavi kara sulara gidiyoruz. Yukarılara baka baka içeri içeri dönüyoruz sonra. İçlerimize yani yoksa içerisi çekilmez. Havanın kendisi de dışarlıklıysa içerliklilere içerler. Azcık haklı esasında. Düşünsene süreyya kavun teklif ediyorsun onlar kelek istiyor. İşte biz burada böyle şeylere içerliyoruz. İçeriyle tek ilişkimizi bi bu bi de gündüzlerden ibaret sayıyoruz. Biz diyorum yani Şükrü ve ben. Şükrü ve ben yani, biz oluyor kabul edin. Biz burada çoğunluğa önem veriyoruz. Akşamları dışarı çıkan çoğunluğa daha çok. Birbirimize rehber değil yoldaş oluyoruz. Ama biz yani hem Şükrü hem ben dışarda yolu bilmiyoruz ve birbirimizi şaşırtıp duruyoruz. Korkmayın, biz burada birbirini şaşırtanları destekliyoruz. Şaşırmayı da destekliyoruz bu arada. Hep bi şeyleri destekliyoruz çünkü burada bi şeyler hissetmek için desteklenmeye ihtiyacımız var bizim yani Şükrü ve benim. Yani burada desteksiz sevilmiyor bile. Ama biz deniyoruz. Biz diyorum işte biliyorsunuz kim ve ben. Biz mesela hiç olmuyor ya kalkıyoruz bir hikâyeyi seni seviyorumla bitiriyoruz. Biz yani Şükrü ve ben işte; bir hikayeyi başlamamız gerektiği gibi bitiriyoruz. Doğmayan Çocuk 18 Raufu Öldürmek i. ne kadar yaşıyorsak o kadar ölüyordu çocuklar biri mor diğeri cinayet kurbanı olarak kanın çiçeğe doğru yolculuğuna kıvrılmış bir örümcek gibiydi sarsılıp içimi tükürdü rauf çünki birer birer ölüyorduk gibi yalnızdım. ii. veronika da ölmek istiyordu ama katili olamadık sadece koca bir çölü ağlamadan geçtik. iii. bana bir el ateş et dediler biz vurulduk rauf ölmedi. Maksatsız Adem