dergi quark1.qxp - PRP Yeditepe
Transkript
dergi quark1.qxp - PRP Yeditepe
Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü 2006 Bahar Sayı No: 12 Rauf Denktaş ile Konuştuk Yeditepe’de Ben Anadolu “Global Sınıf” Yeniden Mezunlarımız Nerede Doç. Dr. Yusuf Devran Kadir Kılavuz Arş. Gör. S. Nil Coşkun Öğr. Ast. Duygu Şimşek Uzman Gözde Dalan Arş. Gör. Esra Atilla Bal Zeynep, Ceren, Ayça, Sahra, Ferda Yeditepe Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi : Koordinatör : Genel Yayın Yönetmeni : Editörler : Sanat Yönetmeni ve Sayfa Tasarımı : Yazı İşleri Sorumluları : Fotoğralar: Kapak : Grafik Tasarım : Danışman : Redaktör : Çeviri : Sekreter : Prof. Dr. Ahmet Serpil Prof. Dr. Ayseli Usluata Duygu Şimşek E. Sahra Öztürk A. Zaynep Elgün Ferda Uyan Ceren Aşkın Ayça Zengin Duygu Şimşek Kadir Kılavuz E. Sahra Öztürk A. Zaynep Elgün Ferda Uyan Ceren Aşkın Ayça Zengin Melis Toroslu Alex Dekesoğlu Nil Özaydınlı Senem Koç Begüm Akın Sayad Çakır Gözde Dalan Kadir Kılavuz Bayram Dalay Duygu Şimşek E. Sahra Öztürk Gözde Dalan Duygu Şimşek Kadir Kılavuz Prof. Dr. Ayseli Usluata Doç. Dr. Yusuf Devran Araş. Araş. Araş. Araş. Gör. Gör. Gör. Gör. S. Nil Coşkun Esra Atilla Bal Banu Gencer Pelin Hürmeriç Araş. Gör. S. Nil Coşkun Araş. Gör. Esra Atilla Bal Ayşe Şipal Editörlerden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 Zeynep Elgün, Ferda Uyan, Ayça Zengin, Sahra Öztürk İÇİNDEKİLER Genel Yayın Yönetmeninden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 7 Duygu Şimşek “Proje Yapmak ya da Yapmamak Bütün Mesele Bu...” Ergüder Tırnova A. Zeynep Elgün Eski KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile Halkla İlişkilerin Siyasi Arenadaki Yerini Konuştuk 8 Özra Mavioğlu 11 Excel PR’dan Halkla İlişkiler Sektörüne Bir Bakış . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 Ceren Aşkın Halka Sorduk: Sizce Halkla İlişkiler Ne Demektir? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 Kadir Kılavuz, Gözde Dalan, Ayça Zengin, Ceren Aşkın Ekonominin Sıcak Yüzü Fuat Uycan Hoca . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 Begüm Akın Aramızdaki Yeni Bir Dost Yüz: Esra Atilla Bal . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Ünlü Oyun Yazarımız Güngör Dilmen’in Evine Konuk Olduk . . . . . . . . . . . . . . . 24 Gözde Dalan, Süheyla Nil Coşkun, Esra Atilla Bal Yeditepe’de Ben Anadolu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26 Senem Koç “Çok Kültürlü” Değişim Öğrencimiz: Peter . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31 Our Multi-Cultural Exchange Student: Peter A. Zeynep Elgün Kazakistan, Manas Üniversitesi’nden Konuklarımız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32 Alex Dekesoğlu, Nil Özaydınlı “Global Sınıf” Yeniden . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 34 Another “Global Class” Mutluluğun Resmi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 The Photograph of Happiness Yansımalar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38 Reflections Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 44 Yeditepe Üniversitesi Hastanesi: Timuçin Tunç E. Sahra Öztürk Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 46 Acıbadem Hastanesi: Çiğdem Görkey Ferda Uyan Mezunlarımız Nerede? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 48 Novo Nordisk: Gunda Demiröz Ceren Aşkın Mozart 250. Yaşında İstanbul’da . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 49 E. Sahra Öztürk Öğrencilerimizin Rehberi: Özden Uslu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 50 E. Sahra Öztürk İÇİNDEKİLER İçimizden Biri: E.Sahra Öztürk PR ve Piano Ferda Uyan İçimizden Biri: Aslıhan Özdamar Moda’da PR 53 Melis Toroslu CadıSalı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 54 A. Zeynep Elgün Bir Dakikalık Hissiyat Çizelgesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 55 Senem Koç Bir Spor Duayeni: Turgay Şeren . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56 Sayat Çakır, Pelin Baykal “Bowling” Gezimiz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59 Ayça Zengin “No Pain No Gain!” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 Melis Toroslu PRP’nin “Güleryüzlü” Kimliğini Yeni Başlangıçlara Uğurlarken . . . . . . . . . . . . . 62 Prof. Dr. Ayseli Usluata 2006 Mezunlarımız . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65 İki Kapak Arasında Yaşananlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67 Gözde Dalan Yurtdışından Gelen Konuklarımızı Ağırladık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 70 Bölümümüzün Görünmeyen Yüzleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 71 52 Mini mini birler olarak, bir de baktık ki, zaman yine üstüne düşeni yapmış, sular seller gibi akıp, koca bir seneyi devirmiş, gözümüzün yaşına bakmadan... Ama ustalığını da konuşturmuş öbür yandan, sürüklemiş bizi derginin mutfağına... PRP Yeditepe'nin yeni katılımcıları olarak bu bir sene boyunca yaşadıklarımız, öğrendiklerimiz, ürettiklerimiz, şu anda elinizde tuttuğunuz sayfacıkların içinde. Bu muazzam deneyimi bu kadar erken yaşamaya başladığım için son derecede memnunum. Önümüzde 3 uzun yıl, yapılacak onlarca röportaj, çekilecek düzinelerce resim, aktarılacak tonla bilgi olacak. Biricik genel yayın yönetmenimiz, rehberimiz, güler yüzlü Duygu sayesinde elimizden gelenin en iyisini hazırlamaya çalıştık. Mezunlarımızdan sevgili Zehra'yı da unutamam, ayrıca sevgili danışmanımız Nil Hoca'mıza ve saygıdeğer Ayseli Hoca'mıza bin teşekkür etmekten kendimi alamıyorum. Sürç-i lisan ettikse affola… Zeynep Elgün PRP Yeditepe dergisinin 12. sayısında, sizlerle buluşmak çok güzel ve heyecan verici. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü öğrencileri olarak sizlere hazırlayıp sunduğumuz dergimiz başarılı adımlarla yoluna devam ediyor. Bu dergiyi, genç iletişimcilerin üniversite hayatlarını, ulaşmak istedikleri hedeflerin neler olduğunu ve geldikleri konumları yansıtmak için hazırlıyoruz. Ayrıca, bu sayıda birçok değişiklik ve farklılık da sizleri bekliyor. Dergimiz içerik olarak çok dolu ve çok eğlenceli. Bu sayımızda sizlere birçok farklı konuda bilgi vermek istedik ve bunlara renkli fotoğraflar da ekledik. Dergiyi elinize alıp sayfaları karıştırdığınız zaman kültür sanat, spor ve sektörden haberler sizleri bekliyor olacak. Kısacası bu sayımızda farklı şeyler ortaya koymak ve bunları sizinle paylaşmak istedik. Son olarak, bizlerden yardımlarını esirgemeyen Mütevelli Heyeti Başkanımız Bedrettin Dalan'a, Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Serpil hocamıza ve Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Ayseli Usluata'ya teşekkür ederiz. Ayça Zengin Tüm çalışanlar olarak PRP YEDİTEPE dergisinin 12. sayısını çıkartmaktan gurur ve sevinç duyuyoruz. Bu ekip ve istekle devam edersek sizlere daha birçok PRP'ler çıkartacağımıza inanıyorum! Baharın gelmesiyle birlikte bu sayımızda da yepyeni röportajlara, deneyimlere ve faaliyetlere yer verdik. Bakarken zevk alacağınız resimler, mezunlarımızın tavsiyeleri ve tabii ki exchange öğrencilerimizle sohbetler sizleri bekliyor. Tüm bunları hazırlarken eğlenmeyi de ihmal etmedik! Yaptığımız gezileri ve birlikte geçirdiğimiz eğlenceli vakitleri sizlerle de paylaştık. Bizler bu sayıda da elimizden geleni yapmaya çalıştık ve sonucu sizlerin de beğeneceginizi umut ediyoruz. Başta bölüm başkanımız Prof. Dr. Ayseli Usluata olmak üzere, emeği geçen herkese teşekkürlerimizi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bir dahaki sayıda buluşmak dileğiyle… Ferda Uyan Soğuk, yoğun kış günlerinden sonra sıcak, rahat yaz günlerine adım attığımız Bahar Döneminde sizler için hazırladığımız, beğeneceğinizi umut ettiğimiz, Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü öğrencileri "dergi ekibi" olarak PRP Yeditepe Magazine 2006 Bahar sayısını gururla sunarız ;) Bu sayımızda da değerli öğretmenlerimizle, bölümümüz mezunlarıyla, ünlü simalarla, müzikten spora çeşitli faaliyetlerde bulunan arkadaşlarımızla röportajlarımız ve Bölümümüzde gerçekleştirilen "Intercultural Communication" dersinde tanıştığımız yabancı arkadaşlarımızın kendileri ve Bölümümüz hakkında yazıları ile önemli aktivitelerimiz yer almaktadır... Sahra Öztürk Zaman o kadar hızlı akar ki insanların avuçlarından, "Ne oldu?" "Ne zaman?" demek için fırsat bile bulamayız bazen. İşte ben şu anda sizlerin okuduğu bu yazımı tarifsiz duygularla yazarak sizlere veda etmenin hüzününü taşıyorum yüreğimde. Dört sene önce başladığım fakülte hayatım bu yazımla son bulurken sizlerle paylaşmak sizlere anlatmak istediğim birkaç şey olacak. İki sene önce küçücük bir görevle başladığım PRP Yeditepe Dergisi'nin şu anda Genel Yayın Yönetmenliği'ni üstenmekteyim. Bu macera benim için sadece bir hobi olarak başladı ama şu anda gururla söyleyebilirim ki bana imkansız, olmaz, benim için çok uzak dediğim kapıları açtı, o kapılarda saygı görmemi sağladı. Aslında en önemlisi bana bir etiket kazandırdı dergimiz. Üniversite hayatımda en güzel anılarımı yaşattı bana. Ayrılık yazıları yazmak aslında zordur. İçinizde taşıdığınız tarifsiz onlarca duyguyu karşınızdaki kişilerle paylaşmak onlara sizin hem ne kadar mutlu hem de ne kadar hüzünlü olduğunuzu anlatmak zordur. Benim için de kolay olmuyor. Sizlere anlatmak istediğim o kadar çok şey varken kelimeler kitlenip kalıyor, tıpkı benim boğazımda düğümlenip kaldığı gibi. Dergimiz emeklemeye başladığı zamanlarda amatörce yapmış herşeyi, ama bana sorarsanız her sayıda biraz daha profesyonelliğe yaklaşmış. Şu anda uluslararası bir boyut kazanmış durumdayız. Yurtdışındaki üniversitelerin büyük bir kısımına dergimiz ulaşıyor ve çok güzel tepkiler alıyoruz. Bu tepkiler bizlerin şevkini biraz daha artırıyor ve her sayımızda sizlere yenilikler ve değişiklikler sunmak artık bizim amacımız haline geliyor. Ben PRP Yeditepe'de güzel günler hem de çok çok güzel günler yaşadım. O heyecanı anlatmaya çalışacağım sizlere. Henüz ortada birşey yok iken yapılan toplantıda aklınızda yavaş yavaş canlanmaya başlar yeni derginin düzeni, ama sadece sizin hayalinizdir bu. Yazılar ne zaman gelecek, ne zaman tamamlanabilir acaba diye de küçük bir tedirginlik yaşarsınız her sayıda. Sonra yavaş yavaş yazılar tamamlanır, düzeltmeleri yapılır. Artık sıra sizdedir; yani tasarımda, çünkü yeni sayıyı merakla beklemekte olan çok fazla kişi vardır. Yavaş yavaş emin adımlarla yaparsınız her bir sayfayı. Ortaya hayalini kurduğunuzdan da daha güzel bir dergi çıkmaya başlamıştır ama bitmemiştir. Henüz derginin son aşamasına gelmemişsinizdir. Son olarak dergi tamamlanır ve matbaaya gidilir oradaki insanların işidir bu, hergün yaptıkları şeydir ama sizin için çok önemlidir. En ufak bir hata en ufak bir yanılma istemezsiniz, onun için de son dakikaya kadar insanların başında beklersiniz. Artık bitmiştir sizin yapmanız gereken ve derginin son halinin elinize ulaşması için beklemek kalır. Son "o gün" gelmiştir artık. Dergi parmaklarınızın arasındadır ve sizin 4 ay boyunca yaşadığınız o tatlı yorgunluk bir anda yerini mutluluğa bırakmıştır ama bitmemiştir daha çok sayılar vardır önümüzde… İşte ben bu senaryoyu, heyecanımı hiç kaybetmeden, tam dört defa yaşama şansını buldum ve her seferinde de daha da iyi olabilir ve olacak diye çıta yükselttim arkadaşlarım ve sevgili Ayseli Hocam ile birlikte. Maalesef her güzel şeyin bir sonu vardır. Bu da benim bu dergideki sonum ama her son da bir başlangıçtır insanların hayatında. Burada yaşadığım herşey çok güzel ve çok özeldi benim için. Bu yüzden de bana bunları yaşama şansını veren Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Bedrettin Dalan'a, Rektörümüz Sayın Prof. Dr. Ahmet Serpil'e ve en önemlisi ve benim için en özeli olan, bana kim olduğumu ve neler yapabileceğimi anlatan ve öğreten hocam Prof. Dr. Ayseli Usluata'ya teşekkür etmek istiyorum. Son olarak siz sevgili okuyucularımıza bizleri hiçbir sayımızda yalnız bırakmadığınız için sonsuz saygılarımı ve teşekkürlerimi sunarım. Yeni sayılarda yeni yüzlerle tekrar buluşmak dileğiyle... Duygu Şimşek duygusim@gmail.com Özra Mavioğlu Siyaset Duayeni Eski Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşka’nı Rauf Denktaş İle Halkla İlişkilerin Siyasi A r e n a d a k i Ye r i n i K o n u ş t u k : “Siyasette, uluslararası ilişkiler de halkla ilişkilerin önemi gözardı edilemez.” Özra Mavioğlu: Günümüzde halkla ilişkiler birçok siyasetçi ve siyasi parti tarafından önemli görülmekte ve kamuoyu oluşturmak açısından bir araç olarak kullanılmaktadır. Sizce halkla ilişkilerin siyasetle ilişkisi nasıldır? Rauf Denktaş: Hayatın kendisi "karşılıklı ilişki" meselesidir. Bireylerin dostluğu, işbirliği, birlikte başarıları karşılıklı ilişkilerindeki uyuma bağlıdır. Bu nedenle hayatın her alanında (evde, ailede, okulda, iş hayatında) olduğu gibi siyasette ve hatta uluslararası ilişkilerde de "karşılıklı ilişki" başarının, mutluluğun temelini oluşturur. Halkla ilişkiler bu nedenle küçümsenemez, gözardı edilemez bir daldır ve her geçen gün önemi daha da artmaktadır. Ö.M.: Kıbrıs sorununun çözümü için halkla ilişkiler ve imaj çalışmalarından yararlanılmış mıydı? R.D.: Siyasi arenada halkla ilişkileri, diplomatların kendi bireysel gayretleri ve karşıtları ile samimi işbirliği (ilişki) içinde olmalarının ötesinde, lobiler yürütmektedir. Profesyonel şirketler büyük paralar karşılığında bir ülkenin davasını veya problemini karşıtlarına tanıtmak için görevlendirilirler. Kıbrıs konusunda her iki taraf da bu profesyonel kuruluşlardan yararlanmıştır. Ancak taa başlangıçtan ABD ile Garantör İngiltere'nin kendi çıkarları için suçlu taraf olan Rum-Yunan ikilisini desteklemesi ile oluşan dengesizlik nedeniyle Türk tarafının anlatımı (halkla ilişki, lobi faaliyetleri) bu dengesizliği ortadan kaldıramamıştır. Rum tarafının "meşru hükümet" olarak tanınmasının sonucu, kavganın devamı olmuştur. "Meşru Kıbrıs" ünvanının Rumlar tarafından gaspı ve ABD ile İngiltere'nin bunu desteklemesi Rumlar açısından kendilerinin Kıbrıs'a sahip çıkıp, adayı Yunanistan'a bağlamak için başlattıkları kanlı mücadelenin leyhlerine halli anlamına gelmiştir. Ö.M.: Sizce Kıbrıs sorununun çözümünde bundan sonra oluşturulacak stratejiler arasında halkla ilişkilerin yeri ne olacaktır? R. D.: Yukarıda da söylediğim gibi "halkla ilişkiler", "tanıtım" kullanılması kaçınılmaz olan bir araçtır ve halen de kullanılmaktadır, bundan sonra da kullanılacaktır. Yapılması gereken şey elimizdeki bilgileri, fotoğrafları, olaylar hakkındaki yazıları-haberleri etkili bir şekilde kullanmaktır. Bu bilgi dağarcığını kime karşı kullanacağımızı bilerek ve bir hedefi gözeterek hareket etmek gerekmektedir. Kıbrıs'ta çift olan her şeyi, Rum'un başarılı halkla ilişkiler (propaganda) etkinlikleri nedeniyle "tek" olarak görmektedirler ve bu da Rum'un işine gelmektedir. Kıbrıs'ta iki eşit halk vardır fakat ilgililer Kıbrıs'a Rum'un gözü ile bakmakta ve "Kıbrıs'ta %80 Rum'dan, %20 Türk'ten oluşan tek halk vardır" demektedir. Kıbrıs'ta Rumların saldırıları nedeniyle ikiye bölünmüş bir Ortaklık Devletini bölünmemiş addetmekte ve hukuku çiğnenerek Ortaklığın suçlu Rum kanadı bu tek devletin tek meşru hükümeti olarak algılamaktadır. İki devlet oluşmuştur; onlar tek devlet vardır, tek hükümet vardır yalanına sarılıp kalmışlardır. Bu şaşılık ve şaşkınlık çok güçlü bir propaganda (lobi etkinliği, halkla ilişkiler) yolu ile düzeltilebilir. Bunu başarmak için de Türk tarafının kendi varlığını, eşit egemenliğini, devletini ölesiye savunması gerekir. Ö.M.: Rauf Denktaş'ı biz Yeditepe Üniversitesi öğrencileri için biraz anlatabilir misiniz? R.D.: Karkot Deresi adlı kitabımda hayatımın özeti vardır. Ben Türkiye ve Türklük aşkı ile, Atatürkçü bir ailenin Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanımız Sn. Bedrettin Dalan Üniversitemizde konferans veren Sn. Rauf Denkta ş ile birlikte. içinde büyüdüm. Bize Rumlara karşı düşmanlık, kin, nefret aşılamadılar ancak Rumlar’ın gün gele adayı Yunanistan'a bağlamak için Girit'te olduğu gibi herşeyi yapabileceklerini - yani tarihimizi ve Rum-Yunan siyasetini - öğrettiler. Yaşadığımız olaylar bu öğrendiklerimizi kanıtladı. Kıbrıs'ın bir Türk adası olduğuna inandık. Yetmişbin Türk şehidinin kanı ile sulanmış bu topraklarda Yunanistan'ın azınlığı olmamak için her fedakarlığı yapan bir halkın içinde yetiştik. EOKA terörü karşısında dik durmasını, teslim olmamasını bilen halkımızla ulusal direnişin içinde görevimizi yaptık. Ö.M.: Yeditepe Üniversitesi'ne yapmış olduğunuz ziyaret sizde üniversitemiz ve öğrencilerimiz hakkında nasıl bir izlenim oluşturdu? R.D.: Türkiye'deki üniversitelerde verdiğim konferanslarda Atatürk'ün güvendiği ve Cumhuriyeti emanet ettiği bilinçli, dinamik bir gençliğin yetişmekte olduğuna şahit oluyorum. Yeditepe'de de bunun göğüs kabartan şekilde var olduğunu görmek beni çok mutlu etmiştir. Türkiye'nin içinde bulunduğu zor günlerde ümit ışığı Atatürk'ün ilkelerini yaşayan ve yaşatan üniversitelerden gelmektedir. Ö.M.: Türkiye'de yaşayan Türklerin Kıbrıs sorunu hakkındaki görüşlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Kıbrıs sorununun çözümünde Kıbrıslı Türklerle Türkiye'de yaşayan Türklerin bakış açıları arasında fark var mıdır? R.D.: Kıbrıs müşterek milli davamızdır. Bizim Kıbrıs'ta varlığımız ve Enosis'i önlemek için vermiş olduğumuz mücadele, bir bakıma, Türkiye'nin stratejik bir davasının korunması mücadelesidir. Bu yıllarca hep böyle yürümüştür. Bu nedenledir ki, 1960 Antlaşmaları ile Enosis'in önü kesilmiş ve 1878'de adadan çıkmış olan Türk askeri, Garantör Türkiye'nin askeri olarak adaya geri gelmiştir. İsmet İnönü'nün şu sözleri sanırım bu söylediklerimi teyid eder: "Siz kan kardeşlerimiz Kıbrıs'ta vatan toprağını korumakta olan Türklersiniz. Vatan müdafaasında Türk'ün sabrının son bulduğu yerde o sabır yeniden başlar. Siz Kıbrıs'ta "artık dayanamıyorum" diyerek teslim olsanız da Türkiye için Kıbrıs davası bitmez. Hatta Kıbrıs'ta tek bir Türk bulunmamış olsaydı dahi Türkiye, Kıbrıs'ı Rum'a Yunan'a bırakamaz, meseleyi Atina'da hallederdi. Türk iseniz dayanacaksınız!" Yıl 1965'di. Halen 2006'dayız ve dayandık. İşte düşmanlarımız bu sırrı keşfettiler. Ve o gün bu gündür aramızı açmak için büyük bir gayret içine girdiler. Bunu bilmeli ve "et ve tırnak" olmaya devam etmeliyiz. Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs'ın tümüne sahip olabilmeleri bizi Türkiye'den ayırmalarına bağlıdır. Kıbrıs elden giderse, burada biz Rum'un veya Yunan'ın azınlığı haline gelirsek "Türkiye denizlere açık bir ülke olmaktan çıkar". Bu söz rahmetli Korutürk'e aittir. Ö.M.: Biz sizi yıllardır haber programlarında izlemeye alışmıştık. Fakat son dönemlerde çok popüler bir dizi olan "KURTLAR VADİSİ"nde rol aldınız. Sizi bu dizide yer almaya iten sebepler nelerdi? R.D.: Türk Hükümeti Annan Planını benimsedikten sonra ben "uzlaşmayı engelleyen kişi" olarak algılandım. Büyük medya da Kıbrıs meselesinin bir an önce halledilmesinden yana tavır koymuştu. Bu nedenle benim bu planda gördüğüm eksikleri ve aksaklıkları duyuran beyanatlarıma sansür konmağa başlandı. Halkımıza Annan Planı’na evet demeleri için büyük bir kampanya başlatıldı. Türk Sn. Rauf Denktaş’ı üniversitemizden çiçeklerle uğurladık. hükümeti de zaman zaman yaptığı açıklamalarda beni küçük düşüren bir hava estirdi. 40 yıl Türk Devleti ile yürüttüğümüz bir davanın yanlış olduğu, uzlaşma niyeti ile hareket etmeyen tarafın biz (ben) olduğumuz yayıldı. "Hemen şimdi barış, derhal uzlaşma" çağrıları yapılmaya başlandı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanımış olan Türkiye'nin Dışişleri’nden "portakalınızı bile satamıyorsunuz, hangi egemenlikten bahsediyorsunuz" şeklinde beyanatlar yapıldı. Resmen bizi Annan Planı’na evet demeye zorlayacakları aşikar olmuştu. Çaresizlik içindeydim çünkü Annan Planı’na evet demekle bir yere varılamayacağını, sadece "milli kriter" veya "kırmızı çizgiler" dediğimiz temel prensiplerin erozyana uğrayacağını görüyordum. Rum'u biliyordum. Dolayısı ile düşündüklerimi Türk halkına duyurmak için her fırsatı kullanmak da görev haline gelmişti. Kurtlar Vadisi Kıbrıs'ta bir çekim yapacaktı. Benden görüş istediler. Bunları yazıp verdim. Bunun üzerine "bu yazdıklarını sen gelip söyler misin" dediler. Derhal kabul ettim ve çok etkili oldu. Anadolu'nun her yerinden "bunları bilmiyorduk" diyen teşekkür mesajları aldım. Türkleri açısından bazı sakıncaları olduğunu biliyorduk. Ancak AB verdiği sözleri tutmadı" diyor. Sayın Mehmet Ali Talat ise "beni AKEL Genel Sekreteri Hristofyas kandırdı, EVET diyeceklerini söylemişti" diyor. Verhaugen "Rumlar beni mal-mülk meselesinde ve EVET diyecekleri konusunda kandırdılar" diyor. Ö.M.: Avrupa Birliği'nin Kıbrıs sorununa bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz? R.D.: Annan Planı’na evet dememiz için AB ve ABD her baskıyı yaptı, her sözü verdi. Bunlar şimdi açıkça "Biz Rumların da evet diyeceklerine inanmıştık. Bu nedenle Denktaş'tan kurtulmak gerekmekteydi. Ağırlığımızı Türk tarafına koyduk ve Türkiye'nin de katkısı ile Türk tarafı evet dedi. Rumların hayır demesi bizler için büyük bir şok olmuştu. Bölünmüş bir adayı üye yapmakla yanlış yaptığımızı anlıyoruz fakat bunu ters çeviremeyiz. Olan olmuştur. Şimdi ileriye bakmalıyız" demektedirler. Sayın Erdoğan da AB tarafından aldatıldığını söylemektedir. "AB rica etti, Annan Planını bu nedenle kabul ettik, Kıbrıs Ö.M.: Sizin sanatla ilgilendiğinizi özellikle de fotoğrafçılığa olan ilginizi biliyoruz. Bu hobinize daha çok zaman ayırmayı düşünüyor musunuz ya da yeterince zaman ayırıyor musunuz? R.D.: Fotoğraf makinem daima yanımdadır. Gittiğim yerlerde gördüğüm bir manzarayı, bir çiçeği, güzel bir yüzü, bir hareketi, günün batışını, müzakerelerde ve toplantılarda kişileri, bir anı karelerim. Dolayısı ile sırf fotoğraf çekmek için ayırdığım bir zamanım henüz olmadı. Şimdi Türk Hükümeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hükümeti AB'den verilmiş olan sözlerin tutulmasını istedikçe AB şu cevabı veriyor: Kıbrıs üyemiz olmuştur. Yasal haklarını kullanarak size vadedilenlerin verilmesine karşı çıkıyor. Biz buna boyun eğmek zorundayız. Siz Rum liderliğini yumuşatmak için bazı jestlerde bulununuz. Asker çekmeğe başlayınız, Maraş'ı Rumlara veriniz; Mağusa Limanını idareden vazgeçiniz, idareyi bize veriniz veyahut da Rumlarla birlikte çalıştırınız" diyorlar. Vadedilen mali yardımı da Rum'un rızası ile ve onun şartlarına tabi olarak vermeğe kalktılar. İnşallah bizimkiler bu fıstık parasını reddederler de "Kıbrıs meselesinin bir hürriyet, eşit egemenlik, devlete sahip çıkma" meselesi olduğunu anlatmış olurlar. PROJE YAPMAK YA DA YAPMAMAK, İŞTE BÜTÜN MESELE BU... A. Zeynep Elgün Halkla ilişkiler sektöründe 15. yılını tamamlayan MEDIALAND, kuruluşundan bu yana çizgisini korumuş, portföyünde bulunan firmaların pek çoğuna uzun yıllardır hizmet veren bir firma. Bu mesleğe yıllarını ve deneyimlerini vermiş olan MEDIALAND Kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı ERGÜDER TIRNOVA ile yaptığımız söyleşide, Türkiye'de PR'ın gelişiminden, 'yalancı' halkla ilişkilercilere kadar pek çok konuyu ele aldık. Söz üstadın... A. Zeynep Elgün: Öncelikle bizlere kendinizden ve kurumsal kimliğinizden bahseder misiniz? Halkla ilişkilere nasıl başladınız? Ergüder Tırnova: Ben, Halkla ilişkilere 1978 yılında başladım. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Dış İlişkiler bölümünden mezun oldum. Uzun yıllar gazetecilik yaptım.Türkiye'de ilk şeref basın kartı alan kişiyim. Fakat sonrasında gazeteciliğin ileride pek de iyi gitmeyeceğini mi düşündüm bilemiyorum, gazetecilikten halkla ilişkiler sektörüne geçişim oldu. O arada da Profilo Holding'de bir eleman arayışı vardı. Aslında medya ilişkilerine bir eleman arıyorlardı ama birdenbire halkla ilişkilerin içinde buldum kendimi. Gazetecilikten geldiğiniz zaman, halkla ilişkilere daha yatkın oluyorsunuz. Çünkü temelini biliyorsunuz; sosyal ilişkiler, insan ilişkileri, görgü, bilgi birikimi. Bunlara sahip olduğunuz için ve tabii gazetelerde de uzun süre çalışmanın verdiği deneyimle iletişime yatkın oluyorsunuz. Gazetecilik öyle imkanlar sağlıyor ki kişiye; bir kere çok değişik kesimlere gidiyorsunuz, değişik insanları tanıyorsunuz, seyahat çok oluyor, ülkeleri geziyorsunuz; tabii o birikimler bu iletişimi fazlasıyla sağlıyor size. Sonrasında ise Shell'de çalışan bir arkadaşım bana bir katalog verdi. Oradan halkla ilişkiler nedir ne değildir, Amerika'da nasıldır diye başladım araştırmaya. Çok hoşuma gitmeye başladı yani gazetecilik de var ama halkla ilişkiler çok başka bir şey oldu. Birden bire de kendimi Profilo Holding'in içinde bulunca da her şey çok hızlı gelişti. O zaman Profilo şimdiki gibi değildi tabii, çok büyüktü. 36 tane büyük şirketi vardı. Bu şirketlerin genel müdürleri ve koordinatörleri ile birlikte sıkı bir çalışma içerisinde orada çok güzel şeyler yaptık. Gerçekten Türkiye'de bugüne kadar hiç yapılmayan belki de Avrupa'da bile çok görülmeyen şeyler yaptık. Bunlar bilimsel kaynaklı şeyler de değildi, onu da belirteyim. Yani kitaplardan okuyup da yapmadık. Tamamen şuur altına yerleşmiş bilgi ve birikimlerle ve o zamanki şartların da elverdiği ölçüde bir takım şeyler geliştirdim orada. Bunlara örnek vermem gerekirse, 78'li yıllarda sendikal olayların çok fazla olduğu dönemdeki bir çalışmamı anlatmak isterim. Orada yaptığım olay, Türkiye genelinde önem kazanmıştı. O da şuydu: O dönemde sendikaların pek çok sıkıntısı, dolayısıyla da pek çok talebi vardı. Ödemelerdeki eşitsizliklerden, çocuklarını özel okullarda iyi bir eğitim alabilmeleri için okutamadıklarından muzdariptiler. Dedim ki ben, "biz de onların çocuklarını koleje gönderelim.” Kimse inanamadı tabii, “nasıl bütün çocuklar gider” diye. Bu tabii ki mümkün değildi, yapmak istediğim şey şuydu, hazırlık kursları açılacak, bu kurslarda özel okula gitmeye hak kazananlara burs verilecek. Önerim kabul edildi. Aynı yöntemi üniversiteler için de uyguladık. Ve inanır mısınız o dönemde her gün olaylar olurdu Mecidiyeköy'de; o olaylar bile kesildi. Fakat sonrasında ailelerin nabzını ölçmek için yaptığımız araştırmada ailelerin çocuklarını bu kurslara göndermemeye başladığını gördük. Bu da Türkiye'nin acı gerçeklerinden bir tanesidir. Öte yandan işveren sendikalarının tepkisiyle karşılaştık. Masraflı gördüler, oysa ki minimum harcamalarla yapıyorduk bu işleri. Ancak bu çalışmalar bize çok keyif vermeye başladı. Ondan sonra bir sürü aktiviteler yaptık. Bu şekilde PR'a başlangıç yaptık. Bu çalışmalar yapılırken -o zaman bir halkla ilişkiler derneğimiz vardı- birden bire derneğin içinde buldum kendimi ve derneğin genel sekreteri oldum. Bu çalışmaları dernek içine de taşıdım. Çünkü halkla ilişkileri ismen biliyordu herkes ama yapı olarak gelişmemişti henüz. Açıkçası kimse de gelişmek istemiyordu. O zaman iki tane arkadaşımız vardı; biri Alaaddin Bey, biri de Betül Hanım. Onların üstünden dönüyordu işler. Ama ben başka bir şey yaptım, Türkiye'de bu meslek gelişsin, ve her şirkette bir PR elemanı olsun istedim. Şirketler danışmanlarla bu işleri yapsın. Böyle bir çerçeve çizdim. Tabii bu ilk başta eski duayenler tarafından pek ilgi görmedi, hatta çok da karşı çıktılar. Çünkü o zamanki şartlarda pek mümkün değildi. Ben başladım bu çalışmaları yapmaya. Sonrasında derneğin 80'den sonraki toplantısında, genel kurullar oldu ve ben derneğin başkanı oldum, 12 sene dernek başkanlığı yaptım. Burada çok güzel işbirlikleri yapıldı. Üniversiteler ile çalışmalara başladık. Eskişehir Anadolu Üniversitesinde Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen vardı; o İstanbul'a geldi, toplantılar yaptık ve sonuçta üniversite ile dernek ilişkilerini bir platformda yürütmeye karar verdik. Her ay bir halkla ilişkiler toplantısı yapıyorduk ve bir konu başlığı alıp üzerinden gidiyorduk. “PR nedir” den başladık, müşteri ilişkileri, program hazırlanması, bütçeye kadar, bunları grup grup ele aldık. Bu toplantılara iletişim fakültesindeki öğrencileri de davet ediyorduk. Dolayısıyla bire bir çalışma oluyordu ve burada duayen insanlar halkla ilişkiler alanında yaptıkları çalışmaları anlatıyorlardı. Enteresan şeyler yaşanıyordu. Bakın size şöyle söyleyeyim, biz dernek yönetimini yapmak için, genel kurulu yapmak için 18 kişiyi maalesef bulamıyorduk , dokuz kişiyle oluyordu olmuyordu. Büyük zorluklar yaşadık, derneğin yeri yoktu; gazeteciler cemiyetinde yapıyorduk toplantıları. Ben bu rakamı 300'e çıkardım bu kadar zaman içinde. Ve şu anda sadece MEDIALAND'de yetiştirdiğimiz eleman sayısı 130'un üzerinde. Burası bir okul gibi oldu. Böyle bir sistem içinde bunu geliştirdik. Türkiye'nin birçok yerinde bizden yetişen halen üst düzey yerlerde çalışan arkadaşlarımız var. Büyük bir gurur kaynağı bizim için. Bir okul gibi bu işleri yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. A.Z.E: Halkla ilişkilerin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Diğer ülkelere göre, Türkiye, halkla ilişkiler sektörünün neresinde duruyor? E.T: İnsanlar özellikle 80'li yıllarda bu işe inanmıyorlardı. Özal döneminden sonra insanlar iletişime çok önem vermeye başladı. Başbakan olduktan sonra, Amerika'nın en büyük halkla ilişkiler uzmanlık şirketini danışman olarak aldı; bunlara büyük paralar verildi; tanıtım konusunda büyük ataklar yapıldı. Özal, Amerika’daki sistemi neredeyse tamamıyla Türkiye'ye adapte etmeye çalıştı ve biz de o boşluktan istifade ederek yüklendik halkla ilişkilerin gelişmesine. Turgut Bey'in, her gittiği yerde yanında PR elemanları vardı. Bunların bazıları gizliydi, bazıları ise gün yüzüne çıkmış olanlardı. Mesela Cumhurbaşkanlığı döneminde Kaya Toperi'yi aldı yanına. (Toperi’nin Ankara’da kendi şirketi var.) Avrupa'daki kitaplara baktığınız zaman, 80'lerde biz Avrupa'dan bir 50 yıl, Amerika'dan ise 150 yıl geriydik. Fakat aradan 3-4 sene geçtikten sonra biz Avrupa'yı yakaladık. Şimdi bunun iki tane sebebi var. Bir tanesi, 'Türk insanı çok okumuyor' lafına katılmıyorum, yanlış bir şey. Önemli olan okuduğu zaman Avrupa seviyesinin hemen üstünde olabiliyor. Çünkü sistemin içine girdiğiniz zaman Avrupa'da iletişimin kökeni, gelişimi ortada. Birtakım kitaplar var, kurallar var, onları aynen uyguluyorlar, gelişim süreci yok, yani yaratıcılık yok. Ama Türk insanın şöyle bir tarafı var, bir şey okuduğu zaman, hemen onun üstüne bir şey ekliyor, yeni fikirler yaratma isteği uyanıyor. Dikkat edersiniz şöyle bir şey vardır bizlerde, bir şey okuruz ve deriz ki “ben bunun daha iyisini yaparım” ve hemen onun bir üstüne çıkmaya çalışırız. Türk insanının böyle bir özelliği var. Buna ek olarak benim şöyle bir tezim var; yeni nesil, ileriye dönük, çağı çok çabuk yakalıyor. Hele ki bilgisayar sistemine geçtikten sonra çok süratle geliştik biz. Gençler daha atak hareket ediyorlar. Bizim gençlerimiz Avrupalı gençlerden, bana göre, çok daha akıllı. Akıllı bir neslimiz var bizim. Onun için biz atak yapmış olduk ve öne geçmiş olduk. Bu atağımızdan dolayı, şirketler özenmeye başladı yaptığımız işe. Bu özentiyi de şöyle getirdik gündeme; bahsettiğim üzere ben her ay bir şirkette bir toplantı yapıyordum, ama bunu değişik sektörlerle yapıyordum. Çünkü halkla ilişkilercinin her konuda genel kültürünü geliştirmesi lazım. Bir ay ilaç şirketine gidiyorduk ve orada yapılan konferanslarda gelen kişilerin ilaç sektörüne dair rakamsal verilere ulaşmasını ve bilgi sahibi olmasını sağlıyorduk. Bir sonraki ay elektroniğe gidiyorduk, bir sonraki ay beyaz eşyaya gidiyorduk. Böylece her ay farklı sektörlerle yaptığımız konferanslarda katılımcılar arasında bilgi alışverişini sağladık. Zamanla bu öyle bir zincir oluşturdu ki, özellikle satın alma konusunda herkes birbirine danışır oldu. O arada başka bir şeye daha özen gösterdik; hiç halkla ilişkiler çalışması olmayan büyük şirketlere yöneldik. Oraya gidip bu çalışmayı yaptığımız zaman, halkla ilişkiler nedir, ne değildir diye anlatırken o PR ile hiç ilgilenmemiş firmanın üst düzey yöneticisi, neden bu işe daha önce girişmediğini sorgulayarak akabinde toplantı sonrası beni arayıp diyor ki: 'Ergüder Bey, biz de bu işe girişmek istiyoruz, bize eleman gerek..' Böyle bir sistem oturttuk ve geliştirdik bunu. Tüm bu gelişmeler kapsamında, benim şu anki tespitim, biz bırakın Avrupa'nın gerisinde olmayı, onları yaklaşık elli sene geçtik. Bunun kanıtı olarak da şu örneği vereyim, bizim yabancı şirketlerle de çalışmalarımız oluyor. Bunlardan biri Bayer. Bakın, Bayer Almanya merkezin bize yetişmesi mümkün değil. Bayer'in geçen sene çıkardığı bir ilacın nasıl tanıtıldığını anlatayım size. Bu ilacı tanıtacaksınız ama firmanın ismini kullanmayacaksınız, bu da yetmezmiş gibi ilacın ismini de kullanmayacaksınız. Ve biz bunu yaptık. Sonra mesela Nestle ile çalıştık. Onun bir ürünü var; Maggi çorba. Dünyada belli satış noktaları var ama Türkiye'de 5. standartta satan bir firma. Yaptığımız kampanya ile biz Maggi'nin satış grafiğini %7'den %50'lere çıkardık. Bu kampanya kapsamında, 81 ilde unutulmaya yüz tutan yöresel yemekler yarışması yaptık, Milli Eğitim Bakanlığı Kız Meslek Liseleri ile beraber. Birinci sene sonunda %54 pazar payı ile birici sıraya çıktı Maggi. Bunlara baktığınızda, Avrupa'da bu tip çalışmaları çok zor görüyorsunuz. İngiltere'de bir PR dergisi var. Geçenlerde bir yazı çıkmış. İletişim çok hızlı geliştiğinden, İngiltere'de PR konusunda değişiklikler yapılmasına karar verilmiş, 12 maddelik bir yazı çıkarmışlar. 'Biz de artık bunları bunları yapmaya başlayalım' diye.. Bu tabii çok komik geldi bize. Burada, işe yeni başlamış, asistan arkadaşlarımız bile o yazılanların on katı güzel şeyler yazıyorlar ve konuya son derecede hakimler. Onun için biz Avrupa ile kendimizi mukayese edemeyiz. A.Z.E: IPRA ile bağlantılarınızdan bahseder misiniz biraz? 1999 Pazarlama PR'ı ödülü ve 2000 Çevre PR'ı ödülünü Türkiye'ye kazandırmış bir firma olarak, bu projelerin içerikleri ile ilgili bilgi alabilir miyiz? E.T: Bizim IPRA (Uluslararası Halkla İlişkiler Derneği) ile çalışmalarımız uzun zamandır devam ediyor ve edecek de. IPRA'da, başkanlar dahi, belirli bir dönem kalırlar ve ondan sonra statü gereği ayrılırlar. Fakat, bakın, üç dönemdir proje komitesinin başında Atacan (Atacan Tırnova - MEDIALAND Basın Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Genel Müdürü) var ve onu bırakmıyorlar. Biz burada üç tane IPRA toplantısı yaptık. Bir tanesi 79 yılında; Betül Hanım o zaman başkandı, ben genel sekreterdim. Başarılı geçen bir IPRA toplantısı oldu. Başlangıçtı. Fakat 10 sene sonra 89'da benim başkanlığım döneminde bir tane daha yaptık. O, IPRA tarihinde ilk sıradadır. Çünkü çok katılım oldu İstanbul'daki toplantıya. Biz bunu da ciddi bir çalışma içinde gerçekleştirdik. Şöyle ki, bir ara Macaristan Helsinki IPRA toplantılarına gittik, 11 kişilik ekip yaptık Türkiye'den. Bunun içinde üniversitede olan arkadaşlarımız da vardı. Orada büyük kulisler yaptık. Yani 50-60 kişiyle dönen IPRA toplantılarını düşünün, o zaman 170 kişi geldi Türkiye'ye. Amerikalı William Corvard diye bir başkan vardı, Türkiye olmasın diye çok direnmişti. Ama Türkiye'ye geldikten sonra da çok mutlu oldu. Ve daha da önemlisi sıfır bütçeyle yaptık bu organizasyonu. O kadar insanı getirdik, götürdük. IPRA yönetim kurulu da tarihinde de ilk defa bedava gitti geldi. Hepsini ayarladık. Güzel bir organizasyon oldu. Sonra tekrardan yapıldı biliyorsunuz burada geçen sene. IPRA ile ilişkilerimiz iyidir, IPRA'da epey üyemiz de var. Bu çalışmalar devam ediyor ve edecek. Zaten onların gözü de Türkiye'de. Türkiye'de çok güzel şeyler yapıldığını onlar da biliyor. Bakın, bir halkla ilişkiler şirketinin veya bir halkla ilişkilercinin mutlaka proje bazında çalışmalar yapması lazım. Yani firmanın içinde üç-beş tane olayı bir haber bülteni yapıp, medyaya götürmesi yeterli değil. Mutlaka proje yapmanız lazım. Biz MEDIALAND olarak proje ajansıyız, sürekli olarak projeler üzerinde çalışıyoruz. Projesiz hiçbir şey olmaz. Böyle olduğu için de 2 tane büyük ödül kazandık, IPRA'nın ödüllleri bunlar. Bir tanesi Alkent 2000 pazarlama ile ilgili. Alkent projesi büyük bir projeydi; bir milyon dolarlık evlerin satıldığı. Üç-beş sene reklam yoluyla satılmaya çalışılmış, fakat yaptığımız PR çalışmasıyla hedefine ulaşmış bir projedir. Onun için ödül kazandık. İkinci büyük projemiz ise, çevreyle ilgili. Bu bence IPRA tarihinde de çok önemli bir şeydi. İstanbul'un çevre kirlenmesi sorunu vardı, onun da kömürden dolayı olduğunu biliyorsunuz. Ama biz İstanbul'un sadece kömürden kirlenmediğini, birçok etken olduğunu, bunların başında da otomobillerden çıkan egzoz gazının bulunduğunu söyledik. Araştırmalar kapsamında bir tane ölçü aracı yaptırdık. O ölçüm aracı İstanbul'un çeşitli yerlerinde ölçümler yaptı, en kirli noktaları buldu. O araştırma ve o değerlendirmeden sonra da otomobillerin egzoslarına pul yapıştırıldı, biliyorsunuz. Bu araştırma sonunda hayata geçirilmiş bir kontrol sistemidir bu. Onun dışında İstanbul'a hep kömür kamyonları gelir, sokaklara kömürleri dökerdi. Onlar kalktı. Paketlendi. Ve en önemlisi Karadeniz de kömür çıkarılan ve çukur çukur bırakılan yerlerin üstünü yazın doldurttuk ve oraları orman alanı haline getirdik. Bunun dışında Nestle'nin Maggi'siyle kazandığımız derecemiz var; gerçi birinci olamadı o, ikinci oldu IPRA'da. Nestle merkez bütün dünyadaki dağıtımcılarına dedi ki; "siz de aynı projeyi uygulayacaksınız". Bütün dünyada kullanılıyor şu an bu proje. A.Z.E : Peki Ergüder Bey, eğitim sizce ne kadar önemli, iyi bir PR'cı olmanın yolu mutlaka eğitimden geçmeli mi? E.T: Ben eğitimden yanayım. Eğitimsiz bu iş olmaz. Bu dönemde yeni nesil şanslıdır. Çünkü bizim zamanımızda dil problemleri vardı. Ama şimdi dil öğrenmek çok kolay. Ve yabancı dil kesinlikle şart... Bu birincisi. Ondan sonra iyi bir eğitim almanız lazım ama şunun da hemen altını çizmek istiyorum, eğitim almak yeterli olmuyor bu işte. Tabii ki genel kültür çok önemli bir şey. Ben çocuklara üniversitede aynı şeyi söylüyorum, bol bol okumak lazım. Gazeteleri okuduğunuz zaman orada siyaset görüyorsunuz, ekonomi görüyorsunuz, spor, magazin derken farkına varmadan pek çok şeyin içinde ve pek çok şeyin farkında oluyorsunuz. Bizim her müşterimizin kendine göre portföyü var, sadece onları kupürlesen, o bilgiyi almış oluyorsun. Ne yazık ki, okullar eğitim verirken bu kültürü veremiyor. Okul bitiminde, çocuk dışarı adım attığında sudan çıkış balığa dönüyor. İnsan kitapta okuduğu şeyi bile uygulamaya geçirirken eli ayağına dolaşır, ki bu çocuklar uygulamayı hiç görmemişler ya da çok az görmüşler. Onun için eğitimin sonunda mutlaka uygulamaya geniş yer ayrılmalı. Zaten Amerika'nın başarısı da burada. Dikkat edin, eğitimi mutlaka kurumlarla birleştirmiştir Amerika'daki eğitim sistemi. Orada okuldan çıkmış bir çocuk sıkıntı çekmez. Çünkü firma adabını, giriş çıkışını biliyordur. Bizi her gün arıyorlar stajyer göndermek için. Ne kadar gelecek peki, bir ay gelecek. Bir ayda 20 gün çalışıyorsun. 20 günde ne yapabilir ki o çocuk? O stajdan ne hayır gelebilir? Diyorsun ki, 'geleceklerin içinden halkla ilişkilerci yapacaksan ben onu üç aylık dönemde alayım'. Bu defa da öğrenci: "benim tatilim var ben gelmem" diyor. Böyle bir sıkıntı var bizde. Amerika'da her şey bilimsel kaynaklı, kitapları, uzman görüşleri... Ve bunu bu sistemli bir şekilde öğrencilerine veriyor. Fakat bu öğrenci dördüncü sınıfa geldiği zaman, kuruluşlarla bunun uygulamasını yapıyor, yani teoriden pratiğe geçiyor. Şimdi Türkiye'de insanların kafasında bu işin pratiği var ama teorisi yok. Yani tam tersi bir durum var burada. Onlar yazılımdan uygulamaya geçerken, biz uygulamadan yazılıma geçmeye çalışıyoruz... Komik bir durum aslında. Fakat bunu da aşıyoruz artık. Pek çok insan bu konuyla ilgili kitaplar yazıyor artık. Eskiden kitap bile yoktu. Kendi notlarımızdan ders anlatıyorduk. Ama ben yine de eskide kalmış bir öğretim görevlisiyim, çünkü kitapla bir şey anlatmayı sevmiyorum. Çok hızlı ilerliyoruz. Ve kitabı anlattığınız zaman, öte yandan yeni kavramlar ortaya çıkıyor ve uygulamasına bile başlanmış olabiliyor. O yüzden ben yine notlar, yazılım derken kendi çapımda bir sistem oluşturarak ilerliyorum. Her seferinde yeni bir şey anlatmak zorundayım. Çünkü uygulama çok önemli. A.Z.E: Bir ürün için yapılan çalışmalar sırasında iletişimin ö n e m i n d e n bahsedecek olursak neler söyleyebilirsiniz? E.T: Şimdi bir kere iletişim çok hızlı geliştiği için artık PR, firmaların olmazsa olmazı. Şöyle bir şey var, bu kalemi çıkaracaksınız, çıkardığınız zaman ben buna istediğim ismi koyamam. Öncelikle araştırma yapmam lazım. Dolayısıyla ilk süreç başlamış oldu. PR burada devreye girmeye başlıyor. Ondan sonra firma kuruldu, bu firmayla ilgili acaba böyle bir firmaya gerek var mı, firmanın çıkaracağı ürüne gerek var mı, bu ürün Türkiye'de var mı, ithal mi ediliyor, ihraç mı ediliyor, bunların cevaplarını bulmanız lazım. Bunun satışına kadar devam eden bir süreçten bahsediyorum. Ürün çıkmaya başladıktan sonra da satış sonrası süreç başlıyor. Eskiden sadece medyaya aktarma ayağı vardı. Şimdi ise, işimiz satış teşkilatı ile çalışmak. Yani direkt olarak satışa etki eden bir durum olduğu için, o yüzden çok önemli PR. Bunun aksini kimse söyleyemez ve kanıtlayamaz. Düşünün ki globalleşen dünyada artık her şey serbest. İthalat var, ihracat var. Her üründen çok var. Siz kendi ürününüzün en iyisi olduğunu anlatamazsanız satamazsınız. Ne yapacaksınız peki bu durumda? Kullanacağınız tek bir yol var: İletişim. İletişim nedir, başlıyorsunuz açılımını yapmaya, eskiden Türkiye'de bilinen bir şey vardı; reklam oldu mu her şey tamamdı. Böyle bir şey yok. İletişim bir şemsiye gibidir, bu şemsiyenin içinde bir sürü teller vardır. Enstrümanlar diyelim istersiniz. Bu tellerin her biri iletişimin bir kolunu oluşturur. Bunlardan bir tanesi de reklamdır. Bazen reklam olmadığında da başka şeyler yapabilirsiniz. Sponsorluk var şimdi mesela. Aktiviteler yapıyorsunuz, bir sürü şeyler yapıyorsunuz. Bu iş artık Türkiye’de her şeyin vazgeçilmezi. Dünyada da böyle zaten. İletişim olmadan hiç bir şey yapamazsınız. A.Z.E: Halkla İlişkiler ajansında çalışacak birinin ne gibi özelliklere sahip olması gerekir? E.T: Eğitimin % 100 olması lazım. Baktığınız zaman iyi bir fiziği olacak, güzel konuşabilecek, insan ilişkileri iyi olacak, genel kültürü iyi olacak, bilgisayara son derecede hakim olacak. Dünya görüşü olabilecek ve en önemlisi yaratıcı olacak. Monoton eleman bizde olmaz. Çünkü her firmanın problemleri ayrı ayrı. O problemlere göre çözüm bulmamız lazım bizim. O çözümü bulacak insanın ise özel yeteneklerinin olması lazım. Çok yönlü bizim işimiz. Müşteriye gideceksiniz, onu dinleyeceksiniz, o size bir şeyler anlatacak ona göre bir rapor hazırlayacaksınız. 'Siz busunuz' diyeceksiniz. O da diyecek ki 'biz buysak o zaman buna göre bir program yapalım'. Oturacaksınız program yapacaksınız. Programı da beğenecekler, bu defa ona uygun bütçe yapacaksınız. Uydurmaya çalışacaksınız. Ondan sonra bunu uygulamaya geçireceksiniz. Başka bir hassas konu daha var burada. Bizim işimizi yapan insanların, mutlaka işin başında olması lazım. Bunun iki faydası var: İlki, müşteri üzerinde daha etkili oluyorsunuz. İkincisi ise, eleman üzerindeki etkiniz. Eleman yetiştirmek çok zor bir şey. Tek başına o işi yapabilecek kapasitede eleman yetiştirmek zor. Müşteriyle çalışmalarınız için bunu uzun zaman gerekiyorsa elemanda da öyle; pişmesi lazım. A.Z.E: Gerçek bir PR'cı nasıl olmalı ? E.T. : Şimdi bakın, ilk olarak yapamayacağınız şeyi söylemeyeceksiniz. İki kişi firmayı görmeden oturup konuşuyor. Onu da yaparız, bunu da yaparız. Yok öyle bir şey. Geçen gün motosiklet ithalatçısı bir firmaya gittik. Oturduk, sohbet ettik. Bir firma arıyorlar. Aynen size anlattığım gibi dedim ki; 'benim sizi tanımam lazım'. Dedi ki 'beni tanımanıza ne gerek var? İşte ben şurada şunu şunu yapacağım.' 'Hayır', dedim 'öyle değil, biz o şekilde çalışamayız. Siz bana kendinizi anlatacaksınız, ben yaptığınız şeyleri göreceğim. Ürünlerinizi göreceğim, yöneticilerinizle tanışacağım. Her şeyi göreceğim, ondan sonra rapor hazırlayacağım. Bu raporun içerisinden aktivite çıkaracağız, bütçe çıkaracağız bundan sonra uygulamasını yapacağız. Sonrasında da medyayla ilgili kısmını gerçekleştireceğiz.' Bunun dışında başka bir şekilde olamaz. Konuşmamız sırasında yarım saat itiraz etti, 'bizim işimiz acele' filan diye. İki saat sonunda belli ölçüde ikna ettik. Bize dediği şuydu, daha önce de firmalarla çalışmışlar, fakat bir türlü istedikleri gibi olmamış. Tabi ki olmaz, plansız programsız başlatılan bir işin başarıyla bitmesini bekleyemezsiniz ki. Ama yıllar geçiyor, herkes dönüp dolaşıp bize geliyor. On sene önce konuştuğumuz insanlar bize gelmeye başlıyor. Herkesin zannettiği şu; 'ben bu halkla ilişkiler firmasına ayda x lira vereceğim, geriye dönüşü olur mu olmaz mı, sokağa attığım bir para olur mu acaba, bana garanti verebilir mi' gibi. Garanti edemem ama tabii ki dönüşü var. Olmaması mümkün değil. Tabii bu inançsızlık içinde olmuyor. Ama inançlı olan insanlar bu işe devam ediyor, sonunda da meyvelerini topluyorlar. Profilo'da 28 senedir bu işi yapıyoruz, demek ki oluyormuş. Bir başka sıkıntı da firmalarda. Oturuyorsunuz üst düzey yönetici ile bunları konuşuyorsunuz. 'Tamam,' diyor 'yaptıklarınız belli, referanslarınız belli, ama beni hiç işe bulaştırma, ben ne medyayla konuşurum ne bir şey'. Niye? 'Yok' diyor, 'biz prensip olarak medyayla içli dışlı olmayı uygun görmüyoruz'. Orada gene iş bitiyor. Şimdi bizim bir de PR dışında gazeteden gelen bir tarafımız var, yani, ben eskiden gazetede de bunlara benzer işler yapıyordum. Kurumlara, kuruluşlara yönelik bir vitrinim vardı. Orada yöneticilerle içli dışlıydım. Şimdi ben gazetede haber yapacağım zaman karşımda iyi bir firma görmek isterim. Çünkü tanımadığım bir firmayla ilgili yazıyı başka türlü yazamam. Onun karşısında doğru dürüst bir ürün görmek isterim. Ve onları birbirine bağlayan da ciddi bir yönetici görmek isterim. Yüzünü eskitmemeli bir yönetici. Ama bu işin kuralı şudur; firma-ürün-yönetici. Bunların üçünü birden bir atletizm pistine çıkardık, yarıştırıyoruz. Bitiş çizgisinde hiçbirinin birinci gelmemesi, üçünün de aynı anda gelmesi lazım. Çünkü yönetici ön planda olursa firma ve ürün güme gider. Ürün ön planda giderse kurumsallaşamazsın, firma olamazsın. Üçünü de aynı çizgide görebilirseniz hiçbir problemle karşılaşmazsınız. O zaman tüm taşlar yerine oturmuş olur. Bu sistemi şimdiye kadar çalıştığımız tüm firmalarda uyguladık. A.Z.E: Son olarak, ne söylemek istersiniz? E.T: Bol bol okusunlar, doğruluktan ayrılmasınlar ve yaratıcılığın kapılarını ardına kadar açık bıraksınlar. A.Z.E: Bu güzel röportaj için, engin deneyimlerinizi bizlere aktardığınız için gönülden teşekkür ederim. EXCEL PR’dan Ceren Aşkın HALKLA İLİŞKİLER Sektörüne BİR BAKIŞ Ceren Aşkın: Öncelikle sizi ve Excel'i biraz tanıyabilir miyiz? Figen İsbir: Ben aslında elektrik mühendisiyim. Bir yıl elektrik mühendisliği yaptıktan sonra kendimi iletişim dünyasına yakın hissettim. İletişim dünyasında analitik düşünmek çok önemli birşey. Bu anlamda alaylıyım. Analitik düşünmek anlamında da elektrik mühendisliğinden aldığım idman gerçek iletişim sektöründe de çok işime yaradı. Yaklaşık 10 yıl önemli reklam ajanslarında “Creative Direktörlük” yaptıktan sonra 1994 yılında bu alanda Excel'in kuruluşuna öncülük ettim, hala da ajans başkanlığı görevini sürdürmekteyim. Excel 1994 yılında kuruldu. 2003 yılında da bu alanda dünyanın en büyük şirketlerinden biri olan “Hill&Knowlton” Türkiye ortağı ve temsilcisi oldu. Excel bugüne kadar ulusal ve uluslar arası pek çok kurum ve markaya halkla ilişkiler hizmeti verdi ve hala vermektedir. Kendi alanında Türkiye'nin en önde gelen şirketlerinden biridir. Aynı zamanda da Türkiye'deki mesleki birikim, itibar, saygınlık ve donanımıyla önde gelen 15 ajansın bir araya gelerek kurduğu İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği'nin kurucu üyelerindendir. Bu dernek aynı zamanda dünyada sadece halkla ilişkiler şirketlerinin üye olduğu ICCO'nun da Türkiye temsilcisidir. C.A.: Halkla ilişkiler sektörünün gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? F.İ.: Öncelikle halkla ilişkiler, "Public Relations"ın Türkçe'ye kötü bir çevirisidir. Aslında düzeltip -- onun da yeterli olduğunu düşünmüyorum ama -- İletişim Danışmanlığı diyoruz. Halkla İlişkiler kavramı en azından algı olarak benim reklamcılık dönemimde iletişimci olmayı veya iletişimci birikimine sahip olmayı gerektirdiğini düşündüğümüz bir meslek değildi. Biz yanlış biliyormuşuz. Yapılan uygulamaların da birçoğu öyle olduğu için iki şeye tekabül ediyordu; sipariş verilen organizasyon uygulamalarını yapmak, bir de gazetecilerle iyi arkadaş olup onlara rica minnet haber çıkartmak. 1992 yıllarında iletişimci birikimim vardı; ancak algımız bu olduğu için hiçbir zaman bu sektörde yer alacağımı düşünmemiştim. Fakat İnternet’in hayatımıza girmesi ve Türkiye'de artık iletişim bombardımanının başlayıp pek çok marka ve kurumun klasik anlamda reklam dışında iletişim konusunda farkındalığının artması sonucu ben de bu sektörün dünyada ya da deneyimli tüketim toplumlarında neler yaptığı bilgisiyle tanışmış oldum. Türkiye'de rekabetin klasik reklamla sınırlı kalmayıp bir iletişim boyutuna dönüşmesiyle bu disiplinin işlevinin gerçekten ne olduğu anlaşıldı. Hem bu iş kolunu talep edenler tarafından hem de benim gibi yapmaya kalkışanlar tarafından bir boşluk olduğu farkedildi. Reklam benim deyimimle klasik anlamda bu mecrada yer satın alarak tüketicinin veya hedef kitlenin üstbilincine hitap etmektir. Halkla İlişkiler ise hedef kitlenin bilinçaltına seslenir. Dolayısıyla algı yönetimi yapıyoruz. Zaten çok fazla reklam yapan yer ve çok fazla mecra yoktu. Hedef kitle bu kadar iletişim bombardımanı altında değildi. Böyle bir ortamda bu mesleğin gelişmesi için çok genel bir zemin yoktu. Ama ne zaman bu yetmedi, yani reklamın konuşmadığı zamanda da hedef kitleyle konuşmak anlamında bir şeyler yapılabileceği dünyada olduğu gibi farkedildi; o zaman bu mesleğin de Türkiye'deki gelişimi son derece arttı. Ben bu mesleğe başladığımda reklam ve halkla ilişkiler bölümleri bu kadar yaygın değildi. Ama şimdi bu kadar istek olması aslında ihtiyacın farkındalığı ile ilgilidir. Türkiye'de ben halkla ilişkilerin layığıyla, gerçek anlamda yapılması için çok genç bir sektör olduğunu düşünüyorum; fakat şu anda gördüğüm şey, genç olduğu için cahillerin, bu işi yapabildiğini zanneden fırsatçıların da bulunması; ancak, buna karşılık çok iyi işler yapan şirketler de var. Evrimin kaçınılmaz bir parçası olarak bu yanlış algılar, bir süre daha devam edecek ama daha sonra taşlar yerine oturacak. Bir şekilde reklamın da sorgulandığı sadece reklamla tüketiciye ulaşmanın yeterisizliğinin farkedildiği bir ortamda bir diğer iletişim disiplini olan algı ve itibar yönetimi ile uğraşan bir sektör ortaya çıkacak; bence bu Türkiye'de ve dünyada geleceğin mesleği. C.A.: Diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında, Türkiye'deki halkla ilişkiler sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz? F.İ.: Diğer ülkelere göre örneğin; yıllardır iletişim konusunda çok idman kazanmış Amerika gibi ülkelerle kıyaslandığında Türkiye daha hala emekleme döneminde, ama bundan bir on yıl önce belki yürümüyordu bile. Ama öyle şirketler var ki dünya standardında bu işi yapıyorlar. Ben sektör olarak daha emekleme döneminde diyorum. Bizim yabancı ortağımız kanalıyla da izlediğim gerçekler var. Biz dünyanın gerisinde sayılmayız ama bu birazcık da hizmet verdiğimiz kurumların bilinçlenmesiyle orantılı hala. Bütün kurumlar ve markalar için demiyorum ama ne iş yaptığımızı anlattığımız dönemler oluyor. Halbuki orada o hizmeti satın alanlar, ne hizmeti satın aldıklarının bilincinde oldukları için vakitlerinin çoğunu müşteriyi eğitmeye değil işi yapmaya adıyorlar. Buna karşılık belli ülkeler var ki - Rusya, Çin gibi - çok daha geride. Türkiye'de 20 yıl öncesinde algılandığı gibi halkla ilişkilerin organizasyon veya medyayla yakın ilişkilerle haber çıkarmak olarak algılandığı başka ülkeler de var. C.A.: Halkla ilişkiler ajansının görevi tam olarak nedir sizce? F.İ.: Reklam bir markanın ya da bir kurumun nasıl algılandığını, o farkındalığın imajını, sahnesini çizer; biz ise çoğunlukla bilinçaltına seslenerek onun nasıl algılandığını yönetiriz. Reklam farkındalığı artırır "ben burada varım ve şöyle biriyim" der. Siz reklamı gördüğünüzde birisinin size kendisini pazarlamak istediğinin farkındasınızdır. Bunu bilirsiniz, oradaki bilgiyi satın alırken bu süzgeçten geçirirsiniz. Halkla ilişkiler ise kimi kez medyayı bir iletişim kanalı olarak alır, kimi kez birebir kontakt kuracak projeleri hedef kitlesiyle üreterek bunun stratejilerini oluşturarak size "ben böyle düşünüyorum" dedirtir. Örneğin, sizin reklamda gördüğünüz şeyi halkla ilişkiler kendi yöntemleriyle yapmaya çalıştığında reklamı besler, destekler ve tamamlar; ama siz hedef kitle olarak "bu benim fikrim, ben o firmanın böyle olduğunu düşünüyorum" dersiniz. Yani halkla ilişkiler bir fikri size kendi fikriniz olarak algılatmaya çabalar. Bunun için kullandığı kanallardan sadece biridir medya. Halkla ilişkiler uygulamasına bunun gibi milyonlarca örnek verilebilir; ama genel olarak halkla ilişkiler bir kurumun ve markanın itibar algısını birebir hedef kitlesine deneyim yaşatarak oluşturmayı ve bu doğrultuda medya dahil, birebir iletişime yönelik pek çok projeden yararlanmayı amaçlar. Kurumun ve markanın itibarı konusunda genel algısında bir kriz çıkmışsa bu krizin yönetilmesine katkıda bulunur. C.A.: Medya ile halkla ilişkiler ajansının ilişkileri nasıl olmalıdır? F.İ.: "Medyada yakın tanıdıkların olacak, ricayla haber çıkaracaksın" düşüncesi yüzünden medya ile halkla ilişkiler şirketleri arasında olması gereken sağlıklı ilişkinin oturduğunu düşünmüyorum çünkü yıpratılmış, hedefini şaşırmış bir ilişki de oluşmuştur. Medya haber toplar ve bu haberleri yayınlar. Bu haber için örneğin mecliste, havaalanında bir muhabiri vardır. Magazin veya kaza haberleri için ayrı muhabirleri vardır. Doğal olarak bu mecranın şirketlerde muhabiri yoktur. Dolayısıyla kurumlar ve markalara ilişkin bu bilgileri alma görevini tıpkı haber ajansı gibi biz onlara sağlarız. Ürün ya da hizmet üreten herhangi bir kurumla onun hedef kitlesi arasındaki haberleşmeyi sağlayacak haber kaynakları bizim gibi şirketler olmalı. Bu nedenle dünyada medya şirketleri halkla ilişkiler kurumları için ücretsiz haber ajanslığı yapıyor ve bizler de medya aracılığıyla iletilen bilgileri sınamış oluruz. Dünyada halkla ilişkiler ajansları medyaya haber malzemesi sunan yapılar olarak algılanır. O yüzden birbirlerine ihtiyaçları vardır. Birinin habere, diğerinin haberi iletmeye ihtiyacı vardır. Aslında etik, doğal ve akılcı bir ilişkileri vardır; ancak Türkiye'de maalesef bu farklı algılandığı için bu ilişkinin çok sağlıklı zeminlerde olduğu söylenemez şimdilik. C.A.: Sizce halkla ilişkiler alanında çalışanların eğitimi ne kadar önemli? F.İ.: Her iş kolunda olduğu gibi bizim iş kolumuzda da eğitim, ister üniversitede okuyarak, ister sonrasında kendini geliştirerek, ister ikisini birden yaparak, olmazsa olmaz birşey. Düşünce idmanı geliştirmek için de eğitim önemli ama bu kadar önemli olduğu halde eğitimin asla tek başına yetmediği ender mesleklerden biri halkla ilişkiler; sürekli kendini günceleyen bir meslek; dünyada ne olup bittiğini, sosyal ve politik olarak insanların algılarının nereye yöneldiğini bilmek gerekir. O yüzden sürekli kendini geliştirmeyi, sonra da bu güncellemeyi mesleki süzgeçten geçirmeyi gerektiriyor. Onun için eğitim kesinlikle tek başına yeterli değil. C.A.: Halkla ilişkiler ajansında çalışacak kişilerde ne gibi özellikler ararsınız? F.İ.: Öncelikle burada iletişim fakülteleri mezunlarına belli bir altyapıya sahip oldukları için ya da bu mesleği bilerek seçtiklerini varsaydığımız için daha ayrıcalıklı bakıyoruz. Burada çalışan arkadaşlarımızın %70'i iletişim fakülteleri mezunu arkadaşlar; ama bu demek değil ki benim gibi mühendislere hayır diyoruz. Şunu çok önemsiyoruz: bu işi güzel ve renkli meslek diye mi seçtiniz yoksa hakikaten bu işte sizi bekleyen sorunları çözmek için ve bunun zahmetlerinin bilincinde olarak mı seçtiniz. Bu işi bilinçli olarak seçmiş arkadaşlarımıza öncelik veriyoruz. Onlara mutlaka okullarında el verdiğince pratiğin içinde yaşamalarını, başka hiçbir meslekte olmadığı kadar staj yapmak gerektiğini veya gerekirse yaz tatillerinde bir yerlerde çalışmalarını, bilginin hayata nasıl uyarlandığı konusunda fikir sahibi olmalarını ve bu işi hakikaten eğlenceli, keyifli, renkli bir iş olarak yapmaları gerektiğini söylüyoruz. Yaptıkları mesleğin zahmetleri ve nihai hedefleri konusunda da çok iyi bilgi birikimine sahip olmalarını öneriyoruz. Figen İsbir UZMANLARDAN SONRA HALKA SORDUK : Sizce Kadir Kılavuz Gözde Dalan Halkla İlişkiler Ne Demektir Temeli insan ilişkilerine dayanır. İletişim yollarını etkili kullanabilme sanatıdır. SEREN EYÜBOĞLU ÖĞRENCİ YAŞ:25 Halkla ilişkiler; sadece bir iş yerinde insanların iş ilişkilerini ve işe alma elemeleriyle ilgilenen bir bölüm değildir. İnsanların tüm sosyal hayatta olan ilişkisini etkileyen ve yaşam tarzını belirleyen bir tarzdır. BÜNYAMİN ANDAROĞLU KUAFÖR YAŞ:32 Halka yapılan kamu hizmetleridir. HASAN BÜLBÜL ESNAF YAŞ: 52 Halkın dilinden anlayabilmek, halkına gücünün yettiği kadar maddi manevi yol göstermektir. MUSTAFA POYRAZ LOKANTACI YAŞ:51 Bir tüzel ya da gerçek kişiliğin, kuruluş amaçlarına uygun olarak, misyonu ve vizyonu doğrultusunda, hedeflerine ulaşmak üzere, direkt ve dolaylı olarak, kısa veya uzun vadede, ilişkide olduğu tüm kişi ve kuruluşlarla uygun olan bütün iletişim araçlarını kullanarak temas kurması ve belirlemiş olduğu stratejiler doğrultusunda yönlendirmeler yapması faaliyetlerinin tümü 'halkla ilişkiler' olarak tanımlanır. BÜLENT BİLGİN GENEL KOORDİNATÖR YAŞ:53 Halkla sağlıklı ilişki kurabilmek ve halkın isteklerini anlayabilmektir. ZEYNEP ÖZBAKAN ÖĞRENCİ YAŞ:20 Halkla ilişkiler; bir firmanın, bir kurumun yani bir tüzel kimliğin her tür tanıtımı, sözcüsü, vitrini ve bu kurumu anlatan dilidir. A.ERTUĞRUL TİMUR YAYINCI YAŞ:41 Kişi, kurum ya da kuruluşların hedef kitleleriyle bağ kurmaları, geliştirmeleri ve onları olumlu düşünce yada eylemlere yöneltmek amacıyla gerçekleştirilen, her türlü iletişim kanallarını kullanan, stratejisi belli olan ve planlı iletişim çalışmalarıdır. MELDA CABAR ARIKAN HALKLA İLİŞKİLER UZMANI YAŞ:33 Ceren Aşkın Ayça Zengin Bir tanıtma şeklidir; insanların birbirleriyle olan iletişimi ve ilişkisi. Müşterilere karşı nasıl davranılacağı ve kendimizi nasıl tanıtacağımızın yollarıdır. FARİS UYGUR GARSON YAŞ:27 Şirketlerin, müşterilerine kendilerini tanıtmaları ve müşterilerini tanıyarak hedef kitlelerini belirleme şeklidir. TUFAN GÜLER BİLG. PROGRAMCISI YAS: 30 Begüm Akın EKONOMİNİN SICAK YÜZÜ: FUAT UYCAN HOCA Begüm Akın: Fuat Uycan kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz? Fuat Uycan: Galatasaray Lisesi'nde on iki sene okudum. Ondan sonra Viyana'ya gittim. Amacım mühendislik okumaktı. Orada bana bir burs verdiler ama bu bursu daha çok ihtiyacı olan bir arkadaşıma bıraktım. İki sene okudum fakat Almanların çok katı mühendislik eğitimi benim hoşuma gitmedi. Ekonomi Fakültesi'ne başladım; sonra Türkiye'ye dönmeye karar verdim. Türkiye'de İşletme İktisadı okudum ve birincilikle mezun oldum; okurken matbaacılık yapan babamla çalıştım. Asıl işimiz kitap cildiydi, mücellitlikti. Böylelikle Türkiye'ye döndüğüm 1962 yılından sonra babamla bu cilt işinde çalışmaya başladık. Sonra bir matbaa kurduk. Türkiye'nin bir numaralı mücellidhanesi durumuna geldik. Matbaamız da olduğu için, bir entegre tesis oluştu. Meydan Larousse, Ana Britannica gibi Türkiye'de ilk defa yapılan büyük cilt işleri gerçekleştirdik. Daha sonra, kendimi daha iyi ifade edebilmek için kitap yayını işine girdim. İngilizce, Almanca, Fransızca olarak dünyanın en çok satılan kitaplarını incelemeye başladım. Beğendiğim kitapları alıp, tercüme ettirerek onların güzel bir Türkçe redaksiyonunu yaptım. Yurtdışından özel harfler getirerek, bu kitapları dizip basımını yaptık. Bakıyorum, 1970'lerde çıkardığımız kitaplar o kadar kaliteliymiş ki, şimdi Türkiye'de o kalitede kitaplar ancak çıkmaya başladı. Onun için bu iş ilgi çekti ve birkaç sene sonra Hürriyet ve Milliyet’ e kitap yayını işine girdi. Satış olanakları açısından avantaja sahip oldukları için gazeteciler bizim için çok güçlü rakipler oldular. Bir süre sonra, Türkiye'de kitap-roman baskısı konusunda bir standart oluşturmuş olmamıza rağmen bu piyasadan çekilmek zorunda kaldık. Daha sonra çocuk ansiklopedilerine yöneldim. Avrupa'ya gidip ilginç çocuk ansiklopedilerinin telif haklarını satın aldım. Onları Türkiye'de kendi matbaamızda basıp, ciltleyerek kapıdan kapıya satmaya başladık. 1998 senesinde, artık sanayici ve tüccar olarak görevimi yaptığıma karar verdim; piyasa koşullarının da zorlaşması ve Türkiye'nin de ekonomik açıdan nereye gideceğini göremediğim için ticareti bıraktım. B.A.: Hayata dair idealleriniz neler? Bunları şu ana dek gerçekleştirebildiniz mi? F.U.: Evet. Ben hep şunu gözettim hayatta. Akşam vicdanen rahat yatmak. Esaslı adam benim için işe yarayan, insana faydalı olan adamdır. O açıdan ben de ticaretimi, sanayiciliğimi doğru ve dürüst bir şekilde yapmaya, iyi ürünler çıkarmaya çalıştım. İnsanlara yararlı olmaya çalıştım. Şimdi en büyük idealim, adam yetiştirmek. Şayet Türkiye'de çalışacak gençleri adam olma konusunda etkileyebiliyorsam kendimi idealime varmış sayacağım. Kararımdan o denli memnunum ki, niçin ticareti bir on sene önce bırakmadığıma hayıflanıyorum. Çünkü bu bana çok büyük doyum sağlıyor, hem de benim için bir yaşam sevinci kaynağı oluyor. Ben burada genç Türk entellektüelleri ile beraber oluyorum. Gençlik bana canlılık ve ilerisi için umut veriyor. Sizleri gördükten sonra, hayata ve Türkiye'de yaşamaya dair hiç bir kötümserliğim kalmıyor. B.A.: Deneyimleriniz ve derslerdeki izlenimleriniz doğrultusunda, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? F.U.: Ben sekiz yıldır bu Üniversitede ders veriyorum. Halkla İliskiler ve Tanıtım Bölümü’nü ders verdiğim öteki bölümlerle kıyasladığımda, sizin bölümünüzdeki öğrencilerin eğitim kalitelerinin yüksek olduğunu görüyorum. Bu bölümdeki öğrenciler çok iyi yetişmiş, derse katılımları çok yüksek, dersi çok iyi alıyorlar. Sonuç olarak başarılı oluyorlar... Sizin gösterdiğiniz performans, derse katılımınız Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü öne çıkarıyor. B.A.: İletişim sektöründe kariyer edinmeyi amaçlayan gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Böylesine rekabet ile iç içe olan bir toplumda, kendilerine sağlam bir yer edinebilmeleri için nasıl bir yol izlemeliler? F.U.: Bir kere çok yönlü bir kültür edinmeniz lazım. Her şey ile ilgilenmeniz lazım. Bazı kapıları kendinize kapatmayıp, her konuya bakmanız lazım. Hepsine odaklanıp, hepsinde yoğunlaşamazsınız ama konuların var olduğunu bilmeniz bile yeterli olacaktır. Dil öğrenimine çok büyük önem verip, birkaç yabancı dil biliyor olmanız lazım. Çok yönlü bir kültüre sahip olabilmek için, çok okumanız ve görmeniz lazım. Ülkeleri ve müzeleri gezmeniz, eserleri incelemeniz lazım. Kendinizi yetiştirmeniz lazım. Empati duygunuzu geliştirmeniz lazım. Karşınızdakileri çok iyi anlamanız lazım. Çok sabırlı olmayı öğrenmeniz lazım çünkü kendinizi sabırla anlatmak zorundasınız. Şimdi iş hayatındaki en önemli faktör, insan ilişkilerinde başarılı olmak. Onun için insan ilişkilerinizi geliştirip, en üst düzeye çıkarabilmek için ne yapmanız gerekiyorsa yapmalısınız. Bağnaz olmamalısınız. Türkiye'de bunun yaygın olduğunu görüyoruz. Yetişme koşullarımız, geldiğimiz ortamlar bizleri bağnazlığa daha yatkın yapıyor. Bağnazlık insanın tökezlemesine neden olan bir engeldir. Onun için bağnazlıktan uzak durmalıyız. B.A.: Neden ekonomi? F.U.: Ekonomi, çünkü yaşamın her aşamasında var ve herkese lazım. Buradan iletişimciler olarak mezun olup bankacılık da yapabilirsiniz. Mesleğiniz ne olursa olsun mutlaka ekonomi ile ilginiz olacaktır. Ekonomi konusunda benim size verdiğim bilgiler, unutulmaya mahkum bilgiler olmasın diye gayret ediyorum. Hangi işi ne zaman yaparsanız yapın, yarın karşılığını alabileceğiniz bilgileri size vermek istiyorum . B.A.: Dünden bugüne Türkiye'yi nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? F.U.: Ben Türkiye'nin geleceğini, gençleri daha iyi tanıdıktan sonra, çok parlak görüyorum. Bunu da siz sağladınız. Şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim ki, üniversitede hocalık yaptğım süre içinde bana ümidimi kaybettiren tek bir gence rastlamadım. Karşımda bilgisiz, ilgisiz öğrenciler bulduğum çok oldu, hala da var, ama sonuç olarak Türk gençlerinin iyiye ve doğruya yönlendirilebileceğini gördüm. Onun için sizin oluşturacağınız Türkiye, biz sizi başarılı eğitebilirsek, çok iyi olabilir. Türkler çok girişken, ayrıca pratik zekası olan insanlar. Türklere akıllarını daha iyi kullanmalarını öğretebilmek, başarılı olmak için gayret sarfetmeleri gerektiğini kabul ettirmek lazım. Ondan sonra Türkler ellerine çantalarını alıp büyük ölçüde ihracat yapabilirler. Sınıfta aklıma hiç gelmeyen sorular soruluyor, demek ki yaratıcısınız. Yaratıcı insan çalışkan, zeki insandır; çünkü zeka yaratıcıdır. Akıl, onu kullanmayı öğretir. Bunun izini süren insan mutlaka başarılı olur. O açıdan ben Türkiye'nin uygar çağın tüm koşullarına uygun bir toplum haline gelebileceğine yüzde yüz inanıyorum. B.A.: Ekonomik alanda gelişme gösterebilmemiz için ne tür önlemler alınmalıdır? Bu ekonomik kalkınmada toplumun üyelerine düşen rol nedir? F.U.: Bizim ilk önce verimlilik konusuna dikkat etmemiz lazım. Üretimimizi verimli bir biçimde yapmamız, ondan sonra çalışmadan bir şeyin olmayacağına inanmamız lazım. Bugün Avrupa'da bir üst düzey yönetici haftada ortalama 70 saat çalışıyor. Hala böyle haftada 40-45 saat çalışıp, onun da yarısını sohbetle, çayla geçirerek bir yere varmamız mümkün değil. Çok çalışmadan da başarılı sonuçlar alacağımızı, yaşam standardımızı yükselteceğimizi, uygar insanların yararlandıkları olanaklardan yararlanabileceğimizi düşünmememiz lazım. Okuldaki çalışmalarımızda da en verimli çalışmayı nasıl ortaya koyabiliriz, ona bakmamız lazım. B.A.: Türkiye'de işsizlik oranı gitgide artmakta ve iş sahibi olanların bir çoğu da düşük maaşlar ile çalışmakta… Peki, Türkiye yıllardır süre gelen enflasyon ile artış gösteren bu işsizliğe neden karşı koyamıyor? Devlet yeni iş olanakları sağlamak için ne tür önlemler almalı? F.U.: Enflasyonu düşürmeye çalışan ülkelerde toplumun geçici bir süre için enflasyon ile işsizlik arasında bir seçim yapmak zorunda kalabileceğini derslerde de konuşmuştuk. Enflasyonu düşürmek istediğimizde para artışı azalıyor. Böylelikle piyasada sizin de cebinize giren para azalmış oluyor. Alışveriş azaldıkça, işsizlik azalıyor. Bu doğal bir olgu. Bunun düzelmesi de biraz zaman alır. Aslında, ekonomik krizler çok çabuk geçmiyor. Mesela, Amerika 1929 buhranından bu yana yetmiş seneden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen, sonuçlarını tamamıyla silebilmiş değil. Ekonomide bir deli kuyuya taş atıyor, kırk akıllı çıkaramıyor ya da bu taşın çıkarılması yıllar sürüyor. Onun için bizim bu tür sorunlarımız bitmiyor. Bu da çok basit bir şeye dikkat etmememizden kaynaklanıyor. Biz ihracatımızı yeterince geliştiremiyoruz. Devlet yeni iş olanakları sağlamak için, Türkiye'de ihracatı arttırıcı önlemler almalıdır. Türkler de bunu bireysel olarak yapabilirler. Bunun tek yolu, iyi ve uygun bir ürün üretebildiyseniz, çantanızı elinize alıp bütün dünyayı dolaşarak kapı kapı alıcı aramaktır. Yani biraz zahmete girişmektir. Mesela simdi bir Çin olayı çıktı ortaya. Çin ile mücadele edemiyoruz diyorlar. Türkiye'de ekonomi işte bu durumda biraz durgunluğa giriyor. Çin malları geliyor ve çok ucuza satılıyor. Rekabet edemiyoruz. Halbuki Çin ile rekabet sadece fiyat ile olmaz, kalite ile de olabilir. Müşteri isteklerine, ihtiyaçlarına odaklanarak Çin ile mücadele edilebilir. Türkiye'de Türk müşterisine odaklanacaksınız, onun istek ve arzularını iyi irdeleyeceksiniz ki ona karşılık verebilesiniz. Bütün işletmeniz müşteri odaklı hareket edecek. İmalatınızın, satışınızın her aşamasında müşteriyi ön planda tutacaksınız. B.A.: PRP Yeditepe Dergisi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? F.U.: PRP Yeditepe dergisini biraz şaşkınlıkla inceledim. Çünkü bu kadar doğru bir dergi açıkçası beklemiyordum. Sizler daha amatör olduğunuz için, biraz da iş yapmış olmak için bir dergi çıkarılabilir diye düşünüyordum. Bu açıdan doğrusu çok sevindim. Son derginizde otuzdan fazla konuyu işlemişsiniz. Ayrıca konuların işleniş tarzı da çok profesyonelce olmuş. Ben sizin başarınızın nedenini bu dergiyi gördükten sonra daha da iyi anladım. Siz benim bildiğim diğer bölümlere göre daha başarılı bir bölümsünüz. Demek ki sizi hocalarınız çok iyi yetiştiriyorlar. Çok güzel, çok başarılı buluyorum ve ileride iletişim sektöründe bugün Türkiye'de üzülerek müsaade ettiğimiz, üzülerek gözlemlediğimiz bazı kusurların azalacağına olan ümidim artıyor. Bakıyorum ki, iyi bir Türkçe ile yazıyorsunuz, imlanız ve kurgunuz iyi, yazıda mantığınız güzel, araştırmacısınız, her konuya değiniyorsunuz. Demek ki, sizler bu işi ileride profesyonel olarak yaptığınızda gereksiz sorular, televizyonlarda gördüğümüz anlamsız konuşmalar azalacaktır. Daha içeriği zengin, daha esaslı işler yapacağınızı görmekten çok büyük mutluluk duydum. Size ben de can-ı gönülden başarılar diliyorum. ARAMIZDA YENİ BİR DOST YÜZ: ESRA ATİLLA BAL Üsküdar Amerikan Lisesi'nden ve ardından 1999 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden mezun oldum. Mezuniyetten hemen sonra bir süre A & B Halkla İlişkiler Ajansında aralarında Turkcell ve Boeing'in de bulunduğu şirketlerin müşteri ekipleri üyesi olarak çalıştım. 2000 yılında burslu olarak Boston'daki Northeastern Üniversitesi'nde MBA Programı’ndan kabul aldım. Northeastern'deki MBA programı uygulama ağırlıklı bir programdı ve bu bir buçuk yıl teorik dersler ile altı aylık "cooperative" diye adlandırılan bir tam zamanlı çalışma döneminden oluşuyordu. Boston'daki ilk yılımda derslerimi aldım, ardından çeşitli şirketlerle yaptığım iş görüşmesi sonucu Gillete Şirketinin genel merkezinde pazarlama bölümüne girdim. Duracell pillerinin ürün müdür yardımcılığını yaptığım altı aylık dönem içinde, bu konuda birçok şey öğrenme fırsatım oldu. 2002'de Boston'da Northeastern Üniversitesi'nden Organizational Behavior uzmanlığıyla MBA derecemi alarak İstanbul'a döndüm. Boston'daki okul dönemim boyunca öğrencilere hem akademik hem de kariyer danışmanlığı yaparken üniversite ortamında çalışmanın beni kurumsal hayattan daha çok mutlu ettiğini fark ettim. İstanbul'a döndüğümde Yeditepe Üniversitesi'nde İngilizce Hazırlık Bölümü'nde Social ESP (English for Special Purposes) hocası arandığını duyunca tereddütsüz başvurdum ve iki sene bu bölümde hoca olarak çalıştım. Bu arada Uygarlık Tarihi ile Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde İletişim İngilizcesi derslerini de verdim. Bu dönemde akademik kariyere devam kararı alarak Marmara Üniversitesi'nde Organizational Behavior Doktora Programı’na kaydoldum. Halen hem doktora çalışmalarımı sürdürüyorum, hem de Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyorum. Okulda olmak ve "hocam" sözünü duymak beni çok mutlu ediyor : Aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi'nin mezunlar dergisinin (BÜMED) yazı kurulundayım ve bu dergi için çeşitli yazılar hazırlıyor ve röportajlar yapıyorum. Zaman zaman da yoğun temponun stresini atmak için tenis oynayıp, sahilde uzuun yürüyüşlere çıkıyorum... OYUNLARI İLE DÜNYAYI DOLAŞAN ÜNLÜ OYUN YAZARIMIZ GÜNGÖR DİLMEN ’İN EVİNE KONUK OLDUK: Ben Anadolu’yu Dilmen’den dinledik. Gözde Dalan: "Ben Anadolu" adlı tiyatro eserinizin ilk karakteri olan Kibele'den ve oyundaki diğer karakterlerden kısaca bahseder misiniz ? Güngör Dilmen: Anadolu'nun tanrıçası Kibele var. Bunun en eski çağlardan beri heykelleri bulunmuş, tapınakları da var. Eskişehir'de ve Anadolu'nun bir çok yerlerinde var. Anadolu tanrıçası Kibele… Oyun, tanrıça Kibele ile başlıyor. Bütün öbür kişiler zaman içinde tanrıça Kibele'nin değişik görünümleri ya da zaman içinde kızları. Bu tanrıçanın bir iki adı var ama aynı ad; Kubaba demişler Kibele demişler. Batıda Sibel demişler. Bize de Sibel kız ismi olarak geçmiş. Tanrıçada Kibele ile başladık. İkinci kişi gerçek bir kişi Puduhepa. Puduhepa bir Hitit kraliçesi. Bundan sonra değişik mitolojik kişiler var oyunda. Bazıları gerçek kişiler bazıları mitologyadan alınmış. Oradan da bir şeçme yaptım. Zaten çok uzun olursa seyirci anlayamayabilir, kopabilir. Esra Atilla Bal: Anadolu'nun binlerce yıllık tarihinden bahseden bir oyun ve bundan bahsederken de kadın kimliği üzerinde duruyor. Özellikle herşeyin ortasında o duruyor. Niçin böyle birşey seçtiniz? Niçin kadın kimliği ile bunu irdeliyorsunuz? G.D.: Evet. ilginç. Böyle bir oyunu yazmamı bana Yıldız Kenter önerdi. O zamanki kültür bakanımız; ikimizin de arkadaşı, Talat Halman istemiş böyle bir oyunu--iki dilde; hem Türkçe, hem de ingilizce. Yıldız Kenter oynasın diye bir öneriydi bu. Sonra bu öneri bana yapıldı. Ben de son derece ilginç buldum. Yıldız Kenter Türkiye'nin en iyi oyuncularından biri. Bu öneri gelmeden ben, tek kişilik bir oyun yazmayı hiç düşünmemiştim doğrusu. Önerinin gelmesi iyi de oldu. Çok düşündüm. Sonra çok heyecanlandım. O gece uyuyamadım. Ve başladım oyunu yazmaya. Bir takım kişiler daha önce de vardı. Diyelim, tanrıça Kibele çok daha önceden yazılmış. Ondan sonra bir iki rol daha var. Onlar da çok daha önceden yazılmışlar. E.B.: Ben Anadolu'da binlerce yıllık “kadın hikayesi“ var. Kadının durumu hakkında bir çok şey var. Ama öyle şeyler yazıyorsunuz ki, araştırmalarımızda bunu gördük, kadının özü, Anadolu kadınının özü, aslında bu binlerce yıla rağmen değişmiyor gibi bir durum var. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? G.D.: Değişmiyor. Yazarken Anadolu'da kadının durumu değişiyor mu değişmiyor mu diye kendi kendime bir soru sormadım. Ben antropolog değilim. Anadolu'da yaşamış, mitolojiden, tarihten de kişiler var. Bir takım dramlar yaşamış kişileri seçtim. Çünkü tiyatro dram sanatıdır. Dram olmasa zaten tiyatro da olmaz. Tiyatroya dram seyretmek için gidilir. Dram komedi de olabilir, tragedya da olabilir. İkisinin karışımı da olabilir. Ben şuna dikkat etmeye çalıştım. Bu seçtiğim kişilerin birbirinden farklı dramları var. Bazıları son derece güçlü kadınlar; kendi kaderlerini yenen, değiştiren kişilikler var. Bir kaç tanesi de bunun tam tersi; bir Ayşe Sultan var. Bu, sarayda altın kafes içinde doğmuş, bütün hayatı orada geçmiş, hiç mutlu olamamış, bir çok evlilikler yapmış ama hep böyle kişiliksiz, edilgen zavallı bir kadın. Şimdi bu mu Anadolu kadınını simgeliyor? Hayır. Bunun tam zıttı çok güçlü kadınlar da var. Bir Teodora var. Değişik kadın karakterleri var. Bunlardan yola çıkıp "Bütün Anadolu kadınları böyledir" demek pek doğru olmaz. Bugün de böyledir. Her kesimden kadın var, erkek var, değişik görüşler var, ilericiler var, gericiler var, tutucular var, yobazlar var, kökten dinciler var. Hangisi Anadolu'yu temsil ediyor? Hepsi ülkeyi ayrı yöne çekiyor. Tarihte de kim ülkeyi olumlu bir yöne ya da olumsuz bir yöne çekiyorsa, ülkenin gidiş gelişi de öyle oluyor. Bana sorarsanız Türkiye'de büyük bir devrim yapıldı. Mustafa Kemal'le... Ama bu devrim 1950'ye kadar sürdü. Sizler doğmadan önce; anneleriniz bile belki doğmamıştı ya da çocuktu; Atatürk devrimlerine ihanet başladı. 55 yıldan beri de var. İleri mi gidiyoruz yoksa geri mi gidiyoruz? İşte bazen ileri bazen de geri öylesine gidiyor. Şimdi tiyatroya yoğunlaşalım. Yine o sorunun cevaplarından biri; öyle tek bir kadın cinsi yok. Değişik kadınlar var. Bazıları gülünç, bazıları dramatik. E.B.: Kibele'nin konuşmaları sırasında söylediği bir şey dikkatimi çekti. "Bugün Anadolu'da eğer ki birşeyler yapmak istiyorsanız bir kocanızın olması lazım." Bize bunu biraz açabilir misiniz? G.D: Şimdi o bir şaka. Ama bu bir ölçüde doğru olmuş. Ve hala da değişmemiş. Yani genel olarak doğru bu. Ama bu onun bir şakası. Bu demek değildir ki oyundaki bütün kişiler öyledir. Burada oynayan bir Teodora var. Tarihi değiştiriyor. Bizans Tarihi’ni değiştiriyor. Bir isyan olmuş; ya hepsi ölecek ya da isyanı bastıracaklar. Kocası Jüstinyen daha "Büyük Justinyanus" olmamış. Kaçmaya karar veriyor. Teodora bu kaçışı önlüyor. Ve ondan sonra kocası, karısı Teodora'nın sayesinde, “Büyük Justinyanus” oluyor. Ayasofya da ondan sonra o çağda kuruluyor. Kaçsalardı, hiç bunlar olmayacaktı. Şimdi orada güçlü bir kadın portresi var. Gözde D.: Osmanlı da da var. G.D.: Osmanlıda da var tabii. Nilüfer Hatun da öyle. Şimdi Nilüfer Hatun, ikinci bölümde başlıyor. Bu bir Rum kızı. Biraz komiktir. Düğününde bir Bizanslı ile evlenecek; onu bizimkiler kaçırıyorlar. Kaçıranlar da, Osman Gazi ile Orhan Gazi. Osman Gazi'yi öldürmek için pusu kuruyorlar. Düğüne çağırıyorlar. Orada Orhan Bey'le evleniyor ve bir Osmanlı oluyor. Yani kültür değiştiriyor, din değiştiriyor. Şimdi bu kolay mı? Bir insanın birden bire kültür ve dil değiştirmesi kolay nı? Bunun, kuşkusuz, bir dramı var. Oğlu, öz oğlu, artık Türk ve annesine "Annecim Bizans'ı alacağım" diyor. Bu ülke annesinin ülkesi. Okursanız en sonunda "Bizans, annendi senin." der Nilüfer Hatun. Yani “benim iki kişiliğim var; genç kızlığımda, çocukluğumda Bizanslıydım, Rumdum, bundan sonra Osmanlı oldum, Türk oldum. Bu iki kültür içiçe ve bende bunların ikisi de var. Almak istediğin Bizans senin annendi" der. Burada yine güçlü bir kadın var. Ve bir de dram var. Yani insanın ters düz edilmesi dramı. Orada milliyetçilik yok. Bir Bizanslı kızı Türk yapmışsınız diye bir onurlanma yok. ilk ismi Poloperaymış, sonra Nilüfer Hatun olmuş. (Bursa’ da küçük, güzel bir çay vardır -hala varsa, kurutmadılarsaadı Nilüfer çayıdır.) O kızın yaşadığı bir kültür değişimidir. Avrupalı olacak mıyız, olmayacak mıyız? Olursak ne olur, olmazsak ne olur? Onun tartışması var. E.A.B.: Cumhuriyetli kadınlarla ilgili yazdığınız dramlarda nelerden bahsettiğinizi anlatır mısınız? Onların dramları nelerdir? G.D: Cumhuriyetin kuruluşuyla başlıyor. Çoğu gerçek kişiler. Halide Edip var. Halide Edip, birbirinden ayrı iki rol olarak var. Birincisi Osmanlılar'daki Halide Edip; ikincisi, oyunun sonundaki Halide Edip. Orada savaşın sonlarında Yunan esirlerini sorguya çekiyor. O esirler arasında Anadolu Rum'u, yani yerli insanımız olup da bize karşı savaşanlar var. Onlar kendiliğinden vatan haini oluyor. Ama buna zorlanmışlar. İki ateş arasında kalmışlar. Ölecekler, mecburen ölüyorlar. Böyle durumlar da var. Sorguya çekerken bunları arıyor, bunları buluyor. O esirlerin yaşamı iki dudağının arasında Halide Edip'in. "Bu Uzman Gözde Dalan Güngör Dilmen vatan hainidir" deyince alıyorlar, kurşuna diziyorlar. Savaşın acımasız kuralları bunlar. Diğerleri normal düşman. Düşman ama yabancı üniformayla gelmiş. Ve Cenevre kanunları var. Savaşın kuralları var. Onlar esir. Ve esir alındıktan sonra onlara kötü muamele yapılamaz, yasaktır. Yani bu esirlerin hakları da o şekilde korunmuş. Tam düşman ise mesele yok. Ama yerli ise, kendi vatanına karşı silah çekmişse işin rengi değişir. İşte onlardan birini yakalar, bulur. Karşısındaki de titremektedir. Kolay değil. İşte orada Halide Edip bocalamaya başlar; ele vereyim mi vermeyeyim mi diye. Genç bir adamın yaşamı iki dudağının arasında. "Sen tercümandın, şuydun, buydun şimdi de yargıç mı oldun Halide?" diye kendine sorar. "Ama ben söz vermiştim; Anadolu'da zavallı kadınların, kızların çektikleri acılar, işkenceler ve o rezalet, bunların öcleri alınmalı" der. İşte bu dramdır. İnsan iki nokta arasında bocalıyorsa, gidip geliyorsa, bir öyle bir böyle düşünüyorsa, kendi düşüncelerinde bölünmüşlük varsa, bu dramdır. Halide Edip, bu dramı yaşıyor, bu bocalamayı yaşıyor. Sonunda ya "alın götürün" diyecek kurşuna dizecekler ya da "değil" diyecek o genç çocuğun yaşamını bağışlayacak. İkinci bölüm, oyunun sonu böyle bitiyor. Süheyla Nil Coşkun: Cumhuriyetlilerdeki son karakter kimdir? Yani günümüze kadar geliyor mu oyun? Hangi güne kadar uzanıyor? G.D: Orada son yok. Arkası yarın diyoruz. E.A.B.: Devamı var… G.D: Devamı hiç olmayacak ama arkası yarın çünkü bunun sonu yok ki. En son dişi karakter Sarı Kız'dır. Kaz Dağı'nda bir Sarı Kız efsanesi vardır. Onunla sona eriyor. E.A.B.: Oyununuz "Ben Anadolu" çok fazla yankı uyandırdı. Yurt dışında da oynandı ve beğenildi. İsveç'te ve Brooklyn'de de oynandı degil mi? G.D.: New York'a, Amerika'ya gitti oyun. Oralara Yıldız Kenter götürdü. Arş. Gör.Esra Atilla Bal Arş. Gör. Süheyla Nil Coşkun YEDİTEPE'DE BEN ANADOLU 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ Birleşmiş Milletler tarafından 1977 yılında ilan edilen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nün geçmişi çok eskilere, birçok kadının fabrikalarda düşük ücretle ve ağır koşullarda çalıştırıldığı 1800'lere dayanıyor. Senem Koç İlk kez 8 Mart 1857'de New York'lu bazı işçi kadınlar iş koşullarını protesto etmek için toplandılar. Düşük ücreti ve kötü çalışma koşullarını düzeltmek için greve gittiler. Grev, polisin müdahalesiyle sona erdirildi. Polisin müdahalesi sonucu çıkan yangında yüz kırk kadın işçi hayatını kaybetti. Kadın işçilerin cenaze törenine yüz bini aşkın kişi katıldı. Bunun üzerine 8 Mart'ın "Dünya Kadınlar Günü" olarak kabul edilmesi önerildi ve öneri 1977 yılının aralık ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edildi. Suçluların suçluluklarını kapamak, vicdanlarını daha rahat tutmak amaçlı ilan ettikleri günlerden biri bu gün; ama diğer taraftan da etik olguları ve kadınsal gururu temsil eden bir gün de. İşte bu naçizane günün çerçevesinde Halkla İlişkiler ve Tanıtım Kulübü, Güngör Dilmen'in Ben Anadolu adlı tiyatro eserinden bir tiyatro okuması hazırladı. Tiyatro okuması Üzeyir Garih salonunda yapıldı. Salon küçüktü, seyircilerin çoğu tanıdık yüzlerdi; lakin sahnede yarım ay şeklinde duran 9 yüz yine de heyecanlıydı. Bir hata yapsalar, kimse onlara alınmayacaktı; ama yine de heyecanları yüzlerinden okunuyordu işte. Çünkü o gün Dünya Kadınlar Günü'ydü. Piyano tuşlarından akan notalarla dolu salondan girerken slayt gösterisiyle desteklenmiş bu tiyatro okuması herkesin merakını cezpbetmişti. Derken yarım ayın oluşmasıyla gösteri başladı. Okunanlar acıklıydı bir yerde, bir yerde de trajikomikti. Trajikomik burada doğru kelime değil belki; ama en iyi duranı. Çünkü "…bundan sonra O'na kim olduğunu soranlara, "Ben Nasrettin Hoca'nın karısının kocasıyım!" diyecekmiş." cümlesi yüzlerimizde bir gülümseme şeklinde yer alsa da aslında Türkiye'deki durumu tam anlamıyla ortaya koyabilen bir cümle. Kadınların bulundukları statü bu tiyatro okumasıyla akıllarımızdan daha da çıkmaz oldu. Bazı şeyleri yüzümüze vurdu, bazı unuttuğumuz şeyleri tekrar hatırlattı ve tadı damağımızda kalan harika bir okuma oldu. Kısa ve özdü. Yalın ve zengin. Vurucu ve içerikliydi. Sahra'nın piyano vuruşlarını performans içinde de bir kez daha duyma fırsatı bulabildik; ama öyle güzel bir yerde duyuldu ki notalar, daha iyi bir an düşünülemezdi herhalde. Ayşe Sultan'ın dramatik ama "kendine göre" maceralı hayatı, Kibele'nin gür ses tonuyla yapılmış söylemleri tiyatro okumasının diğer vurucu noktalarıydı. Umarım tiyatro okumasına katılan arkadaşlarımız ileride Güngör Dilmen'in bütün eserini yorumlamaya fırsat bulabilirler. Halkla İlişkiler ve Tanıtım Kulübü'nün yapmış olduğu bu etkinlik, kısacası, seyirciden tam not alarak başarıyla sonlandırıldı. Burcu Özefe, Sahra Öztürk, Prof. Dr. Ayseli Usluata, Begüm Akın, Doç. Dr. İlker Bıçakçı, Ferda Uyan, Gülbin Karalp Gözde Dalan, A. Zeynep Elgün, Esra Bal, S. Nil Co şkun Dışarıdan duyumsananlar elbetteki olayın içinden birinin duyumsadığıyla bağdaşamaz. Şimdi de olayın içinden, tiyatro okumasına hükmeden ağızlardan birkaç kalem söz: Esra Bal (Anlatıcı) LU O E D ’D A E AN E P N İT E B ED Y "Ben kimim bu gece? Hangi çağda, nerede?" İşim can vermek sözcüklere. Eğirmek kan ipliğini gündüz gece, Dokumak insan ruhunu Tutkular, ihanetler, kıskançlıklar, seviler içre Şu daracık ve sonsuz gergefte. BE YE N A Dİ NA TE D PE O L ’D U E Kibele'yim ben. Ana tanrıçası Anadolu'nun. Ben Anadolu. Kubaba dediler, Kibele dediler adıma, Son Hititlerin tanrıçasıydım. Bu toprağın çocukları Beni Kutsal Dişi, Toprak Ana, En büyük sevgili bellediler. Türlü diller söyleştiler Ayırmadım. Birlikte yaşamayı bir öğrenebilseler… Bütün çocuklarıma yeter Cömert memelerim. Oğlumdan mektup gelmiş. Oh, çok şükür. Vefasız evlat diyordum. Nicedir ses yok. Bakın zarfın üstünü nasıl yazmış: "Dünyanın en güzel annesine, Hattuşa" Gözde Dalan (Hattuşa’nın Annesi) A. Zeynep Elgün (Kybele) "Güneşin oğlu Ramses, biricik kızımı gelin gönderiyorum sana. Bundan böyle Mısır ülkesinin yiğitleri Dost olsunlar Hitit ülkesinin yiğitleriyle." Yoo kızım, boşuna direniyorsun. Yeter ama! Kes şu zırlamayı! Evleneceksin dedim, ağlaya güle gideceksin! Yaşı sana göre geçkin. Bu da barış adına senin özverin. BEN AN YEDİ ADOLU TEPE ’DE Ferda Uyan (Puduhepa) Bizans tahtına, kocam Nikeforos'u oturtmak istiyordum, Bizans'ı ben yönetiyim diye. Başarıya erişemedim. Onun için de suçluyum karşınızda, Majesteleri. Ben, mor içre doğan, Anna Komnena, şimdi bir suçlu oluyorum karşınızda. Kendimi bildim bileli, yarının imparatoriçesi diye, eller üstünde uçurdular beni. Bizans'ı ben yüceltecektim, ben. Babamın bıraktığı yerden. Doğduğunuz gün ışığımı çaldınız. Bizans'ın erkek varisi gelmişti. Ben kenara itiliverdim. Kadın olduğumu o gün anladım. S. Nil Coşkun (Anna Komnena) Zeus ile oğlu Hermes! Anadolu'yu gezmeğe çıkmışlar. Bir tür sınama, iki yoksul yolcuya halk nasıl davranacak diye En sıcak konukseverliği bizim kulübede bulmuşlar. Hediye olarak bizleri uzun bir yaşamdan sonra birer güzel ağaca dönüştürdü. Gülbin Karalp (Ihlamur Hanım) Şu meşe ağacını görüyorsunuz ya, o benim kocam işte. Öldü… Ve tam kendi olan bu meşe ağacına dönüştü. Benim için de vakit erdi, ben de onun yanıbaşında, Benim huyuma kimliğime yaraşan bir ağaca dönüşüyorum...Adıma Ihlamur diyecekler. U L O E D A E’ D N A EP N İT E D B E Y “Beni tanıdınız mı?” “Nerden tanıyacakmışız!” diyorsunuz? Adımı söylesem de tanımazsınız ki... Nasrettin Hoca'nın karısı! Öyledir bizim toplumda, kadınların adı yok gibidir. Hep falanın, filanın karısıyızdır. Bunu Hocam kocama söyledim bir gün ayy bi üzüldü bi üzüldü: "Hanım gerçekten çok haklısın" dedi. Sana söz! Bundan sonra adımı kim sorsa "Nasrettin Hoca'nın karısının kocasıyım diyeceğim." Burcu Özefe (Nasrettin Hoca’nın Karısı) Ben, Nigar. Macar Osman Paşa'nın kızı. Şiir yeteneğim bana yaradılışımın bir lütfudur. Yazarının kadın olduğu anlaşılınca kitaplarım kapışıldı. E. Sahra Öztürk (Nigar) U L O D E A D ’ AN PE N TE E B Dİ YE Ünlü bir şairimiz ise, "Kadından da şair olur muymuş?" diyor benim için. Aldım kalemi elime: "Kadından şair olamaz buyurmuş üstad Şiirin ölçüsü erkeklik öyle mi? Ben derim ki sana, hadım belle kendini Şiirinde ne tuz var, ne de tad" Padişah I. Ahmet'in sevgili kızı Ayşe Sultan'ım ben. Padişah babam beni 10 yaşımda mıydım neydim evlendirdi. Kocamı gözlerimin önünde boğdular. Çok üzüldüm, çok yandım on üç yaşımda dul kaldım. Sonra şehit Karakaş Mehmet Paşa ile evlendirildim. Durmadan evlendiriliyordum ya, doğru dürüst bir koca yok elimde. Kısmet işte. Derken dört tane birden… Bendeki de şans işte. Padişah babanın talihsiz kızı Ayşe Sultan koca yüzü mü gördü! Begüm Akın (Ayşe Sultan) Ben Anadolu’nun değerli yazarı Sn. Güngör Dilmen’e eserini bizim için kısaltıp, tiyatro okuması olarak sahneye koymamıza izin verdiği için teşekkür ederiz. Tiyatro okumasından bir kare. Arkadaşımız Dilhan Öz’e açılış konuşması için teşekkür ederiz. Oyun sonrasında çiçeklerle ödüllendirildik. Arkadaşımız Sahra’ya Müziği ile bize eşlik ettiği için teşekkür ederiz. Oyunumuzun sahneye konmasında bize yardım eden hocamız Doç. Dr. İlker Bıçakçı’ya teşekkür ederiz OUR “MULTI-CULTURAL” EXCHANGE STUDENT “ÇOK KÜLTÜRLÜ” DEĞİŞİM ÖĞRENCİMİZ Zeynep Elgün PETER Could you please introduce yourself briefly? (name, surname, nationality, age, etc..) My name is Peter Gassenmaier, I am German and British, 23 years old and study Communication Management at INHOLLAND University Amsterdam. In which department of Yeditepe University are you studying? I study at the department of Public Relations and Publicity. When did you come to Turkey? I arrived in Istanbul on the 19th of January 2006. Why did you choose Turkey and Yeditepe University for your education? I wanted to get some theoretical education and was interested in Public Relations. Yeditepe University was the only exchange university that offered a course in Public Relations. I also thought that living in Istanbul would be a nice experience. What can you tell about the differences or similarities between your country and Turkey? There are not too many similarities between Germany and Turkey, except that everyone is crazy about football in both countries. The differences are many. For example Turkish people are a lot more open to foreign people than Germans and very hospitable. Values are also different, as Turks are more conservative than Germans. Have you experienced any difficulties after coming to Turkey? How did you get used to living in İstanbul? The only real difficulty is that I do not speak the language here and hardly anyone speaks English. Luckily, I quickly found some Turkish friends who helped me with essential things like finding an apartment. Are you happy to be at Yeditepe? I am happy to be here. How is your relationship with the instructors and students? I am very happy with all my teachers, who give good lessons and have been helpful whenever I needed them. My fellow students are all very nice, but a bit shy to speak English with me. Do you think that studying at Yeditepe has been a good experience for you? Would you like to come again if you had the chance? Overall, I would say that it has been a good experience, as I enjoy living in Istanbul and have gained some valuable knowledge about Public Relations. Bize kendini tanıtır mısın? Adım Peter Gassenmaier. Yarı Alman, yarı İngilizim. 23 yaşındayım. Amsterdam’daki Inholland Üniversitesi'nde İletişim Yönetimi bölümünde okuyorum. Yeditepe Üniversitesi'nde hangi bölümde okuyorsun? Halkla İlişkiler ve Tanıtım. Türkiye'ye ne zaman geldin? 19 Ocak 2006'da İstanbul'a geldim. Eğitimin için neden Türkiye'yi ve Yeditepe Üniversitesi'ni seçtin? Teorik bir eğitim almak istiyordum ve Halkla İlişkiler Bölümü ilgimi çekiyordu. Yeditepe Üniversitesi, Halkla İlişkiler bölümünde değişim programı uygulayan tek üniversiteydi. Ayrıca İstanbul'da bulunmanın bana hoş bir tecrübe kazandıracağını düşündüm. Gözlemlediğin kadarıyla, kendi ülkenle Türkiye arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar var? Aslında Almanya ile Türkiye arasında çok fazla benzerlik yok, tabii her iki ülkede de futbol çılgınlığının olması dışında! Farklılıklar ise çok fazla. Örneğin, Türkler Almanlara oranla çok daha sıcakkanlı ve konukseverler. Öte yandan değerler de çok farklı; Türklerin daha tutucu bir yanı var örneğin.. Türkiye'ye geldikten sonra zorluk yaşadın mı? İstanbul'a alışman kolay oldu mu? En büyük problem tabii ki tek kelime Türkçe bilmememdi. İngilizce konuşabilen de az olunca, zor zamanlar geçirdim başlarda. Ama şanslıyım ki, çabucak bana temel konularda yardımcı olan Türk arkadaşlarım oldu, özellikle de ev bulma konusunda. Yeditepe'de olmaktan mutlu musun? Burada olmaktan mutluyum. Öğretim görevlileri ve öğrencilerle ilişkilerin nasıl? Tüm öğretmenlerimden son derecede memnunum. İhtiyacım olduğunda bana hep çok yardımcı oldular. Arkadaşlarımla da aram gayet iyi. Ama benimle İngilizce konuşurken biraz çekiniyorlar. Yeditepe'de okumak iyi bir tecrübe oldu mu sence, fırsatın olursa İstanbul'a tekrar gelmeyi düşünür müsün? Kesinlikle çok iyi bir tecrübe oldu ayrıca İstanbul'da yaşamak da son derecede keyifliydi. Halkla İlişkiler'e dair çok değerli bilgiler edindim. KIRGIZİSTAN MANAS GELECEKTEKİ YÜKSEKLİSANS Alex Dekesoğlu Nil Özaydınlı Nadirabegim Mombekova Alex Dekesoğlu: Öncelikle seni biraz tanıyabilirmiyiz? Nadirabegim Mombekova: Benim adım kısaca Nadira. Kırgızistan'dan 07.09.2005 tarihinde geldim ve yaklaşık 6.5 aydır buradayım. A. D. : Lisans eğitimin sırasında katıldığın faaliyetler var mıydı? N.M.: Lisans eğitimimi Kırgızistan'da Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü'nde tamamladım. Lisans eğitimim sırasında toplumsal duyarlılık projelerini yürüten ekipte çalışıyordum. "Yarın bugünden başlar" projesi çerçevesinde başkentimiz Bişkek'e yakın VoennoAntonovka kimsesiz çocuklar yurdundaki çocuklara hem maddi, az da olsa, hem de manevi yardımda bulunuyorduk. Onlara düzenli olarak pazar günleri gider ve dersler verirdik. Ancak onlar zaten normal okula gittikleri için bizim amacımız hem beraber olmak, hem de eğlenceli bir şekilde bir şeyler öğretebilmekti. Bazıları İngilizce, bazıları Türkçe, bazıları resim, bazıları ise dansı seçiyorlardı. Sonra hepimiz dışarıda oyunlar oynuyorduk. Onları parklara, pikniğe, üniversiteye, müzelere götürüyorduk. Eğitimlerine önem verirlerse, daha da iyi geleceğin onları beklediğini onlara göstermeye çalıştık. A. D.: Staj dönemin nasıl geçti? N.M.: Bizim üniversite Kırgızistan-Türkiye arasındaki ortak üniversite olduğundan, her yıl her fakülte, bölümleri için belli bir kontenjan ayırarak, öğrencilerine Türkiye'de staj yapma imkanı sağlıyor. Ben 2002 yaz stajımı DMG (Doğan Medya Grubu), DBR (Doğan Burada Rizzoli) dergi grubunda, İş Geliştirme-Halkla İlişkiler Bölümü'nde yaptım. Orada bizim için hazırlanan uyum programı sonucunda dergi grubunun bütün bölümleri (üretim, satış, dağıtım, muhasebe, finans, reklam, iş geliştirme, medya planlama, araştırma bölümleri) tarafından seminerler verildi ve biz de DBR'yi tanıtan bir sunum hazırladık. Ayrıca bütün dergileri gezme, onların üretim prosedürlerine dair sorular sorma ve bilgi alma şansımız oldu. A. D.: Yüksek Lisans yapmaya nasıl ve ne zaman karar verdin? N.M.: Lisans eğitimimi tamamladıktan sonra bir yıl üniversitemde aynı fakültede ve bölümde araştırma görevlisi olarak çalıştım. Akademik kariyer yapmaya o zaman karar verdim. Bunun için de yüksek lisans eğitimine başlamam gerekiyordu. 2004-2005 eğitim-öğretim yılı Manas ve Yeditepe Üniversiteleri arasında yapılan akademik personel yetiştirme programı sonucunda buradayım. Burada olmaktan, değerli hocalarımdan ders almaktan çok mutluyum ve bu şansı sağladıkları için Yeditepe Üniversitesi ve Manas Üniversitesi yetkililerine buradan teşekkürlerimi sunmak istiyorum. A. D.: Yüksek Lisans sonrası hedeflerin neler? N.M.: Şu an Yeditepe Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nde yüksek lisans programının ilk dönemindeyim. Yüksek lisansımı tamamladıktan sonra doktora yapmayı ve akademisyen olarak Kırgızistan'a dönmeyi, kazanacağım tecrübe ve deneyimlerimi öğrenci arkadaşlarımla paylaşmayı düşünüyorum. ÜNİVERSİTESİ’NİN AKADEMİSYENLERİ PROGRAMIMIZDA Seyitbek Tillekov Nil Özaydınlı: Öncelikle seni biraz tanıyabilir miyiz? Seyitbek Tillekov: Manas Üniversitesi'nden 2004 yılında mezun oldum. Mezun olduğumdan itibaren orada araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım. Bu sene eylül ayında da yüksek lisans eğitimine burada devam etmemiz için Yeditepe Üniversite'sine gönderildim Manas Üniversitesi'nden. Eylül ortalarında geldik İstanbul'a. N.Ö. : Lisans eğitimin sırasında katıldığın faaliyetler nelerdi? S.T.: Lisans eğitimi döneminde genelde fakültede yapılan faaliyetlere yardım ediyorduk. Konferans, seminer, üniversitenin tanıtım faaliyetlerine, tanıtım broşürlerinin yapılması gibi faaliyetlere yardımcı oluyorduk. Kısacası, üniversitenin sosyal faaliyetlerinde yardımcı oluyorduk. N.Ö.: Staj dönemin nasıl geçti? S.T.: İlk İstanbul'a geldiğimde yazın staj yapmak için gelmiştim. Aydın Doğan medya grubunda DBR'de. Staj programı çok güzel ayarlanmıştı. Stajyerler için özel olarak program yapılmıştı. Bu bizim için bir ay gibi kısa bir süre de olsa çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Hem İstanbul'u gezmiş oluyorduk. 2003 yılında da Genç İletişimciler Yarışması'nın ödül töreni için gelmiştim, PR dalında ödül kazanmıştık. N.Ö.: Yüksek Lisans yapmaya nasıl ve ne zaman karar verdin? S.T.: Lisans son sınıftayken yüksek lisans eğitimime ülke dışında veya Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi'nde devam etmeyi amaçlıyordum. Üniversitede araştırma görevlisi olmamla bu amacım gerçekleşmiş oluyordu. N.Ö.: Yeditepe Üniversitesi'nde devam etmekte olduğun yüksek lisans programından biraz bahseder misin? S.T.: Bu Yeditepe ve Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi arasında öğretim elemanı yetiştirme programıdır. Manas Üniversitesi'nden bu sene beş kişi bu program aracılığıyla - ikisi doktora, üçü de yüksek lisans olmak üzere - eğitim için gelmiş bulunmaktayız. N.Ö.: Yüksek Lisans sonrası hedeflerin neler? S.T.: Doktora bittikten sonra, anlaşma gereği Manas Üniversitesi'ne öğretim elemanı olarak geri döneceğiz. ANOTHER “GLOBAL CLASS” “GLOBAL SINIF” YENİDEN In the 2006 Spring Semester we had a new “Global Class” where University of Nebraska at Lincoln’s (UNL) COMM 211 course and Yeditepe University’s COMM 312 class were again conducted simultaneously via video-conference. 2006 Bahar Döneminde yeni “Global Sınıfımız” yine vardı ve NebraskaLincoln Üniversitesi’nin (UNL) COMM 211 dersi ile Yeditepe Üniversitesi’nin COMM 312 dersi yine video-konferansı aracılığında ortak yapıldı. The excitement of presenting! Sunum heyecanı! UNL COMM 211 students are watching the presentations of Yeditepe students. UNL COMM 211 öğrencileri Yeditepelilerin sunumlarını izliyorlar. COMM 312 students of Yeditepe are watching the presentations of UNL COMM 211 students. Yeditepeliler UNL COMM 211 öğrencilerinin sunumlarını izliyorlar. UNL students are having their Turkish breakfast at 8 am in class... UNL öğrencileri sabah saat 8’de Türk kahvaltısını sınıfta yaparken... After preparing a Turkish breakfast for his students, Dr. Chuck Braithwaite is listening to the questions. Dr. Chuck Braithwaite öğrencilerine Türk kahvaltısı hazırladıktan sonra soruları dinliyor. The behind the scenes team of “Global Class”: Nil, Gözde, Ayseli Hoca, Hakan and Esra “Global Sınıf”ın gizli kahramanları: Nil, Gözde, Ayseli Hoca, Hakan ve Esra Müge, Seda, Serhat, Senem, Yiğit, Hikmet, Selim, Mustafa, Zeynep, Sibel, Alp, Müge, Filiz, Pınar, Çisem, Gülbin, Birgül, during the “Global Class”... “Global Sınıf”da ... HAPPY FAREWELL! MUTLU AYRILIK! Prof. James B. ("J.B.") Milliken, President of the University of Nebraska System attended our “Global Class” and addressed the students of both universities: Nebraska Üniversite Sistemi’nin Rektörü Prof. James B. ("J.B.") Milliken “Global S ınıf”ıma konuk oldu ve her ikİ sınıfın öğrencilerine şunları söyledi:. "I was invited because I made statements publicly about the importance of exchange programs. We are preparing our students for the coming century. In 10 minutes I learned something about Turkey that I didn't know before. In the US, we have Mothers' Day and Fathers' Day and I have three children who ask me why we don't have Childrens' Day! Perhaps we should follow you and celebrate Childrens' Day in the US..." "Yaptığım birçok konuşmada değişim programlarının önemine değindiğim için Intercultural Communication dersine katılmak üzere davet aldım. Bizler öğrencilerimizi gelecek yüzyıl için hazırlıyoruz. Bu ders sayesinde, 10 dakika içinde Türkiye hakkında daha önceden bilmediğim birşey öğrenmiş oldum. Amerika'da Anneler ve Babalar Günü'nü ayrı ayrı kutluyoruz ama bana niçin Çocuklar Günü'müz olmadığını soran üç çocuğum var! Belki de biz de sizin örneğinizi hayata geçirip Amerika'da Çocuklar Günü'nü kutlamalıyız". THE PHOTOGRAPH OF HAPPINESS The Chairman of our University Board of Trustees, Bedrettin Dalan visited our 'Global Class'. MUTLULUĞUN RESMİ Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Bedrettin Dalan “Global Sınıf"ımıza konuk oldu. "I'm very happy to see your cooperation with our university and I hope it will continue. This is a very good sample! The young generation all over the world is the same, I see my sons and my daughters in your class as in here. I wish you all the best and hopefully you will come to our university also. You can come for summer school, you have all the facilities and the dormitories... I hope you'll make a stronger cooperation with Prof. Dr. Ayseli Usluata. I hope you can visit us with your students, together. All the best..." "Üniversitemizle işbirliği yaptığınızı görmek beni çok mutlu etti, umarım bu ortaklık devam eder. Bu dersin çok güzel bir örnek teşkil ettiğine inanıyorum. Genç kuşak tüm dünyada birbirine çok benziyor, sizin sınıfınıza baktığımda da bizim buradaki gibi kendi kızlarımı ve oğullarımı görüyorum. Size herşeyin en güzelini diliyorum, umarım bizim okulumuza da gelirsiniz. Yaz okuluna gelebilirsiniz örneğin; hem tesisler hem de yurtlardan faydalanabilirsiniz rahatlıkla. Prof. Dr. Ayseli Usluata ile daha güçlü işbirlikleri yapmanızı da diliyorum. Umarım bizi öğrencilerinizle beraber ziyaret edebilirsiniz. En iyi dileklerimle..." I never thought at the beginning that I could love Intercultural Commuication lecture that much. The most important thing that I learned from this course is the cultural similarities between the two countries. All of them were so warm and symphathetic that they were curious about our lives, too. I will never forget Nebraska because of their presentations (North of Kansas :)) There are also lots of students both studying and working, especially within the campus. Renting a house for money saving rather than living at the dorms is quite interesting, too! They are very much devoted to their religion and disciplined. It was very charming that, even in the absence of their teacher, they were at the classroom on time! I am also glad to see their comments on the discussion board about us. Daha önce Intercultural Communication dersini bu kadar çok sevebileceğimi hiç düşünmemiştim. Bu dersten öğrendiğim en önemli şey iki ülke arasındaki kültürel benzerliklerdi. Nebraska'lı öğrencilerin tümü o kadar sıcakkanlı ve sempatikti ki, onlar da bizlerin hayatları hakkında birçok şey öğrenmek istediler. Sunumları sayesinde Nebraska'yı hiç unutmayacağım - Kansas'ın kuzeyi . Birçok öğrencinin hem okuyup hem de özellikle kampüs içerisinde çalıştığını öğrenmek çok ilginçti. Yurtlarda yaşamak yerine, para biriktirmek için ev kiralandığını öğrenmek de... Nebraska’lı öğrencilerin dinlerine çok bağlı olduklarını ve disiplinli olduklarını öğrendim. Ayrıca, hocaları gelmeden önce bile tam zamanında sınıfta olduklarını görmek de çok etkileyiciydi! Discussion board'da bizim hakkımızdaki yorumlarını okumak da güzeldi. PInar Yılmaz Çisem Kılıç People there, are not different from us. The personalities were similar as well as the sense of humour. I had some preju dice about U.S. and the young people living in the U.S. The conversation helped me change these thougths. Everyone in our class is confident to engage in conversation with an international person and also is willing to let go of the stereotypes in order to get a better understanding of the particular person and their culture. I hope our communication will continue apart from the discussion board. Oradaki insanlar bizlerden farklı değiller. Nebraska'daki öğrencilerin kişilikleri kadar espri anlayışları da bizimkine benziyor. Daha önce Amerika ve oradaki gençler hakkında bazı önyargılarım vardı. Ama karşılıklı konuşmalarımız sonucunda bu fikirlerim değişti. Sınıfımızdaki herkes farklı kültürden birisiyle iletişim kurmaya ve hem o kişiyi hem de kültürünü daha iyi anlayabilmek için önyargılarını bir kenara bırakmaya gayret etti. Umarım iletişimimiz tartışma forumumuz dışında da devam eder. In the first lesson, our instructor asked us what we think about Nebraska and we even told her that we would not like to be a student in Nebraska! However when the lessons started, my opinion totally changed regarding the American students, because I saw that they are not different from us. Although they are American, we almost have the same thoughts about the world issues. İlk derste hocamız bize Nebraska hakkında ne düşündüğümüzü sordu ve biz de ona Nebraska'da öğrenci olmak istemeyeceğimizi söyledik! Fakat derslere başladığımızda Amerika'lı öğrenciler hakkındaki fikrim tamamen değişti çünkü onların bizden farklı olmadığını gördüm. Amerika'lı olmalarına rağmen birçok konu hakkında benzer düşünceleri paylaşıyoruz. Duygu Yıldız Turkey is a country that has European and Asian influences that help form its own unique identity. Santa Claus was born on the Mediterranean Coast. It is the world's only Muslim country that has successfully created a secular democracy. Juliee Crocker Türkiye Avrupa ve Asya kültürlerinin de etkisiyle kendi özgün kimliğini oluşturmuş bir ülke. Noel Baba Akdeniz kıyılarında doğmuş! Aynı zamanda dünyada laik bir demokrasi ile yönetilen tek müslüman ülke… Things I discovered: That there are many faces to the people of the world. You cannot believe everything you see on the news. The US is so much more involved with the world than I ever thought. What I want to learn: How does Turkey interact in the Islamic world as a secular Muslim nation? Is it more important to the people of Turkey that their nation to be a part of the West (EU) or the Middle East. What was Turkey like during the time of the Ottoman Empire? Do the people ever want a similar empire in the future? Neler keşfettim: Dünyadaki insanların birçok farklı yüzü olduğunu. Haberlerde gördüğümüz her şeye inanmamak gerektiğini. Amerika'nın dünya ile benim düşündüğümden çok daha fazla etkileşim içinde olduğunu… Neleri merak ediyorum: Türkiye laik müslüman bir ülke olarak İslam dünyasıyla nasıl bir etkileşim içerisinde? Türkler için Batı'nın (Avrupa Birliği) mı yoksa Orta Doğu'nun mu bir parçası olmak daha önemli? Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkiye nasıl bir ülkeydi? Türkler gelecekte benzer bir imparatorluk kurulmasını ister mi? Jon-Andrew Anderson I learned that it is possible to communicate with other cultures. Leaning about what other cultures think about Americans was really interesting. Besides the language barrier, we are more alike than different as college students. Diğer kültürlerle iletişim kurmanın mümkün olduğunu öğrendim. Diğer kültürlerin Amerikalılar hakkında neler düşündüğünü öğrenmek gerçekten ilginçti. Dil engeli dışında, üniversite öğrencileri olarak farklı olmaktan ziyade oldukça benzeriz! Corice Rakowsky I've always considered myself somewhat of a world traveller but even after my experiences I am surprised at just how little I know. I have learnt so much from this class. I think that this class has allowed me to retain hope for the future of international relations (maybe at least at the personal level). My only other desire would be that we had more time to spend with our classes because it seemed that just as we were getting to know them and becoming familiar, we had run out of time. Seyahat etmeye oldukça fazla vakit ayırmama ve gezip gördüğüm onca yere rağmen, aslında ne kadar da az şey bildiğimi görüp, şaşırdım. Bu derste o kadar çok şey öğrendim ki! Bu ders bana uluslararası ilişkilerin geleceği hakkında umut verdi (belki de en azından kişisel seviyede). Keşke sınıfta daha fazla zaman geçirebilseydik, çünkü tam birbirimizi daha iyi tanımaya başlamışken dönem bitiverdi… Nkem Kalu COMM 312 is an awesome class and more people should take it to learn about other cultures. I realized that the world is a lot bigger than I thought and other cultures know more about my culture than I know about theirs… I think other classes should use the Global classroom to broaden their experiences. COMM 312 harika bir ders ve diğer kültürleri öğrenmek için bu dersi daha fazla kişi almalı. Dünyanın düşündüğümden daha büyük olduğunu fark ettim, ve aynı zamanda diğer ülkelerin benim kültürümü, benim onlarınkini bildiğimden daha iyi bildiğini de… Bence diğer öğrenciler Global sınıfı ufuklarını genişletmek için almalılar. Ryan Hurt What I Have Learned: Similarities & Unique Characteristics What I Will Take With Me: Enlightened View of Today's Global Community & a More Competent Understanding of Other Cultures. Through our discussions and presentations I have been exposed to cultures to which I was otherwise ignorant. It has been a truly enlightening experience! Neler öğrendim: Benzerlikler ve Özgün Nitelikler Bu dersten bende kalanlar: Günümüzün global toplumu hakkında aydınlanmış bir bakış açısı ve diğer kültürler hakkında daha yetkin bir anlayış. Dersteki sunum ve tartışmalarımız sayesinde hiç tanımadığım kültürlerle tanışma fırsatı buldum. Gerçekten çok öğretici bir deneyimdi bu! Paul Anderson I was surprised to learn that your university offers classes in English. I was interested hearing about your lives. I enjoyed getting to share what I learned from you with my friend who has been to Turkey. I don't know what more specifically I wish you could have told us, but I do wish we had more time to talk with you . Üniversitenizde derslerin İngilizce olduğunu duyduğumda çok şaşırdım. Oradaki hayatınızla ilgili şeyler öğrenmek de çok ilgimi çekti. Sizden öğrendiklerimi, burada daha önce Türkiye'ye gitmi ş olan bir arkadaşımla paylaşmak çok zevkliydi. Keşke beraber daha fazla zaman geçirebilseydik. Anne Garrison I never realized how people were around the world. I now have a greater appreciation for the diversity between our nations. It was great to hear how you guys live your day to day lives, I was excited see the similarities and learn about our differences. The views you had on the different topics we discussed this semester helped me better understand how the world views America. This class was a great experience to learn about another country and how things work in other places around the world. It was a great experience to learn how to communicate with another culture. I never imagined this class would be like this. Dünyadaki diğer insanlar hakkında pek fazla birşey bilmiyormuşum. Şimdi kültürlerimiz arasındaki farklılıklara daha olumlu gözle bakıyorum. Günlük hayatlarınızı nasıl geçirdiğinizi öğrenmek çok zevkliydi, bezerlikleri görmek ve farklılıkları öğrenmek gerçekten heyecan vericiydi. Bu dönem tartıştığımız konular hakkında görüşlerinizi öğrenmek, dünyanın Amerika'yı nasıl gördüğünü anlamamı sağladı. Bu ders farklı bir ülkeyi tanımak ve dünyanın diğer yerlerinde nelerin yaşandığını öğrenmek açısından müthiş bir deneyimdi. Aynı zamanda, farklı bir kültür ile iletişim kurmayı öğrenmek de çok güzeldi. Bu dersin böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim. Brandon Meyers I knew that our biases would influence our interactions and I thought that the economic relationship between our countries would take the biggest part of our conversations. In our first presentation, when we were asked the meanings of our names, the atmosphere of the classroom changed, and we were relaxed. Also some students were married and had children. On the other hand, they seemed to be more religious than we have presumed. After all, we found out that as individual students we do not seem to be much different from each other. In this respect, the "Global class" through interpersonal and intercultural communication has contributed to better understanding "others" and their cultures, that is to say Americans. Ders başlamadan önce, önyargılarımızın etkileşimimizi etkileyeceğini ve konuşmaların büyük bir bölümünü ülkelerimiz arasındaki ekonomik ilişkilerin alacağını düşünmüştüm. Ama ilk derste Amerikalı öğrenciler bize isimlerimizin anlamlarını sordukları zaman sınıfın atmosferi bir anda değişti ve hepimiz rahatladık. Bazı öğrencilerin evli ve çocuklu olması benim için ilginçti. Bir de bizim tahminimizden daha dindar olduklarını gördüm. Fakat bireyler olarak birbirimizden çok farklı olmadığımızı da gördük. Bu açıdan, Global sınıf sağladığı hem kişilerarası hem de kültürlerarası iletişim imkanı sayesinde "diğer"lerini ve kültürlerini daha iyi anlayabilmemize olanak tanıdı. Hakan Kırıcı Müge Uluçay I really think that, to participate in this kind of conversation class was a really big chance. While we were talking, I realized that we have some similarities such as our life style and activities. Also we have some differences such as our countries and our worldviews. When we think about the lessond as a whole, it is easy to say that the atmosphere among the students was good and the communication continued in a friendly way. Also, with the help of the lessons I learned to adapt to new situations, people, ideas, and ways of life. In addition to this, intercultural communications helped me to improve my fluency and listening skills and also helped to extend my vocabulary. Bu tür tartışmalara katılmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Konuştukça hayat tarzlarımızın ne kadar benzer olduğunu fark ettim. Ama aynı zamanda ülkelerimiz ve bakış açılarımız gibi farklılıklarımız da var. Derslerin tümüne baktığımızda, öğrenciler arasındaki ilişkilerin ve iletişimin oldukça uyumlu yürüdüğü açıktı. Bu ders sayesinde yeni ortamlar, kişiler, fikirler ve hayat tarzlarına uyum göstermeyi öğrendim. Tüm bunların yanı sıra, bu ders dil açısından da benim için oldukça faydalı oldu; hem dinleme becerilerimi geliştirmeme hem de daha akıcı bir İngilizceyle konuşarak yeni kelimeler öğrenmeme imkan tanıdı. When I first heard about this class with Nebraska, I was excited. However, I also felt some fear because I thought that I wouldn't understand your English. I know English but you also speak very fast! But then, I understood what you were saying, so I was very happy to share our culture with you and also learn about your culture. Every person has some stereotypes towards other people or other cultures. People should be optimistic so they can have a chance to learn about other cultures, and also that they can open a new door to learn new ideas! When I first came to this intercultural class, I knew that you had some stereotypes about Turkey. But now, I hope we could open new doors for you. Reyhan Giriftinoglu Nebraska öğrencileriyle beraber ders yapacağımızı öğrendiğimde heyecanlandım. Ama aynı zamanda çok hızlı İngilizce konuşacaklarını ve anlayamayacağımı düşünerek biraz korktum. Fakat daha sonra, İngilizce ile bir sorunum olmadı ve hem kendi kültürümü onlarla paylaşma hem de onların kültürlerini öğrenme süreci çok hoşuma gitti. Bence insanların farklı kültürleri tanıyabilmek için öncelikle olumlu bir tutum içinde olmaları lazım, böylece farklı fikirlere yelken açabilirler! Bu derse geldiğimde, Nebraskalı öğrencilerin de Türkiye hakkında bazı önyargıları olduğunu tahmin ediyorum. Umarım onlar için de yeni ufuklar açabilmişizdir. First of all the class is really fun, don't ever think that it might be boring. Learning new things from American students about them is really interesting. First, I was thinking that the class might be stressful about explaining things, but it turned out that it is not. Language may cause some problems but they are trying to understand you and most of the time they understand, so there is nothing to be afraid of. Forget about most of the things that you learned from movies, TV and the Internet about the Americans, because they are different than that. They are people like you and just like you, they have the same thoughts about the world. They are not there to criticise you, they just want to learn from you. So you have a chance to represent yourself and your country in a way that you find appropriate, so use your chance in a correct way! Öncelikle bu sınıf çok eğlenceli, sıkıcı olabileceğini düşünmeyin bile. Amerikalı öğrencilerden yeni şeyler öğrenmek çok enteresan. Önceleri bu derste bazı konuları tartışmanın stresli olacağını düşünmüştüm ama kesinlikle böyle olmadı. Dil biraz sorun olabilirdi ama, onlar da bizi anlamak için çaba sarf ediyorlardı ve çoğu zaman da anladılar, bu yüzden korkacak bir durum yok. Televizyon, film ve İnternet’ten Amerikalılar hakkında öğrendiğiniz şeyleri unutun, çünkü orada gördüklerinizden çok farklılar. Onlar da bizler gibiler, dünya hakkında benzer fikirlere sahipler. Amaçları bizi eleştirmek değil, sadece bizden birşeyler öğrenmek istiyorlar. Bu ders kendimizi ve ülkemizi onlara en uygun şekilde tanıtmak için büyük bir şans! Selcan Yeşilyurt This class was so good that I had a great chance to know more about the USA and their perspective on certain issues such as media, tolerance, life styles... Presentations & discussions all contributed to my point of view. Bu ders Amerika hakkında daha fazla şey öğrenebilmem ve onların medya ve tolerans konularına yaklaşımlarını ve farklı yaşam biçimlerini görebilmem açısından çok büyük bir şanstı... Tüm sunum ve tartışmalar bakış açımın gelişmesine katkıda bulundu. Zeynep Akyürek In Comm 312 class, I learned about other cultures, and I was introduced to different kinds of people. I learned about their school life, what can I do in my free time etc. Moreover, now I have new friends from Nebraska. In short, I think I am very lucky to be a part of this course. When I learned that I would take this lesson, I did not think it would be fun. However, after attending the first lesson, I was impatient about next week’s class. Bu ders sayesinde diğer kültürleri tanıma ve farklı insanlarla tanışma imkanı buldum. Farklı kültürlerden öğrencilerin okul hayatlarını ve boş zamanlarını nasıl geçirdiklerini öğrendim. Şimdi Nebraska’lı arkadaşlarım var. Kısacası, bu dersin bir parçası olduğum için çok şanslıyım. Bu dersi alacağımı öğrendiğimde eğlenceli olmayacağını düşünmüştüm, fakat ilk derse girdikten sonra, bir sonraki haftanın dersi için sabırsızlanmaya başladım! Didem Taner Filiz Yıldırım The intercultural communication course provides us a chance for online communication. This communication that includes cultural similarities and differences can play a positive and constructive role. This lecture creates cultural awareness. They are like us and eager to learn different cultures just like us. So understanding and appreciating intercultural differences promotes clearer communication, breaks down barriers, builds and strengthens relationships. I am very happy to be a part of such a beneficial lesson. Intercultural Communication dersi bize online iletişim imkanı sağladı. Kültürel benzerlik ve farklılıkları da içeren bu iletişimin bence oldukça olumlu ve yapıcı bir etkisi var. Bu dersin kültürel farkındalık yarattığını düşünüyorum. Nebraska'daki öğrenciler bize benziyorlar ve farklı kültürleri öğrenmeye hevesliler - tıpkı bizim gibi. Kültürlerarası farklılıkları anlayabilmek daha net iletişim kurmaya imkan tanır, aynı zamanda iki farklı kültür arasındaki olası bariyerleri indirerek yeni ilişkiler kurmaya ve güçlendirmeye olanak verir. MEZUNLARIMIZ NEREDE? YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ HASTANESİ’NİN HALKLA İLİŞKİLERİ GÜVENİLİR ELLERDE: MEZUNUMUZ E. Sahra Öztürk Sahra Öztürk: Okulumuzun Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunu olarak Yeditepe Üniversitesi Hastanesi'ndeki iş yaşamınız nasıl başladı, kısaca anlatabilir misiniz? Timuçin Tunç:Yeditepe Üniversitesi Hastanesi'nde çalışmaya başlamamdaki en büyük etkenlerden biri, üniversite hayatım boyunca grup olarak kazanmış olduğumuz başarılar ve iki iş deneyimimdir. Üniversitede hem derslerimdeki hem de sosyal hayattaki başarılarıma kısa süreli bile olsa kazandığım iş deneyimim eklenince kendimi hastanede çalışırken buldum. Ayrıca bir gerçek var ki Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Bedrettin Dalan'ın bana güvenip inanması hastanede çalışmamdaki en büyük sebeptir. Kendisi beni 1 Ekim 2005 tarihinde işe başlatırken "Senden dünya markası yaratmanı istiyorum" dedi. Bunu başarmak basit bir iş değil. Her ne kadar Üniversite'nin sahip olduğu imaj ve marka gücü arkanızda olsa da, sağlık sektöründe yeni bir kurumuz. Ancak bu marka olmamıza engel değil. Hastanemiz kurulurken bize inanmayanlara nasıl bir dünya markası yaratacağımızı öğreteceğiz. S.Ö.: Yeditepe Üniversitesi'nin kardeş kuruluşu olan Yeditepe Üniversitesi Hastanesi'nde çalışmanın, diğer çalışma alanlarıyla kıyaslarsak sizin için ek avantajları var mı? T.T.: Her zaman Yeditepe Üniversitesi'nden mezun olduğumu övünerek söyledim çünkü Yeditepe'den mezun TİMUÇİN TUNÇ olmak gerçekten bir ayrıcalık. Bu ayrıcalık bana pek çok alanda avantaj sağlamaktadır. Üniversite'nin işleyişi hakkında bilgi sahibi olmak, idari personelin birçoğu ile öğrenciyken tanışmış olmak, hangi konuyu kiminle konuşacağınızı bilmek ve çalıştığım kurum hakkında daha önceden bilgi sahibi olmak gibi avantajları söz konusu. S.Ö.: Her yerde çalışmanın ayrı ayrı zorlukları vardır ama hastanede çalışmak diğer çalışma alanlarına göre daha ağır olsa gerek, yani hastalarla, doktorlarla sürekli iletişim içinde olmak gibi... Bize biraz bundan bahsedebilir misiniz? Sizce de hastanede çalışmak daha ağır bir sorumluluk mu getiriyor? T.T.: Hastanede çalışmak ve hastaların psikolojisine göre onlara davranmak ve pek tabii ki onları memnun etmek aslında çok kolay. Çünkü hastaların istedikleri tek bir şey var o da güler yüzlü bir şekilde onların alması gereken kaliteli sağlık hizmetinin sunulması. Ayrıca belli bir eğitim seviyesine ulaşmış kaliteli doktorlarla çalışmak insanın ufkunu genişletmektedir. Böylece benim de vermem gereken hizmetin kalitesi daha da artmaktadır. Bu benim için ayrı bir motivasyon kaynağıdır. Aslında durumu ağır ya da çaresizce size gelen insanların hastanemizde iyileşerek evlerine gitmeleri ve hasta olduklarında ya da olmadıklarında akıllarına Yeditepe markasının gelmesi hayattaki en büyük mutluluklardan birisi benim için. S.Ö.: İş hayatınızda karşılaştığınız sorunları okulumuzdan aldığınız eğitim sayesinde kolayca çözümleyebiliyor musunuz? Okulumuzun eğitiminde yer alan gerek teorik gerekse pratik bilgiler i ş hayatınızda başarılar kazanmanızda destek oluyor mu? T.T.: Hastanede karşılaştığım problemleri halledebiliyorsam bunu özellikle Ayseli Usluata ve Ebru Nurluoğlu hocalarıma ve bölüm hocalarıma borçluyum. Onlar yeri geldi bana tatlı sert kızdılar, yeri geldi üzerime titrediler ve yeri geldi beni göklere çıkarttılar. Üniversite hayatım boyunca bir gün okuldan mezun olacağım aklıma geldiğinde hep üzülürdüm ancak ne mutlu bana ki üniversitemle iç içeyim. Üniversitede yerine getirmem gereken bir görevim olduğu zaman inanın bana insanların yaklaşımları çok sıcak oluyor. Bunda da aldığım eğitim ve öğrencilik yıllarımda kurmuş olduğum ilişkiler etkili olmaktadır. Bölümümüzde verilen eğitime gelince, iş hayatımda teorinin kullanıldığı alanlar da söz konusu, ancak şöyle bir gerçek de var ki, aldığım eğitimin pratiğe dönük olması beni iş yaşamına daha fazla hazırlamıştır. Farklı farklı derslerde yapılan uygulamalı ve projeye dönük grup çalışmalarının faydası sonsuzdur. Birey bu tür çalışmalarda fikir paylaşımını, iş dağılımını ve takım olma duygusunu tatmaktadır. Zaten bütün bunlar iş hayatının olmazsa olmazıdır. S.Ö.: Sağlık sektöründe, hastanede, PR görevlisi olarak çalışmak, yaşama dair bakış açınızda değişimlere yol açtı mı? Demek istediğim, hastanede görev alıyorsunuz ve her yaştan, her çeşit hastalığı olan kimselerle karşılaşıyorsunuz, böyle bir ortamda çalışmak sizde (eski davranışlarınızda, hayata bakış açınızda) değişikliğe neden oldu mu? T.T.: Hastanede çalışmam daha da hassas olmamı gerektirdi. Ama bir kez daha söylemek istiyorum ki böyle bir hastanede çalışmak herkese nasip olmaz. Hastanede hastaların ölüm korkusundan uzak ve kendilerini evlerinde hissetmeleri için mimari anlamda birçok çalışma yapıldı. Bunların birkaçından bahsetmek istiyorum; poliklinik girişimizde hastaları karşılayan büyük bir akvaryumumuz var, yine poliklinik girişindeki duvarlarımızda çiçek desenlerine rastlamanız mümkün, hastane genelinde kullanılan renkler sıcak ve pastel renkler. Ancak bunların en önemlisi hastane mikrobunu en aza indirmek için yapılan çalışmalardır. Hastane'ye gitmek istemeyenler bizlere diyorlar ki: "Hasta değiliz ama hastanenizde birkaç gün kalabilir miyiz?" İnsanların rahatlıkla gelebileceği profesyonelce yönetilen bu hastanede çalışmak ve her yaştan insana hak ettikleri hizmeti sunmak bizim için büyük bir keyif. MEZUNLARIMIZ NEREDE? Ferda Uyan ACIBADEM HASTANESİ’NDE BİR YEDİTEPE PRP MEZUNU: ÇİĞDEM GÖRKEY Ferda Uyan: Yeditepe Üniversitesi'nde aldığınız halkla ilişkiler eğitiminden ve şimdiki konumunuzdan bahseder misiniz? Çiğdem Görkey: Yeditepe Üniversitesi benim için çok iyi bir tercihti ve tabii ki Halkla İlişkiler ve Tanıtım... Tekrar liseden başlayıp bir üniversite seçmem gerekseydi, hiç tereddüt etmeden yine Yeditepe'yi ve aynı bölümü seçerdim. Üniversite seçerken alacağınız eğitimin yanısıra öğretim kadrosu ile ilişkiler, sosyal ilişkiler ve sosyal aktiviteler de çok önemli. Özellikle halkla ilişkiler okuyorsanız bu daha da önemli, iç iletişimle başladık biz herşeye. Yeditepe'den mezun olduktan sonra Acıbadem Sağlık Grubu Kurumsal İletişim Departmanı'na başvurdum. Bir yılı aşkın bir süredir de Acıbadem'deyim, Pazarlama Direktörlüğü'ne bağlı çalışıyorum, Kurumsal İletişim'de 15 kişilik bir ekip ile birlikte çalışıyoruz. Acıbadem'in basın, medya takibi, sponsorluk, grafik tasarım, basılı evraklar; broşür, afiş, davetiye gibi tüm organizasyonları bizim departman tarafından gerçekleştiriliyor. Biz aynı bir ajans gibi çalışıyoruz, herşeyi yapıyoruz, kendi içimizde projelerdiriyoruz, devam ettirip takibini yapıyoruz. Biz Acıbadem'in kendi içindeki ajansıyız, bir halkla ilişkiler ajansı danışma şirketi müşterisi için ne yapıyorsa biz onu yapıyoruz. F.U.: Halkla ilişkilerin tanımı size göre nedir? Ç.G.: Halkla ilişkilerin pek çok tanımını okudum üniversite hayatım boyunca; işin içinde doğrudan insan ve iletişim olunca tanımlar da çok oluyor doğal olarak. Bence halkla ilişkiler kısaca her koşulda paylaşım demek. F.U.: Bu bölüme yerleşmeden önce de hedefiniz yine bu bölüm müydü? Sizi halkla ilişkilere yönlendiren ne oldu? Ç.G.: Öncelikle şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Halkla ilişkiler benim için çok bilinçli bir tercihti. Bölümü seçmeden önce üniversiteden katalog alıp bölümün tanımını, derslerini incelemiştim ve dersleri görünce "işte ben bu bölümde okumalıyım" dedim. O günden sonra da fikrim hiç değişmedi. Halkla ilişkiler o kadar hayatın içinde ki; akşam TV'de gördüğünüz her haber ve reklam, sabah gazetelerde çıkan tüm ilanlar, hayata geçirilmiş ya da geçirilmemiş tüm projeler, sokaktaki billboardlar ve daha pek çok şey sınıfta tartışılacak bir konu. Halkla ilişkileri seçtim çünkü iletişimi seviyorum, yeniliği seviyorum, dinamizmi seviyorum. Bu ikisinin sıcaklığını halkla ilişkilerde bulacağıma inandığım için seçtim ve hiç pişman olmadım, "iyi ki" diyorum her gün işe geldiğimde ve kartvizitimi her uzatışımda, "iyi ki". F.U.: Halkla ilişkiler eğitiminizin iş hayatınızda ne gibi etkileri ve avantajları oldu? Ç.G.: İstediğin bölümü sevince, bir de eğitimi almak için doğru yerde olunca, geriye zorla yapacak, sıkılarak yapılacak bir şey olmadığından tüm bilgilere açık ve aç oluyorsun. Şu anda iletişim açısından çok ihtiyaç duyulan bir sektördeyim, sağlık sektöründeyim. Gün geçtikçe kendini yeniliyorsun, her gün yeni bir şey çıkıyor. Burada bu iletişimi sağlamak, basın ve diğer tanıtımlarla halka sesini duyurmak bizlere düşüyor. Yeditepe bize araştırmayı gündemi takip etmeyi öğretti; bu iş hayatında çok sıkça kullandığınız, kullanmanız gereken bir şey, bu büyük bir avantaj bence. Hazırlıktan bölüme ilk geçtiğim yıl Halkla İlişkiler Kulübü'nü kurduk. Üniversite bunu yapmaya seni davet ediyor. Zaten kampüs o kadar güzel, imkanlar o kadar çoktu ki insan derslere girip çıkmak dışında da bir şeyler yapma ihtiyacı duyuyor. Diğer soruda da dediğim gibi, halkla ilişkiler sınıfta okunup bitecek bir bölüm değil, isteğin kadar teorik bilgiye sahip ol, pratiğin olmadığı sürece iyi bir halkla ilişkilerci olmak hayalin ötesine geçemez.Yeditepe bize hayatın içinde, kalbinde yaşamayı öğretti; kıyısında değil. F.U.: Sizin gibi ilerde sektöre atılacak arkadaşlarımız için tecrübe sahibi biri olarak ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Ç.G.: Öncelikle bölüm ile ilgili kitapları okumak, yayınları ve gündemi takip etmek çok önemli. Her gün bölümle ilgili sadece beş sitenin anasayfasına bile bakıyor olmak bir şeyler öğretiyor insana. Üniversitede ben en çok hangi firmanın hangi PR ajansı ile çalıştığını, önceden hangisiyle çalıştığını, neden yollarını ayırdığını takip ederdim. Şimdi bakınca hem ajanslar hakkında hem de firmalar hakkında ne kadar çok şey öğrendiğimi daha iyi anlıyorum. Halkla ilişkilerde bir de psikoloji çok önemli, psikolojik kitapları ve yayınları takip etmek çok artı getirir, işi kolaylaştırır diye düşünüyorum. F.U.: Okul hayatıyla karşılaştırdığınızda, iş hayatınıza başladığınızda ne gibi zorluklar yaşadınız? Ç.G.: Okul hayatı daha eğlenceli, kaybedecek çok birşeyiniz yok, hata yapma şansınız var ve bedeli çok ağır değil, telafisi mümkün; geri dönüşü var. İş hayatı pek öyle değil; üzerinizde firmanın sorumluluğunu da taşıyorsunuz, bireysel davranma hakkınız bir yere kadar var. İşte kendinizi temsil etmenin yanında kurumu temsil ediyorsunuz. Risk alırken de bunun için dört kere düşünmeniz gerekiyor. İş hayatının da bunun yanı sıra okul hayatından güzel yanları var tabii, birşeyleri başardığınızı ve okul hayatının size getirdiklerini çok net görebiliyorsunuz. İş hayatıyla okul hayatı sorumlulukların yanısıra ilişkilerde de çok farklılık gösteriyor. Okulda tabii ki ilişkiler daha sıcak, istediğinizle arkadaş olabiliyor, birlikte vakit geçirip geçirmemek konusunda karar verebiliyorsunuz; çalıştığınız insanlarla ise anlaşmak çok önemli. Bu konuda neyse ki ben şanslıyım; ekip olarak biz iyi anlaşıyoruz, herkes ılımlı, birbirine yardımcı oluyor. İş hayatının en önemli parçası bu. Dünyanın en büyük şirketinde de olsam benim için önce ofis içi huzur gelir. Bu yüzden de Acıbadem'de mutluyum, yani işte mutluyum. F.U.: Okulda aldığınız yabancı dil eğitimini yeterli buluyor musunuz? Ve bu size ne gibi kolaylıklar sağladı? Ç.G.: Yeditepe hiç süphesiz bize yabancı dil konusunda çok iyi eğitim verdi. Hazırlık çok sıkı disiplinli, her türlü İngilizce iletişimi öğretti bize; yazma, okuma, anlama, konuşma, daha sonra iş ingilizcesi diyebileceğim mesleki İngilizce'yi öğrendim. Halkla ilişkiler ve reklamda yabancı kelimeler ve tanımlar oldukça fazla. İşe başladığımda bu kelimeleri çok sık duydum ve bunları biliyor olmak hem zaman kazandırdı, hem de okuduğum üniversiteye güvenmekle ne kadar doğru yaptığımı anladım. Halkla ilişkilercinin yabancı bir dil bilmesi çok önemli. Halkla ilişkiler çok yeni bir meslek; 50'lilerde Avrupa'ya yeni geldiğini düşünürsek, Türkiye'de ne kadar yeni olduğunu daha iyi anlayabiliriz. İşte bu yüzden diğer ülkeler neler yapıyor, neyi nasıl yapıyor takip etmek, hem tekrara düşmemek hem kendini yenilemek açısından çok önemli. F.U.: Eğitiminiz süresince staj yapma imkanı bulabildiniz mi? Yaptıysanız nerelerde, hangi alanlarda yaptınız ve size ne gibi yararları oldu? Ç.G.: Okurken yol katetmek açısından stajın önemi bence çok büyük. Üç farklı yerde staj yaptım. Atalar, Rafine İletişim ve Linx Pazarlama'da... Ve inanılmaz faydasını gördüm. Okul öncesi hazırlık gibi düşünebilirsiniz stajı. İş hayatını, iş ortamını tanımada oldukça faydalı. F.U.: PR'ın günümüzdeki yeri sizce nedir? Özellikle işverenler açısından, yeterince rağbet görüyor mu? Ç.G.: Biraz önce de dediğim gibi PR yeni yeni tanınıyor, kabul görüyor, önemi pek çok kişi tarafından henüz anlaşılamadı. Firmadan firmaya halkla ilişkiler değişiyor. Doktor veya mimar ne yapar diye sokaktaki insana sorsan herkes aynı yanıtı verir, ne yazık ki halkla ilişkiler henüz o duruma gelmedi Türkiye'de. Türkiye halka ili şkileri bilmiyor, kolay zannediliyor, halkla ilişkilerin hakkettiği yerde olduğuna inanmıyorum, ama iyiye gidiyor. Gün geçtikçe daha da iyi olacak biliyorum ama topluma da zaman tanımak gerekiyor önemini anlaması için. F.U.: İster eğitim, ister iş, ister günlük yaşamınızda olsun, bizlere de yararlı olması açısından, tecrübe kazandığınız bir olayı anlatır mısınız? Ç.G.: Her işte insanlarla çalışıyorsun fakat halkla ilişkiler daha da insan odaklı kitlelere bir şeyler anlatmaya aktarmaya çalışıyorsun, boşluk dalgınlık ya da o gün keyifsizdim deme şansın yok; zaman zaman zorluklar, yanlış anlaşmalar olabiliyor anlatmak istediklerini anlatamıyosun; bazen de üslup farklı oluyor; bu da karşındaki tarafından hoş karşılanmıyor doğal olarak. Bir gün iş yerine bir firmadan geldiler. Görüşmeye Acıbadem'den bir iş arkadaşımla girmiştim. Firmadan gelen iki bayan bizimle hiç örtüşmeyen bir projeyle gelmişlerdi. Önce dinledim, ama sonlarına doğru dayanamadım, biraz tartıştık diyebilirim. Tamamen zıt bir fikir ile bizi bağdaştırmaya çalışıyorlardı, dayanamamıştım. Sonunda iş arkadaşımın masanın altından bacağıma vurmasıyla kendime geldim ve toplantı sonunda daha sakin daha anlayışlı olmam gerektiği kanaatine vardım. Evet halkla ilişkiler sabır işi bunu unutmamak gerekiyor. İş yaşamında samimi, rahat yani doğal olmak çok önemli; iş yapıyorsunuz diye kendinizi sıkmak anlamsız; bu karşı tarafa da yansıyor. İlişkiler içten olmalı keyifli bir iş yapıyoruz tadını çıkartmak gerekiyor, bu da güler yüzle olur tabii ki. F.U.: Son olarak; sizce YEDİTEPE?(her açıdan) Ç.G.: Yeditepe deyince içim bir tuhaf oluyor çok güzel hatırlıyorum hep, sıcak öğretmen öğrenci ilişkileri, eğlenceli arkadaşlıklarım, ilginç ve sürükleyici dersler, güzel kampüsüm. Yeditepe hayatın başladığı yer... MEZUNLARIMIZ NEREDE? Ceren Aşkın PRP’nin GÜLEN YÜZÜ NOVO NORDİSK’te: GUNDA DEMİRÖZ Ceren Aşkın: Biraz kendinden bahseder misin? Gunda Demiröz: Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nden 2005 yılında mezun oldum. Şu anda Novo Nordisk ilaç firmasında hasta danışma servisinde çalışıyorum. Bu firma şeker hastalarıyla ve büyüme hastalarıyla çalışan bir firma. C.A.: İş hayatına geçişin nasıl oldu? G.D.: Ben engelliyim. Kadıköy Belediyesi'nin engellileri işe yerleştirmek amaçlı "Engelsiz Yaşam ve Engelsiz İş" adlı bir projesi vardı. Bu projeye başvurdum. Bu proje aracılığıyla buraya yönlendirildim. Aradıkları niteliklere sahip olduğuma karar verince beni işe aldılar. C.A.: Yeditepe Üniversitesi'nde okumanın avantajları nelerdir? G.D.: Yeditepe'de hem yabancı hem Türk hocaların ve İngilizce eğitimin olması büyük bir avantaj. Ben engelli olduğum için üniversitenin bu konuda anlayışlı olması benim için önemliydi. Kampüsü zor olmasına rağmen, insanlar çok anlayışlı oldukları için zor geçmedi benim için. Bir takım zorlukları vardı tabii ama birçok üniversiteye göre yok denecek kadar azdı. C.A.: Staj yaparken iş yerini seçme özgürlüğünüz var mıydı? G.D.: Staj yapamadım. Fiziksel koşullarıma uygun bir firma bulmakta zorlandığım için birkaç kez aradım, sonra vazgeçtim. Aslında annemin şirketinde yaptım; ama dışardan bir firma olmadığı için stajdan saymadım. Öğrendiğim bir şeyler tabii ki oldu, orada da bir takım organizasyonlara destek verdim. C.A.: İleride çalışmayı düşündüğünüz sektör doğrultusunda mı seçim yaptınız? G.D.: Ben aslında halkla ilişkiler sektöründe çalışmak istiyordum; ama burada yaptığım iş de ona çok uzak bir şey olmadığı için seve seve kabul ettim. İyi ki de kabul etmişim; çünkü çok keyif alıyorum işimden. C.A.: İş hayatına adım atarken PRP Yeditepe dergisinde çalışmanızın size ne gibi faydaları oldu? G.D.: PRP Yeditepe dergisinde çalışmak insanları tanımana yardımcı oluyor; çünkü her türlü insanla karşılaşıyorsun, derdini anlatmayı, onları anlamayı öğreniyorsun. Bu nedenle PRP Yeditepe dergisini ben hep gülümseyerek hatırlayacağım. C.A.: Okulda aldığınız pratik ve teorik bilgiler iş hayatıyla ne kadar paralel? G.D.: Ben şu anda bire bir halkla ilişkiler sektöründe çalışmadığım için bunu çok iyi kestiremiyorum; ama şöyle ki biz çok iyi hocalardan eğitim aldığımız için derdimi çok rahat anlatabilen bir insan haline geldim Yeditepe'den mezun olduktan sonra. Sosyal olaylarda çalıştık, çok fazla faaliyette bulunduk kulüplerde vs. ve o yüzden şimdi herhangi bir organizasyonda çalışmam gerektiğinde zorlanmıyorum. Onun avantajını yaşadım. C.A.: Bir PR'cıdan ne gibi özelliklere sahip olunması bekleniyor? Ne gibi özellikler işe alınırken fark yaratıyor? G.D.: İngilizcenizin iyi olması, sabırlı olmak, empati kurabilmek ve karşı tarafa "ben bu işi iyi biliyorum"u hissetirebilmek çok önemli. C.A.: İş hayatında özellikle iş başvurusunda Yeditepe Üniversitesi'ne işverenlerin bakış açısı nedir? G.D.: Benim şu anda ilk işim olduğu, çok da fazla iş görüşmesi yapmadığım için bilemiyorum Yeditepe'ye bakış açısını. Ama burası için konuşursam, burada insanların gözü ışıldadı benim Yeditepe Üniversitesi'nden mezun olduğumu duyduklarında çünkü biliyorlardı İngilizce eğitim verildiğini. Ve insana değer verilen bir üniversite olduğu için Yeditepe Üniversitesi mezunu olmamla ilgili gayet keyifliydiler. C.A.: Bir PRP mezunu olarak bu bölümdeki öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir? G.D.: Bu söyleyeceğimden çok hoşlanmayacaklar; ama devamsızlık yapmasınlar. Çok okusunlar, çok arkadaş edinsinler ve kulüplerden olabildiğince faydalansınlar. Ben bunları yaptım; okumayı çok becerebildiğimi söyleyemeyeceğim, çok iyi değildim ama diğerlerini çok rahat yaptım. Bu önemli, çünkü mezun olduğunuzda insanlarla çok rahat iletişim kurabiliyor olmanız gerekiyor. Halkla ilişkiler sektöründe çalışacaksanız derdinizi daha da iyi anlatabiliyor olmanız gerekiyor. Bunu yapabilmek için de okuldaki tüm faaliyetlerin içinde olmanız gerekiyor. Bunu yapınca işe yaradığını görüyorsunuz. Yaparken belki çok hoşa gider şekilde yapmıyorsunuz ama sonradan teşekkür ediyorsunuz hocalarınıza. Mesela buraya girdikten sonra benim tüm hocalarımı tek tek aramışlığım vardır. MOZART 250. YAŞINDA İSTANBUL’DA E. Sahra Öztürk Bu sene 27 Ocak 2006 tarihi itibariyle insanlık tarihinin ender görülen müzik yeteneklerinden biri olarak kabul edilen Wolfgang Amadeus Mozart'ın 250. doğum yılı, tüm dünyada muhteşem konserlerle kutlanmaya başlandı. Size, İstanbul'da da bu kutlama için düzenlenmiş olan etkinliklerden bahsetmeden önce, ünlü sanatçı Wolfgang Amadeus Mozart'ın müzik yaşamının nasıl başladığına değineceğim; W.A. Mozart (1756-1791) Avusturya'nın batısındaki Salzburg kentinde 27 Ocak günü doğmuştur. Babası Leopold Mozart, Salzburg Başpiskoposluğu Sarayı Orkestrası'nda keman çalan, birçok beste yapan ve keman için bir metod yazan bir müzisyendi. L. Mozart, oğlu Wolfgang A. M. üç yaşına geldiği zaman kendisinden 5 yaş büyük olan kız kardeşinin çaldığı "klavsen" parçalarını belleğine yerleştirip kendi kendine çalmaya başlayınca ondaki mucizevi özelliği fark etti. Hele bir gün minik Wolfgang'ın eline geçirdiği bir nota kağıdına daha kullanmayı bile beceremediği kocaman tüy kalemle konçerto çiziktirdiğini görünce, ona ciddi olarak klavsen dersleri vermeye başladı ve böylece W. A. Mozart'ın müzik yaşamı başlamış oldu. Mozart'ın 250. yıl İstanbul Etkinlikleri 15-16 Şubat 2006 tarihlerinde, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, dünyanın büyük orkestraları ile eş zamanlı olarak müziğin dahisi Mozart'ın 250. doğum gününü kutladılar. İbrahim Yazıcı'nın şefliğini yaptığı Devlet Çoksesli Korosu'nun da yer aldığı konserde, Mozart'ın ölümünden önce yazdığı son bestesi "Requiem" seslendirildi. B.İ.F. Orkestrası dışında Mozart'ın 250. doğum yılı Ülker Müzik Günleri çerçevesinde yapılan önemli etkinliklerle de kutlandı. 11Mart Cumartesi günü AKM'de düzenlenmiş olan konserde Türkiye'nin en ünlü Keman Virtüözü Cihat Aşkın, dünyanın en tanınmış piyanistlerinden ve Mozart yorumcularından Torleif Torgersen ve İsrailli ünlü keman yapımcısı Amnon Weistein yer aldı. Ayrıca programdan sonra verilen konferansta Mozart'ın improvizasyon ve Türk Müziği’ne olan yakın ilgisi örneklerle gösterildi. Diğer bir etkinlik ise yine Ülker Müzik Günleri çerçevesinde 13 Mart'da Lütfi Kırdar Kongre Sarayı'nda düzenlenmiş olan "GRAND MESSE"di. Size, Mozart'ın ünlü eseri olan "Grant Messe"nin seslendirildiği bu güzel konserden bahsetmeden edemeyeceğim… Konser saati yaklaşınca salona girip, oturacağınız yeri, konser başlamadan önce bulmak için telaşa kapılmanıza gerek kalmıyor. Hemen yanınıza, hem kıyafetleriyle hem de makyajlarıyla Mozart'a benzer kişiler geliyor ve kibarca sizi karşılayıp, salonda oturacağınız yere kadar size eşlik ediyorlar. Oturduğunuz yerden etrafı izliyorsunuz, koskocaman bir salon, kalabalık bir seyirci ve gelen dinleyicileri karşılayan Mozart'lar… : ) Saat 21:00'i gösterdiğinde, Şef Hakan Şensoy eşliğinde Filarmonia İstanbul & Avrupa Korosu sahneye çıktılar. Daha sonra solistler " Feryal Türkoğlu (soprano), Ferda Yetişer (Alto), Ayhan Üştük (Tenor), Cem Beran Sertkaya (Bas)" yerlerini aldılar. Seslendirilen Mozart'ın Grand Messe'yi tüm salonca alkışlara boğuldu. Konser bitiminde seyircileri, salona girerken karşılayan Mozart'lar uğurladılar. Bu güzel konser bitiminde bütün yüzlerde tebessüm görmek hiç de zor değildi. Şimdi, sakın size anlattığım ünlü besteci Mozart adına yapılmış bu muhteşem konserleri kafanızda canlandırdıktan sonra canlı olarak izleyemediğiniz için üzüntüye kapılmayın. Ben sadece ülkemizde Mozart'ın 250. doğumyılı için düzenlenen etkinliklerden üç tanesini size aktardım. Nice güzel etkinlikleri, müzik kenti Viyana'da devam ettiği gibi, ülkemizde de 2006 yılı boyunca görebilmeniz mümkün. Şimdiden sizlere hoş, mutlu seyirler… : ) Sahra ÖZTÜRK ÖĞRENCİLERİMİZİN REHBERİ: ÖZDEN USLU İLETİŞİM ENGEL TANIMAZ... Özden Uslu’nun ofisinden bir kare E. Sahra Öztürk: Özgeçmişinizden kısaca bahsedermisiniz? Özden Uslu: 1968 yılında Ankara' da doğdum, ODTÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nden 1994 yılında mezun oldum. Yeditepe Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü’nde "Sokak Çocuklarında Yuva Kavramı" başlıklı tezimi vererek yüksek lisansımı tamamladım. Halen üniverstemizde psikolog olarak çalışmaktayım ve Almanca İşletme Fakültesi'nde Sosyal Psikoloji derslerini vermekteyim. Evliyim, Melis adında bir kızım var. S.Ö.: Yeni çıkarmış olduğunuz kitabınızı çok beğendim. En başta kitabınız için söylenmesi gereken sıfat çok yararlı olduğu; çünkü kitap bir nevi engelli olmayan kişiler için yazılmış, engelli kişileri anlama, onlara ihtiyaçlarına göre davranma klavuzu diyebilir miyiz? Ö.U.: Evet. Kitabımın öncelikli yazılış amacı, öncelikli diyorum çünkü birden fazla amacı var aslında, herhangi bir engeli olmayan ve engeli olan kişilerle karşılaştığında nasıl davranması gerektiği konusunda tereddütleri olan tüm insanlara yönelik. S.Ö.: Kitabınızda her konunun başında önemli kişiler hakkında bilgiler var. Neden böyle bir yol seçtiniz ? Ö.U.: Kitabımda belirttiğim pek çok engel türü var her bölümde de bu engele sahip bir kişiyi tanıtmaya çalıştım. Bu kişilerin bir çoğunun bir engeli olduğu geniş kitleler tarafından bilinmemektedir. Öncelikle yaptıkları işlerle tanınan bu şahısların böyle bir yönleri olmasına rağmen başarılı olduklarının altını çizmek istedim ya da başka bir deyişle engellerin, yapılacak bir iş için aslında bir engel olmadığını göstermek istedim. Bu konuda kitabımın sanat yönetmeni sayın Burcu Alev Öz'e sizin aracılığınızla teşekkür etmek de isterim. S.Ö.: Genellikle bu tarz kitaplarda Batı gibi olmak istenirken yada tavsiye edilirken siz kitabınızda Türk Kültürü ve tarihine umut bağlıyorsunuz. Kısaca anlatır mısınız. Ö.U.: Türk tarihi ve Türk kimliği şu an dünyada var olan ve karekteristiğini kaybetmemiş bir kaç medeniyetten biridir. Türkler günümüze kadar varlıklarını kültürel birikimleri ile korumuşlar ve bunu imparatorluk düzeyinde de ifade etmişlerdir. Her ne kadar son birkaç yüzyıldır her insan ve toplumun doğasında olan özgüven eksikliği nedeniyle Batı medeniyetini kendilerinden üst olduğunu düşünmeye başlamışlarsa da Atatürk ile tekrar kimliklerini bulup bunu da ortaya koyma fırsatına kavuşmuşlardır. Türkler tarihsel akış içinde hümanist fikirlerini nesilden nesile aktarmışlardır. Engelli kişilere karşı yaklaşımları da her zaman batılılardan farklı olarak yüzeysel değil içten ve kültürel özlerine paralel olmuştur. Bugünkü uygulamalarda Avrupa bizden bir iki adım önde görünmektedir. Ancak bizim için doğru hedef ya da örnek Avrupa olamaz. Öncelikle bilgimizi artırmamız gerekir. İnanıyorum ki bilgiyi öz kültürümüzdeki ipuçları ile birleştirebilirsek bugün batılıların uyguladığı pek çok kural ve davranış kalıbının ötesinde bir yerde buluruz kendimizi. S.Ö.: Önsözde engelli kişileri tanımlarken hepimizin aslında pek çok engeli olduğunu vurguluyorsunuz. Kitaptaki örneğinizi tekrarlıyarak açıklar mısınız ? Ö.U.:Türkiye nüfusunun yaklaşık % 12'sinin yani neredeyse her sekiz kişiden birinin bir engeli var. Tabii bu değerler bizim bildiklerimiz. Bir de sonu ayrımcılığa kadar giden gizli engel çeşitleri var. Unutkanlık, psikiyatrik engeli olanlar ve şişmanlığı da içine alan görünüm bozuklukları gibi pek çok engel türü. Bu gizli engeller mevcut istatistiklerde engel olarak değerlendirilmemektedir. Çevremizde tanıklık ettiğimiz engelleri ve birlikte yaşadığımız engelli kişileri daha iyi tanımak ve anlamak için kitabımda da belirttiğim şu örneği vermek isterim. Bütün insanların uçma engeli vardır. Bu engeli aşabilmek için teknik imkanları kullanır. S.Ö.: Kitabınızı okuduğumda içimde bir sevinç uyandı. Çünkü kitabınız beni imkansız gibi görünen şeylerin aslında imkansız olmadığına dair motive etti. Yazarken böyle bir amacınız da varmıydı ? Ö.U.: İtiraf etmeliyim ki her okuyanın, kitabı, kendisi için bir motivasyon unsuru olarak algılayacağını düşünmemiştim. Ancak engeli olan kişilerin yakınlarının özellikle de anne ve babalarının verilen örneklerle motive olmaları amaçlarımdan biriydi. Böyle düşündüğünüzü bilmek beni mutlu etti. Teşekkür ederim. öğrencileri bile telkin edip onları eskisinden daha çok hayata bağlı bireyler olmalarını sağlamışsınız. Bu gibi durumlarda öğrencilerinize nasıl bir motivasyon sağlıyorsunuz ? Ö.U.: Yaşam sıkıntısı çeken pek çok öğrencimin ana problemi hedeflerinin olmaması. Bir insan yolunun devam ettiğine dair inanca sahip olursa, o yolun sonunda da beklentisinin ne olduğunu bilirse yola devam eder. Benim yaptığım tek şey onların zaten aslında içlerinde bildikleri ama hiç ortaya çıkaramadıkları o hedeflerini bulmalarına yardımcı olmak. S.Ö.: Kitapta zaman zaman işyerleri ve işyerlerinde karşılaşılan müşteriler için önerilen davranış örnekleri yer alıyor. Sebebi nedir ? Ö.U.: Hizmet sektöründe, insanlarla yoğun iletişim içine giren çalışan ya da çalışacak kişiler öncelikli hedeflerim arasında. Bugün bankalarda, marketlerde, ulaşım sektöründe bir engeli olan kişiye nasıl davranacağını bilemeyen, iletişimde zorlanan birçok çalışan mevcut. Bu kitabın hizmet içi eğitime yönelik bir rehber kitap niteliğinde çıkmasına özen gösterdim. S.Ö.: Piyano çaldığınızı öğrendim, ben de Yeditepe Üniversitesi Halkla İlişkiler Bölümü ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda piyano öğrencisiyim. Müzikle uğraşan kişiler için sesler çok önemlidir. Ama kitabınızdaki örneği vurgularsam yani Beethoven'ın duyma yetisinden yoksun zamanında bile nice güzel eserler bestelemesi ,müziğin sadece seslerle sınırlı kalmadığını gösterir. Çünkü, müzik doğrudan ruha hitap eden duygu ve düşünce tarzı diyebiliriz. Peki,sizin müzikle tanışmanız nasıl oldu? Ö.U.:İlkokul 1. sınıfda kartona bir melodika çizdim. Bu kartondan olan melodikayı çalıyormuş gibi yaptım. Daha sonra babam bana bir melodika aldı ve hatta aldığım gün Türk Sanat Müziği'nden birkaç parçayı da çalabiliyordum. Bana müzikte model olan kişi akordiyon çalan bir ilkokul öğretmenimdi. Yıllar içinde kendimi geliştirerek klavyeli çalgılarla birlikte piyanoyu da çalmaya başladım. Doğuştan herkesin bir yetisi vardır. Sadece kanalize o l d u k larımız ortaya daha fazla çıkar. Herkesin sınırsız bir dünyası olabilir. Fakat yeteneklerimizin birçoğu, zaman ve imkan yokluğundan ortaya çıkamıyor. S.Ö.: Türkiye'de engelli kişilerin hayatlarını kolaylaştıracak teknik araçların, malzemelerin az olması toplumumuzun onları anlayamamalarından, onlara ilgi gösterememelerinden ya da sizin kitabınız gibi kitaplar okumayıp engelli kişilere nasıl davranacaklarını bilmediklerinden midir ? Ö.U.: En önemli eksiğimiz eğitim. Bilgi yoksa fikir de yoktur. İnsanlar gerçekten bu konuda bilgi sahibi olsalar, fikir de geliştirebilirler. Böylelikle gerekli fizik ve donanım alt yapısı hızla tamamlanabilir. Hatta inanıyorum ki çok kısa sürede Batı'nın engelli kişilere sunduğu imkanların da ötesine geçme şansımız olacaktır. S.Ö.: Şu an Yeditepe Üniversitesi'nin yani büyük bir eğitim yuvasının ferdisiniz, burdaki insanlarla olan ilişkilerinizi ya da size karşı davranışlarını şimdiye kadar çalıştığınız ortamlardaki kişilerle karşılaştırdığınızda bir fark var mı? Ö.U.: Türk insanının karakteri ayrımcılıktan uzak aslında. Fakat üsluplar bazen değişik olabiliyor. Daha önce çalıştığım işyerlerinde bilgisizlikten kaynaklandığını düşündüğüm rahatsız edici ve kırıcı davranışlarla karşılaştığım oldu. Yeditepe Üniversitesi'ndeki en önemli unsur, ayrımcılığın olmaması. Tabii öncelikle akademik, yani bilgi yoğunluğunu olduğu bir çevrede olmam bir sürü şeyi değiştiriyor. Bir defa üslup çok daha farklı. Yönetim kadrosundan başlayarak güvenlik elemanlarına kadar üniversitemiz çalışanlarının görme engelimden kaynaklanan hiç bir olumsuz tutum ve davranışa tanık olmadım. Bu vesileyle de hepsine teşekkür etmek isterim. S.Ö.: Okulumuz öğrencileri yaşadıkları sıkıntılarını, size rahatça anlatıp dile getirebiliyorlar ve öğrendiğim kadarıyla yaşamla ilgili yoğun pürüzlere sahip S.Ö.: İletişim denince aklınıza gelen renk nedir? Neden? Ö.U.: Mavi olurdu. Uzlaşının, barışın ve huzurun rengi mavi olduğuna göre sonuçları açışından bakıldığında iletişimin rengi de mavi olmalı. S.Ö.: İletişim ve özellikle Halkla İlişkiler Bölümü öğrencileri olan bizlere vermek istediğiniz bir mesajınız var mı ? Ö.U.: İletişim insana yönelik her mesleğin içindeki en önemli unsur. Seçtiğiniz meslek ve yaptığınız iş bütün branşları kapsıyor ve bu nedenle önemli bir görevi üstlendiğinizin bilincinde olmanızı isterim. Karşılaşacağınız her kişi veya grubun özellikleri, oluşturacağınız iletişim biçiminin temellerini belirler. Bu nedenle çok okumalı, ve muhakeme yeteneğinizi kullanarak çok düşünmelisiniz. İÇİMİZDEN BİRİ: SAHRA ÖZTÜRK P R ve Ferda Uyan Ferda Uyan: Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'ndeki eğitiminin yanı sıra İstanbul Üniversitesi'nde Konservatuar Bölümü'nde okuyorsun. Bize biraz anlatır mısın? Asıl istediğin, sevdiğin bölüm hangisi? Sahra Öztürk: Ben 7 yaşımdan beri hem normal eğitimimi hem de İstanbul Üniversitesi'ndeki piyano eğitimimi birlikte yürütüyorum. O yüzden asıl istediğim ya da sevdiğim bölüm diye bir ayrım yapmıyorum. Her iki eğitimimi de sevip benimsediğim için iki bölümü de bir bütün olarak düşünüyorum ve inşallah böyle de devam edecek. Çünkü eğer sadece piyano eğitimini seçseydim buna ortaokuldayken ya da lisedeyken karar verip, eğitimimi sadece konservatuarda tamamlıyor olurdum. Ben, madem biz bu hayattaysak, yeteneğimiz, çalışma azmimiz ve içimizde de sevdiğimiz şeyi yapma arzumuz varsa, neden yapmayalım ki, diye düşünüyorum. Vurgulamak istediğim şey şu ki, her iki eğitimimin de önemi büyük ve bana göre eğitimini aldığım bu iki bölüm de birbirinden ayrı değil, çünkü ben piyano çalarken de bir nevi iletişim kurmuş oluyorum. F.U.: Neden Konservatuar dışında ek olarak halkla ilişkileri seçtin? S.Ö.: Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü'nü seçmemdeki sebep de iletişimi sadece müzik ile yürütmek değil, iletişimi gerektiren diğer unsurları da öğrenip, bu bölümde de eğitim almak isteyişimdir. Eğitim sürecimin başlamasından bu yana hep başarılı bir öğrenciydim, zaten okulumuzun Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü de burslu kazandım ve umarım başarım ömrüm boyunca hep devam eder. Lisedeyken sözel alan yerine sayısal alanı seçip bir mühendislik bölümü kazanabilirdim ama mesleki açıdan piyano ile mühendisliğin birbirlerini tamamlayan unsurlar içerdiğini düşünmüyorum. İANO F.U.: Müzik kabiliyetin nasıl ve ne zaman ortaya çıktı? S.Ö.: Müzik kabiliyetimi annem keşfetti. Annem benim müziğe karşı eğilimimi ya da müzik kulağımı farketmiş olmalı ki henüz 6.5 yaşımdayken bana "Sahra konservatuar sınavına girer misin?" diye sorduğunda ben de ona "Olur girerim, ama o sınav için çarpım tablosu öğrenmem lazım mı?" diye sormuştum (gülüşmeler…). Çünkü o sene ilkokula da başlayacaktım, yani okul kavramını biliyordum, ama konservatuarın ne olduğu hakkında bir bilgim yoktu. O yılları çok net hatırlamasam da konservatuara giriş sınavının tek bir sınavdan ibaret olmadığını hatırlıyorum, ilk etap kulak sınavı, sonra diğer etaplar… Elene elene belli bir kazanan öğrenci grubu oluşuyor. Ben de işte o grubun içindeydim. Şimdi ise konservatuarda o başlangıç senesinden bu seneye kadar benim gibi iki okula devam edenler ben dahil toplam 6 ya da 7 kişidir. F.U.: Piyano senin için neden önemli? S.Ö.: Piyano benim için önemli, çünkü küçüklüğümden beri hayatımın bir parçası oldu. Herkes tatil zamanı en azından 15 gün boyunca elini hiçbir şeye dokunmadan dinlenmeyi hedefler ama benim için öyle değil… Aslında benim gibi ciddi anlamda müzikle uğraşan kişiler için 15 gün kendi enstrümanını çalmaması büyük bir kayıptır. Zaten içten severek yapılan bir şey zorla olmaz. Piyano çalmayı sevmeseydim, bunca emeği, çalışmayı bu seneye kadar getirmeyi başaramazdım. F.U.: Neden başka bir enstrüman değil de piyano? S.Ö.: Enstrüman seçmede bazı hususlar vardır; mesela piyano ve keman yaşı profesyonel anlamda en geç 8'dir. Bu yaşlarda piyano ya da keman çalmaya başlayan çocuklar daha verimli oluyorlar, kavrama yetenekleri daha fazla oluyor. Ama 8'den sonra da çalınmaz mı diye sorabilirsiniz, tabii ki çalınır. Bana göre azmeden, yeteri önemi gösterip çalışmaya zaman ayıran, çaldığı enstrümanı seven ve çalmaktan da zevk alan birinin başarılı olmaması için nedeni yoktur. Diğer enstrümanlara değinirsek, örneğin üflemeli çalgılara… Sizce küçük bir çocuğun üflemeli çalgı çalabilmesi için nefes genişliği yeterli midir? Yani ses tonu oturmadan, olgun nefes genişliğine sahip olmadan üflemeli çalgı çalınamaz. Bu enstrümanlara belli bir yaştan sonra kabul ediyorlar. Mesela şan da öyledir, eğer ses tonunuzun oturmadığı bir yaşta "Ben şan eğitimi almak istiyorum, sınavına gireyim" derseniz size direkt cevap "Ses tonun oturduktan ve kesinleştikten sonra girebilirsin" F.U.:Türkiye'de müzisyenlere yeterince değer verildiğini düşünüyor musun? S.Ö.: Türkiye'de müzisyenlere yeterince değer verildiğini düşünmüyorum. Hele klasik müziğe olan ilgi hiç yok gibi, sadece belli bir kesim için önemli diyebilirim. Toplumumuzda klasik müzikten nefret eden kişilerin sayıları çok, onlara göre arabesk müzik klasik müzikten daha önemli. Ben asla kişilerin zevklerini irdeleyemem, zaten öyle bir lüksüm de olamaz, ben sadece klasik müziğin faydalarından uzak kalan kişiler için üzülüyorum. Bu yüzden okullarımızda müzik eğitimine de Fen ya da Matematik dersi kadar önem verilmeli. Klasik müzik konserleri ise yaygınlaşmaya başladı, ama yine de az, yani her kesime ulaşılamadığını düşünüyorum. Umuyorum, önümüzdeki senelerde kültür seviyesinin gitgide yük selmesi ve diğer şehirlerimizde de konser verilecek salonların sayıları arttırılıp sık sık klasik alanda konserler verilmesiyle toplumumuzda klasik müziğe ilginin artmasını ve klasik alanda müzisyenlerin değerlerinin anlaşılmasını umuyorum. olacaktır. Ben de sınavları kazandığımda 6.5 yaşımda olduğumdan piyano ya da kemana yönlendirilmemin daha yararlı olacağı düşünüldü ve gerek el yapımın elverişliliği, gerekse de piyano çalma eğilimimin ve uyumumun yüksek oluşu sonucu piyano eğitimim ilkokul eğitimimle birlikte 7 yaşımda başladı. İÇİMİZDEN BİRİ: ASLIHAN ÖZDAMAR Moda ‘da PR… Melis Toroslu Halkla İlişkiler 2. sınıf öğrencisi olan Aslıhan Özdamar'la İngiltere'de katıldığı sertifika programı hakkında konuştuk. Moda ve halkla ilişkiler bölümleri birbirinden çok farklı gibi gözükse de her sektörde olduğu gibi moda sektöründe de halkla ilişkiler gittikçe önem kazanıyor. Melis Toroslu: Ne zaman ve nerede bu e ğitimi aldın? Geçtiğimiz yaz üç ay Londra'da Central Saint Martins College of Art and Design yaz okuluna katıldım. Aslıhan Özdamar: Aldığın dersler nelerdi? “Fashion Styling,” “Handmade Fabrics for Fashion,” “Design for Shoes,” “Design for Vintage Bags and Purses,” “Art Direction,” “Fashion London,” “Deconstructing Fashion.” M.T.: Seni böyle bir eğitim almaya iten neydi? A.Ö.: Küçüklüğümden beri eve gelen terzi ve anneanne desteğiyle bir dikiş merakım zaten vardı. Anneannem bize elbise dikerken ben artanlardan bebeklerime elbise dikerdim. Her moda eğilimli genç kızın hikayesi aynıdır zaten. Kısa bir zaman öncesine kadar kendi kıyafetlerimi yaptırıyordum. Sonra nasıl oldu bilmiyorum ama kendimi Londra'da buldum, iyi ki de bulmuşum, hayatımın en verimli üç ayını geçirdim. M.T.: Bu alanda daha uzun süreli bir eğitim almak ister miydin? A.Ö.: Moda tasarımını özel zevkim olarak sürdürmek ve bu hobimi, desem uygun düşer, ileride de kısa kurs ya da sertifika programlarıyla desteklemeyi düşünüyorum. Hedefim moda tasarımcısı olmak değil. Ama modanın halkla ilişkilerini yapacaksam, içeride neler olup bittiğini bilerek yapmak bana daha mantıklı geliyor. O hiçbir şeyden anlamayıp tasarımcılara kan kusturanlardan biri olmak istemem. M.T.: Bu eğitimin sana ne gibi getirileri oldu? A.Ö.: Her şeyden önemlisi Londra'da yaşamanın bana çok fazla getirisi oldu. Eğitim almanın dışında Londra'yı yaşadım ki bu benim hayatımda bir dönüm noktasıdır. Okulda ise yine bir şeyler öğrenmenin dışında bir yaratım çevresinde buldum kendimi. Dünyanın sayılı tasarım ve sanat okullarından biri ve her ne kadar yaz okulu da olsa orada bir üretim ortamı var. İnsanlar size yardımcı olmak, üretimizini desteklemek, sizi iteklemek icin can atıyor. Türk eğitim sisteminin bir parçası olarak başta ne olduğunuzu şaşırıyorsunuz. Sonra “ne yaparsam kendim için” zihniyeti oturunca yaptıklarınız anlam kazanıyor, motivasyonunuz artıyor. Etrafınız takip eden, üreten, düşünen insanlarla dolu ve bu ortama uyum sağlıyorsunuz. Özellikle tasarım gibi yaratıcılığa dayalı bir dalda not odaklı bir öğrenci olunamayacağını anlıyorsunuz. Zaten benim katıldığım sertifika programında devamlılığınız olduğu sürece o sertifikayı alıyorsunuz, yani ne kadar çalışırsanız o kadar bireysel kazanç. M.T.: Aldığın dersleri uygulamak için yaptığın çalışmalar var mı? A.Ö.: Birkaç dergi çekimde “styling” asistanlığı yaptım. Ece Sükan ve Hakan Öztürk gibi başarılı moda editörleriyle çalışma fırsatım oldu. Bir firmanın katalog styling'ini yaptım. Tişört baskılarım var, hala dikiyorum bir şeyler. M.T.: Sana göre moda sektöründe halkla ilişkilerin önemi nedir? A.Ö.: Bu soruyu genelleyerek yanıtlarsam derdimi daha iyi anlatabilirim. Artık sektörlere ayırmak gereksiz halkla ilişkiler iş hayatının bir olmazsa olmazı haline geldi kanımca. İster profesyoneller, ister alaylılarca yapılsın, her kurumun hatta kişinin bir halkla iliskiler birimi var. Çünkü siz “freelance” çalışan biri de olsanız, büyük bir şirket de olsanız, tanıtıma ve pazarlamaya, yani kitlenize ulaşmaya ihtiyacınız var. Siz, iyi olduğunuz şeyi, yani kendi işinizi yaparken, bunu birilerinin sizin için yapabilmesi de büyük bir kolaylıktır ve avantajdır. Günümüzde halkla ilişkiler gibi bir sektör oluşmuşken bundan faydalanmamak kendine eziyettir. Siz bir moda tasarımcısıysanız, siz tasarımlarınızın yaratımına odaklanmışken, prosedürleri bir başkasının sizin için gerçekleştirmesi, her şeye sizin koşturmamanız sizin yararınızadır. Bu hayata bir kere geliyoruz o yüzden zamanın değerini bilip "yapabileceğinin en iyisi"ni yapmak akıllıca olur. Aslıhan’ın tasarımlarından ..... CaDıSaLı Zeynep Elgün DÜM (bir zaman önce) Oryantal kıvrımlarımda Mutedil iççekişlerinin karasallığı Ve kutsanmış omuzlarının tarihçesi yatıyordu. Ne düş hırsızları Ne kaskatı hatıraların kayıtsızlığı Ne de masum yatırımların arbedesi Karışmış bir ruhun hüzünselliğinden Daha korkunç olamazdı (ve olamadı da) Ağırbaşlı solgun ifaden yine güçsüz Yine dünden üzgün TEK (bir zaman sonra) Usulsüz ve kabulsüz yaşların döküldü her bir kıvrımıma Unufaktım Resimdeki çocuklar kadar ufaktım Siyah-beyazdım Kıvrımlarım yanardöner Dibin de vurabileceği bir dip olmalıydı Hem sen Hem ben Bu kâbusun iki ucu olmaktan Hiç de gurur duymuyorduk Biraz daha hoyrattı albenili gülüşün Ve sessizce dinleniyordun Sosyal tesislerinde boynumun Gözlerimizi kapatıp Bir yenisini daha ekledik imkânsızın serisine Durduk Bu duruşu durduramadım sonunu ya da başını bilmediğim kaçıncı hikayenin senaryosunu kimin yazdığından bihaber, göğsümde bir ağrı, kaçıncı tükenişin sessizliği gizli sevişmelerde... senden n'aber?? şiirbazların, lafebelerinin rüyasıysa bu, benim kâbusum demeye kıyamayacağın cicilibiciliecinnilerin kaçıncı kovuşu, huzurlarında bekleyen ağlamaklı duruşum günbegün yalarken ucube yanlarını, beynimde - beyinlerimizde bir gümbürtü.... gümbe de gümbe de gümbe de güm güm............. güm BİR DAKİKALIK HİSSİYAT ÇİZELGESİ Senem Koç Boğuluyorum… Gözlerimden ateş fışkırıyor… Nefesimin kesildiğini, vücudumun kendi içinde karman çorman olduğunu hissediyorum. Boğuluyorum… Ölüyorum. Ben ölmeye yazarken gözlerimden bir damla yaş akıveriyor; yanan yüzümden iz bırakarak geçiyor ve tenimin ateşinden, daha yere düşmeden buhar olup uçuyor. Yüreğim dağlanıyor. Bir anda kendimi kaybediyorum. O gözyaşımın neden, niçin aktığından habersiz yere yığılıp çaresizce yardım bekliyorum. Hayat bu ya, yine can çıkıyor huy çıkmıyor; umarsızım. Yardım beklerken ne zamandır kendime yabancı kaldığımı fark ediyorum. Kendimi tanıyamıyorum. Tanımış mıydım? Tek kelimelik bu zor soruyu çözemiyor ve kıvranmaya devam ediyorum. Ağlamak istesem, olmuyor. Olmak istemiyor belki. İçimde kalsın isteniyor. Kendi gözyaşım bile benden yana koşmuyor. Sakinleşiyorum sonra. O gözyaşının neden, nasıl aktığını sorgulamaya başlıyorum. Bir anda sorgulamamı unutup seni görüyorum tam yanı başımda. Bana yardım etmek ister gibi bir halin olduğunu seziyorum. Sezmek yetmiyor; zira etmiyorsun. Gidiyorsun dudaklarında küçücük bir gülümsemeyle. Arkandan bağıramıyorum, gözyaşı dökemiyorum; ama duruluyorum. Sen, beni sakinleştirmeyi başarabiliyorsun. Vücudumdaki elektriğin yere akışını duyumsuyorum… Derken ayılıyorum. Bayılmışım oysaki. Gözyaşımın izi yüzümde parlarken etrafımda yine kimse yok. Ayağa kalkıyorum. Nefesimin kesikliğinden eser yok. Ayağımda lastik ayakkabılar… Bir gözyaşının hayatımı kurtardığını düşünüyorum. En ufak gözyaşı tenimi yaka yaka geçerken bilmeden benim hayatımı bana bağışlıyor. Boğularak çıkardığım bu gözyaşı, aslında SENİ içimden çıkarıp atıyor. Fazla tuzlu bu gözyaşı bedenimden çıkarken seni benden alıp götürüyor. O gözyaşı, SEN oluyorsun. Gülümseyerek gidiyorsun. Belki de daha mutluyum. Belki de daha rahat… Kalbim dağlanıyor. Yarası geçer; ama izi asla. Düşündüm de şimdi… Giden SEN, ne kadar da bana benziyordun öyle… Kendi kendime gülüyorum. Nasıldı o? Maskesiz insan olmaz. Sayat Çakır BİR SPOR DUAYENİ: TURGAY ŞEREN “İYİ SPORCUNUN SORUMLULUĞU: EĞİTİMDE DE BAŞARI” Sayat Çakır, Pelin Baykal: Biz sizi hep büyüklerimizden ve televizyon görüntülerinden tanıdık. Sizi bir de sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? Turgay Şeren: Öncelikle bu güzel dergide bana da yer ayırdığınız için teşekkür ederim. Yeni nesil tarafından hala biliniyor ve seviliyor olmak beni çok mesut ediyor. Aktif futbol hayatımdan sonra spor yazarlığına başladım ve hala bir spor yazarıyım. Gazetelere yazdım, şu anda Akşam'da yazıyorum, bir de televizyon programlarında yer alıyorum. Televizyonun benim için en büyük avantajı programlara çıkınca halkın sizi unutmuyor olması. Yoksa beraber top oynadığım arkadaşlarım var ki hepsinin derneğimiz çatısı altında resimleri var, onların çoğu hayattan göçüp gittiler ya da gündemde olmadıkları için unutuldular. Benim unutulma şansım çok azdı ve ben de bunu iyi kullandım. İlkokula Çorlu'da başladım. Üçüncü sınıftan itibaren Galatasaray yetiştirici A'ya geldim. O zaman Ortaköy'deydi Galatasaray'ın ilk kısmı. İlk kısımdan başlayarak okul hayatımın sonuna kadar yani 1952 senesine kadar Galatasaray Lisesi''nde okudum. Çok iyi bir talebeydim. Mecburdum iyi bir talebe olmaya; çünkü Galatasaray Lisesi''nde devlet beni okuttu, eski tabiriyle “Leyli Meccani”. Bu terimi gençlerin anlaması mümkün değil tabi, leyli devamlı okulda okuyan, meccani de parasını kendisi vermeyen anlamına geliyor. Bu durumdan ötürü eğitimime önem verdim ve başarılı bir öğrenci oldum. Tabii on ikinci sınıfta hem Galatasaray A takımında hem de Milli takımda başarılı olunca aklım biraz dağıldı denilebilir. Tabii bizim o zamanlar sizin şu an sahip olduğunuz gibi fazla şansımız yoktu, teknoloji bu seviyede olmadığı için dağılmamız kısa zamanlı oluyordu. Ben Galatasaray Lisesi'nde iftihara da geçtim. Sekiz şubeli sınıflar derecelendirilirdi ve ben hep A sınıfı öğrencisi oldum. Galatasaray'daki en iyi öğrencilerden biriydim. Bu da bana büyük bir haz verirdi. S.Ç.: Futbola nasıl başladınız? T.Ş.: Ben Galatasaray Lisesi'nde santrfor oynardım. Gol atmak kadar güzel bir şey yoktur herhalde futbolun içinde. Gol atmak başka, gol yemek başka. Dünyanın en iyi kalecisi de olsa bir maç yemez, iki maç yemez ama en sonunda illa ki gol yer. Benim öğrenci olduğum yıllarda Galatasaray'ın başına Molley adında bir İngiliz teknik adam geldi. Müdür muavinimiz aynı zamanda Galatasaray Kulübü’nün başkanıydı. Galatasaray Lisesi'nde bir “grand tur” vardır. Fransızca bir terimdir ve büyük avlu anlamına gelir. Biz orada futbol oynardık. Coşkun Özarı da benim sınıf arkadaşımdır; daha doğrusu sonradan oldu, ben ona yetiştim. Galatasaray Lisesi'ni beraber bitirdik. Coşkun'la beraber pastasına penaltı atışırdık. Beş penaltıda o üç, ben dört gol attım ve pastayı ben aldım. Okulun reviri en üst katta olduğu için bu avlu tamamen görünüyordu. O gün de Molley beni görmüş ve başkana sormuş. Aşağı yanıma geldi ve sırtıma pat pat vurup, "Bak sana bir şey söyleyeceğim, eğer santrfor olursan en fazla üç dört sene iş yaparsın; sonra daha genç, daha golcü biri gelir ve sen de başka bir kulübe gidersin veya futbolu bırakırsın. Ama kaleci olursan sonuna kadar oynarsın" dedi. Haklı da çıktı. Ben kaleciliği seçtim, Galatasaray ve milli takımda on dokuz sene oynadım. S.Ç.: Galatasaraylı olmasaydınız "Şu takımın taraftarı olurdum" diyebileceğiniz bir kulüp var mı? T.Ş.: Sadece Galatasaray ve milli takımda görev aldım, başka takımım yok. Forma rengim sarı-kırmızı ve kırmızıbeyazdan oluşuyor. dâhil olursan o hem hakemi aldatmaya girer hem de taraftarı tahrik eder. Bizim zamanımızda eldiven yoktu. Toplar da şimdiki gibi değil, bez toplar. Bir de saha ıslak S.Ç.: Sizin zamanınızdaki şartlar günümüze göre daha oldu mu of! Toplar gülle olurdu, tutmak da yürek isterdi. ağırmış. Hiç kaleciliğe ara vermek zorunda kaldınız Şimdiki eldivenler zaten topun yarısını tutuyor, geri kalan mı? yarısını da kaleciler. 1949 yılında 18 yaşımda futbola T.Ş.: 1964 yılında kolum kırıldığından ötürü sekiz ay futbo- başladım. Hem Galatasaray'da hem de Milli Takım’da la ara verdim. O zamanki başkanımız Prof. Dr. Ali Uraz başarıyla yer aldım. Bizim zamanımızda yabancı futbolcu kolumu ameliyat etti ve platin taktı. Sekiz ay sonunda fut- yoktu. Şu anki gibi gelirler de yoktu, cüzi paralar alıyorduk. bola geri döndüm ve iki sene bu platinle oynamaya devam Ama halkın kafasına, içine işledik, gönüllerinden silinettim. İki sene sonunda platin müthiş rahatsızlık ve acı medik. Mesela bir Lefter, Metin Oktay, Recep Adanır, vermeye başladı. Bir ameliyat daha oldum. Süleyman Seba asla unutulmadılar. Bu da profesyonelliğin yanında amatörlükten kaynaklandı. Hep kendimizden S.Ç.: Aktif futbol yaşantınızı ne zaman noktaladınız? bir şeyler verdik. Hiç unutmam, bir maçın ikinci yarısının T.Ş.: 2 Temmuz 1967 de futbolu bıraktım. Jübile maçım başında burnum kırılmıştı, o zamanlar oyuncu değiştirme İnönü Stadyumu'nda oldu. Bu yüzden İnönü olmadığından oynamaya devam etmiştim. Şimdi olsa… Stadyumu'nun benim için ayrı bir yeri vardır. Demek istediğim biz bu spora gönlümüzü vermiştik, bir şeyler almak hep ikinci plandaydı. Şimdi ise herkes kaşıkS.Ç.: Geçmişle bu günü karşılaştırırsanız futbolda la verip, kepçeyle alma derdinde. nelerin değiştiğini görüyorsunuz? T.Ş.: O zamanlar mahalli lig vardı. Galatasaray'ın en S.Ç.: Asıl adınızın Türkay olduğu söyleniyor. Doğru önemli maçları Fenerbahçe, Beşiktaş, Vefa, Beykoz ve mu? Kasımpaşa ile olurdu. Yaz mevsimlerinde sahanın zemini T.Ş.: Benim babam Atatürk'ün özel kalem muaviniydi. Ben çim, kışın ise ayın yüzeyi gibi olurdu çünkü aynı sahada doğduktan sonra babam Atatürk'e sormuş "Oğlumun adını haftada dört beş maç oynanırdı. Biz çarşamba, cumartesi ne koyayım?" diye ve o da "Türkay" demiş. Adımı Türkay ve pazar günleri olmak üzere haftada üç maç oynardık koymuşlar ve bütün resmi evraklarımda adım Türkay fakat hiç yorulmazdık. Şimdiki futbolcular haftada iki gün olarak geçer. Tabii Turgay isminin nerden çıktığını soratop oynayınca "Eyvah bittim, mahvoldum, yoruldum" caksınız. Fransızca'da “k” harfi yoktur, bu nedenle diyorlar veya teknik adamlar çıkıp biz bu sene çok yorul- hocalarım Türkay'ı telaffuz edemezlerdi ve bana Turgay duk gibi beyanlarda bulunuyorlar. Biz her hafta üç maç demeye başladılar. Turgay aşağı, Turgay yukarı derken oynayıp, üçünden de başarıyla çıkardık. Futbolcular çıt adım Türkay'dan Turgay oldu. Tabii ben hep Turgay ismi kırıldım olmuş. En ufak şeyde yere yatıyorlar ve kalk- ile bilindim. Birçok arkadaşım iki üç şahitle mahkemeye mıyorlar. Saha dışına alınınca da hemen kalkıp oyuna başvurup adımı değiştirmemi önerdiler fakat ben dahil oluyorlar. Ben hakemlerin yerinde olsam bu oyuncu- Atatürk'ün bana vermiş olduğu bu ismi değiştirmeyi redları oyundan ihraç ederim. Madem o kadar yattın demek ki dettim. Hala da düşünmüyorum. Atatürk'ün verdiği bu isim oynayamayacak durumdasın ama kalkıp hemen oyuna ile iftihar ediyorum. Pelin Baykal Sayad Çakır Turgay Şeren S.Ç.: Siz Atatürk devrini yakından yaşayan bir kişisiniz. Bu konuda neler söylemek isterdiniz? T.Ş.: Biz Atatürk kuşağının gençliğiyiz, onun öğütleriyle büyüdük ve hareket ettik. Bugün bile Avrupa Birliği’ni, Amerika'yı bir kenara bırakın Atatürk'ün bize verdiği doktrinlerle Türkiye çok daha iyi yerlere gelir diye düşünüyorum. Tabii biz ulus olarak bazı şeyleri çabuk unutuyoruz ve bu unutkanlık bize çok pahalıya mal olabilir; çünkü Atatürk'ün 1925'de 1930'da söylediği her şey bugün gerçekleşmiş. Laiklik demiş, laiklik bugün dünyanın en önemli meselesi haline geldi. Türkiye bugün belirli savaşları niye veriyor? Laiklik adına veriyor. Laikliği kaybetmek istemiyor ki bence kaybedeceğini de düşünmüyorum çünkü laik bir cumhuriyeti Türkiye büyük bir çoğunlukla kabul etmiş. Şimdiki gençlerin de böyle olduğunu düşünüyorum. Türkiye dört dinin de uyum içinde yaşandığı ender ülkelerden biri. Benim her kesimden arkadaşlarım var. Bunu bozmak isteyenler olabiliyor, bu yüzden dolduruşa gelmememiz lazım. Eğer Türk vatandaşı kimliğini taşıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanına sahipse, o kişiye saygı duymak lazım ki size de saygı duysunlar. S.Ç.: Gündemdeki altı yabancı sınırlamasının kalkması ile ilgili ne düşünüyorsunuz? T.Ş.: Şu an spor yazarlığı yapıyorum ve televizyon programlarına çıkıyorum, aynı zamanda da Profesyonel Futbolcular Derneği’nin başkanlığını yürütüyorum. Bu görüşümün dernek başkanı olmamla hiçbir ilgisi yoktur yani tamamen şahsi fikrimdir. Bence altı yabancı çok fazla çünkü hem milli takıma hem de kulüplere zarar veriyor. 1. lig kulüplerinde dört büyükler hariç kaç tanesinde doğru düzgün yabancı var. Gelenler de Brezilya'nın arka mahallesinde top koşturanlar. Ben bir Hagi'ye bir Amokachi'ye veya bir Popescu'ya karşı değilim, onlar da lazım fakat bakın Alman Milli Takımı'na, nerede o Becken Bauer'li, Breitner'li, Vogts'li takım veya İngiliz Milli takımına bakın, nerede Kavin Keagen, Boby Moore. Bayern Münich'e bakıyorsunuz on dört tane yabancı futbolcusu var. Arsenal'e bakıyorsunuz yerli oyuncusu neredeyse yok. Bu ülke futboluna zarar veriyor ve futbolun gerilemesine neden oluyor. Milli takımın kalesini iki tane Fenerbahçeli kaleci koruyor. Bu dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir olay. Bakıyorsunuz Afrika'dan kaleciler gelmiş ve bizim pırıl pırıl gençlerimizin yerlerini almışlar. Bu yüzden yabancı futbolcu sayısının artmasına karşıyım, bence az ve öz olmalıdır. S.Ç.: Basın hayatınıza nasıl başladınız? T.Ş.: Basın hayatıma 1972 yılında Milliyet gazetesinde başladım. Futbolu bıraktıktan sonra futboldan kopmamak için teknik direktörlük yapmayı düşündüm. İki sene Çukurova'da antrenörlük yaptım fakat kendi kaderimin top oynayan on bir tane futbolcunun ayağına bağlı olduğunu anlayınca bu mesleğin zorluklarını görmeye ve anlamaya başladım. 1972 yılında antrenörlüğü bıraktım ve Galatasaray Lisesi'nden de hocam olan Esat Mahmut Karakurt beni Milliyet'e spor yazarı olarak davet etti. Kendisi çok iyi bir eğitmen ve gazeteciydi. O zamanlar Milliyet de sporda lider gazeteydi. S.Ç.: Taraflı yazarlık hakkında ne düşünüyorsunuz? T.Ş.: Spor yazarlığım boyunca hep tarafsız olmaya dikkat ettim. Ben isterim ki hem Galatasaray hem de diğer kulüplerle ilgili yazılar yazayım. Kaldı ki eskiden bu böyleydi fakat bir gün Hıncal Uluç diye biri ortaya çıktı boynuna Galatasaray eşarbı bağladı ve ben Galatasaraylı yazarım dedi. Onu görenler de ben Beşiktaşlı yazarım, ben şu takımın yazarıyım dedi ve spor yazarlığında taraflı yazarlık başladı. Ama şu unutulmamalı ki sırtına forma giyip yazı yazılmaz. Doğruları da, yanlışları da yazmak, dile getirmek gerekir yoksa zararı gene Türk futbolu görür. S.Ç.: Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı Turgay Bey? T.Ş.: Sevgili hocam Gündüz Kılıç bana bir öğütte bulunmuştu, daha sonra bunun otokontrol olduğunu öğrenmiştim. Dedi ki "Yatağa yatınca gözlerini tavana dik. Orada bir sürü yıldız göreceksin ve aynı zamanda yapayalnız olacaksın. İşte orası senin dünyan. Kimse yok, doğruları düşünebilirsin. Kendini eleştir, kendini iyi görüyorsan ertesi gün gazetelere bakma ama kötü görüyorsan bak bakalım senin hakkında neler yazmışlar. Eğer iyi diye yazan varsa zaten o adam doğru bir adam değildir." Siz de kendinizi tartın ve kim olduğunuzu, ne olduğunuzu bilin. Bilin ki üstünüze oyunlar oynanmasın, Türkiye'nin geleceği siz gençlerle aydınlık kalsın, kararmasın. BOWLING MACERAMIZ Ayça Zengin A Y Ç A S A H R A CEREN Merhaba arkadaşlar, Biz, dergide çalışan PRP öğrencileri olarak bu sayımızda çıkmasını istediğimiz bir gezi düzenlemeye karar verdik ve çalışmalara başladık. Artık bahar geldi ve eğlenme zamanı diye düşündük. Ayrıca sınav zamanı da bizim için iyi bir motivasyon olacağına inandık. Sonunda kafamızda planlar yapmaya başladık. Önceleri aklımıza pek çok fikir geldi ama sonunda bowling oynamaya karar verdik. Arkadaşlarla toplanıp ne zaman gideceğimizi konuştuk ve herkes için uygun bir zaman belirledik. Bu gezideki amacımız, kendi bölümümüzdeki arkadaşlarla bir bütün haline gelebilmek ve dergi kapsamında da birliği sağlamaktı ve sanırım bunu da başarmış olduk. Sahra Zeynep Ayça Bowling oynamaya gitmeden önce güzel bir yerde oturup, yemek yemeğe karar verdik; bu yer Parkorman'dı. Parkormanın gerçekten güzel ve farklı bir yönü var. Şehir içinde, o kalabalık trafiğin içinden geçip bu kadar sessiz, sakin ve huzurlu bir yere gelebilmek, İstanbul için olağanüstü bir şey olsa gerek. Gerçi bu sessizlik bazı günler ve gecelerde bozuluyor tabii ama eğlenmek de gerek. Hava oldukça güzeldi, bahar artık geldi ve böyle açık hava bir yerde oturmak oldukça güzel oldu bizim için. Orada yemeklerimiz yedik, sohbet ettik ve etrafı dolaştık. Parkorman yaza hazırlık yaptığı için çoğu eğlence yeri kapalıydı ama o haliyle bile çok eğlenceliydi. Daha sonra Parkormandan ayrıldık ve Profilo alışveriş merkezine doğru yola çıktık. Oyun salonuna geldiğimizde içimizden bazı arkadaşlar biraz gerildi çünkü daha önce hiç bowling oynamamışlardı. Ama öğreneceklerdi. İki takıma ayrıldık; kızlar ve erkekler olarak. Oyun öncesinde herkes birbirine meydan okudu ama biz kızlar onlardan daha deneyimliydik ve oyuna güzel başladık. Her atışımız isabet ettikçe karşı grup sinirlenmeye başladı ve onlarda artık oynamaya başladı. Her şey çok keyifliydi ve eğleniyorduk. Hatta artık her atışımızda fotoğraflar çekmeye başladık. Hem dergiye koyabilmek, hem de bu komik anlarımızı kalıcı hale getirebilmek için. Çünkü o kadar komik anlar oldu ki; birimize toplar ağır geliyor, birimiz hızını alamayıp topu yan hatta atabiliyordu. Ve bowlingde süremiz bitmişti. Biz kızlar grubu olarak erkekleri yenmiştik. Çok keyifli bir maç olmuştu ve bunun devamının gelmesini istedik. Bowling'den sonra orada daha birçok oyun çeşidi vardı. Hepim, özellikle ben, çocuk gibi o oyunlardan da oynamak istedik ve herkes istediği oyun makinesinin başına geçti. Herkes çok mutluydu ama zaman dolmuştu. Çoğumuz bu tür organizasyonların daha sık olmasında istekliydi. Biz de dergi grubu olarak bu gezileri sürdürmeye karar verdik. Gelecek sayılarımızda çok çeşitli geziler ve organizasyonlar göreceksiniz. İyi eğlenceler… Zeynep Ceren “NO PAIN NO GAIN” Melis Toroslu YEDİTEPE PRP ÖĞRENCİLERİ, AMERİKAN FUTBOLU MİLLİ TAKIMIMIZDA Ozan Sarper Melis Toroslu: Sence milli takıma seçilmende etkin olan özelliklerin neler? Ozan Sarper: Milli takım daha çok yeni ve ilk kez toplandı. 55 kişilik bir takımız ve herkesin özellikleri gerçekten çok iyi. Benim seçilmemde büyük olasılıkla hırsım ve mücadele yeteneğim, ayrıca oynadığım mevkide gösterdiğim başarı ve istikrar etkilidir! Bir şey daha var, milli takıma girmek benim hayalimdi, hayalim gerçek oldu ama her zaman inandım ve çalıştım! M.T.: Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun geleceğini nasıl görüyorsun? O.S.: Açık ve net konuşursak Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun geleceğini belirsiz görüyorum. Bir şeyler yapılıyor, bir koşuşturma, bir gelişme var ancak yetersiz. Daha federasyonumuz, haliyle ligimiz çok yeni. Her şey yerine oturduğunda, bu spor yayıldığında, gelecekte herkes görecek ki gerçekten zevkli ve izlemeye değer. Ancak daha alınacak çok yol var! M.T.: Türkiye'de Amerikan Futbolu'nun eksikleri neler? O.S.: Amerikan Futbolu'nda şu an ki eksiklikler çok belirgin. Bence; reklam, tanıtım, ilgi! Medya ve basın kuruluşlarını kullanmadan bu ülkede bir şeyi tanıtamaz yayamazsınız. Federasyonumuzun gazete ve televizyon reklamları aracılığı ile insanlara bu sporun var olduğunu anlatması çok kolay, en azından lig maçlarından her hafta birini bir televizyon kanalı yayınlasa gerçekten muhteşem olurdu. İlgi de az bu spora. Tanıtım, reklam olmayınca ilgi beklemek doğru değil, ancak federasyonumuz sahamızı Kurtköy yerine Kadıköy'e yapmış olsaydı, insanlar rahatça ulaşıp ilgi gösterip maçları izleyebilirlerdi. Burada biraz da insanlar çaba göstermeli. Örneğin, biz Yeditepe'nin öğrencileriyiz. Okul organizasyon yaparak Kurtköy'deki maçlarımıza en azından 1-2 servis taraftar getirse gerçekten çok daha güzel olur her şey! Bu spor öyle veya böyle yayılıyor. Her gün ilgilenen insan sayısı artıyor ve artacak. Söylediğim gibi şeyler kullanılırsa daha hızlı büyüyecek bu spor. Unutmayalım ki dünyada en çok izlenilen spor Amerikan Futbolu! NO PAIN, NO GAIN! Ozan Genç Melis Toroslu: Neden Amerikan Futbolu'nu tercih ettin? Ozan Genç: Çünkü enerjimi harcayabileceğim ve bunu yaparken kazanabileceğim iki spor var; biri yüzme diğeri futbol. Yüzmeyi yaptım bitti, şimdi sıra bunda. M.T.: Bu spora başlarken ne gibi zorluklar yaşadın? Şu an yaşadığın zorluklar neler? O.G.: Açıkçası bir zorluk yaşamadım. Sadece başlarda antrenmanlar biraz yorucu geçiyordu o kadar. Sonraları da bazı sakatlıklar oldu. Mesela şu an dünkü antrenmandan dolayı yürürken zorluk çekiyorum. M.T.: Sence bu spor sana neler katıyor? O.G.: Hırs, arkadaşlık, eğlence… Bir de başarmanın verdiği haz. Kaan Öztürk Melis Toroslu: Neden Amerikan Futbolu'nu tercih ettin? Kaan Öztürk: Amerikan Futbolu'nu seçmemdeki ilk sebep bu oyunun takım oyunu olması. İlk seçmelere katılmak için isim yazdırırken çok bir bilgim yoktu ama takıma girdikten sonra takımdaki herkesin beraber bir şeyler için savaşması beni takıma bağladı ve mümkün olduğunca bu sporu yapmaya devam edeceğim. M.T.: Bu spora başlarken ne gibi zorluklar yaşadın? Şu an yaşadığın zorluklar neler? K. Ö.: Bu spora başlarken yaşadığım tek zorluk vücudumun ham olmasıydı. Bir aydan sonra ancak iyi duruma geldim. Üstümüzde 2-3 kiloluk malzemeler olduğu için normalden iki kat fazla güç sarf ediyorsun. Şu anda kişisel olarak yaşadığım sorun yok ama takımca yaşadığımız birkaç sorun var. Başta antrenman yaptığımız saha çok küçük ve bu çok kötü sakatlıklara yol açabiliyor. Başka bir problemimiz ise maddi açıdan çok destek göremememiz. Halen malzeme sıkıntısı içersindeyiz. Maçlara eksik malzemelerle çıkıyoruz. Takımımız 50 kişi fakat elimizdeki malzeme sayısı 35, bu konuda okuldan yeterince destek göremiyoruz. Bazı şeyleri takım içinde hallediyoruz. Ne kadar destek göremesek de bu sporu yapmaya devam edeceğiz. M.T.: Sence bu spor sana neler katıyor? K. Ö.: Bu spor bana sorumluluklarımın olduğunu gösterdi çünkü yaptığın ufak bir yanlışlık kötü sonuçlar doğurabilir. Ayrıca bu spor sayesinde 50 tane çok değerli kardeşim oldu. Bu sporu yapmak için onu çok sevmeniz ve ona çok emek sarf etmek gerekiyor. Ayrıca yaptığınız işin öneminin farkında olmalısınız. PRP'NİN "GÜLERYÜZLÜ” KİMLİĞİNİ YENİ BAŞLANGIÇLARA UĞURLARKEN... PRP'nin "çok özel kimliğini taşıyan" sevgili 2006 mezunları, sizler mezuniyet belgelerinizi alırken, duygu yüklü anlarınızı, mutluluğunuzu, hüznünüzü ve sevincinizi sessizce yaşarken, sizi "siz" yapanın ne olduğunu, ne tür mezunlar verdiğimizi, dört yıl içinde nereye geldiğinizi düşündüm. Kendimizi sorguladım. Sizler yalnızca bölümünüzün değil, İletişim Fakültesi’nin en yüksek puanlarını alarak yüksek onur ve onur derecelerinizle dönem yitirmeksizin mezun olmaya hak kazanmıştınız. Tümünüz başarılıydınız; tümünüz çalışkandınız. Üretkendiniz: özveri ve uğraş gerektiren masaüstü yayıncılığa el atmış ve her sayısı merakla beklenen PRP Dergisi’ni çıkarmıştınız; yaratıcı projelerinizle ödüller almıştınız; staj yaparken iş bulmuştunuz; çünkü beğenilmiştiniz; girdiğiniz işlerde de sürekli ilerlemiştiniz... Uluslararası konferans düzenlenmesine yardımcı olmuştunuz; girişimciliğinizle dünyanın değişik köşelerine gidip genel kültürünüzü geliştirmiş, ülkenizi en güzel biçimde tanıtmıştınız. Sıradan ödevler, tezlerle yetinmemiştiniz; yaptığınız işin en iyi olması için, kendinizin de beğenmesi için çaba göstermiştiniz. Tüm bu özelliklerinize karşın alçak gönüllüydünüz, güleryüzlüydünüz, saygılıydınız, sessizdiniz. Bölümünüzün kimliğiydiniz. Yukarıdaki nitelikler günümüzde ne derece geçerliydi? Kariyer açısından baktığımızda, yaz aylarında eğlence ve dinlenme yerine gelecekte seçeceginiz dalı belirlemek amacıyla, staj yapmayı yeğliyordunuz. Ve öylesine sevdiriyordunuz ki kendinizi; öylesine yararlı oluyordunuz ki çalıştığınız kurumlara... Sizleri bırakmak istemiyorlardı. Ben ise, sizler staj yapmaya başladığınızda, korkuya kapılıyordum hep, bırakmayacaklar sizleri yine, iş bulup öğrenciliğinizin tadını tam anlamıyla çıkaramayacaksınız diye; sizlerin tüm zamanınızı kampüste geçirmenizi, gençliğinizi doya doya yaşamanızı istiyordum çünkü... İş yaşamınızda beğenilmeniz kuşkusuz sizin bilginizle, sorumluluk duygunuzla, iletişim becerinizle, saygılı, olumlu ve güleryüzlü kişiliğinizle ilişkili. Bu özelliklerinizin size her tür toplum içinde saygınlık kazandırabileceğine, ve staj yaptığınız kurumlarda üniversiteniz ve bölümünüz için yarattığınız olumlu imajı uluslararası ortamlarda ve ülkenizi tanıtırken de yaratabileceğinize inanıyorum. Sizi "özel" yapan içtenliğinizle, aydınlık yüzlerinizle, anılarınız ve bilgilerinizle geriye bıraktığınız sevgi dolu ortamı, umutlarınızın gerçekleşeceği mutluluk ve sevinç dolu başlangıçlara taşımanız dileğiyle... Prof. Dr. Ayseli Usluata Esra, Filiz, Kader, Reyyan, Sevil, Retörümüz, Ayseli Hoca, Duygu, Fatma, Nil, Damla, Serli Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Serpil ve hocamız Prof. Dr. Ayseli Usluata ilr birlikte mezunlarımız Başak Öğdem Damla Bayrak Esra Şahiner Filiz Pekkıyıcı Kerem Karabayır Nazlı Çetin Nergis Sevim Banu Yozgat Didem Akyüz Hale Gözüngü Duygu Dobulga Kader Çorak Duygu Şimşek Ramazan Kömeç Selçuk Yiğit Selen Hantal Serli Saka Sevil Yavuz Burcu Mert Tuğçe Varış Leyla Tavusbay Zuhal Kandar Neslihan Kırmızıgül Gözde Dalan Belki şu anda koltuğunuzda oturmuş elinizde bulunan bu dergimizin sayfalarına dökülen yazıları okuyor, renkli fotoğraflarına bakıyorsunuz… Ancak acaba hiç düşünüyor musunuz tüm bunları bir araya getirirken çekilen o güzel ve tatlı sıkıntıları, verilen emekleri…! İşte biz bunları sizlerle paylaşmak istedik… Yüreğimizin derinliklerinden gelen o duyguları dergimize nasıl yansıttığımızı, minik minik yüreklerin birleşip nasıl da koca bir yürek haline geldiğinin öyküsünü sizlerle paylaşmaya çalışacağız... Merhaba Arkadaşlar hepimizin bildiği gibi Prp Bölümü’nün dönemlik bir dergisi var. Her dönem olduğu gibi bu dönem de yeni sayımızı çıkartmak için kollarımızı sıvamış bulunuyoruz. Eğer siz de dergide görev almak istiyorsanız yeni dönemde çalışmak üzere hevesli arkadaşlarla en kısa zamanda irtibata geçmek istiyorum. Bu arada hava muhalefeti ile ilgili bir sorun olmazsa pazartesi günü yani 13.02.2006 tarihinde saat 14:00'da 607 nolu odada ilk toplantımız olacaktır. Katılırsanız ve yeni yaratıcı fikirlerinizi bizlerle paylaşırsanız çok memnun olurum. Sevgilerle Duygu Şimşek Duygu dergi için ilk mailini atıyor. 4 Mart 2006 SON DURUM VE GÖREV DAĞILIMI ÜZERİNE RÖPORTAJLAR: 1. TURGAY ŞEREN :SAYAD ÇAKIR 2. AME. FUTBOLU OYNAYAN ÖĞR. :MELİS TOROSLU 3. ASLIHAN (STİLİST) :MELİS TOROSLU 4. MEDİALAND :A.ZEYNEP ELGÜN 5. PETER (DEĞİŞİM ÖĞR.) :A.ZEYNEP ELGÜN 6. MASTER ÖĞR. 1(KIRGIZ) :ALEX DEKESOĞLU 7. MASTER ÖĞR. 2 (KIRGIZ) :NİL ÖZAYDINLI 8. MEZUN 1- ÇİĞDEM (ACIBADEM HST.) :FERDA UYAN 9. MEZUN 2- TİMUÇİN (YEDİTEPE HST.) :E.SAHRA ÖZTÜRK 10. MEZUN 3- GUNDA (AKMERKEZ) :CEREN AŞKIN 11. FUAT UYCAN :BEGÜM AKIN DİĞERLERİ: 1. MOZART :E.SAHRA ÖZTÜRK 2. HALKA SORDUK :GÖZDE D.+ KADİR K.+AYÇA Z.+CEREN A. 3. GEZİ (PAİNTBALL) :AYÇA ZENGİN 4. ŞİİR, CADISALI :A.ZEYNEP ELGÜN 5. DENEME :SENEM KOÇ TESLİM TARİHİ: 20 Mart Görev dağılımı da belli oldu artık kollarımızı sıvayıp işe başlama zamanı... Dergi ekibi hem eğleniyor hemde görevleri üzerinde tartışıyorlar... Dergi ekibi ilk toplantısını yapıyor... Röportajlar için randevular alınıyor ve röportajlar tamamlanıyor; şimdi sıra danışmanlarımızın yardımıyla yapılacak olan düzenlemelere geldi... Sevgili hocamız Prof. Dr. Ayseli Usluata ve danışmanlarımız dergimizin düzeltmelerini ve düzenlemelerini yapıyorlar... Gözde dergi için fotoğraf çekiyor... Duygu ve Kadir dergiyi şu anda elinizde bulunan hale getirmek üzere bilgisayar başına oturdular ve son aşama olan tasarımı yapıyorlar. Sevgili Duygu, PRP Yeditepe'nin dört sayısının hazırlanışında yer aldın; ekip içinde çalışarak başladın, editörlük, genel yayın yönetmenliği yaptın; kasayı yüklenip matbaaya gittin, orada da çalıştın, derken sonunda tasarımı da üstlendin. Ayrıca, bir yaz boyunca çalışıp, koskoca konferans kitabımızın tasarımını yaparak basıma hazırladın... Seni 607 No.lu odada bilgisayar başında çalışırken, arıza veren "scanner" ile uğraşırken görmeye öylesine alıştım ki... Tam bitti derken sürekli değişiklik yaparak elimde düzeltmelerle karşına çıktığımda güzel yüzünden hiç eksilmeyen gülüşün, sabrın, duyarlılığın, arada haksızlığa baş kaldırışın, yazıların gecikmesine kızışın, dergi için birlikte üzülüp, birlikte sevinişimiz, sana bilgisayar başında "asistanlık" yapışım, yabancı akademisyenleri birlikte gezdirişimiz, onlar için yaptığın boncuklu armağanlar hep özlemle anacağım anılar... Seni çok özleyeceğim... Ayseli Hocan Arizona’dan da konuklarımız vardı. We had visiters from Arizona as well. Şaha Hoca, Wasanna Kenman, Ayseli Hoca, Dr. Leon F. Kenman Hüseyin, Bayram, Aynur, Duygu, Fatma Duygu, Bayram, Ayşe Hayrettin, Fatma, Ayseli Hoca, Bayram Aynur, Ayseli Hoca, Bilge Ayşe Şipal T.C. Yeditepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü 26 Ağustos Yerleşimi Kayışdağı / İstanbul 34755 TR Tel: (90) 216 578 00 00 / 1643 prpmagazine@yeditepe.edu.tr