Türkiye Gündemi - Sivil Dayanışma Platformu
Transkript
Türkiye Gündemi - Sivil Dayanışma Platformu
SİVİL BAKIŞ 3 Aylık Dergi (Mayıs, Haziran, Temmuz) 2012 SAYI 03 Düşünce ve Siyaset Dergisi Özgürleştirmeyecekse Özgürleştirmeyecekse Yeni Anayasaya Yeni Anayasaya GEREK YOK GEREK YOK! ! Berlin Duvarları Yıkılırken Birleşen Ortadoğu 04 »» Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına bağlıdır. Tarihsel varlık, uzun bir sürecin zamansal karşılığını meydana getirir. Türk Muhafazakarlığı Dünü Bugünü, Yarını 18 »»Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü oluşturdular. YENİ YENİ Tehcir Günlerinde Aşk / Ergün YILDIRIM KİTAP Babaannem oldukça uzun uzun anlattı. İç içe geçen hikayeler, onun büyük hikayesinde tek tek açılmaya başlıyordu. İçim bir eskici dükkanıydı. Zihnime dolan sırların üstündeki tozlar uçuşurken, keşfettiğim her nadide parçayı insanlarla paylaşmam gerektiğini hissediyordum. Kendimi yeniden keşfetmek ve bunu babaannemin hikayesinin içinden geçerek tamamlamak için tutuşuyordum. Yüzyıla varan ve içinde büyük acılar taşıyan bir hayata tanıklık yaparak kendime yeniden bakmak ve varlığımın dağılan parçalarını birleştirip, yapıştırmak istiyordum. İstanbul’a döndüğümde her şeyi yazmaya başladım. Bayzan, Ali, Vartanoş ve Çerçi Mehmet arka arkaya döküldüler tarihten bugüne. Onların dünyası, babaannemin dünyasında ışıyarak, beni varlığımın bahçesine davet ediyordu. Kendime, sevdiklerime ve nefret ettiklerime dair bir ilk noktaya, bir milada ihtiyacım vardı. Hiç telaffuz edilmeyen ama hayatımızın her adımında bizi gölge gibi takip eden o milat belliydi. O konuşulmadan hiçbir parçanın bütünleşmesi mümkün değildi. O mozaik vazonun kırıldığı andı. O, Tehcirdi... www.sivildayanismaplatformu.org Editör Sivil Bakış Sivil Bakış Levent GAZİ Editör EKİNOKS demokrasi, hukuk ve adalet ölçülerini Gündönümlerini bilirsiniz… Sene» » sivil iktidarın pekleşmesi, korurken, toplumu oluşturan grup ve de iki defa, gece ve gündüzün eşit bireylerin de aynı şekilde, diğer grup sürdüğü günler (21 Mart ve 23 Eyyerleşmesi ve pişmesi anve bireylere hoşgörü ve kabul gelişlül)… Bu günler aynı zamanda ilk- ve cak, devlet aygıtı demoktirmeyi öğrenmesi, yani demokrasi sonbahar mevsimlerinin başlangıç rasi, hukuk ve adalet ölkültürünü özümsemesi ile mümkün. dönümleri kabul edilebilir, ve gece Sosyo - kültürel beklenti ve ihtiyaçile gündüzün en uzun sınırlarına çülerini korurken, toplumu lar gözetilirken, genel doğrulara ters, ulaştığı dönümlerle birlikte (21 Araoluşturan grup ve bireylerin azınlık değerleri ve hatta birey hak ve lık ve Haziran) dört mevsimin köşede aynı şekilde, diğer grup özgürlüklerinin de korunup cesaretlenlerini oluştururlar. Görünen o ki biz ve bireylere hoşgörü ve kadirilmesi bir denge ve olgunluk içinde de bu dönümlerden birini, olasılıkla yapılmalı. Böylece, bir yandan kökilkbahar ekinoksunu yaşıyoruz, inbul geliştirmeyi öğrenmesi, lerle olan bağlar gözetilip, geleneksel sanlık olarak… Ya da “öyle olmasını yani demokrasi kültürünü toplumun ihtiyaçlarına yanıt verilirumuyoruz” diyelim şimdilik… Çünkü, özümsemesi ile mümkün. ken, bir yandan da bağnazlığın ve dar nihayetinde insanlık tarihi, insanın kafalılığın önü alınıp, farklı olana saygı seçimlerine bağlı olarak oluşuyor. duymanın öğrenileceği ve gelecek taVe tarihin izleyeceği seyir, biraz da bizim yapacaklarımız ve yapmayacaklarımızla belirlene- savvurları arasına bir arada yaşama olasılığının da eklendiği bir toplum inşasının temelleri atılmalı. cek… Elbette, siyasal ve kültürel bir takım handikapların olduğu Türkiye’de, herkesin üzerinde anlaşmaya varacağı, ne eksiği ne de fazlası olan, kusursuz bir Anayasa’nın bir seferde ortaya çıkıvermeyişi beklenebilir bir sonuç. Doğru istikamette ilerlendiği sürece ufak ama emin adımlarla ilerlenmesinde bir sakınca yok, olmasına; ama ufak da olsa bu adımların atılması, bu yolculuğun olmazsa olmaz şartıdır, bunu belirtmek gerek… Nitekim sivil iktidarın pekleşmesi, yerleşmesi ve pişmesi ancak, devlet aygıtı Türk aydını, Türkiye’nin yaşadığı sıkıntının, yalnızca ismini koyabilmek için yıllarca kafa yordu. Konulan isimlerin her biri gerçeği, fakat yalnız bir fragmanını ifade ederken, çözümsüzlükte tıkanan toplum yapısını gösteren yol işaretleri ve bugüne getiren kilometre taşları da oldular. “Batılılaşma İhaneti”, “Üç Mesele”, “Cehenneme Övgü”, “Düzenin Yabancılaşması”, “Paradigmanın İflası”, “Laiklik Tartışmasına Kavramsal Bir Bakış” gibi örnekler, bugüne dek içinde yaşayageldiğimiz kör kuyunun duvarlarını çeşitli yerlerinden, çeşitli açılardan aydınlatan lambalardı. Bu sayımızda da sevgili Ersoy Dede ve Berat Özipek, mevzunun günümüzde geldiği yeri zorluklarıyla işaret edip, muhtemel çözüm önerilerinde bulunuyorlar. *Sırasıyla:D. Mehmed Doğan, İsmet Özel, Gündüz Vassaf, İdris Küçükömer, Fikret Başkaya, Nuray Mert… 1 Sivil Bakış Yurt dışından endişe uyandırıcı ve ümit verici rüzgarlar eş zamanlı olarak eserken, Türkiye’de olumlu gelişmelerin ağır bastığı, taze olanakların işaretlerini taşıyan bir geleceğin ufku kapladığı bir tarih döneminden geçiyoruz. Yeni bir Anayasaya ilişkin çalışmalar, ilk seferde tam istenen düzeyde sonuç vermese bile, daha sivil, daha medeni, daha özgür ve daha olgun bir topluma giden yolda temel teşkil edeceği, bir başlangıç oluşturacağı şüphesiz. Bu haliyle de bahsi geçen ufkun göstergesi durumunda… İçindekiler Sivil Bakış İçindekilerİçind İçindekiler Türkiye Gündemi Türkiye Gündemi Berlin Duvarları Yıkılırken Birleşen Ortadoğu Dersim 38 04 10 Berlin Duvarları Yıkılırken Birleşen Ortadoğu.................................................................... 4 Herkesin Anayasası.................................................................................................................... 10 Dersim 38...................................................................................................................................... 12 Dünya Değişirken Medya Yerinde Sayabilir mi?................................................................. 16 Türk Muhafazakarlığı: Dünü-Bugünü-Yarını......................................................................... 18 Özgürleştirmeyecekse Yeni Anayasaya Gerek Yok!.......................................................... 24 Irkçılık ve Şiddet Sarmalındaki Avrupa Neo-Nazi Cinayetleri......................................... 30 KÜNYE 2 Sivil Bakış Avrupada Müslümanlar.............................................................................................................. 36 Sivil Bakış; Aylık süreli haber aktüel dergisi adına İmtiyaz Sahibi Ayhan OGAN Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. Ergün YILDIRIM Sivil Bakış Yayın Kurulu Ahmet Selim KÖROĞLU Arif ALTUNBAŞ Ersoy DEDE Mahmud OSMANOĞLU Meryem GAYBERİ Muhittin AĞIRMAN Saim KURUBAŞ Veli KARATAŞ İçindekilerİçindekiler dekiler Sivil Bakış İçindekiler Türkiye Gündemi Dünya Dünya Değişirken Medya Yerinde Sayabilir mi? Gündemi Irkçılık ve Şiddet Sarmalındaki Avrupa Neo-Nazi Cinayetleri 38 30 Ruanda Soykırımı ve Fransa’nın Rolü.................................................................................... 40 Müslüman Kardeşler Baharı .................................................................................................... 46 Dünden Bugüne Mısır................................................................................................................. 50 Türkiye ve Arap Ülkelerinin Stratejik İşbirliği.................................................................... 54 Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı........................................... 58 Kutü’l-Amare................................................................................................................................ 60 İletişim Bilgileri Adres: Meclis-i Mebusan Cd. Deniz Apt. No:79 Daire:9 Fındıklı/Beşiktaş/ İstanbul Telefon: (0212) - 292 75 85 Faks: (0212) - 249 25 68 www.sivildayanismaplatformu.org sivildayanismaplatformu@gmail.com Grafik Tasarım Etkin Ajans www.etkinajans.com.tr Baskı Yeri 31. Ada No: 45 - 46 M İstoç Bağcılar / İstanbul Sivil Bakış 3 Sivil Bakış Yayın Danışmanları Prof. Dr. Mehmet Ali BÜYÜKKARA Doç. Dr. Fahri SOLAK Prof. Dr. Serdar ÖZDEMİR KÜNYE Askeri Mahkemelerin Hiç Bulunmadığı Anayasalar........................................................... 66 Sivil Bakış Türkiy Türkiye Gündemi Doç. Dr. ERGÜN YILDIRIM Yıldız Teknik Üniv. Öğr. Üyesi Berlin Duvarları Yıkılırken Birleşen Ortadoğu 4 Sivil Bakış »»Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına bağlıdır. Tarihsel varlık, uzun bir sürecin zamansal karşılığını meydana getirir. Milletlerin kaderleri, içinde geçtikleri tarihlere ve içinde oluştukları medeniyet havzalarına bağlıdır. Tarihsel varlık, uzun bir sürecin zamansal karşılığını meydana getirir. Milletimizin içinde oluştuğu tarihselliğin “uzun süreselliği” Hz. Adem ve Hz. Havva ile başlar, peygamberlerle devam eder, Hz. Muhammed ile son olgunlaşmaya varır. Millet tahayyülümüzün temellendiği, anlam kazandığı ve var oluşsal bir değere büründüğü “uzun tarih” budur. Osmanlı imparatorluğumuz, kendi tarihsel varlığını bu anlamlar üzerine kurguladı. Nitekim, bütün klasik Osmanlı tarihçileri milleti bu akış içinde açıklarlar. Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed Osmanlılar tarafından tarihin ana aktörleri olarak kabul edildi. Osmanlı da bunun son temsilcileri görüldü. Uzun tarihimizin bu anlam bağlamı, Hz. Muhammed döneminden sonra “büyük gelenek” olarak Selçuklular ve Osmanlılar pratiğiyle Anadolu, Bakanlar , Kafkaslar ve Mezopotamya bölgesinde son yüzyıla kadar sarkıp gelir. Büyük gelenek, uzun tarih ve bin yıllık son tarih boyutlarıyla Akdeniz, Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarını birleştirerek yeni bir medeniyet havzasını temsil ediyordu. Osmanlı, bu nedenle Roma sonrasının en büyük varisiydi aynı zamanda. Bu gelenek içinde Ermeniler, Kürtler, Türkler, Rumlar, Suryaniler, Araplar vs. varlıklarını temsil ediyorlardı. Siyaset mezhepler üstü ve soylar üstü bir örgütsel dil olarak üst bir çatıydı. Yatay toplumda herkes vardı ve herkes yaşıyordu. Osmanlı, “büyük geleneğin” son varisi olarak sonuna kadar direndi. Onlarca cephede, onlarca ıslahat programları, onlarca teşkilatlar, ye Gündemi Post-Osmanlı Coğrafyası: İstisnai tarih ve travmatik yüzyıl Milletvarlığımız Batı hegemonyasının yükselişi ve modernliğin emperyalist projeleriyle birlikte muhasara altına alındı, milliyetçilik ideolojileriyle aydınlar ve siyasetçiler harekete geçirildi. Ulus devletler kuruldu. Post-Osmanlı yüzyılı, bir travmatik yüzyıl olarak “uzun tarihimiz” ve “büyük geleneğimiz” dışında bir “istisnai tarih” olarak yapılandı. Çünkü uzun tarihimiz ve büyük geleneğimizin oluşturduğu doğal akıştan bir “tarihsel sapma” meydana getirdi. Son yüzyıl, Osmanlı sonrası travmatik bir yüzyıldır. Büyük geleneğin tarihsel akışından bir sapma ve dolayısıyla tarihsel istisnai durumu yansıtmaktadır. Medeniyetimizin başka medeniyet tarafından gaspını, saldırısını ve tahakküm çabalarını temsil etmektedir. İstisnai tarihsel dönemin ürettiği travmatik yüzyılda ulus devletler, ideolojiler, kahramanlar, elitler ,uluslar bütünüyle travmatik nitelikler taşımaktadır. Ortadoğu adıyla üretilen coğrafi tahayyül ve buna bağlı olarak geliştirilen sınırlar Fransız ve İngiliz siyasetlerinin pratiklerini ifade ediyor. 1916 yılında İngilizlerin Kahire’de kurduğu Arap Bürosu, bütün milliyetçilik ayaklanmalarını, mezhepçi yaklaşımları Osmanlıyı karşı kışkırtarak ulus devlet taleplerini çeşitli aktörlerle devreye sokmaya çalıştı. Bölgesel vilayetler, ulus devlet tahayyülüyle kurgulandılar. Arap milliyetçiliği ile Nasırcılık, Basçılık vb. ideolojiler gelişti. Türkçülük ideolojisi ise kemalizmi üretti. İstisnai tarih, travmatik ideolojiler ve devletlere eşlik ederek bir çok ulus devlet doğdu. Ürdün, Irak, Suriye, Kuveyt gibi onlarca devlet icat edildi. Her milletin kendi kaderini tayin etme yalanıyla milletlerinin özgürleşeceği hülyasına kapılan elitler, aktörler ve işbirlikçi yöneticiler, sonuçta Osmanlının parçalanmasıyla herkesi İngiliz ve Fransızların boyunduruğuna soktular. Milliyetçilik ve ulus devlet ütopyaları, asker ve bürokrat elitler aracılığıyla seferber edilen toplumlar derin 5 Sivil Bakış yüzlerce cemiyet, yüzlerce dergiler ve gazeteler…Batı hegemonyası, modernliğin bütün araçlarını yanına alarak emperyalist programlarla birlikte “büyük geleneği” kuşatarak Osmanlının kavimlerini, mezheplerini ve aydınlarını kışkırttılar. Milliyetçilik ideolojisi, yeni bir baştan çıkarıcı seküler din tarzıyla herkesi sarhoşa çevirdi. Sivil Bakış Sivil Bakış bir “modern bağımlılık süreçlerine” yerleştiler. Ulus devletler, yeni ideolojiler ve yeni diktatörler üreterek halkları bunların esirlerine çevirdiler. Milletler kendi kaderlerini, tayin etme yerine, bu sahte ideoloji ve kahramanlara bırakıldılar. Bayraklar, tarihler, diller, semboller aracılığıyla icat edilen uluslar özgürlükler yerine zulüm, baskı, kahraman ve diktatörlük fetişizmi doğurdular. Tunus’ta Burgiba, Cezayir’de Bumedyan, Mısır’da Nasır, Irak’ta Saddam, Suriye’de Esat gibi diktatörler Müslüman halklara her çeşit zulmü, ülkeleri bırakıp terk eden sömürgeci güçler yerine yapmaya başladılar. Kimi yerlerde de kabile başkanları ve şefleri ülkelerini yönetme iddiasında bulundular. İngiliz ve Fransızların cetvellerle çizdikleri sınırlar, büyük Berlin Duvarları’na dönüştü. 6 Sivil Bakış Türkiy Türkiye Gündemi »»Yeni Müslüman elitler, Batı düşünce ve kültünü tanıyan ve İslam dünya görüşüne yabancılaşmayan bir kuşak olarak yetişmektedir artık. Küreselleşmenin dönüşümlerini algılayan tarihsel ve kültürel mirasına sahip çıkarak bunları modernite ile barıştırarak hareket eden yeni elitler yeni bir modernitenin aktörleri olarak öne çıkmaktadırlar. Post-Osmanlı coğrafyası soğuk savaş dönemiyle beraber onlarca Berin Duvarları ile donatıldı. Bu duvarlar, Müslümanlar arasındaki akrabalığı, tarikatlılığı, ticareti, kültürü, yönetimi ve topluca ortak siyaseti onlarca parçaya bölüyordu. Osmanlı İslam Dünyası, Berlin Duvarları ile Müslüman toplumlar arasındaki etkileşimleri, dayanışmaları, akışları ve el birliklerini yok etme üzerine kurgulandılar. Bu duvarların bekçiliğini Kemalizm, Nasırcılık, Basçılık gibi ideolojiler yaptı. Böylece ortak sosyolojik dil yok edilmeye çalışıldı. Babil kulesi misali, birbiriyle anlaşamaz bir varlığa dönüştük. Bir kuşak öncesi aydınlarımızın tefekkür dünyasında, işinde, seyahatinde, çocukluğunda ve aile hayatında yer alan Şam, Beyrut, Kahire, İstanbul, Selanik, Erbil, Mekke…artık “başka memleketler” oldular. Bu coğrafyanın Müslüman unsurları kadar gayri Müslim unsurları da ortak dil dünyalarını kaybettiler. Herkes birbirine ötekileşti bu duvarlar arcılığıyla. Kafalar ve zihinler de ayrıştı ve yabancılaştı birbirine. Ortalama bir Osmanlı aydını Şam’ın Arapçası, Tebriz Farsçası, İstanbul Türkçesi ile konuşurdu. Ermenice ve Rumca bilenler vardı. 1881 yılında İstanbul’da kurulan bir özel matbuat şirketi, ki- taplarını Arapça, Farsça, Türkçe ve Rumca dillerinde basıyordu. Bakü, Selanik, Şam, Kahire gibi vilayetlere dağıtıyordu. İstanbul’da bugün bu dillerin hiç birinde kitap basılmıyor. Son felakete(İstanbul işgali, Hilafet merkezinin işgaline büyük felaket adını koymamız gerekir. Bunun önemli gerekçeleri de var!) kadar bu matbuat şirketi çalışmalarını böyle sürdürüyor. Şimdi basılan kitapların hiç birisi bu geniş coğrafyaya gitmiyor. Ne Arapça dünyası bizi( Türkçe) anlıyor ne de Türkçe dünyası Arapça’yı anlıyor. Dünyamızın ortak dili yine Batılı bir dünya görüşünün dili üzerinden giderek sağlanması oldukça manidar! Ulus devletlerle, 1970’lerin sonlarına doğru Müslümanların yaşadıkları derin bunalımlar İslami Hareket’leri öne çıkarmaya başladı. Yeni çözüm arayışı, İslami Hareketler tarafından üstlendi. Milli Görüş, Nurculuk, Müslüman Kardeşler, NAHDA, FIS…aktör olarak öne çıkmaları tesadüfi değildir. Batıcı elitlerin ve otoriter devlet ideolojilerinin Batı düzeniyle ortaklaşa yürüttükleri modernleşme politikaları büyük krizlere yol açtılar. Sorunları çözmek yerine vahşet, hapis, sürgün, baskı ve zulüm ürettiler. İslami hareketler, bu ideolojiler ve ürettikleri bu düzenlere en büyük meydan okumayı ortaya koyan yapılar haline geldiler. Bu nedenle en önemli alternatifler olarak sahneye çıktılar. Bir çok küçük İslami gruptan yetişen gençlerin farklı İslam vilayetlerine okumaya yönelmeleri, çeşitli İslami Dava kitaplarını okumaları, yeniden Arapça ve Farsça öğrenmeleri Berlin Duvarlarını yıkmaya yönelen düşüncelerin doğuşuna kaynaklık ettiler. Berlin Duvarlarının Yıkılışı İslamı evrensel bir dünya görüşü olarak yorumlamada ısrar eden İslami Hareketler, Osmanlı hinterlandının mirasıyla yeniden buluşmaları kolaylaştırdılar. Kavmiyetçi, ye Gündemi Yeni Müslüman elitler, Batı düşünce ve kültünü tanıyan ve İslam dünya görüşüne yabancılaşmayan bir kuşak olarak yetişmektedir artık. Küreselleşmenin dönüşümlerini algılayan tarihsel ve kültürel mirasına sahip çıkarak bunları modernite ile barıştırarak hareket eden yeni elitler yeni bir modernitenin aktörleri olarak öne çıkmaktadırlar. »»Berlin Duvarları yıkıldıkça yeni gerçeklik belirginleşecektir. O da şudur: Büyük geleneğin coğrafi muhayyilesinin doğal akışına dönmesi… İstisnai tarihin kalkması. Travmatik toplum biçimlerinden çıkarak adaletli, saygın, müreffeh, paylaşımcı vs. bir yapının kurulması. Orta sınıftan yükselen yeni elitler, yine orta sınıfın yükselen serbest piyasa ekonomisinden büyük bir destek bulmaktadırlar. Devletçilik ve devlet ideolojileriyle bütünleşen ekonomi düzenleri aşılarak halkın üretimine dayalı yeni ekonomi, dönüşümün önemli finans alt yapısını oluşturmaktadır. 1970’lerin petrol paralarını savaş ve çatışmaya yatırarak ekonomi yapmaya çalışan diktatörler, zamanlarının sonuna gelmektedirler. Bugün petrolün paraları da daha rasyonel yatırımlara dönüşerek küresel teknolojiler ve serbest piyasa eşliğinde gelişmektedir. Bu yeni ekonomik dinamizm, mobilize yeni entelektüel dinamizmle birleşerek Berlin Duvarlarına çarpmaktadır. Kürselleşmenin getirdiği işgal ve emperyalizm kadar, yeni teknoloji ve ilişkiler de bulunmaktadır. Dolayısıyla işgallerin geçiciliği karşısında, küresel teknolojiler ve küresel üretim dinamizmleri önemli açılımlara yol açmaktadır. Uydu teknolojilerine eklemlenerek varlık kazanan matbuat geleneği, Berlin Duvarlarını aşan en büyük olguların başında yer almaktadır. El-Cezire medyası bile bu konuda başlı başına büyük bir olgudur. Arapça konuşan geniş bir coğrafyada eleştiri, modernite, demokrasi ve yeni dün- yanın varlığını ortaya koymaktadır. Yine Türkiye’de AK Parti ile başlayan bu dinamizmlere eşlik eden yeni bir medya seferberliği bulunmaktadır. Arapça ve Kürtçe yayın yapan televizyonlar, Arap-Kürt ve Türk gazeteci, televizyoncu ve sosyal medyacı çeşitli aktörlerin işbirliğine yönelmeleri dikkat çekicidir. Sosyolog Casstell’in ağ toplumu(social network) olarak tanımlandığı yeni toplum biçimi, İslam dünyasında da gelişmektedir. Ağ içine yerleşen toplumlar, artık daha geniş kitlelerin katılımına dayalı bir tüketim toplumu ürettiği gibi daha geniş katılımlı siyasal toplumların oluşumuna da yol vermektedir. Bunun sonucunda Ortadoğu’daki rejimler pratik meşruiyetlerini kaybetmekte ve kendileri için inşa edilen duvarların korunaklık işlevleri sona ermektedir. Arap Baharı, bahsettiğimiz Berlin Duvarları’nın yıkılışı ile beraber doğan yeni olguyu ifade etmektedir. Sosyal medya, küreselleşmenin getirdiği yeni fırsat olgularının başında yer almaktadır. Bu teknoloji yeni doğan toplumsal gerçekliği destekleyerek önemli sonuçlara yol açtı. İsyanın aktörleri ne Bedeviler, ne dervişler ne de askerler. İsyanın aktörleri bahsettiğim yeni elitlerdir. Berlin Duvarlarının ürettiği gettolaşmalarla doğan fukaralaşmayı, cehaleti, fitneleri( kavmiyetçilik fitnedir saptaması, yüzyılın başında İslamcılar tarafından İstanbul Hilafet merkezinde yapılmıştı. Mehmet Akif bunların başında gelmekteydi), diktatörlükleri, zulüm ve baskıları reddediyorlardı. Tunus’ta kendini yakarak bunu başlatan ilk kişinin seyyar satıcılık yapan bir mühendisin olması, bunu doğrulamaktadır. Berlin duvarları aracılığıyla petrol paralarını denetleyen ve Batılı işbirlikçileri ile paylaşan bazı yönetimler, kendini güvende hissediyorlardı. Ancak bu konvansiyonel silah(Berlin Duvarları) artık işe yaramamaya başlamaktadır. Çünkü uydular, hızlı mobilizasyon, yeni elitler, yeni ekonomi, AK Parti ile başlayan “Müslüman demokrasi” tecrübesi her- 7 Sivil Bakış mezhepçi ve bölgeci ideolojiler ile ulus devlet siyasetinin dünya görüşlerini aşarak zihinsel dönüşümlere yol verdiler. Bölgede yeniden bütün duvarları aşarak düşünmeye ve dünyayı algılamaya yönelik bir dünya görüşü ve bunu savunan elitlerin doğuşu… Sivil Bakış Sivil Bakış Türkiye Gündemi Yeni Siyasal Coğrafya Tahayyülümüz kesi seferber etmektedir. 8 Sivil Bakış Berlin Duvarları yıkıldıkça yeni gerçeklik belirginleşecektir. O da şudur: Büyük geleneğin coğrafi muhayyilesinin doğal akışına dönmesi… İstisnai tarihin kalkması. Travmatik toplum biçimlerinden çıkarak adaletli, saygın, müreffeh, paylaşımcı vs. bir yapının kurulması. Berlin Duvarları kalktıkça, bin yıllık hinterlandımız pazıl parçaları gibi bir araya gelecek. Buna direne ideolojiler, mezhepler, rejimler… tarihsel akış karşısında zamanı bitmiş gerici yapılara dönüşecekler. Yeni çatışmanın ana dinamiği burada kilit bir rol oynayacak. Bu sürecin aktörlüğü bu akışa inanan, bu akışta yer alan, bu akışın gerektiği mentalite ve donanıma sahip olan bütün hükümetlere, iktidarlara, cemaatlere, tarikatlara, mezheplere, aydınlara ve siyasetçilere açıktır. ‘Hayırda yarışınız.’ diyen bir hakikatin mümessilleri olarak, yarışında gayretli olan, inanan, donanımlı olan elbette öne çıkacaktır. Bu Türkiye’de olabilir, Mısır da, Arabistan da. Tunus ya da Fas da. Daha doğrusu İstanbul da, Şam da, Kahire de, Mekke de, Dubai de. »»Bir Müslüman için vatan, bütün “büyük geleneğin” topraklarıdır. Bu topraklarda bugün hala bu geleneğin mimarisi, ezanı, uleması, kitapları vs. bulunmaktadır. Politik vatan muhayyilemiz, İngiliz ve Fransızların post-Osmanlı çağında ördükleri Berlin Duvarları ile belirlenemez! İçinde İstanbul, Üsküp, Kahire, Şam, Medine, Tunus vs. yer aldığı bir muhayyile ile yeniden barışmak gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. İstanbul, büyük geleneğin varlığında merkez vilayettir. Hilafet merkezidir. Aydınların, matbuatın, mektebin-medresenin, mimarinin ve fikriyatın merkezidir. İstanbul, XIX. Yüzyılda çekilen milletin varlık birliğini korumak için bütün cephelerde direnmenin sözcülüğünü yaptı. Büyük felaket, onun düşmesiyle başladı. Misak-ı Milli anlayışı orada karara bağlanırken, yine orası terk edilerek karara varıldı. 1918 yılında düşen İstanbul, son müdafaasını Fahrettin Paşa şahsında Medine’de verdi. Bir millet ki bütün kalelerini teslim ettikten sonra en kutsal yerini teslim etme onurunu gösteriyor! İşte büyüklük bu! İstanbul’un ve Medine’nin anlamı! Bu nedenle vatan düşüncemiz, artık Berlin Duvarlarının sınırlarında somutlaşmayacak. Bir Müslüman için vatan, bütün “büyük geleneğin” topraklarıdır. Bu topraklarda bugün hala bu geleneğin mimarisi, ezanı, uleması, kitapları vs. bulunmaktadır. Politik vatan muhayyilemiz, İngiliz ve Fransızların post-Osmanlı çağında ördükleri Berlin Duvarları ile belirlenemez! İçinde İstanbul, Üsküp, Kahire, Şam, Medine, Tunus vs. yer aldığı bir muhayyile ile yeniden barışmak gerçekliğiyle yüz yüzeyiz. A. Hamdi Tanpınar annesini Musul’da toprağa verdi, Yahya Kemal Üsküplüdür, Aliye İzzet Begoviç bir yönüyle Üsküdarlıdır, Cemil Meriç Halep’te kitapları dolaşarak akrabalarını ziyaret ederdi,Kürt Ali bir İstanbul entelektüel havzasının yetiştirdiği şahsiyettir…Bütün bunlar Berlin Duvarları üzerine kurulan siyasetlerin anlamsızlığını hatırlatmaktadır bizlere. Artık içinde bu vilayetlerin, kavimlerin, dillerin, mezheplerin, tarikatların geçmediği öyküler, şarkılar, filmler, romanlar…bir hiçtir. Türkiye ya da İstanbul( AK Parti İstanbul dünya görüşünün ve tecrübesinin bir sonucudur.) Berlin Duvarları içinde çıkan ideoloji ve yapılarla hesaplaşan ilk bölgedir. Homojen toplum sosyolojisini, kemalizm ideolojisini, ulus devlet felsefesini tartışmaktadır. Travmatik tarihin içinden çıkma mücadelesini vermektedir. Moderniteyi yeni bir üslup ve siyasetle ortaya koyma arayışındadır. Berlin Duvarı ideolojileri hem aşan hem de onunla hesaplaşan bir cesaretin içindedir. Başbakan Erdoğan’ın genel seçimler sonrasında yaptığı Balkon Konuşması, yeni siyasetin manifestosudur. Bütün büyük gelenek hinterlandı içinde yer alan vilayetleri sayarak, AK Parti’nin yeni siyasetin öncülüğünü yapmadaki anlam ve kararlılığını ortaya koymuştur. Milletin AK Parti’ye verdiği desteğin Sivil Bakış 9 Sivil Bakış yol açtı. Avrupa ortadan ikiye çatlayakökeninde bu hesaplaşma ve ce» » Ortadoğu, kendi doğal tarak bölündü. Ancak bu bölünme istissur atılım bulunmaktadır. Yeni nai tarihsel durumdu. Nitekim soğuk Türkiye, bu hesaplaşmayı gerrihsel akışıyla buluşma sonusavaşın sona ermesiyle beraber 1989 çekleştirdikten sonra kurulacak cunda birleşecek. Bu da istisyılında, bölünmenin somut varlıksal ve Berlin duvarlarının yıkılışında nai tarihsel dönem ve bunun göstergesi olan Berlin Duvarı yıkıldı. öncülük rolü belirginleşecektir. AB projesi ile büyük gelenek kendisini Tarihi dönüşümü en iyi algılayanürettiği travmatik tarihsel yeniden kurmaya yöneldi. Bu tarihsel lardan biri Dış İşleri Bakanı Ahdurumdan çıkmakla birlikte tecrübe, kendi bölgesel varlığımız için met Davutoğlu’dur. Bu bağlamda mümkün olacaktır. de önemli bir mukayese bağlamı oluşkonuşmaları ve siyaset yapma turmaktadır. Bağlamda Ortadoğu’da tarzları, statükocu vatan algısoğuk savaşlarının sonuna varmakta, layışlarını ters yüz etmektedir. onlarca Berlin Duvarını yıkmakla bo1911 yılında ayrılanlarla yeniden bir araya geleceğiz, 2012 yılında cihan devleti olacağız… ğuşmaktadır. Etnik çatışmalar( Kürt sorunu, Filistin soBu önermeler, büyük geleneğin siyasal muhayyilesinin ye- runu), mezhep çatışmaları( Irak, Suriye..), yoksulluklar, niden var oluşunu müjdelemektedir. Ortadoğu’nun birleş- diktatörlükler Ortadoğu İslam dünyasını derin krizlere sokmaktadır. Bundan çıkmanın tek yolu, büyük gelenekle mesini, Berlin Duvarları’nın sonunu haber vermektedir. tecrübe edilen büyük aklın yine tesis edilmesidir. Bu büOrtadoğu, kendi doğal tarihsel akışıyla buluşma sonuyük siyasal akıl, bütün kavimlerin, mezheplerin, dillerin, cunda birleşecek. Bu da istisnai tarihsel dönem ve bunun kültürlerin…temsiline katılımla ortaya çıkabilir. Bu neürettiği travmatik tarihsel durumdan çıkmakla birlikte denle Kürt sorunu da Filistin sorunu da, Şii-Sunni çatışmamümkün olacaktır. Avrupa, bu konuda önemli bir karşılaşları da, yoksulluk da ortak, büyük, müzakere ve katılımla tırma imkanı vermektedir bize. Avrupa birlik tahayyülü, mümkündür. Akış bu yöndedir. Bunu yönetecek elitler ve uzun tarihle vardır. Batı “büyük geleneği” ile anlam kazakadroların yükselişi, gelişimi ve ortak akılla barışa, birlinır. II. Dünya Savaşı, bu büyük geleneği çatlattı. Rusya’nın ğe, adalete ve refaha yol vardır. komünizm aracılığıyla içine yaptığı dalış, Berlin Duvarı’na Sivil Bakış Türkiye Gün Ersoy DEDE Gazeteci Herkesin Anayasası »»Y eni anayasa konusunda böylesine kamuya açık bir çalışma yürütüleceğini, açık söyleyeyim beklemiyordum. 2007’deki başarısız girişimler bende ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Yeni anayasa konusunda böylesine kamuya açık bir çalışma yürütüleceğini, açık söyleyeyim beklemiyordum. 2007’deki başarısız girişimler bende ciddi bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Oysa geldiğimiz noktada, hem STK’ların yurt genelindeki toplantıları hem de Anayasa Platformu adı altında bir araya gelen çok sayıda meslek örgütü ve sivil toplum kuruluşunun yer aldığı geniş katılımlı “Türkiye Konuşuyor” toplantılar dizisini çok önemsiyorum. Benim önemsediğim kadar, seçmen de önemsiyorsa mesele yok. Eğer “nasıl olsa bunlar bize sorsalar da bildiğini okurlar” gibi bir düşünce hakimse, o zaman işin, en azından pr’ı doğru yapılmamış anlamına gelir bu. Yani vatandaşta, anayasayı birlikte yapacağımız konusundaki algının oluşması esas. İstediğiniz kadar gelen talepleri değerlendirin, buna ikna olmazsak eğer, hiçbir anlamı yok.. 10 Sivil Bakış Şu Uzlaşma Dedikleri.. Siyasi partiler bir uzlaşmadır tutturmuş gidiyorlar. Özellikle siyaseten öyle muğlak bir kavram ki uzlaşma. Gerçek doğru nedir, kimsenin bildiğini zannetmiyorum. Örneğin, yüzde kaçlık bir ittifak uzlaşma anlamına gelir sizce? Kaç kişide kaç kişinin istediği bir metin anayasaya girerse, o metin üzerinde mutabık kalınmış demektir?. Şu kadarını söylemek lazım, bu çabanın, sonuca herhangi bir katkısı yok. İsviçre’deki minare referandumunu hatırlayın. İsterse %99’luk bir “hayır” oyuyla, minareler yasaklansın. Geriye kalan %1’in birey inanç hürriyetini zedelemiş olmayacak mıydı karar?. Örneğin İstanbul’da, cemaati sadece 5 kişi kalmış bir kiliseyi kapatırsanız, o beş kişinin birey inanç hürriyetine kelepçe vurmuş olmaz mısınız?. Dolayısıyla bu mutabakat, uzlaşma kavramları çok da kesin doğruları olan kavramlar değil. Asgari müşte- rek, böyle bir çalışma için kullanılabilecek daha doğru bir kavram gibi geliyor bana. Çok açık bir örnek vereyim. Bir MHP’li ile bir BDP’linin, 66.maddede yer alan “TÜRK” tanımı üzerinde ittifak yapabilme imkanı var mıdır?. Elbette yoktur. Gelin bir minik 82 Anayasası turu atalım sizle. Anayasada, vatandaşlık tanımı üzerine üç madde çok net. Üstelik de birbirine atıfla. Önce 6.maddede; Egemenliğin Türk Milleti’nde olduğunu belirtmiş, 5.maddeye de, “Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak devletin en başta gelen ödevlerindendir” ifadesi konmuş. Millet ise 66.maddede, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes” diye tanımlanmış. Tıpkı kutsal metinleri okur gibi birbirini tamamlayarak okuduğunuzda fotoğraf tastamam böyle. Şimdi böyle bir metni kaldırıp yerine uzlaşarak yeni bir tanım koyacaksınız. Ve bunun tam bir mutabakatla yapılacağına inanacaksınız. Bu elbette mümkün değildir. Oysa asgari müştereklerde ittifak sağlanırsa, durum değişir. Örneğin, oradaki “Türk Milleti” yerine başka bir ifade mi kullanırsınız, uyrukluğu ayrı nasyonaliteyi ayrı mı ifade edersiniz, her ikisini de hiç ifade etmez misiniz, ikisini de karşılayacak daha arada bir söz mü ararsınız?. Tüm bunlar olabilir elbette. Ama kesinlikle tam bir uzlaşmayla değil. 1982 Anayasası’nı 5 tane paşa yazdı. O zaman toplumsal mutabakat mı aradılar sanki. (Aman %92’lik Anayasa Referandumu’nu hatırlatmasın kimse. Mübarek’i ya da Saddam’ı da öyle büyük oylarla seçiyordu halkı. Sonra ne olduğunu gördük) Kaç Oy Lazım? 2012 Anayasası’nı, 1982 Anayasası’na göre yapacaksak, yazının bundan sonrasını okumayın. Çünkü başka başka şeylerden söz ediyor olacağız burada. Eğer eski ndemi Türkiye Gündemi Sivil Bakış anayasadaki yasa yapma hükümlerini kullanmak mecburiyetindeysek, nerede kaldı bizim yeni Anayasamız? Bakın hükümet büyük bir özveri ile kendini kilitleyerek uzlaşma kapısı açmıştır. Uzlaşma komisyonunda Ak Parti’nin oyu, ¼ nispetindedir. Yani dört siyasi gruptan, eşit miktarda üye veren biridir. BDP ya da CHP kadardır temsili. Dolayısıyla, hükümet partisi olduğundan dolayı, bildiğin anlamda, ciddi biçimde azınlıktadır Ak Parti. Bu demek oluyor ki, uzlaşma komisyonundaki diğer üç grubu ikna edemezse Anayasayı genel kurula getiremez. Peki uzlaşma komisyonundan çıktıktan sonra?. Genel Kurul’da bu defa muhalefet partileri Ak Parti’yi ikna etmek zorunda kalacak. Çünkü burada bu sefer Ak Parti’nin sayısal üstünlüğü olacak. Genel Kurul’dan ancak böyle geçecek. Rakam meselesine geldiğimizde ise az önce yaptığım değerlendirmeyi yabana atmayın derim. Normal şartlar altında nedir? Anayasa değişikliği, 330 ile 367 arasında oy alırsa referanduma gider. 367’nin üzerinde oy alırsa eğer, Köşk’e. Orada Cumhurbaşkanı ya onaylıyor ya da referanduma götürüyor. En basit anlatımıyla böyle. Fakat eğer yeni bir anayasa yapacaksak, önce eskisini kaldırıp çöpe atmamız gerekmez mi? Dikkat buyurun lütfen. 1982’de 5 tane general tarafından hazırlanan, baskı ve tehditle referandumdan geçirilen anayasa çöpe gidiyor çöpe. İçindeki “330” rakamıyla, “367” rakamıyla, “184” rakamıyla her şeyiyle çöpe gidiyor. Yok oluyor. Bitiyor. Kendinden önceki anayasalar gibi. Dolayısıyla ne 330’un hesabı yapılmalı bence ne de 367’nin. Yasa yapıcılar, işlerine baksınlar kâfi. Değişmez Madde Yoktur Sayılarla ilgili tespit, aynı nedenle, değişmez maddelerle de ilgilidir aslında. O Metin olduğu gibi çöpe gideceğine göre, değişmez maddelerin ne ayrıcalığı var ki?. Değiştirilmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir durum kalmayacak dolayısıyla ortada. Ne başlangıç metnindeki ideolojik vurgu kalacak ne bir başka netameli yasa maddesi. Değişmez maddelerin tarihine gelince. 1961’e kadar açık bir ifadeyle “değişmez” madde göremiyoruz. Ancak 1924 Anayasası’nda yer alan ve bugünkü anladığımız anlamda “değişmez maddelerden biri” gibi görülen maddelerde zaman zaman tadilatlar yapıldığı oldu. Örneğin; 2. Madde’de yer alan; “Türkiye devletinin dini İslâm’dır; resmi dil Türkçe’dir; makarrı Ankara şehridir” maddesi, 1928’de yapılan bir düzenlemeyle değiştirildi. Maddedeki “dini, islamdır” ifadesi çıkarıldı. Aynı metin üzerindeki ikinci ve önemli bir düzenleme de 1937’de yapıldı. Bu defa, madde; “Türkiye devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılâpçıdır. Resmi dili Türkçe’dir, makarrı Ankara şehridir” diye değiştirildi. (Bu, anladığınız üzere, CHP’nin 6 Ok’unun Anayasa’ya girmesi anlamına geliyordu. Daha doğrusu, o ilkeler, devletin temel yönetim prensibi haline getirilmişti artık) Kanlı 27 Mayıs Darbesi’nden sonra hazırlanan Anayasada ise ilk kez bir hüküm üzerinde “değişmez” ifadesini gördük. “MADDE 9.- Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”… Ama 1961 Anayasası’nın en önemli özelliği bu değildi. Egemenlik yine ‘kayıtsız şartsız’ milletin oluyordu. Ancak bu egemenliğini millet, Anayasanın koyduğu esaslara göre ve yetkili organlar eliyle kullanabiliyordu. (madde 4) Oysa Egemenlik, 1924 Anayasası’nda kimseyle paylaşılmıyordu. Orada, “Türk Milleti’ni, TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını sadece o kullanır” hükmü yer alıyordu. Değişmiş yani. Ve 1961 Anayasası’nın 1. maddesinde yer alan “Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” sözü ile, Anayasa’ya eklemlenen 6 Ok da, tarihe karışmış oldu. Bayrak tarifi ve İstiklâl Marşı ile ilgili bilgilerin de eklenmesiyle 3. maddede de kapsamlı bir değişiklik yapılmış oldu ayrıca. Neler neler değişmedi ki yani. Yeni bir toplum sözleşmesi temennisiyle. Kalın sağlıcakla 11 Sivil Bakış »» Gelin bir minik 82 Anayasası turu atalım sizle. Anayasada, vatandaşlık tanımı üzerine üç madde. çok net. Üstelik de birbirine atıfla. Önce 6.maddede; Egemenliğin Türk Milleti’nde olduğunu belirtmiş, 5.maddeye de, “Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü korumak devletin en başta gelen ödevlerindendir” ifadesi konmuş. Millet ise 66.maddede, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes” diye tanımlanmış. Tıpkı kutsal metinleri okur gibi birbirini tamamlayarak okuduğunuzda fotoğraf tastamam böyle. Şimdi böyle bir metni kaldırıp yerine uzlaşarak yeni bir tanım koyacaksınız. Ve bunun tam bir mutabakatla yapılacağına inanacaksınız. Bu elbette mümkün değildir. Oysa asgari müştereklerde ittifak sağlanırsa, durum değişir.. Sivil Bakış Türkiye Gün Cafer Solgun Araştırmacı Yazar cafersolgun@gmail.com Dersim 38 Kanlı Bir “Medenileştirme” Operasyonu…… Dersim meselesi, Dersimlilerin ve konuyla ilgili kişi ve çevrelerin hep gündemindeydi. Ancak Türkiye’nin gündemine ağırlıklı ve hemen herkesin “nedir bu Dersim 38?” sorusunu kendisine ve çevresine sorma ihtiyacı duyacak şekilde girmesinin evveliyatı çok da eski değil. Onur Öymen’in CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili sıfatıyla, 10 Kasım 2009’da “demokratik açılım süreci” ile ilgili Meclis genel kurulunda yapılan oturumdaki konuşması, ilk defa bu denli yaygın şekilde kamuoyunun dikkatini Dersim 38 üzerinde topladı. Öymen söz konusu konuşmasında, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Yozgatlı annenin gözyaşlarıyla Hakkarili annenin gözyaşları arasında ayrım yapamayız” şeklindeki sözleriyle gündemleşen “anaların gözyaşlarını dindirme” umuduna yanıt vermiş ve “Dersim 38’de analar ağlamasın denildi mi?” diye sormuştu. 12 Sivil Bakış Bu sözlerde dile gelen zihniyet, Kürt sorununda demokratik, barışçıl çözüm umut ve arayışlarına Dersim 38’i bir “çözüm modeli” olarak sunmakla kalmıyor, Dersim’de yaşanan katliamın acısını da yeniden canlandırmış oluyordu. O acı ki Dersimlilerin yüreğinde yıllardır zaten kanamaya devam ediyordu… Bu konuşmanın ardından Dersimliler başta olmak üzere Alevi toplumu ve demokratik kamuoyu CHP ve Onur Öymen’e yönelik yaygın eleştirilerde bulundu, protesto gösterileri yapıldı. Öymen sözlerinin arkasında durdu. Dahası, “bu konuda çok şey biliyoruz, ama Alevileri üzmemek için konuşmuyoruz” şeklinde açıklamalar yaptı. Hatırlanacaktır; dönemin CHP Grup Başkan Vekili Kemal Kılıçdaroğlu, annesinin vefatı dolayısıyla bulunduğu memleketi Tunceli’de, basın mensuplarının yoğun baskısı üzerine Onur Öymen’e “istifa et” manasında “gereğini yap” açıklaması yapmış, ama Deniz Baykal’ın Öymen’i sahiplenen tavrı karşısında sessiz kalmayı yeğlemişti. İzleyen günlerde kamuoyuna “bir sorun yok” mesajı verircesine Baykal, Öymen ve Kılıçdaroğlu’nun birlikte göründükleri resimler verilmişti. Bu gelişmeler üzerine Dersimlilerin ve Alevilerin tepkileri Öymen’i de aşarak CHP’ye yönelirken, Dersim başta olmak üzere CHP il ve ilçe örgütlerinden toplu istifalar baş göstermişti. Bu gelişmelerden çok önce bu satırların yazarı da dahil olmak üzere Alevilerin Kemalizm ve onun “resmi sözcüsü” misyonunu sahiplenmiş CHP ile sorunlu ilişkilerini sorgulayan yazılar ve kitaplar yayınlanmıştı. (Taraf gazetesi için hazırladığım “Alevilerin Cumhuriyet ve Laiklikle İmtihanı” adlı yazı dizisi 2007 yılının sonları ile 2008 yılının ilk günlerinde yayınlanmış, “Alevilerin Kemalizm’le İmtihanı” adlı kitabım da aynı yıl içerisinde basılmıştı.) Aleviler, “derin” çevrelerin kendilerine biçtikleri “figüran” rolünü ciddi şekilde sorgulamaya başlamışlardı. Ancak o dönemdeki yazılarımda da vurgulama gereği duymuştum; söz konusu sorunlu ilişki ve uğursuz rolü (Türkiye’nin 90’lı yıllarda içerisine sürüklenmek istenen “laik-antilaik” kutuplaşmasında Alevilere laikçi kutbun “kitlesi” olma rolünün verilmesini kastediyorum) sorgulama noktasında bizlerin çabaları, Onur Öymen’in konuşması kadar ciddi ve yaygın bir etki yaratamamıştı. Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilinen şekilde CHP Genel Başkanı koltuğuna oturmasıyla birlikte, Aleviler, iyiden iyiye soğudukları CHP’ye ağırlıklı olarak yeniden döndüler. Ancak 12 Haziran seçimlerine “Yeni CHP” sloganıyla giren CHP’de “yeni” hiçbir şey olmadığını anlamak için, yine bir ndemi Türkiye Gündemi CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, 10 Kasım 2011 günü Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşisinde “malumun ilanı” olmaktan ibaret açıklamalar yapmış, Dersim 38 katliamının sorumlusunun “devlet ve CHP” olduğunu, olaylardan Mustafa Kemal’in de haberdar olduğunu belirtmişti. Bunun üzerine CHP’de “İkinci Dersim Krizi” patlak verdi. Kılıçdaroğlu, “yeni” hiçbir adım atmadı, atamadı. “CHP Zihniyeti”nin olanca ağırlığıyla bu parti üzerindeki hükmünün sürdüğü anlaşıldı… CHP’nin Tek Parti dönemi zihniyeti ve onun kanlı, faşizan uygulamalarıyla yüzleşmesi için ortaya çıkan altın değerindeki fırsat, CHP tarafından tepildi. CHP’nin resmi ideoloji ile yüzleşmesi bir başka bahara kalırken, kamuoyunda Dersim 37-38 katliamı yaygın bir şekilde tartışılmaya başlandı. Bütün TV kanalları konuyla ilgili tartışma programları yaptı, gazetelerde haberler ve yazı dizileri birbirini izledi. Bu durum, Cumhuriyet tarihinin bu en kanlı gerçeğiyle yüzleşmek adına hiç kuşkusuz olumlu bir rol oynadı. Ne var ki çok sayıda köşe yazarı ve tartışmacının konuyla ilgili görüşleri, bir tür bilgi kirliliğine ve beraberinde kafa karışıklığına da yol açtı. Dersim 38’in “kanlı bir olay”, dahası bir “katliam” olduğundan herhalde kimsenin kuşkusu kalmadı. Ama “Dersim 38 bir isyan, yürütülen harekat da bir isyanı bastırma harekatı mıydı?” örneğinde olduğu gibi, ortaya atılan sorulara verilen yanıtlar birbiriyle tutarlı olmaktan uzaktı. Şu bir gerçek ki, söz konusu olan bir “isyan” dahi olsa, bu, yürütülen harekatın tam bir katliam olduğunu gölgelemez, kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden binlerce insanın toplu katliamlar sonucunda öldürülmesinin “meşru” ve “kabul edilebilir” bir gerekçesi olmaz, olamaz. Bu nedenle “isyandı, değildi” tartışması, harekatın sonuç olarak anlam ve niteliği üzerinde belirleyici bir önem ifade etmiyor. Fakat katliamın içyüzündeki korkunç zihniyetle bizi karşı karşıya getirmesi açısından ise, bunun anlamı büyük… İsyan mı, “medenileştirme operasyonu” mu? Dersim katliamı, hala iddia edilebildiği gibi bir “isyan” ve bunun sonucunda meydana gelmiş bir olay değildir. Dersim’in devletin gündemine girdiği tarih daha eskidir ve bunun en önemli kanıtları da dönemin devlet kurumları tarafından hazırlatılan Dersim raporlarıdır. Bu rapor ve değerlendirmeler çeşitli düzeylerdeki devlet görevlileri (aralarında başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, TBMM Başkanı Abdülhaluk Renda, Dersim’i çevreleyen illerin valilikleri de bulunmaktadır) tarafından hazırlanmış ve öngördükleri “çözüm” önerileriyle birlikte devletin zirvesine sunulmuşlardır. Bunlardan biri olan Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in 1926 yılında hazırladığı ilk Dersim raporunda Dersim bir “çıbanbaşı” olarak tanımlanmış ve şöyle deniliştir: “Dersim Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri ön- 13 Sivil Bakış Dersim “krizinin” yaşanması gerekecekti. Öyle de oldu. Sivil Bakış Sivil Bakış lemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.” (Bknz. Cafer Solgun, Dersim… Dersim… Yüzleşmezsek Hiçbir Şey Geçmiş Olmuyor, sf.154. TİMAŞ 2010.) Rıza’nın büyük oğlu İbrahim’i barış elçisi olarak General Alpdoğan’a gönderdiğini ve öldürüldüğünü nedense (!) görmezden gelmektedirler. O dönemde hazırlanan raporların büyük çoğunluğu, aynı içeriktedir. Diyarbakır Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey, Genelkurmay Eğitim Dairesi Başkanı Korgeneral Ömer Halis (Bıyıktay) Paşa gibi meselenin daha “ılımlı” önlemlerle halledilebileceğini düşünenlere verilen yanıt ise, “Dersimli okşanmakla kazanılmaz” şeklinde olmuştu. Yanlış bilinen bir başka husus da devletin 1937-38’de Dersim’e girebildiği, otoritesini tesis edebildiğidir… Daha 1926 yılında Şeyh Said ayaklanmasını bastırarak kendine güven kazanmış Genelkurmay’ın gündeminde Dersim bulunuyordu. Bu durum, “Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar” adlı kitapta şu şekilde dillendirilmiştir: “Cumhuriyetin ilanını takip eden senelerde özellikle Şeyh Sait ayaklanmasından sonra, diğer doğu illeri ile beraber Dersim de önemle dikkate alınmış ve kesin ıslahat esaslarının tesbiti için incelenmesine başlanmıştı.. Keza; Genel Kurmay Başkanlığı da bu mesele üzerinde büyük bir ilgi ile durmuş ve muhtelif teşekküllerden aldığı raporları değerlendirmek sureti ile Dersim ıslahatının zaruri olduğu kanısına varmıştı. Neticede; Dersim’in ıslahı esasları tesbit edildi ve bu keyfiyet uzunca vadeli bir programa bağlandı.” (Age, Harp Tarihi Yayınları, 1972, s.373) Mustafa Kemal’in 1934 yılında Trabzon’da istirahat ettiği günlerde Dersim’de planlanan askeri harekat için harita ve krokiler üzerinde kendi el yazısıyla yaptığı çalışmalar, halen Trabzon’daki müzede sergilenmektedir. Mustafa Kemal’in 1936 yılında Meclis açılışı vesilesiyle meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada Dersim’e özel bir önem verdiğini, onun şu sözlerinden anlıyoruz: “Dahili işlerimizde en mühim bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir.” (Cafer Solgun, age. Sf.177) 14 Sivil Bakış Türkiy Türkiye Gündemi Daha da sıralanabilecek bu belgeli kanıtlar, Dersim’de herhangi bir “isyan” ya da “kalkışma” durumu söz konusu olmadığı halde devletin bütün dikkatinin Dersim üzerinde olduğunu ve bir “çıban” olarak tarif edilen Dersim’in “her ne pahasına olursa olsun” yok edilmesindeki kararlılığı bütün açıklığıyla ortaya koymaya yetmektedir. Dolayısıyla 1937 Mart ayı içerisinde tamamen “lokal” bir olay olarak cereyan eden Pah köprüsünün yakılması ve aynı adı taşıyan karakola saldırının “isyan” olarak nitelendirilmesi, bilerek ya da bilmeyerek gerçeği çarpıtmaya, karartmaya yönelik bir yaklaşımın ürünüdür. Kaldı ki bu olayı “isyan” olarak nitelendirenler, hem olayın içyüzündeki asıl nedeni (bir tecavüz olayı söz konusudur) ve olayın ardından Seyit Bu da doğru değildir. Dersim’de devletin otoritesi olmamış olsaydı, 1927 ve 1935 yılında Dersim’de nüfus sayımı nasıl yapılabilmişti? DİE verileri, bu sayımlar sonucunda Dersim’de en ücra köylere dahi girilebildiğini ve kaç tane kör, sakat, solak olduğuna kadar son derece detaylı tespitler yapıldığını ortaya koymaktadır. Milli Mücadele’yi yürüten Birinci Meclis’e tam 6 mebus göndermiş olan Dersim, Cumhuriyet’e karşı “örgütlü” veya “organize” herhangi bir hareket içinde olmadığı gibi, aşiretsel sosyal yapısı nedeniyle kendi içinde herhangi bir siyasi iddia etrafında “birlik” olmaktan da çok uzaktı. “Devlet otoritesini kabul etmiyorlarmış” iddiasının içyüzünde “asker olmuyor, vergi vermiyorlarmış” söyleminin bulunduğunu elbette biliyoruz. Bu, Dersim konusunda en yaygın yanlış ve çarpıtılmış bilgilerden biridir. Öncelikle şunu belirtmeliyim. 19. yüzyılın ikinci yarısına değin Osmanlı’nın Dersimlilerden ve tıpkı onlar gibi genellikle kırsal kesimlere sığınmış olarak yaşayan Alevilerden asker olmasını istediği yoktu. Bunun nedenini anlamak için, tümüyle politik sebeplerle padişahların siparişleri üzerine verilmiş birbirinden korkunç şeyhülislam fetvalarına bakmak yeter. Öte yandan Dersim’de iş alan ve imkanlarının son derece sınırlı olduğu da (bugün bile öyledir) göz önüne alınacak olursa, Dersim raporlarında da sıkça belirtildiği haliyle yoksul Dersimlilerin vergi verme konusunda neden çok da istekli olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Yani ortada “devlet otoritesini tanımamak” adına bir “tavır” söz konusu değildir. Aslında harekat sanılanın aksine 1937’den önce, “Tunçeli Kanunu” ile birlikte (1935) başlamıştır. Bu kanunun gereği olarak oluşturulan ve “koloni valisi” yetkileriyle donatılan 4. Umum Müfettişlik, ilk iş olarak 1936 yılında aşiretlerin elindeki çoğu Osmanlı-Rus harbinden kalma silahları toplamış, ardından da planlanan harekatın şartlarını hazırlamaya koyulmuştur. 4 Mayıs 1937 tarihli “gizli” ibareli ve Mustafa Kemal başkanlığında toplanan, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın da katıldığı Bakanlar Kurulu kararı ile Dersim’e “tenkil” emri verilmiştir. 1937 yılı sona erdiğinde Seyit Rıza ve 6 kişi asılmış, harekata direnen aşiretlerin direnci tümüyle kırılmıştır. Ama “harekat bitti” diye düşünülürken, asıl katliam 1938 yılı boyunca yaşanmış, devlet güçlerine yardımcı olan köy ve aşiretler de dahil olmak üzere bütün Dersim, kan gölüne çevrilmiştir… ye Gündemi Sivil Bakış Mevzunun özü “(…) Neticeyi söylüyorum. (…) Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti.” İhsan Sabri Çağlayangil’in bu sözleri, Dersim katliamının ne tür bir vahşet olduğunu anlamamıza yardımcı olan önemli tanıklıklardan biridir. Ama Çağlayangil’in “bitti” görüşünün gerçeği yansıtmadığı, günümüze miras kalan Türkiye tablosundan bellidir. Dersim katliamına neden olan zihniyet, Türkiye’ye reva görülen “medeniyet projesi” ve dayatmasıdır. Görmek, yüzleşmek gereken asıl olgu, budur. Ülkemizin etnik, dini, kültürel çeşitliğini dikkate almayan, dikkate almak ne kelime, yok sayan bu “medeniyet” projesi nezdinde Dersim, “olmaması gereken” bir realite idi. Bu itibarla “çıban” ve çıbanbaşı” tespitlerinin tesadüfi olmadığını vurgulamak gerekir. Herhangi bir “yara” merhem sürerek veya benzer yöntemlerle tedavi edilebilir; ama “çıban” kesilip atılması gereken bir yaradır… Bu, tipik bir “beyaz adam” mantığıdır. Alıntılar kullandığım kitabımda bu zihniyet nedeniyle sadece katliam sürecini anlatmadım; aynı zamanda nasıl bir zenginliği yok etmek istediklerini ortaya koydum. Dersim köylerine uçağından attığı bombalar nedeniyle “İlk Türk Kadın Savaş Pilotu” olarak ödüllendirilen Sabiha Gökçen, “Dersim harekatı neden yapıldı?” sorusuna aslında aldığı ideolojik eğitime uygun bir yanıt vermişti: “Atatürk’ün gayesi onların daha insanca yaşaması idi.” açısından tarihi ve siyasi bir sorumluluk konusudur. CHP, bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmediği müddetçe Dersim katliamının vebalini taşımaya devam edecektir. Aslında vurgulamak gerekir ki, Dersim 38 resmi ideoloji zihniyetinin en kanlı uygulamasıdır; ama sorunun özü, bu zihniyetle yüzleşmektir. Ve öyle görünüyor ki CHP, “CHP Zihniyeti” ile yüzleşmeye kolay kolay yanaşmayacaktır. Bunun, sadece CHP açısından değil, bir bütün olarak Türkiye toplumu açısından ciddi bir talihsizlik olduğunu düşünüyorum… Dersim 38’le yüzleşmek, özünde çeşitliliğiyle anlamlı ve değerli olan Türkiye toplumunu “medenileştirmek” adına tanınmaz hale getirmeyi amaç edinmiş bir zihniyet ile yüzleşmek demektir… Bilindiği üzere Başbakanlık Dersim katliamıyla ilgili arşivleri açıkladı. Genelkurmay arşivinin açılması yönünde de çalışmalar yapıldığı açıklandı. Devlet arşivlerinin açılması, önemli demokratik taleplerimizden biri idi. Hiç kuşkusuz bu talebin yerine getirilmesi, Dersim gerçeğiyle yüzleşme bakımından büyük bir önem ifade etmektedir. İlginç olan, Başbakan Erdoğan’la girdiği polemikte, “arşivler elinizde, açın arşivleri” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer CHP’li yetkililer, bu gelişmenin ardından herhangi bir açıklama yapmadılar. Konu, CHP 15 Sivil Bakış Dersim 38 tartışmalarının yoğun olduğu günlerde İsmet İnönü’nün torunu Gülsün Bilgehan Toker de aynı yönde bir açıklama yapmıştı: “…Bence sonuca bakmak lazım. Sonuçta bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli, demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar var. Belki o bölgede, ortaçağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı.” (25 Kasım 2011, Milliyet) Sivil Bakış Türkiye Gün Meryem GAYBERİ Gazeteci Dünya Değişirken Medya Yerinde Sayabilir mi? »»Medya, son yıllarda gerçek anlamda büyük bir değişim yaşıyor. Bu değişim hem yapısal hem de zihinsel anlamda yaşanıyor. hızlı değişim, bilginin demokratikleşmesi noktasında da bir hız getirdi. Yaşanan hızlı dönüşüme ayak uyduranların, konvansiyonel medya ile sosyal medyayı entegre etmeyi başaranların yoluna devam ettiği, bu değişime ayak direyenlerin ise marjinalleştiğini görüyoruz. 16 Sivil Bakış Medya, son yıllarda gerçek anlamda büyük bir değişim yaşıyor. Bu değişim hem yapısal hem de zihinsel anlamda yaşanıyor. Tabi bu durum sadece bugünün sorunu değil. Geçmişte de teknolojik değişimlerle birlikte medya enstrümanlarının değiştiğine tanık olurduk. Eskiden haberleri almak için sadece gazete okunup radyo ajansı dinleme imkanı var iken daha sonra televizyonlar hayatımıza girerek enformasyon kanallarını genişletti. Tek kanaldan çok sesli yayına, resmi tv yayınlarından özel televizyonlara geçişin şaşkınlığını yaşarken, internetin devreye girmesiyle her şey alt üst oldu. IPod’lar, IPhone’lar, digital gazeteler, e-kitaplar derken bugün dünyanın çok ücra bir köşesindeki gelişmelerden bile çok hızlı şekilde internet vasıtasıyla haberdar olabiliyoruz. Enformasyon teknolojilerindeki »»Enformasyon teknolojilerindeki hızlı değişim, bilginin demokratikleşmesi noktasında da bir hız getirdi. Yaşanan hızlı dönüşüme ayak uyduranların, konvansiyonel medya ile sosyal medyayı entegre etmeyi başaranların yoluna devam ettiği, bu değişime ayak direyenlerin ise marjinalleştiğini görüyoruz. Her şeyin çok hızlı bir şekilde değiştiği, dönüşüm yaşadığı ve toplumsal taleplerin de bu değişimin en temel dinamiği olduğu gerçeğini fark eden her düşünce ve kurum geleceğin dünyasında şimdiden yerini almayı başarıyor. Ancak buna karşı ayak sürüyen yönetimlerin, fikirlerin yıkıldığı gibi medya anlayışlarının da ister istemez sahneden çekildiğine şahit oluyoruz. Daha düne kadar medya marketlerden alışveriş yaparken yeni çıkan albümlerin veya filmlerin DVD’lerini CD’lerini satın alıyorduk. Bugün ise internet üzerinden sanal alışverişle istediğimiz film veya müzik albümünü “download” ediyor veya USB ndemi Türkiye Gündemi Sivil Bakış Buazizi’nin kimliğini incelediğimizde birikimli, sosyal medya vasıtası ile dünyada olup bitenlerden anında haberdar olan birisi çıkıyor karşımıza. Hakeza bugün dünyada, teknolojik, ekonomik, politik ve sosyal gelişmeleri yakından takip eden 20-30 yaş grubunda milyonlarca genç var. belleğe yüklenmiş olanını satın alıyoruz. Aynı şekilde gençliğimizin en popüler müzikçaları olan Walkman’ların yerini İPod’lar vs. aldı. Çok değil, birkaç yıl içinde çoğu “yenilik”lerin teknolojinin karanlık çöplüğüne atıldığına tanık oluyoruz. Hatta eski teknoloji oldukları için bile değil, yeni sürümler çıktıkça birçok teknolojik ürünün “Arkeolojik kalıntı”ya dönüştüğünü biliyoruz. Nasıl ki DVD oynatıcı, Walkman, CD çalar vs. üreticileri bu değişime ayak uydurmaya çalışıyor ise eski Türkiye’de manipülasyonları ile ülkeyi idare eden medyanın, yazarların ve aydınların da doğal süreç içinde elemine olması çok doğal. Çünkü onlar da tabiri caizse eski teknoloji. »»Bu teknolojik dönüşümle birlikte gelen zihinsel dönüşüme, toplumların gelecekle ilgili “demokrasi”, “Özgürlük” ve “sivil toplum” gibi taleplerine direnen kişi ve kurumların da tedavülden kalkması çok normal. Yönetimler için de aynı şey söz konusu. Geçen yıl Tunus’ta başlayan, Yemen, Bahreyn, Mısır, Libya ve Suriye’ye kadar yayılan Arap Baharı’nda, kendi toplumlarındaki bu değişim ruhunu okuyamayan diktatörlerin ya devrildiğini ya da çok zor günler geçirdiğini gördük. Bilişim teknolojilerindeki konumları ve dünyayla iletişimleri nispetinde diktatörler veya tek merkezci oligarşik yapıların bugün olmasa birkaç yıl sonra kendi halklarının isyanı ile yüzleşmek zorunda kalacaklarını söylemek kehanet olmayacak. Mesela Tunus devriminin ve tüm Arap Baharı’nın sembol ismi olan Muhammed Buazizi’yi irdeleyelim! Geçenlerde bir televizyonda yayınlanan programda konuklardan biri, o anda stüdyoda bulunmayan birisi hakkında bir takım iddialarda bulundu. Bunun üzerine programı yöneten gazeteci, iddiada bulunulan kişi ile canlı yayın bağlantısı kurmak istedi. Stüdyodaki konuğu ise bunu kabul etmedi. Bunun üzeride hakkında iddiada bulunulan kişi, anında sosyal medyadan iddialarla ilgili açıklama yaptı. Bunun anlamı; “Bilginin artık her an doğrulanabilir ya da yalanlanabilir” hale gelmiş olmasıydı. Maalesef 28 Şubat sürecinde ve sonrasında medyada ciddi bir manipülasyon ve dezenformasyon vardı. Manşetlerle herkes hedef gösterilebiliyor ve hedefteki kişi açıklama yapsa bile bu medyada yer almıyordu. Haberler istenildiği şekle dönüştürülüp istenilen hedef vuruluyordu. Lakin şimdi her düşünce nerdeyse özelleştirebildiği bir sosyal medya vasıtası aracılığıyla kendisini ifade edebiliyor. Wikileaks’ın kurucusu Assange’nın da dediği gibi bugün artık “bilginin demokratikleştiği” bir dönemin içindeyiz. Kazanan hem bilgi hem demokrasi. Buna ayak direyenlerin istikbal kaygısı içine düşmesi de kendi sorunu… 17 Sivil Bakış Bu teknolojik dönüşümle birlikte gelen zihinsel dönüşüme, toplumların gelecekle ilgili “demokrasi”, “Özgürlük” ve “sivil toplum” gibi taleplerine direnen kişi ve kurumların da tedavülden kalkması çok normal. Hızla kullanımı artan internet gazeteciliği ve sosyal medya konvansiyonel medyanın geçerliliğini de kaldırmış olacak çok yakında. Hatta bugün Amerika ve Avrupa’da neredeyse kalkmış durumda. Sivil Bakış Türkiye Gün Dr. Bengül GÜNGÖRMEZ Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Türk Muhafazakarlığı Dünü-Bugünü-Yarını 18 Sivil Bakış »»Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü oluşturdular. Batı dünyasının Fransız Devrimi ertesi feodal-zümreci ve klasik gelenekçi muadillerinin aksine ülkemizde muhafazakarlar yakın dönem tarihsel değişim dinamiğinin “motoru” oldular. Muhafazakarlar bilhassa cumhuriyetle kendilerine çizilen tarihsel rolü kabul etmeyerek bu rolü aşan bir işlevsellikle bizzat kapitalist modernleşmede itici gücü oluşturdular. Bir yandan kadim geleneklere ve dine Kemalizmin izin verdiği ölçüde ve sınırlarda sarılırken öte yandan Türk modernleşmesinin resmi ideolojisine kimi zaman eşlik eden kimi zaman da alternatif olabileceği düşünülen İslamcı, İslamcılığa milliyetçiliğin eklemlenmesiyle milliyetçi-muhafazakar ve son dönemde de muhafazakar-liberallik çizgisinde kapitalizmin dolayısıyla da modernizmin en azından maddi düzeyde gereklerini yerine getirdiler. »» Türk muhafazakarı artık dönüşü olmayan bir yola girmiş, karşı-devrim ümitleri tükenmiş ve canını acıtarak da olsa modernleşmenin her bir değişen evresiyle kendini yenilemiştir. Bu yenilenme, Beneton’un ifade ettiği 19.yy Batılı muhafazakarların sosyalistlerinkinden daha sert kapitalizm eleştirisine, sermayeden, sanayiden, kentten nefretine tezat bir şekilde, hem artan teknolojik rasyonalitenin kabulü ekseninde gündelik hayat pratiklerine modern olana uygun müdahalelerle hem de dini dünyevi saiklerle yeniden yorumlamak suretiyle biçimlendirerek gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda muarızı olduğunu düşündükleri modernizmin sürekli refakatçisi olan Müslüman muhafazakarlar Batı’nın belki de en büyük muhafazakar düşünürü Alexis de Tocqueville’in devrimin ertesinde vaz’ettiği şu ünlü tezini doğrularlar: “Fransız Devrimi’nin idealleri bütün dünyaya adeta bir din gibi misyonerleriyle yayılmış ve kabul görmüştür.” Fransız devrimi bu bakımdan sadece Fransızlara has bir devrim değil, önce Avrupa devrimi ardından da bir dünya devrimidir. Türk muhafazakarı artık dönüşü olmayan bir yola girmiş, karşı-devrim ümitleri tükenmiş ve canını acıtarak da olsa modernleşmenin her bir değişen evresiyle kendini yenilemiştir. Bu yenilenme, Beneton’un ifade ettiği 19.yy Batılı muhafazakarların sosyalistlerinkinden daha sert kapitalizm eleştirisine, sermayeden, sanayiden, kentten nefretine tezat bir şekilde, hem artan teknolojik rasyonalitenin kabulü ekseninde günde- ndemi Türkiye Gündemi Bu durumun önemli nedenleri vardır elbet. Türk muhafazakarının belki de en mühim özelliği ne olursa olsun “devlet” fikriyle barışık olmasıdır. Onda devlet fikrinin bizzat kendisiyle “hesaplaşma” yoktur. Muhafazakar, devletle imtihanında Marksist, radikal ya da anarşist gibi devletin ortadan kalkması fikrine sıcak bakmaz, ortadan kaldırmayı değil, onu dönüştürmeyi kendisine gaye edinir; çünkü devlet güvenlik, otorite ve meşruiyet kaynağıdır. O, ailenin babası, milletin babasıdır. O, milletin bizzat kendisidir. O, neredeyse kaybedilirken yeniden kazanılandır. Muhafazakar koskoca bir imparatorluğu kaybetmiştir. Devletini de kaybedemez. Radikal İslamcı için bile durum böyledir. “Devlet” durur, olmazsa olmazdır lakin onun arzusuna göre değişmesi istenir. Bu yüzden ülkemizde muhafazakarlar devrimci değil, reformcudur. Devleti ortadan kaldırmak değil, kendi idealleri doğrultusunda değiştirmek ister. »» Türk muhafazakarının belki de en mühim özelliği ne olursa olsun “devlet” fikriyle barışık olmasıdır. Onda devlet fikrinin bizzat kendisiyle “hesaplaşma” yoktur. Muhafazakar, devletle imtihanında Marksist, radikal ya da anarşist gibi devletin ortadan kalkması fikrine sıcak bakmaz, ortadan kaldırmayı değil, onu dönüştürmeyi kendisine gaye edinir; çünkü devlet güvenlik, otorite ve meşruiyet kaynağıdır. O, ailenin babası, milletin babasıdır. Bir diğer neden ise muhafazakarın sistemli bir ideolojinin gereklerini yerine getirecek katılıkta olamaması İslam’a inanışıyla, aşkın tecrübeyi yahut referansı içkinliğe davet edişiyle belirsizliklere kapı aralamasıdır. İdeoloji katı tarifler, Tanrı’ya değil, lidere, örgüte kesin itaat ister, Lenin, Stalin ve Hitler’in tespitleri katîdir; insani ve dinsel olan ise amorf ve yoruma açıktır. Tanrı sözü ne kadar katı tarifler yapılsa da yoruma açıktır. Onun ideolojilerde olduğu gibi keskin hudutları çizilemez. Muhafazakar ne kadar uğraşırsa uğraşsın Marksizm ya da faşizm gibi sistemli bir ide- olojiye hiçbir zaman sahip olamaz. Bu minvalde muhafazakarın kaderi en fazla iktidar olup sonradan tutuculaşmak, akabinde yozlaşmak ve devrime giden yolda bir basamak olmaktır. Muhafazakarın İktidarı mı İktidarın Muhafazakarı mı? Son yıllarda hem ülkemizde hem de dünyada muhafazakar partiler iktidara yürüdüler. Özellikle ülkemizde çevrenin merkeze taşınması, muhafazakarların iktidarı ele geçirmesi ile başlayan sivil devrim sürecinde muhafazakarlar mevcut sistemi dönüştüren ve değiştiren baş aktörler haline geldiler. Bugün Türkiye’de yönetime talip olan muhafazakarın cevaplaması lazım gelen belki de en güç soru şudur: “hem iktidarda kalıp hem muhafazakar nasıl olunabilir?” Muhafazakarlık, kelime anlamıyla adı üstünde “muhafaza etmek”ten gelir. Ancak bir muhafazakarın önünde duran en mühim sorun değişen bir çağda neyi muhafaza etmesi gerektiğidir. Muhafaza edeceğiz ama neyi ve nasıl? Hem iktidarda olup hem iktidarın kendisinden nasıl korunabiliriz? Muhafazakarlar maddi hayatla nasıl başa çıkacaklar ve kendi duruşlarını nasıl muhafaza edecekler? İktidar eylemin yahut praksisin bir başka deyişle içkinliğin, dünyevi olanın, seküler veya profanın alanıdır. İktidar kimi zaman güçlü olmanın tesiriyle sahiplerini dünyadan çekilmeye değil, sonu gelmez bir dünyaperestliğe, dünyevi hırslara ve arzulara sevkeder. İktidar olmanın ayartıcılığı sonsuzdur. İktidarda olana genelde iktidarını korumak kafi gelir. Öyle ya, Koestler’in dediği gibi; “Keyfi yerinde olanların hür düşünceye ne ihtiyacı vardır?” Lakin dünyevi iktidar fanidir ve bir gün bu iktidarı kaybetme ihtimali vardır. Bu durumda muhafazakara yalnızca iktidarda olmak yetecek midir? 19 Sivil Bakış lik hayat pratiklerine modern olana uygun müdahalelerle hem de dini dünyevi saiklerle yeniden yorumlamak suretiyle biçimlendirerek gerçekleştirilmiştir. Bu, bir yandan eski zihniyete meydan okumanın yol açtığı gizli gerilimi açığa çıkarmış öte yandan da muhafazakarı varoluşsal parodoksu veya iç çelişkileriyle karşı karşıya getirmiştir. Sivil Bakış Sivil Bakış Türkiye Gün Muhafazakar teoriye gönül verenler bu ihtimali düşünmüşler. Bu bağlamda muhafazakarlığın “siyaset” olarak iki özelliğinden söz edebiliriz: özgürlük siyaseti olması ve siyasal erdem arayışı. Özgürlük ve erdem statik kavramlar değildir. Değerlerin sürekli yeniden yaratımını ve kendi kendini eleştiriyi lüzumlu kılar. Muhafazakarlar bu bakımdan iktidar olsalar bile muhalefette kalmalıdırlar. Çağa ve değişen dünyaya uygun politikalar üretmek ve bu politikaların evrensel değerlerle çelişmemesini sağlamak zorundadırlar. Onlar kendi kendilerinin muhalifleri olmalıdırlar. Aksi takdirde tarihteki emsallerinden bir farkları kalmaz: yavaş yavaş ilerici vasıflarını kaybederler, önce tutucu, sonra da “gerici” olurlar. Türkiye’deki muarızlarının kör talihlerini bizzat kendileri de yaşarlar. Kendi kendinin muhalifi olamamak devleti değiştirmek değil, kendini devletin tek hakimi sanarak “devletleşmek” anlamına gelir ki bu da halkından uzaklaşma demektir. Babalar Devrim Yapar 20 Sivil Bakış Çocukları Batırır Cumhuriyetin ilanı Türk tarihinde görülmemiş büyüklükte bir devrimdir. O kadar büyüktür ki “statükonun” gerçekleştirdiği ve bir ‘“devrim” olmayan devrim’ olmasına rağmen “devrim” adıyla adlandırılabilmiştir. Yukarıdakiler aşağıdakileri –normalde devrimler tersten olur; aşağıdakiler yukarıdakilere meydan okur ve değiştirir - yeni rejimin gerekleri istikametinde gerekirse zor kullanarak değiştirip dönüştürdüler. Yazı ve takvimden kılık kıyafete pek çok şey devrimin ilkeleri istikametinde değişti. İstikamet “Batı”ydı ve ışık Batı’dan geliyordu. O halde bütün ülke bu ışıkla aydınlanmalıydı. »»Babaların yaptığı devrimin kazanımlarını korumaya çocukları şevkle talip oldular. Babalar ilericiydi. Babalar köhnemiş bütün kurumlardan geleneklerden kurtulmak onları değiştirmek istiyordu. Çocuklar ise değişimden ziyade devrimlerin kazanımlarını koruyalım derken gittikçe tutuculaştılar, sofulaştılar ve en azından babalarının gözünde devrimin amentülerini doktirinleştirip yozlaştırdılar. Atatürk İlke ve İnkılapları dünyaya yetişme gayesinde olan bir milletin yeni değerlerinin yaratılması için bir hareket noktası değil, muhteşem azınlığın iktidarını muhafaza etmenin kılıfı haline geldi. “Babalar devrim yapar çocukları batırır”. Akabinde babaların yaptığı devrimin kazanımlarını korumaya çocukları şevkle talip oldular. Babalar ilericiydi. Babalar köhnemiş bütün kurumlardan geleneklerden kurtulmak onları değiştirmek istiyordu. Çocuklar ise değişimden ziyade devrimlerin kazanımlarını koruyalım derken gittikçe tutuculaştılar, sofulaştılar ve en azından babalarının gözünde devrimin amentülerini doktirinleştirip yozlaştırdılar. Atatürk İlke ve İnkılapları dünyaya yetişme gayesinde olan bir milletin yeni değerlerinin yaratılması için bir hareket noktası değil, muhteşem azınlığın iktidarını muhafaza etmenin kılıfı haline geldi. “Babalar devrim yapar çocukları batırır”. Doktrinleşmek demek kısırlaşmak demektir. Kısırlaşmak demek sürekli artan toplumsal problemlere çözüm üretememek demektir. Tutuculaşan, yozlaşan bir iktidar devrimi bizzat kendisi davet eder. Türkiye’de beğenelim ya da beğenmeyelim, Batılı standartlara uysun ya da uymasın bir ‘devrim geleneği’ var. Rejim değişikliğiyle neticelenen Türk devrimini, yani Cumhuriyeti takip eden devrim AKP’nin başrolü çaldığı bir devrimdi ve bu devrim “sivil” bir devrimdi. Muadillerine kıyasla çok daha “yumuşak” gerçekleşen, en azından Batı’daki gibi giyotinleri, toplu veya kitlesel katliamları olmayan bir devrimdi. Hatta o, cumhuriyetin kuruluşuyla ve sürdürülmesiyle neticelenen Türk Devrimi’nden de yumuşaktı. Bu “sivil” devrim halkın siyasi temsilcileri vasıtasıyla halk tarafından gerçekleştirildi ve failleri yahut aktörleri muhafazakarlardı. Muhafazakarların çevreden merkeze yürüyüşü ve bu yürüyüşte liberallerin muhafazakarlara başlangıçtaki des- ndemi Türkiye Gündemi modern öncesi toplumlarda bir peygamberi model alan bireyler, onun gibi ahlaklı olmak, onun gibi erdemli olmak, onun gibi hakikat peşinde koşmak, onun gibi vicdan sahibi olmak isterken, modern toplumda pazarın zorlayıcı gücü altında hazır fikirlerin ve modellerin, reklamlar ve markaların yönlendirmesiyle arzular ve kendisine dünyevi bir şahsiyeti, pop idolünü veya Führer gibi siyasi bir lideri model almaya başlar. Ortaçağ’da insan peygamberi gibi ahlaklı olmak, adil davranmak, “iyi” bir insan olmak isterken tüketim toplumunda insan diğerini taklit etmekte, o ne markaya sahipse ona sahip olmak istemekte, o nereye gidiyorsa oraya gitmek, o ne giyiyorsa onun gibi giyinmek, kısacası o nasıl yaşıyorsa onun gibi yaşamak istemektedir. Neticede modern dünyada ahlaklı davranmak, diğerkâmlık, yardımseverlik, komşuluk, akrabaya yardım etme, kanâatkârlık, vefa, empati, nefse hâkimiyet gibi insanı ve Tanrı’yı merkeze alan değer odaklı davranış türlerinin yerini başka türden davranışlar almaktadır: iktidar hırsı ve egoizm, haset, kibir, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde tutma, egoizm, ihtiyacın yokken tüketme…Batılı yazarlar kitle toplumu yahut tüketim toplumu çerçevesinde insanlığın bu durumunu en aşırı haliyle “budalalaşma” olarak adlandırıyorlar. Budalalaşma elbette sözlük manasıyla değil, felsefi bir muhtevayla yüklü olarak anlaşılmalıdır. Bu yazarlara göre Hitler’i adeta Tanrıymışçasına kutsayan ve Yahudileri gazlayarak yakan zihniyet Almanya’nın okumuş ancak “budala” insanlarıdır. ‘Budala” kişi, yüksek eğitime de sahip olsa gerçeklikle alakasını yitirmiş, hakikatten kopmuş fantezi dünyasında yaşayan her türlü ideolojiye biat eden ve onun gereklerini sorgulamaksızın yerine getiren insan tipidir. Budala, önünde vuku bulan olaya müdahale edeceği yerde omzunu silkerek uzaklaşan diğer insanlarla olmanın sorumluluğunu üzerine almayan ve “kişi” bile olmayan kişi, bireydir. »»Bir defa siyasi partiler iktidar olmak için kurulur. Cemaatler ve sivil yapılar güzel bir toplum oluşturmak için çalışırlar. Dinin siyaset yapması veya din adamlarının siyaseti yönetmesi birçok sakınca doğurabilir. Fatih At Pazarı Meydanı’nda adı lazım değil, genç İslamcıların kızlı erkekli takıldığı bir cafe. Cafe’nin konseptinin İzmir Alsancak’ta sosyetenin takıldığı cafelerin konseptinden farkı yok. Yani yeni kuşağın deyişiyle “ciks” bir cafe. Bununla birlikte cafenin müdavimleri en azından imajları itibariyle muhafazakar bir dünya görüşüne sahip. Üst katta masalarda grup grup oturan ve muhabbet eden gençlerin bulunduğu katta, yerde bir seccade var ve gelip geçen sırayla namazını kılıyor. Yerde yanınızda birisi namazını kılarken siz masada çayınızı içip sohbet edebiliyorsunuz. Seccade ile cafenin tezatlığı görülmeye değer. Bu cafe ve eylemin kendisi bizzat sosyolojik olarak bize dinsel uhrevi bir boyuta sahip olan seccadenin kapitalist süreçte metalaştığını göstermiyor mu? Seccadenin metalaşması onun uhrevi boyutundan ziyade maddi değerinin ön plana çıkması, uhrevi içeriğinin boşaltılması, “şey”leşmesi, tüketim toplumunun atıldıktan sonra kaybolan gündelik çığlıklarından birine dönüşmesi demektir. Hiçbir kuşak babasının ne giydiğini giyer ne de söylediklerini tekrarlar. Onların oturduğu yerde oturmaz, ettiği muhabbeti etmez, gittiği yere gitmez, yediğini yemez. Yeni kuşaklardan babaları gibi olmaları beklenemez. Çünkü babaları da dedeleri gibi olmamıştır. Fakat dedelerden babalara geçen maneviyatın çocuklara da geçmesi ‘beklenir’ bir şeydir. Aksi halde dini ve ahlaki eğitimin bir anlamı yoktur. Cafedeki seccade bize şunu sorgulatmalıdır: çocuklar selefi kuşağın maneviyatını mı yoksa biçimsel olan bir şeyi mi devralıyor? Tüketim toplumu “arzunun taklitçi doğası”na dayanır. Liberal ekonomik bir sistemde “tüketim” neredeyse tartışılamaz bir olgudur. Tüketimin varlığını zaten tartışma konusu yapmak anlamsız. İnsanlar elbette tüketecekler, kapitalizmin kendini var etme koşullarından biridir tüketmek. Burada meselemiz tüketim değil, tüketimin tamamen neyin üzerine bina edildiğidir. Arzunun taklitçi doğası tamamen kamusal alandaki bir model üzerine bina edildiğinde kamusal alanın üyeleri kamusal alandaki itibar sahibi bir modeli taklit ve takip etmeye başlarlar. Eskiden, “Gelenekte yeniliğe evet lakin, modaya teslimiyete hayır.” Bütün bu yazdıklarımız arzu edilirse kapitalizmin tüketim toplumu kapsamında yozlaştırıcı, içkinleştirici boyutuna bir eleştiri olarak da okunabilir. Muhafazakarlar kapitalizmin bu yozlaştırıcı boyutundan yalnızca yüksek bir kültürün yaratılmasıyla korunabilir. Yeni kuşakların sahip olacağı incelmiş ruhlar, derinlemesine sorgulama yalnızca “yüksek bir kültür” ile mümkündür. Bu “yüksek kültür” doğu-batı ikiciliğine düşmeksizin “evrensel” olan 21 Sivil Bakış teğini de azımsamamak lazım. Bu sivil devrim henüz tamamlanmış bir devrim değildir ancak yetişen yeni kuşaklar onu tamamlayabilir. Ama hangi kuşaklar? Sivil Bakış Sivil Bakış Türkiye Gün dahilinde aranmalıdır. Bu “yüksek kültür”le hem geçmişe hem şimdiye hem de geleceğe uygun yeni değerler dünyası kurulmalıdır. Geleceğe İlişkin Projeksiyon 22 Sivil Bakış Dahrendorf’un zikrettiği gibi, Aydınlanma-karşıtı muhafazakarlık yalnızca “aydınlanmış muhafazakarlık” olarak ayakta kalabilir. “Aydınlanmış muhafazakarlık”tan kasıt geçmişi papağan gibi tekrarlayan ve naslara bağlanarak kısırlaşan bir muhafazakarlık değil, yüksek bir kültürü yaratan ve bu yüksek kültürle kendisini yeniden yeniden var eden bir muhafazakarlıktır. değil, çok boyutlu düşünmek gerekecektir. Değerler evrenseldir. Antik Yunan’da üretilen insana ait değerler –adalet, onur, hakikat- doğruluk vb. -, Hint, Çin, İslami vs. coğrafyada da makbuldür. Mühim olan husus, evrensel olanı tikel olanla birleştirebilmek, kimi zaman senteze gitmek kimi zaman da yan yana yaşayabilmesini sağlamaktır. Ülkemizde Batı değerleri ve dolayısıyla kimi evrensel olan değerler Kemalist-sekülerist-modernist zihniyete aitmiş gibi algılanmaktadır. Bunu böyle algılayanlar Kemalistler yahut sol entelijensiya bir tarafa, bizzat muhafazakarların kendileridir de. Ancak modernleşme ülkemizde “yukarı”dan dayatılmış bir süreç de olsa zaman içinde toplumun bütünü tarafından gittikçe daha fazla istenir ve paylaşılır hale gelmiştir. Mesela cumhuriyetin “aydınlanmış kuşaklar” yetiştirme söylemi, bu aydınlanmanın “neliği” tartışılıyor olsa dahi toplumun pek çok katmanında ve kesiminde bugün kabul görmüş bir idealdir. Günümüzde neredeyse toplum fertlerinin tamamı çocuklarını okutmak istiyor. Bugün ailelerin kız-erkek çocuklarının eğitimine harcadıkları para devasa boyutlardadır. Ünlü Alman muhafazakar düşünür Moeller van den Bruck “Muhafazakarlık muhafazaya değer şeyler yaratmaktır” diyor. Tüketim kültü»»Türkiye’de muhafazakarlar rünün hiçbir nesnesi muhafaza etiktidara geldikleri için de armeye değer sayılamaz. Uçup giden, elimizden sürekli kaçan, sürekli tık korumak değil, “yaratmak” yeni formlarla kendisini yenileyen, zorundalar. Stern’in söylediği tazeleyen bir şeyi muhafaza etmek mümkün de değildir. Bu durum kaüzere, “muhafazakarlık politik pitalizme karşı oluşu değil, eleştirel hakimiyetinin bedelini külbir tavır takınışı beraberinde getirtürel sefaletle öder.” Bu dumelidir. Kapitalizm muarızlığı yahut alternatif bir “sistem” günümüz rum yalnızca kültürel sefaleti şartlarında ihtimal dahilinde değilgetirmekle kalmaz varoluş dir. Ayrıca kapitalizmin alternatifi Türkiye’de muhafazakarlar iksistemlerin söz gelimi komünizmin nedenini ortadan kaldırabilir tidara geldikleri için de artık koruve faşizmin yirminci yüzyılın kötüde. mak değil, “yaratmak” zorundalar. lükleri akla getirilince bu arzu ediStern’in söylediği üzere, “muhafalir bir şey de değildir. Bu durumda zakarlık politik hakimiyetinin bemuhafazakarların kapitalist sistem delini kültürel sefaletle öder.” Bu içinde kendilerine ait bir duruş sergilemeleri lazımdır. Bu durum yalnızca kültürel sefaleti getirmekle kalmaz varoda yukarıda sözünü ettiğimiz türden bir “yüksek kültür”ün luş nedenini ortadan kaldırabilir de. Politik iktidar “koruyaratılmasıyla mümkündür. Muhafazakarların yalnızca geleneksel sanatları değil, modern sanatları da kucaklaması ma” ekseninde düşünüldüğünde neticesi katı bir sağcılık sahip çıkması bu sanatların ve kültürün geliştirilmesi için ve buna karşı “devrim”dir. Dogmatizmin, statükoculuğun teşebbüste bulunması lazım gelir. Doğu-Batı, Sol-Sağ, ge- sonu devrimdir. Korumak değil, ‘yaratmak’, Tanpınarcı leneksel-modern tarzındaki ikiliklere düşmeksizin yüksek bir söyleyişle “değişerek devam etmek, devam ederek kültüre sahip olan ne varsa kucaklamaları elzemdir çünkü değişmek” 21.yy muhafazakarının şiarı olmalıdır. Cumyeni kuşaklara bu ikiliklerin hiçbir tarafı kafi gelmeyecek, huriyet devrimlerinin “korunması”, “doktirinleşmesi” ekyüksek bir kültürün ve bilginin üretilmesi için tek boyutlu senindeki bir politik tavrın neticesi nasıl “Ergenekon”sa ndemi Türkiye Gündemi Sivil Bakış 23 Sivil Bakış Muhafazakarların acilen yapve muhafazakarlar kendi Ergene»»Sosyolojik tarihsel hakikat maları gereken en mühim işlerden konlarını yaratmak istemiyorlarsa birisi de kurumsal reformların hailkin geleneği sırf “gelenek” olduğu şudur: toplumunun ya da yata geçirilmesidir. Muhafazakariçin korumaktan vazgeçmelidirler. halkının gerisinde kalmış bülığın kurucusu Burke, “değişimin Ardından devletin hakimi olmak araçlarından yoksun bir devlet kenadına devleti değiştirmekten vaztün kurumları ve siyasetçileri disini muhafaza etme araçlarından geçmek, yani devletleşmek yerine eninde sonunda toplum ya da yoksundur” der. 21.yy.ın gerekkimsenin tam anlamıyla üzerinde da halk tasfiye eder. Hantal lerine uygun yeni bir anayasa eşiktidar kuramayacağı demokratik liğinde eğitim reformundan yargı bir devleti tesis etmek, bunun için bürokratik devlet aygıtı eninreformuna, diyanet işlerinden ordu çağa uygun yorumlar geliştirerek, de sonunda yıkılmaya mahve sağlığa kadar devletin bütün kumanayı, anlamı korumaya özen gösrumlarının reformdan geçirilmesi tererek “değişerek devam etmek” kumdur. Artan problemlere gerekmektedir. Sosyolojik tarihzorundadırlar. Bunun için “yüksek çözüm getiremeyen kuruma sel hakikat şudur: toplumunun ya bir kültür”ü oluşturmak elzemdir. (devlete) karşı hoşnutsuzlada halkının gerisinde kalmış bütün Bu kültürün oluşması için öncelikle kurumları ve siyasetçileri eninde politik iktidarını uzun vadede beslerın sayısı gün geçtikçe artar sonunda toplum ya da halk tasfiye yecek teorik araştırma ve çalışmave sonunda kuruma (devleeder. Hantal bürokratik devlet ayları desteklemeli, bu çalışmaların te) karşı isyan ve başkaldırı gıtı eninde sonunda yıkılmaya mahyapılacağı alt yapı ve zemini sağkumdur. Artan problemlere çözüm layarak kurumlaşma yoluna gitmevuku bulur. getiremeyen kuruma (devlete) karşı lidir; sanat ve diğer alanlar için de hoşnutsuzların sayısı gün geçtikçe bu durum geçerlidir. Cumhuriyetçi artar ve sonunda kuruma (devlete) ideolojinin Batı sanatını adeta kutsamasına rağmen ülkemizde hala Batılı standartlarda bir karşı isyan ve başkaldırı vuku bulur. Kimi zaman normal Opera binası bile yoktur. Aynı anda hem geleneksel hem zamanda bir araya gelmeyecek farklı ideolojilere sahip modern sanatların icra edildiği dünya çapında ün yapmış hoşnutsuz gruplar birleşerek mevcut kurumu (devleti) bir mekanın hayali kurulmalıdır. Dünya standartlarında yıkmayı veya değiştirmeyi amaçlarlar. Bu yüzden her döaraştırmacıların her istediğini bulabileceği bir kütüp- nemde her soruna çözüm bulan insan üstü bir kurum olahanemiz yoktur. Bilgi güçtür, bilgi iktidar demektir. Işık mayacağından her daim “kurumsal reform” şarttır. Bütün Paris’ten, New York’tan yükselmez. Işık bilginin olduğu bunların yanında kurumsal reforma eşlik edecek şekilde yerden yükselir. Daha bilgiye ulaşmakta bile zorluk çe- toplumsal sorunların tespiti ve çözüm arayışı için de giken bir ülkenin evlatları bilgiyi nasıl üretebilir? Bilimsel rişimlerde bulunulmalıdır. Problem neyse, onlar üzerinde bilginin tekrarlayıcıları değil, üreticileri olmak için bilgi- fikir teatilerinde bulunmak, araştırmalar yapmak surenin yeşereceği alanları oluşturmak gerekir. Amerikalının tiyle farklı yorumlar geliştirilmesi lazımdır; eğer sorun laboratuarları, uzay üsleri, binlerce kitaba erişim olanağı Kemalist modernizmse alternatif modernite yorumları, vardır. Amerika dünyanın yıldızıdır. Ortadoğu’nun son- Kemalizm ise farklı Kemalizm yorumları, sorun laiklikse ra da dünyanın yıldızı olmayı arzulayan bir ülkede yani, farklı laiklik yorumları, Kürt meselesiyle devletin resmi Türkiye’de daha bilgiye tam olarak erişimin imkanları bile yorumunun dışında alternatif yorumlar üretmeye yönelsağlanmış değildir. Modernliği aşmak için onu öncelikle mek gerekir. Bunu yalnızca bireysel olarak entelektüeller tüketmek gerekir. Onu bütün boyutlarıyla keşfetmek, bil- gerçekleştiremeyeceğinden kurumsal olarak da bu türden mek gerekir. Bunun için de her türden görüşe açık, bilgiyi girişimler desteklenmeli gerekirse bu yönde yeniden kuarayan entelektüellere sahip bir ülke haline gelmeliyiz. rumlaşma yoluna gidilmelidir. Bu türden kurumlaşmalar Bu manada Türk muhafazakarının proto-tipi belki de üstat devlet tekelli değil, “sivil” olmalıdır. Unutmamak gerekir “Ahmet H. Tanpınar” olabilir. “Tanpınar’ın Mektuplar”ı, ki, bir toplumda sivil otoritelerin yok edilmesinin bedeli bilhassa da Paris’ten yazdığı mektuplar çok yönlü ve en- devletin “askeri” egemenliğinin artmasıdır. telektüel bir muhafazakarın portresini veriyor bize. Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi SÖYLEŞİ Sivil Bakış Berat ÖZİPEK & Meryem GAYBERİ Özgürleştirmeyecekse Yeni Anayasaya Gerek Yok! »»“Bir süre sonra, vatandaşlığı ‘Türklüğe’ bağlayanlar ya da laikliliği ‘devletin bir yaşam biçimini topluma şırınga etmesi’ olarak içeriklendirenler yalnız kalacak.” Türkiye, 80 yıllık sorunlarını aşacak bir rehbere, yeni ve sivil bir anayasaya ihtiyaç duyuyor. Seçimlerde bu talebi karşılama sözü veren AK Parti, halkın değişim talebini iyi okuyarak yüzde 50 oranında oy aldı. Dindarların, Kürtlerin, Alevilerin, azınlıkların ve daha birçok kesimin devletten “alacaklı” olduğu bir sistemimiz var. Yıllardır, köşesinden, ekranlardan ve kürsüden bu değişimin ne anlama geldiğini ve çözüm yollarını aktaran dinamik bir entelektüel akılla, Doç. Dr. Bekir Berat Özipek’le “dertlerimizi” masaya yatırdık. CHP’den Ak Parti’ye, Kemalist oligarşiden yeni anayasa çalışmalarına kadar daldan dala atlayan sorularımız içtenlikle yanıtladı. »» “Yeni Anayasa çalışmaları ağır gidiyor” diye çok ciddi eleştiriler var. Yeni anayasa çalışmaları yavaşlatılıyor mu gerçekten? 24 Sivil Bakış -Meclis’teki sürecin ağır işlediği doğru. Ama yeni anayasa yapım süreci sadece ona indirgenmemeli. Türkiye’ de ciddi bir anayasa yapma arzusu ve anayasa üzerine düşünme süreci var. Bu toplumun her kesiminde var. Bugünkü anayasa yapım çabaları da aslında bu aşağıdan gelen talebin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. »» Anayasa Komisyonu’ndan ümitli olabilir miyiz? Komisyon’dan bir şey çıkar mı çıkmaz mı bilmiyorum. Ama bu sürecinin kendisi çok değerli ve öğretici. Muhtemelen bu komisyonun sonunda bir anayasa çıkmayabilir. Ama şöyle ya da böyle Türkiye’nin bir anayasa yapacağına inanıyorum ben. Bu belki nihai anayasamız olmayacak. Yani hepimizin tamamen içine sinerek kabul edeceği bir anayasa olmayacak. Ama “bizim” diyebileceğimiz bir anayasa olacak. Toplumsal Kesimler Yakınlaşıyor »» Anayasayla ilgili farklı toplumsal kesimlerin çalışmalarında “özgürlük” ve “demokrasi” içerikli taleplerde eskiye göre bir yakınlaşma olduğunu düşünüyor musunuz? -Evet. Son yıllardaki anayasa verilerine bakıyorum. Çok umut verici, daha özgürlükçü ve daha cesur talepler var. Farklı sivil toplum kesimlerinden gelen talepler üç noktada birbirine yaklaşıyor: Öncelikle, artık neredeyse bütün taslaklar ideolojisiz devletten yana olmaya başladı ki bu çok önemli. Devletin ideolojik tarafsızlığı, bir anayasa için en değerli en olması gereken hususlardan biri. İkincisi, anayasal vatandaşlık konusunda epeyce yok aldık. Dikkat ederseniz önceden “Acaba bütün etnik kimliklerin isimlerini anayasaya yazsak mı?” diyenler vardı. Şimdi “yazmayalım” konusunda genel bir uzlaşma var. “Hiç bi- Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi »»“AK Partinin en büyük avantajı, toplumda zaten var olan dönüşümün ve dinamizmin istikametinde yürümeyi başarması.” »» Yani taslaklarda ileri demokrasilere daha fazla yaklaşma eğiliminden söz edebiliriz. Evet, üretilen anayasa önerilerinde kayda değer bir yakınlaşma eğilimi var. Bu umut verici. Bir süre sonra mesela diyelim ki mevcut anayasanın bugünkü gibi vatandaşlığı “Türklüğe” bağlayanlar ya da laikliliği militan bir şekilde “yukarıdan aşağıya bir değerin veya seküler yaşam biçiminin aktarılması” olarak anlayanlar yalnızlaşacaklar. Bu bağlamda son anayasa taslaklarına baktığımız zaman ben umut verici buluyorum. Mesela Turgut Özal Üniversitesi’nin bir çalışması vardı. Şimdiye kadar yapılmış bütün anayasa taslaklarını, anayasa önerilerini yan yana koymuşlar temel maddeleri bakımdan karşılaştırmışlar. Örneğin ifade özgürlüğü konusunda “bu taslak bunu söylüyor, şu taslak şunu söylüyor” diye tablolaştırmışlar. Çok güzel bir çalışmaydı. Bu bağlamda Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün önerisinden de söz etmem gerek. “Vesayetsiz ve Tam Demokratik Bir Türkiye İçin İnsan Onuruna Dayanan Yeni Anayasa” başlıklı, benim de içinde bulunduğum bir öneriydi ve Türkiye’de şu ana kadar yapılmış en ileri öneri olduğunu düşünüyorum. Ak Parti Akıntıya Kürek Çekmiyor »» Bir de özgürlükler konusunda Başbakan’ın sosyolojik olarak çok dönüştürücü bir gücü olduğunu düşünüyorum. Başbakan açıklıyor, önce tartışmalar oluyor ama daha sonra insanlar “sorun çözülmeli” noktasına geliyor. -Şu anki iktidarın ya da AK Partinin en büyük avantajı, toplumda zaten var olan dönüşümün ve dinamizmin paralelinde yürümeyi başarması. Yani rüzgâra karşı yürüme- meyi başarması. Bu çok önemli bir şey ya da öteki partiler gibi değişime ve akıntıya karşı kürek çekmemeye çalışması. »» Burada AK Parti’nin “muhafazakar” değil de “değişimci” yönü çıkmıyor mu ortaya? -Aslında muhafazakar partiler de bu anlamda dönüşümcüdür. Muhafazakarlar sadece yukarıdan aşağıya, bizdeki ittihatçı Kemalist tarzda dönüşüme karşıdır. Yoksa muhafaza etmek için değiştirmeyi düşünürler. Bir muhafazakar filozofun sözüdür: “Muhafaza etmek için değiştirmek” yani var olanı koruyabilmek için adapte etmek gerekir ve muhafazakârlar da bunu yapıyor. Yasaklar Sürecekse Yorulmaya Gerek Yok! Bugünkü Anayasa’da bırakın ileri demokrasileri, çağın çok gerisinde kalmış maddeler var. Örneğin Atatürk’ü Koruma Kanunu. Ya da değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler. Bazı partiler de kendilerine bu maddeleri “Kırmızı çizgi” olarak gördüklerini dahi söylediler. Bu yeni anayasa umutları için bir handikap değil mi? Bunlar kalacaksa yeni anayasa yapmaya gerek yok! Yani tekke, türbe ve zaviye yasağı, kılık kıyafet yasağı, isimlerini bile unuttuğumuz ve isimlerini de unutmamızın hayırlı olacağı otoriter faşizan dönemlere ait yasalara atıf olacaksa gerek yok. Bunlar dolayısıyla zaten yeni anayasa diyoruz. »» Müslümanların başörtüsü ve inanç özgürlüğü talepleri, azınlıkların vakıf mallarının devri ve Ruhban Okulu talepleri, Musevilerin talepleri, Alevileri Cem evleri, Kürtlerin ana dilde eğitim talepleri vs. Neredeyse her kesimin mağdur olduğu adaletsiz bir durum var. Bir toplumsal sözleşme olabilecek mi yeni anayasa? Yapısal adaletsizlik söz konusuysa bunun kurbanları sadece bir toplum kesimi değil, herkestir. Mağduru hepimiz olan bir düzeni, bir işleyişi değiştirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bundan, başörtülü bir kadın da, Alevi de, Sün- 25 Sivil Bakış risini yazmayalım, etnik tarafgirlikten, etnik kimlikten arındırılmış bir anayasa olsun” deniyor. Üçüncüsü, din ve vicdan özgürlüğü konusunda. Belki çok fazla gündemde olmayan ama önemli bir çatışma noktası da bu. Yeni anayasa taslaklarının din ve vicdan özgürlüğü anlamında da evrensel standartlara daha fazla yaklaştığını görüyorum. Sivil Bakış Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi Sivil Bakış etmesi buna ikna olması çok önemli. Ama insanlar genellikle bu kadar uzun vadeli, bu kadar kapsamlı bakmayabiliyor. Daha kısa vadede kaybedeceklerine dair korkuları, siyasi tutumlarını da belirleyebiliyor. Şunun anlaşılması lazım; Türkiye artık böyle bir Kemalist oligarşiyi taşıyaDarbenin Ruhu İlk 3 Maddede cak bir noktada değil. Dünyayla bu kadar bütünleştiğimiz, dünyadaki Ama tam da burada bazı siyademokratikleşme standardının bu sal partilerin veya liderlerin, “İlk 3 » » “Eğer anayasa’nın ilk 3 kadar yaygınlaştığı, özgürlük tamaddeye dokunulamaz!” gibi söyleplerinin kapılara dayandığı bir maddesini değiştirilmeyelemleri, umut kırıcı oluyor. dönemde, Türkiye’de Kemalist bir cekse dükkânı kapatıp giBunu CHP söyledi. KIlıçdaroğkastvari sistemi muhafaza etmek lu ilk 3 maddeyle ilgili konuştu. delim! Çünkü 82 Anayasa’sı mümkün değil! Dolayısıyla burada Daha sonra AK Partili bir milletveyapılması gereken, CHP’nin de bu o ilk 3 maddedir zaten. kili de ona hak verdi. Onlara şunu değişimin aslında total anlamda heAnayasa’nın ruhu oradadır.” söyleyelim; “Eğer anayasa’nın ilk 3 pimize faydalı olduğunu kabul etmaddesini değiştirmeyeceksiniz, bu mesi. Ve bu değişimin daha sağlıklı işi bırakıp gidelim! İlk 3 maddesini bir zeminde yürütülmesine katkıda değiştirmeyeceksiniz hiç boş yere bulunması. CHP’nin de bu konuda daha fazla düşünmeye ne siz yorulun, ne de bizi uğraştırın!” Çünkü 82 Anaya- ihtiyacı var. sası o ilk 3 maddedir zaten. Anayasa’nın ruhu oradadır. »» Daha “çağdaş” olmaya ihtiyacı var demek istiyorsunuz Anayasa’nın DNA’sı, özü oradadır. Anayasa’da değiştirilyani. mesi istenen şey, orman köylüsünün, balıkçılığın korunması veya başkentin Çorum’a taşınmasıyla ilgili hüküm Doğru, daha çağdaş olmaya ihtiyacı var. Çünkü bu çadeğil. Biz oradaki resmi ideolojiyi kastediyoruz. Resmi ğın gidişatını görmeleri gerekiyor. ideolojiyi koruduktan sonra o anayasaya daha ne yazarsanız yazın evrensel insan hakları metinlerinin hepsini de »» “Yeni Türkiye” söylemi çok tuttu. Aslında entelektüelarkasına iliştirin, hiçbir anlamı olmayacaktır. ni de, Ortodoks Musevi de, dindar Ermeni de, dinli de dinsiz de yararlanacak. Yeni anayasa haklar bakımından Lozan’ı azınlıklar için bir şemsiye olmaktan çıkaracak kadar eşitlikçi ve özgürlükçü olmazsa son anayasamız olmayacak demektir. »» Türkiye’de olduğu gibi Ortadoğu’dan Afrika’ya, Avrupa’dan hatta Amerika’ya kadar insanların değişim talepleri var. Sizce neden CHP ısrarla bunun dışında tutuyor kendisini? - CHP’nin dayandığı toplumsal kesimlerin değişimden korkusu söz konusu. Alevileri hariç tutacak olursak, CHP’nin dayandığı sosyoekonomik taban değişimden, demokratikleşmeden, dünyayla bütünleşmeden kendisinin zarar göreceğine dair bir kaygı duyuyor. TÜRKİYE, KEMALİST OLİGARŞİYİ TAŞIYAMIYOR ARTIK 26 Sivil Bakış »» Nasıl yani? Biraz açar mısınız? Yani eğer avantajlı ve dezavantajlı gruplar bir araya gelip anayasa yapmaya çalışıyorlarsa burada avantajlı grupları eşitliğe ikna etmek daha önemlidir. Bu anlamda eşitliğin CHP’nin tabanına da yarayacağı konusunu idrak lerden sıradan insana kadar herkes, geleceğe dair değişim umudunu içerdiği için olsa gerek “yeni Türkiye” kavramını seviyor. Siz nasıl yeni bir Türkiye istiyorsunuz »» Benim de yeni bir dünya, yeni bir toplum, yeni bir insanlık gibi ideallerim, tahayyüllerim var. Ancak bunlar için uğraşırken, aynı anda, şimdi, evrensel demokratik standartların tesis edilmesinin çok önemli, çok değerli olduğunu düşünüyorum. Daha iyi bir dünya için felsefi arayışımızı, ona ulaşmaya ilişkin kafa yormalarımızı, tartışmalarımızı sürdürürken aynı zamanda demokrasinin evrensel anlam ve içeriğiyle bu ülkede yerleşmesi için uğraşmak gerekir. Bu ikincisi çok daha somut çok daha öncelikli bir ödevdir. »» Yeni Türkiye’de bu evrensel standartların oluşması için adımlar atıldı mı? »» Şimdiye kadar adımlar atıldı evet. 1950’de olumlu Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi anlamda önemli bir kırılma yaşadık. 1983’te Özal’la birlikte ikinci bir kırılma, sonra 2002’de AK Parti ile birlikte bir kırılma daha yaşadık. Ben bu sürecin devam ettiğini düşünüyorum hala. Aslında atılabilecek pek çok adımın olduğunu ama yeterli adımın henüz atılmadığını bu iktidarın da olağanüstü önemli başarılara imza atmış bir iktidar olarak sık sık durakladığını ve ancak kriz doğduğunda reform iradesinin canlandığını görüyorum. Sivil Bakış »»“Şu anda Türkiye’de hepimiz mağduru olduğumuz bir düzeni değiştirmeye çalışıyoruz. Yeni anayasadan, Alevi de, Sünni de, Musevi de, Ermeni de yararlanacak.” »» Savunma pozisyonundansa üstüne üstüne gidilmesi gerekiyor diyorsunuz… -Öyle. Mesela şu an anayasa çalışması yapılıyor. Siz söylediniz işte; “Meclis’te bir Uzlaşma Komisyonu bugüne kadar denenmemiş bir şeyi deneyip siyasi kültürü uzlaşmaya pek de elverişli olmayan siyasi partileri uzlaştırmaya çalışıyor.” Ama bu arada yapılması gereken o kadar çok şey var ki yapılmıyor. Atılacak o kadar önemli adımlar var ki; YÖK Kanunu’ndan, Milli Eğitim Kanunu’ndan başlayarak Türk Ceza Statükoya Toparlanma Fırsatı Kanununa kadar. Sadece silme yoVerilmemeli luyla atılabilecek o kadar çok insan haklarına aykırı hüküm var ki. De»» Doksan yıllık bir sistemi yeniden mokrasinin evrensel standartları ile inşa etmek kolay değil. Katsayı bunların yeni anayasaya endekslenile ilgili sorun bile daha geçtiğimesi de gerekmiyor. Bu adımların »»“Muhtemelen bu komisyomiz günlerde ancak çözülebildi. Bu atılması sadece statükoyu zorlayıcı, nun sonunda bir anayasa adımlar atılırken “zorluklarla karşılastatükoyu dönüştürücü bir anlam taşımaktan ibaret değil. Aynı zaşıldığını” da biliyoruz. çıkmayabilir. Ama şöyle ya manda bu iktidarın kalıcılığını, sağda böyle Türkiye bir anayasa -Evet kesinlikle doğru. Bu noktalamlığını da pekiştiriyor. O yüzden ya gelene kadar çok zorlukla karşıbugünkü iktidar bir tercih yapmak yapacak.” laştılar. Ama her şeye rağmen krizzorunda değil. “Ben bu adımları leri öngörerek reform iradesini canlı atarsam daha da zorlanırım, birileri tutmak gerektiğine inanıyorum. beni boğmaya kalkışabilir” diye dügerek yok. Tam tersine bu adımları atmadığı şünmesine Şimdi mesela basına ve soruşturmalarla ilgili iddianamelerin ek delil klasörlerine yansıdığı kadarıyla anlıyoruz zaman boğmaya çalışıyorlar zaten. Toplumdan yana kaygı ki, çok zorlu bir mücadele verilmiş bürokratik oligarşiye duymasına hiç gerek yok, çünkü toplum değişime hazır ve her seferinde bunun için vize veriyor. karşı? Ama yıllardır neredeyse hiç dokunulmamış o kadar çok ve “zor” sorunlarımız var ki, bazen tepkilerin geldiği yönü bulakta şaşırıyor insan. Örneğin Alevi Çalıştayları. Sorunları ele alındığı için olumlu tepki beklenen kesimler dahi çok sert bir duruş sergileyebiliyor. - Alevi açılımı konusunda engel sadece “devrim yasaları” değil; hükümet bir yandan istekli ama diğer yandan kendi sınırları da var. Oysa bu hükümetin Alevi Sorununun çözümü konusunda adım atması çok daha değerli ve tarihi bir anlamı olur. Cemevlerine hukuki statü talebi var. Pir, Dede, Sultan, Abdal gibi unvanlar yasak. Ama insan haklarına, vicdana, akla aykırı yasaklar olduğu için bunlar zaten pratik olarak uygulanmıyor. Dolayısıyla burada dev- 27 Sivil Bakış -Bizim, Kürt sorunu konusunda, din ve vicdan özgürlüğü konusunda, başörtüsü, katsayı sorunu ve anadilde eğitim gibi konularda hükümeti sıkıştırdığımız dönemlerde, birileri de onu devirmek için darbe planları yapıyormuş. Ama ben uzun bir Türkiye tarihine ilişkin gözlemimin ve okumalarımın sonucu olarak şunu rahatlıkla söyleyebileceğimi düşünüyorum. Reform yapan bir iktidar, reform yaparken devrilmiyor tam tersine kendisini yıkmaya, ortadan kaldırmaya niyetli olan güçleri alt etmesinin yolu da bu reformlardan geçiyor. Ancak duraksadığı zaman onun üstüne çullanıyorlar. Bu Demokrat Parti için de böyleydi, Anavatan Partisi için de böyleydi, bugün AK Parti içinde böyle. Bu nedenle herhangi bir demokratik hükümetin statükoya toparlanma fırsatı vermemesi lazım. Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi Sivil Bakış »» “Diyanet, Sünni kesimi denetim altına almak için Sünni teolojisini temel alıyor görünen bir kurum. Diyanet’in bu ülkeye yapacağı en büyük iyilik kendisini buharlaştırmasıdır.” rim yasalarını DİYANET’İN BU ÜLKEYE EN BÜYÜK İYİLİĞİ Ne Olur? Mesela ben çok şaşırdım. İlk defa Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Diyanet işleri Başkanı Cem evlerini ziyaret etti. Halbuki yıllardır hiç Cem evine gidilip ziyaret edilmemiş. Atılan her adımda Sünnilerin de Alevilerin de birbirlerine karşı ön yargılarının aslında işin en zor yanını teşkil ettiğini görüyoruz. -Diyanet bugüne kadar Sünni cemaatinin ya da Sünni bir tarikatın tekkesine de gitmemiştir muhtemelen. Hoş gitse de gitmese de benim için çok önemli değil. Belki de bu adım sembolik olarak bir mezhep önyargısının kırılması bakımdan önemli olabilir. Tıpkı normalde devletin yayıncılık yapmasını istemeyen birisi olarak TRT’nin simgesel önemi ve Kürt kimliğinin inkârının geri alınması bakımından TRT6’yı değerli gördüğüm gibi. Ama nihayetinde Diyanet, Sünni kesimi denetim altına almak için Sünni teolojisini temel alıyor görünen bir kurumdur. Diyanet’in en güzel değişimi kendisini feshetmesidir. 28 Sivil Bakış »» Dersim tartışmaları sürerken bir hikaye okudum. Bir anne sürgün edilen iki kızının saçlarını saklamış ve kızlarını göremeden ölmüş. Bu hikayeler oldukça canımız acıyor. Dersim katliamıyla yüzleşirken bazen “toplumu ayrıştırmak gerekir” şeklinde eleştiriler yapılıyor. Devletin “karanlık” geçmişiyle yüzleşmesi toplumu ayrıştıra bir şey midir? Burada ayrışan toplum değil aslında. Burada ayrışan belli bir nitelikteki, belli bir pratikteki, belli bir ideolojideki devlet ile toplum. Bu yüzleşme aslında toplumda ayrışmayı değil bütünleşmeyi, karşılıklı anlamayı getiriyor. Örneğin, Sünni için Alevi komşusunun neden küskün olduğunu anlamasını sağlıyor. Bu travmaların iyileştirilmesi bakımından bir yüzleşme şart. Kaldı ki; ben bunun çok da acıtıcı bir şekilde yapıldığını da düşünmüyorum. »» Yüzleşmenin, “Sabiha Gökçen” veya “Atatürk” gibi isimler üzerinden yürütülmesi de eleştiriliyor bazen. Kişilerden ziyade devletin tüzel kişiliğinin ve sorumluluğunun öne çıkarılması gerekmiyor mu? -Hadiseleri konuşmak önemli. İnsan neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendi vicdanıyla yargılar zaten. O yüzden de hakikati ortaya koymak; sadece Dersim’deki katliamı ortaya koymak bile çok değerli. Kızlarının saçından iki tutamı saklayan kadınla, Atatürkçü olduğu için kendisini o dönemde yaşanan her şeyi sahiplenmek zorunda olduğunu zanneden insanı yüzleştirmek yeterli! Chp’nin Elitleri Tahammül Edemiyor Dersim’i bugün artık herkes biliyor. En ulusalcı gazetelerde bile Dersim hikayeleri okuduk. Herkesin bir anlamda Alevi vatandaşlarımızdan özür dilediğini görüyoruz zaten. Bu önemli işte. Dersim bu anlamda sistemin, asıl yüzleşme için müdahale edilmesi gereken “Aşil topuğu”ydu. Onu gördük. Çünkü 1930’da Ağrı isyanı dolayısıyla katledilen Kürtlerden söz etsek muhtemelen bu sistemin çok özüne dokunmayacaktı. Ya da dindar Sünni kesimlerin durumundan söz etmek. Ama belki de hepsinin birden anlaşılması için Dersim iyi bir başlangıç oldu. Güzel olan da bunu başlatanın bizzat CHP’nin içinden bir ses olmasıydı. Söyleşi Berat Özipek ile Söyleşi Sivil Bakış »»“Türkiye artık Kemalist oligarşiyi taşıyamıyor. Dünyayla bütünleştiğimiz ölçüde, bu kastvari sistemi muhafaza etmek ayrıcalıklı zümre açısından güçleşiyor.” Tartışmalar sırasında belki de en çok sıkışan CHP lideri oldu. Hem Dersimli hem CHP’nin başında. O sırada “Kılıçdaroğlu’nun acısını anlıyorum ve saygı duyuyorum” diye yazmıştım. Ancak CHP’nin genel tavrı gene savruktu. Kimi suçlayacaklarını bilmez halde tepkiler verdiler. Yüzleşmesi gereken CHP’nin kendisi! Ve şu an başında mağdur kesimden gelen bir isim var. O yüzden de asıl CHP‘nin içindeki Sünni kökenli elitin sesinin çıkması gerekirdi. Vicdani tavır göstermesi gereken onlardı. Ama tam tersine hatırlarsanız bu elit, Kılıçdaroğlu’na karşı bir de gözdağı veren bir bildiri hazırlayıp okudu. »»Erdoğan sahici lider ! Başbakan Erdoğan’ın herkesi şaşırtarak devlet adına Dersim’den “özür dilemesi”, nasıl bir anlam içeriyordu sizce? bir insan. Yani dokunduğunuz zaman, bir insana dokunduğunuzu hissedebileceğinizi anlıyorsunuz. Toplum da bunu görüyor. Dersim konusunda Kılıçdaroğlu’ndan ziyade iş Başbakan’a düşüyordu. Sünni arka plandan gelen birisi olarak Kemalist müesses nizamla kendisini ayrıştırması ve kendi tabanının da bu zalimlikle arasındaki farkı net bir şekilde göstermesi gerekiyordu. O yüzden ben bu özrün çok çok değerli olduğunu düşünüyorum. Görünen o ki, Erdoğan sahici lider. Hatalarıyla, sevaplarıyla, yanlışlarıyla, doğrularıyla sahici 29 Sivil Bakış Bir şey daha söyleyeyim; bu özrün değeri zaman geçtikçe daha çok artacak. Hazırlıksız bir anda yakalandık bu özre! Afalladık bir anda. Sivil Bakış Dünya Gündemi Dünya Doç.Dr. Bilal SAMBUR Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Ögr. Üyesi Irkçılık ve Şiddet Sarmalındaki Avrupa Neo-Nazi Cinayetleri »»22 Temmuz 2011 Tarihinde Avrupa, Norveç’in Oslo şehrinde ırkçı terörist Ander Behring Breivik’in doksana yakın kişiyi öldürdüğü katliamla sarsıldı. Oslo katliamı, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’yı sarsan en büyük katliamdır. Oslo katliamı ve Breivik’in profili, Avrupa’ya uzun zamandır unuttuğu ya da ihmal ettiği iki acı gerçeği hatırlattı. 30 Sivil Bakış 22 Temmuz 2011 Tarihinde Avrupa, Norveç’in Oslo şehrinde ırkçı terörist Ander Behring Breivik’in doksana yakın kişiyi öldürdüğü katliamla sarsıldı. Oslo katliamı, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri Avrupa’yı sarsan en büyük katliamdır. Oslo katliamı ve Breivik’in profili, Avrupa’ya uzun zamandır unuttuğu ya da ihmal ettiği iki acı gerçeği hatırlattı. Çok kimse ırkçılığın çoktan öldüğünü düşünüyordu. Ancak Oslo katliamı, ırkçılığın ölmediğini, dünden daha güçlü olarak günümüzün sofistike imkanlarını kullanarak örgütlendiğini ve hayatı zehirlemek için harekete geçtiğini ortaya koydu.İkinci olarak ırkçılık, artık pasif olmak istemiyor, şiddet olarak hayatta aktif olmak istiyordu. Uyuyan yılan uyanmış, insanları acı zehiriyle öldürmeye karar vermişti. Oslo saldırısı salt münferit bir ırkçı terörist saldırı olarak okunamaz. Bu saldırı, ırkçılığın siyaseti ve toplumu zehirli bir sarmaşık gibi sardığının kanıtı olduğu gibi, yeraltında güçlü bir terör ve şiddet altyapısının da hazırlandığını göstermektedir. Breivik, Oslo’nun merkezinde gübre bombasıyla sekiz kişiyi öldürmüş, ardından Utoya adasında 69 kişiyi katletmiştir. Kendisini bir ‘Tapınak Şövalyesi’ olarak gören Breivik, ırkçılığın günümüzdeki en uzun manifestolalarından birini hazırlamış, ırkçı kişiliğin duygu, düşünce ve davranış ilişkisini bize anlatmıştır.Haçlılığın ırkçılığa dönüşümünün başarılı bir örneği olan Breivik, Avrupa’nın her tarafında katliam yapmaya hazır 80 terör hücresi olduğunu ifade etmiştir. Almanya’da ‘dönerci cinayetleri’ olarak bilinen 10 kişinin Neo-Naziler tarafından öldürüldüğünün ortaya çıkması, Breivik’in sözlerini çok ciddiye almamız gerektiğini ortaya koymaktadır. 10 Kişiyi öldüren ve ondört bankayı soyan Nazi çetesi, sadece Almanya’da örgütlenmiş değildir. Nazi çetesinin Avrupa’nın geneline yayılan aşırı sağcı “Kan ve Onur (Blood and Honor)” örgütüyle yakın ilişkileri gündeme gelmiştir. İçinde bulundukları karavanla beraber kendilerini havaya uçuran Neo-Nazi teröristler Uwe Mundos ve Uwe Bönnhardt’ın, 1987 yılında İngiltere’de kurulan bu çeteyle bağlantı halindeydiler. 1990’ların ortasında, bu teröristler, Kan ve Onur örgütünün Thüringen Eyalet başkanı Marcel D. ile Neo-Nazi konserleri düzenliyorlardı. Kan ve Onur’un bir kolu olan Combat 18 adlı örgütün ABD ve Kanada dahil 13 ülkede terör hücreleri bulunmaktadır.Irkçılar, birbiriyle sıkı ilişkiler geliştirmelerine imkan sağlayan uluslararası bir ağa sahiptirler.Ulusal sınırlarla sınırlı bir ırkçılık yerine, uluslar arası nitelik taşıyan bir ırkçı terör ve şiddet ağıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Oslo sadırısı ve Almanya’daki Neo-Nazi cinayetleri, aşırı sağın bütün Avrupa genelinde güçlü ve organize bir şiddet ağı oluşturduğunu göstermektedir. Neonaziler, sadece Almanya’nın Turingen eyaletinde veya ırkçılar sadece Oslo’da aktif değillerdir. Naziler ve ırkçılar Avrupa’nın ve Almanya’nın her tarafında aktiftirler. Almanya’nın özellikle doğu kısımlarında Neo-Nazilerin bir Sivil Bakış aşırı sağcı hegemonya kurdukları biri Yunan ve biri Alman olmak üzere söylenmektedir. Almanya’da neo-Naon kişinin ‘Nasyonal Sosyalist Yeral»»Alman toplumunun önemli zi çetesinin ortaya çıkarılmasından tı (National Socialist Underground)’ bölümü, Almanya’nın göçmen sonra aşırı sağcı Almanya Milliyetçi adlı Neo-Nazi terör hücresi tarafınDemokratik Parti’ye (NPD) yeniden dan öldürüldüğü ortaya çıktı. Bu terör işgali tehlikesiyle karşı karşıya kapatma davası açılması tartışması hücresinin isminin Hitler’in Nasyonal olduğunu, işsizlik sorununa yapıldı. Ancak ırkçı ideolojiyi saSosyalist Partisi’nin (Nazi) ismiyle taşıvunan partinin kapatılması çözüm dığı benzerlik dikkat çekicidir. 4 Kasım çözüm bulmak için göçmendeğildir, çünkü sorun ırkçılığın ana 2011 günü yaşanan bir banka soygunu lerin ülkelerine gönderilmesi politik kurumlara ve siyasete sirayet olayların perde arkasını anlamamızı etmiş olmasıdır.Neo-Naziler ve aşırı sağladı. Eisenach şehrinde Uwe Mungerektiğini ve göçmenlerin sağcılar ‘Alman toplumsal hayatını dolos ve Uwe Boehnhardt isimli iki soyçoğunun Almanya’ya retemizleme ve göçe karşı kendilerini guncu, bir bankayı soydular ve yetmiş savunma’ argümanını kullanmakbin euroyu çalarak kaçtılar. Polis tarafah devletinin imkanlarından tadırlar. Alman toplumunun önemli fından kısa bir sürede etrafı kuşatılan yararlanmak için geldiğini dübölümü, Almanya’nın göçmen işgali bu soyguncular, bir kadına telefon edetehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, rek bütün delilleri ortadan kaldırmasışünmektedir. işsizlik sorununa çözüm bulmak için nı söyledikten sonra içinde bulundukgöçmenlerin ülkelerine gönderilmeları karavanı havaya uçurmak suretiyle si gerektiğini ve göçmenlerin çoğukendilerini öldürmüşlerdir. Birkaç saat nun Almanya’ya refah devletinin imkanlarından yararlan- sonra Zwickau kasabasında bir ev havaya uçurulmuştur.Evde mak için geldiğini düşünmektedir. Alman toplumu ve devleti, yapılan aramada ırkçı cinayetlere dair çok önemli dükümangöçmenleri anlamak yerine, onlar hakkında derin önyargılar lar ve silahlar ele geçirilmiştir. oluşturmuş ve eski önyargılarını devamlı olarak yeniden kurAlman polisi, Türklere yönelik cinayetlerin uyuşturucu gulamaktadır. Bu argümanın ana politik ve sosyal söylem haişine karışmalarından dolayı Türk çetelerin birbirlerine karline gelmesi, ırkçılığın ulaştığı vahim boyutu göstermektedir. şı işlediği suçlar olduğunu varsayıyordu. Ancak bir Neo-Nazi olan Beata Zschaepe’nin evinde bulunan DVD’ler cinayetAlmanya’nın Susurluk’u: 4 Kasım 2011 lerin arkasındaki ırkçı terörizmi ortaya koymaktaydı. Uwe 2011’in kasım ayında Almanya, aşırı sağcı terörizm şo- Mundolos, Uwe Boehnhardt ve Beata Zschaepe üçlüsünün kuyla sarsıldı. Zira 2000-2007 yılları arasında sekizi Türk, oluşturduğu çete, 1990’lı yıllarda Thüringen’de kuruldu ve 31 Sivil Bakış a Gündemi Sivil Bakış Dünya Gündemi 1998’de yeraltına indi. On yıl boyunca on kişiyi öldürdüler, birçok banka soygunu gerçekleştirdiler ve birçok suça karıştılar. Bu süre zarfında hiçbir şekilde fark edilmediler ve yakalanmadılar. Varlıkları çok teadüfen ortaya çıktı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu olayı Susurluk kazasına benzeterek şöyle demektedir: “Bir konteyner yanmasa, ırkçı bir terörist tesadüfen itirafta bulunmasa bir şey ortaya çıkmayacak, zincir anlaşılamayacaktı. Neonazi ağı ortaya çıktı. Bu tesadüflüğü, bizdeki Susurluk kazasına benzetiyorum. Bir kaza oldu ve her şey ortaya döküldü.” Nazi hücresi, bu sefer tesadüf eseri ortaya çıkmış olabilir, ancak Nazi terörizminin tesadüflere bırakılmadan ortaya çıkarılması ve etkisizleştirilmesi gerekmektedir. Ölümcül Yanılgı: Naziler Masum, Yabancılar Şeytandır! 32 Sivil Bakış Oslo katliamını ırkçı terörizm olarak görmeyen Batı kamuoyu gibi, Alman polisi de bu cinayetlerin ırkçı şiddet sonucunda gerçekleşen eylemler olduğunu düşünmedi. Bu cinayetlere, Türk suç örgütleri arasında para veya uyuşturucu yüzünden çıkan sıradan hesaplaşmalar olarak yaklaştı. Cinayetleri araştırmakla görevlendirilen ‘Boğaziçi (Boshporus)’ kod isimli birim, cinayetleri Türk çeteler arasında bir hesaplaşma olarak ele aldı ve aramalara göçmen mahallelerinden başladı. Bu birim, hiçbir şekilde Nazi terörizmini soruşturmayı önecelikli sorun olarak ele almadı. Bu yaklaşım, göçmenleri ve yabancıları ülkede işlenen suçlardan doğal olarak sorumlu görmekte ve Neo-Nazilerin masum olduğu düşüncesinden hareket etmektedir.Oysa var olan, ırkçı şiddetin organize eylemleriydi. »»Eskiden beri resmi figürler, ırkçı saldırıları mümkün olduğunca düşük gösterme eğilimindedir. Nazi saldırılarını düzenli olarak takip eden The Antonio Amadeu Foundation isimli kuruluş, 1990 yılından bu yana ellerinde 182 cinayet dosyası olmasına rağmen, resmi figürlerin bunları 47 olarak gösterdiğini söylemektedir.Aşırı sağ ve ırkçılıkla bağlantılı suçların arka planı, genellikle resmi otoriteler tarafından ihmal edilmekte ve örtülmektedir. Eskiden beri resmi figürler, ırkçı saldırıları mümkün olduğunca düşük gösterme eğilimindedir. Nazi saldırılarını düzenli olarak takip eden The Antonio Amadeu Foundation isimli kuruluş, 1990 yılından bu yana ellerinde 182 cinayet dosyası olmasına rağmen, resmi figürlerin bunları 47 olarak gösterdiğini söylemektedir.Aşırı Dünya sağ ve ırkçılıkla bağlantılı suçların arka planı, genellikle resmi otoriteler tarafından ihmal edilmekte ve örtülmektedir.Alman Başbakanı Merkel, Neo-Nazi cinayetlerinin Almanya için büyük utanç olduğunu ifade etmiştir.Almanya, Nazi döneminin utancıyla yaşarken, son Nazi cinayetleri bu utancı derinleştirmiştir. Son cinayetler, Hitler’in ölmediğini, Alman toplumunda sayısını bilmediğimiz birçok Hitler yaşadığını tezahür ettirmektedir.Oslo katliamı ve Neo-Nazi cinayetleri, Avrupa’nın ve Almanya’nın geçmişinde yaşadığı ırkçılık tecrübesinden ders almadığını göstermektedir. Neo-Nazi çetesi, yıllarca rahat bir şekilde toplum içinde varoldu, 10 kişiyi öldürdü ve 14 banka soydu.Bu çetenin yıllarca biçok suçu ve cinayeti rahatlıkla işlemesi, Almanya’nın bütün suçlara sıfır tölerans gösterdiği şeklindeki kanıyı yerle bir etti ve Almanya ve Avrupa’da yaşayan farklı orijinlere sahip insanlar arasında derin bir güvensizlik yarattı. Almanya, açık bir şekilde ‘kendi teröristinin iyi’, ‘diğerlerinin teröristinin kötü olduğu’ şeklindeki anlayışa kendisini hapsetmiş gözükmektedir. Irkçılığa karşı Alman toplumu, geleneksel olarak sorunu örtme veya konuyu değiştirme şeklinde tutum göstermektedir. Irkçılık ve Nazizm üstü örtülecek veya konuyu değiştirmekle geçiştirilecek bir sorun değildir. Alman toplumu ve devleti, kendi karanlık tarafı olan ırkçılıkla yüzleşmeli ve hesaplaşmalıdır. Hep kendisini iyi, yabancıları kötü görme alışkanlığından vazgeçmelidir. Neo-Nazi Terörizminin Büyük Müttefiki: Alman Devleti ‘Nazi Gelini’ olarak adlandırılan Beate Zschaepe’in evinde ele geçirilen DVD’ler, Neo-Nazi teröristlerin yalnız olmadığını, devletle iç içe geçen bir ağ oluşturduğunu ortaya koydu. Örneğin Alman İç İstihbarat Servisinden (Verfassungschutz) bir ajanın Halit Y. cinayeti işlendiği sırada a Gündemi Sivil Bakış »»Irkçılığa karşı Alman toplumu, geleneksel olarak sorunu örtme veya konuyu değiştirme şeklinde tutum göstermektedir. Irkçılık ve Nazizm üstü örtülecek veya konuyu değiştirmekle geçiştirilecek bir sorun değildir. Alman toplumu ve devleti, kendi karanlık tarafı olan ırkçılıkla yüzleşmeli ve hesaplaşmalıdır. Hep kendisini iyi, yabancıları kötü görme alışkanlığından vazgeçmelidir. 2001 Yılında Alman polisinin Neo-Nazi çetesini Chemnitz kasabasında bulmasına rağmen, üst makamların yakalama emri vermemesi, devletin Nazi terörizmine verdiği desteği ortaya koyuyordu.Thuringen Eyaleti İç İstihbarat Birimi, Neo-Nazi örgütünü önceden bildiğine dair verileri inkar etti. Federal Anayasayı Koruma Dairesinin, Federal Hükümete gönderdiği ileri sürülen bir raporda, Thüringen ve Sachsen eyaletlerinin iç istihbarat teşkilatlarının Neo-Nazi teröristlerinin eylemleri ve saklandıkları yer hakkında bilgi sahibi olduğu iddia edilmişti. Federal Anayasayı Koruma Dairesi’nin bir yetkilisi de raporun varlığını reddetmemişti. İstihbarat ve emniyet makamlarının on yıl boyunca sekiz Türk, bir Yunan ve bir polis memurunu öldüren Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün eylemleri hakkında çok az bilgiye sahip olduğunu söylemesi, yaşanan olayların bir başka veçhesini oluşturmaktadır. Anayasayı Koruma Dairesi’nin ve Askeri Güvenlik Servisi’nin bu cinayetlere adının karışması, olayın ciddiyetini göstermektedir. Jena kentinde Neo-Nazilerin kullandığı bir bombanın Alman ordusunun mühimmat deposundan alındığı ifade edilmektedir.Askeri Güvenlik Servisinin Leipzig’teki bürosuna Uwe Mundolos, Uwe Boehnhardt ve Beata Zschaepe isimli üç Nazi terörist hakkında bilgi verilmesine rağmen, bu bilgi değerlendirilmemiştir. Irkçı cinayetlerin arkasında bazı istihbarat ve emniyet birimlerinin olduğuna dair görüşler, önemli bir soruyu sormamıza neden olmaktadır: Neo-Nazi cinayetlerine göz yummak suretiyle Alman devlet aklı, topluma gözdağı vermeyi mi hesaplamaktadır veya göçmenler bu cinayetlerle acaba zapt ü rapt altına mı alınmak istenmektedir? Almanya devletinin Nazileri içeride bir hegemonya aracı olarak kullanma ola- sılığı, ırkçılık-devlet işbirliğinin vehametini göstermektedir. Alman devlet kurumları ile Naziler arasındaki ilişki öteden beri tartışılmaktadır. Alman devletinin temel kurumları Naziler tarafından kurulmuştur.1949 sonrası dönemde, istihbarat servislerinin, polis teşkilatının, ordunun ve yargının kurulmasında Hitler döneminin bakanları, bürokratları ve generalleri etkin bir rol oynamışlardır. Hans Filbinger, BadenWürttemberg eyaletinde 1966-78 yılları arasında başbakanlık yaptı. Hitler döneminin devlet savcısı Hubert Schrübbers, 1955 yılında Adenauer hükümeti tarafından gizli servisin başına getirildi.Alman İstihbarat Dairesi, Hitler döneminin generallerinden olan Reinhard Gehlen tarafından kuruldu. Federal Ordu, gene Hitler’in generallerinden Gerhard Graf von Schwerin tarafından kuruldu. Yargı ve polis teşkilatları da eski Naziler tarafından oluşturuldu.Naziler, bu kurumlara eski arkadaşlarını yerleştirmek suretiyle Nazilerin bu kurumlarda kadrolaşmasını sağladılar.Başka bir ifade ile Almanya’nın kilit kurumlarının şekillenmesinde Naziler etkin oldular.Gizli servisler ve emniyet teşkilatlarında bugün yönetici konumunda olan birçok kişi, Nazizme büyük bir sempatiyle yaklaşmaktadır.Bunlar hiçbir zaman üzerlerindeki ırkçı gömleği atmadılar, sadece bu gömleği başarılı bir şekilde maskelediler.Neo-Naziler, devletten ayrı değil, devletin hep ayrılmaz bir parçası oldular. Devlet desteği olmadan bir Nazi terör hücresinin on kişiyi öldürmesi ve onlarca suç işlemesi mümkün olmazdı. Nazi cinayetleri, sadece üç kişilik bir Nazi terör hücresinin işi olarak görülemez. Alman devletini ve Nazileri birbirinden ayrı düşünmek imkansızdır. Nazi teröristlerinin cinayetlerini devletten habersiz işleyebileceğini kabul etmek mümkün değildir.Devlet istemediği için on yıl boyunca Nazi teröristlere dokunulmamıştır.Nazilere ancak devlet istediği takdirde dokunulabilmekte, aksi halde Nazilere dokunan yanmaktadır. Almanya’da ‘devletin ve polisin sağ gözü kördür” şeklinde ünlü bir söz vardır. Aslında devletin hiçbir gözü kör değildir. 33 Sivil Bakış o cinayet mahalline yakın bir internet kafede olduğu ve olaydan on gün sonra cinayetten haberi olmadığını söylediği belirlendi.Bu olay, Nazi çetesinin istihbarat servislerine sızdığını göstermesi açısından ayrıca anlamlıdır. Sivil Bakış Dünya Gündemi Öldürülenler arasında büfeci, anahtarcı, manav ve çiçekçi olmasına rağmen öldürülenlerden ikisinin dönerci olması nedeniyle Alman basınında bu cinayetler serisi ‘dönerci cinayetleri’ olarak isimlendirildi. Cinayetlerin bu şekilde isimlendirilmesi bile ırkçı bir anlam taşımaktadır. Dönerci cinayetleri, Almanların sosyal psikolojik durumunu ifade etmektedir. Dönerci cinayetleri kavramıyla Almanlar, yabancılar birbirini öldürmektedir, bu cinayetlerin bizimle bir ilişkisi yoktur, bizi endişelendirecek yoktur, bırakalım bu düşük varlıklar birbirlerini yesin şeklindeki bir ruh haliyle ırkçı terörizmin konforlarını bozma korkusundan kaçmanın yolunu bulmuşlardır. Dönerci cinayetleri isimlendirmesiyle, ırkçı terörizm maskelenmekte ve öldürülenler aşağılanmaktadır. Sadece Nazizm ve ırkçılık karşısında devlet, hem sol hem sağ gözü körmüş gibi davranmaktadır.Aşırı sağa karşı sağ gözünü kapamak, büyük hatadır. Ayrıca aşırı sağa karşı, sağ gözün açık olması da yetmemektedir. Irkçılığa karşı hem sağ hem sol, hem kalp hem akıl gözlerinin açık olması gerekmektedir. “Pembe Panter Almanya Turunda mı” yoksa “Ölüm Turunda mı?” Nazi terör hücresinde ele geçirilen DVD’lerin birinde Neo-Naziler, “Almanya Turu” yapmaktadırlar. Neo-Naziler öldürdükleri göçmenlerin isimlerini saymaktadırlar. Nazi teröristler, bu videoda öldürdükleri kişilerle alay etmektedirler. İşledikleri cinayetlerin kurbanlarının fotoğraflarını çeken ve bunu koleksiyon haline getiren NeoNazilerin “Dokuz Yetmez!” şeklindeki ifadeleri, Nazi şiddetinin kana susamışlığını ve tatminsizliğini göstermesi açısından önemlidir. Naziler, videoların birinde “Neler yaptığımız ortada!” demektedirler.Ele geçirilen videoların birinde ‘Monopoly’ isimli bir Nazi oyunu bulunmaktadır.Bu Nazi oyununa göre, Yahudileri gaz odalarına teslim edenler puan almaktadır. Elde edilen bu materyaller, Neo-Nazi cinayetlerinin sıradan cinayetlere indirgenemeyeceğini kanıtlamaktadır, çünkü bu DVD’lere, toplumu hastalıklı bir nefret ve düşmanlığa mahkum eden Nazizmin insanları bir ölüm ve cinayet makinesine dönüştürdüğünün belgeseli olarak değerlendirebiliriz. DVD’ler, bu cinayetleri işleyen katillerin Alman olduğunu ve yabancılardan nefret ettikleri için masum insanları öldürdüklerini net bir şekilde ortaya koymaktadır. 34 Sivil Bakış ‘Dönerci Cinayetleri’ mi? ‘Irkçı Terörizm’ mi? Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında on ırkçı cinayet işlenmiştir. Bu cinayetlerde sekiz Türk, bir Yunanlı ve bir kadın polis öldürülmüştür. Dünya »»Dönerci cinayetleri, Almanların sosyal psikolojik durumunu ifade etmektedir. Dönerci cinayetleri kavramıyla Almanlar, yabancılar birbirini öldürmektedir, bu cinayetlerin bizimle bir ilişkisi yoktur, bizi endişelendirecek yoktur, bırakalım bu düşük varlıklar birbirlerini yesin şeklindeki bir ruh haliyle ırkçı terörizmin konforlarını bozma korkusundan kaçmanın yolunu bulmuşlardır. Dönerci cinayetleri isimlendirmesiyle, ırkçı terörizm maskelenmekte ve öldürülenler aşağılanmaktadır. Dil, düşünceyi, düşünce davranışı belirlemektedir. Irkçı terörizmi ‘Dönerci cinayetleri’ olarak ifade eden dil, ırkçılığı hem düşünce ve davranış olarak örtmektedir. Son cinayetler, işlenen nefret ve ırkçılık suçlarına ‘Nazi terörizmi’ demeyi gerekli kılmaktadır. Sorunun adını koyamayan bir dil, sorunu doğru anlayan doğru bir düşünce ve davranış biçimi ortaya koyamaz. Cinayetlerde siyasetin ve toplumun rolü üzerine gidilmedi. Devlet, siyaset ve cemiyet birlikte ‘Nazi terörizminden’ sorumludur. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, Alman toplum ve devlet yapısına köklü bir şekilde sinmiş durumdadır. Aşırı sağcı ve ırkçı terörizm hakkında kullanılan dil, bunun önemli bir göstergesidir. Dönerci cinayetleri terimini, Alman bilinçaltına sinmiş kolektif ırkçılığın yansıması olarak değerlendirebiliriz. Dönerci cinayetleri ile ırkçı terörizmin kurbanları, isimleri ve kişilikleri olmayan, insani kimliklerinden arındırılan, ötekileştirilen ve aşağılık görülen objelere dönüştürülmüştür. Irkçılar, dönercileri değil, insanları öldürüyorlardı. Dönerci cinayetleri ifadesi, hem ırkçı terörizmi sakladığı gibi, ırkçılığı bu tabirle bir başka şekilde üretmektedir.Dönerci cina- a Gündemi Neo-Nazi çetenin suçları ve cinayetleri ortaya çıktıktan sonra Alman siyasetçiler, emniyet birimleri ve medya organları ülkenin zarar gören imajı üzerine yoğunlaştılar. Ancak bu cinayetlerde hayatını kaybedenler ve aileleri üzerine odaklaşmadılar. Oysa, insan imajdan daha önemlidir. ‘Dönerci cinayetleri’ terimi, insanı imaja kurban eden ırkçı bir nitelemedir. Irkçılığın Derin Nefreti: İslam Karşıtlığı ve Müslümansız Bir Dünya Haçlılık, Avrupalılık ve ırkçılık adına hareket eden bu teröristler, silah ve şiddeti tek araç haline getirmişlerdir. Bunların hedefinde Avrupa’da yaşayan Müslümanlar bulunmaktadır.Irkçı şiddet, Avrupa’yı bağımsızlaştırmak ve özgürleştirmek için Müslümanları Avrupa’dan temizleme amacı gütmektedir.Breivik, zaten kendisi gibi Avrupa genelinde şiddet yapmaya hazır seksen terör hücresi olduğunu ifade etmişti.Ölmeye ve öldürmeye hazır olma ırkçı teröristlerin temel karakteristiği olarak gözükmektedir. Nazizm ve ırkçılık tehditleri karşısında kış uykusuna yatmak büyük bir gaflettir. Su uyur, ırkçılık uyumaz.Siyasette, sosyal hayatta ve kurumlarda ilkeli bir şekilde ırkçılık redde- dilmelidir. Irkçılığa karşı çıkmak, İslam düşmanlığına hayır demeyi gerektirmektedir. İslam, sürekli olarak tehdit olarak gösterildi. İslamsız ve Müslümansız bir dünyanın daha iyi bir yer olacağına dayanan ırkçı anlayış, sistematik bir şekilde topluma ve kurumlara yerleştirildi. Irkçılığın ve Nazizmin olmadığı bir dünyanın daha iyi olacağı hiç kimsenin aklına gelmedi.Sorun, Almanya’da yaşayan Müslümanların ve diğer yabancıların varlığı değildir. Sorun ırkçılığın varolmasıdır.Sorun olarak görülmesi gereken Müslümanlar değil, ırkçılardır. Sonuç Avrupa’da ve Almanya’da toplumların ve devletlerin, hem sağ hem sol gözleri ırkçı terörizme kapalıdır. Oslo katliamı ve Nazi cinayetlerine rağmen, Avrupa hala yaşananların adını doğru bir şekilde koymuş değildir. Yaşananlar açık bir şekilde ırkçı terörizmdir.Olayın açık bir şekilde anlaşılması önemlidir.Oayın doğru isimlendirilmesi ırkçılıkla mücadelenin olmazsa olmazıdır.Müslüman, göçmen, siyah ve bütün farklılıkların özgür ve barışçıl bir Avrupa’da yaşayabilmesi için, yaşam hakkı dahil bütün insan hak ve özgürlüklerinin ırkçı terörizme karşı korunması gerekmektedir. 35 Sivil Bakış yetleri tabiri, yabancıları öcüleştiren ve sterotipleştiren bir kavramsallaştırmadır. Sivil Bakış Sivil Bakış Dünya Gündemi Dünya Arif ALTUNBAŞ Gazeteci Avrupada Müslümanlar »»Küçük ahşap Camilerde ibadet eden, mütevazi yaşantılarıyla Müslüman Tatarlar Macaristan, Polanya ve Litvanya tarihinde önemli roller oynadılar. Müslümanlar ilk defa doğudan ticaret amaçlı ipek yoluyla 7. asırda, batıdan fetih yoluyla 12. asırda Avrupaya geldiler. Başlangıçta Girit ve Sicilya adaları Müslüman Araplar tarafından feth edildi. Daha sonra 12.asrın başlarında Müslüman Tatar tüccarlar Macaristanda (Böszörmény ) de bir İslam toplumu oluşturdular. Küçük ahşap Camilerde ibadet eden, mütevazi yaşantılarıyla Müslüman Tatarlar Macaristan, Polanya ve Litvanya tarihinde önemli roller oynadılar. »»Peki bölgedeki krallıklar ve diktatörlükler arasında özde bir fark var mı? Krallıkların doğası gereği; yönetimi, kralın veya emirin ailesi kontrol ettiği için demokratik yapılar değildir. Ama diktatörlükler gibi baskıcı olmaları da şart değildir. Arap Dünyası’ndaki krallıkların özelliği, Suudi Arabistan dışındaki körfez ülkelerinin çok küçük olması, toplumun kontrolünü kolaylaştırmaktadır. Müslümanlar Avrupanın batısından ve doğusundan olmak üzere iki yoldan Avrupaya geldiler.Batı uygarlığının gelişmesinde önemli katkıları olmalarına rağmen batılıların gururur ve kibri ile İslama karşı olan olumsuz tavırları bunlardan bahsetmeyi sevmez. 36 Sivil Bakış Batıdan Avrupaya İlk Gelen Müslümanlar Kuzey Afrikanın islam ordularınca fethi ve Berberilerin İslama girmesiyle Müslümanlar 652 de Sicilya , 711 yılında Kuzey Afrikadan ispanyaya geçtiler.Daha sonra fetihler güney İspanya, Bask, Navvara, Portekizle birlikte geniş bir batı Avrupa toprağını ele geçirdiler. Buranın adına da Endülüs adı verdiler. Şam Emevi Devletinin Abbasiler tarafından 750 de yıkılmasından sonra güney Ispanyada 756 tarihinde Endülüs Devleti 1. Abdurrahman tarafından kuruldu. Batıdan Avrupaya geçen ilk Müslümanlar 736 yılında İspanyaya yerleştiler. 10. yüzyılda Endülüs nüfusunun çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu.Avrupanın en büyük şehri Granada 500 bin nüfusu barındırıyordu. Müslümanlar burada 400 yıl hakimiyet kurarak büyük bir medeniyet kurdular.Fatima, Şatibe, Valensiya, Kurtuba, Mürsiye gibi şehirler kurarak, buraları Avrupanın ilim ve medeniyet merkezi haline getirdiler. O günün şartlarında Endülüs medeniyet ve kültürü, teknoloji, ilmi ve sanatın zirvesinde olan tek dünya devleti idi. Bu tarihlerde Avrupa halkları bir biriyle çekişen ve didişen küçük şato devletleri halinde Endülüsten çok geri bir hayat ve medeniyet yaşıyorlardı. 725 yılında Müslüman kuvvetleri Fransa Autun bölge- a Gündemi 965 de Müslümanlar Sicilya emirliğini kurarak tüm Akdenizi, Avrupa ve Kuzey Afrika kıyılarının kontrol altına aldılar. 1072 yılında Normanlarla yaptıkları bir savaşta yenik düşerek adayı terk ettiler. 12. yüzyıl Ronesans döneminde islami eserler Avrupa dilllerine çevrilerek Avrupanın ilim ve sanat yönünden gelişmesine, keşiflerine, modernleşmesi ve medenileşmesine büyük katkılarda bulundu. İbni Haldun, İbni Rüşt, İbni Firnas, ibni Cübeyir, İbni Tufeyl, Muhiddin Arabi, Zerkali, , Şatibi, Kurtubi gibi bir çok İslam alimlerinin eserleri yüz yıllarca Avrupa Üniversitelerinde ders kitabı olarak okutuldu.Avrupalı bilim adamları bu kitapları kendi dillerine çevirerek bir çoğunu kendilerine malettiler. Kısaca Kronolojik Endülüs Tarihi • • Kurtuba Emevi Emirleri, devri 756-929 Kurtuba Emevi Halifeler devri 929-1017 • Mahmudi Hanedanı devri 1016-1023 • Tekrar Emevi Hanedanı devri 1023-1031 (Ara hükümdar Yahya bin Ali bin Hammud el-Mu’tali, 1025-1026) Endülüs müdlümanlarının 20 yakın beyliklere ayrılmasıyla yarım adadaki İslam birliği parçalara ayrılarak, bölük pörçük oldu. Bu beylikler bir birleriyle savaşarak güçleri zayıfladı. Hıristiyan devletlerinin karşısında varlık gösteremeyen Endülüs Müslümanlarının çağrısıyla Kuzey Afrikada imparatorluk kurmuş olan Murabıtların kontrolüne geçti. Murabıtlardan sonra gelen Muvahhitlerde 1238 Endülüsü derleyip toplamak isteselerde pek başarılı oldukları söylenemez. Onlarda kendilerine karşı yapılan isyanlarla savaşırken dağıldılar. Yerine Mariniler ve Hafsiler gibi devletler kuruldu. Onların da ömrü uzun sürmedi. İki buçuk asrı aşkın bir süre Endülüs’te İslam hakimiyetini temsil eden Nasriler, varlıklarını esnek bir diplomatik siyâset takip ederek koruyabildiler. Son zamanlarında iç karışıklıklara sürüklenince onlar da yok olmaktan kurtulamadılar. 1479 yılında Kastilya-Leon Kraliçesi I. Isabel ile Ara- 37 Sivil Bakış sini ve güney Ispanyadan Fransızları atarak kuzey Akdeniz kıyılarını ele geçirerek Müslüman akınları İsviçrenin içlerine kadar sürdü. Hatta Müslümanlar 846 da Romayı, 1004 de Pisayı kısa bir süre ele geçirerek şehri yağmalayıp talan ettiler. Sivil Bakış Sivil Bakış Dünya Gündemi İkinci Dalga Tatarlar gon Kralı II. Fernando’nun evlenmesiyle İspanya birliği 2 Ocak 1492 tarihinde kuruldu. Granada’daki son Müslümanlar da Ispanyol güçlerine teslim olmak zorunda kaldılar. Böylece Müslümanların İspanya yarımadası’nda 800 yıla yakın süren varlıkları sona ermiş oldu. 13. yüzyılın başlarında bu günkü Rusya ve Ukrayna feth edilmeye başlandı.14. yüzyılın başlarında Müslüman olmamalarına rağmen Moğollar da devlet dini olarak İslamı kabul ettiler. Doğudan Avrupa kapılarını zorlayan Birinci dalga İslam ordularının Hicaz dışına taşarak yeni fetihlere çıkmasıyla Bizans imparatorluğuna bağlı Süryani, Ermeni, Kıpti Hıristiyanların yaşadığı topraklar olan Suriye, Anadolu, Kafkaslar, Mısır ve Kuzey Afrikayı fethederek oraların İslamlaşmasına sebep oldular. 717 ve 718 yıllarında İstanbul’u kuşatmalarına rağmen kuvvetli Bizans savunması karşısında başarılı olamadılar. Bu başarısızlıkları Anadolu üzerindeki İslami kuşatmanın kırılmasını da peşinde getirdi. Anadoluda Bizans hakimiyeti tekrar güçlenmeye başladı. Bu da Müslüman Arap ordularının Balkanlara ve doğu Avrupa’ya sıçramasına engel oldu. 38 Sivil Bakış İslam Orduları Kafkasya savaşları sırasında Hazar Türklerinin Müslüman olmasıyla tüm Kafkasyayı ele geçirdiler. Dünya Doğu Avrupa 13.-15. Yüz yıllar arasında Osmanlıların tamamen kontrolü altına girdi. »»Nasır döneminde büyük baskı altında tutulan toplum kesimlerine rahatlama getirmiştir. Serbest piyasayı teşvik ederek Mısır’ı Sosyalist Blok’tan Batı Bloğu’na geçirmeye çalışmıştır. İsrail ile yaptığı barış anlaşması büyük tepki topladığı için suikaste kurban gidince yerini yine bir asker olan Hüsnü Mübarek almıştır. İkisinin de açılım politikaları gerçek anlamda bir demokratik açılım yapamamışlardır. 1475 yılında Kırım Hanlığı Osmanlıya bağlandı. Rusların Kırımı işgali ve ilhakına 1783 kadar 308 yıl Kırım Hanlığı doğu Avrupada varlık gösterdi . 1552 yılında Kazan Hanlığının korkunç İvan tarafından yıkılışına kadar da Müslümanlar Volga boyu Tatarları devlet olarak bu günkü Rusya sınırlarında hakim güç olarak yaşadılar. Üçüncü Dalga Osmanlılar Osmanlılar ilk olarak 1354 yılında Geliboludan Süleyman Paşanın komutasında bir gurup akıncıyla Avrupa’ya geçtiler. Bundan sonra Osmanlılar 1526 yıllarına kadar bugünkü Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Sırbistan, Makedonya, Karadağı feth ettiler, Bosna ve Macaristan topraklarını Osmanlı sınırlarına dahil ettiler. Emevilerdeki iç kargaşalıklar ve çekişmeler Anadolu ve Kafkaslardaki İslam hakimiyetinin ve fetihlerinin de durmasına sebep oldu.824 yılında Müslümanların hakimiyetine geçen Girit Adası, 960 yılında tekrar Bizanslıların eline geçti. Balkanlardaki Bizans topraklarını alarak kendi sınırları içine katan Osmanlı baş şehrini de Edirne’ye taşıdı. Avrupa içlerine doğru sürekli ilerlerken bir taraftan da gözleri kıskaç altına aldıkları İstanbulda idi. 10. yüzyılda Volga Bulgarları Hıristiyan olmalarına rağmen İslamı devlet dini olarak kabul ettiler. İlk olarak İslam Avrupa Rusyasında bir devlet olarak Bulgarlar tarafından kuruldu. İstanbul değişik zamanlarda çeşitli ordular tarafından defalarca kuşatıldı. Fetih 29 Mayıs 1953 tarihinde Fatih Sultan Mehmet Han ve ordusuna nasip olarak Peygamberin övgüsünü kazandılar. 922 de üçüncü Abbasi Halifesi El Muktedir Bulgaristana bir kale ve cami yapmak üzere asker ve yardım desteği göndererek onları sahiplendi. İstanbulun fethinden sonra Osmanlılar Avrupa içlerine doğru daha rahat bir biçimde yayılmalarını sürdürdüler. a Gündemi Bazı Avrupalıların hala 560 yıl Avrupada hüküm sürerek Osmanlıların varisi Türkiyelileri hala Avrupalı kabul etmemelerinin altında bu ezilmişlik psikolojisi yatar. 1699 Karlofça anlaşmasından sonra Osmanlının fetihleri durdu ve gerileme ve duraklama dönemleri başladı. 1922 ye kadar doğu Avrupa ve Balkanlardaki Osmanlı toprakları kaybedildi. Ama bu topraklarda kalan Müslümanlar bulundukları bölgedeki yeni devletlerin zulüm, baskı, katliam ve asimilasyonuna rağmen varlıklarını bu güne kadar sürdürebildiler. Bu ülkelerde yaşayan, Boşnak, Pomak, Makedon, Bulgar, Türk ve diğer etnik yapıya ait Müslümanlardan 5 milyon insan baskılara dayanamayarak değişik zamanlarda dalgalar halinde Türkiyeye göç etmek zorunda bırakıldılar. Balkan ve doğu Avrupa devletleri gerek Hıristiyanlık taassubu, gerekse ırkçı tutumlarından dolayı Müslüman ve İslam varlığını sistematik bir şekilde yok etmeye çalıştılar. 19. yüzyılın başlarında Belgratta 120 Mescit, Cami ve Tekkenin varlığından bahsedilmesine rağmen bu gün ayakta kalabilen numune olarak tek bir Camii vardır. Saraybosna, Üsküp, Manastır, Niş, Sofya, Kosova ve diğer şehirlerin de kaderi Belgrattaki Müslümanların ve İslami eserlerin akıbetinden farklı değildir. Buralarda silinmek istenen sadece Osmanlı izleri değil İslam Medeniyetine ait tüm değerler ve Müslümanların varlıklarıdır. Dördüncü Dalga Birinci Dünya savaşında başını İngilizlerin çektiği sömürgeçi Avrupalılar insanlık tarihinin en büyük katliamlarından birini gerçekleştirerek dünyayı kendi aralarında paylaşarak işgal ettiler. 2. Dünya savaşı da 50 milyon insanın katliamına mal oldu. Savaş sonrası Avrupanın yeniden inşası için duyulan iş gücü ihtiyacından dolayı Almanlar 1960 yılında Türki- yeden ilk defa misafir işçi çağırdılar.Bunu başka ülkeler izledi. Bu işçi göçü yıllarca devam etti. Giden işcilerin birçoğu geri dönmeyerek oralarda kaldılar. İkinci, 3. kuşaklar Avrupada doğdu ve oralı oldular. Çeşitli Avrupa ülkelerine giden Türkiye vatandaşları ve oralarda doğanların sayısı 4 milyona ulaştı. Birçoğu o ülkelerin şu anda vatandaşları ve o ülkelerin birer parçası oldular. 2007 yılında Avrupa Birliğindeki Müslümanların sayısı 16 milyona ulaştı. Avrupanın diğer devletleri de dahil olduğunda Müslümanların sayısı 53 milyonu buluyor. Etnik ve tarihi kökenleri farklı olan Bulgaristan, Yunanistan, Romanya Arnavutluk, Kosovo, Bosna Hersek, Sancak, Sırbistan, Karadağda, Rusyadaki Müslümanlar Kuzey Kafkasyada, Kazan, Volgo, Dağistan, Kırımda yaşamaktalar. Özellikle 1950’lerden sonra Müslümanlar Avrupa kıtasına çalışmak için Türkiyeden, Kuzay Afrikadan, Bulgaristan, Kosova, Bosna Hersekten ve diğer İslam ülkelerinden geldiler. Değişik Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlar bulundukları ülkelerde milletvekili seçilerek, ülke siyasetinde de aktif rol oynamaktalar.Sadece Türkiye kökenli 25 kadar milletvekili var. Araştırmacıların iddialarına göre Müslümanların doğurganlık oranları diğer Avrupalılara göre iki kat fazla olduğundan ileriki tarihlerde nüfus büyümesi Müslümanların lehine olacağı söylenmekte. Prof Philip Jenkins’e göre 2100 yılında Avrupa nüfusunun % 25 ni Müslümanlar oluşturcak. Çoğu bulundukları ülkelerin vatandaşları, bir çoğu da işveren konumunda o ülkelerin ekonomilerine ciddi katma değer sağlıyorlar. Avrupa da Müslümanlar aşırı sağcılar ve ırkçılarca istenmese de İslami eserler ve oradaki varlıklarıyla Avrupanın bir parçası olmuş durumundalar.Artık orada misafir işçi değil, oraların vatandaşları, işçileri ve işvereni konumundalar. 39 Sivil Bakış Osmanlının sınırları (1683) batıda Viyanaya, Kuzeyde Macaristan ve Moldevya ve Kırıma, Güneyde Slovenya, Hırvatistan ve Adriyatik denizine dayandı. Sivil Bakış Dünya MAKALE Sivil Bakış Dünya Gündemi Röportaj İbrahim TIĞLI Aştırmacı Gazeteci Ruanda Soykırımı ve Fransa’nın rolü 40 Sivil Bakış »»Medeniyetler çatışması tezinin tartışıldığı bir zamanda Ruanda’da 100 gün içinde gerçekleşen katliamda 800 bin insan hayatını kaybetti. Dünya katliam haberlerini katliam başladıktan 15 gün sonra duydu ve eski Fransa devlet başkanı Mitterand’ın dediği gibi “Afrikada olağan şeyler “yaşanıyordu. Bu katliam bütün kesimler tarafından görülmedi, üzerinde durulmadı ve katliamın arkasındaki gerçek suçlular aranmadı. 1994 yılı gerek Türkiye’de gerek dünyada uzun bir yıl. Türkiye’de ekonomik kriz, güney doğuda çatışmalar bütün hızıyla devam ederken Balkanlarda Boşnak Müslümanlar, Sırplar tarafından yapılan katliama maruz kalıyorlardı. Medeniyetler çatışması tezinin tartışıldığı bir zamanda Ruanda’da 100 gün içinde gerçekleşen katliamda 800 bin insan hayatını kaybetti. Dünya katliam haberlerini katliam başladıktan 15 gün sonra duydu ve eski Fransa devlet başkanı Mitterand’ın dediği gibi “Afrikada olağan şeyler “yaşanıyordu. Bu katliam bütün kesimler tarafından görülmedi, üzerinde durulmadı ve katliamın arkasındaki gerçek suçlular aranmadı. Solcusundan liberaline, Muhafazkarından Kemalistine insanlığın duyarsız kaldığı, görmediği “gerçek” bir soykırım yaşandı. Soykırımı gerçekleştirenler görünürde Ruanda’da da yaşayan Hutulardı, oysaki Hutuların Tutsileri katletmesinde yüzyıllardır süren bir efendi- köle savaşıydı. Efendiler, soykırımı fiili olarak gerçekleştirmemelerine rağmen soykırımın yaşanmasını lojistik ve istihbarat desteği sağlayarak katkıda bulunmuşlardı. Soykırımın nedenleri Dünyanın hiçbir bölgesinde Afrika kadar etnik çeşitliliğe rastlanmaz. Sudan, Nijerya, Kongo, Tanzanya ve Uganda’da yüzden fazla etnik topluluk yaşamaktadır. Bu toplulukların büyük bir bölümünde dil, din farklılıkları görülmektedir. Etnik farklılıklar Nijerya, Burundi, Ruanda ve Fildişi Sahili’nde olduğu gibi etnisiteye dayalı bir siyaseti de beraberinde getirmiş, özellikle zikredilen ülkelerin ulus devlet süreci etnisiteye dayalı devlet şeklinde ortaya çıkmıştır. Etnisite siyasal çatışmalarda kilit rol oynarken iç savaşların ortaya çıkmasını, ekonomik ve siyasi gerginliklerin devam ederek huzursuzluk, istikrar güvenlik gibi sorunlara ortam hazırlamıştır. Afrika’nın tarihsel dönemleri incelendiğinde 20. Yüzyılda yaşanan iç savaşlar kıtanın 5 bin yıllık tarihinde hiçbir dönemde yaşanmamıştır. Bu iç savaşın mimarları Afrikalı topluluklardan ziyade sömürge döneminde Avrupalı devletlerin uyguladıkları politikalardan kaynaklanmaktadır. Avrupalılar, Afrika topluluklarını bölerek, farklılaştırarak ve birbirlerine düşman ederek varlıklarını korumuşlardı. Sömürge sonrası Afrika ülkelerinin yeni sahipleri sömürge döneminden kalan düşmanlıkla diğer etnik toplulukları baskı altına almayı, sindirmeyi, ekonomi ve siyaseten uzak tutarak zenginlikleri paylaşmamayı tercih etmişlerdir. Örneğin Ruanda’da Hutular, Tutsilerden nüfus açısından fazla olmasına rağmen Belçikalılar Ruanda’yı terk ederken yerlerine yetiştirdikleri azınlık Tutsileri bırak- »»Avrupalı devletlerin uyguladıkları politikalardan kaynaklanmaktadır. Avrupalılar, Afrika topluluklarını bölerek, farklılaştırarak ve birbirlerine düşman ederek varlıklarını korumuşlardı. Sömürge sonrası Afrika ülkelerinin yeni sahipleri sömürge döneminden kalan düşmanlıkla diğer etnik toplulukları baskı altına almayı, sindirmeyi, ekonomi ve siyaseten uzak tutarak zenginlikleri paylaşmamayı tercih etmişlerdir. Sivil Bakış mışlardır. Tutsilerin 1994 soykırım öncesinde toplam nüfusun yalnız yüzde 15’ni oluşturmalarına rağmen Hutular yüzde 85’lerdeydi. Tutsiler, beyaz adamın Afrikalıya yaklaşımını miras alarak daha az eğitimli ve teni daha siyah olan Hutulara karşı bağımsızlık öncesinde şiddete dayalı bir politika izleyerek siyasi, askeri, bürokratik ve ekonomik hayattan Hutuları silmek istemişlerdir. Belçikalıların Ruanda’da meydana getirdikleri etnik topluluklar arasındaki sınıfsal, ekonomik ve siyasi farklılaşmalar, ortak bir kimliğin oluşmasını önleyerek parçalı toplum ve devlet yapısının meydana gelmesine zemin hazırlamıştı. Barış ve istikrarı sağlamak için Avrupalı devletler tarafından desteklenen militarist ve baskıcı yönetimler, istikrarsızlığın, huzursuzluğun geri kalmışlığın baskın aktörleri şeklinde karşımıza çıktılar. Çünkü iktidarı ele geçiren otoriter ve 41 Sivil Bakış a Gündemi Sivil Bakış totoliter yapılar şiddeti araçsallaştırarak, siyasi istikrar arayışına girdiler. Otantik bir yönetim geleneğine sahip olmayan Batılı kurumlarca yetiştirilen yeni yönetici elitler, çatışmayı sürdürerek varlıklarını meşrulaştırma yoluna gittiler. Çünkü bu elitler, kendilerini diğerlerinden farklılaştırarak baskı ve şiddet yoluyla güvenliği sağlamaya çalışmışları iş savaşları tetiklediği gibi yaygınlaşmasına da neden olmuştur. Çünkü Ruanda özelinde sadece Tutsi ve Hutular bu ülkede olmayıp komşu ülkeler Burundi, Uganda, Kongo’da bulunmaktaydı. Özellikle Kongo ve Burundi iç savaşlarında Tutsi-Hutu gerginliği devam etmiştir. Soykırımın tarihsel arka planı 42 Sivil Bakış Dünya Dünya Gündemi Röportaj Ruanda’ya Alman ve Belçikalı sömürgeciler gelmeden önce kendi halinde ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan, güçlü bir sosyal örgütlenmeye sahip, kabile siyasetinin hakim olmadığı küçük bir orta Afrika ülkesiydi. Ruanda’nın başlıca iki büyük etnik topluluğu bulunmaktaydı: Hutu ve Tutsi toplulukları. Hutu topluluğu tarımla uğraşırken Tutsiler hayvancılık ve ticaretle uğraşmaktaydı. Hutu topluluğu krallık döneminden itibaren yönetime ilgi duymamış, daha geleneksel bir yaşam biçimini benimsemiş bir topluluk olmasına rağmen, Tusiler sayıca az olmalarıyla birlikte yönetim ve ekonomide daha etkili olmuşlar, ve batı devletleriyle kurdukları ilişkiler sonucu değişime açık olmuşlardı. Fakat krallık döneminde Hutular ile Tutsiler arasında yatay bir ilişki bulunmakta; hayvancılığa yönelen bir Hutu kolaylıkla Tutsi olabilmekteydi. Hutular daha siyah bir deriye sahip, Tutsiler ise koyu kahverengi bir deriye sahiptiler. Hutular ve Tutsilerin aynı etnik topluluk olduğu konusunda bir çok antropolog birleşmektedir. Çünkü konuştukları Kirundi dili başta olmak üzere bir çok ortak kültüre sahiptiler. Ruanda’yı sömürgeleştirmek için ilk gelen Almanlar, Ruanda’nın toplum ve kültürel yapısından ziyade ekonomik kazanımlarıyla ilgilenmişlerdir. Daha sonra gelen Belçikalılar ise Ruanda’yı yalnız ekonomik bir sömürge olarak görmemişler, Avrupa kültürünü aktarabilecekleri bir bölge şeklinde görerek özellikle Tutsiler arasında Hıristiyanlığı yayarak Belçikalıları temsil edecek elit bir sınıf oluşturmak istemişlerdi. Tutsi ve Hutu topluluklarını farklı etnik topluluklar şeklinde değerlendirerek, Hutu ve Tutsiler arasında geçişliliği önlemeye çalıştılar. Hatta ayrı kimlik kartları vererek Tutsi ve Hutular arasındaki ilişkiyi katı bir şekilde yeniden düzenlediler, Evlilikler yapamalarına, aynı çevrede oturmalarına, aynı okullara gitmelerine izin vermediler. Belçikalılar Tutsilere efendi olmayı öğretirken Hutu topluluğuna da isyan etmeyi empoze ettiler. Tutsi ve Hutular arasında ilk çatışma 1959 yılının Şubat ayında çıktı. Belçikalıların tayin ettiği Tutsi kralı, Hutu topluluğu üzerine yeni vergiler koymakla kalmıyor, şiddet ve baskı yoluyla apartheid rejiminin Güney Afrika’da yaptıkları ırkçı a Gündemi Hutular, bağımsızlıklarını Hutulara karşı bir devrim olarak algılayarak, yönetimden bütün Tutsileri uzaklaşırdılar ve Hutu etnisitesinin üstünlüğüne dayalı bir yönetim kurdular. Tutsilerin bir bölümünü Burundi, Uganda ve Kongo’ya sürdüler. Ülkesine dönemeyen Tutsiler gittikleri ülkenin yönetimlerinden aldıkları destekle Hutu yönetimine karşı saldırılarda bulundular, bu saldırılara karşı Hutu yönetimi sivilleri öldürerek karşılık verdi. Burundi’de de Tutsi yönetim azınlık Hutuları sınır dışı etmeye çalışmış ve siviller üzerindeki şiddet uygulamalarını artırmıştır. Yaklaşık 500 bin Hutu Ruanda’ya göç ederek, ekonominin iflas etmesini sağlamışlardır. »»3 Nisan’da gözü dönmüş Hutiler elerinde baltalarla Hutu ve Tutsi Müslümanların birlikte ibadet ettiği Başkent Kigali yakınlarındaki Nyamirambo’daki merkezi’ndeki Kadhafi Camii’ne saldırdılar. Camide bulunanları baltalarıyla parçalayan Hutu çmilisler, İslam kültür merkezine sığınmış yaklaşık 500 Müslüman’ı vahşice öldürdüler. Katliamı gerçekleştiren Fransızların eğittiği askerler ve İnterehamve milisleriydi. 1990’da başlayan ilk iç savaş 1992’ye kadar sürdü. BM’n Ruanda katliamı Nisan’da başlamış, Temmuz’a kadar yaklaşık 100 gün içerisinde 800.000’den fazla Tutsi ve ılımlı Hutu öldürülmüştür. Katliamı raunda ordusu ve İnterehmwe adı verilen Tutsilere karşı kurulmuş milis kuvvetler gerçekleştirmiştir. BM barış gücü ülkeyi terk ederek katliamın önlenmesine yönelik herhangi bir çaba içine girmemiştir. Çin ve Fransa’dan sipariş edilen satırlarla gerçekleştirilen katliam, okul, hastane ve kiliseleri de bu trajediye ortak ederek 20. Yüzyılın kara bir lekesi olarak tarihe geçmiştir. Müslüman Tutsileri de katlettiler. Ruanda’da Müslümanlar özellikle Hutu kabileler arasında yaygın olmasına rağmen azınlık Tutslier arasında da Müslümanlar vardır. 13 Nisan’da gözü dönmüş Hutiler elerinde baltalarla Hutu ve Tutsi Müslümanların birlikte ibadet ettiği Başkent Kigali yakınlarındaki Nyamirambo’daki merkezi’ndeki Kadhafi Camii’ne saldırdılar. Camide bulunanları baltalarıyla parçalayan Hutu çmilisler, İslam kültür merkezine sığınmış yaklaşık 500 Müslüman’ı vahşice öldürdüler. Katliamı gerçekleştiren Fransızların eğittiği askerler ve İnterehamve milisleriydi. Görgü tanıkları İslam kültür merkezinde sadece Müslümanların öldürülmediğini, camiye sığınan Hıristiyan Tutsilerin de öldürüldüğünü Katliam nasıl başladı? Yine bir Hutu olan General Habyarimana’nın darbeyle iktidara gelmesi Tutsiler üzerindeki baskıyı azaltmamakla birlikte daha da şiddetlendirmiştir. Tutsilerin devlet hizmetlerinde çalışmaları yasaklanmış, yaşadıkları bölgelere devlet hizmeti götürülmemiştir. 1980’lerin sonlarında Uganda yönetiminin de desteğiyle Uganda’da da yaşayan mültecilerden Ruanda Vatansever Cephesi adı altında milis kuvvetleri kurulmuş ve bu milisler Uganda sınırında geçerek Ruanda topraklarına girmişler ve savaşı başlatmışlardı. Tutsiler Uganda yönetimi, Rusya ve Çin tarafından desteklenirken Hutu Ruanda yönetimini, Fransa ve ABD desteklemekteydi. araya girmesi ile savaş geçici olarak durdurulsa da, Burundi’de seçimle gelen Hutu Devlet Başkanı Melchior Ndadaye’nin 1993’te öldürülmesi ve 200 bin Hutunun katledilmesi, bir sene sonrada Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana’nın Ruanda Vatansever Cephesi milisleri tarafından uçağının düşürülerek öldürülmesi Ruanda katliamının başlamasını sağlamıştır. söylüyor. 13 nisanda Camiye tekrar gelen 15 Hutu asker ve 50 kadar milis, camiye el bombası ve Molotof kokteyl atarak ateşe 43 Sivil Bakış siyaseti, etnisiteye dayalı bir siyasete dönüştürerek uygulamaktaydılar. Hutular, Tutsi azınlık yönetimine karşı şiddet kullanmaktan geri durmamış özellikle Ruanda’nın kırsalında Tutsilere karşı bir katliama girişmişlerdi. 1962’de Hutular ülkenin yüzde 14’ü olan Tutsilerin azınlık yönetimine son vererek bağımsızlıklarını sağladılar. İronik olan Hutular bağımsızlık savaşını Tutsilere karşı verdiklerini düşündüler; oysaki Ruanda hala bir Belçika sömürgesiydi. Sivil Bakış Sivil Bakış Dünya Gündemi tutmuş, Fransa Cumhurbaşkanı, Milli Savunma Bakanı ve Dşişleri Bakanını yargılama talebinde bulunmuştur. Ayrıca REDRESS ve Africa Rights gibi örgütler Ruanda soykırımına bizzat katılan Fransız vatandaşları olduğunu söyleyerek 3 Fransız’ın savaş suçluları mahkemesinde yargılanmasını istediler. verdiler. Camiden ikisi kadın 3 çocuğun yangından kaçarak çıkması üzerine onları ellerindeki satırlarla öldürdüler. (Tribunal pénal international pour le Rwanda, s:347) Fransa’nın soykırımdaki rolü Ruanda soykırımı, çok iyi hesaplan bir toplum mühendisliği denemesinden başka bir şey değildi. Fransa soykırımın başından sonuna kadar destekleyerek, katkı vererek, kontrolünde bir operasyon gerçekleştirmişti. Fransa hükümeti hiçbir zaman soykırım yaptığını, -bağımsız kaynakların hazırladığı raporlarda Fransa’nın katliama ortak olduğu belirtilmesine rağmen kabul etmedi. Soykırımda suçluluğu kanıtlanmış hiçbir zanlıyı yargılamadı ve soykırım için kurulmuş uluslar arası mahkemelere teslim etmedi. Fransa’nın soykırımla özdeşleşen tarihinde bu bir ilk değildi son da olmayacaktı. Vendee’de Fransız devrimi sonrası, muhalif halkı katleden, Vietnam’da binlerce Vietnamlıyı zehirli gazlarla öldüren 100 yıldan fazla Cezayir’de yüz binlerce Cezayirliyi katleden Ruanda soykırımına destek veren Fransa’dan başkası değildi. 44 Sivil Bakış Fransa’nın sömürge sonrası Afrika’ya yönelik politikası iki zeminde cereyan etmiştir. Afrika’daki tarihsel ve siyasi çıkarlarını sürdürmek ve Afrika ülkeleri ile ekonomik işbirliğini devam ettirerek Afrika’daki ekonomik gücünü kaybetmemek. Bu bağlamda Fransa bağımsızlık sonrasında da Afrika ülkeleriyle ilişkilerini yakından devam ettirmiş, siyasi tarihlerinde baskın unsur olagelmiştir. Özellikle Batı ve orta Afrika ülkelerine silah ve subay göndererek askeri yardımlarda bulunmasının yanı sıra, askeri ve sivil bürokrasisinin teşkil edilmesinde anahtar rol üstlenmiştir. Dünya »»Soykırımda suçluluğu kanıtlanmış hiçbir zanlıyı yargılamadı ve soykırım için kurulmuş uluslar arası mahkemelere teslim etmedi. Fransa’nın soykırımla özdeşleşen tarihinde bu bir ilk değildi son da olmayacaktı. Vendee’de Fransız devrimi sonrası, muhalif halkı katleden, Vietnam’da binlerce Vietnamlıyı zehirli gazlarla öldüren 100 yıldan fazla Cezayir’de yüz binlerce Cezayirliyi katleden Ruanda soykırımına destek veren Fransa’dan başkası değildi. Fransa’nın soykırımdaki rolü 1999 İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 500 sayfayı aşan raporunda belirtildiği gibi Fransa soykırıma fiili olarak katılmamasına rağmen askeri, istihbarat ve lojistik desteklerde bulunmuştur. Merkezi Tanzanya’da bulunan Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi de Fransa hükümetinin soykırımdan ikinci derece de sorumlu Fransa’ya yapılan en önemli eleştirilerden biri, Fransız basınının Ruanda’da yaşananları dünya kamuoyuna yansıtmamasıdır. Fransa’nın Ruanda, Kongo gibi ülkelerde basın yayın tekelini elinde bulundurmasına rağmen dünya, Ruanda’da da yaşananları belirli bir süre sonra öğrenebilmiştir.( How the Media missed Rwandan genocide. Alan J. Kuperman, İnternational Press Enstitü, no: 1, 2000) Le Monde gazetesi soykırım haberlerini 14 gün sonra okuyucularına duyurmaya başlamış, Fransız televizyonları ise Ruanda “iç savaş sürüyor” şekilde yayın yapmışlardır. Fransa’ya yapılan en önemli eleştirilerden bir diğeri de, soykırımın failleri olarak bilinen FAR ve İnterahmwe milislerini Ruanda’nın güney doğusunda kurduğu “Zone Tourquase”de eğitmesidir. Bu militanların ellerindeki silah ve satırların çoğunluğu Fransız yapımı olduğu Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame tarafından ifade edilmiş olup bu silahlar Kigali Soykırım müzesinde sergilenmektedir. Fransa’nın soykırımın başlamasından sonra da Ruanda ordusuna silah sevkiyatını durdurmadığını Paul Quiles’in 1000 sayfayı aşan raporunda belirtilmektedir. Fransa’nın Ruanda soykırımındaki rolünü üç aşamada değerlendirebiliriz. Fransa hükümetinin yönetimden çekilmeyen ülkenin demokratik seçimlere girmesini önlemeye çalışan Habyarimana rejimine askeri ve mali destek sağlaması, Belçika’nın Ruanda’dan ayrılmasından sonra oluşan boşluğu Fransa’nın doldurarak Tutsi ve Hutular arasında çıkan çatışmaları çözmeye yanaşmaması ve soykırımın başlamasıyla barış yanlısı bir politika izlemekten uzak durması ve Türkuaz Operasyonu’ndaki rolü. a Gündemi rumasız hele getirmiş ve Tutsiler arasında Fransa’ya karşı umutsuzluğa düşürmüştü. Aruşa barışı öncesi aktif politikasını anlaşmadan sonra pasif politikaya dönüştürmesi Habyarimana rejiminin elini kuvvetlendirerek felaketin önlenebilmesi yönündeki isteksizliği öngörülen geleceğin hızlanmasını sağlamıştır. Fransız istihbaratı Tutsilere karşı bir soykırımın yapılacağını Paris’e bildirmesine rağmen Mitterand hükümeti katliamı önlemeye yönelik hiçbir adım atmamıştır. Birleşmiş Milletler, soykırım başladıktan sonra Ruanda’da Turkuaz operasyonu başlattı. Fakat bu operasyonda en önemli misyon Fransız askerlerine bırakılmıştı. Sivilleri korumak için oluşturulan güvenli bölgelere İnterahamwe milisleri herhangi bir engelle kolayca sızabiliyor ve Fransız askerlerinin gözleri önünde sivilleri öldürmekten çekiniyorlardı. Adeta Turkuaz operasyonu Tutsileri korumak için değil katliamı gerçekleştiren milisleri korumak için yapılmıştı. Andrew Wiils, Fransa’nın Habyarimana yönetimine verdiği destek istihThe Untold Story adlı eserinde Fransa büyükelçilerinin katbaratı da içeriyordu. Fransız istihabratçılar, başkent Kigali liamlardan sonra bir grup soykırımcıyı Kigali’den hava yolu ve çevresini mekan tutmuş isyancılar ile hükümet arasındaki ile Kongo’ya gönderdiğini iddia etmekte. Bu iddia Fransız gerili rapor etmekle birlikte, Tutsilerin fişlenmesinde aracı hükümeti tarafından yalanlanmamakla rol oynuyorlardı. Gorevitch yalnız birlikte kaçırılanların milisler olmayıp 1993’te 400 yakın Fransız ajanının intikam duygusuyla hareket eden TtutHabyarimana yönetimi için çalış»»Birleşmiş Milletler, soykırım silerden korunmaya çalışılan masum tığını iddia etmektedir. Bu rakam başladıktan sonra Ruanda’da Hutular olduğu iddia edilmiştir. abartılı olsa da istihbaretın verdiği destek, soykırımda önemli bir işlev Turkuaz operasyonu başlatFransa hükümeti katliamda rolü gördüğü söylenebilir. olduğunu şiddetle reddederek soykırıtı. Fakat bu operasyonda en mın daha fazla yayılmasını önlemeye Tanzanya’da isyancılar ile hüküönemli misyon Fransız askerçalıştıklarını söylüyor. Fakat Fransa’nın met arasında Aruşa Barışı’nın gerbu soykırımla yüzleşmesi gerekmekte. çekleştirilmesiyle Fransa’nın girilerine bırakılmıştı. Eğer soykırımda rolü olmadığını iddia şimleriyle BM tarafından gönderilen ediyor, kendini temize çıkarmak istiyorUNAMİR askerleri arasında Fransız sa gerek Ruanda gerek Tanzanya’daki askerlerinin bulunması özellikle mahkemeye çıkmalı ve yüzlerce rapoKigali’de güvenlik sorununu berarun iddiasını –eğer varsa- delilleriyle berinde getirmiştir. Çünkü UNAMİR çürütmeye çalışmalıdır. Ruanda soykırıiçindeki Fransız ve Belçikalı askerler mı tarihin tozlu sayfalarına atılacak bir sivilleri korumak yerine hava alanını konu değildir. Yaklaşık 5 milyon insanın muhafaza etme sorumluluğunu üsthayatını kaybettiği Kongo iç savaşının lenmişler, bu durumda bir güvenlik arkasında da Ruanda katliamının izleri boşluğunu ortaya çıkararak milislevardır. Kongo’nun ayrılması ile sonuçrin ve ordunun katliama girişmesi lanan iç savaş Ruanda örneğinin tekherhangi bir engelle karşılaşmadığı rarlanmasından başka bir şey değildir. için kolaylaşmıştır. Avrupa devletlerinin sömürgecilikten Fransa, Ruanda siyasetinde aktif kalma çıkarlarını devam ettirmek, soyolduğu yıllarda yönetimdeki Hutlarkırımın başat nedenidir. Tarih, hataladan yana bir dış politika izleyerek rı tekrarlamamak için öğrenilir, oysaki Tutsilerin sorunlarını görmemezlikFransa Vendee, Vietnam ve Cezayir’de ten gelmiştir. İlk iç savaşta yönetiyaptıklarını tekrarlamak için tarihe başmin yanında yer alarak katliamlara vurmaktadır. seyirci kalması, Tutsi azınlığı ko- 45 Sivil Bakış Habyarimana rejimine Fransız çıkarlarını ülkede devam ettirmek için destek veren Fransız Cumhurbaşkanı Mitterand’ın Ruanda soykırımında kilit bir rol oynadığı yadsınamaz. 1990 ve 1994 yılları arasında Habyaarimana ile özel bir dostluk geliştiren Mitterand, 500 kadar uzman Fransız askerini bu ülkeye göndererek ordunun Fransız tarzı bir eğitimden geçirilmesi için destek vermiştir. Amerikalı gazeteci Philip Gourevitch, Ruanda soykırımını anlattığı önemli eserinde Mitterand tarafından gönderilen askerlerin yalnız danışmanlık ve eğitim desteği vermedikleri, isyancılarla olan savaşlarda da rol aldıklarını iddia etmektedir. Mitterand’ın oğlu Jean Crostophe de Ruanda’ya silah sevkiyatı yapan ve silah başına komisyon aldığı iddia edilmektedir. Fransa’dan alınan silahların parar transferi yine Fransız bankalar aracılığıyla yapılmaktaydı. Sivil Bakış Sivil Bakış Dünya Gündemi Dünya Mahmut OSMANOĞLU Araştırmacı Gazeteci Müslüman Kardeşler Baharı »»Kuzey Afrika’da Arap Baharının dünya gündemine gelmesiyle birlikte “İhvan” yani Müslüman Kardeşler de gündeme gelmeye başladı. Arap Baharının Arap ve İslam coğrafyası üzerinde genişlemesi Müslüman Kardeşlerin daha da fazla gündeme gelmesini neden olacaktır. Hatta Müslüman Kardeşlerin, Arap coğrafyası üzerindeki etkisini hesaba katacak olursak, bu yüzyıla İslam Dünyası bağlamında damgası vuracak dersek abartmış olmayız. “El İhvan ul Müslimun” yani “Müslüman Kardeşler” 1928 yılında Hasan ul Benna tarafından kuruldu. Kuruluş yılına baktığımızda “İhvan”ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlının çözüldüğü, İslam Dünyasının dağıldığı ve sömürgecilerin tamamen kontrolü altına girdiği bir dönemde kurulmuş olduğunu görüyoruz. Bölünmüş çeşitli İslami kesimleri bir araya toplayıcı ve uzlaştırıcı bir hareket özelliği taşımaktadır. Bu anlamda hareketi Mısır’dan başlayıp tüm İslam Âlemine yayılacak bir diriliş, bir uyanış hareketi olarak görmek gerekiyor; Arap Âleminden başlayıp “İslam Ümmetini” ayağa kaldıracak bir sosyal ve toplumsal hareket veya kendi tabirleriyle “cemaat” olarak. 46 Sivil Bakış Cemaat demek daha uygun olacak çünkü bir hareketin daha ötesinde mensupları veya üyeleri arasında hiyerarşik ve çok yakın bağlar var. Bir seviyeden bir üst seviyeye çıkma belli kriterlere bağlıdır. Müslüman Kardeşleri kısa yoldan anlamak için “Cemaat” logosu ve şiarına bakmak büyük ölçüde bir fikir verecektir: Yuvarlak bir logo içerisinde kitap, çatılmış iki kılıç ve Enfal Suresinin 60. ayetinin başladığı “hazırlayın” manasına “ ve eiddû” Arapça ibaresi vardır. Kitap Kur’anı Kerimi simgelemektedir. Hatta logonun önceki versiyonunda “Muhakkak ki bu Kerîm olan Kur’andır” ibaresi olmasına rağmen şu anki logoda sadece Kur’an’ı andıran bir kitap resmi vardır. Kılıç ise güç ve mücadeleyi simgelemektedir. Çatılmış iki kılıcın kabzaları altında bulunan “hazırlayın” ibaresinin alındığı ayetin tam meali logoyu güzel bir şekilde anlatmaktadır: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” (Diyanet Meali). Müslüman Kardeşlerin kuruluştaki şiarı ise şu şekildedir: “Allah gayemizdir, Kur’an anayasamızıdır, Peygamber liderimizdir, Cihad yolumuzdur, Allah yolunda şehitlik en yüce arzumuzdur” a Gündemi »»Hareketin çeşitli aşamalardaki “Süveyş Kanalının millileştirilmesi” ve özellikle de Filistin olayları ve Mescidi Aksa’yı korumak amaçlı İngiliz karşıtı politikaları kayda değerdir. Hareketin çeşitli aşamalardaki “Süveyş Kanalının millileştirilmesi” ve özellikle de Filistin olayları ve Mescidi Aksa’yı korumak amaçlı İngiliz karşıtı politikaları kayda değerdir. “El İhvan ul Müslimun” başlangıcından itibaren kıt imkânlar, hegomonik ve sindirmeye yönelik baskılar altında değerleri koruma, hâkim kılma ve yaymaya yönelik bir politika izlemiştir. Mübarek rejimi yıkılana her dönemde sistematik baskıya maruz kalmış, liderleri ve mensupları tutuklanmış, hapse atılmış, kurucu Hasan ul Benna örneğinde olduğu gibi suikasta uğramış ve hatta idam edilmiştir. Daha da ileri gidip şunu da söylersek abartmış olmayız: Emperyalist güçler bu tür hareketlerin ülke yönetimlerine gelmesini engellemek için, o çok dillerine doladıkları fahiş insan hakları ihlallerine rağmen, yerli kuklalarını her yönden destekleyerek işbaşında tutmuşlardır. Mısır bunun en canlı örneklerinden birisidir. Tüm baskılar ve uzun sindirme süreçlerine rağmen, Üstad Mevdudi’nin kendi hareketi Cemaati İslami için tasvir ettiği bir şekilde Müslüman Kardeşler hareketi de “aynen suyun mecrasını bulup, dağlar taşlar, derin vadiler içerisinden akıp gitmesi gibi” heyecanını kaybetmeden günümüze kadar gelmiştir. Yine bütün olumsuz şartlara rağmen Müslüman Kardeşler hareketi Mısır dışına da taşıp Arap Âlemi içerisinde çeşitli ülkelerde yapılanmıştır. Zaten bu yapılanmadan dolayı bugün Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya bir “İhvan” kuşağı şekillenmektedir. 47 Sivil Bakış Müslüman Kardeşler, önceleri orta sınıfın temsil edildiği iyiliğe davet temelli bir hareket olarak görülür. Süreç içerisinde ise bir taraftan halk içerisindeki örgütlenmesini her tabakada yaygınlaştırmaya çalışırken siyasi refleksler de vermeye başlar. Sivil Bakış Sivil Bakış Dünya Gündemi Dünya »»Müslüman Kardeşlerin Mübarek’in devrilmeline neden olan Tahrir devrimindeki etkin rolü tartışılamaz. Şu da var ki yılların hareket üzerinde oluşturduğu psikolojik korkunun izleri hala hissedilmektedir. İhvan liderleri Mübarek gitmesine rağmen “Yüksek Askeri Konsey” ile temsil edilen rejime karşı hala ihtiyatı elden bırakmamaktadır. Arap ülkelerinin birçoğunda özellikle de Filistin ( Hamas) Ürdün, Suriye, Cezayir, Sudan’da örgütlü yerel “İhvanlar” vardır. Ayrıca Filipinlerde Moro İslami Kurtuluş Cephesi ( Kurucusu rahmetli Selamet Haşim Mısır’da kalmış ve İhvan’dan etkilemişti) ve İran’da Şah dönemi “Fedaiyanı İslam” örgütü kurucusu Nevap Safavi örneklerinde olduğu üzere İslam dünyası üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Güçlü literatürü ile İslam dünyasında büyük kitleleri düşünsel bazda da etkilemiştir. Müslüman Kardeşlerin küresel İslami dayanışma temelinde Türkiye’den Milli Görüş camiası ve Pakistan’dan Cemaati İslami ile de on yıllara sâri yakın ilişkileri olmuştur. Müslüman Kardeşler siyasi parti olmamasına rağmen kuruluşundan bir müddet sonra siyasi kanatları ile politik sürece dâhil olmuştur. Mısır’da yasaklı olmasına ve sınırlayıcı baskılara rağmen siyasi işbirlikleri ve bağımsız aday platformlarından siyaset yapmıştır. Hem cemaat olarak ve hem de siyasi faaliyet olarak canlılığını muhafaza etmiştir. 48 Sivil Bakış Kuruluşundan bu tarafa “İhvan” ile ilgili bir hususu belirtmekte fayda var: İçinden geçtiği olağanüstü zor süreç ve şartlar “cemaati” zamanla daha “ılımlı” bir çizgiye çekmiştir. Müslüman Kardeşlerin Mübarek’in devrilmesine neden olan Tahrir devrimindeki etkin rolü tartışılamaz. Şu da var ki yılların hareket üzerinde oluşturduğu psikolojik korkunun izleri hala hissedilmektedir. İhvan liderleri Mübarek gitmesine rağmen “Yüksek Askeri Konsey” ile temsil edi- len rejime karşı hala ihtiyatı elden bırakmamaktadır. Müslüman Kardeşlerin on yıllar boyunca bir şekilde bastırılan gücü Mübarek sonrası yapılan seçimlerde kendisini göstermiştir. “Cemaat”in Partisi olan Hürriyet ve Adalet Partisi anlaşılması zor bir seçim sisteminden yüzde 45 gibi bir oy alarak birinci parti olarak çıkmıştır. Ama yine sistem gereği henüz iktidarı kesinleşmemiştir. Burada bir noktanın altını çizmekte fayda var: Müslüman Kardeşler, uzun yıllar sonra da olsa ve tabi ki ülkenin şartları gereği, bu parlamenter başarıyı “dini / siyasi” bir “cemaat” olarak elde etmişlerdir. Henüz siyasi parti ile cemaat arasında bir ayrıştırma söz konusu değildir. Önlerinde yeni anayasa oluşturma ve devlet başkanını seçme gibi önemli sınavlar olmasına rağmen iktidara oldukça yakın gözüken “İhvan”ı ciddi sorunlar beklemektedir. Öncelikle içeride ordu, Selefiler, Kıptilere karşı iktidar mücadelesi vereceklerdir. Bu mücadele esnasında bölünme ve parçalanmalar yaşayabilirler. Önemli sorunlardan birisi de “Cemaat” olarak mı yoksa “siyasi parti” olarak mı devam edeceklerine karar vermelidirler. İktidar olmaları durumunda önemli hususlardan birisi de, Mübarek’in devrilmesinden bu tarafa bir türlü sağlanamayan istikrardan dolayı ülke iflasın eşiğine gelmiş olmasıdır. Ülke her geçen gün uluslararası rekabette geri düşmektedir. Ayrıca milyonlarca yoksulun bulunduğu ülkede sosyal adaleti sağlama da müşkül bir görev olacaktır. a Gündemi Yine de Mübarek’in pençesinden kurtulup “küresel finansman akbabalarına” yem olmamaları gerekir. Ülkeyi yönetmek için yeterli ve yetkin kadrolara sahip olup olmadıkları da büyük bir soru işaretidir. Dışarıda ise İsrail ve Amerika ile ilişkiler büyük önem kazanacaktır. Uluslararası güçlerin Mısır ile ilişkilerinde İsrail adeta turnusol olacaktır. Zayıf bir ekonomi ile güçlü bir dış politika nasıl geliştirecekler merak konusudur. »»İktidar olmaları durumunda önemli hususlardan birisi de, Mübarek’in devrilmesinden bu tarafa bir türlü sağlanamayan istikrardan dolayı ülke iflasın eşiğine gelmiş olmasıdır. Ülke her geçen gün uluslararası rekabette geri düşmektedir. Ayrıca milyonlarca yoksulun bulunduğu ülkede sosyal adaleti sağlama da müşkül bir görev olacaktır. Belki de Mısır’ın kaynaklarını yerli yerinde kullanarak büyük bir kalkınma hızı yakalayacaklardır. Tüm bu soruların cevabını zaman verecektir. Sivil Bakış çok yakın Müslüman kardeşleri çok çetin bir iktidar sınavı beklemektedir: Başarılı olmaları durumunda genelde İslam dünyası özelde ise Arap dünyasına bir örneklik teşkil edeceklerdir. Siyasi İslam’ın, özellikle de uzantılarının bulunduğu ülkelerde, yükselmesine neden olacaklardır. Arap dünyasında lider konumuna gelip İslam dünyasında öne çıkacaklardır. Başarısızlık durumunda ise tüm hesaplarını yeniden yapmak durumunda kalacaklar, başarısızlıkları siyasi İslam’ın başarısızlığı addedilecektir. Muhataralı bir süreçten geçmekte olan Mısır’da Müslüman Kardeşler çetin bir iktidar sınavı verecektir. 49 Sivil Bakış Uzun bir yolun sonunda iktidar imkânını elde etmeye Teorik Katkılar Sivil Bakış Teori Prof. Dr. Muhammed Bedi Müslüman Kardeşler Genel Mürşidi Çeviri: Osman Karakurt Dünden Bugüne Mısır »»Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında kadına çizilen imaj olan “cumhuriyet kadını” imajı basit bir “kurtuluş” mitolojisine dayanır; kadının kamusal alanda erkeklerle eşit haklara sahip olmak suretiyle geleneksel bağlarından koparak özgürleştirilmesi, modernleşmesi, çağdaşlaşması yani “kurtuluşu”. 50 Sivil Bakış Geçen yıldan bu yana Mısır’ın tanık olduğu fevkâlade olaylar Allah’ın izniyle Mısır’ın çehresini değiştirmiş ve değiştirmeye devam edecektir. Mısır beyaz devrimi ile kendi asıl sahiplerine döndükten sonra yeniden tarihini yazacaktır. Bu devrim, onlarca yıl boyunca sinemize kâbus gibi oturup bütün mukaddesatını çiğneyerek, servet edinmeyi yasaklayan, özgürlüklere zincir vuran, enerjileri baltalayan, şerefli insanlara suç isnad eden, evlatlarını katleden, yasaları hiçe sayan, halkının irade ve arzularını tezvir ve tahrif eden iğrenç diktatörün tahtını alaşağı etmiştir. Müslüman kardeşler olarak; eski rejimi bu gidişatın sonuçlarının çok kötü olacağı yolunda tekrar tekrar uyardık ve ikaz ettik. “Mısır için Diyalog” ismi altında Mısır Ulusal güçleri ile çok sayıda toplantılar tertipledik. Bunlardan üçü; 2011 seçimlerinden hemen önce, dördüncüsü ise seçimlere hile karıştırılmasından sonra idi. Bu seçimlerde rejim tarafından yapılan uygulamalardaki skandalı gün yüzüne çıkardık ve bütün bu cinayetlerden bizzat diktatörü sorumlu tuttuk. Ancak O, ısrarla zulüm ve baskılarını sürdürdü. Mübarek devriminin başarılı olmasından sonra, beşinci buluşmanın sağlanmasını Cenab-ı Hakk diledi. Halkımızı korumak,devriminin bütün arzularını talep etmek,şerefli ve ihlaslı tüm vatan evlatlarının katılımı ile el ele yolumuza devam ederek yakında “Mısır için Diyalog” minvâlı üzerinde yürümeye devam edeceğiz. Hapishanelerdeki sayıları 40 bini aşmış olan müslüman kardeşler; ve onlara ortalama 15 bin yıl hüküm giydiren eski rejime ve baskılarına, haksız yere tutuklamalarına karşı direnmiş, ve bütün bu zulmün karşısında ecirlerini Allah-û Teala’dan niyaz etmişlerdir. Rejimin bu zulmüne, ve baskılarından yılmadan birçok cadde ve meydanlara inerek gösteri yapmamıza, kendisi ve uygulamalarını red etmemize engel olamamıştır. Özellikle iyileştirme isteğimize, olağanüstü hal durumunun uzatılması reddi, anayasanın değiştirilmesi, hakimlerin dövülmemesi, Gazze’ye yapılan saldırıların durdurulması, Mısır’ın halkını ve milli güvenliğini ilgilendiren kader davalarını istememize engel olamamıştır. rik Katkılar kardeşler bunu hep red ettiler. 23 Ocak 2011 tarihli beyanatlarımızda bu hususu ifade ettik. Bunu takip eden bildirilerimiz sâbık rejime karşı,kutlu devrimle sağlam ve sabit tutumumuzun bir kanıtıdır. Bu bir minnet değil, bilakis Rabbimizin rızası ve halkımızla olan sevgiden kaynaklanan, yapmamız gereken bir hak ve görevdir. Parlamentodaki vekillerimiz kanalı ile, rejimin skandal uygulamalarına karşı fiilî uslupla direndik. Vekillerimiz, parlamentoda herkesin hayranlığını kazanan, güzel örnek olmuş ve Mısır’ın problemlerinin çözümü için teklifler sunmuşlardır, fakat her seferinde rejim partisi üyeleri tarafından otomatikman red edilmiştir. »»Geçen yıl, Mübarek devriminin isteklerinden bir çoğunun gerçekleştiğine tanık olmuştur. Zira eski rejimin başını ve çok sayıdaki rejim zebanilerinin yıkılması sağlanmış, kötü bir isme sahip olan,zulum ve baskının büyük ölçüde yayılmasına sebep olan devlet güvenlik teşkilatının dağılması sağlanmıştır. Şüphesiz ki, bu zulüm, baskı, tezvir ve bozukluğun şiddeti, Mısırlıların duygularını galeyâna getiren yakıt olmuştur. Zira bastırılan ve yıllarca biriken bu duygular, korkunç bir güce dönüşmüş, zalimlere karşı koymak üzere harekete geçmiş, tahtlarını yerle bir etmiş; yine Rabbimizin Kur’an-ı Kerimdeki şu vaadi tahakkuk etmiştir: “De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır Senin elindedir. Şüphesiz Sen herşeye hakkıyla gücü yetensin.” (Al-i İmran:26) Kutlu devrim, ilk gününden itibaren, tam ortasında ve içinde müslüman kardeşlerin olduğu halde meydana geldi. Eski yönetim tüm illerdeki müslüman kardeş yetkililerini çağırtarak, bu devrime katılmamızı engellemeye ve gösterilere katılmamaları yolunda teşebbüste bulundu ise de, müslüman Geçen yıl, Mübarek devriminin isteklerinden bir çoğunun gerçekleştiğine tanık olmuştur. Zira eski rejimin başını ve çok sayıdaki rejim zebanilerinin yıkılması sağlanmış, kötü bir isme sahip olan,zulum ve baskının büyük ölçüde yayılmasına sebep olan devlet güvenlik teşkilatının dağılması sağlanmıştır. Nitekim bozuk parlamento ve şûrâ konseyinin dağılması temin edilmiştir. Eski yönetim sembolleri yargı önüne tevdi edilmiş ve miras yoluyla elde edilmesini öngören kusurlu anayasanın değiştirilmeme gayretlerinin önüne geçilerek iptali sağlanmıştır. Tam bir yargı kontrolünde parlamento seçimleri yapılmıştır. Artık hür ve nezih bir seçimle oluşan halkın iradesini ifade eden bir parlamentomuz olacaktır. İlk defa on milyonlarca Mısırlı seçmen, ülkelerinin yapımında seslerinin ehemmiyetini idrak ederek seçimlere katılmıştır. Yine ilk kez halkın iradesi diğerlerine galip gelmiştir. Halkımız kendilerinin sesi olacak temsilcileri seçerek ülkelerinin geleceğini imal etme aktivitelerini iştirak etmiştir. İlk defa halkın emirleri doğrultusunda bakan ve bakanlar sorgulanacaktır. Şûrâ konseyinin ilk tur seçimleri tamamlanmış, Allah’ın izniyle ikinci tur seçimleri vaktinde yapılacaktır. Başkanlık seçimlerinin adaylık süresi ileri çekilmiştir. Bundan amaç; kayıp olan yıllardan sonra sevgili ülkemizde seçilen kurumlar birkaç hafta sonra toplanabilsin. Vatanperverlik temelleri ve ilkeleri üzerinde kurulu, modern demokratik devlet kurmaya, hukukun üstünlüğü, özgürlük,eşitlik,her türü ve tipi ile çoğunluk seçmen sandıkları kanalı ile otoritenin barışçıl yollarla el değiştirmesi, insan haklarına ve hürriyetlerine saygı gösterilmesi, din,dil, ırk ayrımı göstermeksizin bütün vatan 51 Sivil Bakış Hiç bir zaman bizimle gösterilere katılmayanları kınamadık. Bu duruş ve gösterilerden doğan zorlukların aslan payına katlandık. Şöyle ki; tek bir günde üç binden fazla müslüman kardeş tutuklandı, hatta bunların bir kısmı hapishanede ve seçim faaliyetlerinde öldürülmüştür. Yine temsilcilerimiz, meslekî sendikalar,üniversite öğretim üyeleri kurumlarında ve klüplerinde, talebe birliklerinde, Mısırın; müslüman,hristiyan,erkek,kadın tüm kesimlerini kapsayan Mısır vatandaşları ile iş birliği yapılması için önlerine parlak bir suret sunmuşlardır. Öyle ki; bu faaliyet, rejim zebanilerini çileden çıkarmış ve 15 seneden beri bu girişimi baltalamışlardır. Sivil Bakış Teorik Katkılar Sivil Bakış berimizin buyurduğu gibi “İnsanların en hayırlısı insanlara hayırlı olandır.” fermanı uyarınca başkalarının iyiliğini kendi iyiliğinden önce düşünür. İnsan için en güzel örnek olmaya çalışmak son derece önemlidir. Bu da eğitim ve sağlık hizmetleri sunmakla, bilimsel teknik ve meslekî alanlarda eğitim ve yetiştirme kurslarıyla ilgili plan Devlet daireleri ve kurumlarınve programlar hazırlamakla gerçekdaki her türlü yolsuzlukla savaşmak, leşir. Ve böylece toplumun ihtiyaçları mevki ve makamlarına, nitelikleriiktisadî ve sosyal kalkınma amaçları ne bakmaksızın bozguncuları hesaba »»“İyilik ve takvâ üzerinde sağlarlar. Çağdaş gelişmelere ayak çekmek, bunlar arasındaki canilerin uydurmuş olur. Teknolojik yenilikler, yardımlaşınız. Kötülük ve adilâne ve ivedilikle yargılanmaları, icat, bilimsel ve kültürel kalkınmalarşehitler için derhâl kısasa başvuruldüşmanlık üzerinde yardımla sağlanmış olur. Maddi ve manevi bu ması, yaralı vatandaşların haklarının iki temel ile birey ve toplum Allah’ın laşmayınız.” verilmesi, geçim seviyesi son derece izniyle parlak gelecek ufuklara doğru düşük olan vatandaşların hayat şartkanat açar. Şimdi, hep birlikte göğüs larının düzeltilmesi ve iyileştirilmesi, germemiz gereken bir çok problem yoksulluk ve işsizlik belirtilerinin orönümüzde mevcuttur. Eski rejim atıkları, devlet güvenlik tadan kaldırılması, Mısır’ın her köşesinde yaşayan vatandaşa ajanları, eski yönetim imalatı menfaatperest işadamları, ve huzur ve güven verilmesi, güvenlik teşkilatlarının yeniden ya- onlara bağlı devrim ve müktesabatına karşı ayaklanmayı teşpılandırılması, teşkilatın baskı ve zulüm gibi hatalı anlamının vik eden bazı medya grupları bunların başında gelmektedir. değiştirilmesi, rolü sadece vatanı korumaya, vatandaşlara Bu zümreler toplu veya bireysel olarak demokratik değişim huzur ve güven sağlamaya munhasırdır. Her tür görüşlerin, si- seyrini baltalamak, kargaşaya sebebiyet vermek, insanları yasal, fikrî, hukukî, sosyal, kültürel, ve ülkedeki sivil toplum ümitsizliğe itmek için kriz üzerine kriz meydana getirmektekuruluşlarının önündeki engeller kaldırılmalıdır ki, herkes işi- dirler. Bu hayalperestler, masum şehit kanlarının halk irade ni ve görevini yerine getirebilsin, görüş ve kendi yolunu ifade tohumlarını suladığını, özgürlük ağacının gelişip büyüdüğünü, edebilsin. Vatanı için görevini, hürce, serbestçe yapabilsin ki bunu kökünden söküp atmanın veya etrafında toplanmanın malik olduğu ülkesinin kuruluşlarını himâye etmede katkıda veya başka bir şey ile aldatmanın güç olduğunu unutuyorbulunsun, şanını yüceltsin. Aynı zamanda sevgi, saygı, kültü- lar. Halkın iradesini hafife almamak ve onun sesini dinlemek rü, hoşgörülülüğü egemen kılmak; karşılıklı saygıya dayanan hepimizin bir görevidir. Bu çerçevede hareket etmeliyiz. bütün ulus evlatları arasında ortak yaşamanın zorunluluğu Kendinde halklara karşı koyma gücünü gören her grup, suyun kaçınılmazdır. Zira halkın arzuları ve yöneticilerin görevi bu akışına karşı yönde yüzmeye çalışmamalıdır. Geçmişten ders yöndedir. Krizlerden kurtulmamız ve kalkınmamızın gerçek- çıkararak ibret almaları gerekir. Güzel Mısır’ımıza en iyisileşmesi için yegâne yol budur. ni vermek için birbirimizle yarışalım. Ülkemizin kalkınması, Değerli Mısır halkımız, dinini koruyacak, memleketinin yücelmesi ve yükselmesi, yeniden inşâası, güven, huzur ve bekçiliğini yapacak, ülkesini koruyup kollayacak, iç ve dış istikrara kavuşması, ve hak ettiği yere ulaşması için işbirliği güvenliğini muhafaza edecek, yargı hükümlerine saygı du- yapalım ki, büyük mazimiz ve asil tarihimizi Allah’ın izniyyacak ve uygulayacak, adalet ve sosyal adalet değerlerine le parlak geleceğimiz ile birleştirelim. Hep birlikte Mısır’ı sahip çıkacak, fazilet ve ahlakî erdemlerini neşredecek, ya- yeniden inşa edelim. Nitekim eski firavun medeniyetini biz şam yollarını kolaylaştıracak, ve uzman kadrolardan vazife yaptık. Kıpti ve Büyük İslam Uygarlığını biz inşa ettik. Mısır, ve görev başına geçecek kimseleri aramaktadır. Şüphesiz ki, bütün uygarlıkların iksirini, özünü toplayarak, onu içine sinen değerli servetimiz beşerî servetimizdir. Bunları değerlen- dirmeye, Asıl Mısır karışımı ve kokusu ile gıda ve şifa olan bal dirmek ve geliştirmek, güzel bir şekilde yönlendirmek ve kol- üretmeye muktedirdir. 52 Sivil Bakış evlatları arasında özgürlük, eşitlik ve adaletin yayılması, bütün vatandaşlar arasında tevafuk yoluyla onlarca ve hatta yüzyilyıllarca sürecek gerçek kalkınma ihtiyaçlarına cevap verebilecek ülkenin yeni anayasasını hazırlamaya çalışmaktayız. Zira anayasalar çoğunlukla değiltevafukla hazırlanır. lamak hepimizin görevidir. Böyle bir nesil, vatan ve millet çıkarlarını kendi öz çıkarlarına tercih eder. Diri bir vicdan ve sağlam bir fıtrat ile canını bu uğurda feda eder, yasalar ve kontrol korkusundan önce Allah’tan korkar. Sevgili Peygam- Cenab-ı Allah güzel vatanımızı her türlü kötülükten korusun kalkınması ve ilerlemesi için gerekli çabaları harcama gücünü bize ihsan eylesin. Sivil Bakış FİLM TANITIM V FOR VENDETTA V FOR VENDETTA Filmde bir yandan bir sene içinde halkın uyanışına, yönetimin gerildikçe baskıyı arttırmasına, özgürlük için gerekli temellerin atılmasına, dedektif Finch’in (Stephen Rea) V’nin ve despot rejimin sırlarını araştırmasına, diktatörlüğün doğuşu ve gelişmesine tanık olurken; diğer yandan Evey’in V’yi ve kendini tanıması, yönetimin kişisel yaşama saldırısı, özgürlüklerin korkulara kurban edilmesi anlatılmaktadır. 53 Sivil Bakış Hikâye; geleceğin İngiltere’sinde (2020) geçmektedir. Diktatör bir rejime bireysel bir başkaldırının nasıl toplumsal hale geldiğini gösterir. Geleceğin İngiltere’sinde geçen filmde terör olaylarında büyük kayıplar verdikten sonra kurtuluşu baskıcı bir yönetimde bulan İngiliz halkının uyanış öyküsü anlatılmaktadır. V’nin Remember, remember, the fifth of november! (Hatırla, 5 Kasımı hatırla!) sloganı ve gerçekleştirdiği eylemler yönetimi ve halkı hareketlendirir. (5 Kasım1605; Guy Fawkes’un İngiliz Parlamento Sarayını havaya uçurma girişiminin tarihidir.) Sadece kapalı devre TV yayını yapılan İngiltere’de yayıncı kuruluşu basar ve bir sonraki sene 5 Kasım’da herşeyin değişeceğini ve onun gibi düşünen herkesin sonraki sene 5 Kasım’da Parlemento Binası’nın önünde toplanmasını ister. Dünya Basının Dünya Basınından Makaleler MAKALE Sivil Bakış Muhammad ZAHİD Al Hayat Türkiye ve Arap Ülkelerinin Stratejik İşbirliği ve Orta Doğudaki Krizlerin Çözümündeki Kilit Rolü 54 Sivil Bakış »»Bazı toplumlar fikir, akıl, kanaat, yaşamlarındaki insicam, gönül,vicdan ve sevgi gibi unsurları beraber taşırlar. Hür bir ortam yakaladıklarında tek millet haline gelirler. Denilir ki tarih aynen tekerrür etmez. Ülkelerin, Milletlerin ve Halkların karşı karşıya kaldığı tehditler, sorunlar, krizler ve olaylar genellikle benzerlik oluştururlar. Farz edelim ki çözüm yolları ve tedavi yöntemleri benzerlik göstersinler. Bu benzerlikler ya toplumların birbirlerine benzemelerine veya milletlerin zekâ durumlarına ve başarılı yöneticilerle alakalıdır. Çünkü bir takım zaaflardan ve bozulmalardan sonra olaylar tabi hallerinde seyreder. Bazı toplumların ve milletlerin kaderleri ile diğer milletlerin in tarihi seyri örtüşür. Bazı toplumlar fikir, akıl, kanaat, yaşamlarında ki insicam, gönül,vicdan ve sevgi gibi unsurları beraber taşırlar. Hür bir ortam yakaladıklarında tek millet haline gelirler. Sanki tek bir kalp tek bir akıl ve bir beden gibi kolaylıkla bir siyasi çatı altında toplanırlar. Ne kadar dış baskı, ihtilaf- »»Türklerle Araplar gelişmede ve reformlarda tek bir kalkınma projesinde birleşiyorlar. Türkler hem tarihte hem de şu anda birçok krizler ve sorunlarla karşı karşıya gelmiştir. Bu sorunların çözümü noktasında Araplarla anlaşıp onlara yaklaşmaktan başka çıkış yolunun olmadığını görmüşlerdir. Bu kez Araplar kendilerini aynı konumda yani sorunlarının çözümü noktasındaki zaafları neticesinde Türklerle anlaşıp onlara yaklaşmaktan başka alternatiflerinin olmadığını görmüşlerdir. lar, milliyetçilik ve entrikalar olursa olsun bunları bir birlerinden ayıramaz. Onlar her şeye rağmen birindeki zaafın diğeri içinde zaaf olacağını bilirler. Onların arasını ayıracak çok önemli unsurların bulunması gerekir. İki ayrı millet veya ayrı devlet ve vatanlarda da olsalar bir yerde birleşmeleri onların zaafını giderir. Aralarında birlik olmalarından başka seçenekleri de yoktur. Aksi halde karşılarında düşmanı bulurlar. Türklerin ve Arapların Kader Birliği Türklerle Araplar arasındaki bu yakınlık aralarında ki ilişkilerle bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Türklerle Araplar gelişmede ve reformlarda tek bir kalkınma projesinde birleşiyorlar. Türkler hem tarihte hem de şu anda birçok krizler ve sorunlarla karşı karşıya gelmiştir. Bu sorunların çözümü noktasında ndan Makaleler Sivil Bakış Araplarla anlaşıp onlara yaklaşmaktan başka çıkış yolunun olmadığını görmüşlerdir. Bu kez Araplar kendilerini aynı konumda yani sorunlarının çözümü noktasındaki zaafları neticesinde Türklerle anlaşıp onlara yaklaşmaktan başka alternatiflerinin olmadığını görmüşlerdir. Bu onların sadece din birliği ve tek ümmet olma ruhunu paylaşmalarından kaynaklanmamaktadır. Aynı tarih ve kaderi paylaşmaları sebebiyledir. Bunun ilk örneği Abbasilerin en güçlü dönemlerinde Türklerin sivil devletin ve askeriyenin en üst makamlarında Araplar tarafından hiçbir yadırgamaya muhatap olmadan bulunmalarıdır. Abbasi Devleti siyasi etkinliğini kaybedince Osmanlılar İslam Devletinin bekasının sorumluluğunu alıp Arapları dışlamayarak tüm Osmanlı devletlerinde olduğu gibi Arap ülkelerine ve Arap toplumlarına karşıda aynı hak ve sorumluluklarını yerine fazlasıyla getirdiler. Türkler ve Araplar askeri, siyasi ve tüm sivil alanlarda bir birleriyle her durum da birinin diğerinin iç işlerine karıştığına ve bir birlerini istila etme düşüncesine kapılmadan sürekli rolleri paylaştılar. Bugün Türkler ve Araplar uluslar arası, bölgesel ve kendi içlerinden büyük tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu tehditlerin bir kısmı açık diğer bir kısmı ise el altından yapılmasına rağmen tehditler kendi aralarında ittifak ha- linde bulunmaktadırlar. Bu tehditlerin başında Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler gelmektedir. Bu işgaller bölgede çözülmesi zor kötü şartlar oluşturmuştur. Bölgenin işgal döneminde ahlaken, kanunen ve siyaseten tüm sorumlulukları üstlendiğini söyleyen Koalisyonu oluşturan devletler bu savaşların ardından oluşan konumdan en çok kazanan ve hatta tek kazanan olmuşlardır. Bununla beraber bölge ülkelerine rağmen bu bölgeye hâkim olmak isteyen İran İslam cumhuriyeti de aynı şekilde kazanan taraf olmuştur. Geçtiğimiz dönemde uzun yıllar devam eden ve çok acı sonuçlar doğuran savaşların bölge ülkelerindeki neticelerini hafifletmesi beklenen bir devletin yapması gereken bu olmamalıydı. Bu durum oldukça endişe verici bir konum arz etmektedir. İran’ın Irak’a komşu Arap ülkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti ile yardımlaşması gerekirken İran İslam Cumhuriyeti Iraktaki Maliki Hükümeti ile iş birliği yapıp bölgede ve Irakta bulunan diğer siyasi güç sahiplerine aldırış etmeden bölgede gerginliği artırarak hâkimiyet kurmaya çalışmaktadır. Hatta bütün gücüyle Irakta, Basra körfezinde ve diğer Arap ülkelerinin işlerine karışma noktasında elindeki tüm kozları kullanmaktadır. Buna örnek olarak Suudi Arabistan’ı, Kuveyt’i, 55 Sivil Bakış »» Bugün Türkler ve Araplar uluslar arası, bölgesel ve kendi içlerinden büyük tehditlerle karşı karşıyadırlar. Bu tehditlerin bir kısmı açık diğer bir kısmı ise el altından yapılmasına rağmen tehditler kendi aralarında ittifak halinde bulunmaktadırlar. Bu tehditlerin başında Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi ile ortaya çıkan bölgedeki gelişmeler gelmektedir. Dünya Basının Dünya Basınından Makaleler Sivil Bakış 56 Sivil Bakış Yemeni, Lübnan’ı, Suriye’yi ve hatta Arap Baharı direnişinin başarıyla sonuçlanmasından ve İslamcıların yönetime hâkim olmasından sonra Kuzey Afrika Ülkelerini sayabiliriz. »»Türkiye Hükümeti Maliki başkanlığındaki Hükümetin izlediği bu kabul edilmez tutumu anlayınca Maliki’yi bölgede bir iç savaş çıkarmaması hususunda uyardı. Türkiye Irak’ın iç işlerine karışmıyor ancak Maliki Hükümetinin Irakta tek başına siyasi bir yönetim oluşturmasının tehlikesini ortaya koyuyor. Irak yönetiminde Sünni siyasilerinde yer almasını bildiriyor. Şüphesiz Amerika Birleşik Devletlerinin Afganistan ve Irak’ı işgali İran Hükümetleri ile koordineli ve dayanışma içerisinde gerçekleşmiştir. Bunu İran’ın üst düzey yetkilileri beyan etmişlerdir. Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir bazı araştırmalar bunu ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri bu savaşlardan sonra bir kısım gölgeleri işgal etmek istiyordu. Amerika Birleşik Devletlerindeki bir kısım orta doğu uzmanları Amerika’nın Sünni devletlere değil bilakis şii devletlere güvenerek bunu yapmasını hararetle tavsiye ettiler. 11 Eylül 2001 Amerika Birleşik Devlerindeki saldırıları gerçekleştirenlerin Sünni devletler olması buna delil olabilir. Amerika’nın bu olayları araştırma noktasındaki tavrı ve hemen olayları Sünni devletlerin yaptığını kabullenmesi bunun açık bir göstergesidir. Olayları bu şekilde kabullendikten sonra da Irak’a girmeden önce askeri ve siyasi açıdan bölgedeki şii İslam siyaseti yürüten guruplara güvenerek hareket etti. Irakta yönetimin başına bu hareketlerin geçmesini bizzat Amerika sağladı. Bunu yaparken de bölgeyi kontrol altına almada İran’la yardımlaşmak için bölgede şii hâkimiyetine zemin hazırladı. Bütün bu yaptıklarını bir taraftan İran’ın gölgesinde bulunan haliç körfezinin kendisi açısından daha garanti olacağını düşünerek yaptı. Birliğin Önündeki Bloklar: Şiilik Siyaseti, Çin ve Rusya Türkiye Hükümeti Maliki başkanlığındaki Hükümetin izlediği bu kabul edilmez tutumu anlayınca Maliki’yi bölgede bir iç savaş çıkarmaması hususunda uyardı. Türkiye Irak’ın iç işlerine karışmıyor ancak Maliki Hükümetinin Irakta tek başına siyasi bir yönetim oluşturmasının tehlikesini ortaya koyuyor. Irak yönetiminde Sünni siyasilerinde yer almasını bildiriyor. Suudi Arabistan yönetimi de Amerika’nın Irakta dosyaları karıştırdığını ve yönetimi aşırı şii guruplara teslim ettiğini ve şüphesiz Amerika’nın kendisinin ülkeden çekildikten sonra Irakta tüm farklı gurupları kapsayan sivil bir yönetim kurulacak vaatlerinin buharlaştığı anladı. Suriye’nin içerisindeki belirsizlik durumu bölgedeki ger- ndan Makaleler Ancak bu girişimlere bizzat Suriye yönetimi engel oldu. Taki Türkler ve Araplar Suriye Yönetimine karşı güvenlerini yitirdiler. İran Suriye deki Beşşar Esat yönetimini düşmekten korumak için bölgedeki sorunları yeniden kaşıyarak ve hatta yeni krizler çıkararak bölgeyi savunma hakkına sahip değildir. Gerekli olan Türklerin, Arapların ve İranlıların yardımlaşarak asker ve güvenlik kuvvetleri ile tüm çabasını harcamasına rağmen girişimlerinin tamamı başarısız olan Esat yönetimini düşürmek olmalıdır. Şayet İranlılar bunu reddetmeye devam ederlerse o zaman Türkiye ve Körfez ülkelerine diğer Arap devletleri ve Kuzey Afrika ülkeleri bunların başında da Mısır olmak üzere üçlü bir koalisyon oluşturarak bu bölgeyi ve halklarını tüm dış müdahalelerden ve bölgesel çatışmalardan korumaları gerekir. »»Şayet Türkiye siyaseti İran İslam Cumhuriyetine ve aynı zamanda da Körfez Ülkelerine ekonomik açılım noktasında en büyük payı elde etmek istiyorsa bu durumda tüm bölge ülkelerinde ve halklarında siyasi, sosyal, fikri, güven ve istikrar açısından güvence oluşturması gerekir. Şüphesiz Şii hilali güneyinde bulunan Sünni Arapları tehdit etmekle kalmıyor kuzeyindeki Sünni Türkleri de tehdit ediyor. Yani Şii Hilali güneyden Arapları ve kuzeyden de Türkleri kapsamaktadır. Jeo politik açıdan bölgenin İran, Irak, Suriye ve Lübnan’daki Hizbullah tarafından kuşatılmasının kabul edilir bir şey olmadığının bu planı yapanlar tarafından bilinmesi gerekirdi. İlk önce Türklere ve Araplara karşı karşıya oldukları bu durum karşısında stratejik olarak birleşmeleri gerekmektedir. Bölgede İslam Ümmetine hiçbir fayda sağlamayacak bir iç savaş çıkarmak ve İslam Ümmetine açık bir tehlike oluşturacak bir vebalden başka bir şeye yaramayacak olan mezhebe dayalı bir iç savaş oluşturmak için siyasi ve askeri gücünü kullanmaya çalışan ahmak siyasetçileri uyarmak gerekmektedir. Türklerin ve Arapların kaderi bölgelerini ve milletlerini korumaktır. Bölgenin yönetimini ele alıp bölgeyi zifiri karanlığa ve belirsizliğe sürükleyecek mihraklara müsaade etmemektir. Şayet Türkiye siyaseti İran İslam Cumhuriyetine ve aynı zamanda da Körfez Ülkelerine ekonomik açılım noktasında en büyük payı elde etmek istiyorsa bu durumda tüm bölge ülkelerinde ve halklarında siyasi, sosyal, fikri, güven ve istikrar açısından güvence oluşturması gerekir. Bu ülkelerin toplumlarının kendi geleceklerini kendilerinin tayin etmesi ve siyasi yönetimlerini oluşturması noktasında dışarıdan hiçbir kimsenin işlerine karışmayıp onlara da bu oluşumda engel olunmaması noktasında yardım etmeli. Özelliklede Suriye deki krizin çözümü için. Tüm bölge ülkeleri ve bunların başında da Türkiye ve Suudi Arabistan Suriye’deki krizin çıktığı zaman bu krizi barışçıl ve reformlarla çözmeye çaba göstermişlerdi. Bölgeden özellikle de krizlerin kuşattığı bu dönemde sorunlarını kendilerinin halletmeleri beklenir. Bölgedeki istikrarı sağlamak için Türkiye ve Körfez Ülkelerinin ittifakı ilk ve zaruri bir adımdır. Bu girişim Mısır başta olmak üzere bölge halkından bu oluşuma ortaklar bulma noktasında etkin bir ittifaktır. Sonra bu ittifak uluslar arası devletlerle anlaşarak Suriye başta olmak üzere bölgedeki tüm krizleri çözme yolunda çalışmaktır. Şayet Türkiye ve Körfez ülkelerinin heyetleri Rusya ve Çin ile gerekli diplomatik ilişki kurulabilseydi, ve bölgenin istikrarı için projelerini götürselerdi Suriye deki kriz bugüne kadar devam etmezdi. Çünkü Rusya’nın hedefi Suriye ‘ye batılı devletlerin girmesini önlemektir. Rusya’nın bu konudaki hassasiyeti Batıyladır yoksa mutlak olarak Esat Yönetimini korumayı amaçlamamaktadır. Rusya’nın bugünkü konumunun değişmesi özel çözüm yolları sunmaktan daha ziyade Uluslar arası güçlü bir baskıya ihtiyaç vardır. İstibdat yönetiminden kurtulma yönündeki halkların istekleriyle siyaset belirlenemez. Rusya’nın anlayacağı bir dilde baskı yapmaya ancak stratejik ortaklık oluşturan Türkiye ve Arapların gücü yeter. Türkler ve Araplar dünya çapında etkileyici bir ekonomik güce de sahip değilseler bile, tüketimden kaynaklanan güçlerini bir araya getirseler bile , bu ortak gücün hedeflerine ulaşması daha kolay olacaktır. Şu an halklar ve bazı yönetimler düzeyinde bu bilinç oluşmamasın rağmen, hiçbir ayırım yapmadan tüm İslam coğrafyasının lehine olacağı açıktır. 57 Sivil Bakış ginliği biraz daha artırdı. Maliki ve Necat Hükümetleri ile Lübnan’daki Hizbullah Suriye deki Beşşar Esat yönetiminin devam etmesi için sürekli baskı yapmaktadırlar. Bu alanda uluslar arası platformlar dâhil olmak üzere tüm siyasi ve basın yayın alanındaki güçlerini sonuna kadar kullanmaktadır. Suriye deki göstericilerin aleyhine birçok şii milis kuvvetini savaşmak için harekete geçirmiştir. Arap bölgesine hâkim olma projesine engel olmamaları için onları kendisine düşman kabul etmektedir. Bunu coğrafik olarak Irandan Lübnan’a kadar uzanan şii hilalin oluşması yönünde bir adım olarak görmektedir. Sivil Bakış Tanıtım Sivil Bakış Tanıtım Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı »» Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşifler yeniden yapılan kopya örnekleriyle sunulmaktadır. Orijinal detaylarına sadık kalınarak hazırlanmış olan eserler miladi 8.-16. yüzyılların bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtmakta ve ziyaretçisine eşsiz bir bilimsel yolculuk fırsatı sunmaktadır. Prof. Dr. Fuat Sezgin İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı; İslam kültür ve medeniyetinin bilimsel mirasının daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve onu yeni nesillere en doğru şekilde aktarmak amacıyla Ağustos 2010 tarihinde İstanbul’da kurulmuş olan bağımsız, özel, kar amacı gütmeyen bir sivil toplum kuruluşudur. Başkanlığını işadamı Ethem Sancak’ın yaptığı Vakfın Mütevelli Heyetinde Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, AB Bakanı Egemen Bağış, Mardin Milletvekili ve eski İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Başbakan Müsteşarı Efkan Ala, Başbakan Başmüşaviri Bekir Karlığa, İstanbul Milli Eğitim Müdürü Muammer Yıldız, İstanbul İl Kültür Müdür Ahmet Emre Bilgili gibi iş, siyaset ve akademi dünyasından önde gelen kişiler bulunmaktadır. 58 Sivil Bakış Vakfın üstlendiği temel görevleri şöyledir: • İslam bilim ve teknolojisinin tarihsel zenginliğini ve birikimini geniş kitlelere tanıtmak amacıyla her türlü araştırma, eğitim ve yayın faaliyetinde bulunmak; • İslam bilimler tarihi konusunda ulusal ve uluslararası düzeyde etkinlikler, toplantılar, paneller, konferanslar, seminerler, çalıştaylar, anma günleri düzenlemek; • İstanbul’da İslam Bilim Tarihi Enstitüsü ve ihtisas kütüphanesi kurmak; • İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin sürekli gelişimini desteklemek; müzenin Türkiye içinde ve dışında tanıtımını sağlamak; Türkiye içinde ve dışında benzer müzelerin kurulmasına katkıda bulunmak; • İslam bilimler tarihinin başarılarının daha iyi tanınması ve anlaşılmasına yönelik işbirliği projeleri geliştirmek ve desteklemek. Prof. Dr. Fuat Sezgin Vakfın kurucusu ve isim babası olan Prof. Dr. Fuat Sezgin; hayatını İslam bilim tarihi araştırmalarına adamış, bu disiplinin yaşayan en büyük otoritesi olarak kabul edilen bir ilim adamıdır. 30 yıla yakın bir süredir çalışmalarını Frakfurt’ta bulunan Johann Wolfgang Goethe Üniversitesine bağlı Arapİslam Bilimler Tarihi Araştırmaları Enstitüsü’nde yürütmektedir. Prof. Sezgin’in şarkiyat çalışmaları için kaynak eser haline gelmiş ve hala aşılamamış olan Geschichte des Arabischen Schrifttums (Arap-İslam Edebiyatı Tarihi) eseri İslam’ın ilk döneminden itibaren dini ve tarihi edebiyattan coğrafya ve haritacılığa kadar bütün ana ve yan bilim dallarını konu edinmektedir. Prof. Sezgin’in İslam bilimler tarihinde eşsiz bir yere sahip olan bir diğer çalışması ise Coğrafya, Seyahatname, Matematik ve Astronomi, Tıp, Felsefe, Müzik, Nümizmatik, Tarih yazımcılığı, bilimler tasnifi ve diğer konularda yazılmış orijinal eserlerin tıpkıbasımları ile bu konuda araştırmalar yapmış olan bilim adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren 1300 cilt civarındaki külliyyattır. Prof. Sezgin, Suudi Arabistan Kral Faysal Vakfı’nın İslami Bilimler Ödülünü 1978 yılında alan ilk kişidir. Bu ve başka desteklerle Sezgin, 1982 yılında J.W.Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam Bilimleri Tarihi Enstitüsü’nü ve 1983’de İslam Bilim Tarihi Müzesini kurdu. Enstitüye bağlı olarak kurduğu müzede Sezgin, İslam kültür çevresinde yetişen bilim insanları tarafından yapılmış aletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı numunelerini sergilemektedir. Müzede bulunan objeleri tanıtmak ve İslam kültür çevresindeki bilimsel gelişmeyi göstermek için hazırladığı Wissenschaft und Technik im Islam isimli kataloğu 2003 yılında yayınlandı ve 2007 yılında İslam’da Bilim ve Teknik adıyla Türkçeye tercüme edildi. İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi 25 Mayıs 2008 tarihinde T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından resmi açılışı yapılmış olan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, İstanbul´un en güzel mekânlarından biri olan Gülhane Parkı´nda, eski saray duvarlarının Has Ahırlar kısmında 3500 m²’lik bir alana yayılmış olarak bulunmaktadır. İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi, Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından İslam yazma eserleri üzerinde on yıllar boyu yürütülen bilim-tarihsel yoğun araştırma faaliyetlerinin, keşif, rekonstrüksiyon ve teşhir çalışmalarının bir ürünüdür. Müzede Müslüman bilim adamlarının yüzyıllar boyu insanlığa armağan ettiği icat ve keşifler yeniden yapılan kopya örnekleriyle sunulmaktadır. Orijinal detaylarına sadık kalınarak hazırlanmış olan eserler miladi 8.-16. yüzyılların bilimsel ve teknik gelişmelerini yansıtmakta ve ziyaretçisine eşsiz bir bilimsel yolculuk fırsatı sunmaktadır. Müzenin temel misyonu; sergilenen alet ve cihazların sağlayacağı somut etkilerle İslam kültür dünyasının sekiz asırlık yerini belirtmeğe çalışmak, bilim tarihçiliğinin 18. yüzyılda ortaya çıkıp kalıplaşan gerçek dışı tanıtımını esaslı bir şekilde tashih yoluna gitmek, böylece kitaplarıyla ve teknolojisiyle beslediği batı uygarlığı karşısında düştüğü menfi durumdan İslam dünyasını kurtarmaktır. Bilim tarihinin değişik disiplinlerdeki evrimini kapsamlı bir şekilde takip etme imkânını ilk defa sunmakta olan müze, Sivil Bakış dünya çapında bir yenilik arz etmektedir. Astronomi, coğrafya, gemicilik, zaman ölçümü, geometri, optik, tıp, kimya, mineraloji, fizik, teknik, mimari ve harp tekniği sahalarında sistematik bir düzenle sergilenen eserler İslam bilimlerinin büyük keşif ve buluşlarının değişik yollardan Avrupa´ya geçip orada kabul bulduğunu ve alınarak özümsendiğini de apaçık göstermektedir. Böylece evrensel bilim tarihinin sürekliliği nefis bir görsel ortamda ziyaretçiye sunulmaktadır. Halife Me’mûn Küresi İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesinin sembolü de olan Me’mûn küresi, H.198-218/M.813-833 arasında Abbasi Halifeliği yapan ve Bağdat’ta Beytu’l-Hikme adında bir bilim merkezi de kuran Me’mûn döneminin önemli bilimsel çalışmalarından sadece biridir. Bizzat Halife Me’mûn tarafından kurulan ve yönetilen bir bilim heyeti tarafından hazırlanan dünya haritası coğrafya ve haritacılık alanında çığır açan bir girişim olmuştu. Haritayı çizen bilim kurulu, jeodezik, astronomik ve matematik veri ve bilgileri toplamadan önce Marinos ve Batlamyus haritalarından da yararlanarak dönemlerindeki mevcut coğrafi çalışmaları yeniden ele almışlardır. Bilim kurulu 3000 civarında noktanın enlem ve boylam ölçümlerini esas alarak dünyanın projeksiyon yöntemiyle ilk bilinen haritasını geliştirmişlerdir. Prof. Dr. Fuat Sezgin’in yıllar süren çalışmaları sayesinde bu haritaya dayanarak geliştirilen küre İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi önünde ziyaretçileri karşılamaktadır. 59 Sivil Bakış m Tanıtım Tanıtım Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış Kutü’l-Amare »»Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu birçok cephede birden savunma yapmak zorunda kaldı. Bu savunma cephelerinden biri de Irak’tı. XIX. Yüzyıldan itibaren Mezopotamya bölgesine yönelik hedefleri bulunan İngiltere, özellikle petrol kaynaklarının ele geçirilmesi konusunda ciddi planlar yaptı. Bu planlar doğrultusunda İngiliz Hindistan İşleri Bakanı Lord Crove, devletinin Ortadoğu’daki siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarlarının garanti altına alması için Basra Körfezi’nin işgalini önerdi. İngiltere hükümeti de Osmanlı İmparatorluğu ile savaşa girme ihtimalini göz önüne alarak, Eylül 1914’te Irak’a çıkarma yapmak üzere hazırlıklara girişti. 60 Sivil Bakış Bölgedeki önde gelen Arap sülalelere bağımsız devletler vaat ederek gizli antlaşmalar imzalayan İngiltere, “Irak Cephesi”ne asker sevk etmeye başladı. Bombay’dan yola çıkarılan İngiliz-Hint birlikleri 23 Ekim’de Bahreyn adalarında toplandı. Irak Sefer Kuvvetleri Komutanlığı’na atanan General John Nixon’a “Basra’yı ele geçirip, Bağdat’a yol açması ve Abadan petrolleriyle boru hatlarının güvenliğini sağlaması” emredildi. General Nixon, 6. Tümen Komutanı General Barrett’i bu işe memur etti. İngiltere’nin Kasım 1914’te Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmesiyle, İngiliz güçleri Şattü’l-Arap yakınında bulunan Fav mevkiinde karaya çıktı. Böylece yaklaşık dört yüz yıl Osmanlı hâkimiyetinde kalan Irak’ın bütününe yönelik saldırıları 22 Kasım 1914’te Basra’nın işgali ile başladı. Planlı bir şekilde ilerleyen İngiliz-Hint birlikleri Kurna’yı ele geçirdiler. Irak’ı bir harekât bölgesi olarak görmeyen Başkumandan Vekili Enver Paşa, askeri açıdan ihmal edilmiş, doğru dürüst kuvvetin bulunmadığı bu cepheye Trablusgarp ve Bingazi tecrübelerine dayanarak, Basra Valisi-Irak ve havalisi Genel Kumandanı sıfatıyla Süleyman Askeri Bey’i tayin etti. Amaç, Irak’taki Arap aşiretleri teşkilatlandırarak İngilizleri durdurmaktı. Enver Paşa gibi Irak’ta mücahitlerle iş görülebileceğini düşünen Süleyman Askeri Bey, komutası altında bulunan bu kuvvetlerle başlangıçta Ahvaz ve Nasıriye’yi ele geçirip, Karun nehri boyunca Abadan petrol borularını tahrip etmesine rağmen, Basra’ya yapılan Şuaybe hücumunda mağlup olarak geri çekildi. Bu sonuç üzerine “ihanet ve başarısızlığı” birlikte yaşayan Süleyman Askeri Bey intihar etti. İngilizler, Basra’nın güvenliğini sağlamak ve Bağdat’a giden yolu açmak için Nasıriye ve Amare’yi ele geçirdiler. Şuaybe hücumundan önce hastalanan General Barrett’in yerine, General Charles Townshend atanmıştı. General Townshend, ciddi takviyeler almadan daha fazla ilerlemeyi sakıncalı görmekteydi. Fakat bir an evvel Bağdat’ın işgalini isteyen üstlerinin baskısı sonucu emrindeki 6. İngiliz-Hint Tümeni ile 16 kilometrelik bir cephe üzerinden yürüyüşe geçti. Harekât neticesinde Bağdat Vilayeti’nin kaza merkezlerinden askeri öneme sahip “Kutü’l-Amare” 29 Eylül 1915’te düştü. Irak’a yeni gönderilen Albay Sakallı Nurettin Bey ise komutasındaki Osmanlı kuvvetleriyle Dicle Nehri boyunca geriye çekilerek Selman-ı Pak’ta tahkimata başladı. Tahkimat sırasında Enver Paşa’nın amcası Mirliva Halil Bey, kolordusuyla birlikte savunma hattına geldi. 22 Kasım 1915’te iki ordu arasında yaşanan şiddetli muharebede “ölünceye kadar” hücum emrini alan taburların süngü harbi İngilizlerin 4500’den fazla zayiat vermesiyle neticelendi. Buraya kadar fazla bir mukavemetle karşılaşmadan ilerleyen General Townshend, geri çekilmeye mecbur olunca Irak cephesindeki durum Osmanlı ordusu lehine değişti. Yıllar sonra, mağlup düşman generali Araştırma Araştırma Belge Yaşanan ricatın akabinde Kutü’l-Amare’de mevzilenen General Townshend, kasabayı sahra usulünde tahkim etmeye başladı. Dicle Nehri sahilindeki bu mevkiye yerleşen düşman, aslında kapana kısılmıştı. Kendisini kuşatan Osmanlı kuvvetlerini mağlup etmeden de buradan çıkması imkânsızdı. Ayrıca 6.Tümenin içinde bulunan Hintli askerler, özellikle Müslüman Patanlar din kardeşleri olan Türklere karşı savaşmak istemedikleri için disiplin sorunlarına ve firarlara yol açarak İngilizler aleyhine bir durum yaratmaktaydı. Düşmanın içinde bulunduğu durumun farkında olan Mirliva Halil Bey, General Townshend’e teslim teklifine karar verdi. Yapılan bu teklifin reddedilmesinin ardından 7 Aralık 1915’ten, 29 Nisan 1916’ya dek sürecek olan “Kut Kuşatması” başladı. Bu sırada, Basra üzerinden gelecek İngiliz kuvvetlerini durdurmak için gerekli tedbirler alınırken Başkumandanlık Genel Karargâhı İran, Irak ve Musul’daki kuvvetlerden müteşekkil iki tümeni VI. Ordu haline getirerek Alman Mareşal Von Der Goltz Paşa’nın emrine verdi. Bağdat’a Alman Mareşal’in gelişinin ar- dından Ale’l-Garbi’de neticesiz muharebeler yapıldı. Bu muharebeler sırasında ricat emri veren Sakallı Nurettin Paşa görevinden alınarak yerine Mirliva Halil Bey Grup Kumandanlığı’na atandı. Irak’taki İngiliz Komutanlığı, Townshend kuvvetlerini kurtarmak için General Fenton Alymer’i Hintlilerden oluşan bir birliğin başında Fehaliye’ye sevketti. 8000 zayiatla burada da yenilgiye uğrayan İngilizlerin, Ocak ve Mart aylarında Osmanlı savunma hatlarını yarmak için yaptıkları saldırılar da geri püskürtüldü. Tüm bu başarısızlıklar İngiliz komuta heyetinde değişikliklere yol açtı ve John Nixon’ın yerine atanan General Percy Lake, General F.Alymer’i görevinden alarak yerine General Görringe’i atadı. Nisan ayı boyunca kuşatmayı yarmak için yapılan İngiliz saldırıları devam etti ise de hezimetle neticelendi. 22 Nisan’da yapılan diğer bir kurtarma girişiminden de sonuç alınamadığı halde, hala kendisine yardım geleceği ümidinde olan General Townshend, Halil Paşa’nın yaptığı ikinci teslim teklifini: “Türkler muharebe sırasında daima iyi asker ve necip insanlardır fakat ben henüz teslim olmayı düşünmüyorum” diyerek reddetti. Açlık ve hastalıklarla da boğuşan 6. Hint-İngiliz Tümeni için son olarak Dicle Nehri yoluyla 270 ton erzak yüklü “Julnar gemisi” gönderildi. Bu gemi Osmanlı topçularının ateşiyle ağır hasara uğrayarak mürettebatıyla birlikte esir alınınca İngiliz Genel Komutanlığı, Kutü’l-Amare’de kuşatma altında bulunan General Townshend’e başının çaresine 61 Sivil Bakış Selman-ı Pak Muharebesi hakkında: “18.000 kişilik Türk ordusunu sağ kanadından sarmıştım. Onları korkunç bir bozguna uğratacaktım. Fakat bu sırada Kafkasya’dan gelen taze bir kolordu ile Halil Paşa, Waterloo’daki Blücher gibi muharebe sahasına çıkageldi… Talihimiz bir anda değişti böylece…” Değerlendirmesini yapacaktı. Sivil Bakış Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış bakmasını emretti. Artık kurtuluş ümidi ve erzakı kalmamış olan General Townshend, teslim görüşmeleri için Halil Paşa’ya başvurdu. Müzakereler sırasında General Townshend, son bir hamle olmak üzere Halil Paşa’ya “Arzu edeceğiniz herhangi bir bankaya, adınıza yazılmış bir milyon İngiliz sterlinlik çek teslim edilecektir. Bu çekin verilmesine İngiliz hükümeti muvaffakat etmektedir.” Teklifini sundu. Buna cevaben Halil Paşa ise “Şahsıma teklif edilen bir milyon sterlinlik çek meselesini bir latife olarak telakki ediyorum. Biliyorsunuz Baltacı devirleri geride kaldı.” Şeklinde cevap vererek görüşmeyi sonlandırdı ve taarruz için hazırlığa girişti. Bu sırada İngilizlerin ünlü casusu Arabistanlı Lawrence, Kutü’l-Amare’de bulunan tümeni kurtarmak için İngiliz hükümetinin emriyle vazifeli olarak tekrar Mirliva Halil Paşa ile görüştü ve “Türkiye hükümeti namına İki milyon liralık çek” teklif etti. Halil Paşa bunu da reddedince cephanelerin imha edilmesi emrini veren General, İngiliz Karargâhı’na gönderdiği telgrafla onay aldıktan sonra ordusuyla birlikte teslim oldu. Halil Paşa, düşman karargâhında Kut’taki savunmayı ve generali takdir ederek, kendisinin padişahın ve Türk milletinin misafiri olduğunu ve kılıcının iade edileceğini söyledi. Böylece 29 Nisan 1916’da kayıtsız şartsız teslim alınan Kutü’l-Amare’de Mirliva Halil Paşa ordusuna şu tarihi mesajı yayınladı: 29.4.16 On sekizinci Kolordu Kumandanlığı’na Orduma: Arslanlar! Bugün Türklere şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında şühedamızın ruhları şad ü handan pervaz ederken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ederim. 62 Sivil Bakış Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı bugün kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamd ve şükür eyleyelim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki seneden beri devam eden Cihan Harbi böyle parlak bir vaka gösteremedi. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen İngilizler karşısında şehit ve mecruh olarak üç yüzü mütecaviz zabitle on bin neferini kayıp eyledi. Fakat buna mukabil bugün Kut’dan beşi general olmak üzere dört yüz seksen bir zabitle ceman on üç bin üç yüz neferlik İngiliz ordusunu teslim alıyoruz. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz ordusuna da bugüne kadar otuz bin zayiat verdirdik. Şu iki yekûna sathi bir nazar atfedince cihanı hayretlere düşürecek büyük bir fark görülecek ve tarih bu vakayı yazacak kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığını bu harbde birinci defada Çanakkale’de, ikinci defada da burada görüyoruz. Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eylemekte bulunan vesait-i harbiyemiz karşısında atideki muvaffakiyatımıza parlak bir başlangıç olacağına kat’i bir delildir. Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış Kutü’l-Amare Kahramanı Halil Kut Paşa kimdir? 1882 yılında İstanbul’da doğan Mirliva Halil Bey, Enver Paşa’nın amcasıydı. Harbiye Mektebi’ni Mustafa Kemal, Ali Fuat Cebesoy’la aynı sınıfta okudu. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olarak aktif görevler üstlendi. Rumeli, Selanik ve Trablusgarp’ta önemli hizmetler ifa etti. Kafkas cephesinde kolordu komutanı olarak bulunduğu sırada Irak Cephesi’ne atandı ve adıyla özdeşleşecek olan “Kutü’l-Amare”de büyük bir başarıya imza attı. Cumhuriyet’ten sonra burada kazandığı zafere istinaden “Kut” soyadını alan bu büyük asker 1957 yılında hayatını kaybetti. Anıları ölümünden yıllar sonra “Bitmeyen Savaş” adıyla 1972’de yayınlandı. 29 Eylül 1915’te düşman eline geçen Kutü’l-Amare böylece geri alınmış oldu ve esir alınan İngiliz Tümeni Bağdat’a nakledildi. Başta General Townshend olmak üzere, üst rütbeli general ve subaylar da İstanbul’a getirildi. Tarih boyunca İngilizlerin maruz kaldığı en uzun süreli kuşatma olan Kutü’l-Amare yenilgisi ise yerli ve yabancı basında geniş yankı uyandırdı. Gazetelerde sayfalar dolusu yazılar, mütalaalar ve röportajlar yayınlandı. Beklenmedik bu sonuç, İngilizlerin siyasi ve ekonomik prestijine darbe vururken Osmanlı ordusunun moralini ve bölgedeki Arapların Osmanlı’ya olan desteğini daha da arttırdı. İngilizlerin Bağdat’ı ele geçirme hedefi kesintiye uğradı. Fakat bu başarı ne yazık ki devam ettirilemedi. Doğu cephesinde harekâtın merkezi konumunda olan Irak’ta faaliyetlerini sonlandırmayan düşman kuvvetleri, sürekli asker ve mühimmat sevkiyle güçlenirken, Osmanlı Başkumandanlığı bölgedeki kuvvetlerini İran ve Sarıkamış’a kaydırarak cepheyi zayıflattı. Bu durumdan faydalanan yeni Irak Sefer Kuvvetleri Komutanı General Stanley Maud ordusunun hazırlıklarını ikmal ederek, nihayet 11 Mart 1917’de Bağdat’ı işgale muvaffak oldu. Zafer ve mağlubiyetin bir arada yaşandığı bu cephede, Kutü’l-Amare ise “Britanya tarihinin en aşağılık şartlı teslimi” olarak hafızalarda yer edindi. Burada uğradığı hezimeti hiçbir zaman unutmayan General Townshend hatıralarına “İngiltere Hükümeti bana bir ay dayandığım takdirde kurtarılacağımı vaat etmişti, ben beş ay dayandım ve fakat ne yazık ki verilen söz tutulmadı… Kutü’l-Amare ve Cehennem eğer benim olsaydı, herhalde Kutü’l-Amare’yi satar, Cehennemi muhafaza ederdim” diye yazacaktı. Kuşatmayı bizzat yaşamış İngiliz subayları ise yıllar sonra İngiltere’de “Kut Cemiyeti”ni kuracaklardı. İngilizler ilk hava ikmal denemesini Kutü’l-Amare’de yapmışlardı Kut kuşatması sona ermeden önceki günlerde İngiliz Karargâhı, muhasara altında bulunan kuvvetlerine cephane ve yiyecek ikmali yapabilmek için daha önce başvurulmamış bir yönetimi denemişti. Askeri tarih açısından önem taşıyan bu yöntemle ilk defa uçaklarla havadan ikmal yapılmıştı. 15-29 Nisan 1916 arası yapılan ikmal uçuşlarında Short 184 tipi 225 beygirlik deniz uçakları kullanılmış ancak Osmanlı birliklerinin bu uçakları mavzer ateşiyle düşürmeleri üzerine bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 63 Sivil Bakış Bugünün ismine Kut Bayramı namını veriyorum. Umum ordumun kıtaatı her sene bugünü te’sid ederken şehitlerimize Yasinler, Tebarekeler, Fatihalar okuyacaktır. Şühedamız cinan-ı ulyatta, semavatta kızıl kanlarıyla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimize nigehban olsunlar” Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış Alman askeri mi, yoksa Türk askeri mi daha cesur? General Townshend’in fetvaları Kutü’l-Amare’de savaşlar devam ettiği sırada buraya gelen Almanya’nın Mecklenburg Dükü Adolf Friedrich, bir gün Mirliva Halil Bey’e cepheyi görmek istediğini söylemişti. Bu teklifi kabul eden Halil Bey’le birlikte cepheyi dolaşan Dük, bir İngiliz esirle konuşmak için izin istemiş ve seçtiği erle aralarında şu konuşma geçmişti: “ Alman askeri mi, yoksa Türk askeri mi daha cesur?” Halil Paşa kuşatmayı başarılı bir şekilde devam ettirirken, hem Kutü’l-Amare’deki tümenin hem de onlara yardıma gelen kurtarma ordularının başarısızlığı erzakın azalmasına neden olmuştu. Bu sebeple şehirde açlık tehlikesi baş gösterdi. Sebze, meyve ve konservelerin tükenmesi üzerine önce öküzler yendi. Bunlar da bitince İngiliz askerleri at ve katırları yemeye başladılar. Dini inançları gereği bunları yemeyerek aç kalan Hintli askerlerin sağlığı ise günden güne kötüleşti. General Townshend, Hintlilere at eti yedirebilmek için Hindistan’daki İngiliz yetkililerden at eti yemenin caiz olduğuna dair dini liderlerden fetvalar alınmasını istedi ve aldı. Fakat tüm bu çabalar sonuç vermedi. Hintli askerler at eti yemeyi reddetmeye devam ederek gittikçe güçten düştüler. “ Hiç şüphe yok ki Türk askeri, Alman askeri ile mukayese kabul etmez, Türkler çok daha cesur. Biz Batı cephesinde, bir iki saatlik topçu ateşinden sonra ilerliyor, Alman siperlerine giriyor, yerleşiyor ve orada kalıyorduk. Burada ise altı saat süren topçu ateşinden sonra boş kaldığını zannettiğimiz Türk siperlerine girdik fakat ummadığımız bir yerden harp safları nizamında bomba ve süngülerle üzerimize atılan Türk askerleri bizi gördüğünüz gibi toplayıp buraya getirdiler.” 64 Sivil Bakış Bu cevaba son derece bozulan Dük Adolf Friedrich, üç-dört İngiliz askerine daha aynı soruyu sorup benzer cevaplar alınca Mirliva Halil Bey’in elini sıkarak “Pek mükemmel piyadeniz var” demiş ve hayranlığını gizleyememişti. Hintli askerlere at eti yedirememişti General Townshend Kimdir? 1861 yılında doğan General Charles Vere Ferres Townshend, asker kökenli bir ailenin çocuğu idi. Eğitimini İngiliz Kraliyet Askeri Akademisi’nde tamamladıktan sonra Sudan ve Hindistan’daki harekâtlara katıldı. Britanya Hint Ordusu’nun en iyi askeri birliklerinden olan 6.Tümenin başında Irak’ta görevlendirildi. Bura- Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış da Kutü’l-Amare’yi yaklaşık 5 ay boyunca savunduktan sonra Halil Paşa tarafından ordusuyla birlikte esir alındı. İstanbul-Büyükada’da savaş sonuna dek ikamet ettirilen General, Mondros Mütarekesi için İngiltere ile Osmanlı İmparatorluğu adına arabuluculuk yaptı. 1920 yılında askerlikten emekliye ayrıldı ve milletvekili seçildi. 1924 yılında ölen General Townshend, anılarını “Mezopotamya Seferim” adıyla yayınladı. Halil Paşa’nın Kutü’l-Amare zaferini müjdeleyen Dâhiliye Nezareti’ne çektiği telgraf Dâhiliye Nezareti Celileye: Bi-avnillahi teala bugün Kutü’l-Amare mevki-i müstahkemi zabt ve işgal edildi. Beşi general olmak üzere beş yüz zabit ve on üç bin İngiliz askeri esir alındığını arz ve tebşir eylerim. 29 Nisan (19)16 Bağdat Valisi ve Altıncı Ordu Kumandan Vekili Mirliva Halil Kut Şehitliği Kutü’l-Amare’de şehit olan 350 subay ve 10.000 Osmanlı askeri için 1920 yılında bir şehitlik inşa edilmiştir. Etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt şeklinde bulunan bu yerde 7’si subay 43’ü er olmak üzere 50 şehidin mezarı bulunmaktadır. Hazırlayan Emre GÜL 65 Sivil Bakış Hintli Müslüman askerler Halife’nin ordusuna karşı savaşmamak için isyan etmişti Kutü’l-Amare’de, Osmanlılara karşı savaşmak üzere getirilen Hint Müslümanları, Halife’nin askerleri olan Müslüman Türklere karşı savaşmak istemedikleri için toplu olarak isyan etmişlerdi. Yaşanan muharebelerde kendi saflarında bulunan İngilizlere ateş açan bu Hintli Müslüman askerler, fırsat buldukça kaçarak Osmanlı ordusuna katılmışlardı. İngiliz Tümeni içerisinde disiplinsizliğe ve moral çöküntüsüne sebep olan bu olaylardan faydalanan Halil Paşa, sadece Müslüman Hintliler üzerinde değil, gayr-i Müslim Hint askerleri üzerinde de etkili olmak için propaganda ile psikolojik harbe başladı. Kutü’l-Amare’ye ulaştırılan bildiriler yoluyla Müslümanlar Halife’nin ordusuna katılmaya teşvik edilirken, Gayr-i Müslim Hintliler İngiliz emperyalizmi üzerinden isyana davet edilmişti. Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış ‘ASKERİ MAHKEMELER ’İN HİÇ BULUNMADIĞI ANAYASALAR ‘ASKERİ MAHKEMELER ’İN HİÇ BULUNMADIĞI ANAYASALAR ABD GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ LİTUANYA ARJANTİN GÜRCİSTAN MACARİSTAN ARNAVUTLUK HIRVATİSTAN MALEZYA AZERBAYCAN HİNDİSTAN NORVEÇ BULGARİSTAN HOLLANDA ROMANYA ÇEK CUMHURİYETİ (*) İSRAİL RUSYA FEDERASYONU DANİMARKA İSVEÇ SİNGAPUR ESTONYA İSVİÇRE SLOVAKYA FİNLANDİYA JAPONYA UKRAYNA FRANSA KAZAKİSTAN Madde 110 [Askeri Mahkemeler] 31 Aralık 1993 tarihine kadar, yargı askeri mahkemeleri de içine alacaktır. ni almaya, sivil mahkemelerin fonksiyonlarının devam ettiği yerlerde askeri mahkemelere ve bürolara siviller üzerinde yetki vermeye, salıverme müzekkerelerinin önceliğini kendiliğinden askıya almaya cevaz veremez. (…) 2. Yalnızca Divan-ı Harp Uygulamasına Cevaz Veren Anayasalar AVUSTURYA ANAYASASI MADDE 84 [Askeri Mahkemeler] Askeri yargı, savaş dönemleri hariç, ilga olunmuştur. FİLİPİNLER ANAYASASI MADDE 7 66 Sivil Bakış Yürütme Kısmı Bölüm 18: Sıkıyönetim hali; Anayasanın işleyişini askıya almaya, sivil mahkemelerin veya yasama meclislerinin yeri- GÜNEY KORE ANAYASASI MADDE 27 [Yargılama Hakkı] (…) (2) Aktif askerlik hizmeti yükümlülüğü olmayan vatandaşlar veya askeri kuvvet çalışanları, Kore Cumhuriyetinin topraklarında Divan-ı Harp tarafından yargılanamaz. Ancak, kanunla belirlenen önemli gizli askeri bilgiler, nöbetçiler, nöbet yerleri, zararlı yiyecek ve içeceklerin arzedilmesi, savaş esirleri ve askeri eşya ve vasıtalar ile ilgili suçlar ile olağanüstü sıkıyönetim ilan edilmesi durumu istisnadır. Araştırma Araştırma Belge MADDE 110 Sivil Bakış BÖLÜM VII-ASKERİ MAHKEMELER VE YARGIÇLAR 1) Sıkıyönetim mahkemeleri, askeri davalar üzerindeki yetkilerini kullanmak üzere, özel mahkemeler biçiminde tesis olunabilirler. (…) MADDE 122. Aşağıdakiler Askeri Yargının unsurlarıdır (…) (4) Olağanüstü sıkıyönetim kanunu muvacehesinde yürütülen askeri yargılamalarda, askerlerin ve silahlı kuvvetler çalışanlarının suçları; askeri casusluk suçları; kanunla tanımlanmış olmak kaydıyla nöbetçiler, nöbet yerleri, zararlı yiyecek ve içeceklerin arzı konularıyla bağlantılı suçları ve ölüm cezası durumu istisna olmak üzere savaş esirleri için müracaat edilemez. MADDE 124 SLOVENYA ANAYASASI MADDE 126 (Mahkemelerin Kuruluşu ve Yargı Çevresi) (…) (2) Olağanüstü yetkili mahkemeler hiçbir şekilde kurulamaz. Askeri mahkemeler de, barış zamanında, kurulamazlar. YUNANİSTAN ANAYASASI MADDE 96 (Olağan Ceza Yargısı) (…) II. Kanunla belirlenen Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar. Askeri Mahkemeler, kanunla tanımlanmış askeri suçların yargılanması ve hukuki prosedürlerin yürütülmesi hususlarında yetkilidir. Özel paragraf-Kanun, Askeri Mahkemelerin teşkilat, işleyiş ve yetkileriyle ilgili hükümleri düzenler. FEDERAL ALMANYA ANAYASASI MADDE 96: [Federasyonun diğer mahkemeleri] (…) (2) Federasyon, Silahlı Kuvvetler için askeri ceza mahkemelerini Federal Mahkeme olarak kurabilir. Bu mahkemeler, ancak ulusal savunma halinde ve yalnız yabancı ülkelere gönderilmiş veya savaş gemilerine bindirilmiş silahlı kuvvetler üyeleri hakkında ceza kovuşturmasını yapabilir. Konunun ayrıntıları federal bir yasayla düzenlenir. Bu mahkemeler, Federal Adalet Bakanlığının görev alanına bağlıdır; bunların asıl üyeleri, yargıçlık yeterliğine sahip olmalıdırlar. (3) 1. ve 2. fıkralarda sayılan mahkemelerin üst mahkemesi, Federal Temyiz Mahkemesidir. (4) Özel Kanunlar, aşağıda sayılan hususları düzenler: (a) Kara Kuvvetler, Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri sıkıyönetim mahkemeleri. Siviller, bu sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanamazlar. 3. KANUNLA DÜZENLEME YAPILMASINI KABUL EDEN ANAYASALAR BELÇİKA ANAYASASI Madde 157 [[Askeri, Ticari ve İş Mahkemeleri] (1) Özel kanunlar askeri mahkemelerin teşkilatını, yetkilerini, bu mahkemelerin üyelerinin hak ve yükümlülükleri ile birlikte görev sürelerini de kapsar. İRAN İSLAM CUMHURİYETİ ANAYASASI MADDE 172 [Askeri Mahkemeler] Askeri mahkemeler Ordu, Jandarma, polis ve İslami Devrim Muhafızları Ordusu üyelerinin işledikleri askeri ve güvenlikle ilgili suçları araştırmak için kanunla kurulur. Bununla birlikte bunlar, genel suçlar veya yürütme göreviyle ilgili adalet hizmeti verirken işledikleri suçlar için sivil mahkemelerde yargılanırlar. Askeri savcı ofisi ve askeri mahkemeler, yargının bir parçasını oluştururlar ve yargıyı düzenleyen aynı ilkelere tabidirler. İSPANYA ANAYASASI Yargı Kuvveti Bölüm 117 MADDE 92 Aşağıdakiler Yargı Kuvvetinin unsurlarıdır: (…) VI. Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar; (5) Yargının birliği ilkesi, mahkemelerin teşkilat ve işleyişinin temelini oluşturur. Kanun, Anayasadaki ilkelere uygun olarak, askeri yargının sıkı bir biçimde askeri çerçeve dâhilinde olmak üzere ve örfi idare halinde (sıkıyönetim kanunu) hareket etmesinin kurallarını koyar. 67 Sivil Bakış BREZİLYA ANAYASASI Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış İTALYA ANAYASASI MADDE 103 [Danıştay, Sayıştay, Askeri Mahkemeler](…) (3) Askeri mahkemelerin, savaş zamanında, kanunla belirlenmiş yargılama yetkileri vardır. Barış zamanlarında ise yalnız silahlı kuvvetlere mensup üyeler tarafından işlenen askeri suçlar için yargı yetkisini kullanırlar. Bölüm II Yargı Kuralları MADDE 111 [Yasal Süreçler] (…) (7) Genel veya özel mahkemeler tarafından verilen birey özgürlüğüne ilişkin hüküm ve önlemlere karşı Yargıtay’a yapılan başvurularda daima kanun ihlali göz önünde tutulur. Bu maddelerden sadece, savaş zamanında askeri mahkemeler tarafından verilen hükümler söz konusu olduğunda sarf-ı nazar edilebilir. lerini düzenler. POLONYA ANAYASASI MADDE 175 (1) Polonya Cumhuriyetinde yargı yönetimi; Yüksek Mahkeme, genel mahkemeler, idari mahkemeler ve askeri mahkemeler tarafından yürütülür. (2) Olağanüstü mahkemeler veya seri muhakeme usulleri yalnızca savaş zamanında kurulabilir. MADDE 183 Anayasa Mahkemesi; genel ve askeri mahkemelerin yargılamaları ile ilgili temyiz makamıdır. (…) PORTEKİZ ANAYASASI KOLOMBİYA ANAYASASI MADDE 116 Anayasa Mahkemesi, Adalet Yüksek Mahkemesi, Danıştay, Yargı Yüksek Konseyi, Genel Savcı (Fiscalía General de la Nación), Mahkemeler ve yargıçlar tamamı yargıyı idare ederler. Askeri suç yargı sistemi de yargının idaresindedir. MADDE 221 Aktif görevdeyken ve görevleriyle ilgili işlediği suçlar sebebiyle Kamu gücü mensupları, Askeri Ceza Kanunu hükümlerine uygun biçimde sıkıyönetim veya askeri mahkemelerde yargılanırlar. MADDE 211 (Hukuku mahkemelerinin sorumlulukları ve görev alanları) (…) 3. kanunda belirtileceği üzere, işlenen suçların tamamen askeri nitelik gerektirdiği herhangi bir durumda mahkemelerin terkibi, bir veya daha fazla askeri hâkimin bulunmasını gerektirir. MADDE 213 (Sıkıyönetim mahkemesi) Savaş hali süresince, sıkıyönetim mahkemesi tamamıyla askeri nitelikli suçların yargılanmasını yürümek üzere kurulur. BÖLÜM IV: Kamu Başsavcısının Ofisi LETONYA ANAYASASI MADDE 82 [Mahkeme Düzeni] Letonya’da mahkeme davaları bölge (şehir) mahkemeleri, bölgesel mahkemeler ve Yüksek Mahkeme tarafından görülür. Ancak savaş durumunda veya bir olağanüstü halde, askeri mahkemelerce de ele alınır. MADDE 219 (…) 3. Kanun, Kamu Başsavcısının Ofisine, tamamen askeri suçları ilgilendiren davalarla ilgili olmak üzere özel destek modelleri sağlar. 1961 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI III. Hâkimlik Mesleği MADDE 86 [Hukuk Devleti] MADDE 134. (…) (…) Askeri mahkemeler bir özel esasında hareket ederler. Askerî hâkimlerin yaş haddi kanunla belli edilir. VII. Askerî Yargı LÜKSEMBURG ANAYASASI 68 Sivil Bakış MADDE 94 [Askeri Mahkemeler, İş ve Sosyal Güvenlik Yargısı] (1) Özel kanunlar askeri mahkemelerin teşkilatını, görevlerini ve haklarını, yükümlülükleri ile üyelerinin görev süre- MADDE 138. Askerî yargı, Askerî Mahkemeler ve Disiplin Mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin askerî olan suçları ile, bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait dâvalara bakmakla görevlidirler. Araştırma Araştırma Belge Sivil Bakış Askerî Mahkemeler asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara bakmakla görevlidirler. nun, ayrıca askerî hâkimlerin yargı hizmeti dışındaki askerî hizmetler yönünden askerî hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini de gösterir. Askerî Mahkemelerin, savaş veya Sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili olduğu kanunla gösterilir. VENEZÜELLA ANAYASASI Askerî Mahkemelerde üyelerin çoğunluğunun hâkimlik niteliğine sahip olması şarttır. [Ancak, savaş halinde bu şart aranmaz] Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hâkimlerin özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan askerî hâkimlerin refakatinde bulundukları komutanlarla ilişkileri mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. 1982 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI C. Hâkimlik ve savcılık mesleği Madde 261: Askeri suç yargısı, Yargı Kuvvetinin tamamlayıcı bir parçasıdır ve yargıçları rekabetçi bir süreç sonunda seçilirler. Yetki alanı, teşkilatı ve işleyiş biçimleri ithama dayalı sistem tarafından ve Askeri Yargı Organik Kanununa uygun olarak tanzim edilir. Genel suçlar komisyonu, insan hakları ihlalleri ve insanlık hakları ihlalleri sivil yargı mahkemeleri tarafından görülür. Askeri mahkeme yargısı, askeri bir nitelik taşıyan suçlarla sınırlıdır. Bu Anayasada belirtilmediği sürece mahkemelerin özel yargılama, yetki, teşkilat ve işleyişi kanunla düzenlenir. 4. ANAYASADA İFADE BULDUĞU HALDE NASIL DÜZENLENECEĞİ BELİRTİLMEYEN ANAYASALAR MADDE 140. (…) Hâkimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar hizmet görürler; Askerî hâkimlerin yaş haddi, yükselme ve emeklilikleri kanunda gösterilir. H. Askerî yargı MADDE 145. Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin; askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler. Askerî mahkemeler, asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara da bakmakla görevlidirler. Askerî mahkemelerin savaş veya sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları; kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adlî yargı hâkim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir. ÇİN HALK CUMHURİYETİ ANAYASASI MADDE 124 [Yüksek Halk Mahkemesi] (1) Çin Halk Cumhuriyeti Yüksek Halk Mahkemesi ile farklı seviyelerdeki yerel halk mahkemeleri, askeri mahkemeler ile diğer özel halk mahkemelerini kurar. ENDONEZYA ANAYASASI MADDE 24 (…) (2) Yargı Kuvveti, bir Yüksek Mahkeme ve bunun altındaki genel mahkemeler, din işleri mahkemeleri, askeri mahkemeler ve idari mahkemeler tarzındaki yargısal bünyeler ile Anayasa Mahkemesi tarafından icra edilir. (3) Fonksiyonları itibariyle Yargı Kuvvetiyle ilişkili olan diğer kurumlar, kanun tarafından düzenlenir. 69 Sivil Bakış Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hâkimlerin özlük işleri askerî savcılık görevlerini yapan askerî hâkimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Ka- Sivil Bakış YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’YE HİÇ YER VERİLMEYEN ANAYASALAR YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’YE HİÇ YER VERİLMEYEN ANAYASALAR ABD HİNDİSTAN POLONYA ARJANTİN HOLLANDA PORTEKİZ ARNAVUTLUK İRAN İSLAM CUMHURİYETİ ROMANYA AVUSTURYA İSPANYA RUSYA FEDERASYONU AZERBAYCAN İSRAİL SİNGAPUR BELÇİKA İSVEÇ SLOVAKYA BULGARİSTAN İSVİÇRE 1876 KANUNİ ESASİSİ ÇEK CUMHURİYETİ İTALYA 1921 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI ÇİN HALK CUMHURİYETİ JAPONYA 1924 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI DANİMARKA KOLOMBİYA İDEAL ANAYASA ÖNERİSİ ENDONEZYA LETONYA UKRAYNA ESTONYA LİTUANYA VENEZÜELLA FEDERAL ALMANYA LETONYA YUNANİSTAN FİLİPİNLER LİTUANYA İDEAL ANAYASA ÖNERİSİ FİNLANDİYA LÜKSEMBURG UKRAYNA FRANSA MACARİSTAN VENEZÜELLA GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ LÜKSEMBURG YUNANİSTAN GÜNEY KORE MACARİSTAN VENEZÜELLA GÜRCİSTAN MALEZYA YUNANİSTAN HIRVATİSTAN NORVEÇ VENEZÜELLA 70 Sivil Bakış YUNANİSTAN Sivil Bakış YÜKSEK ASKERİ MAHKEME’ YER ALAN ANAYASALAR Madde 122. Aşağıda sayılanlar Askeri Yargının bünyeleridir: I. Askeri Yüksek Mahkeme; II. Kanunla kurulmuş Askeri Mahkemeler ve Yargıçlar. Madde 123. Askeri Yüksek Mahkeme, adaylıkları Federal Senato tarafından onaylandıktan sonra, Cumhuriyetin Başkanınca atanan, tamamı aktif görevde olan ve kariyerlerinin en üst seviyesindeki üçü Deniz Kuvvetleri Generalleri arasından, dördü Kara Kuvvetleri Generalleri arasından, üçü Hava Kuvvetleri Generalleri arasından ve beşi sivillerden seçilen onbeş yargıçtan oluşur. Müstakil Paragraf-Sivil yargıçlar, Cumhuriyetin Başkanı tarafından otuzbeş yaşını aşmış Brezilyalılar arasından aşağıda gösterildiği üzere seçilir. I. Üçü seçkin hukuk bilgisi ve ahlaki davranışı ile temayüz etmiş ve on yılın üzerinde etkin mesleki tecrübe sahibi avukatlar arasından; II. İkisi, eşit seçim yoluyla, müfettiş yargıçlar ve Askeri Yargı Savcılık üyeleri arasından. 1961 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI III. Hâkimlik Mesleği MADDE 134. (…) Askerî hâkimlerin yaş haddi kanunla belli edilir. V. Mahkemelerin Kuruluşu MADDE 136. (…) Cumhuriyet Başsavcısı, Başkanunsözcüsü ve Askerî Yargıtay Başsavcısı, yüksek mahkemeler hâkimleri hakkındaki hükümlere tâbidir. VII. Askerî Yargı MADDE 138. Askerî yargı, Askerî Mahkemeler ve Disiplin Mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin askerî olan suçları ile, bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait dâvalara bakmakla görevlidirler. Askerî Mahkemeler asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara bakmakla görevlidirler. Askerî Mahkemelerin, savaş veya Sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili olduğu kanunla gösterilir. Askerî Mahkemelerde üyelerin çoğunluğunun hâkimlik niteliğine sahip olması şarttır. [Ancak, savaş halinde bu şart aranmaz] Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hâkimlerin özlük işleri, askerî savcılık görevlerini yapan askerî hâkimlerin refakatinde bulundukları komutanlarla ilişkileri mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. II. Danıştay 71 Sivil Bakış BREZİLYA ANAYASASI Sivil Bakış MADDE 140. (…) Asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerin yargı denetimi Askerî Yüksek İdare Mahkemesince yapılır. Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin kuruluşu, işleyişi, yargılama usûlleri, başkan ve üyelerinin nitelikleri ile atanmaları, disiplin ve özlük işleri; hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre, kanunla düzenlenir. III. Askerî Yargıtay MADDE 141. Askerî Yargıtay, Askerî Mahkemelerden verilen karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Ayrıca, asker kişilerin kanunla gösterilen belli dâvalarına ilk ve son derce mahkemesi olarak bakar. Askerî Yargıtay üyeleri en az albay rütbesinde birinci sınıf askerî hâkimler arasından Askerî Yargıtay Genel Kurulunun üye tamsayısının salt çoğunluğu ile her boş yerin üç misli olarak gösterdiği adaylar arasından Cumhurbaşkanınca seçilir. Askerî Yargıtay Başkanı, Başsavcısı, ikinci Başkanı ve daire Başkanları Askerî Yargıtay üyeleri arasından rütbe ve kıdem sırasına göre atanırlar. Askerî Yargıtay'ın kuruluşu, işleyişi, yargılama usûlleri ve üyeler hakkındaki disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve askerlik hizmetlerinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. 1982 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI C. Hâkimlik ve savcılık mesleği MADDE 140 Hâkimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar hizmet görürler; Askerî hâkimlerin yaş haddi, yükselme ve emeklilikleri kanunda gösterilir. 72 Sivil Bakış H. Askerî yargı MADDE 145. Askerî yargı, askerî mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler, asker kişilerin; askerî olan suçları ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerî mahallerde yahut askerlik hizmet ve görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler. Askerî mahkemeler, asker olmayan kişilerin özel kanunda belirtilen askerî suçları ile kanunda gösterilen görevlerini ifa ettikleri sırada veya kanunda gösterilen askerî mahallerde askerlere karşı işledikleri suçlara da bakmakla görevlidirler. Askerî mahkemelerin savaş veya sıkıyönetim hallerinde hangi suçlar ve hangi kişiler bakımından yetkili oldukları; kuruluşları ve gerektiğinde bu mahkemelerde adlî yargı hâkim ve savcılarının görevlendirilmeleri kanunla düzenlenir. Askerî yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askerî hâkimlerin özlük işleri askerî savcılık görevlerini yapan askerî hâkimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Kanun, ayrıca askerî hâkimlerin yargı hizmeti dışındaki askerî hizmetler yönünden askerî hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini de gösterir. D. Askerî Yargıtay