Ahmet KASIMHAN Okul Açılış Metni
Transkript
Ahmet KASIMHAN Okul Açılış Metni
SUNUŞ Bahriyemizin en değerli unsurunun eğitimli genç bahriyeliler olduğu gerçeği her türlü faaliyetimizin özünü oluşturmaktadır. Söz konusu eğitimin ise sadece bugünün değil, geleceğin ihtiyaçlarına göre süreklilik içinde şekillenir olması gerekmektedir. Bununla birlikte bugünün harekât ortamında; Türk Deniz Kuvvetleri’nin Akdeniz’den, Okyanuslara kadar taşma başarısını göstererek; Atatürk’ün, ”Denizciliği Türk’ün büyük milli ülküsü olarak gören ve onu az zamanda başarmalıyız” diye ifadesini bulan direktifini, okulumuzun yetiştirdiği bahriyeliler ile “Milli Gemilerimizle” elde etme yolunda büyük mesafe kat etmiş olmanın haklı onurunu yaşamaktayız. Bu bağlamda; Eğitim yılımızın ilk dersini Doç.Dr. Ahmet Kasım HAN tarafından “Atatürk’ün Strateji Anlayışı Çerçevesinde Küresel Dengeler ve Geleceğin Subay-Stratejisti” konusu teşkil etmiştir. Günümüzün güvenlik algılamalarını, bölgesel ve küresel ölçekte doğruya en yakın okumanın geleceğe hazırlanan bahriyeliler için büyük önemde olduğu açıktır. Bununla birlikte ilhamımızın kanyağı olan Atatürk’ün askerliğin temel değerleri üzerine fikirlerini içeren “Zabitan ile Hasbihal” adlı eserinin günümüz koşullarında nasıl tekrar tekrar okunarak içselleştirilmesi gerektiği ilk dersin temel vurgularından biri olmuştur. 2015-2016 Eğitim-Öğretim Yılı açılış Töreninde Doç.Dr. Ahmet Kasım HAN tarafından verilen ilk ders metni kitap haline getirilerek istifadeye sunulmuştur. Mesut ÖZEL Tümamiral Deniz Harp Okulu Komutanı 1 2 Doç.Dr. Ahmet Kasım HAN Ahmet Kasım HAN, İstanbul, Boğaziçi, Koç ve Harvard ilişkiler, üniversitelerinde strateji, finans ekonomi, ve uluslararası müzakere stratejileri konularında eğitim almıştır. Bu kurumlardan lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerine sahip olan A. Kasım HAN, şu anda İstanbul’da Kadir Has Üniversitesinde Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir ve aynı kurumda rektör danışmanlığı görevini yürütmektedir. Kendisi bu görevinden önce İstanbul Üniversitesi İktisat fakültesinde öğretim üyeliği, aynı kurumda siyaset ve uluslararası ilişkiler araştırma merkezi müdürlüğü, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve yine Kadir Has Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Bu kurumlar dışında arlarında Harp Akademileri Komutanlığı, T.C. Dışişleri Bakanlığı Akademisi, Hava Harp Okulu ve İstanbul Ticaret Üniversitesinde bulunduğu birçok okulda lisans, master ve doktora dersleri vermiş, aynı zamanda St. Andrews Üniversitesinin Suriye çalışmaları merkezinde misafir öğretim üyesi olarak bulunmuştur. Ulusal ve uluslararası akademik yayınlarda yer almış makale ve kitap bölümlerinin yanı sıra, başta köşe yazarı olarak çalıştığı referans ve radikal gazeteleri olmak üzere, çeşitli gazetelerde ve dergilerde yayınlanmış 150’yi aşkın fikir yazısı bulunmaktadır. NTV ve SKYTURK te “Amerikan Savaşı”, “Enerji Formu” ve “kerhen katılıyorum” adı altında çeşitli programlar yapmış bulunan Kasım Han ayrıca siyaset, ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında 200 ün üzerinde televizyon programına konuk olmuş, yerli ve yabancı basında yine aynı konularda 50’nin üzerinde röportajı yayınlanmıştır. Türkiye ekonomik ve sosyal etütler vakfı güvenlik araştırmaları direktörlüğünde bulunmuş olan Kasım Han ayrıca uluslararası ilişkiler konseyi derneği üyesi ve denetleme kurulu başkan yardımcısı, İnternational studies assocation ve middle east studies assocation üyesi, ekonomi ve Dış politika araştırmaları merkezi 3 yönetim kurulu üyesi,New Perpectives Quarterly Dergisi yayın baş danışmanı Ortadoğu Etütleri Yayın Kurulu ve uluslararası ilişkiler dergileri yayın danışmanı kurulu üyesidir. Akademik çalışmaları dışında Türkiye ihracatçılar Meclisi Uluslararası ilişkiler Danışmanlığının da bulunmuş, bunların yanı sıra on yıl kadar özel sektörde sanayi ve finans kurumlarında yönetim kurulu üyeliği, yönetim kurulu baş danışmanlığı, genel koordinatörlük, genel müdürlük, proje müdürlüğü kurumlarında bulunarak üst düzey yöneticilik yapmıştır. Halen ülkemizin büyük ölçekli özel sektör kurumlarında yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulunmaktadır. ABD hükümetinden, 2003 senesinde Amerikan Dış Politikası alanında çalışmak üzere “Avrupa’nın On beş Genç Lideri” bursuyla taltif edilmiştir. NATO tarafından iki defa Afganistan Operasyonuna ilişkin gözlemcilik ile görevlendirilen Dr. Han, çeşitli ülke dışişleri bakanlıklarını yanı sıra, Stockholm İnternational Peace Research Institute, İsveç; Heritage Foundation, ABD; Heinrich Böll Stiftung ve Frederich Ebel Stiftung, Almanya gibi kuruluşlarında aralarında yer aldığı kurumlar tarafından düzenlenen 100’ün üzerinde ulusal ve uluslararası konferansa konuşmacı ve tartışmacı olarak katılmıştır. 4 ATATÜRK’ÜN STRATEJİ ANLAYIŞI ÇERÇEVESİNDE KÜRESEL DENGELER VE GELECEĞİN SUBAY-STRATEJİSTİ Doç. Dr. Ahmet K. HAN* Sayın Komutanım, Türk Donanmasının Kıymetli Komutanı, Değerli Amiraller ve Komutanlar, Sayın Rektör ve Rektör Yardımcıları, Saygıdeğer Konuklar ve Değerli Bahriyeliler, Bugün bu açılış dersini sizlere vermekten büyük onur duyduğumu ifade etmek isterim. Ayrıca, çok uzun zamandır bu kadar büyük heyecanla ve motive edici bir biçimde söylendiği bir biçimde İstiklal Marşımızı dinlemediğimi ve bundan çok büyük bir keyif aldığımı hassaten belirtmek isterim. Dersimize günümüzün resmini çizerek başlamakta fayda var. Bir yüzyıl sonu sendromu yaşıyoruz. Bu yüzyıl sonlarında yaşadığımız sendrom her yüzyılın sonunda tekrar eder. Yazar Huysmans göre yüzyılların son bölümündeki tarih süreklilik arz eden bir bocalama ve kargaşayla karakterize olur. Sihir ve hurafenin alıp başını gittiği bugünlerde, materyalizm, yani sihir ve hurafenin tam ters ucu, bir anlamda ciddi şekilde salgın haline gelir. Bu iki zıtlık bir diğerini besleyen ilginç bir dinamik oluşturur.1 Bundan ilk defa geçmiyoruz. Bu durum istisnai olarak geçtiğimiz yüzyılın, yani 20. yüzyılın, sonunda başımıza gelmiyor. Daha önceki yüzyılların sonlarında da benzer olaylar ve benzer koşullarla karşılaştık. Uzun yüzyıl tabir edilen, yani bir yüzyılın matematiksel ve tarihleme itibariyle yüzyıl içinde değil de, bir sonraki yüzyılın ilk 20 senesi, ilk iki 10 yıl içerisinde sona ermesi fenomeninden geçiyor olduğumuz söylenebilir.2 Bitmemiş bir 1 J.K. Huysmans, The Damned, Çev.: Terry Hale, Penguin, London, 2001, p. 217. Türkçe tercüme bana ait. (AKH) 2 Uzun yüzyıl kavramı Fransız Annales tarih ekolü temsilcilerinden Fernand Braudel’in on altıncı yüzyılın takvim yüzyılı olarak (1500 -1599) biyografiler ve olaylar esas alınarak değil, uzun erimli tarihsel yapıların incelenmesi yaklaşımı (longue durée) çerçevesinde bakılarak 5 yüzyılın kural ve kanunları, tarihsel yükleriyle, yeni doğan bir geleceğe bakmanın ağırlığını ve bundan doğan gerilimi yaşıyoruz. Söz konusu gerilimin ağırlığı toplumların, insanların, siyasal birimlerin hayatında kendilerini hissettiriyor. “Yeni Cesur Dünya” diye bir eser var. Başlığı itibariyle çok dikkat çekmiş, bu dönemde entelektüel sohbetlerde sıkça kullanılan bir kavramsallaştırmayı dillere yerleştirmiş bir eser bu. Huxley tarafından kaleme alınmış. Belirtmeliyim ki bu dâhiyane diye nitelenebilecek başlık orijinal değil. Shakespeare'in "Fırtına" isimli oyununda geçer bu laf. Orada “Yeni Cesur Dünya” ifadesi enteresan bir gözleme karşılık gelen bir betimlemedir. Biraz önce söylediğim yüzyıl sendromuyla uyumlu enteresan bir gözlemdir. Neden? Çünkü Shakespeare’in “Fırtına” adlı eserinde yeni cesur dünya cümlesini kullanan Miranda, aslında bütün yaşamı boyunca bir adada yaşamış, kendi babası, onun kölesi ve iyi niyetli bir ruh dışında kimseyi görmemiştir. İlk defa insan arasına çıktığında karşısına çıkan insanlar esasında, barbar, kötü niyetli ve hatta cani kişiliklerdir. Buna rağmen Miranda onlara baktığı zaman, ilk defa o toplumsal hareketin bireysel jestlerin ve insan ilgisinin karşısında kalınca, bu insanları takdir etmiş ve tarihlenmesi gerektiği savı neticesinde ortaya attığı bir kavramdır. Bu kavram çerçevesinde Braudel “uzun” on altıncı yüzyılın 1450’de başlayıp yaklaşık 1650’de bittiğini tespit etmiştir. Benzer değerlendirmeler, “uzun 19. yüzyıl” vb. gibi, tarihsel ve tarih veya dünya sistemi analizi kapsamında yapılan analizlerde yaygınlıkla kullanılmaktadır. Uzun yüzyıl kavramının ilk kullanımı için bkz. Fernand Braudel, The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II, Volume 2, Çev.: Sian Reynolds, Berkeley and Los Angeles, University of California Press, 1995, s.893. Longue Durée kavramı için bkz. Fernand Braudel; “History and the Social Sciences: The Longue Durée”, Çev.: Immanuel Wallerstein Source: Review (Fernand Braudel Center), Vol. 32, No. 2, 2009, Commemorating the Longue Durée, 2009, ss. 171-203. 6 onların “Yeni Cesur Dünya”yı oluşturduklarını söylemiştir.3 Hâlbuki bu yeni ortam Miranda için hiç de güvenli değildir. İşte yazar Huxley 1932 tarihli “Yeni Cesur Dünya” isimli eserinde bu tirattan ilham almış ve gününün toplumsal gelişmelerinin penceresinden önündeki yüzyıla bakarak insanlığın geleceğinin ciddi şekilde karanlık olduğunu değerlendirmiştir. Bu değerlendirmesini de aynı başlıklı romanında bir distopyanın, dünyayı felaket, otoriter, ceberrut bir geleceğin beklediğini varsaydığı bir kurguyla ölümsüzleştirmiştir.4 Bugünün dünyasına baktığımız zaman aynı türde bir distopyanın, adeta Miranda’nın çevresindeki kötüler ve kötülükleri mumla aratacak belalarla dolu bir “yeni cesur dünya modelinin”, bütün olumsuzluğuyla karşımızda şekillendiğine dair endişe duymak için elimizde yeterli sebep var. Zira gerçekten bir yüzyıl sonu sendromunu şiddetle yaşıyoruz ve Huysmans’ın dile getirdiği gibi hakikaten sihir ve büyü temelli, aydınlıktan ve bilimsel düşünceden uzak. Bilimi, en fazla uygulama, kullanım, teknoloji olarak benimseyip, felsefesini, karşılık geldiği yaşam biçimini ve onu üretmenin gerektirdiği anlayışı reddeden bir anlayış aldı başını gidiyor. Öte taraftan, genelde insanlık olarak biz bunu dengelemek için, belki de çok daha başka felaketlerin kapısını aralayan, acımasız, hiçbir surette kaybedene tahammülü olmayan, bir bulanık materyalizm dışında bir cevap henüz üretemiyoruz. Peki bizim bitirdiğimiz yüzyılın sonunda, yüzyıl sonu sendromumuzun içerisinde, kriz çağımızda, tarihsel olarak tüm bunlar neye karşılık geliyor? Açalım. Hızla bakmak gerekirse 1970 ila 1990 arasında uluslararası ilişkilerde, uluslararası ortamda, aktör çoklaşması yaşadık. Sadece devletlerin hâkim olduğu bir uluslararası ortamdan, artan biçimde devlet dışı 3 William Shakespeare, The Tempest, 2003, New York, Spark Publishing, Act V, Scene 1, p. 188. 4 Aldous Huxley, Brave New World, New York, Buccaneer Books, 1946. 7 aktörlerin de uluslararası ilişkileri ve gelişmeleri toplumların hayatını etkileyecek şekilde belirleyebildikleri yepyeni bir ortama gözlerimizi açtık 1970 ila 1990 yılları arasında. Gene 1980 ila 1991 yılları arasında soğuk savaş sona erdi. Tek kutuplu ana geçişle birlikte uluslararası sistemin güç dağılımı bakımından dönüşümünü deneyimledik. Tek kutuplu an diyorum. Neden? Çünkü bu tek kutuplu hal, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası sistemin dominant baş aktörü olduğu an, çok uzun sürmedi. En azından kimilerinin düşündükleri kadar uzun sürmedi. Detayına giremeyeceğim, zaman kısıtlı, ama tek kutuplu anın ötesinde uluslararası sistem üzerinde ABD’nin hegemonik bir egemenliği olmadı. Bir yanda uluslararası sistemin bu yöne doğru eviriliyor olması görüntüsünün yarattığı beklenti ve gerilimi, öte yandan bu sürecin tamamlanamamasının -ki bundan sonra da tamamlanamayacağı artık açık- yarattığı bütün bulanıklığı, tam da yüzyıl sonu sendromu tarifinde betimlenen bocalama ve kargaşayı da sonuna kadar yaşadık. Aktör çoklaşmasından, Soğuk Savaşın sonu ve bunun sonucunda ortaya çıkan sistemik dönüşümden başka, 1980 ila 2000 yılları arasında küreselleşmeyi ve küreselleşmenin yarattığı etkileri deneyimledik. İzah ettiğim diğer iki faktörün etkisiyle birleşince küreselleşmenin yarattığı etki katlandı. 2011’in 11 Eylül’ünde sistemdeki bütün bu birikme, fay hattındaki gerilim, boşaldı. Böylelikle önümüze yepyeni bir pencere açıldı. Bu pencereden görülen manzara şu. Güç dağılımı bakımından, zaten Soğuk Savaş’ın sonuyla beraber dönüşmüş olan uluslararası sistemin karakterini veren Vestfalyan anlayış da dönüşme sürecine girdi. 11 Eylül’ü müteakip bu dönüşümün başlangıcına şahit olduk. Nihayet Haziran 2014’te Irak-Şam İslam Devleti adıyla bilinen terör örgütünün İslam Devleti ilanıyla, hemen bizim güney sınırımızda kanaatimce uzun 20. yüzyıl da bitti. Zira kırılma tamamlandı ve ortaya yepyeni bir aktör formu çıkararak belki de uluslararası ilişkilerin geleceğinin tarihinin bütünüyle dönüştüğünü bizlere haber verdi. 8 Ortaya çıkan manzaranın en önemli unsurlarından bir tanesi sınırların geçirgenliği. Hukuki, demografik, ekonomik ve cebri geçirgenliğin arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu dört alanın tamamını etkileyecek ve bütününden etkilenen biçimde sınır geçirgenliğinin arttığı, egemenlik erozyonu ile karakterize bir dünyada yaşıyoruz. Sınırlar yumuşuyor. Özellikle sınırlarına sahip çıkamayanlar için sınırlar yumuşuyor. Bu yumuşamanın uluslararası ortamda yarattığı dinamik günümüz uluslararası ortamında olayların üzerinde geliştiği bir zemini teşkil ediyor. Ancak söz konusu zeminin aktörleri, kurumları, kuralları ve çatışma çözümlemesi mekanizmaları bakımından değişime karşı dirençli bir yapı sergilediği de bir gerçek. Bu itibarla uluslararası sistemin önemli bir kısmı itibariyle, modernleşmenin yaygınlaşması ile birlikte güçlenerek bildiğimiz halleriyle uluslararası ilişkileri karakterize eden, Vestfalyan tabir edilen normları koruduğu söylenmeli. Üstelik bu dayanıklılık sonuca dair etkiler yaratacak kadar da güçlü. Ne bunlar? Temelde, uluslararası ilişkilerde aktörün “merkezi devlet” olduğu ve bu devletlerin sahaları üzerinde rakipsiz egemenliklerinin, birbirleriyle ilişkilerinde eşitliklerinin esas olması. Zemin bu. Buna “Geç Modern” zemin (late-modern) adını vereceğim. İkinci bir zemin, devletlerin birer siyasal topluluk olarak rakiplerinin ve devlet-dışı aktörlerin belirleyiciliklerinin arttığı “Pre-Modern” zemin. Bu zemin de oldukça bulanık. Olayların belirleyici dinamiklerini çözmeyi zorlaştıran bir yapısı var. Bu zeminin dinamikleri öyle biçimleniyor ki, Modern Sonrası zeminden geleceğe baktığımızda, geleceğe, ama geçmişe dönmek suretiyle geleceğe yürüyüşle karakterize oluyor. Bu nedenle, bu zemine ve dinamiklerine Pre-Modern diyorum. Zira, bugünün hâkim uluslararası sistem algısının çoktan unuttuğu, yaklaşık üç yüz elli yıllık bir geçmişin öncesine referansla anlaşılabilecek biçimde karakterize. Bu manada Pre-Modern. Çünkü modern devletin dışında aktörler var artık çevremizde. Durum çoklu aktör modelinin getirdiği dönüşümden çok ötede bir dönüşüme işaret ediyor. 9 Peki bunun önemi ne? 1970–1990 arası kuvvetle deneyimlediğimiz aktör çoklaşması tecrübesi, devletin başat niteliğinin henüz dönüşmediği bir dönemdi. Bugünün yeni aktörleriyle durum öyle değil. Bunların uluslararası sistem üzerinde yaratabilmeye muktedir oldukları etkilerin, nihai olarak devletlerle kıyaslanabilecek düzeye erişeceği bir yola girdiğimiz anlaşılıyor. Burada belirleyici olan gelişme, 2014 Haziran’ından bu yana kendini İslam Devleti diye adlandıran varlığın sahneye çıkarak uluslararası ortam dediğimiz habitata eklenmesi. DAEŞ terör örgütünün evrilerek aldığı bu yeni şekil, bize geçmişi göstermek suretiyle geleceğin, en azından riskler babında, neye benzeyebileceğine önemli bir ışık tutuyor. İşte Pre-modern zemin geçmişe ait, ancak geleceğe hâkim olabilecek, bu manzaraların üzerinde şekillendiği dinamikleri barındırıyor. Üçüncü zeminin tartışmasına geçmeden önce tanımlanması gereken bir kavram var. Clausewitz’in “savaşın sisi” (nebel des krieges) kavramı. Bu kavram savaşın içerdiği belirsizliğe işaret eder. Yani savaşın müphem değişkenliğine bağlı olarak komutan stratejistin; a) durum farkındalığına, b) kendi imkân ve kabiliyetlerine, c) rakibin/ düşmanın imkân ve kabiliyetlerine, d) rakibin/ düşmanın niyetlerine, dair yaşadığı muğlak, karar almayı zorlaştırıcı haldir aklımıza gelmesi gereken.5 Burada rakibin/ düşmanın niyetleri dediğimiz zaman kast ettiğimiz, sadece çatışmaya, operasyona veya muharebeye ilişkin niyetlerin, hedeflerin, amaçların ötesinde, ve belki daha önemlisi, rakibin/ düşmanın 5 Bu kavramın Clausewitz tarafından ilk kullanımı için bkz. Carl Von Clausewitz, On War, Michael E. Howard, Peter Paret (Ed.s) 1989, Princeton, Princeton University Press, Book I, Chpt. III, p. 101. 10 “arzu ettiği son durumun” (desired end-state) ne olduğuna dair niyetleridir. Bugün ortada öyle bir ortam var ki “savaşın sisi”nin etki ve geçerlilik alanı artık muharebe alanını aşmıştır. Bu kavram artık, cari ve süreklilik arz eden bir hali tarif ediyor ve bu biçimiyle uluslararası sistemin geneline hakim, ortam tanımlayıcı, bir fenomen halini aldı. Artık “savaşın sisi” sosyo- politik sıradanlığın adı. Neredeyse hiçbir olayda, gerçekte gördüğümüzün ne olduğunu, muhatabımız olan aktörlerin niyetlerinin neler olduğunu, bu niyetlere “aslında” niye ulaşmak istediklerini, yani “arzu edilen son durumun” ne olduğunu, yani muharebeyi de geçtim, savaşı kazanarak neticede ne elde etmek istediğini kolaylıkla göremez olduk. Çok boyutlu belirsizliklerin kompleks ortamında artık rakip/ düşmanın zafer tanımının ne olduğunun ötesinde, zaferin ötesinde, zaferi elde ederek ne amaçladığını tespit gerekiyor. Hal buyken bırakın bu zor tahlili yapmayı, bugünün uluslararası rekabet/ güvenlik ortamında apaçıkmış gibi duran gerçekler bile gittikçe yoğun bir “sisin” ardında belirsizleşiyor. Fikir ve kavramlara ilişkin müphemlik artıyor. Sonuçta tüm bunlar kesinliklerin ortadan kalktığı, referansların neredeyse bütünüyle ve daha da önemlisi yerine yenisi konmak kaygısı taşınmadan ortadan kaldırıldığı bir “Postmodern” zeminin dinamiklerini teşkil ediyor. Kısacası öyle bir çağda yaşıyoruz ki bunun yarattığı karmaşayı kelimelerle ifade etmek gerçekten zor. Bir yerde pre-modern çerçevede anlamlı sosyo-politik ve sosyo-ekonomik koşullar, aktörler, ilişkiler ve olaylar cereyan ediyor; ki bunları anlamak ve anlamlandırmak için bildiğimiz uluslararası sistemin öncesine gitmek, onun dinamiklerini bu döneme uyarlayarak, bu dönemin koşulları içerisinde anlamlandırmak ve açıklamak zorundayız. Öte taraftan, hala modernizmin dinamiklerine tabi sosyo-politik ve sosyo-ekonomik koşullar, aktörler, ilişkiler ve olaylar, geç-modern zemin var. Ve nihayet aynı anda “post-modern hal”e tabi sosyopolitik ve sosyo-ekonomik koşullar, aktörler, ilişkiler ve olaylarda gelişme var. 11 Günümüz uluslararası ortamı, günümüz toplumsal ekonomik, siyasi ve askeri ortamı bu üç zeminin organik bir aradalığında, adeta birbiri içerisinde ergimelerinde (coalesce) şekilleniyor ve tarafımızdan deneyimleniyor. Organik, yani herhangi bir tanesi diğerine eklenmiş, eklemlenmiş değil. Tren katarı gibi değiller. Sıralı değiller. Öncelikli değiller. Zeytinyağı ve su gibi, birlikte ama karışmaz, değiller. Birini tutup, çekip, ayrıştırıp, götüremiyorsunuz. Organik olarak bir aradalar. İç içe varlar. Yani toplumsal yaşam ve eylemin üzerinde biçimlendiği zemin aynı anda bunların tamamını kapsıyor, hepsinin dinamiklerine bir arada tabi. Uluslararası ortamda, iç siyasette verili bir olay bunların tamamının bir arada çekim gücüne tabi. Biri oradan, diğeri buradan çekiştiriyor. Geleceğin subayı bu üç zeminin organikliği bağlamında, aynı anda üçünü birden kavrayıp hareket etmek, kaçınılmaz olarak yarattıkları paradoksal etkileri eş zamanlı yönetmek, gerektiğinde bu etkileri ayrıştırıp verili olayda verili dinamik, trend, aktör üzerinde hangisinin ne şekilde hakim ve etkili olduğunu anlamak, aralarındaki etkileşimin söz konusu dinamik, trend, aktör üzerindeki etkisini, bu etkinin şiddetini, hızını ve yönünü tespit etmek ve Clausewitz’in o ölümsüz kavramını, “savaşın sisi”ni uygulamada (eylemde) böyle aşmak mecburiyetinde. Kesif bir savaş sisinin belirlediği bulanıklık hayatımızın yeni gerçekliği. Özetlemek gerekirse, günümüzün siyasal-askeri ortamı bu üç zeminin organik bir aradalığında vücut buluyor ve kesif bir savaş sisi’nin belirlediği artan bir bulanıklık ile karakterize oluyor. O halde sorumuz şu: Peki, böyle bir ortamda çağın komutanı nasıl düşünen, nasıl yetişmiş bir subay olmalıdır? Bu sorunun en kısa cevabı şu şekilde verilmektedir: Yaratıcı ve eleştirel düşünmeyi içselleştirmiş subay. Bilgiyi edinmenin ötesine geçmiş; bilgi edinme işinin gereklerini refleks haline getirmiş, bunun üzerine sentez, değerlendirme tahtında eleştirel düşünen ve yaratıcı bir lider. Daha öz bir ifadesiyle, stratejik düşünme yeteneğini en üst düzeyde keskinleştirmiş ve bunu haslete çevirmiş olan bir subay. 12 Burada bir başka soru ortaya çıkıyor: O halde stratejik düşünce nedir? Belirtmeliyim ki, hayatını bu kavrama adadığını söyleyebilecek, doktora tezini bu konu üzerine yazmış birisi olarak bu tanım sorunu benim için çok önemli. Çünkü sorsanız, her şey stratejik bugünün dünyasında. Günün modası başımıza gelen her şeyi stratejik lafzına emanet etmek. Çoğunlukla bilmediğimiz böylelikle strateji kavramına ve “stratejik düşünce” disiplinine ihanet ettiğimiz. Zira, bu şekilde, sıklıkla, her başımız sıkıştığında stratejik lafzını herhangi bir meselenin başına koyduğumuz zaman o meseleyi önemsediğimizi gösterdiğimiz zannındayız. Hâlbuki böylelikle stratejiyi, eskilerin tabiriyle lafz-ı muteber (manalı söz) olmaktan alıp lafz-ı mühmel (manasız söz) haline getiriyoruz. Kavramı sıfatlaştırarak basitleştiriyor, manasızlaştırıyor, sıradanlaştırıyoruz. Bu nedenle bir tanıma ihtiyacımız var. Eskilerin tanımıyla tanımımız ağyarını mani, efradını cami olmalı. Yani öyle olmalı ki, ilgili her unsuru içine alsın, olmayan, gereksiz ne varsa da dışarıda bıraksın. Benim anlayışımca mümkün tanım şöyle dile geliyor: Verili bir rekabet çerçevesinde, bugünü ve geleceği hayati düzeyde etkileme potansiyeli bulunan bir soru, sorun veya olanak karşısında, arzu edilen son hali elde etmek üzere; bilgi temelli, kavramsal, eleştirel, yaratıcı, sistematik ve fırsatçı biçimde bütüncül ve bütünleşik akıl yürütmeye yönelik zihinsel disiplin ve metot. Ve bu metodu kıymetlendirme kabiliyet ve kapasitesi. Burada söz konusu olan nedir? Bir soru, sorun ve olanak. Bir galat-ı meşhur (yerleşik yanlış) var ki tam buraya uygun açıklamayı getiriyor. Çincede “kriz” kelimesine karşılık gelen bileşik karakterin “risk” ve “fırsat” anlamına gelen iki karakterin bir aradalığından oluştuğu yanılgısı yaygındır. Ama bir gerçekliğe tekabül eder. Yani sorular, sorunlar ve olanakların iç içe geçmişliğine. İşte “savaş sisi" tam da bu girift ortama karşılık gelir. 13 Şimdi bu yüzyılda tam da bu ortamda başarıyı yakalayabilecek, bu metodu, stratejik düşünceyi, en etkin biçimde kullanabilecek, vatanı adına görevini mükemmelen yerine getirebilecek kabiliyet ve kapasiteye sahip, bu meziyetleri içselleştirmiş, subayı, komutanı, lideri, stratejisti6 arıyoruz. Burada başarı uygulamada ölçülür. Eş deyişle strateji nihayetinde uygulamalı bir bilim ve sanattır. O halde soru şu oluyor: Bu tanım pratikte ne anlam taşıyor? Pratikte stratejik düşünce, yetiştirme arayışında olduğumuz subaystratejistin, deneyim ve eğitimle kazandığı bilgeliği etkinlikle uygulamaya taşımasını gerektirir.7 Onu ancak böyle ölçeriz. Varlığına, başarısına ancak 6 Bu çalışmada kullandığımız haliyle subay-stratejist kavramı, yukarıda sıralandığı haliyle askerliği meslek edinmiş kişinin, mesleği icra bakımından bulunduğu aşamalara dair, subay, komutan, lider, stratejist olarak ifade ettiğimiz yukarıdaki taksonomi (sınıflandırma biçimi) çerçevesinde anlamlıdır. Bu taksonomide subay, mesleğin icrasına dair hak ve yetkileri, gerekli liyakat prosedürünü tamamlayarak, örneğin, ve günümüzde çoğunlukla, askeri okuldan mezun olmak suretiyle edinmiş, mezun meslek sahibini işaret eder. Komutan, subaylığı içeren, ve bunun ötesinde, ünvan ve yetkiye sahiplik bakımından olduğu kadar, doğal yetkinlik bakımından ast-üst ilişkisini kurabilen kişidir. Lider, ilk ikisine sahip olmakla beraber bunlarda öteye geçerek, otoritesi kendiliğindenlik arz eden, kitleyi şahsi inisiyatifinin tahrikiyle harekete geçirebilen (Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasbihal eserindeki ifadeyle “harekete geçirici”, bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, İstanbul, Türkiye İş Bankası, 2006, s. 21) kişidir. İleride dipnot 11’da Atatürk’ten yapılan alıntı anlamını burada bulmaktadır. Stratejist ise tüm bunların getirdiği hasletleri şahsında toplayarak, “stratejik düşünce”ye dair yukarıda yapılan tanımın içeriğini içselleştirmiş, haslet ve refleks haline getirmiş kişidir. Subay-Stratejist, aralarındaki ilgi ifade biçimiyle somutlaştırılmış bir bileşik kavram olarak taksonominin tamamını kapsayan ve bir bütünselliğe dikkat çeken bir kullanım, bu çalışmada yetiştirilmesi/eğitimi ve kendisine olan ihtiyaç problematikleştirilmiş bulunan bireyi ifade eden kavramdır. Burada açımlanan taksonomi ve bunun uygulamadaki sonuçlarına dair Atatürk’ün fikirleri ile örtüşmeyi tespit için bkz. Age., s. 12 ve 21. 7 “Stratejik düşünce bir liderin –deneyim ve eğitim ile kazandığı– bilgeliğin [uygulamaya] taşınmasıdır.” Exploring Strategic Thinking: Insights to Assess, Develop, and Retain Army Strategic Thinkers, Der.: Heather M.K. Wolters, Anna P. Grome, Ryan M. Hinds, Fort Belvoir, United States Army Research Institute for the Behavioral and Social Sciences, 2013 14 böyle karar verebiliriz. Pratik anlam ve yansıma bu. Edindiğimiz deneyimin ve aldığımız eğitimin gereğini, biraz evvel yaptığım tanımdaki özellikleri taşıyan bir disiplin ve metot içerisinde hayata geçirmek. İşte bu noktada Atatürk’e bakmak, ondan öğrenmek zamanıdır. Atatürk’e, “çağımızın stratejik dehası” şeklinde hitap etmek hem bir gurur kaynağı, hem de hoş bir alışkanlığımız. Ancak bu noktada iki sorumuz var: Bu hoş gururun ve alışkanlığın ardında yatan gerçeklik nedir? Nerede ifadesini bulmuştur? Bu da açık anlaşılması bakımından tanımların yapılmasını gerektirir bir sorudur. Zira doğru tanımlar Atatürk’ü bize tüm ihtişamıyla anlatacaktır. Burada slogana ihtiyaç yok. Slogan bir ifadeyi parlatır ama Atatürk’ün slogana ihtiyacı yok. Onun ışığı sloganların yaratabileceği sanal parlaklığı kolaylıkla aşar. Ben bundan sonraki bölümde, bu iki sorunun üzerinde durmak istiyorum. İlk sorunun aslında kısa bir cevabı var. Zira söylediğim gibi stratejik düşüncenin seviyesinin ne olduğu, dehaya karşılık gelip gelmediği gibi sorular, esasen haklarında uygulamada gözlemlenen sonuçlarla yargıya varılabilir sorulardır. Dolayısıyla ilk sorunun cevabı, içerisinde yaşadığımız ülkenin kuruluş destanından takip edilebilir. Bu bağlamda en kısa ifadesiyle Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün stratejik dehasının cismani halidir. Uzun yoldan gidersek cevabın ilk adımı büyük adamın kendisinden geliyor; “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.”8 içerisinde Paul K. Van Riper, “The Identification and Education of U.S. Army Strategic Thinkers”, s. 12. 8 İsmet Giritli, Atatürk‟ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve İdeolojisi, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1980, s. 13. 15 Bu sözler dehanın kendine dahi eleştirel bakabildiğinin kanıtıdır. Bu eleştirel bir bakıştır. Mustafa Kemal Atatürk, deha olduğunun farkında olmayan bir lider değildi. Ancak, “benim bu söylediklerim değişmez değildir” derken, yaratıcı ve eleştirel aklının oklarını kendisine yönelttiğini görmekteyiz. Sorumuzun cevabına ikinci açılım yine ondan geliyor. “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu, bir de Türk milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”9 Bu cümlelerin ikisini bir arada değerlendirdiğimizde stratejik düşünce ve stratejik düşünce eğitimi bakımdan son derece önemli altı unsur dikkat çekmektedir. Birincisi; bilgiye sahip olmak gerekir. Elbette de derinlik içeren bir bilgi sahipliği. Burada kastım, iyi araştırılmış ilgili disiplinlerin temeline oturtulmuş bilgi. Cümlede dikkat çeken ikincisi unsur, tarihsel sürekliliği barındıran, onun farkında bir biçimde bilgi sahibi olma gerekliliği. Ancak, tek başına bilgiye sahip olmak, bu koşulları karşılasa da, yeterli görülemez. Bilgi sahipliği, disiplinler arası (multidisciplinary) düşünme yetkinliği ve sentez kabiliyeti ile birlikte bir bütün olmalıdır. Esas olan bu şekilde yetişmişlik. Zira bilgiye bu biçimde sahip olmak, böyle yetişmişlik, bir yandan üçüncü unsurumuzu teşkil eden yaratıcılığı besler, bir yandan da dördüncü unsuru, yani fırsatçı düşüncenin gerektirdiği disiplinli esnekliği sağlar. Unutmamak gerekir ki, bunlar stratejik düşüncenin temel taşları arasındadır. Bunlara eşlik eden en önemli haslet ise hepsine ruh veren beşinci unsur, yani karakterdir. Nihayet tüm bunların esas tartısını teşkil eden altıncı unsur ise uygulamadır. İş bilgi ve karakter sahibi olmaya geldiğinde Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasb-ı Hâl eserindeki şu ifadesini hatırlatmak gerekir: 9 Enver Ziya Karal, Atatürk ve Devrim, Ankara, ODTÜ Yayıncılık, 2003, s. 59. 16 “İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden-maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.”10 Bu satırlar bize şunu söylüyor. Eğer bilgi ve karakter sahibi değilseniz, liderlik konumuna gerekli birikimden ve karakterden yoksun biçimde, bürokratik esasların ve zamanın takibi ile geldiyseniz, o vakit kişilerin sadece maddi semboller nedeniyle size lider muamelesi yapmasını beklemeyiniz. Yetişmek zorundasınız. Bilgi sahibi olmak zorundasınız. Karakter göstermek zorundasınız. Zira bildiğinizi aktarmak sadece anlatmakla olmaz. Yapacaksınız. Bu yapım eylemi ilk paragraftaki altıncı unsura karşılık gelir, yani uygulama. Zira netice, her anlamda uygulamadan çıkar. Yine tecrübe uygulamayla gelir. Bu ikisinin modern ve eski Türkçede bir diğeri yerine kullanılması, iç içeliklerinin delilidir. Ne dedik, yapacaksınız. Yapacaksınız. Ve yaparken, kararlılıkta ve karakterde örnek oluşturacaksınız. Astlarınız sizi o zaman sonuna kadar takip edecektir. Ne dedik? Strateji uygulamalı bir bilim ve sanattır. İş yaratıcılığa geldiğinde yine aynı eserden şu sözleri hatırlamak gerekir: “Gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşünce üreterek kendiliklerinden iş görebilecek nitelikte yetiştirilmiş olduklarına ikna olmadan; bir askeri birliğin, bir ordunun güvenilir ve destek verebilir bir güç olarak tanınması gaflettir, felakettir”.11 Görüldüğü gibi yaratıcılığa inisiyatif eşlik etmektedir. Biri olmadan öteki zaten mümkün değildir. İş esnekliğe geldiğinde ise, Meşrutiyet döneminin Edirne manevralarına ilişkin şu bölümü hatırlamakta fayda var: “Kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok! Sebep?!..” O tutkulu üslubuyla devam ediyor: 10 Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s. 7. 11 Age., s. 18. 17 “Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı. Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu. Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu. Sebep, edemezdi... Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanın yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’ yönünde yürüyen alaylara katıldım. Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. “Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin. Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık...” Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçersizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra ikinciyi” diyordu. Niçin? Çünkü alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de ikincisini anlamıştı.”12 Burada anlatılan nedir? Stratejik deha Mustafa Kemal, birikimdeki yetersizlikten kaynaklanan bir yaratıcılık ve inisiyatif yetersizliği tespit etmektedir. Bunların disiplinli esnekliğin yokluğuna yol açtığını görmekte ve nihayet bu faktörlerin bütününün karakter unsurunun yoksunluğuna yol açtığını da görmektedir. Belirtmek gerekir ki, söz konusu subaylarda karakter yoksunluğu yapısal olmak durumunda da değildir. Yetiştirilme biçimindeki eksikler birikimde 12 Age., s. 6. 18 eksikliğe yol açmakta, bu karakterin önemli bileşeni olan cesareti yok etmektedir. Burada cesaretten kasıt, ölümü göze alarak taarruz cesareti de değildir. İnisiyatif alarak karar alma, bunu da kararlılık ve tutarlılıkla uygulamaya taşıma cesaretinden bahsetmekteyiz. Öte yandan dönemin tüm siyasi ve kurumsal koşullarıyla üzerlerinde ağırlığını hissettiren sistem nüvelerinde taşıdıkları karakteri örseleyerek aşındırmış da olabilir. Unutmamak gereken, tüm unsurların ve bunların bileşenlerinin bütününün bir arada var olduğu (yani stratejide bütünsellik faktörü) ve birbirleriyle ve çevreyle daimi olarak etkileştiği (yani stratejide etkileşim/etki-tepki faktörü) gerçeğidir. Dolayısıyla geleceğin subay-stratejisti yetiştirilirken, tüm bunların dikkate alındığı bütünleşik bir yaklaşım elzemdir. Ne kadar derinlikli ve odaklı olursa olsun, tekil veya ayrışık/kopuk yaklaşımlar sonuç vermeyecektir. Bilgi/ birikim, tarihsel süreklilik, yaratıcılık/inisiyatif, esneklik, karakter ve uygulama unsurlarının karşılıklı etkileşimine ilişkin bir başka örnek ise, yine O’nun kaleminden Trablusgarp Savaşı’na dair: “Eldeki araç Ortaçağ’dan kalma olsa da; bunu oluşturan bireyler, görülecek iş için adım başında bir emre, bir uyarıya ihtiyaç göstermeden kendiliğinden hareket etme olgunluğuna ulaşmış bulunursa, karşısındaki bu özellikten yoksun kaldıkça-ilerlemeler dünyasının en büyük kazanımlarına sahip olsa bile- zafere ulaşamaz!... Tarih bile diyor ki, ordular, hemen hepsi gönüllü olan sağlam yapılı ve yetenekli askerlerden oluştuğu zamanlarda, yani eski askerlik yönteminin geçerli olduğu dönemlerde, ordularda inisiyatif o derece belirgindi ki; üstler bu özelliğin yokluğundan değil, tersine aşırılığından kaygılanırlardı.”13 Görüleceği ve metnin bütününün okunması halinde açıkça anlaşılacağı gibi, bilgi bu analizlerin temelini oluşturur. Trablusgarp Harbi’nde bahsi geçen askerler “Bedevi”dir. Onlar ve Mustafa Kemal ve diğer komutanlar harekâtın gerekleri ve coğrafya üzerine tam olarak bilgi 13 Age., s. 19. 19 sahibidirler. Diğer taraftan stratejik düşüncenin metot ve çerçevesine dair iki başlık, bir yanda soyutlama ve kavramsallaştırma yeteneği; ve öte yanda koşullara, imkan ve kabiliyetlere ve hareket tarzına ilişkin gerçekçilik, her iki alıntıda da gözden kaçmayacak biçimde ortadadır. Mustafa Kemal tüm bunları 1914 yılında tespit etmiş ve yazmıştır. Görüldüğü üzere 1914 yılında geleceğin ulu önderi bu özellikleri içselleştirmiş bir subay-stratejistti. Bu göreceli olarak düşük bir rütbe, erken bir zamandır. Dolayısıyla zaman hiçbir subay-stratejistin/komutanın yetişmesinde erken bir an değildir. Birinci sınıf erken bir an değildir! Nasıl dördüncü sınıf erken bir an değilse. Şunu unutmamak gerekir Atatürk’ün liyakatte zirvesini oluşturduğu bu dönemin genç subayları, ateş altında üzerlerine gerçekten mermiler yağarken sadece okumuyorlardı. Bunu döneme ait hatırattan ve diğer eserlerden biliyoruz. Bilmeyenler için zaten Anıtkabir Müzesi’ni ziyaret etmeleri yeterli olacaktır. Evet, onlar sadece okumuyorlardı. Aynı zamanda yazıyorlardı. Yani bildiklerini uygulamaya taşıyorlar kavramlarla yaratıcı düşünmeyi, kavramsallaştırmayı beceriyorlardı. Bu konuya dikkat çekmek isterim. Zira, entelektüel faaliyetin bu derece önemsiz muamelesi gördüğü, bilginin çoğalarak ve ulaşılması kolaylaşarak ucuzladığı, aynı ölçüde de münhasır (exclusive) bir karakter kazanarak ona sahip olmayanlar üzerinde yıkıcılaştığı bir çağda onların bu tavır ve yaklaşımlarından edinilecek çok ders var! Bu günün koşulları, günümüz komutanının sadece askerlik bilim ve sanatını iyi bilen bir kişi olmasının yeterli olmadığı koşullardır. Günümüz komutanını sadece profesyonel asker olarak görmek ve bu alanda derinleşmesinin yeterli olduğunu söylemek büyük hata olacaktır. Atatürk’ün önce düşmanı sonra hayranı olan İngiliz başbakanı Churchill’in; “Ne kadar geriye bakarsanız o kadar ilerisini görebilirsiniz” ifadesi burada geçerlidir. Sadece dikeyde, yani uzmanlaşma olarak değil, yatayda da bilgilenen yani adaptasyon 20 yeteneğini, yaratıcılık ve birden fazla disiplinin entelektüel aletleriyle, disiplinler arası, düşünme yeteneğiyle formasyonunu pekiştiren günümüz komutanı, geriye baktığımızda nitelik çerçevesi bakımından karşılaşacağımız en yakın örnek olarak, Roma İmparatorluğunun en yüksek askeri nitelikli makamı olan prokonsül makamını taşıyan en iyi misallere benzemek mecburiyetindedir. Güncel olaylara baktığımız zaman bunun örneklerini yakalamamız mümkün. Günümüzün komutanı aynı anda subay, centilmen, diplomat, iletişimci ve kamu idaresini bilen bir kimliği üzerinde taşımalıdır. Günümüz savaşlarının koşulları bundan daha azını talep ve kabul etmemektedir. Askeri eğitimde güncel meydan okuma budur. Bölgemizde gerçekleşen Irak ve Afganistan müdahalelerine ve bu savaşlarda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ordusunun organizasyon biçimine, sorumlu komutanlarının yetiştiriliş biçimine bakarsak, bu yönde sağlam bir eğilimin varlığını görürüz. Bu harekâtların stratejik yönetiminde neyin doğru neyin yanlış yapıldığını, bu harekâtlarda ABD’nin ordusunun organizasyon biçimini, komutanlarını yetiştirme biçimini, bunların yetiştirilmesinde kullanılan alt yapıyı incelediğimizde manzara büyük ölçüde açıktır. Buralarda mevcut harekat koşullarının dayattığı gereksinimleri ve yıllara sâri çalışmalarla bunların öngörülmesi sonucu yapılan hazırlıklarla benimsenen yetiştirme biçimini, kazandırılması elzem görülen hasletleri dikkate aldığımızda çok yönlülük bakımından, elbette değişen koşulların dayattığı farklılıklar (örneğin profesyonellik gibi) sabit olmak üzere, bahsettiğimiz Roma örneğine yakınlık ilgi çekicidir.14 Deniz Kuvvetlerimiz bu 14 Burada kast edilen manasıyla “Prokonsül” benzetmesi yetişmişlik ve yetkinlik bakımından çok yönlü ve disiplinler arası düşünme yeteneğini edinmiş, bunun etkin biçimde ve sonuç alıcı şekilde kullanabilen, görevin gereği olan koşullara en geniş anlamında adaptasyon yeteneğine sahip, kısaca bu çalışmada tanımlanan haliyle stratejik düşünceyi içselleştirmiş, haslet haline getirmiş subay-stratejisti tanımlar. Bu niteleme, yaklaşık aynı anlama gelmekle beraber daha ziyade işlev, konum ve etki yönüyle tanımlanarak, ilk defa ABD Silahlı Kuvvetlerinin, 1986 tarihli Goldwater-Nichols Savunma Reorganizasyon Kanunu çerçevesinde kurulan Birleştirilmiş Muharebe Komutanlıklarının (UCC – Unified Combatant Command) Bölgesel Başkomutan (CINC – Commander in Chief) statüsü taşıyan orgeneral veya oramiral 21 rütbesindeki komutanları için The Washington Post gazetesi için kaleme alınan bir seri makalede gazeteci Dana Priest tarafından 2000 yılında kullanılmıştır. Bu komutanlar görev sorumlulukları itibariyle doğrudan ABD Başkanına ve Savunma Bakanına bağlıdır. Priest’e göre söz konusu komutanlar: ellerinin altındaki ekipman; insan ve mali kaynaklar; yarı-otonom statüleri; görev gereksinimlerinin sivil, askeri bir çok disiplini buluşturan çok yönlü yapısı; yine görev gereksinimlerinin gerektirdiği biçimde uzun vadeli strateji üretmeye yönelik yaklaşımları; buna uygun alt-yapıya sahip olmaları ile “Amerikan dış politikasının geleneksel olmayan merkezleri” haline dönüşmüş bulunmaktadırlar. CINC’lara ilişkin öne çıkan ve konumuz bakımından önemli unsur, bunların kariyerlerinin düz bir çizgi izlemekten ziyade, çok yönlü deneyimle bezenmiş, disiplinler arası düşünebilme yeteneğini besler faaliyetlerle zenginleşmiş, entelektüel derinlikle karakterize olmasıdır. Priest’e göre, Soğuk Savaş sonrası dönemin güvenlik tehditlerinin yarattığı çatışmaların karakteri, barış operasyonlarının özellikleri, ulus-inşası ve barışı koruma harekâtlarının çok yönlü gereksinimleri CINC’lere “genişlemiş diplomatik ve siyasi roller” yüklemiş ve “artan biçimde dış politika stratejisini” belirlemekte rol oynamalarına neden olmuştur. Bkz. Dana Priest, “A Four-Star Foreign Policy”, The Washington Post, September 28, 2000; Dana Priest, “An Engagement in 10 Time Zones“, The Washington Post, September 29, 2000; Standing Up to State and Congress, The Washington Post, September 30, 2000. Dikkat çekici bir unsur bu değerlendirmelerin, 11 Eylül 2001 olayı ve Irak ve Afganistan müdahalelerinin öncesinde yapılmasıdır. Söz konusu müdahaleler CINC’lerin askeri ve sivil yönleriyle bir bütünlük içerisinde harekâta hâkim olmalarının fark yaratıcı etkisini daha da açıkça ortaya koymuşlardır. Hatta konu üzerine yapılan kimi çalışmalar, Irak ve Afganistan harekâtlarında “Prokonsül” konumundaki askeri liderlerin çatışma sonrası hallerde ortaya çıkan potansiyel meselelerin sivil boyutuyla baş etmekte zorlanmalarından ziyade, benzer konumdaki sivil idareci ve diplomatların, askeri meseleleri kavrayışlarında sorun ortaya çıktığı tespitini yapmaktadır. Bkz. Carnes Lord, Proconsuls: Delegated Political-Military Leadership from Rome to America Today, Cambridge, Cambridge University Press, 2012, s. 21. Bu bir noktaya kadar bir bilim ve sanat olarak askerlik mesleğinin hususiyetinden kaynaklanan bir durum olarak değerlendirilebilir. Neticede konuya yabancı biri için askerliğin temel konularıyla iştigal anlaşılır bir zorluk içerir. Öte taraftan ortamı bütüncül (holistic) ve birleşik (integrated) değerlendirmekte ve buna bağlı disiplinli esnekliği sağlamada; eğitim, brikim, deneyim, yetişmişlik ve düşünce eksikliğine de işaret eder. İşte subay-stratejistin yetişmesi onu tüm bu bakımlardan yetkin kılmayı, onu gerektiğinde “Prokonsül” rolünü hakkıyla yerine getirebilecek bilgiyle mücehhez kılmayı hedeflemelidir. Bir başka dikkat çekici unsur, “Prokonsül” benzetmesinin yapıldığı ilk günden beri ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları ve ordusu içerisinde, “Prokonsül” benzetmesinin mantığının veya karşılık geldiği konum ve etkinin, çok tartışma konusu olmamış olmasıdır. Aksine tartışma söz konusu benzetmeye neden olan işlevlerin nasıl daha etkin ve verimli 22 noktada zannediyorum, TSK'nın içerisinde bu imkâna sahip önde gelen bir kuvvettir. Zira, NATO görevlerinin de içinde bulunduğu görevlerle Virginia’da bu eğitimlerin verildiği merkezlerden biri olan Norfolk’u ziyaret etmek, söz konusu personelin yetiştirilmesine sahne olan tesisleri görme fırsatları olmaktadır. Elbette başka yerlerde de bu amaçla çalışan başka tesisler de mevcut. Uluslararası rekabetin karakteri 20. yüzyılda devrimsel olarak nitelenebilecek bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşümün sebebi olan nükleer biçimde yerine getirilebileceğine odaklanmıştır. Bu konudaki tartışmalar için Bkz. Howard D. Belote, Proconsuls, Pretenders, or Professionals? The Political Role of Regional Combatant Commanders, Chairman of the Joint Chiefs of Staff Strategy Essay Competition, Washington DC., Fort Lesley, J. McNair, National Defense University Press, 2004, ss. 1 – 19; Jeffrey A. Bradford, Proconsuls and CINCs from the Roman Republic to the Republic of the United States of America: Lessons for the Pax Americana, Fort Leavenworth, School of Advanced Military Studies United States Army Command and General Staff College, 2001; Howard J. T. Steers, Bridging the Gaps: Political-Military Coordination at the Operational Level, Newport, Joint Military Operations Department, Naval War College, 2001; Wesley K. Clark, Dana Priest, Alan Lang, Civil Military Affairs and U.S. Diplomacy: The Changing Roles of the Regional Commanders-In-Chief (CINCs); Includes Question and Answer Session, State Department, Washington DC., May 30, 2001 (çevrimiçi) http://2001- 2009.state.gov/s/p/of/proc/tr/ 10916.htm, 30 Eylül 2015. Tüm bunlar, bu çalışmada Atatürk’ün görüşleri üzerinden gerekçelendirilerek anlatılan geleceğin subay-stratejistinin nasıl bir lider ve komutan olarak yetişmesi gerektiği yönündeki tezleri, subay-stratejistin gelecekte karşılaşacağı harekât ortamı üzerinden tanımlanan muhtemel görev sorumlulukları üzerinden de, teyit edici nitelikte değerlendirilmektedir. Son olarak bu tartışmaların asker-sivil ilişkileri ve askeri kurumların sivil otoritenin kontrol ve denetimine tabiyeti konusunda oturmuş kurumsal, kanuni çerçeveye sahip ve bu konularda son derece hassas bir siyasal kültürün hâkim olduğu ABD’de yapıldığının hatırda tutulmasında fayda vardır. Bu noktada ülkelerin güvenlik tanım ve gereksinimleri aynı olmadığı kabul edilse bile, ki bu tabii olarak ve her şeyden önce bir iddia meselesidir, geleceğin stratejik ortamının ülkelere benzer meydan okumalar dayatacağı varsayılabilir. Sadece bu bile geleceğin subay-stratejistinin yetişmesinde mümkün olan en kapsamlı ve zengin yöntem ve prensiplerin benimsenmesini, küresel örneklerin ortaya konularak karşılaştırmalı tartışılmasını zaruri kılar. 23 silahlar, savaşın Clausewitzgil anlamda “siyasetin başka araçlarla devamı” 15 olmaktan çıkmasına neden olarak askeri-stratejik ortamı da dönüştürmüştür. Söz konusu dönüşümü anlamak için öncelikle, “savaşın siyasetin başka araçlarla devamı” olması ne demektir, buna değinelim. Bundan kasıt her savaşın devlet adına net olarak tanımlanmış bir arzu edilir nihai sonuca doğru yürütülen bir eylem olmasıdır. Bu arzu edilen nihai sonuç nihayetinde siyasal niteliktedir. Burada istenen durumun kavrayışında, düşüncede ve eylemde, hedeften, amaca ve buradan da arzu edilen nihai sonuca doğru akan bir bütünlük sağlamaktır. Güvenlik ve dış politika bakımından strateji konuşurken bu arzu edilen nihai sonucu siyasal-askeri (politico-military) tabiriyle karakterize diyoruz. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nı arzu edilir son hale doğru akan bir hamleler zinciri olarak, dış politikası da dâhil tüm yönleriyle, bütüncül bir bakışla yönetmesi bunun örneğidir. Şu sözleri, bu konudaki farkındalık düzeyinin yüksekliğini ve teorik kavrayışının derinliğini sergilemektedir: “Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan bir gaye elde etmek için belli başlı bir vasıtadır. Gaye fikirdir. Zafer bir fikrin istihsaline hizmet nispetinde değer taşır. Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer payidar olmaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayrettir.”16 Süreç içerisinde öncelikli olarak Anadolu’nun düşmandan temizlenmesini amaçlayan bu büyük strateji nihai olarak arzu edilir son hali Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmak olarak tarif etmiştir. İşte “arzu edilen son duruma” karşılık gelen siyasal-askeri hedef buydu. 15 Clausewitz, On War, Book I, Chpt. I, p. 87. 16 Karal, Age., s. 139. Vurgular bana ait. (AKH) 24 Hedefin bu olduğunu henüz Balkan Savaşı felaketi Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine çökmeden dile getirmiştir: “Asıl mesele yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır”.17 Atatürk, bununla da kalmamış, askeri stratejinin savaşta zirvesini bulan siyasal-askeri soğuk yüzünü; “Ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe harb bir cinayettir”18 sözüyle değerler ve ahlak üzerinde temellendirdiği gerçekçi bir meşruiyet çerçevesine oturtmuştur. Burada gerçekçilikten kasıt; korunabilir, sürdürülebilir ama daha önemlisi mevcut imkân ve kabiliyetlerimizle elde edilebilir olmaktır. Ancak, nükleer silahlar siyasal-askeri ile askeri stratejik alanlar arasındaki devamlılığı biraz evvel belirttiğim biçimde kopararak savaş ve siyaset arasındaki bağlantıyı sakatlamışlardır. Zira insanlığın yok olma riski altında olduğu bir savaştan sonra siyasetin devamından söz etmek anlam taşımamaktadır. Bu durum Clausewitzgil “mutlak savaş” olgusunu Soğuk Savaş döneminde uluslararası sistem ve bloklar arası rekabet düzeyinde tekrar tartışmaya açmıştır.19 Bu noktada en baştaki hususa yani uluslararası sistemin dönüşümü konusuna geri dönüyoruz. 17 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, Pozitif Yay., 2004, s. 49. 18 Mustafa Kemal Atatürk, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, Atatürk Araştıma Merkezi, 1997, Cilt II, s. 128. 19 “Mutlak Savaş” (Absoluter Krieg), değişik dillere çevirilerde, çoğunlukla Erich Ludendorff’un aynı adlı kitabında (1935) kullandığı “topyekûn savaş” (Der Totale Krieg) kavramı ile karıştırılmaktadır. “Topyekûn savaş”, toplumların bütün imkân ve unsurlarıyla olanca şiddetiyle birbirleriyle silahlı mücadele etmesidir. Jan Honig, The Idea of Total War From Clausewitz to Ludendorff, The Pacific War as Total War: Proceedings of the 2011 International Forum on War History, Tokyo, National Institute for Defence Studies, 2012. ss. 29-41. Clausewitz’in “Mutlak Savaş” kavramı, kitabının değişik bölümlerinde kendiside kimi zaman çelişkiye düşse de, esasen gerçekte rastlanmayan sınırsız amaç ve en üst düzeyde şiddet içeren “gerçek” savaşların anlaşılmasını sağlayacak bir nirengi model olarak ortaya konmuş söylemsel, felsefi bir araç olarak kurgulanmıştır. Bkz. Clausewitz, On War içerisinde Peter Paret, “The Genesis of On War”, s. 21; Janeen Klinger, “The Social Science of Carl von 25 Soğuk Savaşın ağırlığı ortadan kalktığında, içerisine girdiğimiz askeri-stratejik ortam, yaygınlaşan nükleer silahların gölgesinde, ilginç biçimde çatışma/ savaş olgusunu, bir anlamda, sivilleştirerek20 tekrar siyasallaştırdı. Aktörlerin en az bir tanesinin düzenli ordu olmadığı, Clausewitz,” Parameters, Vol.: 36, No: 1, Spring 2006, s. 81. Yukarıdaki kullanımda kasıt nükleer silahların savaşı, Clausewitz’in “siyasetin başka araçlarla devamı” olarak ifade ettiği, o’nun kavramsallaştırmasıyla “gerçek savaş”ı tanımlayan, halden çıkararak kuramsal bir soyutlama olan “Mutlak Savaş”ın sınırsız şiddet içeren ideal formuna dönüştürme potansiyelidir. Arzu edilen son durum olarak tariflenecek siyasi hedefin ve bunun şiddete dair bastırdığı sınırlılıkların, ortadan kalktığı, dünya üzerinde hayatı bitirebilecek bir savaş olarak nükleer değişim, bu manada Clausewitz’in tanımıyla en uç halinde, “ideal tip” olarak, “Mutlak Savaş” olarak değerlendirilmelidir. Bu halde insan, toplum ve haliyle siyaset yok olacağından, savaşın siyasetin başka araçlarla devamı olduğu savı da anlamsızlaşır. Belirtmek gerekir ki şiddetin sınırsız tırmanması bir felsefi inşa olsa da “tırmanma” olgusunu kullanım biçimi ve diğer açık ifadelerinden yola çıkarak değerlendirildiğinde, bu durum Clausewitz için çıkarsama planında beklenmedik bir durum da değildir. Clausewitz, On War, Book I, Chpt I, s. 77. 20 Burada sivilleşmekten kasıt yurttaşın çatışma alanına kurban ve fail olarak dönmesi, askeri olmayan veya yarı-askeri, güçlerin çatışmaya fiilen savaşan statüsüyle dâhil olabilmesi ve bu türden çatışmaların giderek sıklaşarak yaygınlaşmasıdır. Bunlar kullanılan araçlar bakımından “konvansiyonel” çatışmalar şeklinde biçimlenme eğilimindedirler. Bu bakımdan aktörler için, bir manada, altından kalkılabilir (affordable) olmaktadırlar. Öte yandan, çatışan tarafların kimlikleri ve kullandıkları ekipman itibariyle günümüzün ‘yeni’ çatışmaları klasik/ konvansiyonel anlamda profesyonel orduların ve askeri teşkilatların ortaya çıkmasının erken dönemlerinde, ve hatta öncesinde, görülen türden yapılar sergileyebilmektedirler. Bu çerçeve kimi zaman bu çalışmada pre-modern tabir edilen zemine ait bir karakter sahibi olabilmektedirler. Bu tür çatışmalarda toplumsal hayat tüm unsurlarıyla birlikte çatışmanın etkisi altına girmekte, ancak öte yandan çatışmayla birlikte harmanlanarak, onunla iç içe varlığını sürdürmektedir. Diğer yandan yukarıda tariflenen türde “topyekûn savaş”ın gerektirdiği türden bir toplumsal mobilizasyon içermeyebilmekte, yöntem, tarafların toplumsal mobilizasyon seviyeleri ve kullanılan silahlar bakımından asimetrik olabilmektedirler. Şiddet kullanılan silahlar bakımından yapısal sınırlılığı tabi olmaktadır. Siyasal amacın belirleyiciliği genellikle en üst düzeydedir ve iletişim teknolojisinin etkisiyle çatışma üzerinde stratejik olanın ötesinde, taktik ve operasyonel düzeylerde, anlık, etki sahibidir. Bu şekilleriyle ‘yeni’ savaşlar tam olarak savaşın Clausewitzyen tanımı içerisine düşmektedirler. Bu durum konumuzu teşkil eden subay-stratejistin yetişmesi bakımından önem arz etmektedir. 26 savaşçıların ağırlığının profesyonel askerlerden oluşmadığı, muharebe ortamının ise artan biçimde meskun mahallerden oluştuğu sanal, kriminal, gayri-nizami ve nizami harekat ortamlarının aynı anda deneyimlendiği çok boyutlu hibrid savaşlara (hybrid warfare) döndük! Başa dönersek, işte bu pre-modern, modern ve post-modern zeminin üzerinde şekillenen askeri stratejik, ve dolayısıyla da siyasal-askeri gerçeklik budur. Bu yeni ortam denizlerde korsanlık, karada ise gerilla karşıtı mücadele, meskûn mahal savaşı (urban warfare) veya terörle savaş gibi birçok isim taşıyor. Sosyopolitik boyutu öne çıkan ve nükleer silahların kullanılmadığı/kullanılamadığı (redundant/irrelevant) ve böylelikle yeniden siyasallaşan bu savaş biçimi askeri meseleleri sadece klasik manada askerlik bilim ve sanatının ötesine geçen bir karaktere büründürüyor. İşte bu nedenle disiplinler arası düşünen, böyle yetişmiş stratejik düşünceyi içselleştirmiş subaystratejistlere, komutan ve lider kimlikleriyle, ihtiyacımız var. Bu yeni siyasallık askerin, mükemmel bir askeri eğitimin yanı sıra, siyaseti ve toplumu çok yönlü anlayan ve çözümleyen, kültürler arası çalışmalara aşina, diplomasi ve dış politikayı bilen, iletişim yetenekleri gelişmiş bir yetişmişlik kazanmasını zaruri ve kaçınılmaz kılıyor. Zaten, eğer tanımlamalarımızı hatırlarsak bileceğimiz üzere, stratejinin ve tanım gereği onu ortaya çıkaran stratejik düşüncenin yapısı da bu yöndedir. Öte yandan stratejik düşünce izole ve tek yönlü olmadığı gibi, bir disiplin ve yöntem olarak tekrar etmeyen, münferit, bir karakter sahibi de değildir. Gerçekten, stratejik sorun ve olanaklar nevi şahsına münhasırdır. Bununla birlikte “strateji düşüncesi” süreklilik arz eder. Rekabetin ortaya çıktığı her sosyal ilişkinin çatışma karakteri kazanmasına bile ihtiyaç duymadan tarafların/aktörlerin stratejik düşünce ile hareket ettiğini görürüz.21 21 Stratejnin tanımlayıcı çerçevesi olarak rekabet unsuru konusunda bkz. Ahmet K. Han, Kavram ve Kuram Olarak Strateji, Küreselleşen Dünyada Ulusal Strateji, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001, ss. 96 – 109. (Yayınlanmamış doktora tezi.) 27 Bu olgu, stratejik düşüncenin bir disiplin ve metot olarak kullanımının askerlikle sınırlı olmaması, örneğin işletme ve ticarette sürekli kullanılması, hatta bu alanlarda çalışanların zaman zaman ve hatalı olarak, stratejik düşüncenin “evinin” kendi disiplinleri olduğunu iddia etmeleri şeklinde gözlemlenebilir. Bu nedenledir ki bir düşünce disiplini/metodu olarak stratejik düşüncenin sürekliliğinden bahsedilmelidir. Bu özelliği onu sanat olmanın ötesine geçirerek bilimsel boyutunu katar. Birikimi mümkün hale getirir ve böylelikle, öğretilebilir yapar. Burada bulunmanızın anlamı işte bu öğrenimi almak ve gerektiğinde onu uygulama alanında sonuca taşımaktır. Zira iş stratejik düşünce ihtiyacına geldiğinde, bu ihtiyaç uygulama baskısı oluşturduğunda, silahlı kuvvetler, işlevinin hususiyeti ve dikeyde sahip olunmasını gerektirdiği birikimin özgül karakteri nedeniyle, özel sektörün aksine, bunu dışarıdan, kurum ve hatta ülke dışından, “transfer” edemezler. Başı sıkıştığında dışarıdan stratejik yetenekleri işe alması mümkün değildir silahlı kuvvetlerin. Dolayısıyla, silahlı kuvvetler kendi stratejistini yetiştirmek, onu yetiştirirken potansiyelini doğru tespit etmek ve buna göre yükseltmek, komuta kademesine getirmek zorundadır. Bu nedenle bugün burada okumak ve yetişmek görevinizdir. Ve an bu andır. Bundan sonra alacağınız bütün görevler sizi işte bu meydan okumanın içerisine atacak, onun ateşinde sınayacaktır. Bu ateşi bizzat yaşamın hayat veren sıcaklığına dönüştürmenin, kariyerinizi ise her birinizin hak ettiğinizden hiç kuşku etmediğim zirve noktaya taşımanın yolu budur. Sizden önceki komutanlarımız işte bu yoldan geçmişlerdir. Peki, bu yol nasıl bir yoldur? Sizlere nasıl hak ve ödevler yüklemekte, sizi vatan ve millet karşısında nasıl konumlamaktadır? Bu sorunun cevabı için sözlerime uzun bir alıntı yaparak devam etmeme ve ardından sözü sahibine terk ederek, bitirmeme müsaade ediniz. Alıntımızdaki sözler, silah arkadaşı Atatürk'e ilham verdiklerine ve onu önemli bir eseri kaleme aldıracak denli heyecanlandıracak kıymette 28 kabul edildiklerine göre bugünkü vesileyle tekrar edilmeyi de hak ediyor olsalar gerektir. Dahası bu iki paragraf, kanaatimce, burada anlatmaya çalıştıklarımın ruhuna dair güzel bir özet teşkil etmektedir. Silah arkadaşı Nuri Conker’e kulak verelim: “Subaylık demek kendini ve canını feda etmeyi kesinlikle göze almış olmak demektir. Askerlik bizim geçimimizi temin eden bir sanattır. Biz bu sanattaki görevlerimizi diğer meslek sahipleri gibi yalnız aklımızla değil, aklımızdan başka can ve başla da yapıyoruz. Gerektiğinde kanımızı da akıtıyoruz. Subaylık zafer kazanmışçasına ve fedakârca savaşabilmektir. Bizim görevimizde ölüm vardır. Fakat uygulama biçiminde ve anında, ölüm asla ve hiç düşünülmeyecektir. Hiçbir sanat ve görev sahibi bizim kadar tehlike ve sıkıntıyla karşı karşıya kalmaz. Barıştaki çalışma ve hazırlıklarımız kapalı ve sıcak yerlerden çok, dışarıda hava ve arazi koşulları altında ilerlediği gibi, bunların fiili uygulaması olan savaş, aynı koşulların katlanmasıyla düşman ateşi karşısında geçecektir. Yirmi iki yaşındaki genç bir teğmenin görevi uğrunda akıtacağı taze ve sıcak kanın, askeriyenin geçimini sağlamak için verdiği yedi yüz kuruşluk günlüğün karşılığı olduğunu kabul edecek hiçbir akıl ve bilgi sahibi bulunamaz. Bu kan, maddi açıdan ölçülebilirliği kat kat aşan bir hissin, vatan ve milleti savunmaya ve mesleğin namusunu korumaya yönelik şerefli gayret hissinin yönlendirilmesi ve yardımıyla akıtılabilir. İşte bu fedakârlıktır. Fedakârlıkla eş anlamlı olan askerlik mesleği... [devletin]... koruyucusu olarak yücelik ve şeref sahibi olduğu için; askerlik mesleğini seçen biz askerleri, milletimizin tüm bireyleri içinde özel ve herkesçe bilinen bir kıyafetle, sırmalı şeritlerle farklılaştırmış ve donatmışlardır. Bu kıyafetin sahipleri kamu gözünde ayrıcalıklı ve seçkin bir konuma layık bulunurlar. Bu da herkese nasip değildir. Ancak bu özelliğe sahip olan yüksek fedakârlık duygusu ile donanmış nadir kişiler buna ulaşmış olmakla övünebilirler. 29 Şu halde saygı duyulan subaylık unvanıyla bilinen insanların tamamı, görevlerinin ve yükümlü tutuldukları işlerin önemine ve büyüklüğüne uygun bir kişiliğe sahip olmalıdır.22 Dikkatinizden kaçmayacağı gibi iş, Conker’in veciz ifadeleriyle dönüp dolaşıp yine karakter meselesine geldi. Ancak, burada kapanmadı. Hiç kuşkusuz Conker yetenekli, kapasiteli ve büyük bir kumandandır. Ancak, dehanın varlığında yetenekler ne yazık ki pek sönük kalır. Deha o çok yönlü aklını kullanarak, başkalarının tespitlerini yeniden formüle ederken, sözleri zenginleştirecek, sözleri sahiplerinin niyetlerinin çok ötesinde bir anlam ve işlev sahibi kılacaktır. Bu duruma bu veciz paragrafa Atatürk’ün, asla itiraz manasına gelmediği halde, paragrafın tümden bir yeniden okumasını gerektiren şu müdahalesi örnektir. Ve elbette son sözü dehaya bırakmak yerindedir: “Asıl olan mertlik ve özveridir! Bunlar, yani karakter, bilimsel ve teknik birikim ile desteklenmese bile büyüklük kaynağıdır. Ancak her zaman emin, ideal sonuçlar vermez.”23 Hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlarken Deniz Harp Okulu’nun bu yeni eğitim ve öğretim yılının da başarılarla dolu geçeceğine inancımı belirtmek isterim. 22 Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, içerisinde Nuri Conker, Zabit ve Kumandan, s. 37. 23 Atatürk, Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, s. 9. 30 KAYNAKÇA Atatürk; Mustafa Kemal; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri; Ankara; Atatürk Araştıma Merkezi; 1997. ---------------------------------; Zabit ve Kumandan ile Hasbihal; İstanbul; Türkiye İş Bankası; 2006. Atay; Falih Rıfkı; Çankaya; İstanbul; Pozitif Yay.; 2004. Belote; Howard D.; Proconsuls; Pretenders; or Professionals? The Political Role of Regional Combatant Commanders; Chairman of the Joint Chiefs of Staff Strategy Essay Competition; Washington DC.; Fort Lesley J. McNair; National Defense University Press; 2004; ss. 1 – 19. Bradford; Jeffrey A.; Proconsuls and CINCs from the Roman Republic to the Republic of the United States of America: Lessons for the Pax Americana; Fort Leavenworth; School of Advanced Military Studies United States Army Command and General Staff College; 2001. Braudel; Fernand; The Mediterranean and the Mediterranean World in the Age of Philip II; Volume 2; Çev.: Sian Reynolds; Berkeley and Los Angeles; University of California Press; 1995. -----------------------; “History and the Social Sciences: The Longue Durée”; Çev.: Immanuel Wallerstein; Review (Fernand Braudel Center); Vol. 32; No. 2; 2009; Commemorating the Longue Durée; 2009; ss. 171 – 203. Clausewitz; Carl Von; On War; Michael E. Howard; Peter Paret (Ed.s) Princeton; Princeton University Press; 1989. Conker; Nuri; Zabit ve Kumandan; Mustafa Kemal Atatürk; Zabit ve Kumandan ile Hasbihal; ; İstanbul; Türkiye İş Bankası; 2006 içerisinde ss. 26 – 87. Fon der Golts Paşa; Millet-i Müsellâha: Asrımızın Usul ve Ahval-i Askeriyesi; Çev. Yüzbaşı Mehmed Tahir; Matbaa-i Ebuzziya; İstanbul; 1301/1885 (çevrimiçi) www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUNA N%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR/EHT/197603110%20MILLETI%20 MUSELLAHA%20(EHT)/197603110.pdf; 30 Ağustos 2015. Giritli; İsmet; Atatürk‟ün 100. Doğum Yıldönümünde Kemalist Devrim ve İdeolojisi; İstanbul; Fakülteler Matbaası; 1980. Goltz; Colmar Von Der; Das Volk in Waffen; ein Buch über Heerwesen und Kriegführung unserer Zeit; Berlin; 1883. -------------------------------; The Nation in Arms; Çev.:Philip A. Ashworth; London; W.H. Allen; 1887. -------------------------------; Millet-i Müselleha (Ordu Millet); Yay. Haz. İsmet Sarıbal; Çankırı Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma Merkezi; Kaynak 31 Eserler Serisi:1; Çankırı; 2013; (Millet-i Müselleha günümüz harflerine aktarılırken metin üzerinde herhangi bir sadeleştirme yapılmamış, metnin aslına sadık kalınmıştır. ) Han; Ahmet K.; Kavram ve Kuram Olarak Strateji: Küreselleşen Dünyada Ulusal Strateji; İstanbul; İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; 2001. Honig; Jan; The Idea of Total War From Clausewitz to Ludendorff; The Pacific War as Total War: Proceedings of the 2011 International Forum on War History; Tokyo; National Institute for Defence Studies; 2012. Huxley; Aldous; Brave New World; New York; Buccaneer Books; 1946. Huysmans; J.K.; The Damned; Çev.: Terry Hale; Penguin; London; 2001. Karal; Enver Ziya; Atatürk ve Devrim; Ankara; ODTÜ Yayıncılık; 2003. Klinger; Janeen; “The Social Science of Carl von Clausewitz;” Parameters; Vol.: 36; No: 1; Spring 2006, ss. 79 – 89. Krauthammer; Charles; Foreign Affairs; Vol. 70; No. 1; (1990/91); ss. 23-33. Lord; Carnes; Proconsuls: Delegated Political-Military Leadership from Rome to America Today; Cambridge; Cambridge University Press; 2012. Paret; Peter; “The Genesis of On War”; Carl Von Clausewitz; On War; Michael E. Howard; Peter Paret (Ed.s) Princeton; Princeton University Press; 1989 içerisinde ss. 3 – 25. Priest; Dana; “A Four-Star Foreign Policy”; The Washington Post; September 28; 2000. ----------------; “An Engagement in 10 Time Zones“; The Washington Post; September 29; 2000. ----------------; “Standing Up to State and Congress”; The Washington Post; September 30; 2000. Shakespeare; William; The Tempest; New York; Spark Publishing; 2003. Steers; Howard J. T.; Bridging the Gaps: Political-Military Coordination at the Operational Level; Newport; Joint Military Operations Department; Naval War College; 2001. Van Riper; Paul K; “The Identification and Education of U.S. Army Strategic Thinkers”; Exploring Strategic Thinking: Insights to Assess; Develop; and Retain Army Strategic Thinkers; Der.: Heather M.K. Wolters, Anna P. Grome, Ryan M. Hinds; Fort Belvoir; United States Army Research Institute for the Behavioral and Social Sciences; 2013 içerisinde ss. 10 – 31. Wesley K. Clark; Dana Priest; Alan Lang; Civil Military Affairs and U.S. Diplomacy: The Changing Roles of the Regional Commanders-In-Chief (CINCs); Includes Question and Answer Session; State Department; Washington DC.; May 30; 2001 (çevrimiçi) http://20012009.state.gov/s/p/of/proc/tr/ 10916.htm; 12 Ocak 2015. 32