Devamını okumak için tıklayınız
Transkript
Devamını okumak için tıklayınız
Prof. Dr. Necdet Basa Ankara, 05.05.2011 (E) Diplomat, Müsteşar, Başbakan Baş Danışmanı, YÖK Üyesi ve TBMM genel Sekreteri RTE’ ye ve AKP’ ye NİÇİN “HAYIR” ? Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan ve hukukun üstünlüğü temelli bir çatı altında örgütlenmiş olan “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir”. Hukuk devletinin olmazsa olmazı, yürütmenin eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olmasıdır. Yargının “olmazsa olmaz” ı da, mahkemelerin tam anlamı ile “bağımsızlığı ve tarafsızlığı” dır. Bağımsız yargının olmadığı bir yerde, hukuk devletinden ya da hukukun üstünlüğünden söz etmek mümkün değildir. Hukukun üstünlüğü derken kastedilen, sadece “yasaların üstünlüğü” değil, “hukukçular ya da yargıçlar devleti” hiç değildir. Kastedilen, “hukuka saygı ve bağlılık”tır. Üstünlük, demokratik hukuk devleti çerçevesinde, anayasa ve yasalardadır. Bugün Türkiye’de, hukuk devletinin tüm kurum ve kuralları ile geçerli olduğunu, uygulamaların tümüyle yasalara uygun olduğunu söylemek, maalesef çok zordur. “Herkes hukukun üstünlüğüne saygılı olmalıdır” derken, ülkemizde adeta bir “üstünlerin hukuku” nun oluşturulmak istendiğine ilişkin haklı kuşkular ve endişeler vardır. Siyasi bir bunalımın tüm işaretlerini taşıyan bu istenmeyen duruma, demokrasiyi tehdit boyutlarına ulaşmış olan kurumlar arasında mevcut yıkıcı kavganın da dahil edilmesi halinde, ‘’devlet krizi’’ ne dönüşme eğilimi gösteren “demokrasi veya rejim krizi” teşhisi koymak, giderek kaçınılmaz hale gelmektedir. Türkiye, çok engebeli geçiş dönemleri yaşamıştır; Genel bir demokrasi sorunumuzun olduğu da doğrudur ; Ama, geleceğe yönelik tehdit, hiç bu kadar vahim boyutlara ulaşmamıştır. Hem devlet içindeki çeşitli kurumlar, hem de kurumlar içindeki gruplar karşı karşıya; Kıran , kırana, yok edici bir mücadele sürmektedir. ‘’Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ ni cebir ve şiddet ile yıkmaya teşebbüs etmek’’, ‘’cebren ıskat (devirme) ve anayasal düzene karşı eyleme girişmek” gibi “vahim” suçlamalar, adeta sıradanlaşmıştır. Temel değerler konusunda ciddi olarak ayrıştırılıyoruz. Kim olduğumuz sorusuna ortak cevap vermede zorlanır olduk. Ulusal konularda bile “ulusal birliği sağlamada zorlanıyoruz”; “Ulusal birliğimizi” adeta çatlattık . 1 ‘’Kurucu felsefe’’ ile çatışıp, temel değerlerini ayaklar altında çiğneyen, dinin istismarı veya siyasallaştırılmasının da etkisi ile ortak paydalar üzerinde uzlaşamayan toplumların geleceklerinin ‘’karanlık’’ olacağını bir türlü görmek istemiyoruz, göremiyoruz. Bu tür toplumların her türlü provokasyona açık hale gelerek, dahili ve harici bedhahların saldırılarına maruz kalacaklarını hesaplayamıyoruz. Son yıllarda artan biçimde 88 yıllık cumhuriyetimize meydan okuma var; Cumhuriyetle hesaplaşma arzu ve teşebbüsü var. Türkiye Cumhuriyeti’ne “ılımlı İslam devleti” yaftasını uygun görerek, laik cumhuriyeti, din devletine dönüştürme çabaları var . Cennet Türkiye’mizi, Gülistan’ımızı, “Kul’ istan” a dönüştürmek isteyenler var . Yasalara uymak yerine, yasaları kendine uydurmak isteyenler var . Ve en vahimi ve üzücü olanı , ‘’kalplerde nefret birikiyor’’ . Varılan nokta şudur: - ‘’Parti disiplini’’ adı altında ‘’lider sultası” na teslim olduğu için denetleme görevini yerine getiremeyen bir meclis ve işlemeyen parlamenter demokrasimiz… - Uyulmayan, uygulanmayan ya da çiğnenen yasaları ile kanatılan, yaralı bir demokrasi… - Her an dinlenme paranoyası, korku ve güvensizliğin hâkim olduğu tepkisiz bir toplum… - Ve bir tarafta “yargı reformu” yaptığını iddia eden AKP iktidarı, diğer tarafta ise, “zamanaşımı” nedeniyle her yıl işlemden kaldırılan binlerce dosya… - Yargısız infaza dönüşmüş tutukluluk uygulamaları … - Alenen çiğnenen “basın özgürlüğü”, geçerli bir neden açıklanmaksızın tutuklanan gazeteciler ve henüz basılmamış kitapları toplatan bir zihniyet … - Vatandaşı ile “davalı” olmak hususunda dünya şampiyonu bir “Devlet”… - Siyaset dışı müdahalelerin de etkisiyle giderek derinleşen siyasal ve toplumsal kutuplaşma ve kurumlar arası çatışma… - “Yönetemeyen demokrasi” ve “adalet üretemeyen yargı”… - Yasama ve yürütmenin tek elde toplandığı, yargıya da hâkim olma çabalarının ön plana çıktığı, başta medya olmak üzere hiçbir muhalif-baskı grubuna tahammül gösterilmeyen bir “başbakanlık rejimi” ; “tek adam hakimiyeti” … - Yasamaya hakim olup, reform çığlıkları arasında, zaten yürütmenin kıskacındaki yargıyı da tümüyle denetimi altına almak istediği aşikar olan bir ”yürütme”… 2 - Ordu ile yandaş olmayan medya ve sendikalar başta olmak üzere, sivil toplum örgütleri, iş dünyasının önemli temsilcileri ve tüm muhaliflere adeta savaş açmış bir AKP iktidarı… Genel bir demokrasi sorunumuzun olduğu doğrudur; Ancak, sorunla şiddeti ayıramadığımız için ‘’demokratikleşme’’ derken Türkiye demokrasiyi yitiriyor. Cumhuriyet okulları adeta ‘’medrese’’ haline getirilmek isteniyor. Önce ‘’kurtarılmış’’, sonra ‘’koparılmış’’ bölge uygulamaları gözleniyor. Türkiye kaynıyor, Türkiye yanıyor; Yurdun dört köşesi savaş alanı gibi; Korku var, huzursuzluk var. İnsanlar sokaklarda, toplum paramparça ve en vahimi “isyan denemeleri” var . Türkiye Cumhuriyeti belki ilk defa ‘’beka sorunu’’ ile karşı karşıya geliyor. Kısacası, “modernleşme-demokratikleşme” avazeleri arasında sinsice alt yapısı oluşturulan bir “sivil vesayet özlemi ve tehlikesi” ile karşı karşıyayız. Öte yandan, Leyla Şahin davasında ret kararı veren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kızıp, “bu konuda ulema karar vermelidir” diyebilen, “yüksek yargıyı ayaklarında pranga” olarak gören bir başbakan…var bu ülkede !.. O Başbakan ki, “hem laik, hem Müslüman olunmaz” diyen, Danıştay’ı ideolojik kararlar vermekle suçlayan, Anayasa Mahkemesi’ne ateş püsküren, Yargıtay’dan söz ederken “ciğerimiz yanıyor” diyen, ülkeyi kendi keyfine göre yönetmesine engel ne varsa yakıp yıkmak isteyen… Dahası var, şehitlere “kelle” diyen, köşe yazarlarını “patronun kulu kölesi” olarak gören ,içi boş, belirsiz “açılımlar”a karşı çıkanlara “vampir”, erken seçim isteyenlere “hain”, millet malının yok pahasına yandaşlara peşkeş çekilmesine karşı çıkanlara “sermaye ırkçısı”, Davos’u eleştirenlere “hazımsız, şizofren tipler”, hak mücadelesi veren tekel işçilerine “yetim hakkı yemeye çalışan hortumcular” diyen; askere, “askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diye çıkışan, sendikaları “yalancılıkla”, “Deniz Feneri” diyenleri “iftiracılıkla” suçlayan, Yargıtay telefonlarının dinlenmesine karşı çıkanları “kirli senaristler”, AB’ye karşı çıkanları “vizyonsuz, cahil” diye damgalayan, “ , ananı al da git, densiz, , beyinsiz, soytarı ve benzeri “vasıfsız ” ifadeleri kullanmayı alışkanlık haline getirmiş olan kişidir; Ve bu kişi, Cumhurbaşkanı’na karşı çıkanları, “beğenmiyorsan çek git bu memleketten” diye azarlayan, intikam çığırtkanlığı yapanlarla 88 yıllık Cumhuriyet’imizin temel değerlerine saldıranlara kol-kanat geren kişidir… Ve de bu kişi, maalesef 9 yıldır bu ülkenin Başbakanıdır. ‘’Bana suikast yapılmak istendi’’ diye televizyonlarda ağlayanlar, ‘’devletin tehdit önceliklerinin değiştirilmesi suretiyle “irtica”nın iç tehdit olmaktan çıkarılmasını sağlayanlar, o anda “riyasetteki Meclis Başkan Vekili’ nin çalışma odasını basmak’’ suretiyle T.B.M.M’ nin manevi şahsiyetine hakaret etmekten çekinmeyenler, “Anayasa’ dan Türk Sözcüğü çıkarılmalıdır’’diyenler, bu kaotik ortamı ‘’ülkenin kutlu yürüyüşü’’ olarak niteleyenler,hukukun üstünlüğüne değil iktidarın üstünlüğüne inananlar ve daha niceleri; HEPSİ BİRARAYA GELMİŞ ,ülkeyi yönetmeye değil, adeta ele geçirmeye çalışıyorlar!.. Hal böyle iken ve Türkiye’nin, “toplumsal mutabakat belgesi” özelliklerini haiz bir yeni Anayasa ile birlikte, gerçek anlamda, çağdaş bir “hukuk reformu” na ihtiyacının olduğu tartışmasız iken, AKP 3 Hükümeti,12 Eylül 2010 referandumu sonucu, uzlaşma ihtiyacı duyulmaksızın, dayatma ile halkın değil, AKP’nin sorunlarının çözümünü amaçlayan, bir çok demokratik değerin zorlanması pahasına özensizce hazırlanmış, rejim açısından tehlikeli gelişmelere kapı aralayan, hukuki temeli zayıf , yeni bir “Anayasa Değişiklik Paketi”ni yürürlüğe sokmuştur. Yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması ve yüksek yargının ele geçirilmesi amacına yönelik olarak hazırlandığı aşikar olan bu pakette “dokunulmazlık” yoktur ; Parti içi demokrasiye, anti demokratik Siyasi Partiler Yasası’na ve örneği bulunmayan % 10 ‘ luk yüksek seçim barajına yönelik hiçbir çözüm yoktur; “En kısa, en çabuk ve en az masrafla adalete nasıl ulaşılır” sorusunun cevabı yoktur; işsizlik, yoksulluk, eğitim yoktur; RTÜK ve YÖK yoktur; Kürt sorunu yoktur.Alevi’ler de yoktur. Bu pakette, uyulduğu ifade edilen AB müktesebatına aykırı olarak, HSYK’da konumu daha da güçlendirilmiş bir Adalet Bakanı vardır. Bu pakette, adeta “Cumhurbaşkanlığı Konseyi” veya “Çankaya Güdümlü Mahkeme” haline getirilmek istenen bir Anayasa Mahkemesi vardır. Bu pakette , yasama ve yürütmeyi elinde tutan AKP’ nin , bağımsız yargı tarafından denetlenmeyi engellemek üzere, yargıyı da ele geçirme arzu ve amacı vardır. Bu pakette, “yargısız infaz” acılarını yaşayarak öğrenmiş insanlara sıkça rastlanan Türkiye’de, “yargının infazı” girişimi” vardır. Yapılmak istenen, Türkiye’yi daha sivil ve demokratik bir rejime doğru götürmek değil, RTE ve AKP iktidarının gücünün pekiştirilmesidir. Yapılmak istenen, yüksek yargının “yandaşlaştırılması operasyonu”dur. Yapılmak istenen, “dokunulmazlıkların kalkması, iktidarın kaybedilmesi yada milletvekilliğinin sona ermesi “ halleri düşünülerek “dost bir yüksek yargı oluşturulması”dır. Son anayasa değişiklikleri ile demokratik, laik hukuk devleti, adeta savunmasız hale getirilmiştir. Son noktada da, siyasi iktidarın gücünün giderek artması sonucu, Türkiye’nin hızla güçler ayrılığından, güçler birliğine doğru kayması kaçınılmaz hale gelecektir...Ve Türkiye Cumhuriyeti, kendini savunmada dahi zorlanacaktır… Oysa, çağdaş demokrasilerde, ülke yönetimine ilişkin hak ve sorumluluğun, ancak ve ancak, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun biçimde, “bağımsız yargı tarafından denetlenme” koşul ve kabulü ile verilebildiği de unutulmamalıdır. Ve nihayet unutulmamalıdır ki, “siyasallaştırılmış yargı, adalet değil, hüsran doğurur”. Ve nihayet unutulmamalıdır ki, “siyasetin girdiği mahkemeden, adalet kaçar”. Ve nihayet unutulmamalıdır ki, “kan kusturmanın adı adalet olamaz”. Buraya kadar kısaca özetlediğimiz vahim tablo bile, 12 Haziran 2011 seçimlerinin, Türkiye’nin geleceğine ilişkin olarak hayati önem taşıdığını göstermektedir. 4 Bu bağlamda, “Türkiye’ye daha çok demokrasi gelecek” veya “Türkiye zincirlerini kırıyor, demokratikleşiyor, ileri demokrasi, yetmediyse tam demokrasi” gibi söylemlerle halkı ikna etmeye çalışacak olan AKP ve yandaşlarına söylenecek söz şudur: Yasama, yürütme ve yargının tümüne hâkim bir AKP Türkiye’si , ancak, bu günkü iktidar kadar demokrat olur. Her yerde cirit atan din bezirgânları kadar, şeriat yanlısı tarikat ve cemaatler kadar “demokrat” olur. Yarı aydınlarla yandaş medyanın “sahte demokratları “kadar demokrat olur. “Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız” diyen; “Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz” diyen; son olarak da,“yargı işimize karışmamalı” diye buyuran bir Recep Tayyip Erdoğan kadar demokrat olur. Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin, 12 Haziran 2011 seçimlerinden başarılı çıkmaları halinde: Demokrasimizin “yaşam iksiri” kuruyacaktır ; Yani, zaten12 Eylül Referandumundan ağır yaralı olarak çıkan hukuk, bu kez bütünüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecektir. Yasama, yürütme ve yargı tek elde toplanacak, Türkiye “tek adam rejimi” ne, Recep Tayyip Erdoğan” rejimine teslim olacaktır. Hakim ve Savcılara ilişkin olarak, bunların atanmaları, tayin , terfi ve denetlenmeleri dahil, her bakımdan tek yetkili hale gelmiş olan siyasi iktidarı kontrol etmek, denetlemek, frenlemek asla mümkün olmayacaktır. Tüm kişi, kurum ve kuruluşlar için “yargı güvencesi” tamamen ortadan kalkacaktır. ”Hak aramak” tehlikeye girecektir. Bu tehlikeyi şimdiden görmek için, sabaha karşı basılan evleri, neden tutuklandığını bilmeden cezaevlerine gönderilen insanları, masum protesto gösterilerinde bile yerlerde sürüklenen öğrencileri, sırf muhalefet ettikleri için tutuklanan gazetecileri , hakkını aradığı için gözüne biber gazı sıkılan, yerlerde sürüklenen “tekel işçilerini” hatırlamak yeterlidir. Hükümet aleyhine yayın yapması nedeniyle trilyonlarca TL. tutarında cezaya çarptırılan büyük medya kuruluşunu hatırlamak yeterlidir. AKP hükümetinin, , sıcak bakmadığı, yandaşı olmayan sendikalar başta olmak üzere, bir çok etkili sivil toplum örgütü ve meslek kuruluşuna karşı, acımasız, kin dolu tutum ve davranışını hatırlamak yeterlidir. 5 Çok özel yetkili mahkemelerde yürütülen yargılamalar sonucu, suçlu – suçsuz olduğuna bakılmaksızın, savunmalarını dahi yapma imkanından mahrum bırakılan bir çok insanın, yıllardan beri demir parmaklıklar ardında çile çektiklerini hatırlamak yeterlidir. “Arama uygulamaları” nedeniyle ağır biçimde ihlal edilen “özel hayatın gizliliği” ilkesini, “gizli tanık” rezaletini, yasadışı dinlemelerle elde edilen bilgilerin hukuksuz olarak suç duyurularında kullanıldıklarını, haberleşme özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının ve özellikle “gizlilik” kararı sonucu tahrip edilen kutsal savunma hakkının nasıl ayaklar altına alınıp çiğnendiğini hatırlamak yeterlidir. Dahası var: Yüksek yargıyı kendine bağlamış olan AKP iktidarı, Anayasa’nın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” hükmünü içeren maddeleri başta olmak üzere, aynı kapsamdaki Atatürk Devrimlerine ilişkin düzenlemeleri de çiğnemek cüreti gösterebilecektir. Böylesine istenmeyen bir gelişme, Türkiye’nin intiharı ile eş anlamlıdır. Burada unutulmaması ve halkın dikkatlerine sunulması gereken bir diğer gerçek, “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının, sokaktaki adamın çıkarları ile yakın ilişkisi” olduğudur. Bir başka ifadeyle “ AKP tekrar iktidara gelirse, geniş halk kitleleri de, haksızlığa uğramaları halinde, mahkemelere değil, AKP il yada ilçe başkanlıklarına başvurmak zorunda kalabilecekler ; Avukat tutmak yerine ise, AKP il veya ilçe başkanlarının yardımını tercih eder hale gelebileceklerdir. Kısacası, AKP yeniden iktidar olursa, bize göre “demokrasi dalı” kırılacak, böylece yok olacak olan “yargı bağımsızlığı” ile birlikte Türkiye, “hukuk devleti” niteliğini yitirecek ve yaşam ortamını kaybedecek olan “demokrasi” de can vereceği için, Türk Halkı’na, biat edip Recep Tayyip Erdoğan’ ın “korku İmparatorluğu”nda birey değil, kul olarak yaşamaya razı olmaktan başka bir seçenek kalmayacaktır. 12 HAZİRAN SEÇİMLERİNDE RTE ve AKP ‘ ye “HAYIR” da HAYIR VARDIR 12 Haziran 2010 Tarihinde Yapılacak Olan seçimlere İlişkin Bazı Tespit, Görüş ve Öneriler : AKP iktidarı ve yandaşları, seçimlerde başarılı bir sonuç almaları halinde “Türkiye’ye daha çok demokrasi gelecek” diyeceklerdir. Ülkesini seven herkesin, tam aksine, bunun “demokrasiye elveda” anlamına geleceğini,” bin bir emekle bugünlere gelen demokrasi ağacının kuruması sonucunu doğuracağını” halka anlatması şarttır. 6 Anayasa Mahkemesi ile HSYK’na hakim olan bir AKP, dokuz yıllık iktidarında defalarca denediği, ancak, her defasında Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi yargı engellerine takılma nedeniyle istediği sonucu alamayıp, uygun zaman ve zemini beklemek zorunda kaldığı hedefinden vazgeçmeyecek ve yasal dayanaktan yoksun, keyfi uygulamalarını sürdürerek , özellikle “tevhid-i Tedrisat” (Öğrenim Birliği) Kanunu’nu yeniden delme teşebbüsünü devam ettirmek suretiyle dini eğitime öncelik ve ağırlık vermeyi deneyecektir. Bu gelişme de, “Cumhuriyet kazanımlarının yitirilmesi” ile “Türkiye’nin , demokratikleşiyoruz avazeleri arasında yeniden geçmişin karanlıklarına yönelmesi” anlamına gelebilecektir. Son Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmeyle Anayasa Mahkemesi, adeta bir “Cumhurbaşkanlığı Konseyi” yada “Çankaya Mahkemesi” haline dönüşmüştür. Zira, toplam 17 üyesinin 14’ü Cumhurbaşkanı tarafından atanan , üç üyenin de TBMM tarafından basit çoğunlukla seçildiği , yani bu gün için RTE tarafından belirlendiği bir mahkemenin bağımsızlığından, etki altında kalmayacağından ve en önemlisi anayasal düzenin önemli bir teminatı olduğundan söz etmenin çok zor olduğu kabul edilecektir. Benzer şekilde ve özellikle ele geçirilen ve yeni yapılanma ile başta Adalet Bakanı ve Müsteşarı olmak üzere, müsteşar yardımcısı, personel genel müdürü ve yardımcısının, “başkan ve genel sekreter” sıfatlarıyla fiili yönetimine hakim oldukları bir HSYK olgusu da dikkate alındığında, hedeflenen yeni yapılanmanın, demokrasi , hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi ve genişletilmesi amacına değil, “tek adam rejimi”nin kurulması, kökleşmesi ve gelişmesine yönelik olduğu anlaşılmaktadır. AKP iktidarı, gerekli alt yapı çalışmaları tamamlanmadan, günü birlik düzenlemelerle Türkiye’nin geleceği ile oynuyor ve bu arada da her türlü rasyonel sınırları aşarak kendi kaderini’ de zorluyor. AKP iktidarı , Cumhuriyet’ nin kurucu, temel felsefesi ile çatışıyor, dini istismara yönelik uygulamaları artırıyor, daha da ileri giderek Anayasa’nın değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerini yok saymaya çalışıyor ve tüm bunları “milli irade ” kavramına sığınarak yapabileceğini zannediyor; Ancak, milli irade adına da olsa, demokrasilerde denetimsiz bir gücün olamayacağını unutuyor. AKP’ nin yeni bir seçim başarısı, Türkiye’de zaten tartışmalı olan yargı bağımsızlığının ve hukuk devletinin tümden sonu olacaktır. Dolayısıyla da, gerektiğinde halkı koruyacak hiçbir güvenilir kurum yada kuruluş kalmamış olacaktır. Her şey, Başbakan’ın iki dudağı arasına sıkışıp kalacaktır. AKP , bu güne kadar yaptığı bilinçli, planlı, programlı uygulamalarla ve özellikle referandum sonucu yürürlüğe giren son Anayasa değişikliği ile gerçekleştirilmeye çalışılan “sivil darbe” nin en önemli 7 ayağını tamamlamıştır; Tek eksik, yapılacak yeni bir anayasa ile gerekli alt yapının tamamlanmasıdır. Bu bağlamda Türkiye’de, demokratik, laik hukuk devleti olmaya “devam mı, tamam mı” sorusunun cevabı da, 12 Haziran seçimlerinin sonucunda verilecektir. Bir başka deyişle, Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak varlığını sürdürmesinden yana olan gerçek demokratlar, 12 Haziran için şimdiden seferber olmalıdırlar. RTE ve AKP zihniyetinin yeni bir anayasa yapması, “hukuk devletine elveda” demekle eş anlamlıdır. Hiç Anayasa Mahkemesi tarafından 1/10 oy çokluğu ile laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğuna karar verilenlere Anayasa yaptırılır mı? Kurda kuzu teslim etmek gibi bir şeydir bu. Hiç demokrasi amaç değil, araçtır diyen bir Başbakan’a anayasa yaptırılır mı ? Hiç kışladan siyaseti çıkaracağız deyip, siyaseti camiye sokanlara anayasa yaptırılır mı? Hiç “40 yıldır onlar fişledi, şimdi de biz fişliyoruz” diyen zihniyete ülke geleceği teslim edilir mi? Hiç siyaseti terör – din ve etnik kimlik (ırk) eksenine hapsedenlere güvenilir mi? Bu gün Türkiye’de kuvvetler ayrılığı demek, “iktidar gücünün Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında nasıl paylaşılacağı” sorusuna cevap aramak demektir. Tek adam olma tutkusuna esir bir Başbakan tarafından yönetilen Türkiye, bu gidişle gerçek demokrasiye doğru değil, ancak saltanata doğru yol alır. Bir eski AKP il başkanı, açıyor ağzını, densizce Başbakanı peygamberlerle eş tutuyor. Bir eski bakan çıkıyor, “başbakan uçurumdan atlarsa biz de peşinden atlarız, töre budur ” diyor; Bu, sabit fikirliliktir, “insanların özgür düşünebilme yetilerine pranga vurulması” ile eş anlamlı olan “fikri taassuptur”; İşte AKP’ye hakim olan zihniyet de budur. RTE’ ye ve AKP’ ye “evet” demek, yasama organına hakim olan yürütmenin, yani TBMM’e hakim olan AKP’nin, yani Recep Tayyip Erdoğan’ın , yasamayı yanına alarak , yargıya da hakim olmasına razı olmak demektir. Yargının , yürütmenin güdümüne sokulmasına razı olmak demektir. Bir başka ifadeyle 12 Haziran’da AKP’ye yeniden “evet” demek , ”yargının politikleşmesi sürecinin tamamlanması“, yani hakimler ve savcılar dahil, hiç kimsenin güvende olmaması demektir; tıpkı darbe dönemlerinde olduğu gibi, binlerce kişinin sebepsiz tutuklanmaları, hatta bazılarından bir daha haber alınamaması demektir ; Bu nedenle de gerçek demokratlar, çağdaş bir Türkiye’den yana olanlar, daha fazla özgürlük isteyenler, hak diyenler, hukuk diyenler, Türkiye’nin “politik yargı” tehlikesinden korunması için RTE ve AKP’ye “HAYIR” diyecektir. 8 RTE ve AKP DEMEK ; Adalet üzerinde sallandırılan “Demoklesin Kılıcı” demektir. Kan kusturan adalet demektir. İçinde bağımsız mahkemelerle bağımsız yargıçların eksik olduğu “adalet sarayları” demektir. Yeniden yapılandırılmış olan yüksek yargının da desteğiyle “güçler birliğine zemin yaratma” amacının öncelik taşıması demektir. “İktidara yakın bir yargı yaratmak” amacına yönelik olarak, samimiyetten uzak, tuzaklarla dolu AKP düzenlemeleri demektir . Herkesin tek ve son sığınağı olan “hukuk”un, yok sayılması demektir. Ve nihayet, “Adalet Perisi”nin göz yaşı dökmesi demektir. RTE ve AKP DÜŞÜNCESİNDE ; -AKP’nin, “mutlak iktidar ve tek adam hakimiyeti” amacına yönelik olarak, hukuk devleti ilkesi gereği sınırlı olması gereken iktidarını, yargı denetimi dışına çıkarmak niyet ve hedefi vardır. -Türkiye Cumhuriyeti’ni bir “parti devletine dönüştürme” eğilimi vardır. AKP iktidarının düzenlemelerinde, iddia edildiğinin aksine, üstünlerin hukukundan, hukukun üstünlüğüne geçiş değil, hukukun üstünlüğünden “dokunulmazların hukuk sistemine” geçiş arzu ve amacı vardır. -Kendi yargısını ve kendi hukukunu oluşturmak isteyen çağdışı bir zihniyetin gölgesi vardır. -Çağdaş kafalar, “siyasetin gölgesinde adalet olmaz” diyorlar; Yaşanan gelişmelerin , Türkiye’yi “aydınlık yarınlara” değil, “ortaçağ karanlığına” sürükleyebileceği endişesiyle RTE’ye ve AKP’ye “hayır “diyorlar. GERÇEK YURTSEVERLER ; -Meydanı, “Türkiye’nin temel değerleri” ile çatışmayı sürdürenlere bırakmayacaktır. -Toplumu, kendi ideolojilerine göre yeniden biçimlendirmek arzu ve hedefiyle, 1923 Atatürk Cumhuriyeti’ni, 2011’ler ve sonrasında “Cemaat Cumhuriyeti”ne dönüştürmek isteyenlere geçit vermeyecektir. 9 -Ülkesinin yargısını ve ordusunu, “fethedilmesi farz olan bir kale” gibi görenlere bırakmayacaktır; Ordumuza savaş açmadan da “demokrat” olunabileceğini gösterecektir. 12 HAZİRAN’da NELERE HAYIR ? - İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, açlık diz boyu, Türkiye bölücü terör tehdidi altında; Ülke bütünlüğünün tehlikede olduğu böyle bir ortamda yapay gündemler yaratarak milleti meşgul edenlere “HAYIR” diyeceksiniz. -Türkiye ‘ nin var olma savaşını oylayacak ve laiklikle sorunlu “RTE ve AKP’ye HAYIR” diyeceksiniz. -Yüce Milletimizin adalete inancının zedelenmemesi için “HAYIR” diyeceksiniz. -Hakim ve Savcıların, iktidarın denetimine geçmemesi için “HAYIR” diyeceksiniz. -Hukukun değil, iktidarın üstünlüğüne inanan” RTE ‘ye ve AKP’ne HAYIR” diyeceksiniz. -Dokunulmazlıklarına dokundurtmayan AKP iktidarı ve destekçilerine “HAYIR” diyeceksiniz. -Sınır tanımayan AKP iktidarına “dur” demek için “HAYIR” diyeceksiniz. -Din ve etnik köken üzerinden siyaset yapan “RTE ve AKP’ye HAYIR” diyeceksiniz. -Devlet kadrolarının tarikat mensuplarıyla doldurulmasına “HAYIR” diyeceksiniz -AKP’ nin özel sözcüleri yada yetkilileri gibi davranan “vali ve kaymakamları, yeniden “devletin valisi “devletin kaymakamı” haline dönüştürmek için “HAYIR” diyeceksiniz. -AKP’nin zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan ekonomik politikalarına “HAYIR” diyeceksiniz. -AKP’ nin gelir dağılımındaki adaletsizliğe seyirci kalmasına “HAYIR” diyeceksiniz. -Halk iradesinin Meclis’e yansımasının önündeki en büyük engellerden biri olan %10 barajı uygulamasına isyan edecek ve AKP’nin “demokratikleşme” söylemindeki samimiyetsizlik nedeniyle “HAYIR” diyeceksiniz. -Kilit ve anahtar gibi birbirine bağlı ve bağımlı olan toplu iş sözleşmesi ile grev ve lokavt hakları olmadan memurlar dahil, tüm çalışanlara “toplu iş sözleşmesi yapma hakkı” getirileceği propagandası yapan AKP iktidarının tutarsızlığına “HAYIR” diyeceksiniz. -Kamuda sendikal örgütlenmenin önüne geçmek amacıyla uydurulmuş “sözleşmeli işçi ve sözleşmeli memur” haksızlığına “HAYIR” diyeceksiniz. -Cumhuriyet kazanımları millet malının, “özelleştirme” kandırmacısıyla yandaşlara “babalar gibi peşkeş çekilmesine” “HAYIR” diyeceksiniz. 10 -Tam 20 defa değiştirilerek AKP’nin istediği hale getirilen “Kamu İhale Kanunu”nun da yardımıyla kamu ihalelerini çoğunlukla hep benzer “badem bıyıklı” ların kazanmalarına “HAYIR” diyeceksiniz. -Büyük şehirlerin en değerli arazilerinin AKP yandaşlarına verilmesine “HAYIR” diyeceksiniz. -Hukuka aykırı dinlemelere “HAYIR” diyeceksiniz. AKP’nin muhalif basını susturma çabalarına göz yummayacaksınız; Tutukluluğunun cezaya ve yargısız infaza dönmesi haksızlığı ve hukuksuzluğu karşısında susmayacaksınız ; Ve 12 Haziran’da yeniden, pişkince karşınıza çıkıp “oy” isteyecek olan “RTE ve AKP’ye HAYIR” diyeceksiniz. -Siyasi Partiler Kanunu’nda, özellikle parti içi demokrasiyi sağlayacak değişiklikleri yapmadan, milletvekili dokunulmazlığını, kürsü dokunulmazlığı ile sınırlamadan “demokratikleşme” den söz eden AKP’nin inandırıcılıktan uzak bu tutumuna “HAYIR” diyeceksiniz; Ve en önemlisi, AKP’nin, defalarca söz vermesine rağmen , bu yasama döneminde de dokundurtmadığı “dokunulmazlık” sonucu, “yüz kızartıcı suç işleyenlerin sığınma evi” haline dönüşmüş olan Yüce Meclis’i, bu utanç verici konumdan kurtarmaya yönelik adımları atmayan AKP iktidarına “HAYIR” diyeceksiniz. -YÖK’ü ele geçirdiği için artık gündemine almayan, böylece üniversitelerin gerçek anlamda özerk, ilim - irfan yuvalarına dönüşmelerine yönelik plan, proje ve projeksiyonları bir başka bahara erteleyen, gerçek bir eğitim reformu yapacağına, milyonlarca gencin dershane önlerinde sürünmesine göz yuman AKP duyarsızlığına ve insafsızlığına “HAYIR” diyeceksiniz. -Türkiye’de “sansür”ün kaldırılışının 103.yılında, hala 70 kadar gazeteci cezaevinde yatarken, muhalif gazeteciler, okuyucunun haber alma hakkına doğrudan müdahale sonucunu doğuracak biçimde haber ve yorumları nedeniyle hapis tehdidi altında görevlerini sürdürürlerken, bir bölümü ise, ne ile suçlandıklarını bile bilmeden ceza evlerinde acı çekerken, ceza kanunu (27 madde) ile Terörle Mücadele Kanunu’nda (özellikle teröristten önce basını hedef alan ve basın ifade özgürlüğünü kısıtlayan 6.ve7. maddeler) yer alan bazı hükümler, gazetecilerin başında “Demokles Kılıcı” gibi sallanırken, pişkince “ basın özgürlüğünden ve ileri demokrasiden” söz eden AKP’ne “kırmızı kart” göstereceksiniz ve “HAYIR” diyeceksiniz. -Etkisiz ve çaresiz biçimde, kendi haline terk edilmiş olan yerel medyayı da, elindeki vergi idaresini ekonomik bir silah gibi kullanarak susturmayı başarmış olan AKP’nin, uygulamada mevcut olan ve adeta “sansür” ü yaşatan yasal düzenlemelerle yüzleşmeden “özgürlük” demesindeki çelişkiyi sorgulayacak ve “daha fazla demokrasi” söylemindeki kamuoyunu yanıltmaya yönelik “çakma demokrat” lığına “HAYIR” diyeceksiniz. -13 Haziran sabahı, laiklik karşıtı eylemlerin, yani “irtica”nın, yani gericiliğin odağı olduğu bizzat Anayasa Mahkemesi tarafından 1/10 oy çokluğu ile kararlaştırılmış olan, yani “iktidarda olan irtica”dan, yani AKP’den kurtulma ümidiyle uyanabilmek için “HAYIR” demelisiniz. -Terör inisiyatif almış, azmış durumda. Her gün şehit cenazeleri kaldırılıyor. Gözyaşı, öfke had safhada. Yurdun muhtelif köşelerinde “kalkışma provaları yapılıyor”. Kayıtsız – şartsız bir “milli mutabakat” a ihtiyaç var. Ama AKP ve Başbakanın öncelikleri farklı; Türkiye’yi yönetmek değil, “bir an önce teslim almak istiyorlar”… İşte bu aymazlığa, bu sorumsuzluğa “HAYIR” diyeceksiniz. 11 -Demokrasiyi, özgürlükleri yok etmek için bir araç gibi kullanmak isteyenlere “HAYIR” diyeceksiniz. -AKP’ nin gizli hedeflerine “HAYIR” diyeceksiniz. Böylece, AKP’ nin “siyasi darbe teşebbüsü”nün “milli irade duvarı”na çarparak engellenmesini sağlamış olacaksınız. -Habur sınır kapısındaki görüntüleri hazmedemiyorsanız, teröristleri kızdırmamak uğruna, Habur’ da kurulan “orta oyunu çadırı” benzerinde, Türk Bayrağı ile Atatürk resimlerinin indirilmesini içinize sindiremiyorsanız ve teröristlerin adeta kahramanlar gibi karşılanmaları kanınıza dokunuyorsa,”HAYIR” diyeceksiniz. -Atatürk Hava Limanı’nda apronda “deve” kesenlere ve bu komediye göz yumanlara “HAYIR” diyeceksiniz. -“Başına çuval geçirilen asker utancı” na “HAYIR” diyeceksiniz. -Türkiye Cumhuriyeti’nin, yeniden “tekke ve zaviye”lerle dolarak, “şeyhler, dervişler,müritler ve meczuplar” ülkesi olmasını istemiyorsanız “HAYIR” demelisiniz. -Atatürk’ün başkentinde, Arap Krallarını, Şeyhlerini, ayaklarına kadar giderek, kaldıkları otel odalarında ziyaret ederek,”mahiyette görüntü veren” Cumhurbaşkanı ve Başbakan istemiyorsanız, ”teröristin ayak dibinde bir başbakan resmi” nden hicap duyuyorsanız “HAYIR” demelisiniz. -“Hakimlerin iktidarı”ndan şikayet edip, gerçekte, “iktidarın hakimleri”ni yaratmak isteyenlere “HAYIR” diyeceksiniz. -Sosyal devlet ilkesinin arkasına saklanarak, fukaralığı ve çaresizliği, devletin valileri, kaymakamları ve diğer görevliler eliyle dağıtılan “sadakalar” vasıtasiyle oya çevirmek isteyenlere “HAYIR” diyeceksiniz. -“Yetki bende, asarım da keserim de” zihniyetine “HAYIR” diyeceksiniz. -Mücahit olarak gelip, müteahhit olanlara; Harun gibi gelip, Karun’laşanlara “HAYIR” diyeceksiniz. -“Yönetemeyen demokrasi” ve “adalet üretemeyen yargı”dan memnun iseniz “evet”, değilseniz “HAYIR” demelisiniz. - ‘’Lider sultasına teslim bir meclise ve yerlerde sürünen parlamenter demokrasiye”, kısaca ‘’sivil vesayet’’e razı iseniz “evet”, değilseniz “RTE ve AKP’ye HAYIR” demelisiniz. -Ulemayı gerçek karar organı olarak görebilen, yüz kırk üç yaşındaki Danıştay’ a, katsayıya ilişkin kararı eleştirerek, ‘’ben imam hatipliyim diye mi o kararı verdiniz ‘’ diyebilen, kendi kontrolünde, özgür olmayan bir basın isteyen, “tek parti yönetimi” rüyaları gören bir RTE ! Böylesine bir “Başbakan”ı hak ettiğinizi, uygun bulduğunuzu, Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışır niteleyebileceğinizi düşünüyorsanız “evet”, aksi takdirde “RTE ve AKP’ye HAYIR” demelisiniz. 12 olarak -Kısacası Recep Tayip Erdoğan’dan yorulduysanız, “HAYIR” diyeceksiniz !.. * * Yargıyı denetimi altına almak isteyen bir yürütme…istiyorsanız ; Alenen çiğnenen yasaları ile kanayan, yaralı bir demokrasi…istiyorsanız ; * Her an dinlenme paranoyası, korku ve güvensizliğin hâkim olduğu tepkisiz bir toplum olarak yaşamayı içinize sindirebiliyorsanız… * “Yargının siyasallaştırılmasına, hukukun hukuksuzlaştırılmasına, hukuksuzluğun ise , hukukileştirilmeye çalışılmasına’’ razı iseniz ”evet” diyeceksiniz. Aksi halde “RTE ve AKP’ye HAYIR” demelisiniz. Kendi yandaşlarına MİKAİL (kol- kanat geren, koruyan), karşıtlarına ise, AZRAİL kesilen bir zihniyete “dur” demek için; Zalimlerin daha cüretkar olmalarında pay sahibi “suskun aydın”lardan olmak istemiyorsanız; Hukukun, terazi ile birlikte simgelerinden olan “cübbe”nin, başka dünyaların cübbelerine teslimini engellemek istiyorsanız; Adaletin, millet adına karar veren yargıdan alınıp, kimin adına karar vereceği belli olmayan “ellere” teslimine göz yummayacaksanız; Koskoca “Deniz Feneri”nin, nasıl olur da “fersiz el feneri”ne dönüştürüldüğünü merak ediyorsanız; (05.05.2011 itibariyle son durum : Almanya’da , “Asrın soygunu, asrın dolandırıcılığı” ve benzeri vurgularla sadece bir yıl içinde sonuçlandırılan ve sorumluların hapis cezasına çarptırıldığı “Deniz Feneri” davasının Türkiye ayağında, Türkiye bağlantısı da ispat edildiği halde, tam dört yıldır soruşturma devam ediyor; Halen dava açılamamıştır ) . Şemdinli, Habur, Erzincan-Erzurum ve İstanbul-Silivri arasına sıkışmış, tepkisiz bir Türkiye… ‘ de ; -Değer yargılarının alt üst edildiği, haksızlığın olağan hale geldiği, bu yüzden de güçlü olanın haklı sayıldığı bir ülke haline gelmiş olan Türkiye…’ de ; -Anayasa Mahkemesi’ nin 10’ a 1 kararı ile ‘’laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu’’ tespit edilen bir parti tarafından yönetilen bir ülkede ; -“Anayasa’ dan Türk sözcüğü çıkarılmalıdır’’ demek gafletinde bulunanlarca yönetilen; 13 -Bu kaotik ortamı ‘’ülkenin kutlu yürüyüşü’’ olarak niteleyenlerce yönetilen; -Hukukun üstünlüğüne değil iktidarın üstünlüğüne inananlarca yönetilen ; Bir Türkiye’de yaşamaya devam etmek istiyorsanız “evet” diyeceksiniz. Aksi taktirde RTE ve AKP’ye “HAYIR” demelisiniz. …Ve nihayet vatan müdafaasını emanet ettiğimiz ve binlerce evladımızı teslim ettiğimiz silahlı kuvvetlerimizi adeta düşman olarak görenlerce yönetilen, “yalnız ve güzel ülkem”… Türkiye ! … …Ve Kanun-u Esasi’nin üzerinden yüz otuz dört yıl geçmesine rağmen, hala “yeni bir anayasa” arayışındaki Türkiye… Tamam mı, devam mı? RTE’ye ve AKP’ye “Evet” mi, “HAYIR” mı ?... 12 HAZİRAN’ da RTE’ ye ve AKP’ ye “EVET” DERSENİZ : * Her şeyden önce, aydınlığa çakılan kıvılcımların, alevlenmeden, ışık saçar hale gelmeden söndürülmesi çabalarının, eli-kolu bağlı, boynu bükük seyircisi olacaksınız. * 1982 Anayasası’nın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerinin, yani, “Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olma özelliklerinin birer, birer değiştirilmeye çalışılacağı” tehdit ve tehlikesine karşı, başvuracak yüce bir makam bulamayabileceksiniz. (Hatırlayalım ; Anayasa’mızın 4.maddesi çerçevesinde ifadesini bulan “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddelerin benzerleri, evrensel insan hakları ile özellikle demokratik hukuk devleti ilkelerinin, “değiştirilemez maddeler yada benzeri hükümler marifetiyle güvence altına alınmalarına ilişkin düzenlemeler”, bir çok demokratik ülke anayasalarında da yer almaktadır; Kaldı ki,halen dünyada, bünyesinde değişik etnik kökenlileri barındırdığı halde, kendi ulusal kimliğine vurgu yapmayan hiçbir demokratik ülke yoktur; Örneğin, Almanya Federal Cumhuriyeti Anayasası’nda, “Alman, Almanya, Alman halkı, Her Alman, Bütün Almanlar” gibi kavramlar, sıkça kullanılmaktadır. Öte yandan, Alman Anayasa’sının “değiştirilemez nitelikli” 20/1. maddesinde, “Almanya Federal Cumhuriyeti, demokratik ve sosyal bir federal devlettir” denilmektedir; 20/4. Maddesinde ise, “Bu anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir imkanın bulunmaması halinde, tüm Almanların direniş hakkı vardır” vurgusu yapılmaktadır; Benzer şekilde , 79/3. maddesinde ise, açık bir şekilde, “Devlet şeklini belirleyen esaslara ilişkin bir anayasa değişikliği yapılamaz” hükmü mevcuttur. Gene Alman Anayasası’nın , “insan hak ve özgürlüklerine ilişkin hükümler içeren 1-19. maddeleri, “bir temel hakkın özüne hiçbir şekilde dokunulamaz” hükmünü amir 19/1. maddesiyle korunmaktadır). -Hazırlattıkları “ısmarlama anayasa taslağı”nda, “Türk, Türk halkı ve Türk milleti” gibi kavramları kullanmaktan özellikle kaçınan ve bizzat açıkladıkları gibi, değiştirilemez maddelerin de değiştirilebileceği; Hatta, daha ileri bir demokrasi için (!) değiştirilmeleri gerektiği” sonucuna varan TÜSİAD yetkililerinin kulakları çınlasın* Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine uygun olarak getirilen “Eğitim Birliği Esası”nın yok edilerek , “cumhuriyet düşmanı nesiller yetiştirilmesi” tehlikesi karşısında ses çıkaramayacaksınız. 14 *Halen devam etmekte olan “öğretmen-imam kavgası”nda, öğretmenin yenik düşüşüne şahit olmanın, tarifsiz çaresizliğini yaşayacaksınız. *Türkiye’nin başkanlık sistemine geçip, “tek adam cumhuriyeti”ne dönüştürülmesini engelleyemeyeceğiniz gibi,“ortak paydalarımızın yok oluşu”na da, elinizden hiçbir şey gelmeksizin, sadece “üzülerek şahit olacaksınız”. *Tıpkı bir çok kamu kurum ve kuruluşunda açıkça görüldüğü gibi, özellikle ordudan, yargıdan ve üniversitelerden tüm Atatürk’çü, milliyetçi, liberal ve tabii ki çağdaş düşünceye ve yapıya sahip görevliler “tasfiye edilecekler” ve yerlerine dünya görüşleri bilinen, genellikle çağdaş kavram ve uygulamalara yabancı “badem bıyıklı”lar getirilecektir. Ardından da, türban serbestisi ve içki yasağı ile başlayacak uygulamalar gelecek ve Siz’ler de, hiçbir şekilde müdahale gücü yada imkanına sahip olmaksızın, bu vahim tablonun sadece birer seyircisi olacaksınız ( İran’da da “Molla Rejimi”, sözde demokratlar başta olmak üzere,komünistler, laik solcular, sağcılar, hatta mütedeyyin –samimi müslümanların destekleriyle iktidara gelmişti). 12 Haziran seçimleri, Türkiye için bir dönüm noktasıdır. Ya, “çağdaş bir yönetim”le, demokrasiyi özümsemiş, benimsemiş, dünyada oynanan oyunun kurallarına vakıf , laik vatanperverlerle Büyük Atatürk’ün gösterdiği “muassır medeniyetler seviyesi”ne ulaşma çabamızı sürdüreceğiz; Yada üçüncü sınıf bir Ortadoğu ülkesi olarak kalmaya razı olacağız. Bu itibarla Türkiye’nin,“demokratik, laik sosyal bir hukuk devleti” olarak varlığını sürdürmesinden yana olanlar, hiç tereddütsüz “RTE ve AKP’ye HAYIR” DEMELİDİRLER. *Ve nihayet, “milli irade”yi hiçe sayan AKP zihniyetine “HAYIR DEMELİSİNİZ”. *Tek Adam’a, yani Recep Tayyip Erdoğan’a ; Kısaca, Tayyip Bey Cumhuriyeti tehlikesine “HAYIR DEMELİSİNİZ”. 12 Haziran Pazar gününün,TÜRKİYE’ nin KARA PAZAR’ ı olmaması için RTE ve AKP ‘ne “HAYIR” .… “HAYIR” da hayır vardır… RTE ve AKP HÜKÜMETİ NE DEMEKTİR ? Henüz 2,5 aylık bir bebek olan Kübra Bakırcı’nın , açlıktan ölmesidir. (Hatırlayalım; İş kazası geçirerek sakat kalan, ancak SGK tarafından kendisine gelir bağlanmayan Murat Bakırcı’nın , yoksulluk nedeniyle yeterince besleyemediği 2,5 aylık yavrusu Kübra Bakırcı, hastaneye dahi yetiştirilemeden yolda son nefesini vermiştir; Yapılan otopside, Kübra bebeğin açlıktan öldüğü tespit edilmiştir). Daha fazla vergidir, yüksek işsizliktir, fakirliktir, haksızlıktır. (Hatırlayalım ; dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı, AB ülkelerinde ortalama %3035 arasında iken, ülkemizde bu oran, uzun yıllardır %70 mertebesindedir. Yani, toplanması gereken “gelir ve kurumlar vergisi” yeterince toplanamadığı için, ÖTV ve KDV gibi dolaylı vergilere yüklenilmektedir; Bu durumda, düşük, sabit ve dar gelirliler en çok etkilenen kesimi 15 oluşturmaktadır. Oysa, çağdaş vergi sistemlerinde, “az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınması” esastır ). Manipülasyondur ; hesap hileleriyle milletin gözünün boyanmaya çalışılmasıdır. (Hatırlayalım ; Devlet Planlama Teşkilatı –DPT- tarafından hazırlanıp, 28 Ekim 2007 tarihinde açıklanan 2008 yılı programında, 2005’te yenilenen nüfus projeksiyonlarına göre, 2007’de 73,9 milyon olan Türkiye yıl ortası nüfusunun, 2008’de 74,8 milyona ulaşacağı belirtilmişti ; Türkiye İstatistik Kurumu –TÜİK- ise, 21 Ocak 2008 tarihinde Türkiye’nin nüfusunu 70,6 milyon olarak açıkladı; Yani böylece toplam nüfusu, bir gecede 3,3 milyon azalttı. Aynı TÜİK, bu kez 2007’de yaptığı yeni bir hesaplamayla ekonominin yurtiçinde oluşan toplam üretimini yani GSYH’ yı, %31,6 oranında artırdı; Yani, hesap hileleri sonucu, Türk ekonomisi, bir gecede yaklaşık 1/3 oranında artırılmış oldu. Bilindiği gibi, “kişi başına gelir”, toplam üretimin nüfusa bölünmesiyle elde edilen rakkamdır. 2007-2008 ‘de AKP’nin yaptığı gibi, geliri sanal olarak artırır, nüfusu da olduğundan az gösterirseniz, tabii ki “kişi başı gelir yüksek çıkar”. İşte, 2007 yılı ve devamında gazetelere verilen “kişi başına gelir 10 bin Dolar’a yükseldi” masalının arkasında yatan gerçek budur ). Sadece 20 kişinin alınacağı düşük kazançlı bir işe, tam yirmi bin kişinin başvurmasıdır. (Hatırlayalım ; 9 yıllık AKP iktidarının yönetimindeki ekonomi, sonuçta yandaşların iddialarının aksine, “mucize değil”, yoksulluk üretti; İşsizlik üretti . Ülkenin % 49’u yoksul, aç, çıplak, perişan…Sadece son bir yılda yoksul sayısı 818 bin kişi arttı. 1988-2002 arasında ortalama % 8 civarında olan işsizlik oranı, 2003-2009 döneminde, yani AKP döneminde %11,1 ‘e yükseldi. 2009 ‘da % 14,8 olan bu oran, 2010’ da % 11,9 olarak belirlendi. Kayıt dışı olgusu, iş bulmaktan ümidini kesmiş olanlar ve gizli işsizliğin de eklenmesiyle Türkiye’de gerçek işsizlik oranının % 20’ler mertebesinde olduğu, yani yaklaşık 6 milyon vatandaşımızın işsiz olduğu ve sırf bu nedenle dahi “eziyet çektiği” gerçeği görülmelidir. Ekonomist Dergisi’ne göre, Türkiye, işsizlikte dünya beşincisidir. OECD ülkeleri arasında ise, İspanya’dan sonra 2. ülkedir; Yani Türkiye, OECD ülkeleri arasında sondan ikincidir ve böylece de işsizlikte şampiyon bir ülkedir !.. ). Çağdaş ölçütlere göre hazırlanmış bir “insan gücü planlaması”na sahip olunmaması demektir ; (Dikkat edelim ; AB ülkeleri arasında “insan gücü planına sahip olmayan tek ülke” Türkiye’dir; Bu nedenle de, her dört üniversite mezunundan biri işsizdir; Bu oran bazı mesleklerde % 50’lere kadar yükselebilmektedir; Yani üniversitelerimiz, diploma değil, “işsizlik sertifikası” verir durumdadır. Plansızlık sonucu, yükseköğretimde gençlerin sadece % 10 kadarı teknik, tıp, mühendislik vb. okuyor; Yani doğrudan veya dolaylı, üretime yönelik ya da yakın bir eğitim alıyor, diğerleri ise, sosyal bilimler tahsili yapıyorlar. Binlerce ziraat mühendisi ve veteriner, eğitim maliyetlerine bakılmaksızın “sınıf öğretmeni” olarak görev yapmak zorunda bırakılmıştır ; Ve bu fakültelerimiz halen öğrenci almaya devam ediyorlar. Bu savurganlığın sürdürülmesi mümkün değildir. Öte yandan, TMMO verilerine göre, mühendisler arasında da işsizlik oranı % 36’ya ulaşmıştır. Mezunlarının iş bulamadıklarının bilinmesine rağmen, çok sayıda maden mühendisi yetiştiren üniversitemiz var. Hatta, seslerini duyan olmasa da, “işsiz mühendisler derneği” adıyla örgütlenmişlerdir. Benzer sorunlar, veteriner hekimler arasında da yaşanmaktadır. Örneğin, nüfusları bize yakın olan ve her biri dünyanın önde gelen tarım ve hayvancılık ülkelerinden olan 16 Almanya’da 5, İngiltere’de 6, Fransa’da 4, İspanya’da 10 ve İtalya’da 12 veteriner fakültesi mevcut iken, Türkiye’de tam 19 veteriner fakültesi var. Türk Veteriner Hekimleri Birliği’nin verilerine göre, 2013 yılında tam 32 bin veteriner hekimimiz olacak ve ne yazık ki, bunların önemli bir bölümü de, ya işsizlik cenderesinde ezilip kalacaklar, veya düşük gelirlere razı olarak, mesleklerinin dışında bulabildikleri herhangi bir işte çalışmak zorunda kalacaklardır. Son bir örnek almanca öğretmenliğinden: Son yıl içinde sadece 10 almanca öğretmeni atanmasına karşın, halen mevcut 16 üniversitemizde, almanca öğretmenliği bölümlerinde öğrenci yetiştirmeye devam edilmektedir!..) . Sonuç olarak : Türkiye’nin ihtiyaçları ve istihdam olanakları dikkate alınmaksızın açılan ve 23 Nisan 2011 itibariyle sayıları 156’ya ulaşmış olan üniversitelerimizde halen, ön lisans ve lisans öğrencisi sayısı, açık öğretimle birlikte 3 milyon 500 bin civarındadır ve her yıl yaklaşık 700 bin gencimiz bu okullardan mezun olmaktadır; Ne yazık ki, bu mezunların ortalama % 40 kadarı işsiz kalarak “diplomalı işsizler ordusu”na katılmaktadır. Bu ülkenin gençlerine ne kadar daha umut satabilirsiniz ? Taşeron işçi sefaletidir, asgari ücretlinin ve emekliler başta olmak üzere, diğer tüm dar gelirlilerin göz yaşıdır. (Hatırlayalım ; DİSK’e bağlı Emekli- Sen’e göre, her 5 emekliden biri aç, 4’ü ise yoksul; TÜİK verilerine göre, 2010 yılı boyunca tarım kesiminde istihdam edilen toplam 5 milyon 683 bin çalışanın, 4 milyon 857 bininin herhangi bir sosyal güvencesi yok). Tarım kesiminin, dolayısıyla “çiftçinin bitirilişi”dir. Etin, buğdayın, mısırın ve pamuğun dahi ithal edilmesidir, pancarın can çekişmesidir. (Hatırlayalım ; AKP hükümetinin, geçen 9 yıl zarfında uyguladığı “tarım politikaları” sonunda; Buğday satardık, şimdi ithal ediyoruz; Pirinç, mercimek, mısır, susam, arpa ve bakla dışarıdan geliyor; Hem de, vahim oranda GDO ‘lu olarak; Tıpkı, sarımsak, ayçiçeği, fasulye,kabak gibi… Ceviz, elma, muz da dışarıdan…Dünyanın en büyük 7. pamuk üreticisiydik, şimdi 3. büyük pamuk ithalatçısı olduk; Ya tütün, ya çay ? Fazlası yakılıyor, denize dökülüyordu; Ama üreticisi mağdur edilmiyordu. Şimdi ise, bunlar da dışarıdan geliyor; Zeytin ülkesi Türkiye, zeytinyağı bile ithal ediyor; Pancarın durumu da farklı değil ; Yeterince üretebildiğimiz, sağlıklı pancar şekerimiz dururken, kanserojen etkisi bilinen “nişasta bazlı şeker şurubu –NBŞ-” kullanıyoruz; Hem de vahim oranlarda – ABD ‘de %3, AB’de ortalama %2, Almanya’da %1 oranında NBŞ’na izin verilirken, bizde bu oran %15’ dır ve Bakanlar Kurulu, bu oranı da %50 artırma yetkisine sahiptir; Bu arada, üç yanı denizlerle çevrili, yarımada Türkiye, balığı da ithal ediyor; Kalamar Hindistan’dan, barbunya Senegal’den,ahtapot İspanya’dan, karides Çin’den, somon Norveç’ten, kalkan Gürcistan’dan geliyor; Sorumsuzluğa bakar mısınız ? Kendi üreticimizi perişan etme pahasına, İthal mallar cenneti olduk ; Bu arada , alış-veriş merkezlerinde, büyük marketlerde satılan yerli malı ürünler, her geçen gün azalıyor ; Oysa, bizler değil miydik “YERLİ MALI YURDUN Hani dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik! Ne oldu bize ?..). MALI, HER TÜRK ONU KULLANMALI” diyerek büyüyen ?… 17 Şimdi sıkı durun: Nisan 2011 itibariyle açıklanan OECD Tarım Raporu” nda, Türkiye’de et, süt ve şekere verilen desteğin yüksek olduğu vurgulandı. Güya, OECD ‘de tarımsal ürünlere verilen destek oranı %22 iken, bu oran Türkiye’de % 34 imiş ! Birileri “El insaf” demeli ! Hayvancılık bitmiş, ithalat patlamış, pancar üreticisi perişan, maliyetini karşılayamıyor; OECD’nin tuzu kuruları kalkmış, “artık destek vermeyin” diyorlar; Yani zaten can çekişen bu sektörlerinizi de, diğer bir çokları gibi “ölüme terk edin” diyorlar !.. AKP’den henüz bir tepki yok !.. EDEP YAHU !.. Ödenemez hale gelen “cari açık” dır. (Hatırlayalım ; bir ülkenin dış dünya ile yaptığı her türlü mal, hizmet ve servis alış-verişini gösteren “cari işlem açığı”, 2010 yılında % 247,1 oranında artarak 48,557 milyar Dolar oldu.Bu, cumhuriyet dönemi rekorudur.1923 yılından 2002 sonuna kadar toplam 42,8 milyar Dolar cari açık veren Türkiye’de, sadece 2010 yılı rakkamı ile bu miktar aşılmıştır; Cari açığın 2010 yılında 48,6 milyar Dolar’a yükselmesi, milli gelirimizin % 6,5 ‘ine tekabül eder ki, bu da, ekonomide dengelerin kurulamamış olduğu anlamına gelir. Öte yandan, 2010 yılında Türkiye’ye giren “sıcak para” miktarı 47,3 milyar Dolardır; Yani, cari açığın % 97 ‘si sıcak para ile finanse edilmiştir; Böylece gün kurtarılıyor, geleceğimiz karartılıyor; Böyle giderse, üretim tesisleri birer, birer ülkeyi terk ederler, ülke değerleri- varlıkları yabancıların eline geçer, yabancı menşeli mal ve hizmetler piyasaya hakim olurlar ve sonunda da, kendi ülkemizde yabancılara çalışan “ırgat”lara dönmemiz, kaçınılmaz sonumuz olur. Sıcak para-kara para ekonomisidir, “kayıt dışı” lığın önlenemez yükselişidir. (Hatırlayalım ; 30 Eylül 2010 tarihi itibariyle Türkiye’deki yabancı kaynak miktarı 117 milyar Dolardır. 2003-2010 yılları arasında yabancı şirketlerin net kar transferleri, 54 milyar Dolar’dır. Yabancıların, sadece 2010 yılında ülkemizden götürdükleri para, 10,6 milyar Dolar’dır. Gelen yabancı kaynağın , sadece % 3-5 kadarı doğrudan yatırım için geliyor, gerisi ise, üretime değil, genelde finans sektörüne, gıda ve hizmet sektörüne geliyor; Ya da milletin malını yok pahasına almaya geliyor ; Bunun adına da, “özelleştirme” diyorlar; Kısacası, sıcak para, ülkemizin üretimine, istihdamına, işsizliğine önemli hiçbir katkıda bulunmadan, elde ettiği tatlı karlarla geri gidiyor; Cari açığımız, işte bu sıcak para ile kapatılıyor ki, bu durumun sürdürülmesi mümkün değildir. Öte yandan, unutmayalım ki, AKP’nin çıkardığı “Varlık Barışı Yasası”, bir nevi “kara parayı yıkama” işlevi görmüştür. Gerçekten, sözü edilen yasal uygulama ile genelde Türkiye’de kazanılmış olup, dışarıya kaçırılan , kayıt dışı yada yasa dışı yollardan elde edilmiş varlıklar, sadece % 2 tutarında bir vergi ödemek suretiyle “temiz para” haline getirilmiştir ). Gittikçe artan dış ticaret açığı ve kamu borçlarıdır . (Hatırlayalım ; 2009 yılında, 39 milyar Dolar dış ticaret açığı veren Türkiye, 2010 yılında, 114 milyar Dolar tutarında ihracat, yaklaşık 186 milyar Dolar tutarında ithalat yapmış, böylece 72 milyar Dolar dış ticaret açığı vermiştir; Bu da cumhuriyet rekorlarından biridir ; Öte yandan, cumhuriyetin ilanından, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar , 80 yıllık cumhuriyetimizin iç ve dış borçlarının toplamı, 148 milyar Dolardı; 2010 sonu itibariyle bu rakam, 297 milyar Dolar’ı kamuya, 177 milyar Dolar’ı özel sektöre ait olmak üzere, toplam 474 milyar Dolar’a ulaştı). Gelir dağılımında adaletsizliktir, yoksulun daha yoksul, zenginin daha zengin olmasıdır. 18 (Hatırlayalım ; 1987 yılında dünyanın 14. Büyük ekonomisi olan Türkiye, AKP iktidarında gerileyerek 2011 yılında 17. liğe düşmüştür ; Ancak, gelir dağılımındaki adaletsizlik sonucu, kişi başı gelirde de 17. değil, sadece 58. sıradadır. OECD ‘de de, gelir bölüşümü adaletsizliğinde, 33 ülke içinde 2. sıradayız. Halen Türkiye’de yaklaşık 13 milyon kişi, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. En yoksul % 10’luk kesimin kullanılabilir gelirden aldığı pay, % 2,1 ‘e düştü; En zengin % 10’luk kesimin payı ise, % 30,9’dan, % 32’ye yükseldi; Türkiye’nin en zengin 100 kişisinin 2009’da 87 milyar Dolar olan serveti, 2010’da 104 milyar Dolar’a yükseldi ; Bu arada, dolar milyarderlerimizin sayısı da, 11 artışla 2010’da 39’a yükseldi; Bankalardaki toplam mevduatın yarısı da, sadece 29 bin kişiye ait ;Yani, AKP iktidarında zengin daha zengin, fakir daha fakir oldu). “İstihdam yaratmayan büyüme” masalıdır . (Hatırlayalım ; Çok partili sisteme geçtiğimiz 1946 yılından 2002 yılına kadar ortalama büyüme hızı % 5 , 2002- 2009 döneminde ise, % 4,3 olmuştur. 2009 ve 2010 yıllarında kaydedilen ortalama %8’lik büyüme ise, gerçek bir büyüme olmayıp, son ekonomik krizde yaşanan küçülmenin, az da olsa telafisinden ibarettir; Bu nedenle de , büyüme istihdama yansımamış ve gerçek issizlik, % 20’lerde çakılıp kalmıştır. Yani, “istihdam yaratmayan bir büyüme” ile karşı karşıyayız; Yani AKP Hükümeti’nin “büyüme masalları”nın millet nezdinde hiçbir geçerliliği yoktur ; Kaldı ki, yüksek işsizlik, yükselen kamu borçları, giderek artan cari işlemler açığı ve sıcak para ekonomisi gibi, zayıf ve sorunlu halkaların hakim olduğu ekonomilerde, gerçek büyümeden söz edilemez. Bu itibarla da, Türkiye’de yaşanan, “büyüme ve istihdam arasındaki doğru orantı” da dikkate alındığında, ne yazık ki, devamlı hamur işi, patates kızartması ve tatlı yiyerek büyüyenşişen çocuğun büyümesi misali, sağlıksız, “obez bir büyüme”dir; Unutmayalım ki, dünyada ortalama büyüme hızlarına bakıldığında, 1980- 2002 döneminde 49. sırada yer alan Türkiye, 2002 yılında 51. sıraya, 2011’de de 72. sıraya düşmüştür ). Peynir-ekmekten, defter-kalemden, hatta kefen bezinden dahi KDV alıp, elmas, zümrüt-yakutinci ve pırlantadan almamaktır. (Hatırlayalım; Köylünün tezeğinden, çiftçinin gübresinden % 18 KDV alan AKP Hükümeti, bizzat değiştirdiği KDV Kanunu’nun 17/4-g maddesi hükmüne göre, 1 Ağustos 2004 ‘ten itibaren , pırlanta, elmas, yakut, inci ve zümrütün, % 18 olan KDV’sini yüzde sıfıra indirmiştir; Yani sayılan bu lüks tüketim ürünleri,KDV ‘den istisna tutulmuştur. Asgari ücretten vergi alıp, yüksek döviz-faiz-borsa kazancını adeta yok saymaktır. Yatırımsızlıktır, iflaslardır, kabaran ve ödenemeyen faturalar – kredi kartı borçlarıdır. Türkiye’mizin dört bucağında, yoksulluk, açlık, perişanlık kol gezerken, gerçekte, uygulanan ekonomik model sonucu zengin daha zengin, fakir daha fakir olurken, RTE ve AKP yetkililerinin, “ekonomide mucizeler yaratıyoruz, kanatlandık uçuyoruz” gibi afaki söylemlerle Milletin gözünü boyamaya çalışmalarıdır . (Hatırlayalım ; -İşsizlik, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve sonuçta ülkenin % 49 u yoksul, aç, çıplak, ve perişan ; 19 -Cezaevlerinde, 2002’de yaklaşık 60 bin olan tutuklu ve hükümlü sayısı, 2011 ‘de yaklaşık 123 bine yükseldi. -2004’de 6 milyon 852 bin kişi olan “yeşil kartlı” sayısı, 2010’da 9 milyon 323 bine yükseldi. -Vatandaşlarımızın, 2002’de 6,5 milyar TL olan “banka borçları”, 2010 sonu itibariyle 170 milyar TL’ye yükseldi . -Çiftçilerin, 2002’de 5 milyar TL olan “banka borçları”, 2010 sonunda, yani AKP iktidarında 23,8 milyar TL’ye yükseldi; Yani yaklaşık 5 misli arttı. -“Kredi kartı borcunu ödeyemeyenler”in, 2002’de 33.866 olan sayısı, Kasım 2010 itibariyle 1 milyon 442 bin 209’ a yükseldi; Yani, % 4159 arttı. -“Protesto edilen senet” sayısı, 2002’de 498.748 iken (o zaman toplam 816 milyon TL), 2010’da 1 milyon 106 bin 633’e yükseldi (Toplam tutarı 5,2 milyar TL) . -İcra dairelerindeki dosya sayısı, 2002’de 10 milyon adet iken, 2011’de 17 milyona yükseldi . -Hayat çok pahalı hale geldi; AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, bir litre benzin 1 TL. iken, 2011 Mayıs’ında bir litre benzin 4 lirayı aştı; Dünyanın en pahalı benzinini kullanıyoruz. 2002 yılında bir kilo ekmek 1 TL. idi; Şimdi 2 lirayı aştı. Bir kilo dana etinin fiyatı 8 liraydı; Şimdi 35 lirayı aştı. Büyük mutfak tüpü 14 liraydı; Şimdi 55 liraya yükseldi. Buna karşılık, 2002 yılında en düşük memur maaşı ile yaklaşık 7 Cumhuriyet altını alınırken, bu gün en düşük memur maaşı ile ancak 3 Cumhuriyet altını alınabiliyor; Yani geçen 9 yıl zarfında insanlarımızın satın alma güçleri yarı yarıya azalırken, iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Kısacası, 9 yıllık AKP iktidarında, “asgari ücret” sadece % 143 oranında artarken, et % 348, ekmek % 300, süt % 192, tüp % 171, Yumurta % 165 artmıştır. -“Devletin toplam borcu” (80 yıllık toplam borç), 2002’de 243 milyar TL iken , 9 yıllık AKP iktidarı sonunda 473 milyar TL’ye yükseldi . - Hazine Müsteşarlığı’nın verilerine göre, 2002’de 349 milyar lira olan toplam net iç ve dış borç stoğu, geçen 8 yıl içerisinde % 84 artarak 644 milyar liraya yükseldi. -Kişi başına düşen borç, 2002’de 4 bin 994 lira iken, 2010 sonunda 8 bin 740 liraya yükseldi; Yani, Türkiye’de doğan her bebek, 2002’ de yaklaşık 5 bin lira borçlu olarak doğarken, içinde bulunduğumuz 2011 başında her bebek, yaklaşık 9 bin lira borç yüküyle doğuyor. -Türkiye’nin, 2002’de 129 milyar Dolar olan “dış borç stoğu”, AKP iktidarı sonunda 282 milyar Dolar’a yükseldi. -“Türkiye’nin toplam cari açığı”, 1975- 2002 yılları arasında 40,2 milyar Dolar iken, sadece 8 yıllık AKP iktidarında verilen cari açık, 219,5 milyar Dolar’a yükseldi . -Türkiye’nin, 1923- 2002 yılları arasında 247 milyar Dolar olan, toplam dış ticaret açığı, AKP iktidarında 397 milyar Dolar’a yükseldi. 20 Bu mudur ekonomik mucize ? Bitmedi ; -Türkiye, dünyada,“satın alma paritesi”ne göre 84., “küresel rekabet gücü endeksi”nde 139 ülke içinde 61., ”insani gelişme endeksi”nde 83., “refah düzeyinde, 110 ülke arasında 80., kadınerkek eşitliğinde ise, 130 ülke arasında 126. sıradadır; Yani sondan dördüncüyüz; Yani kadınerkek eşitliğinde 4. Lige düşmüşüz; Bu arada, Türkiye, TBMM’ de % 9,1 ve yerel yönetimlerde ise, % 1’in altında bir oran ile “kadınların siyasal katılım oranları” açısından 186 ülke arasında 160. sırada yer almaktadır; Bu oran, AB’de %30’ dur; Yani Türkiye’de, ne yazık ki, nüfusun yarısını, yani “KADINI YOK SAYAN” bir zihniyet var. -Ve Türkiye, “mutluluk sıralamasında”, 155 ülke arasında sadece 103. sırayı alabildi; Yani, bu cennet ülke, ne yazık ki, “mutsuz insanlar diyarı”na dönüştü. -Türkiye, “Freedom House” adlı kuruluşun , 193 ülkeyi inceleyerek hazırladığı “Dünyada Özgürlük 2011 Raporu”nda, “özgür, kısmen özgür ve özgür olmayan” kategorilerinden, “kısmen özgür ülkeler” kategorisinde yer alabilmiştir. -Türkiye, 189 ülke arasında, basın özgürlüğünde 138. sıradadır. -Ekonomist dergisinin 167 ülke arasında yaptığı “Dünya Demokrasi Endeksi” araştırmasında, 2008’de 87. sırada yer alan Türkiye, 2010’da “demokraside” 89. sıraya gerilemiştir; Ülkelerin, tam demokrasi, kusurlu demokrasi ve melez rejim diye üçe ayrıldığı bu araştırmada Türkiye, ne yazık ki, “kusurlular” arasına dahi girememiş ve Tanzanya, Filistin, Uganda ve Haiti gibi ülkelerle birlikte “hibrit- melez rejim” olarak yer almıştır. Bu tablo ile gurur duyulur mu ? Bu mudur kanatlanıp uçmak, bu mudur mucize ? Kayırmacılıktır, kadrolaşmaktır, Harun gibi gelip, Karun gibi gitmektir. Dokuz yıllık RTE ve AKP iktidarında, Devlet ihalelerinde yandaşları kayırabilmek için, “Devlet İhale Kanunu” nun yirmi kez değiştirilmesidir. Dokuz yıllık RTE ve AKP iktidarında, ekonominin kötü yönetilmesi nedeniyle , tam dört kez “mali af” çıkarılmasıdır. Yan gelip yatarak yapılan askerlikten sonra “gemicik sahibi olmak”tır. Umutsuzluktur, sahipsizliktir, kızgınlıktır, kırgınlıktır, kaostur, kavgadır. Aldatılmışlıktır, hayal kırıklığıdır, küskünlüktür, korkudur. Tüm sonuçları ile 12 Eylül ile hesaplaşmak ve bu bağlamda “darbecilerden de hesap sormak vaadi” ile seçim kazanan RTE ve AKP Hükümeti’nin, bu sözünü unutarak, 12 Haziran seçimlerine de, 12 Eylül kalıntısı seçim yasaları ile katılmak istemesidir. 21 Yaşam tarzınıza müdahaledir, kadın-erkek eşitsizliğinin devamıdır. (Hatırlayalım ; ”türban diye tutturan da, adeta gizli ve sinsice içki yasağı koyan” da, AKP iktidarıdır; sivil toplum temsilcileriyle Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan “içi boş” açılım toplantılarından birinde “ben kadın-erkek eşitliğine inanmam” diyen de, RTE’dir ). Kadına karşı giderek artan şiddet, eziyet, saldırı ve vahşettir; Kendileri koruma ordusuyla gezerken, korunma talepleri reddedilen, buna rağmen son çare olarak devlete sığınmak isteyen kadınların, sokak ortasında, hunharca öldürülmelerine seyirci kalınmasıdır . Dört çocuğuna sabah bir dilim ekmek dahi veremediği için intihar eden annedir ; Polis tekmeleriyle çocuğunu kaybeden öğrenci-annedir . Sınavlarda “haremlik- selamlık” uygulamasıdır ; Daha ilköğretim çağındaki kız- erkek öğrenciler arasına bile “santimler koyma çabası”dır . KPSS ve YGS gibi milyonları ilgilendiren sınavlarda sorulan soruların, “yandaş dershaneler” veya “abiyi-abla evleri” marifetiyle kimi katılımcılara “önceden sızdırılması”dır. Ülkenin güvenliği hiçe sayılarak “kozmik odanın basılması”dır. Basın özgürlüğünün ayaklar altında çiğnenmesidir, muhalif gazetecilerin tutuklanmasıdır. (Unutmayalım; 01 Nisan 2011 itibariyle cezaevlerinde 61’i tutuklu, 7’si hükümlü olmak üzere, toplam 68 gazeteci bulunmaktadır. Bu utanç verici durumu değiştirmek için gerekli adımların atılması şöyle dursun, gazete patronlarını, “köşe yazarlarına hakim olacaksın; Yine yazarlarsa bizim dükkanda sana yer yok diyeceksin” diye tehdit eden de RTE’dir; Bu nedenle Türkiye’nin, basın özgürlüğü açısından dünyada 138. sırada bulunduğunu hatırlatan “Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü” nün, Türkiye’yi, “İktidar, Türkiye’nin uygar dünyada yer almasını istiyorsa, gazetecilere terörist muamelesi yapmaktan vazgeçmelidir” sözlerinde ifadesini bulan çok ağır ithamına muhatap eden de AKP iktidarıdır ) . Haberleşmenin özgürlüğü ve gizliliğinin yok edilmesidir. (Hatırlayalım ; Haberleşmenin özgürlüğü ve gizliliğine ilişkin Anayasa’nın 22.Maddesinin ihlali hallerinde müeyyideleri belirleyen Türk Ceza Kanunu’nun “haberleşmenin gizliliğinin ihlali, basın-yayın yolu ile yayınlanması, konuşmaların dinlenmesi ve kayda alınması, özel hayatın gizliliğini ihlal, kişisel verilerin kaydedilmesi, verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme veya verme” gibi fiilleri suç sayan 132 – 136. Maddeleri ile bu suçların “kamu görevlisi tarafından ve görevinin verdiği yetkiyi kötüye kullanmak suretiyle” işlenmesi halinde verilecek cezanın yarı oranında artırılacağı, açıkça hükme bağlanmış olmasına rağmen (TCK-137), tüm bu vahim suçların soruşturma ve kovuşturulmasının, TCK’ nun 139. Maddesine göre “takibi şikâyete bağlı” suçlardan sayılması, bir hukuk garabetidir, çağ dışı bir uygulamadır. Bu korku dönemine son verecek olan, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarıdır. Bu bağlamda, yukarıda sayılan tüm suçların ve benzerlerinin takibi şikayete bağlı olmaktan çıkarılmalı ve savcılar da, bu durumda resen dava açmak zorunda kalmalıdırlar; Aksi uygulama, savcılar için, “görevi savsaklama” veya “görevi kötüye kullanma” suçunu oluşturmalıdır. 22 Yandaş olmayanların işlerini kaybetmeleridir, gözaltına alınmaları ve süresiz tutuklanmalarıdır. Sendikal özgürlüklerin unutulmasıdır, sendikasızlaştırmaktır. (Dikkat edelim ; Sendikalaşma oranı Fransa’da %20, Almanya’da %40, İskandinav ülkelerinde %70-80, Danimarka’da %90’larda iken, bu oran Türkiye’de %5-6’lardadır ve her geçen gün de azalmaktadır. Unutmayalım ; 1980’de sigortalı işçi sayısı yaklaşık 5 milyon iken, sendikalı işçi sayısı 3,5 milyon kadardı; 2011 yılında ise, yaklaşık 10 milyon sigortalı işçiye karşılık, sendikalı işçi sayısı 580 bine düşmüştür; Yani 1980 yılında her 100 işçiden 61’i sendikalı iken, 2011 yılında bu oran, % 5,8’e düşmüştür. Hal böyle iken, RTE ve AKP , “sendikal özgürlükleri genişlettikleri”ni iddia edebiliyorlar; Yani, milletin zekası ile alay ediyorlar; Bu saygısızlık, şiddetle reddedilmelidir). Tek suçu, ekmeğinin peşinden gitmek olan “tekel işçisi” nin gözüne “biber gazı” sıkmaktır. Hak-hukuk-adalet isteyen öğrencilerin yerlerde sürüklenmesidir, coplanmasıdır. Henüz basılmamış kitapların toplatılmasıdır. (Hatırlayalım ; ünlü Alman filozof Heinrich Heine, “kitapların yakıldığı yerde, insanları da yakarlar” demişti). Düşünceye “pranga” vurulmasıdır; Bomba malzemesi ile kitap taslağının bir tutulması suretiyle sergilenen büyük “demokrasi ayıbı” dır. (Hatırlayalım ; “İmamın Ordusu” adlı henüz basılmamış kitap için,”Yüce Türk Milleti adına karar veren yetkili mahkeme”, “el koyma ve dijital ortamdan silme ile kopyasını elinde bulunduranların da, terör örgütüne yardım suçunu işlemiş sayılmalarına” karar vermiştir. -XIV. Louis Fransa’sına hakim “baskıcı rejim”i en güzel anlatan “Volter”, “eğer kral isterse düşünemezsin” demişti. * “İçine tükürülen sanat”tır, “ucube olarak görülen heykel”dir. (Hatırlayalım ; İstanbul- Karaköy’de bulunan “Güzel İstanbul heykeli” de, AKP’nin önceki hali olan MSP’nin baskısı sonucu 1974 yılında kaldırılmıştı; 1994 yılında , Ankara’da bulunan “Periler Ülkesinde heykeli” için Melih Gökçek, “tükürürüm böyle sanatın içine” demişti; Daha Önce de, “puta tapılıyor” gerekçesiyle Ankara’da bulunan “Hitit Güneşi Amblemi” kaldırılmış, Ulus’taki “Atatürk Heykeli “soba borusuyla sarıya boyanmış” ve bu çağ dışı zihniyet, İstanbulTophane’de bir “sanat galerisi açılışını basmıştı” ; Ha gayret!..“Dine aykırılık” gerekçesiyle heykel dinamitleyen “Taliban” laşmaya az kaldı !... Buna karşılık, 1968 öğrenci olayları esnasında ünlü filozof, yazar, sanatçı “Jean Paul Sartre” yi tutuklamaya gelen devlet güçlerine karşı çıkan zamanın Fransa Devlet Başkanı General “Charles De Gaulle”, “Mösyö Sartre 23 Fransa’dır ona dokunulamaz” demiştir; İşte çağdaş ve çağdışı zihniyet arasındaki fark ! ) … -Son durum: Sayın Başbakan’ın “ucube” olarak nitelediği ve yıkılması emrini verdiği KARS’ taki “İnsanlık Anıtı”nın başı, “tekbir” çığlıkları ile uçuruldu ve böylece heykelin yıkımı sağlandı. Bir başka ifadeyle ilkellik, çağdaşlığa galip geldi; Ne yazık !.. * Kibirdir, baskıdır, riyadır, hırstır. Haksızlıktır, hukuksuzluktur, insafsızlıktır , fanatizmdir . (Unutmayalım ; “Fanatizmden barbarlığa tek adımda geçilir” -Diderot- ). Öfke siyasetidir, din bezirganlığıdır, dinin siyasete alet edilmesidir. (Hatırlayalım ; “Tüm liseleri, imam hatip liselerine dönüştüreceğiz” diyenler iktidardadır; Bu bağlamda, ders ve okuma kitaplarından, Atatürk ilke ve inkılapları eksilirken,bu kitaplara, dini içerik kazandırılmasına özen gösterilmektedir; “Evrim kuramı”, yerini “yaradılış öğretisi”ne bırakmıştır; Diyanet İşleri Başkanlığı, “hülle merkezi” olarak istismar edilmekte ve buraya alınan binlerce yandaş, özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’na kaydırılarak, milli eğitim ve okul müdürü yapılmaktadır; Yüz binlerce öğretmen boş gezerken, öğretmen yokluğu gerekçesiyle imamlar, din dersi öğretmeni yapılmaktadır; Din kültürü öğretmenlerinin sayısı, fen ve sosyal bilim öğretmenlerinin sayısını geçmiştir; Peygamberimizin doğum günü olan “mevlit kandili”nin yanına, bir de “kutlu doğum haftası” ihdas edilmiştir !..Tesadüfe bakınız ki, bu hafta,” 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” haftası ile çakışmıştır ; Kısacası, laik eğitim, geçen dokuz yıl zarfında, olabildiğince “dinselleştirilmiştir” ) . Siyaset-terör-din-etnik kimlik eksenine hapsedilmiş Türkiye’dir. Artan terördür, teröristle işbirliğidir; Habur’ da hukuka attırılan dokuz takladır. Etnik- kültürel manevi bölünmenin ayak sesleridir; “kalplerde biriken nefret” tir. Türkiye’nin savunma reflekslerinin yitirilmesidir, itibarının yok edilmesidir. “Dış politikada eksen kayması” dır, “sönmüş AB heyecanı”dır. “Hamaset, slogan, amigoluk” ve benzeri söylem, eylem ve davranışlara yer olmayan “dış politika”nın dahi, çok başlı olarak, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı tarafından “kişi bazında” ve “kişiye bağımlı” olarak yürütülmesidir. Fiyaskoyla neticelenen “açılımlar” dır; Söylem-eylem tutarsızlığı”dır. (Hatırlayalım ; “Ermeni açılımı” dediler, Azeri kardeşlerimizle aramızı açtılar, “Kürt açılımı” dediler, ülkeyi adeta bölünme noktasına getirdiler). Türk dış politikasının, “Stratejik Derinlik derken , sergilenen sığlıkta boğulması”dır. 24 (Hatırlayalım ; Fiyaskoyla sonuçlanan açılımlar ve arabuluculuk denemeleri, imzalanan “Tahran Deklerasyonu” sonucu “şüpheli müttefik” durumuna düşerek, “eksen kayması tartışmalarına muhatap olunması” ve “AB ile durma noktasına gelmiş olan ilişkiler” ile özellikle Libya’da yaşanan gelişmelere ilişkin öngörülerdeki tutarsızlıklar gibi hususlar dikkate alındığında, varılan sonuç, “komşularla sıfır sorun” derken, maalesef kocaman bir “sıfır” dır ). Geçmiş-gelecek, şeriat-aydınlanma, hurafe-bilim, padişahlık- cumhuriyet kavgasıdır. Cumhuriyetten yana taraf olması gereken savcının, güven yerine korku salmasıdır. Bağımsız yargının ölümüdür; “88 yıllık cumhuriyete meydan okuma”dır. (Hatırlayalım ; “referansım islamdır, egemenlik Allahındır, demokrasi amaç değil, araçtır” diyen de, oğlunun nikah davetiyesine “29 Zilkade 1421 yazdıran” da, RTE ‘dır). Temel değerlerin çiğnenmesidir; Kurucu felsefe ile hesaplaşma arzusudur. Kuvvetler ayrılığının sona ermesidir; Yasama-yürütme-yargının tek elde toplanmasıdır. Yüksek Yargıda yaşanan “kavga”dır, “bölünme”dir . (Hatırlayalım ; Anayasa Mahkemesi’nin, 25.04.2011 tarihinde kutlanan 49. Kuruluş yıldönümü törenlerine, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Başbakan dahil, ağırlıklı olarak AKP ve yandaşları katılmışlar; Buna mukabil, Yargıtay, Danıştay ve Yüksek Seçim Kurulu Başkanları katılmamışlardır.Yargıtay Başkanı, katılmayışını, “Başında bulunduğum kurumun saygınlığını korumak zorundayım” sözleriyle gerekçelendirmiştir. Benzer şekilde, TBMM ‘de yapılan 23 Nisan törenine, Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları katılmamışlardır). Lider sultasına teslim olmaktır; Tek adam hakimiyetidir; “Sivil vesayettir”. (Hatırlayalım ; Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da, Bahreyn’de ve diğer bir çok Ortadoğu ülkesinde diktatörlükler devrilirken, otoriter rejimler yer ile yeksan edilirken, başbakanlıkla yetinmeyip,“tek adam” hakimiyetini pekiştirmeye çalışan bir RTE’ ımız var ; Paradoksa bakar mısınız ? ). Yönetemeyen demokrasidir; Adalet üretemeyen yargıdır. Devleti “yönetmek” değil, “ele geçirmek” arzu ve çabasıdır. (Hatırlayalım ; yasama ve yürütme zaten ellerindeydi; 12 Eylül 2010 referandumu ile yapılan Anayasa değişikliği sonucu, yargıyı da ele geçirdiler; Kısacası, emniyet başta olmak üzere, idare, medya, üniversiteler, yargı ve bir çok sivil toplum örgütü dahil, ülkenin önemli tüm kurum ve kuruluşuna kadar zapt edilmeyen, yerleşilmeyen yer kalmadı ; Son olarak da, tüm önemli sınavları yapan ÖSYM’ ni ele geçirdiler; Önce KPSS skandalına, sonra da, kurum tarihinde ilk kez kurum dışından ve eğitimci olmayan bir tekstil mühendisini başına geçirerek, son YGS ‘ de– yükseköğretime geçiş sınavı- “şifre skandalı” na ve nihayet, ALES beceriksizliğine imza attılar; Oysa kabul edilmelidir ki, şifre varsa, kayırma da olabilir. Ancak, garabete bakınız ki, Sayın Cumhurbaşkanı’nın, konu henüz resmen araştırılmadan, sadece, “skandal”ın sorumlusu olan ÖSYM Başkanı ile yaptığı görüşme sonunda “tatmin olduğunu açıklaması” ve devamla başta 25 Başbakan ve Milli Eğitim Bakanı olmak üzere, cümle yandaşların tatminkarlıklarını açıklamada adeta yarışmaları, ÖSYM Başkanı’nın ise, istifa etmesi gerekirken, adaylara “ikna mektubu” göndermekle yetinmesi, Türkiye’ye yakışır bir durum değildir; Zira, cumhurbaşkanlarının tatmin olmaları değil, şüpheli konularda halkı tatmin etmeleri önemlidir ). 05 MAYIS 2011 itibariyle durum : Önce savcılık soruşturmasından sonra açıklanacağı ilan edilen YGS sonuçları, “her ne olduysa”, savcılık soruşturmasının sonuçları beklenmeden, gecikmeli olarak açıklanabildi ve 25 Nisan’da başlaması gereken 2011-LYS başvuruları da gecikti; Bu arada, yeni bir “beceriksizlik ve sorumsuzluk” örneği daha sergilendi ve ÖSYM Yönetim Kurulu tarafından, üniversite mezunları için yapılan lisansüstü 2011- ALES İlkbahar Dönemi sınavlarına, “hatalı kitapçık” nedeniyle giremeyen 278 adayın sınavlarının 15 Mayıs’ta tekrarlanmasına karar verildiği açıklandı. Ne yazık ki sergilenen bu tutum, insafsızlığın, sorumsuzluğun ve vurdum duymazlığın yanında, 1 milyon 700 bini öğrenci olmak üzere, aileleriyle birlikte yaklaşık 10 milyon kişiye azap çektirilmesidir ; Dünyanın tüm çağdaş demokrasilerinde, böylesine vahim bir gelişme sonucu sadece doğrudan sorumlular değil, tüm hükümet istifa etmek zorunda kalırdı; Bizde ise, bırakınız Başbakanın veya sadece adı kalan “Milli Eğitim Bakanı”nın istifasını, doğrudan sorumlu olan ÖSYM Başkanı, tekstilci hoca bile, adeta Milletimizle alay edercesine koltuğuna yapışmış, oturuyor !.. Öte yandan, ÖSYM bağlamında toplumun beklediği ; -Şifre nasıl ve niçin oluşturuldu ? -Oluşturulan şifre birilerine sızdırıldı mı ? Sızdırıldıysa kim yada kimlere ? -Bu vahim gelişmede dershanelerin rolü var mıdır ? Varsa hangi dershanelerin ? -Sadece türbanlı kız öğrencilerin bir sınıfta toplanmasının amacı neydi? -Bu kızlar hangi dershanelerde ders aldılar ? -Sınav komisyonu üyeleri ile bu dershaneler arasında bir ilişki var mıdır? Varsa nasıl ? … gibi ve benzeri soruların hiç biri, halen cevaplanamamıştır . Kamu görevlilerinin, yani, “devlet memurlarının”, “parti memurlarına” dönüşmesidir. Polis devletine yöneliştir. (Hatırlayalım ; şimdi de, “imam hatip mezunlarını polis yapma”nın yolunu açıyorlar). Anayasa Mahkemesi’nin 1/10 kararı ile kesinleşmiş şekliyle “iktidardaki irtica”dır. Mikro faşizmin ve giderek belirginleşen “totaliter bir şeriat devleti”nin işaret fişeğidir. 2. Tek parti devletine yöneliştir; Parti- Devlet bütünleşmesidir . Özel Yetkili Mahkeme zulümleridir. 26 (Hatırlayalım ; Önemli sonuçlar doğuran,hukuka aykırı bir diğer uygulama,yeni C.M.K ile D.G.M’ nin sözde kaldırılarak yerine, özel yargılama yetkileri ile donatılmış, ‘’Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’’ nin (Beşiktaş Mahkemeleri örneğinde olduğu gibi) kurulmuş olmasıdır. Bu değişikliğin vahim sonuçları ise, tahammül sınırlarını aşacak şekilde uzayan davalar ile kamu vicdanını derinden yaralayan Silivri uygulamaları ve yargı organları arasında Erzurum-Erzincan çatışmaları biçiminde tezahür etmektedir). Cumhuriyet Halk Partisi’ nin de açıkladığı gibi, çağdaş bir devlete yakışmadığını değerlendirdiğimiz bu uygulamaya derhal son verilerek, bu mahkemeler kaldırılmalı ve diğer ağır ceza mahkemeleri ile birleştirilerek ‘’ihtisas Mahkemeleri’’ haline getirilmelidir. Herkesin “kanunsuz dinlenme” tehlikesine maruz olmasıdır. (Hatırlayalım ; Ağır bir hukuk ihlali de, “telefon”, teknik takip ya da “ortam dinlemeleri’’ nde ortaya çıkmaktadır. Gerçekten 04 Aralık 2004 tarih ve 5271 sayılı Yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, hakim kararı olmadan telefon dinlemek ve teknik takip yapmak mümkün olmamasına rağmen, 03 Temmuz 2005 gün ve 5397 sayılı Yasa ile Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun ek 7. Maddesine, “Hakim kararı ve yazılı emirler, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı görevlilerince yerine getirilir.” ibaresi ilave edilmiş, ayrıca, 4 Mayıs 2007 gün ve 5651 sayılı Yasa ile oluşturulan “Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ na ‘’ (T.İ.B) …. Başbakan tarafından atama yapılır” hükmü konulmuştur. İşte, toplumda ağır travma yaratan dinleme skandalları, başkanından, denetim elemanlarına ve hizmetlisine kadar tüm görevlilerinin bizzat Başbakan tarafından atandığı bilinen bu birim tarafından yönlendirilmekte ve kontrol edilmektedir. Söz konusu atamaya ilişkin maddenin, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş olmasına rağmen, T.İ.B Başkanı yasalara aykırı biçimde halen bu görevi sürdürmekte ve kimse de bunun müsebbibi, bu ihlal suçunun faili Başbakan’ a bunun hesabını soramamaktadır. Faşizme özgü, “masum olduğunu kanıtla” baskısıdır . (Hatırlayalım ; Son dönemde, Türkiye’de yaşanan “garip hukuk uygulamaları”nın en çarpıcı örneklerinde, kaideten “delilden sonuca gidilmesi” gerekirken, genel hukuk prensiplerine aykırı biçimde “sonuçtan delile gitme” çabalarının ön plana geçtiği gözlenmektedir. İnsanları suçlamak ve “masum olduğunu kanıtla” demek, faşizme özgü bir yargılama usulüdür. Demokrasilerde ise, iddiayı kanıtlamak, iddia sahibine ait bir yükümlülüktür. Bu bağlamda, özellikle özel yetkili bazı hâkim ve savcıların, “kanuna aykırı olarak elde edilen bulguların delil olarak kabul edilemeyeceği” şeklindeki Anayasa’nın 38. Maddesi hükmünü hiçe saymaları, adeta olağan hale gelmiştir. Tıpkı “yasadışı dinleme yoluyla elde edilen bilginin suç duyurusunda kullanılması yasağı”nın yok sayılması gibi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, “delil, ancak iç hukukta bir engel yoksa ve sözleşmedeki bir hakkın ihlali yoluyla elde edilmemişse geçerlidir” demek suretiyle paralel bir kural 27 getirmiştir. Benzer şekilde, 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 148. Maddesine göre, karakolda alınan ifade dahi, hakim önünde alınmamışsa geçersiz sayılırken, meçhul yollarla elde edilen ses kayıtları, hukuka aykırı biçimde delil kabul edilip, davalar açılıyor, hakimler “tutuklama” ve “mahkumiyet” kararları verebiliyorlar; Hem de, “haberleşme özgürlüğünü ve gizliliğini esas alan Anayasa’nın 22. Maddesi”nin amir hükümlerine rağmen… Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi, 05.12.1968 gün ve 49/60 sayılı kararında, “ihbarın da, ihbar edenin kimliğinin belli olmaması veya gizli tutulması halinde, delil olarak değerlendirilemeyeceğine” hükmetmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25 Eylül 2002 tarihli 2002/2-617 E. ve 2002/648 K. Sayılı kararında da, “ceza yargılamasında olduğu gibi, hukuk yargılamasında da, hukuka aykırı yoldan elde edilen delillerin değerlendirmeye alınmaması ve yargılamada kullanılmaması gerektiği” belirtilmiştir. Ne yazık ki, özellikle son zamanlarda giderek artan biçimde bu ve benzeri onlarca yüksek mahkeme kararının, onlarca defa ihlal edildiği bir vakıadır. Son dönemde bu ve benzeri suçları sıkça işleyen, Anayasamızı ve yasalarımızı hiçe sayarak delil toplayan, gizli tanık rezaletine imza atan kamu görevlileri ve basın mensupları bellidir. İşlenen suçlar ise, “görevi kötüye kullanma”, “iftira”, “gizli kalması gereken bilgileri ve belgeleri açıklama”, “sahte evrak kullanma”, “özel hayatın gizliliğini ihlal” gibi çok çeşitli suçlar olmasına rağmen, maalesef ülkeye hakim “tehdit” ve “korku atmosferi” nedeniyle açılan davalar yok denecek kadar azdır. Hakların özüne böyle hoyratça saldırıların müsamaha gördüğü bu dönemin devam etmesi, çok vahim sonuçları da beraberinde getirecektir. Bu korku dönemine son verebilecek olan da, kişi, kurum ya da kuruluşların, yasalara aykırı olarak hakların özüne dokunmalarını engelleyebilecek olan da, Cumhuriyet Halk Partisi iktidarıdır. Bu bağlamda, yukarıda sayılan suçlar ve benzerleri, “takibi şikayete bağlı olmaktan çıkarılmalı” ve savcılar da, bu durumda “resen dava açmak zorunda kalmalıdır”lar; Aksi uygulama, savcılar için, “görevi savsaklama” veya “görevi kötüye kullanma” suçunu oluşturmalıdır. Adeta bir tür “yargısız infaz” haline dönüşmüş olan ” tutuklama” uygulamalarıdır. (Hatırlayalım ; Gerçekten, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 90. maddesinde, suçüstü halinde , kişinin, kaçma olasılığının bulunması ve hemen kimliğinin belirlenmesinin mümkün olmaması durumunda gözaltına alınabileceği belirtilmektedir. CMK 91. maddesinde ise, “gözaltına alma, bu tedbirin soruşturma yönünden zorunlu olmasına ve kişinin bir suçu işlediğini düşündürebilecek emarelerin varlığına bağlıdır” denmektedir. Uygulamada, ne yazık ki, “suçun ağır cezalık olması”, “delillerin karartılması” ve “sanığın kaçma kuşkusunun olması” gibi şartlar yok farz edilerek, “masumiyet karinesi”, “lekelenmeme hakkı” ve adil “yargılama hakkı” gibi hukukun evrensel kuralları da çiğnenerek, kolayca “tutuklama 28 kararı verilebilmektedir”. Bu durumda “tutuklama , cezalandırmaya dönüşmektedir”. Benzer şekilde, tutuklanmaya itirazın reddinde kullanılan “daha yeterince hapis yatmadınız” anlamına gelen “tutukluluk sürelerini dikkate alarak” tabiri de, “peşin hüküm“ anlamına gelmekte ve böylece de “adil yargılanma hakkının zedelenmesi” sonucunu doğurmaktadır. “Gizlilik kararı’’ na rağmen, soruşturmanın tüm ayrıntılarının yazılı ve görsel medyada yer alması ise, hukuk cinayetidir ve bu cinayetin failleri de toplum içinde serbestçe dolaşabilmektedirler. Esasen, ceza muhakemeleri sistemimiz, ‘’uzun soruşturma, kısa dava’’ uygulaması üzerine kuruludur. Cumhuriyet Halk Partisi’ ne göre, davaların uzamasının önemli nedenlerinden olan bu uygulama sonucudur ki , ‘’tutuklama istisna olmaktan çıkmış, cezaya dönmüştür”. Kaldı ki , çağdaş ülkelerde olduğu gibi, tutukluların yeri, cezaevleri değil, tutukevleri olmalıdır. Adalet Bakanlığı’ nın internet sitesinde yer alan aşağıdaki veriler, Türkiye‘ de uygulanan yargılama sisteminin adil sayılamayacağını açıkça gözler önüne sermektedir: Türkiye deki ceza evlerinde 31 Ocak 2010 itibariyle 117.547 kişi bulunuyor. Bunlardan 56.856 kişi, yani yaklaşık yarısı, cezaları kesinleşmiş hükümlü durumunda, 19.642 kişi ise, ‘’hükmen tutuklu’’ , yani mahkümiyet kararları temyizde olduğu için kesinleşmiş değil. 41.049 kişi ise, ‘’tutuklu’’ statüsünde, yani henüz haklarında verilmiş bir mahkûmiyet kararı yok. Öte yandan, T.B.B’ nin verilerine göre, Türkiye’ de açılan her 100 davadan 54’ ü beraatle sonuçlanıyor. Yani her iki sanıktan biri masum. Bu oran Avrupa’ da % 5 dolaylarındadır. Buna göre, halen ceza evlerinde bulunan 41.000 kişinin yarısının da yargılama sürecinden masum çıkacağı söylenebilir. Kısacası, mahkemelerin ağır işlemesi ve savcı iddianamelerinde gözlenen esnekliğin de etkisiyle vatandaşını ciddi ölçüde mağdur eden, bu nedenle de kabul edilemez bir yargı sistemiyle karşı karşıyayız. Böyle bir tablo, Türkiye’ ye yakışır değildir ve “usulün esasa, ya da esasın usule tercih edilemeyeceği, aksi takdirde masumiyet karinesinden de söz etmenin mümkün olamayacağı” ön kabulünden hareketle getirilecek çözümlerde de, öncelikli olarak, “hiçbir nedenle insan hayatında tahribata yer olamayacağı” gerçeğine özel önem atfedilmelidir. Ayni çerçevede, her türlü “darbe girişimi iddiası” dahil, hukuka aykırı tüm eylem, işlem ve fiillerin sonuna kadar araştırılması ve inandırıcı delillerin bulunması halinde, sorumluların yargıya hesap vermeleri, demokrasi ve hukuk devleti olmanın gereğidir. Ancak, “ölçülülük ilkesi” gereği, söz konusu eylem işlem ve fiiller, hukuka uygun bir şekilde soruşturulmalıdır. Suçlanan kişilerin, yasaların koruyuculuğundaki haklarının ihlal edilmemesi de esastır. Yani “masumiyet karinesi” burada da geçerli olmalıdır… Acaba uygulama öyle mi ? Şimdi soralım ; -Ne zamandan beri “dünyanın her ülkesinde, zevk- u sefa sürebilecek, lüks içinde yaşabilecek imkanlara sahip olduğu halde , vaktinin tümüne yakınını, bilime ve insanlığa hasredip, yoktan var ettiği Başkent Üniversitesi’nde ve ameliyathanelerde geçirmeyi tercih etmek” suç oldu ? -Ne zamandan beri “Türkiye’nin dört bucağını şifa kurumları ile donatarak, çoluk- çocuk, gençihtiyar, zengin-fakir herkese şifa dağıtmak” suç oldu ? 29 --Ne zamandan beri “okullarında gençleri aydınlık bir Türkiye geleceğine hazırlamak” suç oldu ? -Ne zamandan beri “Atatürkçü olmak, demokrat olmak” suç oldu ? -Ne zamandan beri Allah-u Ekber Dağları’nda terörist kovalayan “vatanperver” subaylar, ne ile suçlandıklarını bile bilmeden ,belki “kanuni”, ama kesinlikle “hukuksuz” biçimde tutuklanarak cezaevlerine “tıkılır” oldular? -Henüz basılmamış kitapların bile yasaklanması ile sonuçlanan bu “cadı avı süreci” ne zaman başladı ?.. Bu sorular daha da çoğaltılabilir; Ancak ; Unutmayalım ; Büyük milletler, kendilerine sadakatle, liyakatle, özveriyle hizmet eden evlatlarını başlarına “TAÇ” yapmayı milli bir görev addettikleri için BÜYÜKTÜRLER. Bu bağlamda; “Ey yüce Milletim, madem haksızlıklar, hukuksuzluklar ve bilumum insafsızlıklar senin adına yapılıyor, o halde yukarıdakilerle birlikte şu masum soruların cevaplarını da “SEN” vermelisin : Kaç tane dünya çapında bilim adamına sahipsin ? Kaç tane Prof.Dr.Mehmet Haberal’a sahipsin ? Özgür medya bağlamında gazeteci ve gazetecilik onurunun sorgulandığı günümüzde, Balbay gibi, Özkan gibi, Şener, Şık ve diğer bir avuç gazeteci ve benzeri, bükülmeyen, dik durabilen çok mu medya mensubuna sahipsin ? Sözümüz şudur: Ey yüce Milletim, suçları mahkeme kararı ile sabitleşmedikçe, Prof.Dr.Mehmet Haberal, vatanperver subaylar, tutuklu gazeteciler ve benzeri hizmet erlerini başlaraTAÇ etmenden vazgeçtim, yer ile yeksan edilmelerine izin verme yeter !.. Adalet sarayları ile öğünürken, tutukluyu adliyeye götürmekten aciz bir yönetimdir. (Hatırlayalım ; Silivri cezaevinde tutuklu bulunan gazeteci Ahmet Şık, araç yokluğu gerekçesiyle Kadıköy Adliyesi’ndeki duruşmasına götürülemedi; Böylece, belki de “ümitle” uzun bir süre daha duruşmasını beklemek zorunda bırakıldı .Bu uygulama, “zulüm ile eşdeğerdir” ). Bu bağlamda; Görkemli adalet sarayları yapıldı, ama ne yazık ki, içine hak koymak unutuldu; Hukuk koymak unutuldu; Bağımsız mahkeme koymak gerektiği dikkate alınmadı. Kutsal “savunma hakkı” nın kısıtlanmasıdır . (Hatırlayalım ; Savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğuran ve hak adına, hukuk adına, adalet adına kabul edilemez bir diğer yanlış, savcılığın “kısıtlama” yada “gizlilik” kararlarının uygulanmasında gözlenmektedir. Üstelik bu uygulama, sadece özel yetkili mahkemelerle sınırlı kalmamış, asliye ceza mahkemelerine kadar inmiştir. Savcılığın ‘’kısıtlama kararı ‘’ demek, avukatların dosyayı görememeleri demektir; Avukatların karanlığa kurşun atmak zorunda 30 bırakılmaları demektir. Bu durumda ‘’savunma nasıl yapılacaktır, tutuklama kararına nasıl ve hangi gerekçelerle itiraz edilecektir’’ sorularının ise, cevabı yoktur. Bu vahim uygulamanın son örneği, “YGS sınav sorularında şifreleme” soruşturmasında yaşanmış ve “soruşturmada gizlilik kararı” alınmıştır ; Oysa, Çağdaş demokrasilerde, kutsal savunma hakkının böylesine zedelenmesine göz yumulamaz; Bu nedenle başta sözü edilen “gizlilik kararı” ve benzerleri olmak üzere, tüm anti demokratik uygulama biçimlerine son verilmesine ilişkin düzenlemeler, vakit geçirilmeksizin hayata geçirilmelidir). Bunların hepsi ve daha fazlasıdır . Ancak “kader” değildir. Bu nedenle 12 Haziran seçimleri, RTE ve AKP’ nin sonu olmalıdır .“Tarih yazacağım “ diyenler , yüce Millet’in takdiriyle 12 Haziran’da “tarih olmalıdır”lar . UNUTMAYALIM Kİ ; Tiranlığın yolunu, gönüllü köleler açar. Thomas Jefferson, “ eğer halk devletten korkuyorsa, bu tiranlıktır ; Devlet halktan korkuyorsa, bu demokrasidir” demişti !.. Bizde hangisi geçerli acaba ? Demokrasinin imkanlarını kullanarak iktidarı ele geçiren ve giderek otoriterleşenler, yani “diktatörleşenler, ilk olarak geldikleri yolu yani demokrasiyi ortadan kaldırırlar”. Otoriter rejime doğru yol alanlar ; - Sürekli olarak, “millet istiyor”, “benim milletimin talebi böyledir”, “her şey milletim için” derler; - Kendi polis ve istihbarat gücünü oluştururlar ; - Önce yargıyı, üniversiteleri, medyayı, sendikaları, sivil toplun örgütlerini, muhalif aydınları, kısacası etkili-yetkili tüm kişi, kurum ve kuruluşu ya ele geçirirler, ya etkisizleştirirler, yada yok ederler . - Sonra da, telefonlar dinlenir, evler basılır, sabaha karşı insanlar evlerinden, otellerinden alınırlar ve ne ile suçlandıklarını dahi öğrenemeden ceza evlerine gönderilirler . - Becerebilirlerse, ayrıca kendi ordularını da kurarlar . - Özel hayat diye bir kavram kalmaz; korku sarar dört yanı… - Yalakalar, entel-liboş yandaşlar ise, sadece “alkışlamak” için el kaldırırlar… Var mı günümüzle bir benzerlik ? 31 YÜCE MİLLETİMİZE ARZIMIZDIR ; RTE ve AKP döneminde ; Haktan, hukuktan, adaletten söz edebiliyor musunuz ? Yargı sistemimiz gerçekten “adalet” dağıtabiliyor mu ? “Adalet” gerçekten “mülkün” temeli mi? “Demokrasimiz” yönetebiliyor mu? Ülkemizde “huzur” var mı, “güven” var mı ? Gelir dağılımında “adalet” var mı ? Zengin daha zengin, fakir daha fakir olmuyor mu ? Geçim sıkıntımız yok mu ? Refah ve bolluk içinde mi yüzüyoruz ? İşini kaybeden yeniden kolayca iş bulabiliyor mu ? Çoğunluğumuz kazandığımız parayla geçinebiliyor muyuz ? Kadın- erkek eşit mi? Çocuklarımızı çağdaş koşullarda eğitebiliyor muyuz ? Yeterince sağlık hizmeti alabiliyor muyuz? Gelecek endişesi taşımayan var mı ? Demokratik, laik cumhuriyetimize başkaldırı yok mu ? Siyaset, daha etkili hizmet verebilmenin aracı olmalıdır; Bu itibarla daha da çoğaltılabilecek olan yukarıdaki sorulara gönül rahatlığı ile “evet” denilebilecek bir Türkiye’nin oluşturulması, öncelikle siyasetin ve politikacıların görevi ve sorumluluğundadır. “Ya yap, ya yol ver, ya da yoldan çekil, biz yolumuzu buluruz” demek de, aziz Milletimizin yetkisindedir. Bu bağlamda,12 Haziran seçimlerinde, “Atatürk Cumhuriyeti varlığını sürdürebilecek mi, Cumhuriyetimizin yarattığı Türk Milleti, daha da demokratikleşerek, özgürleşerek, çağdaş dünyanın eşit hak ve yükümlülüklerini paylaşan, etkin bir üyesi olmak yolunda kararlılıkla ilerlemeye devam mı edecek, yoksa ümmete mi dönüşecek” sorularının da cevabı verilecektir. Karar Yüce Milletimizindir. Bir tarafta ; “Elhamdülillah şeriatçıyız” diyen ; 32 “Bitaraf olan bertaraf olur” diyen ; Demokrasiyi, istenilen durakta inilebilecek bir tramvay olarak gören ; “Ben İstanbul’un baş imamıyım; İstanbul’u Medine yapacağız” diyen ; “İstanbul için vize gereklidir” derken, şimdilerde de, bunun tam tersi olarak ve milyonlarca insanın nerede, nasıl iş bulabileceklerini dikkate almaksızın, dünyada Asya ile Avrupa’nın iki yakasında yer alan, Doğu ile Batı’yı birleştiren tek şehir olma özelliğinin kaybedilmesi pahasına, “İstanbul’a, biri Anadolu yakasında, diğeri de Avrupa yakasında olmak üzere, iki yeni şehir daha ilave edilecek” diyen ; Sadece imamların resmi nikah kıymasını isteyen ; “Bütün okullar imam hatip yapılacak” diyen ; “Referansımız islamdır, tek hedefimiz İslam devletidir” diyen ; “Hem laik hem müslüman olunmaz” diyen ; “Millet isterse, laiklik tabii ki gidecek” diyen ; “Egemenlik, kayıtsız-şartsız Allah’ındır” diyen ; “Ben Türkiye’yi pazarlıyorum” diyen ; Mutfak tüpü teknolojisi ile nükleer teknolojiyi “mukayese edilebilir” zanneden ; Henüz basılmamış kitap ile bomba ve bomba yapımında kullanılan malzemeyi bir tutan ; “Biz bildiğimizi okuruz” ısrarında ; Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde yaptığı konuşma ile “devlet adamlığı çizgisinden uzak” bir görüntü veren ve yandaş medyanın “tarihi” diye niteleyerek kutladığı bu vahim durum nedeniyle maalesef, dünyaca ünlü Alman Gazetesi “Die Welt”in “kimse bu kadar kaba, aşağılayıcı ve hakaret eden bir başbakana rastlamamıştı” değerlendirmesine muhatap olan bir RTE var ; Ne yazık ki, T.C Başbakanı !.. Uzlaşma kültüründen bihaber, öfkeli, kavgacı, hoşgörüden uzak, inandırıcılığını yitirmiş,”tek adam” olmak tutkusu ile bu Milletin verdiği milletvekilliği ve başbakanlıkla yetinmeyip, illa “başkanlık” diye tutturan bir Recep Tayyip Erdoğan ve adeta onun tapulu malı AKP ‘si var ; Dünyada devlet kurmuş ilk meclis olan TBMM’nin Başkanı’na, 73 milyonun önünde alenen “hakaret” edecek kadar kendini kaybedebilen bir RTE var ; Kısacası, bir tarafta, “sopalı, ucube demokrasi” ve devamında da, yukarıda özetlenen “vahim tablonun yetersiz ama ihtiraslı mimarları”, gerçek sorumluları var … 33 Diğer tarafta ise ; Sakin, dengeli, uzlaşmaya açık, hoşgörülü, mütevazi kişiliği ve güven veren duruşu ile, “ben devletin değil, toplumun emekçisiyim”, diyen ; Partisini ve kendisini de, “özgürlükçü demokrasinin lokomotifi” olarak gören bir Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP var . Aileye, gençliğe, toplumun özel desteğine ihtiyaç duyanlara, sivil örgütlenmeye öncelik veren; “Halen devlet tarafından yapılan değişik sosyal yardımlara ilişkin faaliyetleri yürüten toplam 14 kurumun görevini tek elden ve hakkaniyetle organize etmek üzere ASKUR- Aile Sigortası Kurumu ad ve ünvanı ile yeni bir kurum oluşturulacaktır” diyen ; Aile sigortası uygulaması ile asgari ücretin altında geliri olan ailelere, yani her yoksul aileye ayda 600 TL ile 1250 TL arasında bir para ödenecek; RTE ve AKP’ nin yaptığı gibi, “sadaka niyetine ve muhtaç vatandaşlarımızı rencide edecek kadar “aleni olarak” değil, “sosyal devlet” olmanın gereği olarak, devletin ihtiyaç sahibi vatandaşlarına karşı duyarsız olamayacağı kabulüyle “kimseler görmeden kadının hesabına aktarılacaktır” diyen, “işte yeni CHP budur” diyen bir Kemal Kılıçdaroğlu var; “CHP iktidarında, hiçbir çocuk aç yatağa gitmeyecek” diyen ; Anaokulsuz, sütsüz ve oyuncaksız çocuk kalmayacak” diyen ; (Unutmayalım; İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD)’nin “Aileler Değişiyor Raporu”na göre, Türkiye’de, 1980’de % 40 olan “çalışan kadın” oranının, 2009’da % 26,4’e düşmesinin sonucundan en çok çocuklar etkilenmişlerdir; OECD’ye göre, Türkiye’de açlık sınırında yaşayan çocuk oranı, % 24,6’ dır; Türkiye bu oranla 39 ülke arasında İsrail ve Meksika’nın ardından üçüncü sırada yer almaktadır “Zorunlu eğitim 12 yıla çıkacak, değişecek” diyen ; okul tam gün olacak ve çoktan seçmeli sınav sistemi Eğitim hayatımıza, “hayat boyu öğrenme, dezavantajlı öğrencilere esnek eğitim, engelli gençlere evde eğitim, özellikle dar gelirli gençlerle genç kadınlar için eğitimin her kademesinde pozitif ayrımcılık” gibi çağdaş uygulamalar getirmeye kararlı ; (Dikkat edelim ; Avrupa Birliği tarafından 7.’si yayınlanan ve 2020’ye kadar izlenecek eğitim planı ve kıstaslarını içeren “ Eğitimde Hedefler Raporu”na göre, başarı ortalaması, eğitimi terk oranı ve yetersiz öğretmenle Türkiye son sırada. Yani, Türkiye, “eğitim terk oranı, öğretmen başına düşen öğrenci sayısı, eğitime yatırım ve erkek-kadın öğrenci farkı” gibi önemli kıstaslar dikkate alındığında, AB’ye üye ve aday ülkelere göre oldukça geride kaldı;Yani, Türkiye’nin eğitim alanında maalesef “sınıfta kaldığı” bir kez daha görüldü. Türkiye’de, gayri safi yurtiçi hasılanın sadece %2,9’unun eğitime ayrıldığına işaret edilen - Bu oran, Belçika’da %6, İzlanda’da % 7., AB ortalaması yaklaşık %5 -Raporda, Türkiye’nin, daha önce yayınlanan PISA sonuçlarına da atıf yapılarak, “Fen bilimleri, sözel ve matematikte de ortalamanın çok altında” olduğu da hatırlatıldı.- Türkiye’de çocuk başına yapılan eğitim harcaması 1246 Dolar iken, sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde yapılan çocuk başı eğitim harcamasının 8070 Dolar olduğu dikkate alındığında, ülke geleceği açısından böylesine vahim sonuçların kaçınılmaz olduğu, kabul edilecektir- Ayrıca, Rapora göre : -18-24 yaş arasında eğitimi bırakan Türkler’in oranı % 44, Avrupa Birliği ortalaması -Türkiye’de yüksek eğitimli kesimin nüfusa oranı % 15, AB ortalaması -Türkiye’de erkeklerin yüzde 37’si eğitimi yarıda bırakırken, bu oran kadınlarda 34 : % 14 . %40. % 50. -Türkiye’de ilk ve orta öğretimdeki öğrencilerin yüzde 60’ından fazlası mesleki açıdan yetersiz öğretmenler tarafından eğitiliyor. Türkiye, “Öğretmenlerin kendilerini geliştirmeleri” açısından da son sırada). “Anayasa’ ya gençler için özel hükümler eklenecek” diyen ; “Seçilme yaşı 21 olacak, gençlere mecliste kota gelecek, gençlik meclisleri ile ulusal gençlik konseyi oluşturulacak , ayrıca TBMM ‘nde gençlik komisyonu kurulacak” diyen ; Çalışma hayatında, “sendikalaşma teşvik edilecek, özellikle gençlerin sendikalı olmaları özendirilecek” derken, istihdamda zorunlu “kadın kotası” uygulayacağını ifade eden ; Sanayinin ihtiyacı olan ara elemanları yetiştirmek üzere, tüm sanayi bölgelerinde tam burslu ve yatılı meslek okulları planlayan, tüm meslek okullarına yükseköğrenim hakkı verilmesini öngören ve “meslek okulu öğrencilerine devlet sigortası yapılacaktır” diyen ; “Muhtarların sigorta primleri de, devlet tarafından ödenecektir” diyen ; “Milli gelirden emeklilere de pay verilecek; intibak yasası çıkarılacak , eşitsizlik giderilecek” diyen; (Hatırlatalım ; İntibak Yasası ile yapılmak istenilen , SSK emeklileri için, aynı süre çalışıp, aynı prim gün sayısıyla emekli olanların emekli aylıklarının eşitlenmesidir. 2000 yılı öncesinde, SSK'da iki ayrı gösterge tablosunun uygulanması ve 1987 sonrası intibakların yapılmaması sonucu, emekli aylıklarında farklılıklar oluşmuştur. Emekli aylıkları, 1950'den 1978'e kadar son üç yıldaki prime esas kazançların ortalaması üzerinden yüzde 70 aylık bağlama oranıyla belirleniyordu. 1978'de ise, katsayı ve gösterge sistemine geçildi. 1982'de de aylık bağlama oranı yükseltilirken, eski emekliler için intibak yapılmadı; İlk fark o tarihte doğdu. 1987 yılında da, kamuoyunda “süper emeklilik” olarak bilinen düzenleme getirildi. 1999'da kabul edilen yasa ile 1 Ocak 2000'den itibaren aylık hesaplama yöntemi yine değiştirildi. Bu tarihten sonra hesaplanan aylıkların güncellenmesinde, GSMH büyüme oranı kullanıldı.1 Ekim 2008 tarihinden itibaren ise, hesaplanan aylıkların bağlanmasında GSMH büyüme oranının %30’u kullanılmaktadır. Kısaca, bir dönem katsayı ve gösterge, bir dönem TÜFE artışı, bir dönem TÜFE+GSMH büyüme artış oranı, şimdi ise TÜFE+GSMH büyüme artış oranının % 30’unun aylık hesaplamalarında kullanılması sonucu, aynı süre ve tutarda prim ödeyen emekliler arasında bağlanan aylıklarda farklılıklar oluşmuş ve özellikle 2000 öncesi emekli olan yaklaşık 2 milyon SSK emeklisi, bu uygulamadan olumsuz etkilenmiştir. Emekli Sandığı ve Bağ-Kur'da ise böyle bir sorun yoktur. CHP iktidarında çıkarılacak “intibak yasası” ile işte bu eşitsizlik giderilecektir ) “Askerlik, önce 9 aya, sonra da 6 aya inecek ; gençlerimiz, askerlik yükümlülüğünü yaz tatilinde de yerine getirebilecekler; Bir defaya mahsus bedelli askerlik uygulaması çıkarılacak, yeterli geliri olmayandan bedel alınmayacak” diyen ; Bütün üniversiteli gençlere, işe girince geri ödenecek “yaşam destek kredisi” vaat eden, ayrıca “ihtiyaç sahiplerine de asgari ücret kadar karşılıksız burs verilecek” diyen; Bununla da yetinmeyip, “üniversitelilere yarı zamanlı iş” temininde kararlı olan; 35 “Eğitimde fırsat eşitliği” ile “ihtiyaç sahiplerine nakdi destek ve kitap-kırtasiye yardımı” öngören, “devlet okullarında ücretsiz öğle yemeği verilecek” diyen ; “YÖK ve harçlar kalkacak, üniversiteler, bilimsel, yönetsel ve mali özerkliğe kavuşturulacak, yönetimde gençlere de söz hakkı verilecek, yurt sorunu çözülecek ve imkanı olmayanlar da ücretsiz eğitim hakkından yararlanacaklar”, diyen; “Kamuda çalışan tüm taşeron işçiler kadrolu olacak”; “Kadrosuz öğretmen de kalmayacak” diyen ; “Siyasi Partiler Yasası demokratikleştirilecek, lider sultasına son verilecek; Milletvekili dokunulmazlığı, kürsü dokunulmazlığı ile sınırlandırılacak, siyasi ahlak yasası çıkarılacak, parlamentoda, kesin hesap sorma komisyonu kurulacak” diyen ; “DGM’ lerin yerine kurulan “özel yetkili mahkemeler” kaldırılacak, Kamu İhale Yasası AB standartlarına göre yeniden düzenlenerek ihalelerde şeffaflık sağlanacak” diyen ; “Askeri Yüksek İdare Mahkemesi kaldırılarak yargı sivilleştirilecek” diyen ; “Faili meçhul cinayetler aydınlatılacak, devlete çöreklenmiş çeteler ortaya çıkarılacak” diyen ; “Koruculuk uygulamasına son verilecektir” diyen ; “Üreticinin baş tacı olduğu bir ekonomik düzen kurulacak, istihdam artırılacak, ekonomi, sıcak paraya değil, çalışana, üretene ve alın terine teslim edilecek, bilim ve teknolojiye dayalı, yüksek katma değerli bir kalkınma hedeflenecek” diyen ; “Yenilenebilir enerji kaynakları öne çıkacak, enerjide dışa bağımlılık sona erecek”; Bu bağlamda da, özellikle “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi, güneş pili merkezi haline gelecek” diyerek yarınlara ilişkin çok önemli bir “vizyon” ortaya koyan bir CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu var. “Çevre talanına dur denecek, ormanlar korunacak, rant yasaları değil, kent yasaları çıkarılacak, şehirler modernleştirilecek, 2/B arazilerinin mülkiyet sorunu çözülecek ve tarım amaçlı kullanılan araziler, orman köylüsüne bedelsiz verilecek “ diyen ; …Ve bu bağlamda , “Köylü ile devleti barıştıracağız” diyen ; Böylece 2/B konusuna, RTE’nin aksine, gelir getirici bir uygulama olarak değil, orman köylüsü ile devletin barıştırılmasına yönelik bir “barış projesi” olarak baktığını ifade ve ilan eden bir Kemal Kılıçdaroğlu var. “Tarıma özel önem verilecek, destekleme alımları yeniden başlatılacak, çiftçinin kullandığı mazottan ÖTV alınmayacak ve böylece çiftçinin kullandığı mazotun litresi 1,5 liraya inecek” diyen; Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine ilişkin kapsamlı bir çözüm paketi hazırlamış olup, bu çerçevede “GAP” süratle tamamlanacak, bölgede yatırım yapacak özel sektöre ve yabancı sermayeye ciddi teşvikler verilecek, Türkiye geneli için %7 olarak ön görülen büyüme hızı, bölge için %9,5 olacak ve 2023 yılına kadar bu bölgeye 116 milyar Dolar kamu yatırımı yapılacak, 36 mayınlı araziler temizlenerek topraksız köylüye dağıtılacak ve böylece işsizlik sorununa çözüm bulunmaya çalışılacak” diyen ; Ülke sorunlarına somut projelerle çözümler üretebileceğini anlatabilen, Türkiye’nin her köşesine Türkiye’de yeniden umutları yeşerten bir CUMHURİYET HALK PARTİSİ ve onun yüce Millet’imize güven veren genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu var. ayak basan , Bir tarafta, KPSS ‘de soruların çalınması ve YGS’de şifreleme” gibi vahim olayları barışçı biçimde, masumane şekilde protesto eden öğrencileri anlamaya çalışacağı yerde, “Taksim’de iki bin YGS protestocusu genci yürütmek marifet değil; Biz de gerekirse bunların karşılarına 5-10 bin kişi çıkarırız” diyebilen bir RTE ve sergilediği “taş Diğer tarafta ise, bu gençleri , kalplilik” örneği; akılları, cesaretleri, umutları ve aydınlık yarınlara duydukları özlemlerinin yönlendirdiği gerçeğinden hareketle “anlamaya çalışmalıyız, gençlerimize hoşgörüyle yaklaşmalıyız ve varsa sorunlarını ivedilikle çözmeliyiz” diyen bir Kemal Kılıçdaroğlu ve sergilediği “baba şefkati” var. Bir tarafta, en demokratik hakların kullanılmalarına bile tahammül edemeyen ve çocuk- genç demeden, aleyhte gösteri yapan herkesin coplanmasına, yerlerde sürüklenmesine adeta seyirci kalan bir zihniyet yapısı var ; Diğer tarafta ise, yönelik, Türkiye’nin siyasi tarihinde ilk kez olarak, ülkenin genç nüfusuna özellikle 15-29 yaş arası toplam 19 milyon gencimizi yakından ilgilendiren “gençlik politikası saptayan Cumhuriyet Halk Partisi” bir var; Bu cümleden olarak, bu gün Türkiye’de gençlerin sadece üçte birinin öğrenci, üçte birinin çalışıyor olması, kalanının ise, ne okula gidiyor, ne de çalışıyor olmaları gerçeğinden hareketle ve 2 milyonun üzerinde “eve kapalı ev kızı” mızın mevcudiyetini de dikkate alarak, “görünmeyen gençliği” de unutmayan, gençliğin bu kesimi için de politikalar geliştiren bir CHP ve onun “duyarlı insan” genel Başkanı Kemal Bir tarafta, Kılıçdaroğlu var . sanatın içine tüküren, heykel görünce “Talibanlaşan”, sanatı ve sanatçıyı sevmeyen bir zihniyet var ; Diğer tarafta ise, sanatçıların işsiz kaldıkları dönemlere ait sigorta primlerinin devlet tarafından ödeneceğini açıklayan, sanatı seven, destekleyen, sanatçıyı yücelten bir CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu var. 37 Bir tarafta, şikayetini ve çaresizliğini “işsiziz, açız, anamız ağladı” sözcükleriyle Başbakana anlatmaya çalışan işsiz vatandaş ve ona cevaben “ananı da al git” diyen bir “hoyratlık, insafsızlık, duyarsızlık” ; RTE ve AKP var ; Diğer tarafta ise, “asgari ücret vergi dışı bırakılacak… Türkiye rahat bir nefes alacak”… diye haykıran, “CHP iktidarında, gözyaşı değil, sadece alın teri dökeceksin ve karşılığını da alacaksın” diyen bir “sorumluluk”, “duyarlılık” var ; CHP ve Kemal Kılıçdaroğlu var; Biri “ananı da al git” diyor ; Diğeri, “o anayı bulup elini öpüyor”; İşte RTE- Kılıçdaroğlu farkı budur !.. Bir tarafta, Tuzla Belediyesi Nikah Salonunda, yeni evlenen çiftlere, Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr.Hamdi Döndüren tarafından yazılan “Delilleriyle Aile İlmihali” adlı kitabı dağıtan AKP ‘li bir belediye (Tuzla Belediyesi) ; (Dikkat ! : “İslam toplumunda medeni kanunla çelişen durumlarda şeriat hükümlerinin uygulanması gerektiği” anlatılan bu kitapta, 9 yaşındaki kızlarla 12 yaşındaki erkekler, evlenmeye ehil addediliyor; “ Kadından ve gâvurdan şahit olmaz” deniyor ; “Kadın, bedeninde iz bırakmayacak şekilde dövülebilir” fetvası veriliyor. “Böylesine sapık bir zihniyetin egemenliğinde, güzel ülkemizin aydınlık yarınlara değil, sadece sonu belli olmayan karanlıklara savrulabileceği” dikkatlerden kaçırılmamalıdır ... Yüce İslam Dini, bu değildir !.. Diğer tarafta ise, nikah sonrası çiftlere “Türk Bayrağı ve yüce Atatürk’ün “Nutuk” adlı eserini armağan eden bir zihniyet; İlki AKP’li; İkincisi ise, CHP’li ; İşte AKP – CHP farkı budur . Bir tarafta, daha önce verdiği sözün aksine, ülkemizde % 10 olarak uygulanan dünyanın en yüksek seçim barajını kaldırmamak suretiyle aslında diğer partilere ve adaylara verilmiş olan oylarla milletvekili çıkarmayı içine sindirip, bunun da adına “millet iradesi” yada “milli iradenin tecellisi” diyebilen, demokratik Diğer tarafta ise, kültürden bihaber bir RTE ; demokrasinin olmazsa olmazlarından “temsilde adalet gereği, CHP iktidarında %10 seçim barajı %5 ‘e düşürülecektir” Kılıçdaroğlu var . 38 diyen demokrat bir Kemal (Unutmayalım ki, Anayasa’mızın 90. maddesi gereği, milli kanunlarımızın üstünde olan ve uygulamak zorunda olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek Protokolü’nün, seçme- seçilme hürriyetine ilişkin 3. Maddesine göre, “seçimlerde halk iradesinin yansıtılması” esastır ). Kürt, Laz, Çerkez vb. tüm yurttaşların, kimliklerini dilediklerince yaşayabilmeleri önündeki engellerin, CHP iktidarında kurulacak olan çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi ile aşılacağını söyleyen ; Alevi yurttaşlarımızın eşit yurttaşlık taleplerinin hayata geçirileceğini ifade eden ve bu bağlamda, “din dersleri zorunlu olmaktan çıkartılacak, seçmeli hale getirilecek ; Tüm inançlar için ibadethane açılacak” diyen ; Ve en önemlisi, kültürde asimilasyonu değil, kültürel haklara saygı içinde entegrasyonu hedefleyen , çağdaş, aydın kafalı bir Kemal Kılıçdaroğlu var . Bir tarafta, yarınının endişeleriyle dolu yorgun, bıkkın, kırgın, kızgın ve muhtaç milyonları, CHP Genel Başkanı’nın isabetli tabiriyle “içinde insan olmayan” 2023 masallarıyla oyalamaya çalışan, insan onuru ve özgür düşünce gibi “bireye sıkı sıkıya bağlı çağdaş haklar”dan bihaber, otoriter rejimlere özgü bir “biat toplumu” oluşturma yolunda kararlılıkla ilerleyen, bu arada “tahrip edilen demokrasi” kaygısı duymayan bir RTE ve AKP Hükümeti var ; Bu bağlamda, “çılgın proje” vurgusuyla gerçekte Bülent Ecevit’e ait eski bir projeyi, “oy avcılığı” amaçlı olarak “Kanal İstanbul” adıyla yeniden piyasaya süren bir RTE var. Henüz teknik anlamda bir projesinin olmadığı, gerekli etütlerinin en az iki yıl süreceği ifade edilen “Kanal İstanbul rüyası”nın gerçekleşmesi ise, bir çok kamu yatırım projesinin, kaynak yokluğu yada yetersizliği nedeniyle adeta durma noktasına gelmiş olduğu hususu da dikkate alındığında, ne yazık ki çok zor görünmektedir. Bu cümleden olarak, DPT verilerine göre, halen, toplam kaynak ihtiyacı yaklaşık 200 milyar Dolar’ı bulan 2500 kadar “kamu projesi” nin, sadece % 46’sı gerçekleştirilebilmiştir. Tarım projelerinde bitirme oranı ise, % 35 mertebesindedir; Yani RTE, hayali “Kanal İstanbul”dan bahsederken, mevcut tarım projelerinin yaklaşık % 65’i kaynak beklemektedir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nin makus talihinin yenilmesine yönelik en önemli araçlardan biri olan GAP bile, AKP Hükümeti’nin, işsizlere ait olması gerekli “işsizlik fonu”ndan, son üç yılda yıllık yaklaşık 5 milyar TL.’yi buraya aktarmasına rağmen, gene de ödenek yetersizliği nedeniyle hala tamamlanamamıştır. Benzer şekilde, enerjide dışa bağımlılığın hızla vahim boyutlara geldiği ülkemizde, süren enerji yatırımları için de, yaklaşık 10 milyar Dolar’lık bir kaynağa ihtiyaç bulunmaktadır. Sadece, metro, yol v.b gibi devam etmekte olan ve toplam yatırım tutarının yaklaşık 16 milyar Dolar olduğu belirtilen“İstanbul Projeleri” için ise, yaklaşık 10 milyar Dolar’a daha ihtiyaç bulunduğu ifade edilmektedir. Hal böyle iken ve bir milyonu diplomalı olmak üzere, yaklaşık 6 milyon işsizi olan bir ülkede, toplam yatırım tutarı en az 20 milyar Dolar olarak tahmin edilen “Kanal İstanbul” açıklamasının , sadece, “seçime yönelik bir göz boyama aracı”, ülke gerçeklerinden uzak, “kendi hayal dünyasında yaşayanlara özgü bir oyuncak” olarak değerlendirilebileceği de, kabul edilmelidir. Ayrıca, CHP’nin “aile sigortası projesi” karşısında adeta panikleyerek, sadece ve tekraren “kaynak nerede” sorusunu soran RTE, öncelikle henüz mevcut olmayan, hayali projesinin kaynağını da derhal açıklamak zorundadır. 39 Öte yandan, konunun bir de uluslar arası boyutu vardır ; Hatırlanacağı gibi, Montrö Sözleşmesi’ne göre, barış zamanında ticaret gemileri Türk Boğazlarından serbest geçiş hakkına sahiptirler. Kıyıdaş olmayan ülkelerin uçak gemileri, denizaltıları ve muhripleri Boğazlarımızdan geçemezler; Bunun dışında, Montrö’de, “ Sadece küçük gemilere geçiş hakkı tanınır, ki onlar da Karadeniz’de en çok 21 gün kalabilirler; Kıyıdaş olmayan ülkelerin gemilerinin toplam ağırlığı da, aynı anda 40 bin tonu geçemez” gibi, “ Karadeniz’de güç kullanımına uygun bir zemin hazırlayacak şekilde savaş gemisi yığınağı yapılmasını önlemeye yönelik hükümler” de bulunmaktadır. Bu bağlamda, bir süre önce yaşanan “Gürcistan Krizi” sırasında, bölgeye gelen ABD savaş gemilerinin, Montrö Sözleşmesi’nin bu sınırlaması nedeniyle Karadeniz’e giremedikleri de unutulmamalıdır. Bir başka ifadeyle “Kanal İstanbul” derken, Montrö’den kaynaklanan haklarımıza ilişkin stratejik ve hukuki bir değerlendirme yapmaksızın, konuyu sadece ekonomik, teknik, mimari ve mühendislik açısından değerlendirmek, vahim sonuçlara kapı aralayabilecek “ağır bir ihmal ve sorumsuzluk” olacaktır ; Zira, her ne kadar, uluslar arası hukuka göre, kendi sınırları içinde açılacak bir kanalın kontrolü, kanal sahibi ülkeye ait olacaksa da, böyle bir durumda, zaten Montrö’nün yumuşatılmasını talep eden büyük güçlerin baskıları ve çeşitli nedenlerle yeni kanaldan geçişlerde tanınacak ilave imtiyazlar , Montrö Sözleşmesi’nin girişinde yer alan, “Bu Sözleşme hükümlerinin ortadan kalkması durumunda,Boğazlardan geçiş serbestliği sağlanacaktır” mealindeki hüküm ile birlikte değerlendirildiğinde, “Karadeniz’deki güç dengelerinin tehlikeli biçimde değişebileceği” sonucuna varılacaktır. Bu da, Türkiye için “tehlikeli bir güvenlik zaafı” oluşturabilecektir. Son durum: RTE ve AKP iktidarına yakın Kiler Holding , bağlı şirketi “Denge Reklam” aracılığı ile “Kanal İstanbul olarak tam 45 alanda marka tescili için başvuru yaptı”; Hem de, RTE’nin açıklamasından sadece 5 saat sonra !.. Diğer tarafta ise, “Herkes için CHP” sözcükleriyle sloganlaştırılan, içinde insan olan bir “toplumsal açılım” var; “Ulusal silkiniş” var ; … Ve en önemlisi, “insanın mutluluğunu esas alan” bu yeni uyanışın, insana dokunan, çağdaş, yeni Cumhuriyet Halk Partisi’nin mimarı Kemal Kılıçdaroğlu var; somut projelerin, yani “Özgür insan için özgürlükçü demokrasi” diyen; “Sosyal adalet ve insanca yaşam için, eşitlik ve sosyal dayanışma” diyen; “Sürdürülebilir kalkınma için, üreten, büyüyen, paylaşan, çevre dostu ekonomi” diyen; “Mutlu toplum, mutlu insanlar için, nitelikli kamu hizmetleri, gün ışığında yönetim” diyen, yeni CHP’nin önderi Kemal Kılıçdaroğlu var . Bir tarafta, “herkese tepeden bakan, ben, ben, yine ben, hep ben diyen, ben merkezli bir buyurganlık”; Diğer tarafta ise, “ … ben insanların kökenine bakmam, tercihine aldırmam… ben insanları C.H.P’ li, AKP’ li diye de ayırmam… Benim için yandaş yok, sadece ve sadece vatandaş var…” diyen “tevazu” … Kısacası, bir tarafta “kabadayılık” var, diğer tarafta “beyefendilik” var, ”anlayış” var ; 40 Bir tarafta, özgür bireyi müride, özgür toplumu ümmete dönüştürme ısrarı ve çabası var, yani RTE ve AKP var; Diğer tarafta ise, Nazım misali, “orman kardeşliğinde , ağaç gibi tek ve hür yaşam”a özlem var, vurgu var ; Yani “Yok edin insanın insana kulluğunu” söylemiyle gönüllere yerleşen yeni Cumhuriyet Halk Partisi var ; Cahit Sıtkı misali, “kardeş kavgasının nihayetlendiği, zengin- fakir, sen- ben farkının olmadığı, başlarda dertlerin olmadığı, herkesin eve- barka sahip olduğu bir memleket istemi” var ; Yani Kemal Özetin özeti: Kılıçdaroğlu var; Önümüzdeki seçim sürecinde, çağdaş demokrasilerin değerler manzumesini savunarak, gerçek bir “demokratikleştirme misyonu” ile seçmenin karşısına çıkıp, “kürt sorunu, Alevilik, asker ile ilişkiler” gibi toplumsal hassasiyetler taşıyan konularda “yeni bakış açıları sergileyebilecek olan siyasi partiler” ön alabileceklerdir. “Üretim” diyecek olanlar, “hakça bölüşüm” diyecek olanlar; “Gençleri yerlerde sürükletmeyeceğiz, coplatmayacağız, gazlatmayacağız” diyenler; Tutukluluğun mahkümiyete, dolayısı ile yargısız infaza dönüşmesine izin vermeyeceğini taahhüt edenler; Yolsuzluklara göz yummayacakları ve yandaş zenginler yaratmayacakları hususunda inandırıcı olabilenler; “Özgür medya” diyenler; “Dokunulmazlıklar kalkacak” diyenler; “Kayan ekseni düzeltmeye, devlet katmanlarına egemen olan cemaatlerin egemenliklerine son vererek, sadece inanç çemberinde kalmalarını temine” talip olanlar; Sosyal ve siyasi yapıyı, mezhep veya ırk temeline değil, “vatandaşlık hukuku” temeline oturtmaya talip olanlar; Tek adam iktidarına son vererek, demokratik bir yönetim sözü verenler; Ve nihayet, “korku imparatorluğunu yıkıp, yeniden konuşan Türkiye yaratacağını ilan edenler”, bir adım öne çıkacaklardır; Çıkmalıdırlar da… 12 Haziran’da Karar Yüce Milletimizindir. Son sözler, yüce Mevlana’dan, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a : Yüzde ısrar etme, doksan da olur; İnsan dediğinde noksan da olur. Sakın büyüklenme, elde neler var; Bir ben varım deme, yoksan da olur ! Prof. Dr. Necdet BASA 41