Mevsimlik köle işçiler - Yeni Dünya İçin Çağrı
Transkript
Mevsimlik köle işçiler - Yeni Dünya İçin Çağrı
AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! l HE J AR SA YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! Eylül 2007/08 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X114 Mevsimlik köle işçiler Tarım işçileri ve sorunları Şengal’de Ezidi Kürtler’e yönelik katliam THY: Başlamadan biten grev... SCT grevi ile dayanışma kampanyası tamamlandı Susuzluk kader değil! Gençlik gelecektir, gelecek ellerimizde! • editörden - içindekiler Editörden... İçindekiler AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! HE J AR SA YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! &ZMàMt'ƞ:"5*:5-,%7%")ƞ- t*44/9 Mevsimlik köle işçiler Tarım işçileri ve sorunları THY: Başlamadan biten grev... SCT grevi ile dayanışma kampanyası tamamlandı Şengal’de Ezidi Kürtler’e yönelik katliam Susuzluk kader değil! Gençlik gelecektir, gelecek ellerimizde! Değerli Okuyucu, Uzun bir aradan sonra tekrar beraberiz. Bu uzun arada neler yaşanmadı ki? Egemenler kendi aralarında yeni bir hükümet, yeni bir meclis başkanı ve yeni bir Cumhurbaşkanı seçimi yaptılar. Emekçiler aylarca bu gündemlerle oyalandı. Ve görüldü ki 23 Temmuz’un 21 Temmuz’dan emekçiler açısından hiç bir farkı yok! Şimdi de anayasa değişikliği var gündemde. Yine büyük gürültülerle işçiler oyalanacak ve bu arada patronlar ellerini ovuşturarak saldırılarına sessiz sedasız devam edecekler. Emekçiler sıcak yaz aylarında bir yandan bu kendi gündemleri olmayan gündemlerle boğuşurken diğer yandan susuzluk sorunuyla da karşılaştılar. Su sorununu en yoğun yaşayan yoksul halk oldu. Emekçiler sadece su sorununda hazırlıksız yakalanmadı. Yaz ayları bir dizi işkolunda toplusözleşmelerin patronların taviz vermeyen tutumları sonucu anlaşmazlıkla sonuçlanmasına neden oldu. Ancak sınıfın yeterince örgütlü olmayışı, sendikaların sınıfı çetin mücadelelere yeterli biçimde hazırlamamış olmaları ilan edilen grevleri başlamadan bitirmeye mahkum ediyor. THY’da yaşanan süreç bu konuda tipik bir örnektir. Bu konuda çıkarılması gereken en önemli ders, sınıfın tabandan örgütlenmesi gerektiğidir. Sınıfın kendi mücadelesini kendi ellerine alması gerekiyor. Bu sayımızda gençlik sayfalarımızdaki artış okuyucularımızın gözünden kaçmayacaktır. Yeni Dünya Gençliği başlatmış olduğu atılımı tüm hızıyla sürdürüyor, bu da elbette dergi sayfalarımızda yansımasını buluyor. Gelecek sayıda buluşmak üzere... YDİ ÇAĞRI, 03 Eylül 2007 • GÜNDEM 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde: Olmayan barış, büyüyen savaşlar. . . . . 3 Seçimler Yapıldı… Eski tas, eski hamam; ezilmeye sömürülmeye devam!. 4 “22 Temmuz seçimlerinde doğru tutum” konulu panel yapıldı. . . . . . . 5 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN 22 Temmuz sonrası Kürt sorununda çözüm arayışları üzerine. . . . . . . Şengal’de Ezidi Kürtler’e yönelik katliam… . . . . . . . . . . . . . . . . Resmi zihniyet olan ırkçılığın ve şovenizmin son örneği: Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu. . . . . . . . . . . . . . . Kahrolsun milliyetçilik ve şovenizm! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 7 7 8 YENİ KADIN DÜNYASI 2007 Seçimleri: Değişen bir şey yok! Meclis yine erkek!. . . . . . . . . . 9 “Bekâra karı boşamak kolay” mı?. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 SANOVEL’de kadın işçilerle söyleşi: ‘‘Kadın isterse çok şey başarır!’’. . . . 10 İşçi kadınlar: Kurtuluş kendi ellerimizde! . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ İŞÇİ DÜNYASI Mevsimlik köle işçiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Tarım işçileri ve sorunları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Sanovel’de işçiler kaybetti.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 THY: Başlamadan biten grev.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 SCT grevi ile dayanışma kampanyası tamamlandı. . . . . . . . . . . EK:5 Sendika genel kurulları ve sınıfsal bakış . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Toros Tarım ve Botaş fabrikalarında TİS imzalandı. . . . . . . . . . . EK:7 BEKSA Fabrikası’nda kazanılmış haklara saldırı! . . . . . . . . . . . . EK:8 Direnişte bulunan işçilere polis saldırısı. . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Alkan Deri’de direniş sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Lider Deri’de işçi kıyımı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:10 Kamu emekçileri TİS ve grev hakkı için yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:11 Tüm-Bel Sen 8 çalışanının işine son verdi. . . . . . . . . . . . . . EK:12 PANORAMA Dünya: Savaş ve silahlanma yarışı gölgesinde kalan “Dünya Barış Günü”. 11 Filipinler: Seçimler ve saldırılar…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 Oaxaca: “Gerillalar halkın ordusudur…”. . . . . . . . . . . . . . . . . 13 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Susuzluk kader değil! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14 Aliağa’da termik santral yapılmasına hayır! . . . . . . . . . . . . . . . 14 Her yaz tekrarlanan felaket; Orman yangınları!. . . . . . . . . . . . . 15 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Gençlik gelecektir, gelecek ellerimizde!. . . . . . . . . . . . . . . . . Maksim Gorki “ANA”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Anti-militarist olmak!... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Katmer Katmer Sömürü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Bursa’da Dostluk ve Dayanışma Gecesi. . . . . . . . . . . . . . . . . Yeni Dünya Gençliği Barışarock’taydı…. . . . . . . . . . . . . . . . . Küreselleşme karşısında devrimci tutum nedir?. . . . . . . . . . . . . 16 16 17 17 17 18 18 YDİ Çağrı Tatil ve Eğitim Kampı başarıyla gerçekleştirildi. . . . . . . . . 19 • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Şehit Muhtar Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 114 · Eylül 2007 • ISSN 1301-692X114 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli mail@ydicagri.com www.ydicagri.com 2 gündem 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde: Olmayan barış, büyüyen savaşlar Eğer tüm dünyada gerçekten barış isteniyorsa emperyalizmin egemenliğine son vermek zorunludur. Hem bölgemizde, hem de dünyanın bir çok bölgesinde, her an ölme tehdidiyle karşı karşıya bulunan milyonlarca insanın istediği barış, emperyalizme karşı yürütülecek haklı, onurlu bir savaşla mümkündür. N a zi ler 1 Eylü l 1939’ d a Polony a’y a s a ld ı r ı rl a r. Bugüne kadarki en büyük imha savaşı olan 2. Dünya Savaşı böylece başlar. 6 yıl süren savaşta on milyonlarca insan ölür. ABD, Japonya’ya iki atom bombası atar. Sovyetler Birliği’ni yıkmaya yönelen Nazi orduları büyük bir yenilgi alırlar, ancak bu savaşta Sovyetler en büyük kayıpları verir. Savaş ertesinde Birleşmiş Milletler 1 Eylül’ü Dünya Barış Günü ilan eder. O günden sonra Kore’de, Vietnam’da, Sudan’da, Sri Lanka’da, Endonezya’da, İrlanda’da, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de vd. bölgelerde savaşlar sürdü. Bu bölgesel ve iç savaşlarda Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) verilerine göre, yaklaşık 50 milyon insan yerinden yurdundan edilerek, mülteci konumuna düşürüldü. 1945 yılından bu yana yaklaşık 40 milyon insan bu savaşlarda öldü. Tüm bu savaşların sürmesine rağmen, emperyalistler barış havariliklerine devam ettiler. Her 1 Eylül’de olduğu gibi, bu 1 Eylül’de de barış adına büyük sözler söyleyecekler. Oysa emperyalistler, dünyada barış için harcadıkları her 1 dolara karşılık silahlanmaya 2 bin dolar harcıyorlar. Ve dünyada silahlara harcanan her 10 dolardan 4’ü ABD’nin kasasına gidiyor. Barış, özgürlük ve güvenlikten en fazla bahseden ülke, savaştan, ölümden en fazla çıkar sağlayan ülke konumunda. Bu bir çelişki mi? Elbet te bu bir çelişk i değ i l. Çünkü emperyalistlerin barış dedikleri şey, dünyada yürüyen ger ici, k a rşıdev r i mci sava şla r ı n kapitalizmin-emperyalizmin ürünü olduğu gerçeğinin üzerini örtmek, haksız ve gerici savaşlara karşı olunduğu izlenimi yaratmak, dünya işçilerini ve emekçilerini kendilerinin “barış havariliği”ne inandırmaktan başka bir şey değildir. Emperyalizm ve barış... Bugün dünya emperyalizmin postalları altında çiğneniyor. Aşırı kâr uğruna dünyanın tüm kaynakları talan ediliyor. Emperyalist devletlerin büyüyen sanayileri her gün yeni hammaddelere ve ürettikleri ürünleri satacak yeni pazarlara ihtiyaç duyuyor. Bu hammaddelere ve pazarlara ulaşmak için binbir dolap çeviriyorlar. Ancak dönen dolapların yetmediği, çatlak seslerin çıktığı yerlerde savaş kapıya dayanıyor. Emperyalistler istediklerini almak için var olan savaşları şiddetlendiriyor, yeni savaşlar çıkarıyorlar. Bu emperyalizmin varlığının kaçınılmaz koşuludur. Emperyalizm var olduğu sürece savaş hep kapımızdadır… Ve savaş gerçekten kapımızda... ABD’nin Irak’a ‘özgürlük’ götürme projesi sürüyor. Bugüne kadar yüz binlerce insan yaşamlarından ‘özgürleştirildi’. Milyonlarcası, özellikle kadınlar ve çocuklar, topraklarından ‘özgürleştirildi’. Ancak bu emperyalist haydutlara yetmiyor. Her gün yeni yeni katliam kararları alıyor ve uyguluyorlar, işlerine gelen saldırılara göz yumuyorlar. Son olarak 14 Ağustos’ta Musul’un Şengal bölgesinde Ezidi Kürtlere yönelik saldırılarda bulunuldu. Bu katliamda yaklaşık 500 Ezidi Kürt öldü, yüzlercesi yaralandı. Ne ilk, ne de son katliamdı gerçekleştirilen. Çünkü emperyalist devletlerin çıkarları ortada. Yıl sonunda Kerkük’ün kaderini belirlemek için referandum yapılması kararı alınmıştı. Başta Türkiye olmak üzere bölgede çıkarı olan devletler bu referandumu engellemek, en iyi halde ertelemek niyetindeler. Bu yüzden bölgenin daha bir karıştırılması gerekiyor… Irak’ta fiili bir Kürt Devleti kurulmuş durumda. Bundan da rahatsızlık duyan İran ve Türkiye’nin Güney Kürdistan’a roket saldırılarında bulunduğu iddia ediliyor. İran’ın saldırıları son günlerde iyice arttı. Türkiye ise bu saldırıları doğrulamıyor. Oysa Güney Kürdistan’a askeri bir operasyonda bulunmak uzun zamandan beri Türkiye’nin gündeminde. Ayrıca Türkiye ve İran’ın sınır bölgelerde askeri yığınak yaptığı, özellikle Kandil Dağı ve çevresine harekât düzenlemek için hazırlık yaptığı biliniyor. Ayrıca İran, 22 Ağustos’ta 3 Kürd’ü PKK’ye yardım ve yataklık yaptıkları gerekçesiyle idam ederek Kürtlere karşı tavrını gösterdi. Tüm gelişmeler gerilimi iyice arttırıyor. Kürt Sorunu: Barış talepleri çözüm mü? Bu yılki 1 Eylül’ü bölgede yaşayan Kürtler mecliste kendilerini temsil eden milletvekilleri ile karşılıyorlar. Barış talepleri daha fazla dillendiriliyor, çözüm için yeni girişimlerde bulunuluyor. Geçen yıllarda başlayan barış girişimleri, bu yıl Ocak ayında düzenlenen “Türkiye barışını arıyor” konferansı ile birleştirilmiş ve doruk noktasına ulaşmıştı. Konferansta ortaya çıkan “Türkiye Barış Meclisi” fikri hayata geçirildi. Ve bu 1 Eylül’de Meclis’in kuruluşu Ankara’da düzenlenecek geniş bir toplantı ile açıklanacak. Sistemin özüne dokunmadan ve bizzat savaşı çıkaran, yayan, bu savaştan çıkarı olan kesimlerden barış beklemek mümkün mü? Hayır, emperyalizmin egemenliği koşullarında ulusal sorunun gerçek çözümü mevcut koşullarda ve sistemden beklenemez. Çünkü onların barışı yeni savaşlara, saldırılara hazırlık için nefes alma dönemleridir. Kürt sorununun çözümü için istenen barış, kâr ve daha fazla kâr için yapılan savaşların kaçınılmaz olduğu bu sistemde mümkün değildir. Anda k i Kür t leri temsil eden DTP’nin sürekli dilinden düşürmediği barış talebine her gün düzenlenen operasyonlar ile cevap veriliyor. Her gün bölgeden ölüm haberleri geliyor. İnsanların ölümü, ölesiye yoksulluğu, açlığı, sefaleti sürerken barış olmaz. Hem Kürt, hem Türk ve diğer uluslardan milyonlarca işçi ve emekçinin kapitalistler tarafından sömürüldüğü, kamyon kasalarında ölüme terk edildiği, işsizliğe, çalışırken dahi açlığa mahkûm edildiği bu sistemde barıştan söz edilemez. Barış, ama nasıl… Eğer tüm dünyada gerçekten barış isteniyorsa emperyalizmin egemenliğine son vermek zorunludur. Hem bölgemizde, hem de dünyanın bir çok bölgesinde, her an ölme tehdidiyle karşı karşıya bulunan milyonlarca insanın istediği barış, emperyalizme karşı yürütülecek haklı, onurlu bir savaşla mümkündür. Silahların sustuğu bir dünya işçi ve emekçilerin mücadelesi ile kazanılacaktır. Savaşlarda öldürülmediği dönemlerde, çalışırken aç yatmak zorunda bırakılan, işten atılma korkusu yaşayan, yoksulluğun da birleşmesiyle doğal felaketlerin vurduğu, giderek susuzluk ve kuraklık tehdidini duyan milyonlarca, milyarlarca işçi ve emekçi kendi barışını kuracaktır. Hayır. Biz yeni bir savaşa hazırlık yapılan sahte barışları istemiyoruz. Barış adı altında biz işçi ve emekçilere kan kusturmanıza seyirci kalmayacağız. Emperyalist savaşlara karşı devrimci savaşlar… Emperyalizmin “barış”ına karşı sosyalist BARIŞ… Halkların kardeşliği için tek yol DEVRİM… 26.08.2007 ✓ 3 gündem SEÇİMLER YAPILDI… İŞÇİLER, EMEKÇİLER AÇISINDAN DEĞİŞEN BİRŞEY YOK! Eski tas, eski hamam; ezilmeye sömürülmeye devam! B ir seçim dönemi daha 22 Temmuz akşamı sona erdi. Bol boş vaatli, seviyesiz, yalanlı dolanlı, pis bir seçim kampanyasının ardından halk sandık başına giderek “tercihini yaptı”. Sandıktan AKP oyunu artırarak çıktı. Meclise CHP, MHP ve bağımsız adaylarla katılan DTP de girdi. Dört partili yeni Meclis’te AKP tek başına iktidar olacak çoğunluğu sağladı. Seçimlerde aynı ırkçı-Türkçü söyleme sahip olan ve her ikisi de tek başına iktidara geleceğini söyleyen CHP ile MHP’nin kazandığı oylar ve milletvekili sayısı bırakalım tek başına iktidara gelmeyi, her ikisinin toplamı birlikte bir koalisyon kurmak için gerekli salt çoğunluğun bile çok uzağında kaldı... Şimdi burjuva medya üzerinden seçim değerlendirmeleri yayınlanıyor. Hemen herkesin üzerinde birleştiği konu, seçimlerde halkın özgür iradesinin sandığa yansıdığı ve demokrasinin kazandığı yönünde. Öyle ya; % 85’e varan katılım, % 10 baraja rağmen bağımsız adayların seçilmesi ile DTP’nin Meclis’te temsiliyetinin sağlanması… önceki seçimlerin tersine “meşruiyet” sorununu ortadan kaldırmıştı! Ve bu demokrasinin kazanımıydı!!! Artık herkese düşen görev sonuçlara saygılı olmaktı vs. Peki gerçekte demokrasi kazanmış mıdır? Gerçekte sandığa yansıyan halkın özgür iradesi midir? KAZANAN DEMOKRASİ DEĞİL! ÇÜNKÜ BU SİSTEM DEMOKRATİK DEĞİL! 4 Hakim sınıf sözcülerinin ve onların borazanı medyanın dediği gibi gerçekten de görünürde halka gidilmiştir. Halk da iradesini seçimlerde ortaya koymuş, önümüzdeki dönemde kendini yönetecek olan partiye yetkiyi vermiştir. Görünürde kazanan demokrasidir. Ama gerçek durum bu değildir. Değildir, çünkü en başta sömürücülerin egemen olduğu bir düzende, bu düzenin “en demokratiği”nde yapılacak “en demokratik” seçimlerde bile, seçimin işlevi işçileri emekçileri kandırmak, onlara sanki onların oylarıyla kendi kaderlerini belirleyebilecekleri duygusunu vermektir. Burjuvazi bu seçimlerde de bir kez daha sormuştur: “Ey halk; önümüzdeki dönemde hangi partimizin yönetimi altında sizi soyalım, ezelim? Alternatif partilerimiz meydanlardadır. Kararını ver…” Ve halk da sandığa giderek varolanlar içinden bir tercih yapmıştır. Görünüş demokratiktir, ama sistemin temelinde demokrasi yoktur. Ezen-ezilen çeliş- kisinin olduğu yerde demokrasiden söz edilemez. Bu çelişkinin olduğu her yerde demokrasi hakim sınıfların sömürüsünü gizlemesinin bir maskesidir. Kitleleri kandırmak için bir araçtır. Seçim gibi oynanan her demokrasi oyunu halkı aldatmaktan başka bir işe yaramaz. Bu anlamda kazanan demokrasi değil, demokrasi oyununun baş aktörleridir, ezenlerdir, hakim sınıflardır. SANDIĞA YANSIYAN HALKIN ESİR ALINMIŞ İRADESİDİR! Görünürde halka gidilmiştir, halk da özgür iradesini ortaya koymuştur. Ama bu görünürde böyledir. Gerçekte halkın iradesi denilen şey hakim sınıfların, onların partilerinin, onların medya kuruluşlarının, onların reklam araçlarının halkı aldatmasındaki başarısıdır. Evet, işçiler, emekçiler kandırılmaktadır. Binbir yolla bilinçleri esir alınmış halk seçimlerde iradesini değil, kandırılmışlığını ortaya koymuştur. Onlar sistem içindeki partilerden kendisini kurtaracağına inandırılmıştır. Onlar hakim sınıflar arasındaki çelişkiler nedeniyle iki taraftan birisini seçmeye yönlendirilmişlerdir. Onlar, sanki seçim dışında bir başka çözüm olmadığına, olmayacağına inandırılmışlardır. Onlar kendi sorunlarına ve kendi güçlerinden gelen çözümlere yabancılaştırılmışlar olarak bir “irade” ortaya koymuşlardır. Ancak bu onların gerçek iradesi değil, hakim sınıfların bilinçlerine her gün pompaladığı sistemi kutsamaktan ibaret bir iradedir; esaret altındaki iradedir. Burjuvazinin egemen olduğu şartlarda işçilerin-emekçilerin iradesi özgür değildir. Burjuvazi elindeki tüm araçlarla işçilerin-emekçilerin iradesini kuşatır, esir alır, bilincini çarpıtır, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin çıkarlarını işçilerin-emekçilerin çıkarı imiş gibi gösterir. 22 Temmuz seçimlerinde de böyle olmuştur. SANDIĞA YANSIYAN ZORAKİ TERCİHTİR! Türk hakim sınıfları arasında son beş yıldır süren açık bir çatışma vardır. Bu çatışmanın bir yanında mevcut bürokratik-devlet iktidarını ele geçirmeye, çözmeye çalışan, kadroları esas olarak siyasal İslamcı akımdan gelen AKP vardır. Bu parti esasta büyük Türk hakim sınıflarının taleplerinin savunucusu bir partidir. ABD, AB ve Türk büyük sermayedarlarının desteğine sahiptir. Bunlar halkın karşısına esasta “siyasi ve ekonomik istikrar”, “Türkiye’de atanmışların egemenliğine son vermek”, “Türkiye’yi demokratikleştirmek” adına, “tutuculuğa karşı yenilikçilik” adına çıkmaktadırlar. Diğer yandan ordu merkezli bürokratik devlet iktidarının sahipleri mevcut iktidar tekelini kaybetmek istememektedirler. Gerçekte darbeci ordunun sivil sözcüsü olan CHP’nin öncülüğündeki bu kesim ise işçilerin, emekçilerin karşısına “Türkiye’nin şeriat tehdidi” altında olduğu, “laik Cumhuriyeti, Atatürk ilke ve inkılaplarını”, “vatanı ve bağımsızlığı” korumak söylemiyle çıkmaktadır. Söylenen tüm yalanlara rağmen gerçekte ne birinciler gerçek anlamda demokrattır, ne ikinciler gerçek anlamda laiktir, bağımsızlıkçıdır. Gerçekte her iki kesim de kitleler açısından, işçilerin, emekçilerin çıkarları açısından biri diğerinden berbattır. Her iki kesim de işçilere-emekçilere dü şma nd ı r. Her iki kesim de sömürücülerin temsilcisidir. Her iki kesim de ırkçı ve milliyetçidir. Her iki kesim de Kürt ulusunun ayrı devlet kurma hakkına ve Türk olmayan milliyetler için tam hak eşitliğine karşıdır. Her iki kesim de “tek ülke, tek bayrak, tek devlet” anlayışının savunucusudur. Her iki kesim de demokrasiden burjuvazinin işçiler ve emekçiler üzerindeki diktatoryasını anlamakta, buna uygun davranmaktadır. Her iki kesim de erkek egemendir. Her iki kesim de din tüccarıdır… 22 Temmuz seçimi bu iki kesim arasında yürüyen kıyasıya iktidar mücadelesinin “hukuki” bir sonucudur ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan tıkanıklığı aşmanın bir aracı olarak Anayasa gereği seçime gidilmiş, halktan “hakem” olması istenmiştir. İşçilerin, emekçilerin biri diğerinden berbat olan hakim sınıflar arasındaki kamplaşmada birinin peşine takılmakta, birini diğerine tercih etmekte hiç bir çıkarları yoktur. Ama hakim sınıf lar ve onların medyası işçileri, emekçileri öylesine aldattılar ki, toplumda öyle bir gerilim yarattılar ki; işçiler, emekçiler varolan oyunun farkına varmadan iki kamptan birisinin peşine takılmak zorunda kaldı. Seçim sonuçlarına göre geçerli oy kullananların hemen hemen yarısı, tüm seçmenlerin hemen hemen yüzde kırkı AKP’ye oy vererek, tercihini sahte laikçi cepheye karşı sahte demokrat cepheden yana yapmıştır. Bu tabii ki egemen sınıfların kendi içlerindeki iktidar dalaşı için önemlidir. Fakat işçiler ve emekçiler açısından fazla bir önemi yoktur. Onlar açısından değişecek olan özde bir şey yoktur. “BAĞIMSIZ” ADAYLAR NE KADAR BAĞIMSIZ? Düzenin sahipleri ve sözcüleri yap- gündem tıkları seçim değerlendirmelerinde DTP’lilerin Meclis’e girmesinden rahatsız olmadıklarını söylüyorlar. Onlar DTP’lilerin Meclis’e girmesiyle “temsilde adalet” konusundaki çarpıklığın ortadan kalkmış olduğunu söylüyorlar. Onlar, DTP’lilerin eğer bu kez “akıllı” davranırlarsa, Türkiye’nin birlik ve beraberliğini sağlama konusunda büyük yararlılıkları olacağını söylüyorlar! Seçimler öncesinde hakim sınıf ların medyası Ufuk Uras’ın ve Baskın Oran’ın meclise girmesi için destek verdi. Seçim sonuçları belli olduğunda hakim sınıf ların medyası reformist ÖDP’li Ufuk Uras’ın –hem de “sol”un temsilcisi!!! olarak– Meclis’e girmesini Meclis’in meşruiyetinin bir başka işareti olarak gösterdiler. Yine bir dizi köşe yazarı reformist liberal Baskın Oran’ın, DTP’nin aynı bölgede bir başka bağımsız aday göstermesi sonucu seçilememesinden rahatsızlığını dile getirdi, hayıflandı… Hatta başka bir bağımsız aday gösterdiği için DTP il örgütünü ayıpladı… vs. vb. Hakim sınıfların kalemşorlarının bu değerlendirme ve övgülerinden bağımsız milletvekillerinin nasıl bir ders çıkaracaklarını ileride göreceğiz ama onlar nasıl ders çıkarırsa çıkarsın, işçi ve emekçiler açısından bu bağımsızların bu meclisin sahte meşruiyetinin payandası oldukları objektif gerçeği değişmeyecektir. Sözkonusu bağımsız adaylar öncelikle sistemin meşruiyetine destek vermekle “bağımsız” olmadıklarını göstermişlerdir. Seçimlerin ertesinde DTP’lilerin verdikleri mesajlar tam da hakim sınıfların beklentilerine uygun davranacaklarını göstermektedir. İŞÇİLER, EMEKÇİLER AÇISINDAN DEĞİŞEN BİRŞEY YOK! Seçim sonuçları ile ortaya çıkan politik tablo işçilerin emekçilerin sömürülmesini ortadan kaldırmayacaktır. Bırakalım ortadan kalkmayı, bu sömürü azalmayacaktır da. Yine işçilerin, emekçilerin yaşamında herhangi bir iyileşme olmayacaktır. “Eski tas, eski hamam” durumu sürecektir. Seçim kampanyasında vaat edilenler unutulacak, verilen sözlerin hiç bir değerinin olmadığı kısa sürede anlaşılacaktır. 80 küsur yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bu konuda yaşananlar yaşanacak olanların teminatıdır. Seçimlerden sonra en önemli gündem maddeleri olan Meclis Başkanlığı ve Cumhgurbaşkanlığı seçimlerini de geride bırakmış bulunuyoruz. Şimdi hakim sınıfların gündeminde Anayasa değişikliği referandumu var. Hakim sınıflar arasında yürüyen iktidar kavgasında genel seçimler, Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı seçimleri bir ara aşamaydı. Bunlar tamamlandı ve ama dalaş sürecek. Bu dalaş sürdüğü sürece bizleri kendi kuyruklarına takma çabaları da sürecek. Peki biz işçiler, emekçiler hakim sınıfların şu ya da bu kesiminin kuyruğuna takılmak zorunda mıyız? Onların kendi çıkarları temelinde belirlediği gündeme göre hareket etmek zorunda mıyız? Bugüne kadar onların işaretleri doğrultusunda hareket ettik, ne kazandık? Ücretimiz mi arttı? İşsizliğimiz, aşsızlığımız mı son buldu? Sağlık, ulaşım, eğitim… sorunları mı önemli ölçüde çözüldü? Hangisi gerçekleşti? Hiçbirisi! Bu sistemde bunların hiçbiri gerçekleşmez de! Bilinmelidir ki; işçiler, emekçiler oynanan oyunun birer figüranı olarak dün olduğu gibi yarın da kal- maya devam ettiği sürece; bu kahrolası düzen var olduğu sürece, işçiler, emekçiler bu çivisi çıkmış düzenin çarkları arasında ebediyen ezilmeye mahkum olacaklardır. Oysa işçiler, emekçiler olarak bu sömürücü düzene mahkum değiliz! Ezilmeye, sömürülmeye, aşsızlığa, işsizliğe… mahkum değiliz. Kurtuluş mümkündür! Sömürünün olmadığı, baskının son bulduğu, halkların kardeşçe bir arada yaşadığı yeni bir ülke, yeni bir dünya yaratmak mümkündür. Alternatif? Var: Sosyalizm! Kurtuluşun yolu? Belli: Devrim! Kurtarıcı?! Gerek yok: İşçilerin, emekçilerin birleşmiş örgütlü gücü ve mücadele! Çağrımız; işçilerin, emekçilerin kendi gerçek sınıf çıkarlarını kavrayıp gündeme oturtması, kendi sınıf örgütlerinde örgütlenip, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi mücadelelerini yürütmesi; bu bağımsız sınıf mücadelesi yoluyla hakim sınıfların iktidarını yıkması ve kendi iktidarını, işçilerin, emekçilerin iktidarını kurması çağrısıdır! Kurtuluş ancak böyle gerçekleşecektir… Ya da gerçek kurtuluş yoktur! 28 Temmuz 2007 ✓ “22 Temmuz seçimlerinde doğru tutum” konulu panel yapıldı 1 5 Te m mu z g ü nü , İ z m i r Halk Kültür ve Dayanışma Derneği’nde, “22 Temmuz seçimlerinde doğru tutum” konulu bir panel gerçekleştirildi. Panel; BDSP, DHP, Komünist Köz, YDİ Çağrı tarafından ortak olarak planmış olsa da, BDSP panele, DHP ise panele panelist olarak katılmadılar. Panelin 8 Temmuz tarihinde yapılması planlanmıştı. Fakat katılması için öneri götürülen bazı kurumların oldukça geç cevap vermeleri sonucu, yeterli zaman kalmadığı için panelin15 Temmuz tarihinde yapılması ortak olarak kararlaştırıldı. BDSP “kendilerini 8 Temmuz’a göre ayarladıklarını” söyleyerek, “seçim çalışmalarını” gerekçe göstererek panele katılmadılar. DHP’da “kendilerini 8 Temmuz’a göre ayarladıklarını, özel işlerini” gerekçe göstererek panele panelist olarak katılmadılar. Panel Komünist Köz ve YDİ Çağrı tarafından yapıldı. İlk konuşmayı YDİ Çağrı gazetesinden bir arkadaş yaptı. YDİ Çağrı adına yapılan konuşmada; seçimlerin ne anlama geldiği ortaya konuldu. Seçimlerin esas olarak burjuvazinin egemenliği şartlarında, sömürü sistemine demokrasi görüntüsü vermek, düzene meşruiyet kazandırmak için yapıldığı, TC’nin kuruluşundan bu yana yapılan seçimlerin, bürokratik, militarist, faşist düzene maske geçirme işlevi gördüğü ortaya konuldu. Komünistlerin belli şartlarda seçimlere katılabileceği, bunun için güç olmak gerektiği, sınıf içinde kök salmak gerektiği, komünistlerin bağımsız propaganda ile seçimlere katılacağı, seçimlere katılmak ile amacın gevezelik organı olan parlamentonun dağıtılmasının gerekli olduğunu göstermek olduğu aktarıldı. Ardından 22 Temmuz seçimlerinin ne anlama geldiği, egemenler içerisindeki iktidar mücadelesi anlatıldı. Neden doğru tavrın boykot olması gerektiği, Bin Umut Adaylarının parlamentoya ona ait olmayan nitelikler affettiği, parlamento üzerinden işçiler, emekçiler, Kürt ulusu yararına kimi değişikliklerin yapılacağının propagandasının yapılarak, yanlış bilinç verildiği, kitlelerin bilincinin karartılmaya çalışıldığı, bu nedenlerle Bin Umut Adaylarının tarafımızdan desteklenmediği ortaya konuldu. Boykottan anladığımızın seçimlerin yapılmasını engelleme anlamında aktif boykot değil, güç ölçüsünde, kitleler içerisinde seçimlere katılmama çağrısı yapma, çalışma yürütme anlamında pasif boykot olduğu da ortaya konuldu. Komünist Köz adına yapılan konuşmada; Bin Umut Adaylarının kimliklerini, siyasetlerini tartışmadıklarını, kendilerinin mahallelerde seçim komisyonları, mahalle meclisleri kurarak içerisinde çalıştıklarını, seçilecek Bin Umut Adaylarını denetleyecek, takip edecek bir mekanizmanın oluşturulması için çalıştıklarını, seçilecek Bin Umut Adaylarının bu meclislere hesap vermelerinin propagandasını yaptıklarını anlattı. Kendilerinin Bin Umut Adaylarına oy verme çağrısı yaptıklarını, seçim çalışmasını ma- hallelerde komisyonlar kurarak geri çağırma mekanizması oluşturma yönünde yürüttüklerini, seçim çalışması vesilesi ile kitlelerin bilincini ilerletme yönünde çaba gösterdiklerine vurgu yaptı. Tartışma bölümünde panele katılanlar, soru sorma, kendi görüşlerini ifade etme fırsatı buldular. DHP’dan bir arkadaş; “Bin Umut Adaylarını değil, Bin Umut Adayları içinde DTP’li bağımsız adayları desteklediklerini, parlamentodan değil, parlamento kürsüsünden yaralanmadan bahsedilmesi gerektiğini, parlamentoya onda olmayan nitelikler affetmenin elbette doğru olmayacağını” anlattı. İşçi Köylü okuru bir arkadaş; “seçimleri boykot ettiklerini, faşist diktatörlüğün niteliğinde değişen bir şey olmadığını, tam tersine faşizmin tonunda artma olduğunu, parlamentonun faşizmin maskesi olduğunu” anlattı. Mesop’tan bir arkadaş; “27 Nisan muhtırasının Kürt ulusal hareketine, devrimcilere, komünistlere karşı verildiğini, seçimler konusunda kendilerinin cephe oluşturma çağrısı yaptıklarını, bu çağrıyı DTP’nin görmezden geldiğini, buna rağmen kendilerinin tavrının bağımsız adayları destekleme tavrı olduğunu” anlattı. Son bölümde panelistler kendilerine sorulan sorulara cevap vererek, ilk konuşmalarında takındıkları tavrı biraz daha somutlaştırdılar. Panele 30 kişi katıldı. Sonuç olarak bizim açımızdan panel, seçim konusunda tavrımızın değişik siyasi çevrelere bütünlük içerisinde aktarılması, diğer siyasi çevrelerin tavrının daha iyi anlaşılması açısından oldukça yararlı oldu. Panel, planlandığı gibi yapılmasa da, –bu olumsuz olmuştur- bu olumsuzluğa rağmen farklı düşünen devrimci çevrelerin birlikte iş yapmaları açısından olumlu olmuştur. 17 Temmuz 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ 5 halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN 22 Temmuz sonrası Kürt sorununda çözüm arayışları üzerine K an ve barut üzerine kurulu, bol vaatli, bir seçim sahtekârlığını daha geride bıraktık. Seçimler öncesi AKP’nin önünü kesebilmek için ordu eksenli Kemalistler, her türlü manevraya başvurdular. Ardından AKP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Abdullah Gül’ün seçilmemesi için 12 Nisan’da Genelkurmay’ın basın toplantısındaki açıklaması, 27 Nisan gece yarısı muhtırası ve hemen arkasından gelen Anayasa Mahkemesi’nin 367 dayatması gibi etkenlerle birlikte, herkesin bildiği gibi AKP büyük bir çoğunlukla seçimleri kazandı. Genel ku rmay Ba şk a n ı Ya şa r Büyükanıt seçim sonrası açıklamalarında, söylediklerinin arkasında olduklarını belirterek, iktidarlarını öyle kolay kolay terk etmeyecekleri mesajını bir kez daha verdi. Son seçimlerin önemli sonuçlarından biri de, 3 Kasım 2002 seçimlerinde DTP’nin (o zamanki adıyla DEHAP) ezici üstünlük sağladığı K. Kürdistan’da bu kez AKP’nin galip gelmesi oldu. 22 Temmuz seçimlerine bağımsız adaylarla giren DTP, birçok kalesini AKP’ye teslim etti. AKP; ırkçı/Türkçü, siyaseti ile MHP ve CHP gibi açık ırkçı partilerin aksine, yer yer ırkçı söylemlere rağmen ılımlı bir politika gütmesi ile Kürtlerin önemli bir kesiminin oyunu almayı başardı. Kürtler, kendilerini yok sayanlara, imha etmek isteyenlere hiç de sıcak bakmadığını gösterdi. 6 Biz burada genel bir seçim değerlendirmesinden ziyade DTP’nin Kürt sorununun çözümü anlayışı üzerinde duracağız. DTP anti demokratik bir uygulama olan % 10 barajından dolayı seçimlere bağımsız adaylar ile girme kararı aldı. DTP’nin desteklediği bağımsız adaylar, Ankara’yı Kürt sorununun çözümü için adres olarak görüp seçimlerde, “Bin Umut Adayları” ile seçim kampanyası yürüttü. Bağımsız giren bu adaylardan 21 kişi her türlü baskı, şantaj, hileye rağmen milletvekili seçilmeye hak kazandı. Bu vekillerden Sebahat Tuncel “örgüt üyeliği”nden yargılanırken, hapiste olmasına rağmen ‘dokunulmazlık’ hakkını kazanarak tahliye edildi. Tuncel’in ‘dokunulmazlık’ tan yararlanmasına itirazlar da gecikmedi. Tuncel’i Anayasa’nın 14. maddesinin 2. bendindeki ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı amaçlayan faaliyet’le suçlayıp dokunulmazlık kazanmadığını iddia etmeye başladılar. Bu, Kürt sorununun bu parlamentoda çözümü için yola çıkan DTP’li vekillere daha işin başında “ayağınızı denk alın” mesajı idi. Yemin töreni öncesinde yine kayıt yaptırırken, Kürt milletvekillerin ana dil olarak ne yazacakları, Kürtçe mi Türkçe mi yemin edecekleri üzerine ırkçı propaganda yürütüldü. Yemin törenini DTP’li vekiller önceden açıkladıkları biçimde yaptılar. Yemin töreni sonrası 20 Milletvekili de DTP’ye katılıp, yeni mecliste 4. Parti olarak grup kurma hakkını elde ettiler. DTP’li vekiller meclisin ilk toplantısında “Kürt sorununun barışçıl çözümü” konusundaki ‘samimiyetlerini’ göstermek için, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve grubuyla tokalaştılar. Kamuoyunda tartışmalara neden olan bu tokalaşma olayının arkasından MHP lideri Bahçeli ’Uzatılan eli havada bırakmayız ama diğer elle Mehmetçiğe kurşun sıkılmasına asla tahammülümüz olmaz’’ sözlerine karşılık, DTP Muş Milletvekili Sırrı Sakık, ‘’Bizim elimizde hiçbir zaman silah olmadı, şiddet olmadı. Bunu Bahçeli de biliyor’’ diyerek, karşılık verdi. Sakık, Kürt sorununda çözümün şiddetle değil barış içinde çözüme kavuşturmak istediklerini belirtti. DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, DİHA’ya verdiği bir mülakatta seçmenlerinin Ankara’yı çözüm adresi olarak gördüklerini belirterek, hükümetin ve parlamentonun kendilerine çözüm kapılarını açmaları isteğinde bulundu. Kürt sorununun çözümü konusundaki bu istek; TC’nin, tek millet, tek devlet gibi, şoven Türk milleti dışındaki ulusları yok sayan üniter devlet yapısıyla uyuşmayan bir istektir. Devlet en baştan zaten böyle bir sorun olduğunu kabul etmiyor. Cumhurbaşkanlığı için destek turlarına çıkan AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’e DTP’lilerin, “desteğimiz Kürt sorunu konusunda çözüm için atacağınız adıma bağlıdır” açıklamalarına, Abdullah Gül sessiz kalmıştır. Bu tavır, devletin tavrında bir şeyin değişmeyeceğini gösteren bir tavırdır. Bütün seçim süreci ve sonrasında DTP’ye dayatılan şeylerden biri de PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu kabul etmesidir. Ahmet Türk DİHA’nın bu konuyla ilgili sorduğu soruyu şöyle yanıtlamıştır: “Bir tarafta sizi parlamentoya gönderen halkın talep ve beklentileri var, diğer tarafta devletin ve bazı kesimlerin dayatmaları var. Seçilmiş olmanıza rağmen kabul edilmeniz için bazı ön koşullar öne sürülüyor. Bunun karşısında nasıl bir politika izleyeceksiniz? Yani aslında bu dayatmaların hiç bir faydası yok. 30 yıldır aynı şey söyleniyor. Efendim “PKK’yi terörist ilan edin” diyorlar. Peki, bunun pratikteki faydası ne? Evet, ‘Bu insanlar o bölgenin insanları ve parlamenterleridir. Rol oynayabilirler, çatışmaların bitirilmesine katkı sağlayabilirler. Bunlara farklı bir rol ve misyon biçmek gerekiyor’ denilmesi lazım. Benden ‘PKK’nin bu süreçte silahlarını bırakması için bir çalışma yapın’ denirse, ben onu anlarım. Ya da, ‘Bu sorunun ülke gündeminden çıkması için çaba gösterin’ denirse anlarım. Farklı bir şekilde yaklaşılırsa benim süreci etkileme şansım kalmaz ki.” Bu anlayış özünde, 1993’den bu yana Kürt sorunun çözümü konusunda süren bir anlayıştır. DEP, HEP, DEHAP ve DTP Kürt sorununun çözümü konusunda devletin en ufak bir çabasının dahi yeterli olacağı temelinde sürekli açıklamalar yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar. En son faşist bir parti olan MHP ve onun yöneticileri ile el sıkışmalar ve MHP’nin bazı açıklamalarına Sırrı Sakık, hemen atıfta bulunarak, “MHP’nin duyarlı olacağına inanıyorum. Bahçeli’nin duyarlılığı Baykal’dan daha fazla” diyerek DTP’nin tavrının uzlaşmadan yana olduğunu ortaya koydu. DTP, MHP ile tokalaşma konusunda gelen eleştirilere “sembolik bir olaydı” diyerek geçiştirmeye çalıştı. Biz bu el sıkışma olayının DTP’nin Kürt sorununun çözümü konusundaki anlayışının bir sonucu olduğunu düşünüyoruz. Bizim sorunumuz DTP’nin kiminle el sıkıştığı değil, Kürt sorununun çözümündeki anlayışındadır. Kimin kiminle nasıl el sıkıştığı o kadar da önemli değil. Kaldı ki, DTP Grup Başkan Vekili Selahattin Demirbaş seçim öncesi Diyarbakır’da yaptığı açıklamada “ordunun hassasiyetlerini dikkate alan bir siyaset güdeceklerini” de açıklamıştı. “Son terörist kalana kadar savaşacağız”, “Ne mutlu türküm” demeyeni Türk düşmanı ilan eden anlayış, devletin resmi anlayışıdır. Kürtlerin varlığını hiçbir zaman kabul etmeyen, bunu dillendirmeye çalışanlara, darağacı, işkence, sorgusuz infaz, yerinden yurdundan edilme, zindanda çürüme… dışında bir şey reva görmeyen bu parlamentoda çözüm aramak, olmayacak şeye amin demek olacaktır. DTP’li milletvekillerini daha yemin etmeden önce Başbakan Erdoğan’ın uyarması ve Adalet Bakanlığı’nın milletvekillerinin cezaevindeki tutuklularla görüşmesini engelleyen bir yönetmelik yayınlaması ile DTP’li vekillerin burjuva medyaya yansıdığı biçimiyle “APO’ya gitmesin” tedbiri olarak ilan edildi. Yani AKP de devletin bugüne kadar uyguladığı siyasetten taviz vermeyeceğini, bu tavrı ile bir kez daha ortaya koydu. Kürt sorunun çözümü konusunda DTP’nin tavrı, Kürt ulusal hareketini burjuva sınırları içerisinde hapsetme tavrıdır. Bu tavır özünde çözüm değil, çözümsüzlüktür. Biz burada bazı demokratik hakların elde edilmesini küçümsemiyoruz. Ulusal sorunun çözümü konusunda bizim çözümümüz Marksizm-Leninizm’in ulusal sorunu çözüm önerisidir. Bu öneri; ezilen, baskı altında olan ulusların özgürce ayrılma haklarını savunmaktan geçer. Burjuvazinin egemenliği şartlarında, ulusal sorunun çözümünü ezen ulusun burjuvazisi ile çözmeye kalkmak, çözümsüzlüğü baştan kabul etmek demektir. Kürt ulusal hareketleri bugüne kadar sürekli baskı ve şiddetle bastırılmıştır. En son olarak, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın, “çok dilli belediyecilik hizmeti” anlayışı çerçevesinde, Kürtlerin kendi anadillerinde de hizmet alması kararı sonucu, görevinden alınarak 3,5 yıl hapis cezasıyla yargılanması, devletin tavrını göstermesi bakımından önemlidir. Sermayenin egemenliği şartlarında ulusal sorunun çözümü mümkün değildir. Sermayenin iktidarı şiddete dayalı bir devrimle yıkılıp, yerine kurulacak olan, işçilerin köylülerin devrimci iktidarı şartlarında, her ulusun özgürce ayrılma hakkı anayasal garanti altına alınacaktır. Ulusal sorunun gerçek çözümü ve halkların kardeşliği için, tek yol devrim! 22.08.07 ✓ halkların kardeşliği için Şengal’de Ezidi Kürtler’e yönelik katliam… I rak’ta son yılların en kanlı saldırısı düzenlendi. 14 Ağustos günü Musul’un Şengal ilçesinde bulunan Bac kasabasına bağlı Xıdır ve Tel Ezer köyleri ile Qahtaniye kasabasına petrol yüklü tankerlerle intihar saldırıları gerçekleştirildi. Çelişkili rakamlar olmasına rağmen 500’e yakın kişinin öldüğü saldırıda yüzlerce Ezidi Kürt’te yaralandı. Saldırı sonrasında Kürdistan Demokrat Partisi bölgeye Peşmerge gücünün gönderileceğini, bölgede istikrar ve güvenliğin sağlanacağını duyurdu. Olay ın gerçek leşmesinden sonra Suriye ve Türkiye Dışişleri Bakanlıkları aracılığıyla saldırıları kınayan açıklamalarda bulundular. Saldırıların Irak’ta birçok şeyi değiştirecek olan referandum öncesi gerçekleştirilmesi ise yapılan hesapları gözler önüne seriyor. Bu durum saldırıların, Musul’da kargaşa yaratmak, referandumun yapılmasını engellemek için düzenlendiğini gösteriyor. Bölgedeki Kürt grupları saldırılardan Türkiye ve Arap devletlerini sorumlu tutuyor. ABD’nin istikrar ve özgürlük getirme vaadi ile işgal ettiği Irak’tan her gün yüzlerce ölüm haberi geliyor. Bölgede güvenliği sağlamak yalanı ile bulunan ABD’nin yarattığı sonuç ortada: Güvenlikten arındırılmış Irak. Aslında istenilen bir durumdu bu. Bu şartlar altında emperyalist güçler ve onların kuklaları istedikleri şekilde oyunlarını oynayabiliyorlar. Emperyalistlerin çıkarları uğruna binlerce insan katlediliyor. Sonra açıklamalarda bulunup katliamları kınadıklarını söylüyorlar. Ne sahtekârlık… Ezidi Kürtlere yönelik saldırıları kınıyoruz… Saldırıları kınayan emperyalistleri kınıyoruz… 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü binlerce ölüm ve savaşlar ile karşılıyoruz. Lenin’in “Emperyalizm var olduğu sürece savaşlar kaçınılmazdır” tezi sürekli kendini kanıtlıyor. O halde savaşları durdurmak istiyorsak, gerçekten barışı istiyorsak emperyalizmi ve uşaklarını ait olduğu çöplüğe göndermeliyiz. 20.08.2007 Ydi Çağrı ✓ Resmi zihniyet olan ırkçılığın ve şovenizmin son örneği: Türk Tarih Kurumu başkanı Yusuf Halaçoğlu G ün geçmiyor ki, resmi ideolojinin temsilcilerinden ırkçı şoven açıklamalar gelmesin. Bir gün silahlı kuvvetlerin en üst düzey temsilcileri, diğer bir gün başbakan, çoğu zaman muhalefet ve hatta Cumhurbaşkanı da bu açıklamaları yapanlar arasında. Bu ülkede bu tür olaylar gün be gün yaşandığı için artık garipsemiyoruz. Ağzı olan konuşuyor. Konuştukça da batağa batıyor. Batağa battıkça da daha da çirkefleşiyor. Böyle bir ortamda Türk Tarih Kurumu’nun (TTK) 1993’ten bu yana başkanlığını yapan Yusuf Halaçoğlu’nun yaptığı saçmalıklar da garipsenemez. Halaçoğlu 18 Ağustos günü Kayseri’de yapılan “Türk tarihi ve kültüründe Avşarlar” konulu sempozyumda yaptığı konuşmada, “Kürtler’in yapısal olarak Türkmen asıllı” olduğunu, “Kürt Alevilerin de Ermeni kökenli” olduğunu, “TİKKO, PKK, gibi örgütlerde yer alanların çoğunun Ermeni dönmesi Kürtlerden” oluştuğunu yumurtladı. TTK bilimsel araştırma yapması gereken bir kurum iken, başındaki kişinin bu bilimsellikten uzak tespitleri, sadece bilime ve hedef aldığı Ermeniler, Kürtler ve Aleviler için hakaret değil, aynı zamanda ırkçı, şoven ideolojinin Türkiye’de insanlara nasıl şırıngalandığının da göstergesidir. Halaçoğlu’nun ve hakim ideolojinin tarih yazımı ve araştırmaları kim bilir okuyan gençliği ne kadar “aydınlatacaktır”. Biz herkesin haddini bilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Haddini bilmeyenlere de hadlerinin bildirilmesini. Türkiye’de yaşayan değişik ulus ve milliyetlere mensup olan halklar, er ya da geç bu saçmalayan insanlara hadlerini bildirecektir. Bundan hiç ama hiç şüphemiz yok. Kimsenin de şüphesi olmasın. Ocak ayında sistemin tetikçi- leri tarafından kalleşçe katledilen Hrant Dink’in cenaze töreninde yüz binler “Hepimiz Hrant Dink’iz”, “Hepimiz Ermeniyiz” diye hep birlikte haykırmışlardı. Bugün de “Hepimiz Ermeniyiz, Kürdüz, Aleviyiz, Yezidiyiz, Süryaniyiz” vb. haykırmak sağduyulu herkesin görevidir. Evet, halkların kardeşliğine giden yol, onları kabullenmekten, sahiplenmekten ve onlar için yaşamın her alanında eşitlikçi bir ortam sağlamaktan geçer. Bizler her tür ırkçı, şoven söylem ve açıklamaların karşısındayız. Bu söylemler halkları, ulusları ve dinleri birbirine düşman etme ediminden başka bir edime sahip değildir. Gerçek bir hukuk devletinde bu tür söylemleri dillendirenler hakkında soruşturma açılır ve cezai işlem uygulanır. Ancak gerçek hukuk devleti nere?! Türkiye nere?! Ha l aç o ğ lu ba ş k a n ı oldu ğ u TTK’da bilim insanı sıfatıyla görev yapıyor. Ancak söylemiyle, icraatıyla bilim insanlarının yüz karası olduğu meydanda. Halaçoğlu’na ve resmi ideolojiye karşı haklı olarak geliştirilen tepkiyi haklı ve yerinde bir tepki olarak değerlendiriyor, Halaçoğlu’nun görevden alınmasını ve cezalandırılmasını talep edenlerin yanında olduğumuzu ilan ediyoruz. Ancak burada da durmuyoruz. Bir adım daha ileri giderek resmi ideolojisi ırkçı ve şoven olan bu sistemin, hiçbir dönem diğer ulusların ve azınlık milliyetlerin haklarını kabul etmeyeceğini, onları sürekli olarak red ve inkar edeceğini bildiğimizden, bu sistem var olduğu sürece, bu tür saçmalamaların gündeme gelmeye devam edeceğini de bildiğimizden, bu sisteme karşı tek alternatifin sosyalizm olduğunu yüksek sesle haykırıyoruz. 24 Ağustos 2007 ✓ 7 halkların kardeşliği için Revizyonizmin artıkları iyice azıtıyorlar.... Y 8 Kahrolsun milliyetçilik ve şovenizm! akın zamanda artık iyice Türkçü-Milliyetçi bir hat izleyen Cumhuriyet Gazetesinin kötü-ünlü yazarı İlhan Selçuk, “Türkiye’yi Türkler Yönetmelidir” başlığıyla bir makale yazdı. Bu yazıyı okuyan birisi sanki bugüne kadar Türkiye’yi başkaları yönetmiş hissiyatına kapılacaklar. Yıllardır “Ne Mutlu Türküm Diyene” safsatalarıyla coğrafyamızda yaşayan Arapları, Çerkezleri, Abhazaları, Ermenileri, Kürtleri, Süryanileri, Rumları ve daha ismini burada anmadığımız milliyetlerden insanlarımızı aşağılayan bu Türk ırkçıları, utanmadan bugün kalkıp “Türkiye’yi Türkler Yönetmelidir” diyebiliyor ve ekliyor: “Türkler ne zaman kurtulurlar, kalkınırlar, çağdaşlaşırlar, bunalımlarını aşarlar?.. Türkiye’yi yönetmeye başladıkları zaman... “ Bir zamanlar Sosyalist Sovyetler Birliği döneminde ve Kruşçev revizyonizminin iktidarı döneminde belirli bir aşamadan sonra sosyalizmden tamamen uzaklaşıp sosyalizm adına emperyalist gerici politikalar güden sosyal emperyalizmin güçlü döneminde sosyalist geçinen bu gibi dönem yazarları, artık enternasyonalizm lafzını bile bir kenara bırakıp “Türk”çülük yapmanın dozajını iyice kaçırdılar. Sosyalizmin bugün çok aktüel olarak gündemde olmadığını düşünen bu “dönem”in yazarları şimdi cuntalardan medet umacak, onları seçilmiş hükümetleri görevden almak için göreve çağıracak kadar aşağılarda uçabilmektedirler. Biz coğrafyamızda hangi milliyete mensup insanların yönettiğine değil, nasıl bir yönetim ve kim için yönettiklerine bakarız. Bizim için hangi milliyete mensup olursa olsun yönetenlerin işçi ve emekçi yığınların çıkarına mı yoksa coğrafyamızdaki bilumum burjuvaların ve onların emperyalist destekçilerin yararına mı coğrafyamızda yönetişim içerisinde olduklarına bakarız ve de böyle bakmalıyız. Zaten eğer ardamarları çatlamamışlarsa, ve “sol” adına konuşan her zatın böyle bakması gerekir. Ama bunların “sol” denilen akımla da bir ilişkileri kalmadığından, solun aslında sosyalizm olarak kavranılması gerektiğini ve sosyalizm adına konuşanların da kimsenin milliyetini tartışmayacaklarını, tartışacak konunun nasıl bir sistem, nasıl bir hükümet, nasıl bir iktidar, kimin iktidarı, kimlere karşı bir iktidar ve kimlerden yana bir iktidar sorularına göre safını belirlemesi gerektiğini tartışmalarında belirleyen öğe olarak ele almalıdırlar. Ama sadece ve sadece lafta sol görü- nen ve solculukları sosyal demokrasinin milliyetçilik ve şovenizm bataklığında nasiplenen İlhan Selçuk gibi burjuva kalemşörler meseleye kendi burjuvalarının, Türk burjuvalarının çıkarı penceresinden bakarlar. Zaten öncülleri Karl Kautsky’den ödünç aldıkları bu yarım bile olamayan solcular, başka türlü de davranamazlar. Onlar da artık bu bir ur haline gelmiş ve bu ur onları öldürene kadar da varlığını koruyacaktır. İlhan Selçuk zatı zaten yazının başlığının yadırganacağını, milliyetçilik sayılacağını kendisi önceden teslim ediyor. Teslim ediyor da ama yine de yazıyor. Ve devam ediyor..., “... vatan sevmezliğin moda olduğu bir dönemden geçiyoruz; Türk sözcüğü dışarda ve içerde tepkilere yol açıyor... “ Evet! Biz “Vatanseverlik” adına hareket eden milliyetçilerden, ırkçılardan değiliz ve olmayacağız! Zaten “vatan” denilen topraklar bizim değil ki! Bu topraklar burjuvazinin arpalığı durumundadır ve onlar karar vermektedirler bunun üzerine. İstedikleri gibi satıyorlar, istedikleri gibi peşkeş çekiyorlar birbirilerine. Benim, bizim olmayanı bizim saymak budalalığı ancak İlhan beylerin gösterebileceği bir tavırdır. Sorun vatansevmezlik sorunu değil ki! Sorun işçi ve emekçilerin olmayan bir şeyi onlarınmış gibi göstererek onları enayi yerine koymaktır. İşçiler ve emekçilerin önemli bir bölümü yarım asırdır bu topraklar üzerinden geçinemediklerinden gurbet ellerde çalışarak, İlhan gibi başka milletlerin milliyetçilerinin aşağılamalarına maruz kalarak yaban ellerde karın tokluğuna çalışarak geçinmektedirler. Önemli bir bölümü de bu topraklar üzerinde ne iş ne de aş bulmaktadır... onlar milyonlarca işsiz insan olarak aç gezmek durumunda kalmaktadırlar. Milyonlarcası ise tam ay çalışarak 420 YTL’yi ay sonunda almakta ama yine de TÜHİS’in verilerine göre yine aç gezmektedir. Kiraların 300 ila 1.500 YTL arasında seyrettiği bu vatanda aslında vatansızlar çoğunlukta. Bunun karşısında İlhan Selçuk’ların da içerisinde yer aldığı 2.000 YTL ve üzeri maaş alan aç olmayan az sayıda “vatandaş” vardır. Bunlar belki karınları doyduğu için “bu vatan benim” diyebiliyorlar. Sahiplenilecek Vatan bu değildir! Vatan dediğin dünya alemin doyduğu, kimsenin kimseye kulluk etmek zorunda kalmadığı, herkesin insan olarak görüldüğü ve insan olarak diğerlerinden ne iyi ne de kötü yaşadığı bir sistemin hüküm sürdüğü bir cennet ancak sahiplenilebilir. Bunu biz gerçek sosya list ler yaratacağız! Kimin yöneteceğinin ya da yönetmesi gerektiğinin tartışılmadığı, aksine birlikte yönetmenin mümkün olduğu her milliyetten ve renkten insanın birlikte yöneterek yaşadığı, özgürlüğün hüküm sürdüğü bir düzen koşullarında bu Vatan bizim vatanımız olacaktır ve onu biz yaratacağız. Orada ama ar tı k “Ne Mut lu Türküm Diyene” denemeyecektir; orada artık “Ne Mutlu Almanım” denemeyecek! Orada “en asil kan sende mevcut” denemeyecek! Çünkü aynı kan gruplarının her milletin insanında olduğunu herkes bilebilecek ve kimse kendi kanının daha kırmızı ve asil olduğu aldatmacasına kanmayacaktır. İlhan Selçuk o kadar kendisini kaybetmiş ki “ılımlı islam devleti” heyulasından çok korkarak kaleme aldığı bu makalesini yazarken bile, iktidara çağrı yaptıkları yeni cuntacılarının iktidarları döneminde en fazla imam hatip lisesinin açıldığını, bu devletin gerçek anlamda Hiçbir zaman laik olmadığını, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıştırılması anlamına gelen laikliğin T.C. Devletinde bir uydurmaca olduğunu göremiyor. TC devletinin Diyanet işleri üzerinden bu coğrafyada dini yönettiğini ve insanlarımızın nüfus cüzdanlarına “dini-islam” yazdıracak kadar dinci bir devlet olduğunu, günde en az beş defa okunan ezan’la sayıları hiç de az olmayan yüzbinlerce farklı dinlerden insanları, ateistleri hep taciz ettiklerini görmezden geliyor. Ama olsun(!) İlhan Selçuk için önemli olan diyaneti de iyi işleyen bir Türk devleti olsun yeter! Bitmedi devam ediyor şoven bayımız... o şöyle diyor: “Ya politikada ne oluyor?.. PKK denen terör örgütü Kuzey Irak’taki üslerinden kalkıp Türkiye’ye saldırıyor, Türkleri öldürüyor... Türkler, Kuzey Irak ’ta PKK’yi koruyan ABD’ye karşı bir şey yapamıyorlar... Neden?.. Çünkü Türkiye’yi Türkler yönetmiyorlar... “ Bu kadar ırkçı ve faşist zihniyete sahip olan bayımız yıllardır binlerce Kürt insanın faşist saldırılarla katledilmesini görmezden gelip bunları söyleyebiliyor. Daha Türkler Anadolu topraklarına yerleşmeden varlığını çok zengin bir şekilde sürdüren Kürtlerle kardeşçe bir arada yaşama politikasının gereği olarak onlara eşit haklar savunup bunun gereklerini talep edeceğine, bu hakkı elde etmek isteyen Kürt halkına karşı saldırı politikalarının savunucusu oluyor ve böylece de “Türk”lerin dışında kimseyi gözü görmüyor. Zamanı geldiğinde “biz kardeşiz” diyen bu şovenler, bir başka bağıntıda “kelleci” olabiliyorlar. Ama bu ırkçışoven politikaların vardığı yerdir. Tam da bugüne kadar bu coğrafyada yönetimde olanlar İlhan Beyler gibi kafatasçılar olduğu içindir ki Halklarımız birbirine düşman edilmeye çalışılmaktadır. Ama bu politikalar bu coğrafyanın emperyalistlerin ve onların uşaklarının esaretine terk edilmesine neden oldu. O zaman bağımsızlık ve özgürlüğün yolu, bu coğrafyada yönetenlerin Türk olmaması gerektiğini mi tespit etmek gerekiyor??? Hayır! Yanlış Türkler yönetti bugüne kadar! Şimdi sıra işçi ve emekçilerin kenetlenerek Türkü, Kürdü, Ermenisi, Arabı, Çerkezi vd’nin gerçek kardeşlik ve eşitlik için, sömürüyü yoketmek için birlikte yönetmesindedir! Biz bunun adayıyız İlhan Bey! Size de yine milliyetçi bir Cumhuriyette köşe kapmacılık için olanak yaratılacaktır... bunun için müsterih olabilirsiniz! Tabii ki kimin Türk, kimin Kürt, kimin Ermeni ya da başka bir milliyeti sahip olduğunu saptayacak bir Hallaçoğlu olursa işi de kolay olur İlhan beyin. Tarihler boyunca savaşlar üzerinden vuku bulan işgaller sonucu kimin hangi milliyete sahip olduğunu tespit etmenin zorluğu bir yana, bugün artık bu kadar ilkel milliyetçilik yapmanın insanımızın, coğrafyamızın olumlu yönde gelişmesinin önündeki en temel problemdir. Bu z i h n iyet i de ğ i ş t i r mek t i r aslolan! İşçi sınıf ve emekçi yığınların sermaye ve onun yardakçıları karşısındaki sınıfsal duruşu, bu tür milliyetçilik zırvalamalarını engellemenin en temel aracıdır. İşçi sınıf kendi iktidarını kurduğu koşullarda bu zihniyetin köküne kibrit suyu dökülecek, yerine enternasyonalizm temelinde yetişecek yeni kuşaklar yeni bir zihniyetle kardeşçe bir arada yaşayacaklardır. Yaşasın Halkların Kardeşliği! Tüm Milliyetlere tam hak eşitliği! Yaşasın Ulusların özgürce ayrılıp ayrı devlet kurma HAKKI! Yaşasın işçi sınıfının Birliği! Ağustos 2007 ✓ yeni kadın dünyası 2007 Seçimleri: Değişen bir şey yok! Meclis yine erkek! B urjuvazi kendi arasındaki iktidar dalaşından çıkabilmek için bir seçim oyunu daha sahneye koydu. 22 Temmuz’da erken genel seçimlerin yapılacağının kesinleşmesinin ardından burjuvazinin tüm partileri hummalı bir seçim çalışmasına giriştiler. Bu dönem her ikisi de erkek egemen olan tarafların iktidar dalaşında kadınların kitlesel olarak alet edildikleri bir dönem oldu. Özellikle Kemalist burjuvazinin temsilcisi kesimler düzenledikleri kitlesel “Cumhuriyet mitingleri” ile kadın kitlelerini şeriat öcüsü ile korkutarak yanlarına çekmeye çalıştılar. Her seçimde olduğu gibi bu seçimde de tüm partiler aday listelerinin açıklanmasına kadar kadınları siyasete aktif olarak katılmaya çağırıp ve bu sefer daha fazla kadın milletvekili çıkaracakları vaatlerinde bulundular. Oy kapma yarışında hemen hepsinin başvurduğu bir kandırmaca aday listelerine mümkün olduğunca çok sayıda kadın yerleştirmek. Seçilme şansları hiç olmasa da herhangi bir partiden aday olan kadınların çevrelerini o partiye oy vermek için harekete geçireceği, kadınların canla başla partinin seçim hazırlığına katılacağı hesapları yapılıyor ve gerçekleştiriliyor. Anlayacağınız bunların “kadın dostluğu” parlamentoya kadar değil, sandığa kadar... Erkek egemen partiler, kadınların ağzına bir parmak bal çalarak kendilerini parlamentoya taşıttırmak istiyorlar. Her zaman yaptıkları buydu, bu seçimlerde de bunu yaptılar. Seçim kampanyası döneminde hem düzen partileri hem de burjuva medya, bu seçimlerin kadınlar için önemli değişiklikler getireceğini, bu seçimlerde partilerin kadınlara önemli oranda yer verdiğini, artık meclise kadın sözünün gireceğini, kurulacak hükümette kadınların önemli oranda temsil edileceğini vs.vs. propaganda ettiler. Nihayet 22 Temmuz’da seçimler gerçekleştirildiğinde dağın fare doğurduğu bir kez daha ortaya çıktı! Meclise giren toplam 550 Milletvekilinden sadece 50 tanesi kadın idi. AKP’nin 341 milletvekillinden 30’u, CHP’nin 112 Milletvekilinden 10’u, MHP’nin 71 milletvekilinden 2’si ve bağımsız olarak seçime katılan ve meclise girmeyi başaran 26 milletvekilinden 8’i kadınlardan oluşuyor. 2002 genel seçimlerinde 24 kadın milletvekili ile yüzde 4.36’lık bir oranla temsil edilen kadın milletvekili sayısı bu kez 50 kadın ile yüzde 9.9’a yükseldi. Böylece Türkiye, dünya sıralamasında 132. sıradan 100. sıraya yükselmiş oldu! Seçim sonrasında da yapılan açıklamalarda bunun önemli bir başarı olduğu yutturulmaya çalışıldı. Fazla söze gerek yok. Bu başarının nasıl bir başarı olduğu ortadadır. Seçimler olup bitti. Koparılan o kadar yaygaraya rağmen bir kez daha TBMM “erkek meclis”, kurulan hükümet “erkek hükümet” oldu. Seçilebilen az sayıda kadın milletvekili -ki bunların büyük çoğunluğu emekçi kadınları temsil etmekten çok uzaktır- genel siyasi hattı ve görüntüyü kesinlikle değiştirmeyecektir. Seçilen kadın milletvekilleri bağlı oldukları partilerin siyasetinin dışına çıkamayacaklardır. Oyunun kuralı budur! Hükümetler kuruluyor, bakanlıklar paylaşılıyor, ardından bol vaatli bir hükümet programı açıklanıyor... Sonrası eski tas, eski hamam. Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde yasalarda kadınlar lehine yapılan bazı iyileştirmelere rağmen temel çerçeve olan erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinde bir değişiklik yok. Devletin bu iyileştirmelerin pratiğe geçirilmesi için ciddi bir çaba sarfetmesi bir yana toplumdaki erkek egemen zihniyeti her gün yeniden üretiyor. Çalışma yasalarında kadınların çalışma yaşamına katılmasını teşvik edecek hiçbir şey yokken, onların çalışma hayatından çekilmesini kolaylaştıracak pek çok düzenleme mevcut. Devlet, çocukların bakımı ve yetiştirilmesini aileye ve özellikle de kadına devrederek bu sorumluluktan kurtuluyor. Bu nedenle yasalarda yapılacak tek tek iyileştirmeler, ayıklamalar köklü bir değişiklik getirmeyecektir. Yasalar önünde eşitlik, elbetteki henüz gerçek hayatta eşitlik değildir. Ancak TC devleti, yasalar önünde bile kadınlara tam eşitliği sağlayabilecek durumda değildir, çünkü o tüm varlığıyla erkek egemendir. Kadınların çalışma ve yaşam koşulları genelde erkek işçi ve emekçilerin durumlarından daha da kötüdür ve çoğunlukla kadının erkeğe olan ekonomik bağımlılığıyla belirlenir. Aileye ve kocaya ekonomik bağımlılık, kadınları erkek egemenliğine boyun eğmek zorunda bırakan temel etkenlerden biridir. Öyle ki, kadınlar çoğu durumda varolan yasal haklarından dahi faydalanamıyorlar. Örneğin, nasıl geçinirim ve çocuklarımı nasıl geçindiririm korkusu kadınları boşanma hakkını kullanmaktansa, kendisine eziyet eden kocasına katlanmak zorunda bırakıyor. Toplumsal hayatın bütün alanında egemen olan baskı ve anlayışlar kadının her türlü özgürleşme çabasını engelleme üzerine kurulu. Aile içinde koca dayağı, sokakta ve işyerinde cinsel taciz, “namus” belasına kadınların yaşamlarının ellerinden alınması, baba, koca, çevre ve devlet tarafından denetlenmeye çalışılması, çalışma hayatında kadınların yükselmesinin engellenmesi, vb. vb. Toplumsal ve kişisel yaşamın tüm alanlarındaki cinsiyet ayrımcılığının, erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu baskının en önemli güvencesi, bizzat hakim sınıfların devletidir. Yasalarıyla ve tüm kurumlarıyla o bu baskıyı meşrulaştırıyor ve ko- ruyor. Hakim sınıfların partileri bu süreçte üstlerine düşen görevi yapıyorlar. Hükümetler değişir, emekçi kadınlar üzerinde baskı ve sömürü, erkek egemenliği kalır. İşçi ve emekçi kadınların ne hükümet değişikliğinden, ne de adları ne olursa olsun düzen partilerinden umacağı hiçbir şey yoktur. Bu gidişatı değiştirmenin yolu, biz kadınların kendi kurtuluş davamıza sahip çıkıp, eşitlik ve özgürlük için proletarya hareketinin saf larında örgütlü biçimde yerimizi almamızdan geçiyor. Ancak bu şekilde tüm yasaları ve kurumları ile erkek egemen olan bu sistem yok edilerek kurtuluşumuzun yolu açılacaktır. Özgürlük örgütlü mücadelede, özgürlük sosyalizmdedir! 30 Ağustos 2007 ✓ “Bekâra karı boşamak kolay” mı? S eçimin yaklaştığı günlerdi. Partilerin birbirinden iddialı vaatleri TV haberlerine konu oluyor hergün. Recep Tayyip Erdoğan da partisinin Giresun mitinginde “Fındık 8 YTL olacak”, ”Mazot 1 YTL olacak” diyen partilere karşılık olarak “Bekâra karı boşamak kolay” diye bir ifade kullandı. Bu ifade erkek egemen sistemin yarattığı, günlük yaşamda sıkça kullanılan, dilimize atasözleri, deyimler vs. ile yerleşen, biz kadınları aşağılamak için kullanılan ifadelerden sadece biri. Ve bu cümleyi sarfeden kişi T.C. devletinin başbakanı. Ve bu ifade ne için kullanılmış olursa olsun her fırsatta analığın kutsallığından bahseden bu hükümetin esasta kadın sorununa bakış açısının bir dışavurumudur. Diğer partilerin de bu konuya ne kadar duyarlılık gösterdikleri ortada… Bu tip ifadeleri rahatça kullanan, her fırsatta ne kadar “eşitlikçi”, “kadın hakları savunucusu” olduklarından dem vuran bu partilerin biz kadınlara bakış açısı gün gibi aşikâr. Seçimler yapıldı. Biz kadınlar için ne değişti? Adımızı yalnızca seçimlerde anan, bizi, en iyi halde yalnızca kendilerini iktidara taşıyacak oy sayısı olarak gören, söylemlerinde bizleri aşağılayan cümleler kurmaktan çekinmeyen, her seçimde göstermelik olarak bilmem kaç kadını meclise sokan bu partiler bizim durumumuzu ne kadar değiştirebilir? Erkek egemen zihniyete sahip bu kapitalist sömürü düzeni değişmedikçe, biz kadınların durumunda da esaslı bir değişiklik olmayacak. Öyleyse bütün emekçi kadınları erkek egemen kapitalist düzene karşı örgütlü mücadeleye çağırıyoruz. 04.07.2007 Ydi Çağrı/Adana ✓ 9 yeni kadın dünyası ‘‘Kadın isterse çok şey başarır!’’ S anovel işçilerinin haklı mücadelelerini desteklemek amacıyla gerçekleştirdiğimiz ziyaretimizde kadın işçilerle bir söyleşi yaptık. Şimdi direniş bitmiş olmasına rağmen kadın işçilerin mücadelesinden öğrenme amacıyla bu söyleşiyi okurlarımızla paylaşıyoruz: • Kendinizi tanıtır mısınız? Adım Nazan Duraman. 4 aydır bu fabrikada çalışıyorum. İki çocuğum var. Çok kısa süredir çalışmama rağmen arkadaşlarla sendikal mücadeleye başladım. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için dedik ve sonuna kadar mücadelemizi yürüteceğiz. • Sendikalı olmayı, örgütlü çalışmayı neden istediniz? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Sonuçta hepimiz zor şartlar altında yaşıyoruz. Herkesin ailesi var. Birçoğumuz gurbetten geldik, kira ödüyoruz. Sadece çocuklarımıza daha iyi bakabilmek, daha iyi şartlarda yaşatabilmek için mücadeleye başladık. Anayasal haklarımızı kullanmak istedik, sonucunda böyle oldu. Ama yılmak yok, direnmeye devam edeceğiz. Biz güçlüyüz, bir bütün olduk. • Örgütlenmenin öneminden bah- seder misiniz? Sendikadan beklentiniz neler? Sendikalı olduğunuzda iş yerinde nasıl değişiklikler olacağını düşünüyorsunuz? Sendikamızdan çok memnunuz, büyük bir sendika. Yardımlarını alıyoruz, başaracağımızı düşünüyorum. Tüm haklarımızdan yararlanacağımızı düşünüyorum. • Genelde ilaç sektöründe kadın işçiler tercih edilir, sizde aksi bir durum söz konusu, genelde erkek işçiler çalışıyor sizce bunun özel bir nedeni var mı? Hayır özel bir nedeni olduğunu sanmıyorum. • Sizce fabrikada kadın olarak çalışmanın özel bir zorluğu var mı? Tabi ki oluyor; bayansın, teksin. Zaten üretimde çalışıyorum, çalışanlar erkek o yönden biraz zorluk oluyor ama iyi niyet, yardımlaşma ve birlik beraberlik olunca her şey iyi İşçi kadınlar: Kurtuluş kendi ellerimizde! B 10 iz kadınlar dünyanın neresinde olursa olsun yeryüzüne geldiğimiz andan itibaren ayrımcılıkla karşılaşırız. Aile içerisinde erkek kardeşlerimiz bizden daha fazla haklara sahip olur. Okul çağına geldiğimizde ya ailemiz bizi “kız çocuğu okuyup da ne olacak” diyerek okula göndermez ya da ailemizin ekonomik gücü kötüyse ilk olarak ailedeki erkek kardeşler okutulur. Böylelikle tüm hayatımız babamıza ve kocamıza bağımlı bir şekilde dört duvar arasında ömrümüzü ve benliğimizi törpüleyen ev işlerini yapmakla geçer. Ev işlerini yapmak biz kadınların doğal görevi olarak görüldüğünden bırakalım bu emeğimizin karşılığını almayı, yaptığımız onca iş, işten bile sayılmaz. Ailedeki erkeklerin geliri yetmeyince bizler de iş bulmak ve çalışmak zorunda kalırız. İyi bir eğitim alamadığımız için çoğu zaman emek yoğun işlerde ucuz işgücü olarak karın tokluğuna çalışmak zorundayız. Günde 13-14 saat boyunca çok az bir ücretle durmadan çalışıyoruz. Çalıştığımız işyerlerinde ne iş ve işyeri güvenliği ne de sosyal güvencemiz var. Herhangi bir krizde ilk işten atılanlar biz kadınlar oluruz. Bütün sosyal güvencelerden yoksun olduğumuz için hakkımızı arayamayız. Çalışırken herhangi bir koruyucu tedbir alınmadığından çok kısa sürede çeşitli hastalıklara yakalanırız. Herhangi bir iş kazasında veya hastalıkta sigortamız olmadığı için tedavi masraflarımızı karşılayamayız ve kaderimizle başbaşa bırakılırız. Çok yoğun bir şekilde sömürülmemiz, bunun karşılığında çok az ücret almamız yetmiyormuş gibi bu kez de maaşlarımız zamanında verilmeyerek açlıkla karşı karşıya bırakılırız. Dinlenme ve yemek molalarımız o kadar kısa tutulur ki henüz yemeğimizi bile bitirmeden tekrar işbaşı yapmak zorunda kalırız. İşverenler bizlerin arasına yeni-eski işçi, kadınerkek işçi gibi ayrımcılıklar sokarak diğer işçi arkadaşlarımızla yardımlaşma ve dayanışmamızı engellemeye çalışırlar. Yukarıda saydıklarımız biz işçi ve emekçi kadınların hangi koşullarda çalıştığımızı gösteren verilerden sadece bazılarıdır. Bunlara bir de işyerlerindeki erkek egemen anlayış eklenir. Erkek ustabaşıları ya da erkek oluyor. • Kadın işçiler olarak direnişte yer alıp göstermiş olduğunuz cesaret gerek bize, gerek üretimdeki diğer kadınlara yol gösterecek bir örnek... Bu konuda kadınlara bir çağrınız var mı? Ben kadınların mücadelesini her şekilde destekliyorum. 13 yıllık evliydim. Yaklaşık bir yıldır eşimden ayrıyım. Çocuğuma da ben bakıyorum. Hem evin erkeği hem de annesiyim. Eşimden hiçbir hak talep etmedim. Kadınlar ayakta durabilmeli, ezilmemeli, güçlü olmalı, üretimde olmalı. Çocuk doğurupta evinde oturmamalı. Yani kendi ayaklarımızın üstünde durabilmeliyiz. • Kadınların örgütlenmesinin önündeki büyük engellerden biri de babaları, eşleri, yakınları tarafından baskı görmeleridir. Az önce siz de sendikal mücadele verdiğinizden dolayı akrabalarınızın tepkisiyle karşılaştığınızdan bahsettiniz. Bu konuda kadınlara ne söyleyebilirsiniz? Sonuçta bu yaşam bizim yaşamımız. Gelecekte ne olacağını bilmiyoruz. Geleceğimizi garanti altına almalıyız. Ayaklarımızın üstünde durmalıyız. Bunu yapmanın bir sürü zorluğu var, buna rağmen kararlarımızı kendimiz vermeliyiz. • Bize zaman ayırdığınız ve deneyimlerinizi paylaştığınız için teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. • Sizi de tanıyabilir miyiz? Adım Nurdan Cömert. Bir yıldır bu fabrikada çalışıyorum. Benim de bir çocuğum var. Çocuğumu bakı- cıya bırakıp çalışmaya geliyorum. Sendikaya üye olduğumuz için işten çıkartılacağız gibi söylemler duyduk. Önce tedirgin olduk ama sonra 400 YTL maaşı her yerde buluruz dedik. Özellikle ailemden destek aldım. Sonuna kadar desteklediler, bu da büyük moral kaynağı oldu. • Hem iş yerinde hem evde çalışıyorsunuz. Bunun zorluklarından bahseder misiniz? Çalışan kadın için zor oluyor, evde de sürekli iş yapılıyor. İş yerinde de çok fazla yoruluyoruz. • Ev işlerinde eşinizin yardımı olmuyor mu? Ancak çok hasta olduğumda yardım eder, onun dışında yardımı olmuyor. • Gördüğüm kadarıyla direnişte yalnızca iki bayansınız, bu size farklı bir zorluk getiriyor mu? Evet belirli zorluklar yaşıyoruz. Örneğin; burada tuvalet yok. Erkek arkadaşlar bir şekilde ihtiyacını karşılayabiliyor ama biz tuvalet için eve gitmek zorundayız. Oturduğum yer bir köy. Arkadaşlar arabayla götürüyorlar. Önce tedirgin oluyorduk acaba komşular yanlış yorumlar mı diye... Neyse ki öyle olmadı, aksine bizi desteklediler. • Son olarak işçilere, özellikle de kadın işçilere bir çağrı yapmak ister misiniz? Kadınlar isterse çok şey başarır... Yalnızca korkmasınlar. Esas iş kadınlara düşüyor. işçi arkadaşlarımız tarafından aşağılanırız. Erkeklerin kılık kıyafetlerine karışılmazken bizim ne giyeceğimize ustabaşılar karar verir. Biraz açık giyindiğimizde ise çeşitli şekillerde tacize maruz kalırız vs. Tüm bu baskıların ve sömürü koşullarının biraz olsun hafifletilmesi için birlik olup herhangi bir direniş sergilediğimizde, ya da anayasal hakkımız olan sendika hakkından yararlanmak istediğimizde kendimizi en iyi halde kapının önünde buluruz. Sendikalı olma hakkımız yasada vardır fakat pratikte yoktur. Bu hakkımızın engellenmesi için patronlar devletin yardımını da yanlarına alarak ellerinden geleni yaparlar. Genel olarak sendikalılık oranı çok düşük olan işçi sınıfı içerisinde kadın işçilerinin sayısı daha da azdır. Bütün bu anlattıklarımızdan “biz ne yaparsak yapalım, durumumuzda bir değişiklik olmaz” sonucunu mu çıkarmamız lazım? Tabii ki hayır! Mücadelemize çalıştığımız işyerlerinde bize dayatılan kölelik koşullarına karşı çıkmakla başlamalıyız. Bu mücadelede başarılı olabilmek için tüm kadın ve erkek işçilerin birliği ve dayanışması şarttır. Bu dayanışmayı sağladıktan sonra ancak işyeri güvenliği, ücret artışı, sosyal sigorta, sendika hakkı gibi haklarımız için mücadeleye atılabiliriz. İçinde yaşadığımız erkek-egemen kapitalist sistem biz işçilerin sömürüsü üzerine kuruludur. Patronlar emeğimizi sömürerek, emeğimizin karşılığını vermeyerek karlarına kar katarlar. Bizler bütün gün çok zor şartlarda saatler boyu çalışmamıza rağmen aybaşını zarzor getirirken onlar hiç bir iş yapmadan trilyonları kazanırlar. Onların cebindeki trilyonlar bizim ödenmeyen emeğimizin karşılığıdır. Bizler insanın insan tarafından sömürülmesine karşıyız. Bu sistemde ise küçük bir azınlık olan zenginler biz milyonlarca emekçiyi sömürmeden yaşayamaz. Öyleyse mücadelemizi sadece işyerimizdeki koşulların düzeltilmesi ile sınırlayamayız. Başka bir sistem, başka bir dünya daha vardır! İnsanın insan tarafınan sömürülmediği, işçi ve emekçilerin baskı ve zulüm görmediği, işçinin kendi efendisi olduğu sosyalist sistem! Sosyalizm genel olarak ezilen büyük insanlığın kurtuluşu, özel olarak da işçi ve emekçi kadınların bu sömürü sisteminden kurtuluşunun biricik yoludur. Kurtuluşumuz kendi ellerimizdedir! Haydi, kurtuluşumuz için örgütlenmeye! Haydi, sosyalizm için örgütlenmeye! ✓ 13/08/2007 ✓ Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Mevsimlik köle işçiler Tarım işçilerinin çilesi yalnız yollarla sınırlı değil. Günlüğü 15-20 YTL’ye çalışmak zorunda olan tarım işçilerini derme çatma çadırlarda, sağlıksız koşullarda yaşamak da bekliyor. A dıyaman Kâhta’dan kalkıp önümüzdeki kışı, biraz da olsun iyi geçirebilmek için 15 kişilik bir minibüse 21 tarım işçisi, şoför ve yardımcısı olmak üzere 23 kişi binerek; Giresun’a fındık toplamak için yola çıkan yoksul tarım işçileri, Malatya Sivas karayolunda, Sivasın Kangal ilçesinde bir yük kamyonu ile çarpıştı. Kamyon şoförü dâhil 24 kişi hayatını kaybetti. Haber basına böyle verildi. Öyle ya bu kadar da insan bir minibüse biner mi, üstelik bir o kadar yükle beraber?! Bunların karayolları yönetmeliğinden haberleri yok mu? Vs. Kaza haberi ile birlikte tekrar hâkim sınıflar ve onların boyalı basını yasaları gündeme getirerek suçluyu ve suçluları buldu. Hatalı sollama, fazla yolcu ve yük! Bu insanları yollara döken nedenleri gündeme dahi almadılar. Bu tepkilere tarım işçileri; “Eğer normal otobüslerle gitsek, yalnız yol parasına çalışırız” diyerek, nasıl boğaz tokluğuna çalıştırıldıklarını anlattılar. Yol ücretini ucuza getirip çoluk çocuk çalışarak üç beş kuruş biriktirebilmek için kamyon kasalarında binlerce km’yi göze alan, minibüslere istiflenen tarım işçileri kapitalizmin modern kölelerine de benzemiyorlar. Günde 10- 12 saat 15-20 YTL’ye çalışarak nerdeyse eski kölelik koşullarını aratmayacak şartlarda çalıştırılıyorlar. Gün geçmiyor ki yeni bir kaza haberi duyulmasın. Niğde’de bir başka mevsimlik köle kafilesini taşıyan minibüsün otobüsle çarpışması sonucu 19 kişi yaralandı 15 yaşındaki Vahap “olay yerinde” öldü. Bunlar ki- barca mevsimlik tarım işçisi idi. Bu mevsimlik köle işçilerin neredeyse tümü Kürt işçilerdi. Sivas’ın Kangal ilçesinin Alacahan yakınlarında kazada hayatını kaybeden tarım işçileri şunlar:: Medet Dede 20, Hasan Yıldız 43, Hacı Alp 16, Gazal Yıldız 48, Mustafa Yıldız 13, Ahmet Yıldız 66, Fatma Dede 18, Nafiye Dede 14, Esma Dede 16, Ramazan Dede 20, Mehmet Dede 17, Ali Alp 22, Abuzer Yalçın 16, Medine Koç 19, Mustafa Akgün (44), Mustafa Koç 26, Mehmet Alp 48, Özlem Dede 20, Hüseyin Dede 12, Selma Koç 16, Halime Yılmaz 16 ve Emine Yılmaz 18. Bol bol insan haklarından, haktan, hukuktan, çocuk işçiliğinin yasaklanmasından bahsedip bu konuda uluslar arası sözleşmelere imza atan devletin tavrı, kâğıt üzerinde yasalarla sınırlı. Ölenlerin 9’u çocuk! Yasa çıkaran devlet, bu çocukların yaşayabileceği olanaklarının yaratılmasını ailelerden beklemektedir. Bu çocukların çocukluklarını yaşayabilmesi için anne ve babalarının insanca yaşayabileceği bir ücret almaları gerekiyor. Eğer iş bulabilirse 419 YTL ücretle çalışmak zorunda olan işçi ve emekçilerin çocuklarına, çalışmanın dışında başka bir alternatif kalıyor mu? Ölenlerin 14’ü Kahta’nın Bozpınar Köyü’ndendi. Büyük acı yaşayan köylüler, artık tütünden para kazanamadıkları, tütünlerine konan kota yüzünden satamadıklarını ve bu yüzden fındık toplamak için binlerce km yolu kat etmek zorunda olduklarını anlatıyorlardı. Seçim döneminde bol bol ekonomimiz gelişiyor, büyüyoruz, kişi başına düşen milli gelir 5500 Dolar oldu gibi, nutuklar atan hâkim sınıf temsilcilerini, yoksulların giderek daha da yoksullaşarak yaşamla-rını sürdürmek zorunda olmaları hiç de rahatsız etmiyor. Kendilerinin ekonomilerini büyüten şeyin, işçilerin ucuz emeği olduğunu hatırlamak dahi istemiyorlar. Ordu Ziraat Odası Başkanı Ali Tezcan’ın verdiği bilgiye göre; bu sezonda sadece Ordu’ya Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Siirt, Batman ve Mardin gibi illerden 10 bin 450 fındık işçisi gitti. Bu sayı Ordu ile sınırlı. Karadeniz’in diğer illerini de katacak olursak bu sayının on binleri bulacağı kesindir. Tarım işçilerinin çilesi yalnız yollarla sınırlı değil. Günlüğü 15-20 YTL’ye çalışmak zorunda olan Tarım işçilerini derme çatma çadırlarda, sağlıksız koşullarda yaşamak da bekliyor. “Kazalar her yıl artıyor Tarım işçilerinin kamyon ya da minibüslerle çalışmaya giderken geçirdikleri kazalar her yıl biraz daha artıyor. Son on yılda meydana gelen kazalarda çok sayıda işçi öldü ya da yaralandı. Ağustos 1997: Mersin’in Tarsus ilçesinde fren hidroliği boşalan pirinç yüklü kamyonun, tarım işçilerini taşıyan kamyona çarpması sonucu kamyonun kasasından yola düşen 45 işçiden 16’sı, yoldan geçen araçların altında ezilerek feci şekilde can verdi. 29 işçi ise yaralandı. Ağustos 2002: Konya’da tarım işçisi taşıyan kamyon sulama kanalına uçtu. 4 kişi öldü, 15 kişi yaralan-dı. Ekim 2002: Hatay Kırıkhan’da römorkunda tarım işçisi taşıyan traktör kanala uçtu 1 kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Eylül 2003: Batman’da 53 pamuk işçisini taşıyan kamyon uçuruma yuvarlandı, 3 kişi öldü, 50’si yara-landı. Temmuz 2004: Şanlıurfa Akziyaret yakınlarında meydana gelen trafik kazasında minibüste bulunan 52 kişi yaralandı. Kasım 2005: Kontrolsüz hemzemin geçit Mersin’in Tarsus ilçesinde tren yolunu kan gölüne çevirdi. Daha önce de aynı nedenle çok sayıda kazanın meydana geldiği geçitte, 40 tarım işçisini taşıyan kam-yonete tren çarptı, kazada kamyonetteki 10 kişi ölürken, 32 kişi yaralandı. Ağustos 2006: Konya’da bir yolcu otobüsü ile tarım işçilerini taşıyan minibüsün çarpışması sonucu meydana gelen kazada 7 tarım işçisi hayatını kaybetti, 12 kişi ise yaralandı. Ş u b a t 2 0 0 7: Ş a n l ı u r f a’ n ı n Ceylanpınar ilçesinde bulunan Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü çiftliğin-de sigortasız çalışan ve çoğunluğu 15 yaşındaki genç kız ve kadınlardan oluşan 44 tarım işçisini taşıyan kamyonun Çırpı Deresi’ne uçmasıyla 9 kişi öldü, 21’i boğulmaktan son anda kurtarıldı. Mayıs 2007: Niğde’de, tarım işçisi taşıyan bir kamyon ile otomobilin çar- EK:1 Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ pışması sonucu meydana gelen kazada, 5 kişi öldü, 18 kişi yaralandı. Temmuz 2007: Afyonkarahisar’da meydana gelen trafik kazasında tarım işçilerini taşıyan kamyonla yine tarım işçilerini taşıyan minibüs çarpıştı. Kazada 2 kişi hayatını kaybetti, 4’ü ağır toplam 36 kişi yaralandı” (Kaynak EVRENSEL) EK:2 Devletin yetkilileri; biz böyle seyahat etmeyin diye uyarıyoruz diyerek, sorumluluğu üzerlerinden atmaya çalışıyorlar. Haktan hukuktan, kendi vatandaşlarının insanca yaşama koşullarının yaratılması ve yaşama güvenliğinden söz eden devletin önlem alması gerekmiyor mu? Örneğin onlarca işçinin bir minibüse dolmasını, tek sürücüsü olan bu araçla bin kilometrelik bir yola çıkılmasını önlemek devletin görevi değil mi? Gerçekte sosyal olan bir devlette bu mümkün. Ama kapitalizm koşullarında sermayenin çıkarlarını koruyan sermayenin devletinde bunu beklemek safdillik olacaktır. Devletin temsilcilerinin bu katliamlar karşısındaki soğukkanlılığına bakarak, sakın onların, tarım işçilerinin bu seyahatlerine, çalıştıkları yerdeki “durumlarına” karşı ilgisiz oldukları sanılmasın! Tersine, devletin görevlileri, tarım işçilerini seyahate başladıkları andan itibaren gözetim altında tutmakta; özellikle de çalışacakları il ve ilçe sınırlarında onları karşılayan jandarma, onları bir bir kayıt edip “po-tansiyel teröristler”miş gibi her davranışlarını izlemektedir. Ne de olsa bunların büyük bir çoğunluğu Kürt işçileri! Kısacası devlet için geçici tarım işçileri, “potansiyel tehdit”, “tehlike” olarak var; ama insan olarak, insanca çalışma ve seyahat etme hakkı olan vatandaşlar olarak “yok”lar. Bu kaza normal bir kaza değil katliamdır. Bu katliamın sorumlusu tarım işçilerini bu şartlarda yaşama-ya ve çalışmaya zorlayan devlettir. İşçilerin ve emekçilerinmmmmmml yarattıkları değerlere el koyarak zenginliklerine zenginlik katan sermayenin egemenliği var olduğu sürece işçi ve emekçilerin sefaleti kaçınılmazdır. İşçiler ve emekçiler, sefalet içinde yaşamak zorunda değiller. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verip kendi iktidarını kurduklarında, kendilerinin yarattığı bu değerlerle bugünde bolluk içinde yaşayabilirler. Sermayenin iktidarına karşı işçiler ve köylüler örgütlenip onu bir devrimle parçalayıp yerine kendi iktidarı olan sosyalizmi kurduğunda, işçiler, emekçiler bu dünyada cenneti yaşayacaktır! Bu mü m k ü n yeter k i bi z isteyelim. 12.08.2007 ✓ Tarım işçileri ve sorunları I MF patentli ekonomi politikaları tarımı olumsuz biçimde etkilemeye devam ediyor. Tarımda büyüme, ekonomideki genel büyümenin çok altında kalırken, tarımın milli gelir içindeki payı da giderek azalıyor. Bunun sonucu olarak tarımdan geçinen nüfus azalıyor ve kırlardan kente göç hızlanıyor. Tarım nüfusu giderek yoksullaşıyor ve mülksüzleşiyor. TC devleti hükümetlerinin uyguladığı IMF/ Dünya Bankası politikaları, tarımda şu sonuçlara yol açmıştır: 1990’lı yılların başında nüfus 56 milyon, 2004 yılında ise 71 milyondu. Nüfus artarken tarım ve hayvancılık üretimi, ya yerinde saymakta ya da gerilemekte idi. 1990 yılında 20 milyon ton olan buğday üretimi, 2004 yılında 21 milyon tona çıkabildi. 1990’da 860 bin ton olan nohut üretimi, 2004’te 620 bin tona; 846 bin ton mercimek üretimi ise 540 bin tona düştü. Soya fasulyesi üretimi dramatik bir şekilde 162 bin tondan 50 bin tonlara geriledi. Ayçiçeği üretimindeki artış yalnızca yüzde 10’lar seviyesindedir. Buna karşılık yıllık bitkisel yağ açığı yaklaşık 1 milyon ton ham yağ ya da karşılığı yağlı tohumdur; her yıl yağlı tohum ve ürünleri ithalatı için ödenen bedel 1 milyar doların üstündedir. Önemli sayılabilecek üretim artışı sağlanan tek ürün pamuktur. Ancak aynı dönemde pamuk kullanımı 540 bin tondan 1,4 milyon tona yükselmiştir. Böylece Türkiye 1990’da 50 bin ton dolayında pamuk ithal ederken, 2002-04 döneminde 650 bin ton pamuk ithal eder hale gelmiştir. 2005 yılında tarım yüzde 5.6 büyümesine karşın, tarımın milli gelirdeki payı yüzde 11.5’e geriledi ve tarım çalışan nüfusu da 1 yılda 813 kişi azalarak 6 milyon 602 bine geriledi. Gezici, mevsimlik işçiler yanında yerleşik tarım işçileri de var. Ekmek parası uğruna, sigortasız, düşük ücretler karşılığında, sağlıksız koşullarda çalışmak, yaşamak zorunda kalıyorlar. Devlet İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre tarım, ormancılık, avcılık ve balıkçılık sektöründe 7-8 milyon çalışan bulunmaktadır. Her üç çalışandan biri tarım sektöründedir. Bunların 500 binden fazlası ücretli ve yevmiyeli, 3 milyondan fazlası kendi hesabına çalışan ve işveren, 4 milyon civarındaki bir kısmı ise ücretsiz aile işçisidir. Bu rakamlar 15 yaş ve üzerindeki kişilere ilişkindir. Tarımda 15 yaşından küçüklerin çalıştırılması oldukça yaygındır. Devlete ait tarım işletmelerinde çalışan işçiler sosyal güvenceye sahiptir. Tarım işçilerinin büyük çoğunluğu sosyal güvenceden yoksundur. Tarım işçileri en korumasız işçi grubunu oluşturuyorlar. Çocukların çalıştırıldığı en yaygın sektör tarımdır. İş kazaları ve meslek hastalıkları açısından en tehlikeli sektörlerden biri tarım sektörüdür. 4857 sayılı İş Kanunu ile “50 ve daha az işçinin çalıştığı işyerlerindeki tarım işçileri yasa kapsamı dışında” bırakılmıştır. Böylece yüz binlerce tarım işçisi, sosyal güvenceden yoksun, belli düzenlemelerden yoksun, kölelik koşulları altında çalışmak zorunda bırakıldılar. Tarım işçileri ekmek parası uğruna, ailece Çukurova’ya pamuk toplamaya gidiyorlar. Karadeniz’e fındık toplamaya gidiyorlar. Ege bölgesine sebze, meyve toplamak için gidiyorlar. Tarım işçileri, pamuk, çay, tütün, fındık gibi sezonluk işlerde çalışıyorlar. Gezici, mevsimlik, yerleşik 2,5-3 milyon tarım işçisi olduğu tahmin ediliyor. Tarım işçilerinin onlarca sorunu var. Bu sorunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: * Ücretin belirlenmesi: Ücretin belirlenmesinde işleyen kural, Ziraat Odası ile Dayı Başı, Çavuş, Elçi olarak adlandırılan bir nevi taşeron olan kişiler birlikte ortak karar alıp işçilere dayatıyorlar. * İşçilerin işyerine taşınma şekli: İşçiler işyerlerine genelde traktör kasası ya da kamyon kasalarında götürülüp getiriliyorlar. Her yıl bu şekilde taşınma sırasında olan kazalarda onlarca işçi ölüyor. (Bkz. “Mevsimlik köle işçiler” başlıklı yazı.) * Sağlık sorunları: Tarım işçileri tarım ilaçlarının kullanıldığı tarımsal sebze ve meyveleri topluyorlar. Tarım işçileri iş ve yaşam ortamından kaynaklanan çeşitli hastalıklara yakalanıyorlar. Bu hastalıklar zamanında tedavisi yapılmadığı için kalıcı hasarlara neden oluyorlar. * Çadır alanları: Gezici tarım işçileri kendilerine gösterilen alanda, naylon örtüler altında, adına çadır denilen alanlarda yaşam mücadelesi veriyorlar. Bu alanlarda işçiler temizlik ve mutfak ihtiyaçlarını normal olarak gideremiyorlar. Suyun, elektriğin, tuvaletin olmadığı sağlıksız koşullarda yaşamaya çalışıyorlar. * Çalışma saatleri: Çalışma saatleri genelde uzun olmaktadır. Çalışma saatlerinin uzun olması, özellikle kadın işçilerin daha fazla yıpranmasına yol açıyor. Aile ilişkilerinin düzenlenmesinde, çocukların gelişmesinde olumsuz bir durum oluşturuyor. * Okul sorunu: Tarım işçilerinin çalıştıkları alanlarda çocuklar genelde okula kabul edilseler de işçi olarak çalıştıkları için okula gidemiyorlar. Okula gidebilen çocuklar ise geçici görüldükleri için gerekli ve yeterli eğitimi alamıyorlar. * Sigorta sorunu: Tarım alanında çalışan işçilerin ezici çoğunluğu sigortasız çalıştırılıyorlar. * Sendikasızlık: Tarım işçilerinin büyük çoğunluğu sendikasız. * Ulusal köken sorunu: Yaşadıkları şehirlerde iş bulamayan, ekmek parası için yılın büyük bölümünü oradan oraya göçerek geçiren Kürt tarım işçileri, çalışmak için gittikleri yerlerde çeşitli zorluklarla, baskılarla, ırkçı tavırlarla karşılaşıyorlar. Fındık toplamak için Ordu, Giresun, Adapazarı, Samsun, Trabzon vd. şehirlere giden Kürt tarım işçilerinin bu şehirlere girişleri yer yer yasaklanıyor. Adeta ‘gümrük kapıları’ dikiliyor karşılarına. Kürt tarım işçileri, Kürt oldukları için ulusal baskıya, işçi oldukları için sınıfsal baskıya, sömürüye maruz kalıyorlar. Tarım işçilerinin en önemli sorunları bunlardır. Tarım işçileri sorunlarına bağlı olarak şu talepleri ileri sürüyorlar: * İnsanca yaşanacak bir ücret, * Çalışma ve yaşam koşullarının düzenlenmesi için yasal düzenlemelerin yapılması, * Barınma evleri, konut, * Sigorta, sendika, emeklilik ve sosyal güvence, * Sağlık ve eğitim hakkı, * 8 saatlik işgünü, * Güvenli ulaşım. Sınıfsal baskının, sömürünün ve ulusal baskının kaynağında kapitalist sömürü düzeni yatmaktadır. Tarım işçilerinin sorunlarının sorumlusu bu düzendir. Kapitalist devlet sömürücülerin devletidir. Bu nedenle, sömürüden, sınıfsal ve ulusal baskıdan kurtulmak için bu düzene karşı mücadele verilmek zorundadır. Tarım işçilerinin ekmek kavgası, devrim mücadelesinin bir parçası olmalıdır. Tarım işçilerinin mücadelesi, yekpare işçi sınıfının emek kavgası, tüm ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin birliği, sınıf kardeşliği ve ortak mücadelesiyle kazanılacaktır. 28 Temmuz 2007 ✓ Sanovel’de işçiler kaybetti... İ 40. günde ziyaret İşçileri 17 Temmuz’da direnişlerinin 40. gününde Yeni Dünya İçin Çağrı, Yeni Dünya Gençliği, Güney Kültür Merkezi kurumları olarak ve bir Güven Elektrik işçisi arkadaş ile birlikte ziyaret ettiğimizde işçiler bizi daha önce de olduğu gibi yine sıcak karşılamışlardı. İşçilerle yürüttüğümüz sohbetlerde işçilerin seçim tamtamlarına ve sıcak yaz günlerine rağmen kararlılığının sürdüğünü gördük. Direnişte bulunan iki bayan işçiyle direnişte olan kadın işçilerin durumuyla ilgili bir söyleşi yaptık. İşçilerle sıcak sohbetlerimizden sonra Güney Kültür Merkezi bünyesinde faaliyetlerini sürdüren tiyatro grubu “Zengin ve Yoksul” başlıklı oyununu oynadı. İşçiler tarafından ilgiyle izlenen oyun bittiğinde büyük alkış aldı. İki kişilik oyunda zenginlerle yoksulların arasındaki uzlaşmaz çelişki anlatılıyordu. Bizim ziyaretimiz sırasında sendika başkanı Tekin Akın’ın TTB’nin Sanovel ilaçlarını protesto edeceği bir basın açıklamasına katıldığını öğrendik. İşçiler tabiplerin kendileriyle gösterdikleri bu dayanışmadan son derece memnun idiler. Ziyaretimizde işçi lere YDİ Çağrı’nın son sayısını, bir iki takım Eğitim Dizisi ve seçim bildirisi dağıttık. İşçiler direnişleri hakkındaki dergimizde yayınlanan yazıları ilgiyle okudular. İşçilerle ortak laşa attığımız “Zafer direnen emekçinin olacak!” sloganıyla ziyaretlerimizi sürdürmek üzere direniş yerinden ayrıldık. 71. günde ziyaret Sanovel işçileriyle en son 15 Ağustos tarihinde, direnişin 71. gününde yine beraberdik. Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi, Yeni Dünya Gençliği ve Güney Kültür Merkezi’ndan arkadaşlar olarak ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz ziyarette işçilerle sohbet ettik, tiyatro sunumu ve müzik dinletisi yaptık ve işçilere Yeni Dünya İçin Çağrı ve Yeni İşçi Dünyası gazetelerimizden dağıttık. Bu ziyaretimizde her zaman olduğu gibi arabalarımızla Sanovel fabrikasının önüne vardığımızda ilk gözümüze çarpan büyük çadırın yerine küçük bir çadırın orada olmasıydı. Orada bulunan işçi arkadaşlardan aldığımız bilgiye göre, Jandarmanın artık fabrikanın önünde durmamaları talebine işçiler itiraz getirmeden uymuşlardı. İşçilerin büyük çadırın kaldırılmasına tepki göstermemelerinin nedeni birkaç gün içerisinde gerçekleşmesini bekledikleri görüşmelerdi. İşçiler patronun sendikayla birkaç gün içerisinde görüşmelerde bulunacağını, bu görüşmenin sonucunu beklediklerini söylediler. Gelinen yerde patronun artık böyle devam edemeyeceğini, yeni aldığı işçilerle 100’e yakın işçi çalıştırdığını, ancak bu tecrübesiz işçilerden istenen verimi alamadığını, durgun yaz aylarından sonra artık yükselen talebe cevap veremediğini, bunun sonucu olarak büyük baskı altında kaldığını, büyük zarar ettiğini ve bundan dolayı geri adım atabileceğini söylediler. Daha önce büyük çadır altında bekleyişlerini sürdüren işçilerin artık toplu halde fabrikaya yakın ve faaliyette olmayan bir eski benzin istasyonunun gölgesinde bekleyişlerini sürdürdüklerini öğrendiğimizde biz de arabalarımızla işçilerin bulunduğu yere gittik. Ben zi n ist a s yo nu na va rd ı k ta n sonra işçilerle yeni durum üzerine soh- İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI Mevsimlik köle işçiler . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:1 Tarım işçileri ve sorunları . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:2 Sanovel’de işçiler kaybetti.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:3 THY: Başlamadan biten grev.... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:4 SCT grevi ile dayanışma kampanyası tamamlandı. . . . . . . . . . . EK:5 Sendika genel kurulları ve sınıfsal bakış . . . . . . . . . . . . . . . . EK:6 Toros Tarım ve Botaş fabrikalarında TİS imzalandı. . . . . . . . . . . EK:7 BEKSA Fabrikası’nda kazanılmış haklara saldırı! . . . . . . . . . . . . EK:8 Direnişte bulunan işçilere polis saldırısı. . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Alkan Deri’de direniş sürüyor…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:8 Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ stanbul, Silivri, Çantaköy mevkiinde kurulu Sanovel İlaç Sanayi’nde çalışan 190 işçi Petrol İş Sendikasında örgütlendikleri için işten atılmışlardı. İşçiler 6 Haziran 2007 tarihinden başlattıkları direnişlerini 27 Ağustos’ta patronla yaptıkları görüşme sonrasında tazminatlarını alarak bitirdiler. Sanovel işçilerinin büyük bir coşku ve umutla başlattıkları haklı direnişleri sendikalı olarak işlerine geri dönme taleplerini elde edemeden bitirmek zorunda kalmalarının kuşkusuz birçok nedeni vardı. Direnişin üretimin zaten son derece düşük olduğu yaz aylarında başlamış olması patron üzerindeki yaptırım gücünü zayıf latan en önemli handikap oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren patron işçilerle görüşmeyi sürekli reddederek işçilerin moralini zayıflatmada başarılı oluyordu. Fakat başarısızlığa giden yolda sadece objektif nedenler yoktu. Sendikanın pasif ve inisiyatifsiz tutumu patronun elini güçlendiren ve işçilerin mücadelesini zayıflatan önemli bir rol oynadı. Patron çeşitli manevralar üzerinde boş durmazken, işçiler sendiknın da marifeti sonucu zamanlarının çoğunu çadır altında ya uyuyarak, ya da kağıt oynayarak beklemekle geçirdiler. Bir çok direnişte direnişin sonunu hazırlayan yasal süreci pasif bir biçimde bekleme tavrı Sanovel işçilerinin de yenilgisinin yolunu açtı. Bu sonuçtan fazla tecrübeye sahip olmayan işçiler değil ilk planda onların mücadelesini dar sınırlar içine hapseden sendika sorumludur. Daha önceki ziyaretlerimizde işçilerle ve sendika başkanıyla yaptığımız söyleşilere Çağrı’nın geçen sayısında geniş yer vermiştik. Bu sayımızda direniş bitmeden önce gerçekleştirdiğimiz iki ziyaretimizi okurlarızla paylaşmak istiyoruz. bete girdik. Sohbetlerden sonra Güney Kültür Merkezi’nde faaliyet yürüten Tiyatro Güney’den arkadaşlar bir tiyatro sunumu yaptılar. Tiyatro’da tam da patron işçi ilişkisi anlatılıyordu. Daha sonraki konuşmalarda işçiler bu oyunda kendi yaşamlarını gördüklerini söyleyerek beğenilerini dile getirdiler. Tiyatro’dan sonra yine GKM bünyesinde çalışan Özgürlük Korosu bir müzik dinletisi verdi ve ardından işçilerle birlikte halaylar çektik. Sunumların ardından işçilere birer konuşma yaparak işçilerin haklı mücadelesinin yanında olduğumuzu, kararlılıkla yürüttükleri mücadelelerini sonuna kadar destekleyeceğimizi söyledik. GKM’den arkadaşlar da işçilere bir konuşma yaparak işçileri ayın 19’unda yapacakları pikniğe davet ettiler. Sunumların arasında sık sık şu sloganlar işçilerle birlikte atıldı: “İşçilerin Birliği Sermayey i Yenecek!”, “Za fer Direnen Emekçinin Olacak!”, “Direne Direne Kazanacağız!”, “Örgütlüysek Herşeyiz, Ö r g ü t s ü z s e k H i ç bi r Ş e y ! ”, “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber, Ya Hiç Birimiz!”. İşçilerden ayrılmadan önce bir işçi temsilcisi arkadaş direniş hakkında bilgi veren bir konuşma yaptı. İşçilerden yine ortaklaşa sloganlar atarak ayrıldık. 15 Ağustos 2007 ✓ Lider Deri’de işçi kıyımı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . EK:10 Kamu emekçileri TİS ve grev hakkı için yürüdü . . . . . . . . . . . . EK:11 Tüm-Bel Sen 8 çalışanının işine son verdi. . . . . . . . . . . . . . EK:12 EK:3 THY: Başlamadan biten grev... Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ T EK:4 HY A.O 21. dönem, THY Teknik A.Ş 1. dönem toplu iş sözleşmeleri patronların uzlaşmaya yanaşmamaları üzerine yaklaşık 5 ay süren mücadeleden sonra, 27 Ağustos 2007 tarihinde atılan imzalarla sona erdi. Bu süreçte, Hava-İş’e üye binlerce işçinin taleplerinin Toplu İş Sözleşmesine konabilmesi için yürütülen mücadele oldukça kavgalı geçti. Yapılan görüşmeler sonucunda THY patronlarının işçilerin taleplerini kabul etmeye yanaşmamaları ertesinde Hava İş sendikası grev kararı almıştı. 20 Temmuz’da grev kararı THY A.O ve THY Teknik A.Ş işyerlerine asıldı. Bunun üzerine THY patronları grevi engellemek için işçilere baskı uygulayarak, işçilerin birliğini kırmak için grev oylamasını dayattılar. Yapılan oylama sonucunda az bir farkla da olsa evet kararı çıktı. Greve hayır diyenlerin de sayıca çok olmalarında diğer etkenlerin yanı sıra patronun işçiler üzerindeki her türlü baskısı, lokavt, sürgün ve işten çıkarma tehditleri önemli bir rol oynadı. Bundan sonra işleyen süreçte hükümet devreye girdi ve arabulucularla sorunu çözme yoluna gitti. Yapılan görüşmeler sonucunda 12 binden fazla çalışanı kapsayan uzlaşma sağlandı. THY ile vardıkları anlaşma ile taleplerini önemli ölçüde elde ettiklerini dile getiren Hava-İş Genel Başkanı Atilay Ayçin bunun diğer sendikalara da örnek olması gerektiğini belirtti. Toplu iş sözleşmesinde elde edilen haklar şunlar: 2007 yılı için: Tüm ücretlere ortalama %10 zam yapıldı. Atilay Ayçin bu oranı bazılarının az bulduğunu ve neden imzaladıklarını soranlar olduğunu belirterek, ücret ve ücretle birlikte alınan diğer gelirlere birlikte bakıldığında çıplak ücrette yüzde 15 dolayında bir artışın olduğunu, çeşitli meslek gruplarına göre ücretlerde ortalama yüzde 13 ile 20 arasında artış sağlanarak ücret konusunda sendikanın istediği yere varıldığını dile getirdi. 2008 için: İlk altı ay ücretlere yüzde 3 artı enflasyon farkı, ikinci altı ay içinse yüzde 4 artı enflasyon farkı verilecek. Bunun dışında 50 YTL’si kıdem tazminatı olmak üzere toplam 80 YTL seyyanen zam verilmesi uzlaşmada önemli bir faktör olarak değerlendiriliyor. Ücret zammı dışında elde edilen diğer haklar şunlar: - Şoför olarak çalışanların 248 YTL işe giriş tazminatı 595 YTL’ye çıkartıldı. - Belirsiz sürelilerin 5 gün olan mazeret izinleri 7 güne, - Halen 57 YTL olan evlenme yardımı 400 YTL’ye, 61 YTL olan sosyal yardım ise 1. yıl için aylık 120 YTL, 2. yıl içinse, 130 YTL olarak belirlendi. - Kreş yardımı aylık 450 YTL olarak belirlenirken, vakıf kreş ücreti arttığında yardım oranı da artacak. - 57 YTL olan emzirme yardımı 250 YTL’ye, 143 YTL olan ölüm yar- Hava-İş’in grev kararı ilanı Yaklaşık dört ay boyunca yürütülen pazarlıklardan istenilen sonucun elde edilememesinin ertesinde Hava-İş sendikası, üyelerinin de büyük oranda desteğini alarak grev kararını ilan etmişti. Grev kararı, 20 Temmuz’da İstanbul Yeşilköy’de bulunan THY Genel Müdürlüğüne ve ardından THY Teknik A.Ş. binasına yapılan coşkulu basın açıklamalarıyla asılmıştı. Atilay Ayçin, dört aydır elden ne geliyorsa herşeyi yaptıklarını, patronların kendisini ve sendikasını hafife aldıklarını, “Bu adam bağırır, bağırır, sonunda imzayı çakar!” diye düşündüklerini, fakat yanlış hesap yaptıklarını ve THY patronlarının doğru dürüst bir teklifle gelmedikleri taktirde 8-10 gün içerisinde grevi uygulatacağını ilan etmişti. dımı ise 500 YTL’ye yükseltildi. Yolluk, yurtiçinde günlük 8.6 YTL’den 33.5 YTL’ye çıkarıldı. 266 YTL olan iş kazası maluliyet yardımı da 3.000 YTL olarak belirlendi. (veriler: Evrensel) Toplu sözleşme görüşmelerinde görüşmeleri tıkayan en önemli konulardan biri olan uçuş personelinin çalışma şartları ayrıca görüşüleceği ifade edilerek belirsizlikte bırakıldı. TİS masasında almaktan vazgeçtikleri herhangi bir unsurun olmadığını vurgulayan Ayçin, ancak görüşmelerde ilerlemenin sağlanabilmesi için bazı maddelerin olduğu gibi kalması yönünde karar aldıklarını söyledi. Grev oylamasında sandıktan “Evet” çıkmasının da ellerini güçlendirdiğini ifade etti. THY’deki işçilerin hak alma mücadelesinin grev aşamasına gelmesinin durgun giden işçi sınıfı mücadelesine yeni bir gelişme sağlaması mümkündü. Tekstil ve başka sektörlerde/işyerlerinde de grev kararı alınması işçi sınıfı mücadelesinin bu dönemde gelişme gösterebileceğini gösteren diğer gelişmeler oldular. Ancak 12.000 işçi adına yürütülen THY’deki grev mücadelesi sektörün stratejik bir konuma sahip olması ve turizm gibi can alıcı başka sektörleri de doğrudan etkilemesi açısından büyük öneme sahipti. Burada elde edilecek bir başarının sınıfın diğer kesimlerini de olumlu etkileyeceği, tersine bir başarısızlığın ise olumsuz etkide bulunacağı çok açıktı. Hiçbir mücadele sadece önderlerinin ağzının iyi laf yapması nedeniyle geniş işçi kesimlerini kapsayarak yürümez. Tersine işçilerin büyük isteği ve basıncı sonucunda mücadeleler başlar ve devam eder. THY işçileri mücadelelerinde kararlıydılar ve patronun (buna olumsuz etkilenen diğer sektörlerin patronlarını ve sonraki süreçte hükümeti de katmak lazım) tüm baskılarını göğüslemeye ve her türlü riske girmeye hazırdılar. İlk başlarda Hava İş sendikası ve onun etkileyici konuşmalarıyla tanınan genel başkanı Atilay Ayçin işçilerin bu azmini ve ruh halini doğru bir şekilde meydanlara taşıdılar. Ancak bundan sonrası önemliydi. Sendika işçilerin azmini ve enerjisini daha da ilerilere taşıyıp mücadeleyi diğer işçilere de moral kaynağı olacak işçilerin bir zaferi ile mi sonuçlandıracak, yoksa birçok durumda olduğu gibi patronun (ve hükümetin) baskılarına boyun eğerek mücadeleyi bitirecek miydi? Yani bir başka deyimle, “bu adam bağırıp bağırıp sonunda gidip imzayı çakacak mıydı”? (Atilay Ayçin grev kararını astığı gün yaptığı konuşmada THY patronlarını işaret ederek, “Bunlar bizi hafife alarak bu adam bağırıp bağırıp gelip imzayı çakacak diye düşünmesinler” demişti.) Sonuç biraz öyle oldu. Elbette patronun ve hükümetin baskıları olağanüstü büyüktü, bu yadsınamaz. Ancak bunun karşısında mücadeleye büyük bir azimle atılmış kararlı çalışanlar vardı. Atilay Ayçin elde edilen uzlaşmanın işçiler açısından bir zafer olduğunu, uzlaşmayla istediklerini aldıklarını vb. söyledi. %20 ücret artışı yerine %10’a imza atıp bunu zafer olarak ilan etmek samimi bir tutum değil. Elbette sosyal yardımlardaki artış bir kazanımdır, ancak bunun iddia edildiği biçimde ücret artışı talebini karşılamadığı da ortada. Sınıfın mücadelesinde sınıfa karşı dürüstlük asgari bir etik kural olmak zorundadır. Elbette belli mücadelelerde yenilgiler veya kısmi yenilgiler de alınabilir, ancak burada da önemli olan önce bunun adını doğru koymak, sonra da yenilginin nedenlerini işçilere açıklamaktır. Ne yazık ki Hava İş, mücadele nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın hep zaferle çıkıldığını savunan kötü alışkanlığın sürdürücüsü konumundadır. Biz THY’de elde edilen sonucun mücadelenin coşkusuyla karşılaştırıldığında tatmin edici olmadığını, mücadelenin bu şekilde sonuçlanmış olmasının diğer mücadeleleri de olumsuz etkilediğini düşünüyoruz. 31s Ağustos 2007 ✓ SCT GREVİ İLE DAYANIŞMA KAMPANYASI TAMAMLANDI SCT GREVİ İLE DAYANIŞMA… SCT Ortubo Filtre işçilerinin grevi 528. gününe ulaştı. Yeni Dünya İçin Çağrı olarak SCT grevi ile dayanışmada bulunmak ve grevi duyurmak amacıyla bir kampanya başlattık. Kampanyamızı 24 Ağustos’ta sonlandırdık ve Birleşik Meta l-İş Send i k ası A nadolu Şubesi’nin Mersin Temsilciliğinde kampanya hakkında bir toplantı düzenledik. Toplantıya BMİS Anadolu Şube Başkanı Uğur Tozlu, SCT İşyeri Baş temsilcisi, SCT ve Çimsataş fabrikasından temsilciler, işçiler ile Çağrı okurları katıldı. Toplantıda ilk olarak söz alan Uğur Tozlu SCT grev sürecinden bahsetti. Diğer işçi sendikalarından, demokratik kitle örgütlerinden zaman zaman yardım aldıklarını ancak genel olarak dayanışma bilincinin olmadığını, yetersiz kaldığını söyledi. Daha sonra “SCT’de sendikalaşma mücadelesinin ve grevin başlamasından bu yana bizlere destek olmaya çalışan, bizleri yalnız bırakmayan Çağrı Gazetesine, okurlarına ve kampanyaya destekte bulunan herkese SCT işçileri ve Anadolu SCT Filtre’de grev 500. gününde: Şube Yönetim Kurulu adına gösterdikleri duyarlılıktan, dayanışmadan dolayı teşekkür ederim.” dedi. Sonrasında Yeni Dünya İçin Çağrı adına aşağıda bulunan metin okundu. Metnin okunmasından sonra işyeri temsilcileri ve işçiler söz alarak grev sürecinden, işçi sınıfının genel durumundan, son günlerde alınan grev kararlarından bahsettiler. Söz alanların çoğu işçi sınıfı ve dostlarının dayanışma ruhunun sürekli azaldığını vurguladılar. Yapılan sohbet ertesinde toplantı bitirildi. HAYDİ DAYANIŞMAYA! İşçiler, emekçiler, esnaflar, emeği ile geçinenler… Sizleri, sendikalılaşmak için yürüttükleri mücadelede, patron tarafından sayısız kez işten çıkarılan, her türlü baskıya uğrayan ve ekmek mücadelesine devam ederek greve başlayan, bu grevi yaklaşık 500 gündür sürdüren SCT Orturbo Filtre işçileri ile dayanışmaya çağırıyoruz. M ersin-Tarsus karayolu üzerinde bulunan SCT Orturbo Filtre fabrikasında anayasal bir hak olan ve kanunlarla korunmuş bulunan sendikalılaşma süreci 2005 yılının temmuz ayında başladı. Temmuz ayında sendikalı olarak çalışmak, insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşulları isteyen işçiler Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye oldular. Böylece ücret kesintisi, zorunlu mesai, hakaret, sağlıksız koşullar ortadan kaldırılabilecekti. Ancak işçilerin sendikaya üye olduklarını öğrenen patron, işçileri sendikadan istifa ettirebilmek için baskı uygulamaya başladı. Birçok işçiyi işten çıkardı, diğer işçileri işten atma tehditleriyle sendikadan istifaya zorladı. Tüm baskılara, sayısız kez saldırıya rağmen işçilerin büyük kısmı sendikadan istifa etmedi. Sendikanın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’ndan yetki almasından sonra patron Toplu İş Sözleşmesi için masaya çağrıldı. Ancak patron işçilerin sendikalı olarak çalışmasına, Toplu İş Sözleşmesini imzalamaya yanaşmadı. Bunlar üzerine işçilerin kararı ile 15 Mart 2006 tarihinde grev başladı. Bu grev hâlâ sürüyor. Grev 500. gününe yaklaşıyor. SCT işçileri 40 dereceye varan sıcağa rağmen gece-gündüz fabrika önünde grev nöbetine de- vam ediyorlar. Son olarak işçilerin fabrika önüne kurdukları grev çadırı patronun şikâyeti üzerine jandarma tarafından yıkıldı. Patron işçilerin güneş altında beklemesini istiyor. Onların bu mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Bu greve destek olmak hepimizin görevidir. SCT işçileri yaklaşık 500 gün olmasına rağmen grevi sürdürmeleri ile kararlılıklarını gösterdiler. Haklı olduklarını bilerek direnişe devam dediler. Tek istekleri; anayasal bir hak olan sendikalı çalışmak, insanca yaşamak, insanca çalışmak. Zaman; işçilerin bu haklı taleplerine hayır diyen SCT patronuna ve bu patron ile her türlü dayanışma içinde olan tüm kapitalistlere karşı dayanışma zamanı. Onları bu haklı mücadelelerinde yalnız bırakmayalım. SCT grevini destekleyelim! 12.07.2007 Ayrıntılı bilgi için: BMS Anadolu Şubesi: 0312 419 6584 - 85 BMS Mersin Temsilciliği: 0324 238 24 55 ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer; Yazıileri Müdürü: İlyas Emir; Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sk. No: 8, Şişli - İstanbul; Tel.: (0212) 235 35 70; Fax: (0212) 253 19 27; mail@ydicagri.com; www.ydicagri.com; ÖZEL SAYI: 155, Temmuz 2007; Fiyatı: 0,10 YTL (KDV DAHİL); Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) 24.08.2007, YDİ Çağrı/Mersin ✓ Barışarock Güney Kültür Merkezi Pikniği Birleşik Metal-İş Sendikası Mersin Temsilciliğinde kampanya hakkında yapılan toplantı... SCT GREVİ İLE DAYANIŞMA KAMPANYASI TAMAMLANDI Okmeydanı dikalaşma mücadelesini, aradan geçen 2 yıla rağmen sürdürüyorlar. 15 Mart 2006’da başlayan grev, bugün 528. gününde. SCT işçileri sendikalı olarak insanca çalışma koşulları ve insanca yaşayacak bir ücretten başka bir şey istemiyorlar. Ancak SCT patronu işçilerin yarattığı değerin çok küçük bir kısmını oluşturan bu talepleri bile karşılamak istemiyor. Bu haklı nedenle 15 Mart 2006’da başlayan grevi SCT işçileri sonuna kadar götürmeye kararlı olduklarını birçok kez gösterdiler. Birçok zorluğa ve soruna rağmen bu grevi hala devam ettirmeleri bu kararlılığın bir göstergesidir. Birleşik Metal-İş Sendikasının mücadelenin başından beri işçilerin yanında olması, işçileri gücü yettiği oranda maddi ve manevi bir şekilde desteklemesi tüm sendikaların, işçi örgütlerinin örnek alması gereken bir tavırdır. Bizler de Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesi olarak işçilerin bu mücadelesini başından beri destekledik, işçilerin yanında olduk. Her fırsatta grevi çadırını ziyaret ettik, grev öncesi direnişlerde fabrika önünde bekleyen işçi arkadaşlarımızı yalnız bırakmadık. Onların sorunlarına, sıkıntılarına ortak olmaya, bu sorunları elimizden geldiği kadar çözmeye çalıştık. Bu desteğimiz bugün de sürüyor, onlar mücadele ettikçe de sürecektir. Son olarak SCT işçilerinin grevini duyurabilmek ve maddi olarak ta destek toplayabilmek için bir çalışma başlattık. 23 Temmuz’da başladığımız çalışma kapsamında “SCT Filtre’de grev 500. gününde: Haydi Dayanışmaya!” başlıklı bildiriler hazırladık. Bu bildiriler ile birlikte Birleşik Metal-İş Sendikasının hazırlamış olduğu SCT grevi ile dayanışma kalemlerinin satışını yaptık. Bu çalışmaları İstanbul, İzmir, Esk işehir, Adana, Mersin ve Tarsus’ta yürüttük. Binlerce bildiri dağıttık. Gittiğimiz her alanda SCT grevini duyurmaya ve maddi destek toplamaya çalıştık. Bazı böl- gelerde standlar açtık. Çalışmanın yürütüldüğü bölgelerde bulunan hemen hemen tüm sendika şubelerini, demokrat-ilerici partileri, kurumları, demokratik kitle örgütlerini ziyaret ettik. Bu çalışmalar sonucunda topladığımız 1.680 YTL tutarındaki parayı Birleşik Metal-İş Sendikasının banka hesabına yatırdık. Çalışmamızın çok büyük sonuçları olmadığının bilincindeyiz. Ancak bizler Yeni Dünya İçin Çağrı okurları olarak bugüne kadar tüm olanaklarımız ile desteklediğimiz ve başarıyla sonuçlanması için çalıştığımız greve değişik araçlarla katkı sunulabileceğini ve katkıda bulunulması gerektiğini gösterdik. Bizler daha önce olduğu gibi, bugün de, yarın da işçi sınıfının yanındayız. İşçi sınıfının nihai kurtuluşu için çalışmaya devam edeceğiz. Yeni Dünya İçin Çağrı Gazetesi 24.08.2007 ✓ Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Ülkemizde işçilerin sendikalaşması ve toplu iş sözleşmesi imzalaması tüm yöntemler kullanılarak engelleniyor. Yasal alanda birçok zorluk, patronların baskıları, hukuk tanımayan uygulamaları, polis ve jandarmanın işçilere yönelen şiddeti her grev, direniş ve hak alma mücadelesinde kendini gösteriyor. Bu baskılara karşı işçi sınıfı gerekli birliği oluşturamıyor. Yer yer ortaya çıkan mücadeleler kimi zaman patronlar, kimi zaman da sarı-reformist sendikalar tarafından yok edilmeye, durdurulmaya çalışılıyor. Ama tüm bu baskılara rağmen işçiler yerel ve sınırlı da olsa direnişi sürdürüyorlar. SCT Orturbo Filtre işçilerinin grevi böyle bir mücadeledir. SCT Orturbo işçileri 2005 Temmuz’un da başladıkları sen- Esenyurt EK:5 Sendika genel kurulları ve sınıfsal bakış Uzun vadede sendikaların yönetimlerinin işçi sınıfı içerisinde çıkan ve ama giderek sınıf çıkarlarını çiğneyerek sınıfa yabancı bir güç haline gelen yönetimlerin yerine devrimci ve sosyalist yönetimlerin gelmesi için mücadele etmek en önemli görevler arasındadır. Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ İ EK:6 şçi hareketinin önemli kaynaklarından birisi sendikalardır. Sendikaları önemsemeyen bir işçi hareketinin başarı şansı yoktur. İşçi sınıfı içerisindeki çalışmaları, sendikalar içerisindeki çalışmalarla birlikte ele almak, strateji ve taktikleri bu önemli kaynağı göz önünde bulundurarak yapmak gereklidir. Sendikalar içerisindeki çalışmada önemli hedef lerden birisi, sendika bürokrasisinin ve işçi aristokrasisinin egemenliğini kırmak, hain, sarı reformist sendika önderliklerini sendikaların başından defetmektir. Bu hedefi, uzun vadeli sendikalar içindeki çalışmanın temeli yapmak gereklidir. Uzun vadede sendikaların yönetimlerinin işçi sınıfı içerisinde çıkan ve ama giderek sınıf çıkarlarını çiğneyerek sınıfa yabancı bir güç haline gelen yönetimlerin yerine devrimci ve sosyalist yönetimlerin gelmesi için mücadele etmek en önemli görevler arasındadır. Tüm bu perspektif lere uygun iş yapmak için sınıfın öncüsü olduğunu söyleyenlerin, bunu iddia edenlerin yapacağı işin temeli işyeri politikalarında doğru perspektif çizmeleri ve bu perspektife uygun davranmalarıdır. İşyerlerinde yapılan günlük çalışmanın hedefi, işyerlerinde sağlam bir sınıf örgütü yaratmaktır. Bu perspektifle çalışılmalıdır. Sınıfın öncü örgütü işyerlerinde sağlam işyeri ve işletme birimleri oluşturmalıdır. İşyerlerinde bu çalışmaya paralel olarak işyeri komitelerinin, tüm işyerindeki bölümleri kapsayacak şekilde örgütlenmesi ciddi bir öneme sahiptir. İşyerindeki tüm bölümleri, kadın işçileri, genç işçileri varsa göçmen işçileri içerisinde temsil edemeyen bir işyeri komitesinin başarı şansı düşük olur. İşyeri komiteleri üzerinden sendikal politikalara müdahale etmek önemli görevler arasındadır. İşyerindeki öncüye bağlı çalışan işyeri örgütlerinin ve onların önderlik ettiği işyeri komitelerinin sendikal politikalara, gerek işyeri politikaları açısından ve gerekse sendikaların toplumsal politikaları açısından belirleyici bir etkisi olacaktır ve olmalıdır. Özellikle sendika genel kurullarının yoğun bir şekilde planlan- dığı bugünkü ortamda, işyeri komitelerinin bu genel kurullar üzerinde nasıl bir etkisi olacağını ele alarak yazımızı şekillendirmeye çalışalım. İşyerindeki öncü birimlerin işyerindeki işyeri komiteleri üzerinde bulunacağı dolaylı etkilemeyle, işyerinde işyeri ve sendikal politikaları belirlemek için bir çalışma yapılmalıdır. Bu çalışma içerisinde temel ve güncel talepler karar tasarıları şeklinde hazırlanıp şube genel kurullarına oradan da genel merkez genel kurullarına taşınmalıdır. Siyasi olarak bu etkileşimde güçlü sonuçlar almanın ama kilit noktası, işyerindeki sendika üye sendikal çalışmaya önderlik edecek sendika profesyonel ve amatör yöneticilerinin kimlerden oluşacağını da etkilemek ve belirlemektir. Dolayısıyla işyerlerinden gönderilen delegeler arasında kimlerin sendikanın şube profesyonel ve amatör yöneticisi olması gerektiğinin tartışılarak tespitini de içerecek bir çalışma yapmalıdırlar. Şube genel kurulunda genel merkez genel kuruluna seçilecek delegelerin kimlerden olması gerektiği hem işyeri somutunda ve hem de şube görev alanında yapılacak ön çalışmalarla belirlenmeye çalışılmalıdır. Şube genel kurullarında seçilecek olan adına üst kurul delegesi Sendikaları sınıf örgütlerine dönüştürecek olan sınıfın öncüsünün vereceği mücadelenin başarısıdır! Bunun başka bir anlamı, işyerlerinin komünist öncü tarafından fethedilmesidir! sayısıyla orantılı olarak şube genel kuruluna seçilecek genel kurul delegelerinin seçilmesinde seçici davranmak, sınıf bilinçli işçilerin delege olarak seçilmesinde ciddi etkilemelerde bulunmak gerekir. Şube genel kuruluna gidecek olan bu delegelerin diğer işyerlerinden gelen delegeleri etkilemesi ve işyeri düzeyinde hazırlanan karar tasarılarının şube genel kurullarında tartışılarak karar haline getirilmesi ve oradan genel merkez genel kurullarına taşınması için çalışma yapmaları gerekir. Bu görevin yerine getirilmesi sendikaların siyasetini etkilemek ve belirlemek için önemlidir. Bu karar tasarıları, mesela, sendikacıların görev süreleri, sendikacıların ücretleri, sendikacıların sahip olmaları gereken kriterler, ücretlendirme modelleri, performans kriterlerinin tespiti, günlük ya da haftalık çalışma süreleri, sendikanın tüzüğü-bu anlamda yapısı, örgütlenme modelleri, toplumsal politikalar konusunda öneri gibi konuları kapsayabilir. İşyerlerindeki öncü birim/lerin görevi tabii ki salt siyasi ve sendikal politikalarla sınırlı olmayacak, onların görevi aynı zamanda bu tespit edilen görevleri yerine getirmek için iki kongre arasında de denilen genel merkez genel kurul delegelerinin genel merkez genel kurulunda kimleri hangi görevler için seçmeleri gerektiğini, ya da seçmemeleri gerektiğini de belirlemelidirler. Bu konuda başarılı olmak için ise, öncünün iki genel kurul arasında yapacağı çalışma belirleyicidir. Sendikalarda çalışmaları güvence altına alınmış devrimci sendika fraksiyonlarının oluşturulması ve bu devrimci sendika fraksiyonları üzerinden 4 yıl içerisinde yapılan çalışmaların genel kurullarda etkisini göstermesi gerekir. Bir dönem boyunca yapılan çalışmalarla kimlerin sendika genel kurullarında seçileceği ya da seçilmemesi gerektiği, hangi kararların alınması ya da alınmaması gerektiği konusunda önemli bir adım atılabilmelidir. Başarı ya da başarısızlık bir dönem boyunca yapılan ya da yapılmayan, yapılamayan bu çalışmalara bağlıdır. Bu genel tespitlerin ışığında kısaca şimdi önümüzdeki dönemde yapılacak sendika genel kurullarına bir göz atalım ve bazı noktaların altını çizelim. 7-9 Eylül tarihleri arasında Türk İş Konfederasyonuna bağlı Petrol İş Sendikasının Merkez Genel Kurulu vardır. Şube genel kurullarını tamamlayan bu sendikanın merkez genel kurulunda çok fazla bir değişimin olacağı düşünülmemelidir. Genel Ba şk a n Musta fa Öztaşkın’ın dışındaki Yönetim Kurulu üyelerinin 20 yılı aşkın YK üyelikleri vardır. Artık bir noktada kastlaşmış bir yönetim anlayışı ile yöneticilik yapan bu yöneticilerin sınıftan uzak duruşları sözkonusudur. Kamu Sendikacılığı anlayışının egemen olduğu, sınıfın mücadeleci duruşu konusunda söylemlerden öteye fazla gidememeleri genel olağan duruşlarıdır. Sendika içerisindeki muhalefetin çok etkin olamaması, sorunlara ve çözümüne yaklaşımda çok fazla farklılık taşımamaları, devrimcilerin ve komünistlerin bu alandaki örgütlenmelerinin zayıf oluşu sonucu kastlaşan yapıyı değiştirecek dinamiklerin ortaya çıkmamasının nedenleridir. Bu işkolunun önemine uygun bir çalışma gelecek açısından kaçınılmazdır. Yine aynı tarihlerde, 8-9 Eylül tarihleri arasında DİSK’e bağlı Tekstil Sendikasının Merkez Genel Kurulu vardır. Burada da tamamıyla sendika bürokrasisinin kendi iç çelişmeleri egemendir. Devrimci ve sosyalist dinamiklerin güçsüzlüğü sonucu reformist işbirlikçi kesimin kendi aralarında bir mücadelesinin dışında bir mücadele odağı çıkmasına olanak tanınmamaktadır. Sendikanın şu anki Süleyman Çelebi Başkanlığındaki Genel Merkez Yönetiminin alternatifi daha önceleri yönetimi elinde bulunduran Rıdvan Budak, Kazım Doğan ekibidir. Bu sendikada kesin gibi görünen yönetim değişikliğinin sınıfsal bir temeli yoktur. Sendika bürokrasisinin kendi arasındaki dalaşı olarak görülmelidir. Giderek iyice küçülen, andaki anlayışlarıyla örgütlenmelerde başarısızlığa mahkum olan bu sendika bürokrasisini aşmak için örgütsüz olan çok sayıdaki Tekstil işyerlerinin örgütlenmesi şarttır. Bu iş kolunun yapısı gereği uluslar arası alanda sendikalar arası ortak çalışmanın önemi, istisnaların dışında, sendika bürokrasisi arasındaki yazışmaların ötesine gidememektedir. Tek st i l iş kolu nda k i sa r ıreformist sendikal anlayışı kıra- ması beklenemez. Buna rağmen az sayıdaki sınıf bilinçli işçiler, DİSK’in tek tek sendikalarının ve DİSK’in şoven çizgisini aşan, gerçekten halkların kardeşliği şiarına uygun pratik sergileyen bir siyasi ve pratik yaklaşımı sergilemesi için mücadele etmelidir. DİSK’in ve sendikalarının Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve diğer azınlık halklar ile göçmen işçiler TOROS TARIM VE BOTAŞ FABRİKALARINDA TİS İMZALANDI T konusunda enternasyonalist bir bakış açısıyla hareket etmesi için gerekli kararların alınması için zorlanmalıdır. DİSK’in ve tek tek sendikalarının daha aktif mücadeleci bir çizgi izlemeleri için bu genel kurulun kararlar alması önemlidir. Bugün genel bir pratik duruş haline gelen ortak hareket etmeme, bu konuda gerekli kadroların teorik ve pratik eğitimlerden geçirilerek yaratılamaması zaafı acilen aşılması gereken zaafların başında gelmektedir. Bu zaafların aşılması ama sınıf bilinçli işçilerin bu genel kurullarda aktif bir muhalefet yürütmesine bağlıdır. Sonuç olarak şu tespiti yapmak gereklidir: DİSK’in ve tek tek sendikalarının, aynı zamanda diğer sendikaların da sınıfsal çizgi temelinde hareket etmelerinin temeli, sınıfın, işçi sınıfının gerçek öncüleri tarafından işyerleri temelinde doğru bir tarzda örgüt lenmesinden geçmektedir. Bu görev için her nefer üzerine düşen görevi yerine getirecektir. Bilinmelidir ki, kendiliğinden bir şey değişmeyecektir. Az sayıda sınıf bilinçli yöneticiyi dışta tutarsak, sendikalarda egemen olan sınıf işbirlikçi hainlerin sendikaları sınıf örgütleri haline getirmeleri düşünülemez. Sendikaları sınıf örgütlerine dönüştürecek olan sınıfın öncüsünün vereceği mücadelenin başarısıdır! Bunun başka bir anlamı, işyerlerinin komünist öncü tarafından fethedilmesidir! Görev başına! DEVR İMCİ ve SOSYALİST İŞÇİLER SENDİKA YÖNETİMİNE! YDİ Çağrı okuru, 24.8.2007 ✓ oros Tarım Sanayi ve Tic. A.Ş. Fabrikası Ceyhan’da kurulu ve bu işletmede 300 civarında çalışan işçi var. Bu işçilerden 130’u Türk-İş’e bağlı Petrol-İş sendikasında örgütlü. 2006 yılı başında Toros Tarım, Mersin Ak Gübre ve Samsun Gübre Fabrikaları, Toros Tarım A. Ş. adı altında birleşti. Toros Tarım için T.İ.S görüşmeleri 01.01.2006 tarihinde başlamalıydı fakat birleşmeden dolayı bakanlıktan yetki alınamadı çünkü diğer kurumların T.İ.S süreleri henüz dolmamıştı. Yetki belgesinin alınabilmesi için yargıya başvuruldu. Böylece T.İ.S görüşmelerine, yargı kararıyla alınan yetki belgesiyle ve bir yıl gecikmeli olarak 16. 03. 2007 tarihinde başlandı. Normalde vardiya saatleri 6 günlük çalışmaya karşılık 2 gün izin biçimindeyken, yetki belgesinin alınabilmesi için yargıya başvurulduğunda bu süre 6 günlük çalışmaya karşılık 1 gün izin biçimine dönüştürüldü. Petrol İş Sendikası Adana Şube Başkanı Ahmet Kabaca’dan aldığımız bilgiye göre sözleşme taslağı işçilere anket formu biçiminde götürüldü ve böylece taslak hazırlığına işçiler katılmış oldu. Sözleşme sürecinde işverenle 6 kez bir araya gelindi ve her toplantıya 4 kişiden oluşan işçi temsilcileri de katıldı. Her toplantıdan sonra üye işçilere bilgi verildi. Toplantılarda öne çıkan talepler, Sözleşmenin 01.01.2006 tarihinden itibaren geçerli olup 3 yılı kapsaması, T.İ.S görüşmelerinin 1 yıl gecikmeli başlamasından ötürü oluşan kayıpların karşılanması ve vardiya sisteminin eski biçimine dönmesiydi. İşveren, sözleşmenin 2 yılı kapsamasını, 2006 yılının kayıp yıl olduğu gerekçesiyle herhangi bir ücret ödenmeyeceğini ve vardiya sisteminin değiştirilmeyeceğini söyledi. Görüşmeler sürecinde anlaşmaya varılamaması nedeniyle Temmuz başında grev kararı asıldı. Ve taleplerin kabul edilmediği takdirde 01.08.2007 tarihinde greve çıkma kararı alındı. 31.07.2007 tarihinde imzalanan sözleşmeyle, 7 kişi kadroya alındı. Sözleşme 01. 01. 2006 tarihinden itibaren 3 yılı kapsayacak biçimde düzenlendi. 1. yıl için seyyanen 100 ytl zam yapıldı. 2. yıl için enflasyona göre %10 oranında zam yapıldı. 3. yıl içinse o yılın enflasyon oranına göre zam yapılması, sosyal hakların tüm kalemlerine 3 yıl için her yılın enflasyon oranına göre zam yapılması kararı çıktı. Vardiya sistemi değiştirilemedi buna karşın vardiya primi %10’dan %20’ye çıkarıldı. Ahmet Kabaca yapılan bu sözleşmenin işçiler tarafından memnunlukla karşılandığını belirtti. Botaş Sözleşme süreci Ceyhan Botaş Bölge Müdürlüğü ve Dörtyol Botaş Bölge Müdürlüğü olarak kamu sözleşmeleriyle birlikte yürütüldü. Türk-İş’in hükümetle çerçeve anlaşması yaptıktan sonra Petrol-İş yetkilileri ve Botaş yetkilileriyle 09.08.2007 tarihinde sözleşme imzalandı. 720 işçiyi kapsayan sözleşmeyle düşük ücretli işçilerin ücretleri brüt 900 ytl’ye çekilerek 140 ytl zam yapıldı. Brüt 1.400 ytl ve üzerindeki ücretlere de %10 oranında zam yapıldı. Ayrıca Ceyhan ve Dörtyol Botaş Bölge Müdürlükleri dışındaki işletmelerde geçerli olan saha tazminatı priminin bu iki işletme içinde kabul edilmesi için 13 yıldır uğraşılıyordu. Saha tazminatı imzalanan sözleşmeyle %8 oranında bu iş yerleri içinde kabul edildi. Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ cak, yönetimleri ona göre şekillendirecek devrimci ve sosyalist dinamiklerin oluşturulması önemli bir görev olarak sınıfın öncüsünün önünde durmaktadır. Aralık ortalarında yine DİSK’e bağ lı Birleşi k Meta l İşçi leri Sendikasının Genel Merkez Genel Kurulu yapılacaktır. Bu sendika son yıllarda büyüyen ve önceki yıllara göre daha dinamik hareket eden bir sendikadır. Sendika içi muhalefet vardır ve fakat çok güçlü görülmemektedir. Bunlar daha önceki yönetimin destekçileri olan ve fakat andaki durumda daha geriyi temsil eden, sınıf mücadeleci bir yaklaşımı olmayan bir kesimdir. Yer yer “sol” laf lar etseler de özünde pratikleri uzlaşmacılığın temel alındığı, mücadeleden kaçan bir yaklaşıma sahipler. Anda k i yönetimin bir dönem daha yürütme işini sürdürmesi, sendikanın daha da büyümesine olanak sağlayacak gibi görünmektedir. Bu sendika içerisindeki devrimci ve sosyalist güçler zayıftır. Bu gücün sendika yönetimine alternatif olma durumu esas olarak siyasaldır. Pratik olarak sınıfı işyerleri temelinde daha iyi bir şekilde örgütleme ve üretimden gelen gücü kullanmaya yetecek durumda değildir. Bugün yönetimde olan kesimin eksik ve zaaf larının olumlu temelde eleştirilerek ileriye doğru zorlanması gerekir. Yönetim adına yer yer yapılan açıklamaların şoven, reformist yaklaşımlarına karşı durularak, bugünkünden daha sınıfsal bir duruşu sahiplenmeleri sağlanabilir. Sınıf bilinçli işçilerin bu sendika içinde etkin olan reformist ama “sol” etiketli bürokrasiden kurtulma yönünde zorlamalarda bulunması gereklidir. Sendikanın daha hızlı ileri çıkmasını frenleyen, yer yer engelleyen statükoculuğu meslek edinen bu zararlı unsurların yerine sınıf bilinçli sözü ve özü birbirine uygun olan sınıf içerisinden çıkıp gelen kadroların görevlendirilmesi sendikanın bu önemli iş kolunda sarı ve reformist sendikalar karşısındaki konumunu güçlendirecektir. DİSK genel kurulunun Şubat 2008’de yapılacağı yer yer açıklanmaktadır. DİSK’e bağlı üye sendikaların genel kurullarını tamamlamasının ardından, bu genel kurullarda seçilen DİSK genel kurul delegeleri ile genel kurul yapılacaktır. DİSK’in daha güçlü olması üye sendikaların güçlerine ve seçecekleri yönetimlerin duruşuna bağlıdır. DİSK’e bağlı sendikalar bir bütün olarak ele alındığında, DİSK genel kurulunda bugünkünden çok daha olumlu bir sonucun alın- YDİ Çağrı/Adana 13.08.2007 ✓ EK:7 BEKSA Fabrikası’nda kazanılmış haklara saldırı! S “Patron bizi bedava çalıştırmak istiyor!” abancı Holding’e ait BEKSA İzmit’in Uzun Çiftlik semtinde kurulu olan 19 yıllık bir fabrika. Hammaddesinin bir kısmını ithal eden fabrika, ürettiği çelik kord, halat, yay, araçlarda kullanılan çelik saclar v.b. çelik ürünlerin bir kısmını ihraç etmekte geri kalanını da iç pazarda satmaktadır. Fabrikanın, kuruluşundan bu yana, 19 yıldır sendikal örgütlülüğü DİSK’e bağlı metal işkolunda faaliyet gösteren sendikada sürdüren işçilerle birlikte toplam 360’ın üzerinde çalışanı var. Bunların 300’e yakını işçi ve bu işçilerin 280’i şu an DİSK/ Birleşik Metalİş Sendikası’nın Kocaeli Şubesine üyeler. Geçtiğimiz yıl imzalanan TİS (Toplu İş Sözleşmesi) ile yüzde 10 ücret zammı, üç ikramiye ve yakacak yardımı, çocuk parası gibi sosyal haklar almışlar. TİS’e göre bir ayda işçilerin eline geçen ortalama net 2 bin 100 YTL imiş. Ortalama saat ücreti 9,40 YTL. Bu ücrete göre üretilen ürünlerin işçilik maliyeti yüzde 2,7 ‘yi geçmiyormuş. Yani bir işçi bir ay içinde iki gün kendi ücreti için çalışıyor, geri kalan 28 gün de patrona çalışıyor. Tüm patronlar her TİS döneminde ve sonrasında işçilere veri- sohbetlerde bulunduk. Bir işçi ile çok samimi bir havada geçen şu söyleşide ortaya konulanlar aslında her şeyi anlatıyor. lecek veya verilmiş olan hakların üretim maliyetlerini yükselteceğinden yakınarak ağlar. Bu ağlamaları ve sızlanmaları çoğu zaman da bilinçli olmayan işçiler üzerinde etkili olur. Ve işçiler bazı kazanılmış haklarından vazgeçerler. İşte BEKSA patronu da imzalanan sözleşmeyle üretilen ürünlerin birim fiyatlarını artırdığını belirtmiş, aynı ürünleri üreten “ulusal” ve uluslararası tekellerle rekabet edemediğini ileri sürerek işçilerin bir kısmını işten çıkarmak ve çalışanların da ücretleri ve diğer kazanımlarını yarı yarıya indirmek istemiş. İşte sendika üyesi işçileri önce Direnişte bulunan işçilere polis saldırısı Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ YDİ ÇAĞRI: Nasıl bir tepki gösterdiniz? İŞÇİ: Tüm işçiler o gün; izinde olanlar ve 24– 08 vardiyasında çalışanların da katıldığı tüm işçi arkadaşlarla fabrikadan çıkarak fab- Alkan Deri’de direniş sürüyor… İ zmir Pınarbaşı’nda kurulu bulunan Akdeniz Selçuk Nakliyat Kargo Şirketi’nde çalışan işçiler, anayasal haklarını kullanarak Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası, TÜMTİS’e üye oldular. Sendika üyesi olan işçilerden, Vadi Durmazpınar, Evcan Sepetçi, Hüseyin Gündüz, Aydın Akçalı ve Yalçın Akgüneş, 12 Ağustos’ta işten çıkarıldılar. 12 Ağustos’tan beri, Akdeniz Selçuk Nakliyat Kargo Şirketi önünde bekleyen işten atılan işçilere, TÜMTİS İzmir Şube yönetimi üyeleri ile TÜMTİS’e üye ambar işçileri de destek veriyor. Şirket önünde direnişlerini sürdüren işçilere, 17 Ağustos Cuma sabah saatlerinde şirkete mal sevkiyatını engelledikleri gerekçesiyle çevik kuvvet polisleri saldırdı. Polisin cop ve biber gazıyla gerçekleştirdiği saldırı sonucunda, Ergün Karataş isminde bir işçi yaralanarak, hastaneye kaldırıldı. Polis, Mehmet Erez, Reis Mengü, Öztürk Ekinci, Ercan Yavuz, Denizer Altun, Yusuf Kusa, Yılmaz İn, Hüseyin Akdemir ve soyadı öğrenilemeyen Hacı ismindeki işçileri de gözaltına aldı. İşçilere, öğle saatlerinde şirket tarafından çalıştırılan MHP’li taşeron işçiler de bir saldırıda bulundu. Gözaltına alınanlar hakkında bilgi almak üzere Pınarbaşı Polis Karakolu’nun önüne giden TÜMTİS İzmir Şube yöneticileri de gözaltına alındı. Bir süre sonra gözaltına alınan işçilerin hepsi serbest bırakıldı. Akdeniz Selçuk Nakliyat Şirketi’nde çalışan işçiler; 600 YTL ücret için, 7 gün, günde 12 saat çalıştırılıyorlar. İşten atılan işçiler, işe sendika üyesi olarak dönmek istiyorlar. zmir Menemen Deri Serbest Bölgesinde faaliyet yürüten Alkan Deri San. ve Tic. Ltd. Şti. nde çalışan işçiler, Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye oldular. 140 işçinin çalıştığı fabrikada örgütlenen Deri-İş, yetki tespiti için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurdu. İşçilerin sendikalaştığını öğrenen patron sendika üyesi 7 işçiyi işten attı. 8 işçi de çalıştıkları birimlerden alınarak, fabrika içerisindeki başka birimlere, işçilerin deyimiyle sürgün gönderildi. Patronun işten çıkarma tehdidi, baskısı diğer işçiler üzerinde sürüyor. Bu baskı sonucu, bazı işçiler sendika üyeliğinden istifa ettiler. Direnişlerinin 31. gününde, işten atılan işçileri ziyaret ettik. İşçiler yasak olduğu için Deri Serbest Bölgesi içinde değil, girişinde bekliyorlar. İşçiler sabah gelip, akşam Serbest Bölge girişinden ayrılıyorlar. İşçiler tabakhanede çalışıyorlar. Tabakhanede deri işleniyor. Dikim için hazır hale getiriliyor. Sendika, işten atılan işçiler için işe iade davaları açmış durumda. İşçiler işe geri dönmek, sendikalı olarak çalışmak istiyorlar. Bunun için direnişlerini sürdürüyorlar. İşçiler, diğer sendikalardan kendilerine, yok denecek kadar dayanışma gösterildiğini, Deri-İş Sendikası’nın yardımı ile direnişlerini sürdüklerini belirtiler. İşçilerle genel seçim üzerine sohbet ettik. Kendilerine YDİ Çağrı’nın seçim bildirisini verdik. Kendilerini tekrar ziyaret edeceğimizi söyleyerek, yanlarından ayrıldık. Alkan Deri işçilerinin haklı direnişlerini destekleyelim! 20 Ağustos 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ 5 Temmuz 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ İ EK:8 bir haftalık izne çıkaran ve sonra bir hafta daha uzatarak ve 10, 20 işçiyi işten çıkaracağı söylentilerini yayan patron, işçilerin nabzını yoklamış. Hakların yarısını gasp etmek için didinen patronun 206 işçiyi tazminatlarını ödeyerek işten çıkarıp düşük ücretle tekrar işe almak gibi önemli bir saldırısı ile karşı karşıya olan işçiler ve sendika genel merkezi birlikte bu saldırıya karşı koyma kararı almışlar. Fabrikanın önünde direnişte olan ve işten atılan bu 206 işçiyi direnişlerinin 11. gününde ziyaret ettik. Temmuzun en nemli ve en sıcak bir gününe denk gelen ziyaretimiz boyunca işçilerle çok içten YDİ ÇAĞRI: BEKSA patronu 200’den fazla işçiyi işten atmakla siz işçilere büyük bir saldırıda bulunmuş. Bugüne nasıl gelindi, kısaca anlatır mısınız? İŞÇİ: Bu süreç aslında 8 ay falan önce başladı. Önce bir dedikodu yayıldı: “Şu kadar işçi; 10 kişi, 20 kişi… daha fazla işçi işten çıkarılacak” diye. 8 ay boyunca hep böyle senaryolar yazıldı. Sonra yıllık izinlerin kullanılması dönemi olan Temmuz ayına gelindi. İzinlerden bir hafta önce bir yazı asıldı. Üretilen malların birim fiyatları yüksek olduğu için pazar payının düşmesinden bahseden ve kendi isteği ile işten ayrılmak isteyen olursa kendisine kıdem ihbar tazminatları artı bir maaş da peşin ödenerek sözleşmenin feshedileceğini bildiren bir yazı asıldı. Tabi biz buna tepkimizi gösterdik. rikanın İnsan Kaynakları önünden idari binaya kadar bir protesto yürüyüşü yaptık. Daha sonra izne çıktık. Çoğu işçi aynı dönemde işe girdiği için aynı günlerde izne çıkarılıyor. İzindeki arkadaşların izinleri çoğumuzun Temmuzun 6’sında ve diğerlerinin de 12’sinde bitiyordu. Daha izinler bitmeden Temmuzun 6’sında biz izni bitenlerin Fabrika Yönetim Kurulu kararıyla Temmuzun 12’sine kadar uzattıklarına dair elimize bir yazı geçti. Ardından da pazar payı bahane edilerek biz 210 işçiye tazminatlarımız ödenmek koşuluyla işten atıldığımızı bildiren birer yazı gönderdiler. Kısaca süreç böyle gelişti. YDİ ÇAĞRI: Bu saldırıya karşı siz işçiler ve sendikanız nasıl bir tavır aldınız? İŞÇİ: Hemen tüm 210 işçi arkadaş bir toplantı yaptık. Sendikamız Birleşik Metal- İş Sendikası önderliğinde bir toplantı idi bu. Toplantıda sonuna kadar mücadele edeceğimizi söyledik. Kazanana kadar mücadeleyi sürdüreceğimize dair namus sözü verdik. Fakat bir hafta sonra bu verdiği namus sözünde durmayan –sayısı önemli değil- 180 derecelik dönüş yapan arkadaşlarımız oldu. Çoluk çocuğunu bahane eden bu arkadaşlar sadece bize ihanet etmediler. Aynı zamanda bu arkadaşlar namuslarına sahip çıkmadıkları gibi o çok değer verdikleri çocuklarına da ihanet etmiş oldular. Onlar bu döneklikleriyle ömür boyu ekmeğine, onuruna ve namusuna sürdükleri kara leke ile yaşayacaklar bence. Bizim burada amacımız boynu bükük değil başı dik çıkmaktır. Hepimizin çocuğu var. Yarın bunların çocukları; “Baba arkadaşlarınla katıldığın ekmek ve onur kavgasından neden kaçtın?” diye sorduklarında onlara nasıl yanıt verecekler bilmiyorum. Y Dİ Ç AĞR I: K aç g ü ndü r direniştesiniz? YDİ ÇAĞRI: Direnişe gerek bu çevre fabrikalarda çalışan işçilerden gerekse İzmit kamuoyundan bir destek var mı? İŞÇİ: Az da olsa bazı fabrikalarda yaptığımız yürüyüş ve açık- lamalara işçiler katıldı. Örneğin 12 Temmuz’da yaptığımız yürüyüşe komşu fabrika olan KORDSA’dan işçiler gelip katıldılar. Eski işçi arkadaşlar tanıdıklar bizi gördüklerinde hemen durumu soruyor destek olma talebinde bulunuyorlar. İşçilerden çok sayıda destek verme talebi geliyor. Fakat biz şimdilik böyle talepleri kabul etmiyoruz. Beklemelerini istiyoruz. Seçim dönemi olduğu için partilerden de destek verme talepleri geldi. Onlarınkini de kabul etmedik. Görüşmelerin sonucunu bekliyoruz. Patronla bugünler görüşmeler yoğunlaştı. Patron bu bir hafta içinde yola gelmezse bize destek ve dayanışmada bulunmak isteyen işçi arkadaşlara haber vereceğiz. Ve hep birlikte daha etkili eylemler hatta açlık grevi bile yapmayı düşünüyoruz. İzmit kamuoyunun durumumuzdan haberi var. Çünkü mahalli basın defalarca yazdı. Yerel TV ve radyolar yayınlarında yer verdiler. Fakat ulusal medya bir ikisi dışında hiç biri bizden bahsetmedi. YDİ ÇAĞRI: Patronla görüşmeler yapılıyor mu? Şimdiye kadar kaç görüşme yapıldı? Bu görüşmelere sizin temsilcileriniz, Şube ve Genel Merkez Yöneticileri mi katılıyor? Patron ne istiyor? İŞÇİ: Evet görüşmeler yapılı- yor. Bu 10 gün içinde 3- 4 gör ü şme oldu. Hepsi ne İşyer i Sendika Temsilcilerimiz, Şube yöneticilerimiz ve Genel Merkez Yöneticilerinden TİS Daire Başkanı ve bizzat Genel Başkanımız katılıyor. Sağ olsunlar biz sendikamızdan çok memnunuz. Eksiklikleri olabilir. Fakat bana göre üye işçilerin sendikada söz ve karar sahibi olması anlamında çok iyi bir sendika. Diğer sendikalardan üstün bir sendika. Çoğu sendikada işçilerin istediği değil sendikacının istediği olur. Bizde işçilerin istediği oluyor. Sendikamız her görüşmeden sonra ve önce bizlerle toplantı yaparak bizi bilgilendiriyor ve fikrimizi soruyor. Tabi biz hepimizin bilmesinde yarardan çok zarar verecek şeyler olursa onları söylemiyorlar. Onu gerekli ise temsilcilere değilse onlardan da bir süre gizleyebilirler. Amaç kazanmaksa böyle bir taktiğe de başvurmak zorunda kalınabilinir. Sendikanın, bize sahip çıkması önemli. Fakat bundan daha önemlisi bizim işçilerin güçlü bir örgütlülüğü, güçlü birliğinin olmasıdır. Mücadeleyi kazanmada belirleyici olan budur. Patronun net olarak hangi şartları ileri sürdüğünü bilmiyorum. Şimdiye kadar yapılan görüşmelerde kaba olarak saat ücretlerin düşürülmesini dolaysı ile aylıkların düşürülmesini bir miktar nakiti toplu işçiye ödemeyi, işten atılan 206 kişiden bir kısmını işe almayacağını ileri sürüyor ve işe geri almak için işçinin mahkemeye başvurmamış olması gerektiğini söylüyormuş. Yani biz işçilere “çalışın, ama hak istemeyin, bedava çalışın” demek istiyor. Bu saldırıdan önce işyerinde tüm işçiler ve patron temsilcileri idareciler içerde çalışırken kendimizi tek bir aile sanıyorduk. Oysa bu direnişte öğrendik ki patron temsilcileri ile işçiler bir aileden olamazmış. İşyerinde bir beyefendi vardı. Genel Koordinatör. Her şey onun başı altında çıkıyordu. Tabi patronların temsilcisi olarak onların dediklerini yapıyordu. Biz işçiler kendi aramızda ayrı düşünce ve değerlere de sahip olsak sömürüye karşı mücadele gibi ortak bir yaşam kavgamız, onur ve ekmek kavgamız olduğu için kardeş ol- mak zorundayız. Ve kardeşiz. Biz hep sınıf kardeşi olarak kalmak için mücadele etmeliyiz. Bizi bir birimize düşürmeye çalışanlara karşı da örgütlenmeli, mücadele etmeliyiz. YDİ ÇAĞRI: Son olarak gazetemiz aracılığı ile işçilere ve okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı? İŞÇİ: “Direne Direne Kazanacağız!” denilir. Bunu slogan olarak atıp da buna uygun davranmayan her kim olursa olsun -bunlar haksızlığa uğramış işçiler de olsa- samimi değiller. Eğer gerçekten direnmiyorlarsa. Ekmeğim ve ailem namusumdur. Onlara sahip çıkmayanları namuslu saymıyorum. Çünkü bugün patronun ekmeğime, çoluk çocuğumun geleceğine saldırısı namusuma bir saldırıdır. Ben patrona karşı direnmiyorsam, ona bu saldırının bedelini ödetmiyorsam namuslu değilim demektir. Hepimiz birey olarak farklıyız. Fakat yaşadığımız toplumda insanca yaşama ve çocuklarımıza yaşanır bir dünya ve gelecek bırakma ortak amacımız var. Onun için hep tek tek durarak dert yanmakla kurtulamayız. Öyleyse birleşmeli, hep birlikte nedenlere karşı mücadele etmeliyiz. Birleşik Metal- İş Sendikası Kocaeli Şubesi, 25 Temmuz’da basına gönderdiği açıklamada, varılan anlaşma ile işten atılan 206 işçinin tekrar işe alındığını, 1 Ağustos’ta işbaşı yapacaklarını ve işçilerin yılbaşına kadar herhangi bir ücret kaybına uğramadığını belirtmiş. TİS’ le kazanı lmış ha k ların korunduğunu belirten sendika “BEKSA işyerinin siparişlerindeki azalma nedeniyle karşı karşıya kaldığı sıkıntıların aşılabilmesi ve işçi arkadaşlarımızın işlerini ve kazanılmış haklarını kaybetmeme noktasında varılan anlaşmaya BEKSA işçilerinin birliği ve örgütlülüğü sayesinde ulaşılmıştır. Her iki taraf yapıcı davrandığı için bu anlaşma yapılmıştır” deniliyor. Fakat yılbaşından sonra ücretlerde ne gibi bir düşüş olacağı konusunda bir açıklama yapmamış. Bu işyerinde de yetkili sendika, işçilerin örgütlülüğünü bu tür saldırıları boşa çıkaracak denli güçlendirememiş. Bugünkü gücüyle kazanılmış haklardan kaybı aza indirdiği için bunu başarı olarak değerlendiriyor. Oysa az da olsa bu bir kayıptır. Böyle şeylerin yaşanmaması önümüzdeki dönemde patronların işçilere kanseri gösterip, AIDS’e razı etmesine fırsat vermemek için, ne edip edip işyerinde ve tüm yetkili fabrikalarda güçlü bir sendikal örgütlülük sağlanmalıdır. 26 Temmuz 2007 ✓ Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ YDİ ÇAĞRI: Sürdürdüğünüz direnişinizin amacı nedir? Patrondan talepleriniz nelerdir? İŞÇİ: Şimdiye kadar Sendikamız önderliğinde kazandığımız maddi ve manevi haklarımızı önemli bir eksiltmeye uğratmadan tekrar işe dönüp çalışmaktır. Yani ikramiye kıdem hafta tatilimizi v.b. sosyal haklarımızı kaybetmeden işe dönmek istiyoruz. Zaten aylık ücretlerimizde bir düşme olacaktır. Yoksa anlaşmamız zor olacaktır. Şu anki görüşmeler bu yönde ilerliyor. Fakat patron aylıklarda aşırı bir düşme talebi ile gelirse onu kabul edemeyiz. O durumda daha etkili eylemliliklerle mücadelemizi sürdüreceğiz. Yani kısacası; en iyi şartlarda işe geri dönene kadar mücadeleye devam edeceğiz. İŞÇİ: Temmuzun 12’sinden beri eylemliliklerdeyiz. İlk eylemimizde 12 Temmuz 2007 günü fabrikanın önünden İzmit’in şehir merkezine kadar 12 kilometreyi yaya yürüyerek bir protesto gösterisi yaptık. Yürüyüş sonunda şehir merkezinde de bir Basın Açıklamasıyla Sabancı patronun biz işçilere yaptığı saldırı hakkında kamuoyuna bilgi verdik. Ardından da ertesi günü biz işçiler eşlerimiz ve çocuklarımızla birlikte fabrikanın önüne siyah bir çelenk bırakarak işten atmayı protesto ettik ve hemen ardından bu eyleme başladık. Fabrikanın önünde 10 gündür bekliyoruz. EK:9 Lider Deri’de işçi kıyımı… Çiğli Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Lider Deri’de çalışan işçiler, sendikalı olmaya karar vererek, Türk-İş’e bağlı Deri-İş Sendikası’na üye oldular. Sendikalaşma faaliyeti içerisinde işçilerin sendika üyesi olduğu haberini alan patron sendika üyesi olan işçileri işten attı. Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ 2 EK:10 2 Haziran’dan bu yana, Lider Deri’de çalışan 26 işçi işten atıldı. 5 Temmuz günü direnişte bulunan işçileri ziyaret ettik. İşçiler Lider Deri önünde kurdukları gölgelik altında direnişlerini sürdürüyorlar. Patron, işçileri işten atmasının gerekçesi olarak “verimsizliği, küçülmeyi” göstermiş. İşçiler asıl nedenin sendika üyeliği olduğu gerçeğinin farkındalar. İşten atılan işçiler arasında, 25, 17, 10 yıldır çalışan işçiler var. İşçiler, bu aylarda deri sektöründe, kış sezonuna hazırlık dönemi olduğu için işlerin yoğun olduğunu, bu aylarda işten çıkarmanın olamayacağını söylediler. Lider Deri’nin “ihracat şampiyonu olmakla övündüğünü”, “fasonlara iş verdiğini” küçülme iddiasının gülünç olduğunu belirttiler. İşten atılan 26 işçi içerisinde 7 kadın işçi var. San Marck Galico’ya ait iki deri işletmesi var. Çiğli Organize Sanayi Bölgesi’nde bulunan fabrikada, deri dikim işi yapılıyor. Menemen Serbest Bölgesi’nde bulunan tabakhanede deri işlenerek dikim için hazır hale getiriliyor. İki işletmede toplam 269 işçi çalışıyor. İşçiler sabahtan akşama kadar, Lider Deri önünde bekleyişlerini sürdürüyorlar. Lider Deri’de asgari ücret karşılığında çalışan işçiler olduğu gibi parça başı ücret karşılığında çalışan işçiler de var. Patron işçilerin bordrolarını düşük gösterdiği gibi yer yer sigortasız işçi de çalıştırıyor. Patronun baskıları sonucu, işlerini kaybetmek istemeyen az sayıda işçi, sendika üyeliğinden istifa etmişler. İşçiler sağlıksız koşullarda, kimyasal maddelerle çalıştıklarını, işyerinde havalandırma, aspiratörün yeterli olmadığını söylediler. İşçiler işe geri dönmek, sendika üyesi olarak çalışmak istiyorlar. Bunun için direniyorlar. Dayanışmanın şimdilik yetersiz olduğunu vurguluyorlar. Lider Deri işçileri çok şey istemiyorlar. Onlar hak olan sendika istiyorlar. Sendikalı olarak çalışmak istiyorlar. Bu haklı mücadelelerinde Lider Deri işçilerini destekleyelim. Lider Deri’deki direnişçi işçilere destek ziyareti Lider Deri’de sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin Çiğli Organize Sanayi Bölgesi’ndeki direnişleri sürüyor. 12 Temmuz Perşembe günü Türk-İş İzmir Bölge Başkanı Mustafa Kundakçı, Hava-İş, Tes-İş, Tümtis, Cimse-İş, Harb-İş Sendikaları İzmir Şube başkanları ile birlikte Lider Deri önünde direnişlerini sürdüren işçilere destek ziyaretinde bulundular. İşten atılan Lider Deri işçilerine, Türk-İş’e bağlı sendikalar arasında toplanan mali yardım teslim edildi. Destek ziyareti sırasında, Türk-İş Bölge Başkanı Mustafa Kundakçı ve Deri-İş Genel Başkan Yardımcısı Mu s a S er v i bi rer konu şma yaptılar. Mustafa Kundakçı yaptığı konuşmada; “Lider Deri’de sendikalaştıkları için işlerini kaybeden işçilere moral destek ziyaretinde bulunmak, sendikaların katkısı ile toplanan mali ve ayni yardımı işçilere vermek için geldiklerini, sendika üyesi olmanın anayasal hak olduğunu, işverenlerin suç işlediğini” anlatan Mustafa Kundakçı seçimler üzerinde de durarak “kamu girişimciliğini savunan parti ve adaylara oy verme” çağrısında bulundu. Musa Servi yaptığı konuşmada; “Lider Deri işçilerinin anayasal haklarını kullanarak sendikalarında örgütlendiğini, işverenin sendikaya tahammül etmeyerek 26 işçiyi işten çıkardığını, sorunun sadece işten atılan Lider Deri iş- çilerinin sorunu olmadığını genel olarak işçi sınıfının sorunu olduğunu, işverenin sendikayı işyerine sokmamak için direndiğini, iki gün işyerini tatil ettiğini, havalandırmayı değiştirdiğini, sendikal mücadeleden ötürü bunları yaptığını, Lider Deri işvereninden taleplerinin işten atılan işçilerin geri alınması ve sendikanın tanınması olduğunu, hak almanın yolunun mücadeleden geçtiğini vb.” anlattı. Yeni İşçi Dünyası Temmuz sayısını Lider Deri işçilerine dağıttık. Lider Deri’de yaşanılan sorunlar üzerine işçi arkadaşlarla sohbet ettik. Lider Deri patronunun işyerinde sendika üyesi olan işçiler üzerinde baskısı sürüyor. Bu baskı sonucu bir bölüm işçi sendika üyeliğinden istifa etmiş. İstifa etmeyen işçileri patron çeşitli yollarla satın almak istiyor. Çevrede bulunan fabrika patronları kendi çalıştırdıkları işçilerin sendikalaşmaması için ücret artışı yoluna gitmişler. Konuşmalar sırasında Lider Deri işçileri sık sık; “Yaşasın sınıf dayanışması!, Direne direne kazanacağız!, Sendika hakkımız engellenemez!, Yaşasın onurlu mücadelemiz!, İş ekmek yoksa barışta yok!” sloganlarını attılar. Mustafa Kundakçı, diğer sendika şube başkanları ve Lider Deri işçileri birlikte Menemen Deri Serbest Bölgesi girişinde direnişlerini sürdüren Alkan deri işçileri ziyaret edildi. Burada da Mustafa Kundakçı ve Musa Servi birer konuşma yaptılar. Alkan Deri işçileri için hazırlanan yiyecek paketleri kendilerine teslim edildi. Yeni İşçi Dünyası Temmuz sayısını Alkan Deri işçisi arkadaşlara verdik. Alkan Deri’de de patronun sendika üyesi olan işçiler üzerinde baskısı sürüyor. Alkan Deri’de az sayıda işçi sendika üyeliğinden istifa etmiş. Büyük çoğunluk sendika üyeliğini koruyor. İşçiler Çalışma Bakanlığı’ndan çoğunluk tespitinin gelmesini bekliyorlar. Deri işçilerinin direnişi, hak almanın yolunun mücadele ve örgütlenme olduğunu gösteriyor. 13 Temmuz 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ KAMU EMEKÇİLERİ TİS VE GREV HAKKI İÇİN YÜRÜDÜ B emekçilerinin sendika hakkı yoktur” dediler, biz kurduk; “Kamu emekçileri grev yapamaz” dediler, biz yaptık; “Kamu emekçileri toplu sözleşme imzalayamaz” dediler, biz imzaladık!... Demokratik sendikal haklarımızı yok sayan 4688 sayılı yasanın bize biçtiği gömleği yırtıp, işyerlerinden başlayarak grevli, toplu sözleşmeli ve ortak örgütlenmeye dayalı bir sendikal mücadeleyi hayata geçirme kararlılığımızı bu- radan bir kez daha tüm Türkiye’ye haykırıyoruz” diyerek, mücadele tarzlarını ortaya koydu. Yıldız, diğer konfederasyonlara hiçbir şey çıkmayacağı en başından belli olan Toplu Görüşme masasında oyalanmak yerine, Toplu Sözleşme masasının kurulması için Ortak Grev yapma önerilerini defalarca yinelediklerini söyledi. Onlarınsa bu önerilerine kulak tıkayıp hükümetin masallarını din- I - İşçi Snıfı Hareketi Konusunda Uluslararası Deneyimler II - 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi Üzerine III - 12 Eylül Sonrasında İşçi Sınıfı Hareketinin Gelişmesi Üzerine Yazılar IV - İşçi Sınıfı Hareketi Bağlamında Yanlış Görüşlere Karşı İdeolojik Mücadele Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ ilindiği gibi memurlar ekonomik ve özlük hakları için, 4688 sayılı yasa gereği “toplu görüşme” masasına oturmak zorundalar.Fakat içinde KESK’in de olduğu tüm memur konfederasyonları bu toplu görüşme yerine Toplu İş Sözleşmesi ve Grev haklarının verilmesi gerektiğini tüzüklerinde beyan ediyorlar. Peki bu istekleri için memur kofederasyonları ne yapıyorlar? Diğer iki büyük konfederasyon şu veya bu istekle hükümetle masaya otururken, KESK ise artık orta oyununa dönmüş olan toplu görüşme uygulamasının kaldırılıp Toplu İş Sözleşmesi ve Grev haklarının verileceği güne kadar masaya oturmayacaklarını bildiriyor. İşte Mersin’deki eylem de bu temelde KESK’in yaptığı bir eylemdi. Kamu emekçileri Mersin’de toplu görüşmelerin 10. gününde sokağa çıktılar. Yaklaşık 60-70 kişilik grup saat 18 civarında KESK binası önünde toplanıp, üzerinde “Ücret Adeletsizliğine Hayır! Ek Zam İstiyoruz!” yazılı bez afiş arkasında sıraya geçerek, Taş Bina önüne kadar şu sloganlarla yürüyüşe geçti: “Devlet güdümlü sendikaya hayır”, ”Sadaka değil, toplu sözleşme”, ”Yaşasın onurlu mücadelemiz”, ”Parasız eğitim, parasız sağlık”, ”Toplu görüşme hakkımız, grev silahımız”. Taş Bina önünde, KESK MERSİN ŞUBELER PLATFORMU adına Eğitim-Sen Mersin Şube Başkanı Ünsal YILDIZ bir konuşma yaptı. Yıldız konuşmasında: “Kamu lemeyi tercih ettiklerini belirtti. “Biz insanca yaşayacak bir ücret, demokratik bir çalışma yaşamı ve iş güvencesi istiyoruz. Ve bunu almak için de Türkiye’nin her yanında bugün olduğu gibi, bundan sonra da alanları doldurmaya devam edeceğiz!” diyen Yıldız, konuşmasını bu sözlerle sonlandırdı. Polisin yoğun güvenlik önlemleri aldığı eylem, konuşmanın ardından bitmiş oldu. Kitlede özellikle toplanma esnasında bir bezginlik söz konusu iken, özellikle halkın kalabalık olduğu yerlerde coşku da söz konusuydu. Halk ise eylemi sıcak karşılamasına rağmen özünde çok da ilgilenmedi. Biz, KESK’in bu haklı isteklerinin ve kararlılıklarının arkasında olurken, Mersin gibi bir yerde neden daha fazla bir kitleyle sokağa çıkamadıklarını da sorgulamalarını istiyoruz. Kuşkusuz ki bu sorgulamayı yapıyorlardır. Fakat bir an önce daha içten, daha bilinçli, daha coşkulu çalışmak; tüm emek güçleri için gerekli değil mi? KESK ve KESK çizgisindeki sendika ve siyasetleri seçmeyen okuyucularımıza da şunu söylemek istiyoruz: Her ne nedenle olursa olsun (milli ve dini düşünceler ve günübirlik çıkarlar bunun içindedir) emek mücadelesinde olmamak, uzun vadede sizin ve çocuklarınızın zararınadır. Kuşkusuz ki; daha insanca, daha demokratik, daha özgür bir yaşam için mücadele, tek yoldur. 29 Ağustos 2007 ✓ İşçi Sınıfı Hareketi Üzerine Yazılar, H. Yeşil Dönüşüm Yayınları Birinci Basım: 1991 EK:11 Tüm-Bel Sen 8 çalışanının işine son verdi Eylül 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ S EK:12 endikaların işçilerin haklarını arama örgütleri oldukları bilinir. Sendikalar işçilerin ücret ve çalışma koşullarını düzeltmek için mücadele örgütleri olarak bilinirler – çoğunlukla öyle olmasalar da. Fakat sendikaların daha az bilinen bir yüzleri daha vardır: Sendikalar bir çok durumda patron konumundalar. Hayır, hayır, sendika ağalığını kastetmiyoruz, işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesini savunması gereken sendikalar aynı zamanda bizzat kendileri işçi çalıştıran patron konumundalar. Mesela sendikada eğitim uzmanlığı, örgütlenme uzmanlığı, avukatlık, teknik işler vb. yapan insanlar sendikadan ücret alarak bu işleri yaparlar. Peki ama sendikada çalışan bu insanların haklarını kim savunacak? Türkiye’de Avrupa’daki kadar yaygın olmasa da, sendika çalışanlarının da yine sendikalarda örgütlenme durumu söz konusudur. Mesela herhangi bir sendikada ücret karşılığı çalışan bir insan, yaptığı iş hizmet sektörüne girdiğinden, bu sektörde örgütlü olan bir sendikada örgütlenebiliyor. Fakat bu çok normal duyulan şey pratikte hiç de normal karşılanmıyor. Örneğin Tez-Koop İş Sendikasında çeşitli uzmanlık işleri yapan insanlar geçmişte kendi sendikalarında örgütlenmek istediklerinde, önce sendika yönetiminin çetin direnişiyle karşılaştılar ve daha sonra ancak mahkeme kararıyla sendikaya üye olabildiler. İşçilerin sendikalarında örgütlenmesini savunan bir sendika kendi çalışanları için bu hakkı tanımıyordu. Bir başka yaygın yaşanan örnek ise şu: İşyerlerinden işçilerin atılmasına karşı çıkan (çıkması gereken) sendikalar bir çok durumda kendileri beğenmedikleri personellerinin işlerine çok kolayca son verebiliyorlar. Bu konuda da TezKoop İş sendikasında yaşanan bir çok örnek var. Fakat bu yazımızın konusu TümBel Sen’de çalışan ve 4’ü Tez-Koop İş’te örgütlü olan 8 işçinin işten atılması olayıdır. Bu örnekte de bir kez daha işçilerin haklarını savunması gereken sendikaların bizzat kendilerinin patron konumunda olduklarında ne kadar acımasız oldukları görülüyor. Acı ama gerçek. Sendikalar gerçek sınıf sendikaları olmadıkları sürece de bu örnekler daha çok yaşanacağa benziyor. Konuya ilişkin Tez-Koop İş İstanbul 2 No’lu Şubenin yapmış olduğu Basın Açıklamasını ol- duğu gibi okurlarımızın bilgisine sunuyoruz: “TÜM-BEL SEN GENEL M E R K E Z İ T E Z - KO OP İŞ SENDİKASINA ÜYE İŞÇİLERİ İŞTEN ÇIKARDI TÜM BEL SEN GENEL MERKEZİ 8 çalışanını ekonomik sıkıntı gerekçesi ile işten çıkardı. Çıkarılan işçilerden 4’ü ise Sendikamız TEZ KOOP İŞ’e üyedir. Sendika olarak yıllardır Tüm Bel Sen Genel Merkezi ile toplu sözleşme imzalamaktayız. Sendikalarda, demokratik kitle örgütlerinde çalışanların sendikalaşması ve bu kurumlarda işçi işveren ve sendika ilişkisinin örnek teşkil etmesi beklediğimiz ve arzu ettiğimiz durumdur. Hem üyelerinin sorunu için hem de işçi ve emekçilerin toplumsal sorunları karşısında taraf olan ve fiili meşru mücadele veren sendikalarda üzülerek söyleyelim ki beklediğimiz tutumları göremedik. Savundukları fikirler ve idealleri ile uygulamaları arasında açı bulunan sendikalarda iş çalışanların haklarını korumak ve geliştirmeye gelince bildiğimiz klasik tavır ile karşı karşıya kalmaktayız. Tüm Bel Sen Genel Merkezi ile yapmış olduğumuz toplu sözleşmemizde işten çıkarma koşullarını karşılıklı belirlememize rağmen, Tüm Bel Sen Genel Merkezi yönetimi çalışanlarıyla ve Sendikamız Tez Koop İş yöneticileriyle öncesinde hiçbir görüşme yapmamıştır. Diğer işyerlerinde karşılaştığımız tutumun aynısını Tüm Bel Sen Yöneticileri de yapmaktan çekinmemiştir. İşçilerini arayarak sizi şu tarihten itibaren işten çıkarıyoruz demekten başka hiç bir şey yapmamışlardır. Toplu sözleşme imzalamaya başladığımız yıllardan bugüne, sendikamız üyesi olan olmayan tüm çalışanlar öncelikle Tüm Bel Sen’i düşünmüş, “Tüm Bel Sen bir mücadele örgütüdür, ellerimizle kurduk ve tabii ki öncelikli olarak çalıştığımız sendikamızı yaşatacağız” demişlerdir. İki yıldır çalışanlarımızın, toplu sözleşmeden İSTEYİN, OKUYUN! kaynaklı alacakları ödenmemiş, yeri gelmiş çalışanlarımızın dilekçelerine cevap verilmemiş zaman zaman sendikalı – sendikasız işçi ayrımı yapılmıştır. Buna rağmen çalışanlarımız bu tutumu kamuoyuna yansıtmamıştır. Bunu yaparken amaç korku, çekince vb. kişisel duygu ve düşünceler değildir. Diğer sendikalarda olduğu gibi Tüm Bel Sen’de de çalışan işçiler haklarını bilen, mücadele içinde olan işçilerdir. Burada niyet çalıştıkları sendikayı kamuoyunda yıpratmamaktır. Sendikalara ve mücadele örgütlerine baskıların bu kadar yoğun yaşandığı bu topraklarda kendilerine yapılan haksız uygulamalara sessiz kalan işçiler takdir edilmesi gerekirken cezalandırılmıştır. Tüm Bel Sen Yönetimi bu iyi niyetli tutumu görmek istememiştir. Ve çalışanlarını bir çırpıda işten çıkarmaktan çekinmemiştir. Genel Başkanımız Sayın Gürsel Doğru 17.07.2007 tarihinde yapmış olduğu basın açıklamasında işten çıkarmaların haksız olduğunu belirterek, sorunu merkezi düzeyde görüşerek çözmeyi teklif etmiştir. Kurumların kamuoyunda yıpranmaması için karşılıklı görüşme talebinde bulunulmuş, işçilerin çıkarılmasında ısrar edilirse yasal ve demokratik hakların kullanılmasında tereddüt etmeyeceğimizi de açıklamıştır. Fakat Tüm Bel Sen Yönetimi bu çağrıya cevap vermemiş ve hiçbir adım atmamıştır. B i z d e Ş u b e o l a ra k G e n e l Merkezimizin bu kararını destekliyor, işten atılan üyelerimizin yanında olacağımızı bildiriyoruz. 26 Temmuz itibariyle üyelerimizle birlikte kararlaştıracağımız eylemlerimizi, Ankara’da, Tüm Bel Sen Genel Merkezi önünde başlatacağız. Tüm Bel Sen Genel Merkezini 8 işçinin işten çıkarılması kararını yeniden gözden geçirmeye davet ediyoruz. Tüm Bel Sen’in haksız ve toplu sözleşme hükümlerine aykırı olan işten çıkarma uygulamasına karşı demokratik kamuoyunu duyarlı olmaya ve işçilerin haklı mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz. 20.07.2007” Biz de burada sendika çalışanlarının hak arama mücadelesinin yanında olduğumuzu belirtiyor ve kendine işçi sendikası diyen sendikaların bu işçi düşmanı tutumlarından vaz geçmelerini talep ediyoruz. 31 Ağustos 2007 ✓ ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Şehit Muhtar Mah. Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 114’ün İşçi Eki · Eylül 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli panorama PANOR AM A Savaş ve silahlanma yarışı gölgesinde kalan “Dünya Barış Günü” - DÜNYA - B u yazıyı okuduğunuzda 1 Eylül “Dünya Barış Günü” geride kalmış, tüm barış isteyenlerle, savaş yürüttüğü halde barış ister görünenlerin nutuklarını dinlemiş ve yine normal günlük yaşantımızın, ekmek ve emek kavgamızın içinde olacağız. Belki de kimimiz atılan nutuklara, söylenen güzel sözlere, –barışı isteyip hayal ettiğimizden– kapılmış olacağız. Ya da savaşın kaynağının içinde yaşadığımız sömürü sistemi, yani kapitalizm olduğunun bilincinde olarak, egemenlerin yalanlarını yüzlerine haykırıp savaşların kaynağını kurutmak için daha da sıkı biçimde sınıf mücadelesine sarılacağız… Bu ikincisini seçenlere diyecek tek şey: Haydi! Mücadeleye daha sıkı sarılalım, haydi, işçileri, emekçileri kurtuluşları için mücadeleyi ellerine alması için daha da fazla bilinçlendirip, örgütleyelim! Savaşlardan bıkıp barış isteyen ama egemenlerin yalanlarına kananlara ise dünyamızda gerici, karşıdevrimci tüm savaşların kaynağını, emperyalistlerin ve gerici bölgesel güçlerin dalaşlarını ve barbarlığını göstermek gerekiyor. Her şeyden önce vurgulanması gereken gerçeklik, biz sınıf bilinçli işçilerin, gerçek ve sürekli barışı istediğimiz ve bunun için mücadele yürüttüğümüz olgusudur. Evet, biz barışı istiyoruz! Ezeni, ezileni olmayan, sömüreni, sömürüleni olmayan; ırk, renk, ulus, dil, cinsiyet vb. farklılıkların toplumun, dünyanın zenginliği olarak görüldüğü; herkesin eşit, özgür yaşadığı sömürüsüz, sınıfsız bir dünya istiyoruz. Böylesi bir dünya ise savaşların kaynağı olan sömürücü sistemin, kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla ancak yaratılabilir. Sürekli barış da ancak ve ancak savaşın kaynağının kurutulduğu, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyada mümkündür. Sürekli, gerçek barışı istediğimizden, insanların insanları sömürmesine karşı olduğumuzdan kapitalizme, sömürü sistemine karşı mücadele ediyoruz. Biz sınıf bilinçli işçiler, genel olarak ele alındığında savaşa, savaşlara karşıyız. Fakat savaşların tümden son bulması için, savaşların kaynağı olan kapitalizme son vermek için müca- Guernica, 1937, Pablo Picasso dele etmek ve savaşmak zorundayız. Ezilenlerin ezilmesine son vermek için zorunlu ve kaçınılmaz olduğundan dolayı. Ezilenlerin, sömürülenlerin ezenlere, sömürenlere karşı savaşı haklıdır, meşrudur. Bilince çıkarılması gereken şey, haklı savaşların da, gerçekte savaşlara, savaşın kaynağına son vermek için yürütüldüğü gerçeğidir. Tüm işçilerin, emekçilerin bilinçlerine kazıması gereken gerçeklik, kapitalizm koşullarında gerçek ve sürekli, kalıcı barışın mümkün olmadığıdır! Açlığın, yoksulluğun, susuzluğun… sömürünün var olduğu bir dünyada, gerçekte barış mümkün değildir. 1 Eylül “Dünya Barış Günü”nü de bu gerçekleri yaygınlaştırmanın, kapitalizme karşı proletaryanın sınıf mücadelesini yükseltmenin bir aracı haline getirelim. Gündemi barış değil savaşlar belirliyor… 1 Eylül 2007 “Dünya Barış Günü”nde de, dünyamızın birçok ülkesinde, bölgesinde çatışmalar, savaşlar yaşanmaktadır. Kimi verilere göre anda değişik düzeylerde ve şiddetlerde 40’a yakın çatışma, savaş yaşanmaktadır. Kimi verilere göre de 17 savaş içinde olmak şartıyla toplam 111 çatışmalı durum mevcuttur. Bu çatışma ve savaşların büyük bölümü gerici, karşıdevrimci savaşlar ve çatışmalardır. Dergimizin 107. sayısında 2006’dan 2007’ye kalanlara değindiğimiz yazımızda şunları söylemiştik: “Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi kimi savaşlar emperyalistlerin işgali ve işgale karşı direnişin olduğu savaşlardır. Filistin-İsrail arasındaki çatışma, savaş ise uzun süreli çatışmalara-savaşlara örnektir. Bu arada Lübnan da çatışmaların ve “barış adına” işgal güçlerinin yerleştiği ülkeler arasına katıldı. Kürt ulusal sorunu temelindeki çatışmalar sadece Irak’daki gelişmelerle değil, İran, Türkiye ve Suriye’deki gelişmelerle de içiçe varlığını sürdürmektedir. A f r i k a’n ı n bi rçok ü l kesi nde bu g ü n s av a ş y a ş a n m a k t a d ı r. Emperyalistlerin “barışı tesis etme” adına işgal güçlerini yolladıkları Kongo Demokratik Cumhuriyeti gibi ülkelere yenileri katılıyor. BM şimdi Somali’ye işgal gücü yolluyor, hem de bunun açıkça savaş ilanı olduğunu gizlemeden. Eritre, Etyopya, Sudan, Ruanda ve diğer ülkelerde de çatışmalar, savaş sürmektedir. Kafkasya’da da değişik biçimlerde çatışmalar, ya da anda düşük düzeyde de olsa Çeçenistan’daki savaş biçim değiştirerek varlığını korumaktadır. Asya’dan Afrika’ya, hatta kimi Latin Amerika ülkelerine kadar birçok ülkede çatışmaların, savaşların sürdüğü bir dünya halindeyiz. Nepal’deki çatışmalar şimdilik kimi anlaşmalarla durmuş olsa da Sri Lanka ve Filipinler’de egemen güçlere karşı silahlı bir mücadele, çatışmalar ve evet yer yer savaş haline dönüşen durumlar yaşanmaktadır. Tüm bunlar 2007 yılında da çatışmaların, savaşların süreceğini göstermektedir. Kimi çatışmalar son bulur, kimisi de başlar, ama savaşsız, çatışmasız bir 2007 yılı olmayacaktır.” (sayfa 13) Bu tabloya, tabloyu tamamlamak için kimi çatışmaları ekleyebilir, kimini de çıkarabilirsiniz. Ama işin özünde değişen bir şey yok. Emperyalistlerin “kalıcı barış çağı” propagandalarının gerçekte büyük bir yalan olduğu her geçen gün yeniden ispatlanmaktadır. Emperyalistlerin esas amaçları dünyaya egemen olmaktır. Dünyaya egemen olmak isteyen birçok güç olunca da çatışmaları, savaşları zorunludur. Onlar en iyi halde kendi hükümranlıklarını sürdürebilmek, yeni nüfuz alanlarını ele geçirmeye hazırlık dönemi için “barış”tan yana olabilirler… Hükümdarlar, hükümdarlığını, hükmederek sürdüreceklerdir… Böylesi bir durumda da gerçekte barış falan sözkonusu değildir, olamaz da. Silahlanma yarışında yeni rakamlar… “Stock holm U luslararası Barış Araştırma Enstitüsü”nün (SIPRI) 11 Haziran 2007 tarihinde kamuoyuna açıkladığı 2007 Yıllığı’na göre dünya çapında ilk kez silahlanma için harcanan para 1000 milyar (1 bilyon) doları aşmıştır. 2006 yılında silah- lanmaya harcanan toplam miktar 1.204 milyar (1,2 bilyon) ABD dolarıdır. Buna göre 2006 yılındaki harcamalar, 2005 yılına göre %3,5 artış göstermiştir. SIPRI’nin raporuna göre de ABD emperyalizmi büyük bir farkla ilk sıradadır. Ki, rapor silahlanmaya harcanan gerçek miktarı tümüyle içermiyor. Bu durum, hem sözkonusu enstitünün gerekli tüm bilgilere sahip olmamasından, hem de raporu hazırlayanların durumu olduğundan iyi, yani harcamaları düşük göstermeye çaba göstermesinden kaynaklanıyor. Örneğin ABD emperyalizminin hem Dışişleri Bakanlığı ve hem de Enerji Bakanlığı bütçeleri üzerinden de silahlanmaya para harcamaktadır. Sözkonusu giderler SIPRI’nin hesaplarında gözönüne alınmamıştır. Her bir Bakanlığın bütçesinden yıllık 30 milyar doların silahlanmaya veya askeri giderlere harcandığı bilgisi kimi batılı gazetecilerce verilmektedir. Kabaca söylendiğinde dünya çapındaki silahlanma, savaş harcamalarının %50’si ABD emperyalizmi tarafından harcanmaktadır. A BD emper ya l i zmi ni Büy ü k Britanya, Fransa, Çin, Japonya izlemektedir. SIPRI’nin rakamlarına göre durum şöyledir: ABD, 528,7 milyar dolar; Büyük Britanya 59,2 milyar dolar; Fransa, 53,1 milyar dolar; Çin, 49,5 milyar dolar (Çin’in silahlanma giderleri tahmini hesaplar) ve Japonya, 43,7 milyar dolar. Bu rakamların dünya çapındaki payı ise sırasıyla %46, %5, %5, %4, %4’dür. Yine bir başka veri ise, 15 devletin dünya çapındaki silahlanmanın %83’ünü elinde tutttuğu olgusudur. Bir başka olgu da 2002 yılından bu yana silahlanma harcamalarının %50 artış gösterdiğidir. Son 10 yıllık hesapları yapanların verileri ise %37lik bir artışın olduğunu göstermektedir. Genel askeri, silahlanma harcamalarında durum böyle iken, silah ihracatı ve ithalatında ise durum şöyledir: İhracat, 2002-2006: ABD, 32,1 milyar dolar, Rusya, 30,8 milyar dolar, Almanya 9,2 milyar dolar, Fransa, 8,9 milyar dolar, Büyük Britanya 4,5 milyar dolar. Çin ise 2,1 milyar dolarlık silah ihracatı ile 8. sırada yer 11 panorama almaktadır. Aynı dönem için ithalat: Çin, 14,6 milyar dolar, Hindistan, 10,2 milyar dolar, Yunanistan, 7,2 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri, 7,1 milyar dolar. Türkiye 2,9 milyar dolarlık silah ithalatı ile 9. sırada yer alıyor. Tüm bu verilerin “büyük silahlar” kategorisinde ele alınan silahlar için harcamalar olduğu, “küçük silahlar”ın bu hesaplarda gözönüne alınmadığı da bilinçlerde tutulmalıdır. En çok silah satanlar ABD ve Rusya’ d ı r. Bu du r u mda değ işen bir şey yok. En çok silah satın alanların durumunda da 2006 yılında değişiklik olmamıştır. Çin ve Hindistan 2005 yılında da en çok silah ithal eden ülkelerdi. Değişen durum, ABD’nin ihracatta Rusya’yı, Almanya’nın da Fransa’yı geçmesi ve Çin’in silahlanma harcamalarıyla Japonya’yı geçmesidir. Böylece Çin genel silahlanma harcamalarında dünya çapında dördüncü büyük güç konumuna yükselmiştir. Silahlanma yarışı ve de dalaşı kuşkusuz ki sadece bu rakamlarla açıklanmaz. Özellikle ABD’nin, AB’nin, Rusya, Çin ve Japonya’nın dünyanın yeniden paylaşımı dalaşında çok yönlü hesap ve planları işlemektedir… ABD emperyalizminin Çek Cumhuriyeti’ne ve Polonya’ya radar ve füze sistemleri yerleştirme planları gibi, Rusya’nın da buna karşı attığı adımlar, AKKA Anlaşması’nı dondurduğunu açıklaması, yeni tipte nükleer silahların üretimine yönelmesi vb. gibi adımlar, silahlanma yarışını, dalaşını kızıştıran kimi örneklerdir. Yerel güçlerin ya da erel büyük güç olma çabası içinde olan ama hâlâ emperyalist güç konumunda olmayanların silahlanma yarışı ve dalaşı da hızlı biçimde sürmektedir. Tüm bu dalaş ve savaşların gölgesinde ka lan “1 Eylül Dünya Barış Günü”nde, başta bu gerici, karşıdevrimci savaşlara karşı olanlar ve savaşların kaynağının kapitalist sömürü sistemi olduğunun bilincinde olmayan emekçi kitleler de barış istemektedir. Barış ise dünyamıza ne kendiliğinden ne de emperyalistler tarafından gelecektir… Gerçek ve sürekli barış dünya işçilerinin, emekçilerinin, “büyük insanlığın” eseri olacaktır. “Büyük insanlık” bu hedef uğruna emperyalist barbarlığa son vermek için mücadeleyi yükseltme görevine sahiptir. Emperyalist barbarlığa tümden son vermek, sömürü sistemini ve sömürücüleri tarihin çöplüğüne atmak, ancak ve ancak proletaryanın öncülüğünde gerçekleştirilecek devrimlerle mümkündür. Gerçek barışı sağlamak için de temel görev, işçi sınıfını sosyalizm bilinciyle donatmak ve komünist parti önderliğindeki mücadelede örgütlemektir. 12 18 Ağustos 2007 ✓ Seçimler ve saldırılar… - FİLİPİNLER - F ilipinler’de toplumsal yaşam çok yönlü… Bir yandan geçmişin sömürge olmanın geride bıraktığı izler; bir yandan uzun yılların gerici, faşist diktatörlüğünün kalıntıları, devamında Marcos diktatörlüğünü aratmayacak yönetimler… Aquino, Estrada ve Arroyo yönetimleri; diğer yandan ise, bu gerici diktatörlük yönetimlerine karşı değişik mücadeleler, bu çok yönlü yaşamı belirliyor. Ezenler ezmeye, iktidarlarını sürdürmeye çalışırken, ezilenler değişik biçimlerde ve örgütlenme temelinde baskılara, zulma karşı direniyor, baskılardan kurtulma mücadelesi yürütüyor. Kısacası Arroyo rejimine karşı da mücadele ulusal ve sınıfsal temellerde sürüyor. 2001 yılından beri Filipinler Arroyo tarafından yönetiliyor. 2004 yılındaki seçimlerde sahtekârlık yapıldığı ve bu temelde Arroyo’nun başkan seçildiği hemen herkes için tartışılmaz gerçeklik. Fakat buna rağmen Arroyo koltuğundan edilemedi. İki kere dokunulmazlığının kaldırılması için çalışıldı, olmadı. Bunun da esas kaynağı parlamentodaki büyük çoğunluğun Arroyo yanlısı olmasıydı. Bu bağlamda 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerin esas önemi, parlamentoda muhalefetin çoğunluğu ele geçirmesi durumunda, Arroyo’nun dokunulmazlığının kaldırılmasının gündeme geleceği ihtimaliydi. 14 Ocak’tan itibaren seçim kampanyası başladı. 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerde hem parlamento, hem senato ve hem de valilikler, belediye başkanlığı ve belediye meclisleri seçimleri sözkonusuydu. Seçim kampanyası ve seçimler, Filipinlerde genelde alışılmış olduğu gibi şiddet, ölüm ve çatışmalı geçti. 150 civarında insan yaşamını yitirdi. Bunlar esas olarak muhalif adaylar ya da herhangi bir katletme olayının şahitleriydi. Sonuçta Arroyo rejimine muhalif kesimler, Filipinler Komünist Partisi yanlısı olarak görülüp gösterilenler, sendikacılar, insan hakları savunucuları vb.leri rejimin katletme eylemlerinin kurbanları oluyordu. 2001 yılından beri, yani Arroyo’nun Başkanlık koltuğuna oturmasından beri 850’den fazla “yargısız infaz” ve 200 civarında da insanın kaybedilmesi, ortadan kaldırılması olayı yaşanmıştır. Sözkonusu 1000 kişiden fazla insanın rejimin savunucuları, uşakları tarafından bilinçli olarak katledildiği tartışma konusu bile değil. Sözkonusu bu insanlar genelde silahsız, sivil ama muhalif insanlar. Silahlı muhalif güçlerle çatışmalarda yaşamını yitirenler bu sayı içinde değildir. Örneğin Filipinler Komünist Partisi’nin silahlı gücü olan Yeni Halk Ordusu (NPA), Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF), Moro İslamcı Kurtuluş Cephesi (MILF) veya islamcı Ebu Sayyaf güçlerine karşı saldırıda ölen insanların sayısı belli değildir. Bu örgütlerin mücadeleleri farklı kanallarda yürüse de, hepsi de Arroyo rejimine karşıdır. Arroyo rejimi de doğal olarak bu güçlere karşı saldırı halindedir. Bu saldırıda Arroyo rejiminin en büyük ve açık destekçisi ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizminin Filipinlerde yerleşmiş askeri gücü bulunmaktadır ve 11 Eylül 2001 sonrası dönemin “teröre karşı mücadele”sini Filipinler rejimiyle ortak biçimde sürdürmektedir. Bu “teröre karşı mücadele” içinde “yargısız infazlar”, insanları kaçırma ve kaybetmeler, katliam ve işkenceler, siyasi hakların çiğnenmesi, ekonomik, sosyal ve kültürel hakların ayaklar altına alınması gibi durumlar sürekli ve sistemli yaşanmakta ve kendi kaderini tayin etme hakkı sistemli biçimde çiğnenmektedir. Bu arada 87 milyonluk nüfusun 65 milyonu, %75 civarındaki nüfus günde iki doların altındaki gelirle yaşama mücadelesi vermek zorundadır. 6,1 milyon kadar on yaşın altındaki çocuğun %25’i normal kilonun altındadır; 2,5 milyon çocuk çalışmak zorunda ve 1,5 milyon çocuk sokakta yaşamaktadır. Kısacası Filipinlerin sorunları saymakla bitmiyor. Seçimler, seçim sahtekarlığı yapıldığı, oyların satın alındığı, şiddetin gündeme geldiği ve 150 civarında insanın öldürüldüğü koşullarda yapıldı. Senato seçimlerinde 12 senatör seçildi, 2’si Arroyo yanlısı seçilen diğerleri ise esasta muhalefet adaylarıydı. Fakat parlamentodaki büyük çoğunluk Arroyo yanlısı partilerin elinde kaldı. Böylece Arroyo’nun dokunulmazlığının kaldırılması ihtimali ortaya çıkmadı. Buna göre Arroyo en azından 2010 yılına kadar başkanlık koltuğuna oturacak… Valiler, belediye başkanları ya da belediye meclislerinin seçimi o kadar önemli görülmedi. Sonuçta seçimler senatoda ya da kimi valilik veya belediye başkanları seçimlerinde değişikleri beraberinde getirse de, özde bir şey değiştirmedi. Seçimlerdeki sahtekârlıklar da sonucu değiştirmiyor. Ülkenin esas sorunları başkadır. Bir yandan Filipinler rejimi ve ABD emperyalizmi “terörizme karşı mücadele” adına saldırganlığını sürdürürken, aynı zamanda bu saldırganlığa karşı mücadele, hem Yeni Halk Ordusu, hem de özellikle Ebu Sayyaf örgütü güçleri tarafından değişik biçimde sürdürülmektedir. ABD emperyalizmi El Kaide ile ilişkili gösterdiği Ebu Sayyaf ’ın liderlerinin başına 5’er milyon dolar ödül koyarken; Arroyo 2006 Haziran ayında “komünist isyanın iki yıl içinde” bitirileceğini ve ordu ile kendisini birleştirenin “bu harç” olduğunu ilan ediyordu. Bu i la nın doğa l sonucu ise, Filipinler Komünist Partisi yanlısı olduğu düşünülen, öyle ilan edilen herkese karşı sınırsız saldırı ve yok etme savaşı sürdürmektir. Bir yandan Yeni Halk Ordusu güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirilirken, esasta da silahsız ve legal alandaki muhalefeti sindirme siyaseti yürütülmekte, çoğunlukla siviller katledilmektedir. Kim “komünist” veya “terörist”, kararı rejimin güçleri vermektedir. Kelimenin gerçek anlamında “komünist” olarak görülenlerin katledilmesinin vacip olduğu, “görüldüğü yerde kurşuna dizilmesi” gerektiği gibi bir durum yaşanmaktadır. “Terörizme karşı mücadele” kanunu ile de bu durum tümüyle yaşanmaz kılınmaktadır. Artık öyle taşınmaz bir durum var ki, ABD firması Walmart bile katletmelere artık bir son verilmesini talep etmektedir… Arroyo rejimi ABD emperyalizminin doğrudan desteğiyle, onunla omuz omuza baskılara, sömürüye kapitalist sisteme karşı mücadele edenlere saldırı halindedir. Hem komünist isyanı bastırmaya, hem de Ebu Sayyaf örgütü gibi islamcı ve El Kaida ile ilişkili gösterdiği güçlere karşı son yılların en yoğun saldırılarını gerçekleştirmektedir. Kamuoyuna yansıyan haberlere göre çatışmalar değişik düzeylerde sürüyor. Kelimenin gerçek anlamında bir savaş yürümektedir Filipinlerde. Bu savaş ve çatışmalar içinde kuşkusuz ki öncelikle bizi ilgilendiren Filipinler Komünist Partisi ile Yeni Halk Ordusu’nun, devrimci muhalefetin mücadelesidir. Arroyo rejiminin komünistlere karşı mücadele ilanı pratik olarak başta sivil muhalefeti sindirme ve askeri olarak da Yeni Halk Ordusu güçlerine karşı saldırılar biçiminde sürerken, kimi tanınmış muhalif kesimlere karşı da değişik biçimlerde saldırılar gündemdedir. panorama Marcos diktatörlüğüne son verilmesinin 20. yıldönümünde, 25 Şubat 2006 tarihinde yapılan eyleme katılmak isteyen ve Arroyo rejimi tarafından tutuklananlar arasında Bir Mayıs Sendikası Başkanı ve Filipinler Senatosu üyesi Crispin Beltran da vardır. Beltran 2001-2004 yılları arasında HUML (ILPS) Başkanlığı da yapmıştır. “Suçu” Marcos diktatörlüğüne son verilmesini kutlama eylemine, yürüyüşüne katılmak olan Beltran’ın, dokunulmazlığı bile ayaklar altına alınmış ve geçmişte “halkı isyana teşvik etmek” gerekçesiyle tutuklanmıştır. Tüm protesto eylemlerine ve taleplere rağmen Beltran hâlâ serbest bırakılmamıştır. Beltran’ın katledilmemiş olmasının esas temeli, onun uluslararası alanda tanınmasıdır gerçekte. Yoksa zindanlara tıkılan sayısız muhalif insanların belirsiz kaderine, faili belli (meçhul) “yargısız infazlarına” çoktan kurban gitmesi büyük bir olasılıktı… 73 yaşını doldurmuş ve hasta durumda olan Beltran’ın tedavisinin bile engellendiği bir ülkede, bu durum, son yıllarda tutuklanan yüzlerce muhalif insanın sonunun hiç de iyi olmayacağının açık göstergesidir. Komünist isyana karşı mücadele sadece Filipinler çapında yürümüyor. Örneğin, FKP’nin başkanı ve YHO’nun (NPA) şefi olarak görülen Prof. Jose Maria Sison’a karşı AB Konseyi’nin tavrı, uluslararası çapta komünistlere karşı saldırının bir örneğidir. Filipinler Ulusal Demok ratik Cephe’nin siyasi başdanışmanı olan Sison’un durumu hakkında, Hollanda’nın en yüksek mahkemesi tarafından birkaç kez uluslararası kanuna göre siyasi mülteci olduğu kararı verilmesine rağmen, AB Konseyi 28 Haziran 2007 tarihinde Sison’u “terörist” olarak “kara listeye” alma tavrını takınmıştır. AB yüksek mahkemesi 11 Temmuz’da bu kararı geçersiz ilan etse de Sison şahsında Filipinler Komünist Partisi’ne ve Yeni Halk Ordusu’na karşı saldırılar uluslararası düzeyde de sürdürülmektedir. Gerek Beltran’ın gözaltına alınmasına karşı, gerekse de Sison’a karşı AB’nin saldırılarına karşı mücadele, enternasyonal dayanışmanın gerekleridir. Daha önceleri de söylediğimiz gibi: Arroyo rejiminin Filipinler halkına karşı zulmünü lanetlerken genelde faşizme karşı mücadele edenlerle, özelde de Filipinler Komünist Partisi’yle dayanışma içinde olduğumuzu; onların sınıfsız, sömürüsüz bir dünya için mücadelesinin bizim de mücadelemiz olduğunu bir kez daha haykırıyoruz. Ya ş a sı n proletarya enternasyonalizmi! Beltran hemen ve koşulsuz serbest bırakılmalı ve Sison’a yönelik saldırılara hemen son verilmelidir! 19 Ağustos 2007 ✓ “Gerillalar halkın ordusudur…” - OAXACA - sonra yeni bir başkanımız var. YDİ Cağrı- Calderone baskılardan önce de başkan değil miydi? R. L. Acevedo- Hayır. Başkan Vicente Fox’tu. Fox bizim üstümüze polisleri saldı. Calderone yeni başkan ve şimdi Meksika’da uyuşturucuyla çok büyük bir mücadele var. Ocak ile Haziran ayları arasında uyuşturucuyla mücadele için tam 1500 kişi öldürüldü ve bu yüzden de Calderone uyuşturucuyla mücadelemiz olduğu için bütün askeri üsleri ve birlikleri tüm yurda dağıtıyor. YDİ Cağrı- Bunları bahane ederek tüm halka yayacak yani. R. L. Acevedo- Evet Daha önceki sayılarımızda Oaxaca direnişi hakkında yazmış, gelişmelerden okurlarımızı haberdar etmiştik. 113. sayımızda katıldığımız Halkın Hakları Forumu üzerine bir yazı yayınlamıştık. Bu forumda Oaxaca’dan gelen bir konuk vardı. Meksika Oaxaca Halk Meclisi (APPO) temsilcisi Rocio Luna Acevedo. Onunla kısaca Oaxaca üzerine söyleştik. Bu söyleşiyi aşağıda okurlarımızla paylaşıyoruz: Y Dİ Cağrı- Oaxaca direnişi ve APPO hareketi Türkiye’de biraz devrimci bir başkaldırı olarak tanıtıldı, öylemi acaba, gerçekten devrimci bir başkaldırı mı? Zapatista’ların size karşı tutumu ne? R. L. Acevedo- Zapatistalar ya da Laura Campania gibi örgütlerin daha farklı bir mücadelesi var. Kendi hedefleri için farklı mesajları var. Marcos’un bizim öğretmenler hareketi ya da APPO hareketine karşı tavrı büyük bir dayanışma örneği değildir. Marcos bizimle yalnız birkaç ortak amaçta aynı düşünüyor. Markos bizimle politik bir ilişki geliştirdi, öğretmenlere “tamam bu sizin hareketiniz”, APPO’ya “tamam bu sizin hareketiniz” diyor ama bizim mücadelemiz farklı diyor. Bazı gösterilerde ve aktivitelerde Marcos insanlarını bize gönderdi ama yine de Marcos % 100 bizimle değil ve bizim de Oaxaca’da faklı bir hedefimiz var. Devrimci bir hareket olup olmadığımızı sormuştunuz. APPO hareketi bir devrim gibi tüm sosyal ve politik alanda dönüşümü olan bir hareket değil, daha kısıtlı bir hareket. Bizim Meksika devrimi gibi bir tecrübemiz oldu ama kısa süren deneyim oldu çünkü devrimden sonra her şey eskiye döndü. Neo-liberal ve sağ hükümetler tekrar kuruldu. Bazı gerilla örgütlerinin bizi desteklediğini biliyoruz, fakat kendilerini pek gös- termiyorlar ama parti tüzüklerinde bizleri yalnızca moral ya da politik olarak değil gerektiğinde silahları ve ordularıyla destekleyebileceklerini ilan ettiler. YDİ Cağrı- Siz gerillaların silahlı desteğini istiyor musunuz? R. L. Acevedo- Eğer gerekli olursa yardım edebileceklerini söylüyorlar. Şu anda Oaxaca’da bir şeyler hazırlanılıyor. Mercimek fırına verildi. Yeni bir çeşit mücadele hazırlığı başlıyor. YDİ Cağrı- Ne tür bir mücadele acaba? R. L. Acevedo- Gerillalar eğer baskılar Haziran’ın 14’üne kadar kaldırılmazsa mücadeleye katılacaklarını bir manifesto ile hükümete bildirdiler. YDİ Cağrı- Marcos’un daha aktif bir şekilde mücadeleye katılacağını mı söylüyorsunuz? R. L. Acevedo- Marcos’tan bahsetmiyorum, gerillaları kastediyorum. Gerillalar başkadır Marcos başkadır. Marcos bizim gerilla olarak gördüğümüz biri değil. Gerillalar halkın ordusudur, Marcos’tan bahsetmiyorum. Öğretmenler olarak hem yerel hem de federal hükümetin baskısı altındayız ama şimdi bu yeni Başkan Felipe Calderone ile baskılardan YDİ Cağrı- Türkiye’de bir Latin Amerika devriminden bahsediliyor. Chavez ya da Moralles gibi. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? İlişkiniz nasıl onlarla? R. L. Acevedo- Sol hükümetlere karşı sempati duyuyoruz. Bazı aktivitelerimize Kolombiya, Venezüella ve Bolivya’dan insanlar gelip bizimle deneyimlerini paylaşıyorlar. Tabi ki Chavez’i ve Bolivya’yı politik bir hareket olarak destekliyoruz, sadece Latin Amerika mücadeleleri olarak değil, bir dünya mücadelesi olarak. Eğer Calderone baskılarını ağırlaştırırsa mücadelemiz Bolivya’ya, Venezüella’ya da sıçrayacak. Şu anda barış içinde pazarlıklar ve anlaşmalar süreci içerisindeyiz ama hükümet bizi zorlamaya devam ederse yalnızca Oaxaca’da değil Meksika’nın birçok yerinde mücadele başlayacak. Sadece bir tane Marcos değil birçok Marcos ortaya çıkacak. Şu anda söylediğim şey sıra dışı ya da bilinmeyen bir şey değil, bu Oaxaca’lı insanların düşünceleri. Biz hükümetin bu sömürüyü durdurması gerektiğine inanıyoruz çünkü daha fazla direnemezler. Eğer buna bir son vermezlerse yalnızca Oaxaca değil bütün eyaletler ayağa kalkacak. Yalnızca bir eyaletteki adaletsizlikten bahsetmiyoruz tüm ülke zengin ve fakir diye ayrılmış durumda. Birçok fakir insan var ve eğer bu neo-liberal politikalar sona ermezse tüm ulus harekete geçecek. YDİ Cağrı- Son soru, kadınların bu mücadeledeki yeri nedir? R. L. Acevedo- Bizim APPO bünyesinde bir kadın örgütümüz var. Kadınların hareketi bizim için önemli çünkü kadınlar maço kültüründen dünyanın her yerinde olduğu gibi acı çekiyorlar. Şu anda bu durumumuzu değiştirmeye çalışıyoruz. Düşünüyoruz ve konuşuyoruz. YDİ Cağrı- Kendi kadın örgütünüz var mı, adı nedir? R. L. Acevedo- Evet, adı COMO. Oaxaca Women Coordination. Çağrı: Söyleşi için teşekkür ederiz. ✓ 13 yaşam temellerini koruma mücadelesi Susuzluk kader değil! 2 007 yılının üzerinde konuşulan en önemli olaylarından birini de su sorunu oluşturuyor. Su açısından zengin kaynaklara sahip olduğu belirtilen Türkiye’nin, bu yaz yaşadığı su sorunu, aslında su açısından Türkiye’nin hiç de zengin olmadığını gösterdi. Batıda kış ve bahar aylarında yeterli yağış yağmaması sonucu, göller, nehirler kurudu. Barajlarda önemli oranda su seviyesi düştü. Bunun sonucu olarak özellikle Ankara ve İstanbul’da alarm zilleri çalmaya başladı. Ankara’da barajlarda su seviyesinin önemli oranda düşmesi sonucu su kesintilerine başlandı. Su kesintisinden esas olarak emekçiler etkilendi. Emekçilerin oturduğu semtlere su uzun aralıklarla verilebiliyor. Belirli aralıklarla verilen su, basınç nedeniyle ana su borularının patlamasına yol açtı. Su sorunun tam ortasında milyarlarca metre küp su boşa aktı. İstanbul’da da barajlarda su oldukça azaldı. Gelecekte İstanbul için su sorununu çözmek için Melen Çayı suyunun İstanbul’a getirilmesi çözüm olarak sunulmaktadır. Melen Çayı ise balık ölümleri ile gündeme geldi. İzmir’de de su kaynakları giderek azalmaktadır. İzsu’nun çağrısı ile yapılan tasarruf kampanyası sonucu olarak, İzmir bu yaz su sorunu yaşamayacaktır. Ancak gelecekte İzmir’de su sorunu yaşanacaktır. Yaz ortasında cemaat yağmur duasına çıktı. Her şeyde olduğu gibi, yağmur da Allaha havale edildi! Türkiye’de su Yıllık ortalama yağış Yağan yağmurdan akarsulara, göllere boşalan miktar Yer altı suyu potansiyeli Ekonomik olarak geliştirilebilir su potansiyeli Yer altı suyundan kullanılan sulama suyu Yer altı suyundan kullanılan içme suyu 643 mm Türkiye’de tatlı su kaynakları giderek azalmasının çeşitli nedenleri var. Önemli nedenlerden biri, suyun hiç bitmeyecekmiş gibi bilinçsiz kullanımı oluşturuyor. Örneğin Konya Türkiye’nin buğday ambarı olarak adlandırılıyordu. Adlandırılıyordu diyoruz çünkü Konya bu özelliğini bu yıl kaybetti. Yerüstü ve yer altı su kaynaklarının bilinçsizce tamamen tüketilmesi sonucu buğday rekoltesinde yüzde 60 civarında bir düşüş yaşandı. Tatlı su kaynaklarının azalmasının diğer bir önemli nedeni, en önemli nedeni küresel ısınmadır. Küresel ısınmanın temelinde fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, kömür) enerji üretiminde kullanılması yatmaktadır. Küresel ısınma sonucu olarak tüm dünyada iklimler değişmiştir. Bu iklim değişikliklerinden Türkiye de payını almıştır. Küresel ısınmanın Türkiye’ye yansıması, Karadeniz bölgesi hariç, kuraklık, buna bağlı olarak çölleşme olacağı hesaplanmaktadır. Bu yıl yaşanılan kuraklık gelecekte yaşanılacağı ön görülen çölleşmenin habercisidir. Gelecekte su altın değerinde olacaktır. Tatlı su kaynakları azalacağı için su uğruna savaşların olacağı öngörülmektedir. Ortadoğu’da su kaynakları, su kaynaklarının denetimi, çıkacak çatışmaların, savaşların en önemli nedenlerinden biri olacaktır. Evsel atıklar, kimyasal maddeler, çarpık kentleşme, plansız yerleşme, ormanların yok edilmesi vb. gibi etkenler tatlı su kaynaklarının azalmasının diğer bazı nedenleridir. Bizler de çevremizdeki su kaynaklarının zehirlenmesi, hoyratça kullanılması konusunda duyarlı olmalı, inisiyatif geliştirmeli, su kaynaklarını zehirleyenlere karşı mücadelenin ön safında yer almalıyız. Günlük ihtiyaçlarımızı karşılarken suyu israf etmemeli, bu konuda çevremize örnek olmalıyız. Su başta olmak üzere, doğal kaynakları kar uğruna hoyratça talan eden kapitalizmdir. Kapitalizmde temel amaç daha fazla kar olduğu için doğal dengenin değişmesi, çevrenin kar uğruna katledilmesi kapitalistleri ilgilendirmemektedir. Kapita lizm geleceğ i mizi yok etmektedir. Geleceğ i mize sa hip çı k a l ı m. Kapitalizme karşı mücadelemizi yükseltelim!. 16 Ağustos 2007 ✓ Aliağa’da termik santral yapılmasına hayır! 186 milyar m3 41 milyar m3 110 milyar m3 2,1 milyar m3 2,0 milyar m3 Yer altı suyundan kullanılan endüstri suyu 2,1 milyar m3 Yılda kişi başına düşen su miktarı (65 milyon 1700 m3 nüfusa göre) Kişi başına ortalama günde içme kullanma 250 L/S suyu tüketimi Su kullanımı (2003) 40,2 milyar m3 yer altı suyu 6,2 milyar m3 yüzeysel su 34 milyar m3 Suyun sektörel kullanımı (2003) 14 sulama 29,5 m3 içme 6,2 milyar m3 endüstri 4,3 milyar m3 İ zmir Aliağa Çakmaklı Köyü ile Gencelli Koyu‘na kadar uzanan arazi üzerinde 18 yıl önce termik santral yapılmak istenmişti. Termik santral planı, köylülerin ve çevrecilerin verdiği hukuk mücadelesi sonucu rafa kaldırılmıştı. 18 yıl önce bölgeye termik santral yapılmasına karşı direnen köylüler, bu bölgede termik santral yapılamayacağına ilişkin yargı kararı olmasına rağmen, neyin değiştiğini soruyor ve gerekirse yeniden mücadele edeceklerini söylüyorlar. 18 yıl önce rafa kaldırılan Aliağa’ya termik santral yapma planı, bu günlerde yeniden gündemde. Aliağa’da termik santral yapmak için Enka Holding, Habaş, Batıçim Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’na lisans başvurusu yaptı. Batıçim Aliağa’da 80 dönüm arazi satın aldı. Batıçim 350 milyon dolar harcayarak 250-300 MW kapasiteli yaşam temellerini koruma mücadelesi termik santral yapmak istiyor. Habaş aynı yerde 618 MW’lık termik santral yapmak istiyor. Enka Holding Aliağa’da termik santral yapma planından vazgeçmiş, lisans başvurusunu geri çekmiştir. Enka Holding’in Aliağa’da bir doğalgaz çevrim santrali var. Küresel ısınmanın temelinde, fosil yakıtların enerji üretiminde kullanılmasının bulunduğu gerçeği, genel kabul görüyor. Buna gerçeğe rağmen nasıl oluyor da çevreye ve insan sağlığına zararlı yeni termik santraller yapılmak isteniyor? Kapitalizmde üretimim temel amacı sadece daha fazla kar olduğu için, kapitalistler sadece kazanacakları tatlı karları düşünüyorlar. Onlar çevre ve insan sağlığını, kendilerine kar getirmediği sürece, üzerinde düşünülecek bir şey olarak görmüyorlar. Fosil yakıtların kullanıldığı enerji üretimi kapitalistler için epey karlı olmaktadır. Bu nedenle, çevre ve insan sağlığı tehlikeye girecekmiş onlar için önemli değildir. Ne de olsa anlayışları “benden sonrası tufan”dır! Aliağa’da; petrol rafinerisi, demir çelik fabrikaları, gemi söküm tesisleri ve diğer tesisler nedeniyle çevre sağlığı ve canlı yaşam çok büyük risk altında bulunmaktadır. Aliağa’ya termik santral yapılması, sadece Aliağa için değil İzmir ve Kuzey Ege kıyıları ve bölgenin tamamı için çevresel felaket yaratacaktır. Termik santraller içinde, örneğin Yatağan Termik santralinin çevreye verdiği zararlar ortadadır. Yatağan termik santrali yatağanlıları sık sık evlerine hapsetmesi ile gündeme gelmektedir. Santralin bacalarından çıkan zehirli gazlar, Yatağan’da çevreyi küle dönüştürmüştür. İnsanlarda kanser ve üst solunum hastalıkları artmıştır. Santralin çevresinde tarım yapılması olanaksız hale gelmiştir. Santral bacalarından dışarı atılan kükürt ve azot, atmosferdeki su buharı ile birleşerek, asit yağmuru şeklinde tekrar toprağa dönmektedir. Asit yağmurları Yatağan’da olağan hale gelmiştir. Bütün bunların aynısının termik santral yapıldığı koşullarda Aliağa’da olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yoktur. Çevreye zararlı, temelinde fosil yakıtların kullanımının durduğu enerji türlerine muhtaç değiliz. Ülkelerimiz yenilenebilir, alternatif enerji kaynakları açısından oldukça zengindir. Güneş, rüzgar, jeotermal bize yeter. Sadece güneş enerjisinin enerji üretiminde kullanılması yeter de artar bile! Çevreye zararlı enerji türlerine, termik santrallere hayır! Tüm termik santraller kapatılsın! Yenilenebilir, alternatif enerji kaynaklarına evet! 22 Temmuz 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Her yaz tekrarlanan felaket; Orman yangınları! Hızlı bir şekilde yangına müdahale edebilen, binlerce metreküp su alabilen yangın söndürme uçaklarını bu devlet almıyor. Gerekçe “kaynak yok!” Oysa bu devlet silahlanmaya, savaş giderlerine milyarlarca dolar harcıyor. H er yıl yaz aylarında, çıkançıkartılan orman yangınları sonucu binlerce hektar ormanlık alan kül oluyor. Her geçen yıl, bir önceki yılı aratıyor. Orman yangınları sayısı her yıl katlanarak artıyor. Yanan ormanlık alan da katlanarak büyüyor. Antalya’da 1 Haziran’dan beri 130’u aşkın orman yangını çıktı. Geçen yıl bu sayı 40’tı. Bu yılda, Haziran, Temmuz ayları içerisinde, Mersin, Antalya, Muğla, İzmir, Denizli, Balıkesir’de çıkan orman yangınlarında binlerce hektar orman alanı kül oldu. Temmu z ay ı içinde Bod r u m Güvercinlik köyü ile Milas’ın Meşelik Köyü’nde çıkan orman yangınında 80 bin adet Halep çamı kül oldu. Dünyanın koruma altındaki en büyük Halep çamı ormanı 150 yaşında idi. Ya koruma altında olmasaydı, diye düşünemeden edemiyor insan! Her orman yangını sonrası, timsah gözyaşları dökülüyor. “Ciğerlerimiz yandı” feryatları yükseliyor. Yanan orman alanlarının imara açılması, maden arama şirketlerine tahsis edilmesi, akıtılan gözyaşlarının sahte olduğunu gösteriyor. Bu ülkede yaşamsal önemi olan, giderek azalan ormanlık alanlara gerekli önem verilmiyor. Önem verilmediğini Orman Bakanlığı’nın elinde bulunan orman yangınlarını söndürme filosu gösteriyor. Orman Bakanlığı’nın elinde 29 helikopter, 15 THK uçağı, 6 tane amfibik uçak var. Bunlar dışında ellerinde kazmakürekle çalışan binlerce işçi, greyder, kepçe, arazöz var. Aynı anda çeşitli yerlerde çıkan orman yangınlarına müdahale için bu filonun yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Hızlı bir şekilde yangına müdahale edebilen, binlerce metreküp su alabilen yangın söndürme uçaklarını bu devlet almıyor. Gerekçe “kaynak yok!” Oysa bu devlet silahlanmaya, savaş giderlerine milyarlarca dolar harcıyor. En yeni savaş uçağı almaya gelince kaynak bulunabiliyor. Tankların modernizasyonuna gelince kaynak bulunabiliyor. En yeni helikopter almaya gelince kaynak sorunu olmuyor. Fakat çevre için yararlı bir iş yapmaya gelince kaynak olmuyor. Sadece bu durum bile, neye önem verildiğini gösteriyor. Tunceli’de “teröristler barınmasın” diye ormanlar yakılıyor. Batıda ağaç dikme törenleri yapılıyor. Ağaç dikme kampanyaları düzenleniyor. Çevrenin önemi üzerine nutuklar atılıyor. Bütün bunlar sahtekarlıktır. İkiyüzlülüktür! Bu düzende çevrenin korunması, çevreye önem verilmesi olmayacak bir iştir. Her şeyin paraya göre belirlendiği, üretimin amacının daha fazla kar olduğu bu düzende çevre ve toplum sağlığı gözetilmemekte, gerekli önem verilmemektedir. Kapitalizmde toprak önemli bir rant aracıdır. Özellikle kıyı alanlarında ormanlık alanlar bilinçli olarak yakılmakta, turizm için yapılaşmanın yolu açılmaktadır. Ormanın olmadığı, yeşil bitki örtüsünün olmadığı alanlarda betonlaşma kar sayılmaktadır. Para ve kar hırsı temelinde hareket edildiği için uzun vadede ormanın, yeşil bitkisinin olmadığı alanların, kaybedileceği gerçeği görülmemektedir. Orman yangınlarının nedenlerinin yüzde 90’ı insan kaynaklıdır. Anız yakma, sigara izmariti, piknik ateşi, kasten yakmayı örnek olarak verebiliriz. Ormanların, yeşil bitki örtüsünün olmadığı bir yerde amaç ne olursa olsun yapılaşma ile gelecek karın uzun ömürlü olmayacağı, gerçeği görülmemektedir. Üretimin amacının toplumun ihtiyaçlarını karşılamak olacağı, doğa yasalarının bilincinde, doğa ile uyumlu bir yaşam ancak sosyalizmle mümkündür. Dünyanın mahva sürüklenmesini ancak sosyalizm önleyebilir. Ya barbarlık ya sosyalizm! Çevre alanında da seçenek ler bunlardır. 22 Temmuz 2007 ✓ 15 yeni dünya gençliği Gençlik gelecektir, gelecek ellerimizde! Y eni Dünya Gençliği aktivistlerinin düzenlemiş olduğu ‘‘İşçi gençliğin sorunları ve Gençlik Enternasyonali’nden deneyimler’’ konulu etkinlik Esenyurt Güney Kültür Merkezi’nde 60 kişinin katılımıyla gerçekleştirildi. İşçi ve öğrenci gençliğin sorunlarının tartışıldığı, Gençlik Enternasyonali’nden de örnekler verilerek sürdürülen etkinlik, tiyatro gösterimi ve müzik dinletisiyle de kültürel boyut kazandırılarak coşkulu bir şekilde son buldu. Etkinlik tarihi ile Türkiye’deki genel seçimlerin tarihi aynı olduğu için kısaca seçimler üzerine tavrımız anlatıldı. Bu bağlamda; 80 küsür yıldır halkımızın önüne seçim sandığı koyarak özünde ‘‘seni daha çok kimin sömürmesini istersin’’ biçiminde egemenler bizlere geldiler. Gelirken bizlere birçok vaatler ettiler. Daha sonra başa geldiler. Başladılar ‘‘iş’’ yapmaya!!!... İçtiler kanımızı, iliklerimize kadar sömürdüler... 80 yıldır emekçiler açısından aslında, değişen çok şey oldu. Yoksulluğumuz daha da arttı, çilelerimiz katmer katmer çoğaldı. İşte yine, yeni bir seçim dönemi ve yine aynı söylemler. Emekçiler açısından değişen bir şeyin olmayacağı aslında açıktır. Gerçek çözümün dev- rimde, sosyalizmde olduğu anlatıldı. İşçi gençliğin sorunları bölümünde; çocuk emeğinin sömürüldüğü, genç işçilerin zor şartlarda ve düşük ücretlerle çalıştırıldığı kapitalist sistemde gençlere ancak geleceksizlik ve umutsuzluk verildiği üzerine duruldu. Öğrenci gençliğin sorunları bölümünde ise; gençliğin daha ortaokul sıralarında ‘‘bir yarış atı edasıyla’’ yarıştırılmaya başlandığı, önüne önce OKS ve daha sonra lise sıralarında da ÖSS duvarının konulduğu belirtilerek kapitalist eğitim sisteminin bilimsellikten uzak ve ezbere dayalı bir sistem olduğu vurgulandı. Her iki bölümde de çözümün örgütlü mücadelede olduğu ve sosyalist sistemin ancak gençler açısından gelecek ve umut vaat edeceği belirtildi. Etkinliğin kültürel bölümünde ilk önce Tiyatro Güney sahne aldı. Oyunda, gençlerin ÖSS sınavına hazırlandıkları dönemde yaşadıkları sıkıntıları, kâbusları anlatan bir bölüm ve feodal aile ilişkilerini, gençlerin burjuva alışkanlıklarını eleştiren bölümler vardı. Daha sonra sahneye Özgürlük Korosu çıktı. Birbirinden güzel türkü, şarkı ve marşlarla kitleyi oldukça coşturdular. Özgürlük Korosu, yerin yüzlerce metre derin- Maksim Gorki “ANA” 16 Bir aile düşünün. Anne, baba ve genç bir evlat. Baba alkolik biridir. Eve her gün içerek gelir. Ve aile bireylerine hakaret eder. Eserin ana kahramanı anne yani pelage’dir. Pelage oldukça iyi kalpli temiz biridir. Ailenin tek çocuğu olan Pavel ise babası gibi alkoliktir. Bir süre sonra baba ölür. Zaten alkoliktir ve başka rahatsızlıkları baş gösterince daha fazla hayatta kalmaz. Babasının ölümünden sonra bu kez de Pavel eve her gün içerek gelir ve annesine hakaretler yağdırır. Ancak son zamanlarda Pavel’ in davranışlarında bir tuhaflık görülür. Tuhaflıktan kasıt; Pavel’in annesine karşı olan davranışlarındaki iyileşmedir. Önceleri annesine bağırıp çağıran Pavel artık annesine; ana, anacığım, siz şeklinde hitap etmeye başlar. Pelage hayretler içerisindedir. Bu duruma çok şaşırır. Çocuğundaki bu değişme onu korkutur. Aslında Pelage oğlundaki bu olumlu değişme nedeniyle çok sevinir. Ama bir yandan da oğlunun neden yaşıtları gibi davranmadığını kendisine sorar. Pelage bir gün oğluyla konuşma fırsatı bulur. Ona, neden böyle davrandığını kendisindeki bu değişmenin nedenini sorar. Pavel’de annesine: yasak kitaplar okuduğunu ancak bu kitaplarda, haklarının savunulduğunu söyler. Ayrıca Pavel annesine: ana bir düşün; kırk yaşındasın ama bir gün bile insanca yaşadın mı? der. Bu konuşmalar karşısında Pelage çok korkar. Oğluna; kendisi için endişe ettiğini söyler. Pelage oğlunun yasak dediği kitapları evinde görür ve bu kitapların sayısının da gün geçtikçe arttığını fark eder. Bir gün Pavel annesine; şehirden arkadaşlarının geleceğini ve toplantı yapacaklarını söyler. Pelage çok korkar. Bu liklerinde çalışan maden işçilerini, sıcağın altında çalışan tarım işçilerini, özgürlük mücadelesi veren İspanya halklarını ve işçilerin, emekçilerin devrim saflarında yerlerini almalarını konu alan parçalar söylediler. Yine etkinlik çerçevesinde yer alan, Yeni Dünya Gençliği’nden arkadaşların çektikleri fotoğraflar sergi haline dönüştürülerek katılımcıların beğenisine sunuldu. Nemrut Dağı’ndan, Abant Gölü’nden, sokakta toz toprak içinde oynayan çocuklardan ve doğa resimlerinden oluşan fotoğraf sergisi oldukça beğeni topladı. Etkinlik bağlamında, katılımcıların genel değerlendirmesi oldukça olumluydu. Etkinliğin hazırlanışı, baştan sona kolektif bir çalışmayla gerçekleştirildi. Kamera ve fotoğraf arkadaşların nasıl insanlar olduğunu düşündükçe korkusu büsbütün artar. O gün gelir. Pavel’in arkadaşları eve tek tek gelirler. Konuşmalar başladığında Pelage çocuklardaki samimiyeti anlar. Dolayısıyla bu gençlerden korkulmaması gerektiğini düşünür. Artık toplantılar daha sık yapılmaya başlar. Pavel ve arkadaşları bir fabrikada işçidir. Mücadelenin sürdürülmesi için fabrikaya bildiriler dağıtılır. Tabi Pavel’in evine giren çıkanların artması komşuları huzursuz eder. Bunun üzerine de çarlık düzeninin güvenlik güçleri Pavel’in evine sık sık baskınlar yapar. Yapılan baskınların birinde Pavel tutuklanır. Pavel hapse düşünce bildirileri kimin dağıtacağı sorunu ortaya çıkar. Ana bu görevi kendisinin yerine getireceğini söyler. Fabrikaya işçi olarak girer ve bildirileri dağıtır. Pavel’in arkadaşları şaşırırlar. Çünkü ana mücadeleye başlamıştır ve görevini çok iyi bir şekilde yerine getirir. Ayrıca sorumluluk bilinci anayı mutlu eder. Bu arada yaklaşan bir mayıs vardır. Öncesinde de Pavel serbest bırakılır. 1 Mayıs’ a öncülük edecektir. Ve artık emekçilerin büyük günüdür. Devrim marşları söylenmeye başlanır. Pavel bu kitlenin en önündedir. Pelage bir yandan gurur duyarken öte yandan oğlu için endişe etmektedir. Çünkü oğlunun tekrar hapse girme riski vardır. Marşlar söylenirken çarlık da boş durmaz. Miting alanına asker gönderilir. Askerlerin geldiğini gören halk kaçar. Pavel ve arkadaşları yalnız kalırlar. Pavel yine tutuklanır. Mücadele böylece kesintiye uğrar. Maksim Gorki’nin bu eserinden çıkarılacak üç temel ve önemli sonuç vardır. Birincisi Pavel’le ilgilidir. İlk zamanlar eve sürekli içkili gelip annesine hakaretler yağdıran Pavel; sosyalist kül- çekiminden, panelin hazırlanmasına kadar bütün işleri genç arkadaşlar organize etti. Bu vesile ile gençler kendi emekleriyle var ettikleri bu etkinliği oldukça sahiplenmiş olup yenilerini yaratmak için şimdiden çalışmalarına başladılar. Yeni Dünya Gençliği; -Kapitalist eğitim sistemine, -Egemenlerin demokrasi maskesi altındaki faşist sistemine, -İşçilerin ve emekçilerin haklarını gasp eden tüm yasalara, -Irkçılığa, milliyetçiliğe, şovenizme yani kapitalizmin tüm nüvelerine karşı tüm gençleri örgütlü mücadeleye çağırmaktadır… 24 Temmuz 2007, Yeni Dünya Geçliği ✓ türle tanıştıktan sonra annesine ve çevresine karşı olumlu anlamda değişir. Bu sosyalist kültürde ahlak ilkelerinin ne kadar ön planda olduğunu gösterir. Ancak kapitalizme bakıldığında; herkesin birbirine karşı boğazlama siyaseti izlediği görülür. Diğer bir sonuç: oğlunu ilk zamanlar mücadeleden çekmeye çalışan ana zamanla kendisini mücadelenin içinde bulur. Çünkü o da oğlu ve arkadaşlarının halk için mücadele verdiklerini, dolayısıyla doğru yolda olduklarını anlar. Eserden çıkarılacak olan bir diğer ve önemli sonuçta; 1905 hareketinde işçiler arasında yeterli bir örgütlenme olmayışıdır. Başarısız gerçekleşen 1 Mayıs bunun en büyük örneğidir. Maksim Gorki’nin bu mükemmel yapıtı emekçilerin mücadele rehberlerinden olmakla kalmamakta sosyalist kültürü insanlara çok iyi bir şekilde anlatmaktadır. Bu nedenle de kesinlikle okunması gereken bir eserdir. Yeni Dünya Gençliği/Antalya ✓ yeni dünya gençliği Anti-militarist olmak!... ‘‘ Vicdani ret’’ yani politik veya ahlaki nedenlerle askerlik yapmayı reddetmek. Türkiye’de vicdani ret savunucularından Halil Savda; ‘‘askeri üniformayı giymem’’ dediği için 8 ay askeri cezaevinde tutuklu kaldı. Bu süre içerisinde çeşitli işkence, baskı ve zorlamalarla karşı karşıya kaldı. Türkiye gibi; milliyetçiliğin her gün daha da azdırıldığı, linç girişimlerinin sürekli gündeme geldiği, MGK yetkililerinin her gün savaş çığırtkanlığı yaptığı bir dönemde vicdani retçi olmak oldukça zor. Geçtiğimiz günlerde Gündem gazetesi Halil Savda ile yaptığı bir röportajını yayınladı. Röportajda Halil Savda kendisini; anti-militarist/savaş karşıtı, cinsiyet özgürlükçü, özgür yönelime inanan, barışçıl ve kendiliğindenci olarak tanımlıyor. Küçük yaştan itibaren şiddet ortamında büyüyen ve şiddeti asla çözüm olarak görmeyen Savda, yazının geneli bağlamında oldukça pasifist ve reformist bir anlayışa sahiptir. Savda; ‘‘Ölüm severlik asla devrimcilik ve vatanseverlik olamaz. Kürtler ile Türkler barışta ve özgürlükte kazanırlar. Türkiyeli bütün gençleri şiddeti, askerliği ve silahı reddetmeye çağırıyorum. Demokratik ve legal yolların açık tutulmasıyla sorunların barış içinde özgürlük temelinde çözüleceğine inanıyorum.’’ Savda’nın ‘‘Gençleri askerliği reddetmeye çağırıyorum’’ çağrısı oldukça pasifist bir çağrıdır. Belçika’da 1886’da proleter gençlik hareketinin deneyimleri bu noktada bize ışık tutmaktadır. ‘‘İşçi hareketi, militarizme karşı en etkili silahın onun altını oymak ve içten yıkmak olduğunu ve ‘‘süngüleri düşünür hale getirmenin’’ gerekli olduğunu kavradı. Bunun yolu ise, askerlik hizmetinden önce emekçi gençliğin sosyalist ve özellikle antimilitarist aydınlatılmasından ve askeriye içinde, yani yine (asker üniformalı) genç işçi kuşağı içinde uygun ajitasyondan geçer.’’ (KGE tarihi cilt I s.15 İnter Yayınları). Militarizm, kapitalizmin askeri iktidar aygıtıdır. Kapitalizm, bu iktidar aygıtını işçi ve emekçileri baskı ve şiddetle susturmak için kullanır. Sorunların barış temelinde çözüleceği olgusu reformist bir anlayışın sonucudur. Emperyalist barışlar, emperyalist savaşları doğurur. Savaşların ve işgallerin olduğu (Irak, Afganistan, Filistin ve Türkiye gibi) bir dönemde anti-militarist olmak aynı zamanda devrimci olmayı gerektirmektedir. Devrimcilikle reformistliği ayıran en temel özelliklerden birisi de budur. Ölüm severlik asla devrimcilik değildir tabi. Büyük şair Nazım Hikmet’in de dediği gibi ‘‘düşmana inat, bir gün daha yaşamak’’ görevdir devrimciler için. Yalnız devrimci olmak aynı zamanda büyük riskleri de beraberinde getirir. Devrimciler, yeni bir dünyayı yaratmak uğruna ölümü de göze alırlar. Bireysel kurtuluş yollarını reddedip, toplumsal kurtuluşu hedefledikleri için bu uğurda yaşamlarından olabileceklerini bilirler. Röportajın devamında, “işkence yapanlar hakkında suç duyurusunda bulundun mu?” sorusu üzerine Savda, hayır cevabını vererek cezai yaptırıma uğrayanların ıslah olmadıklarını ve esas ıslahın vicdanlarla sağlanacağını, kendisine işkence ya- Katmer Katmer Sömürü - Sen anarşistin ne anlama geldiğini biliyor musun? - Bilmiyorum. Anlatırsanız sevinirim. - Anarşist olmak, sisteme karşı olmak demektir. Öyle mi? - Ya n i s i z a n a r ş i s t o l d u ğ u n u z u düşünüyorsunuz. - Evet. - Ben anarşist olduğunuzu düşünmüyorum. (Konuklar durum karşısında şaşırırlar. Çünkü böyle bir cevap beklemezler. Tabi bu içkili bir sohbettir). - Neden? - Neden mi? - Çünkü siz bu işletmede işçilerin sırtından para kazanan, işçilerin haklarını vermeyen, bir burjuva demokratısınız... Konuklardan biri: - Patronunla böyle konuşamazsın! Patron; - Yoo, hayır, kesinlikle konuşabilmeli. Ben hakkınızı yediğimi düşünmüyorum. - Ben düşünmenize yardımcı olayım. Dünyanın her yerinde olduğu gibi sistemin çarklarına siz de ortaksınız. Çünkü 450 ytl’ye on saat hatta kimi za- pan askerleri vicdanlarıyla baş başa bıraktığını belirtmiştir. Türkiye, tarihi boyunca birçok darbe görmüştür. Bu darbelerden biri de 12 Eylül darbesidir. Birçok devrimci, ilerici, aydın insan bu darbede katledilmiş ve işkence görmüştür. Katledenlerin ve işkence yapanların vicdanlarıyla ıslah olmasını savunmak, inanılacak bir şey değildir. Kenan Evren darbeden sonraki birçok konuşmasında, vicdanının çok rahat olduğunu dile getirmiştir. Yapılması gereken işkenceleri dile getirmek, suç duyurusunda bulunmak ve demokrasi havarisi kesilen bu devleti teşhir etmektir. Halil Savda gibi vicdani retçiler, Türkiye gibi demokrasinin işlemediği, faşizan uygulamaların alenileştiği bir sistemde oldukça zor şartlarda yaşam mücadelesi vermektedirler. Askerlik yapmadıklarından dolayı herhangi bir işe alınmamaktadırlar. Seyahat etme özgürlükleri yoktur. Resmi hiçbir işlem yapamamaktadırlar. Bu durum insan hakları ihlalidir. Buna karşı durmak ve mücadele etmek gereklidir. Bugün gençlere düşen görev; antimilitarist, anti-faşist mücadeleyi anti-kapitalist mücadele ile birleştirerek, kapitalizmi dünya üzerinden yok etmektir. Silahın olmadığı, gerçek barışın sağlandığı bir dünya ancak sosyalizmle mümkündür. Karl Liebknecht’in gençlik üzerine söylemiş olduğu şu sözler sanırız özetleyicidir; ‘‘Gençliğe sahip olan orduya sahiptir’’ ve ‘‘Gençliğe sahip olan geleceğe de sahiptir.’’ 22/08/2007 Yeni Dünya Gençliği ✓ Bursa’da Dostluk ve Dayanışma Gecesi D isk Bi rleşi k Meta l-İş Sendikası’nın 26 Ağustos Pazar günü Bursa’da düzenlemiş olduğu dostluk ve dayanışma gecesi yaklaşık 300 sendikalı işçi ve ailelerinin katılımıyla gerçekleştirildi. DİSK Başkan Yard./Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu’nun açılış konuşmasıyla başlayan program, halk dansları, Nida Ateş ve Tolga Çandar’ın seslendirdiği Ege türküleriyle son buldu. Programda sık sık Nazım Hikmet’in şiirlerinin okunması geceye etkileyici bir hava kattı. Gecede işçi sınıfının örgütlü mücadelesinde örnek bir direniş gerçekleştiren Bursa Grammer işçileri de yer aldı. Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız etkinlikte Disk BirleşikMetal İş Sendikası, dostluk ve daya- man 12 saat işçileri çalışmak zorunda bırakıyorsunuz. Bunun sonucunda da işçiden daha fazla verim istiyorsunuz. Bir işçi daha alınsa bu zorluk ortadan kalkacak. Ancak siz bu işletmenin bir elemana daha verecek parası yok diyorsunuz. Buna rağmen günlük cironuz ortada. Ayrıca işçilerin paralarını zamanında vermeyerek onları zor durumda bırakıyorsunuz. Ve parça parça veriyorsunuz. Kendinize ben “sosyal demokratım” diyorsunuz. Gerçekten bu sizin tarafınızdan bakıldığında çok mantıklı. Neden sosyalist değilsiniz? Çünkü siz de biliyorsunuz ki sosyalist olmak işçi sınıfının haklarını vermeyi gerektirir. Ama bu sizin çıkarlarınızı zedeler. Sosyal demokratlıkta ise böyle bir sorun yoktur. Yani sizin ideolojinizde sınıf kavgası yoktur. Dolayısıyla siz çıkarlarınıza uygun olan sistemi seçtiniz. Herhalde içiniz rahattır. Çünkü kendinize göre doğru hareket ediyorsunuz. Kutlarım. Emekçi kardeşlerim, ben bir üniversite öğrencisiyim. Yaz dönemi için bir işletmede çalışmak zorundayım. Malum dar gelirli bir ailenin çocuğuyum. Okuduğunuz bu diyalog ben ve patronum arasında geçmiştir. Anlayacağınız üzere sömürü düzeni dünyanın her yerinde tüm acımasızlığıyla devam etmektedir. Geriye dönüp tarihe bakıldığında; ilkel komünal düzen, feodal düzen, mo- nışma gecesinde bulunan Grammer işçilerini ve diğer tüm sınıf kardeşlerimizi selamlayan ve direnen işçilerin kazanacağına dair bir mesaj ilettik. Yaptığımız değerlendirmede geceye katılımın düşük olması nedenini, tanıtımın yetersiz oluşuna ve sendikanın geceyi iyi örgütleyememesine bağladık. Kuşkusuz bunun en önemli nedeni sendikalı işçi sayısının az oluşu ve sendikalı işçilerin genel olarak sınıf bilincinden yoksun olmalarıdır. Birleşik Metal-İş Sendikası’nın sınıfa yönelik yapmış olduğu etkinlikleri destekliyor, çalışan genç işçilerin bu tür etkinliklere aktif katılımıyla daha güçlü organizasyonların yaratılacağını umut ediyoruz. 26/08/2007 Yeni Dünya Gençliği ✓ dern tarımla birlikte kapitalizm ve emperyalizm çağını görmekteyiz. Peki, şu anki sistem hariç hangisi kalmıştır. İlkel komünal mı, feodalite mi? Feodal düzende bir insana, “Bu sistem böyle sürmez elbet değişecektir!” denildiğini düşünün. O kişi herhalde, “Hadi be sende, bu düzen böyle gelmiş böyle gider!” derdi. Şu anda da durum farklı değildir. İnsanlara bu sömürü düzeni bitecektir denildiğinde insanlar aynı tepkiyi veriyorlar. Hayır. Bu sistem değişecek. Ama on yıl, ama yüz yıl sonra. Ben görmedikten sonra neye yarar demeyin. Çocuklarınızı yani gelecek nesilleri düşünün. Onlara kirletilmemiş, sömürünün olmadığı bir dünya bırakmak zorundayız. O halde emekçi kardeşlerim; onlar sömürüye tam gaz devam ediyorsa, biz de bütün emekçilerin kurtuluşu olan sosyalizm için, sosyalist kültür için, yeni bir dünya için sömürenlere karşı birlik olmalıyız. Seçim sizin: Ya burjuvaziyi, yani onun sistemi olan kapitalizmi, Ya da proletaryayı, yani onun sistemi olan sosyalizmi destekleyeceksiniz!... Yeni Dünya Gençliği/ Antalya ✓ 17 yeni dünya gençliği Yeni Dünya Gençliği Barışarock’taydı… B u yıl beşincisi yapılan ve bir yıl süren yoğun çalışmanın ürünü olarak gerçekleşen festivalde yerli grupların yanı sıra Mısır, İran, İrlanda gibi ülkelerden gelen yabancı rock grupları da gençlerle buluştu. Festivale konserlerin yanı sıra amatör tiyatro çevreleri de oyunlarıyla katıldı ve bununla birlikte çeşitli film gösterimlerine de yer verildi. Küresel BAK, Dur De Girişimi, 78’ler Vakfı gibi çeşitli demokratik kitle örgütlerinin düzenlediği söyleşiler de yapıldı. Temelde rock müziğinin özgürlükçü asi karşı duruşundan yola çıkarak daha çok savaş karşıtı söylemlerle hareket eden ve tam anlamıyla kapitalist sisteme alternatif söylemlerin zayıf kaldığı festivalde, büyük kapitalist tekellerin sponsorluğunda gerçekleşecek olan rock’n coke festivaline karşı alternatif duruşu ve bununla birlikte coca cola gibi emperyalist savaşların en büyük destekleyicisi gibi tekelleri de protesto etmesi ve binlerce gençliği bu haksız savaşlara karşı barış için bir araya toplaması barışarock festivalinin olumlu yanları olarak görülebilir. Festivalin bu görünüşünün yanı sıra katılan genç kitlelerin büyük çoğunluğunun politik düzeylerinin geri oluşu ve bu karşı duruşlarının da ne kadar tutarlı olduğu tartışılması gerekilen bir konudur. Düzenleyicilerin Coca Cola’ya karşı durdukları yerde, gençler arasında ciddi tehditler oluşturan alkol ve uyuşturucu kullanımının bu kadar sınırsız tüketilmesi festivalin genel söylemlerine hiç de uygun düşmediğini görmeliyiz. Festivali organize edenlerin reformist yaklaşımları zaten apolitik olan gençliği daha da pasifize etmekte, gençliğin ilerici ve asi yanlarını törpülemektedir. Sorunu sadece çevre sorunu olarak ele almaları, emperyalizmin sadece belli sembollerine karşı çıkılması, sadece mevcut yasaların iyileştirilmesi şeklinde ele almaları ve gerçek doğru alternatiften uzak durmaları, kapitalizmin temel sorunu olan sermaye ve emek Küreselleşme karşısında devrimci tutum nedir? Aşağıda İnternette Ziyaretçi Defterimizde yürüyen bir yazışmayı okurlarımızın dikkatine sunuyoruz: 18 Demir Gökbakar yazmış: Günümüzde küreselleşme adı verilen enternasyonal kapitalizmin, nasıl sosyalist enternasyonale dönüşeceği ve ne gibi süreçler geçireceği (ihtilalsız ve kansız olarak bugünkü emperyalist dünya düzeninden yararlanma ve de o dinamikleri geriye çevirme şeklinde bir süreçten bahsediyorum) konusunda Çağrı dergisi grubunun edindiği misyon ve sunduğu öneri nedir acaba merak etmekteyim... Sağlıcakla kalın... İlginize şimdiden teşekkür ederim. Demir Gökbakar arkadaşa... Öncelikle küreselleşme veya enternasyonal kapitalizm kavramları ye- arasındaki çelişkiyi görmeden, sınıfların uzlaşmaz savaşımını görmeden barış söylemlerinde bulunmak reformizm batağına saplanmaktan öteye gitmez. Yeni Dünya Gençliği olarak katıldığımız festivalde onun asi duruşundan da yola çıkarak, tek ve doğru alternatifin işçi sınıfının önderliğinde rine emperyalizm kavramını kullanmayı öneriyorum. Zaten emperyalizm diğer kavramları kapsamaktadır. Burjuvazinin iktidarını yerle bir edip onu mülksüzleştirmek için mücadele devrimsiz ve kansız olamaz. Çünkü burjuvazi iktidarını terk etmek istemeyecektir. Mülksüzleştirilmesine sessiz kalmayacak, her türlü şiddet yöntemlerine başvuracaktır. O halde sosyalist bir devlet/dünya yaratmak/ kurmak tarihsel görevine sahip olan proletarya burjuvazinin iktidarını yıkmak için, burjuvazinin şiddetini yok edebilecek bir şiddet ve zor kullanmalıdır. Dünyada tüm ülkelerin ekonomik, sosyal vb. koşulları birbirleri ile aynı olmadığından, her ülke eşitsiz bir kurulacak olan sosyalizmle mümkün olacağını, bunun dışında tüm demokratik ve devrimci talepleri de destekleyerek gençliğin geçmişten dersler çıkarması gerektiği üzerinde durduk ve bu bilinçle katılan genç aktivistlerimizle alanda yaklaşık yarım saat süren bir miting gerçekleştirdik. 500 günü aşkın bir süredir grevde olan SCT işçileriyle dayanışma amacıyla sendikanın çıkarmış olduğu kalemlerden sattık ve bağış topladık. Gençliğin görevleri ve nasıl, neye karşı mücadele etmesi gerektiği üzerine hazırladığımız broşürlerden dağıttık ve yer yer Kemalistlerle yürüttüğümüz tartışmalarda onun gerçek yüzünü teşhir ettik. Aramıza yeni katılan gençlerle ortak işler yürüterek onlarla kollektif yaşamın örneklerini sergilemeye çalıştık. Bizim gençliğe önerimiz, rock’ın asi ve karşı duruşunu sahiplenirken, müziğin enternasyonal olmasından da yola çıkarak bütün ezilen halkların kurtuluşunun yalnızca direnmekten geçtiğini görmeleri, işçi sınıfı temelinde örgütlenip kapitalizme ve faşizme karşı mücadele yürütmeleridir, her türlü oportünist ve reformist düşünceden arınarak en doğru yolu, Marksizm-Leninizm’in yolunu kendilerine hedef almaları ve sosyalizm için mücadele etmeleridir. Yeni Dünya Gençliği 30.08.2007 ✓ gelişme gösterdiğinden, devrim ilk önce bir veya birkaç ülkede gerçekleşecektir. Devrim geçirmiş ülkenin muzaffer proletaryasının önünde diğer ülkelerdeki devrimci mücadeleleri destekleme görevi çıkacaktır. İşte bu görev temelinde dünyanın tamamında sosyalizmin/komünizmin kurulması için mücadele edilecektir. Tabi çok kısa olarak anlattığım için konu yeterince iyi anlaşılamamış olabilir. Ama kabaca böyledir. Ayrıntılar tartışma içerisinde çıkacaktır. Burada en önemli şey devrim için mücadelenin işçi sınıfından kopuk olamayacağıdır. İşçi sınıfı disiplinli/bolşevikleşmiş bir komünist parti önderliğinde örgütlenmedikçe zafer kazanamaz. ✓ gündem YDİ Çağrı Tatil ve Eğitim Kampı başarıyla gerçekleştirildi Y eni Dünya İçin Çağrı dergisi olarak yaz aylarında bir kamp gerçekleştirdik. Çoğunluğu genç arkadaşlardan oluşan kampla amacımız hem kolektif bir şekilde yoldaşça ilişkiler içerisinde hep birlikte dinlenmek ve eğlenmek, hem de eğitim çalışması yapmaktı. Bunun yanı sıra işçi sınıfı içerisindeki çalışmalarımız bağlamında pratik çalışmalarımızı değerlendirmek ve fikir alışverişinde bulunmaktı. Kamp bu açıdan oldukça başarılı geçti. Kampın birinci günü üç kişilik kamp komitesi tarafından 6 günlük kamp programı açıklandı. K a mpı n e ğ it i m b ölü mü nd e “Türkiye’de Devrim Aşamaları” ele alındı. İki gün boyunca yapılan sunumlarda ve yürütülen tartışmalarda Türkiye’nin içerisinde bulunduğu objektif koşullar, bununla bağ içerisinde devrim aşamaları, izlenecek yol, Ekim Devrimi’nin deneyimleri etraf lı bir şekilde ele alındı. Kampa katılan arkadaşların çoğunluğu Türkiye’de artık sosyalist devrimin gündemde olduğunu, Burjuva Demokratik Devrimi savunmanın artık geriyi savunmak anlamına geldiğini, Türkiye’de Burjuva Demokratik Devrimin çözülmemiş sorunları olduğunu, fakat bunların bir sosyalist devrimde geçerken çözülebilecek sorunlar olduğunu savundular. Yürütülen tartışmalarda bazı arkadaşlar ise sosyalist devrimin gündemde olduğunu söyleyebilmek için işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç seviyesinin tayin edici bir rol oynadığını, işçi sınıfının örgütlülük ve bilinç seviyesinin bugün çok gerilerde seyrettiği koşullarda sosyalist devrim savunusunun doğru olmadığını savundular. Sosyalist devrime geçmeden önce bir ara aşama olarak proletaryanın önderliğinde burjuva demokratik devrimin yaşanması gereken bir aşama olarak değerlendirdiler. Devrim aşamaları bağlamında kendi değerlendirmelerimizin dışında diğer devrimci grupların so- runu nasıl ele aldıkları üzerinde duruldu. Kampın bir diğer ağırlık konusunu; işçi sınıfı içerisinde çalışma ve bu konudaki görevlerimizin neler olduğu oluşturdu. İşçi sınıfının durumu, çalışma koşulları, sendikal örgütlenme ve görevlerimiz konusunda sunumlar yapıldı. Sunumların ardından soru-cevap bölümüne geçildi. Diğer soruların yanında bazı teorik tanımlamalar açıklandı. Soru-cevap bölümünün ardından çok sayıda arkadaşın söz alarak aktif bir şekilde tartışmalara katıldığı, deneyimlerin aktarıldığı ve çözüm yollarının arandığı oldukça canlı bir tartışma yürütüldü. Bu bölümde özellikle genç ve işçi arkadaşların tartışmalara aktif bir şekilde katılmaları sevindiriciydi. İşçi sınıfına yönelik çalışmamızda tespit edilen sorunlar olarak şunlar dile getirildi: Çalışma saatleri uzun. Koşullar ağır. Sendikal örgütlülük çok az. Yasal olarak sendikalaşma zorlaştırılmış. Noter şartı, iş kolu barajı, işyeri barajı vb. Patronlar sendikalaşan işçileri işten atıyorlar. Bir işyerine sendikayı sokmak zor, ama imkansız değil. Sınıf sendikacılığını savunan sendikalar yok denecek kadar az. İşçi sınıfı gelişen milliyetçiliğin etkisi altındadır. Son 1 Mayıs’da bunu gördük. İşyerlerinde işçilerin korkuları var. Örneğin sendika üyesi olursam işten atılırım korkusu. Bu korkuları aşmak için neler yapılabilir? Kurduğumuz ilişkileri sürdürmüyoruz. Bu konuda zorluklarımız var. Kurduğumuz ilişkilerin peşini izlememiz gerektiğine vurgu yapıldı. Yürütülen tartışmalarda öne çıkan noktalar ise şunlardı: Grev ve direnişler düzenli ziyaret edilmeli, ilişki çıkarılmalıdır. Ev ziyaretleri üzerinden ilişki sürdürülmeli. Yasalar iyi bilinmeli. İşçilerin sorularına cevap verilebilmeli. Yabancı işçilerin sorunları sendikaların gündemine getirilmeli. Ekonomik taleplerle siyasi mücadeleyi birleştiren bir mücadele yürütmeliyiz. Genç işçilerin kazanılmasına özel ağırlık verilmelidir. İşyerinde önce birebir ilişki geliştiriyoruz. Kurulan ilişki dışarı taşınırken hatalar yapıyoruz. Kurulan ilişkiyi hemen kurumlarımıza taşımaya çalışıyoruz. Kurulan ilişkiyi işyerine yönelik olarak sürdürmeli, öncelikle sendika çalışması yapmalıyız. Sınıf sendikacılığı demek, ayrı sendika kurmak değildir. Sendikaların en gerileri içinde de çalışarak işçileri kazanma çalışması yürütmek zorundayız. Sınıf içinde çalışmanın hazır reçetesi yok. Önce işçiyi tanımalıyız. Arkadaşlık ilişkisi kurmalıyız. Güven verilmesi gerekir. Söz-pratik uyumluluğunun olması gerekiyor. İşçi eylemlerinde, direnişlerde örgüt sloganlarının atılması zarar veriyor. İşçiler bunu olumsuz karşılıyor. Biz bunu yapmıyoruz. Ancak oportların yapması bize de zarar veriyor. İşçilerin korkularını nasıl yeneceğiz? Bu sağlam bir örgütlenme yaratmaktan geçmektedir. İşçilerin içerisinde bulunduğu durum, bilinç düzeyi, komünist örgütlenmenin düzeyi geri olduğu bugünkü dönemde işçilerin korkuları daha da artıyor. İşçi sınıfının örgütlenmesi bağlamında hazır reçete yok. Ancak deneyim ve kurallar var. Örneğin sendika çalışması tamamen gizli olmak zorundadır. Kurallardan biri bu. Sendikal eğitim konusunda bir dizi belge var. Örneğin Birleşik Metal İş’in broşürleri iyidir. Mutlaka her arkadaş okumalıdır. Sendikal yayınları ve sendikal gelişmeleri iyi takip etmemiz gerekiyor. Yasalar konusunda bizim de eğitim yapmamız gerekiyor. Bu eğitimleri işçilere de taşımalıyız. İşçi sınıfı içinde çalışma konusunda hala çok eksiğimiz var. Bir dizi objektif zorluklar var. Yer yer bizim yaptığımız hatalar var. Örneğin bir işyerinde uzun vadeli kalma ve plan yapma konusunda eksikliklerimiz var. Genç işçiler özellikle sanayi bölge- lerine girebilecek meslekler öğrenmelidirler. Bu konuda eksikliğimiz var. Çalışmaları uzun vadeli yürütmeliyiz. Gazete ve dergilerimiz daha kısa olmalı. Anlaşılır olmalı. Kadın işçiler içerisinde çalışmayı önemsemeliyiz. Kadın işçiler arasında çalışmalarımız henüz çok zayıf. Kadın işçiler içerisinde çalışmanın zorlukları var. Bunu aşmak için biz bilinçli kadın işçilerin üzerine önemli görevler düşüyor. Kadın işçilerin işyerlerinde yaşadıkları somut zorluklardan yola çıkarak onlara ulaşmak gerekiyor. Kadınları örgütlü mücadeleye çekmenin bir aracı olarak örneğin kültürel faaliyetler yürütülebilir. Buraya kadar aktardıklarımız tartışmalarımızın özet halidir. Yukarıda tezler halinde ortaya koyduğumuz sorunlar detaylı bir şekilde ele alınarak tartışıldı. Bu temel konuların yanı sıra bir akşam genel seçimler değerlendirildi. Tartışma bölümünde bölgelerde seçim çalışması üzerinde duruldu. Bir akşam da gençlik çalışması ile ilgili bir toplantı gerçekleştirildi. Yeni Dünya Gençliği’nden arkadaşlar son dönemde yaptıkları çalışmalar bağlamında bilgi verdikten sonra yürütülen tartışmalarda özellikle işçi gençliğin örgütlenmesi ve önümüzdeki dönem gençlik olarak yapılabilecek çalışmalar ile ilgili görüşler, öneriler dile getirildi. Esas olarak genç arkadaşların katıldığı toplantı kampta yürütülen en canlı toplantılardan biri oldu. Bütün bu eğitim çalışmalarının yanı sıra tabii ki tatil de yaptık ve eğlendik. Kampın son akşamı müzik, şiir, tiyatro gibi çeşitli kültürel faaliyetlerin sergilendiği bir veda eğlencesi gerçekleştirdik. Kampa katılan tüm arkadaşlar, özellikle genç arkadaşlar kampı hem eğitim hem de tatil anlamında çok olumlu değerlendirdiklerini, gelecek seneyi sabırsızlıkla beklediklerini belirterek kamp yerinden ayrıldılar. Ağustos 2007 ✓ 19 YAŞAMA TEMELLERİMİZİN YOK EDİLMESİNE SEYİRCİ KALMAYALIM!