Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
Transkript
Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! SA l HE J AR Eylül 2006/8 • FİYATI 2 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X103 YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! içindekiler - editörden Editörden... Değerli Okuyucu, Bir ay ara verdikten sonra tekrar biraradayız. Ara verdik derken kastettiğimiz derginin çıkmasıdır, mücadele bütün hızıyla devam etti. Nasıl etmesin ki, hem emperyalistler hem de Türk egemen sınıfları halklara ve tüm ezilenlere saldırılarını sürdürdüler. Ortadoğu barut fıçısı olmaya devam ediyor. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgalinden sonra, İsrail’in Filistin’e saldırısı ve Lübnan’ı işgali yaşanan son gelişmeler - şimdilik, bunları yeni saldırılar izleyecektir. Bu arada bölgede kendi çıkarlarına sahip olan Türkiye de bu kez gec kalmak istemiyor. Lübnan’a BM Barış Gücüne katılmak suretiyle asker gönderme kararı Bakanlar Kurulundan geçti, dergi çıktığında muhtemelen meclisten de geçmiş olur. Tüm bunları T.C. tabi kendi ekonomik-siyasi-stratejik çıkarları için değil de, barışa katkı sunmak için, büyük bir devlet olarak sorumluluğunu ve görevini yerine getirmek için yapacak! Bize anlatılan bu. Zaten hiçbir emperyalist veya gerici ben haksız savaş yürütmek istiyorum demez, haksız savaşın üstü haklı bir gerekçe ile örtülür, mesela savaşa giriyorum çünkü bölgeye barış götürmek istiyorum gibi. Bu sayımız hem Ortadoğu’daki sıcak gelişmelerin yaşandığı bir döneme hem de bütün dünyada 1 Eylül “Dünya Barış Günü” anmalarının yapılacağı bir döneme denk geldi. Doğallıkla bu sayımızın birçok yazısının konusunu da savaş ve barış oluşturdu. Bu arada kapakta kullandığımız çizim karikatürist Haldun Dirik’in 1984’te çizdiği bir karikatürden alındı. Egemenlerin özellikle devlet için önemli bir tehdit olarak gördükleri ve bölücü terör diye tanımladıkları Kürt ulusal mücadelesine karşı çıkardıkları ama aslında tüm muhalif kesimleri de hedefleyen Terörle Mücadele Yasası İçindekiler üzerine bir okurumuzdan gelen kapsamlı bir araştırma yazısını da siz okurlarımızla paylaşıyoruz. Yeni İşçi Dünyası işçi ekimiz gittikçe daha da gelişiyor, güzelleşiyor. İçindekiler bölümüne bir göz attığımızda bu bölümün en kapsamlı bölüm olduğu görülür. Şunu da belirtelim ki burada yayınladığımız yazılar kesinlikle yazıların tamamı değil, yer sorunu nedeniyle kimi yazıları ya hiç giremiyoruz ya da kısaltarak girmek durumunda kalıyoruz. Bu sorunu sürekli yaşayacağımızdan arkadaşlarımızın bunu anlayışla karşılamasını bekliyoruz. Dergide yayınlayamasak da gönderilen tüm yazılar mutlaka internet sitemizden yayınlanıyor. Bu nedenle bir yazımız dergide çıkmamış olsa da yazı göndermemezlik yapmayalım. Yine Yeni Gençlik Dünyası adına çıkardığımız “Geleceğimizin İpotek Altına Alınmasına İzin Vermeyelim! Nükleer Enerjiye, Nükleer Santrale Hayır!” başlıklı bildirimize de bu sayımızda yer veremedik. Buradan bütün genç okurlarımıza şu duyuruyu yapmak istiyoruz: Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesinin gençlik çalışmasına siz de katılın! Gazetemizde açacağımız Yeni Gençlik Dünyası sayfası için sizlerden yazılar bekliyoruz. Bütün genç okurlarımız “Gençlik Gelecektir!” şiarının sorumluluğuyla hareket ederek, bir yandan kendisini ve çevresini mücadele için eğitirken diğer yandan mücadelede aktif yerini almalıdır. Unutmayalım ki yeni atılımlar saflarımıza katılan yeni gençlerle olacaktır. Yeni Gençlik Dünyası gençlerinin bu tarihsel sorumluluğun getirdiği ciddiyetle ve devrim mücadelesinin itici gücü olmanın getirdiği coşkuyla mücadeleye sarılacaklarına ve mücadelemizi hep daha ileriye, daha ileriye taşıyacaklarına inancımız tamdır. Yeni sayılarda buluşmak üzere. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI, 01.09.2006 GÜNDEM Ortadoğu’da yine savaş: Lübnan kan gölü… Ateşkes barış değildir! Emperyalizm koşullarında gerçek barış olmaz! Gerçekten barış isteyen devrim için savaşmalıdır!. . . . . . . . . . . . . 3 Terörle mücadele yasası üzerine. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 PANORAMA - MEKSİKA: Seçim yapıldı, oyun sürüyor… . . . . . . . . . . . . . . . . 8 - SOMALİ: Savaş hâlâ sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 YENİ İŞÇİ DÜNYASI - İŞÇİ GAZETESİ EKİ İşçi sınıfı ve barış. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 1 İş kazası değil, cinayet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 2 Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 3 Castleblair işçisi kazanılmış bir mevziyi kaybetti . . . . . . . . . . . . EK 4 Limter-İş sendikasının başkanı serbest bırakıldı . . . . . . . . . . . . EK 5 Kadıoğlu Kozmetik: Sendikalaşmak hak mı, suç mu?. . . . . . . . . . EK 6 MESS sözleşmesi ve işçilerin talepleri. . . . . . . . . . . . . . . . . EK 7 Fındıkta Neler Oluyor?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 8 Tanatar Kalıp’da işçi kıyımı….. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK 9 Kamu emekçileri haklı talepleri için mücadelede kararlı . . . . . . . EK 10 SCT işçisi kararlı: 168 gün grev, 25 km eylem…. . . . . . . . . . . . EK 11 Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye”. . . . . . . . . . . EK 11 BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti. . . . . . . . . . . . . . . . EK 11 Has Alüminyum işçileri patronun saldırılarına karşı direniyor! . . . . . EK 12 Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de işçilere baskılar sürüyor! . . . EK 12 YENİ KADIN DÜNYASI Duygu Asena’yı kaybettik... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 Kadınlar barış için bir kez daha sokaklardaydı... Siyonist İsrail Lübnan’dan defol! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 “Operasyonlar durdurulsun, askerler geri çekilsin!”. . . . . . . . . . . 12 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Türk şovenizmine hayır! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! . . . . . 13 “Bu benim de meselem”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 Özgür Gündem‘e kapatma cezası muhalif basını susturma cezasıdır! . . . 14 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Nükleer santral karşıtları yine Akkuyu’daydı! . . . . . . . . . . . . . . 15 Orman Yangınları Giderek Artıyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Fosil Yakıtların Kullanıldığı Enerji Türlerine Hayır! . . . . . . . . . . . . 16 GÜNCEL İsrail saldırısı Kadıköy’de protesto edildi . . . . . . . . . . . . . . . . Avukat Behiç Aşçı direnmeye devam ediyor! . . . . . . . . . . . . . . Siyonist İsrail devletinin Lübnan işgali Mersin’de protesto edildi!. . . . . Avusturya’da BAWAG skandalı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . SCT Filtre Özel Bülteni . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . v ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 v Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v web: www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI: 103 · EYLÜL 2006 ISSN 1301-692X103 v Fiyatı: Türkiye: 2 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli 17 17 17 18 19 gündem ORTADOĞU’DA YİNE SAVAŞ: LÜBNAN KAN GÖLÜ… ATEŞKES BARIŞ DEĞİLDİR! EMPERYALİZM KOŞULLARINDA GERÇEK BARIŞ OLMAZ! Gerçekten barış isteyen devrim için savaşmalıdır! Ve ateşkesler, sadece ateşkesler değil gericiler arasında yapılacak “barış antlaşmaları” sonucu sağlanan “barışlar” da, düşmanlıkları ortadan kaldırmaktan daha çok, yeni savaşlara hazırlık için nefes alma dönemlerinden başka bir şey değil, günümüz koşullarında. Bu ateşkes süresince de olacak olan bundan öte bir şey değil: Egemenler tarafından Arap ve Yahudiler arasında körüklenen yüzlerce yıllık süren düşmanlık ortadan kalkmayacak. Savaşın temelinde yatan çıkarların üzerine bir çizgi çekilmeyecek, petrolden vazgeçilmeyecek, dünya hegemonyası ortadan kalkmayacak vb. vb. İ çinden geçtiğimiz dönemde savaş dünyanın en önemli sorunlarından birisi… Dünya egemenlerinin tüm “barış” sözlerine rağmen dünyanın bir çok bölgesinde yürüyen savaşlar insanları, özellikle dünyanın yoksul insanlarını derinden etkiliyor. Atılan her bombada, sıkılan her kurşunda can verenlerin, sakat kalanların ezici çoğunluğu dünya yoksullarının üyeleri… Dünyanın en karışık bölgelerinden birisi olan Ortadoğu’da Siyonist İsrail devletinin Filistin’e ve Lübnan’a yönelik saldırısı/işgali savaş gerçeğinin güncel örneklerinden birisi… GEREKÇELER VE GERÇEKLER Ortadoğu bir kez daha kan gölüne çevrildi: Siyonist İsrail devleti Haziran ayının sonlarına doğru büyük bir askeri güçle Gazze’ye saldırdı… Saldırı sonucunda Filistin halkının seçtiği ve Filistin Özerk Bölgesinde iktidara getirdiği HAMAS’ın içlerinde bakan ve üst düzey kimi temsilcilerinin de olduğu yüzlerce insan katledildi, kimileri kaçırıldı. Siyonist İsrail devleti gerçekleştirdiği saldırıya gerekçe olarak iki İsrail askerinin İsrail hapishanelerinde yatan Filistinli esirlerle değiş tokuş amacıyla kaçırılmasını gösterdi. Söylenen buydu! Ancak bu Siyonist İsrail devletinin gerçek amaçlarını gizlemek için söylediği yalanlardan birisidir. Filistin’e saldırısını, Lübnan’ı işgalini bu yalanla gizlemeye çalışan, kendilerini dünya kamuoyunda mağdur olarak gösteren Siyonist İsrail devletinin amacı, gerçekte tüm baskılara, emperyalist güçlerin tehditlerine rağmen HAMAS’ı seçimde işbaşına getiren Filistin halkını cezalandırmak, silah bırakmayı kabul etmeyen HAMAS’ın lider kadrosunu tasfiye etmek, mümkün olduğunca güçsüz bırakmak, HAMAS’ın Filistin’de hükümet olamayacağını göstermekti. Gazze’ye saldırı bunun için yapıldı. Bununla kalmadı Siyonist İsrail devleti… Gazze saldırısı ile başlattığı savaşı Lübnan saldırısı ve işgaliyle sürdürdü. Buraya saldırırken de Siyonist İsrail devletinin gerekçesi farklı değildi: Bir Hizbullah saldırısı bahanesiyle Siyonist İsrail devleti yaygarayı basmıştı: Teröristlerin İsrail devletine yönelik saldırılarına izin verilemezdi! İsrail meşru müdafaa hakkını kullanarak teröristlere gereken cevabı verecek, Ortadoğu’da İsrail’i tehdit eden terörist grupları cezalandırılacaktı! Gerçek durum ve amaçlar ise farklıdır: Ortadoğu’da gerek Siyonist İsrail devleti açısından, gerekse Filistin sorununu kendi çizdiği “mini Filistin” planı temelinde çözmek isteyen ABD açısından en büyük engeller anda Filistin’de HAMAS Lübnan’da ise Hizbullah isimli İslamcı silahlı örgütlerdir. Filistin’e HAMAS’ın etkinliğini kırmak için saldıran Siyonist İsrail devleti, Lübnan’a da Hizbullah’ı çökertmek için saldırmıştır. Lübnan hükümetinin Hizbullah’ı silahsızlandırma görevini yapmaması dolayısıyla —ki 2002’de BM kararı haline de getirilen bir taleple Lübnan hükümetine Hizbullah da dahil tüm “milis örgütlerinin” silahsızlandırılıp dağıtılması görevi verilmişti— diş bileyen Siyonist İsrail devleti bu görevi kendisi yerine getirmek için fırsat bekliyordu. Gazze’de Siyonist İsrail devletinin işgali sürerken Hizbullah’ın iki İsrail askerini rehin alması Siyonist İsrail devletinin Lübnan saldırısının bahanesi oldu. Siyonist İsrail devleti uzun süredir hazırladığı belli olan saldırıyı 12 Temmuz’dan itiba- ren gerçekleştirmeye başladı. Hava harekatıyla Lübnan üzerine bomba yağdırıldı. Lübnan’ın ulaşım yolları, elektrik santralleri, su depoları vb. vuruldu. Kara harekâtıyla İsrail ordusu Lübnan’ın güneyine girdi. ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçler saldırılar başladığında Siyonist İsrail devletinden yana tavır aldılar. Onların da söyledikleri, İsrail devletinin söylediklerinden farklı değildi. Onlara göre de “terörist eylemler karşısında İsrail kendisini koruma durumundaydı; İsrail’in Filistin’e saldırısı, Lübnan’ı işgali haklıydı” vs. vb. Söylenenler bunlardı. Gerçekte ama başta ABD olmak üzere batılı emperyalist devletlerin bölgedeki çıkarları onları böyle tavır takınmaya itiyordu. Büyük bir petrol rezervini barındıran Ortadoğu’yu ABD’nin kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendirmek istemesi, esasta petrol merkezli bu planları karşısına engel olarak çıkan, bu çerçevede ideolojik olarak yükselen İran merkezli İslamcı merkezi etkisizleştirme çabaları vb. vb. ABD’nin çıkış noktalarıydı. Siyonist İsrail devletinin Filistin’e ve Lübnan’a saldırısı/ işgali, ABD’nin Irak’ta sürdürdüğü işgalin/savaşın bir devamı, onun bir parçası. Siyonist İsrail devletinin Lübnan’da işgali, Filistin’e yönelik saldırısı ABD’nin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne, bu proje çerçevesinde bölgede ABD çıkarlarına ters düşen, karşı çıkan rejimlerin sökülüp atılması ile kısmen örtüşüyor. Anda İran ve Suriye gibi devletlere —anda çeşitli zorluklardan dolayı— açık savaş ilan edilmiyor. Hayır, bunun yerine bu devletlerin desteklediği güçlere saldırılarak deyim yerindeyse “dallar budanmak” isteniyor. ABD, tam da kendi siyasetiyle, plan ve çıkarla- rıyla örtüşen Siyonist İsrail devletinin saldırılarına destek sunuyor. Diğer emperyalist güçler açısından da durum esasta kendi emperyalist çıkarlarına endeksliydi. Emperyalist güçler arasında yürüyen dünyanın yeniden paylaşılması kavgasında olayın dışında kalmak istemeyen özellikle Avrupalı emperyalist güçler, “terörizme karşı savaş” bahanesini de kullanarak bölgeye yerleşmek, savaşın “nimetlerinden” yararlanmak, olabilirse bölge üzerinde nüfuzlarını artırmak istiyorlar. Onların dertleri de gerçekte “terörizme karşı savaş” vs. değil, kendi çıkarlarını sağlama alma, yayılma alanlarını genişletme çabasıdır. Kısacası, Ortadoğu’da son gelişen savaş bağıntısında ileri sürülen bahanelerle/gerekçelerle gerçekler arasında farklıdır. Siyonist İsrail devleti ve emperyalist güçler sahtekârlık yapmaktadırlar. İşçilerin, emekçilerin bu gerçeği görmesi gereklidir. KAZANANLAR VE KAYBEDENLER… Siyonist İsrail devletinin önce Gazze’ye, ardından Lübnan’a yönelik saldırıları dünya kamuoyunda “Artık bu kadar da olmaz!” denilen bir noktaya doğru giderken BM Güvenlik Konseyi’nin Lübnan’a saldırıların başlamasının üzerinden bir ay geçtikten sonra —nihayet (!)— aldığı kararla 14 Ağustos’ta silahlar sustu. Silahların susmasından sonra savaşın bilançosu da şekillenmeye, veriler toparlanmaya ve yayınlanmaya başlandı. Verilere göre 1500’ün üzerinde Lübnanlı yaşamını yitirmişti. Buna karşı İsrail’in insan kaybı 150 civarındaydı. Bilançoya göre Lübnan’da 5000 civarında insan yaralanmıştı. gündem İsrail’de ise yaralı sayısı 2000 civarında veriliyordu. Bilançoya göre savaş en çok çocukları vurmuştu: Lübnan’da ölü ve yaralıların % 45’i çocuktu! İsrail’in kayıplarının çoğu kuzey köylerinde yaşayan Arap kökenli İsraillilerdi. Bilançoya göre Lübnan’da yaklaşık bir milyon insan evini barkını terkedip göç yollarına düşmüştü. Savaş sadece insanların yaşamlarına, sakat kalmalarına, göç yollarına düşmelerine sebep olmuyor. Bunlar yanında savaşın yıkım demek olduğunu da Lübnan’a yönelik saldırılarda bir kez daha gördük: Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a yönelik yaklaşık dokuz bin hava saldırısında, yine attığı beş bin civarındaki füzelerle Lübnan’ın hemen tüm alt yapısı tahrip edildi; başta Beyrut olmak üzere Lübnan’da yerleşim birimleri harabeye çevrildi. Lübnan’daki maddi zararın 6 milyar dolar olduğu söyleniyor. Kısaca savaşın kan, gözyaşı, yıkım olduğu gerçeği bir kez daha Lübnan’a yönelik savaşta görülüyor. Ama gerçekte bu kan, gözyaşı, yıkım yoksullar için! Kanı, canı bölgedeki çıkarlara kurban edilenler yoksul emekçiler! Ölenlerin büyük çoğunluğu çeşitli uluslardan yoksul emekçiler. Hatta bunların neredeyse yarısı daha ne olduğunu bilemeyecek yaştaki çocuklar! Yaralanan, göç yollarına düşen, aç, susuz kalan, işini, ekmeği elinden alınanlar yine yoksul emekçiler. Bilanço bunları gösteriyor. Ama tüm bunlara rağmen savaşı yürütenler, egemenler, egemenlerin çıkarlarının kavgasını verenler, çıkar dalaşını yürütenler zafer çığlıkları atıyorlar; savaşın hemen ardından! Hem de milliyetçiliği, dinciliği, ırkçılığı körükleyerek yapıyorlar bunu! Halklar arasındaki düşmanlığı daha da derinleştiren bu durum bilançoya yazılmayan bir savaş tahribatı olarak geçiyor! Belki de savaşın geride bıraktığı en büyük tahribat bu düşmanlığın derinleştirilmesi oluyor. Haksız her savaşta olduğu gibi bu savaşta da kaybedenler savaşın her iki yanında yer alan çeşitli uluslardan, milliyetlerden, din ve mezheplerden işçiler, emekçiler! Peki ya kazananlar, kazandıklarını ilan edenler, zafer çığlıkları atanlar? Siyonist İsrail devleti zafer çığlıkları atıyor! Bir yanıyla zafer çığlığı atmakta ha k l ı la r: Çü n k ü Hi zbu l la h ’ı n Lübnan’ın güneyindeki etkisini önemli ölçüde kırdılar. İsrail’in kuzey sınırını koruma altına alma noktasında uluslararası güçlerin bölgeye yerleşmesine zemin hazırladılar. Kendi savaşlarını BM’ye devrederek savaşı Hizbullah-BM savaşı haline dönüştürülmesi noktasına getirdiler. Saldırı ve işgal Filistin’e yönelik askeri saldırı sonucu seçim sonuçlarının iptal edilmesini, Filistin’e yönelik saldırıları vs. unutturdu. Bu savaş Siyonist İsrail devleti için bir bakıma İran ve Suriye’ye yönelik bir savaşın ve işgalin provası, bir “hazırlık savaşı” oldu. ABD emperyalistleri de kazançlıdırlar: Onlar destekledikleri Siyonist İsrail devletinin Lübnan’a saldırısı ile bölgede etkilerini genişletme/pekiştirme bağıntısında önemli adımlar attılar. Neler yapabileceklerini gösterdiler, bölge ülkelerine gözdağı verdiler. Daha da önemlisi savaşın dünya kamuoyunda kanıksandığı, tüm yalan ve sahtekârca sözlerinin özellikle batılı ülkelerde/batı kamuoyunda kabul gördüğünü, artık eskisi gibi savaş karşıtlarının meydanlara dökülmediğini gördüler. Diğer emperyalist güçler de sonuçta kazançlıdırlar. Çünkü “taş atıp kolları yorulmadan” savaşın “nimetlerinden” yararlanacaklardır. Bir yandan savaşın yaratmış olduğu boşluğu BM şemsiyesi altında doldurmak için güç göndererek bölgede varlığını hissettirecekler; diğer yandan bölgenin yeniden yapılandırılması işinden para kazanacaklardır. Savaş demek silah demektir… Silah ise para! Savaş demek yıkım demektir… Yeniden yapılandırma ise para! Ve bu paraları kazanacak olanlar silah tüccarlarıdır, inşaat tekelleridir, vb. vb. Hizbullah kazançlıdır; çünkü Siyonist İsrail devletinin “yok edeceğiz”, “ortadan kaldıracağız” söylemine rağmen yok olmamışlardır, savaşmışlardır. Bir güç olarak adlarını daha fazla duyurma durumundadırlar. Filistin-Arap yoksulları açısından “umut” olarak görülme ve sempati toplama bağıntısında bu savaş onların da yararına olmuştur. Aynı durum İran ve Suriye gibi devletler açısından da geçerlidir ve onlar da bu savaşta kazançlıdırlar. Bu arada Filistin ve Lübnan’daki saldırılar ve işgal karşısında bir yandan “aynı dine mensup olma” yönüyle sözümona acı duyan Türk hakim sınıf ları da savaşın kazananları arasındadırlar. Savaş sırasında İsrail’e sadece “orantısız güç kullanma” konusunda “lütfen” (!) tavır takınan Türk hakim sınıfları savaşı kendi çıkarları için kullanacakları bir şey olarak gördüler, görüyorlar. Çünkü onlar, bir dizi barış vs. söylemine rağmen savaşın kendilerine Ortadoğu kapısını araladığını, Lübnan’ın yeniden yapılandırılmasında kendilerine de bir payın düşeceğinin hesabını yapıyorlar. Dahası, BM şemsiyesi altında oraya gitmenin zorunlu, “büyük devlet olmanın gereği” olduğunu söyleyip duran Türk hakim sınıfları, savaşı Güney Kürdistan’a yönelik hedeflerini gerçekleştirmenin bir parçası olarak kavrıyor, asker göndermenin hazırlıklarını yapıyorlar. Cumhurbaşkanı gibi asker göndermeye karşı çıkar görünen kesimle, asker gönderme yanlısı kesimin ikisinin de çıkış noktası aynı : “Milli Çıkarlar” adını verdikleri Türk burjuvazisinin çıkarları! Kavgaları bu çıkarların en iyi na- sıl savunulabileceği noktasındadır. Türkiyeli işçilerin, emekçilerin Türk ordusunun Lübnan’a ve bölgeye barış getirme boş iddiasına sahip BM gücü içinde yer almasında, bu çerçevede gerektiğinde Hizbullah’ın silahsızlandırılması işine katılmasında hiçbir çıkarı yoktur. Türkiyeli işçilerin, emekçilerin kendi savaşları olmayan gerici bir savaşın içine doğrudan girmesinin getireceği zarar ama çok büyük olacaktır. Çeşitli ulus ve milliyetlerden Türkiyeli işçiler, emekçiler bu gerçeği görmeli, “Lübnan’a asker gönderilmesine” karşı çıkmalıdır. SAVAŞ VE “BARIŞ”! Halkların kaybettiği, egemenlerin kazandığı savaşların, haksız savaşların sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Peki sıkça sözü edilen “barış” günümüz dünyasında mümkün mü? Halkların kardeşliğinin sağlandığı, çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birbirlerini düşman olarak değil, aynı sınıfın üyeleri olarak gördüğü, birbirlerini boğazlama yerine dostluğu ve dayanışmayı sağladığı bir dünya bugünkü koşullarda mümkün mü? ‘Barış’ın dünyası günümüz koşullarında sağlanabilir mi? Bu soruları soruyoruz. Çünkü barışın değil, haksız savaşların yaşandığı bir dünya günümüz dünyası. Bu soruları soruyoruz, çünkü halkların barışa ihtiyacı var. Bu soruları soruyoruz, çünkü, kimileri günümüz dünyasında bir barışın mümkün olduğu iddiasındalar. Somut konuşalım: Siyonist İsrail devletinin Lübnan işgali sonrasında BM kararı çerçevesinde silahlar sustu. Ama şimdilik! Bu bir barış değil, bir ateşkes! Ve ateşkesler, sadece ateşkesler değil gericiler arasında yapılacak “barış antlaşmaları” sonucu sağlanan “barışlar” da, düşmanlıkları ortadan kaldırmaktan daha çok, yeni savaşlara hazırlık için nefes alma dönemlerinden başka bir şey değil, günümüz koşullarında. Bu ateşkes süresince de olacak olan bundan öte bir şey değil: Egemenler tarafından Arap ve Yahudiler arasında körüklenen yüzlerce yıllık süren düşmanlık ortadan kalkmayacak. Savaşın temelinde yatan çıkarların üzerine bir çizgi çekilmeyecek, petrolden vazgeçilmeyecek, dünya hegemonyası ortadan kalkmayacak vb. vb. Hayır, bunların hiçbirisi olmayacak. Çünkü haksız savaşların temelinde yatan emperyalist çıkarlar varlığını koruduğu sürece, bu çıkarlar temelinde şekillenen emperyalist sistem varolduğu sürece, emperyalist çıkarlara göre düzenlenmiş dünya değişmediği, değiştirilmediği sürece emperyalist, haksız, gerici savaşlar da şu ya da bu biçimde, şu ya da bu bölgede ama mutlaka yapılacak! Çünkü haksız ve gerici savaşlar emperyalizmin, emperyalist sistemin yol arkadaşlarıdır. Emperyalizm savaşsız yapamaz! Birileri ama bu gerçekleri gözardı ederek ya da bu gerçekleri yadsıyarak ne idüğü belirsiz bir barış lapasıyla dünya yoksullarını kandırıyorlar. Onlara göre örneğin Lübnan’da ateşkesin sağlanmasıyla “barış” sağlanmış oldu! Hele bir de 15 bin civarında BM askeri bölgeye yerleştirilirse bölgeye “barış” gelmiş olacak!!! Bu mümkün mü? Buna yanıtı esasta yukarıda verd i k . Hay ı r, ba r ış gel meyecek! Emperyalizm koşullarında gerçek bir barıştan sözetmek ya saflıktır, ya sahtekârlıktır! Kendi çıkarları için çeşitli ulus ve milliyetlerden işçileri, emekçileri milliyetçilik, ırkçılık, dincilik vb. ağularıyla zehirleyen emperyalizmin varlığı koşullarında gerçek barış mümkün değildir. Sermayenin egemen olduğu ve iktidarını sürdürmek için halkları birbirine düşürmekten kaçınmadığı, kaçınmayacağı, hatta bunu zorunlu bir şey olarak gördüğü, uyguladığı koşullarda gerçek barış mümkün değildir. Peki gerçek barış hiç mi mümkün değil? Elbette mümkündür! Eğer gerçek barışın önündeki engel sermayenin varlığı ise, eğer savaş emperyalizmin yol arkadaşı ise; o zaman; sermayenin, emperyalizmin egemenliğine son verilirse; işte o zaman gerçek barışın yolu da açılmış olacaktır! Gerçek barışı isteyen savaşların çıkmasının temel kaynağı olan sermayeye, emperyalizme karşı savaşmak; bunların egemenliğine son vermek için mücadeleye atılmak zorundadır! Gerçek barış isteyen emperyalist savaşlara karşı sınıf savaşımından yana olmak zorundadır! Gerçek barış isteyen, sömürücü sınıfları ortadan kaldırma mücadelesinde ezilenlerden, yoksullardan yana olmak, onların saflarında yer almak, emperyalizme, kapitalizme, her türlü gericiliğe karşı savaşmak zorundadır! Gerçek barış isteyen, emperyalizmi ortadan kaldırmayı, sermayenin iktidarına son vermeyi hedefleyen devrimden yana olmak zorundadır! Gerçek barış için dünyanın önündeki tek alternatif sosyalizmdir, komünizmdir! 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde; gerici, karşıdevrimci savaşlara son verilmesini, dünyada barışın sağlanmasını isteyenlere, halkların kardeşliğinden yana olanlara çağrımız var: Gerçekten barış istiyorsanız gerici, haksız savaşların kaynağı olan emperyalizme ve gericiliğe karşı çıkın, mücadele edin! Sermayenin egemenliğine ve emperyalist barbarlığa karşı devrim ve sosyalizm için savaşın! Gerçek barış için sosyalizm/komünizm düşüncesine sarılın! Gerçek barış konusunda da tek ve biricik çözüm: Gerçek barış için devrimci savaş! Yok başka kurtuluş! 27 Ağustos 2006 ✓ gündem TERÖRLE MÜCADELE YASASI ÜZERİNE 5 532 sayılı “Terörle Mücadele Ya s a s ı” 29. 0 6 . 2 0 0 6 t a r ihinde TBMM’de kabul edildi. Cumhurbaşkanı tarafından onaylandıktan sonra, 18.07.2006 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Cumhurbaşkanı bu yasanın kimi maddelerini Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıkladı ve götürdü. Adına “Terörle Mücadele Yasası” diyorlar. Oysa bu yasa Toplumla Mücadele Yasası’dır. “ Te r ö r l e Mü c a d e l e Ya s a s ı” 12.04.1991 tarihinde, 3713 sayılı yasa olarak Türk mevzuatına girdi. Bu yasa 15 yıldır uygulanmaktadır. Bu yasada bugüne kadar bir dizi değişiklikler yapıldı. Bunun yanında, “Anayasa Mahkemesi” de, 3713 sayılı “Terörle Mücadele Yasası”nın birçok maddesini ve fıkrasını iptal etti.(1) Yapılan bütün değişiklikler Türkiye’nin tercih ettiği yönü göstermektedir. “TMY”nın hangi şartlar altında kabul edildiği büyük bir önem arz etmektedir. 765 sayılı eski TCK’nın, 141, 142 ve 163. maddeleri yürürlükten kaldırıldı. Bu maddelerin kaldırılması ile düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırıldığı düşünüldü. Ama öyle olmadı. “Terörle Mücadele” bahane edilerek, kişi hak ve özgürlüklerini hiçe sayan, kişi güvenliğini yok eden bir sistem oluşturuldu. Düşüncelerini açıklayan, yazan ve resmi ideolojiye muhalif olanlar, DGM’lerde yargılandı ve mahpushanelere gönderildi. Devlet ideolojisini savunmayanlar, topluma dayatılan faşist uygulamalara karşı çıkanlar “terör” suçlusu olarak görüldü ve yargılandı. Bütün bu uygulamalar, devlet ve milletin bekası adına yapıldığı söylendi. Merkeze devletin güvenliği konuldu. Avrupa Birliği yolunda çıkarılan kimi uyum yasaları ile ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin bir bölümü kâğıt üzerinde kaldırıldı. 3713 sayılı yasanın 8. maddesi kaldırıldı. Dönemin iktidarı, özgürlüklerin alanının genişletilmesi için uygulamaya da gereken önemin verileceğini belirtti. AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte, özgürlüklerin genişletileceği, Türk halkının buna layık olduğu, Avrupa Birliği’ne girilmese bile, Kopenhag kriterlerinin adının Ankara kriterleri koyularak yola devam edileceği söylendi. “Uyum Yasaları”(2) olarak adlandırılan yedi yasa ile Türk mevzuatında önemli değişiklikler yapıldı. Bu uyum yasalarından altıncısı ile ‘terörle mücadele yasasında, örgüt tanımından, suçun unsurlarına kadar, esaslı değişiklikler yapıldı.(3) AKP’nin hükümet olmasıyla birlikte, anayasada ve yasalarda, esaslı değişiklikler yapılmaya başlandı. Özellikle eski ceza mevzuatı tamamen yürürlükten kaldırıldı. Örneğin, 765 sayılı “Türk Ceza Kanunu” yürürlükten kaldırıldı, yerine, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu kabul edildi. 1412 Sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) tamamen yürürlükten kaldırıldı, yerine, 5271 sayılı, Ceza Muhakemesi Kanunu kabul edildi. Bu iki yasayı tamamlayıcı nitelikte bulunan 647 Sayılı Ceza İnfaz Yasası da tamamen yürürlükten kaldırıldı, yerine 5275 Sayılı, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun kabul edildi. Yürürlüğe giren bu yasalar ile, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki engeller kaldırılmadı. Yürürlüğe konulan kimi maddeler eski maddeleri arar bir duruma geldi. Mevzuatta yapılan kimi olumlu değişiklikler uygulamaya yansıtılmadı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırıldı. Yerine özel yetkili, Ağır Ceza Mahkemeleri kuruldu. Bu bağlamda sadece DGM’lerin tabelası değiştirildi. Bu mahkemelerin kadroları, binaları, görevleri ve özel yetkileri aynen korundu. Türk devletinin bu konuda uzman olduğunu söylemek gerekir! Demode olan ve kamuoyundan tepki çeken kimi yasalar yürürlükten kaldırılıyor ya da değiştiriliyor. Öze ilişkin bir değişiklik yapılmıyor. Sadece isim ve kelime değişikliklerine gidiliyor. Hatta kimi yasalar, eski yasaları aratır konumda. Yapılan kimi olumlu değişiklikler de uygulamaya yansıtılmıyor. Yasalar değiştirilirken, psikolojik bir ön hazırlığı yapılıyor. Bunun son örneği TMK’dır. Kolluk kuvvetleri, TCK ve CMK’da yapılan değişikliklerden sonra suçları önleme ve kovuşturmada etkisiz bırakıldıklarını ileri sürerek memnuniyetsizliklerini her fırsatta ortaya koydular. Türkiye’de yakın zaman dilimi içinde meydana gelen birtakım olayların önlenmesinde, suçluların yakalanmasında polisin etkisiz kaldığı iddialarına emniyet ve ordu yetkilileri, yetkilerinin kısıtlandığı, ellerinin kollarının bağlandığını öne sürdüler. AB sürecinde yapılan özellikle ifade özgürlüğüyle ilgili kimi mevzuat değişikliklerinden hoşnut olmayan bir takım etkin çevreler bu rahatsızlıklarını öteden beri her fırsatta dile getirmelerine rağmen, değişiklikleri engelleyecek ciddi bir gerekçe bulamıyorlardı. Son zamanlarda “terör eylemlerinde artış” bahane edilerek ve buna bağlı olarak birtakım gerginlik ve toplumsal olayların ortaya çıkması, mevzuatın ‘terörle mücadele’de yeterli olmadığı, bu sebeple değiştirilmesi gerektiği yönündeki görüşlere dayanak ya- pıldı. 11 Eylül’den sonra Amerika ve Londra’daki bombalama olaylarından sonra İngiltere’de “terörle mücadele” adına yapılan ve özgürlüklerin kısıtlanması anlamındaki birtakım değişiklikler, İstanbul’daki bombalama olayları ve son zamanlarda PKK’nın eylemlerindeki artış birleştirildiğinde, muhtemel değişikliklerin zemini kuvvetli bir şekilde hazırlanmış oldu. Bu ortamdan istifade eden çevreler; demokratikleşmenin ellerini kollarını bağladığını ve özgürlüklerin de ‘teröristlerin’ arzuladığı zemini yarattığını savunarak, demokrasi içerisinde terör ve şiddet eylemleriyle mücadele etmenin imkânsızlığını dillendirdiler. Hukuk ve insan hakları alanındaki olumlu gelişmelerden rahatsız olanlar suç oranının arttığından bahsederek kargaşa ortamı oluşturmaya başladılar. Son dönemlerde toplumsal muhalefetin yükselmesi siyasi iktidarın rahatsız olmasına yol açtı. Böylece her zaman var olan “terörle mücadele tartışması” yeniden gündeme getirilerek “terörle mücadele” bahanesiyle kişi hak ve özgürlüğünü kısıtlayan, kişi güvenliğini yok eden bir ortam oluşturmak için düğmeye basıldı. 29.06.2006 tarihli 5532 sayılı Yasa ile değiştirilen, 3713 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu”nda değişiklik sonrası “terör” suçları ya da “terör amacıyla işlenen suçlar” acaba hangileridir? Sayısı ne kadar çoğaltılmış- tır? Yeni yasanın bakış açısını ve tek tek maddelerini ele alarak incelemek gerekiyor. 1.Maddede “terör” tanımı yapılmıştır. “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemler” olarak tanımlanmıştır. Terör tanımında herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Sadece 1. maddenin başlığı “terör tanımı” şeklinde değiştirilmiştir. TMK’nun eski 3. maddesinde “Terör suçları” olarak “Vatan hainliği, Devletin ülkesine ve egemenliğine karşı suçlar. Madde 125, Askeri tesisleri tahrib. Madde 131, Devletin Anayasa ve Temel Nizamlarını Bozma. Madde 146, Bakanlar Kurulunu devirme, çalışamaz hale getirme. Madde 147, Yabancı Hizmetine Asker Yazmak veya silahlandırmak. Madde 148, İsyana ve birbirini öldürmeye teşebbüs. Madde 149, Cumhurbaşkanına suikast. Madde 156, Devletin emniyetine karşı silahlı çete kurmak. Madde 168, Devletin emniyetine karşı gizli anlaşma. Madde 171, Devletin Emniyetine karşı cürüm işlemeye tahrik. Madde 172 düşmanla işbirliği yapmak suçları sayılmıştı. 2. Madde, 5532 sayılı yasa ile değiştirilen TMK’nun yeni 3. maddesine göre; “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” Madde 302, “Askeri tesisleri tahrip ve düşman askeri hareketleri yararına anlaşma” Madde 307, “Anayasayı ihlal” Madde 309, “Yasama organına karşı suç” Madde 311, “Hükümete karşı suç” Madde 312, “Türkiye Cumhuriyetine karşı silahlı isyan” Madde 313, “Silahlı örgüt” Madde 314, silah sağlama Madde 315 “Yabancı hizmetine asker yazma, yazılma” Madde 320, “Cumhurbaşkanına suikast ve fiili saldırı” Madde 310’da düzenlenen suçun ikinci fıkrasında yazılı fiili saldırı suçu “terör suçları” olarak kabul edilmiştir. 3. Madde, yen i değ işi k l i k le TMK’nun 4. maddesinde “Terör amacı ile işlenen suçlar” başlığı al- gündem tında yeni Türk Ceza Kanunundaki 47 madde ye ye r ve r i l m i ş t i r. Aşağıdaki suçlar TMK’nun 1 inci maddesinde belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işlemek üzere kurulmuş bir “terör örgütünün faaliyeti çerçevesinde işlendiği takdirde”, terör suçu sayılacaktır. Terör amacı ile işlenen suçlar olarak sayılan yeni TCK maddeleri ve karşılıkları olan suçlar şunlardır: 79. Göçmen kaçakçılığı, 80. İnsan ticareti, 81. Kasten öldürme, 86. Kasten yaralama, 87. Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama, 96. Eziyet, 106. Tehdit, 107. Şantaj, 108. Cebir, 109. Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma, 112. Eğitim ve öğretimin engellenmesi, 113. Kamu kurumu veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının faaliyetlerinin engellenmesi, 114. Siyasi hakların kullanılmasının engellenmesi, 115. İnanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme, 116. Konut dokunulmazlığının ihlâli, 117. İş ve çalışma hürriyetinin ihlâli, 118. Sendikal hakların kullanılmasının engellenmesi, 142. Nitelikli hırsızlık, 148. Yağma, 149. Nitelikli yağma, 151. Mala zarar verme, 152. Mala zarar vermenin nitelikli hâlleri, 170. Genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, 173. Atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme, 174. Tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi, 185. Zehirli madde katma, 188. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, 199. Kıymetli damgada sahtecilik, 200. Para ve kıymetli damgaları yapmaya yarayan araçlar, 202. Mühürde sahtecilik, 204. Resmî belgede sahtecilik, 210. Resmî belge hükmünde belgeler, 213. Halk arasında korku ve panik yaratmak amacıyla tehdit, 214. Suç işlemeye tahrik, 215. Suçu ve suçluyu övme, 223. Ulaşım araçlarının kaçırılması veya alıkonulması, 224. Kıt’a sahanlığında veya münhasır ekonomik bölgedeki sabit platformların işgali, 243. Bilişim sistemine girme, 244. Sistemi engelleme, bozma, verileri yok etme veya değiştirme, 265. Görevi yaptırmamak için direnme, 294. Kaçmaya imkân sağlama, 300. Devletin egemenlik alametlerini aşağılama, 316. Suç için anlaşma, 317. Askerî komutanlıkların gasbı, 318. Halkı askerlikten soğutma, 319. Askerleri itaatsizliğe teşvik, 310./(2) Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı. Türk Ceza Kanununda ayrı ayrı sayılan 47 maddenin dışında 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda tanımlanan suçlar, Orman Kanununun 110. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarında tanımlanan kasten orman yakma suçları, 4926 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar “terör amacı ile işlenen suç” sayılabilecektir. Anayasanın 120. maddesi gereğince olağanüstü hal ilan edilen bölgelerde, olağanüstü halin ilanına neden olan “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması” biçimde kendini gösteren olaylara ilişkin suçlar da “terör amacıyla işlenen suçlar” kapsamındadır. Aynı şekilde Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68. maddesinde tanımlanan suça göre gereken izinler alınmadan yurt içinde korunması gerekli taşınır kültür ve tabiat varlıklarını yurt dışına çıkaranlar suç işlemiş sayılırlar ve beş yıldan on yıla kadar hapis cezası vardır. İşte bu suç da terör amacıyla işlenmiş suç olarak değerlendirilebilecektir. Böylece Türk Ceza Kanunu içinden seçilen 55 ayrı suç ve 4 ayrı kanunda sayılan suçlar ile olağanüstü halin ilanına neden olacak nitelikte görülebilecek suçlar “terör” suçu sayılacaktır. Artık Türk Ceza Kanunu temel bir kanun değildir. Bundan böyle temel kanun “Terörle Mücadele Kanunu”dur. Bütün suçlar ve cezalar bu temel kanuna göre belirlenecektir. Çünkü “Terörle Mücadele Kanunu”, TCK’yi ve diğer kanunları kuşatmıştır. “Terör” bahane edilerek topluma karşı topyekun bir saldırı başlatılmıştır. 4. Madde, yukarda sıraladığımız suçları işleyenlerin cezaları yarı oranında artırılıyor. Her suç için ayrı ayrı ceza veriliyor. Artırılan cezalar ağırlaştırılmış müebbet hapise kadar çıkabiliyor. 5. Madde, 3. ve 4. maddelerde geçen “beş milyon liradan on milyon liraya kadar ağır para” ibaresi “bir yıldan üç yıla kadar hapis” olarak değiştirilmiştir. Suçun basın ve yayın organları aracılığı ile işlenmesi halinde, suça iştirak etmemiş olan yayın sorumluları ve sahipleri hakkında bin günden on bin güne kadar adli para cezası verilecektir. Süreli yayınlar yani muhalif ve sosyalist yayınlar on beş günden bir aya kadar yayınları durdurulacaktır. Acil durumlarda Cumhuriyet Savcısı karar verecektir. Bu karar 24 saat içinde hâkim onayına sunulacaktır. Muhalif düşüncesini ortaya koyan, resmi ideolojiyi eleştiren, kitap veya makale çeviren ya da yayınlayan, ‘terörle’ ilgili haber yayınlayan herkes, aydınlar, yazarlar, çevirmenler, yayınevi sahipleri, sosyalist basın, hak arama mücadelesi yürüten herkes eski DGM, şimdiki adıyla “özel yetkili mahkemelerde” yargılanacak ve ağırlaştırılmış cezalara çarptırılacaklardır. 6. Madde, “terör örgütü kuranlar ve yönetenler” TCK’nin 314. Maddesine göre yargılanacaklar ve on yıldan on beş yıla kadar hapis ile cezalandırılacaklardır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgüt yöneticisi olarak cezalandırılacaktır. Örgüt üye- lerine ise, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilecektir. “Terör örgütü” propagandası yapan bir kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılacaktır. Bu suçun basın, yayın yolu ile işlenmesi halinde yine yarı oranında cezası artırılacaktır. Para cezasının yanı sıra suça iştirak etmeyen yayın sahipleri ve sorumluları da cezalandırılacaktır. Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde yüzün kısmen kapatılması, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan atılması, ses cihazının kullanılması, tek tip elbise giyilmesi terör suçu sayılıp cezalandırılacaktır. Bu suçların kapalı mekânlarda yapılması halinde cezalar yarı oranında artırılacaktır. TCK’nin 5. maddesi Türk Ceza Kanunu’nun genel hükümlerinin, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir. TMK “Terör Suçlusu” başlığı altında, amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişiyi “terör suçlusu” olarak kabul etmektedir. “Terör örgütü mensubu” olmadığı halde bu örgüt adına suç işleyenler “terör suçlusu” sayılacaktır. Böyle bir kanuni düzenleme “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ilkesiyle bağdaşmamaktadır. Tek başına hareket eden sanıklar ile “terör örgütleri” arasında yapay bağlantılar kurulması, işkenceler yoluyla alınan ifadelerin delil olarak kullanılmasına yol açacaktır. Bu anlayış, Anayasa’nın 38. maddesindeki ve TCK. Md. 2 deki “suçun kanuniliği” ilkesine aykırıdır. TCK’nin 314 ve 320. Maddelerinde ağır hükümler getirilmiştir. Aynı suç tipi farklı yasalarda farklı yaptırımlarla hükme bağlanmaktadır. “Terör örgütüne” üye olmayan bir kişi, hem işlediği ‘suçtan’ hem de “örgüte üye” olmaktan ceza alacaktır. Bu durum ise, hukukun temel kurallarına aykırıdır. Çıkarılan yasalar arasındaki çelişkilerin izahını, hâkim sınıflar yapmalıdır. Onlar açısından bu çelişkilerin bir izahı olamaz. Çünkü onların temel derdi toplumu susturmaktır. Hatırlanacağı gibi, uyum yasaları çerçevesinde TMK’nun 8. Maddesi yürürlükten kaldırılmıştı. Bu madde ile propaganda yapan, sisteme eleştiri yöneltenler ve sosyalist basın cezalandırılıyordu. Yeni yasa ile bu madde geri geldi. Eski yasa ile para cezaları veriliyordu. Artık para cezasının yerini hapis cezası aldı. Yüzün kapatılması başlı başına bir suç olarak düzenlenmiştir. Fişlenmek istemeyen, basında resminin çıkmasını istemeyen herkes yüzünü kapattığı takdirde bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Bilebildiğimiz kadarı ile hiçbir hukuk sisteminde yüzün kapatılması diye bir suç yoktur. Sistem kendisine muhalif olan ve yasal olmayan tüm oluşumları “terör örgütü” olarak görmektedir. Devletin “terör örgütü” olarak gördüğü oluşumları, resmi ideolojiyi savunmayanlar “terör örgütü” olarak görmeyebilir. Bundan dolayı da, kimi oluşumların amacının meşru olduğu, taleplerinin haklı olduğu yönünde görüş belirtirse, örgüt üyesi olup olmadığına bakılmaksızın, örgüt üyeliği ile cezalandırılacaktır. Bu uygulamanın düşünce özgürlüğü ve gerçek hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı çok açıktır. Kanunda yer alan hükümlerle bir protesto eylemine katılan ve “terör örgütü” ile hiçbir ilgisi olmayan kişi yaptığı bazı hareket ve işaretler nedeniyle bu madde hükmüne göre terör suçlusuymuş gibi cezalandırılacaktır. Aynı şekilde, örgütün amacına yönelik afiş, pankart, resim, döviz, araç ve gereçlerin taşınması veya bu nitelikte slogan atılması terör suçu olarak değerlendirilecektir. Siyasi iktidar uysal bir toplum yaratmak istemektedir. Baskı ve sömürüye karşı hiç kimse mücadele etmemelidir! Hiç kimse hak arama mücadelesine girişmemelidir! Topluma dayatılan IMF politikaları kabul edilmelidir! Toplum ses çıkaramaz bir ruh haline sürüklenmelidir! Sistemin bu yasa ile topluma verdiği mesaj budur. 7. Madde,“Terör örgütlerine” finansman sağlayanlar ve yardım edenler örgüt üyeleri gibi cezalandırılacaktır. Günün olağan şartlarında çok doğal kabul edilebilecek bir bağış, yıllar sonra beş senelik hapis cezasını gerektiren ‘terör örgütüne’ bağış olarak değerlendirilecektir. İtirafçı ve ajan tayfasının ihbarları, birçok kişinin mağdur olmasına yol açacaktır. 8. Madde, “Terör suçu” işleyenlerin hepsi, özel yetkilerle donatılmış Ağır Ceza mahkemeleri’nde yargılanacaktır. 15 yaşın üzerindeki çocuklar da özel mahkemelerde yargılanacaktır. Bu düzenlemenin uluslararası sözleşmelere aykırı olduğu gerçeği, siyasi iktidar açısından bir önem arz etmemektedir. 9. Madde, Gözaltına alınan bir kişinin “soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek ise” savcının talimatı ile sadece bir yakınına haber verilecektir. Böylesi bir uygulama ile gözaltında bulunan kişinin istediği yakınına haber vermesi engellenecektir. Oysa gözaltına alınan kişinin yakınlarının (gözaltına alındığından) haberinin olması, muhtemel hataları giderecek, hukuk dışı uygulamaları da en aza indirecektir. Şüpheli, sadece bir avukatın yardımından yararlanabilinir. Şüphelinin avukat ile görüşme hakkı, savcının talimatı ile 24 saat ertelenebilinir. Ancak bu süre içerisinde şüphelinin ifadesi alınmayacaktır. Peki, 24 içerisinde ne olacaktır? 24 saat içerisinde şüpheliye işkence ve kötü muamele yapılacağı yasa ile garanti altına alınmıştır. Kişi özel yasa kapsamında yargılansa da, sanığın adil gündem yargılanma hakkı vardır. TMK kişi güvenliği, adil yargılanma hakkını ortadan kaldırmaktadır. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu, soruşturma ve kovuşturma usulünü düzenlemektedir. CMK’daki düzenlemeler TMK için geçerli değildir. Bu konuda istisnai bir düzenlemeye yer verilmesi savunma hakkının ihlal edilmesidir. Alınan ifadelerin altına kolluk güçlerinin isimleri yerine sicil numaraları yazılacaktır. Avukatın dosyayı incelemesi ve dosyadan belge örnekleri alması, savcının talimatı ve hâkim kararı ile sınırlanacaktır. Yine savcının isteği ve hâkim kararı ile avukatın müvekkili ile görüşmesi esnasında bir görevli hazır bulunacak ve alınıp verilen belgeler incelenecektir. Ceza Muhakemesi Kanununa göre, avukat müvekkiliyle, baş başa görüşebilme hakkına sahiptir. “Baş başa görüşme”, sanığın, yalnız olarak, olayları tüm çıplaklığıyla avukata anlatabilmesi, avukatın da olayları gerçek yanıyla öğrenebilmesidir. Sanık ile avukat arasındaki bu görüşmede elde edilen bilgiler meslek sırrı olup, yasaların koruması altındadır. TMK kolluk gücünün ve savcının bu sırra ortak olma sonucu doğuracak özellikler arz etmektedir. Şüpheli, dilediği kadar müdafiinin yardımından yararlanmayacaktır. Bu düzenleme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki, “adil yargılama” ve “silahların eşitliği” ilkesine aykırıdır. Şüphelinin, soruşturmanın başından itibaren hakkındaki suç isnadını bilmeye, bu isnada karşı kanıtlarını sunmaya hakkı vardır. Aleyhindeki suç isnadını bilemeyen sanığın veya avukatın bilmediği bir isnat nedeniyle, şüpheli lehindeki kanıtları toplayabilmesi imkânsızdır. Yargılamanın aleni olduğu söylenmektedir! TMK ile yargılamanın en önemli kısmı aleni değil gizli yürütülecektir. 10. Madde, verilen hapis cezaları ertelenemez ve paraya çevrilemez. Bu ülkede, tecavüzcüler, katiller, gaspçılar, hırsızlık yapanlar, hortumcular, sahtekarlar, dolandırıcılar ve çetelerin cezaları ertelenebiliyor. Para cezalarına çevrilebiliniyor. Verilen cezaların üçte birini yatıp çıkabiliyorlar. “Terör” kategorisine sokulan tutsaklar bu haklardan yararlanamıyor. Yasalar önünde herkesin eşit olduğu yalanını söylüyorlar. Çıkarılan özel yasalar ve kanunlar, devrimcilere, sosyalistlere, insan hakları savunucularına karşı uygulanıyor. 11. Madde, işkence ve kötü muamele yapanlar eğer yargı karşısına çıkarlarsa, üç avukat atanabilinir ve bunların ücretleri de devlet tarafından ödenecektir. “Terörle mücadelede” görev alanlar için özel bir düzenleme getirilirken, eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkmaktadır. Kamu görevlisi hakkında kamu da- vası açılması, suçun işlendiğini gösteren somut bir delilin var olduğunu göstermektedir. Sanıklara sadece bir avukat hakkı tanınırken, kamu görevlilerince üç tane avukat atanıp akabinde asgari ücret limiti olmadan vekâlet ücreti ödenmesi, eşitlik ilkesine aykırıdır. İşte devlet işkence ve kötü muamele yapanlara böyle yaklaşmaktadır. Onlar her zaman korunacak ve kollanacaktır. 12. Madde, bu yasa kapsamında mahkûm olanların şartla salıverme hakkından yararlanmaları imkânsız hale getirilmiştir. Koşullu salıvermeden yararlanabilmek için tutsakların “iyi hal” göstermeleri ve kendilerine dayatılan her türlü yaptırımlara boyun eğmeleri gerekir. Böyle davrandıkları koşullarda “iyi hal” sergiledikleri için koşullu salıvermeden yararlanacaklardır. Örneğin üç defa hücre cezası alanların infazı yanacaktır. Hak arama mücadelesi, yaptırımlara karşı direnme disiplin cezalarına tabi tutulmaktadır. 13. Madde, muhbir ve ajanlar devlet tarafından ödüllendirilmektedir. Bu ise muhtemelen iftira ile para kazanmak isteyen fırsatçıların işine yarayacaktır. Böyle bir hüküm hukuk devleti açısından utanç verici ve acizliğin ifadesidir. Birçok ağır ceza dosyasının temelini isimsiz ihbar telefonları oluşturmaktadır. Masum insanlar, gözünü para hırsı bürümüş müfterilerin beyanları ile yıllarca ağır ceza mahkemelerinde yargılanacak, daha da kötüsü ceza alacaklardır. 14. Madde, “terörle mücadele”de görev alanlara devletin tüm imkânları sunulmuştur. Buna göre; tüm koruma tedbirleri devlet tarafından alınacaktır. Estetik ameliyat, kimlik değiştirme vb. tüm imkânlar devlet tarafından sağlanacaktır. Emekliye ayrılanlar bile, kendilerine yönelen bir tehlike karşısında silah kullanma yetkisine sahiptirler. 15. Madde, emekli olanlar ile ölenlerin varisleri devletin tüm imkânlarından yararlanacaklardır. Bunların tüm giderleri devlet tarafından karşılanacaktır. 16. Madde, kolluk kuvvetleri yaptıkları operasyonlarda, “doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler. TMK’ya göre “terör örgütlerine” karşı uygulanacak operasyonlarda “teslim ol” emrine itaat edilmemesi veya “silah kullanmaya teşebbüs” edilmesi halinde kolluk kuvvetleri silah kullanabilir. Avrupa Birliği yolunda idam cezasının kaldırıldığı söyleniyor. Şimdiye kadarki uygulamalardan şu ortaya çıkıyor: Kolluk kuvvetleri bir dizi yargısız infazlara imza attı. Son on yıl içinde bu ülkede 400 kişi yargısız infazlarla öldürüldü. Senaryo hep aynıdır. Teslim ol, dur ihtarına uyulmadığı ya da ateşle karşılık verildiği gerekçesi öne sürüldü! Bu yasa ile birlikte, yargısız infazlar artarak devam edecektir. Kâğıt üzerinde kal- dırılmış olan idam cezaları uygulanmaya devam edecektir. Bu madde daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiği halde, yeni yasada yeniden ortaya konulmuştur. 29.08.1996 tarihinde 4178 sayılı kanunla “Terörle Mücadele Yasası”na ek 2. madde konulmuştur. İlgili madde şöyledir: “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda teslim ol emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde kolluk kuvveti görevlileri, failleri etkisiz kılmak amacıyla doğruca ve duraksamadan hedefe karşı ateşli silah kullanmaya yetkilidirler.” Bu maddenin iptali için 115 milletvekili Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açmıştı. Anayasa Mahkemesi 06.01.1999 günlü kararı ile “Terörle Mücadele Kanunu”nda değişiklik yapan maddeyi iptal etti. 29.06.2006 tarihinde kabul edilen “TMK”daki madde, Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği madde ile aynıdır. Yeni maddede sadece kelime değişikliği yapılmıştır. Devletin, yaşam hakkının kutsal olduğu ilkesine yaklaşımı böyledir. Bundan böyle yargısız infazlarda, polisin ürettiği senaryolara gerek kalmamıştır. Çünkü ‘vur emri’ yasal hale getirilmiştir. Toplumla Mücadele Yasası ‘terörü durdurma ve güvenliği sağlama gerekçesiyle’ özgürlükleri sınırlamaktadır. Olması gereken, insanların özgürlüklerini güvenlik içinde yaşamalarıdır. Devlet, vatandaşlarının güvenliklerini ve özgürlüklerini aynı anda yaşayabilmelerini sağlamakla görevlidir. Bu görev hukuk devletinin kaçınamayacağı bir görevdir. Bir kanun yapılırken hukukun genel ilkeleri mutlaka göz önünde bulundurulmalı ve insanların hak ve özgürlükleri ihlal edilmemelidir. Evrensel hukuk kuralları, ki bunlar bugünkü şartlarda burjuva hukuk kurallarıdır, görünen odur ki, Türkiye’deki egemenler için hala geçerli bir kavram değildir. Yazının akışı içerisinde, hukuk devleti ve evrensel hukuk kurallarına vurgu yaptık. Hâkim sınıflar, Türkiye’nin demokratik, sosyal ve bir hukuk devleti olduğunu söylüyorlar! TMY’nin şimdiki son biçiminin gösterdiği gerçek şudur ki, Türkiye hala demokratik bir hukuk devleti değildir. AKP’nin, “kolluk kuvvetlerinin” en başta da ordu ve Kemalist bürokrasinin de bastırmasıyla çıkardığı Toplumla Mücadele Yasası, burjuva demokrasisi açısından bile alındığında, demokratik bir yasa değildir. Fakat korkunun da ecele faydası yoktur. TMK’da toplumsal muhalefetin giderek yükselmesinin önüne geçemeyecektir. Egemenler yangına körükle gitmektedir. Şimdiye kadar baskılar, işkenceler, katliamlar, yargısız infazlar, mahpushaneler gelişen mücadeleyi önleyemedi. Bundan sonra da önleyemeyecektir. Her şeye rağmen, yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmek gerekiyor. İşçilerin ve emekçilerin iktidarı mutlaka kurulacaktır. Gün gelecek devran dönecektir. O zaman da sistem halka hesap verecektir. Yeter ki bu bilinçle mücadele edilsin.... Bir YDİ Çağrı okuru Ağustos 2006 ✓ Dipnotlar (1) -Bkz: Anayasa Mahkemesi’nin 31/03/1992 tarih ve E .1991/18, K.1992/20 sayılı Kararı, Anayasa Mahkemesi’nin 19/07/1991 tarih ve E:.1991/15, K.1991/22 sayılı Kararı, Anayasa Mahkemesi’nin 6.1.1999 tarih E. 1996/68, K. 1999/1 sayılı kararı (2) Uyum yasası paketlerinden bi- rincisi, 6.02.2002 tarihinde (R.G.: 19.02.2002 /24676 sayı) 4744 sayılı kanunla, ikincisi, 26.03.2002 tarihinde (R.G.9.04.2002), üçüncüsü, 3.08.2002 tarihinde (R.G.: 9.08.2002/24841 sayı) 4771 sayılı kanunla, dördüncüsü, 12.2 002 tarihinde, beşincisi, 23.01.2003 tarihinde (R.G.: 4.02.2003/25014 sayı) 4793 sayılı kanunla, altıncısı, 15.07.2003 tarihinde (R.G.: 19.07.2003/25173 sayı) 4928 sayılı kanunla, yedincisi ise, 30.07.2003 tarihinde (R.G.: 7.08.2003/25192 sayı) 4963 sayılı kanunla T.B.M.M. tarafından kabul edilmiştir. (3)Altıncı uyum paketiyle, Terörle Mücadele Yasasının, (düşünce ve ifade özgürlüğünü yasaklayan) ünlü 8. maddesi tamamen yürürlükten kaldırılmış, yasanın, 1. maddesindeki “terör tanımı” başlığı “terör ve örgüt tanımı” olarak, (madde içindeki) “terör; baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden birini kullanarak...” ibaresi, “terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle...” şeklinde değiştirilmiş, “cebir ve şiddet” suçun unsuru haline getirilmiştir. Maddedeki “her türlü eylemler” ibaresi de, “...her türlü “suç teşkil eden” eylemlerdir” şeklinde düzenlenmiş, “örgüt” tanımında da değişiklik yapılmıştır. “Bu kanunda yazılı örgüt, iki veya daha fazla kimsenin aynı amaç etrafında birleşmesiyle meydana gelmiş sayılır.” tanımı, “iki veya daha fazla kimsenin birinci fıkrada yazılı terör suçunu işlemek amacıyla birleşmesi halinde bu kanunda yazılı olan örgüt meydana gelmiş sayılır” haline getirilmiştir. Özetle, “terör” tanımı tamamen değişmiş, “cebir ve şiddet”, terör suçunun “unsuru” haline getirilmiş, daha da önemlisi, “her türlü eylemler” ibaresi, “her türlü suç teşkil eden eylemlerdir” şeklinde değiştirilmiştir. panorama PANORAMA Ekonomik program bağlamında Obrador ile Calderon arasındaki fark, Obrador’un enerji sektörünün özelleştirilmesine karşı olmasıdır. Seçimlerde yiyiciliğe, rüşvete ve vergi kaçakçılığına karşı mücadele edeceğini, ciddi bir yeniden paylaşım sözü verse de, gerçekte çoğu insan için kötünün iyisi konumundaydı. Meksika’da biraz daha az yiyenler, biraz daha az soyanlar diğerlerine karşı “melek” sayılmaktadır… M eksika’da 2 Temmuz’da seçimler yapıldı. Başkan, temsilciler meclisi ve senato seçimleri… Medyada çokça yazılıp söylendiği gibi Latin Amerika’da “sol rüzgar” estiğinden olacak, Meksika’da yapılan seçimler bağlamında da acaba yine “sol” mu seçilecek sorusu soruldu. Meksika’nın ABD ile direkt sınırı olan ülke olması da antiABD’ci bir başkanın seçilmesi ve hükümetin kurulmasını daha da önemli kılıyordu. Meksika somutunda bir kez daha “sol” diye tanımlanan kesimin geniş bir yelpazeyi içerdiği, “sol” tanımının gerçekte birbirinden çok farklı siyasete sahip olanların aynı kefeye konduğu genel, ama kafaları karıştıran bir ifade olduğu görüldü. Latin Amerika’da estiği söylenen “rüzgar” ise, dergimizin sayfalarında birçok kez ortaya koyduğumuz gibi, “Neoliberalizme” karşı olan, olduğunu söyleyen ve gerçekte ulusal burjuvazinin çıkarlarını savunan; sömürü sisteminin kimi sivri uçlarını törpüleyerek ona “insani bir çehre” vermeye çalışan, sonuç itibariyle Seçim yapıldı, oyun sürüyor… - MEKSİKA- sosyaldemokrat bir “sol rüzgar”dır. Chavez bu rüzgarın en radikal temsilcisidir ve ABD Başkanı Bush bile, Chavez’in “tehlikeli” olmadığını tespit etti… Kuşkusuz ki Chavez gibilerinin lafta “devrim”den, “sosyalizm”den bahsetmesi, “bizim” devrimcileri de rüzgarına katıp götürüyor. Dünya çapında devrimci, sosyalist hareketin güçsüzlüğü, sosyalizmin çekici olmadığı ve insan kazanmanın çok zor olduğu bir ortamda, birilerinin çıkıp lafta da olsa devrimden, sosyalizmden yana tavır takınması, yüreği devrim için çarpanları sevindirmektedir. Bu yürek sevincinin bilinçle birleşmediği, ya da gerçeğin sorgulanmadığı yerde, “kendi” burjuvazisinin çıkarları için biraz “sosyal” takılanlar bile sosyalist, devrimci olarak tanımlanabiliyor. Meksika’daki seçimlerde başkanlık seçimi için yarışanlar arasında “sol” adına sosyaldemokrat Lopez Obrador vardı. Obrador, Demokratik Devrim Partisi (PRD) adayı idi. Partisinin adı “demokratik devrim” partisi olmasına bakmayın. Meksika’da bile bunlara “light sosyaldemokrat”, ABD’de ise Obrador’a “ortanın adamı” deniyor. Zapatistler bile Obrador’u ve partisini sistem partisi olarak görüp desteklemediler, seçimlere katılmadılar. Obrador’un esas rakibi ise muhafazakar Ulusal Hareket Partisi (PAN) adayı Felipe Calderon idi. Calderon anda başkan olan Vicente Fox’un adayı idi. Fox, açıkça ABD’ci bir siyasete sahip ve onlara bağımlı, eski Coca Cola menajeri. Ekonomik program bağlamında Obrador ile Calderon arasındaki fark, Obrador’un enerji sektörünün özelleştirilmesine karşı olmasıdır. Seçimlerde yiyiciliğe, rüşvete ve vergi kaçakçılığına karşı mücadele edeceğini, ciddi bir yeniden paylaşım sözü verse de, gerçekte çoğu insan için kötünün iyisi konumundaydı. Meksika’da biraz daha az yiyenler, biraz daha az soyanlar diğerlerine karşı “melek” sayılmaktadır… Obrador’un Calderon ile farkının bu olduğu yerde aslında kimin başkan seçileceği o kadar önemli değildi. Meksika ekonomisi ve siyaseti nüans farkıyla sürdürülecekti seçimlerden sonra. Buna rağmen ama anda yönetimde olanlar seçim oyununu ciddiye aldı ve sosyaldemokrat da olsa, IMF, Dünya Bankası ve ABD emperyalizmi ile olan ilişkileri aynen sürdürse de, “sol” diye gösterilen biri seçilmemeliydi. İktidar ve yönetim elde tutulmalıydı… Daha seçimlerden önce kimi yorumcular seçim sahtekârlığı yapılma ihtimalinin yüksek olduğunu, sonuçların manipüle edileceği tespitlerini yaptılar. Seçimlere katılımın %60 civarında olduğu açıklandı. Buna göre en büyük “parti” %40 ile seçimlere katılmayanların partisiydi. Obrador ile Calderon başa baş bir yarış içindeydiler. İlk açıklamalara göre Calderon %1’lik bir oranla öndeydi. Seçim sonuçlarının denetlenmesi aradaki bu farkı daha da azalttı. Buna göre Calderon % 35.89, Obrador %35.31 oy almıştı. Fark da %0.58’e inmişti. Buna rağmen ama Calderon seçimi kazanmış olarak ilan edildi. Meksika seçim yasasına göre az sayıdaki farkla da olsa oyların çoğunu alan başkanlığı kazanmış oluyor. Yani %50’yi geçmesi gerekmiyor. Ya da ikinci tur seçimler yapılmıyor Meksika’da. Seçimin resmi olmayan sonuçlarını kabul etmediğini açıklayan Obrador ve partisi PRD, seçimde usulsüzlükler yapıldığı gerekçesiyle tüm oyların yeniden sayılmasını talep etti. Bunun için de mahkemeye başvurdular. Mahkemenin seçim sandıklarını açma ve oyları tek tek saydırma kararı vermesinin ön koşulu ise, PRD’nin seçimde usulsüzlük yapıldığı, oyların sayımında sonuçların manipüle edi ldiğ ini belgelemesi gerekiyordu. 130.000 seçim lokalinin 70.000’inde usulsüzlüklerin yapıldığının ortaya konduğu veriler mahkemeye sunuldu. Bu arada Obrador oyların yeniden sayımını talep etmek için kitlesel eylem çağrısı da yaptı. Kimi verilere göre yapılan eylemlere her seferinde bir milyondan fazla insan katıldı. Kitleler “seçim sahtekârlığına hayır”, “oyların yeniden sayılmasını istiyoruz” ve “başkan Obrador” şiarlarıyla Meksiko City caddelerini dolduruyordu. Seçimlerden sonraki birbuçuk aylık süreç, seçimlerde sahtekârlık yapıldığını, sonuçların manipüle edildiğini gösteren sonuçları ortaya koydu. Seçim komisyonunun kendisi de bu sahtekârlıkta yer almıştı. Oylar bilgisayarla hesaplanmış ama 2,5 milyon oy kayıp… Daha sonra yapılan açıklamaya göre bu oylar şimdiye kadar bilinmeyen “altsistem” dosyasına gitmiş. Oylar, sandıktan çıkıp hesaplanan veriler dosyasına değil de, tanınmayan dosyaya kendiliğinden gitmiştir tabii ki… Calderon’un akrabasının bilgisayar programı şirketinin hükümet ve devletten aldığı ihalelerin bir karşılığı değildi, elektronik manipülasyon. Kimi seçim sandıklarından çıkan oyların sayısının seçmen sayısından yüksek olması ve seçim komisyonunun üyelerinin çoğunun Calderon’un partisi PAN yanlıları olmaları da buna eklendiğinde, gerçekten de seçim sahtekârlığı yapıldığını tespit edebiliriz. Obrador ve partisi kitleleri protes- panorama tolara seferber ederken “sivil itaatsizlik hareketi” oluşturmaya çalıştı. Esas olarak barışçıl eylemler gerçekleştirildi. Bu süreçte mahkeme kısmi oy sayımının yeniden yapılmasını kararlaştırdı. Yaklaşık 12.000 sandıkta verilen oylar yeniden sayıldı ve kesin rakamları belli olmasa da, oy sayısı Obrador lehine çoğaldı. Obrador’un açıklamasına göre yeniden sayıma göre önceki hesaplarda 100.000 oy civarındaki oy yanlış sayılmıştı. Yine mahkemenin bu sayım kararına paralel takındığı tavıra göre seçim komisyonu ve başkanının tavırları şüphelidir. Calderon ise takındığı tavırla seçimde sahtekârlık yapıldığını onaylar bir tavır sergilemektedir. Şimdi, seçimlerden bir buçuk ay sonraki durum Obrador yanlılarının eylemlerinin sürdüğü ve polisle çatışmaların başladığı bir durum. Seçimlerde sahtekârlık yapıldığı aslında açıktır. Şimdi tüm dikkatler mahkemenin 31 Ağustos’a kadar vermesi gereken kararın ne olacağı üzerine yoğunlaşmış. Küçük de olsa, seçimlerin sonuçlarının iptal edilmesi, değiştirilmesi olasılığı var. 6 Eylül’e kadar seçimin galibinin kim olduğu resmen açıklanması gerekiyor. Galip olan Aralık ayı başında koltuğa oturup görev başı yapacak. Mahkemenin vereceği karara bağlı olarak Meksika’yı önümüzdeki altı sene kimin yöneteceği de belli olacak. Başkan adaylarının ve mensubu oldukları partilerin siyasi niteliklerine bakıldığında, seçimde sonuçta kim galip gelirse gelsin Meksika halkı için özde değişen bir şey olmayacaktır. Obrador seçimin sonuçlarıyla uğraşıp yüzbinlerce insanı sokaklara dökerken, Meksika’nın güneyindeki Oaxaca kentinde 80 günden uzun bir süre sıkıyönetim altında tutulan halk demokratik koşulların oluşması için mücadele etti. Faşist siyaset yürüttüğünden Vali Ulises Ruiz’i görevinden aldırdı. Oaxaca City’yi, 350 sendikanın, İndigen-Birliklerin, öğrenci örgütlenmelerinin ve köylerin çatı örgütü olan “Oaxaca’nın Halk Meclisi” (APPO) kontrol etti. Partiler üstü siyaset yaptığını söyleyen APPO taban demokrasisi siyaseti güdüyor, kendilerini ise ayrıca “halk iktidarı” olarak adlandırıyorlar. Devletin yerel hükümeti bu protestolara ve eylemlere şiddetle yanıt verdi. 5 APPO aktivisti “bilinmeyen” kişilerce kurşuna dizilerek öldürüldü. Başkan Fox da Chiapas bölgesi sınırına federe polis gücü gönderdi. Oaxaca bölgesi bir iç savaşın eşiğinde bulunuyor. Meksika’da halk için geleceği belirleyecek olan da, seçimlerin galibinin Obrador mu, Calderon mu olacağı değil, işçilerin, emekçilerin sömürücü sistemin devlet iktidarına karşı, kendi kurtuluşları için devrim mücadelesine sarılıp sarılmayacağıdır. 17 Ağustos 2006 ✓ 22 yıllık iktidarından sonra, devlet başkanı Muhammed Siad Barre’nin 1991’de devrilmesinden bu yana Somali’de merkezi bir yönetim kurulamadı. Savaş ağaları, klanlar, aşiret şefleri arasındaki çatışmalar günümüze kadar sürdü, sürüyor. D ünyada olup bitenleri sürekli takip etmeye çalışıyoruz. Haber kaynağımız esas olarak medya. Günlük gazeteler, internet, televizyon haberleri… Teknik imkânlar, insanlık tarihinin en gelişmiş imkânlarını sunuyor bize. Yine de dünyanın medya ile ne kadar küçüldüğünü, insanların ise birbirinden ne kadar uzak olduğunu görüyoruz. Medyanın teknik olarak gelişmişliği ne kadar iyi ise, burjuvazinin, sermayedarların egemenliğine mahkum olması da o kadar kötüdür. Kitlelerin bilinci bu medya üzerinden karartılmaktadır. Dünyada olup bitenleri takip etmeye çalışmamız, bizim her zaman istediğimiz bilgileri edinebildiğimiz anlamına gelmiyor. Ya çok kısıtlı haberlere razı olmak zorundayız, ya da hangi ülke sözkonusu ise, o ülkede burjuva medyanın ilgisini çeken, ya da haber yapmak zorunda kaldığı olayların yaşanması gerekiyor. Bunun bir örneği de Somali’dir. Afganistan ve Irak’ta ABD emperyalizmi önderliğinde bir işgalin gerçekleştiğini, savaşın sürdüğünü herkes biliyor. Ama Somali’nin son 15 yıllık süreçte sürekli çatışmaların sürdüğü ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere BM’nin de Somali’yi işgal deneyiminde bulunduğunu fazla kimse bilmiyor… Hatta insanın 1992 sonu 1993 başlarında Çevik Bir komutasında Türk askeri de Somali işgaline katıldı mı acaba diye sorası geliyor. Evet, medya hafızaları zayıfla- Savaş hâlâ sürüyor… - SOMALİ- tıyor da. Haziran ayı başlarından beri Somali ile ilgili haberler yine revaçta. Nedeni ise islamcı kesimin başkent Mogadişu olmak üzere ülkenin geniş bir alanında egemen güç haline gelmesidir. Andaki gelişmeleri doğru anlayabilmek ve değerlendirebilmek için kısaca da olsa hafızamızı yenilememiz, son 15 yıldaki gelişmeleri hatırlamamız gerekiyor. 22 yıllık iktidarından sonra, devlet başkanı Muhammed Siad Barre’nin 1991’de devrilmesinden bu yana Somali’de merkezi bir yönetim kurulamadı. Savaş ağaları, klanlar, aşiret şefleri arasındaki çatışmalar günümüze kadar sürdü, sürüyor. Siad Barre’nin devrilmesiyle aslında de facto Somali’nin varlığı da son buldu. Merkezi bir yönetimin olmadığı ve savaş ağalarının esasta etkide bulunduğu birçok bölgeye parçalandı. 1991’de Kuzeyde “Somali Ülkesi Cumhuriyeti” bağımsızlık ilan etti. 1992-93’te BM önderliğinde “açlığa karşı” mücadele adına ve “Umut Harekâtı” adıyla Somali işgal edildi. Evet, işgalin laftaki gerekçesi, açlık çeken Somali’ye “insani yardım” götürmek, “savaşan güçleri barıştırmak”, “kaosa ve kargaşaya son vererek işleyen bir devlet iktidarının kurulmasına yardımca olmak”tı vb. vb. Güzel laflara büründürülmüş işgal deneyimi Somali’de tutmadı. Özellikle iki ABD askerinin cesetlerinin kitle tarafından Mogadişu so- kaklarında sürüklenmesi ve bunun görüntüleri ABD halkının protestolarına yol açmış, o dönemin ABD Başkanı Clinton askerini Somali’den geri çek mek zorunda kalmıştı. 1995’te ise BM başarısız kalan misyonunu dondurmuştu… 19 98’ de Ku z e y S oma l i ’ de “Puntland” adı verilen bölge de bağımsızlığını ilan etti. 2000 yılına kadar çatışan taraflar arasında barış sağlanması için görüşmeler değişik biçimlerde sürdü. Ateşkesler ilan edilip yeniden çatışmaların yaşanması artık normal durum halini aldı. 2000 yılında Cibuti’de kimi savaş ağalarının hükümet kurma adımı daha sonra çoğu klan şeflerinin karşı tavrı yüzünden boşa çıktı. Bu arada kurulan hükümetler gerçekte işlevsizdi. 2004 yılı sonuna doğru, yürüyen pazarlıklar, görüşmeler geçici parlamentonun kurulması, başkanın ve hükümetin atanması ile sonuçlandı. Sözkonusu Başkan, hükümet ve parlamento, Mogadişu’daki durumun tehlikeli olması nedeniyle Kenya’da bulunuyordu. Bu yılın Şubat ayında geçici hükümet, parlamento Etiyopya sınırına yakın olan Baidoa kentine taşındı. Sözkonusu hükümetin halk üzerinde esas olarak nüfuzu yoktu. Hükümette yer alan klan şefleri ve savaş ağaları esas olarak şeriatçılara karşı mücadele etme adına ABD emperyalizmi tarafından desteklendi, destekleniyor. ABD emperyalizmi açıkça “Barışın Yeniden İnşası ve 10 panorama Teröre Karşı Direniş Birliği”(ARPCT) isimli ve laik olduğu iddiasında olan bir koalisyon oluşturdu. Kimi haberlere göre milyonlarca dolarlık destek verildi bunlara. Mogadişu’da ve diğer birçok kentte yönetim kontrolü bunların elindeydi. 5 Haziran 2006’ya kadar. Yani, 11 değişik islamcı milis gücünün oluşturduğu “Birleşik Şeriat Mahkemeleri” (JIC) koalisyonun özellikle Şubat ayından beri yürüttüğü mücadale sonrasında kontrolü ele geçirmesine kadar… ABD emperyalizminin savaş ağalarını desteklemesi de böylece başarıya ulaşamadı. Anda islamcıların Mogadişu’yu ele geçirmeleri, ABD’nin desteklediği savaş ağalarını etkisiz bıraktığı ve giderek nüfuz alanlarını genişletmesi esas olarak ABD’nin ve evet BM’nin de bir yenilgisi olarak görülüyor. Somali’de bir Taliban rejiminin kurulacağı söylenerek de “terörizme karşı mücadele” adına yeni müdahalelerin yolu açılmaya çalışılıyor. “Birleşik Şeriat Mahkemeleri”nin ülkenin Kuzeyindeki “Somali Ülkesi” ve “Puntland” dışındaki bölgelerde nüfuzunu genişletmesi, geçici başkanın ve hükümetin daha da zor durumda kalmasına yol açtı. İktidar dalaşı yeni çatışmalara zemin yaratmış durumda. Geçici hükümet Etiyopya tarafından açıkça desteklenmektedir. Geçmişte Somali ile birçok kez savaşan ve iç işlerine müdahalede bulunan Etiyopya, geçici hükümeti korumak için Somali’ye asker yolladı. İslamcı kesimin eğer çekilmezseniz cihad ilan ederiz tehditleri ve protestoları karşısında ve ABD’nin de gelişmelerin daha çok kontrolden çıkmaması için müdahalesiyle Etiyopya’nın şimdilik askerini geri çektiği söylenmektedir. Ama yeni bir çatışmanın temeli ortadan kalkmamıştır. Etiyopya’nın askerinin Somali’ye girmesi ve geçici hükümetin “Birleşik Şeriat Mahkemeleri” temsilcileriyle 22 Haziran’da Sudan’da gerçekleştirdiği görüşmenin devamını getirmediği için birçok milletvekili ve bakan istifa etti. Sonuçta Başkan hükümeti lağvettiğini, başbakanın görevinde kalarak yeni bir kabine kurması gerektiğini ilan etti. Yeni hükümetin kurulup kurulmayacağı, kurulursa ne kadar meşru olacağı ise şimdilik belli değil. Belli olan, Somali’de 1991’den bu yana süren kaosun, iç çatışmaların sürdüğüdür. Andaki gelişmelere bakıldığında bu çatışmaların daha da süreceği de bellidir. Hatta iktidara kimin yerleşeceği meselesinde, geçici hükümet ve islamcılar anlaşmazsa; geçici hükümetin yerine, seçimlerle işbaşı yapacak ve islamcıların ağırlıkta olduğu bir hükümet kurulmazsa iç savaşın keskinleşerek sürmesi ihtimali yüksektir. Somali’deki durum ve güç dengeleri, çatışmaların kısa sürede bitmesine engeldir. Etiyopya’nın desteğine sahip olan Başkan Abdullahi Yusuf, aynı zamanda ABD’nin desteğini de almaktadır. Bu da Somali’deki islamcı kesim ile Etiyopya askeri arasında olası bir çatışmanın gündemden çıkmadığının işaretidir. Böylesi bir durumda islamcılarla geçici başkanın ve kurulması istenen hükümetin anlaşmaları zor görünüyor, ama olmaz değil. Kimi savaş ağalarının ve klan şeflerinin islamcıların cephesine geçmesi ve islamcıların kitle içinde “nihayet barış sağlanacak” umudunu yaratması onları güç- 15 yıllık bir kaos ve çatışma süreci, savaş ağalarının, klan şeflerinin iktidar dalaşı, açlık, yoksulluk Somali’de yüzbinlerce insanın ölümüne mal olmuştur. Fakat emperyalist güçlerin ve kurumları ilgilendiren yüzbinlerce insanın kırılması, yok olması değildir. Onların derdi açları, yoksulları kurtarmak değildir. Hayır, onların hedefi başka ülkelerde de olduğu gibi Somali’ye egemen olmaktır. Bu egemenliğin arka planında ise kısaca şunlar yatmaktadır: lendirmektedir. Bu da karşı tarafın pazarlıklara açık hale gelmesine yol açacak bir nedendir. ABD emperyalizmi andaki yenilgisini, yeni yol ve yöntemler bulmaya çalışmakla aşmanın peşinde. Deyim yerinde ise kartlar yeniden karılıyor. ABD emperyalizmi islamcıların kontrolü ele geçirmesinin ertesinde “Somali Kontak Grupları” adı ile bir oluşumun adımını attı. Sözkonusu oluşuma İsveç, Norveç, İtalya, İngiltere ve Tanzanya davet edildi. Sözkonusu ilk toplantının sonucu, geçici hükümetin desteklenmesi açıklaması ve tarafların görüşmelerde bulunmaları çağrısı oldu. Bu çağrıdan sonra, 22 Haziran’da Sudan’da gerçekleşen görüşmede taraflar ateşkes ve görüşmelerin devam etmesi konusunda görüşbirliğine vardıklarını açıkladılar. Ama devamındaki gelişmeler geçici hükümetin görüşmelere katılmaması, Etiyopya askerinin destek için çağrılması vb. oldu… ABD emperyalizminin takındığı tavırlardan biri de, islamcılar arasında “ılımlı” ve “radikal” ayrımı yaparak onları içten bölmeye, zayıflatmaya çalışmasıdır. ABD sözkonusu “ılımlı” kesimle anlaşabileceğinin işaretlerini vermektedir. Sonuçta şimdilik askeri müdahale üzerine saldırgan biçimde konuşmasalar da Afrika Birliği (AU) başta olmak üzere BM de yeniden işin içine sokulmaya çalışılmaktadır. BM yetkilileri şimdilik yeni bir denemeye kalkışmak için durumun elverişli olmadığını söylüyorlar. Öyle ya da böyle Somali yeni bir işgalin tehdidi altındadır. 1990’lı yılların başlarında, önce casus uydular aracılığıyla elde edilen ve sonra jeolojik araştırmalarla kesinleşen bilgilere göre, Somali’nin zengin petrol yataklarına sahip olduğu or- N İLA taya çıktı. Emperyalist güçler, –başta da ABD emperyalizmi, ama AB emperyalist güçleri de– bu zengin petrol yataklarını kendi kontrollerine almak istemektedirler. Zeng in petrol yata k ları gibi Somali’nin bulunduğu coğraf ya da emperyalistler açısından geostratejik öneme sahiptir. Afrika ve Ortadoğu’ya hakimiyet dalaşında “Afrika boynuzu” da denen Somali önemli bir üs bölgesidir. Bu yüzden de Somali emperyalistler için önemlidir, hatta vazgeçilmezdir. 1992-95 dönemindeki denemelerinde başarılı olamadılar. Ülkedeki kaos ve kargaşa, çatışmalar sürdü. Fakat 11 Eylül 2001 sonrası dönemde emperyalistlerin saldırganlığı ve planları da değişti. İslamcı kesimin kontrolü ele geçirmesi “terörizme karşı mücadele” adına, yeni bir “Taliban rejimini engelleme” ve Somali’nin “El Kaide mensuplarının sığınağı” olmaması için müdahale etmenin gerekçesi olarak kullanılmaya açıktır. Bu bağlamda Somali’de çatışmaları kızıştırmak ve dünya kamuoyunda yine “barışı sağlamak”, “soykırımı önlemek” adına “artık ne olursa olsun müdahale etmek gerekir” havasını yaratmak, ardından da işgal etme adımını gerçekleştirmek için zemin mevcuttur… Gelişmelerin nasıl yol alacağını ise birlikte göreceğiz. 17 Ağustos 2006 ✓ DÖNÜŞÜM YAYINLARI 005 li ık 2 dirim l a Ar 0 İn esi 4 t % t Lis a Fiy ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN BELGELERİ • • • • • • • • 3. ENTERNASYONAL'DE ÖRGÜTLENME SORUNU . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 BURJUVA-DEMOKRATİK DEVRİMİN PROLETER DEVRİME DÖNÜŞMESİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 POLİTİK BİR ÖRGÜTLENME BİÇİMİ OLARAK HALK DEMOKRASİSİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -I-…. . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 3. ENTERNASYONAL'DE FAŞİZM ÜZERİNE TARTIŞMALAR BELGELER -II-… . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 3. ENTERNASYONAL'DE DEVRİM AŞAMALARI . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.00 KOMÜNİST PARTİSİ MANİFESTOSU (Kürtçe-Türkçe) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 4.00 MOSKOVA 1937 Lion Feuchtwanger . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • • • • • • • GÜNCEL POLİTİKA STALİN ELEŞTİRİLERİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10.00 EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.00 İŞÇİ SINIFI HAREKETİ ÜZE. YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.00 MAO ZEDUNG ve ÇİN DEVRİMİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 FAŞİZM NEDİR? SOSYAL DEMOKRASİ NEDİR? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6.50 DOĞA VE İNSAN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 BOLŞEVİK PARTİ İNŞA ÖĞRETİSİ ÜZERİNE . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 ESERLERİ VE MÜCADELESİYLE R. LUXEMBURG . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.50 KEMALİST DEVRİM (1. Kitap) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 Halkın Sanatçısı/Halkın Savaşçısı YILMAZ GÜNEY (2. Baskı) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • • • • KADIN DİZİSİ KADIN SORUNU ÜZERİNE YAZILAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 SOSYALİST KADIN HAREKETİ İÇİN . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 1) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15.00 KADINLARIN KURTULUŞU (Cilt : 2) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13.00 • SİZİN MASALINIZ Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • BİZİM LİSE Hasan Kıyafet . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9.50 • ARTIK AĞLAMAYACAĞIM N. Doğan (ANI ROMAN). . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • DİLAN N. Doğan (ANI ROMAN) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • NAZİ KIZLARI Hermynia Zur Mühlen. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8.00 • YAĞMUR MASALI SADULLAH Şaban Demir. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 ŞİİR DİZİSİ • PANTA REİ Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7.00 • HİKMETİ MAVİ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • ACILAR DA ÜŞÜR Orhan Bahçıvan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.50 • 45’LİK Hasan Erkul. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 • MEYDAN DÜŞÜ Hasan Erkul . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5.00 Ankara Cad. No-31 / 51 Cağaloğlu–İstanbul Tel / Fax: (0212) 519 16 16 Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İŞÇİ SINIFI ve BARIŞ Siyonist İsrail devletinin, başta ABD olmak üzere, büyük emperyalist devletlerin desteğinde Filistinli Araplara karşı sürdürdüğü saldırılara ve Lübnan’ı işgaline karşı mücadele etmek her işçinin görevidir... S iyonist İsrail devletinin iki askerinin kaçırılmasını bahane ederek Filistinli Arapların yaşadığı bölgeye ve Lübnan’a saldırması nerdeyse iki aylık bir zamanı doldurdu. Siyonist devletin kanlı saldırıları ateşkese rağmen devam etmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla da, bu bölgeye biçilen kefene uygun bir yapı oluşuncaya kadar da devam edecektir. Emperyalist devletlerin resmi açıklamaları bu anlama gelmektedir. Emperyalist AB’nin başını çeken devletlerden biri olan Alman devletinin Sosyal Demokrat Dışişleri Bakanı, kendilerinin savaşı durdurma çağrısı yapmayacaklarını, Hamas ve Hizbullah gibi terör örgütlerinin varlığı söz konusu olduğu ve sürekli olarak Orta-Doğu’da barışı tehdit ettikleri sürece de bunu yapmak istemediklerini, 24-25 Temmuz tarihli Frankfurter Rundschau gazetesinde okunabilmekteydi. Bunun ardından emper ya list ABD’nin Dışişleri Bakanı, OrtaDoğu’da yeni bir yapılanmanın sözkonusu olduğunu ve bu plan yerine getirilinceye kadar barış çağrısı yapmayacaklarını, daha yaklaşık 10-14 gün bu savaşın devam edeceğini açıklıyordu. Bunlar Temmuz ayının son haftasındaki açıklamalardı. Alman devleti daha sonra bir geri adım atarak artık bu kadarının da olamayacağını, Lübnan’a saldırının durması ve barış sürecine girilmesini kerhen açıklama gereği duyuyordu. Gelinen yerde BM’in önerdiği ateşkes taraflarca kabul edildi. Bu “barış” sürecini kalıcılaştırmak için oluşturulacak “Barış gücü”nü Türk devletinin ordusunun komutasına vermek istediklerini de açıkladılar. Türk devletinin resmi yetkilileri de buna “hayır” demediler! Biz BOP’de Türk devletine de rol biçildiğini biliyorduk... Şimdi bu role uygun oyun oynama sırası devletin elinde... Ama bu oyunu bozma hakkı da işçi sınıfı ve bağlaşıklarının elinde! Büyük devletlerin, en başta da ABD’nin yan örgütü konumunda olan Birleşmiş Milletler Cemiyeti İsrail’i bu kanlı saldırıları konusunda kınayamıyordu ve barış çağrısını açıkça yapamıyordu. Çokça lafını ettikleri devletlerin bağımsızlık hakkının Lübnan somutunda çiğnenmiş olması hiç bir önem taşımıyordu. Emperyalist devletlerin çıkarına olduğunda Irak’ın Kuveyt’i işgali Irak’ın işgal edilip kana boğulmasının nedeni olarak gösterilebiliyor, ama ABD’nin ve diğer büyük emperyalist devletlerin “Büyük Orta-Doğu Projesi”(BOP) nin uygulanması gündeme geldiğinde ise, bir devletin kısmen ya da tamamıyla işgali “normal” olabiliyor... Bu emperyalist ikiyüzlülüktür ve onlar açısından normal bir davranış biçimidir. Emperyalist devletler- den ilkeli bir politika beklenemez... Emperyalizmin çıkarı için her türlü ilke dedikleri sözler bir paçavra değerini alır... Lübnan’ın bazı bölgelerinin işgali ve buna karşı tavır bunun açık göstergesidir. Biz yukarıda kısaca gelişmeleri özetlemeye çalıştık. Esas ele almak istediğimiz nokta, ülkelerimizde bu haksız gerici savaşa karşı tavırları kısaca ele almaktı. Ülkelerimizin işçi sınıfı adına hareket eden değişik politik çevreler ve İÇİNDEKİLER İŞÇİ SINIFI ve BARIŞ . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İş kazası değil, cinayet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . Castleblair işçisi kazanılmış bir mevziyi kaybetti . . . . . . . . . Limter-İş sendikasının başkanı serbest bırakıldı . . . . . . . . . . Kadıoğlu Kozmetik: Sendikalaşmak hak mı, suç mu? . . . . Mess sözleşmesi ve işçilerin talepleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Fındıkta Neler Oluyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Tanatar Kalıp’da işçi kıyımı… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Avusturya’da da devrimci, ilerici işçiler, emekçiler sendika yönetimine !! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye” . . . . . . . . . Adana BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti . . . . . . . . . . . Has Alüminyum Fabrikası işçileri patronun saldırılarına karşı direniyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de sendikalaşan işçilere baskılar sürüyor! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 11 12 12 sendikalar savaşın durdurulmasını ve barışın Orta-Doğu’da tesis edilmesini savunmaktadırlar. Soruna çok yüzeysel baktığımızda, olması gerekenin de bu olduğu söylenebilir. Filistin bölgesinde İsrail devleti ile Filistinli Arapların andaki savaşı, eşit olmayan güçlerin savaşıdır ve Filistinli Arapların aleyhine yürümektedir. Bu savaş durdurulmalıdır. Kabul! Fakat burada durmak ve ama bunun ötesinde bir şey söylememek, işçi sınıfı adına konuşanların reformizmin ve pasifizmin batağına ne denli battıklarının göstergesidir. Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ KALICI BARIŞ MÜMKÜN MÜ? İşçi sınıfının örgütleri adına konuşan oportunistlerimiz ve reformistlerimiz, ki bunun içinde DİSK’in yöneticileri de vardır, sınıfı yanlış yönlendirmektedirler. Sınıfın bilincini bulandırmak, sermayenin yanında yer almakla eş anlamlıdır. Biz, barış talebinde bulunan dostlarımızın iyi niyetini anlamak istiyoruz! Ama sorun iyi niyet sorunu değildir! Hele hele sorun işçi sınıfımızın eğitimi ve geleceğe dönük mücadeleye hazırlanması ise, o zaman bu bilinç bulandırma çabalarına karşı durmak ve sınıfı uyarmak göreviyle görevliyiz. Bu anlamda sorun siyasal bir sorundur. Emperyalist sistemin varlığı koşullarında barışın kalıcılaştırılması mümkün değildir. BOP’nin bir sonucu olarak da sürdürülen bu haksız savaş bir kez daha göstermektedir ki, kalıcı barış bir niyet, istek meselesi değil, onun elde edilmesi için varolan sömürücü emperyalist sistemin devrimlerle ortadan kaldırılması gerekmektedir. Orta-Doğu’da kalıcı barış emperyalist devletlerin politikalarıyla gelmez! Orta-Doğu’da kalıcı barış, tarihin ileriye doğru dönen çarkını, tarihin akışına ters gericişeriatçı iktidarların kurulmasıyla da gelmez. Mollacı İran devleti, Afganistan’daki şeriatçı aşiretlerin devleti ve Suudi Arabistan gibi devletler bunun örneğidir. Kalıcı barış Orta-Doğu’da, OrtaDoğu halklarının kendi proletaryası önderliğinde kendi devletlerini yıkarak, emperyalistlerin ve onların uşaklarının ve gerici güçlerin çanına ot tıkamasıyla mümkün olacaktır. Kendi bağımsız devletlerini kurdukları zaman, ancak o zaman, halklar arasında kalıcı barış sağlanabilir. Esasen Sosya list Sov yet ler Birliğini ortadan kaldırmak için emper yalistlerin tezgahladığı İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden bu yana yerel savaşlarda ölen/ öldürülen insanların sayısı 50-60 milyon civarındadır. Yani ikinci dünya savaşından ölenlerden fazladır. Sakat kalan, tecavüze uğrayan, milyonlarca göç etmek zorunda kalan insanların sorununun büyüklüğü tarif edilemeyecek kadar büyüktür. A fga n ist a n, Ira k, Fi l ist i n, Somalia, Filipinler, Nepal, Peru vb. yerlerde yürütülen savaşların sonuçları her geçen gün daha da net görülmektedir. 1989 yılında adına sosyalist denilen ama sosyalistlikle lafzın ötesinde bir ilişkisi pek olmayan sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin ve bağlaşık devletlerin if las bayrağını çekmelerinin ardından, emperyalist devletlerin sözcüleri, “artık kalıcı barış çağının geldiği”ni açıklıyorlardı. Peki öyle mi oldu? Hayır! Yukarıda verdiğimiz örneklere daha çok sayıda örnek dahil edilebilir... Dünyanın her yerinde emperyalistler ve onların emrindeki güçler tarafından kan dökülmeye devam etmektedir. Emperyalist devletlerin ellerindeki öldürücü silahlar dünyayı bir kaç kez havaya uçuracak ve insan neslinin sonunu getirecek kadar çok. Atom bombaları, nötron bombaları, biyolojik silahlar ve daha niceleri. Azami karlar için üretim yapılan fabrikaların bacalarında tüten zehirli gazlar atmosferi zehirlemekte, dünyadaki ısı oranını yükselterek buzulların çözülmesine ve dünyanın önemli bir bölümünün sular altında kalması tehlikesine neden olmaktadır. Fabrikalardan dere yataklarına akıtılan zehirli atıklarla içme sularımız zehirlenmekte, akarsulardaki canlılar bitirilmektedir. İş kazası değil, cinayet! Tuzla Tersaneleri’nde ölüm kol geziyor! Neredeyse her ay bir işçi, iş cinayetine kurban gidiyor. T uzla Tersaneleri’nde çalışan binlerce işçi kölelik koşullarında çalışıyor. İşçiler sağlıksız, güvencesiz koşullarda, sigortasız, düşük ücretler karşılığında, tam bir cehennemi andıran koşullarda çalışıyorlar. Bu koşullarda da sık sık iş cinayetleri yaşanıyor. Son olarak Ağustos ayının ikinci haftası içerisinde üç işçi, iş cinayetine kurban gitti. 15 Ağustos sabahı, iş cinayetlerini protesto için, Limter İş sendikası, Tuzla Gemi Tersanesi önünde tabutlu bir yürüyüş düzenledi. Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) önüne yürüyen işçiler; “artık ölmek istemiyoruz!”, “insanca yaşamak istiyoruz!” sloganları attılar. GİSBİR önünde açıklama yapan, Limter İş Sendikası Genel Başkanı Cem Dinç, “tersanelerde kölelik yasalarının bile uygulanmadığını, iş güvenliği önlemlerinin alınmadığını, bu nedenle neredeyse her ay bir işçinin öldüğünü, iş cinayetlerini durdurmanın yolunun Limter İş’te örgütlenmek olduğunu” açıkladı. Tuzla Tersanelerinde 8 ayda 12 işçi, iş cinayetine kurban gitti. İş cinayetlerine karşı patronlar kayıtsız. Patronların tek bir dertleri var: Daha fazla kar elde etmek! İşçilerin sağlığı, çalıştıkları koşullar onları ilgilendirmiyor. Patronlar o kadar pervasız ki, yer yer işçilerin maaşlarını bile ödemiyorlar. İşçiler alacaklarını almak için de direnişe geçmek zorunda kalıyorlar. Bu mücadelede devletin kolluk güçleri patronların yanında yer alıyor, işçilere saldırıyorlar. Tuzla Tersanelerinde çalışan işçiler örgütlenmelidir. Daha iyi bir yaşam için mücadele yanında, ücretli kölelik koşullarını ortadan kaldırmak için de mücadele edilmeli, yekpare sınıf hareketi ile birlikte hareket edilmelidir. Örgütlenmiş, sınıf bilincine varmış işçi sınıfından Tuzla Tersaneleri patronlarının çekeceği var. Patronlar korkuyorlar! Korktukları için sendikalaşan işçileri işten atıyorlar. En son Desan Tersanesi’nde yaşanılanlar buna örnektir. Biliyoruz ki, “korkunun ecele faydası yoktur!” Tuzla Tersaneleri patronlarının korktukları da er geç başlarına gelecektir! Üretenler hakları olan iktidarı da alacaklardır! 18 Ağustos 2006 ✓ Nereden bakarsanız bakın bu kapitalist sistem gerçek anlamda barbarlıktır! Peki bu barbar sistemin içerisinde barışçıl yaşamak ne demektir? İşte burjuva baylarımızın, pasifistlerin ve oportünistlerin cevap vermekten kaçındıkları bu sorudur. Bugün yalnızca barışı savunmak emperyalist sistemin devamını savunmaktır. Öyle ya, bu kadar kötülüklere neden olan bu sistemden kurtuluş için, bu sisteme karşı savaşmayı reddetmektir yalnızca barışçı olmak. “Bu savaşı durdurun” demek başka bir şey, “kalıcı barışı” savunmak başka bir şey! Bu savaşa karşı çıkmak başka bir şey, “tüm savaşlara karşı” çıkmak başka bir şey! Sınıf örgütleri olduğunu iddia edenler “sınıf savaşı”mını nasıl inkar edebilirler?! Peki sınıf savaşımı kime karşı verilecek? Sadece tek tek patronlara karşı mı? Yoksa patronların işlerini ve çıkarlarını kolektif bir şekilde savunan ve sürdüren burjuva-gerici devletlere karşı mı? Bugün savaşları her alanda sürdürenler tek tek patronlar mı, yoksa dünyanın her tarafında burjuvazinin çıkarları doğrultusunda hareket eden burjuva devletler mi? Tabii ki burjuva devletler! O zaman sınıfımızın bu kapitalist sistemi yıkması ve her ülkede kendi işçi devletini kurması için, burjuvazinin devletlerine karşı savaşım vermesi gerekmiyor mu? Gerçeklik bu ise, o zaman tüm savaşları reddetmek pasifist bir yaklaşım değil midir? Pasifizm zaten var olan düzenin devamlılığı demektir. Öyleyse, İşçi sınıfı, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkelerimizde de her türlü savaşa karşı değil, emperyalist ve gerici savaşlara, haksız savaşlara karşı çıkmalıdır. İşçi sınıfı, emperyalist gerici savaşlara karşı çıkarken, haklı, devrimci, anti-emperyalist savaşlardan yana tavır almalıdır. Mesela, bugün Filipinler’ de, Nepal’ de, Peru’da olduğu gibi savaşın bir tarafı da sömürüye karşı savaşmaktadır ve onların savaşı haklı bir savaştır, desteklenmelidir. İşçi sınıfı adına konuşan baylarımızın hiç bir eylemlerinde bundan bahsetmemesi tesadüfi değildir. Onlar gerçek barışseverler değildirler. Gerçekten barışı isteyenler, en başta da işçi sınıfı, sosyalizm için savaşmaya hazır olmalıdır! Ya emperyalist barbarlık içinde yok oluş, ya da sosyalizm için savaş! 28 Temmuz 2006 ✓ Tez- Koop- İş İstanbul 2 No’lu Şubenin Olağan Genel Kurulu’ndan izlenimler T 2 No’lu Şubenin Genel Kurulu’nun dergimizde de birçok kez üzerine yazdığımız 3 yıldır yaşanılan sorunlardan dolayı, gergin geçmesi bekleniyordu. Kısmen de olsa, yaşanılan sorunların yarattığı gerginlik Genel Kurul’a yansıdı. Divan oluşturulduktan sonra, Genel Kurul‘u divan yönetmeye başladı. Kemal Atatürk ve işçi sınıfı şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Açış konuşması nı 2 No’ lu Şube’nin Başkanı Rabia Özkaraca yaptı. Rabia Özkaraca konuşmasında; “Dünyada ve Türkiye’de yaşanılan sorunlara karşı, sınıfa yönelen saldırılara karşı, somut örnekler vererek” tavır takındı. Özel olarak 3 yıldır 2 No’lu Şube’de yaşanılan sorunlara tavır takındı. “Faruk Üstün ve çevresinin yakışıksız, dayatmacı, yanlış tavırlara girdiğini, Faruk Üstün’ün başkan olmak için her türlü şeyi yaptığını” savundu. “Sendikalar içinde yanlış kararlar alındığını, yaşanılan sorunların sınıfın mücadelesine zarar verdiğini, sendikaların korunması gerektiğini, sendikaların işçilerin mücadele örgütü olduğunu” belirtti. Rabia Özkaraca’nın 2 No’lu Şube’de yaşanılan sorunlara tavır takınmasının yanısıra, sendika içi sorunlara karşı genel düzlemde bir iki tavır takınmakla yetinmesi bizce eksikliktir. Sendikal bürokrasinin mücadelenin önünde engel olması, militan, sınıf mücadeleci sendikacılığın nasıl olması gerektiğinin de vurgulanmamış olunması, değinilmemiş olunması eksikliktir. Rabia Özkaraca’nın yaptığı konuşmanın genelde sol vurgulu bir konuşma olması, bu eksikliği gidermemektedir. Divan Başkanı Sadık Özben tarafından, zorunlu organlara aday tespiti için 30 dakika süre verildi. Bu süre içerisinde önce Sadık Özben, sonra misafirlere söz hakkı bölümü gündemde olmamasına rağmen, “bizden biri, abimiz” gerekçesiyle Türk-İş İstanbul Bölge Temsilcisi, Faruk Büyükkucak’a söz verildi. Sadık Özben konuşmasında; “İsrail’in Filistin’de, Lübnan’da yaptıklarını protesto ettiğini, İsrail’in bu saldırılarını durdurmasını talep ettiğini, aynı zamanda, PKK’nın terör eylemlerinin son bulmasını istediğini” anlattı. Sadık Özben’in İsrail ve PKK’yı aynı kefeye koyması, PKK şahsında Kürt ulusal sorununun var olduğunu gözlerden gizleyen bir tavırdır, yanlıştır. Sadık Özben devletçi, Kemalist çerçevede konuşarak, AKP hükümetini bol bol eleştirdi. Faru k Büy ü k kuca k da, Sad ı k Özben’ in yapt ığ ı çerç e ve de bi r konu şma y apt ı . Faruk Büyükkucak’ın hedef tahtasında AKP hükümeti vardı. “Laiklik elden gidiyor” konuşmasının özünü oluşturuyordu. Organların raporları zamanında delegelere gönderildiği için, okunmadan tartışılması, oylanması kararlaştırıldı. Dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere, sendika çalışmaları konusunda, tavır takınmak için delegelere söz hakkı verildi. 10 delege söz aldı. Birinci olarak Bünyamin Aydın konuştu. Bu delegenin konuşması sürerken, Carrefour işçileri salonu terketti. Bünyamin Aydın ve ardından konuşan iki kişi ayrışmada Faruk Üstün tarafında yer alan kişilerdi. Bu üç delege gelişmeleri kendi bakış açılarıyla anlattılar. 3. Konuşmacı olan, Abdurrahman Tetik’in konuşmasından sonra bir grup delege salonu terketti. Genel Kurul’da muhalefet pozisyonunda olan kesimden konuşan üç delegenin de vurguladıkları temel nokta şu oldu: “Carrefour işçilerinin örgütlenmiş olması çok iyidir. Fakat bu işçiler kullanılıyor. Genel Merkezin işi bitince bu işçi arkadaşlar bir kenara konulacaklardır. Carrefour’da henüz yetki alınmamıştır. Yargı süreci devam ediyor. Yetki alınmadığı için, delege seçiminin yapılması yasaya aykırıdır. Bu Genel Kurul bu yüzden iptal edilecektir.” Diğer konuşan 7 delege Rabia Özkaraca tarafında yer alıyordu. Konuşan 10 delege içinde sadece iki kadın vardı. Tez-Koop-İş’in örgütlendiği işkolunda yoğun olarak kadın çalışmasına rağmen, sendika içinde önemli sayıda kadın yer almasına rağmen, bu durum delege sayısına yansımamıştı. Delegelerin büyük çoğunluğunu erkekler oluşturuyordu. Konuşan bir kadın delegenin; yönetici kademeler için daha fazla sayıda kadının, sendika içinde daha fazla sayıda kadının aktifleştirilmesi için özel tedbirler alınmasını istemesi, talep etmesini önemli buluyor, biz de vurgulamak istiyoruz. Delegelerin konuşmalarından sonra kurulların ibrası yapıldı. Seçimlere tek liste ile gidildi. Rabia Özkaraca’nın listesi seçildi. Genel Kurul salonunda şöyle bir resim vardı: Bir yanda Hulusi Uğurcan ve Faruk Üstün’ü destekleyen bir bölüm delege, ki bu delegeler azınlığı oluşturuyorlardı. Diğer yanda, delegelerin çoğunluğu, atama ile atanan Şube yönetimi, Genel Merkez yöneticileri bulunuyordu. Carrefour işçileri coşkuları ile attıkları sloganlarla, yaptıkları konuşmalarla Genel Kurula renk kattılar. Sonuç olarak; Carrefour işçilerinin Genel Kurul’a yansıttıkları canlılık, örgütlülük, işçi sınıfının geneline yansıtıldığı zaman, işçi sınıfı kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarak, kendisi için sınıf haline geldiği zaman, sosyalizm sınıf ile bütünleştiği zaman, işte asıl o zaman “özgürlük savaşan işçilerle gelecek”tir! İşte o zaman işçi sınıfı gerçekten yenecektir! Çağrımız örgütlenmeye… 22 Temmuz 2006 ✓ Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ ez- Koop- İş İstanbul 2 No’ lu Şube’nin Olağan Genel Kurulu 22 Temmuz tarihinde, İstanbul Altunizade’de yapıldı. Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak katıldığımız bu kongrede edindiğimiz izlenimleri okurlarımızla paylaşmak istiyoruz. 2 No’lu Şubenin Genel Kurulu’nun dergimizde de birçok kez üzerine yazdığımız 3 yıldır yaşanılan sorunlardan dolayı, gergin geçmesi bekleniyordu. Kısmen de olsa, yaşanan sorunların yarattığı gerginlik Genel Kurul’a yansıdı. Saat 10’da başlaması gereken Genel Kurul, 40 dakika geç başladı. Genel Kurul başlamadan önce, bir takım gerginlikler yaşandı. Hulusi Uğurcan ile 2 No’lu Şubenin atama ile atanan başkanı Rabia Özkaraca arasında, delege kayıt masasında bir tartışma yaşandı. Hulusi Uğurcan zor kullanılarak dışarı çıkarıldı. Hulusi Uğurcan’nın yanındaki bir kişinin üzerine sıcak kahve atıldı. Göğsünden yaralanan bu kişi hastaneye kaldırıldı. Faruk Üstün ısrarına rağmen genel kurul salonuna alınmadı. Hu lu si Uğ u rc a n’ı n, Fa r u k Üstün’ün Genel Kurul salonuna alınmaması, bir kişinin üzerine kahve atılmak suretiyle yaralanmasına neden olunması onaylanacak, tasvip edilecek davranışlar değildir. Bu tavırlar yanlıştır. Carrefour işçileri çeşitli sloganlar atarak salona girdiler. Carrefour işçilerinin içeride de slogan atmaları sürdü. Carrefour işçileri tarafından şu sloganlar atıldı. “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!”, “Yaşasın Carrefour direnişimiz!”, “İnadına sendika, inadına Tez-Koop-İş!”, Yaşasın sendika mücadelemiz!”, “Yaşasın işçilerin birliği!”, “Özgürlük işçiler savaşırsa gelecek!”… Genel Kurul salonu çeşitli pankartlarla süslenmişti. Asılan pankartlar şunlar: “Kapitalist sömürüye emperyalist savaşlara karşı mücadele bayrağını yükselt!”, “Örgütlüysek her şeyiz, örgütsüzsek hiçbir şey!”, “Yaşasın militan sınıf sendikacı lığ ı!”, “Örgütlenmenin önündeki engeller kaldırılsın!”, “Geçici işçilere kadro verilsin!”… Divan Başkanlığı ve üyeler için tek bir önerge verildi. Önerge kabul edildi. Divan başkanlığına Genel Başkan Sadık Özben ve Sendika Merkezi Yönetim Kurulu üyeleri seçildi. Castleblair işçisi kazanılmış bir mevziyi kaybetti Geçen sayımızda Castleblair işyerinde yaşananlar üzerine bir yazı yayınlandı. Bu yazıda esas itibarıyla Castleblair’de yaşananlar anlatılmaya çalışılıyordu. Bu yazıda bir çok sorun var. Biz bu sorunları biraz irdelemek istiyoruz. Bu bir kaç sebepten ötürü önemlidir. B irincisi, coğraf yamızda esas itibarıyla örgütlülüğün giderek zayıf ladığı bir süreçte bir dizi bedel ödenerek sendikal örgütlülüklerini bir Toplu İş Sözleşmesiyle (TİS) taçlandıran Castleblair işçilerinin bu kazanımlarına sahip çıkmak ve savunmak, İkincisi, bu zor şartlar altında örgütlülüğün sürdürülmesinin ne kadar zor olduğunu ve bu zorluğu aşmanın olanaklarını ve sorunlarını, Castleblair işçilerinin geçmiş deneyimlerinden ders çıkararak sınıfa maletmeye çalışmak, Üçüncüsü, sınıf mücadeleci yaklaşım adına kazanımları küçümseyen oportunist yaklaşım tarzlarının işçi sınıfı içerisindeki tahribatını eleştirerek sınıfın mücadelesini bir adım daha öteye taşımaktır. Biz bu bakış tarzıyla sorunları tek tek ele almaya çalışalım. Belki geçerken şunu da belirtmekte yarar vardır: Yayınlamış olduğumuz yazının Castleblair işçilerini temsil eden bir yazı olmadığını, onların küçük bir bölümünü ancak temsil edebileceğini, Castleblair işçilerinin bir bölümüyle konuştuktan sonra öğrendik. Bu noktada gelecekte daha dikkatli davranmakta fayda olduğunu görüyoruz. Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ HİÇ BİR KAZANIM YOK MUYDU? Yazının içeriği ile ilgili olarak, yayınlamış olduğumuz yazıda Castleblair işçilerinin DİSK’e bağlı Tekstil Sendikası üzerinden işverenle işçiler adına imzalanmış olan geçmişteki sözleşmede bir kazanım olmadığı iddia edilmektedir. Bu iddia bu genellikte doğru değildir. Doğru değildir, çünkü işçiler bu sözleşme ile bir örgütlülüğü kazanmışlardır. Bu eğer korunabilse ve geliştirilebilseydi önemli bir kazanım olacaktı. Hayatın her alanında bazı istisnaların dışında örgütlülüklerin giderek güç kaybettiği bir dönemde, bir dizi bedeller ödeyerek Castleblair patronuna sendikal örgütlülüğü kabul ettirmek önemli bir kazanımdı. Bu öyle bir kazanımdı ki, daha önceleri patronun her türlü yaptırımı dayattığı ve yaptırdığı bir yerde, çıkan sorunları işçilerin kendi aralarında seçtiği temsilcileri üzerinden patrona karşı tavır alarak çözmeye çalışması önemli bir kazanımdı. Bu işyerinde bir çok alanda artık tek başına patronun dediğini yaptıramayacağı, işçilerin bir örgütlü güçle karşı duracağı anlamına geliyordu. Yine çok istisna olarak Castleblair işçilerinin patrona 1 Mayıs’ın işçilerin bayramı olarak dayatarak kabul ettirmesi bir kazanımdı. Castleblair işçilerinin sayesinde Tekstil Sendikası yıllar sonra pankart açarak alana çıkabilmiştir. 50’nin üzerinde Castleblair işçisi alana taşarak sloganlar eşliğinde ülke politikalarına müdahale etme düzeyine gelmiştir. İkramiyelerin alınması bir kazanımdı. Bir dizi sosyal hakkın alınması bir kazanımdı. Bunlara ek olarak işçilerin ufak da olsa ücretlerine düzenli zam alması da bir kazanımdır. Patronun istediği gibi zam vermesi yerine, ya da hiç zam vermemesi, geç vermesi karşılığında her altı ayda bir zam alınması da bir kazanım olarak görülmelidir. Bunları yok saymak doğru bir yaklaşım tarzı değildir. Daha uç noktaya götürülürse inkarcılık olur ki bu bir dizi bedel ödemek zorunda olan Castleblair işçilerine bir haksızlık olur. KAZANIMLARI KORUMAK İÇİN NELER YAPILMALIYDI? NELER YAPILMAMALIYDI? Bu kazanımların savunulması gerekiyordu. TİS dönemi boyunca hazırlık yapılarak gelecek dönemdeki kavgaya hazırlanmak gerekiyordu. Ama bu istenildiği gibi yapılamadı. Bunda bir taraf tan Tekstil Sendikasının yetersizliği ve işçilerin örgütlenmesi meselesine gereken önemi vermemesi bir sebep oluşturmuştur. DİSK’in ilkelerine bağlılığı üzerine durmadan yemin eden sendika yöneticilerinin ve bu sendikadaki bürokrat uzmanların bu TİS boyunca doğru dürüst bir eğitim bile planlayıp uygulayamamaları onların bu ilkelerden ne anladığına da işaret ediyordu. “söz, ka- rar tabanındır” ilkesini savunduğunu iddia edenlerin bu işyerinde tabanı temsil eden, onlar tarafından seçilen bir işyeri komitesi bile kurmuş olmamaları bürokratik sendikacılığın ifadesinin ötesinde bir şey değildir. İşçilerin işyerlerindeki sorunları, performans değerlendirmesi ve uygulaması gibi, ele alıp çözüm üretemeyen bir sendikacılık ancak işçi aidatları üzerinden geleceklerini garantileyen bürokratlardan başka bir şey ifade edemezler. Tekstil Sendikası bunları yapmamakla bu iş kolunda örgütlü olan TEKSİF ve ÖZ İPLİK İŞ’ten ancak lafta farklı olduğunu göstermiştir. Sendikanın bunu yapmadığı yerde işyerindeki sınıf bilinçli işçilerin bir dönem sürdürdükleri İşyeri Komitesini daha da güçlendirerek sürdürme yerine onu dağıtma durumuna getirmeleri önemli bir hataydı. Bu konudaki pratik sınıf bilinçli işçilerin yanlışlarının ne kadar kötü sonuçlara neden olabileceğine bir örnektir. İşyerinde işçileri gerçekten temsil eden bir komitenin olmaması, işçilerin patronun bu TİS dönemindeki saldırıları karşısında bir bütün olarak durmamalarını beraberinde getirmiştir. Eğer sağlam bir komite işyerinde varolabilseydi, işçilerin son dönemdeki bölünmeleri engellenmiş olurdu. İşçilerin bütünlük içinde hareket etmesi patrona geri adım attırabilirdi. Sendikanın tutarsız davranışı ve işçilerin sağlam bir birliğe sahip olmaması, patronun tazminat ödeyerek işçilerin birliğine zarar vermesine neden olmuştur. Solculuk adına laf eden bir kaç çığırtkanın etkilediği küçük bir grubun sol sekter yaklaşımları ise geçmişte elde edilmiş kazanımları koruyacağına, işyerindeki birliğin parçalanması ve işyerinin rahat bir şekilde kapatabilmesine olanak yaratmıştır. “Hiç bir kazanım elde edilmedi” diyen inkarcı zihniyet, bırakalım yeni kazanımları elde etmeyi, eldeki kazanımların da heba edilmesine vesile olmuştur. Öyle ya nasıl olsa bir kazanım elde edilmedi, o zaman var olanları korumak o kadar da önemli değil gibi hareket edilmesine neden olmuştur. Böyle olmasaydı fabrikadaki işçilerle kol kola girilerek neler yapılacağına ortak karar verilir ve onun gerekleri için mücadele edilirdi. Bunu beceremeyenler Castleblair işçilerinin geçmişteki onurlu mücadelesinden hiç bir şey anlamamışlardır. Castleblair işçisi geçmişte şalteri günlerce indirerek TİS imzalama noktasına gelebilmişti. Ama Castleblair işçileri o mücadeleyi verebilmek için o dönemde doğru bir siyasi yaklaşım çerçevesinde işyeri komitesini kurmuş, saldırılara karşı koruyabilmiş ve bu komite üzerinden her bölümü doğru bir şekilde yönlendirerek zafer kazanmıştı. Ama bu kazanım devam ettirilemedi. Herkesin şapkasını önüne koyup hatalarının hesabını vermesi gerekir. Tüm sorumluluğu sendikaya yüklemek kolaycı bir yaklaşımdır. Genel olarak sendikaların işçi sınıfına doğru önderlik etme diye bir dertleri olmadığını, yer yer bunu isteseler bile bu konuda yeteri kadar beceri ve bilgi birikimine sahip olmadıklarını bilmek gerekir. Başka zaman “sendika ağaları” diye lanetlenen bir bürokrat kesimden sınıfın çıkarlarına uygun iş beklemek safdilliktir. Burada sınıf adına hareket eden herkesin “ben görevimi yapıyor muyum” ve “görevimi doğru yapıyor muyum” sorusunu sorup doğru cevap vermesi gerekir. İşte tam da sorunun önemli bir bölümü burada yatmaktadır. Biz bu konuda Castleblair işçileriyle birlikte çok önemli çalışmalar yaptığımızı düşünüyoruz. Ama bu konuda tarafımızdan yapılması gereken her şeyi yapamadığımızı da belirtmek istiyoruz. Bunu hem önümüzdeki işlerin yoğunluğu açısından istediğimiz gibi yapamadık; ama aynı zamanda işçilerin inisiyatifini kırmama, onların kendilerini geliştirmeleri düşüncesiyle de yapmadık. Bu durumdan da öğrenmemiz lazım. Evet daha fazla etkileyici olmak gerekiyor diye düşünüyoruz. İşçilerin eğitiminin bir kaç sendika bürokratına bırakılmayacağını biliyoruz. Ama alternatif olarak bu işi bizim kendimizin ele alıp yapması gereklidir. İşçilerin davasından daha değerli bir iş olamaz. Dolayısıyla oportü- nist ve revizyonistlerin sınıfı yanlış eğitmelerine karşı, sendikaların basiretsizliği ve sınıf işbirlikçi tavırlarına karşı olanaklar zorlanarak çalışmalar örgütlenmelidir. Bir işletme gazetesinin çıkarılmamış olması bu süreç boyunca en önemli eksikliklerden birisidir. Böyle bir gazete işyerindeki işçilerin sesi olmalıydı. Eğer böyle bir gazete üzerinde etkinlik olsaydı son dönemde grev oylamasında büyük çoğunluğu “greve evet” diyen işçilerden yaklaşık 100’ünün tazminatlarını alarak işyerinden ayrılmaları daha rahat engellenebilirdi. Bu işçiler objektif olarak içeride kalan yaklaşık 70 civarındaki işçiyi yalnız bırakmışlardır ve patron tarafı saldırı fırsatını yakalamıştır. KOŞULLARIN HESABA KATILMASI ULUSLARARASI DAYANIŞMA Castleblair işçisinin en büyük dezavantajlarından birisi aynı tekelin bünyesindeki fabrikalarda çalışan işçilerle uluslararası alandaki birliğini ve dayanışmasını geliştirememesiydi. Bu konuda da soruna gereken önem verilemedi. Sendika bürokrasisi AB-Karma İstişare Komisyonu üzerinden Avrupa’yı turlarken ne kendisinin ne de lafta uzmanlarının akıllarından İskoçya’daki ana şirkette ve dünyanın başka yerlerindeki işyerlerinde çalışan işçilerle ve onların örgütleriyle tanışmak, birlikte hareket etmek geçmiyordu. Onlar günü kurtarmaya çalışıyorlardı. Zaten bu konuda da sendika bürokrasisinden çok daha fazla bir şey beklememek gerekiyor. İşçiler kendileri sendikaları zorlamalı, bunun fayda etmediği yerlerde kendi olanaklarını zorlayarak ilişkiler geliştirmelidir. Emperyalist dünyanın karşısında sınıf mücadelesinin başarılması bir yandan da uluslararası işçilerin birliğinin sağlanmasına bağlıdır. Enternasyonal dayanışma lafla olmaz, tersine pratik örgütlenme içerisinde yaşanarak gerçekleşir ve anlam kazanır. İşçilerin Birliği Her Şeye Rağmen Kazanacaktır! Bir YDİ Çağrı Okuru, Temmuz 2006 ✓ Limter-İş sendikasının başkanı serbest bırakıldı L iman, Tersane Gemi YapımOnarım İşçileri Sendikasının Başkanı Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber Saygılı 10 Haziran günü haksız bir şekilde tutuklanmışlardı. Tuzla Tersane çalışanlarının örgütlenme çalışmalarına önderlik etmeye çalışan DİSK’e bağlı Limter İş sendikasının yöneticileri bugüne kadar defalarca hukuksuz bir şekilde gözaltına alınmış ve bir çok kez de tutuklanmışlardı Bu seferki tutuklanmalarının bahanesi, DESAN Tersanesinde çalışan yaklaşık 50 işçinin ücretlerinin ödenmemesi karşısında yapılan eylemde polisin keyfi saldırıları karşısında polise mukavemet göstermeleri olmuştu. Tuzla Tersaneler bölgesinin, Tersane patronlarının devletle birlikte sendikal örgütlenmelerden arınmış bölge olarak görmek istemeleri, yapılacak her örgütlenme çalışmasının binbir türlü bahane ile engellenmesi pratiği ile elele gitmektedir. Bu bölgede normal burjuva devletin yasaları uygulanmamaktadır. Burada belli ki olağanüstü hal bölgelerinde uygulanan siyasete benzer bir siyaset güdülmektedir. Devletin kolluk güçlerinin işçilere ve sendikaya saldırısı böyle değerlendirilebilir. Bu bölgede taşeron çalışmanın yoğun olması, gündelikçilerin çalıştırılması olağan haller gibi görülmektedir. İş yasasının Taşeron çalışmayı sınırlaması bile bu bölgedeki patronların ve devletin ilgili kurumlarının umurunda değil. Onlar canları istediği gibi davranabilmektedirler. Bunların bu keyfi davranışlarını engelleyebilecek tek güç, bu alanda çalışan işçilerin örgütlü gücüdür. Bu alanda çalışan işçilerin bir çok kez örgütlenme adımı atması ve fakat hemen her zaman sonucun işçilerin aleyhine bitmesi, sınıfın örgütlenmesine olumsuz etkide bulunmaktadır. İşçilerin örgütlenme istemlerine rağmen on yıllardır bu bölgede Toplu Sözleşmeli bir işyerinin, ya da işyerlerinin yaratılamamış olması ciddi şekilde ele alınıp değerlendirilmelidir. Sendikal örgütlenme yasal bir hak olmasına rağmen, bu yasal hakkın kullanılmasında hep saldırılarla karşı karşıya gelindiği bilindiği koşullarda, o zaman örgütlenmelerde yeni yol ve yöntemlerin izlenmesini zorunlu kılmaktadır. Limter İş Sendikasının bu yeni yol ve yöntemleri ne kadar uyguladığı tartışmalı bir durumdur. Sloganlar temelindeki bir sınıf sendikacılığı kulağa hoş gelse de, yıllarca bu alanda başarılı bir adımın atılamamış olması, bazı zararlı yaklaşımların olabileceğine işaret etmektedir. Tabii ki bizim gibi sınıfın örgütlenmesi için çalışanların, sınıf sendikacılığı yönüne yüzünü çeviren sendikaların güçlenmesini sevinçle karşılarız. Ama bu sloganın yıllarca lafta kaldığını görmemiz, dostça öneri ve uyarılarda bulunmanın da görevimiz olduğunu düşünüyoruz. Bu vesile ile Sendika Başkanı Cem Dinç ve Eğitim Uzmanı Kamber Saygılı’nın 20 Temmuz günü yapılan duruşmada serbest bırakılmasını sevinçle karşılıyoruz. Bu davada verilen karar aslında sermaye düzeninin koruyucu mekanizmalarının keyfi olarak sendika yöneticisini ve uzmanını yaklaşık 40 gün içeride tuttuğunu göstermiştir. DESAN Tersanesi işçilerinin ve sınıfın diğer bileşenlerinin adliye önünde ve içerisinde gösterdikleri desteğin de anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Orada bir çok sloganın yanısıra “İşçiye değil, çetelere barikat”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi yenecek”, “İşçiyiz haklıyız Limter-İş’te güçlüyüz” sloganları sınıfın kendi temsilcilerine sahip çıkacağının ifadesi olmuştur. Polis’in çevik kuvvet üzerinden barikat kurması ve ring arabası içerisinden getirilen sendika yönetici ve uzmanlarını indirirken gösterdiği telaş, sınıftan ne kadar korktuklarının da ifadesidir. Sendika başkanı Cem Dinç’in ve Eğitim Uzmanının serbest bırakılması ve davanın dışarıdan yürütülmesi çalınan minarenin kılıfa uymamasıyla da alakalıdır. Ama er ya da geç sınıf sermayeye gereken dersi verecektir. Yaşasın İşçilerin Birliği 23.7.2006 ✓ Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Sınıf mücadelesi içerisinde, sendikal örgütlenme ve mücadele bu mücadelenin bir alanıdır, sınıfın kendi gerçek durumunun dışındaki koşullar da önemli olabiliyor. Castleblair işyerinin bir konfeksiyon üretim birimi olması ve uluslararası alanda yoğun bir rekabetin olması TİS mücadelesini olumsuz etkilemiştir. Uluslararası tekellerin rekabet kavgasının işçilerin alınteri üzerinden yükseldiğini biliyoruz. Bir dizi koşulun yanısıra işçi maliyetleri denilen ücretlerin ve sosyal hakların patrona getirdiği yük bazen rekabeti kazanmada ya da kaybetmede belirleyici bir rol oynayabiliyor. Castleblair patronunun sözleşmenin daha üst seviyelerde bağıtlanmaya çalışılmasının işyerinin kapatılması anlamına geleceğini açıkladığı noktada, sınıf bilinçli işçilerin bu iddianın ne kadar gerçek olduğunu araştırmaları ve buna uygun bir strateji belirlemelerine sebep olmalıydı. Ama genel olarak “bu bir kandırma manevrasıdır” bakış açısıyla hareket edildiğinde bu günkü durum kaçınılmaz olarak yaşanır. Fabrikanın kapatılması işyerinde oluşan örgütlülüğün dağıtılmasına neden olmuştur. İşsizliğin ve örgütsüzlüğün üst düzeylerde seyrettiği koşullarda kabullenilebilir bir TİS ile bu dönemi kapatmak ve geleceğe hazırlanmak bir seçim olabilirdi. Bazı koşullarda “ya hep ya hiç” tercihi eldeki kazanımların da yok olmasına sebebiyet vermektedir ve bu sonuç itibarıyla sınıf mücadelesine zarar vermektedir. Dolayısıyla bu koşullarda bizim TİS’in tüm sorunlarına rağmen imzalanmasının doğru olduğunu söylememiz gerekirdi. Bunu gerektiği gibi yapmamış olmamız doğru değildi. Castleblair işçileri de bu konuda bilinçli davranmamış, uzun vadeli çıkarlarını değil, kısa vadeli çıkarlarını temel alarak hareket etmiş ve kendi kazanımlarının da tümden elinden gitmesine olanak sağlamıştır. Bu yanlıştı. Grev oylamasında etki altında kalarak greve evet diyenlerin önemli bir bölümünün işyerini terk etmesi, verdikleri karar konusunda net olmadıklarını göstermiştir. Evet onlar için belki uzun soluklu bir mücadeleyi göze almama gerçeklikleri pratiklerine yansımıştır. İşçilerin gerçekten ne düşündükleri ve nasıl davranacaklarını en iyi saptayacak olanlar işçilerle birlikte çalışan ve onlar tarafından seçilen işyeri komitesinin üyeleridir. Böyle bir komitenin işyerinde gerçekten varolmaması bu olumsuz sonuçların yaşanmasında önemli bir neden olmuştur. Çok Marksist geçinen bazı Marksizmin karikatürlerinin çığırtkanlığının pratikte sınıf hareketine ne kadar zarar verdiğini Castleblair işçileri adına yazı yazan bir kaç kişilik bilinçsiz işçi göremeyebilir ama Castleblair işçilerinin kendileri ve seçtikleri temsilciler bugün, artık işyerinin kapısına kilit vurulduktan sonra, daha da net bir şekilde görebilmektedirler. Kadıoğlu Kozmetik: Sendikalaşmak hak mı, suç mu? Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ K apitalist toplumda işçinin işgücü tıpkı diğer metalar gibi alınıp satılabilen bir metadır. Yalnız işgücünün diğer metalara göre bir farkı var: işgücü değer yaratır, değere değer katar, başka bir deyişle patronun sömürü ile elde ettiği karın, artı-değerin yaratıcısıdır. Sürekli daha fazla kar peşinde koşan patronların, karlarını daha da artırmak için, zenginliklerine daha da zenginlik katabilmek için, en yaygın olarak başvurdukları yöntemlerden biri, işçinin ücretini daha da kısmak oluyor. İşgücünün değeri işçinin ve ailesinin karın tokluğu olduğuna göre, patronlar işçinin ve ailesinin aç ve yoksul kalması pahasına onun işgücünün karşılığını vermeme, ücretleri sürekli aşağı doğru çekme eğilimindedirler. Yani işçinin ücreti sürekli onun işgücünün değerinin altındadır. İşte sendikaların en asli görevlerinden birisi işçinin zaten işgücünün değerinin altında olan ücretini en azından biraz yaşanabilir düzeyde tutmanın mücadelesini vermektir. İşçinin ücretinin ve iş koşullarının iyileştirilmesi için mücadele, sendikaların asgari görevleridir. Sendikal mücadele bununla sınırlı kaldığında aslında sömürüyü bir bütün olarak ortadan kaldırmanın mücadelesini vermiş olmaz, sadece acımasızlıkta sınır tanımayan patronlara “lütfen, bu kadar da olmaz, işçilerin biraz insanca yaşamak için en azından şu kadar ücrete ve şu kadar dinlenmeye ihtiyaçları var” demiş olur. Gerçek sınıf sendikalarının en önemli görevi ise, işçilere basit ekonomik-demokratik hakları için mücadelelerinde doğru öncülük ederken, onları kendi sınıf konumları, sınıf çıkarları ve hedef leri konusunda eğitmektir, sendikal mücadeleyi sosyalizmin bir okuluna dönüştürmektir. Günümüzde sendikalarda egemen anlayış, sendikaları sosyalizm okulu olarak ele alan anlayıştan çok çok uzaktadır. Sendikalarda egemen olan anlayış, patronların saldırılarına karşı sınıfı patronlarla büyük mücadelelere sokmadan, mümkün olduğunca sorunu barışçıl bir biçimde masa başında çözmeye çalışan, çok çok mecbur kalmadıkça direniş, mücadele, grev gibi araçlara başvurmayan, mecbur kalarak başvurduğunda da bir an önce bitirmeye çalışan anlayıştır. Bazı mücadeleci sendikaların varlığı da bu genel tabloyu değiştirmeye yetmiyor. İstanbul Bayrampaşa’da bulunan Gabrini marka kozmetik ürünleri üreten Kadıoğlu Kozmetik firmasında çalışan toplam 146 işçinin 76’sı Petrol İş Sendikasının 1 No’lu Şubesinde örgütlendiler ve yetki için başvuru yaptılar. Bunu duyan patron hiç gecikmeden hemen 6’sı bayan 17 işçinin işine son vererek işçileri sokağa attı. Sermayenin kolektif temsilcisi olan devlet patronların her türlü haksız uygulamalarını haklı sayarak onları korurken, işçilerin her türlü hak arama mücadelelerini de yasadışı ilan ederek onlara saldırıyor. Türkiye’de sendika bir sürü antidemokratik kısıtlamayla birlikte kazanılmış bir haktır. Kağıt üzerinde işçilerin sendikalaşma hakları vardır, ancak bu hak kullanılmak istendiğinde devletin yasaları ve patronun uygulamaları karşısında haksızlığa dönüşüyor ve her türlü araç ve yöntemle engellenmeye çalışılıyor. İşçiler deşifre olup engellenmemek için, en temel demokratik ve yasal hakları olan sendikalaşma mücadelesini gizli yürütmek durumunda kalıyor. İşçiler bütün zorlukları aşarak sendikalaşmayı başardıklarında ise, patronun işten atma, taşeron işçi getirtme vb. saldırılarıyla karşılaşıyorlar. Arkasından işçilerin çoğu durumda aylara-yıllara yayılan hukuk mücadeleleri başlıyor. Sendikalaşmak isteyen Kadıoğlu Kozmetik işçileri kapı önüne kondular… İstanbul Bayrampaşa’da bulunan Gabrini marka kozmetik ürünleri üreten Kadıoğlu Kozmetik firmasında çalışan toplam 146 işçinin 76’sı Petrol İş Sendikasının 1 No’lu Şubesinde örgütlendiler ve yetki için başvuru yaptılar. Bunu duyan patron hiç gecikmeden hemen 6’sı bayan 17 işçinin işine son vererek işçileri sokağa attı. Atılanlar sendikalaşmada önemli rol oynadıkları için atılmalarına rağmen, patron işlerinin iyi gitmediğini gerekçe olarak göstermiş. Bir taraftan 17 işçiyi işçiye ihtiyacı olmadığı gerekçesiyle kapı önüne koyan patron diğer taraftan da 70 tane yeni taşeron işçi almış. Bunun üzerine patronun keyfiliklerine boyun eğmek istemeyen işçiler fabrikanın karşısında bir güneş şemsiyesi altında nöbet tutarak direnişe geçmişler. Yanlarında kurdukları dövizlerde “Atılan işçiler geri alınsın”, “Sendikalı olmak anayasal haktır”, “İçerideki baskılar son bulsun”, “Direne direne kazanacağız” sloganları yer alıyor. Direniş şemsiyesi altında ziyaret ettiğimiz işçilerden Deniz Boylu, Gülbeyaz Önel ve Musa Aydın atılmadan önce asgari ücretle boyahanede ve imalatta çalıştıklarını belirttiler. Görüştüğümüz işçiler firmada çalışanların %90’ının vasıfsız olduğunu ve asgari ücretle çalıştırıldığını söylediler. İşyerinde yaş ortalaması 25-30 arasında. Değişik sol partiler ve kitle örgütlerinden destek aldıklarını belirten işçiler, içerideki işçilerin de direnişe karşı tavrının olumlu olduğunu söylediler. Mücadelenin sonunda kazanacaklarına kesin gözle baktıklarını belirten direnişçi işçiler, ilk duruşması 24 Temmuz’da görülen, bir sonraki duruşması ise 19 Eylül’de görülecek olan bir dava açmış durumdalar. İşçilerin kararlı ve mücadeleci tutumları karşısında patron çok çeşitli baskılara başvurmuş - başvuruyor. Örneğin işçilerin önünde şemsiye açarak durdukları fabrika sahipleriyle işçilerin orada durmalarına izin vermemesi için görüşmüş, bunun üzerine işçiler emniyetten orada durma izni almak zorunda kalmışlar. Bu şekilde işçileri oradan kovmayı başaramayan patron bu kez de işçilerin üzerinde durdukları kaldırıma mazot döktürmüş. İşçileri ziyaret ettiğimizde dayanılmaz mazot kokusu hemen dikkatimizi çekmişti. Patronun ‘dışarıdaki’ baskılarından biri de, işçilere destek amacıyla dayanışmada bulunup onlara yiyecek gönderen çevredeki esnafa yemek göndermemeleri için baskı yapmasıdır. Tabi ki buna aldıran pek olmamış. İçeride çalışan işçilere de patron çeşitli baskılarda bulunuyor, direnişteki işçileri destekledikleri taktirde onların da işten atılacağı tehdidinde bulunuyor. Ancak tüm baskı ve sindirme/ korkutma girişimlerine karşın görüştüğümüz işçilerde coşkulu bir kararlılık gördük – haklılığına ve davasına inananların kararlılığıydı bu. YDİ Çağrı olarak, Kadıoğlu Kozmetik işçilerini haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayacağız, onlara elimizden gelen desteği sunacağız. Kazanan direnen işçiler olacak! Sendika hakkı engellenemez! 11 Ağustos 2006 ✓ MESS sözleşmesi ve işçilerin talepleri M etal Sektöründeki İşçiler, 2006-2008 dönemi Toplu Sözleşmesinden, işyerlerinde daha demokratik bir çalışma yaşamına dair kararların çıkmasını istiyorlar. İşçilerin bugün açısından en belirgin talepleri şunlar: EŞİT İŞE EŞİT ÜCRET ESNEKLİK KALDIRILMALIDIR İşçiler genel olarak çalışma yaşamının sermayenin lehine esnekleştirilmesine karşı duruyorlar. İşçiler insan gibi yaşamak istiyorlar. Onlar sosyal bir yaşantı içerisinde olmak istiyorlar. Bugün çalışma saatleri o denli esnekleştirilmiştir ki, işçilerin sosyal aktivitelere katılması adeta engellenir duruma gelmiştir. Ailesiyle, dostuyla, yoldaşlarıyla birlikte sinemaya gitmek, tiyatroya gitmek, ortaklaşa politik çalışmalara katılmak genel olarak olanaksız duruma gelmiştir. Vardiyalı çalışma, fazla mesai, hafta sonu çalışmaları, haftanın yedi günün işgünü ilan edilmesi gibi metal sektöründe yaygın olan çalışma usulleri aile yaşamını ve bu anlamda sosyal yaşamı yok etmeye yöneliktir. Bu durumun değişmesi gereklidir. Sendikalar iyi bir örgütlülük yaratarak iş yasasındaki esneklikleri TİS üzerinden geri püskürtmelidir. Haftada çalışma saatlerinin 35 saate indirilmesi, günlük çalışmanın yedi saatle sınırlandırılması, vardiyalı çalışmanın kaldırılması, çalışma günlerinin Pazartesi’nden Cuma gününe kadar belirlenmesi ve Cumartesi-Pazar günlerinin işçiler için tatil günü olması, fazla mesailerin kaldırılması TİS maddeleri haline getirilmelidir. Bunlar olmaz denmesin.. Uzun yıllar Avrupa’da bile bunlar mümkündü. Sermaye daha fazla iş istiyorsa kapasiteyi artırsın yeni iş sahaları açsın ve daha fazla işçi ile daha fazla üretim yapsın. Ama son yıllarda daha az işçiyle daha fazla üretim ve daha fazla işsiz pratiğini tersine çevirmek lazım. Tabii ki bu bugünden hemen olmaz! Sınıfın bu yönde kazanımlar için mücadeleye hazırlanması gerekir ve bu yapılmalıdır. İşçiler Kapsam maddesinin daraltılmasını istiyorlar! Yıllardır basiretsiz uzmanların güttüğü politikalar sonucu işyerlerinde MESS patronları çalışanları bölmeyi başarmışlardır. Kapsam içi ve kapsam dışı diye çalışanlar bölünmüş, gerek TİS için yetki tespitlerinde ve gerekse mücadelede zayıflamanın nedeni olmuştur. Bir ücret karşılığında çalışan herkesin sendikalara üye olma hakkı, dolayısıyla TİS taraf ları, yani Patronlar ve işçiler adına konuşan sendika bürokrasisi tarafından engellenmiştir. İyi niyetli bazı sendikacılar bu durumu güç sorunu ile açıklamalarına rağmen bu gerçeklik ortadan kalkmamaktadır. Yıllarca kendi örgütlülüklerini iyi bir noktaya getirip MESS’i ve diğer sendikaları zorlamayan sendikacıların her sorunu “güç” sorununa indirgemesi pek inandırıcı olmamaktadır. Sendikalar ve işçiler artık bu soruna bir çare bulmalıdırlar. Bu da örgütlü işyerlerindeki güçlerini Grev ve Mücadele Komiteleri çerçevesinde kaliteli bir hale getirmeli ve gerekirse bu maddeyi grev maddesi yapmalıdırlar. “Gücümüz zayıf” deyip gücü artırmak için planlı bir çalışmayı örgütlememek suç ortaklığına neden olur. İşçilerin talepleri, imza yetkisi olanların dışındaki tüm kafa ve kol emekçilerinin bulundukları işyerindeki sendikalara gönüllü üyelik hakkının sağlanmasıdır. Performans değerlendirilmesinde söz hakkı İşçiler, sözde demokratik çalışma yaşamından bahseden patronların nasıl diktatörler olduklarını tek yanlı performans değerlendirmesinde görmenin çok rahat olduğunu söylüyorlar. Hiç bir teknik değişikliğe gitmeden, ya da iş örgütlenmesinde olumlu bir değişiklik yapmadan, işçinin üzerindeki yükü azaltmadan bugünden yarına üretim miktarlarının keyfi bir şekilde nasıl artırdıklarını, bu miktara ulaşamayan işçilerin üzerinde nasıl faşizan baskılar yaptıklarını her gün işyerlerinde görünür olduğunu söylüyorlar. Üstüne üstlük patronların 4857 sayılı iş yasasını görece iş güvencesi sağlayan maddenin etkisizleştirilmesi için, “işçinin yeterliliği” tespitinden hareketle patronlar tarafından tutulan düzmece raporlarla işçinin iş mahkemesinde işe geri iade edilmesini nasıl engellemeye çalıştıklarını her çalışan çok net bilmektedir. Bu raporlarda “performansı yetersizdir” raporlarının ne kadar çabuk ve kolay tutulduğu bilinmektedir. Bir işçiyi işten atmak istiyorsan ve “pahalı” işçi yerine “ucuz” işçi çalıştırmak istiyorsan, ya da hakkını arayan işçiyi “postalamak” istiyorsan, bugünden yarına yapamayacağı sınırda iş talep edip, “gerekli performansı göstermedi” diye rapor tutup gönderebilirsiniz... bunlar olmuyor değil! İşçi ve Sendikal hareketin yıllardır “biz performansa karşıyız” şeklindeki laflara takılıp kalması ve TİS’ler üzerinden sermaye kesiminin edimlerine sınırlama getirmek için özel talepler öne sürmemesi de sermayenin bu alandaki faşizanlığının sürmesine çanak tutmuştur. “Biz performansa karşıyız” tespitinin altı işçilerin işyerlerindeki güçlü örgütlenmeleriyle doldurulamayınca, sermaye tek yanlı olarak istediği şekilde performansı uygulamıştır. Bunun adına bazen “performans” demiştir, bazı hallerde de hiç bu lafa takılmadan “günlük yapılan iş” şeklinde formüle ederek işçilere istediği miktarda iş yaptırabilmiştir. Sendikacıların ve çok bilmiş geçinen cahil “uzman”ların yanlışları ve örgütlenmelerini büyüterek üretimden gelen güçle bu duruma müdahale etmemiş olmaları sermayenin işyerlerinde istediklerini yapmalarına sebebiyet vermiştir. Ama işçiler bugün artık çare aramaktadırlar. Sendikalar da çare bulmak zorundadırlar. Bu işin çaresi bellidir: Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Onlar “eşit işe eşit ücret” verilmesini istiyorlar. İşyerlerinde çalışanların büyük bir bölümü genç işçiler. Genç işçiler kendilerinden daha yaşlı olan işçilerle aynı işi yapmalarına rağmen, onlardan çok daha az ücret almalarının adil olmadığını belirtiyorlar. Sendikalarının bu sorunu çözmesini istiyorlar. Yı l la rc a y apı la n Toplu İş Sözleşmeleri (TİS) üzerinden elde edilen ücret zamlarının andaki ücretlere yansıması şeklinde uygulama yapan sendika yöneticilerinin yanlışları bugün işçi hareketine zarar vermektedir. İşyerlerinde “eski” ve “yeni” işçi ayrımı şeklinde bir ayrım ortaya çıkmıştır. Patronlar dolayısıyla eski dedikleri yıllardır işyerinde çalışan işçilerin bir an önce emekli olmasını ya da tazminatlarını alıp gitmeleri için değişik oyunlara başvurmaktadırlar. Çünkü onlar için “eski” işçiler fazla maliyet demek oluyor. Fazla maliyeti düşürmenin yolu olarak da daha fazla genç işçi çalıştırma ve mümkün olduğu kadar da Taşeron üzerinde ve belirli süreli hizmet akdi ile onları çalıştırmayı hedefliyorlar. Taşeronu istemedikleri yerde ise genç işçileri asgari ücretin biraz üzerinde olan ücretle işe alarak ucuz maliyetle üretim yapmak istiyorlar. Bunun nedeni işe giriş ücretlerinin TİS sonucu asgari ücretin biraz üzerinden olmasıdır. Peki ne yapılmalıdır? Sendikalar nihayet bu politikalarına son vermelidir. Sendikalar İş Gruplandırma S i s t e m i s o nu c u o l u ş a n İ ş Gruplarının saat ücretlerini ya da aylık karşılığını belirlemelidirler. Bunun için Patron örgütleri zorlanmalıdır. Belirlenen İş Gruplarındaki ücretin üzerine zamlar bindirilmelidir. Dolayısıyla işe alınacak yeni işçiler hangi iş grubundan işe alınırlarsa, o iş grubundaki ücret ne ise o ücretten işe alınmış olurlar. Yani yaklaşık asgari ücret değil de, işe alındığı işyerindeki kıdemli işçi hangi ücreti alıyorsa o da o ücreti alacak ve eşit işe eşit ücret sağlan- mış olacaktır. Yıllardır sendikaların başına çöreklenmiş kıdemli TİS uzmanlarının önemli oranda bu yanlışa düşmeleri, İşçi Hareketinin belki en sıradan ilkelerini TİS politikasında nasıl uygulayacakları konusundaki cehaletlerinin ürünüdür. Sendikalar bu yanlışa son vermeli ve işçilerin bölünmesine neden olan bu sorun ortadan kaldırılmalıdır. Aslında çözülmesi onca zor olmayan bu meselede halen kimilerinin ayak diremeye çalışması normaldir! Çünkü soruna at gözlüğü ile bakacak kadar yakın görüşlü olmaları bu davranışın temel nedenidir. Ama işçiler artık bu sorumsuzluğu taşımak istemiyorlar ve haklıdırlar. İşyerlerinde kişinin geldiği bölge, cinsiyeti, rengine ve patrona yalakalığa göre ücretlendirme yerine yaptığı işe göre ücretlendirmeye geçmenin zamanı çoktan geçmiştir. “Benimle birlikte mi işbaşı yaptın” klasik gerici düşüncesi kırılmalıdır. Kıdemi yüksek olan çalıştığı dönemde zaten ücretini almıştır, bedavaya çalışmamıştır. Ayrıca kıdemi yüksek olanlara sosyal haklar bölümünde ek bir ödenek istenebilir. Bu mümkündür. Ama yüksek kıdem değildir ücreti belirleyen kriter, yaptığı iştir. Zaten normalinde de herkes “iş tanımı” üzerinden iş yapmaktadır ve o tanım üzerinden de ücretlendirilmelidir. Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İşçiler kendi güçlerini birleştirecekler ve performansı belirleyecek kriterleri ortaya koyarak patronlarına dayatacaklardır. İnsan gücünün ötesindeki talepleri reddedeceklerdir. İşçiler bir gün değil, yaşlanıncaya ve artık sermaye için üretken olamadıkları yaşa kadar çalışacaklardır. Dolayısıyla işçilerin çalışma koşulları öyle düzenlenmeli ki, emekli olduktan sonra da rahat bir yaşam sürdürebilsinler... Yoksa sermayenin istediği şekilde ve bugün yeni yasalarla adına mezarda emeklilik dediğimiz, daha emekli olmadan yitip gitme ya da emekli olduğunda ise artık gezip dolaşamayacak duruma gelmelerinin engellenmesi gerekmektedir. İşte sendikalar bu durumu göz önünde bulundurarak patronlarla ve onların örgütleriyle mücadele ederek TİS’e bu yönde bir madde koydurmalıdırlar. Artık patronların tek yanlı performans belirlemelerinin önüne geçilmelidir. İnsanca çalışma yaşamının gerçekten sağlanabilmesi için ücretli emek sömürüsüne dayanan bu kapitalist emperyalist sistemin işçi zoruyla değiştirilmesi gerekmektedir. Ancak orada çalışma koşulları hakkında işçiler kendileri tamamıyla karar vereceklerdir. İktidar kendi ellerinde olduğu içindir ki, kimse onlara yapacağı işi getirip dayatamaz. Tamamıyla gönüllü ve bilinçli zorunluluğun ötesinde bir şey olamaz. O dönemin işçi iktidarı 1950’lerde çalışma saatlerinin günde dört saate indirilmesini savunuyordu. Ama iktidarı alan revizyonistler bunu gerçekleştirmediler ve sömürücü kapitalist-emperyalist sistem bugün genel olarak dünyada 8 saat ile 13-14 saat işçileri çalıştırmaktadır. İşçiler yoğun çalışma temposu ile erken yaşta çökmekte ve yaşamının baharında iş göremez duruma gelmektedirler. Bu sebeple sermaye sahipleri bugün 25 yaşının üzerindeki işçileri “yaşlı” olarak değerlendirerek işe almak istememektedirler. İşçilerin tekrar kendi öz partilerinde örgütlenerek kendi iktidarlarını kurmanın arayışları içerisinde olması gerekmektedir. Bu hedef burjuva parlamentosuyla sınırlı olamaz. Burjuvazinin parlamentosu burjuvazinin yararına yasalar çıkartır. İşçiler kırıntılarla uğraşmamalı, kendi iktidarlarını kurmak için ne gerekiyorsa onu yapmalıdır. Hedef ücretli kölelik sisteminin yıkılması ve sosyalist iktidarın kurulması olmalıdır. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! Yaşasın Sosyalizm! 25 Temmuz 2006✓ Fındıkta Neler Oluyor? 3 0 Temmuz 2006 tarihinde, T Z OB ( Tü rk iye Z i r a at Odaları Birliği) tarafından Ordu’da 80-100 bin kişinin katıldığı bir fındık mitingi yapıldı. Miting sırasında ve sonrasındaki gelişmeler, fındıkta yaşanılan gelişmeleri de gözler önüne serdi. Basına yansıyan bilgilere göre; miting sırasında 20 bin kişi Ordu, Samsun, Giresun karayolunu 10 saat süre ile kapatarak trafik ulaşımını engelledi. Kalabalık ancak, biber gazı, panzer, cop vb. kullanılarak dağıtılabildi. “Kalabalığı dağıtıp, karayolunu açma” talimatına bir süre direnen Ordu Emniyet Müdürü Rıdvan Güler mitingden sonra görevden alındı. Mitingden sonra, Fiskobirlik yöneticileri ile Hükümet üyeleri karşılıklı olarak birbirlerini suçladılar. Gelişmeleri anlamak için durumun ne olduğuna yakından bakalım.. Fiskobirlik Fiskobirlik, (S . S F ı n d ı k Ta r ı m S a t ı ş Kooperatif leri Birliği) 1. Ulusal Fındık Kongresi sonrasında, 1938 yılında kuruldu. Kuruluş amacı şöyledir: “Fiskobirlik, ortaklarının ürünlerine sürekli satış olanağı ve pazarlar yaratmak, piyasaya istikrar getirmek, fındığın yurtiçi ve yurtdışı pazarlarını en iyi biçimde değerlendirmek, üretimini kontrollü ve bilimsel yöntemlerle geliştirmek, üretim araçları sağlamak, standartlara uygun yüksek kaliteli ürün teslimini teşvik etmek, fındığın ülke içerisinde tüketimini özendirmek, fındık ihracatını artırmak, bu amaçla ürün çeşitlendirme ve geliştirme projeleri üretmek üzere kurulmuştur.” (Fiskobirlik.org.tr) Bu kuru luş a macına sa hip Fiskobirlik; 49 kooperatife bağlı 233.820 ortağa sahiptir. Biri Entegre Tesis olmak üzere, 17 fındık kırma fabrikasına, yaklaşık 300 bin ton depolama kapasitesine ve günlük 645 ton iç fındık üretim proje kapasitesine sahiptir. Fiskobirlik tesislerinde 3000 kişi çalışmaktadır. Fiskobirlik; İstanbul Sanayi Odası’nın yaptığı, Türkiye’nin ilk 500 Büyük Sanayi Kuruluşu sıralamasında 2004 yılında 150., 2005 yılında 77. sırada yer almaktadır. Fiskobirlik 2001 yılında özerkleştirilmiştir. 2003 yılından bu yana fındık taban fiyatını (hükümetlerin önerisi doğrultusunda) Fiskobirlik belirlemektedir. Fiskobirlik 67. Olağan Genel Kurulu Ocak 2006’da yapıldı. Genel Kurul’da AKP Hükümetinin istediği yönetim seçilmedi. Hükümetin desteklediği liste 420 oydan ancak 103 oy alabildi. Bu Genel Kurul’dan sonra AKP Hükümeti ile Fiskobirlik Yönetim Kurulu arasında sürtüşmeler yaşandı, yaşanıyor. Fındık alanında yaşanılan gelişmelerin bir boyutunu da bu sürtüşmeler oluşturuyor. Fiskobirlik yaşanılan gelişmeler sonucu, 12 Eylül 2006 tarihinde Olağanüstü Genel Kurul kararı aldı… Türkiye’de fındık üretimi Dünya fındık üretiminin yüzde 75’i Karadeniz bölgesinde gerçekleştiriliyor. Fındık ihracatının yüzde 70-75’i yine Türkiye tarafından yapılıyor. Türkiye’de 550-600 bin hektar alan üzerinde fındık üretimi yapılıyor. Yaklaşık 500 bin civarında fındık üreticisi var. Fındıkla doğrudan ve dolaylı olarak 4 milyon insan geçimini temin etmektedir. (Fiskobirlik’e göre bu rakam 8 milyon kişidir.) Hava koşullarının iyi olduğu yıllarda, fındık rekoltesi 600 bin tona kadar çıkıyor. Bu sezon beklenti 650 bin ton civarındadır. Fındık üretiminde Türkiye’yi 120 bin tonla İtalya, 30 bin ton üretimle İspanya takip etmektedir. 2005 yılında 2 milyar dolarlık fındık ihracatı gerçekleştirildi. Fiskobirlik 2004 yılında üretilen fındığın yüzde 5’ini, 2005’te yüzde 10’nu aldı. Kimi önemli gelişmeler 2006 sezonunun başlamasına, fındık taban fiyatının açıklanmasına az bir süre kala, fındığın fiyatı 2 YTL civarında olup, maliyeti ise 3,4 YTL olarak açıklanmaktadır. Fındık üreticilerini sokağa döken, fiyatların önemli oranda düşmesi ve alacaklarının ödenmemesi olgusudur. Fiskobirliğin 2005 yılı için üreticilere 245 milyon YTL borcu bulunmaktadır. Fiskobirlik bu borcu ödemek için kredi arayışlarına girmiş, fakat kredi bulamamıştır. Fiskobirlik Yönetim Kurulu Başkanı Salih Erdem, fındık fiyatının çökmesinin nedenini, kendilerinin kredi alamamalarının neden olduğunu, “bize 100 trilyon verilseydi, ihracat 2 milyar 700 milyon dolara kadar çıkardı. Böyle bir kaybın olacağını bile bile kredi verdirmeyenlerin kim olduğu belli.” (Milliyet.com.tr) diyerek hükümeti suçlamaktadır. Bu suçlama da haklılık payı bulunmaktadır. Fiskobirlik kredi için 13 bankaya başvurmuş, “büyük baskı sonucu” kredi verdirilmemiştir. AKP ile Kemalist bürokrat burjuvazi arasında yaşanan iktidar mücadelesi, Fiskobirliğe de yansımış, AKP Hükümeti Fiskobirlik yönetimini ele geçirmek istemiş, şimdilik bu isteği gerçekleşmemiştir. 2005 yılında 1 kg kabuklu fındığın kilosu 6 YTL idi. Başbakan Recep Erdoğan fındık konusunda Fiskobirlik yönetimini suçlayınca, 5 YTL olan fiyatlar 2 YTL’e geriledi. Başbakan Recep Erdoğan tarafından yapılan, Hükümetin Fiskobirliğin 2 Katrilyon borcunu sildiği açıklamasına, Fiskobirlik Yönetim Kurulu şu yanıtı vermektedir: “Sayın Başbakanımız tarafından Giresun’da 1,5 Katrilyon, Ordu’da 2 Katrilyon olarak açık lanan Fiskobirlik’in Özerkleşme öncesi dönemlere ait borçlarının gerçek sebebinin çok uzun yıllar Devlet tarafından verilen görevler nedeniyle oluşan görev zararı olduğu, bu borcun Fiskobirlik’in değil, Devletin fındık üreticisine 1989 yılından beri verdiği ve anaparasının 560 trilyon olan borcun faizlerinden oluştuğu, 2000 yılı özerkleşmeden sonra Fiskobirliğe herhangi bir kaynak transferinin söz konusu olmadığı gibi, birliğimizin bu dönemden yaklaşık 53 Trilyon alacaklı olduğu, yine son 6 yıllık dönemdeki toplam fındık ihracatının 6 milyar doları bulduğu,” (50 Kooperatif adına Yürütme Birimi Sonuç Bildirgesi, 19. 07. 2006, Fiskobirlik.org.tr) Fiskobirlik Yönetim Kurulu, “2 katrilyon borcun silindiği” açıklamasına karşı, “devletten 53 trilyon alacaklı” olduklarını söyleyerek yanıt vermektedir. 8 Ağustos günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, Hükümet Fiskobirliği devre dışı bırakarak, TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi) aracılığıyla, fındık alımı yapma kararı aldı. Ne kadar fındığın alınacağı, fiyatın ne olacağı ise açıklanmadı. Fındıkta fiyat nasıl belirleniyor? ler. Marketçiler, kuruyemişçiler fındığı tüketicilere ulaştırırlar. Fındık üreticiden çıkıp tüketiciye ulaşana kadar, ticaret alanında faaliyet gösteren bir dizi kapitalistin elinden geçer. Tüccar, toptancı, marketçi vs. zinciri içerisinde, her kapitalist kar eder. Fındık her kapitalistin elinden geçtiğinde fiyatı yükselir. Fındık alanında, üreticinin emeğinin karşılığını alması, fiyat alanındaki dalgalanmaların son bulması, aracı bir dizi kapitalist olmadan, fındığın doğrudan tüketime sunulması, ucuz ve kaliteli fındığın yenilmesi ancak işçilerin, köylülerin kendi iktidarları ile mümkündür. Kapitalist sistem fındık üreticilerine de iyi bir gelecek sunmuyor. Onların sunduğu gelecek, yok pahasına fındığı elden çıkarma geleceğidir. Bu duruma fındık üreticileri katlanmak zorunda değiller. İyi bir gelecek için, yeni bir dünya için mücadele etmeye değer. Yeni dünya için örgütlenelim! 9 Ağustos 2006 ✓ Tanatar Kalıp’da işçi kıyımı…. Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Tanatar Kalıp Fabrikası’nda çalışan işçiler, Haziran ayında yasal haklarını kullanarak Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendiler. 153 işçinin çalıştığı fabrikada, 92 işçi DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş’e üye oldular. K apitalistler, işçilerin sendikalarda örgütlenmelerine tahammül edemiyorlar. Onlar istedikleri gibi işçileri ezmek, sömürmek istiyorlar. Bunun için önlerinde bir engel olmasın istiyorlar. Eğer ille de bir sendika olacaksa, kendilerinin istedikleri, belirledikleri, “kendi sendikaları”na işçilerin üye olmasını istiyorlar. Anayasa’ya göre, Sendikalar Yasasına göre, sendika örgütlenmesi hak. Sendika kağıt üzerinde hak olmasına rağmen, bu pratikte kolay gerçekleşmiyor. Sendikalaştıkları için işçiler işten sık sık atılıyor. Bu duruma, son dönemlerde bir örnek de Tanatar Kalıp’da yaşanıyor. Esk işehir Orga nize Sa nay i Bölgesi ’nde ku r u lu bu lu na n Tanatar Kalıp Fabrikası’nda çalışan işçiler, Haziran ayında yasal haklarını kullanarak Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlendiler. 153 işçinin çalıştığı fabrikada, 92 işçi, DİSK’e bağlı Birleşik Metalİş’e üye oldular. Birleşik Metal-İş, işyerinde yetki tespiti için Çalışma Bakanlığı’na başvurdu. İşçilerin Birleşik Metalİş Sendikası’nda örgütlendiği haberini alan patron sendikaya üye olan işçilerin, sendikadan istifa etmeleri için, işçiler üzerinde baskı kurarak, işçileri tehdit etmeye başladı. 10 Temmuz’dan itibaren de sendikaya üye olan işçileri işten atmaya başladı. Bugün itibariyle işten atılan işçilerin sayısı 23’tür. 1973 yılından bu yana faaliyet gösteren fabrika, başta beyaz eşya, otomotiv sektörleri olmak üzere bir dizi sanayi koluna parça, kalıp, aparat, fikstür vb. yapmaya başlayarak, Temmuz 1997’de yeni yerinde Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi’nde üretime devam etmektedir. Fabrikada yılda yaklaşık olarak 57 milyon adet sac parça üre- tiliyor. Tanatar Kalıp Fabrikası, Koç grubuna bağlı Arçelik işyerine parça üretmektedir. Koç grubu Tanatar Kalıp’da i ş ç i l e r i n B i r l e ş i k M e t a l -İ ş Sendikası’nda örgütlenmelerine müdahale etmiştir. İşçilere üye olmaları için, “kendi sendikaları” gördükleri, Türk-Metal Sendikası adres gösterilmiştir. Bu durumu Birleşik Metal-İş Sendikası 14.07. 2006 tarihinde yaptığı basın açıklaması ile protesto etmiştir. 9 Ağustos tarihinde, YDİ Çağrı gazetesi okurları olarak işten atılan işçileri ziyarete gittik. Tanatar Kalıp Fabrikası önünde kimseyi bulamadık. Oradan ayrılarak Birleşik Metal-İş Sendikası Şubesi’ne gittik. Şubede şube sekreteri Fuat Kumaş ve Tanatar Kalıp’tan atılan iki işçi ile görüştük. Birleşik Metal-İş, atılan işçilerin işe iadesi için dava açmış durumda. Aynı zamanda fabrikada yetki tespiti için de süreç işlemeye devam ediyor. Atılan işçiler; “işe alınıncaya kadar, patron sendikayı tanıyıncaya kadar mücadeleye devam edeceklerini, bu mücadelede kararlı olduklarını” ifade ettiler. İşçiler Tanatar Kalıp önünde sürekli bulunmuyorlar. Zaman zaman fabrika önüne gidip bekliyorlar. YDİ Çağrı okurları olarak, gazetemizin Temmuz sayısından iki adet işçilere bırakarak, haklı mücadelelerinde yanlarında olduğumuzu vurgulayarak sendika şubesinden ayrıldık. İşçilerin birliği sermayeyi yenecek! Eskişehir’den YDİ Çağrı okurları 9 Ağustos 2006 ✓ Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Fındıkta fiyatı belirlemede belirleyici olanlar, rekolteye bağlı olarak Avrupalı alıcılar ve Türkiye’deki büyük tüccarlardır. Avrupalı alıcı, tüccarla bir yıl öncesinden fındık fiyatı konusunda anlaşır ve kapora verir. Mesela kentali (100 kilo) 300 dolardan anlaştıklarını varsayalım. Bu işleme alivre denir. Alivreci tüccarlar genelde fiyatın beklenmedik artışından zarar ederler. Fiyatın düşmesi bunların işine gelir. Daha çok kar ederler. Alivreci. Fiyat (kentali) 330 dolara çıktığında zarar, 250 dolara indiğinde kar eder. Türkiye’de Alivreci olanlardan biri de, Başbakan’ın Danışmanı Cüneyd Zapsu ve ailesidir. Fındık üreticileri- nin Cüneyd Zapsu’ya tepki göstermelerinin nedeni budur. Fındık fiyatının bu kadar düşmesinden en çok Alivreci olanlar, tüccarlar, yani kapitalistler kar etmektedir. Fındıkta yaşanan gelişmelerin temelini, ürününü daha iyi bir fiyatla satmak isteyen üretici ile fındığı düşük fiyatla almak isteyen tüccar, Alivreci arasındaki kavga oluşturmaktadır. Bu kavgada Hükümet niteliği gereği tüccardan yanadır. Bu günlerde üretici köylü fındığı 2 YTL’ye satıyor. Piyasada ise fındık 30 YTL’ye varan fiyatlarla satılıyor. Aradaki fark nereden kaynaklanıyor? Fındık üreticiden alındıktan tüketiciye ulaşana kadar, şu evreleri takip ediyor: Üreticiden fındığı manavcı satın alır. Manavcı üreticiden aldığı fındığı kar koyarak tüccara satar. Tüccarlar doğal fındığı işleyip iç fındığı mamul haline getiren işleyicilerdir. Tüccarlar işledikleri fındığa kar koyarak fındığı toptancıya, dağıtımcıya satarlar. Bunlar da kar koyarak fındığı marketçilere satarlar. İhracatçılar da tüccardan fındığı alarak ihraç eder- Kamu emekçileri haklı talepleri için mücadelede kararlı 15 Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Ağustos’ta kamu emekçileri sendikaları ile hükümet arasında başlayan 2007 yılı toplu görüşmeleri 15 gün sonra altıncı turunda anlaşmazlıkla sonuçlandı. KESK görüşmelerin 4. turunda memurlar lehine bir sonuç çıkmayacağından, hükümetin sendikaları oyaladığı gerekçeleri ile görüşmelerden çekildi ve mücadelesini sokağa taşıyacağını duyurdu. Diğer iki sendika – Türkiye Kamu Sen ve Memur Sen- hükümetin kamu emekçileri ile alay etme anlamına gelen %4 artı enflasyon farkı teklifine rağmen son ana kadar görüşmelere devam etti. Bilindiği gibi 2005 görüşmelerinde de hükümet kaynak yok gerekçesiyle %5 zammı kabul ettirmişti. Oysa memurlar bir yıl içerisinde ‘kaynak yok’ gerekçesinin nasıl büyük bir yalan olduğunu gördüler. Herşeye kaynak vardı sadece memura yoktu. KESK’in yaptığı bir araştırmaya göre günümüzde memur maaşları 1979 yılı seviyesinin altındadır, oysa aradan geçen 27 yılda GSMH % 287 büyümüştür, yani kamu emekçilerine 27 yıldır ekonomik büyümeden pay verilmemektedir. Bu duruma son dönemdeki ekonomik dalgalanmaların olumsuz sonuçları da eklenince memurların öfkesinin büsbütün haklı olduğu çıkıyor ortaya. Çeşitli araştırmaların sonuçlarına göre Türkiye’de yoksulluk sınırı 1.875 YTL’dir. Buna rağmen 10 memur sendikaları yoksulluk sınırının çok altında bir taleple oturdular masaya: KESK ve Kamu Sen’in talepleri en düşük memur maaşının sosyal yardımlar hariç 1023 YTL (Kamu Sen), 1.050 YTL (KESK) civarında olmasıydı, Memur Sen’in talebi ise bu rakamın yardımlar dahil en az 1.475 YTL olmasıydı. Memur sendikaları ile hükümet arasındaki görüşmelerin altıncı ve son turunda hükümetin yaptığı iki teklif ise şöyleydi: Birinci öneriye göre en yüksek memur maaşına gelecek yılın 6 aylık dönemleri için yüzde 2.5 artı 2.5, en düşük memur maaşına da aynı dönemler için yüzde 4 artı 4 olmak üzere kümülatif yüzde 8.2’lik artış öngörülüyordu. İkinci teklif ise bütün memur maaşlarının gelecek yılın ilk ve ikinci 6 aylık dönemlerinde yüzde 2.5 olmak üzere kümülatif 5.1 oranında arttırılmasıydı. Buna ilave olarak en düşük maaş alan ve döner sermayeden yararlanamayan yaklaşık 1 milyon 400 bin memura birinci ve ikinci 6 aylarda 20’şer YTL’lik denge tazminatı ödenmesini içeriyordu. Bu teklifler memurların taleplerinin o kadar altındaydı ki bunları kabul etmeye hükümetle her türlü uzlaşmaya hazır olan Kamu Sen ve Memur Sen’in vicdanları bile elvermedi ve onlar da masadan çekilmek zorunda kaldılar. KESK’in hükümetin alaycı teklifleri karşısında mücadele kararı alarak masadan çekilmesini sert eleştirerek KESK’in talepleri şöyle: 2007 yılı için en az ücret alan kamu emekçisinin temel ücreti 1050 YTL olmalıdır. Mali ve sosyal haklar için; Aile yardımı; çalışmayan eş için 188 YTL, her çocuk için 105 YTL; Kira yardımı en az 294 YTL olmalı; Birer maaş tutarında iki ikramiye; Ücretsiz ulaşım ve yemek yardımı verilmeli; Sosyal tesislerden ücretsiz yararlanılmalı; En az 50 kamu emekçisinin çalıştığı işyerleri için ücretsiz kreş açılmalı; Doğum izinleri ücretli 24 hafta olmalı, prim yapmaya çalışa n uzlaşmacı sendikalar görüşmelerin altıncı ve sonuncu turunda kendileri de anlaşma sağlayamadan masadan kalkarlarken acaba yüzleri hiç kızardı mı? Bunu bilmiyoruz ancak kendilerini zorla mücadeleye itenlere sitemleri şöyle oldu: ‘’Bundan sonra günah bizden gitmiştir. Biz iyi niyetimizi gösterdik ama sizin iyi n iyet l i olduğ unuzu göremedik. Bunda n sonra alanlarda neler olduğunu göreceksiniz. Parmaklarınızı ısırıp başınız ağrıdığı zaman sakın ha bizi suçlamaya kalkmayın, cevabımız çok ağır olur.’’ (Kamu Sen Genel Başkanı Bircan Akyıldız, kaynak CNN Türk.com) Şimdi KESK dışındaki iki konfederasyon da mücadele kararı almışlardır. Nasıl mücadele edeceklerini önümüzdeki dönemde göreceğiz. Biz YDİ ÇAĞRI olarak KESK’in taleplerini ve mücadele kararlılığını destekliyoruz. 30 Ağustos 2006 ✓ Çalışma koşulları ve ilişkileri için; Kadınlara yönelik ayrımcı çalışma koşulları kaldırılmalı; Haftalık çalışma süresi 35 saate indirilmeli; Sözleşmeli personelin kadroya alınarak, iş güvencesi verilmeli, İş güvenceli çalışma ortamı zedelenmemeli; Kamu emekçilerinin yönetime ve denetime katılmaları yönündeki engeller kaldırılmalı; Sosyal Güvenlik ve sağlık hakkını ortadan kaldıran SSGSS yasası uygulanmamalıdır, Demokratik ve sendikal haklar için; 2821, 2822 ve 4688 sayılı yasalar kaldırılarak Uluslar arası sözleşmelere uygun, toplu pazarlık ve grev hakkını içeren, özgürlükçü ve ortak örgütlenmeye imkan veren tek bir sendika yasası yapılmalı, Başta siyaset yasağı olmak üzere, kamu emekçileri için öngörülen yasaklar kaldırılmalı, Sendikal mücadelede zarar gören ve sürgün edilen kamu emekçilerinin mağduriyetleri giderilmelidir. (Kaynak: KESK.org.tr) KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tombul SCT işçisi kararlı: G 168 gün grev, 25 km eylem… revin 168. gününü geride bırakan SCT işçileri fabrika önünden Mersin Taş Bina’ya kadar yaklaşık 25 km. yürüyerek kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler. Sabah saat 7’de fabrika önünde toplanan yaklaşık 80 SCT işçisini ve sendika yöneticilerini Jandarma “Kesinlikle tek adım bile yürüyemezsiniz” diyerek engellemeye çalıştı. Daha sonra Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu’nun da fabrika önüne gelmesiyle sendika yöneticileri ve Jandarma arasında görüşmeler başladı. Yetkili makamlarla yapılan görüşmeler sonucunda Jandarma geri adım atmak zorunda kaldı ve yürüyüş saat 10’a doğru başlayabildi. Sendika önlükleri ve şapkalarıyla uzun bir yürüyüş kolu oluşturan SCT işçileri yol boyunca uzanan fabrikalar önünde sloganlar atarak grevin nedenini anlatan bildiriler dağıttılar. Yürüyüşe aynı zamanda sendikanın aracına yerleştirilen hoparlörlerle işçileri coşturan şarkılar eşlik etti. Yolda ise DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası Şube baş- kanı ve daha birçok kişi yürüyüşe katılarak destekte bulundu. Yol üzerindeki fabrikalardan işçilerin ve yoldan geçen araçların alkışları, kornaları ve selamlamaları ile desteklediği, 40 derece güneşin altında yapılan yürüyüş verilen molalarla saat 15’e doğru tamamlandı. Saat 15’te İstasyon’da bekleyen işçileri Liman-İş ve KESK’e bağlı sendikaların Şube yöneticileri ziyaret ederek destekte bulundu. Buradan tekrar sloganlar ile Taş Bina önüne doğru yürüyüşe başlandı. Taş Bina önüne gelindiğinde SCT işçileri ile destekte bulunanların sayısı yaklaşık 200’ü bulmuştu. Burada polisin sürekli olarak açık- lamanın uzun tutulmaması, mikrofon sesinin kısılması yönlü müdahalelerine rağmen yüksek sesle yapılan açıklama yaklaşık bir saat sürdü. Adnan Serdaroğlu 168 gündür onurlu bir şekilde grevi sürdüren SCT işçilerini tebrik ettikten sonra, Anayasa’da yer alan sendikalaşma özgürlüğünü hiçe sayan ve SCT işvereninin yaptığı hukuksuzluklara göz yuman hükümetleri, yöneticileri ağır bir şekilde eleştirdi. Serdaroğlu konuşmasında işçileri gözünü kırpmadan satan, sermayenin işbirlikçiliğini yapan, devletle kol kola yürüyen, işçi sınıfının çıkarları yerine kendi çıkarlarını gö- Grevdeki SCT işçileri işten atıldı! “Burası Türkiye” 15 den 153’üne noter aracılığıyla 2 Ağustos tarihli yazılar göndererek iş sözleşmelerini fesh ettiğini bildirdi. Gerekçe ise “Burası Türkiye” dedirtecek cinsten; 2 iş günü üst üste işe gelmemek. Konuya açıklık getirmek üzere 16 Ağustos’ta Tarsus Öğretmenevi salonunda Birleşik Metal-İş Sendikası tarafından bir toplantı düzenlendi. Toplantıya Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar, Anadolu Şube Başkanı Uğur Tozlu ve Avukat Mustafa Cinkılıç katıldı. Uğur Tozlu’nun açılış konuşmasından sonra Mustafa Cinkılıç yaptığı açıklamada grevin iş sözleşmelerini askıya aldığını bu nedenle 25. maddede sayılan üst üste 2 iş günü işe gelmeme gerekçesine dayanarak iş sözleşmelerinin fesh edilemeyeceğini söyledi. Ayrıca fabrikada üretim olmadığını, çalışmak isteyen işçilerin dahi çalıştırılmadığını belirterek buna rağmen işe gelmeme gerekçesinin öne sürülmesinin anlamsız olduğunu belirtti. Cinkılıç bu durumun Türkiye’de ilk defa yaşandığını da ekledi. Avukat Cinkılıç gönderilen yazılara bir ay içerisinde dava açılacağını açıkladı. Sonrasında sözü alan Özkan Atar “Bugüne kadar gerekeni yaptık, bundan sonra da ne gereki- yorsa yapacağız. Bu grev 1 yıl da sürse, daha fazla da sürse sendikanız sonuna kadar arkanızda olacak” dedi. Konuşmacıların ardından söz alan işçilerden Halil Yavuz ve 29.08.2006 YDİ Çağrı/Mersin ✓ Yunus Demircan yapılacak eylemlere hazır olduklarını belirterek, bu toplantıların daha sık yapılmasını ve toplantı tarihlerinin çok önceden belirlenmesini önerdiler. Toplantıya 100’e yakın SCT işçisi katıldı. 18.08.2006 Ydi Çağrı/Adana ✓ BOSSA işçileri SCT’li işçileri ziyaret etti D İSK’e bağlı BOSSA Şubesi işçileri, grevin 109. gününde bulunan SCT işçilerini ziyaret ederek yiyecek yardımında bulundular. Birleşik Metal-İş Sendikası’nda gerçekleştirilen ziyarette Bossa Şube Başkanı Recep KARA işçiler adına bir açıklama yaptı. Kara açıklamasında işçilere “en kötü sendika en iyi işverenden daha iyidir” diyerek işçiler için örgütlü mücadelenin önemine değindi. İşverenlerin de örgütlenerek, sendikalaşarak işçilere karşı savaştıklarını belirtti. BOSSA işçileri olarak Birleşik Metal-İş Sendikası’nı farklı gördüklerini belirten Kara, metal iş kolunun emek sömürüsünün en ağır olduğu iş kolu olduğunu belirtti. Niğde DİTAŞ direnişinde olduğu gibi, Birleşik Metal-İş’in sınıf mücadelesi açısından olumlu bir örnek olduğunu söyledi. Kapitalizm şartlarında hiçbir hakkın mücadelesiz kazanılamayacağını, daha onurlu ve insanca yaşayabilmek için bir araya gelinmesi gerektiğini vurgulayan Kara, tüm Mersin halkını bu direnişe destek vermeye çağırarak sözlerini tamamladı. Birleşik Metal-İş Anadolu Şube Başkanı Uğur Tozlu yaptığı konuşmada Türkiye’de 12 Eylül hukukunun halen devam ettiğini, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun hala bugün de aynı ağırlıkla devam ettiğini belirtti. Yapı lan basın açı k lamasına Genel–İş Sendikası Mersin Şube Başkanı ile Eğitim-Sen Mersin Şube Başkanı da destek verdi. Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Mart’tan bu yana süren SCT grevinde patron Türkiye’de bir ilki gerçekleştirdi. SCT işçileri sendikalaşmayı önlemeye çalışan patron tarafından izne gönderildikleri bir sırada, 15 Mart’ta grev kararı almış ve izinlerin sona erdiği 21 Mart’ta çalışmaya başlamamışlardı. Bunun üzerine patron da fabrikada lokavt kararını almıştı. Daha sonra 16 Haziran’da lokavt kararını kaldıran patron çalışmak isteyen az sayıdaki işçi ve yöneticiyi ücretsiz izne göndererek çalıştırmamıştı. 19 Temmuz’da ücretsiz izinleri biten sendikasız 28 işçi çalışmak istemiş ancak patron grev kırıcılığı yapmak isteyen bu işçileri kendi çıkarları doğrultusunda 2822 sayılı TİS, Grev ve Lokavt Kanunu’nun 38. maddesine dayanarak çalıştırmadı. Bu işçilerin fabrikaya çağırdıkları Jandarma tarafından durum tutanak ile tespit edildi. Yaklaşık bir hafta fabrika önünde, grev çadırının karşısında beklemeye başlayan sendikasız işçi ve yöneticiler haklarını yasal yollardan aramak için bu “direnişi” sonlandırdılar. İşte tüm bu gelişmelerden sonra patron, 15 Mart’tan bu yana grevde olan ve dolayısıyla iş sözleşmeleri askıda bulunan SCT işçilerin- zeten sendikaların, sendikacıların var olduğunu söyleyerek memurların toplu sözleşme ve grev hakkını tanımayan AKP iktidarının keyfi davrandığını söyledi. Emeksermaye arasındaki tarihsel mücadeleye, emperyalist işgallere ve savaşlara da değinen Serdaroğlu, bugüne kadar verdikleri demokrasi mücadelesini sürdüreceklerini ve bu mücadelede emekten yana olan tüm kişi/kurumlarla birlik oluşturabileceklerini belirtti. Adnan Serdaroğlu SCT işçilerinin mücadelesini bugüne kadar destekleyen tüm kurumlara teşekkür ettikten sonra, kurumları bu desteği arttırmaya çağırdı. Serdaroğlu işçi sınıfına mal olan SCT grevinin mutlaka başarıya ulaşacağını, SCT işçilerinin kazanacağını belirterek konuşmasını bitirdi. Gün boyunca sürekli olarak “Yaşasın onurlu grevimiz”, “Direne direne kazanacağız”, “Ücretli kölelik düzenine hayır”, “İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız”, “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek”, (Taş Bina önüne gelindiğinde) “İşçi-memur elele genel greve” sloganları atıldı. Taş Bina önünde yoğun güvenlik önlemi alan polis yürüyüş boyunca da kamera ile görüntü aldı. Ydi Çağrı/Mersin, 15.07.2006 ✓ 11 Has Alüminyum Fabrikası işçileri patronun saldırılarına karşı direniyor! İ stanbul – Pendik Dolayoba Sanayi Bölgesi’nde kurulu Has Alüminyum Fabrikası’nda düşük ücret, kötü çalışma koşullarına karşı yedi aydır sendikalaşma mücadelesi sürdürüyor. DİSK /Bi rleşi k Meta l–İş Sendikası’nda örgütlenen 79 işçiden (sendikalaştıkları dönemde fabrikada toplam 130 işçi çalışıyormuş) şimdiye kadar patron tarafından sudan gerekçelerle 17 ‘si işten atılmış. Şu an bu atılan işçilerden sadece ikisi her gün direniş çadırında bekliyor. Ağustos ayı ortalarında YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak bu işçileri direniş çadırında ziyaret ettik. Her türlü saldırı ve zorluğa rağmen büyük bir kararlılıkla direnen direnişçi işçilerden 4 yıllık işçi Zafer Ergezer’in verdiği bilgiye göre patronun bir taraftan sendika üyesi işçileri iş yok diye işten atarken diğer tarafta her gün yeni işçi aldığını çıkarılan işçilerin hemen hepsinin tazminatsız atıldığını bunların içinde 20 yıllık Hasan Celep adlı bir işçinin çok basit bir nedenle atılmasını patronun içerde çalışan sendika üyesi işçilere nasıl bir amansızlıkla saldırdığına örnek verdiler. İşçiler sendikalarının Bölge Çalışma Müdürlüğün’den yetki aldığını, fakat patronun buna itiraz ettiğini aktardılar. İşçiler, görüşmelere gelmeyi kabul etmeyen patronlarının TİS görüşmelerini başlatmasını önümüzdeki aylarda yapılacak metal işkolu patronlarının sendikası olan MESS (Madeni Eşya Sanayi İşverenler Sendikası) ile yapılacak İşkolu Sözleşmesi sonrasına bıraktığını tahmin ediyorlar. Bu durumun patronların ne denli güçlü bir örgütlülük içinde olduklarını gösterdiğini belirten işçiler buna karşı kendilerinin de birlikte büyük bir kararlılıkla direneceklerini ve mutlaka kazanacaklarını çünkü büyük bir haksızlığa amansız bir sömürüye ve baskıya maruz kaldıklarını bundan kurtulmanın tek çaresinin sendikalaşmak olduğunu söylediler. Patronun baskı ve saldırılarının ilk aylara göre azalmasına rağmen sürdüğünü belirten işçiler, zalim bir sömürücü olan ve dindar geçinen bu patronun fabrikanın atık sularını cumartesi günleri gece gizlice arıtmadan dereye boşaltmaya devam etmekle çevre düşmanlığı da yaptığını ifade ettiler. Ağustos 2006 ✓ Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş.’de sendikalaşan işçilere baskılar sürüyor! Eylül 2006 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İ 12 zmit- Gebze Organize Sanayi Bölgesi ’nde kuru lu Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A.Ş. Fabrikası, daha önce İstanbul’da ve 16 yıldır da Gebze’de faaliyet gösteren ham maddesinin çoğunu yurtdışından alan ve Ford, BMC, Mercedes, MANN v.b. büyük otomobil firmalarına tampon, torpido ve benzer plastik aksamlar üreten bir fabrika. Ürettiğinin yarısına yakınını da ihraç eden bu fabrikada çalışan 260 kişinin yarısından fazlası düşük ücret ve kötü çalışma koşullarına son vermek için Türk- İş’e bağlı Petrol- İş Sendikası Gebze Şubesine 2006 yılının başında bu yana üye olmaya başlamışlar. Her sendikalaşan işçinin başına gelenler bu işçi arkadaşların da başına gelmiş. Haziran ayı sonlarında sendikanın işyerinde yetkili olduğunu patrona bildirmesinden sonra patron sendika üyesi işçilere baskı, işçiyi ailesine şikayet etme, işten atma ile tehdit, kendi adamlarına dövdürtme ve işten atma şeklinde saldırılara başlamış. Haziran ayı sonlarında sendikanın işyerinde yetkili olduğunu patrona bildirmesinden sonra patron sendika üyesi işçilere baskı, işçiyi ailesine şikayet etme, işten atma ile tehdit kendi adamlarına dövdürtme ve işten atma şeklinde saldırılara başlamış. İşten atılan işçilerden görüştüğümüz 8 yıllık işçi Şah İsmail Tohumcu ve 5,5 yıllık işçi Muhterem Ateş’in verdiği bilgiye göre patron tarafından sendikal örgütlenmeye öncülük yapan işçilerden 10 işçi arkadaşlarının “fabrikanın ekonomik sıkıntıda olduğunu” bahane ederek patronun tazminatsız işten attığını belirttiler. İşçilerin % 70’inin asgari ücretle 10- 12 saat çalıştırıldığını, sendikalaşmadan önce iki vardiyalı çalışmayı üçe çıkardığını, yine 12 saatten az olmamak kaydıyla zorunlu mesai yaptırarak kendilerine asgari ücret ödendiğini söylediler. Ağustos ayı başlarında Çalışma Bölge Müdürlüğü’nden sendika yetkisinin geldiğini belirten işçiler patronunun itirazı üzerine yetkinin önümüzdeki ay mahkemede görüleceğini söylediler. İşe iade davalarının sürdüğünü önümüzdeki Eylül ayının 19’unda Gebze Adliyesi’nde bu davanın da görüleceğini anlattılar. Haziran ayı sonunda önce 6 işçi bir ay sonra da 5 işçi ve son olarak sendika üyesi Taşkın Güreşçi adlı bir işçi arkadaşlarının patronun adamları tarafından dövüldüğünü ve 5 gün iş göremez raporu almasına rağmen İşyeri Disiplin Kurulu tarafında tazminatsız işten atıldığını be- lirtti. Dövenlerin sadece birine ihtar cezası verildiğini anlatan işçiler işyerinde buna benzer saldırı ve baskıların sürdüğünü dile getirdiler. Patronun bu baskılarla yetinmediğini patronla iyi işçilerle arası iyi olmayan fabrikaya yemek getiren Mengen Baba Hızır Yemek firmasının ve Elif Taşıma A. Ş. firmasının adamları da patronun direktifleri doğrultusunda işçilere saldırdığını ve işçileri tehdit ettiğini anlattılar. Her sabah ve akşam işten atılan işçiler olarak fabrika çıkışlarına gidip içerde çalışan arkadaşlarına destek verdiklerini anlatan işçiler bütün bu saldırılara rağmen güçlü bir birlik sağlayarak sendikaları Petrol-İş Gebze Şubesi önderliğinde mutlaka kazanacaklarını belirttiler. Tüm sınıf bilinçli işçileri ve emekçileri Öncü Dayanıklı Tüketim Malları A. Ş. Fabrikasının sendikalaşma mücadelesi yürüten işçilerine destek olmaya çağırıyoruz! Unutmayalım! Birlikte güçlüyüz! ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer v Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir v Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul v Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 v e-mail: mail@ydicagri.com v www.ydicagri.com v Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 v SAYI 103’ün İşçi Eki · Eylül 2006 v Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) v Yayın Türü: Yaygın Süreli Ağustos 2006 ✓ yeni kadın dünyası Duygu Asena’yı kaybettik... Y aklaşık iki yıldır beynindeki tümörün yolaçtığı hastalıkla mücadele eden Duygu Asena 30 Temmuz’da kaldırıldığı hastanede solunum durması nedeniyle 60 yaşında hayata veda etti. Türkiye’de kadın hakları mücadelesinin önemli bir ismi olan Duygu Asena, 19 Nisan 1946’da İstanbul’da doğdu. Kadıköy Özel Kız Kolejini ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Pedagoji Bölümünü bitirdikten sonra iki yıl pedagog olarak çalıştı. Gazeteciliğe 1972 yılında Hürriyet gazetesinde başlayan Asena bir çok gazetede yaptığı köşe yazarlığının yanısıra, “Kadınca”, “Onyedi”, “Ev Kadını”, “Bella Bayan”, “First” gibi dergilerin de yöneticiliğini yaptı. Yine o dönemde bir çok gazetede köşe yazarlığı, yöneticilik ve ropörtaj yazarlığı yaptı. Ayrıca “Umut Yarıda Kaldı”, “Yarın Cumartesi”, “Bay E” adlı üç filmde rol aldı. Duygu Asena, 1987 yılında yayınlanan ve bir yıl içerisinde 40 baskı yaparak satış rekorları kıran “Kadının Adı Yok” kitabı ile ünlendi. Kadının cinselliğinin yok sayıldığı bir dönemde, erkek egemen anlayışlara önemli bir darbe vurulduğu ve cinsellik konusunda tabuların yıkıldığı bu kitap, 1988 yılında ‘Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’ tarafından muzır bulunarak yasaklandı. İki yıllık dava sürecinden sonra kitap beraat ederek tekrar yayınlanmaya başlandı. “Kadının Adı Yok” adlı kitabının ardından, onun bir devamı niteliğinde olan “Aslında Aşk Da Yok” adlı kitabı 1989 yılında yayınlandı. Duygu Asena bu kitaplarının yanı sıra 2004’e kadar altı kitap daha yazdı. Bu kitaplar şunlardır: “Kahramanlar Hep Erkek” 1992, “Değişen Bir Şey Yok” 1994, “Aynada Aşk Vardı” 1997, “Aslında Özgürsün” 2001, “Aşk Gidiyorum Demez” 2003, “Paramparça” 2004. Duygu Asena’nın hayatını kaybetmesinin ertesinde burjuvazi korkunç bir ikiyüzlülükle Duygu Asena’nın arkasından methiyeler dizdi. Onun ne kadar “devrimci, kahraman, cesur, öncü” vs. olduğunu anlata anlata bitiremediler. Kısacası; Duygu Asena öldü, badem gözlü oldu! Kadınların ezilmesinde, aşağılanmasında, cinsel bir meta olarak alınır satılır olmasında çok önemli bir paya sahip olan burjuva kartel medyası ve bir bütün olarak burjuvazi, bir yandan erkek egemen barbarlığı her gün yeniden üretirken, bir yandan da kadın hakları konusunda ne kadar duyarlı olduklarını, ne büyük kadın Kadının kurtuluşu için özel bir kadın çalışmasına, özel bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Fakat bu mücadele toplumsal kurtuluş mücadelesinden bağımsız değildir. hakları savunucuları (!) olduklarını kanıtlamak için Duygu Asena’nın ölümünü tepe tepe kullandılar. Kadınların yasal düzeyde bile olsa hak alma mücadelesinin çoğunlukla karşısında duran Deniz Baykal gibi bir erkek şovenisti, “Görev artık bizim” diyerek, “Cumhuriyeti savunmak, kazanımlarını korumak, kadın hakkı ile kadınlarımızın özgürleşmesi mücadelesini artık Duygu’suz vereceğiz. Bu görevi yerine getirerek ‘Kadının Adı Yok’ çığlığını ‘İşte senin hayalindeki kadın’ aşamasına yükseltmek sorumluluklarımızdan biri olacaktır” (Milliyet 31 Temmuz 2006) lafları ile erkek şovenistliğini gizlemeye çalışıyor. Atıfta bulunduğu Cumhuriyetin biz kadınlar için ne anlama geldiğini çok iyi biliyoruz. Bu Cumhuriyet bütün tarihi boyunca Türkiye’de yaşayan tüm milliyetlerden ezilen kadın yığınları için, yoksayma, erkek egemenliği, yoksulluk, işsizlik, namus cinayetleri, gözaltında işkence, taciz ve tecavüz olmuştur. Bu anlamda burjuvazinin Duygu Asena’yı kadın hakları savunucusu olarak sahiplenmeleri erkek şovenisti yüzlerini gizlemekten başka bir anlama gelmiyor. Duygu Asena Türkiye’de kadın hakları açısından önemli bir yere sahiptir. Asena, yazdığı kitaplarla ve bu kitapların yaptığı baskılarla çok geniş bir kadın okuyucu kitlesine ulaş- mayı başararak kadınların bilinçlenmesinde sadece elit bir kesimi değil, önemli bir kadın kesimini de etkiledi. Bugün devrimci ve muhalif hareket içerisinde yer alan kadınların önemli bir kesimi Duygu Asena’nın eserlerinden etkilenmiş ve bunlardan bir çok şey öğrenmişlerdir. Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adlı kitabı ile yaptığı çıkış ve daha sonraki eserleri, erkek egemen burjuvazi tarafından olduğu gibi bir çok devrimci grup ve kişiler tarafından da “erkek düşmanlığı” olarak adlandırılıp reddedildiğini biliyoruz. “Ekmek kaç para? Sen onu söyle. Bırak kadın mücadelesini” (Birgül Akay’la yapılan bir söyleşiden. www. bianet.org) şeklindeki yaklaşımlarla kadın sorunu ve erkek egemen sisteme karşı mücadelenin küçümsenmesi, reddedilmesi gereken erkek egemen bir anlayıştır. Bu anlayış bugün de halen bir çok devrimci çevrede açık bir şekilde savunulmaya devam ediliyor. Kadının kurtuluşu için özel bir kadın çalışmasına özel bir kadın örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Fakat bu mücadele toplumsal kurtuluş mücadelesinden bağımsız değildir. Kadının kurtuluşu için de bir bütün olarak emperyalist kapitalist sisteme karşı sınıf mücadelesi verilmek zorundadır. Bu kadınların kurtuluşunu devrim ertesine bırakmak anlamına gelmez, tam tersine bugünden ezilen ve sömürülen işçi ve emekçi kadınlar içerisinde, çok ciddi bir çalışmanın yapılmak zorunda olduğu anlamına gelir. Biz, Duygu Asena’nın kadınlar üzerindeki cinsel baskıyı açığa çıkarması, bu alandaki tabuları yıkması erkek şovenisti anlayışlarla mücadelesine sahip çıkıyor ve bu mücadelenin bizim de mücadelemiz olduğunu düşünüyoruz. Fakat biz sadece bununla yetinmiyoruz. Biz bu mücadeleyi daha da ileriye götürerek, kadınların ezilmişliğinin kaynağı olan erkek egemen kapitalist sisteme karşı mücadele ile birleştiriyoruz. Bu noktada da Duygu Asena’dan önemli oranda ayrıldığımızı düşünüyoruz. Kadınların kurtuluşu için mücadele kapitalist sisteme karşı mücadele ile birliştirilmediği sürece, kadın hakları en iyi halde bizim ülkemize göre daha ileride olan emperyalist ülkerdeki kadın haklarından öteye gidemez. Kaldı ki bu hakların hiç bir garantisinin olmadığı ve olamayacağı bu ülkelerde yaşanan gelişmelerle ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle kadınların kurtuluşu için de devrim ve sosyalizm mücadelesi verilmek zorundadır. 31 Temmuz 2006 ✓ 11 yeni kadın dünyası 1 Eylül Dünya Barış Gününde Kadınlar barış için bir kez daha sokaklardaydı... 1 Siyonist İsrail Lübnan’dan defol! Eylül Dünya Barış Gününe yaklaştığımız şu günlerde dünyada savaş son hızı ile devam ediyor. Emperyalistler, dünya üzerindeki hakimiyetlerini garanti altına almak ve dünyanın kayıtsız koşulsuz hakimleri olduklarını göstermek için dünyayı kan deryasına çeviriyorlar. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin desteği ile Siyonist İsrail devletinin Ortadoğu’da yürüttüğü savaşta, bütün emperyalist savaşlarda olduğu gibi yine binlerce masum insan, atılan bombalarla katledildi. Katledilenlerin yarıya yakını çocuk. Milyonlarca insan evsiz yurtsuz bırakılarak göç yollarına düşürüldü. Emperyalist dünyanın efendileri kendi çıkarları sözkonusu olduğunda son derece acımasız ve pervasız davranabiliyorlar. Çünkü bugün işçi ve emekçilerin büyük bir kısmını yalan ve demagojilerle yanlarına almış durumdalar. Emperyalistlerin desteği ile Siyonist İsrail devletinin Ortadoğu’da uyguladığı barbarlığa, dünya çapında yükselen savaş karşıtı sesler yeterli olmuyor, onları durdurmaya yetmiyor. Fakat her şeye rağmen savaş karşıtı sesler bu haksız savaşı durdurmaya yetmese de yükselmeye devam ediyor. ABD emperyalizminin Irak’a saldırısına, daha sonra Siyonist İsrail devletinin Filistin’deki katliamlarına ve Lübnan’a saldırısına karşı İstanbul Kadın Platformu örgütleyebildiği oranda düzenli olarak sokağa çıkarak çeşitli eylemlilikler, basın açıklamaları örgütledi. Yaptığı eylemlerde en çok bu savaşta zarar görenler olarak kadın ve çocukların sesi olmaya çalıştı. Bizlerin de Çağrı gazetesinden kadınlar olarak içerisinde yer aldığımız ve eylemliliklerine düzenli olarak katıldığımız İstanbul Kadın Platformu 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla organize ettiği iki tane eylemden birisi, 29 Ağustos’ta saat 18.00’de İstanbul Kadıköy’de gerçekleştirildi. Yaklaşık yüz kadının katıldığı eylemde üzerinde savaş karşıtı sloganların yazılı olduğu, halkların kardeşliğinin ve Ortadoğu’daki kadınların yalnız olmadığını vurgulayan, barış isteyen çok çeşitli talepler taşındı. Sloganlar beyaz kağıt üzerinde eyleme katılan tüm kadınların üzerlerine tutturduğu ve bir zincir halinde sloganların atıldığı bir eylem olarak gerçekleştirildi. Bu eylem biçimi taleplerimizin açık bir şekilde görüldüğü, etraftımızda toplanan insanlar tarafından ilgi çeken bir eylem oldu. Yaklaşık 45 dakika süren eylemde; “1 Eylül Dünya Barış Gününde biz kadınlar yine sokaklardayız. Çünkü Ira k ’ta, Filistin’de, Lübnan’da, Türkiye’de, Ortadoğu’da savaş ve katliamlar halkları yok etmeye devam ediyor.” şeklinde başlayan basın açıklamasında, insanlığın gözleri önünde sürdürülen savaşlara dur demek için, ezilen halkların, kadınların yanında olduğumuzu, taraf ol- duğumuzu haykırma için sokaklardayız.” denildi. Açıklamanın devamında, özgürlük ve demokrasi yalanıyla emperyalistlerin ve İsrail’in kan gölüne çevirdiği Ortadoğu’da kadın, çoluk çocuk, binlerce insanın katledildiği, göç etmek zorunda bırakıldığı belirtilerek, bunu seyreden emperyalistlerin Birleşmiş Milletler’inin ise egemenlere hizmet etmekten başka bir işe yaramayacağını, bu nedenle Türkiye’den asker gönderilmesine, Ortadoğu’da yaratılmak istenen emperyalist bloğa ortak olma çabasına kadınların karşı durduğu dile getirildi. Savaşın kadınlar için ne demek olduğunun somut örneklerle bir kez daha dile getirildiği basın açıklamasında, Kürt halkına yönelik yürütülen savaş lanetlenerek, Kürt halkının demokratik taleplerinin kabul edilmesi talep edildi. Basın açıklamasının sonunda; “Biz kadınlar emperyalist çıkarlar uğruna halkların katledilmesine karşı güçlerimizi birleştirerek artık yeter diyoruz.” denildi. Basın açıklaması sık sık sloganlarla kesildi. Türkçe okunan basın açıklamasının ardından bir arkadaş basın açıklamasının içeriğini Kürtçe okudu. Basın açıklaması kadınların coşkusu ve zılgıtları eşliğinde sona erdi. 30 Ağustos 2006 ✓ “Operasyonlar durdurulsun, askerler geri çekilsin!” İ 12 srail’in Lübnan’a saldırısını fırsat bilen Türk devletinin, sınır ötesi operasyonlarına ve asker sevkiyatlarına hız verdiği bir dönemden geçiyoruz. Buna karşı yükselen tepkilerden biri de İstanbul Kadın Platformu bileşenlerinden geldi. Kürt halkının demokratik taleplerinin yerine getirilmesi, Irak sınırına yapılan asker yığınağının durdurulması ve sınırdaki askerlerin geri çekilmesi talepleri ile biraraya gelen çeşitli örgütlerden yaklaşık 50 kadın, Harbiye Orduevi önünde 6 Ağustos Pazar günü bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamasını okuyan arkadaş, ezilenlerden, insan haklarından, barıştan yana kadınlar olarak şiddet, baskıcı ve ayrımcı militarist güçlerin savaş çığlıkları attıkları bir dönemde bir kez daha savaşa karşı sesi yükseltmek için bir araya gelindiğini belirtti. İsrail’in Lübnan saldırısını fırsat bilen MGK ve AKP hükümetinin sınır ötesi operasyonları gündeme getirerek yeni bir şiddet ortamı yaratmaya çalıştığı vurgulandı. Savaş çığırtkanlığını büyük medya kalemşörlerinin de yaptığını, bir yandan sözümona İsrail’in Lübnan’a saldırılarını kınarlarken, diğer yandan “neden Kuzey Irak’a girilmediği, neden askerlerimizin intikamının alınmadığı” şeklinde savaş kışkırtıcılığı yaptıkları dile getirildi. Aynı şekilde hükümetin de Kürt halkının haklı taleplerine cevap olarak intikam ve savaş naraları attığı belirtildi. Askerin sivil yönetim üzerindeki etkisinin kadınlar olarak çok iyi bilindiğini, yürütülen savaşta binlerce insanın öldürüldüğü, tutuklandığı, işkence gördüğü, gözaltında kaybe- dildiği ve faili meçhul cinayetlere kurban gittiği belirtildikten sonra Kürt kadınlarının da savaşta en acımasız muameleye maruz kaldıkları vurgulandı. Bu savaş ile Türkiye’deki militarizasyonun daha da tırmandırıldığı, bunun kendisini kadınlar üzerinde namus cinayetleri vs. olarak ortaya koyduğu savunuldu. Son dönemde tırmandırılan savaş ortamını fırsat bilerek çıkarılan Terörle Mücadele Yasası’nın muhalif güçleri bastırmaya yönelik olduğu, salt etnik kimliğinden dolayı her gün Kürt kökenli insanların sokak ortasında kimlik kontrolüne tabi tutula- rak dövüldükleri ve yer yer gözaltına alındıkları ifade edildi. Basın açık lamasının sonunda “Türk devletinin insan haklarını hiçe sayan baskıcı ve anti demokratik politikasına, yükseltilen şovenizm ve milliyetçiliğe ve Türk ve Kürt halklarının karşı karşıya getirme çabalarını şiddetle protesto ediyor ve artık yeter diyoruz”. denilerek, kadınlar olarak Kürt halkının haklı talepleri için mücadeleye devam edileceği vurgulandı. Basın açıklamasında üzerinde “Operasyonlara son, kadınlar savaş istemiyor” yazılı bir pankart ve çok sayıda öldürülmüş ve cesetleri parçalanmış gerilla ve Kürt insanlarının resimlerinin bulunduğu dövizler taşındı. Basın açıklamasına katılım pek yüksek olmasa da polisin yaptığı yığınak dikkat çekiyordu. Yedi tane büyük Çevik Kuvvet otobüsü sadece sayabildiklerimizdi. Eylem, okunan basın açıklaması ve halkların kardeşliği, kadın dayanışmasının vurgulandığı sloganlarla sona erdirildi. Ağustos 2006 ✓ halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN T Türk şovenizmine hayır! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! ürkiye Cumhuriyeti devletinin resmi sınırları içinde yaşayan insanların önemli kesimi Türk ulusuna mensup değil. Fakat devletin resmi ideolojisi, bu devletin resmi sınırları içinde yaşayanların tümünü –gayri müslimler dışındakileri– Türk olarak tanımlamaktadır. Resmi görüşe göre Türkiye’de Türk ulusundan başka ulus ve ulusal azınlık yoktur. Bu düşünceyi CHP Genel Başkanı Deniz Baykal 12 Ağustos’ta Maraş’ta yaptığı bir konuşmada şöyle ortaya koydu: “Hepimiz Türk milletinin birer parçasıyız. Bununla iftihar ediyoruz. Ayrı düşmenin yararı yok. Böleceksiniz de ne olacak. Birilerinin satranç tahtasında ve enerji haritasında piyon ve oyuncak olacaksın. Türkiye’de azınlıkmazınlık yok, hepimiz bir ve beraberiz.” (Milliyet.com.tr, 12 Ağustos 2006) Eh, azınlık-mazınlık yoksa, kimseye, şu ya da bu ulusa ya da ulusal azınlığa bir hak istemek de sözkonusu olmaz! Ben Kürdüm, Lazım, Çerkezim, Arabım, Ermeniyim, Romanım vb. deyip anadilde eğitim hakkı ya da başka bir hak mı istersiniz? Bölücüsünüzdür! Kökünüz dışardadır! Kökeniniz cumhuriyetin ömründen çok daha uzun geçmişe “Bu benim de meselem” 1 Temmuz 2006 tarihli gazetelerin sayfalarında bu başlıkla bir haber yayınlandı. Sözkonusu habere göre aralarında akademisyen, yazar, gazeteci, hukukçu ve sivil toplum örgütü başkanlarının bulunduğu 38 “aydın” ağırlıklı olarak “Kürt sorununa” dikkat çeken bir bildiri yayınlamıştı. Habere, 14 maddelik sözkonusu açıklama da eklenmişti. Evet, son birkaç yıldır “aydınların” benzeri açıklamalarına sık sık tanık oluyoruz. Sözkonusu açıklamalar, doğal olarak açıklamayı yapanların siyasi yaklaşımlarını, niteliklerini de göstermektedir. Bu da her açıklamayı kendi başına ele almanın doğru olacağını, genel bir “aydınların açıklaması” diye hepsini bir kefeye koymamak gerektiğini göstermektedir. Yine sözkonusu açıklamayı değerlendirmenin, şu ya da bu “aydını” değerlendirmek anlamına gelmediğini de bilince çıkarmak gerekiyor. Sözkonusu açıklamanın içeriğine bakıldığında, liberal demokrat diye tanımlanabilecek bir tavır sergilenmektedir. İçinde yaşadığımız toplumda, ezen ve ezilen sınıfların varlığı, somut ağırlıklı olarak tavır takınılan “Kürt sorununda” da ezen ve ezilen ulusların sözkonusu olduğu gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Ezen ve ezilenlerin aynı gemide olduğunu savunmaları tavrı, sınıflarüstü görünen ama gerçekte burjuva siyasetin savunuculuğunu yaptıklarını göstermektedir. İmzası bulunan “aydınlar” sözkonusu açıklamada şunları söylemektedirler: “Hepimiz aynı gemideyiz, kadınlar, erkekler, Kürtler, Türkler, Aleviler, göçle gelenler, işsizler, gelecekten korkan gençler, büyük şehirlerin varoşlarında hakça bir yaşam kurmaya çalışanlar, azınlıklar, şiddet mağdurları ve bilmeden şiddeti besleyenler… Hepimiz aynı seferde yolcuyuz, yol arkadaşıyız birbirimize… Bunu bilsek de bilmesek de.” (Milliyet) Ezen ezilen, zengin yoksul vb. arasındaki farklılıkları, çelişkileri yok gösteren bu tavır, öne sürülen taleplere de temel teşkil etmektedir. Ne hepimiz aynı gemideyiz, ne de aynı seferde yolcuyuz. Ezenlerle, sömürenlerle yol arkadaşı ise hiç değiliz. Mutlaka aynı gemide yol alınma durumu varsa, o zaman da birinci sınıf mevki ile ikinci sınıf mevki arasında fark vardır, üsttekilerle alttakiler vardır. Sözkonusu tavır şiddete maruz kalanlarla “bilmeden” şiddeti besleyenlere seslenmekte ama kadınlara, azınlıklara, işçilere, somut tavır bağlamında ise Kürtlere bilerek şiddet uygulayanların varlığını es geçmektedir. Eğer hepimiz aynı gemideysek, bu memlekette şiddet tekelini elinde tutmakta olan bir devlet iktidarı da vardır. “Kürt sorunu”nda “insani boyut” gözönüne alınacaksa eğer, en başta bu devlet iktidarının şiddetine karşı tavır takınılmak zorundadır. Kendilerini “aydın” diye görüp gösterenlerin ise bu olguyu kitlelerin bilincine çıkarma görevi vardır. Sorunun bu yanına bakıldığında sözkonusu açıklamanın tutarlı demokratik bir içeriğe bile sahip olmadığını tespit etmek zorundayız. “Kemalist-dinci, Türk-Kürt gibi kategoriler etrafından kutuplaşmış bir Türkiye istemiyoruz.” (aynı yerden) dediklerinde dileklerini ifade ediyorlar. Bu kategoriler ama olgu- dayansa bile… Eskiden Doğu Bloku vardı ve “Komünistler Moskova’ya” denirdi. Şimdilerde öyle bir şey de yok ki, oraya gönderilesiniz… Bu kovmanın şimdiki sloganı ise “ya sev, ya terk et”tir! Siz de neyi sevip neyi terk etmek, ya da bir yeri terk ederken nereye gideceğinizi düşünmek zorunda bırakılırsınız. Bu anlattıklarımız, bu coğrafyada yaşananların birkaç cümleyle ifadesidir sadece. Gerçek yaşam daha da kötü. Türkiye’de değişik ulus ve milliyetler arasında ayrımcılık yapıldığını söyleyenler gerçekte yanılıyordur. Hayır, Türkiye’de devlet ayrım- cılık yapmıyor, inkar ediyor. Kürt ulusunun ve onlarca ulusal azınlığın ulusal kimliğini inkar üzerine kurulmuştur bu cumhuriyet. Gayri müslimleri –somutta Rum, Ermeni, Yahudileri– dini azınlık olarak kabul etmiştir. Onlara da esas olarak ulusal haklar tanımıyor. Süryanileri dini azınlık olarak bile kabul etmiyor. Var olmayanlar arasında da ayrımcılık yapmak mümkün değil. Nasıl olsa hepimiz Türk değil miyiz? Anayasa’da bu böyle ifade edilmemiş mi? Edilmiştir elbet… Belgelidir de bu. Sorun da burdan kaynaklanıyor. dur. Türk ve Kürt “kategorileri” etrafında kutuplaşmaya karşı olanların, her iki kesimin eşitliğini ve özgürlüğünü savunmaları gerekir. “Kemalist ile dinci” arasında iktidar dalaşı var. Türk ulusu Kürt ulusunu ezen bir ulus. Ezen ile ezilen arasında kutuplaşma kaçınılmazdır. Tıpkı işçi ile patron arasındaki kutuplaşma gibi… Bu “aydınlarımızın” sözkonusu açıklamayı yapmasını gerektiren ortam ve neden ise şöyledir: “Ortadoğu ve dünyadaki son hadiseler, hem yeni gelişmelere hem yeni sorunlara gebe. Bu tarihsel dönemeçte, kendi dinamikleriyle sorunlarını çözebilen, demokrasi ve özgürlükleri geliştirerek sosyal barış ve adaleti gerçekleştirecek ülkeler güç kazanacaklar.” (aynı yerden) Sözkonusu talepler bu açıklamadan sonra sıralanmaktadır. Yani açıklamanın temel güdüsü Türkiye’nin “Kürt sorununu” kendi dinamikleriyle çözmesinin, “sosyal barış ve adaleti” gerçekleştirmesinin Türkiye’nin yararına olduğu ve TC’nin güç kazanacağı düşüncesidir. Küreselleşme düşüncesinin bu yansıması, sömürü sisteminin varlığını sürdürdüğü koşullarda “sosyal barışın” ve “adaletin” sağlanamayacağı gerçeğinin üzerini örtmekte ve kitleleri sisteme bağlamaya hizmet etmektedir. Ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin olduğu sömürücü toplumsal sistemde “sosyal barışı” isteyenler, ezenlerden, sömürenlerden yanadır. Ezen ulus ve ezilen ulus ve milliyetlerin olduğu toplumlarda da ezen uluslardan yanadırlar. Bu yüzden de ezilenlerin, sömürülenlerin bu tür “sosyal barış ve adalet” masallarını ellerinin tersiyle itmeleri doğru olanıdır. Sözkonusu açıklamada dile getirilen 14 talep içinde demokratik kimi halklar talep edilmektedir. Bu bağlamda sözkonusu taleplerin, örneğin ana dilin eğitimde kullanılması, ya da “Kürt sorununun çözümünün çok aktörlü” olacağı vb. talep ve tespitler kendi başına ele alındığında yanlış olmayan tespitlerdir. Özetle söylenirse, sözkonusu açıklama liberal demokrat bir siyasi içeriğe sahip olan, gerçekte burjuvazinin siyasetini savunan sınıflarüstü bir yaklaşımın ortaya konduğu; uzlaşmaz çelişkilerin uzlaştırılmaya çalışıldığı; kimi demokratik taleplerin dile getirildiği; devletin silahlı bir güç ve örgüt olduğu ve şiddet tekelini elinde tutmaya çalıştığı olgusu ile pratikte katliamlara kadar varan devlet terörü olgusunun gözardı edildiği, ezilenlere, silaha, şiddete başvurmamayı, kısacası köleliği öneren bir açıklamadır. Tüm bunlara rağmen ama bu açıklamada bir doğru dile getirilmektedir: “Bu benim de meselemdir!” Kimi gazeteler bunu çoğul olarak kullandı. Yani, bu bizim de meselemizdir! Açık lamanın çıkış noktasının yanlışlığı ve taleplerin yetersizliği, Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin “Kürt sorunu” bağlamında “BU BENİM DE MESELEM” diyerek soruna sahip çıkmasıyla aşılabilir. Gerçekten de bu mesele, yani Kürt ulusal sorunu bizim de meselemizdir. Türk devleti Güney Kürdistan’a, yanıbaşımızda Kürtlere saldırdığında, biz Türkiyeli işçilere, emekçilere düşen de zamdır, zulümdür, savaştır, kan ve ölümdür… Hangi ulus ve milliyetten olursak olalım, biz işçilerin, emekçilerin düşmanı da birdir. O zaman, ortak düşmana karşı sınıf kardeşlerimizle birlikte olmak ve birlikte mücadele vermek için kendi meselemize sahip çıkalım! İşçilerin, emekçilerin sömürü sisteminden kurtuluşu kendi ellerindedir. Sosyal barış adına sömürü sisteminin savunucularına bizim adımıza konuşmalarına izin vermeyelim! 13 halkların kardeşliği için Türk şovenizmi her şeyden önce kaynağını bu devletin yasalarından almaktadır. Yani belgeli ve resmi şovenizm yapılıyor bu coğrafyada. Şu ya da bu partinin, ya da taraftarın, milliyetçiliğinden, şovenizminden önce devletin şoven siyasetine karşı mücadele etmek gerekiyor. Son dönemde bu coğrafyada yaşananlar da, Türk şovenizminin kitlelerin beynini iyice zehirlediğini açıkça ortaya koymaktadır. Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de hakim sınıf lar arasında yoğun ve şiddetli bir iktidar dalaşı sürüyor. Bu dalaşta her yol mübahtır. Çetecilik, rüşvetçilik, yağmacılık… tehdit, balans ayarı, takiyye… vb. vb. Bu bağlamda iktidar dalaşında egemenler birleşmiyor. Deyim yerinde ise birbirlerini yemeye çalışıyorlar. Ama sözkonusu olan ulusal sorun olunca hepsi birleşebiliyor. Aynı kaynaktan beslendiklerini sergiliyorlar hemen. İktidarı elinde tutan Kemalist kesim ile AKP hükümeti arasındaki dalaşta, Kürtlere karşı tavır sözkonusu olduğunda, AKP’nin akordu ayarlandı ve koroda bozuk seslere son verildi. Gerçekte iktidar dalaşı içinde olanlar, Kürtlere karşı birlikte seferberlik türküleri söylemektedir. Kuşkusuz ki bu tavır sadece Kürtlere karşı değildir. Somut olarak Ermenilere karşı da aynı koro sahnede ve aynı seferberlik türküleri dillerde… Yarın öbür gün, başka bir ulusal azınlık hakları için sesini yükseltsin, onlara karşı da yeteneklerini sergilemekten geri kalmayacaklardır. TÜRK ŞOVENİZMİNİN KİMİ GÜNCEL GÖRÜNTÜLERİ… 14 Egemenlerin kendi aralarındaki dalaşta, özellikle kemalist kesimin, öncelikle de ordunun Kürtlere karşı savaşı kızıştırıp AKP hükümetini zayıflatmaya çalıştığını değişik yazılarımızda ortaya koyduk. AKP hükümetinin “teröre karşı mücadele” adına Kürtlere karşı tavırda balans ayarı yapıldığını da gördük. Bunun andaki sonucu Kuzey Kürdistan’da ilan edilmemiş bir savaşın ve resmen adı konmamış bir OHAL’in yaşanmasıdır. Öyle bir ortamdayız ki, 1990’lı yılların başlarında yaşanan savaş yeniden yaşanıyor sanki… Bir şehirden diğerine giderken kimlik kontrolleri yine uygulamada. Köylerin boşaltılması, dağların bombalanması, ormanların yakılması yine yaşanıyor. Ama bu savaş yine de 1990’lı yılların başındaki savaşın aynısı değil. 1990’lı yılların başında Kürt halkı serhildan gerçekleştiriyor, devlet güçleriyle çatışıyordu, en temel hakları için. Bugün ise Kürt halkı kimi demokratik hakları için mücadele etse de barış istiyor. Saldıran, savaşı kızıştıran yine Türk devleti, ordusu, kolluk gücü. Türk devleti yine “sınırötesi harekât” planlarını tartışıyor. ABD izin verse, dünden Güney Kürdistan’a saldırırdı. Güney Kürdistan’a askeri bir müdahaleyi haklı çıkarmak için yoğun biçimde savaş propagandası yapıyor. Çatışmalarda ölen askerin ölüsü üzerinde “şehit cenazesi” gösterileriyle Türk halkını Kürtlere karşı kışkırtıyor. Ve belli ölçüde başarılı da oluyor. Bu kışkırtmada Türk devleti çatışmaların yoğun olduğu 1990’lı yıllarda bile bu kadar başarılı olamamıştı. Devleti ve yasaları arkalarına alan kimi faşist güruhlar başta olmak üzere, Türk şovenizminin ağusuyla zehirlenen kimileri Kürtlere saldırmakta, linç eylemleri gerçekleştirmektedirler. Kürt olduğundan dolayı kimi insanlar, son dönemde İzmir’de olduğu gibi kovulmaya maruz kalmaktadırlar. Devlet sadece böylesi saldırılara temel yaratmakla, sivil faşist güçleri devreye sokmakla kalmıyor. “Teröre karşı mücadele” adına barbarlıkta sınır tanımıyor. Çatışmalarda öldürülenlerin cesetlerinin ailelerine verilmemesinden, çatışmalarda kimyasal silah kullanmaya “yargısız” infazlara, ölüleri yakmalara, cesetlerin üzerinde zafer pozları vererek resim çekmelere, burun ve kulak kesmelere kadar her şey yapılıyor. Böylesi bir ortamda emekli ordu mensupları da kendilerinin ne kadar başarılı bir Türk ordusu mensubu olduğunu anlatma cesaretini kendinde bulup icraatlarını itiraf edebiliyor. Emekli Korgeneral Altay Tokat Şemdinli olaylarına atıfta bulunarak: “Benim zamanımda ben de bomba attırdım. Bir, iki kritik noktaya. Boş yerlerdi! Meselem mesaj vermek. Batıdan gelen memurlar, hakimler işin ciddiyetini anlamıyor. Çok koordineli ve iyi çalıştık.” tespitini yapıyor, bu arada Şemdinli’deki bombacıları, yani “iyi çocuk”ları da “beceriksizce iş yapmışlar” diye eleştirip, bu eylemin arkasındaki gücün kim olduğu konusunda da bilgi veriyordu. Tokat’ın bu tavrı açık itiraf olduğundan orduyu rahatsız etti ki, hakkında soruşturma açıldığı haberi medyaya yansıdı. İHD kayıtlarına göre Altay Tokat’ın Asayiş Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı 1995-97 yılları arasında aydınlatılmayı bekleyen 383 faili (belli) meçhul cinayet, yargısız infaz, 125 kayıp olayı yaşanmıştır. Tokat, 18 Temmuz 1989 tarihinde Hakkari’nin Yoncalı Köyü’nde üç köylünün öldürülmesinden sonra cesetlerinin yakılması emrini de vermiştir. Mahkeme dosyasını rafa kaldırmıştır. Bu örnekler Türkiye’de şovenizmin, kafatasçılığa nasıl büründüğünün ve kafatasçıların barbarlıklarının onların övünç kaynağı olduğunu da göstermektedir. Ülkede Özgür Gündem gazetesinin son dönemde yayınladığı resimlerden de görüleceği gibi, beyinleri şovenizmle, ırkçılıkla biçimlenenlerin, öldürülen insanların kulağını, burnunu kesip, cesetlerin üzerine çıkıp zafer işaretleri yaparak resim çektirmeleri ve bu resimleri albümlerine yapıştırmaları gibi barbarlıklar da Kürt ulusuna karşı yürütülen savaşın doğal bir sonucu oluyor. Sözkonusu resimler bir vahşetin belgeleri, görüntüleri. Bu görüntüler kelimelerle anlatılamayacak barbarlığın görüntüleri. Ve bunlar yaşananların sadece birkaç görüntüsü. Gerçek vahşet ve barbarlık aslında daha da büyük. Ülkede Özgür Gündem’in bu resimleri yayınlaması aslında kitlelerin, devletin bu uygulamalarına karşı en azından “bu kadar da olmaz” diyerek sesini yükseltmesine yol açması gerekirken, kitleler işlenen bu barbarlığa karşı hiç bir önemli tepki vermedi… Devlet yetkilileri ise, Ülkede Özgür Gündem’i 15 günlük kapatma cezası ile ödüllendirdi –itirazdan sonra kararı geri alsalar da. Ülkede Özgür Gündem, Cumhurbaşkanı Sezer’in Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı itiraz sayesinde “Terörle Mücadele Yasası”ndan şimdilik kurtuldu. Adana’da 15 yaşındaki iki genç ama bu yasanın polise tanıdığı silah kullanma yetkisinden kurtulamadı. “Dur” ihtarı bile yapılmadan kurşunlandılar. Suçları mı? Bildiri dağıttıkları ve “15 Ağustos kutlamasına” katıldıkları iddiası var… Bu satırlar yazılırken internette, başından kurşun yiyen ve dört gündür komada olan Fevzi Abik’in ölüm haberi ajanslara geçili- yordu. Sokakta infaz yasası ilk kurbanını almıştı… Kısacası savaşın yeniden kızıştığı ve Güney Kürdistan’a askeri müdahale hesap ve planları yapıldığı bir süreci yaşıyoruz. Türkiye’de çokça kullanıldığı gibi devlet topyekün saldırıda. Özellikle Türk ulusundan işçiler, emekçiler de bu savaşın destekçileri, ortağı yapılmaya çalışılmaktadır. Biz Türkiyeli, başta Türk ulusundan işçilerin, emekçilerin asli görevlerimizden biri, Türk şovenizminin yaygınlaştırılmasına, Kürt ulusu ve ulusal azınlıklar üzerindeki ulusal baskıya, zulme karşı sesimizi yükseltmemizdir. “Kendi” egemenlerimize “biz sizin savaşınızda yokuz”, “düşmanımız diğer ulus ve milliyetlerden insanlar değil, sömürücülerimiz, egemenlerimiz, yani sizsiniz” diyerek karşı çıkmamızdır. “Biliyoruz ki ‘başka halkları ezen bir halk özgür olamaz’! Kürt ulusunun nasıl yaşayacağına kendisinin özgürce karar vermesinden, tüm ulusal azınlıklara tam hak eşitliğinden yanayız” diyebilmemizdir görevimiz. K a h rol su n Tü rk ş oven i z m i! Halkların kardeşliği için tek yol devrim! vb. şiarlar proletarya enternasyonalizminin savunuculuğunda haykırmamız ve bize yol göstermesi gereken şiarlar olmalıdır. Bimre koletî, bijî azadî! Ji bo biratîya gelan tek rê şoreşe! 16 Ağustos 2006 ✓ Özgür Gündem‘e kapatma cezası muhalif basını susturma cezasıdır! İ stanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 04.08.2006 tarihinde 12. Ağır Ceza Mahkemesinde yaptığı görüşme sonucu 5532 sayılı Basın Kanunu ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6. Maddesi uyarınca Ülkede Özgür Gündem gazetesinin “terör örgütünün propagandasını içeren yayınlar yaptığını” ileri sürerek hakkında 15 gün süreyle kapatma kararı verdi. Bu kararın yeni TMY’nin bir ürünü olduğu ve aslında Genelkurmayın bunu çok önceden planladığı gözler önündeydi. Bunun basın ve düşünce özgürlüğüne karşı yapılan büyük bir darbe olduğu, bu yolla gazete okurlarının haber alma özgürlüğünün elinden alındığını, bu uygulamanın son derece yanlış bir uygulama olduğunu birçok parti ve yayın organı dile getirdi ve protesto etti. Karar daha sonra Cumhurbaşkanının yasaya itiraz etmesi sonucunda düşürüldü. Geçmiş yıllardan da bilindiği gibi basına yönelik bu saldırıların en yaygın biçimi olan sansür, para cezaları, kapatmalar, tutuklamalar ve gazetecilerin öldürülmelerine kadar varan faşist uygulamalar dün olduğu gibi bugün de geçerliliğini koruyor. Onlar demokratikleşme yolunda gidiyoruz safsatalarıyla bas bas bağırsalar da görüyoruz ki gerici zihniyetlerinden hiç birşey kaybetmemişler. Amaçları tüm Kürt, Türk vd. halkların bilinçlenmesini engellemek, onları apolitize etmek ve yönetmektir. Özgür Gündem gazetesine yapılan bu uygulama özellikle Kürt halkını bölgedeki gelişen olaylardan soyutlamak, onların haber alma özgürlüğüne ve kendi politikalarını savunma özgürlüğüne karşı uygulanan gerici bir karardır. Aslında tüm muhalif basına yönelik olan bu ve benzeri kararları tüm yönleriyle kınamalı ve bu yasakçı zihniyetin işçi ve emekçilerin birlikte mücadelesiyle yok edileceğini bir kez daha belirtmek gerekir. Bir YDİ Çağrı Okuru, Ağustos 2006 ✓ yaşam temellerini koruma mücadelesi Nükleer santral karşıtları “Çernobil’i unutma, Akkuyu’ya sahip çık!” şiarı ile yine Akkuyu’daydı! 5 7. hükümet döneminde Nükleer Santral karşıtlarının da mücadelesi sonucu rafa kaldırılan Nükleer santral projesi, AKP hükümeti tarafından “enerji krizi”nin çözümü olarak tekrar gündeme getirilmesi ile birlikte Nükleer Santral karşıtları da tekrar harekete geçti. Nü k leer k a rşıt la r ı Sinop’ta n sonra 5- 6 Agustos’ta Akkuyu’da da, Nükleer santrallere geçit vermeyeceklerini haykırdılar. 5 Ağustos’ta Taşucu Belediyesi Festival alanında bir araya gelen yaklaşık 250 kişinin katılımı ile, Prof Dr. Tolga Yarman (Nükleer Mühendis) ve Kemal Ulusaler’in (Elektrik Mü hend i sler i Od a sı Genel Başkanı) konuşmacı olarak katıldığı bir konferans gerçekleştirildi. Konferansa başlamadan önce Haçova Kültür Merkezi müzik grubu; Aşık Mahzuni, Nazım Hikmet, Kazım Koyuncu’dan okudukları parçalarla oradaki kitleye güzel dakikalar yaşattı. Konferansın Konusu: 1-) Akkuyu’da teknik nedenlerle nükleer santral niçin kurulamaz? 2-) Türkiye’de nükleer enerji üretimi teknik bir zorunluluk mu, yoksa siyasi bir tercih mi? 3-) Nükleer santrallerden dünya neden vazgeçiyor? Akkuyu’da Nükleer santralin neden kurulamayacağını Prof Dr. Tolga Yarman şöyle anlattı; bu santralin soğutulması için Akdeniz’in suyunun oldukça sıcak olduğunu ve ece fay hattının Akkuyu’nun yakınından geçtiği için deprem riski çok büyük olduğundan dolayı Akkuyu’da bu santrali kuramayacaklarını söyledi. Nükleer enerjinin teknik bir zorunlulukmuş gibi gösterilmesinin de bir aldatmaca olduğunu anlatan Yarman, aslında bunun birilerinin cebini doldurmak için siyasi bir tercih olduğunun altını çizdi. Bugün dünyanın Nükleer santrallerden vazgeçmeye başladığı günümüzde bunun başka anlamı da yoktur. Kemal Ulusaler de konuşmasında, hem geçmiş hükümetlerin hem de AKP hükümetinin geçmişten bu yana yanlışlarına değindi. 1 Temmuz’dan itibaren Türkiye’nin büyük bir bölümü 5 saate yakın karanlıkta kaldı. Bu oyunlar geçmişte de dayatıldı. Ve bize gördüğünüz gibi karanlıkta kalıyoruz enerjiye ihtiyacımız var diyerek Nükleer santralleri dayatıyorlardı. Bugün de aynısı yapılıyor. O dönem büyük mücadele sonucu bu santralleri kuramayanlar, daha sonra fahiş fiyatlarla doğal gaz alarak bunun bedelini de bize ödetiyorlar, diyen Ulusaler; 35 yıldır karanlıkta kalma senaryoları ile kamuoyuna söylenen yalanlara rağmen ülkenin karanlıkta kalmadığını, bundan sonra da kalmayacağını söyledi. Nükleer Santral için hükümetin öne sürdüğü hiçbir argümanın doğru olmadığını belirten Ulusaler; rüzgar, güneş, jeotermal, biyogaz, hidrojen vs. gibi yenilenebilir enerji kaynağı açısından ülkemizin son derece şanslı olduğunu, bu alanlardan elde edilecek enerjinin Nükleer santraller ile kıyasladığımızda daha ucuz ve doğayla uyum içinde olacağını belirtti. Enerji tasarrufu açısından da ciddi bir çalışma ve organizasyon eksikliği var. Ayrıca yine resmi rakamlara göre elektrik dağıtım şebekelerindeki kayıp-kaçak oranı %20’leri bulmaktadır. Nükleer santraller için harcanan paranın nerdeyse yarısı ile bu kaçaklar önlenebilir. Bu temelde elde edilecek enerji, nükleer santrallerden elde edilecek enerjiden daha fazla olacaktır. 6 Ağustos sabahı erken saatte Mersin ve Adana’dan otobüsler ile Akkuyu’ya hareket ettik. Saat 11.00 gibi Akkuyu’ya vardığımızda, ev sahipliğini Mersin NÜKLEER KARŞITI PLATFORM’un yaptığı Akkuyu’daki mitinge, Samsun, Sinop, Ordu, Antalya, İstanbul, Ankara’dan da nükleer karşıtları gelmişti. Miting ana yoldan köy meydanına doğru yürüyüşle başladı. Mitinge Çernobil kazasından dolayı sakat doğan iki çocuk da katılmıştı. Bu engelliler ile beraber; “Engelli Olmama Neden Çernobil” “8,5 Milyon Engelli yetmedi mi?” “Çernobil Binlerce Sakat Doğum” pankartları taşınıyordu. Mitingin temel sloganı “ Nükleere İnat Yaşasın Hayat!” dı. B i z Y Dİ Ç AĞ R I o l a r a k Akkuyu’daki eyleme “Kapitalizm Doğanın ve İnsanlığın Düşmanıdır!” “Nükleer Sahtekarlığına Kanma!” “Susma Haykır Durma Örgütlen Mücadele Et!” pankartlarımızla katılarak yürüdük. Miting alanında dergimizin çeşitli eski sayılarından yaklaşık 100 adet dağıttık. Bizim bu ey- lemde en önemli eksikliğimiz bir bildiri hazırlayıp buraya götürmememizdi. Köy meydanındaki miting alanına Kazı m Koy uncu’nun “Şair Ceketli Çocuk Seni Unutmayacağız” yazılı elle çizilmiş dev bir posteri asılmıştı. Köylülerle de Nükleer santral üzerine konuşt u k . Konu şt uğ u mu z köylüler, Nükleer santrale karşı olduklarını söylediler. Köylüler bize buranın belediye başkanının AKP’li olduğunu, önceleri Nükleer santrale karşı olan bu başkanın şimdi santralin kurulmasından yana olduğu için köylü üzerinde baskı uyguladığını belirttiler. Köylüler bize eğer bir referandum olsa burada kesinlikle hayır oylarının fazla olacağını belirttiler. KESK, SES, TMMOB genel başkanlarının da konuşmacı olarak katıldığı mitingde; Siyonist İsrail devletinin ve ABD emperyalizminin, Filistin ve Lübnan’daki katliamları da kınandı. Küresel saldırıya karşı küresel direnişin seslendirildiği mitingde hep bir ağızdan; “Hepimiz birer Iraklıyız, Filistinliyiz, Lübnanlıyız” “ Her yer Filistin, hepimiz Filistinliyiz” diye haykıran kitle bu katliama karşı tepkisini gösterdi. Mitingi düzenleyen platformda, ANAP,CHP ve SHP de vardı. Özellikle kendi hükümetleri döneminde en azılı Nükleer santral savunucuları olanların bugün böyle bir platform içinde yer almaları sahtekarlıktan başka bir şey değil. Bu eylem doğanın korunması konusunda verdiği bilinç açısından olumlu olmasına rağmen, bir bütün olarak doğanın da katlinin sorumlusunun kapitalizm olduğunu merkeze koymayan reformist bir eylemdi. M i t i n g d e , Ye n i T ü r k ü v e Bulutsuzluk Özlemi de sahne aldı. Saat 15.00 de artık mitingin bitmesiyle birlikte diğer şehirlerden gelenler mitingi terk ettiler. Kitlenin bu grupları saat 17.00 ye kadar sıcak altında beklemek zorunda kalması önemli bir eksiklikti. İlk sahne alan Grup Bulutsuzluk Özlemi, özellikle gençleri coşturdu. Yeni Türkü yalnız iki parça söyleyebildi. Eylem herhangi bir olay olmadan sessizce sona erdi. Adana/Mersin YDİ ÇAĞRI 14 Ağustos 2006 ✓ 15 yaşam temellerini koruma mücadelesi Orman Yangınları Giderek Artıyor Fosil Yakıtların Kullanıldığı Enerji Türlerine Hayır! T ürkiye’de üretilen elektrik üretiminin çok önemli bir bölümü, (%77.5) fosil yakıtların kullanımına dayanmaktadır. Fosil yakıtlar (petrol, kömür, doğal gaz vb.) çeşitli gazlar içermekte, bu yakıtların işlenmesi sırasında, açığa çıkan zehirli gazlar atmosfere karışmaktadır. Özellikle karbondioksit gazının, çevreye zararlı olduğu, sera efektinin oluşmasında önemli bir etkisinin olduğu, bilimsel olarak ispatlanmıştır. Türkiye’de fosil yakıtların kullanımının elektrik üretimindeki payları şöyledir: %54.2’dir. Özel sermayenin elektrik üretimindeki payı, kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak giderek artacaktır. *** Türkiye’de, enerji üretiminin temelinde, büyük oranda çevreye, topluma zararlı fosil yakıtların kullanımı durmaktadır. Sermayenin, devletin enerji üretiminde çıkış noktası, çevre ile uyumlu, toplum sağlığına zarar vermeyen enerji türleri değildir. Onlar için tek koşul vardır: Daha fazla kâr elde etmek! Termik Kaynaklardan Üretim A 16 ğustos ayı içinde Akdeniz, Ege bölgelerinde çıkan orman yangınlarında, binlerce hektar orman alanı kül oldu. Sadece Antalya’nın Kaş ilçesinde çıkan orman yangını günlerce sürdü. Orman Genel Müdürü Osman Kahveci, “2006 yılında 1570 adet orman yangının çıktığını, yaklaşık 4 bin hektar orman alanın yok olduğunu” (28 Ağustos, Evrensel) açıkladı. Orman Genel Müdürlüğü Yangın Harekat Merkezi’nin verilerine göre; son 10 yılda çıkan orman yangınlarında 9 bin 40 hektar orman alanı yok olmuştur. Türkiye’de 78 milyon hektar toprak alanının 21 milyon 188 bin 746 hektarı orman alanıdır. (22 Ağustos, Radikal) Türkiye’de her geçen yıl daha fazla orman yangınları oluyor. Yangınlar nedeniyle daha fazla ormanlık alan yok oluyor. Böylece az sayıda olan orman alanı giderek azalıyor. Orman yangınlarına etkili müdahale esas olarak havadan yapılıyor. Özellikle de –Kaş’ta olduğu gibi- sarp ve dik yamaçlı ormanlık alanlarda yerden müdahale oldukça zordur. İş –a roz öz , kepçe, g reyder- araçlarıyla, kazma kürek ile bu alanlarda yapılacak müdahale de yeterli olmamaktadır. Orman Bakanlığı her yıl orman yangınlarına müdahale için uçak ve helikopter kiralamaktadır. Bu yıl da 18’i kiralık olmak üzere, toplam 24 helikopter, 10 adet C-130 tipi uçak orman yangınları için kullanılıyor. Devletin sahip olduğu ve kiraladığı filo bu kadar. Bu filo ise eski ve yetersiz. Türk Hava Kurumu’na ait uçaklar küçük ve eskidir. Genelde tarımsal alanda ilaçlama için kullanılan bu uçaklar, yazın da orman yangınları için kullanılmaktadır. Her orman yangını sonrası timsah gözyaşları döken, “ciğerlerimiz yandı” diyenler; sıra orman yangınlarına karşı etkili önlemler almaya gelince, kaplumbağa hızı ile ancak eski uçak ve helikopter kiralamak ile yetiniyorlar. Türkiye gibi her yıl binlerce hektar orman alanının yandığı bir yerde daha modern uçaklar gerekli. Ve devlet bu tür uçaklara sahip değil. 12 saniyede denizden su alıp yangın bölgesine boşaltabilen 24 milyon dolarlık uçaklar alınmamaktadır. Söz konusu bir savaş uçağının alımı olsaydı, kaynak sorunu gerekçe olmazdı. Söz konusu tankların modernizasyonu olsa, yine kaynak sorunu olmuyor. Söz konusu faiz ödemeleri olsa kaynak sorunu olmuyor. İş, çevre için, toplum için gerekli ve yararlı bir yatırıma geldiğinde, yeterli kaynak bulunmamaktadır. Kaynak olmamasının temelinde de konuya verilen önem yatıyor. Çevre mi dediniz? Geçin efendim! Toplumun sağlığı mı dediniz? Geçiniz! Bunlar sermayeye kâr getirmiyor!! Egemenlerin mantığı bu. Orman yangınlarının nedenleri arasında, doğal nedenler olduğu gibi –yıldırım düşmesi, elektrik tellerinin kopması vb.- çoğunlukla insanlar yangınlara sebep olmaktadır. Sigara izmariti, anız yakılması, piknik ateşi vb. gibi nedenler insan kaynaklıdır. Ayrıca alan açmak için, betonlaşma, yapılaşma için de yüzlerce hektarlık orman alanının yok edilmesi göze alınmaktadır. Çünkü bu düzende temel dürtü kardır! Kar için her şey mubahtır! Çevrenin korunması, toplum sağlığının gözetilmesi, eğer kar getiren bir iş değilse, dikkate bile alınmamaktadır. Giderek çölleşen, yeşil bitki örtüsünü kaybeden, erozyona uğrayan, yaşam alanı olma özelliğini kaybeden bir çevre, üzerinde yaşanılabilir bir çevre değildir. Kapitalizm azami kâr uğruna yaşam temellerini dinamitliyor. Bu gidişe dur diyelim. 27 Ağustos 2006 ✓ Kaynak Türü Üretim, Milyar kWh Toplamdaki Payı Doğalgaz 75,8 43,8 Linyit 37,1 21,4 İthal kömür 10,2 5,9 Fuel oil 5 2,9 Taşkömürü 2,7 1,6 Nafta 2,5 1,5 LPG 0,4 0,2 Yenilenebilir+atık 0,2 0,1 Jeotermal 0,1 0,1 Diğer termik 0,1 0,05 Toplam termik 134 77.5 (10 Temmuz 2006, Milliyet gazetesi) Türkiye’de elektrik üretiminde, suyun (hidroelektrik santralleri) payı sadece yüzde 22.36 düzeyindedir. Türkiye’de üretilen elektriğin çok önemli bir bölümünü termik santraller üretmektedir. Sera efektinin neden olduğu küresel ısınmanın temelinde fosil yakıtların kullanımı durmaktadır. Bir fosil yakıt olan doğalgazın elektrik üretiminde payı giderek artmaktadır. Türkiye doğalgaz alanında dışa bağımlıdır. Doğalgaz farklı fiyatlarla Rusya ve İran’dan alınmaktadır. Türkiye’de lisansı alınmış 15 adet termik santral bulunmaktadır. Bu termik santrallerin 7’si linyit, 1’i taşkömürü, 2’si fuel oil, 2’si motorin, 2’si doğalgaz, 1’i jeotermal, kullanmaktadır. Elektrik üretiminde; özel sermaye, devleti geçmiş durumdadır. Özel sermayenin elektrik üretiminde payı Türkiye, sadece yenilenebilir enerji (güneş, rüzgar, su vd.) kaynaklarına dayanarak, enerji ihtiyacını kat be kat karşılayabilecek durumdadır. Sadece güneş ve rüzgarın enerji alanında kullanılması yeterli olacaktır. Eğer enerji üretiminde, yenilenebilir enerji kaynakları kullanılmıyorsa bu, bu enerji türlerinin kullanılma imkanı olmadığı için değil, sermaye, devlet için kârlı olmadığı içindir. Kârın değil, toplumun ihtiyacının çıkış noktası alınacağı, çevre ile uyumlu, toplumun sağlığını çıkış noktası alan enerji türlerinin tamamen kullanılması sosyalizm ile mümkün olacaktır. Sadece bu açıdan, sosyalizm için mücadele etmeye değer! Çevre ile uyumlu enerji türlerine evet! 3 Ağustos 2006 ✓ gündem İsrail saldırısı Kadıköy’de protesto edildi 2 0 Ağustos’ta İsrail’in Lübnan’a saldırısı Kadıköy’de çeşitli devrimci-demokratik kurumlar ve sendikalardan oluşan 6 bin kişinin katılımıyla protesto edildi. Nu mu ne Ha st a nesi ve Tepe Nautilius önünden iki koldan başlayan yürüyüş Kadıköy girişinde birleşerek mitingin gerçekleşeceği iskele önüne doğru harekete geçti. Sendikaların ve kitle örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri bu miting İsrail siyonizmi tarafından Filistin ve Lübnan halklarına karşı yürütülen haksız savaşa dünyanın neresinde olursa olsun sessiz kalınmayacağının güzel bir örneğiydi. Çok önemli bir eksiği çok geç yapılmasıydı ve gerektiği kadar kitlesel olmamasıydı. Dinci gruplar ve partiler çoktan büyük mitinglerini gerçekleştirmişlerdi. Tez-Koop İş dışındaki sendikaların katılımı çok zayıftı, DTP ise temsili katılmıştı. Dinci bir örgüt olan Mazlum-Der de eyleme katılan örgütler arasındaydı. Eylemin eksiklerinden birisi de – H hemen her ortak eylemde olduğu gibi- sloganların ortaklaşa atılmamasıydı, oysa çok sayıda ortak slogan vardı ve bunların ortaklaşa atılması çok daha güçlü bir etki yapacaktı. Eylemde dikkat çeken bir nokta hemen her grubun Filistin ve Lübnan bayrak larıyla yürümesiydi. Her ne kadar “Hepimiz Filistinliyiz, Lübnanlıyız”ı simgelemek için yapılmış olsa da, kendine devrimci, komünist diyenlerin milli bayraklar taşımalarının ne kadar doğru olduğu sorgulanmalıdır. Şu soru akla geliyor: Bu acaba kendi milli bayraklarını taşıma hevesinin bir göstergesi olmasın? Miting alanında Tertip Komitesi adına Yunus Öztürk, TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı, KESK Genel Başkanı İsmail Hak kı Tombul, TTB adına Ali Çerkezoğlu ve Hak-İş adına Celal Özdoğan birer konuşma yaptılar. Konuşmacıların konuşmalarında İsrail’i kınayacakları biliniyordu, merak edilen Türkiye’nin savaşa ka- tılma isteğine nasıl tavır takınacaklarıydı. Bu konuda konuşmalardaki ortak yaklaşım, Türkiye’nin savaşa girmesine karşı olan yaklaşımdı –tabi emek örgütleri adına açıkça savaşı savunmak biraz zor bir iş de- ancak önemli olan gerekçesiydi: Türkiye başka devletlerin çıkarları için savaşa girmemeliydi. Bunu böyle gerekçelendirenlerin Türkiye’nin kendi çıkarları için savaşa girmesi konusunda ne düşündükleri ise soru işareti. Mitingin sonunda özellikle gençler Grup Yorum’un marşlarıyla-ezgileriyle coştular. Grup Yorum özellikle son albümlerindeki “vatan” vurgusu Avukat Behiç Aşçı ölümlerin durması ve tecritin kalkması için direnmeye devam ediyor! akim sınıf ların devrimci t utsa k la r ı tesl i m a l ma amaçlı saldırıları ve bu saldırıya karşı direniş sürüyor! Hatırlanacağı gibi bu teslim alma saldırılarından biri devletin bir yıl hazırlığını yaparak 19 Aralık 2000 yılında 20 cezaevinde aynı anda yaptığı adına “Hayata Dönüş Operasyonu” dediği operasyondu. 28 devrimci tutsağın yaşamını yitirdiği yüzlercesinin yaralandığı bu saldırıdan sonra tüm devrimci tutsakların hücrelere doldurulmasının ve tecrit edilmesinin üzerinden 6 yıl geçti. Bu süre içinde başta devrimci tutsaklar ve tutsak aileleri olmak üzere devrimci ve devrimci-demokratik kişi, kurum ve kuruluşlar içerde ve dışarıda esası ölüm orucu eylemi şeklinde yürütülen bir dizi eylem biçimiyle bu tecrit saldırılarına karşı mücadele etti. Bu ölüm oruçlarında şimdiye kadar 122 insan yaşamını yitirdi. 500’ü aşkın insan –çoğu kalıcı sakatlıklara sahip- sakat kaldı. F Tipi hücrelere doldurduğu devrimci tutsakları tecrit ederek teslim almada başarılı olamayan devlet, tecriti daha da ağırlaştırarak tecrit içinde tecrit uyguluyor. Tutsağın, yaptırımlara en ufak karşı çıkışı; işkence, sürgün, görüş yasağı, vb.lerle cezalandırılıyor. Şu an ölüm orucu eylemi şeklinde yürütülen mücadele İstanbul’da yapan parçalarını seslendirdi. Yeni Dünya İçin ÇAĞRI dergisi olarak bu eylemde kortej oluşturarak yerimizi aldık. “Ortadoğu’da emperyalist savaşa ve işgale hayır” pankartımızın yanı sıra çok sayıda döviz ve flamalarımızla yürüdük. Yürüyüş sırasında ve miting alanında binlerce adet “Lübnan kan deryası! Siyonist İsrail, Lübnan’dan defol!” başlıklı bildirimizden dağıttık. Canlı ve disiplinli kortejimizle devrimci ve komünist görüşlerin propagandasını yaptık. 22 Ağustos 2006 ✓ Siyonist İsrail devletinin Lübnan işgali Mersin’de protesto edildi! S Behiç Aşçı, Adana’da bir tutsak annesi olan Gülcan Görüroğlu ve Uşak Cezaevi’nde Sevgi Saymaz tarafından devam ettirilmektedir. Geçtiğimiz günlerde tecritin kaldırılması ve ölümlerin durdurulması için işçilere, emekçilere, ilericilere ve aydınlara gerekli duyarlılığı göstermeleri çağrısı yapan devrimci aydın Av. Behiç Aşçı 4 ayı aşkın bir süredir ölüm orucunda. Bu çağrı üzerine DİSK Genel Merkezi önünde toplanan DİSK/Emekli-Sen’in 1,2,3 ve 4 No’lu şubelerinden bir grup üye ve yönetici 1 Ağustos 2006 günü bir Basın Açıklaması yaptı. Bu Basın Açıklamasında sendikanın 3 No’lu Şube Başkanı İbrahim Özsoy tecritin kaldırılması ve ölümlerin durdurulması için hükümete ve Adalet Bakanı’na çağrıda bulundu. Ayrıca haklardan ve özgürlüklerden yana olan tüm sendika, siyasi parti, Demokratik Kitle Örgütlerine siyasi görüş ve ayrılıklarını bir yana bırakarak tecrit ve ölümlere karşı güçlerini birleştirerek mücadele etme çağrısı da yaptı. Daha sonra bir grup üye ve yöneticiyle Av. Behiç Aşçı’yı ziyaret eden sendika şubeleri bir günlük Açlık Grevi ile destek verdiler. Aynı gün biz YDİ ÇAĞRI Gazetesi olarak devrimci bir aydın ve hukukçu olan Av. Behiç AŞÇI’yı bu direnişinin 119. gününde ziyaret ederek haklı taleplerini destekledik ve dayanışma duygularımızı ilettik. Ağustos 2006 ✓ iyonist İsrail devletinin Lübnan işgali Mersin’de, TÖP, BDSP, DHP, ESP, HÖC , PA RT İ Z A N ve Y Dİ ÇAĞRİ tarafından 11 Ağustos Cuma günü saat 17.00 de taş bina önünde yapılan bir basın açıklaması ile protesto edildi. Yaklaşık 25 kişinin katıldığı basın açıklamasında Filistin ve Lübnan’daki baskıların boyutu somut örnekleri ile anlatıldı ve halkımız duyarlı olmaya çağırıldı. Türkçe ve Arapça türkülerin söylendiği ve şiirlerin okunduğu mitinge basının ilgisi oldukça iyiydi. ABD emperyalizmine ve Siyonist İsrail devletine karşı sloganların atıldığı mitingde, AKP hükümetinin işbirlikçiliği de teşhir edildi. Basın açıklamasını yapan örgütler her hafta aynı yerde ve saatte bu eylemi tekrar edeceklerini duyurdular. Polisin yoğun önlem aldığı basın açıklamasında hazırlanan basın açıklaması okundu. Okunan açıklama basına dağıtıldıktan sonra kitle olaysız bir şekilde dağıldı. YDİ ÇAĞRI / Mersin 15 Ağustos 2006 ✓ 17 okuyucu mektubu Avusturya’da BAWAG skandalı A 18 vusturya’da aylardır iç politikaya damgasını vuran bir konu var: BAWAG – Skandalı. BAWAG (İş ve İktisat Bankası), ÖGB (Avusturya Sendikalar Birliği)’nin % 100 sahibi olduğu, Avusturya’nın dördüncü büyük bankasıdır. 1922 yılında “İşçi Bankası” olarak ÖGB tarafından kurulmuştur. Kurulduğunda amacı sendika üyelerinin ve işyeri temsilcilerinin banka, küçük tasarruf, kooperatif işlerini bağımsız olarak yürütmekti. Bu amaçla kurulan bu banka süreç içinde kurulma amacından saparak, para spekülasyonu ile para kazanmaya yani kapitalizme uygun banka olmaya yöneldi. Bankanın her türlü sorumluluğu, ÖGB yöneticilerinin güvendikleri banka genel müdürlerine, “banker”lere bırakıldı. ÖGBüst düzey yöneticilerinin has adamları olan bu banka müdürleri emperyalist sermaye düzeninin oyuncuları olarak 1980’li yılların sonunda dünya borsasında spekülasyonlarına ve Karibik borsa işlerine başladılar. Bu işleri Amerika BD-lerinde yürütmekle o zamanki genel müdürün oğlunu görevlendirdiler. Önceleri ‘işler’ iyi gitti. Bu genel müdür oğlu işi daha da büyüterek banka adına çok kıymetli tabloları da satın almaya başladı. Bu temsilcinin yaptığı borsa spekülasyonları ile BAWAG üzerinden ÖGB’ye yılda ortalama 70 milyon Avro civarında temettü / kar payı geliyordu. Ama ismi üstünde bunun adı borsa spekülasyonu, yani kumar. Sürekli kazanılacak diye bir güvence yok. 2000 yılının sonunda BAWAG işleri daha da büyüterek her postanede şubesi bulunan ve Avusturya devletinin tüm para işlerini bu banka üzerinden yaptığı PSK-Bankası’nı (PSK=Posta Tasarruf Kasası) satın aldı. Tüm ÖGB adına BAWAG-yönetimi ile işleri yürüten iki kişi – başkan ve mali işler sorumlusu – şimdi öğreniyoruz ki, (daha o zamanlarda BAWAG’ın bu borsa kumar oyunları nedeniyle bankanın hemen hemen iflas haline gelmiş, yaklaşık 1 milyar Avro zarara girmişler), PSK-Bankası satınalımını gerçekleştirmek için BAWAG’a, ÖGB’ni tümüyle kefil etmişler. Yani ÖGB’nin devletin ve patronların her türlü baskısına rağmen sır ve gizli tuttuğu grev fonu da dahil olmak üzere tüm kasası, iflas halinde olan BAWAG’a kefil edilmiş. Ekim 2005’de BAWAG’ın ABD’deki borsa spekülasyon şirketi Refco’ya hem hissedar olduğu, hem de bu üçkağıtçılıktan batan firmaya kredi açtığı ve bu şekilde 450 milyon Avro’nun kaybedildiği ortaya çıktı. 24. 03. 2006’da hem ÖGB mali işler sorumlusu, hem de BAWAGmütevelli heyet başkanı olan kişi, hiçbir gerekçe göstermeksizin heyet başkanlığından istifa etti. 25. 04. 2006’da batan Refco alacaklıları BAWAG’dan 1,3 milyar Avro talep ettiler ve bundan dolayı ABD-mahkemeleri BAWAG’ın ABD’deki paralarını dondurdu. Yine bu arada ortaya çıktı ki, banka genel müdürleri tüm bu üçkağıtları tezgahlayabilmek için Liechtenstein’da 3 gizli mali vakıf kurmuşlar ve spekülasyon paralarını buralarda geçici olarak de- ve devlete karşı kefil ve sorumlu olmalı; elinde bulundurduğu Merkez Bankası hisselerini devlete devretmeli, BAWAG’ı satmalı, bu satıştan gelecek parayla borçlarını kapatmalı, tüm hesaplarını, aynı zamanda grev fonu da, devletin, somut olarak Merkez Bankası murakıplarının denetimine açmalı, devlet, somut olarak Merkez Bankası, ÖGB ve BAWAG’ın polamışlar. Bu vakıf lar üzerinden Avusturya’daki bazı gizli, yarı-gizli parti (söz konusu parti Avusturya Sosyal Demokrat Partisi SPÖ’dür) finanse edilme işlerinin yürütüldüğü iddiası da var. Bütün bu gelişmeler ertesinde toplam 1,3 milyon BAWAG- hesap ve tasarruf sahiplerinden birçoğu paniğe kapılarak bu bankada bulunan hesaplarını kapatmaya ve tasarruflarını çekmeye başladılar (Avusturya’da 20.000 Avro’ya kadar tasarruf lar devlet güvencesi altında). Bankadan bir hafta içinde külliyetli miktarda para çekildi. Ve banka hemen yoğun miktarda müşteri, hem de nakit para kaybetmeye başladı. Banka sahibi ÖGB ve onun bankası BAWAG kendisini bu durumdan – bu durum genel olarak Avusturya mali piyasasanın hem içte, hem de uluslararası alanda güven ve itibarını sarstığı gerekçesiyle – kurtarması ve yardım etmesi için devlete ve hükümete sığındı. Bilindiği gibi ÖGB’de iktidar ana muhalefet partisi SPÖ’nün (Avusturya Sosyaldemokrat Partisi) elinde; devlet başkanı sosyaldemokrat, şimdiki koalisyon hükümetini ise ÖVP (Avusturya Halk Partisi – muhafazakar, Hıristiyan Demokrat Parti) ve BZÖ (faşist Jörg Haider’in partisi) oluşturuyor. 01 Ekim 2006’da Avusturya’da genel seçimler yapılacak. Bunu fırsat bilen hükümet ve diğer banka temsilcileri, ÖGB’yi bu muhtaç ve acz içindeki durumunda yakalamışken ağır darbesini vurarak bir anlaşmaya vardı. ÖGB, bütün gelir, servet ve mali varlıklarıyla BAWAG’a 2014 yılına kadar kayyımı olmalıdır. Buna karşılık bankalar BAWAG’a 450 milyon Avro nakit para vermeyi, hükümet te 900 milyon Avro’ya kefil olmayı kabul etti. Bütün bu üçkağıtlar, rezillikler ortaya dökülünce ÖGB-başkanı istifa etti. Yerine geçici başkan atandı. BAWAG’ın genel müdürü zaten Ocak 2006’da değiştirilmişti. Yeni atanan ÖGB başkanı, eski başkanın bütün bu üçkağıtları, mali sorumlu ile birlikte bilip, onayladığını öğrenince, yönetim kurulu eski başkanını işten attı ve hem ÖGB, hem de BAWAG’daki sorumlular hakkında suç duyurusunda bulundu. Şimdi tüm bunlar yargıda. Evler basıldı, belge ve bilgilere el konuldu. İfadeler alınıyor. Bu bağlamda gizli tutanaklar, bilgiler, belgeler ortaya çıktı. Fakat işin ilginç yanı, bankanın spekülasyon işleri yaptığı 1994’den beri hem Merkez Bankası bankalar denetimcileri, hem de Maliye Bakanlığı tarafından kanıtlı olarak bilinmesine rağmen, hiçbir önlem almadıklarıdır. İlgili tüm sorumluların aynı sistem ve devletin oyuncuları ve adamları olduklarını özel olarak vurgulamaya herhalde gerek yok. Gelinen yerde ÖGB’nin şu anda 2 milyar Avro’dan fazla mükellef olduğu borcu vardır. Eğer BAWAG bankası 2 milyar Avro’nun üzerinde bir fiyata satılırsa, bu borçlar kapanacak. Ayrıca çıkan hesaplara göre ÖGB’nin 2007 sonuna kadar ödemesi gereken 70 milyon Avro borcu daha var. Bu nedenle ÖGB yeni personel alımını durdurdu. Emekli olan personelin yeri doldurulmayacak. 2000’den fazla ÖGB çalışanının 2006 maaş artış görüşmeleri donduruldu. Eldeki gayrimenkuller satılarak, nakite dönüştürülecek. Bu durumda ÖGB, esas işine dönmek zorunda kalıyor. Ve bu doğrultuda kararlar alındı, alınıyor. Yani, bu skandaldan bu yana sendikalardan istifa eden 10.000 üyenin yeniden geri gelmesi için çalışmak, var olan 1,3 milyon ÖGB üyesini arttırmak; bunun için ÖGB’nin şimdiye kadar ağırlık vermediği işsizler, göçmenler, tek başına çalışanlar gibi emekçi kesimlerinin hem daha fazla sendikaya üye yapılması, hem de bunların ÖGB içindeki temsiliyetine ağırlık verilmesi, denetim mekanizmalarının etkili bir şekilde arttırılması, üst düzey yöneticileri fazla işlev ve gelirlerinin belirli bir seviyeye düşürülmesi, kadın ve gençlerin ÖGB içindeki üye sayısı oranında yönetici organlarda temsil edilmesi, sendikal önemli konularda üyelere demokratik danışma / sanal düzeyde oylama gibi ana konularda Ocak 2007’de yapılacak kongreye kadar tartışılıp karar alınması saptandı. Gerçekten de sendikaların esas işlerini yapmaları, buna ek olarak emekçilerin yararına sadece kooperatif işleri ile ilgilenmeleri doğrudur. Tüm bu tartışma sürecine tüm sınıf bilinçli sendika üyeleri katılmalı, doğru, devrimci görüşleri bu tartışmanın içine taşımalıdır. Mümkün olan her sendikal örgütsel birime, bilinçli üyelerin güvenini kazanarak seçilmeye çalışmalıdır. ÖGB’yi iflasın eşiğine getiren ÖGBeski başkanı, BAWAG eski genel müdürleri ve diğer sorumlulardan mutlaka hesap sorulmalı, bunlar hak ettikleri cezaları almalı, sebep oldukları zarar-ziyanı karşılamalıdırlar. Son tahlilde AMLP’nin (Avusturya Marksist-Leninist Partisi) konu ile ilgili çıkardığı bildiride yaptığı şu tespitlere eklenecek başka bir şey yoktur: “Avusturya emekçi halkının mücadele etmeye yetkin ve hazır sendikalara gereksinimi vardır. Onun ihtiyaç duyduğu “tadilata uğramış” veya “yeniden yapılandırılmış” ÖGB değildir; bilakis onun yeni bir sendika siyasetine, kendi sınıfının çıkarlarını gittikçe arsızlaşan sermayenin, onun partilerinin ve onun sömürücü ve baskıcı devletinin saldırılarına karşı tutarlı bir şekilde savunan sınıf bilinçli ve sınıfına bağlı işçilerin önderliğindeki işçi sınıfının gerçek bir mücadele örgütüne gereksinimi vardır.” Avusturya’dan ÖGB-üyesi bir YDİ-Çağrı okuru, Temmuz 2006 ✓ Austos 2006 Sayı : 1 Gerektiinde yayımlanır. Fiyatı : 0,25 Ykr (KDV Dahil) g g g g gg g g g g g G “Greve veya vazgeç çalıtırıp çalıtırm iveren Grev yapılan sözlem uncu göre zo çalıanl iyerind olanlar hüküm bulunm yararlan g g g gg g g g g g g ÇARI Basım Yayım Ltd.ti. 2 1 “Greve katılmayan veya katılmaktan vazgeçen içileri çalıtırıp çalıtırmamakta iveren serbesttir. Grev sonunda yapılan toplu i sözlemesinden, 39 uncu maddeye göre zorunlu olarak çalıanlar dıında iyerinde çalımı olanlar aksine bir hüküm bulunmadıkça yararlanamazlar.” g g g g g g g g g g g g g I g g g g gg g g g g g ÇARI B g 3 4 19