üçüncü türle yakın ılışkiler
Transkript
üçüncü türle yakın ılışkiler
STEVEN SPIELBERG ISBN 975 - 405 -1224 Üçüncü Türle Yakın İlişkiler www.webturkiyeforum.com by Ayhan TÜRKÇESĠ: Nilgün Himmetoğlu Bu kitap daha önce Yayınevimizce BULUŞMA adıyla yayınlanmıştır. Ö NS Ö Z İşhanı Cağaloğlu . İstanbul Tel: 522 40 45 526 8012 Kitabın Orijinal Adı CLOSE ENCOUNTERS OF THE THIRD KIND Yayın Hakları (c) DELL PUBLISHING CO. KESİM AJANSI ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ Kapak Resmi ve Düzenlemesi SEDEF ŞEN Dizgi ve Baskı ALTIN KİTAPLAR BASIMEVİ EYLÜL 1989 Bu kitabın her türlü yayın hakkı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince Altın Kitaplar Yayınevi'ne aittir. Adres Celâl Ferdi Gökçay Sk. Nebioğlu Üçüncü Türle Yakın ilişkiler (Close Encounters of the Third Kind) adlı bu kitapta anlatılanların tümü yalnızca hayal ürünü olabilir mi? Bu sorunun cevabı katin olarak «Hayımdır. Eğer elimizdeki sayısız rapor ve bilgilere inanıyorsak tabii... Tanımlanmamış Uçan Cisim Deneyimi (UFO Experience) adlı kitabın onuncu bölümü Clost Encounters of the Third Kind adını taşımaktadır. Bu bölümde, Tanımlanmamı) Uçan Cisimler ve sakinleriyle karşılaşan insanların, gerçek deneyimler olduğunu ileri sürdükleri birçok olayın öyküsü yer alır. Dünyanın dört bucağından gelen haber, mektup ve raporların bir derlemesi de diyebiliriz buna. Dolayısıyla bu kitapta anlatılan olaylar, kısmen gerçek bilgilere dayanmaktadır. Romanda özellikle «bu dünyaya alt olmayan» görüntüler, bize gönderilen raporlardaki bu tür varlıkların tanımlanmaları temel alınarak çizilmiştir. Tanımlanmamış Uçan Cisimler ve sakinleriyle ilgili on bir bin olayın yer aldığı bir katalogun varlığı, romanın Üçüncü Türle Yakın İlişkiler adındaki «üçüncü» sözcüğünü açıklığa kavuşturmaktadır. Gerçekten de Tanımlanmamış Uçan Cisimlerle olan ilişkilerde, bu kitabın konusunu oluşturan üçüncü bir tür sözkonusudur. Aynı şekilde birinci ve ikinci türler de vardır. Birinci türde insanlar, Tanımlanmamış Uçan Cisimlere yaklaşmış, ama ne İçindekileri görmüş, ne de onlarla herhangi bir ilişkide bulunmuşlardır. İkinci türdey- se Tanımlanmamış Uçan Cisimler varlıklarını belli edecek açık bir işaret bırakmışlardır. Yer yer yanmış topraklar, dertop edilmiş bitkiler, kırılmış ağaç dalları, hatta radyasyon etkileri gibi... Bazen bu belirtiler hayvanlarda da görülebilir. Örneğin, Tanımlanmamış Uçan Cisimlerin etkisinde kalan ineklerin olaydan sonraki günlerde süt vermedikleri olmuştur. Ya da cansız dünyanın da bu cisimlerden etkilendiği görülmüştür. Hareket halindeki araçların motorları, parlak ışıklar saçan cisim üzerlerinden ya da yakınlarından geçtiği zaman ansızın durmuş, o cisim uzaklaşınca yeniden çalışmaya başlamıştır. Yakın ilişkilerin ikinci türü özellikle bilimsel açıdan ilginçtir. Çünkü bunlar la bora tu var çalışmaları yapabilmemizi mümkün kılmış, yani etkilenmiş toprakları veya bitki Örneklerini, yanmış yaprakları ya da dalları analiz edebilmemizi sağlamıştır. Tanımlanmamış Uçan Cisim fenomeni gerçekten vardır. Doğal cisim ve olayların yanlış tanımlanmasına dayanan sahte bilgiler, şaka ya da alay olsun diye verilen asılsız haberler bir kez ayıklandı mı, geriye, ciddi bilimsel araştırmaya sağlam ve önemli bir temel oluşturan açıklanmamış bilgi ve raporlar kalmaktadır. Bunların yalnızca fizikçiler tarafından değil, aynı zamanda sosyologlar ve psikologlarca, da bilim sel açıdan incelenmeleri gerekmektedir. Tanımlanmamış Uçan Cisimlerin araştırılması ve incelenmesi gerçekten çeşitli uzmanlık dallarının işbirliğini gerektiren bir konudur. Ve Tanımlanmamış Uçan Cisimler Araştırma Merkezi İşte bu yaklaşımla Tanımlanmamış Uçan Cisimler sorununu çözmeyi amaç edinmiştir. Eğer biri çıkar da, «Neden bu sorunu çözmek gerekiyor?» diye sorarsa, bilim tarihi yüzyıllar boyu bu tür sorulara vermiş olduğu cevabı tekrarlar: Salt bilimsel araştırmalar hemen her zaman insansoyunun ilerlemesine ve refahına yol açmıştır. Bilgiyi araştıran yolun bizi nereye götüreceğini asla bilemeyiz ki... Dr. T. Allen Hynek Tanımlanmamış Uçan Cisimler Araştırma Merkezi Başkanı BÎRÎNCÎ BÖLÜM Çölün kum ve kuru otlardan oluĢan kör edici anaforundan yedi belirsiz Ģekil çıktı. Görüntüleri, her yönden püsküren kum deryası içinde bir görünüp bir kaybolan yedi Ģekil... Küçük bir Kuzey Meksika kasabası olan Sonoyita'nın hemen dıĢında ĢaĢkına dönmüĢ üç federal polis bekleĢiyordu. Katırları bağlı bulundukları yerde gitgide huysuzlaĢarak yularlarını çekiĢtiriyor, çevrelerine çifteler atıyorlardı. Onlar da olağanüstü bazı Ģeylerin varlığını sezmiĢlerdi sanki... YaklaĢan Ģekiller Ģimdi çölün bu ıssız kavĢağındaki Ġlk binayı belli belirsiz seçebiliyorlardı. Tam tepedeki güneĢ vaktin öğle olmasına karĢın kan kırmızıydı. Tıpkı tuğlalarla çevrilmiĢ vaha Cantina' sında, çok eskiden kalmıĢ bir Coco-Cola reklamındaki güneĢ gibi... Kum bulutundan çıkan ilk Ģekil uzun boylu biriydi. Meksikalı polislere baĢtan savma bir selam verip Ġspanyolcayı katlederek sordu. «Ġlk gelenler bizler miyiz?» Haki renkte bir elbise giymiĢ, Rommel gözlükleri takmıĢ olan adam yüzünü bir deri parçasıyla örtmüĢtü. Hangi ulustan olduğu belli değildi. Okulda öğrenilen Ġspanyol-casiyla, «Ġlk biz mi geldik?» diye sorusunu yineledi. STEVEN SPIELBERG ġaĢkınlıktan dilini yutmuĢ gibi görünen polis baĢıyla güneyi iĢaret ederek karĢılık verdi. O yönden de sanki yoktan varolmuĢçasına baĢka bir kâĢif grubu belirmiĢti. Böylece 1973 yılının ortalığı kasıp kavuran kum fırtınasında, iki ekip Sonoyita"nın hemen dıĢında buluĢmuĢ oldu. On dört kiĢi kısaca ve sessizce el sıkıĢtılar. «Fransız çevirmen yanınızda mı?» Yüzü örtülü adamın sesinden Amerikalı olduğu anlaĢılıyordu. ġivesi taĢralıydı; Ohio - Tennessee'den olabilirdi. «Evet, efendim. Fransızca bilirim ama mesleğim çevirmenlik değil.» KonuĢan ikinci grubun en kısa boylusuydu. Sesinden de ha fif bir korku 'belirtisi seziliyordu. Rüzgârın uğultusunu bastırmak için sesini yükselten David Laughlin, Ģimdi daha bir önemsenir olmuĢtu. «Mesleğim topografyadır. Yani harita çizerim.» «Ġyi Fransızca bilir misiniz, efendim? Ġngilizceden Fransızcaya, Fronsızcadan da Ġngilizceye çeviri yapabilir misiniz?» «Eğer yavaĢ konuĢur ve asıl iĢimin bu olmadığını düĢünürseniz, evet.» O sırada baĢka biri öne çıkarak araya girdi ve haritacıya elini uzatıp Fransız asıllı olduğunu belli eden bozuk bir Ġngilizceyle konuĢtu. «Siz Mösyö... Ģey... Loog-oh-line?» «ġey... Laughlin,» diye kibarca düzelterek uzatılan eli sıktı Laughlin. Fransızın sesinde karĢısındakini yumuĢak ve dikkatli cevaplar vermeye davet eden bir hava vardı. «Ah, oui.» Fransız özür dilercesine kendi kendine hafifçe güldü. «Oui, oui, pardon,» diye Fransızca konuĢmasını sürdürdü. «Ne zamandan beri bizimle çalıĢıyorsunuz. Bay Laughlin?» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER Laughlin bu soruyu gururla ve sözcükleri dikkatle seçerek yanıtladı. «Ülkemin Fransızlarla birleĢtiği 1969 yılından bu yana... Montsoreau görüĢmelerine katıldım, hani Fransızların baĢarı kazandıkları o hafta vardı ya... Sizi kutlarırn, Bay Lacombe.» Lacombe gülümsedi. Bu arada ekip bunca yolu teperek görmeye geldikleri Ģeye bir an önce ulaĢmak için sabırsızlanıyordu. Bunu farkeden Lacombe hızlı hızlı yürümeye baĢladı. Bu arada Laughlin'le de elden geldiğince hızlı konuĢuyordu. Lacombe ekibin baĢka bir üye sine el salladı. Lacombe'un fedaisi Robert Watts, birkaç saniye içinde onlara yetiĢti. «Robert, ecoute Mösyö Laugh-o-line.» «Peki, efendim.» «Size Ģimdi Fransızca söylediklerimi Robert'e Ġngilizce olarak tekrarlayın, Bay Laugh-o-line. Alors.» Lacombe çabuk çabuk Fransızca bir Ģeyler söyledi, Laughlin de konuĢulan her sözcüğü hemen ardından Robert'e Ġngilizce olarak aktardı. «Söyleyeceklerimi yalnızca çevirmekle kalmayacak,» diye tane tane konuĢtu Lacombe. «Duygularımı da aktaracaksınız. Her Ģeyin tam anlamıyla anlaĢılmasını istiyorum.» Meksikalı federal polisler ilerde, Ģimdi saatte yetmiĢ kilometre hızla esen rüzgârın altını üstüne getirdiği bölgede bulunan bir Ģeyleri iĢaret ederek bağırıp çağırıyorlardı. Herkesin gözü toz toprakla o denli bulanıklaĢmıĢtı ki, arasıra görünüp kaybolan ilk cismi on, on iki metre kanat açıklığı olan dev bir kızböceğine bĢnzettiler. Adamlar yaklaĢtıkça, bu hayalet Ģekil yirmi dört saat önce söylenti olarak iĢittiklerini doğrulamaya baĢladı. Üzerinde tekerleklere, kanatlara, kuyruğa ve perva- STEVEN SPiELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER neye benzer Ģeyler olan garip bir cisim yolun üstüne oturmuĢtu sanki. Yan taraflarında iĢaretler ve kanatlarında numaralar vardı. Arkasında da kızıl rüzgârın kesilir gibi olduğu anlarda görülebilen, aynı cisimden altı tane daha duruyordu. Bunlar Ġkinci Dünya SavaĢından kalma. Deniz Kuvvetlerine ait Grumman TBM Ġntikamcı tipi torpito bombardıman uçaklarıydı. . KeĢif ekibi kalakalmıĢtı. Lacombe beĢ, on adım atarak tozlanmıĢ gözlüklerini alnına kaldırdı. Tuhaf bir huzur içindeydi Ģimdi. Gördükleri onu pek etkilememiĢ gibiydi. Fransızın yüzü seyrek kır saçlarına karĢın genç görünüyordu. Burun deliklerinin iki yanından ağzına doğru inen derin çizgiler vardı. Bu çizgiler ne yapacağına karar verdiği zamanlarda daha da derinleĢirdi. Lacombe derin bir soluk alıp elinin tersiyle dilindeki tozu sildikten sonra, eline sterilize edilmiĢ polietilen bir eldiven geçirerek La-ughlin'e ilk emri verdi. Laughlin söylenenleri kısa bir süre dinledikten hemen sonra baĢıyla onayladı ve orada bulunanlara bağırdı. «Motor gövdelerinin üzerindeki numaraları istiyorum.» Laughlin bir an için emri doğru çevirip çevirmediği konusunda kuĢkuya düĢtü. Ama herkes ne yapacağını anlamıĢtı. Birkaç saniye içinde on dördü birden kanatlara ve kuyruğa tırmanıp, ellerindeki tornavida ve, benzeri aletlerle kapakları açmaya baĢlamıĢtı bile. Hepsinin elinde Playtex eldiven vardı. Teknisyenlerden biri pilot mahallinin camını geriye doğru kaydırarak açtı. Cam direnmeden kolayca açılıvermiĢti. Üzerinde kaydığı yataklar ve bilyalar yeni gibiydi. Teknisyen polietilen eldivenli elinde tuttuğu ameliyat kıskacıyla kontrol tablosunun altına tutturulmuĢ olan bir takvimi çıkardı. Takvimin üzerinde bir tanıtma yazısı okunuyordu: Trade Winds Bar, Pensacola, Florida. Ama en ilginç yanı üzerindeki tarihti. «Bay Lacombe,» diye bağırdı teknisyen. KeĢfinden, dolayı soluğu kesilmiĢti. «Mayıs ayını gösteriyor bu.» Lacombe söylenenleri çevirmesi için dosdoğru Loughlin'in yanına gitti. Ama teknisyen daha çabuk davranmıĢtı. «Takvim 1945 mayısından aralık ayına kadar.» Lacombe iĢte bu Ġngilizce sözleri çok iyi anlamıĢtı. Laughlin'e dönüp sesini yükselterek konuĢtu. Laughlin de söylediklerini herkese Ġngilizce olarak tekrarladı. «Bakın bakalım, yakıt var mıymıĢ depolarda?.. Bir de benzinin yanıp yanmadığını kontrol edin.» Laughlin'in yanında duran fedainin ĢaĢkınlıktan kolları iki yanına sarkmıĢtı. «Tanrım, bu yavrular oldukları gibi duruyorlar!» diye güneyli Ģivesiyle haykırdı. Sesi zaferle çınlıyordu. «AE 3034567. Tanrı cezasını versin! AE 29930404. Yuh be! AE 335444536. Olur Ģey değil!» Laughlin aradaki sözcükleri atlayarak numaraları çevirdi yalnızca. Biri de bunları kâğıt üzerine yazılı ola nlarla karĢılaĢtırıyordu. «Motor gövdeleri üzerindeki numaralar birbirini tutuyor. Kanat numaraları da.» Adamlardan beri Grumman' in iniĢ ıĢıklarını denerken, Lacombe'un gözleri parlıyordu. IĢıklar tozdan yoğunlaĢmıĢ havada iki yarım daire oluĢturuyorlardı. «C'est possible? Mümkün mü bu?» Lacombe kollarını iki yanına vuruyor, Laughlin de sarhoĢ olmuĢçasına Robert'i, fedaiyi dürtüyordu. «Beni kendime getirir misin?» Robert öne eğilip sır verir gibi, «UçuĢ numarası 19,» dedi. «Evet?» «UçuĢ numarası 19. Hatırlamadınız mı? 1945'in mayıs ayında manevralar için Pensacola'don hareket eden STEVEN SPIELBERG filoydu bu. O günden beri onları bir daha gören olmadı. Bugüne dek. DüĢünebiliyor musunuz?» «Peki ama pilotlar nerede? Ya mürettebat?» Robert bu sorunun yanıtını bilmiyordu kuĢkusuz. Tam omuzlarını silktiği anda anlaĢılmaz bir bağırıĢma koptu az ötede. Lacombe fırladı. Laughlin de ardından. Meksikalı polisler birinin baĢına üĢüĢmüĢlerdi. Birkaç metre ilerdeki binanın giriĢinde küçük bir Ģekil ikibüklüm olmuĢ duruyordu. Polislerin Ģamatayı kesmeye niyetleri yoktu. Paniğe uğramıĢ gibiydiler. Lacombe yardım istercesine Laughlin'den yana baktı; o da gülümsemek zorunda kalarak, «Je ne parle pas espagnol. Français et anglais seulement. Ġspanyolca bilmem. Yalnızca Fransızca ve Ġngilizce,» dedi. Bay Tennessee - Ohio konuĢtu. «Söylediklerine göre bu adam buradaymıĢ. Ġki gündür burada olduğunu söylüyorlar. Her Ģeyi görmüĢ.» Lacombe ve ötekilerin umabileceklerini aĢıyordu bu. Fransız bir dizinin üzerine çöküp son derece yumuĢak bir hareketle adamın çenesini sterilize eldiveniyle tuttu. Meksikalı hemen baĢını kaldırdı. Adamcağız ağlıyordu ama Lacombe'u asıl ĢaĢırtan bu olmadı. Adamın yüzünün ya rısı pancar gibi kıpkırmızı ve alnından köprücük kemiğine kadar fiske fiskeydi. Laughlin'in Ģimdiye dek gördüğü en korkunç güneĢ yanığıydı bu. Hele Meksika'nın kızgın güneĢine alıĢık köseleleĢmiĢ ciltler düĢünülürse... Meksikalının elleri titriyordu. Lacombe'un burnuna gelen pis bir koku, adamın kaskatı olmuĢ pantolonuna bakmasına neden oldu. Bu pantolona bir süre önce iĢenmiĢti. Meksi kalı konuĢmak için baĢını kaldırdığında, iradesi dıĢında yeniden iĢemeye baĢladı. Gözlerinde acının ötesinde bir Ģeyler vardı. Dudaklarını oynatıyor, konuĢmak için soluğunu ses tellerinden çıkmaya zorluyor, bir Ģeyler söy- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER lemeye çalıĢıyordu. Sonunda birtakım anlaĢılmaz Ġspan yolca sözcükler mırıldanabildi. GözyaĢları da aynı anda boĢanmıĢtı. «Qu'est-ce qu´il dit? Ne diyor?» diye sordu Lacombe soluk soluğa. Laughlin Ġspanyolca bilen Amerikalıya döndü. Ama o da bir Ģey anlamamıĢ olacak ki, ayaklarının dibinde yatan et ve kemik yığınını sarsarak soru sormaya devam etti. Adamın boğazından aynı anlaĢılmaz guruldamalar çıkıyordu. Sidik kokusu da dayanılmaz bir hal almıĢtı. Lacombe sabırlı bir adamdı ama Amerikalı her se ferinde söylenenleri ısrarla kendine saklar gibiydi. Laugh lin araya girdi. «Ne söylüyor?» Amerikalı kaĢlarını kaldırarak içini çekti. Ve adamın sözlerini çevirdi. «Dün gece güneĢin geldiğini ve ona Ģarkı söylediğini anlatmaya çalıĢıyor!» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLݧKİLER İKİNCİ BÖLÜM Dört yaĢındaki Barry Guiler uykusunda huzursuzdu. Yatak odasının yarı açık penceresinden esen hafif Indiana meltemi perdeleri havalandırıyordu. Odada yumuĢak ama sürekli bir uğultu vardı. Bu ses Barry'nin uykusunu bölüyordu. Ansızın hafif kırmızı bir ıĢık yüzünde dolaĢtı., Barry gözlerini açtı. Yatağın yanındaki kerevetin üzerinde duran pilli oyuncaklardan biri hareket etmeye baĢlamıĢtı. Bu bir Frankenstein canavarıydı. Kulaç atmak istercesine kollarını kaldırınca pantolonu düĢüyor, canavar kıpkırmızı kesiliyordu. Barry gözlerini Frankenstein'dan ayırmadan yatağında doğruldu. Sonra oturup çevresine bakındı. Oda oraya buraya atılmıĢ pilli oyuncaklarla doluydu: Bir tank, roketler, sireni ve tepesindeki trafik ıĢığıyla bir polis arabası, bir Boing 747 uçak modeli, merdivenlere tırmanan itfaiyecileriyle yangın söndürme ekibi ve arabaları, sokak lambasına dayanmıĢ, elindeki ĢiĢeyi kafasına diken bir sarhoĢ... Tüm oyuncaklar harekete geçmiĢ, ıĢıklar ve uğultular çıkararak çalıĢıyorlardı. Kendi kendilerine! Barry bu durumdan pek hoĢlanmıĢtı. Bu arada pikap da çalıĢmaya baĢlamıĢ, Susam Sokağı adlı Ģarkıyı çalıyordu. Barry gülerek ellerini çırptı. Sonra yataktan atlayıp açık pencereye koĢtu. DıĢarda, uzaklarda bir yerde bir köpek havlıyordu. Ama arka bahçe tümüyle karanlık ve sessizdi. Barry'nin yatak odası koridorun en sonunda bulunuyordu. ġimdi iyice meraklanan Barry koridoru geçerek oturma odasına girdi. Oda küçük bir gece lambasının mayi ıĢığı dıĢında karanlıktı. Barry bir Ģeylerin her nasılsa farklı olduğunu, alıĢılmıĢın dıĢında bazı Ģeyler döndüğünü seziyordu. Oturma odasının bütün pencereleri açıktı ve gecenin soluğu perdeleri çok garip bir biçimde havalandırıyordu. Ön kapı da ardına kadar açıktı; avludaki ıĢık ge cenin karanlığında daha parlak görünüyordu. Tüm bu gariplikler küçük çocuğu korkutmadı. Barry eğlenceye hazırdı. Açık pencere ve kapılardan tuhaf bir koku geliyordu. Hani fırtınadan sonra havayı saran o koku gibi. Ama Barry öyle bir fırtına olmadığını biliyordu. Ne gökgürültüsü, ne de yağmur sesi duymuĢtu. Sakin bir yaz gecesiydi. Üstelik bunun niteliği de değiĢikti. Barry bir de mutfağı kolaçan etmek istedi. Burada da pencereler ardına dek açıktı, içeri dolan rüzgâr daha sert esiyordu. Arka kapı da açıktı, zincirini tıkırdatıyordu. Bu da önemli değildi. Ama Bingo'nun girip çıkması için kullanılan kapının altındaki kapak menteĢelerinden sökülmüĢ olarak yerde duruyordu; köpek de buzdolabının yanındaki yatağında yoktu. Üstüne üstlük buzdolabının kapağı açıktı ve yerde süt ĢiĢesi, tereyağ, peynir ve yemek artıklarından oluĢan bir yığın vardı. Yiyecek izleri buradan köpek kapısına STEVEN SPIELBERG doğru gidiyordu. Barry yerden ya rısı erimiĢ bir dondurma külahı aldı. Birden mutfakta baĢka Ģeyler de dikkatini çekti. Barry ansızın döndü, elindeki dondur-ma külahı yere düĢerek muĢambaya yayıldı. Küçük çocuğun hızla geri dönmesiyle buzdolabının kapağı kapanmıĢtı. ġimdi dikkat kesilmiĢ dıĢ kapıya bakarak bekliyor, gözlerini diktiği yerden ayırmıyordu. Derken Barry Guiler gülümsedi. Gözlerindeki utangaç, muzip ifade oyuna bir çağrı gibiydi. Bir karĢılık bekliyordu. Bir süre daha baktıktan sonra kıkır kıkır güldü. BakıĢlarını bir an baĢka bir yere çevirdi, sonra yeniden gözetliyormuĢ gibi yaparak neĢeli sesler çıkardı. Bir gülüĢ, bir kaçıĢ daha. Yeni bir oyun. Birden Barry ciddileĢti. Topukları üzerinde maymun gibi bir öne, bir arkaya sallanarak çevresinde döndü. Sonra baĢını yavaĢça bir sağa bir sola döndürerek horoz gibi dikleĢtirdi. «Böyle mi? Böyle mi?» Hiç korkmuyordu. Cesurdu. «Moo» diye bağırdı. Yüzüne korkunç bir anlam vermeye çalıĢarak, «Bööö... böööö!» diyordu. «Hırrr... Gırrr!» Jillian Guiler yatak odasında uyandı. Bir haftadır gripten yatıyordu. Kafası, yatağı ve odası darmadağınıktı. Jillian'la Barry'nin yaĢadığı bu küçük ev, Indiana'nın kırsal kesiminde, alçak bir tepenin doruğundaydı. Gerçi evin idaresi kolaydı ama Jillian kendini iyi hissetmediğinden ev iĢlerini bir süredir ihmal etmiĢti. Yatak odası dağınık olmasına dağınıktı, ama hiç 'olmazsa aradığını bulabiliyordu. Evin öteki bölümlerini dolaĢan rüzgâr birden Jillian'ın odasına girerek, kâğıt mendilleri ve Barry'nin karakalem yapılmıĢ portrelerinden bir- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN ĠLĠġKĠLER kaçını uçurdu. Yatağın baĢucundaki komodinin üzerinde bir sürü ilaç kutusu, burun damlaları, yarısı yenmiĢ bir sandviç ve bir Coco-Cola ĢiĢesi duruyordu. Jillian gribin neden olduğu o garip ruh haliyle kendine gelir gibi oldu. Yorgundu ama uykusu yoktu; düĢünebiliyordu ama kafası bulanıktı; yapması gerekenleri biliyor ama harekete geçemiyordu. Bornozuna sarınmıĢ halde yorganın altındaydı. Televizyon açık kalmıĢtı. Jillian önce iĢittiği kıkırtılı gülüĢün televizyondaki bir programdan geldiğini sandı. Ancak aynı gülüĢü bir reklam sıra sında da iĢitince, nereden geldiğini anlayıverdi. *** Barry dıĢarıda gördüğü Ģeyi taklit etmeye baĢlamıĢtı. Yüzünü Ģekilden Ģekle sokuyor, elleriyle gözlerini 'bir açıp bir kapıyordu. «Ce-e, Ce-e.» Kendi çevresinde bir topaç gibi birkaç kez döndükten sonra baĢını bir sağa bir sola doğru dikleĢtirdi. Barry olanlardan hoĢnut bir halde yüksek sesle gülerken, kapıya, karanlığa doğru ilerliyordu. Kapıdan çıkarken solgun, turuncu bir ıĢık yüzünü aydınlattı. Barry gülerek kapıdan çıktı. ĠĢte giderek uzaklaĢan bu gülüĢ, Jillian'ın uyanmasına neden olmuĢtu. Bir de oyuncakların gürültüsü. Jillian yarı uyanık yatarken, onu neyin uyandırdığını düĢünüyordu. Derken yavaĢ yavaĢ gözlerini açarak yatağın içinde doğrulurken, bir oyuncak polis arabası tepesindeki trafik lambasından ıĢıklar saçarak odaya girdi. Polis arabasının ardından topunun ağzından kırmızı alevler saçan bir tank geliyordu. Arkasından da uçuĢa hazır halde bir jumbo jet. Ve en arkada pantolonu düĢmüĢ, R:2 STEVEN SPIELBERG kollarını öne uzatmıĢ bir Frankenstein canavarı. ġimdi Jillian tam anlamıyla uyanmıĢtı. Yorganı fırlatarak yataktan kalktı. BaĢparmağının ucundan kıl payı geçen polis arabası duvara çarpıp durmuĢtu. Onun ardından öteki oyuncaklar birbirilerine çarparak üst üste yığılıp kaldılar. «Barry?» diye seslendi Jillian. Sonra iĢittiği o gülüĢü anımsadı. Artık duyulmuyordu ama anısı sessiz gecede asılı duruyordu hâlâ. Yatağın baĢucundaki saat 10:40'tı. Bu saatte Barry ne yapıyordu? Yatalı daha iki saat olmuĢtu. Jillian sendeleyerek koridoru geçip Barry'nin yatak odasına girdi. Yatak boĢtu. Pencereler de açıktı. Odadan koĢar adım çıkan Jillian yine koridoru geçip oturma odasına gitti. Çılgın gibi çevresine, açrk pencerelere, sokak kapısına ve avludaki ıĢığa> bakıyordu. ġimdi yanılmasına olanak yoktu artık. Barry"nin gülüĢüydü bu ve evin dıĢından, gecenin karanlığında bir yerlerden geliyordu. Jillian küçük bir çığlık attı, ardından hap-Ģırdı. GülüĢü yeniden iĢitti. Giderek uzaklaĢıyordu. Aman Tanrım, diye düĢündü Jillian dehĢet içinde. Sokak kapısından çıkıp avluda durdu. IĢığın gerisindeki karanlığa gözlerini alıĢtırmaya, boĢ yere bir Ģeyler görmeye çalıĢıyordu. Gözlerinden yaĢlar boĢandı boĢanacaktı. Kendine hakim olmaya çalıĢarak, «Barry! Barry!» diye bağırdı. Bir yandan da karanlığın içinde, oğlunun gülüĢünün kaybolduğu yöne doğru ilerliyordu. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Yeryüzündeki tüm hava trafik kontrol merkezlerinin içi gerçekdıĢı bir görünüm taĢır. BirleĢik Amerika Devlet-leri'nin orasına burasına serpiĢtirilmiĢ düzinelerle hava trafik kontrol merkezi bulunmaktadır. Indianapolis yakınlarındaki yarı yarıya toprağa gömülmüĢ olanıysa, birçoğu gibi pek bir özelliği olmayan tipik bir hava trafik kontrol merkezidir. Bu kocaman beton yapıların içinde yaratılmıĢ olan yapay dünyayı seçebilmek için dikkatle bakmak gerekir. Çünkü ortalık loĢtur genellikle. Kapılarınnerede olduğunu belli belirsiz gösteren, üstleri siperlikli ve düĢük vatlı ampullerden baĢka çevreyi aydınlatan ıĢık bulunmaz. Ġndiana uçuĢ bölgesini tarayan radar ekranlarının ıĢığı hakimdir odaya. Ne gecenin, ne de gündüzün belli olduğu, yalnızca yukarıdaki gerçek dünyada olup bitenlerin elektronik bir görüntüsünü yansıtan parlak radar ekranlarının yapay ıĢığı... Ülkenin tüm hava trafiği burada gözden geçirilir, radarla kaydedilir ve telsiz aracılığıyla sorguya çekilir. Kendini tanıtmak, kimliğini doğrulamak, geçiĢ izni ve gerekirse tavsiyeler almak yoluyla ya Indiana'ya iner ya da ço- STEVEN SPIELBERG ğunluk saatte bin kilometreyi bulan bir hızla baĢka baĢka yerlere doğru geçer gider uçaklar. Bu loĢ dünya yapaymıĢ gibi görünmekle birlikte asıl amaç, bütün hava trafik kontrolcularmın umduğu gibi gerçek olaylara tümüyle uyabilen bir görünüm sağlayabilmektir. Her kontrolcu ister bir jumbo jet, isterse alçaktan uçan dört kiĢilik özel bir uçak olsun, herkesin eyaleti sağ sağlim geçebilmesini sağlamak üzere gerekli düzenlemeleri yapabilmeyi umar. Ama umar yalnızca, çünkü bazen evdeki hesap çarĢıya uymaz... O hafta Harry Crain geceyarısı iĢbaĢı yapıyordu. O saatlerde radar ekranlarının baĢında sadece beĢ, altı kiĢi bulunurdu. Harry genellikle onların gerisinde bir aĢağı bir yukarı dolaĢır, zaman zaman da yüksek bir taburede otururdu. BaĢındaki kulaklığı uzun, sarmal bir kabloyla telsiz aygıtlarına bağlıydı. Tam ağzının önünde bulunan kıvrık bir plastik boru, sesini mikrofon aracılığıyla yükseklerdeki gerçek dünyaya iletiyordu. O gece dört trafik kontrolcüsü ilk vardiyalarını almıĢlardı. Çifter çifter ve yanı yana radar ekranlarının önüne oturdular. Hepsi de yakaları açık beyaz gömlek giymiĢti. Gömleklerinin kolları da sıvalıydı. BaĢlarının üstündeki hoparlörlerden hava trafiğinin alıĢılagelmiĢ telsiz vızıltısı iĢitiliyordu. Vızıltılar Ģimdi seyrekleĢmiĢti; çünkü In-dianapolis üzerindeki bölge, aĢağıdaki hava trafik kontrol merkezindeki kadar karanlık ve hareketsizdi. «Hava Trafik Kontrol,» diye bir pilotun sesi duyuldu ansızın. «31 Aireast'in uçuĢ alanında trafik var mı?» Harry Crain ekranlardan birine dikkatle baktı. Veri bloklarından yalnızca üçü tümüyle, biri de kısmen, doluydu. Aynı yönde giden uçaklardan ikisi birbirlerinden yirmi ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER beĢ kilometre uzaktaydı. Bir baĢka yönde giden üçün-cüsüyse, Aireast'ten oldukça uzakta kalıyordu. Ekranın geri kalan bölümü boĢtu. Harry mikrofonuyla devreye girdi. «31 Aireast, uçuĢ alanınızda iki uçaktan baĢka trafik yok. Bunlardan biri TWA'nin L-1011'i. Sizinle aynı yönde ve yükseklikte. Arkanızda ve yirmi beĢ kilometre uzakta kalıyor. Bir de Allegheny ġirketinin DC-9'u var. O da önünüzde ve sizinle aynı yükseklikte ama seksen kilometre kadar uzakta. Ayrılmayın. Bir de geniĢ alan taraması yapayım.» Harry uzanıp bir düğmeye bastı. Radar ekranı dar alandan geniĢ alan taramasına baĢladı. Harry ekrana bir göz attıktan sonra yeniden baĢka bir düğmeye bastı. Bilgisayardan geçerek yansıyan görüntüye bakıyordu. Aireast'in dolayında iĢaret vermeyen bir uçak ya da baĢka bir hava aracı vardı gerçekten. Harry ekrana daha dikkatle baktı. Tam o sırada Aireast'in pilotu konuĢmaya baĢlamıĢtı. «31 Aireast'in önünde ve beĢle yedi kilometre uzağında bir trafik var. Oldukça yüksekte ama alçalıyor.» Kontrolculardan biri öne doğru eğilip ekrana baktı ve pilotun sözlerini onayladı hayretle. «31 Aireast,» diye mikrofona konuĢtu Harry. «Evet, o konumda bir trafik ben de görüyorum. Ancak yüksek irtifa trafiğinde böyle bir Ģey olmaması gerek. Bir de alçak irtifayı kontrol edeyim.» Harry iç haberleĢmeyi sağlayan adamına döndü. «AĢağıdakileri ara ve bunun ne olduğunu bilip bilmediklerini öğren...» «31 Aireast'ten merkeze.» Pilot, Harry'nin devresini keserek araya girdi yeniden. «Bu trafik alçak irtifada de-ğil. Kuzeydoğumuzda ve alçalmaya devam ediyor.» «Ne tip bir uçak olduğunu söyleyebilir misiniz?» STEVEN SPIELBERG Pilotun sesi olağan geliyordu. ġu anda rapor edeceği Ģeyi düĢünüyor olmalıydı. «Olumsuz. Belirli dıĢ hatları yok. Ook da parlak. ġimdiye dek gördüğüm en parlak ıĢık. Beyazdan kırmızıya dönüĢüyor. Renkler de çok çarpıcı.» ġimdi öteki kesimlerin kontrolcuları da Harry'nin önündeki ekrana bakıyor ve konuĢmaları dinliyorlardı. Harry'nin koordinatörü uzanıp bir düğmeye bastı, birini arayarak ağzının içinde anlaĢılmaz bir Ģeyler söyledi. Harry yüksek taburesinden radar ekranlarını izledi bir süre. Sonra öteki uçakla bağlantı kurarak, «517 TWA, durumu bildirin,» dedi. Hoparlörden değiĢik bir ses duyuldu bu kez. «Merkez, burası 517 TWA. Sözkonusu trafik Ģimdi sanki çok parlak iniĢ ıĢıkları yakmıĢ gibi. Telsiz konuĢmalarını duymadan önce bunları Aireast'in iniĢ ıĢıkları sanmıĢtım.» O sırada Aireast'in pilotu konuĢmaya baĢladı yeniden. «517 TWA, sözlerinizi tekrar edin lütfen.» TWA'nin pilotu ağır ağır ve net bir Ģekilde sordu. «31 Aireast, iniĢ ıĢıklarınızı yaktınız mı?» «Hayır, yakmadık.» Harry araya girdi. «517 TWA, Ġndianapolis Merkezi konuĢuyor. Aireast sizinle aynı yönde ve yirmi beĢ kilometre uzakta, önümüzde, uçuĢ yüksekliği de aynı. Durumunuzu bildirin lütfen.» Harry koordinatöre dönerek, «Aireast kendisiyle aynı irtifada olağanüstü bir trafik olduğunu iddia ediyor. Ne olduğunu bilmiyorum.» TWA'nin konumu ekranda belirmiĢti. Harry pilota Aireast'i görüp görmediğini sordu. «Olumlu, görüyorum.» «517 TWA, Aireast'in yakınlarındaki trafiği de görebiliyor musunuz?» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Evet,» dedi pilot ihtiyatla. «Görüyoruz ve onu Ġzliyoruz.» «Ne yapıyor Ģimdi?» «Tam Aireast'in bildirdiği gibi hareket ediyor.» 31 Aireast araya girdi. «Trafik Ģimdi beĢ yüz metre kadar altımıza indi. Bekleyin bir dakika... Ayrılmayın... Tamam merkez. Trafik sağa döndü ve tam üzerimize doğru geliyor. Biz de sağa dönüyor ve üç-elli uçuĢ düzeyini terkediyoruz.» Harry Crain taburesinden fırladı. LoĢ odada hava gerginleĢmiĢti. Koordinatöre dönerek, «Bana telefonda WrightPat-terson'u bul çabuk,» dedi. «Orada hangi Tanrının cezası deneyi yapıyorlar acaba?» «31 Aireast,» diye seslendi Harry hemen ardından. «Aiçalın ve üç-bir-sıfır uçuĢ düzeyini koruyun... Allegheny DC-9, siz de derhal otuz derece sağa dönün... Aireast uçağı üç-bir-sıfır uçuĢ düzeyine iniyor.» Aireast'in pilotu hâlâ sakin konuĢuyordu. «Parlak ıĢıklı trafik Ģimdi köĢeli iniĢe geçti ve balistik olmayan bazı hareketler yapıyor.) Harry'yle koordinatör birbirilerine baktılar yalnızca. «Tamam, merkez,» dedi Aireast'in pilotu. «Tra fik Ģimdi son hızla geliyor. AĢırı parlak ve çok hızlı hareket ediyor.» «Burası 517 TWA,» diye bildirdi öteki pilot da. «Trafikten uzaklaĢmak için biz de biraz sağa kayıyoruz.» «Tamam, 517 TWA.» dedi Harry Crain. «Sağa sapma onaylandı.» «31 Aireast'ten merkeze. Üç-bir-sıfır düzeyine indik. olmuĢtu. STEVEN SPIELBERG Trafik kuzeybatımıza geçti ve dört yüz elli metre kadar uzakta. Çok hızlı hareket ediyor.» Bu arada uçuĢ kulesi Ģefi loĢ odaya sessizce girmiĢ, Harry'nin tam arkasında duruyordu. Ġlk kez konuĢtu. «Sor bakalım onlara, resmi olarak rapor vermek istiyorlar mı?» «Merkezden 517 TWA'ya,» dedi Harry. «Aireast'in yakınındaki trafiğin bir TanımlanmamıĢ Uçan Cisim olduğunu resmi olarak rapor etmek ister misiniz?» Birkaç saniye parazitten baĢka bir Ģey duyulmadı. Sonra cevap geldi. «Olumsuz... Rapor etmek istemiyoruz.» Harry bu kez öteki pilota' sordu. «31 Aireast, yakını-nızdaki trafiğin bir TanımlanmamıĢ Uçan Cisim olduğunu rapor etmek ister misiniz?» Parazitler çoğalmıĢtı. «Olumsuz. Biz ou tür bir rapor vermek istemiyoruz.» «31 Aireast,» diye ısrar etti Harry. «Herhangi bir raporun resmi kayıtlara geçmesini istiyor musunuz?» «Nasıl bir rapor vereceğimizi bilmiyoruz ki...» Harry gülümsedi. RahatlamıĢtı. «Ben de bilmiyorum,» dedi. «Trafiği varacağı yere kadar izlemeye çalıĢacağım.» «Ve bize de üç-bir-sıfır uçuĢ düzeyinde yol gösterin,» dedi pilot, sonra birden aklına gelmiĢ gibi ekledi. «Uçağın arkasındaki görevli, trafiğin yakınından geçtiğimiz zaman yolcuların resim çektiğini söyledi.» Harry Crain bölüm Ģefine dönerek yavaĢça, «Bunları görmek Ġsterdim,» dedi. Sonra mikrofondaki konuĢmasını sürdürdü. «Allegheny J-8'i kesecek Ģekilde sağa dönün ve normal rotanızı koruyun. TVVA'nın uçuĢ düzeyi üç-bir.» Bölüm Ģefi yine geldiği gibi sessizce karanlıkta kayboldu. UçuĢ kulesindeki gerginlik de azalır gibi ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Harry'nin koordinatörü sordu. «Bu tür bir Ģey için kitap ne diyor?» «Allah kahretsin, nereden bileyim?» diye söylendi Harry. «Hava Kuvvetleri otuz yıl önce yazmaya baĢlamıĢtı. Hele bitirsinler de görelim.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Aireast 31, Roy Neary'nin evinin üstünden o gece saat dokuz sularında geçti. Jetlerin gürültüsü evin içinde pek duyulmadığından uçağın geçiĢi kimsenin dikkatini çekmemiĢti. Rey kent dolayındaki evinin oturma odasına elko-yarak öyle bir döĢemiĢti ki, gören buranın KurtuluĢ Ordusunun özel bir odası sanabilirdi. Duvarlarda çeĢitli elektrikli araçlar asılıydı. Odanın her köĢesinde de mekanik bir araç bulunuyordu. Bu odada bulunan yetiĢkin oyuncakları, bir çocuğu çocukluk döneminden yoksun bırakacak kadar çoktu. Odadaki en dikkat çekici Ģey pingpong masasının üzerine kurulmuĢ olan oyuncak tren takımıydı. Demiryolları, yapma dağlardan, göllerden, köprülerden geçiyordu. Her Ģeyiyle tam bir maketti bu. O gece Roy Neary'yle sekiz yaĢındaki oğlu Brad oturma odasında yalnız baĢlarına, yan yana oturuyorlardı. Roy oğlunun matematik ödevine yardım etmeye çalıĢıyordu. Ama ayakları dibinde bir yığın aritmetik kitabıyla oturan Brad, toplama ve çıkarmayla elektrikli trenlerden da ha az ilgilenir gibiydi. Neary'nin karısı Ronnie arasıra pingpong oynamaktan hoĢlanırdı. Ancak Roy karısına dikkatli bir dille oğlan çocuk yetiĢtiren ailelerde bu tür elektrikli bir tren takımının bulunmasının ne denli önemli olduğunu anlatmıĢtı. Karısı da, «Tren takımı baba için önemli olabilir,» karĢılığını vermiĢti. «Pingpongun anne için olduğu gibi.» Roy bu çekiĢmeyi tren takımını haftasonları sökeceğine söz vererek önlemeye çalıĢmıĢ ama nedense bundan sonraki aylarda söküleceğine, tren takımına her gün yeni bir parça eklenmiĢti. ġimdi her Ģeyi tamam olan bu oyuncağı çalıĢtırmak Neary'nin boĢ zamanlarının çoğunu almaktaydı. «ġu alt geçite kalkıp inen bir köprü koymaya ne dersin, baba?» diye sordu Brad. Neary'nin kaĢları çatılmıĢtı. «Aklının ev ödevinde olduğunu sanıyordum.» «Aritmetikten nefret ediyorum.» Çocuk elindeki kurĢun kalemini fırlatıp atarak gözlerini karĢı koyucu bir ifadeyle babasına dikti. Neary sakin bir tavırla kalemi yerden alıp çocuğun eline tutuĢturdu. «Diyelim ki,» dedi. «Ġstasyon Ģefi sana on sekiz tane vagon verdi ve eĢit sayıda vagonları bulunan iki tren oluĢturmanı istedi. Ne yaparsın?» Brad kalemini fırlatıp attı yeniden. Sonra elini arka cebine sokarak küçük bir hesap makinesi çıkardı. «Bu, hiç de zor değii.» dedi. «Hesap makinesiyle bulurum. Nasıl olsa yanımda her zaman bunlardan bir tane bulunacak.» Roy içini çekerek tavana doğru baktı. Aralarındaki uzun sessizlik altı yaĢındaki Toby Neary'nin bir kasırga gibi odaya dolmasıyla bozuldu. Toby odaya girerken önüne ne geldiyse devirmiĢti. Pek de öfkeli görünüyordu. Ġri STEVEN SPIELBERG mavi gözleri çakmak çakmaktı. Kirli elinin parmağını Roy' un yüzüne doğru uzatarak, «Fosforlu boyalarımı çalmıĢsın,» diye bağırdı. «Bir Ģeyini çalmadım ben.» «Ben senin Ģeylerini çalmıyorum ama.» Toby inatla suçlamasını sürdürüyordu. O sırada odaya giren Ronnie, Roy'un dikkatini dağıttı. Ronnie gözleri kapalı, ellerini öne doğru uzatmıĢ, bir uyurgezer gibi yavaĢça yürüyordu. Uzun sarı saçlı, oval yüzlü, sivri çeneli ve de genellikle her Ģeyden çabuk bıkan bir kadındı Ronnie. Kızınca gözlerini iri iri açardı. KaĢları da kocasının garip fikirleri karĢısında her zaman havaya kalkmaya hazırdı. ġimdi gözleri görmeyen biri gibi, kollarıyla çevresini yoklayarak yürüyordu. Üç yaĢındaki Sylvia da annesinin eteklerine tutunmuĢtu. Ayaklarını iyfce havaya kaldırıp sonra yavaĢça yere koyarak ilerliyordu. Onun da gözleri sımsıkı kapa lıydı. Neary hayretle, «Ronnie,» dedi. Ronnie kocasına aldırıĢ etmeden, «Brad,» diye seslendi. Gözleri hâlâ kapalı, yüzü ifadesizdi. «Brad, iĢte sana bir aritmetik problemi. Eğer haftada yedi gün varsa ve annen bütün bu günler evdeyse, annene gezecek kaç gün kalır?» , Bu kez Brad'ın hesap makinesine ihtiyacı olmadı. «Sıfır.» «Ronnie,» diye yineledi Neary. Olanlardan hiç hoĢlanmamıĢtı. «Aç gözlerini.» "Ronnie sordu. «Neden açayım? Hiç ihtiyacım yok. Böyle bütün evi dolaĢabilir, yatakları yapar, yemeğinizi piĢirip ortalığı temizleyebilirim. Hem de hepsini gözlerim kapalı yaparım. Toby'nin kafesteki sincabı gibiyim ben.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Hiç de değil,» dedi Roy. «Gözlerini aç da Ģuna bir bak.» Ronnie gözlerini yavaĢça açtı. Roy ne olduğu belirsiz bir Ģeyler mırıldanıyordu. Bu da halinden memnun olduğunu gösterirdi. Neary tren takımının kontrol tablosunda bir düğmeye bastı. Anneyle çocuklar küçük bir yelkenlinin harekete geçerek aynaya benzeyen bir gölde dolaĢmaya baĢladığını gördüler. Yelkenli o sırada üzerinden trenin geçeceği bir demiryolu köprüsüne yaklaĢıyordu. Tren tam köprüye geldiği anda durdu. Köprü iki yana açılarak yelkenliye yol verdi. Yelkenli titrek hareketlerle köprüden geçtikten sonra köprü kapanmaya baĢladı. Ama tam kapanmasına fırsat kalmadan, tren harekete geçip köprü üzerinde ilerleyince, madeni bir ses çıkararak göle yuvarlanıverdi. Neary'nin gülümsemesi kaybolmuĢtu. «Hımmm.» Ronnie gözlerini trenden ayırıp kocasının yüzüne dikerek, «Aman Roy.» dedi. Sesi anlamsızdı. «Gerçekten müthiĢ bir gösteriydi.» «Ama biraz önce böyle olmadı.» «Tabii, hiç kuĢkusuz...» Gözlerini kocasından ayırma-mıĢtı. ġimdi Toby'ninkinden daha çakmak çakmaktı mavi gözleri. «Bu demiryolu oyununa iki hafta daha tanıyorum,» dedi. «Ondan sonra doğu zemin katındaki elektrikli tenis ve tuvalet takımı, öteki Ģeylerin yanını boylayacak.» «Ama bu haksızlık.» «Daha bitmedi,» diye homurdandı Ronnie. «ġu Tanrının cezası çiftliği de takımıyla birlikte arka bahçeye kurabilirsin.» Ronnie hırsla gazeteleri topluyor, ortalıkta eli ne geçirdiği öteberiyi bir köĢeye yığıyordu. «Tanrım, bu ovde iĢten baĢka bir Ģey yok mu? Hizmetçiden beter oldum.» STEVEN SPIELBERG «Geçen haftasonu dıĢarı çıkmıĢtık ama,» diye Neary karısını yatıĢtırmaya çalıĢtı. «Ġki sokak yürüyüp bir kahve içmek pek de eğlenceli sayılmasa gerek.» «Her gün Brad'i okula götürürken hava alıyorsun.» Neary yine alttan alıyordu. «AnlaĢılan Toby'yi okula götürmek ya da Sylvia'yla süpermarkete uğramak da o sayılı eğlenceler arasında. Ya da ne bileyim, arabayı lâstik değiĢtirmek için garaja götürmek, ha?» Neary içinin burkulduğunu hissederek, «Çok tatsız bir tablo çiziyorsun,» dedi karısına. «O zaman bana baĢka bir fırça ver.» «Bak, eğer enerji Ģirketindeki iĢimin çok eğlenceli olduğunu sanıyorsan...» diye söze baĢladı Neary. Bir yan< dan da karısının ne denli öfkeli olduğunu anlamaya çalı-Ģıyordu. Ronnie'nin öfkesinin hangi boyutlara ulaĢabileceğini çok iyi bilirdi. «Bak, dinle,» diye konuĢmasını sürdürdü. «Bozuk bir transformatörü onardığın zaman tüm sistem düzelebilir.» Ronnie kocasına boĢ boĢ bakıyordu. Kafası baĢka yerdeydi. «Herkesin sık sık sözünü ettiği yeni bir Ģey olsa gerek bu.» «Nedir o yeni .Ģey?» , «YaĢam biçimi. Biz de yaĢam biçimimizi değiĢtirsek iyi olacak.» «O dediğin zenginlerin harcı, sevgilim,» dedi Roy. «Onlar bir dükkâna bir telefon açıp kendilerine tümüyle yeni bir yaĢam biçimi sipariĢ ediverirler.» «Belki de yaĢam biçimi değildir bu,» diye mırıldandı Ronnie. «Belki de dergilerin sözünü ettiği Ģeydir... Yani ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER yaĢamın niteliği. Hayatta herhalde süpermarketlerin raflarında bir dolarlık tuvalet kâğıdı aramaktan baĢka Ģeyler de olsa gerek...» Neary uzunca bir süre sesini çıkarmadı. Ronnie hiçbir zaman kocasının yeterince para kazanamadığından yakınmamıĢ ya da maaĢının azlığını kafasına kakmamıĢtı. Dolayısıyla Roy da her Ģeyin yolunda gittiğini* sanıyordu. «Ocakta zam aidim,» diye ihtiyatla söze baĢladı. Ronnie baĢını sallayarak, «YanlıĢ anladın,» dedi. «Paradan söz etmiyorum. Dükkânlardan da özel Ģeyler satın almak istemiyorum. YaĢamımda bazen özel Ģeylere sahip olmak benim için yeterli. Ve Roy,» diye ekledi. «Bilirsin ben kolay mutlu olan bir kadınım.» «Öyle mi?» «Acapulco'da bir haftasonu geçirmek istemiyorum. Yalnızca özel bir Ģey olmasına öyle ihtiyacım var ki... SözgeliĢi, bir gün bana bir çiçek getirsen dünyalar benim olabilir. Bir tek gül...» Neary'nin yine içi burkuldu. «Hep de unuturum.» «Eğer istediklerimi bir anlayabilsen her Ģey hallolacak.» Canı sıkılan Tbby, «Babam fosforlu boyalarımı aldı,» diye girdi araya. Dikkati kendince önemli olan Ģeye çekmek istiyordu. Ronnie gazetenin sinema sayfasını katlayarak kocasına uzattı. «ġuna bir göz at.» Neary o hafta oynayan film listesine baktı. «Hey! Bakın ne var? Pînokyo gelmiĢ.» «Kim?» diye sordu Brad. Ronnie çantasını açmıĢ, kapağındaki aynada yüzünü inceliyordu. «Çok gülümsüyorum,» diye söylendi. «Ağzımın yanlarında kırıĢıklıklar belirmiĢ.» STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Pinokyo,» diye yineledi Neary. «Çocuklar, siz Pinok-yo'yu hiç görmediniz. ġansınız varmıĢ!» Brad kaĢlarını çattı. «Ama bu haftasonu golf oynayacağımıza söz vermiĢtin, baba.» «Tamam, golfe söz vermiĢtin,» dedi Toby de. Bu kez nasılsa bir Ģeyi onaylamıĢtı. «Ama Pinokyo çok ünlüdür,» dedi Neary. «Dudaklarım da inceliyor,» diye Ronnie kendi kendine yüksek sesle konuĢtu. «Ve de ifadesi aksileĢiyor. Tıpkı anneminki gibi...» Brad içini çekerek, «Bebekler için yapılan o budalaca miki filmini kim görmek ister?» dedi. «Kaç yaĢındasın sen?» diye sordu babası. «Sekiz.» «Dokuz olmak ister misin?» «Tabii.» «O zaman yarın Pinokyo'yu seyredeceğiz.» Ronnie aynadaki görüntüsüne bakarak söylendi. «Çocukların kafasını çeliyorsun.» «ġaka ediyordum,» dedi Neary. «Ama benim çocukluğum Pinokya'yla geçti. Çocuklar her zaman aynıdır. Çok hoĢlanacaklarından eminim.» Bir süre kendi kendine bir melodi mırıldandı, sonra Ģarkının sözlerini söylemeye baĢladı. «Yıldızlardan bir dileğin varsa... Ne olursa olsun...» Neary durdu. Söylediklerinin ne karısı, ne de çocuklar için bir Ģey ifade etmediğini anlamıĢtı. «Siz haklısınız.» dedi ellerini açarak. «Kararınızı siz verin. Kimseyi etkilemek istemem. Yarın minyatür golf oynayabilirsiniz. Bu da sırada beklemek, ufak bir topu küçük bir deliğe sokmak için çabalamak demektir. Ayrıca hiç de sayı yapmayabilirsiniz. Ya da Pinokyo'yu seyredersiniz. Bu da ömrünüz boyunca anımsayacağınız müzik, hayvanlar ve sihirli olaylar demektir.» Bir an umutsuzluğa kapılarak, «Oya koyalım,» dedi. Üç çocuk bir ağızdan, «Golf,» diye bağırdı. Neary alındığını belli etmemeye çalıĢtı. «Tamam, ya rın golf oynuyoruz,» dedi. «Ama Ģimdi yatma zamanı. Hemen yatağa.» «Hayır, bir dakika,» diye karĢı çıktı Toby. «Bu gece TV'de On Emir filmini seyredebileceğimizi söylemiĢtin.» O sırada telefon çaldı. Ronnie yerinden kalkarak cevap vermeye gitti. Telefonun alıcısını kaldırırken, «O film dört saat sürüyor,» dedi. «Alo? O merhaba Earl.» Neary kendi kendine konuĢur gibi, «On Emir'den beĢini görebileceklerini söylemiĢtim onlara,» diye mırıldandı. «Bir dakika Earl,» dedi Ronnie telefona. «Bütün bunları aklımda tutamam ben. Sen en iyisi Roy'a söyle.» Telefonu kocasına uzattı. «Bak bir Ģeyler olmuĢ.» Neary yerinden kalkıp pingpong masasının çevresini dönerken, «Çocuklarım Pinokyo'yu görmek istemiyor,» diye söylendi. «Ne günlere kaldık.» Roy telefonun yanına geldiğinde, Ronnie alıcıyı kocasının eline vereceğine bir eliyle onun kulağına tuttu, sonra sokulup öteki kulağını öptü. Neary karısının ani ruhsal değiĢmelerine alıĢıktı. Eğilip kulağını öpmek için sabırsızlanan Sylvia'yı da kucağına aldı. «Ne oldu, Earl?» diye enerji Ģirketindeki iĢ arkadaĢına sordu. «Enerji gönderim merkezinden telefon ettiler.» Earl'in sesi endiĢeli çıkıyordu. «Ana voltajda büyük bir kaçak var.» «Ana voltajda mı? Nasıl olur?» STEVEN SPIELBERG «Gilmore Ġstasyonundaki transformatörlerin yarısı devreden çıktı.» Earl mümkün olduğu kadar çabuk anlatmaya çalıĢıyordu. «Her an elektrik kesilebilir. Onun için elektrik varken üzerine bir Ģeyler giyip hemen gel.» «Earl, neler oluyor?» «Haydi çok konuĢma, hemen Gilmore'a gel, Roy.» Roy telefonu kapattığında hat çoktan kesilmiĢti. «Duydun mu?» diye sordu karısına dönerek. O anda ev karanlığa gömüldü ve her Ģey sustu. BEŞİNCİ BÖLÜM Eğer yeryüzünde bir Moog Synthesizer (*) de karmaĢık değilse, baĢka hiçbir Ģey karmaĢık değildir. Bu aygıtlardan hâlâ dünyada çok sayıda yok. Pek az kiĢi de bu aygıtı yapmasını ve çalıĢtırmasını bilir. Yine daha az kiĢi synthesizer'lerle ne yapılabileceğini ya da yapılamayacağını ve onun gücünü gnlayabilir. Dolayısıyla iki yıl önce Stevie Wonder için yapılmıĢ oları bir synthesizer'i değiĢtirmek üzere acele emir geldiğinde, bu esrarengiz iĢlerden anlayan sakallı, bıyıklı, gözlüklü bilim adamları biraz da ĢaĢkın bir çabayla kolları sıvadılar. ġaĢırmıĢlardı, çünkü Bay Wonder, daha önce müzik (*) Moog Synthesizer: İlk kez Robert Moog adlı bir bilgin tarafından imal edilmiştir. Yapısındaki ses titreşimlerini oluşturan audio-sinyal endükleme bobinleri sayesinde her türlü basit sesi ve karmaşık tınıları elektronik sentez yoluyla çıkaran bir aygıttır. Elektronik yapısı bilgisayar tarafından da programlanmaya elverişli olduğundan çok karmaşık ve seri olarak çalışabilir. (Ç. N.) STEVEN SPIELBERG dünyasında hiç adları geçmeyen bir gruba Moog'unu ödünç ya da tümüyle vermiĢti. Peki ama, neden 'böyle yapmıĢtı? Bu adamlar uzun menzilli nükleer baĢlıklı kıtalararası balistik bir füzeyle yapamadıkların! bir Moog Synthesizer'le nasıl becereceklerdi? ALTINCI BÖLÜM Roy içeri girdiğinde, Ike Harris iki telefonla birden konuĢuyordu. Biri, Ģirket baĢkanı Grimsby'nin kapalı kaldığı asansörle, öteki de aynı derecede öfkeli olan dıĢ dünyayla bağlantılıydı. Harris tam bir panik içindeydi. Bir yandan telefonda Grimsby'ye, «Gilmor'dakl A 27-KV hattı gitti,» diyor, bir yandan da Neary'ye durumu açıklıyordu. «Bütün devreler açık, merkezde her Ģey normal ama yine de enerji varması gereken yerlere ulaĢmıyor. Sanki bir kaçak var. Durmadan enerji kaybediyoruz. Tolono karanlıkta. Crystal Gölü de. Ne? Evet, efendim. Siz de karanlıktasınız.» Harris bir an Neary'ye baktı, sonra gözlerini tavana kaldıra rak Grimsby'nin telefondan ona gönderdiği olumsuz titreĢimleri Neary'ye aktarmaya çalıĢtı. Grimsby'nin bağırmaları bir an için durunca, «Tamam, anladım,» dedi Ike. «Öteki telefondan haberleri alıyorum. 890 megavatlık hat tümüyle gitmiĢ. Belediyenin elektrik iĢlerinden onarım için yardım istedim. Ancak 500 KV'lık kule yeniden çalıĢmaya baĢlayıncaya dek oraya kimseyi gönderemiyoruz Ģimdilik. Efendim? BaĢüstüne.» Harris telefonu eliyle kapatarak, «Neary, o bölgedeki STEVEN SPIELBERG normal hat gerilimi ne kadardır biliyor musun?» diye sordu. «Rüzgârsız havada hat baĢına normal gerilim on beĢ bin libredir. Birkaç yıl önce o bölgede bulunmuĢtum.» Ike elini telefondan çekerek, «Oraya Ģimdi Neary'yi gönderiyorum,» dedi. «Öyle mi?» Roy ĢaĢırmıĢtı. Harris boĢ olan eliyle Neary'ye kontrol odasından çıkmasını iĢaret etti. «Çabuk davran. Fırla hemen. Hayır, hayır size söylemiyorum, Bay Grimsby.» Roy kapıya doğru yürürken, Ike'ın öteki telefondan birine bağırdığını iĢitti. «Belediye baĢkanına söyleyin on dakikaya kadar enerji sağlanacak.» On beĢ dakika sonraysa Neary kırsal kesimin karanlık' yolunda ilerliyordu. Karanlıkta yolun adını ya da numarasını göremediğinden, hemen hemen kaybolduğundan emindi. Arabası evindeki çalıĢma odasının küçük bir modeliydi. Haritayı direksiyona yaymıĢ, ağzında tuttuğu bir el feneriyle yönünü belirlemeye çalıĢıyordu. Bu durumda araba kullanması yeterince tehlikeliydi. Bir de uzun dalga radyosundan gelen polis konuĢmaları dikkatini çekiyordu. «Burası Ģerifin bürosu. Reva Yoluna yakın bir yerde devriye arabası var mı?» «Alo? Burası dağyolu altı-on devriye arabası. Re-va'ya gidiyoruz. Size yardım edebilir miyiz?» «TeĢekkür ederiz. Reva Yolunda iki - on birdeki ka-dını görün. Kapısının dıĢındaki ıĢıklara bir Ģeyler olduğunu söyledi. Gidip neler olduğunu anlayın.» Polis radyosundaki konuĢmalar kesilmiĢti. Neary arabasını yolun kenarına çekip durdurdu. Reva Yolunun To-lono'da olduğundan emindi. Ama Ike, Tolono'nun tümüyle, ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER karanlıkta olduğunu söylememiĢ miydi? Roy telsiz telefona uzandı. «TR. seksen sekiz - on sekizden arıza Ģefine.» «Evet, arıza Ģefi.» Ike'ın sesinden durumunun on beĢ dakika öncesinden farklı olmadığı anlaĢılıyord u. «Ne istiyorsun?» «Tolono'daki arıza giderildi mi?» «ġaka mı ediyorsun? Ġlk karanlıkta kalan yer Tola-no'ydu.» «Polis radyosundan Tolono'da ıĢıklar olduğunu duydum ama.» «Tanrım!» diye bağırdı Harris. «Böyle bir gecede polis konuĢmalarını mı dinliyorsun? Her Ģey durdu, Neary. Tüm Ģebeke bozuk.» Harris'in konuĢması birden kesilmiĢti. Neary yola çıktı yeniden. Birkaç dakika sonra ilerde dönen sarı ıĢıklar görünce, içinin biraz rahatladığını hissetti. Ama çok değil. Neyse kaybolmamıĢtı. Roy arabasını onarım ekibinin arkasına çekip durdurdu. AĢağı indi. iki ekip vardı. DurmuĢ kendilerine emir verecek bir yetkilinin gelmesini bekliyorlardı. Karanlıkta belli belirsiz görünen kulenin yanında, adamları yukarıya kaldıracak olan sarı bir vinç vardı. Neary kendini rahatsız hissediyordu. Daha önce böyle bir hat onarım ekibine baĢlık etmemiĢti hiç. Bu adamların çoğu tecrübeliydi iĢinde. Roy bir zamanlar, hat onarımında çalıĢmıĢtı ama buradakiler kendisinden en az on beĢ yaĢ büyük ve on kat daha tecrübeliydiler. Enerji sistemini masa baĢından yönetmesi, bu adamlar için hiç önemli değildi; ayrıca vereceği emirleri -eğer verebilirse tabii- otomatik olarak yerine getirmeleri anlamına da gelmezdi. STEVEN SPIELBERG Roy tanıdık bir yüz seçti. Zenci biriydi. Earl Johnson ona daha önce telefon etmiĢti. «Merhaba Earl,» dedi Neary. «Ne oluyor?» «Neler olmuyor ki,» diyerek gülümsedi zenci. Sarı ıĢıkta bembeyaz diĢleri parlıyordu. «Sence adamın biri neden iki mil uzunluğundaki bir nakil hattını çalar?» «ġaka ediyorsun.» Earl cevap vereceğine elindeki altı voltluk feneri yukarı kaldırarak ıĢığını kulenin tepesine ayarladı. Sonra iki kalın bakır telin bulunduğu yere tuttu ıĢığı. Ama tel yoktu. «Tel kopmamıĢ.» dedi Earl. «Tümüyle yok olmuĢ. Ġki direk arasında hiçbir Ģey yok.» «ġu iĢe bak...» Neary çok ĢaĢırmıĢtı. «Belki bakır fiyatlarının yüksekliği yüzünden çalınmıĢtır.» Durumu rapor etmek için Neary'nin arabasına doğru yürüdüler. «Olabilir,» dedi Earl. «Çalınan tel bir servet eder. Ben yetkililere kabloları toprak altına döĢemeyi önermiĢtim.» «O zaman kuĢlar nereye konarlardı?» diye sordu Neary. Arabanın içindeki telsiz telefona uzandı. Ama Ike Harris'le bağlantı kurmadan önce polis radyosundan gelen haberi dinlemek Ġçin durdu. «Tolono... dağ eteklerinde bulunan devriye arabalarına... Bir ev kadını mutfağındaki lambanın garip ıĢıklar saçtığını rapor ediyor...» «Nerede dedi? Tolono'da mı?» diye sordu Earl. «Bu Tolono'dan gelen ikinci haber,» dedi Neary de. «Tam olarak anlayamıyorum.» Polis adresi almaya çalıĢıyordu. «Dört-bir beĢ-beĢ Osborne Yolu mu?» «Ama Tolono'da ıĢık yok,» dedi Earl. Roy telsiz telefonu alırken, «Belki...» diye mırıldandı. «TR seksen sekiz - on sekiz, lke'la ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER konuĢmak istiyorum.» Earl'e haritayı uzattı. «Osborne'u bulsana. Bu haritalarda bir Ģey bulamıyorum ben.» Harris telefona gelmiĢti. «Neary! Ne oldu?» «Ben burada on numaralı kuledeyim. Bütün teller yok olmuĢ. On bir numaralı kuleye giden teller yok. Tüm direkler boĢ.» «Ne olursa olsun,» diye Ike sözünü kesti. «Bütün sistemi bir saatte onarmalıyız.» Neary bağırdı. «Bir saatte mi? Aklını kaçırmıĢsın sen. Burada kilometrelerce uzanan direkler var. Olanaksız bu!» «Patronun asansörde kapalı kalınca olanaksız diye bir Ģey olmaz.» Roy bıyık altından gülerek, «Ike, Tolono'nun ıĢıklarını onardınız mı?» diye sordu. «Sana söyiedim. Ġlk karanlıkta kalan yer Tolono'ydu. Orası Ģimdi Grimsby'nin asansörünün içi kadar karanlık.» «Bir dakika,» diye dikkatle söze baĢladı Neary. «Beni iyi dinle. Polis Tolono'da ıĢıklar olduğunu rapor ediyor. Eğer o hatlarda enerji varsa ve bu sizin veri tablonuzda gösterilmiyorsa, terminalinizde biri bir hata yapıyor olmalı. Gliroy olayını hatırlıyor musun?» «Ben ve iki bilgisayar, Tolono'nun senin kafanın içi kadar kapkara olduğunu söylüyoruz,» diye bağırdı Harris. Earl Johnson bu hakareti duymamıĢ gibi davrandı. O sırada polis radyosundan konuĢmalar duyuldu yeniden. «Güney Tolono bendine Noel süslemesi için takılan ıĢıklar yanıp sönmeye baĢlamıĢ.» «Duydun mu? Noel ıĢıklarından söz ediyorlar.» «Ne Noel'i yahu? Aralıkta değil mayıstayız.» Harris eski neĢesini bulmuĢ gibiydi. «Bu karanlıkta Noel Ģenliği filan olamaz. Olsa olsa Azizler Günü kutlanır.» Roy'un ce- STEVEN SPIELBERG vap vermesini beklemeden telefonu kapatmıĢtı Harris. Neary, Earl Johnson'a döndü. «Bu adama da ne oluyor böyle? Gilroy olayında da yalıtıcılarda bir araza olduğu anlaĢılmıĢtı sonradan.» «Ne dediğini iĢittin, Roy,» dedi Earl. «Sana hattı onarmanı söyledi.» «Tamam.» Neary kendi kendine anlaĢılmaz bir Ģeyler mırıldanarak bir süre durdu. Sonra Earl Johnson'a eğilip sır verir gibi, «Söyle Earl, sen bu iĢi bir saatte yapabilir misin?» diye sordu. Ama onun cevabını beklemeden, arabasına bindi, kapısını kapatıp motoru çalıĢtırdı. «Ben mi? Bu iĢi ben; mi yapacağım? Beni kim dinler? Burada yetkili ben değilim. Beyaz bile değilim üstelik. Bu iĢi böyle bırakamazsın, Roy. Seni baĢımıza onlar gönderdi.» «Earl, eğer Ike yanılıyorsa, Tolono'daki bazı adamlarımız ölebilir.» «Eğer yanılmıyorsa da, seni o olmayan tellere ayaklarından asarlar.» Neary arabayı hareket ettirmiĢti. «Tolono hangi yolda?» diye sordu. «AltmıĢ altı numaralı yoldan yetmiĢ numaralı yola mı geçeceğim?» Roy uzaklaĢıyordu. Johnson ne yapacağını bilmez bir halde Neary'nin ardından bağırdı. «O zaman Clncinatl'ye gidersin. YetmiĢ' ten altmıĢ altı'ya geçeceksin.» Neary, Johnson'a el salladı. YetmiĢ'ten altmıĢ altı'ya. Az sonra gece Roy'un arabasını yutmuĢtu. Earl Johnson arabanın arka lambalarının uzaklaĢarak gözden kaybolmasını seyretti. Ġçini çekti derin derin. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Sonra kendisini meraklı gözlerle seyreden adamlara doğru yürümeye baĢladı. Earl ne söyleyeceğini bilmeden adamların önünde durdu. Yeniden derin bir soluk alıp eliyle ilerdeki kuleyi göstererek, «Onarın,» dedi yalnızca. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER YEDİNCİ BÖLÜM Aireast Havayollarının 31 uçuĢ numaralı uçağının tekerlekleri gece saat 11:40'da pistin asfaltına değdi. Ġn-dianapolis Havaalanının uçuĢ kulesi uçağa, pist üzerindeki üç dakikalık taksirut'u için her zamanki talimatını veriyordu. Hava limanının güvenlik polisi terminalin giriĢindeki pist kenarını çevrelemiĢti. Görevlilerin ellerindeki portatif telsiz kutularından gargara yaparmıĢ gibi sesler geliyordu. Hoparlörlerden yankılı bir ses, beyaz Ģeritli yolların yalnızca uçaktan acil olarak indirilecek yolcular için kullanılacağını duyurmaktaydı. Siyah lüks bir Lord LTD gecenin bu geç saatlerinde toplanan kalabalığı hızla yararak hava limanı güvenlik devriyesinin tam yanında durdu. Arabanın lastiklerinden dumanlar yükseliyordu. Bu durumda, arabanın neden olduğu gürültü ve tehlike karĢısında hangi polis olsa hemen ceza yazmak üzere defterine sarılırdı. Ne var ki, bu kez güvenlik görevlilerinden biri arabanın yanına koĢarak arka kapısını açtı. Arabadan üç adam indi. Önemli bir Ģirketin yöneticileri kılığına girmiĢ sporcular mıydı bunlar? Pahalı elbiseleri iri bedenlerinin üze- rinde ütülenmiĢ gibiydi. Adamların ikisinin güneĢ gözlükleri vardı. Üçüncüsünün de kır bıyıkları, kısa, sarı saçlarıyla pek uyuĢmuyordu. Terminalin elektrikli kapılarından koĢarak çıkan dördüncü bir adam yanlarına geldiğinde soluk soluğaydı. «Ġndi!» «Ne zaman?» «Bir dakika önce... Nerede kaldınız? 55A numaralı park yerine doğru ilerliyor.» Dört adam açılmasına yetiĢemedikleri elektrikli kapıları omuzlayarak ana terminale ek olarak yapılmıĢ binaya koĢtular. Yürüyen merdivenin basamaklarını ikiĢer ikiĢer atlayarak yukarı çıkıyorlardı. Üs kata geldiklerinde en öndeki adam bir kadına çarptı. Kadın onların geldiklerini görmemiĢti. Öteki üçü az kalsın blrbirilerlnin üzerine bindireceklerdi. Tatsız bir kazadan kıl payı kurtulmuĢlardı. Öndeki adamın çarptığı kadın da gebeydi galiba. Ayağı kayarak yere düĢmüĢtü. Adam binlerce özür sözcüğü sıralayarak kadının ayağa kalkmasına yardım etti. Bir yandan da kadını bir Ģey olmadığına inandrrmaya çalıĢıyordu. ġaĢkına dönmüĢtü kadın. Aceleyle arkadaĢlarına yetiĢmeye çalıĢan adamın ardından bakakaldı. Adamın boynundaki ince metal bir zincirin ucuna asılı olan plastik kartta gördüğü yüzü anım-samıĢtı. Kadına çarpan adam arkadaĢlarına yetiĢti. Hep birlikte güvenlik önlemi olarak konmuĢ metal detektörlerin önünden geçip görevlilere boyunlarında asılı olan plastik kartları gösterdiler. ġimdi yitirdikleri zamanı kapatmak istercesine uzun koridorda koĢar adım ilerliyorlardı. Koridorun sonunda giriĢ - çıkıĢ kapıları vardı. STEVEN SPIELBERG Grup bu kapılardan çıkacak yerde üzerinde yalnızca küçük bir 6 sayısı olan kapının önünde durdu birden. Vurmaya filan gerek görmeden daldılar içeriye. Birkaç saniye sonra dört adam yanlarında üç havaalanı görevlisi olduğu halde dıĢarı çıkmıĢtı. Görevliler ĢaĢkın görünüyorlardı. Onların da boynunda fotoğrafları bulunan plastik kimlik kartları vardı. Ama hiç de o sporcu görünüĢlü adamlara benzemiyorlardı. Aceleci grup kızgındı ve görevliler ceplerini yoklaya-rak uçuĢ kulesinin giriĢindeki kapının anahtarını ararlarken kızgınlıkları giderek artıyordu. *** Bir 727 olan Aireast Havayollarının 31 uçuĢ numaralı uçağı pist trafiği yüzünden otuz saniye duraklamak zorunda kalmıĢtı. ġimdi 55A numaralı park yerine doğru ilerliyordu. Uçak birden fren yaparak durmadan önce, öne doğru bir kez silkelendi. Sonra ön tekerlek hızla sağ tarafa doğru dönmeye baĢladı. Uçağa yol gösteren yer görevlisi ıĢıklı iĢaret sopalarını baĢının tam üstüne kaldırmıĢtı. DonmuĢ gibi bir süre o konumda kaldı. Ama dev jet dönmeye devam ediyordu. Görevli kaygıyla iĢaret sopalarını salladı. «Hey buraya! Buraya!» Yer görevlisi çaresizlikle iĢaret sopalarını indirdi, pistin kenarında bekleĢenjere doğru omuzlarını kaldırdı. ġimdi herkesin gözü uçuĢ kulesindeydi. Herhangi bir iĢaret bekliyorlardı. O sırada alanın baĢka bir yerine Lacombe'un uçağı inmek üzereydi. UçuĢ kulesiyle havaalanındaki bu garip karıĢıklıktan tümüyle habersiz, ama yine de o olağanüstü ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER olayların baĢ sorumlusuydu Lacombe. Askeri jet ana pisti geçerek az kullanılan özel bir park yerine gelip siyah bir Cadillac'ın yanında durdu. Jet motorları ıslıklar çalarak durunca, ön kapı açıldı, ince yapılı Fransız hızlı ama telaĢsız adımlarla merdivenleri inip Cadıllac'a doğru yürüdü. Az sonra Lacombe arabanın arka koltuğuna kurulmuĢtu. Önde asker üniforması giymiĢ sürücü ve sivil kıyafetli bir adam oturuyordu. Lacombe ağırbaĢlı ve kontrollü tavrıyla yolculuğu ve benzeri konularla ilgili ön konuĢmaları bir yana bırakarak doğrudan sordu. «Hazırlar mı?» «Evet, efendim,» diye cevap verdi sivil elbiseli adam. ġoför arabayı yolcu terminalinin az ötesindeki bagajların toplandığı binaya doğru sürdü. Burada farları sönük, motorları çalıĢır durumda park etmiĢ dört araba vardı. Cadillac önlerinde durunca, arabalarda birinim kapısı açıldı, içinden genç bir adam çıktı. Hızlı adımlarla Cadillac'a yaklaĢıp sürücünün yanındaki pencereden ba Ģını uzatarak, «Mösyö Lacombe?» diye sordu. Laughlin' di bu. 31 Aireast'in içindeki yolcular artık Ģikâyet edemeyecek kadar bitkindiler. Bir yandan da bu uzun yolculuğun sonuna gelmiĢ ve nihayet Indianapolis'e varmıĢ oldukları için rahatlamıĢlardı. Yorgun gözlerle hostesin ön kapıyı açısını izliyorlardı. Altı iri yarı adam uçağa yanaĢtırılan merdivenden çıkarak içeriye girdi. Adamlardan takım elbise giymiĢ olan ikisinin uçağa girmesiyle pilot kabinine dalması bir olmuĢtu. DeğiĢik renk STEVEN SPIELBERG pantolon ve ceket giymiĢ öteki dördü, açık kapının tam ağzında, sanki çıkıĢı engellermiĢ gibi duruyordu. Kravatlarının üzerinden sarkan plastik kimlik kartları vardı. ġimdi kırk yolcunun gördükleri karĢısında merakları yorgunluklarını bastırmıĢtı. Pilot kabinine giren takım elbiseli iki adamın eĢliğinde birinci ve ikinci pilot, telsizci, uçuĢ mühendisi uçağı terk ediyorlardı. Pencerelere üĢüĢen yolcular uçuĢ ekibinin pistte beklemekte olan iki arabaya binerek uzaklaĢmasını hayretle seyrettiler. Öteki dört adam merdivenden çıkarak uçağa girdi yeniden. Adamlardan ikisi koltukların arasından arkaya doğru yürüyerek yolculara küçük kurĢun kalemler ve IBM kartları dağıtmaya baĢlamıĢtı. Biri de hostesten bir mikrofon istedi. Hostes mikrofonu getirip ona uzattı. Adam mikrofonun konuĢma düğmesine basarak tam bir halkla iliĢkiler görevlisine özgü yapmacık dostça tavrıyla konuĢmaya baĢladı. «Sayın yolcular, ben Jack DeForest, Hava Kuvvetleri AraĢtırma ve GeliĢtirme Bölümü adına, b u beklenmeyen gecikmeden dolayı özür diliyorum. Umarız, bu rötar özel programlarınızı çok aksatmamıĢtır. Hepinizin elden geldiğince çabuk yolunuza devam etmenizi gerçekten istiyo ruz.» KonuĢmasına bir an ara verip sözlerinin etkisini ölçmeye çalıĢtı. Kimsenin sesi çıkmıyordu. «Hiç kimsenin hatası değil bu,» diye konuĢmasını sürdürdü Jack DeForest. «UçuĢ sırasında, politunuzun ve Aireast Havayollarının bilmediği bir hava koridorundan geçti uçağınız. Bu alan Hükümet ve Hava Kuvvetlerinin özel deney bölgesidir.» Yolcular arasından mırıldanmalar yükseldi. Bazıları, «Ben tahmin etmiĢtim zaten,» gibi laflar ediyordu. Jack DeForest yine yalnızca karĢısındakileri düĢünen ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER bir görevli tavrıyla, «Sizi daha fazla burada tutmak istemiyoruz, inanın,» diye ekledi. «Sayın yolculardan yanlarındaki fotoğraf makinelerini, banyo edilmiĢ ya da edilmemiĢ tüm filmlerini, ses alma aygıtlarını ve benzeri eĢyalarını bize teslim etmelerini rica ediyoruz...» ĠĢte bu kez sözleri yolcularda ani tepkiler uyandırmıĢtı. Kızgın kızgın söyleniyorlardı. DeForest elini havaya kaldırmıĢ, onları susturmaya ve dikkatlerini yeniden üzerine çekmeye çalıĢıyordu ama hostesten baĢka gören yoktu onu. «Bunları geçici olarak alıyoruz kuĢkusu,» dedi Jack DeForest. «En geç iki haftaya kadar tekrar elinizde ola-, cak. Söz veriyoruz. ġimdi ellerinizdekl kartlara isim, adres ve Hava Kuvvetlerine verdiğiniz eĢyanın cinsini yazıp bize verin. Bunları geri alacağınızdan da emin olun, lütfen.» Jack DeForest yolcuları, yakınmalarının sona ermesi için kendi hallerine bıraktı. O sırada Lacombe uçağa girdi. Tam arkasında da Laughlin vardı. Yolcuların söylene söylene IBM kartlarını doldurmalarını seyrediyorlardı. Locombe, Laughlin'e dönerek Fransızca bir Ģeyler fısıldadı. Laughlin, «Bay DeForest,» diye söze baĢlayınca, yolcular gözucuyla onları izlemeye baĢladılar. «Uçak personeline söyleyin, uçuĢ raporunu tam olarak istiyoruz. Bir Ģey daha var...» «Evet?» «Uçak temizlenmesin.» Laughlin bu sözleri düĢünmeden Ġngilizceye çevirmiĢti. Ama yolcuların giderek arta n endiĢe ve korkularını fark edince, bunu uçuĢ ekibiyle özel olarak konuĢmanın daha doğru olduğu kanısına vardı. STEVEN SPIELBERG Bir uçakta hiç kimsenin görmek istemediği bir ifade belirmiĢti yolcuların yüzünde. Uçağın temizlenmemesi konusu birtakım kuĢkulara yol açmıĢtı. Kötü bir andı. Kimseden ses çıkmadı. Belki çok yorgundular. Belki de neler döndüğünü gerçekten bilmek istemiyorlardı. O gün olanlar yetmiĢti onlara anlaĢılan. Lacombe, Laughlin, DeForest ve öteki görevliler hiç olmazsa iki, üç yolcunun ertesi gün olayı basına yansıtacağını biliyorlardı. Ancak bu tür, yalnızca gözleme dayanan haberlerin de önemli dergi ve gazetelerde yer almayacağından emindiler. Yine de hepsinin bildiği bir Ģey vardı: Bu gece olanların önüne geçmenin, onları durdurmanın hiçbir yolu yoktu. Ve sadece bir baĢlangıçtı bu. SEKİZİNCİ BÖLÜM Roy arabadaki telsiz telefon bağlantısını kesti. Ike Harris'in onu aramasını Ġstemiyordu. Tolono'ya doğru karanlıkta yol alırken, hendeklerden yükselen sise karĢın, gökyüzünü bir yorgan gibi kaplayan yıldızları görebiliyordu. Sakin bir ilkbahar gecesiydi. Farları alçaktan kalan siste kayboluyordu. Neary yalnız sayılmazdı. Polis radyosu ona eĢlik etmekteydi. «U-5. Memur Longly konuĢuyor. Tamam.» «Evet, devam et.» «Cornbread Yolu 10-75 ile Middletown Pike'a gidiyorum. Sokak ıĢıklarında bir gariplik olduğu rapor edildi. Halk cumartesi gecesiymiĢ gibi sokaklara dökülmüĢ... Ama pijamalarıyla...» diye Longly polis radyosunda gözlemlerini anlatmayı sürdürüyordu. Neary'nın arka camında bir çift parlak ıĢık belirdi. Önündeki haritayla meĢgul olduğundan, otomatik olarak yan pencereden kolunu uzatıp 'geç' iĢareti verdi. Araba yanından geçerken, biri bağırdı. «Yolun tam ortasından gidiyorsun, sersem herif!» STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Neary direksiyonun üzerine serdiği haritada Cornbread ile Middletown'un yerini buldu. Sonra gaza basarak hızlanınca, tekerlekler asfaltta acı acı öttü. Kasabaya girdikten beĢ dakika sonra Neary yolu kaybettiğini anlamıĢtı. Ne yapması gerektiğini düĢünerek arabasını yiyecek satan bir dizi karanlık dükkânın önüne çekti. Evlerinden çıkan halk park yerlerini istilâ etmiĢti. Neary' nin üzerinde elektrik Ģirketinin, amblemi yazılı arabasını gören bir grup ellerinde fenerleriyle yaklaĢtı. «IĢıklar söndükten sonra hiç yandığı oldu mu?» diye sordu Neary. «Sen mi bize soruyorsun?» diye terslendi saçları bi-gudili, önlüklü bir kadın. «Bu senin iĢin değil mi?» «Sokak ıĢıklarını soruyorum. Söndükten sonra hiç yandığı oldu mu? Hani bazen yanar söner de...» Çok bilmiĢ tavırlı bir çocuk el fenerini Roy'un tam yüzüne tuttu. Elindeki feneri yakıp söndürerek, «Böyle mi?» diye sordu. IĢık Neary'nln gözlerini almıĢtı. «Evet, böyle.» «Hayır,» dedi çocuk muzipçe gülerek. Neary Bayan Bigudi'ye sordu. «Burası neresi? Tolo-no mu?» O sırada polis radyosundan Memur Longly'nin sesi duyuldu. «Burada ıĢıklar yanıyor. Bu sokak lambaları... sanırım cıva buharlı. Ama sabit yanmıyorlar. Rüzgârda dönüyorlar sanki. AĢağı yukarı hareket ediyorlar. Bazen de biraz yana doğru kayıyorlar...» «Olur Ģey değil,» diye mırıldandı Neary. «Longly, bize bulunduğun yeri söyle.» KarĢı taraftaki polisin sesinden canının sıkıldığı belliydi. Neary pencereden uzanarak, «Bana da bulunduğum yeri söyleyin,» dedi. Longly bulunduğu yeri bildiriyordu. «Ingelside Ġlkoku-lu'nu geçin, kuzeydoğu yönünde ilerleyin...» Neary yine pencereden uzanarak, «Ingelside Ġlkokulu nerede? Hey, söyleyecek kimse yok mu?» diye telaĢla bağırdı. «Kolay orası,» diye karĢılık verdi bir adam. Elinde bir tüfek tutuyordu. «YetmiĢ numaralı yola geri dön, sonra...» «Hayır, bir saniye bekleyin,» dedi Longly. «Daytona' ya doğru kuzeybatı yönünde gidin.» «Daytona nerede? Çabuk söyleyin!» diye Neary tüfekli adama bağırdı. «Orası daha da kolay.» Adam da heyecanlanmıĢtı. «Buranın güneyinde kalan herhangi bir yola gir. Çiftliklere gelinceye kadar durma. Sonra üzerinde 'GeliĢmemizi BağıĢla Tanrım' yazılı bir tabela göreceksin...» Neary arabayı geri vitese takıp arka arka giderken adam anlatmasını sürdürüyordu. BeĢ dakika sonra Neary yeniden yolunu kaybetmiĢti. Kırsal kesimdeki bir yoldaydı ve daha da yoğunlaĢan o uğursuz sis çevresini sarmıĢtı. Tekerlek izleri bulunan bir kavĢağa gelince durdu. Seyyar projektörünü yol levhasına tuttu. Allah kahretsin! Tekrar haritaya baktı. Tanrı belasını versin! Geri geri giderek arabayı yolun kenarına çekti. Bu arada iki çukura da girip çıkmıĢtı. Motoru durdurup haritayı direksiyonun üzerine serdi, arabanın içindeki ıĢığı en parlak durumuna getirdi. Neary arka pencereden gelen ıĢ ıklardan bir aracın yaklaĢmakta olduğunu anladı. IĢıklar tam arkasında durdu. Arabanın dikiz ve yan aynalarından yansıyordu ıĢık. Önündeki haritanın mikroskobik yazılarıyla uğraĢan Neary, ıĢıklara sinirlenerek baĢını kaldırmadan ko- STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER lunu pencereden uzatıp arkadaki araca geçmesini iĢaret etti. Bir an için hiçbir Ģey olmadı. Bir kamyonun uzun farlarını andıran ıĢık Ģimdi Neary'nin gözlerine giriyordu. Weary sabırsızca 'geç' iĢareti verdi yeniden. Hiç ses çıkarmadan yavaĢça hareket etti ıĢıklar. 'Geç' iĢaretine uyar gibiydiler. Sonra... sonra gökyüzüne doğru uzaklaĢıp gözden kayboldular. Arkalarında yalnızca karanlık kalmıĢtı. Roy Neary haritayla meĢgul olduğundan bunu görmedi. Bilinçaltı o parlak ıĢıkların artık kendisini rahatsız etmediğini belli belirsiz kaydetmiĢti. Ancak bilincine yansıyan duyduğu o garip ses oldu. Teneke tıkırtısı gibi bir sesti bu. BaĢını kaldırıp çevresine bakındı, sonra projektörünü yol levhasına tuttu. Yol levhası o denli titriyordu ki, harfler çoğalıp birbirine karıĢıyordu. Neary farkında olmadan bir 'uh' sesi çıkararak yeniden levhaya baktı. Sonra arabanın içindeki ampul, kontrol tablosunun ön farların ıĢıkları zayıflayarak amber rengine dönüĢtü ve birden hepsi sönüverdi. Ansızın çevresindeki bir dönümlük alan sessiz bir ıĢık patlamasına uğradı. Aklın alamayacağı kadar parlaktı bu ıĢık. Her taraf birden gündüz gibi olmuĢtu. Neary açık yan pencereden dıĢarıya bakmaya çalıĢtı ama ıĢık o denli parlaktı ki, baĢını hemen içeriye çekmek zorunda kaldı. Birden bir yanma hissetti yüzünde; pencere tarafında kalan yanağı karıncalanıyordu. Neary telsiz telefonun bağlantısını taktı ama aygıt çalıĢmıyordu. Polis radyosu, da susmuĢtu. Neary Ģimdi kımıldanamayacak kadar büyük bir dehĢet içindeydi. Yalnızca gözleri hareket ediyordu. Elleriyle gözlerini kapatarak torpito gözünden güneĢ gözlüklerini alıp takmayı baĢardı. Ancak gözlüklerin Ģakaklarında yot levhası gibi titrediğini farketti korkuyla ürpererek. O anda torpito gözünün kapağı kendi kendine açıldı. Takırtılar çıkararak titriyordu. Birden madeni her Ģey birbirine yapıĢmaya baĢladı. Bir ataĢ kutusu torpito gözünden düĢerek açılınca, bütün ataĢlar Neary'nin baĢının etrafından uçuĢarak arabanın tavanına yapıĢtı. GüneĢ gözlükleri de ısınmıĢ, Neary'nin derisini yakıyordu. Gözlükleri çıkarıp yan koltuğa bırakmak istedi.. Ama gözlükler havalanarak tavana yapıĢtı. Neary yakıcı ıĢığa karĢı gözlerini kapattı. Kül tablası arabanın dıĢından gelen bir hava akımı emmiĢ gibi kendi kendine boĢaldı ve... Birden kızgın ıĢık kayboldu. AtaĢlar tavandan Roy'un baĢına yağmaya baĢladılar. TitreĢimler de durmuĢtu. Neary bir an gökyüzüne, yıldızlara baktı. O anda sanki dev bir tepsi kayar gibi gökyüzüne yükseldi. Kenarlarda kalanlar dıĢında tüm yıldızları örttü. Oval biçimde karanlık bir yuvarlak oluĢmuĢtu gökyüzünün ortasında. O dev tepsi yeniden kayarak uzaklaĢınca, yıldızlar görünmeye baĢla dılar. Uzaklardan duyulan bir tıkırtı Neary'nin baĢını pencereden içeri sokup arkasına dönmesine neden oldu. Birden arabanın ıĢığı, farlar ve projektörün ıĢığı geri gelmiĢti. Yolun sonunda dört yol ağzını gösteren levha duruyordu. ĠĢaretler o denil Ģiddetle titriyordu ki, çevrelerindeki metal çerçevenin uçları kıvrılmıĢtı. Bir an için ortalık o yakıcı ıĢıkla aydınlandı. Ama ancak bir saniye kadar sürmüĢtü. Sonra titreĢimler de durdu. ġimdi her Ģey çok sakindi. Polis radyosu bîrden çalıĢmaya baĢlayınca, Neary korkuyla bir çığlık attı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG Radyodan ĢimĢek çaktığı zaman duyulan parazite benzer sesler geliyor, Roy konuĢulanları tam anlayamı-yordu. «Ben de bilmiyorum. Sana soruyorum. Bu gece dolunay mı?» diye polisin biri sordu. «Hayır,» dedi karĢı taraftaki. «Ayın on üçünde dolunay.» «Haydi canım. Yanımdaki arkadaĢımla Signal Tepesinden gördük onu. Herkes çığlık çıglığaydı. Hiç kuĢkusuz o ay...» KonuĢma parazitle kesildi. «Dur bir saniye. Tamam. ġimdi hareket ediyor. Batıdan doğuya doğru.» «Tolono polisi konuĢuyor,» diye araya yeni bir ses girdi. «Onu biz de seyrediyoruz. Hiç kuĢkusuz aydır bu. Ancak hareket etmiyor. Hareket eden arkasındaki bulutlar. Onlar ayı hareket ediyormuĢ gibi gösteriyor.» «Siz nerede astronomi okudunuz, Tolono?» Roy araya giren sesi tanıdı. Longly konuĢuyordu. «Bulutların ayın arkasında hareket ettiği duyulmuĢ Ģey mi?» «Yerinizi bildirin,» diye merkez sordu. «Telemar Ekspres Yolundan Ģimdi ayrıldık. Güneye, Harper Vadisine doğru gidiyoruz.» «Oh Tanrım!» dedi Roy Neary. «Orasını biliyorum.» Neary uzun ve karanlık bir tünele girerken, yüzünün yanında yine o karıncalanmayı hissetti. Ve orada, yolun kenarında ne denli korkmuĢ olduğunu anımsadı. ġimdi onu böylesine korkutan Ģeyin ardından gidiyordu. Aslında geri dönmeli ve Earl'le öteki adamların yanına gitmeliydi. Ancak Ģimdi Neary korkudan çok heyecan hissediyordu. Çocukluğuna geri dönmüĢtü sanki. Artık duramazdı. Geç kalmıĢtı. Çok eğleniyordu. Polis de. «IĢıklarını görüyorum, Charlie! Yakalayacağım onları!» «Değeri neyse onu alırsın. Bunlar Detroit'te imal edilmiyor.» KonuĢan Longly'ydi. «ġimdi yavaĢlıyor. Neden yavaĢladıklarını bilmiyorum, ama yaklaĢıyoruz. Üç yüz metre var.» «Yakalayabilir misin?» «Sanmıyorum. Ġki yüz metre kaldı. Bu av benim. Acele etmemeliyiz, diye düĢünüyorum.» «Bütün S-dönüĢlerini, bütün yolları izliyor.» «Radar saatte elli kilometre hızla gittiklerim kaydetti.» «Allah kahretsin. Geçtikleri yer okul bölgesi.» «Trafik ıĢıklarına bak. Tam yol ağzına geldiklerinde yeĢil yandı.» Bir sürü parazit... «Evet efendim... Dosdoğru doğuya, Harper Vadisine gidiyorlar.» Neary tünelden çıkmıĢtı. Saatte yüz elli kilometre hızla bir dönemeci alınca araba savruldu. Neary güçlükle direksiyona hâkim olarak dönemecin korkuluk demirine bindirmekten kıl payı kurtuldu. Sonra iki anayolu ayıran hendeğe de dalmaktan kurtulup arabayı toparladı. Az sonra bir tabela çarptı gözüne. DOĞU HARPER VADĠSĠ ÇIKIġI — 4 KĠLOMETRE yazıyordu üzerinde. Neary ayağını* gazdan çekerek yavaĢladı. Uzaktan Harper Vadisinin çıkıĢı görünmüĢtü. Neary frene basıp iyice yavaĢlayarak ç ıkıĢ yoluna girdi. Yol ilerde ikiye ayrılıyordu. Hangisine sapacağını düĢünürken ilerde bir Ģey görür gibi oldu. Bir çocuk! Neary hemen fren yaptı. O anda da bir kadın koĢarak yola çıktı ve çocuğu yakaladı. ġimdi tekerlekler çılgınca kayıyor, Roy direksiyonla beceileĢiyordu. Çocukla STEVEN SPIELBERG kadın yoiun ortasında donup kalmıĢ, kendilerine her art yaklaĢan farlara bakıyorlardı. Doğru tekerleklerin altına gireceklerdi. Neary direksiyonu olanca gücüyle sola kırdı. Kadınla çocuğa değecek kadar yakından geçmiĢti. Araba yolun kenarındaki bir çite girdi ve durmadan önce çiti de beraberinde sürükledi. Uzunca bir süre kendi soluğunun dıĢında her Ģey susmuĢtu Neary için. Motoru durdurdu. Kol kasları titriyordu. Kapıyı açmak için üç hamle yapması gerekti. Sonunda uzun otların içinden geçerek yolun «ortasına çıktı. Kadın çocuğa sarılmıĢ, görmeyen gözlerle Neary'e bakıyordu. Üzerlerine doğru gelen farların ıĢığından korumak istermiĢ gibi çocuğun gözlerini elleriyle kapatmıĢtı. «Hanım,» diye baĢladı Roy. «Çocuğunuzu böyle yolun ortasına...» Jillian Guiler birden patladı. «Saatlerdir onu arıyor dum. Evden çıkıp gitmiĢ... Saatlerce aradım. ĠĢte öyle •kaçıp gitmiĢ... Saatler, saatler boyu onu...» «Anladım,» dedi Roy. «özür dilerim ben...» «Çok tehlikeli bir dönemeçtir bu,» dedi bir ses Neary' nin arkasından. Neary arkasını dönünce eski bir kamyonetin içindeki yaĢlı çiftçiyle ailesini gördü. Ġki oğlu ve karısının ellerinde dürbünler, küçük bir oğlan çocuğunun kucağında da oyuncak bir teleskop vardı. «Tıpkı kasabaya bir sirkin geliĢi gibi,» dedi yaĢlı çiftçi elindeki ĢiĢeden bir yudum alarak. «Gece geliyoriar... Kasaba halkını rahatsız etmemek için gece geç vakit gediyorlar...» Ani bir rüzgâr Jillian'ın saçlarını arkaya doğru uçur- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER du. Roy da kendi saçlarının aynı yöne doğru uçuĢtuğunu; hissetmiĢti. Yüzünü çite çevirdi; Ģimdi rüzgâr çitte ıslıklar çalıyordu. Ġlerde, çite takılı duran arabadan polis radyosunun, konuĢmaları iĢitildi. «Onlara yetiĢebilir misin?» «...Belki yeniden arayı kapatabilirim.» «Yolu izledikleri sürece...» «Burası Randolph kesimi. Acil yayın dalgasından sizi; dinliyorduk. Neler oluyor orada?» Neary yolun Mersinden bir Ģeylerin gelmekte olduğunu gördü. Alçaktan uçan bir kuĢ sürüĢüydü bunlar. Bir Ģeyden kaçıyorlardı sanki. Ufukta parlayan bir Ģeyden... O sırada kulaklarını kısmıĢ bir tavĢan sürüsü koĢarak yanlarından geçti. «ĠĢte yine geldiler,» dedi yaĢlı çiftçi.>> Neary hızla dönerek yolun sonuna baktı. «Tanrım,» diye mırıldandı kendi kendine. «Güzel Tanrım...» Ciğerlerinden soluğu emilmiĢti sanki. Derinden geleno gümbürtü göğüs boĢluğunu doldurmuĢ, güm güm atıyordu. Ansızın tüm gürültü salt sessizliğe dönüĢmüĢtü. Hiç ses çıkarmadan ve son hızla bir Ģey yaklaĢıp geçti üzerlerinden. Tıpkı gece saat ikide doğan bir güneĢ gibi doğudan batıya doğru uçmuĢtu. Roy düĢünmeden bir eliyle yüzünü kapamıĢ, öteki eliyle de kadınla çocuğu yakalamıĢtı. Jillian yüzünde ve boynunda önce bir yanma, sonra da karıncalanma hissetti. Yaz gurubu gibi parlak, çeĢitli renkler saçan o ıĢıltı üzerinden geçtiğinde, üçü birbirine sarılmıĢ duruyordu. Renk ıĢıltılarından oluĢmuĢ küremsi cisim yolun sonuna doğru yavaĢlamıĢtı. IĢıktan parmaklarını uzatıp al- STEVEN SPIELBERG tındakı yola dokunuyordu. Derken ikinci bir cisim daha yaklaĢıp üzerlerinden geçti. Neary bunu Aleaddin'in Sihirli Lambasına benzetmiĢti. Çünkü çeĢitli renklerden oluĢmuĢ ıĢık mozaikinden -çıkan her ıĢın birleĢip uğursuz bir yüzü biçimlendiriyordu hayal meyal. Ama cisimler durmadan biçim ve renk değiĢtiriyor, bunu insan beyninin algılayamayacağı bir hızla yapıyorlardı. Ġki cisim yan yana alçalıp yolu paralel olarak izlediler. Dönemeçte, sanki bir otomobilin stop lambaları gibi, hepten kırmızıya dönüĢerek üç kez yanıp söndükten sonra gözden kayboldular. Neary'yle Jillian'ın gördükleri karĢısında korkudan solukları tutulurken, küçük Barry sevinçle zıplıyor, «Ne güzel! Ne güzel!» diye bağırıyordu gülerek. Kamyonetin içinde oturan yaĢlı çiftçi yerinden kıpırdamadan, olağan bir tavırla, «Tabii,» dedi. «Ayın çevresinde istedikleri kadar tur atabilirler ama bu dağyolunda bizim trafik kurallarımıza uymak zorundalar.» Bu sözler Jillian'la Neary'nin tahammüllerinin ötesindeydi artık. BakıĢları kilitlenmiĢti ama düĢünemiyor, konuĢamıyorlardı. Neary bir Ģey söylemek, bir ses çıkarmak istermiĢ gibi yutkundu. Yoldan bir Ģey daha geliyordu. Ani bir hamleyle Jillian, Barry ve kendisini yolun kenarına attı. Tam zamanında hareket etmiĢti. Çünkü saatte yüz seksen kilometre hızla giden iki polis arabası yanlarından uçarcasına geçip gitti. Neary arabasına doğru yürümeye baĢladı. «Buralardan ayrılma,» dedi yaĢlı çiftçi Neary'ye. «Bir saat önce görmeliydin cümbüĢü sen asıl.» «KoĢun, koĢun, belki yakalarsınız,» diyerek gülümsedi ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Neary yanından baĢka bir polis otomobili geçerken. YaĢlı çiftçi de polis arabasının arkasından, «SarhoĢum ama onlar: izleyecek kadar değil.» diye bağırdı. Bary yine gülüyordu. Neary arabasına bindi. Arka arka giderek arabayı çitten ve uzun otlardan kurtarmaya çalıĢtı. Önceleri tekerlekler boĢa dönüyordu. Sonra yavaĢ yavaĢ araba çitten kurtularak yola çıktı. «Neredeyiz?» diye Neary, Jilllan'a sordu. «Harper Vadisinde.» Neary arabayı ilerletti. «Yalnızca oyun oynuyorlar,» diyordu Barry, annesinin eteğini çekiĢtirerek. «Ne dedin Barry?» «Çok güzel oyun oynuyorlar.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER DOKUZUNCU BÖLÜM Gaz pedalı yere yapıĢmıĢtı. Neary kamburunu çıkararak ön cama doğru eğilmiĢ, yolun dönemeçlerini ve ilerde, yukardaki kırmızı parıltıları izliyordu. Dağyoluna girerken polis radyosunda konuĢmalar baĢladı. Ama honüz görünürlerde polis arabaları yoktu. «Onlara yaklaĢıyorum, Rob!». ġimdi Neary'nin baĢı neredeyse ön cama değecekti. Biran geri çekilip hız göstergesine baktı: 180... 185... 190 kilometre. «... ilerde Ohlo'ya giriĢ turnikeleri var...» Neary uzaktan en arkadaki devriye arabasının kırmızı ve sarı ıĢıklarını görebiliyordu. Arabalar uzun dönemeçleri alırlarken Neary biraz hız kesti. Ġzlediği parlak ıĢıklar hâlâ ondan çok uzaktaydı ve sanki yerçekimi yokmuĢçasına kayarak ilerliyorlardı. Ġlerdeki turnike kulübeleri terkedilmiĢ gibi göründü Neary'ye. Elektriklerin kesilmesi nedeniyle onların da neon lambalarının mavi ıĢığı sönmüĢtü. Gecenin bu saatinde Indiana'yla Ohio arasında pek trafik yoktu. Turnike kulübelerinin birinde nöbetçi taburesinde uyukluyordu. Daire biçimindeki iki parlak kırmızı ıĢık ya- vaĢça turnikenin üzerinden geçti. ĠĢte o zaman da kıyametler koptu. Otomatik alarm harekete geçerek kırmızı ıĢıklar yanıp sönmeye baĢladı. Sirenlerin sesi sessizliği yırtıyordu. Uyuklayan nöbetçi birden uyanıvermiĢti. Serserinin biri para ödemeden turnikeden geçeceğini sanmıĢtı anlaĢılan. Göz açıp kapayıncaya dek polis arabaları ye tiĢti. Öndeki araba turnikeden yıldırım hızıyla geçip gitti. Arkasındakinin sirenleri ve tepesindeki trafik ıĢığı çılgın ca çalıĢıyordu. Üçüncünüyse Neary yakından izlemekteydi. «Arayı kapatıyorum,» diye konuĢtu polisin biri. «Çok hızlı gidiyor. Yola yapıĢmıĢ sanki!» Önlerinde keskin bir dönemeç vardı. Kovalanan aracın ıĢıkları ilk kez yoldan ayrılarak yükseldi ve yol korkuluğunun üzerinden havalanarak uçup gitti. Az sonra bu ıĢıkları izleyen en öndeki polis arabası da yol korkuluğunun üzerinden havalanarak uçtu. En az saatte yüz seksen kilometre hızla giden araba Ohio uzayında bir takla attıktan sonra bir mısır tarlasının ortasına düĢüverdi. Tekerleklerle kapıları yerlerinden fırlamıĢtı. «DeWitt! Ne oldu? DeWitt! Nasılsın?» diye biri bağırıyordu radyoda. Ġkinci poiis arabası kulak tırmalayan ani bir fren yapınca birden yalpaladı ama devrilmekten kurtulmuĢtu. Roy arabadan fırlayan iki polisin korkuluğu atlayarak tersyüz olmuĢ arabaya doğru koĢtuklarını gördü. Neary'nin izlediği üçüncü polis arabası da durmuĢtu. Öteki polisler de korkuluğun öte yanına geçtiler. Neary gökyüzüne bakıyordu. Parlak ıĢık küreleri yükselerek bir bulut kümeside girmiĢti. Bir an bulut kümeleri alev almıĢ gibi aydınlandı, sonra giderek sönükleĢti. Doğal gece geri gelmiĢti. STEVEN SPIELBERG Neary geri dönerek Indiana yolunu tuttu. Yolun iki yanındaki turnikelerin fioresan lambaları göz kırpar gibi yanıp sönüyorlardı. IĢıklar gelmiĢti anlaĢılan. Roy ufukta ıĢıktan bir gergef gördü. O uzak kent yeniden geliyordu. Ama nereye? Tolono'ya? Harper Vadisine? ** Devriye Roger DeWitt'in durumu parçalanan arabasından kat kat daha iyi sayılırdı. Kırık bir burun, pek çok yara bere ve birkaç burkulmayla kolay sıyırmıĢtı paçayı. Ertesi gün karakola geldiğinde, belki bir saat her önüne gelene dün gece olanları anlatmıĢ, 'Tanrının Gerçeği'ni gördüğünü söylemiĢti. ġimdi de YüzbaĢı Rasmussen'in odasında olanları sözlü olarak rapor etmekteydi. O sıra da Devlet Dağyolu Devriye Karakolunda Roy Neary ile öteki polisler, olağanüstü gecenin raporunu hazırlıyorlardı. Öğleden sonra saat üç buçuk olmuĢtu. Neary'nin yorgunluktan gözleri kapanıyordu. Ġnsan vücudunda ne çok depo edilmiĢ adrenalin olmalı, diye düĢündü. Canı bir fincan acı kahve istiyordu ama bulanık bir çaya razı oldu. Karakolda yeterince daktilo olmadığından Neary raporunu kurĢun kalemle yazıyordu. Ağrıdan çatlıyordu baĢı da. «Aspirini olan var mı?» diye sordu odadakilere. Hiç kimse ona aldırmadı. «Eğer Longly benimle olmasaydı,» diyordu polislerden biri arkadaĢına. «Dosdoğru bir psikiyatri uzmanına giderdim.» Longly sırıtarak, «Bu raporu dosyalamak değil, yayınlamak isterim» dedi. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Tam o sırada odanın karĢısındaki kapı yıldırım hızıyla açıldı ve DeWitt topallayarak yüzbaĢının odasından çıktı. Ardından da kapıyı kapatmak istedi, ama yüzbaĢı onu iterek dıĢarı fırlamıĢtı. «Ġnsan sağduyusuna bir hakarettir bu!» YüzbaĢı odadaki herkese hitap ediyordu. «Sıradan insanlar polisten bu tür garip raporlar istemezler!» «Ama benimkisi Tanrı'nın Gerçeği,» diye kendini savunmaya çalıĢtı DeWitt. «Bu olay hakkında basına tek Ģey sızmasını istemiyorum.» Rasmussen daktilolarının gerisine büzülmüĢ olan Longly ve öteki polislere baktı. «AnlaĢıldı mı?» Herkesi tek tek süzerek, «Eğer 'Uzay Yolu' raporunuzu bitirirseniz, ba na getirin hemen!» dedi. YüzbaĢının kapısı hı/la kapanınca, odaya ölüm sessizliği çöktü. «Acaba arabanın gelecek hafta taksiye çıkarılacağına mı kızdı dersin?» diye polislerden biri DeWitt'e takıldı. Ama DeWitt'in Ģakadan anlayacak hali yoktu hiç. ġaĢkın olduğu kadar hakarete uğramıĢ gibiydi. «Tanrım» diye mırıldandı. «Ona her Ģeyi anlattım. Hiçbir Ģey saklamadım. Yıldırım hızıyla geçen yıldızlar... O ıĢıklar... Onları ben uydurmadım ki... Sonra kalkmıĢ bana... Ģey... veriyor...» «Ne veriyor?» «Ġki haftalık görevden uzaklaĢtırma cezası.» «Nee?» Odadaki tüm polisler iĢlerini bırakıp DeWitt'e diktiler gözlerini. DeWitt topallayarak kapıya doğru yürürken, «Ne biçim dünya bu?» diye söylendi. «Birine gerçeği söylüyorsun sonuç olarak bütün gününü televizyon baĢında geçirmek zorunda kalıyorsun.» STEVEN SPIELBERG Roy polislerin daktilolarına döndüklerini ve az önce yazdıklarını okuduklarını gördü. Bazıları göz göze gelince zoraki biçimde birbirilerine gülümsüyorlardı. Sonra birden sanki görünmez bir kuklacının iplerini çektiği kuklalar gibi, beĢ el daktiloların Ģarjörüne uzanarak 'beĢ kâ ğıdı çıkarıp buruĢturarak çöp sepetine attı. «Evet, siz ne istiyorsunuz?» diye polislerden biri Roy'a sordu. Bir yandan da boĢ boĢ bakarak daktiloya yeni bir kâğıt takıyordu. Neary kendine bir yandaĢ bulma umuduyla gözlerini odada dolaĢtırdı. Ve hemen durumu anladı. Ayağa kalkarak karakoldan çıktı. ONUNCU BÖLÜM Nary o gece eve vardığında saat dördü geçmiĢti. Yeni .bir tür enerjiyle dopdolu olarak yatak odalarına giden koridordan geçerken, «Ronnie! Ronnie!» diye bağırıyordu. Kendini kontrol edemez olmuĢtu. Vücudundaki tüm kaslar adrenalinin etkisiyle titreĢim halindeydi. Heyecandan midesi bulanıyordu. Ġkinci sesleniĢi Ronnie'yi yataktan fırlatmıĢtı. «Uyan, sevgilim!» Ronnie'nin mavi gözleri korku dolu, uzun sarı saçları karmakarıĢıktı. «Ne var? Ne oluyor? Çocuklar... yangın mı...?» «Bir Ģey yok. Çocuklar Ġyiler,» diye onu yatıĢtırdı Neary. «Sevgilim, inanmayacaksın ama...» Ronnie soluğunu tutarak fosforlu saate baktı. «Doğrusu beni gecenin bu saatinde uyandırdığına inanamıyorum.» «Neler olduğunu bir bilsen kulaklarına inanamazsın.» «Seni dinlemiyorum,» diye kesin bir ifadeyle konuĢan Ronnie yorganı baĢına çekti. «Tamam, dinlemek zorunda değilsin.» Roy'un solukları, Ronnie'ye küçük Toby'nin tatlıları aç kurt gibi yutu- STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Ģunu anımsattı. «Hiçbir gürültü çıkarmıyorlar. Yalnızca hava akımı ve hafif bir hıĢırtı... Kırmızı... Küçük bir hıĢırtı... Tanrım!» Ronnie bir süre yorganın altından Roy'un çıkardığı hıĢırtılı sesleri dinledikten sonra, «ġirket seni arıyor,» dedi. «Seni bir türlü bulamamıĢlar.» «Tabii bulamazlar, telsiz telefonu kestim.» Ronnie artık iyice uyanmıĢtı. «Roy bunu yapmamalıy dın. Seninle mutlaka konuĢmaları gerekliymiĢ. Her Ģey arapsaçına döndüğü bir zamanda... ġimdi hatırladım. Hemen telefon etmeni istiyorlar.» Anlattıklarının etkisiz kaldığını gören Neary, karısını ellerinden tutup çekerek yataktan çıkarmaya çalıĢtı. «Haydi, çık Ģu yataktan. Üzerine bir Ģeyler giy. Çabuk ol. GüneĢ yıldızları söndürecek!» «Roy! Neden söz ediyorsun sen?» «BoĢver. Kendi gözlerinle görünceye dek hiçbir Ģey söylemeyeceğim. Ronnie, oh Ronnie. Bu öyle önemli ki... Onu seninle birlikte görmem gerekli. Gerçekten Ģimdi sana ihtiyacım var.» Ronnie kocasının yüzünden bütün bunların Ģakayla ilgisi olmadığını anlayınca, hemen tavrını yumuĢattı. «Tamam gelirim ama çocukları yalnız bırakamayız.» «Gocuklar... evet, çocuklar... Gocuklar!» Ronnie ve çocuklar giyinirlerken, Neary de eline geçirdiği fotoğraf makinelerini, dürbünleri, battaniyeleri topluyordu. «Açık hava sinemasına mı gidiyoruz?» diye Brad sordu yarı uykulu. Toby, «Fosforlu boyalarımı çalmıĢtın,» diye hatırladı. «Boyalarını bulacaksın!» Neary çok neĢeliydi. «Hem de renklerin en parlağını. Her yer renk ve ıĢık dolu ola- cak.» Neary herkesi önüne katarak evden çıkarmaya çalıĢıyordu. Mutfağa geldiklerinde, Ronnie buzdolabına doğru yürüdü. Kapağını acık sebze ve meyva çekmecesini çekti. Buzdolabının soluk yeĢil ıĢığı hiç de iĢtah açıcı değildi. «Bu yeĢil ıĢık midemi bulandırıyor,» diye söylendi Toby>> «Üç kilo daha verdikten sonra değiĢtireceğim.» Ron- nie bunu belki yirminci kez söylüyordu. Neary onları evden çıkmaya zorladı yeniden. Kendisi önden, hep birlikte çıktıkları zaman kullandıkları steyĢin-vagona doğru yürüyordu. Neary bir an önce çocukları otomobile sokmaya çalıĢıyordu. «Bu oyun burada bitse iyi olacak,» diye söylendi Ronnie ön kapıya gitmek üzere arabanın çevresini dönerken. «Golf oynayacağımıza söz vermiĢtin,» dedi orta koltukta oturan Toby. Gözleri Ģimdiden kapanmaya baĢlamıĢtı. Sonunda herkes yerine yerleĢti. Ronnie kapısını kapatmamıĢtı, arabanın Ġç ışığı yanıyordu. ĠĢte o anda gördü. Neary'nin yüzünün bir yanı kırmızıydı, hem de iyice «Roy, ne oldu? Yüzün güneşten yanmıĢ.» Neary dikiz aynasında yüzünü inceledi. Gördüğü Ģey yüzünün daha da kızarmasına neden olmuĢtu. «ġu iĢe bak,» diye mırıldandı. «Sanırım gece uyurken tatil yapmıĢım.» «Ama yüzünün yalnızca bir yanı yanmıĢ.» Neary cevap vermedi. Arabayı park yerinden çıkarmakla meĢguldü. Kafası da heyecanının kaynağı olan o yerle... Arabayı hızla sürerek birkaç saat önce gördüğü o ga- STEVEN SPIELBERG rip olayların olduğu yere geldi. Arabayı yolun kenarına çekerek yıkılan çitin önünde durdu. YaĢlı çiftçiyle ailesi gitmiĢti. Durdukları yerde boĢ kutular ve ĢiĢeler vardı. Neary motoru durdurduktan az sonra Ronnie ve çocuklar uyuyakaidılar. Bu uyku senfonisinin arasında Roy gözleri apaçık oturuyordu. Arada bir dıĢarı çıkıp temiz sabah havasını içine çekiyordu. Ve bekliyor... bekliyordu. Ama neyi? O görüntünün yeniden gelmesini bekliyordu. Ne olur yine gel, diye sessizce yalvardı. Bu denli korkunç bir Ģey, nasıl olur da böyle büyüleyici bir hal alabilirdi? Polis radyosu da susmuĢtu Ģimdi. Roy yalnızdı orada. Acaba tek baĢlarına bekleyen insanlardan daha mı çok hoĢlanırlardı? Öylesi daha mı kolaydı? Bir Ģey Ronnie'yi uyandırmıĢtı. Arka koltuğa baktı. Çocuklar birbirlerine sokulmuĢ uyuyorlardı. Roy da arabanın çevresinde sinirli sinirli dolaĢıyor, gözlerini gökyüzünden ayırmıyordu. Ronnie dıĢarı çıkıp kapıyı yavaĢça kapattı, kocasının yanına geldi. «Burada ne iĢimiz var, Roy? Neyi beklediğimizi bana neden söylemiyorsun?» «Gördüğün zaman anlarsın.» Neary'nin öyle kendinden pek emin bir hali yoktu bunları söylerken. «Haydi, Roy,» dedi: Ronnie. «ĠĢte buraya seninle bir- likte geldim. Olanları anlayıĢla karĢılıyorum. ġimdi bana anlat. Gördüğün Ģey neye benziyordu?» Roy bir an durup bekledi, yolu bir aĢağı bir yukarı adımladı, uzunca bir süre gökyüzüne baktıktan sonra, «Bir tür Ģeye... dondurma külahına benziyordu,» dedi. Artık bu kadarı Ronnie için fazlaydı. «Ne renk?» diye sordu masum görünen bir tavırla. Ama Neary onun sözlerini ciddiye alarak, «Turuncu,» diye karĢılık verdi. «Turuncuydu... ve de ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER dondurma külâ- hı gibi değiidi gerçekten... Bir tür midye ya da istiridye gibi... böyle...» Ġki elini bitiĢtirip taklit etmeye çalıĢtı. «Böyle ama daha yuvarlak ve büyük... ve bazen... ġeye benziyor... Ģeye... Hani dün yediğimiz francalalar gibi...» «Pideler gibi mi?» «Hayır, akĢam yemeğinde yediklerimizden değil.» Neary artık karısının onunla alay ettiğini ve sabrının da tükenmekte olduğunu anlamıĢtı ama her ne pahasına olursa olsun anlatmaya çalıĢıyordu inatla. «Sabah kahvaltıda yemiĢtik onlardan. Ne diyordun o francalalara? Hani uçları kıvrıktı.» «Yani ayçöreklerlnl mi söylemek istiyorsun?» diye bağırdı Ronnie. Sözcük bulmacası oynayan bir çocukla konuĢur gibiydi. «Tamam!» dedi Roy. Tüm benliğini heyecan sarmıĢtı yine. «Ayçörekleri, evet ama ıĢık saçan ayçörekleri...» Artık Ronnie'nin sabrı Ġyiden Ġyiye tükenmiĢti. Pazar çantasından bir havuç alıp hırsla yemeye baĢladı. Neary ondan uzaklaĢarak az ötede bir kayanın üzerine oturup gözlerini de gökyüzüne dikti. Ronnie kaygıyla kocasını seyrediyordu. Roy'un olağanüstü bir Ģeyler yaĢadığı kuĢkusuzdu. Onun anlayamadığı, belki de hiç anlayamayacağı bir Ģeyler... Ve bunlar Roy için çok önemli olmalıydı. Belki de kocasına haksızlık ediyordu. Neary'nin yanına yaklaĢıp sesine en yumuĢak tonu vermeye çalıĢarak, «Bütün bunlara iyi dayandığımı düĢünmüyor musun?» dedi. Roy cevap vermedi. Ama ayağa kalktı. Gözleri hâlâ giderek aydınlanmakta olan gökyüzündeki yavaĢ yavaĢ parlaklığını kaybeden yıldızlardaydı, Ronnie de gökyüzüne baktı ve hafifçe titredi. Nede- STEVEN SPIELBERG nini bilmediği hafif bir korku duyuyordu. Biraz garipti bütün bunlar... Yok biraz değil hem de çok. «ÜĢüdüm,» dedi Roy'a. Neary kolunu karısının omzuna atarak onu kendine çekti. Ronnie de kollarıyla Neary'nin beline sarılıp hafif hafif kulağını öpmeye baĢladı. «Bu tür yerlere yalnızca birbirimizi seyretmek için geldiğimiz zamanları anımsıyorum,» dedi kocasına. Neary karısının yüzüne baktı. O da eski güzel günleri hatırlamıĢ gibiydi. Gülümsedi. Ronnie de ona gülümseyerek dudaklarına bir öpücük kondurdu. Roy da ona karĢılık verdi. ġimdi öpüĢmeleri daha hararetlenmiĢti. Ama Neary kendisini tümüyle veremiyordu bu seviĢmeye, öpüĢürken gözucuyla gökyüzüne bakmaktan kendini alamıyordu. Tüm düĢünceleri, benliği oradaydı. O sessiz, parlak, kızgın ve rengârenk ıĢık patlaması aklını baĢından almıĢtı. Neary uzakta kaybolan kırmızı ıĢıkları, görünce yerinden fırladı. Ama Ronnie bunların uzaklaĢan bir treylerin stop lambaları olduğunu biliyordu. Az sonra Roy da istemeyerek böyle olduğunu kabul etti. Büyü bozulmuĢtu. Ronnie kocasını denemek için, «Eğer o Ģeylerden biri Ģimdi buraya gelse ve kapısı açılsa, içine girer miydin?» diye sordu. Roy bu varsayım karĢısında kendinden geçmiĢ gibi, «Tanrım, tabii,» diye bağırdı. Sonra Ronnle'nin alındığını görerek, «Kim olsa binerdi,» diye ekledi. Ama olan olmuĢtu. Ronnie kocasının kollarından sıyrılarak arabaya doğru yürümeye baĢladı. Roy hemen ardından gidip ona yetiĢti. Ronnie ona dönerek, «Bize ne yaptığını biliyor mu- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER sun?» diye bağırdı. «Bütün bunların anlamı nedir? Bizi sabaha karĢı uyandırıp buralara getirdin... Her Ģeyi altüst ettin. ġimdi çocuklar bütün gün uyuklayıp duracaklar. Sylvia gece birden önce yatağa girmek istemeyecek. Bütün bunlar niçin? Çünkü babaları gece uçan turuncu ay-çörekleri görmüĢ de ondan.» Ronnie soluklanmak için bir an durdu, sonra daha alçak bir sesle, «Bir daha sakın böyle bir Ģey yapmaya kalkıĢma,» diye tehdit etti kocasını. «Biz senin aileniz. Ve de bu davranıĢın hiç do normal değil.» Ronnie bundan daha kesin bir Ģey söyleyemezdi; Neary bunu biliyordu. Tabii normal değildi. Ama Neary öyle bir keĢfin eĢiğindeydi ki, o güne dek gerçek olarak bellediği normallik tanımı geçersizdi artık... ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIM İLİŞKİLER ON BİRİNCİ BÖLÜM Benares'e çabucak ulaĢacak bir yol yoktur. Hindu-ların bu eski ve en kutsal kentine ancak imanla ulaĢmak mümkündür. Hele buraya askeri bir uçakla gelmek sözkonusu bile olamaz. Hindistan'ın havalarından geçecek olan herhangi bir savaĢ ve bombardıman uçağı, yalnız tarafsızlığın mili tanları sayılan Hintlileri öfkeden çıldırtmakla kalmaz, daha da önemlisi planın gizliliğini tehlikeye sokabilirdi. David Laughlin kendi kendine, eğer zaman olsaydı Lacombe, Benares'e gerektiği gibi giderdi, diye düĢünmüĢtü. Üzerinde bir peĢtamal, elinde bir değnek ve yalınayak yani... Bununla birlikte Laughlin Alsace Havayollarından kiraladıkları on dört kiĢilik küçük Corvette jet uçağından memnundu. Paris'ten, Rangoon'a yarım günde varmıĢlardı. Uçaktan indikten yarım saat sonra da bir Vertol helikopteri onları güneĢ batarken Benares'in kuleleri ve kubbelerinin üzerinden geçiriyordu. AĢağıda ağır ağır akan kutsal ırmağın suları bulanıktı. Dağ yamaçları kentten birkaç kilometre uzaktaydı. Pilot helikopteri belirli bir yükseklikte dolaĢtırarak inecek yer arıyordu. Buraya iniĢ hiç de koiay değildi. «ġunlara bak!» dedi Laughlin. «Binlerce!» «On binlerce,» diye Lacombe düzeltti. «Olağanüstü. Ben...» Lacombe pervanenin gürültüsünü bastıracak kadar yüksek sesle ama kibarca Laughlin'in sözünü kesti. «Sa-du çok kutsal bir kiĢidir. Aynı zamanda da iyi bir uygulamacı. O da bir cevap arıyor, yaĢamı boyunca. Yıllardır dinliyordu. Ona göre sorun imanın da ötesinde. Sonuçlara bakıyor sadu.» Laughlin bu sözleri bir süre düĢündükten sonra, «Ama Hinduların baĢka bir yolu seçtiklerini sanıyordum,» diye bağırdı. «Nirvana burada değil.» Lacombe omuzlarını elikti. O sırada helikopter iki Mercedes turist otobüsünün yanındaki boĢluğa iniyordu. Pilot motoru susturdu, pervane de yavaĢlayarak durdu. Çevrelerinde ayaklanan toz toprak yatıĢmaya baĢladı. Lacombe helikopterden indik-ten sonra, Laughlin ve Ġki teknisyenle bir an durup parlak gurubu seyretti. GüneĢin kan kırmızı ıĢınları Ģimdi hemen hemen yatay olarak geliyordu. Bu alev alev yanan ateĢ küresinin ıĢınları, bir süre atmosferin sonsuz toz zerrecikleri tarafından süzüldükten ve bozulduktan sonra batıdaki sıradağların ardında kaybolacaktı. «Haydi gidelim,» dedi Lacombe. Laughlin teknisyenlere iĢaret edince, onlar da mikrofonlarını, Nagra teypi, pil çantalarını ve 16 mm.Iik Arrif-lex kameralarını yüklendiler. Dört adam yavaĢça hacı kasabalığının arasından ilerledi. Ġnsanlar küçük halıların üzerinde birbiriierine yakın yakın oturmuĢlardı. Yanlarında da yiyecek sepetleri duru- STEVEN SPIEI.BERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER yordu. Tam bir aile olarak gelenler de vardı. Hatta çok yaĢlı görünen (ama herhalde kırk yaĢından fazla olmayan) büyükbabalar da gelmiĢti. Hastalık ve açlık onları çabuk çökertmiĢ olmalıydı. Batılı grup sadu'nun oturduğu, çevresi boĢ alana doğru adımlarını sıklaĢtırdı. Sadu bağdaĢ kurmuĢ oturuyordu. Gözleri kapalıydı. Ellerini bitiĢtirmiĢ, dirseklerini yana doğru açık tutuyordu. Garip, düĢünen bir kuĢ gibiydi. Lacombe'un yaklaĢtığını gören beyaz takım elbise giymiĢ, zayıf bir Brahmin ayağa kalktı. Teknisyenler aletlerini yerleĢtirirlerken, Laughin de çeviri yapmak için yanlarına geldi. «GüneĢin batıĢına yarım saat var,» dedi Brahmin Lacombe'a. Adamın Ģivesi Laughlin'in dikkatini çekmiĢti. Gayet düzgün Oxonian Ġngilizcesi konuĢuyordu. Ġyi parlatılmıĢ deri çizmeler, beyaz muslinden gömlek ve keten bir ceket giymiĢti genç Brahmin. Bulunduğu yere aykırı düĢen kent soylu bir görünüĢü vardı. AĢırı düzgün konuĢması da biraz yapmacıktı. Ancak en kutsal kiĢilerin bile bir menajere ihtiyaçları vardır, diye düĢündü Laughlin. Sadu hiç kıpırdanmadan oturuyor, gözkapakları bile oynamıyordu. Çevresindekilerin farkında değil gibiydi. DıĢ dünyadan tümüyle kopmuĢtu sanki. La combe bir an düĢünceli bir sessizlikle durdu, sonra kutsal adamın yanına bağdaĢ kurup oturdu. Ancak sadu'dan saygılı bir uzaklıkta oturmaya dikkat etmiĢti. ġimdi mikrofonlar hazırdı. Lacombe, Arriflex'in sehpasına konmaması konusunda ısrar etmiĢti. Makinenin omuzda taĢınmasının hareket eden Ģeylerin fotoğrafını çekmede kolaylık sağlayacağını söylemiĢti. Gözleri kapalı oturan Fransız, sırtının dimdik durmasına karĢın gevĢemiĢ, rahatlamıĢ görünüyordu. Dudaklarını fazla oynatmadan Fransızca bir emir mırıldandı La-ughlin'e. O da teknisyenlerden birine dönerek, «Nagra'nın muhafazaya alınmasını Ġstiyor,» dedi. «Neden?» diye sordu teknisyen. «Herhangi bir elektrik devresine yakın değiliz ki?» «Daha önce baĢına buna benzer bir olay gelmiĢ de. Teypinin motoru ansızın durmuĢ ve kayıt baĢlıkları da magnetikliğini kaybetmiĢ.» «ġaka ediyor olmalı» dedi teknisyen. «Ama madem öyle istiyor, dediğini yapalım bari.» Teknisyen alet kutusundan bakır bir muhafaza çıkararak Nagra teypin üzerine geçirdi. Muhafazanın bakır tellerinin uçlarını da toprağa soktu. Lauglin daha önce de düĢündüğü gibi, bu garip yerde ne yaptıklarını, bu binlerce insanla birlikte neden... neyi beklediklerini merak etti. Gelen raporda olayın inanılmazlığından söz ediliyordu Ancak Lacombe ona inanmanın ve inanmamanın sınırlarını göstermiĢ, inanılmazlığa açık olması gerektiği! söylemiĢti. Laughlin arkasını dönerek alev küresinin alt ucunun batıdaki sıradağlara değiĢini seyretti. Çok kısa bir sürede güneĢin yarısı kaybolmuĢtu. Sadu yavaĢça yerinden kalktı. Ondan sonra olanlar Laughlin'e ağır çekim bir film gibi geldi. Sadu'nun açık dirseklerini göğüs kafesine doğru kapatıĢını seyrediyordu. Avuçiçlerini bitiĢik tutan sadu, sadece parmak uçları birbirine değecek Ģekilde ellerini yavaĢ yavaĢ ayırdı. Kutsal adamın gözkapakları pencerelerden kepenk-lerin kalkması gibi ağır ağır açıldı. Yalnızca beyaz bir hal- STEVEN SPIELBERG kanın çevrelediği bu gözler çok iri ve kapkaraydı. Beyaz halkayı da siyah gür kirpikler çevreliyordu. Sadu'nun vücudu hareket etti, sanki hiçbir güç har-camıyormuĢçasına yavaĢça bağdaĢ durumundan ayağa kalktı. Aynı anda da kentli 'Brahmin dizlerinin üzerine çöktü. Laughlin de farkında olmadan oturmuĢtu. Sanki orada ayakta durmaya tek hakkı olan kiĢi sadu'ydu. Laughlin gözünün ucuyla kameramanla ses teknisyenin de diz çöktüklerini gördü. Onların ne yaptıklarının farkında olmadıklarından emindi. Sadu'nun çıplak kolları ağırbaĢlı bir kararlılıkla vücudunun iki yanına açıldı. Havalanmak için güçlü kanatlarını açan bir kuĢa benziyordu. Arkasında kalan güneĢin Ģimdi ancak üst ucu bir çizgi halinde görünmekteydi. Derken o da kayboldu. Ortalık ansızın kararmıĢtı. Sadu'nun uzun kolları Ģimdi omuz hizasında iki yana açık olarak duruyordu. Sonra yavaĢ yavaĢ yukarıya kalkarak kırıĢ kırıĢ olmuĢ el üstleri baĢının üzerinde bitiĢti. Bu konumda da biraz durduktan sonra kollarını tıpkı bir orkestra Ģefinin hareketi gibi, birden aĢağı indirdi. Aynı anda on, yirmi bin gırtlaktan alçak, melodik bir nota duyulmuĢtu. Bu ses öylesine güçlüydü ki, bir anda Laughlin'in beyninde çınladı. Lacombe'un gözlerini açtığını, yana dönerek teknisyenlere baktığını gördü. Laughlin iĢaret edince, teknisyen Nagra'nın düğmesine bastı. ġimdi muhafazanın içinde Nagra'nın bandlarının döndüğünü görebiliyordu Laughlin. Sadu kollarını yeniden kaldırarak baĢka bir nota seslendirdi. Ġlkinden daha yüksek perdedendi bu nota. Ġki ezgi tüm dünyayı dolduruyordu sanki. Müritler bunları ya sırayla tek baĢlarına ya da ikisini birarada seslendiriyorlardı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Sadu arka arkaya üç nota daha seslendirdi. ġimdi Laughlin bu kadar çok sesin kulak tırmalayıcı uyumsuzluğu karĢısında melodi duygusunu yitirmeye baĢlamıĢtı. Altındaki toprak seslerin yoğunluğuyla titreĢiyordu. Bu sesler Batılı kulaklara garip gelen melodisiz notalardı. Raporda ya zılanlara göre, bu sesler dört gece önce yıldızlardan yeryüzüne gelmiĢ ve o andan beri sadu'yla müritleri her ge ce aynı sesleri çıkarıyorlarmıĢ. Notalar arasındaki perde farklarının hiçbir biçimde bir bütün oluĢturmadıklarını farketti Laughlin. Bunlar yarıya, çeyrek seslere bölünüyor, mikroton aĢamalarını andırıyordu. Her Ģarkıcı bir ĠnleyiĢ katarak notaları hafifçe değiĢtiriyordu. Sesler Ġlahi bir Ģarkı gibi gökyüzüne yükseliyor, üzerinde bulundukları toprağı ve so luk aldıkları havayı titreĢtiriyordu. ġimdi tropik gecesi bastırmıĢtı. Nemli bir karanlık herkesi kucaklıyordu. Sadu'yu artık görememelerine karĢın binlerce kiĢi Ģarkıyı sürdürüyor, aiderek dayanılmaz bir yoğunluğa eriĢmeye zorluyorlardı. Yıldızlar da görünmeye baĢlamıĢtı. Laughlin çevresini saran Ģarkının vahĢiliğinden ve gücünden etkilenerek yıldızlara bakıyordu, özellikle Büyük Ayı'nın ucundaki yıldız dikkatini çekmiĢti. Bir parlıyor, bir sönükleĢiyordu. Bu parlama ve sönmelerin bir ritmi vardı. Sanki Mors alfabesiyle bir mesaj yolluyordu. Ve yıldız birden patladı. Parlak kırmızı bir ıĢık baĢlarını göğe doğru kaldırmıĢ olan kalabalığın yüzlerini aydınlattı. ġimdi Lacombe da ayağa kalkmıĢ, sadu'nun yanında duruyordu. Kameraman omuzundaki Arriflex'i gökyüzüne çevirmiĢti. Kırmızı ıĢık dönen bir sütun haline gelerek önce turuncu oldu; sonra sarıya, sonra da soluk yeĢile dönüĢtü. Gökyüzünde dolaĢıyordu. Ansızın beĢ nota duyuldu STEVEN SPIEIBERG gökyüzünden. Saf. Melodik. Net. Müritle r sustu. Ve gökyüzü bir kez daha onlara aynı ezgiyi tekrarladı. «Aman Tanrım!» dedi kameraman. AteĢ sütunu kayboldu, Ģarkı sona erdi. Müritler yerlerine oturup yüzlerini toprağa koydular. Sadu Lacombe'a döndü. «Gökyüzü,» dedi ince bîr sesle. «Gökyüzü bize Ģarkı söylüyor.» Ġki adam birbirine sarıldı. Fransızın yanaklarından gözyaĢları akıyordu. Heyecandan sesi boğuklaĢmıĢtı. «Hepimize söylüyor, dostum,» dedi. ON İKİNCİ BÖLÜM O cumartesi sabahı geç vakit, Neary uykulu gözlerle banyodaki aynaya bakıyordu. TraĢ olmaya baĢlamadan önce kendine gelmeye çalıĢtı. Sonunda traĢ köpüğü tüpünü alarak sağ elinin ovucuna bir miktar sıktı. Avucunda beyaz bir tepecik oluĢmuĢtu. Elini otomatik olarak yüzünün hizasına kaldırdı. Birden kafası karıĢmıĢtı. Neary elindeki beyaz tepeciğe gözlerini dikmiĢ bakıyordu. BaĢını dikleĢtlrerek sabun köpüğünü göz hizasına getirdi. Sonra sol elinin orta parmağıyla tepeciğe belli belirsiz bir Ģekil vermeye çalıĢtı «Hayır, böyle değil,» diye kendi kendine konuĢtu. Aslında ne dediğinin ya da ne yaptığının pek farkında değildi. Ama bu Ģekil ona bir Ģeyi anımsatıyordu; kafasının eriĢemediği bir Ģeyi... Çıldırtıcı bir duyguydu bu. Neary bu Ģekli çok iyi biliyor ama yine de bildiği Ģey ondan milyonlarca kilometre uzaktaymıĢ gibi bir duyguya kapılıyordu. Umutsuzca gözlerini kırpıĢtırdı. Herkes böyle bir duyguya kapılabilir, diye düĢündü. Hani bir an bir Ģey size çok yakın ve tanıdık gelir... Aslında hiç görmediğiniz bir yüzü ya da hiç gitmediğinizi bildiğiniz bir yeri daha Önce görmüĢ gibi bir duyguya kapılırsınız ya... Bazı psikanaliz uzmanları bu tür duygulara dejâ vu derler. Ama her Ģey birkaç saniyede olup biter. Neary'nin de bu STEVEN SPIELBERG duygusu geçmeye baĢlamıĢtı. Ama gözleri hâlâ sabun köpüğüne dikiliydi. Banyo kapısında duran Ronnie'nin aynaya yansıyan görüntüsü Neary'yi daldığı âlemden çekip çıkardı. «Ronnie,» dedi. «Bu sana neyi hatırlatıyor?» Kadın onun elindeki sabun köpüğünü tümüyle görmezden gelerek kesin bir tavırla konuĢtu. «Bu akĢam partide soranlara ultraviole lambasının altında sağ tarafına dönmüĢ olarak uyuyakaldığını söyleyeceksin.» «Ne? Neden?» «Toplantıda o saçma sapan Ģeylerden söz etmeni istemiyorum,» dedi Ronnie. «Hiç olmazsa neden söz ettiğini bilene dek.» Neary iĢi mantık açısından ele almaya çalıĢıyordu. «Eğer ondan söz etmezsem neyi bileceğimi nasıl anlarım?» «Böyle Ģeyleri iĢindeki arkadaĢlarına anlat ama parti-dekilere değil.» «ĠĢ arkadaĢlarımın hiçbir Ģeyden haberleri yok ki.» Bu tartıĢma sırasında Brad ile Toby de banyoya gelmiĢlerdi. «Baba, onlar gerçek mi?» diye sordu Brad. Ronnie sert bir dille, «Hayır, değiller,» diye kestirip attı. «Böyle söyleme ona,» dedi Neary. Brad ısrar ediyordu. «Ama anne, ben inanıyorum.» «Hayır, inanmıyorsun.» «Ama babam öyle diyorsa...» «Baban öyle demiyor,» diye çocuğun sözünü kesti Ronnie. Sonra yalvarır gibi kocasına bakarak, «Öyle değil mi, Roy?» dedi. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠLĠġKĠLER «Ben sadece neler olup bittiğini anlamaya çalıĢıyorum,» diye Neary karısının ima ettiği anlamı kabul etti. Sağ avucundaki sabun köpüğünü hâlâ tutuyordu. Ronnie tartıĢmayı sonuçlandırır gibi, «ĠĢte bu da olağan Ģeylerden biri,» dedi doğal çıkmasına çalıĢtığı bir sesle. «Hangi Ģeylerden?» «Artık bundan söz etmek istemiyorum.» Toby sordu. «Onlar ayda mı yaĢıyorlar?» «Ayda üsleri var onların,» diye cevap verdi Brad. Konuya kendini iyice kaptırmıĢ gibiydi. «Böylece geceleri pencerene gelip perdeleri çekiyorlar.» Ronnie gözlerini kapadı. «Bu saçmalıkları dinlemiyorum artık. Tek kelimesini bile.» «Geçen gece,» diye söze baĢladı Neary elinden geldiğince sakin görünmeye çalıĢarak. «Açıklayamayacağım bir Ģey gördüm.» Ronnie gözlerini birden açarak öfkeyle aynadan Ne-ary'ye dikti. Mavi gözleri hırstan irileĢmiĢti. «Dün gece saat dörtte ben de öyle bir şey gördüm ki, gerçekten bunu açıklayamayacağım. Kocaman bir adam...» Ronnie çocukların birden dikkat kesildiğini fark ederek sustu. «Bu gece oraya yine gideceğimi pekâlâ biliyorsun, Ronnie. Hem de çok iyi.» Kadın arkasını dönerek gitmeye hazırlanırken, alçak sesle, «Hayır, gitmeyeceksin,» dedi. Neary'nin cevabı kesindi. «Evet, gideceğim.» O sırada telefon çalmaya baĢladı. Ronnie kocasına dönerek, bu kez Ģakacı bir tavırla, «Hayır gitmiyorsun,» dedi. Sonra banyoya girip Ray'un yanına geldi. Sağ bileğini yakalayarak avucunu onun yü- STEVEN S PIELBERG züne bastırdı. Sabun köpüğü Neory'nin yüzüne bulaĢmıĢtı Bu haliyle palyaçoya benziyordu. Roy aynadaki görüntüsüne dikti gözlerini. Yüzündeki, beyaz köpük yanağının kırmızımsı rengini büsbütün belir-ginleĢtirmiĢti. TraĢ köpüğünü yüzünün öteki yerlerine dağıtırken, kendi kendine, «Allah belamı versin ki, ay yanığı değildi.» diye mırıldandı. Ronnie'nin görüntüsü tekrar aynaya yansıdığında, Neary traĢ olmaya baĢlamıĢtı. Kadının yüzünde kötü bir haber almıĢ gibi bir ifade vardı. Kapı eĢiğincfe durmuĢ titriyordu. Gözleri dolu doluydu. «R-Roy,» diye kekeledi. «Telefon eden Grimsby'ydi.» «öyle mi?» «ĠĢten atıldığını söyledi.» Ronnie artık gözyaĢlarını tutamıyordu. Hıçkırarak kocasına sarılıp yanağını yanağına bastırdı. GözyaĢları sabun köpüğüne karıĢıyordu. «Sen... seninle konuĢmaya bile gerek görmemiĢler. ġimdi ne yapacağız? Neden iĢten kovuldun? Neler oluyor, Roy?» Neary ĢaĢkın bir halde, «Tanrım,» diyebildi ancak. Elinde usturası, kendisine sarılmıĢ ağlayan karısı, sabun köpüğüne bulanmıĢ yüzüyle öylece duruyordu. Aynadaki bu görüntüye görmeden bakıyordu. «Roy, ne yapacağız Ģimdi?» Neary taĢ kesilmiĢ, hiçbir Ģey duymuyordu. Gözleri boĢluğa dikiliydi. Derken banyonun açık kapısından görünen yatak odasındaki beyaz bir Ģeye bakıĢlarını yoğunlaĢtırdı. Yatağın üzerinde duran bir yastıktı bu. Ġki yanından sıkıĢtırılarak bırakılmıĢtı bir yastık... Tıpkı az önce avu-cundaki sabun köpüğüne benziyordu. «Hayır,» dedi Neary. «Böyle de değil.» ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Neary ertesi gece oraya gitti tabii. Ve hiçbir garip cisim ya da renk görünmeyince, kendi kendine her Ģeyi unutacağına söz verdi. Ne var ki, bir sonraki gece yine oradaydı. Neary artık oradaki Ġnsanları da tanımaya baĢlamıĢtı. Eski dost gibiydiler. Birden kaynaĢmıĢlardı. YaĢlı çiftçi elinden eksik etmediği viski ĢiĢesiyle eski kamyonetinde oturuyordu. Sailanan sandalyesini de birlikte getiren kadın oturup beklerken, zamanını boĢa harcamamak için örgü örüyordu. Neyi beklerken? Artık herkes onlara 'gece olayları' adını takmıĢtı. BaĢka yaĢlı bir kadın onlar'ın fotoğraflarından bir albüm yapmıĢtı. Albümde baĢka yerlerdeki 'gece olayları'nın resimleri vardı. Uzaklardan duyulan bir ses herkesin kuzey yönünde gökyüzüne bakmasına neden oldu. Belki de çok uzaklardan geçen bir jetin gürültüsüydü bu. «Bütün gece de beklesek, burada olacağız,» dedi yaĢlı kadın. Roy seksen yaĢlarındaki kadının yanına diz çökmüĢtü. «Bu gece gelecekler mi?» diye fısıldadı. Büyülü sözlerdi bunlar. Kadın birden gençieĢmiĢ gibi gülümsedi. Neary STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER ona yaĢamın sırrını vermiĢti sanki. «Dilerim Tanrıdan gelsinler,» dedi. «Ya siz?» «Tüm kalbimle,» diye cevap verdi Neary büyük bir ciddiyetle. YaĢlı kadın onun içtenliğini anlamıĢ gibi göz kırptı, sonra deri kaplı albümü kucağında doğrultarak ilk sayfayı açtı. «Bunları kendim çektim,» dedi çok bilmiĢ bir tavırla. «Mahalle okulundayken her gece gökyüzünü gözlerdim.» Neary renkli resimlere baktı. Kâğıda sıçrayıp dağılmıĢ sarı boyayı andırıyordu fotoğraflardan biri. Bir baĢkası yarık gibi uzanan beyaz bir çizgiydi. Hayal meyal görünen mavi bir lekeyi gösteriyordu baĢka biri de. Ancak fotoğraf makinesi kullanmasını bilmeyen biri, ilk çektiği resimlerde bu tür hatalar yapabilirdi. Neary resimlerin hiçbirinde, olanları anlamak için kendisinin duyduğu o tutkuyu sezemedi. Bunlar bir seyircinin gözlemleriydi. Tıpkı sirklerde alev yutan göstericiyi izleyen ama bunu nasıl yaptığını merak etmeyen seyirciler gibi... Seyretmek onlar için yeterliydi. 'Gece olayları'nın görüldüğü gecenin bir sonraki gecesi oldukça büyük bir kalabalık toplanmıĢtı. Neary'nin daha önce görmediği kimseler de vardı. Ve ilk kez o gece yolunun üzerine çıkan çocukla genç kadının orada olduğunu gördü. Neary kalabalığın üzerinden genç kadını selamladı. Küçük oğlunun elinden tutan genç kadın Neary'nin yanına geldi. «Bizi hatırladınız mı?» «Nasıl unutabilirim ki?» Genç kadın elini uzatarak, «Adam Jillian Guiler,» dedi. «Bu da Barry.» «Ben Roy Neary. Oldukça heyecanlı bir gece, değil mi?» «Kalabalık kolay dağılacağa benzemiyor.» Kadın Neary'nin yanağına dokundu. «GüneĢten yanmıĢsınız.» «Bu gece de öteki yanağımı yakmayı umuyorum.» «Benim de göğsüm ve boynum yandı.» Genç kadın bluzunun düğmelerini çözerek göğsünün üst kıvrımını ve boynunun çukur yerini gösterdi. Ama Neary'nin kızardığını görünce, «Özür dilerim,» diyerek bluzunun düğmelerini kapattı. «Sizi birden kendime çok yakın hissettim de... Tıpkı çok eski bir dost gibi...» Güldü. «Böyle bir yaĢantıyı paylaĢmak dost olmaya yeterli, değil mi?» Neary baĢıyla onayladı. Artık utanmıyordu. O sırada kısa pantolonlu, güleryüzlü bir adam yanlarına gelip bir flaĢ parlattı. Parlak ıĢıkta yüzlerinin yanığı daha belirgin olarak görünmüĢtü. Bu adamın hoĢuna gitmiĢ olacak ki, resimlerini çekti. Jillian göllerini kırpıĢtırarak adama döndü. Ama kısa pantolonlu adam Ģimdi çitin yanında oturmuĢ bir çamur tepeclğlyle oynayan Barry'nin resmini çekmeye hazırlanıyordu. Jillian aceleyle amatör fotoğrafçının yanına gidip, «Onu rahat bırakın,» dedi. «Böyle iĢlere karıĢtırılmak için çok küçük daha...» Genç kadın kızmıĢ görünüyordu. Adam özür diler gibi hafifçe öksürdü. Barry'ye bakarak, «Nereden o?» diye sordu. Jillian kızgın kızgın, «Yeryüzünden,» dedi. Bir yandan da Barry'nin yüzündeki toz toprağı siliyordu. Çocuk çamurları sıkıĢtırarak uzun, koni biçiminde bir tepecik yapmakla meĢguldü. «Benim... Ģey... bu yaramazlardan üç tane var evde.» dedi Neary. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG Jillian, «Gördüklerinizi karınıza anlattınız mı?» diye sordu. «Tabii.» «Nasıl davrandı?» «AnlayıĢ gösteriyor,» dedi Neary biraz alaylı. Sonra ekledi. «Tam bir anlayıĢ.» Jillian da alaylı bir gülümsemeyle karĢılık verdi. «Ben de anneme anlattım. Bütün bunların yalnız yaĢamamın ürünü olduğunu söyledi.» Genç kadın bir an sustu. Neary onun utandığını hissetmiĢti. Tıpkı az önce Jillian'ın göğüslerini gördüğü an kendisinin olduğu gibi. «Tabii tümüyle yalnız sayılmam,» diye Jillian düzeltmeye çalıĢtı. «Barry var, sonra komĢular... Gerçekten tam anlamıyla yalnız sayılmam.» «Ya Barry'nin babası?» «öldü.» Jillian susarak gözlerini Neary'den kaçırdı. «YaĢasaydı, bütün bunları karınızdan daha iyi anlayacağını sanmıyorum. AnlayıĢ göstereceğini de...» O anda Noary'nin aklına söyleyecek bir Ģey gelmiyordu. Barry'nin yanına çömelip çamurları sıkıĢtırmasına yardım etti. «Gecenin bu saatinde çok sıkı çalıĢıyorsun, oğulcuk, ha?» «Aslında çoktan yatmıĢ olması gerekirdi.» Jillian'ın ses tonundan bir suçluluk duygusu seziliyordu. «Ama önceki gece evden kaçtığından beri gözümün önünden ayırmak istemiyorum.» Neary genç kadının sözlerini baĢıyla onayladı. Ama gözleri küçük çocuğun yaptığı çamurdan tepecikteydi. Eline ince bir dal alarak tepeciğin yamaçlarına yivler açmaya baĢladı. «Hımm.» Yakındaki birkaç çakıl taĢını alarak Barry'ye uzattı. «Bir de bunlarla dene.» Barry çakıl taĢlarını koni Ģeklindeki tepeciğin etek- lerine yerleĢtirdi. Tıpkı volkandan püsküren donmuĢ lavlar gibi duruyorlardı taĢlar. «ġimdi daha iyi oldu,» dedi Neary. Garip ama çocukla annesi Neary'nin davranıĢını çok doğal karĢılamıĢlardı. Birden ĢaĢıran Neary sordu. «Hey, bu sana neyi hatırlatıyor?» Jillian bir an derin derin düĢündüyse de, bu Ģeklin kendisine neyi anımsattığını bulamadı. Birden çevreye garip bir sessizlik çökmüĢtü. Gençler ve yetiĢkinler dürbünlerlylo fotoğraf makinelerini gökyüzüne doğru çevirdilör. Birinin el radyosundan Eagles'ın söylediği, 'Desperado' adlı Ģarkı ĠĢitiliyordu. Jillian, gökyüzünü iĢaret ederek, «iĢte orada!» dedi. Topluiğne baĢı kadar Ġki bulanık ıĢık öne arkaya, aĢağı yukarı hareket ediyor ve karanlıkta giderek parlak-laĢıyordu. Neary fotoğraf makinesini kaldırdı. «Bu kez hazırım.» Genç kadın elini Neary'nln koluna koyarak, «Titriyorsun,» diye fısıldadı. «Biliyorum.» Neary aldırmazmıĢ gibi güldü. «Gözlerin yanmıyor mu?» «Hem de nasıl... özellikle Ġki gündür.» «Benimkiler de.» «Ama bir tür çılgınlık bu.» Neary'nin diĢleri birbirine çarpmaya baĢlamıĢtı. ġimdi ıĢıklar tüm Ģiddetleriyle onlara eriĢiyor, gitgide büyüyorlardı. Kör edici, acımasız, seyretmesi acı veren ıĢıklar... «Bu bir tehdit mi?» diye sordu Jillian. Neary kamerasını ayarlamıĢtı, ama o denli titriyordu ki, doğru dürüst çekebileceğinden kuĢkuluydu. Jillian'a dönerek sordu. «Eğer o Ģeyler buraya gelir ve kapılarını açar- SftVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER larsa, içeri girip onlarla birlikte gider misin?» «Hiç düĢünmeden,» cevabını verdi Jillian. Neary, «Dinle,» dedi, «Bu ses... dinle.» O garip ses havadan süzülerek kulaklarına çarptığında, kalabalıkta bir hareket oldu. Rüzgâra karĢı esen ritmik bir gürültüydü bu. ġimdi daha da artmıĢtı. Ve birden giderek hızını da artırmaya baĢladı. Tüm tahminleri aĢan bir çılgınlığa ulaĢmıĢtı Ģimdi. Bir iç patlamayı andıran bu gümbürtüyü anlamaya, yorumlamaya hiç kimsenin gücü yetmiyordu. Korkuya kapılmıĢlardı. Kör edici iki ıĢık dünyayı yuttu. Havanın niteliği değiĢmiĢti. Gökyüzü bir yaz günü öğlen vakti gibi aydınlıktı. Birden aydınlığın içinden iki helikopter çıktı. Bunlar Hava Kuvvetlerine ait Huey helikopterleriydi. Sıcak hava püskürterek kalabalığın üzerinden geçiyorlardı. Hem de çok yakından. Tam bir pani ğe yol açmıĢlardı. Sarmal manevralar yapıp çok alçaktan geçtiklerinden, oluĢturdukları hava akımı bütün tabak ça nağı yiyecekleri, peçeteleri uçuruyordu. Az sonra alüminyum sandalyeler, portatif masalar, battaniyeler de bu anafora kapılarak dört bir yana saçıldı. Neary ĢaĢkınlık, kızgınlık ve biraz da tiksintiyle birkaç metre üzerlerinde uçuĢan Hava Kuvvetlerinin helikopterlerini seyrediyordu. YaĢlı kadın albümden dağılan fotoğraflarını toplamak için oradan oraya koĢuĢarak helikopterlere lanetler yağdırıyordu. Resimler dört bir yana saçılarak uzaklara uçmuĢlardı. Barry birden bir çığlık atarak koĢmaya baĢladı. Jillian çocuğu güçlükle zaptedebildi. «Barry, bunlar helikopter, korkma,» diyordu. «Evet bunlar bizden,» diye bağırıyordu Neary de, o toz toprak ve gürültü karmaĢasında. Yol levhaları da titremeye baĢlamıĢtı. Neary bir süre bu titreĢimleri seyrederek, geçen gece gördüklerini düĢündü. O gece de yol levhaları titremiĢti. Ama o kez daha Ģiddetliydi titreĢimler. Doğaüstüydü belki. O titreĢimlere belki de 'gece olayları' neden olmuĢtu. Oysa Neary Ģimdi yol levhalarının titreĢimine, delice manevralar yapan helikopterlerin oluĢturduğu hava akımının neden olduğunu açıkça ve düpedüz görebiliyordu. Bütün bunlar tam orada, yüz tanığın önünde oluyordu. Ve bu çılgın olayda, Neary ilk kez yalnızca görmüĢ olduklarından değil bu konuda tüm düĢüncelerinden kuĢku duymaya başladı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Çölde yıldızlar büyük ve iri elmas gibi parlaktı. Ufka en yakın olanları, kumlardan yükselen yakıcı çöl sıcağının etkisiyle kıvılcımlar saçar gibi parlıyordu. California, Barstow'da geceyarısıydı. Goldstone Rad-yoteleskobunun parabolik dev kulağı gökyüzünü dinliyordu. 14'üncü istasyon sözde onarım için sökülmüĢtü, ama asıl olayı gizlemek için bir bahaneydi bu. Çünkü uzay araĢtırmaları Ġçin gerekli araçlar buraya taĢınmıĢlardı. Viking, Helios, Plonser, Mariner, Jupiter, Saturn ve Voya ger deneylerini izleyen ve denetleyen aynı araç burada derin uzay araĢtırması konumuna getirilmiĢti. Gözleme binasının içine girer girmez Ģu yazı göze çarpıyordu: VERĠ GELĠġTĠRME ÇALIġMALARI. YALNIZ GÖREVLĠ PERSONEL GĠREBĠLĠR. 5883 MC CORSCON'A DANIġIN. Elektronik düzenle açılıp kapanan kapının önündeki otomatik parmak izi aygıtı, giriĢi bir nöbetçi gibi korumaktaydı. Özel bir geceydi bu. EndiĢe ve bekleyiĢlerin kol gezdiği bir gece... GiriĢteki aygıta altı el basılmıĢ ve parmak izleri tanımlandıktan sonra kapı tıslayarak açılmıĢtı. Burası görev denetimi yapan bir bilgisayar merkezinden çok depoyu andırıyordu. Bu çalıĢmalar baĢlamadan önce de boĢ ve karanlık bir depoydu zaten. Ġçerdeki faaliyetin ana merkezi, deponun tam ortasındaki düz bir treyler üzerine yerleĢtirilmiĢ olan küp biçiminde bir uzay araĢtırma aracıydı. Gömleklerinin kollarını yukarıya kadar sıvamıĢ iki düzine proje elemanı uzaydan alınan algıları bilgisayara programlayan araçların önünde harıl, harıl çalıĢmaktaydı. Telemetreler, kumanda tabloları, verici ve alıcı ünitelerin arasında onlara hiç uymayan bir aygıt vardı: Bir mini Yamaha syntheizer'i... Ve Claude Lacombe klavyede boĢ notanın egzersizini yapıyordu. Bir mesaj yollar gibiydi. Her ses birbirinden ayrı olarak tek baĢına çıkıyordu ama bunlar kuĢku götürmez biçimde Hindistan'daki Benares'de duydukları ezginin aynısıydı. Gökyüzü müziği. Sonunda bu müzik varsayımsal ama cına hizmet etmekteydi Ve bir süre sonra karĢılık geldi. Bilgisayardan metrelerce kâğıt çıkmaya baĢladı ve bir anda yerleri kapladı. Tüm proje elemanları sıraya dizilerek kâğıt Ģeritleri okumaya çalıĢıyordu. Kâğıtlarda bir sürü sayı vardı. On beĢ dakika süreyle de birtakım noktalar görüldü. TitreĢimler, sonra duraklamalar, uzun aralıklar ve sonra yeniden çok hızlı iletiĢimler. Lacombo bir tür haberleĢmenin kurulduğundan emindi. Bilgisayarın önündeki sandalyeye otura rak avucunu alnma dayadı. Derin bir soluk alıp hafifçe titreyerek ciğerlerindeki havayı boĢalttı. Bu kapalı yerde ay-gıtların gürültüsü bazı genç kulaklar için sağır edici gibi gelebilirdi ama asıl gürültü kesilince, Lacombe'un kafası umutsuzlukla uğulduyordu. iletiĢim yeniden baĢlayınca La-combe sandalyesinin arkasına dayanıp gülümseyebildi ancak. «Tamam, beyler!» KonuĢan operasyon danıĢmanıydı. STEVEN SPIELBERG «ĠĢte iletiĢim modeli burada. Ġki on beĢ dakikalık yayın aldık. Yüz dört çabuk titreĢim, son beĢ saniyelik ara. Kırk dört titreĢim ve beĢ saniyelik duraklama. Sonra otuz RP ve altmıĢ saniyelik ara. Bundan sonrakiler tümüyle farklı iĢaretler. ġöyle: Kırk artı beĢ. Otuz altı artı beĢ. On, sonra altmıĢ ve duraklama. Sonra tekrar yüz dört titreĢim-lik baĢlangıç.» Lacombe yeniden o beĢ notayı çalarak göndericiye verdi. DanıĢmanlardan biri hemen, «Buna karĢılık ne olacak?» diye sordu. Lacombe ona bakarak omuzlarını silkti. Belki yarın bu notaların ne anlama geldiğini öğrenebileceklerdi. Ama Ģimdi iletiĢim yarıĢı sürmekteydi ve yirmi dört proje elemanının çalıĢmayı, hiç aksatmadan saat gibi yürütmesi gerekliydi. Tekrarlanan sayıları ayıklayan adamlardan biri, «Bu hiç de sosyal sigorta numaralarına benzemiyor,» dedi. «Çok rakam var.» BaĢka biri bu Ģakaya katıldı. «Belki McDonald Mağazalarının geçen haftaki satıĢ listesinin dökümüdür.» Lacombe'un dıĢında herkes güldü. Yapılan Ģakayı anlamadığından Laughlln'o bakarak Fransızcaya çevirmesini bekledi. Ama çevirmen hiçbir karĢılık vermedi. Laughlin iĢverenine bakmıyordu bile. Kâğıt yığının Ġçine gömülmüĢ Ģeritleri inceliyordu. Lacombe ona dikkatlice baktı. Laughlin bir Ģeyle uğraĢıyor, onu bulmak Ġçin ter döküyordu. Çevirmen baĢını kaldırdığı zaman herkes baĢka yöne bakıyordu ama Lacombe'un gözleri ondaydı. Fransız Laugh-lin'e baĢını sallayarak düĢündüğü Ģeyi söylemesi için cesaret vermek istedi. Laughlin de öyle yaptı zaten. «Bir dakika!» O anda aralarında konuĢuyor ve o büyük soruya bir ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER cevap arıyorlardı. Laughlin sesini yükselterek, «Bir dakika beni dinleyin,» diye yineledi. Birden oda sessizleĢmiĢti. «ġey... Fransızca çevirmenlik yapmadan önce asıl mesleğim haritaları okumaktı. Bu sayılar tona uzunluk belirtir gibi görünüyor.» Kimse yerinden kıpırdamadı. Anlamsız gözlerle Laugh-lin'e bakıyorlardı. Çevirmen devam etti. «Ġki dizi üç sayı var, tamam mı? Ġlk sayının da üç aĢaması. Son ikisi altmıĢın altında.» Laughlin ayağa kalkarak Lacombe'un yanına gitti. Lacombe da ayağa fırlamıĢ ve neredeyse 'Eureka' diye bağırmaya hazırdı. Odadakller ĢaĢkın sessizliklerini sürdürüyorlardı. Sonra herkes aynı anda buluĢu kavrayıverdi. ġimdi heyecan merkezi Laughlin ve Lacomb'du. Proje elemanları onların çevresinde bir halka oluĢturmuĢtu. «Belki...» diye biri söze baĢladı. «Belki de bize gökyüzündeki yerlerini anlatıyorlar, galaktik koordinatlarını veriyorlar.» «Olamaz,» diye atıldı teknisyenlerden biri. «Çünkü bunlar bizim 'Büyük Kulak'ın yönüne uymuyor. Haritacı haklı. Biz uzay değil yeryüzü koordinatlar alıyoruz.» ġimdi herkes bir harita bulma telaĢı içindeydi. Hep birlikte tüm aygıtları iĢler bırakmıĢ, operasyon baĢkanının odasına giden koridorda koĢuyorlardı. Büronun içinde çelik ayaklığı üzerinde duran büyük bir yerküre vardı. Birden kapı açıldı ve koridorun ıĢığı içeriyi aydınlattı. Proje elemanları Rand McNalIy'nin yerküresinin baĢına üĢüĢtüler. Çocuklar gibi heyecanlıydılar. BaĢkanın odasını altını üstüne getirdiklerinin farkında bile değillerdi. Yerküreyi önce ayakiığıyla birlikte götürmeyi denedi- STEVEN SPIELBERG t ler. Ama çok ağırdı. Sonra bir matematik uzmanı küreyi omuzladığı gibi ayaklığından çıkardı. Hep birlikte koridora taĢıdılar. Yerküre voleybol topu gibi elden ele taĢınarak iletiĢim odasına getirildi. Masanın üzerine konunca Laughlin ötekilerin parmaklarını bir yana iterek Kuzey Kutbundan itibaren ölçüleri uygulamaya baĢladı. «Antartlka, okyanus... okyanus... okyanus... Easter Adasını atlıyor, Sala-Y Gomes Adasını da geçiyor. Meksiko'daki Landfall. Puerto Valarta'yı da atlıyor... New Mek-dika'dan geçerek Carlsbad Cavern'lara ulaĢıyor, ama devam ediyor ve...» Bir baĢka adamın parmağı da BirleĢik Amerika'nın ortasından geçerek batı yönüne doğru baĢka bir çizgiyi izliyordu. «Maine... New Hampshire... Great Lakes... Minnesota... Güney Dakota...» Derken parmaklar bir eyaletin kuzeydoğu köĢesinde birleĢti. «Wyoming?» Laughlin, Lacombe'o baktı. «Wyoming.» Bir süre uzayan sessizlik ekip liderinin Teksaslı Ģive-siyle bozuldu. «Tamam, ne bekliyoruz artık. Bana Wyo-ming'in haritasını getirin.» . O arada Lacombe yerine oturarak kulaklıklarını takmıĢ, o beĢ notayı çalıyordu. Bunları büyük gönderici aracılığıyla gökyüzüne yayıyor, bekliyor ve dinliyordu. KarĢılık yok. Yeniden Yamaha'nın klavyesine dokundu. Yine bir Ģey yoktu. Lacombe öne doğru eğilerek dikkatini yo-ğunlaĢtırıp yeniden çaldı. Ancak bu kez de sesler yirmi dört proje elemanının Ġlk kesin baĢarılarını kutlamaları arasında kayboldu. Ama artık o sessizlik perdesi yırtılmıĢtı. ON BEŞİNCİ BÖLÜM Oyuncak ksilofonun akordu çok bozuktu. Bu yüzden Barry aletiyle o beĢ notayı çaldığında, böyle garip sesler çıkarıyor olmalıydı. Çocuk bu notaları bir anda çıkarmamıĢtı. Jillian yan odadan onu dinliyordu. Barry bu ezgiyi buluncaya dek sürekli çalmıĢ, sonunda istediğini elde etmiĢti. illian'ın kulağına bu ezgi çok garip gelse de, J Barry' in kendi kendine gülüĢleri onun tatmin olduğunu gösteriyordu. BulmuĢtu ve mutluydu. Bu beĢ notanın garip dizisi -böyle Ģeyler çocukların nereden de akıllarına gelirdi?-tuhaf bir biçimde insanı rahatsız ediyordu. Ama oyuncak ksilofonlar, kuĢkusuz sesleri doğru olmaları gerektiği gibi çıkaracak kadar hassas değillerdi. Bunlarla olağandıĢı sesler çıkarmak kolaydı. Jillian bir önceki gün gibi, bugünü de pastel ve karakalem resimler yapmakla geçirmiĢti. Bitmez tükenmez kabataslak resimlerdi bunlar. Büyük kentlerden çok uzakta oturması, sanat eğitimini bırakmasına neden olmuĢtu. Ancak bu alıĢkanlığından vazgeçmesi zordu. Kendini, Barry'nin, bir sandalyenin ya da üzerinde kirli tabaklar, tuzluk STEVEN SPIELBERG ve biberlik olan bir mutfak masasının resmini çizerken bulurdu zaman zaman. Bugün Jillian manzara resmi, özellikle dağlar çiziyordu. Düzgün olmayan diĢler gibi garip aralıklı dorukların uzaktan görünüĢü, nedense Jillian'a, Barry'nin ksilofonda ısrarla tekrar tekrar çaldığı ezgiyi anımsatıyordu. Dağların bu görünüĢü tümüyle rasgele bir seçimin en katıksız biçimiydi. Volkanik patlama, yerçekimi ve yüzyıllar boyu rüzgârın etkisi birleĢerek olasılığa en saf biçimini vermiĢti. Ve yalnızca rasgele bir seçim sonucu Barry bu beĢ notayı bulabilirdi. GeliĢigüzel seçmiĢti bunları. Ama bir kez de bulunca, onlara o denli bağlı kalmıĢtı ki, duyan bunların rasgele varlığından kuĢku duyardı. Sanki bilerek seçilmiĢ gibiydiler. Yine de nasıl bir yaprağın damarları yalnızca o yaprağa özgü ve baĢka yapraklarda görülmezlerse ya da bir kumsaldaki her çakıltaĢı nasıl büyüklük, biçim, renk ve özgüllük bakımından ötekilerden farklıysa, Bu notalar da öyleydi. Ayrıca Barry'nin nolaları çalıĢında, bu geliĢigüzellik aracılığıyla bir mesai Ġletmek ister gibi bir anlatım vardı. Jillian temizleme ve ayıklama amacıyla, çizdiği resimlerin çoğunu atmıĢtı. Ancak bir tanesini, kendisine bir Ģey anımsattığı için saklamıĢtı. Tam olarak neyi anımsattığını da bilmiyordu aslında. Son derece uzun ve ince olan özel bir dağın resmiydi bu. Kum ve rüzgarın bir volkan lavının çevresindeki yumuĢak tabakayı aĢındırarak oluĢturduğu bir çöl minaresini andırıyordu. Dağın yamaçları derin ve dar oluklarla yarılmıĢtı. Bu terkedilmiĢ, ıssız çevrede, güneĢin gözüne doğru suçlayıcı ifadeyle kaldırılmıĢ bir parmak gibi yükseliyordu. Yakınlardan, bir gökgürültüsü duyuldu. Jillian hafifçe ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER ürpererek yağmurun gelip gelmediğini görmek için koĢarak dıĢarı çıktı. Bulutlar batıda kümeleniyor, güçsüz güneĢi sanki kurĢun yığınlarıyla örtüyorlardı. Jillian bulutların arkasında ĢimĢekler çaktığını gördü. Esaslı bir fırtına yaklaĢıyor olmalıydı. Gelgelelim ĢimĢeğin ıĢıltıları sanki donmuĢ gibi uzunca bir süre gökyüzünde kalıyordu. Uzaklarda, küçük ıĢık noktacıkları buluttan buluta atlıyorlardı. Hava toplanan arıların vızıltılarıyla yoğunlaĢmıĢtı. ġimdi bulutlar aĢağı doğru hareket eder gibiydiler. Evet, gerçekten aĢağı ve Jillian'a doğru geliyorlardı. Ġçlerinde renkli, garip ıĢıltılar bir buluttan ötekine sekiyordu. «Olamaz,» dedi Jillian alcak sesle. Yuvarlanan dağları andıran bulutlar, yeryüzünden göğe eriĢmek ister gibiydiler Bu koyu bulut yığını yükseldikçe geniĢleyen bir sütunu andırıyordu. Tıpkı bir... bir ka sırga gibi... Jillian kendini savunmasız hissetti. Aynı The Wizard of Oz (Oz'un Büyücüsü) adlı kitapta dev bir kasırganın Kansas ufkunu kapladığı zaman Dorothy'nin kapıldığı duyguya benziyordu bu, Jillian kendi kendine, ama burası Kansas değil, diye anımsattı. Ve de buluttan buluta seken bu parlak ıĢıltılı Ģeyler gerçek değildi. Yoksa gerçek olabilirler miydi? Ama kuĢkusuz gerçektiler ĠĢte. Ansızın korkuya kapılan Jillian, «Hayır, olamaz,» diye bağırdı. Evinin ne denli korunaklı olabileceğini anlamak istermiĢ gibi çevresine bakındı. Sonra yavaĢça arkasını döndü, evin arka kapısına çıkan on beĢ basamak-Iık merdivene doğru yürüdü. Merdivenleri çok ağır çıkıyordu. O anda yeterince dehĢete düĢmüĢtü. Bir de koĢarak panik yaratmak istemiyordu. Ağır çekim film gibi eve STEVEN SPIELBERG doğru ilerleyip içeri girdi. Sonra yine istemli olarak yavaĢ hareketlerle dıĢ kapıyı kapattı, kilitledi. Jillian oturma odasına girerek jaluzileri, perdeleri kapatmaya baĢladı. Odadan odaya geçtikçe hareketleri de istemeden hızlanıyordu. Önce yürürken sonra hızlı adım atmaya, en sonunda da koĢmaya baĢlamıĢtı. Son jaluziyi ka patırken artık tam bir panik içindeydi. Ellerine hâkim ola mıyordu. BeceriksizleĢmiĢti. Bir an hareketsiz durup neler olduğunu düĢünmeye çalıĢtı. (Gök gürüldemiĢti, değil mi? ġimĢek de çakmıĢtı, Evet. O uzaktan duyulan arı kümelerini andıran vızıltının da fırtınayla bir ilgisi vardı. Sonra bulutlar üzerine doğru gelmeye baĢlamıĢlardı. Jillian daha önce bulutların böyle hareket ettiğini görmemiĢti hiç... Barry gülüyordu. Zaten en Ģiddetli fırtınalardan bile korkmazdı. Jillian böyle olduğuna Ģükretti içinden. Ama Ģu anda gökgürültüsü camları zangırdatır, ĢimĢekler odanın içinde alev gibi parlarken, çocuğun kahkahalar atarak Ġçten gülüĢü, onu rahatsız ediyor, dayanılmaz geliyordu. Ama haksjzdı Jillian. Çocuğun bu denli mutlu olmaya hakkı vardı. Doğru Barry'nln odasına gitti. Çocuk ksilofon çalmayı bırakmıĢ, evde perdesi açık kalmıĢ tek pencerenin önünde duruyordu. Büyük bir dikkatle gözlerini gökyüzüne dikmiĢti ve gördüğü Ģey ona neĢe veriyor gibiydi. Derken Barry birden fırlayıp koĢarak evi dolaĢmaya, jaluzileri kaldırmaya, kapıları, pencereleri açmaya baĢladı. «Hayır, Barry! Yapma!» diye bağırıyordu Jillian ardından koĢarken. Bir yandan da çocuğun açtığı perdeleri, pencereleri, kapıları kapatıyor, kilitliyordu. Çocukla annesi oturma odasında buluĢtular. Barry tam o sırada jaluziyi açmıĢtı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Jillian çocuğu yana doğru iterek jaluziyi çekip indirdi. Sanki buna tepki gibi, o anda ev korkunç bir gökgürül-tüsüyle sarsıldı.* Perdenin arkasında çakan ĢimĢeğin ıĢığı o denli yoğun bir turuncuydu ki, tüm duvar bir anda alev almıĢ gibi oldu. Aynı anda yoğun bir vızıltı ortalığı sardı. Jillian bu sesten ürkerek büzülmüĢtü. Ama Barry ellerini çırparak gülüyordu. ġimdi ev karanlıktı. DıĢarda uğultuyla çakan ĢimĢeğin ıĢığı zaman zaman aydınlatıyordu odayı. Jillian, Barry'nln elinden tutarak kendi odasına götürdü. Sonra rehberi alıp Roy Neary'nln telefon numarasını aramaya baĢladı. Numarayı tam bulduğu Hırada, turuncu bir ıĢık ve gökgürültüsü eve dev bir yumruk gibi indi Televizyon çalıĢmaya baĢladı. Pikap da. Elektrik lambaları yanıp sönüyorlardı. Jillian uzaktan temi/Ġlk dolabındaki elektrik süpürgesinin de çalıĢtığını duydu. Barry annesinin elinden kurtularak pencereye koĢup perdeyi bir çekiĢte açtı. Bir yandan da sevinç çığlıkları atıyordu. Derken garip bir sakinlik çöktü ortalığa. Televizyon ve pikap susmuĢtu. Elektrik süpürgesi de çalıĢmıyordu artık. Hiçbir ses yoktu, hatta rüzgârın uğultusu ya da arıların vızıltısı bile. Sonra Jillian onu iĢitti. Bu bir pençe sesine benziyor du. . Çatıdaydı. Kiremitlere tırmanıyordu. Yabani hayvan ya da yırtıcı kuĢ pençeleri... Uzun, keskin tırnaklar hızlı hızlı tırmıklıyordu. Jillian tam üzerindeki tavana bakıyor, gözleri tırmık seslerinin gittiği yönde hareket ediyordu. Sesler bacada STEVEN SPIELBERG bir an durdu. Sonra bacadan aĢağı doğru gelmeye baĢladı. Jillian oturma odasına koĢarak deli gibi baca kapağını aramaya baĢladı. Ne olursa olsun bacayı kapatması gerekliydi. Barry de Jillian'ın ardından dolaĢıyor, neĢeyle, «Ġçeri gelin, içeri gelin,» diye bağırıyordu. Jillian baca kapağını bulup odasına geldiğinde, pençe sesleri de bacadan oldukça aĢağı inmiĢti. Kapağı yerine takıp iyice sıkıĢtırdı, Aynı anda kulakları tırmalayan bir gürültü evi sarstı. Turuncu ıĢık odanın tüm köĢelerini dolaĢtı.; Bütün jaluzi-ler ve perdeler bir anda açılıverdi. Jillian yere çökmüĢ, elleriyle kulaklarını tıkıyordu. Televizyon sonuna kadar açık sesle çalıĢmaya baĢlamıĢtı. Pikap da dönüyor ve hoparlörlerden, 'Chances are' Ģarkısını söyleyen Johnny Mathis'in sesi aslan kükremesi gibi geliyordu. Jillian, Barry'yi de yanında sürükleyerek telefona koĢtu yeniden. Korkudan gözleri ĠrileĢmiĢti Neary'nin numarasını buldu, alıcıyı kaldırıp kulağına götürdü. Ama alıcıdan düdük sesi yerine Barry'nln ksilofonla çaldığı o beĢ notalı ezgiyi duyuyordu. Jillian düğmeye basarak telefonu kapatıp açtı, kızgın arıların vızıltısı gibi bir ses alınca, Neary nin numarasını çevirmeye baĢladı. Odanın ıĢıklarına bir Ģeyler oluyordu. Birden sönük-leĢerek bulanık bir kırmızıya, sonra parlayarak gözleri yakacak kadar keskin mavi beyaza dönüĢüyorlardı. KarĢı tarafta telefon çalmaya baĢlamıĢtı. Bir kadın sesi, «Alo?» dedi. «Roy?» Jillian'ın sesi korkudan kısılmıĢtı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Evde yok,» dedi Ronnie gayet olağan bir sesle. «Ben karıĢıyım. Kim arıyor?» O anda aydınlanma öyle Ģiddetliydi ki, odanın havası bile kızgın turuncu renkte aleve dönüĢtü; korkunç bir vızıltı sesiyle birlikte ev elektrik çarpmıĢ gibi oldu. Sanki binlerce volt elektrik yüklü dev bir yüksek gerilim kulesi evin üzerine yıkılmıĢ ve elektrik akımını ona geçirmiĢti. Elektrik süpürgesi, hıicrede iĢkence gören bir mahkûm gibi dehĢetle haykırıyordu. Hoparlörler titreĢimlere dayanamayarak patladı. Metal bir kültablası havaya yükselerek bir an ortalıkta dolaĢtı. Korkunç bir sıcaklık saçıyordu. Jillian damda o pençe seslerini yeniden duydu Artık neler olup bittiğinin ucunu kaçırmıĢtı genç kadın. Telefon elinden düĢtü, kendisi de kayarak döĢemeye yığıldı. Barry neredeydi? «Barry!» Elektrik süpürgesi kontroldan çıkmıĢ bir robot gibi odada çılgınca turlar atıyordu. Jillian'ın üzerine doğru gelmeye baĢlayınca genç kadın yerinden fırlayıp yana çekildi. Süpürge gerileyip tekrar saldırıya geçti. Jillian önünden çekilerek koĢmaya baĢladı. Çatırtı, gıcırtı, gümbürtü ve kör edici ıĢık patlamaları Jillian'ın aklını baĢından almıĢtı. Artık ne olduğunun farkında değildi. Tek düĢünebildiği Barry'ydi. «Barry!» Jillian tüm gürültüye karĢın uzaklarda bir yerden Barry'nin neĢeli kahkahalarını duyabildi. Mutfaktan geliyordu. Yürüyecek hali yoktu Jillian'ın. Yerde yarı emekleyip yarı sürünerek mutfağa doğru ilerledi. Buzdolabı yoğun bir titreĢim içindeydi. Kapısı açılmıĢ içindekiler Ģangırdıyor, elektriği yanıp sönüyordu. STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Derken Jillian oğlunu gördü. O da yerde emekleyerek kapının altındaki köpeğin çıkıĢ deliğine doğru ilerliyordu. Kapıya eriĢince, o dar delikten çıkmak için vücudunu kıvırıp bükülmeye baĢladı. Jillian ileriye atılarak Barry'nin ayağını yakaladı. Sıkıca tutup kendine doğru çekmeye çalıĢtı. Olanca gücüyle asılıyordu. Barry muĢambada ona doğru kaymaya baĢlamıĢtı. Havanın madenimsi bir kokusu vardı ve elektrik yüklüydü. Sonra bir Ģey Barry yi çekerek Jillian'dan uzaklaĢtırdı. Bir güç onu evin dıĢına sürüklüyordu. «Bırak onu!» diye bağırdı Jillian çığlık çığlığa. Genç kadın diĢlerini sıkarak Barry'yi kendine doğru çekti yeniden. Çocuğun bedeni on beĢ, yirmi santim kadar öne ve arkaya doğru gidip geldi. Jillian çocuğun ayağına tüm gücüyle yapıĢmıĢtı. Ve de bırakmamaya kararlıydı. Tâ ki, bırakmadığı takdirde çocuğun ayağının kopabileceğini anlayıncaya dek... Birden hıçkırmaya baĢladı. Pençe halini almıĢ elleri gevĢedi ve Barry muĢambanın üzerinde kayarak ondan uzaklaĢtı. Sonra kapının altındaki delikten dıĢarı çıktı. Bir anda Barry yok olmuĢtu. Jillian yerden doğrulup mutfak kapısını koparır gibi açtı. Tökezlenerek avluya çıktı. Barry görünürde yoktu. Genç kadın kasırga bulutu gibi bir oluĢumun evin üzerinde durduğunu gördü. Sanki oraya park etmiĢ, küçük ıĢık patlamalarıyla aydınlatılmıĢ gibiydi. Az sonra bulut yavaĢ yavaĢ çökmekte olan karanlığa doğru ilerlemeye baĢladı. Artık gerçekten ne yaptığını bilmeyen ve hiçbir Ģeye aldırmayan Jillian da onu izliyor, ardından gidiyordu. Derken sonsuz karaltı dev kollarıyla genç kadını sardı. Jillian'ın tüm soluğu ciğerlerinden emiimiĢti sanki. Bir mısır tarlasının yerdeki saman yığını üzerine düĢtü. Olduğu yerde büzülüp kendisine dolanan Ģeye baktı. Ġçi saman dolu bir korkuluğun yüzünü gördü. Üzerine doğru eğilmiĢ budalaca sırıtıyordu. Kolları da iki yanında sallanmaktaydı. Jillian bu kolları kendinden uzaklaĢtırdı. Jillian kaybetmiĢti. Barry yoktu artık. Genç kadın bir süre olduğu yere oturup öfke ve acıyla ağladı. Sonra baĢını kaldırıp yıldızlara baktı. BaĢının üzerinde yalnız bir yıldızın beyazdan maviye, sonra kırmızıya dönüĢtüğünü gördü. Ve yıldız kayboldu. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER ON ALTINCI BÖLÜM «Garajın damında ne yapıyordun?» diye Ronnie sordu. Neary içeri girdikten sonra doğru banyoya gitmiĢ yıkanıyordu. «Biraz marangozluk,» diye suyun sesini bastırmak için bağırarak cevap verdi. Ronnie mutfak penceresine giderek garajın damına baktı. Neary damın tam tepesine platform gibi bir Ģey yapmıĢtı, üzerinde de açılır kapanır bir sandalye duruyordu. «Bu bir gözetleme yeri, değil mi?» diye seslendi. Ronnie arkasını döndüğünde, Neary'yi yüzünü havluya gömmüĢ kurulanırken buldu. «Roy diyorum ki, böyle platform yapacağına...» Sözünü bitiremedi. Susmayı yeğlemiĢti. ĠĢ bulması için kocasının baĢının etini yiyen bir eĢ durumuna girmek istemiyordu. Ancak bütün gün ve gece damın üzerindeki platformdan gökyüzünü izleyerek o ayçöreğine benzeyen Ģeylerin gelmesini bekleyen bir koca da istemiyordu. KomĢuların diline düĢmesiyse ayrı bir konuydu. «Sana biri telefon etti,» dedi Ronnie. Neary onu duymamıĢ gibi yüzünden havluyu çekerek, «Harper Vadisinin üzerinde büyük bir fırtına var,» dedi. «Çok uzak olmasına karĢın buradan bile görünüyor.» «Telefon eden kadın adını vermedi.» «Kadın mı?» «Ya da vermek iĢine gelmedi.» Ronnie ölçülü bir tavırla içini çekti. «Aradığı adamın karısıyla konuĢmaktan çekiniyordu anlaĢılan.» «Kim?» «Telefondan çok gürültü geliyordu... Sonra hat kesildi.» Neary'nin kafası baĢka yerdeydi. ġöyle bir baĢını sallamakla yetindi. BakıĢlarını mutfak saatine çevirerek, «Fazla vaktimiz yok,» dedi. «Oraya gitmek zaten bir saat alır. Çocuklara bakacak kadın geldi mi?» «Geldi,» dedi Ronnie, yeniden ölçülü bir tavırla içini çekerek. «Roy, Ģey... anlayacığını umarım... Sen iĢsizken çocuklara bakacak kadına filan para harcamasak daha doğru olmaz mı? Yalnızca sen iĢ buluncaya kadar...» Neary suçlu bir tavır takınacak kadar sağduyu ve iyiniyete sahipti. «Biliyorum, Ronnie. Bu konuda gösterdiğin anlayıĢa da teĢekkür borçluyum.» «Ama bir Ģartım var.» «Nedir o?» «Bu toplantı bittikten sonra artık her Ģeyi tümüyle unutacaksın. Zaten Hava Kuvvetlerinin düzenlediği toplantının amacı da bu değil mi?» Yüz yirmi kilometrelik yolda zaman geçmek bilmedi. Neary karısının canının pek konuĢmak istemediğini fark etmiĢti. Hava Kuvvetleri tesislerine vardıklarında, toplantının baĢlamasına on dakika vardı. Toplantının günü ve STEVEN SPIELBERG saati, günlerdir radyo ve televizyonlardan halka duyuruluyordu. Kapıdaki nöbetçileri geçtikleri sırada Ronnie koltuğuna iyice gömülerek Neary'ye, «Eğer burda tanıdık birine rastlarsak, seni ömrüm boyunca bağıĢlamam,» dedi. Roy nöbetçiye Sivil Haber Merkezinin yerini sormak için durakladı. «Büyük cam yapı,» dedi nöbetçi arabanın ön camına ziyaretçi kartı iliĢtirirken. «Yolunuzun üzerinde. Görmemeniz olanaksız.» «Tabii bulurum,» dedi Neary de. Bina kocaman, düz ve inceydi. Bir kibrit kutusunu andırıyordu. Her yanı camla kaplıydı ve pencere pervazları da anodize edilmiĢ ali-münyum doğramayla süslenmiĢti. Neary eski bir çiftlik kamyonetinin yanına park etti. O kamyonette de ziyaretçi kartı vardı. Bir cam kuleyi andıran yapının bekleme odası çok büyük, uçsuz bucaksız gibiydi. GiriĢteki masada oturan sivil elbiseli bir kadın, Neary'nin adını kaydederek yakasına takması Ġçin üzerinde ismi yazılı bir kart verdi. Ġçerde otuz kadar ziyaretçi oturuyordu. «Bu insanlar,» diye fısıldadı Ronnie, Neary'nin kula-ğına. «Hepsi de baĢtan çıkarılmıĢ.» «ġiĢĢ.» Yan yana iki kanepeye oturdular. Ronnie söylendi. «Böyle olacağını biliyordum zaten.» Neary sert bir dille karısına, «Sen neden söz ettiğini bilmiyorsun,» diye fısıldadı. Ronnie yine fısıltıyla, «Asansörlerin yanında duran Ģu kadına bak,» dedi. «Gösterdiği kadın elli yaĢını geçmiĢ biriydi. Yüzüne özensiz bir makyaj yapmıĢtı; karmakarıĢık beyaz saçları omuzlarına dökülüyordu. BakıĢları da eski ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER mezar taĢları gibi donuk ve boĢtu. «Bu çoktan öte tarafa geçmiĢ,» diye mırıldandı Ronnie. «GörünüĢe aldanma.» Tam o sırada Jllllan Guiler kapıdan girdi. Odadaki gazeteciler canlanarak bir anda genç kadının çevresini almıĢlardı. «Bize bir açıklamada bulunmayacak mısınız. Bayan Guiler?» diye bir televizyon muhabiri sordu. Spotlar Jilli-an'a çevrilmiĢ, fotoğraf makineleri çalıĢmaya baĢlamıĢtı. Jillian ĢaĢkın ve çok yorgun görünüyordu. Bir Ģey söylemedi. «Polise anlattığını/ olay... Ģey... gerçekten soluk kesiciydi. Televizyon programını altıya aldık. Çünkü on birde genç seyircilerimiz yatmıĢ oluyor.» Jillian söylenenleri iĢitmemiĢ gibiydi. Bir gazeteci baĢka bir meslektaĢına, «Bu o kadın, değil mi?» dedi. «Hani bulutlarda uçan kadın.» «Anladığımız kadarıyla fidye talebinde bulunulmamıĢ, değil mi?» Televizyon muhabir, konuĢmayı sürdürmeye çalıĢtı. «FBl'ın verdiği bilgi doğru mu? Çocuğunuz gerçekten kayıp mı? Poiise böylo rapor etmiĢsiniz. Bunu bir kez de televizyon se yircilerimiz için tekrarlar mısınız acaba?» Jillian paniğe uğramıĢ gibiydi. Sorulan sorular kızdırıcı, kötüniyetli ve mantıkdıĢıydı. Genç kadın asansörlere doğru gelirken, odanın öte yanındaki Neary'yle göz göze geldi. Tam asansör geldiğinde Jillian, Neary'ye bakarak, «Onu aldılar,» diyebildi. «Ne dedin?» Roy kadının sözlerini iĢitmemiĢ, ama Ronnie çok iyi anlamıĢtı. Asansörün kapıları açılıp Jillian'ı yutarak gözden kaybederken, Ronnie kocasını ödül alabi- STEVEN SPIELBERG lecek kadar baĢarılı bir 'kötü bakıĢ'la süzüyordu. Tepeden tırnağa üniformalı bir baĢçavuĢ odaya girdi. Odada bulunanlara, «Tamam, Ģimdi içeri gelebilirsiniz,» dedi. «3655 numaralı oda. Beni izleyin.» Neary ile Ronnie'nin önden gittiği Tolono grubu koridora doğru yürümeye baĢladı. Bu kez televizyon kameraları onları tam kapıların giriĢinde yakaladı. Reflektörlerin parlak ıĢığı yüzlerine çevrilmiĢti. Ronnie sanki tutuklanmıĢ biri gibi çantasını yüzüne kapatarak, «Tanrı belanı versin, Roy» diye tısladı çantasının ardından. Otuz kadar sivil tanık odanın tavanına kadar yükselen reflektörlerin parlak ıĢığı altında pek kılıksız görünüyordu. Hava Kuvvetleri grubu arkalarında gazeteciler, televizyon muhabirleri ve fotoğrafçılarla odaya girince, Neary bu toplantıdan ne ummuĢ olduğunu ve Hava Kuvvetlerinin halka neyi açıklamak Ġstediğini anlayıverdi. Öyle olsun. Bu kez o ve askeri güç karĢı karĢıyaydı. Neary olanları tüm dünyanın bilmesini istiyordu. Birden kendini iyi hissetti. Ancak bu iyilik duygusu Hava Kuvvetleri sözcülerini görünce biraz bulanır gibi oldu. Adamlar sivil giyinmiĢler ve odanın tabanından biraz yüksükçe bir platformdaki sünger koltuklarına rahatça yerleĢmiĢlerdi. Arada biraz boĢluktan sonra gönüllü tanık sandalyeleri platformu çevreliyordu. Tanıkların çoğu günlük iĢ ya da çiftlik giysileri içinde rahatsız, kamuoyunun bu denli dikkatini çekmek için de hazırlıksız hissediyorlardı kendilerini. «Ben Albay Benchley,» diye tanıttı kendini grubun en genç görüneni. «Ve bu da,» diye de vam etti. Elinde boyaları dökülmüĢ yuvarlak bir cisim tutuyordu. «Tanımlan- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER mamıĢ Uçan Cisim. Tıpxı bir tavaya benziyor, değil mi?» Herkes dikkat kesilmiĢti. Arada 'ah' ya da 'oh' diye sesler çıkaranlar vardı. Kimisi de, «ĠĢte benim gördüğüm Ģey bu,» diyordu. Dinleyicilerin heyecanı yatıĢtıktan sonra, «Kalaydan yapılmıĢ,» diye Benchley konuĢmasını sürdürdü. «Üzerinde de 'Made in Japon' yazıyor. Çocuklarımdan biri arka bahçeye atmıĢ. Sözlerime bu örnekle baĢlamamın nedeni, size ne denli yanılabileceğinizi göstermek içindi. Değinmek istediğim baĢka bir nokta daha var. Geçen yıl Amerikalı vatandaĢlar bu konuda yedi milyar resim çekti. ġimdi size sormak isterim, bunlardan hangisi acaba çevrede görmüĢ olduğunuz o olağanüstü Ģeylerin ya da olayların tartıĢılmaz bir kanıtı olabilir?» Tanıklar dillerini yutmuĢ gibi sessiz duruyorlardı. Gazetecilerden biri atıldı. «O zaman Ģöyle bir soru da sorulabilir. Beklenmedik bir Ģey olduğunda, hangimiz tam zamanında kameralarımızı ayarlayabiliyor ve olayı tümüyle saptayabiliyoruz? Kaç tane gerçek otomobil ya da uçak kazası filme alınıp akĢam haberlerinde gösterilebiliyor?» Tolono grubundan onaylayıcı sesler geldi. Aralarından aklı baĢında görünen biri ayağa kalkarak söz aldı. «TanımlanmamıĢ Uçan Cisimlerle ilgili kanıtları reddetmek, gördüklerimizden ya da yaĢadıklarımızdan duyduğumuz korkuyu yatıĢtırmayacaktır.» «Ben mantıklı bir insanımdır,» diye söze baĢladı al-bümlü yaĢlı kadında. Kucağında dağılan albümünden kalmıĢ resimleri tutuyordu. «Mantıklı ınsanımdır,» diye yineledi sözlerini. «Tüm bildiğim, Ģimdiye dek görmüĢ olduğum Ģeyler benzemeyen bir Ģey gördüğümdür.» Bir an kimse sesini çıkarmadı. Neary elini kaldırdı. STEVEN SPIELBERG «Bırak baĢkası konuĢsun,» diye fısıldadı Ronnie. Bir eliyle de kolundan çekiyordu. Ama Roy ayağa kalkmıĢtı. «Bakın efendim. Sizin iĢi niz gökyüzüyle ilgili, değil mi? Hiç bu yakınlarda gökyü züne baktınız rnı? Geceleri gökyüzünde garip Ģeyler olu yor.» . «Size tekrar ediyorum,» dedi albay. «Hava Taktik Ha-beralma Örgütü ve Özel AraĢtırmalar Bölümünde on yıl çalıĢtıktan sonra size kesinlikle söyleyebilirim ki, bu Ģeylerin fizik varlıklarını kanıtlayabilecek somut bir Ģekil yoktur.» «Hangi Ģeylerin?» diye sordu Neary. Albay Benchley eğilerek meslektaĢlarıyla bir Ģeyler fısıldattı. Sonra doğrularak Roy'un yakasındaki isme baktı. «Lütfen beni anlamaya çalıĢın Bay Neary. Sizin yalan söylediğinizi öne sürmüyorum...» «ġimdi beni bir yana bırakın da, bize sadece neler olduğunu anlatın.» «Tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak gördüklerinizin baĢka bir gezegenden gelen keĢif araçları olmadığını söyleyebiliriz.» «O zaman herhalde dünyadan gönderilen keĢif balonları da değildi.» Tanıklardan çoğu güldü. Ronnie gülmeyenler arasındaydı. «Diyelim ki, bunlar yabancı teknoloji ürünleridir,» dedi albay uzlaĢtırıcı bir tavırla. «Yabancı demekle neyi kastettiğimi biliyor musunuz?» Benchley baĢparmağıyla da gökyüzünü gösteriyordu. «Harika! Bilmez olur muyum hiç,» diye karĢılık verdi Neary. «Peki, diyelim ki, bunları Ruslar yaptı ve uçuruyor-lar, Ama Indiana göklerinde ne arıyorlar dersiniz?» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Buna artık herkes gülüyordu. Hava Kuvvetleri grubu, siviller, basın ve tanıklar... Albay Benchley ortalığın sakinleĢmesini bekledi. Sonra anlatmaya baĢladı. «Hava Kuvvetleri yakın çevrede bazı yüksek irtifa deneyleri yapmaktadır. Bunun da yüksek statik elektriğe, dolayısıyla ısı ıĢınlarına neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca ısı dönüĢmesi denilen bir hava tabakası kalır.» Neary çevresine bakınarak alaycı bir ifadeyle, «Siz bu toplantıyı bize olağanüstü olaylarla ilgili açıklamalarda bulunmak için yaptıgınızı söylemiĢtiniz. Ama burada bütün öğrendiğimiz hava raporları oluyor.» «Siz neler duymak isterdiniz Bay Neary?» Ronnie elinden çekerek Neary'yl yerine oturtmak istedi yine. Ama Neary elini kurtararak, «BirleĢik Amerika Hava Kuvvetlerinin bildiklerini duymak ve onlara inanmak isterdim,» karĢılığını vardıktan sonra yerine oturdu. «Toprağıma yapılan zararı kim ödeyecek?» Albay Benchley göllerini kırpıĢtırdı. «Efendim?» «Bu insanlar her gece benim toprağımda toplanıp oturuyorlar.» Bunları söyleyen Roy'un daha önce dikkatini çeken iyi giyimli, bir adamdı. «ġuradaki adam,» dedi Neary' yi iĢaret ederek. «Geçenlerde çitimi yıktı. Metrelerce tel parçalandı. Bu insanlar toprağımda bütün gece kalıyorlar. Arkalarından ortalık çöplüğe dönüyor. Yemek artıkları, bira kutularından geçilmiyor. Bütün bunları kim ödeyecek?» Albay Benchley parmağıyla toprak sahibini iĢaret ederek, «Siz geceleri bir Ģey gördünüz mü?» diye sordu. Adam güldü. «Bu topraklar seksen yıldır bizim ve orada oturuyoruz. Hiçbir Tanrının cezası Ģey görmedik.» STEVEN SPIELBERG Televizyon kameraları toprak sahibine dönmüĢtü hemen. Neary toplantının yozlaĢtığını fark ediyordu. Eğer çabuk davranmazsa, konu büsbütün dağılacaktı. Yüksek sesle, «Durun bir dakika,» diyerek ayağa fırladı. Ronnie'nin sabrının taĢtığını seziyordu ama aldırmadı. «Ben bir Ģey gördüm,» dedi. ġimdi: kameralar ona çevrilmiĢti. «Bu gördüğüm Ģey de iĢime maloldu. Durumun benim için ne denli ciddi olduğunu anlarsınız artık. Bana ve baĢkalarına bazı Ģeyler oldu; bazı Ģeyler gördük. Bunların ne olduğunu bilmek istiyoruz.» Benchley, Neary son sözlerini söylerken 'konuĢmaya baĢlamıĢtı. «Eğer kanıt yeterliyse, araĢtırma yapılacak ve konu halkın bilgisine sunulacaktır. Bu olağanüstü konunun ciddi olarak ele alınması için yeterli kanıt gerekmektedir.» «Kanıt bizleriz!» diye bağırdı Roy. «Ve de ciddiye alınmak istiyoruz.» «Lütfen, Bay Neary.» «Lütfen Albay Benchley,» diye onu taklit etti. «Deli olmadığıma inanmak isterdim. Bu odada benim gördüklerimi gören baĢka insanlar da var. Onlar da delirmedikle-rine inanmak isterler. Bu, o denli mantık dıĢı bir istek mi?» Albay uzunca bir süre sesini çıkarmadı. Yeniden söze baĢladığında hazırlıksız konuĢuyordu. «Sanırım, birçok Ģey vardır ki, onlara inanmak gerçekten eğlenceli olabilir. Örneğin, zaman içinde yolculuk etmek gibi. Ben de inandığımı görmek isterim. Evrende hayat olduğuna inandığımdan, yıllar boyu gökyüzünde bir Ģey görmek için çır-pındım durdum. Ama ne yazık ki, bulgularımız hayat olduğuna iliĢkin hiçbir ipucu vermedi. Uzayda hayat olması zaten birçok olasılıkları bulunan bir varsayımdı. ġimdi biz sorunlarımızı çözecek bir mucizeye kanıt bulmaya çalıĢı- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER yoruz. Bu, duygusal bir tutumdur. Ve biz esrarengiz Ģeyler değil, somut cevaplar da aramaktayız.» Neary açılır kapanır alüminyum sandalyesine çöktü. «O zaman bize söyleyebilir misiniz?.. Hava Kuvvetleri Toiono bölgesinde herhangi bir deney yapıyor mu? Bilirsiniz... Hani Ģu gizil deneylerden?» Albay Benchley yeniden duraksadı, sonra doğrudan Neary'ye bakarak, «Size yalan söylemek kolay olurdu,» dedi. «Bu sorunuza 'evof cevabı verebilirdim ve siz de ömrünüz boyunca size yeterli olabilecek bir karĢılığa ka vuĢmuĢ olurdunuz. Ama olan bu değil. Ve sizi kandırmak istemiyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, ne gördüğünüzü bilmiyorum.» Neary gülümsedi. «Bizimle aynı görüĢü paylaĢıyormuĢ gibi davranarak inandırıcı olamazsınız ve bizi kandıramazsınız.» Herkes birden kahkahalarla gülmeye baĢladı. Neary bir an için ĢaĢırmıĢtı. Çünkü söylediğini Ģaka olsun diye değil, gerçekten ifade etmek istediği anlamda söylemiĢti. Benchley de gülüyordu. Scnra elini kaldırarak sessizliğin sağlanmasını Ġstedi, «ġimdi hepiniz beni çok iyi anlamalısınız,» diye söze haĢladı. «Burada sözkonusu olan baĢka konular da var. Bir tür toplumsal isteri sözkonusu. Bazı okul çocuklarının ateĢle oynarken ciddi Ģekilde yandıklarını hepiniz bilirsiniz. Bu akĢam Harper Vadisinden bir kadın dört yaĢındaki çocuğunun kaybolmasından o sizin gördüğünüz Ģeyleri sorumlu tutuyor.» ĠĢte bu noktada yaĢlı çiftçi deneyimlerini ötekilerle paylaĢmaya karar verdi. «Bir keresinde Büyük Ayağı görmüĢtüm. 1951 yılında Sequonia Ulusal Park'taydı. Topuktan baĢparmağa on metre vardı. Ömrümde bir daha hiç iĢitmediğim bir ses çıkarmıĢtı.» STEVEN SPIELBERG Elinde Gideon Ġncilini tutmakta olan mavi-beyaz saçlı bir kadın lafa karıĢtı. «Üç bilge adamı Ġsa'ya götüren küçük Bethlehem, yıldızına ne dersiniz, ya? Bu yıldız hiçbir zaman astronomlarca tatmin edici bir biçimde açıklanamadı.» Televizyoncular için bulunmaz fırsattı bütün bunlar. Ama toplantı sona ermiĢti. Kalabalık yavaĢ yavaĢ kapıya, doğru yürürken, Albay Benchley, Neary'nin yanına geldi. Sağ elini uzatarak, «Bay Neary,» diye baĢladı. «Size Ģunu söylemek isterim...» «O gece neden helikopterleriniz hiçbir uyarıda bulunmadan kalabalığın üzerine geldi?» diye bağırdı Neary. «Bu rezaletin anlamı nedir?» «Roy!» «Neden söz ettiğinizi anlayamadım, Bay Neary. Ben sadece size...» «Size inanmıyorum,» diye patladı Neary. «Söylediğiniz hiçbir Ģeye inanmıyorum, Benchley!» Benchley bu patlamaya ĢaĢırmıĢtı. Çabucak arkasını dönerek uzaklaĢtı. Ronnie iki eliyle Neary'yi çekerek oradan uzaklaĢtırmaya çalıĢıyordu. «Roy, yeteri Yeter artık!» Ronnie kocasını kalabalığın gidiĢ yönünde sürükleyerek bir Coca-Cola makinesinin önünde bıraktı, kendi de geri dönüp albaydan Roy'un adına özür dilemeye gitti. Neary makineye bozuk para atıp bir Coca-Cola ĢiĢesi aldı. Elinde tutarak koridorda bir aĢağı bir yukarı dolaĢmaya baĢladı. Bir yandan kızgınlığını geçiĢtirmeye çalıĢıyor, bir yandan da neden böyle davrandığını düĢünüyordu. Çünkü kendisine saldırmayanlara karĢı böyle davranmazdı. Bu ani patlayıĢının sebebi neydi? Gerçekte Benchley ona kötü bir Ģey yapmamıĢ, söylemiĢti. Alt taraft ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER adam görevini yapıyordu. Roy uzun duvardaki küçük bir aralığa bakmakta olduğunu farketti. Coca-Cola'sını yudumlayarak duvardaki bu dolaba benzeyen girintinin önünde durup kapısını ardına dek açtı. Ġçerde yüzlerce devre kesici aygıttan oluĢmuĢ bir ana elektrik dağıtım kutusu vardı. Dolabın kapağına da binanın elektrik Ģebekesini gösteren bir Ģema asılmıĢtı Noary'nin iĢaret parmağı Ģemanın üzerinde dolaĢıyordu. Sonra çabuk hareketlerle bazı aygıtları kapattı, bazılarını açtı. Bir yandan Ģemaya danıĢıyor, bir yandan da binanın bazı odalarının ıĢığını söndürüp bazılarını da yakıyordu. «Roy!» Ronnie yanına gelmiĢti. Neary Ģimdi gülümsüyordu Dolabın kapağını kapattıktan sonra Ronnie'nln kolundan tuttu. Binadan çıkıp park yerine gittiler. «Roy, neyin var senin?» «Gayet iyiyim. Her Ģey yolunda, hem de nasıl,» Neary kendini çocuk gibi mutlu hissediyordu. Motoru çalıĢtırdı, arabayı park yerinden çıkararak nöbetçi kulübesine doflru sürdü. Burada bir dizi araba durmuĢtu. Sürücüler, askeri ve sivil ziyaretçiler arabalarından çıkmıĢ, o yüksek cam yapıya bakıyorlardı. Neary fre ne basıp arabayı durdurdu. Ronnie'yle birlikte onlar da arabadan dıĢarı çıktılar. Neary'nin tam Ġstediği gibi olmuĢtu. Hava Kuvvetlerinin kilometrelerce uzaktan görünen cam gökdeleninin bütün ıĢıkları sönmüĢtü, ancak bazı pencerelerinde ıĢık vardı. Bunlar da o Ģekilde düzenlenmiĢlerdi ki, TanımlanmamıĢ Uçan Cisimler sözcüklerinin baĢ harflerini oluĢturuyorlardı. STEVEN SPIELBERG Gazeteciler, televizyon muhabirleri ve fotoğrafçılar kapının önünde duran bir haftalık açılmamıĢ gazetelere, bozulmuĢ süt ĢiĢelerine ve birbirilerine bakıyorlardı. Ön bahçeyi geçip Jillian Guiller'in evinin kapısını çaldılar. Zile birkaç kez basıp bir hayli bekledikten sonra kapıyı yumrukladılar. Yine bekleyip bir sonuç alamayınca bu kez pencerelerin dıĢından, perdelerin aralık yerlerinden içeriyi gözetlemeye çalıĢtılar. Sonra arkaya dolanıp mutfak kapısını denediler. Ama hepsi yararsızdı. Ne var ki, Jillian'ın bu karanlık evin bir yerinde olduğunu biliyorlardı. Yazı iĢleri müdürlerinin, FBI ve polis kaynaklarından öğrendiğine göre Jillian evdeydi. Sonunda uğraĢmaktan vazgeçip gittiler. Jillian gerçekten içerdeydi ve tüm pencereleri tahtayla kapatmıĢtı. Yatak odaları gibi oturma odası da darmadağınıktı. Mutfağı biraz toplamaya çalıĢmıĢtı ama öteki odalar gücü dıĢındaydı. Yatağını düzeltmesi bile ona olanaksız görünüyordu. Dolayısıyla ev Barry'nin kaçırıldığı geceki ve ertesi gün polisle FBI görevlilerinin! didik didik aradığı gibi öylece duruyordu. Görevliler yalnızca evi aramakla kalmamıĢ, bir ipucu buluruz umuduyla evin çevresindeki tarlaları ve ormanı da karıĢ karıĢ aramıĢlardı. Jillian evdeki tüm telefonları da prizden çıkarmıĢtı. Polis ve FBI görevlileri Jillıan'a hiçbir Ģey söylemiyorlardı. Zaten Barry'nin kaybolduğu geceden sonraki bir hafta boyunca söyleyebilecekleri bir Ģey de olmamıĢtı. «Çocuk fidye için kaçırılmıĢ olsa, kaçıranlar bir iki gün sonra anneyle iliĢki kurarlardı mutlaka,» demiĢlerdi. Barry'nin 'ba Ģına neler geldiği konusunda düĢündükleri olasılıkları da söylemiyorlardı. Ama Jillian onların ne düĢündüğ ünü biliyordu. Barry gece evden çıkıp uzaklaĢmıĢ, ya ayağı bir ye re takılıp düĢmüĢ ya da korkuya kapılarak kaybolmuĢtu ve ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Ģimdi ormanın bir yerindeydi. Ölü olarak. Ancak Jillian, Barry'nin kendi baĢına dolaĢmaya çıkmadığını ve de kaybolmadığını biliyordu. ÖlmüĢ olmadığından da emindi. Yalnızca bekliyor ve onlar'ın Barry'yi kendisine geri getireceklerini umuyordu. Böylece bekliyor, umuyor ve dua ediyordu. ĠĢte bu nedenle kapıları, pencereleri tahtalarla kapatmıĢ, telefonları prizden çekmiĢti. Kimseyle de konuĢmak Ġstemiyordu. Ne polis, FBI, basın,, komĢular, ailesi, ne de milyonlar ve milyonlarca meraklıyla... Yalnızca bekliyordu. Barry'yi ve onunla ilgili herhangi bir iĢareti... Bu bekleme dönemini sağlıklı bir biçimde atlatmak için resim yapması gerektiğini biliyordu Jillian. Çıldırma-rnası için zorunluydu bu, Oturma odasının bir köĢesine resim sehpasını ve boyalat im yerleĢtirmiĢ, yanına da ayaklı bir lamba koymuĢtu. IĢık pek iyi değildi ama bununla ye tinmek zorundaydı. Bir hafta boyunca harıl harıl resim yapmıĢtı. Günde on altı »aat çalıĢtığı oluyordu. Jillian aynı resmi tekrar tekrar yapmaktaydı. Bir tek dağın resmini. Bu kez sıradağların değil, özel bir dağın resmini çiziyordu sürekli olarak. Dağın kat kat yamaçları ağaç ve çalılarla kaplıydı. Jillian bu dağın resmini o ana dek yirmi, hayır otuz kez değiĢik açılardan çizmiĢti. Bu davranıĢını saplantı olarak değerlendirmiyordu genç kadın. Hatta ona garip bile gellmiyordu. 8u dağın resmini, olma sını istediği biçimde olde edinceye ya da Barry'yle ilgili' bir iĢaret alıncaya dek çizecekti. Böylece Jillian Guiler zillerin çalmasını, kapıların yumruklanmasını, pencerelerin tiklatılmazmı gerçekte hiçbir Ģey iĢitmeyerek dinliyordu. Nasıl olsa bir süre sonra gideceklerdi. Her zaman da öyle oluyordu. Ve Jillian o dağın resmini yapmayı sürdürüyordu. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER ON YEDİNCİ BÖLÜM Teksas'ın Huntsville yakınlarındaki terkedilmiĢ bir metal levha fabrikasında kıyamet gibi bir faaliyet vardı. Fabrikanın boĢ zeminini dolduran treyler ve kamyonlara, iĢçiler acele acele tahta kutular, kartonlar ve sandıklar yüklemekteydiler. Küçük parçalar taĢıma kayıĢlarıyla, büyük-leriyse küçük vinçlerle yükleniyordu. Bir köĢede laboratu-var önlükleri giymiĢ adamlar, metal kutuları içi köpük kaplı ambalajlara yerleĢtiriyorlardı. Bunların üzerinde, 'Dikkat Kırılacak EĢya' yazılıydı. Fabrikanın dıĢ kapısında bir dizi i ip bekliyordu; üzerlerinde hiçbir iĢaret ya da yazı yoktu. Aynı Ģekilde monte edilmemiĢ ağ Ģeklindeki bir yapı iskelesinin yanında duran camyünü modüllerinin de üzerinde bir Ģey yazmıyordu. Bir Volkswagen otobüs fabrikanın depo bölümünün önünde durdu. Ġçinden Lacombe indi. Arkasından da Laughlin ve Robert. Adamlar koĢup otobüsün arkasından birkaç bavul indirdiler. «Bay Lacomb'un bavullarından istediği bir Ģey var mı acaba?» diye iĢçilerden biri Laughlln'e sordu. «Mümkün olduğu kadar çabuk uçağa binmek istiyoruz,» dedi Laughlin, Lacombe sorulan sorunun büyük bir bölümünü anlamıĢtı. TeĢekkür eder gibi gülümsedi. Çevresindeki etkin çalıĢmaları izliyordu. Laughlin bu ince yapılı Fransız için endiĢeliydi. Çünkü Lacombe otuz saattir gözünü kırpmadan çalıĢıyordu. «Tam içimde bir heyecan duyuyorum!» demiĢti Lacombe çevirmenine. «O heyecan son bulduğu anda uyku da bastıracak.» Laughlin onun hakkında ne denli az Ģey bildiğini düĢürtüyordu. Bu gidiĢle Fransız doksan altı saat daha uyumayacak demekti. Gürültülü çalıĢmalardan uzak bir köĢede iki düzine kamyon sürücüsü bir danıĢma masasının çevresinde toplanmıĢtı. Kılıkları açısından karmakarıĢık bir gruptu bu. Kimisi askeri üniformalarını çıkarıp ĠĢ elbisesi ve kasketi giymekle meĢguldü, DanıĢma masasında duran yüzbaĢı elinde tuttuğu uzun bir bopayla BirleĢik Amerika haritası üzerinde bir Ģeyler ĠĢaret ediyordu. Sürücüler çevresinde sık bir halka oluĢturmuĢlardı. Bazıları çiklet çiğniyordu. «Siz ağır yük sürücüleri dosdoğru gideceksiniz. Size verilen haritalardakl ĠĢaretli kestirme yolları kullanın. Geri kalanlarınıza, yolunuzun üzerindeki tartı istasyonları hakkında gerekli bilgiyi edinir edinmez, kullanabileceğiniz değiĢik yollar konusunda haber ulaĢtıracağız. DeğiĢik yollar izlemenizi istememizin nedeni, hepinizin varılacak yere aynı anda gelmenizi önlemek içindir. Ġki Ģey daha ek lemek istiyorum. Birincisi CB antenli araçlardan uzak durun. Ġkincisi programınızda olmayan yerlerde hiçbir ne denle durmayın. Eğer sıkıĢırsanız, eh, ne yapacağınızı biliyorsunuz artık.» O gürültü patırtının yukarısında kalan bir yerde de ellerinde kahve fincanları ve sigaralar olan bir grup adam STEVEN SPIELBERG birbirine bakıyordu. Kısa kollu gömlekler giymiĢlerdi. Yüzlerinde sıkkın bir ifade vardı. BinbaĢı Walsh önlerindeki masanın çevresini dolaĢarak yüklenen kamyonlara baktı. Walsh ana vatanda böyle sorumluluk taĢıyan bir görev anlacağını düĢünmemiĢti hiç. Tanzanya, Zaire ve Angola' da gerek açık olarak, gerekse elaltından yürütülen Özel Kuvvet Operasyonlarından döneli bir yıl olmuĢtu. Yapılacak iĢ konusunda kendisine her Ģeyin yeterince açıklanmamıĢ olmasına öfkeleniyordu. Böyle sorumluluk isteyen bir iĢde her Ģeyi bilmesi gerekmez miydi? Önündeki çöp sepetine bir tekme atarak üzerinde kahve ve sigara bulunan masadan uzun bir Chesterfield sigarası aldı. «Yer sarsıntısı olacağına dair bir uyarı aldık desek, onu da yutmazlar,» diye homurdandı BinbaĢı Walsh. Parmaklarına dek yanmıĢ sigarasından derin bir nefes çekerek, «ġimdiye kadar böyle bir Ģey olmamıĢ çünkü,» diye söylendi. «Bunlar büyükbaĢ hayvanlar... koyunlar, sığırlar ve kızılderililer. Sonra dağınık yaĢıyorlar.» Yorgun görünüĢlü bir adamı kollarını ensesinde kavuĢturarak sandalyesinde geriye doğru gerindi. Esnemesi arasında, «Ben sel felâketini tercih ederdim,» diye mırıldandı. Bir baĢkası sordu. «Peki, suyu nereden bulacaksın, arkadaĢ?» «Havza bölgesinde bendleri ve su depolarını inceleriz. Sonra halka bunların taĢacağını söyleriz.» BinbaĢı Walsh gömleğini pantolonunun içine sokarak Disneyiand'ın ellinci yılından hatıra olarak aldığı kemeri sıkıĢtırdı. «Öyle inceleme falan yapacak zamanımız yok. Siz de biliyorsunuz bunu. Bilmiyorsanız bile Ģimdi öğrenmiĢ olmalısınız.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Spidel Twist-o-Flex'i on bir kez bükerek rekor denemesine giriĢmiĢ olan biri öksürerek söze karıĢtı. «Hastalık var desek? Bazı hastalıklar salgındır, bilirsiniz.»' Bu öneri piposunu temizlemekte olan birinin dikkatini çekti. Temizleme ĠĢine ara vererek, «ġiripençe çıbanı,» di ye bir teklif attı ortaya. «Wyoming'de sürüyle koyun var değil mi?» BinbaĢı Walsh bir Individuale sigarası yakarak yerine oturdu. Sigaradan derin bir nefes çekip, «Fena fikir değil,» dedi dumanları üflerken. «Ama bu, herkesin bölgeyi terket-mesine yetmeyecektir. Bundan çok kuĢkuluyum. Mutlaka içlerinden bir sivri akıllı çıkıp hastalığa bağıĢıklığı olduğunu iddia edecektir. Beş yüz elli kilometrelik alandaki her Hıristiyanın yaĢadığı yeri terketmesi için yeterli korku yaratacak bir neden gerekli bana.»' AĢağıdaki kargaĢanın tam ortasındaysa, Lacombe birçok iĢçinin dev levhaları treylerin gümüĢî renkteki boĢ yanlarına doğru kaldırmasını seyrediyordu. Levhalarda, 'Piggly-Wiggly Süpermarketleri 'Coca-Cola,' 'Kinney Ayakkabıları,' 'Folgor Kahvesl' ve 'Baskin - Robbins Baharatı' yazıyordu. Canı tatlı bir Ģey isteyen Fransız ağ zına bir Listermint atarak Amerikan yaĢam tarzına gülümsedi kendi kendine. Derken terkedilmiĢ fabrikanın çelik kapıları açıldı ve biri, «Haydi Batıya!» diye avazı çıktığı kadar bağırdı. Konvoy harekete geçmiĢti. ON SEKİZİNCİ BÖLÜM «Hayır, anne, inan gerekmez,» diyordu Ronnie telefonda. «Tek baĢıma idare edebilirim, sanıyorum. Yine de teĢekkür ederim.» Ronnie alıcıyı kulağıyla omzu arasına sıkıĢtırmıĢ, bir yandan da fırının üzerindeki tencereyi karıĢtırıyordu. Sonra yarım dönerek serbest eliyle telefonun ağızlığını kapatıp Toby'e, «Babana söyle yemek neredeyse hazır,» dedi. Toby durak8adı. Mutfak kapısında öylece durmuĢ, annesini seyrediyor, telefon konuĢmasını dinliyordu. «Bize hiç yardım etmiyorsun, anne,» diye sızlandı Toby. «Zaten hiçbiriniz etmiyor. Babam doktora gitmedi daha. Hiç kimseyle de görüĢmüyor.» Ronnie baĢını çevirip mutfak penceresinden baktı. Roy garaj damının üzerine yaptığı platformdaki açılır kapanır sandalyesine oturmuĢ, dürbünlerini de gözüne yapıĢtırmıĢ, baĢını yavaĢ yavaĢ bir sağa bir sola çevirerek ufku tarıyordu. «Evet, hep bakıyor,» diye yakındı Toby annesine. Bütün gününü orada dürbünle bakarak geçiriyor... ÇalıĢacak yerde... Değil mi anne? Tabii babam bizi seviyor ama...» Ronnie baĢını sertçe 'evet' anlamında sallayınca az kalsın telefon düĢüyordu. Hemen yakaladı. Sonra Toby" nin hâlâ kapı eĢiğinde durduğunu fark ederek, «Toby, sana ne söylemiĢtim? Babanı yemeğe çağır,» dedi. Sonra yine telefona konuĢtu. «Sen de anne, bana hiç yardımcı olmuyorsun...» Genç kadın yavaĢ yavaĢ uzaklaĢan oğlunun ardından baktı. «Anne, Ģimdi telefonu kapamam gerek,» diyen Ronnie karĢıdan cevap beklemeden alıcıyı yerine koydu. Toby'nin ince sesini evin dıĢından duyuyordu. Çocuk komĢuların onu duymasından çekinir gibi sesini yükseltmemiĢti. «Annem yemeğin hazır olduğunu söylüyor, baba.» Ronnie pencereden çekildi. Toby'nin seslendiğini duymamıĢ gibiydi Roy. Zaten bugünlerde kimseyi, hiçbir Ģeyi iĢitmiyordu. Yan evdeki komĢusu Bayan Harris arabasını bitiĢik park yerine soknrak otomobilden indi. Roy ne ara bayı fark etmiĢ, ne de Bayan Harris'in onu her gözetleme yerinde gördüğü zaman çıkardığı o küçümseyici 'hıh' sesini iĢitmiĢti. «Lütfen, baba,» diye sızlandı Toby. Neary dürbünleri kucağına bırakarak yavaĢ yavaĢ loĢlaĢan ıĢıkta en küçük oğluna baktı. Ronnie mutfak penceresinden bile Roy'un yüzünün ıslak olduğunu görebiliyordu. Dürbünlerin arkasında ağlamıĢ olmalıydı. Genç kadın önce kocasının yanına gitmek istedi ama sonra vazgeçerek ocaktaki yemeklerin altını kıstı. Bir süre sonra Neary aĢağı inip eve girdi. Mutfağa geldi, bir an karısına baktı. Ronnie onun kan çanağı gibi olan gözlerini kurulamıĢ olduğunu fark etmiĢti. Neary'nin birkaç gündür traĢ etmediği sakalları da uzuyordu. Yılgın STEVEN SPIELBERG bir görünüĢü vardı. Roy tek kelime söylemeden karısının yanından geçip yemek odasına gitmek üzere oturma odasına girdi. Neary minyatür tren takımının önünde durdu. Kır kesiminin ortasına konmuĢ küçük, kahverengi bir dağa dikmiĢti gözlerini. Çevresindeki birkaç küçük ağacı alıp dağın üstüne koydu. Dağın yanlarını bastırıp yamaçları daha dikleĢtirdi; boyunu yükselterek doruğu daha sivrileĢ-tirdi. Neary kafasındaki dağın görüntüsünü elde etmek için çalıĢırken, beyninin vücudundaki tüm enerjiyi kullandığını ve içinin bayılacakmıĢ gibi olduğunu hissediyordu. «Hayır, böyle değil,» diye kendi kendine mırıldanarak odayı terketti. Yemeğin gecikeceğini anlayan Ronnie buzdolabını açıp salata tabağını tekrar içeri koydu. Buzdolabına taktığı yeĢil lamba içerideki yiyecekleri iĢtah kapayıcı bir hale getiriyordu. Bu görüntü karĢısında yüzünü buruĢturdu Ronnie. Birkaç hafta önce ona dâhice gelen bu buluĢ Ģimdi kocasının garip davranıĢları karĢısında o denli önemsiz ve budalaca geliyordu ki... Ronnie çabucak buzdolabının kapağını kapadı. Neary sofraya geldiğinde ne yıkanmıĢ, ne de üstünü değiĢtirmiĢti. Ronnie çocukların ondan çekinerek uzaklaĢtıklarını hissediyordu. Ronnie masada her zaman Roy'un karĢısında otururdu. Çocuklar da masanın yanlarında. ġimdi çocuklar sandalyolerini annelerinin oturduğu yere doğru yanaĢtırmıĢlardı. Roy masada bulunduğu sırada da seslerini çıkarmayacak kadar tedirgin oluyorlardı. Ronnie yemeği tabaklara koyuyordu. Kocasına bir tabak dolusu füme somon balığı, haĢlanmıĢ sebze ve patates püresi verdi. Neary sanki tabağındaki yiyeceği ne ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER yapacağını bilmezmiĢ gibi duruyordu. Gözleri tabağa dikiliydi. Ronnie çocukların dikkatle babalarını izlediklerini farketti. Roy çatalıyla tabağındaki patates püresini karıĢtırıyordu. Patatesleri küçük bir tepecik haline getirmiĢti. «Yeterince büyük değil,» diye mırıldandı Roy. Patates pü-resiyle oynarken somon balığının bir parçası masa örtüsüne dökülmüĢtü. Çocuklar hayretten donmuĢ gibiydiler. Neary masanın karĢı köĢesine uzanarak patates püresinin servis tabağını aldı. Tabağına bir kaĢık dolusu daha koyup yaptığı tepeciği büyüttü. ġimdi donmuĢ gibi tabağına bakıyordu. Hayır, daha olmamıĢtı, yeterince büyük değildi. Patates püresinden bir kaĢık daha... Yine yetmezdi. Neary böylece tüm patates püresini kendi tabağına boĢalttı. Sonra çılgın bir çömlekçi gibi elleriyle iĢe giriĢerek patates püresine Ģekil vermeye çalıĢtı. Bileklerine kadar püreye batmıĢtı ama aldırmıyordu bile. Ronnie hızlanan soluğunu tutmaya çalıĢtı. Neary baĢını tabağından kaldırınca Ronnie ve çocukların taĢ kesilmiĢ, kendisine baktıklarını gördü. Roy onlarla konuĢmak, derdini anlatmak, onlara dokunmak ve her Ģeyi düzeltmek istiyordu. Kendini zorlayarak gülümsedi. Sonra yaptığıyla alay eder gibi bir ifade vermeye çalıĢtı yüzüne. «Artık hepiniz babanızın garip ve gülünç iĢler yaptığını gördünüz,» dedi. Sanki yaptığı her Ģeyin farkınday-mıĢ gibi kendi haline gülüyordu. Sonra ciddileĢti. «Ama kaygılanmayın ben hâlâ aklı baĢında bir babayım.» Neary masanın üzerinden uzanarak Sylvia'ya dokunmak istedi, ama küçük kız ondan daha da uzaklaĢarak annesine doğru yanaĢtı. STEVEN SPIELBERG Bir kez daha denedi Neary. Ġçinde bulunduğu durumu çocuklarına açıklamak, anlatmak istiyordu. «Hani bazen size de olur. Bir müzik parçasının ezgisini bilirsiniz de sözleri hatırınıza gelmez. Ne düĢündüğümü nasıl anlatayım bilmem ki...» Tabağındaki patates püresinden oluĢmuĢ te peciği gösterdi. «Bunun bir... bir anlamı var... Ve de çok önemli.» Ronnie'ye baktı. Genç kadın kendine hâkim olmaya çalıĢıyordu. Roy'un ağzı oynadı. «Ben iyiyim,» diyordu sessizce. «Bir Ģeyim yok.» Ama kelimeler sesli hale gelememiĢti. Sonra Neary ayağa kalkarak odadan çıktı. ġimdi çocukların gözleri annelerine çevrilmiĢti. Ronnie durgun ve üzgün görünüyordu. Ama çocuklara sert bir sesle, «Yemeğinizi yiyin,» diyerek önündeki tabaktan bir çatal alıp ağzına attı. ġimdi hepsi duĢun açıldığını duyuyordu. Su sesinin arasında ağlayan bir erkeğin düzensiz hıçkırıklarını da iĢitmekteydiler. Boğulur gibi seslerdi bunlar. Ronnie ayağa kalktı. Çocuklara, «Yerinizden kıpırdamayın,» diye emir verdikten sonra odadan çıktı. Genç kadın bir süre banyo kapısında durup içeriyi dinledi, sonra kapıyı yavaĢça Ġki kez tıklatarak, «Roy... sevgilim, kapıyı aç lütfen,» dedi yumuĢak bir sesle. Cevap yoktu; yalnızca o tüyler ürpertici boğulur gibi hıçkırıklar duyuluyordu. Ronnie kapının tokmağını çevirdi. Ama içerden kilitlenmiĢti kapı. Eli tokmakta öylece duruyordu orada. «Ray!» diye seslendi bu kez daha yüksek sesle. «Roy!» Neary karĢılık vermedi. Belki de onu duymamıĢtı... Ronnie birden ne yapması gerektiğine karar verdi. Mutfağa koĢarak alet çekmecesinden ince bir bıçak kaptı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Tekrar banyoya doğru yollanırken, çocuklara, «Yemeğinizi bitirin!» diye bağırdı. Ronnie yapacağı iĢi çok iyi biliyordu. Ne de olsa çocukların zaman zaman yatak odası ya da banyoya girip kapıyı kilitleyerek içerde kalmalarına alıĢıktı. Bıçağı kapıyla çerçevesi arasına sokarak yavaĢça kilidi açtı. Sonra tokmağı çevirip itince, ardına dek açıldı kapı. Banyo oldukça karanlıktı. Musluktan lavaboya su akıyordu. Banyo teknesi de yarı yarıya dolmuĢtu. DuĢtan akan su Ģıpırtıiı sesler çıkarmaktaydı. Neary karanlıkta bir köĢeye büzülmüĢ, elleriyle ağzını örterek hıçkırıklarını engellemeye çalıĢıyordu. Ronnie lavabonun musluklarını kapattı. Ama duĢu açık bırakmıĢtı. Neary karısına gülümsemeye çalıĢtı. Omuzlarının sarsılması yavaĢlamıĢtı. «Bu... bu tıpkı hıçkırık gibi,» dedi alçak ve çocuksu bir sesle. «Bir baĢladı mı durduramıyo-rum artık. Ne oluyor bana?» Ronnie kendine hâkim olmaya çalıĢarak, «Sakin ol, Roy,» dedi. «Annem sana yardımcı olabilecek birinin adını verdi. Bir doktor...» «Cok korkuyorum...» diye mırıldandı Roy. «Ve nedenini bilmiyorum.» Sonra ayağa kalkarak duĢa doğru eğildi, baĢını suyun altına tuttu. Bir süre öylece durduktan sonra geri çekildi. Ronnie muslukları kapatarak kocasına bir havlu verdi. Aslında ona sarılmak ve gözyaĢlarını silmek istiyordu ama bunu yapamayacak kadar korkmuĢtu. Neary Ģimdi titriyor, gözyaĢları yanaklarından akıyordu. Bu sessiz ağla ma krizinden sonra, ilaç dolabının kapısını açarak bir kutu aspirin aldı. Titreyen elleriyle kutudan iki aspirin çıkarıp ağzına atmayı becerdi nasılsa. Ama aspirinleri yuttuktan sonra kutu elinden lavaboyu düĢüp parçalandı. STEVEN SPIELBERG «Bak bana Roy,» dedi Ronnie sakin ve mantıklı görünmeye çalıĢarak. «Bu doktor ailece tedavi yapıyor. Hepimiz gideriz. Tek baĢına kalmayacaksın. Zaten belki de bu yalnızca sana özgü bir hastalık değildir.» «Bazen belki bütün bunlar bir Ģakadan baĢka bir Ģey değildir, diye düĢünüyorum,» dedi Roy. Bitkin ve umuts'uz görünüyordu. «Ama bu güldürmeyen, ağlatan bir Ģaka.» «Roy! Doktora gitmelisin. Söz ver bana gideceğine.» Ronnie bunları söylerken, birden kocasıyla da, çocuklarıyla olduğu gibi konuĢtuğunu farketti. YanlıĢ bir Ģey yaptıkları ya da hasta oldukları zaman çocuklarına da böyle davranırdı. «Söz ver bana, Roy.» Birden yarı aralık duran banyo kapısı ardına dek açılarak içeriye gürültü patırtıyla Brad girdi. «Sulugözsün sen!» diye babasına bağırdı. Neary'nin omuzları daha da çökmüĢtü. «Sulugöz! Sulugöz!» Brad banyodan fırlayarak kendi odasına doğru koĢtu. Odasının kapısını menteĢelerinden sökmek istercesine beĢ kez çarptı. «Biliyorsun, Brad sana kötü bir Ģey söylemek istemedi, Roy. Sadece seni her zaman güçlü görmeye alıĢık da...» Ronnie kocasının banyodan çıkmasına yardım etti. ġimdi Neary ağlamıyordu artık. Ama yataklarına çökerken titremesi artmıĢtı. «Benim doktora değil, sana Ġhtiyacım var,» dedi karısına. Ronnie bu sorun karĢısında ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Tam anlamıyla çaresizdi. Yumruklarını sıkıp yatak örtüsüne vurdu. «Ben sana yardım edemem, Roy,» diye bağırdı. «Çünkü hiçbir Ģey anlamıyorum!» «Ben de anlamıyorum.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Bütün bu saçmalık evimizi altüst etti» diye yakındı Ronnie. Ama bu sözlerin hiçbir yararı olmayacağını biliyordu. Neary karısının sağ eline sarılarak, «Korkuyorum,» diye fısıldadı. Ronnie elini çekmeye çalıĢtı ama Roy bırakmıyordu. «Seni böyle görmekten nefret ediyorum,» dedi. Ronnie paniğe kapılmaya baĢlamıĢtı. Roy uzanıp onu yatağa, kendisine doğru çekti. «Sarıl bana.» dedi. «Bütün yapman gereken Ģey bu. Sarı! bana... Tut beni... Bana ancak böyle yardım edebilirsin.» Ronnie ondan uzaklaĢmaya çalıĢıyordu. «Artık dostlarımız bile kapımızı çalmıyor,» diye yakındı kocasının yüzüne bakmamaya çalıĢarak. «İşten çıkarıldın... Ve buna hiç aldırmıyorsun Roy. Seni anlamıyorum. Ne durumda olduğumuzu görmüyor musun?» Ronnie artık kendini tutamıyordu. Panik içinde bağırdı. «Bizi felâkete sürüklüyor-sun!» Neary yeniden uzanarak karısına sarıldı. Tüm vücudu titriyor, Ronnie bu titreĢimlerin kendi vücuduna geçtiğini hissediyordu. Birden artık bu duruma dayanamayacağını hissetti. Dayanma sınırını aĢmıĢtı gerçekten. «Oh, yapma,» diye hıçkırdı genç kadın. «Lütfen yapma. Bırak doktora telefon edeyim. Oh Roy... Lütfen, de-dim.» Ama Neary onu duymamıĢ gibi ellerini vücudunda dolaĢtırıyor, titreyen parmakları giysilerinin düğmelerini çözmeye çalıĢıyordu. «Senden nefret ediyorum! Nefret ediyorum!» diye bağırdı Ronnie. Kocasının ona değmesinden tiksiniyor, böyle bir yakınlaĢma için hiç de hazır olmadığını hissediyordu. STEVEN SPIELBERG Neary bluzunu omuzlarına indirmiĢ, çıkarmak için çekiĢtirmekteydi. Bluz yere doğru sarkmıĢtı. Ama kol düğmeleri açılmadığından tümüyle çıkmıyordu. Neary sutyenin askılarını omuzlarından aĢağı indirdi. Ronnie'nin beline düĢtü sutyen. Göğüsleri çırılçıplak meydandaydı. Birden Neary'nin titremesi ve korkulu hali geçmiĢti. BaĢını yana doğru eğerek göğüslerin yandan görünüĢüne dikti gözlerini. Bu kez Ronnie titremeye baĢlamıĢtı. DiĢleri birbirine çarpıyor, tüm vücudu hıçkırıklarla sarsılıyordu. Çaresiz ve dehĢet içindeydi genç kadın. Ama Neary bu görünümden kendince bir Ģeyler çıkarmaya çalıĢıyordu. Yapıcı bir Ģeyler! Neary'nin kafası son hızla çalıĢıyordu. Bir çözüme ulaĢmamıĢtı ama yakındı. ġimdi aradığı Ģeye ne denli yaklaĢmıĢ olduğunu seziyordu. Ve birden Ronnie'nin çok güzel bir vücudu olduğunu farketti. ON DOKUZUNCU BÖLÜM Denver'de akĢam hava açık ve serindi. Koskoca treyler dağyolundan kuzeye doğru yokuĢ aĢağı Ġnmeye baĢlamıĢtı. Rüzgâr CB anteninde ıslıklar çalıyordu. AkĢam karanlığı çökerken, dev treyler güneĢin son ıĢıklarıyla bir an alev almıĢ gibi kıpkırmızı kesildi. Alüminyum gövdenin yanlarında 'Folger Kahvesi' yazılı kocaman bir levha vardı. Yine yanlarında 'Piggly-Wiggly Süpermarketleri' ya zılı iki treyler de o anda Oakland'ın otuz beĢ kilometre do ğusunda bulunuyordu. Giderek hızlanan treylerlerin önün de altı yüz on metre yükseklikteki Altomont Geçiti vardı. GüneĢ Denver'de olduğu gibi ufukta kaybolmamıĢtı daha. Sürücüler gece olmadan Tracy'ye varmayı umuyorlardı. Oradan da yollarına güneĢin batıĢ yönünde devam edeceklerdi. Önlerinde, dizel motorunun gürültüsü ve du-manlarıyla dolu bir gece uzanıyordu. Boise'nin güneydoğusundan geçen 80 numaralı eyaletler arası yol ise Ģimdi iyice karanlıktı. Güçlü dizel motoru arkasındaki treyleri saatte yüz kırk kilometre hızla çekiyordu. Idao, Hammett ve Mountain Home'a doğru yol almaktaydı. Treylerin yanında 'Kinney Ayakkabıları' yazılıydı ve bir de ayakkabı modeli vardı. Ama yanından ge- STEVEN SPIELBERG çen araçların farlarının ıĢığı vurduğu zaman dıĢında yazılar karanlıkta okunmuyordu. BaĢka bir dev treyler yakıt almak için Montana Bil-lings'in tam güneyindeki bir benzin istasyonunda durdu. Ġki sürücü de. biraz durup bir fincan kahve içmek istiyordu ama program dıĢı molaya izin yoktu. Custer SavaĢ Anı-tı'ndan geçerek Sheridan'a. oradan da Wyoming'e varmaları gerekiyordu. Treylere dizel yakıtı dolduran adam yandaki levhaya bakarak, «Bu markayı da hiç duymamıĢtım,» dedi. Sürücülerle benzinci bir an durup treylerin yanındaki levhada yazılı olan 'Tidewater Homes of Virginia' sözcüklerine baktılar. «Evden oldukça uzaktasınız, ha?» diye sordu benzinci. Sürücülerden biri 'ne yaparsın,' gibilerinden kaĢlarını kaldırmakla yetindi. Oysa ikisinden, insanlarla daha çabuk ve rahat iliĢki kurabilen oydu. YİRMİNCİ BÖLÜM O gece Neary doğru dürüst uyuyamamıĢtı. Ġkide bir Ronnie"yi de uyandırıp duruyordu. Sabaha doğru saat beĢ sularında karısının solukları derlnleĢince, Neary yavaĢça yataktan kalkarak oturma odasına gitti. KızarmıĢ gözlerini odanın etrafında dolaĢtırıyordu. Son birkaç gün içinde odayı gerçekten de yaymacı pazarına döndürmüĢtü. Gazetelerde TanımlanmamıĢ Uçan Cisimlerle ve nedeni belirsiz elektrik kesilmeleriyle ilgili ne bulduysa keserek duvarlara asmıĢtı. ġimdi odanın tüm duvarlarının Ģurasından, burasından gozete kupürleri sarkmaktaydı. Neary inleyerek bir sandalyeye çöktü. Dirseklerini üzen rinde tren takımının kurulu olduğu pingpong masasına dayamıĢtı. Bu karmakarıĢık dünyasında tren takımı ne denli ölçülü, ne denli düzenliydi. Orada durmuĢ, onu bekliyordu sanki. Neary'nin yeniden yaptığı o garip tepe, dağdan çok bir karikatüre benziyordu Ģimdi. Hantal ve biçimsizdi. Demiryollarına, küçük vadi ve göllere uğursuz bir göz gibi bakıyordu. Tehdit edici bir görünüĢü vardı. Neary gözlerini ondan ayırmadan 'baĢını sallayarak, «Hayır, böyle değil,» diye mırıldandı. STEVEN SPIELBERG «Baba...» Neary arkasını dönünce küçük kızının kapıda durduğunu gördü. Sylvia'nın gözleri uykuluydu. En gözde bebeğini de kolundan sürükleyerek birlikte getirmiĢti. ġu çiĢ edeni yani. «Tatlım, daha çok erken,» dedi Roy. «Biraz daha uyu-malısın.» «Babacığım, bugün bizi yine azarlayacak mısın?» Neary küçük kızın Saf ve dürüst gözlerine baktı. ĠĢte o babasını böyle görüyordu: Bir azarlama makinesi. Ve de babasını çok sevdiği için onu azarlamasını kabullenmeye hazırdı. Neary içinin piĢmanlıkla burkulduğunu hissetti. öne doğru eğilerek kızı kaldırıp kucağına oturttu. «ġimdi iyiyim, tatlı bebeğim.» Küçük kızını alnından öptü. Kendini tutmasa ağlamaya baĢlayacağını biliyordu. Neary mutsuz gözlerle odanın acınacak haline baktı. «Bütün bunlara bir son vereceğim. Tanrı adına yemin ediyorum. Son vereceğim. Neary çocuğu kucağından indirip duvardaki gazete kupürleriyle fotoğrafları klipslerinden çıkararak toplamaya baĢladı. «Bak, ne yapıyorum,» diyordu bir yandan da. Sonra hepsini çöp sepetine atarak, «ĠĢte gördün mü?» diye sordu. Sylvia babasının neden söz ettiğini anlayamıyordu tabii. Ama babası mutlu görünüyordu ya, o da mutluydu. Neary tren takımının ortasına yapmıĢ olduğu o garip tepeyi yıkmaya baĢlamıĢtı Ģimdi. Önce biçimsiz doruğunu eliyle sımsıkı yakalayıp koparmak için çekiĢtirdi. Ama dağ doruğunu vermemek için direniyordu sanki. Neary iki elini kullanarak yana doğru çekmeye baĢladı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Hop! Dağın doruk bölümü kopmuĢtu. ġimdi tepesi kesilmiĢ bîr ağaç gövdesini andırıyordu. Kopan bölüm bir tür plato oluĢturmuĢtu. «Sylvia!» diye bağırdı Neary. «Evet baba?» Roy'un gözleri tepesi kopmuĢ dağa dikilmiĢti. «Sylvia,» diye bağırdı yeniden. «ġimdi oldu!» Neary'nin baĢkalarını ııyundırması olanaksızdı. Ronnie geç uyumuĢtu zaten. O günün olayları genç kadını bitkin düĢürmüĢtü. Roy'un sinir krizi, Ronnie'nin kocası için ağlanacak bir omuz olmaktan öteye bir Ģey yapamaması yeterince hırpalayıcıydı. , ġimdi saat sabah on olmuĢtu. Ronnie çocukların tiz sesine ve bağırıĢmalarına uyandı. Bir an için öylece yatıp dinlendi. Tüm aile neĢeyle gülüyordu. Roy da. O sırada Ronnie bir dal parçasının yatak odasının penceresinin önünden geçtiğini hayal meyal gördü ya da gördüğünü sandı. Yorganı fırlatıp yataktan kalktı, üzerine bir sabahlık geçirip yatak odasından çıktı. Hem yürüyor hem de kemerini bağlıyordu. Tam mutfağa girecekti ki... «Oh, Tanrım.» Genç kadının soluğu kesilmiĢti. Oturma odasının pencereleri ardına dek açıktı. Perdeler raylarından çıkarılmıĢ, pencerenin önündeki duvara dıĢardan bir merdiven dayanmıĢtı. Ronnie öylece kalakalmıĢ bakarken, pencereden içeriye üzeri toz toprakla kaplı bir ortanca fidanı atıldı. Yerdeki öteki dallardan, çalılardan STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER oluĢmuĢ kocaman yığının üzerine düĢtü fidan. Her taraf pislik, toprak içindeydi. «Roy!» Ronnie mutfak kapısına koĢtu. Tam o sırada Brad'la Toby bir açalya fidanını köklemiĢ, babalarına götürüyorlardı. Roy da fidanı yüklenip merdivenlerden çıktı ve pencereden odanın içine attı. «Durun!» diye bağırdı Ronnie. «Haydi, çocuklar.» Roy da oğullarına bağırıyordu. Ronnie kocasını elektriklerin kesildiiğ o uğursuz geceden beri böylesine mutlu gördüğünü hatırlamıyordu hiç. Toby neĢeli kahkahalarla pencereden içeriye avuç avuç toprak atan babasına yardım ediyordu. «Bu iĢ bittikten sonra benim odaya da toprak atabilir miyiz?» diye sordu babasına. «Durun! Yeter artık! Durun!» Ronnie çılgın gibi bağırıyordu ama ona pek aldıran yok gibiydi. Genç kadın koĢarak bahçeye çıktı. Bir yandan da komĢuları Bayan Harrls'ln tüm olanları ikinci kattaki penceresinden seyrettiğinin farkındaydı. Yolun karĢısındaki evde oturan bir baĢka komĢu da elinde çim kesme makinesi, bahçenin ortasında heykel gibi donup kalmıĢ, ağzı bir karıĢ açık olanları seyrediyordu. Ronnie, Toby'nin ellerindeki toprağı bir vuruĢta yere atıp kocasının yanına gitti. «Eğer böyle yaparsan,» dedi Roy, avucundaki toprağı pencereden içeri, atarken. «O zaman gerçekten bir doktora ihtiyacım olur.» «Böyle yaparsam mı? Siz ne yapıyorsunuz peki?» «Ronnie sonunda kafamdakini buldum. Eğer bir Ģeye sadece bir açıdan bakarsan, çılgınlık gibi görünebilir. Ama onu baĢka biçimlerde de görebilirsen, tam anlamına kavuĢabilirsin.» «Yapma Roy! Bizi korkutuyorsun!» Ronnie'nin böyle sert çıkması çocukları biraz korkutmuĢtu. Neary bir ıtır çiçeği fidanını çekiĢtirmekle meĢguldü o sırada. Bir an durup sanki karısını ilk kez görüyormuĢ gibi baktı. «Korkacak bir Ģey yok, sevgilim. Kendimi çok iyi' hissediyorum. Her Ģey yoluna girecek artık, emir» ol.» Roy ıtır çiçeğini sökmekten vazgeçmiĢti. ġimdi alüminyumdan küçük açılır kapanır bahçe masasına bakir yordu. Sonra masayı kaldırdığı gibi oturma odasının penceresinden içeri attı. Masa düĢerken ses çıkarmamıĢtı. Odanın zemininde gürültüyü önleyecek kadar dal ve toprak yığını vardı anlaĢılan. Ronnie, «Bana her Ģeyin iyi olacağı masalını anlatma artık,» diye bağırıyordu kocasının ardından. «Hele bahçeyi odaya taĢırken!» Roy koĢarak evin çevresini dönüp ön bahçeye gitti. Otomobili park ettikleri yerin çıkıĢında iki tane büyük plastik çöp bidonuna göz koymuĢtu. O sırada eve bir çöp kamyonu yaklaĢıyordu ve iki çöpçü kamyondan atlamıĢ, Ne-ary'nin çöp kutularını boĢaltmaya hazırlanıyorlardı. Roy hızlanarak çöp kutularına onlardan önce eriĢti ve kutuları kaldırdığı gibi yolun kenarına boĢalttı. Sonra hiçbir Ģey olmamıĢ gibi Ronnie ve çocukların yanından hızla geçerek eve doğru koĢtu. Ardında bir ona, bir de yolun kenarındaki çöp yığınına bakan iki ĢaĢkın çöpçü kalakalmıĢtı. Neary yüksek engelli koĢuya girmiĢ bir yarıĢçı gibi dizlerini kaldırarak koĢuyordu. Pencerenin altına eriĢince iki elindeki çöp bidonlarını içeriye doğru fırlattı. Bidonlar daha önce içeriye atılmıĢ olan alüminyum bahçe masa- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN STEVEN SPIELBERG İLİŞKİLER sına çarparak toprak ve fidan yığınının üzerinden oturma odasının zeminine yuvarlandılar. Ansızın Roy'un aklına yeni bir fikir gelmiĢti. «Bahçe teli.» diye bağırdı. Ronnie kocasının, arabalarını park ettikleri yerle yan evi ayıran aiçak çiti çekiĢtirmesini seyrediyordu. Derken Roy'un gözü Harris'lerin açık garaj kapısının önünde duran tel rulosuna takıldı. Pencereden baĢını uzatmıĢ, olanları seyreden Bayan Harris'in meraklı bakıĢları altında, Neary tel rulosunu kaptığı gibi taĢımaya baĢladı. «Ne yapıyorsunuz öyle?» diye Bayan Harris cıyak cıyak bağırıyordu. «Yaptığınız Ģey yasaya aykırı!» Ronnie umutsuzca kadını yatıĢtırmaya çalıĢtı. «Merak etmeyin, Bayan Harris. Geri getireceğiz.» ġimdi çocuklar annelerinin yanındaydılar. Genç kadın hiçbir Ģey söylemeden, babalarına bu çılgınca iĢde yardım etmelerinin son bulduğunu hissettirmiĢti onlara. Brad'la Toby biraz da korkmuĢ olarak annelerinin eteklerine sarılmıĢ, babalarını Ġzliyorlardı. Neary, Bayan Harrls'e, «Merak etmeyin telinizin parasını ödeyeceğim,» diye bağırdı. Bayan Harris elindeki saç kurutma makinesini bir ta-banca gibi Roy'a doğru tutarak, «Aman al, senin olsun!» dedi. ġimdi küçük Sylvia ağlamaya baĢlamıĢtı, ama Neary' nin onu duyduğu filan yoktu. Elindeki tel rulosunu pencereden içeriye attıktan sonra, bahçede baĢka yeni malzeme bulmak için gezinmeye baĢladı. Orayı burayı karıĢtırarak deli gibi aranıyordu. Ronnie çevresine topianıp eteğine sarılan çocuklarla birlikte Roy'un yolunu kesmeyi becerdi. «Roy, çocukları annemin evine götürüyorum.» Genç kadın ağlıyordu. Neary ise artık son hızla çalıĢmaya giriĢmiĢti. Birden öne doğru ilerlemesinin engellendiğini farketti. Ani bir duruĢ yapmasaydı, Ronnle'yle çocukların üzerine düĢecekti. «Çılgınlık bu,» dedi gayet mantıklı bir sesle. «Siz giyinmemiĢsiniz ki...» «Ne? Ne dedin?» diye avaz avaz bağırdı Ronnie. «Ne yapmamıĢız?» ġimdi artık hızlı hareket etme sırası Ronnie'ye gelmiĢti. Sylvia'yı kucağına alıp oğlanları da ardından sürükleyerek arabaya doğru yürüdü. Kararlılığı yüzünden belliydi. Roy arkalarından giderken, «Durun!» diye bağırıyordu. Genç kadın arabanın arka kapısını açıp çocukları içeriye tıkıĢtırdıktan sonra Roy'a dönüp; «Bunu yapmak gerek ve yapacağım da,» dedi. Sonra arabanın arka penceresini kapatıp kapının kilit düğmesine bastı. Kendi de öne dolaĢıp direksiyonun baĢına oturdu. «Ronnie,» diye yalvarıyordu Roy kapalı camın ardından. «Lütfen gitme Ronnie. ġu anda terketme beni... Sana ihtiyacım var.» «Neden kalayırh?» Sesi kopalı camın ardından boğuk çıkıyordu Ronnie'nin. «Senin deli gömleği giydirilip götürüldüğünü görmek için mi?» Roy arabanın kapalı camlarıyla kapılarını yumruklu-yordu. Ronnie motoru çalıĢtırarak geri vitese taktı. Neary kapıları yumruklamaktan vazgeçip, Ronnie arka arka park yerinden çıkarken arabanın önçamurluğuna atladı. Araba çıkıĢın önündeki çöp yığınının üzerinden geçerken Ģöyle bir sarsılınca, Roy düĢecek gibi olarak an- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG tene sarıldı. Çocukların korkudan irileĢmiĢ gözlerle babalarının kaputu yumruklayarak avazı çıktığı kadar bağırmasını dehĢet içinde izlediklerini de farkediyordu Neary. Ama arabayı bırakmaya niyeti yoktu. Ronnie bu sahneden tüm kalbiyle nefret ediyordu. Bir an önce Neary'den kurtulmalıydı. Park yerinden caddeye çıkarken birden hızlanıp ansızın fren yaptı. Roy ön çamurluktan kayarak kaldırıma düĢtü. Ronnie tüm gücüyle ga za bastı; araba son hızia ileriye atılarak caddenin sonundaki dönemeçte kayboldu. Neary toz toprak içinde, kirli pijamalarıyla kaldırımda yatıyordu. Bir yerine bir Ģey olduğundan değil, ĢaĢkınlığından ayağa kalkamamıĢtı. Ötesi berisi sızlayarak yavaĢça ayağa kalktı. Çevresine bakınınca, altı, yedi kadar arkadaĢıyla komĢusunun tüm olaya tanık olduğunu fark etti ilk kez. DurmuĢ, olayın nasıl sonuçlanacağını merak ediyorlardı. Neary ne beklediklerini anlayamadı önce. Sonra elini sallayarak hepsine selam verdi. «Ġyi sabahlar!» YavaĢça dönerek uzun adımlarla çimenliği geçip merdivenin dayalı durduğu pencereye doğru ağır ağır yürümeye baĢladı. Bir an durup yolunun üstündeki bahçe hortumunu yerden aldı, takılı olduğu musluğu açtı. Elindeki hortumla birlikte merdivenleri tırmandı, hortumdan akan suyla kendini ve çevresindeki her Ģeyi ıslattıktan sonra pencereden içeri atladı, ardından da merdiveni çekerek içeriye aldı. Roy içeri girdikten sonra sanki sarayın kapılarını ka-patıyormuĢ gibi bir tavırla pencereyi kapatıp perdeyi çekti. KomĢular ve tüm dıĢ dünyayla iliĢkisini kesmiĢti böylece. ġimdi oiay oturma odasında sürüyordu ama neyse ki buna Neary'den baĢka tanık olan yoktu. Yemeden içmeden bütün gün sürekli çalıĢtı durdu. Odanın bir köĢesindeki televizyonun hafif açık sesinden baĢka insan sesi duyulmuyordu. Bütün gün dizi filmler, açık oturumlar, müzik programları, reklamlar biribirini izledi Neary televizyonun açık olduğunun bile farkında değildi. Orada, oturma odasında Neary için her Ģeyden çok daha önemli, günlük yaĢamın sınırlarını aĢan bir Ģeyler oluyordu. Tam bir yapı mühendisi gibi iĢe koyulmuĢtu. Çöp bidonlarıyla bahçe masasını yaptığı Ģeye bir tür temel ya da destek olarak kullanıyordu. Sonra Bayan Harris'in teliyie yapısının dıĢ hatlarını belirledi. Bu iĢ destek yapmaktan daha karmaĢıktı. Teli isteği biçime sokunca, çamurla sıvayarak yapıĢtırdı. Yine de tatmin olmamıĢtı. Bu kez eski gazeteleri ıslatarak teli sıvadığı çamurun üstüne örttü. Böylece mukavva gibi sert bir yüzey elde etmiĢ oluyordu. Sonra gazetelerin üzerine de çamur bulaĢtırarak modelini yapmakta olduğu o esrarengiz Ģeye benzetmeye çalıĢtı. AkĢam üzeri saat beĢe doğru «Hayır, olmadı daha,» diye mutsuzca mırıldandı Neary. Yaptığı Ģey boyunu aĢmıĢ, neredeyse tavana değecekti. Ġki buçuk metre boyunda vardı. Çevresinden çamura gömülmüĢ olan dal ve fidan kökleri çıkıyordu. Dorukta birleĢen dik eğimli yamaçlar katmer katmerdi. Ama Neary yaptığı iĢten tümüyle hoĢnut olmamıĢtı; henüz tamam değildi. Tren takımının manzara düzenine takıldı gözü. Minyatür ağaç ve çalılıkları yerlerinden aldı. Bir süre satranç taĢları gibi elinde tutarak bunların durmaları gereken yerleri bulmaya çalıĢtı. Evet, tam böyle. ġuraya da iki çam. Tastamam. Ve buraya bir çalı dizisi. Evet, evet tam yeri burası. STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠL5KĠLER Neary, «Tamam,» dedi sonunda. «ĠĢte tam olması gerektiği gibi.» Aslında ne yaptığını durup düĢünecek zamanı olmamıĢtı. SözgeliĢi, yapmıĢ olduğu bu modeli üç baĢarısız denemeden sonra gerçekleĢtirdiğini anımsamıyordu. Birincisinde traĢ köpüğüyle, ikincisinde o gece Barry'nin yol kenarında yaptığı ve kendisinin yeniden biçimlendirme ye çalıĢtığı garip, konik tepeciği oluĢturan çamurla, üçün-cüsündeyse tümüyle baĢarısız olduğu patates püresiyle aynı Ģeyi yapmaya çalıĢtığının farkında değildi. Ama artık baĢarmıĢtı. Gerçek gibi, diye düĢündü. Gazete kâğıtlarının üzerindeki çamur kuruyarak sert bir yüzey oluĢturmuĢtu; oraya buraya serpiĢtirilmiĢ ağaç ve çalılarla gerçekten aslına benziyordu. Derin oluklu yamaçlar dik eğimle yükselip tepedeki platoda son bulmaktaydı. Tepenin bir yanında bir kanyon vardı. Bu kanyonun dibindeki sakin vadi tren takımının yeĢillikleriyim süslenmiĢti. Neary bütün gün canı çıkasıya çalıĢmıĢtı. ġimdi eserinin çevresinde ağır ağır dolaĢıyor, iyice gözden geçiriyordu. Ġncelemesi olumlu sonuçlanıp hiçbir hata bulamayınca, ilk kez rahat bir soluk aldı. Ve yine bu Ģeyi yapmak ihtiyacı tüm benliğini kapladığından, tüm düĢüncelerini tutsak ettiğinden bu yana ilk kez Ģimdi kendini huzura kavuĢmuĢ hissediyordu. Neary durup tepedeki platoya bir göz attı. Bu yapay tepenin arkasında kalan pencereden, komĢuların dıĢarıda günlük yaĢamlarını sürdürdüklerini görüyordu. Bir araba durdu, içinden insanlar çıkıp karĢj eve doğru yürüdüler. Ev sahipleri onları kapıda karĢılayarak içeri buyur etti. Öte ki komĢulardan kimisi çimlerini biçiyor, kimisi bahçe çitleri- ni buduyor ya da suluyordu. Gelip geçen arabalar... oyun oynayan çocuklar... Neary kirli parmaklarını saçlarının arasından geçirerek önünde yükselmekte olan dağa dikti gözlerini. Bunu o yapmıĢtı. Ama ne pahasına? BaĢarmıĢtı yine de. Ve bunun mutlaka bir anlamı olmalıydı, değil mi? Ancak uğrunda bunca fedakârlık yaptığı Ģey iĢte önünde duruyor ve ona hiçbir Ģey açıklamıyordu. Tümüyle anlamsızdı... «Tanrım,» dedi Neary yüksek sesle. «Bir biiebilsem... Bu benim eĢerim ve de her Ģey bende baĢlayıp bende bitiyor.» Neary yaĢamının en kötü noktasındaydı. Derken, sanki tier Ģeyi daha dayanılmaz hale sokmak istercesine, o budalaca ve yapay olarak yaratılmıĢ normal dünyayı yansıtan reklam programları baĢladı televizyonda. Neary televizyonun sesini iĢitiyor ama dinlemiyordu. Bir koltuğa çökerek ona bunca Ģeye malolan Ģeyin tepesindeki düz platoya bakmaya baĢladı. Televizyonda saat baĢı verilen haber özetlerini de dinlemiyordu. Televizyonu radyo gibi kullanıyor, küçük hoparlörden çıkan ince insan seslerini duymak için açık bırakıyordu onu. Haber özetleri: Sığır hırsızları Ponderosa'yı iĢgal ederekyangın çıkarmıĢlardı... Mahkemede Perry Mason'un iman vermeyen soruları karĢısında sanık suçunu itiraf et-niĢti. Robert Young ıĢıklar kesildiği sürede baĢarılı bir açık kalp ameliyatı yapmıĢtı... Saat dokuz sularında Neary yerinden kalkıp buzdolabına giderek bir ĢiĢe bira aldı. Kapağını açarken, karanlıkta baĢarıyla yapılan kalp ameliyatını düĢünüyordu. Bir an durup gözlerini kırpıĢtırdı. Sonra elindeki kapağı açıl- STEVEN SPIELBERG mıĢ bira ĢiĢesini masanın üzerine bırakarak telefona gitti, bir numara çevirmeye baĢladı. «Onunla konuĢmak istiyorum,» dedi karĢı taraf cevap verince. Ronnie telefona geldi. Neary boğazını temizleyip dikkatle konuĢtu. «Bunu yapman gerekli miydi Ronnie? Lütfen... bir dakika... telefonu kapama... lütfen... dinle... lüt...» Telefon kapanmıĢtı. «Madge, çöreklerinin bu denli kabarmasının sırrını bana anlatır mısın?» «ĠĢte en çok terlediğim zaman bile kendimi bununla güvende hissediyorum.» Neary yine televizyonu seyretmiyordu ama reklam programlarının sesi kulağına daha az süzülerek geliyordu. O hâlâ yaptığı -ne dese?- dağı incelemekle meĢguldü. «Kıtır kıtır ve yağsız olmalarını istiyorsanız bunu kullanın.» Neary ayağa kalkarak telefona gitti yeniden. Ronnie' nin annesinin numarasını çevirdi. «Ronnie'yi telefona verin lütfen.» «Roy, özür dilerim ama seninle konuĢmak istemiyor.» «Siz çağırın onul» diye bağırdı Neary. Ve beklemeye baĢladı. Hat açıktı. Ama telefona kimse gelmiyordu, ne Ronnie, ne de annesi. Aslında telefondan bir Ģey iĢitmek için kıvranıyordu Neary. Bir ses, bir tartıĢma bile... Ama yalnızca hat açıktı. Alıcının ağızlığına üfledi. Ses yoktu. Böylece Ronnie'nin telefonu kapamadığı anlaĢılıyordu. Demek ki hâlâ umut vardı. Dakikalar geçti. Neary mutfak saatine bir göz attı: Ona bir vardı. Sanki bu ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER dakikayı bekliyormuĢ gibi alıcıyı yavaĢça yerine koydu. Sonra yeniden numarayı çevirdi. MeĢgul iĢareti... Ronnie telefonu fiĢten çıkarmıĢtı. Neary bira ĢiĢesini alıp oturma odasına geçti. On haberleri baĢlamıĢtı. Saçları kulaklarını kapatacak biçimde kabarıkça taranmıĢ genç bir adam kameraya doğru anlamlı bir bakıĢla bakmaya çalıĢıyordu ama gözlerinin gi dip geliĢinden ilerdeki ekranda yazılı haberleri okuduğu belliydi. «Ġyi geceler! Bu gece en önemli haberimiz bir demiryolu kazasıyla ilgili!» Neary'ye spiker sanki söylediği sözlerden garip bir zevk alıyormuĢ gibi geldi. «Hava Kuvvetlerine ait kimyasal gaz yüklü bir vagon raydan çıkarak devrilmiĢtir. Gazın çok tehlikeli oluĢu yüzünden bölgenin tümüyle boĢaltılması gerekmektedir. Silahlı Kuvvetlerin tehlikeli madde taĢımacılığında meydana gelen bir kaza nedeniyle yapılan en büyük boĢaltma harekâtı olacaktır bu. Sözkonusu bölge Wyoming'in ġeytan Kulesi denilen uzak bir bölümündedir. ġu anda Charles McDonell size olay yerinden bilgi verecek.» Neary'nin gözleri dalmaya baĢlamıĢtı ama televizyon ekranına bakmayı sürdürüyordu. McDonnel üzerinde bir trençkot, elinde bir mikrofonla duruyordu. Arkasında, uzakta kalan bir yoldan kamyonların gidip geldiği görülmek teydi. Daha da geride gökyüzüne yükselen dağ dorukları vardı. «ġu anda Wyoming'in kızgın ufkunda güneĢ batmak üzere,» diye söze baĢladı McDonnell. «Ve binlerce sivil yurttaĢ felâket bölgesini terketmektedir. Tehlikeli G-M sinir gazı yüklü yedi vagon, gazın kimyasal araçlarla güvenceli bir Ģekilde yok edileceği yere giderken Walkash? Needles KavĢağında raydan çıkarak devrilmiĢtir... STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Aslında Wyoming'in vahĢi dağ eteklerinde kasabalar ya da büyük yerleĢme merkezleri bulunmadığından, yalnızca tatil kampları ve dağ evleri boĢaltılmaktadır. Askeri kamyon ve helikopterler. ġeytan Kulesi diye bilinen dağın doruğu merkez olmak üzere çapı yüz yetmiĢ metreyi bulan bir alanı taramaktadırlar.» Kamera geriye çekilerek bir kamyon konvoyunu gösterdi. Sonra görüntü ansızın değiĢerek dağın uzaktan teleobjektifle görünüĢü belirdi ekranda. «ġeytan Kulesi'nin yalçın sırtları,» diyordu McDonnell. «Dünyanın dört bucağından gelen dağcılar için iyi bir deney alanı oluĢturmaktadır ve...» «Tanrım!» Neary ayağa fırlamıĢtı. Bir atlayıĢta gidip televizyon, ekranının önüne diz çöktü. ĠĢte az önce yapmayı bitirdiği dağ karĢısında duruyordu. Orada, ekranda. Ve Neary'nin oturma odasının içinde..." Aynı derin ve dar oluklu yamaçlar... Aynı düz, pla-tolu tepe... Ağaçlar bile aynı konumdaydılar. Neary bir ekrana, bir odanın ortasındaki kendi eliyle yaptığı modele bakıyordu. Yüzünde ağzını kulaklarına vardıran bir sırıtıĢ vardı. Evet, gerçekten yaptığı Ģey anlamlıydı demek. Bir çılgınlık ürünü değildi. Ancak henüz her Ģeyi tam anlamamıĢtı. Yalnızca bu Ģeyi yapmak için duyduğu o korkunç dayanılmaz arzunun bir anlamı olduğunu biliyordu. Bu hasta bir beynin rasgele ürettiği bir Ģey değildi. Bir mesajdı bu. Neary kendine hâkim olmaya ve yavaĢ hareket etmeye çaba göstererek numarayı doğru çevirdi. Ve yine o meĢgul iĢaretini alıyordu. Yüzünden gülümsemesi silinmiĢti. Oturma odasına doğru dönerek ġeytan Kulesi'nin yapmıĢ olduğu modeline baktı bir süre. Indiana'nın batısı buradan çok uzak, diye düĢündü. Çok yorucu bir yolculuk olacaktı. Hele yalnız hiç çekilmezdi, o bitmez tükenmez yollar... Neary açık duran telefon rehberine boĢ boĢ bakıyordu. Sonra rasgele sayfalarını çevirmeye baĢladı. Birden dikkati yoğunlaĢtı ve Harper Vadisi bölümüne gelince artık ne aradığını biliyordu. Gold. Gowland. Guber. Guiler, J. Jillian'ın ev numarasını çevirdi. Daha önce Barry'yi sormak için bir kez daha telefon etmiĢ ama telefon sürekli meĢgul çıkmıĢtı. «Özür dilerim,» dedi teype alınmıĢ bir ses bu defa. «Aramakta olduğunuz bu numara bir süre için devreden çıkarılmıĢtır. Otomatik cevap vericiye bağlıdır.» Neary telefonu kapatıp bir daha açtı ama yine otomatik teyp cevap verdi kendisine. Gerçekten uzun ve yorucu bir yolculuk olacaktı, ama bunu yalnız baĢına yapmaktan baĢka çaresi de yoktu. Jillian Guiler bu günler süresince evden hiç çıkmamıĢtı. Aslında yatıp uyumak, tuvalete gitmek, düzensiz olarak bir Ģeyler atıĢtırmak dıĢında, oturma odasından da çıkmamıĢ, resim sehpasının baĢından ayrılmamıĢtı. Genç kadın iyi de görünmüyordu. Barry evden uzaklaĢtırıldığından beri hayli kilo kaybetmiĢti. Bunların da ötesinde Jillian'ın gözlerinde akla gelebilecek en büyük kayba uğramıĢ ve onun acısını çeken insanlara özgü bir hüzün vardı. Tüm gün ve gecelerini geçirdiği oturma odasının o STEV£N SPİEISERG köĢesi, düzensiz bir sanat galerisini andırıyordu. Karakalem ve yağlıboya resimler üstüste yığılmıĢtı. Hepsinde de Roy Neary'nin modelini yapmıĢ olduğu dağın çeĢitli görüntüleri vardı. Öz aynıydı ama bakıĢ açıları değiĢikti. Sonra Jiilian yağlıboya resimlerinde göz tırmalayan çiğ renkler kullanmıĢtı. Jillian da eve kapandığı o hafta boyunca, pek dinlememesi ya da seyretmemesine karĢın zaman zaman televizyonu açmıĢtı. Ama Ģimdi tüm dikkatiyle akĢam haberlerini dinliyordu. Neary'ninkinden baĢka bir istasyon açıktı. Derken Jillian o sihirli kutunun aracılığıyla ilk kez ġeytan Kulesi'ni gördü. «Silahlı kuvvetler ve jandarma birlikleri boşaltmaya gözcülük etmektedir. Evlerinden barklarından edilen halka, tehlikenin yetmiş iki saat içinde ortadan kalkacağı garantisi verilmiştir. Zehir yoğunluğunun bu süre içinde zararsız hale geleceği tahmin, edilmektedir. Bu durumda bölge sakinleri haftasonunda evlerine dönmüĢ olacaklardır, ilgililer, çevrede yaşayan kasaplık hayvanların etlerinin hiçbir zarar görmeyeceğini garanti etmektedirler.» Araya reklamlar girince, Jillian resimlerinin baĢına döndü. Sehpada duran resim, televizyon kamerasının gösterdiği açıdan bakıyordu dağa. Jillian'ın resmiyle kameranın gösterdiği görüntü arasında hiçbir fark yoktu; dağın eteklerindeki ormanlık bölgelerin üzerinde dolaĢan askeri helikopterler dıĢında. Jiilian resme dalıp gitmiĢti. Kendine geldiğinde haberler çoktan bitmiĢ, müzikal bir film oynuyordu. Genç kadın kendini toparlayarak yatak odasına gidip gerekli Ģeyleri alarak banyoya girdi. Ne yapacağını bilen birinin kesin tavrıyla hareket ediyordu. Bir saat tamircisinin küçük, usta hareketleriyle duĢ yaptı, saçını ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER taradı, yüzünü boyadı, bavulunu topladı ve evden çıktı. Jillian, kendisini Barry'ye ulaĢtıracak yolda olduğunu umarak, dua ediyordu. *** Neary birkaç gündür hiç uyumamıĢ birinin böylesine uzun yola çıkmaması gerektiğini düĢünüyordu. Ama dayanmak zorundaydı. Titreyen kaslarını kontrol altında tutmaya çalıĢıyor, kendi kendine durumunun hiç de umutsuz olmadığını tekrarlıyordu. Cüzdanında yirmi doları vardı. Ronnie hırsızın aklına gelmeyeceğini düĢünerek buzluğun arkasına saklardı paralarını. Bir yirmi dolar daha bulmuĢtu orada. Neary suçluluk duygusuyla kıvranarak Brad'ın kumbarasını açıp içindeki dört dolar ve bozuklukları da almıĢtı. Saat sekiz buçukta bankaya giderek kırk iki dolarlık hesabından kırk dolar çekti. Saat dokuzdaysa baĢka bir bankada, veznedara yüz dolarlık bir çek uzatıyordu. Veznedar hesap kartlarını kontrol ettikten sonra çeki Neary'ye geri verdi. «Özür dilerim ama kredi görevlisini görmeniz gerekiyor. Kendisi Ģura...» Neary çeki küçük parçalar halinde yırttıktan sonra bankadan çıktı. Kötü Ģans iĢte... Derken yolun karĢısındaki içki satan dükkânı gördü. Bir umut! Elinde tuttuğu küçük kâğıt parçalarını konfeti gibi havaya savurdu. Dükkân yöneticisi, kuĢkulu bir nezaket ve görülmemiĢ bir ağırkanlılıkla Neary'nin yeni yazdığı çeki bozdu. Bu davranıĢı aslında hiçbir Ģey yapmak istemeyiĢinden ileri geliyordu. Nezaket ve yavaĢlığın kin dolu bir birleĢimiydi STEVEN SPIELBERG bu. Tek yakınması da, «Bütün yirmiliklerimi tükettiniz, Bay Neary,» oldu. Dokuz on beĢte kalkan otobüs, Neary'yi saat on birde Cincinnati'ye ulaĢtırdı. Neary havaalanına vaktinde yetiĢerek rezervasyon görevlisine danıĢtı. Görevli, Denver'e aktarmasız bir uçuĢ sağlamak için iki rehber, üç liste karıĢtırıp Ģefine de danıĢtıktan sonra, Neary'nin rezervasyonunu yaptı. Ayrıca varacağı yerde Neary'ye bir de kiralık araba ayırtmıĢtı. Rezervasyon görevlisinin iĢi ağırdan aldığını Neary farketmemiĢti önce. Ancak kadının biraz gerisinde duran iki nöbetçiye bakıĢını yakalayınca, bu yavaĢlığın kasıtlı olduğunu anladı. Neary nöbetçilere yüzünü döndü. Adamların halinden ne yapacaklarına daha karar vermemiĢ oldukları anlaĢılıyordu. Bütün havaalanı güvenlik görevlileri gibi, bunlarda da tanımlama nesnel ölçülere dayanmaktaydı. Zararlı tip ler Ģöyle giyinir, böyle bakar ya da Ģu Ģekilde konuĢurlardı. Neary güvenlik görevlilerinin ona 'yankesici' ya da 'terörist' gibi önceden belirlenmiĢ etiketlerden birini ya kıĢtırmak üzere olduklarını farketmiĢti. Neary yeniden rezervasyon görevlisine dönerek, «EĢyalarıma birkaç dakika gözkulak olur musunuz, lütfen,» dedi. «ġimdi dönerim.» Sonra el çantasını alarak en yakın tuvalete gitti. Ġki güvenlik görevlisi Neary'yi izlemiĢ, ama peĢinden tuvalete girmemiĢti. Neary içerde yüzünü sabunlayarak çabucak bir traĢ oldu. TiĢörtünü çıkararak mavi bir gömlek giyip koyu kahverengi bir kravat taktı. Saçlarını özenle taramayı da ihmal etmemiĢti. Tuvaletten çıkıp güvenlik görevlilerinin oldukça yakınından geçti. Adamlardan sadece biri onu tanımıĢtı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Neary'nin rezarvasyon bölümüne gidiĢini gözleriyle izlediler. Ġkisi de yerinden kıpırdamamıĢtı. Neary, istenilen kılığa girmek göründüğünden daha kolay, diye düĢündü. ĠĢin parasal yanı da kolaydı. Neary traĢın, temiz elbiselerin ve kredi kartının, ödeme gücü konusundaki kuĢkuları ortadan kaldırdığını öğrenmiĢti artık. ġimdi iĢin güç yanına sıra gelmiĢti. Neary biletini aldığı görevliden birkaç mektup kâğıdı ve pul istedi. Sonra bir köĢeye çekilerek oturdu. Nasıl baĢlayacağını bilmiyordu. Zarfa Brad, Tobby ve Sylvia Neary'nin adlarını ve adresi yazarak oyalandı. Bu adlar ona bir garip görünüyordu. Neary Ģimdiye dek çocuklarına hiç mektup yazmamıĢtı. 'Sevgili çocuklarım. Ben bir süre uzakta olacağım. Eğer geri gelir...' Neary bir an durup düĢündü, sonra 'eğer' sözcüğünün üstünü karalayarak yazmaya devam etti. 'Geri döndüğümde size anlatacak çok Ģeyim olacak. ġimdi gitmek zorundayım. Anlamam gereken Ģeyler var ve anlamanın tek yolu da bu.' GörüĢü bulanmıĢtı. Gözlerinin yaĢlarla dolduğunu farketti. Brad'ın hakkı vardı; gerçekten sulugözün biri olup çıkmıĢtı. Neary kendisini seyreden biri var mı, diye çevresine bakındı. Neyse yoktu. Gözlerini silerek yazmaya devam etti. 'Oğullarım, annenize yardım edin. Siz iyi, güvenilir çocuklarsınız ve...' Durdu. Ġçinden, babanızdan daha güvenilir, diye geçirdi. 'Çok kısa bir zamanda yeniden evde olacağım ve...' Çocuklara yalan söylemeye hakkım yok, diye düĢündü. Onları yeterince tedirgin ve huzursuz et- miĢti: ġu anda babalarından nefret ediyor olmalıydılar ya da yakında edeceklerdi. Onlara her Ģeyi daha uygun bir zaman ve durumda açıklaması gerekiyordu. En azından onlara borçluydu bunu. 'Bütün bunların sizin için pek bir anlamı yok' diye yazdı. 'Hatta anneniz için bile. Ama bu Jiminy Cricket'in Ģarkısı gibi. Sizi Pinokyo filmine SürmüĢ müydüm? Gidip gitmediğimizi hatırlamıyorum.. Gözlerini ovuĢturdu. 'Herkesigizli bir dileği vardır Bunu açıklayamam. Bütün söyleyebileceğim, bu dileğin her Ģeyden daha güçlü oluĢudur, Yıldızlardan bir dileğin varsa...' Mektup dizinin üzerinden kayarak yere düĢtü. Neary orada çaresizce oturuyor, gözyaĢları sel gibi boĢanıyor-du. Mektuba sanki denizin dibindeymiĢ gibi umutsuzca baktı. Sonra gücünü toplayarak eğilip yerden aldı. Tekrar okumadan, 'Sevgilerimle, Babanız diye imzaladı Kâğıdı zarfa tıkıĢtırarak ayağa kalkıp posta kutusuna doğru yürüdü. YaĢlı bir adam ya da ağır yükü olan bir dalgıç gibi yavaĢ hareket ediyordu. Mektubu kutuya attıktan sonra gözleri uzunca bir süre kutunun üzerindeki yazıya takıldı. ABD POSTA ABD POSTA ABD POSTA ABD POSTA... Neary uçağının kalkıĢı hoperlörden duyurulduğu zaman hâlâ orada duruyordu. Ġkinci kez duyuru yapıldığında, yavaĢça döndü, sırtını biraz dikleĢtirerek çıkıĢ kapısına, oradan da piste doğru yürüdü. YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM BirleĢik Amerika Devletleri'nin bu bölgesindeki Hertz' in kiralık taksi istasyonlarında o alıĢılagelmiĢ sarı ve siyah renkli bir büro, içinde de yine sarılı siyahlı bir üniforma giymiĢ, yüze gülen genç bir kadın yoktu. Wyoming'in bu kesiminde Hertz'ln bürosu Suggs'ın Garajında bulunuyordu ve gerçekten o ufak sarı siyah iĢareti görmek için çok dikkatle bakmak gerekliydi. Motorlarla uğraĢmanın dıĢında, Suggs bir garaj iĢletmenin öteki iĢlerinin hepsinden nefret ediyordu. Benzin doldurmak, lastik değiĢtirmek, buji temizlemek ve Hertz arabaları kiralamaktan hiç hoĢlanmıyordu. Dolayısıyla daha Roy Neary'yl görmeden çok önce ondan nefret etmiĢti. «Evet, sen Neary'sin.» dedi garajcı Roy'a yiyecekmiĢ gibi bakarak. «Buraya gelmek için Tanrının belası yolları tepmiĢ olmalısın epey.» «Bir jip ayırtmıĢtım.» «Jip değil bir otomobil,» dedi Suggs kin dolu bir sesle. «Bu Tanrının cezası yerde jip filan kalmadı, Neary. Yine de Ģanslı herif sayılırsın Ģu külüstürü bulduğun için. STEVEN SPIELBERG Elimde kalan son araba o. Onu çoktan kiralamıĢ olabilirdim ya... Hatta son anda bile yirmi müĢteri çıkardı.» Neary sordu. «Halk bu bölgeyi boĢaltıyor, değil mi?» Suggs onun sorusuna aldırmadan, «Depo dolu,» dedi. «O külüstürü getirdiğinde ben burada olmayacağım. Anahtarları Ģuradaki tablaya bırakırsın.» Suggs, Neary'nin bir Ģey söylemesine fırsat bırakmadan garaj kapısından çıkıp gitti. Neary tezgâhta duran anahtarları daha almamıĢtı ki, garafcı çoktan.eski Ford' una atlayıp ardında bir toz bulutu bırakarak gözden kaybolmuĢtu bile. Neary de bavulunu ve arabanın kira sözleĢmesini alarak dıĢarı çıktı. Kiraladığı araba garajın yan tarafında duruyordu. «Bir Vega,» diye söylenerek arabaya binip motoru çalıĢtırdı. Sonra hemen radyoyu açtı. «... binlerce kiĢi evsiz barksız kalmıĢtır.» Neary radyoyu açar açmaz karĢısına bu haber çıkmıĢtı. AnlaĢılan Wyoming'de boĢaltma olayından baĢka bir Ģeyden söz edilmiyordu. «ABD Silahlı Kuvvetleri Levazım Komutanlığı yeni kısıtlamalar getirmiĢtir. 25 numaralı eyaletlerarası otoyolun üzerinde ve Grovvher'ın kuzeyinde bulunan tüm arayollar, Meestestse'nin batısına giden bütün yollar, Cody'nin kuzeyinde ve Burlington'un doğusunda ya da Yellowstone Gölünün batısında kalan çakıllı yollar dahil tüm yollar ve arayollar tehlikeli ve Kırmızı Bölge ilan edilmiĢtir. Herkesin buralar...» Neary radyonu kapatarak, Suggs görmeden garajdan aldığı karayolları haritasını inceledi. Yeni yasaklanmıĢ yolların yerlerini saptadı ve onları Tetons'daki ġeytan Ku-Jesi'ne dek izledi, Neary yasaklanmıĢ yerlere gidebilecek, arada sırada ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER açık olan tali yolları düĢünerek bir süre oyalandı. Sonra da arabaya atlayıp yola koyuldu. Reliance'da hava açık ve güzeldi; tam piknik yapılacak bir gündü. Bölgeyi boĢaltan halk belirli yerlerde toplanmaktaydı. Uzunca bir süredir araba kullanan Neary farkında olmaksızın batı yönünde Terons'a doğru yol alıyordu. Doğuda kalan yollarda trafik sıkıĢıktı. Reliance'da yakıt alıp, yo luna devam etmeyi düĢünüyordu ama ilk kez askeri birliklere rastlamıĢtı. Demiryolu istasyonunun sağında kalan yolda bir barikat vardı. Ulusal güvenlik askerleri sırtlarında tüfekleri, kızgın güneĢ altında oraya buraya koĢuĢarak istasyona toplanan halkı gruplara ayırıyorlardı. Yüzleri ter içinde kalmıĢtı. «ġimdi yalnızca mavi kart taĢıyanlar trene binecek,» diye bağırıyordu bir çavuĢ elindeki megafona. «Mavi kartı olanlar acele etsinler. Kırmızı kartı olanlar da barikatın bu yanında toplansınlar. Siz bir sonraki trene bineceksiniz.» ÇavuĢ boğazını temizlemek için durup konuĢmasına ara verdi. Sonra hak-tuu diye yere tükürdü. Elindeki megafonu ağzından fazla uzaklaĢtırmomıĢtı. Çıkardığı sesler istasyon bölgesinde yankılandı. «Sırayı bozmayın! Hepiniz bineceksiniz trene. Sıranızda bekleyin yalnızca. ġimdi mavi kartlılar biniyor...» Neary arabasında oturmuĢ, uzun boylu çavuĢun onu fark etmesini bekliyordu. ÇavuĢ Neary'nin arabasını görünce, yüzünde inatçı bir ifadeyle hantal hantal yürüdü ona doğru. Ama yanına yaklaĢamadan barikatın öte yanından gelen bir hayvan sürüsü yolunu kesmiĢti. Sürüde koyunlarla sığırlar bir aradaydı. ÇavuĢun Neary'ye doğru ilerlemesi olanaksızdı bu durumda. Orta- STEVEN SPIELBERG lığı yoğun bir gübre kokusu sarmıĢtı. Sürünün arasındaki çobanlarla hayvan sahipleri birbirileriyle çekiĢiyorlardı. Ortalık tam bir anababa günüydü. Hava Kuvvetlerine ait bir helikopter geviĢ getiren sürünün üzerinde dolaĢarak hayvanların ürküp yolun sağına soluna kaçıĢmalarına neden oldu. Yol açıldıktan sonra helikopter yükselen bir balon gibi dik açıyla gökyüzüne çıkıp yüksek Tetons tepelerine doğru uzaklaĢtı. ÇavuĢ yanına geldiğinde, Neary gitmek için dayanılmaz bir arzu duyduğu yönde uzaklaĢan helikopterin ardından bakıyordu. Askerin dev gölgesi üzerince düĢünce Neary irkildi. «Tehlikeli bölgede bir akrabanız mı var?» diye sordu çavuĢ. «Sue-Ellen adındaki küçük kardeĢimi arıyorum.» «Soy adı nedir?» ÇavuĢ arka cebinden bir liste çıkardı. «Hennersdorfer.» ÇavuĢ küt parmağını listedeki Ġsimler üzerinde dolaĢtırarak H harfi bölümünü gözden geçirdi. «Hennersdorfer diye biri yok.» «Tanrım', o zaman kızcağız hâlâ evde,» diye bağırdı; Neary. «Dün öğleyin herkesi evinden çıkardık.» «Ama küçük Sue - Ellen kaldı.» «Olanaksız.» ÇavuĢ kesin bir ifadeyle konuĢuyordu. «Herkes dıĢarı çıkarıldı. Ev ev dolaĢtık. Küçük Sue-Ellen falan kalmadı içerde.» «O halde kendim gidip bakmalıyım,» dedi Nearry. «Annemle babam beni asla bağıĢlamaz, eğer tembellik edip Sue-Ellen'i evden almazsam...» «Hey,» diye onun sözünü kesti çavuĢ. «Sen Ġngilizce; ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER anlamıyor musun? Orada kimse kalmadı diyorum. Herkes trene biniyor. Eğer ortalıkta dolaĢan çopulcu olursa vur-, ma emri aldım. Kalın kafana girdi mi Ģimdi, Hennersdorfer?» Neary budalaca sırıttı. «GörüĢürüz,» diyerek arabayı geri geri yapıp oradan uzaklaĢtı. Ama gitmeden önce çavuĢun bir baĢka askerle konuĢtuklarını duymuĢtu. «Bir çapulcu, ha?» diye sordu adam. ÇavuĢ böbürlenerek, «Tabii, nerede olsa alırım on-ların kokusunu,» dedi. Neary demiryolu istasyonundan uzaklaĢırken sırıtmıyordu artık. Adamların tahmin ettikleri gibi çapulcu ya da yağmacı değildi, ama orada bulunmasının asıl nedeni sorulacak olsa ne cevap vereceğini de bilmiyordu. 'AraĢtırmacı' denilebilir miydi? Ya da 'meraklı biri?' Belki de o... 'davetli bir konuk'tu. Evet, böylesi daha iyi, diye düĢündü. Çünkü normal yaĢamını altüst etmesine, sevdiklerini gücendirmesine ve ġeytan Kulesi'nin modelini yapmasına neden olan o çılgınca güdüyü ve gücü kendisine kim veriyorsa, Neary'e açık ve yalın bir mesaj gönderiyordu. Ona bütün bunları yaptıran gücün bir amacı olmalıydı. Ve bu mesajın bir amacı da onu ġeytan Kulesi'ne çağırmaktı. ġimdi bütün sorun oraya nasıl ulaĢacağıydı. ġeytan Kulesi'nden seksen kilometre uzakta bulunuyordu. Yürüyerek gitse kaybolma ya da vurulma tehlikesi vardı. Ayrıca G-M sinir gazından nasıl kaçınacaktı? Bu konuda hiçbir bilgisi yoktu. Gaz taĢıyan vagonların devrildiği doğru muydu? Neary artık neye, kime inanacağını bilmiyordu. Yalnızca önemli bir Ģeye ulaĢmak üzere yola koyulmuĢtu ve bilinçsizce ilerliyordu. STEVEN SPIELBERG Neary arabasını park ederken, bir adam, «Sizi korkutmak istemiyorum,» diyordu çevresindekilere. Sıska, kabak kafaiı biriydi. Sanki çok konuĢtuğunu kanıtlar gibi kocaman bir ağzı vardı. Çevresine ufak bir grup toplanmıĢtı. Ama Wyoming'in o bölgesinde paniğe kapılmanın eĢiğinde olan halk için dünyada en kolay Ģey toplanmaktı. «Size zaten bildiğiniz bir Ģeyi anımsatmama izin verin,» diye koca ağız konuĢmasını sürdürüyordu. «G-M sinir gazı renksiz ve kokusuzdur. Ona dokunduğunuzun ya da içinize çektiğinizin dünyada farkına varmazsınız. Ama az sonra...» Adam dinleyicileri kızıĢtırmak ister gibi sözlerine ara verdi. «Gözleriniz yanmaya, burnunuz akmaya baĢladığı zaman kendi kendinize soracaksınız, 'Ah Tanrım, neden onlardan bir tane satın almadım?' diye. 'O adam bize bunların önceden uyarıda bulunduğunu söylemiĢti' diye dövüneceksiniz. Ama- o zaman yakınmanın hiçbir yararı olmayacak. Son piĢmanlık...» ġimdi adamın çevresine otuz kadar insan toplanmıĢtı. «... Ağzınızdan ve burnunuzdan salyalar akmaya baĢlayınca,» diye anlatmaya devam etti adam. «Kaslarınız gevĢeyip pantolonunuzu ıslattığınızı görünce, bu basit önlemi almadığınıza piĢman olacaksınız. Size garanti ediyorum ki...» Adam elindeki kafesi yukarı doğru kaldırdı. Ġçinde bir kamıĢa tünemiĢ, küskün duran bir kuĢ vardı. «Bu kanarya size bir saat öncesinden sinir gazının çevrede bulunup bulunmadığını haber verecektir. DüĢünün hele, güvenlikte olacağınız tehlikesiz bir saat... Bunu size Tanrı yollamıĢtır. Ve fiyatı elli dolardır.» Neary arabasından çıktı ve yoldan karĢıya geçerek kuĢ satıcısının çevresindeki kalabalığa karıĢtı. Adamlar- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER dan bazıları para sayıyorlardı. Satıcının karısı da uzatılan paraları alıp kanarya kafesini veriyordu. «Kanarya almaya paranız yetmiyor mu?» diye yüksek sesle sordu satıcı. Sanki hiçbir çaba harcamadan konuĢuyor, sözcükleri ağzından kendiliğinden dökülüyor gibiydi. «O zaman sizin için özel güvercinlerim var. Kanaryalar kadar iyi değiller kuĢkusuz ama size kırk beĢ dakika öncesinden uyarıda bulunurlar. Zaten fiyatları da elli dolar de ğil, otuz dolar. Verin parayı, alın güvercininizi.» Neary kafes yığının üzerinden uzanıp, «Bana iki kanarya verin,» dedi. Etkisi bir taneden daha iyidir. Güvercinse hiç yoktan iyidir. Son olarak da tanesi yirmi dolara tavuklarım var. Sizi yarım saat öncesinden uyarırlar.» Neary elini cebine sokup para çıkardı, kadına uzatarak öteki eliyle de içinde iki kanarya bulunan kafesi aldı. Kafesleri arabaya taĢıdı ve tam binecekken birinin ona seslendiğini iĢitti. «Roy!» Hemen dönüp çevreyi araĢtırdı. «Roy!» diye sesleniyordu bir kadın sesi. Trene binmek için rampada itiĢip kakıĢan kalabalığa baktı. KuĢkusuz ses oradan geliyordu ama... «Roy!» Derken insan selinin ters yönünde kendine yol açmaya çalıĢarak ona doğru ilerleyen Jillian' ı gördü. O anababa gününün tüm karabasanı ikisinin üzerine çökmüĢtü sanki. Aralarındaki uzaklğı kapamaya çalıĢıyorlar ama insan seli onları ayırıyordu. Askerler megafonlardan bağırıyor, koyunlar oradan oraya koĢuĢuyor, arabalar kalabalığı yarıp anacaddeye STEVEN SPIELBERG ulaĢmaya çalıĢıyor, kuĢ satıcısı son gayret avaz avaz bağırıyordu. Bütün bunların üstünde de güneĢ rahatsızlık verecek kadar kızgındı. «Bu tarafa doğru gel». diye bağırdı Neary. Jillian tehlikede olduğunun farkında değildi. Kalabalık Ģimdi trene binememe endiĢesiyle çılgınca itiĢip kakıĢıyordu. Onların ters yönünde ilerlemeye çalıĢan Jillian kalabalığın arasında düĢüp çiğnenme tehlikesiyle karĢı karĢıyaydı. Neary kalabalığa doğru atıldı, önüne gelelileri yana iterek kendine yol açmaya çalıĢtı. Jillian da yana çekilmeye uğraĢıyordu. Sonra yarı düĢer gibi rampadan atladı. Neary onu tam zamanında yakalamıĢtı. Ġnsanlar, çocuklar, sığırlar, koyunlar, kuĢ kafesleri taĢıyanlar, kucağında kedisiyle yaĢlı bir kadın, kulağına yapıĢtırdığı transistorlu radyosuyla bir genç, yastığına sımsıkı sarılmıĢ bir kadın iki yanlarından akıp geçerlerken, Roy'la Jillian bir-birilerine kenetlenmiĢ duruyorlardı. KarĢılıklı iĢitmedikleri Ģeyler söylüyor, anlamsız sesler çıkarıyor ve çılgınca gülüyorlardı. Sonra kalabalıktan yavaĢ yavaĢ kurtularak kenara çekildiler. Kaldırımdan giden bir dizi koyunun yanında geçip Roy'un arabasına varabildiler sonunda. Jillian kendini ön koltuğa atarak eliyle gözlerini kapadı. Neary de direksiyona geçip arabayı çalıĢtırdı. Jillian'a, «Kafesleri tut,» dedi eğimli yoldan aĢağı inerken. «Orada zehirli gaz olduğuna Ġnanmıyorum. Ya sen?» «Roy,» diye inledi Jillian. «Seni gördüğüm için öyle mutluyum ki.» «Ben de,» dedi Roy gülerek. «Karın, çocukların nerede?» Neary bu kez sesini çıkarmadı. ġimdi Reliance'dan çıkmıĢlar, güneye doğru giden uzun araba dizisine katıl- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER mıĢlardı. Bir yol ağzında Neary arabayı yolun kenarına çekti. Yolun ağzında iki Ulusal Güvenlik görevlisiyle bir jip duruyordu. «Buradan dönemezsiniz,» dedi onlardan biri. «Yola devam edin.» «Biraz dinleniyorduk,» diye görevliye cevap verdi Neary. Sonra Jillian'a dönerek, «Beni terkettiler,» dedi. «Ronnie çocukları alıp annesinin evine gitti. Onlar için bu dünyaya ait olmamaya baĢlamıĢtım galiba.» Jillian dudak büktü. «Evet, buna benzer bir Ģeyi bana FBl'ın adamları söylemiĢti. Adamların söylediklerime inanmadıklarını gözlerinden okuyordum.» «Beni dinle, Jillian,» dedi Neary. «ikimiz de Wyoming'e kadar bunca yolu, buradan geri dönmek için gelmedik.» «Ama askerler yolları kapatmıĢlar.» «Mutlaka baĢka yollar vardır. Çünkü büyük bir ülke burası...» Jillian bir süre sesini çıkarmadı. Sonra Neary'nin elini tutarak yanağına götürdü. «Yeniden birlikte olmamız öyle güzel ki...» Ve Neary o anda aramakta olduğu tali yolu bulmuĢtu. Yol, boĢ arazi ve tarlalardan yalnızca dikenli bir telle ayrılıyordu. Bu tel de yor yor paslanmıĢtı. Neary arabayı geri alıp arazi vitesine taktı. Sonra gaz pedalına sonuna kadar bastı. Araba kükreyerek ileri atıldı, arka lastikler yerdeki tozu toprağı ayağa kaldırdı. Arabanın ön çamurluğu çite gömüldü. Dikenli teller kopan gitar teli gibi bir ses çıkararak parçalandı. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM ġimdi Neary'nin arabası boĢ arazide sarsılarak ilerlemekteydi. Lastikler çukurlara, kemirici hayvanların açtığı deliklere,- küçük erozyon oluklarına girip çıkıyordu. Jillian güvenlik kemerini takmıĢ, kanaryaların kafesini kucağında tutuyordu. Yine de sallantıdan rahatsız olan kuĢlar kafesin içinde çılgınca uçuĢuyorlardı. «Polis Barry"yl bulmak Ġçin bütün ırmağı taradı,» diye Jillian anlatmaya baĢladı. «Onlara Barry'nin ırmakta olamayacağını, söyledim. Orada olmadığından eminimi Çevredeki tüm evleri dolaĢarak kilerlere kadar aradılar. Sonra -bana çevrede yabancı kiĢiler görüp görmediğimi sordular. Ne büyük budalalık Tanrım!» Neary çukurlara girmemek için direksiyonu deli gibi sağa sola çeviriyordu, önünde uzanan engebeli araziyi daha iyi görmek için de oturduğu yerden yarı ayakta durur gibi doğrulmuĢtu. Ama değil yol, hayvan sürülerinin açtığı patikalar bile yoktu. Neary'nin tüm umudu, lastiklerin ve amortisörlerin onları ġeytan Kulesi'nin eteklerine götürünceye kadar da-yanabilmesiydi. Neary araya giren tepelerin arkasından yükselen ġey- tan kulesi'ni görebiliyordu. Çevresine bakındı Ģöyle bir. Uzaklardaki doğyolunda güneye doğru ilerleyen uzun bir araba konvoyu vardı. Dikenli teli kopararak çiti yıktığını kimsenin görüp görmediğini düĢünüyordu. Eğer biri görmüĢ olsa bile Ulusal Güvenlik görevlilerine rapor etme zahmetine katlanır mıydı? ĠĢte bundan kuĢkuluydu. ġimdi o engebeli araziden daha düzgün görünen bir yere gelmiĢti. Neary frene basıp yine vites küçülttü ve baĢka bir çiti yıkarak geçti. Araba sarsılarak dosdoğru ġeytan Kulesi'ne giden çakıllı bir yola çıktı. Neary bodur bir çam kümesinin gölgesinde durup kanaryaları inceledi. Hayvanlar durgun görünüyorlardı ama bu hallerinin sarsıntıdan mı, yoksa baĢka 'bir Ģeyden mi olduğuna karar veremedi. Araba çakıllı yolda daha d üĢük bir hızla ilerliyordu. Yol Ģimdi daha yüksek bir zemine çıkmıĢtı. Oradan da devamlı yükselen dağ eteklerine doğru uzanıyordu. Bir dönemeci aldıkları sırada, Ġkisi d© aynı anda gördü. Araba sanki kendi baĢına yolun kenarına gidip duru-verdi. Jillian'la Roy arabadan Ġndiler, yolun kenarındaki korkuluğa dayanıp onu... yüksekliği iki kilometreyi bulan ġeytan Kulesi'ne baktılar. «Güzel Tanrım,» diye mırıldandı Jillian. «Tam benim...» Neary durup dudaklarını yaladı. «Tam benim düĢlediğim gibi...»Yine durdu. Duygularını sözcüklerle anlatması çok zordu. Sonunda onu tam düĢlediği gibi bulduğunu ve her Ģeyin biraraya gelerek bir anlam kazanmaya baĢladığını Ġfade edemiyordu. Belki de dile getirilmesi olanaksız bir sezgiydi bu. Ġkisi de sessizce durmuĢ, bu huĢu verici görünümü seyrediyordu. Dağın çevresindeki hiçbir Ģey tüm hayal- STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER lerini, benliklerini dolduran bu görüntüye benzemiyordu. ġeytan Kulesi tek baĢına, benzersiz ve eĢsiz olarak karĢı-larındaydı. O denli kendine özgü bir görünüĢü/ vardı ki, Neary onun varlığını bile bilmeden bir modelini yapabildiğini düĢündükçe arkasından doğru ürpermeler geliyordu. Boğazını temizleyerek, «Yolumuza devam etsek iyi olur,» dedi. «Yoksa bizi yakalayabilirler.» Jiilian'ın bakıĢları bir an için dağdan uzaklaĢarak daha aĢağılarda gezindi. «Orada,» diyerek çakıllı yolun ilerisinde bir yeri gösteriyordu. «Orası bir benzin istasyonu değil mi?» Birkaç dakika sonra Neary arabayı terkedilmiĢ bir benzin istasyonuna soktu. Burada sandviç ve hatıra eĢya satan küçük büfeyle benzin pompasından baĢka bir Ģey yoktu. Neary hortumu alarak pompayı iĢletti. «Elektrik var hâlâ,» diye mırıldandı. Depoyu doldurduktan sonra hortumu yerine takarak, «Dokuz dolar ediyor,» dedi yine alçak sesle. «Roy.» Jllllan uzaklardan duyulan bir helikopter sesinin giderek yaklaĢtığını ĠĢitmiĢ, Roy'u uyarıyordu. Neary genç kadını arabadan çıkardı ve ikisi birden büfenin kapısını siper aldılar. Helikopterin onları fark etmeden uzaklaĢacağını umuyorlardı. Yolcu taĢıyan helikopterlerden bir filo üzerlerinden tehlikeli bir alçaklıkta geçmekteydi. Ġki yanda ve ötekilerden daha yüksekte uçan iki helikopterin altındaki yük ta Ģıma yerinden demet halinde bağlanmıĢ kutular sarkıyordu. En arkada da Hava Kuvvetlerine ait bir Cheyenne vardı. Tüm filoya gözcülük eder gibiydi. Birdenbire Cheyenne yana doğru kaydı ve tam büfenin damının üzerine ani, düĢer gibi bir iniĢ yaptı. Neary kapıyı açıp Jillian'Ia birlikte içeri girmeye fırsat bulamadan. helikopterdeki adamlardan biri Polaroid bir kamerayı onlara doğru tuttu. Adamın gözünde uçuĢ gözlükleri, ağzında da bir solunum maskesi vardı. Neary omuzlarını silkerek adama doğru sırıttı. Fotoğrafçı çok yakın bir zum yapabilmek için özel mercekleri ayarlıyordu galiba. Neary büfenin kapısından uzaklaĢarak güneĢ ıĢığına çıktı. Elini cebine sokup bir on dolarlık çıkardı ve helikoptere doğru salladı. Sonra benzin pompasının üzerine koyup bir de taĢ yerleĢtirdi üstüne. «Tamam mı?» diye de bağırdı. KarĢılık olarak pilot fotoğraf çeken adamın koluna Ģöyle hafifçe vurdu, sonra helikopteri balon gibi gökyüzüne doğru yükseltti. Araç ġeytan Kulesi yönünde ilerlemeye devam etti. O yöndn giden öteki helikopterler gözden kaybolmuĢlardı. «ĠĢte bu kadar,» denli Neary. «Atla Jillian.» Neary çakıllı yoklu (imhayı yüz onla sürüyor, dönemeçleri adeta iki tekorlok üzerinde dönüyor, gökyüzünde bir helikopter belirdiği zaman da ağaçların altına siper alıyordu. Bir seferinde Neary arabayı ağaçların altında durdurmuĢ, bir helikopterin uzaklaĢmasını beklerken, yolda sırtüstü, ayakları havada yatan bir kuĢ gördü. Sessizce Jillian'a kuĢu iĢaret etti. «Geri dönmemizi Ġster misin?» «Onu ne öldürmüĢ olabilir, Roy?» «Kanaryalarımız sağlıklı görünüyorlar. Sana söyledim, bütün bu G-M sinir gazı olayı uydurma gibi geliyor bana.» «Öyleyse yolumuza devam edelim.» Jillian'Ia Neary bir süre konuĢmadan oturdular. Sonra ikisi de mendillerini çıkarıp burun ve ağızlarını örtecek biçimde bağladılar. Neary yineden arabayı hareket ettirerek STEVEN SPIELBERG bu kez daha ihtiyatlı ve yavaĢ sürmeye baĢladı. ġeytan Kulesi'nin eteklerine yaklaĢıyorlardı. Keskin bir dönemeçte Neary frene bastı. Sonra ayağını frenden kaldırmadı, çünkü arka arkaya durmuĢ nefti renkli dört kapalı kamyonet yolu kapatmıĢtı. Neary hemen arabayı geri vitese takıp arkasını görmek için baĢını pencereden çıkardı. Ama tam geri geri gitmeye baĢlamıĢtı ki, dört kamyonet daha gelip arkasında durdu. Jillian'la Neary hiç konuĢmadan arabanın pencerelerini kapatıp kapılarını kilitlediler. Bir süre bir Ģey olmadı. Sonra kamyonetlerin kapıları açıldı ve içlerinden birtakım garip kılıklı adamlar inmeye baĢladı. GüneĢ ıĢığında öyle sine parlıyorlardı ki, gören altından adamlar sanabilirdi. Tek parça plastik lameden astronot tipi giysiler vardı üzerlerinde. Plexiglas"dan balon baĢlıklar ve sırtlarına da solunum tüpleri takmıĢlardı. Her yanları metal taklidi parlak plastikle kaplanmıĢ gibiydi. Neary onların, yemek piĢirmekte kullanılan alüminyum kâğıt reklamı yapanlara benzediklerini düĢündü bir an. Adamlardan biri ihtiyatla ilerleyerek Neary'n'm arabasının önünde durdu. Elinde küçük bir karatahta tutuyordu. Yukarı doğru kaldırınca Jillian'la Roy tebeĢirle yazılmıĢ yazıyı okudular. «KENDĠNĠZĠ NASIL HĠSSEDĠYORSUNUZ?» Sorunun anlamsızlığı Neary'nin çoktandır biriken geriliminin patlamasına neden olmuĢtu. Yanındaki camı açarak, «Çok iyi,» diye bağırdı. «Ya siz palyaçolar?» Altın giysili adam elindeki karatahtayı indirip eliyle onlara arabadan çıkmalarını iĢaret etti. «Tanrı topunuzun belasını versin,» diye diĢlerini gıcırdattı Neary. «Bu çevrede bulunan zehirli gaz sizin osuruğunuzdan baĢka bir Ģey değil.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Sağ kolunda Kızıl Haç iĢareti olan altın giysili baĢka biri, arabanın penceresinden uzanarak Jillian'ın kucağındaki kuĢ kafesini aldı. Kanaryaların ikisi de sırtüstü, hareketsiz yatıyorlardı. Neary teslim olmuĢtu. Jillian'la Roy arabadan çıkar çıkmaz kendilerine birer gaz maskesi verildi ve ayrı ayrı kamyonetlere bindirildiler. Jillian'ın bindiği kamyonet hareket edince, Neary «Hey» diye bağırdı. Ama hemen sonra onun kamyoneti de ötekileri izlemeye baĢladı. Kamyonetlerin Ġçi seyyar tıbbi yardım araçları gibi donatılmıĢtı. Neary bu altın giysili adamların sağlık ekibi olduklarını düĢünmeye baĢlamıĢtı Ģimdi. Çünkü bunlar güvenlik görevlilerinden çok doktor gibi davranıyorlardı. Kamyonetin yanları kapalı olduğundan Neary'nin dıĢarıya bakmasına olanak yoktu, Bir süre sarsılarak yol aldılar. Sonunda yolculuk bitince, altın giysili adamlardan biri inip kamyonetin kapısını açtı. Neary güneĢin batmakta olduğunu gördü. Kum taĢıma araçlarının konakladıkları küçük bir kamp yerine gelmiĢlerdi. Çevrede yeĢil çadırlar ve az önce bindiklerinin eĢi kapalı kamyonetler vardı. Hava kararmaya baĢlamıĢtı. Neary uzakta birtakım adamların, büyük bir yarım daire oluĢturan çok sayıda treyleri boĢalttıklarını belli belirsiz seçiyordu. Ama daha fazla bakmasına vakit yoktu. Neary'nin doktor olduğunu tahmin ettiği altın giysili adam, onu kolundan tutarak her tarafı kapatılmıĢ treylerden birine bindirdi. BaĢında balon baĢlığı olduğundan adam bir Ģey söylememiĢti. Neary de. Yandaki sıraya oturup beklemeye baĢladı. Zaman geçiyordu. Neary saatine bir göz attı. Yedi olmuĢtu. Treylerin içindeki hava özel bir aygıttan sağlanıyordu. STEVEN SPIEtBERG GiriĢte de kapıyla treylerin içindeki odayı ayıran bir boĢluk vardı. Ansızın treylerin iç kapıları ardına dek açıldı. Maskeli iki kiĢi içeri girince, altın giysili adam hemen dıĢarı çıktı. Neary muyane sırasının ucunda oturuyordu. Adamlar maskelerini çıkarırlarken, Neary önce ince uzun, gri saçlı adama, sonra yanındaki daha genç olanına baktı. «Evet,» dedi Neary. «AnlaĢılan patron sizsiniz.» Kır saçlı adam kaĢlarını çatarak yanındakine döndü. Fransızca olarak, «Bu adam kendini ne sanıyor?» diye sordu. Öteki adam sırıtarak, «Büyük lokma,» diye karĢılık verdi. Sonra Neary'e döndü. «Çok az zamanımız var, Bay Neary.» Eliyle yanındaki adamı iĢaret ederek, «Bu, Bay Lacombe'dur.» dedi. «Sizden çok dürüst, kısa ve öz cevaplar bekliyoruz.» «Ben de,» diye karĢılık verdi Neary. «Jillian nerede?» «ArkadaĢınız tehlikede değil,» dedi Laughlin. Lacombe, Neary'nln karĢısındaki sıraya oturmuĢtu. Mavi-yeĢil gözlerini hafifçe kırpıĢtırıyordu. Neary bunu kızgınlıktan mı, yoksa ĢaĢkınlıktan mı yaptığını kestireme-di. Lacombe Fransızca konuĢuyor, hemen birkaç hece arkasından da Laughlin ingilızceye çeviriyordu. «Sizin ve arkadaĢınızın nasıl bir tehlikeye atıldığınızdan haberiniz var mı?» Ġngilizce ve Fransızca konuĢmalardan Neary'nin kafası karıĢmiĢtı. Kime cevap verseydi? Fransızca konuĢan yetkili kiĢiye mi, yoksa Ġngilizce konuĢana mı? «Ne tehlikesi?» diye sordu. «Bu bölgede zehirli gaz var.>> diye cevap verdi ikisi de. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER «Ama yaĢıyoruz biz. Gördüğünüz gibi hayattayım ve konuĢuyorum.» Laughlin hızlı çevirisini sürdürüyordu. «Eğer rüzgâr doğu yönünden esmeye baĢlasaydı, bu konuĢmayı yapamazdık.» «Havada hiçbir Ģey yok,» diye inatla diretti Neary. Fransız parmaklarını seyrek gri saçlarından geçirdi. Sonra ceketinin cebinden bir kurĢun kalem çıkardı, sıranın öteki ucunda duran bloknotu aldı. «Bazı sorularımız olacak. Bay Neary. Bunlara bir itirazınız var mı?» «Ne tür sorular?» Lacombe bloknotun sayfalarına göz gezdirirken bir Ģeyler söyledi. Laughlin, «Örneğin, uykusuzluk çeker misiniz?» diye çevirdi. «Hayır.» «BaĢağrısı?» «Hayır.» «Hiç akıl hastalığı tedavisi gördünüz mü?» «Henüz değil.» Neary'nin hafif gülüĢüne karĢılık veren olmadı. «Hayır.» «Peki, ya ailenizden biri?» «Hayır.» Lacombe'un kalemi kâğıda iĢaretler koyuyordu. «Kâbus görür müsünüz?» «Hayır.» «Son zamanlarda herhangi bir cilt rahatsızlığınız oldu mu?» «Hayır. Tâ ki...» «Evet?» diye atıldı Fransız. «Bir tür güneĢ yanığı. Yalnız bir yanağımda. Üstelik güneĢe de çıkmamıĢtım.» O delici mavi-yeĢil gözler bir an için düĢünceli dü- STEVEN SPIELBERG Ģünceli Neary'ye baktı. Laughlin Fransızın söylediklerini çevirdi. «Kâbus görüp görmediğinizi bir daha düĢünmek ister misiniz?» «Hayır. Ama...» Neary durdu. «Aklımda bir Ģey var... sürekli olarak...» Lacombe'nin kalemi bekliyordu. «Daha somut konuĢabilir misiniz, lütfen?» Neary omuzlarını silkti. «Çok önemli değil gerçekten... Yalnızca bir fikir.» Fransız kaĢlarını çatarak saatine baktı. Kalemi az aĢağıya kayarak öteki sorunun üzerinde durdu. «Hiç sesler duyduğunuz oluyor mu?» «Hayır. Küçük yeĢil adamlar da görmüyorum.» «Bay Neary,» diye Lacombe yavaĢça ve : dikkatlice söze baĢladı. «Hiç olağanüstü ya da çok garip bir Ģeye rastladığınız oldu mu? Ya da böyle bir Ģeyle iliĢkiniz?» ĠĢte bu soru Neary'nln kafasında ufak bir çan çaldı. Yarım yamalak gülümseyerek, «Siz kimsiniz?» diye sordu. Neary onlardan birkaç somut gerçek istiyordu. Kemiği onların elindeydi. Ama önüne parça parça atıyorlardı. Lacombe baĢını kaldırdı ve bir parça daha attı. «Kulaklarınız çınlıyor mu?» diye çevirdi Laughlin. «Sizi rahatsız etmeyen, hatta bazen hoĢa giden bir çınlama. Çok özel melodik bir ezgi ya da ezgi dizisi?» «Siz kimsiniz?» diye ısrar etti Neary. Lacombe, Laughlin'e bir Ģeyler fısıldadı. Fransızca, konuĢuyorlardı. Neary Ġse kendini tecrit edilmiĢ gibi hissederek orada öylece oturuyordu. Birden bağırdı. «Bu mu? Bana bütün soracağınız bu mu?» Son haftalarda duyduğu baskı artık taĢıyordu içinden. «Evet, Ģimdi... benim de birkaç Tanrının cezası sorum olacak! Siz buranın baĢı mısınız? Bir Ģikayette bulun- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER mak istiyorum. Ġnsanları delirtmeye hakkınız yok sizini Eğer bütün mesele zehirli gaz hikâyesiyse, o zaman hiç buraya gelmediğim halde bu dağı tüm ayrıntılarıyla önceden nasıl bilebilirim?» Neary sihirli sözcükleri söylemiĢti. Bu kez kafasındaki çan çaları Lacombe oldu. Fransız durup bu garip Amerikalıyı inceledi. Kapı vuruluyordu. Kötü bir zamanlama. Kolunda Kızıl Haç iĢareti bulunmayan baĢka altın giysili bir adam girdi içeriye. «Kumanda merkezi bunları Reliance'daki boĢaltma bölümüne götürmemizi, oradan aa otobüsle evlerine yollanmalarını istiyor,» dedi balon baĢlıklı adam. Sonra treyleri terketti. Lacombe yerine oturdu, Neary ile Laughlin'e de aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti. ġimdi Lacombe heyecanlanmıĢ görünüyordu. «Bana demiĢtiniz ki,» diye ağır ağır ve dikkatle Ġngilizce konuĢtu. «Bu dağın varlığından haberiniz bile olmadan önce görüntüsünü kafanızda canlandırdığınızı söylemiĢtiniz, tamam mı? Size bu hayal çeĢitli biçimlerde göründü. Duvardaki gölgeler, bazı fikirler, geo-metrik Ģekiller size tanıdık geliyor, çok iyi bildiğiniz bir Ģeyi anımsatıyor, ona doğru götürüyordu ama siz bunun ne olduğunu bulup çıkaramıyordunuz, değil mi. Ray Neary? Bu da size sıkıntı, üzüntü veriyordu. Derken bütün bu anlamsız görünen Ģeyler birden açıklanıverdi. Sonunda aradığınızı bulmuĢtunuz!» Neary gözyaĢlarını zorlukla tutuyordu. Umutsuzca baĢını evet anlamında salladı. «Ve siz...» Lacombe durdu. Tam sözcüğü arıyordu. Sonunda buldu. «Ġçinizde buraya gelmek için dayanılmaz bir istek duydunuz, değil mi?» «Evet, böyle de diyebilirsiniz.» Roy bunları daha önce STEVEN SPIELBERG sahip olduğunu bilmediği gizli bir alaycılıkla söylemiĢti. Lacombe bunu anlamazlıktan geldi. David Laughlin' den bir zarf alıp içinden on iki tane kadar renkli Paloroid resim çıkararak Neary'e uzattı. «Bu insanlar... hepsi de sizin gibi o dağa ulaĢmaya çalıĢıyorlardı. Onları tanıyor musunuz?» Roy bütün resimlere baktıktan sonra, «Hayır,» dedi elinde tuttuğu Jillian'ın resmini yukarıya doğru kaldırarak. «Biri dıĢında hepsi yabancı.» Lacombe resimleri ondan alıp zarfa koyarak Laugh-lin'e geri verdi. «Burada olduğunuza göre, ne bulmayı umuyorsunuz?» diye Fransız sakin bir tavırla sordu. Neary onun sorusuna «Bunun bir tür delilik olduğunu düĢünüyorsunuz, değil mi?» diye karĢılık verdi. Lacombe gitmek üzere ayağa kalktı. «Hayır, Bay Neary. Delilik değil.» Kapıya varınca çabucak dönüp Neary' ye, «Size yalnız olmadığınızı söylemek isterim,» dedi. «Bunu bilmenizi arzu ediyorum. Birçok arkadaĢınız var ve... Sizi kıskanıyorum.» Üç adam giriĢteki boĢlukta durup baĢlıklarını taktılar. Duvarın yanında duran masada beĢ, altı tane gaz maskesi, uzun lastik eldivenler ve bir de kuĢ kafesi vardı. Kafesin içindeki iki kanarya birbirine sokulmuĢ, köĢede duruyor ve Neary'nin hareketlerini aĢırı parlayan gözleriyle seyrediyorlardı. Laughlin treylerin dıĢ kapısını açtı ve üç adam dıĢarı çıktı. Gökyüzü batıda hâlâ kıpkırmızıydı ama baĢlarının üzerindeki gök koyu kadife mavisine dönüĢmüĢtü. Neary gökyüzüne kaldırdı baĢını. Salkım salkım yıldızlar hafif dağ havasında parlamaya baĢlamıĢlardı. Lacombe'la çevirmeni Neary'yi bir Huey saldırı heli- ÜÇÜNCÜ * TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER kopterine doğru götürdüler. Helikopterin motoru çalıĢıyor ama pervanesi dönmüyordu. «Hayır, olmaz!» diye bağırdı Neary. «Geri dönmem. Hiçbir biçimde eve dönmüyorum!» Eldivenli bir el helikopterin kapısını açtı. Neary içerde maskeli yedi ya da sekiz sivilin oturduğunu gördü. Jillian sanki tüm enerjisi tükenmiĢ gibi bitkin bir tavırla elini kaldırdı. Neary helikoptere bindi. Pilotlardan biri aĢağıda durmakta olan Laughlin'e bir tomar kâğıt uzattı. Laughlin kâğıt ve kartonlardan oluĢmuĢ tomarı Ģöyle bir gözden geçirdikten sonra Lacombe'a verdi. «Görüyor musunuz? Hepsi de buraya gelmeden önce ġeytan Ku-lesi'nin resmini düĢledikleri gibi çizmiĢler.» Fransız resimleri Ġnceledi. Bazıları dalgınlıkla çizilmiĢ kabataslak resimlerdi, bazılarıysa renkli kalemle ya da keçe uçlu kalemle dikkat ve özenle yapılmıĢtı. Uzunca bir süre sonra Lacombe baĢını kaldırıp helikopterin açık ka pısından içerdekilere baktı. BakıĢlarını pilota çevirerek Laughlin'e Fransızca bir Ģeyler söyledi. «Havalanmayacaksınız,» dedi Laughlin pilota kısaca. «Komutanlık bölümünden emir aldım ama, efendim.» «ġimdi benden emir alıyorsunuz. Buradan ayrılmayacaksınız.» «Özür dilerim, efendim,» dedi pilot direnen bir sesle. Bu özür dilemede tam tersini yapıyormuĢ gibi bir ifade vardı. 'Efendim' sözcüğünüyse küçümseyici bir hitap gibi kullanmıĢtı. «BeĢ dakika bekleyin öyleyse!» diye uzlaĢtı Lacombe. Pilot yumuĢayarak üç parmağını havaya kaldırdı. Lacombe'la Laughlin, ġeytan Kulesi'nin yüz metre yakınında duran haberleĢme aygıtlarının bulunduğu treylere doğru koĢarak uzaklaĢtılar. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HaberleĢme treylerinin bir ucu radar görevlilerinin ekranları izleyebilmeleri için karanlık bırakılmıĢtı. Öteki uçtaki pencereden uzakta bekleyen helikopterler görünüyordu. Lacombe'la çevirmeni içerde proje güvenlik görevlisiyle tartıĢmaktaydılar. BinbaĢı Walsh, Lacombe'un yaĢlarındaydı. Dave Laughlin onun ellisine yakın olduğunu ya da kaç yaĢında olursa olsun öyle göründüğünü düĢünüyordu. BinbaĢı Walsh kısa boylu, tıknaz ve gürültücü biriydi. Tekdüze, tatsız bir ses tonu vardı. Sözcükleri de uzata uzata konuĢuyordu. Ona göre, insanlar arasındaki yüz yüze konuĢma bir tür sözcükler trafiğiydi. Belirli bir düzeni vardı bu trafiğin, tıpkı yaklaĢan bir uçakla uçuĢ kulesinin ya da NASA Görev Denetim Merkeziyle astronotların arasındaki konuĢmada olduğu gibi. «Onları geri gönderemezsiniz!» diye patladı Lacombe, çevirmenin Ģimdiye dek görmediği bir telaĢ ve öfkeyle. «Onları burada alıkoyma sorumluluğu bana ait.» «Mayflower'in bu kesiminde sizin" hiçbir sorumluluğunuz yok,» diye cevap verdi BinbaĢı Walsh hemen hemen otomatik olarak. Fransız, «BinbaĢı Walsh,» diye söze baĢladıysa da, Walsh onun sözünü kesti. «Buradan beĢ kilometre uzakta patron sizsiniz. Tanrım, o üssü kurmak bize yeterince pahalıya maloldu. Milyarlarla bile ifade edilemez. Sizin borunuz orada öter ancak. Burası benim bölgem.» «Anlamıyorsunuz,» dedi Laughlin iki addm arasında giderek uzlaĢmaz bir hal alan çatıĢmayı durdurmak için. «Burada, aĢağıdaki kampta ne yapıyorsanız hepsinin bir tek amacı vardır, o da Bay Lacombe'un projesinin yukarıda programlandığı gibi yürümesini sağlamaktır.» «Bunu anlıyorum.» BinbaĢı Walsh'in yuvalarına gömülmüĢ yarım ay biçimindeki gözleri, yüzünü buruĢturunca hemen hemen kapanmıĢtı gibiydi. «Ama siz de askeri disipline uymak, anlayıĢ göstermek zorundasınız.» «Bu insanların buradan uzaklaĢtırılmasını istemiyorum,» diye yineledi Fransız. BinbaĢı Walsh derin bir soluk aldı sabırla. «Üç haftadır bir kumanda zinciri uygulamaktayız,» diye yeniden derdini anlatmaya çalıĢtı. «Bu, kampa bir sızmadır, gizli liğe bir saldırıdır... Hem bunların sabotajcı, terörist, anarĢist ya da baĢka bir amaca bağlı fanatikler olmadıklarını nereden biliyorsunuz? Ancak bu kumanda zinciri sayesinde böyle bir sızmayı engelleyebilir, gizliliği koruyabiliriz. HoĢ, artık bunun için de geç kaldık sayılır ya.» «Bu insanlar küçücük bir grup,» dedi Lacombe. Cok yavaĢ konuĢuyor ve arasıra da Laughlin'e dönerek yardımcı bir sözcük bekliyordu. Lacombe heyecanlandığı zaman Fransızca sözcükler kullanır, Laughlin de bu sözcükleri duygu ve anlam bakımından tam karĢılayan Ġngilizce-lerini büyük ustalıkla anında bulup Lacombe'un yardımına koĢardı. Lacombe pencereden beklemekte olan helikopteri göstererek, «Bu insanlar ortak bir Ģeyi paylaĢıyorlar,» STEVEN SPIELBERG dedi. «Ve neden buraya gelmek için dayanılmaz bir arzu duydukları da, hem onlar, hem de benim için bir sır.» BinbaĢı Walsh bir boğa gibi omuzlarını dikleĢtirmiĢti. «Bu sırrı açıklamak için de benim baĢımı belaya sokacaksınız.» Fransız cevap yerine binbaĢıya elindeki kâğıt tomarını uzattı. Resimlere Ģöyle bir göz atan binbaĢı, «Neden bunlar bana son dakika öncesine kadar gösterilmedi?» BinbaĢı Walsh resimleri maĢanın üzerine yayarak bu kez daha dikkatle inceledi. ġaĢırmıĢ görünüyordu. «Ġlginç,» diye mırıldandı. «Bu insanlar hakkında çok az Ģey biliyoruz,» dedi Lacombe. «Yalnızca sorularımıza verdikleri cevaplar kadar tanıyoruz onları. Ama gerçekte kim bunlar? Neden hepsi bu resimleri çizdi? Televizyonda ġeytan Kulesi'ni gördükten sonra, neden buraya gelme zorunluluğunu duydular?» Tıknaz adam omuzlarını silkti. «Rastlantı olmalı.» Ama kendi de bu cevaptan yeterince tatmin olmamıĢtı ki, küt parmaklarıyla resimleri karıĢtırmayı sürdürüyordu. «Bunlar rasgele biraraya gelmiĢ insanlar,» dedi. «Hiçbir özellikleri yok. ġu sizin konuĢtuğunuz Neary ukalanın teki. Yanındaki kadın da küçük oğlunu aradığını söylüyor. Doğru mu bakalım? Kimbilir?» «Buna ne dersiniz?» diye sordu Lacombe daha büyükçe ve ayrıntılı olarak çizilmiĢ bir resmi iĢaret ederek. BinbaĢı resmin arkasını çevirip yapanın adını okudu. «Larry Fownen. Kim olduğunu araĢtırdık. Los Angeles'den. Emlak alım satımı yapıyor. Eskiden kovboy filmlerinde rol almıĢ. Hiçbir özelliği olmayan biri.» «Peki, ya bu?» diye sordu Fransız. BinbaĢı Walsh renkli kalemle yapılmıĢ kargacık burgacık resme bakarak, «Kansas City'den Bayan Rosen» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER dedi. «Bir büyükanne. Kocası da onunla beraber. Adam emekli. Tatil yapıyorlar. Bütün bu insanları araĢtırdık. Hiçbirinin özel bir durumu yok. Birkaçının trafik suçu var ama ağır suç iĢleyene rastlamadık.» «Bu kim?» «George Fender. Teksaslı. Bir garajda tamirci olarak çalıĢıyor. Eski asker. Ġkinci Dünya SavaĢına katılmıĢ. Guadalcanal'da yaralanmıĢ.» «Peki bu?» «Bunlara harcayacak zamanımız yok,» dedi binbaĢı. «Sözüme güvenin. Bu insanların gerçekten özel bir yanları yok.» «Bu kim?» diye ısrar etti Lacombe. «Elaine Connelly. Öğretmen. Maryland, Bethesda'da oturuyor. Dul. Bir oğlu ve üç torunu var.» BinbaĢı sabrı tükenmiĢ gibi soludu. «Herhalde geriye kalan iki kiĢiyi de öğrenmeden bu iĢden vazgeçmeyeceksiniz?» «Tabii!» diye Lacombe cevap verdi. «Bay ve Bayan Arthur Penderecki. Adres Michigan, Hampramck. Adam kasap, kadın da sekreter. Balayında-lar. Kadın ayrıca pazar okulunda ders veriyor.» BinbaĢı «Yeter!» diye patladı sonunda. «Ama aralarında hiçbir iliĢki yok,» dedi Fransız. «Olup olmaması umurumda değil. Benim görevim onları buradan uzaklaĢtırmaktır. Hem de hemen Ģimdi!» «Ama siz, kendiniz de söylediniz. Bunlar zararsız kimseler diye. Hiçbir özellikleri yok.» «GörünüĢte öyle» diye hatırlattı binbaĢı. «Üstünkörü bir araĢtırmadan elde ettiğimiz bu.» «Bu dokuz kiĢi de aynı hayali kurmuĢ.» «Öyle diyen sizsiniz.» STEVEN SPIELBERG «Hepsi de buraya gelmek için aynı Ģiddetli isteği duymuĢ.» «BoĢuna zaman yitiriyoruz,» diye kontrollü bir sesle bağırdı binbaĢı. «Yitirilen benim değil, sizin değerli zamanınız. Çünkü iĢin baĢ noktasında olan sizsiniz. Ama benim sorumluluk bölgeme girdiğiniz an bu iĢ biter. Gidiyoruz. Hemen Ģimdi.» Lacombe uzunca bir süre sesini çıkarmadı. Bu tartıĢma sırasında kır saçlı baĢı arkaya doğru gerilmiĢti. ġimdi biraz rahatlamıĢ görünüyordu. «Bu insanların buraya gelmek Ġçin duydukları o Ģiddetli isteğin anlamını bulmalıyım. Neden buraya gelme zorunluluğunu hissettiler? Belki...» «Bu iĢ bitti.» «Neden binlerce insan içinde yalnız bunlar seçildi? Neden yainızca bunlara böyle bir duygu aĢılandı?» «Sadece bir rastlantı,» diye fikrinde ısrar ediyordu binbaĢı. «Hayır, bir toplumsal olaydır,» diye Fransız onun sözünü düzeltti. «Hem de hayret verici ölçüde önemli. Bu insanların neden Wyoming'e geldikleri sorusuna cevap bulabilirsek, bu, projenin tümünün geliĢiminde belki de elde edeceğimiz en önemli bilgi olacaktır.» «Bu konuĢmayı sona erdiriyorum ben.» Lacombe'un kolu uzandı, parmakları BinbaĢı Walsh' in ceketinin önünü kavradı. «ġimdi teni dinleyeceksiniz. BinbaĢı Walsh.» Walsh'in gözleri büyüdü. Harp Akademisinden yüzbaĢı olarak çıktığından bu yana, hiç kimse böyle ceketinin önünü tutmamıĢtı. YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Büyük Huey helikopterinin içinde, kampın gizliliğine saldırıda bulunmaya teĢebbüs etmiĢ sayılan Neary, Jillian ve öteki siviller sessizce, uyuĢmuĢ gibi oturuyorlardı. Yüzlerinde maske olduğundan, yalnızca gözleri baĢlarına neler geleceğini anlamak istercesine bir oraya bir buraya hareket ediyordu. ġimdi ne olacağı gün gibi açık, diye düĢündü Neary. Birkaç dakika sonra havalanacaklar ve bu da o tüm çılgınca olayın sonu olacaktı. Bu dağın ne anlamı olduğunu asla öğrenemeyecekti Neary. Jillian da hiçbir zaman Bar-ry'sini bulamayacaktı. Ötekilerse bu konuda asla hiçbir Ģey bilmeyeceklerdi. Ve bütün bunlar kampın ziyaretçilere kapalı olma stratejisinin katılığı yüzündendi. Radyo ve televizyonlardan ilan edilen sinir gazı tehlikesi doğru olabilirdi. Silahlı Kuvvetler aĢırı kuĢkulu insanları kandırmak için belki oraya buraya biraz gaz püskürtmüĢtü. Bu da yabani hayvanları öldürmeye yeterli olabilirdi... Yoksa yalnızca uyuĢturmayo mı? Neary treylerin giriĢindeki masanın üzerinde gördüğü o ucuz türden kafesin içindeki kuĢları anımsadı. Bunlar kimindi? Onun kuĢları mı? Ama ona kuĢlarının ölmüĢ STEVEN SPIELBERG olduğunu göstermiĢti o altın giysili adam. Yoksa ölmemiĢ-ler miydi? Neary, Jillian'ın yanında oturuyordu. Genç kadının gözleri kapalıydı. Kalçaları birbirine değiyordu. Bunca uzun ve yorucu yolu boĢuna geldi, diye düĢündü Neary. Buraya ulaĢmak için hepsi neleri göze almıĢtı kimbilir?.. Ve Ģimdi her Ģey baĢladığı gibi birdenbire sona erecekti. Neary ayağa kalktı. Ötekiler ona bakıyorlardı. Jillian' ın da gözleri açılmıĢ, onun üzerindeydi. Neary yavaĢça ve büyük bir dikkatle gaz maskesini çıkardı yüzünden. Klipslerinden kurtulan lastik bağlar kurĢun vızıltısı gibi ses çıkarmıĢlardı. Neary maskeyi yüzünden sjyırarak yere attı. Eğer bu yaptığı çok yürekli bir davranıĢsa, o denli de kolay bir ĢeymiĢ gibi gelmiĢti ona. Derin bir soluk aldı. Ötekiler dehĢet içinde kalmıĢlardı. Sonra Jillian da maskesini yüzünden çıkarıp attı. Neary'nin yanında durarak o da derin bir soluk aldı. «Zehirleneceksiniz,» diye yetmiĢ yaĢındaki ufak tefek adam onları uyardı. Neary yaĢlı adama dönerek, «Havada hiçbir Ģey yok,» dedi. «Yalnızca Silahlı Kuvvetler burada tanık istemiyor, o kadar..» YaĢlı adamın karısı titrek bir sesle, «Eğer ordu bizi burada istemiyorsa, o zaman bizi ilgilendirmez bu iĢ,» diye karĢılık verdi. «Biz yalnızca o dağı görmek istemiĢtik,» dedi yaĢlı adam Neary'den özür dilermiĢ gibi. «Dağın resmini çizmem de bir rastlantıydı... Kimse bize burada zehirli gaz olduğunu söylemedi ki...» «Burayı nasıl buldunuz?» diye sordu Jillian. «Hiç de zor olmadı. Güney Yarımküresindeki Ünlü ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Dağlar adlı bir ansiklopediden buldum. BaĢkan Theodore Roosevelt'in bu dağı ülkemizin ilk ulusal anıtı olarak ilan ettiğini bilir misiniz?.. ġeyde... 24 ġubat 19...» Kırk yaĢlarında bir adam da ayağa kalkarak baĢlığını, çıkardı. Bronz teni, uzunca saçları vardı. Halinden de paralı biri olduğu anlaĢılıyordu. Derin bir soluk alıp verdikten sonra, «Tanrım, buranın havası Los Angeles'den daha temiz,» dedi. Bir adamla bir kadın daha ayağa kalkıp sinirli, titreyen parmaklarıyla bağlarını çözerek baĢlıklarını çıkardılar. Yüzleri süzgün ve çöküktü; üzerlerinde aylardır toplumsal eleĢtiriye uğramıĢ insanların çekingenliği ve bezginliği vardı. Gözlerini dıĢarıya dikmiĢ, Neary ya da ötekilerin yüzüne bakamaz gibiydiler. Roy yüzünü tüm dostlarına döndü. Makinelerin gürültüsünü bastırmak için yüksek sesle, «Kimler dönmek istemiyor?» diye sordu. Jillian elini kaldırdı. Sonra o Los Angeles'li adam. En son olarak da yaĢlı çift. Ötekiler gözlerini kaçırdılar. «Tamam,» dedi Neary. «Sizler arkamdan gelin ve çok hızlı koĢmaya çalıĢın.» O anda helikopterin kapısı kayarak kapandı. Roy kapının kapanmasını önlemek için araya kolunu sokmuĢtu. DıĢardaki nöbetçi neden kapanmadığını anlamak için kapıyı açınca, içerdekilerin baĢlıklarını çıkarmıĢ olduklarını gördü. Nöbetçi ne olduğunu tam anlamadan Los Angeles'li adam Neary'nin yanına doğru atıldı. «Haydi,» diye bağırdı Roy da. «Dağa doğru koĢun!» Ötekiler kapıyı iterek yarı açmıĢlardı ki, Neary dıĢa rıya doğru bir hamle yapıp ayağıyla nöbetçinin tam baĢlığının altına gelecek biçimde boynuna vurdu. Roy, Jillian. STEVEN SPIELBERG ve Los Angeles'li yerde yatan nöbetçinin üzerinden atlayıp ağaçlıklara doğru koĢtular. Ağaçların iki yanında 'Piggly-Wiggly Süpermarketleri' ve 'Baskin Robbins' levhalı treylerler duruyordu. Teknisyenlerin treylerden boĢalttıkları elektronik araçların ve sandıkların üstünde 'Lockheed ve Rocwell-Dikkat Kırılacak EĢya' etiketleri vardı. Teknisyenler ne baĢlık takmıĢ lar, ne de koruyucu giysiler giymiĢlerdi. Roy, Jillian ve Los Angeles'li ağaçların arasından koĢarlarken, bütün bunları bir anda gördüler. YaĢlı çift ve son anda kaçmaya karar vere n ötekiler nöbetçi tarafından kapıda durdurulmuĢlardı. Tüm gücüyle koĢan Neary ,son haftalarda yaĢamının her anına girmiĢ olan dağa baktı. ġimdi bu karabasanın sırnnı çözme olanağını bulabileceklerdi... *** HaberleĢme treylerinin içinde, BinbaĢı Walsh'in cahilliği ve inatçılığı karĢısında sabrı iyiden iyiye tükenen Lacombe bozuk bir Ġngilizceyle, «Siz yok anlamak,» dedi. Sonra makineli tüfek hızıyla Fransızca konuĢmaya baĢladı. «Bu dağ bir anahtardır. Ve Meksika çölündeki kalıntı da bir ipucu. Bunlar bizim düĢüncelerimizi açmamız ve onları içeriye almamız içindir.» Laughlin çeviriyi bitirirken, Lacombe'un aklına yeni bir düĢünce gelmiĢti. Kendi kendine Fransızcadan tercüme etti. «Onlar buraya çağırıldılar. Davet edildi onlar!» Bu sözcüklerin BinbaĢı Walsh için bir Ģey ifade etmediğini Laughlin anlamıĢtı. O sırada dıĢarda bir Ģey Lacombe'un dikkatini ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER çekti. Pencereye yaklaĢıp üç kiĢinin ağaçlıklara doğru koĢtuğunu gördü. Hiç sesini çıkarmadı ama belli belirsiz bir gülümseme yayılmıĢtı yüzüne. Artık iyice kararmıĢtı ortalık. Neary, Jillian'la Los An-geles'linin önünden dağın eteklerindeki çalılığa doğru koĢuyordu. Oraya varınca yere yatarak soluklanmak ve arkadaĢlarının ona yetiĢmesini sağlamak için bekledi. Yanına geldiklerinde, Roy üzerindeki uzay giysisini çıkarmakla meĢguldü. Onlara da aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti. Neary eldivensiz, elini LoĢ Angeles'liye uzatarak, «Adım Roy,» dedi. «Benim de Larry Butler.» Hâlâ soluk soluğa olan Neary, «Burada kalamayız,» dedi. «Ġlerdeki Ģu ağaçlığa gidip beni bekleyin.» Larry ile Jillian hemen hareket ettiler. Roy bir süre daha durup soluklandı, bir yandan da aĢağıya, kamptaki çalıĢmalara bakıyordu. Sonra a da iki yüz metre ilerdeki ağaçlığa doğru koĢarak dağa çıkmaya baĢladı. Karanlıkta bir siren sesi acı acı inliyordu. Projektörler de helikopterlerin iniĢ alanını taramaya baĢlamıĢlardı. HaberleĢme treylerinin kapısı ardına dek açıldı birden. BaĢlığının içinde soluyan bir nöbetçi girdi içeriye. «Kaçtılar, efendim!» «Kaç kiĢi?» diye bağırdı BinbaĢı Walsh. «Üç. Üçü kaçtı, efendim, ötekileri durdurduk.» BinbaĢı Walsh masanın üzerinden bir dürbün kapıp Lacombe'la Laughlin'e Ģöyle bir kötü bakıĢ fırlattıktan sonra aceleyle treylerden atladı. Ötekiler de onu izlediler. Treylerin arka tarafında kalan üç helikopter güçlü tarama projektörlerini yakarak havalanmaya baĢlamıĢlar STEVEN SPIELBERG ve Los Angeles'ii yerde yatan nöbetçinin üzerinden atlayıp ağaçlıklara doğru koĢtular. Ağaçların iki yanında 'Piggly-Wiggly Süpermarketleri' ve 'Baskin Robbins' levhalı treylerler duruyordu. Teknisyenlerin treylerden boĢalttıkları elektronik araçların ve sandıkların üstünde 'Lockheed ve Rocwell-Dikkat Kırılacak EĢya' etiketleri vardı. Teknisyenler ne baĢlık takmıĢlar, ne de koruyucu giysiler giymiĢlerdi. Roy, Jillian ve Los Angeles'ii ağaçların arasından koĢarlarken, bütün bunları bir anda gördüler. YaĢlı çift ve son anda kaçmaya karar veren ötekiler nöbetçi tarafından kapıda durdurulmuĢlardı. Tüm gücüyle koĢan Neary ,son haftalarda yaĢamının her anına girmiĢ olan dağa baktı. ġimdi bu karabasanın sırrını çözme olanağını bulabileceklerdi... *** HaberleĢme treylerinin Ġçinde, BinbaĢı Wafsh'in cahilliği ve inatçılığı karĢısında sabrı iyiden iyiye tükenen Lacombe bozuk bir Ġngilizceyle, «Siz yok anlamak,» dedi. Sonra makineli tüfek hızıyla Fransızca konuĢmaya baĢladı. «Bu dağ bir anahtardır. Ve Meksika çölündeki kalıntı da bir ipucu. Bunlar bizim düĢüncelerimizi açmamız ve onları içeriye almamız içindir.» Laughlin çeviriyi bitirirken, Lacornbe'un aklına yeni bir düĢünce gelmiĢti. Kendi kendine Fransızcadan tercüme etti. «Onlar buraya çağırıldılar. Davet edildi onlar!» Bu sözcüklerin BinbaĢı Walsh için bir Ģey ifade etmediğini Laughlin anlamıĢtı. O sırada dıĢarda bir Ģey Lacornbe'un dikkatini çekti. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Pencereye yaklaĢıp üç kiĢinin ağaçlıklara doğru koĢtuğunu gördü. Hiç sesini çıkarmadı ama belli belirsiz bir gülümseme yayılmıĢtı yüzüne. Artık iyice kararmıĢtı ortalık. Neary, Jillian'la Los An-geles'linin önünden dağın eteklerindeki çalılığa doğru koĢuyordu. Oraya varınca yere yatarak soluklanmak ve arkadaĢlarının ona yetiĢmesini sağlamak için bekledi. Yanına geldiklerinde, Roy üzerindeki uzay giysisini çıkarmakla meĢguldü. Onlara da aynı Ģeyi yapmalarını iĢaret etti. Neary eldivensiz. elini Los Angeles'liye uzatarak, «Adım Roy,» dedi. «Benim do Larry Butler.» Hâlâ soluk soluğa olan Neary, «Burada kalamayız» dedi. «Ġlerdeki Ģu ağaçlığa gidip beni bekleyin.» Larry ile Jillian hemen hareket ettiler. Roy bir süre daha durup soluklandı, bir yandan da aĢağıya, kamptaki çalıĢmalara bakıyordu. Sonra o da iki yüz metre ilerdeki ağaçlığa doğru koĢarak dağa çıkmaya baĢladı. Karanlıkta bir siren sesi acı acı inliyordu. Projektörler de helikopterlerin iniĢ alanını taramaya baĢlamıĢlardı. HaberleĢme treylerinin kapısı ardına dek açıldı birden. BaĢlığının içinde soluyan bir nöbetçi girdi içeriye. «Kaçtılar, efendim!» «Kaç kiĢi?» diye bağırdı BinbaĢı Walsh. «Üç. Üçü kaçtı, efendim, Ötekileri durdurduk.» BinbaĢı Walsh masanın üzerinden bir dürbün kapıp Lacombe'la Laughlin'e Ģöyle bir kötü bakıĢ fırlattıktan sonra aceleyle treylerden atladı. Ötekiler de onu izlediler. Treylerin arka tarafında kalan üç helikopter güçlü tarama projektörlerini yakarak havalanmaya baĢlamıĢlar- STEVEN SPIELBERG di bile. Bir düzine kadar komando da yarı otomatik M14 tüfeklerini dolduruyordu. BinbaĢı Walsh dürbünüyle ağaçlıkları taradı. Askerler helikopterlerin iniĢ alanının yanına alelacele kurulmuĢ olan karargâhı arıyorlardı. BinbaĢıyla Lacombe iki sahra telefonunun baĢındaydı. Walsh, «Onları bir saat içinde dağdan uzaklaĢtırırım,» diye bağırıyordu elindeki telefona. Araya giren bir ses, «Kuzey yüzünün fotometrik analizi yapılsın. Kızılötesi ıĢık kullanın,» dedi. «Bu emir verilmiĢ bulunuyor.» «Saat 08'e kadar dağdan uzaklaĢtırılamazlarsa, kuzey yüze E-Z Dört sıkın. Ve bana haber verin.» «Bu... E-Z Dört nedir?» diye sordu Lacombe telaĢlanarak. «Uyku veren bir püskürtücü,» diye açıkladı BinbaĢı Walsh. Birbirlerinden yüz metre kadar uzakta olmalarına karĢın telefonla konuĢuyorlardı. «Hani çevredeki kuĢları ve yabani hayvanları uyuttuğumuz madde. Çok çabuk etki yapar, çevreye dağılma tehlikesi yoktur, birkaç saat içinde de zehirli etkisi kaybolur. Altı saat soğukta uyuyacak ve Ģiddetli bir baĢ ağrısıyla uyanacaklar.» Fransız dikkatli bir Ġngilizceyle telefona konuĢtu. «Bu yeri biz seçmedik. Zamanı da. Bu insanları buraya gelmeleri için biz zorlamadık. ġimdi onları durdurmak da bizim seçimimizin dıĢında kalıyor.» «Ama onlar piĢmiĢ aĢa su katıyorlar,» diye söylendi Walsh. «Onlar bizden çok buraya aitler,» dedi Lacombe hüzünle. Köknar ağaçlarının arasından, akĢam göğüne yükse-len ġeytan Kulesi'nin doruğu görünüyordu. Üç kaçak için ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER eriĢilmez gibiydi orası. Roy, Jillian ve Larry dik yamaca yorgun argın tırmanırlarken, ayakları çam iğneleriyle kaplı yumuĢak toprakta kayıyordu. Jillian bir ara tökezlenip yere düĢtü ve sırtüstü aĢağıya doğru kaydı. Ama bir ağaç köküne tutunarak kaymasını durdurdu çabucak. Larry Butler de düĢmüĢ ama hemen ayağa kalkmıĢtı. Roy durup onların kendisine yetiĢmelerini bekliyordu. Derken artık iĢitmeye alıĢmıĢ olduğu gürültüyü duydu baĢının üzerinde. Sonra birden bulundukları yerin oldukça ilerisi, dağın, yukarı bölümleri aydınlanıverdl. Helikopterler yarı gizli kalmıĢ bölgelerin üzerinde manevra yapıyorlar, oralara parlak arama ıĢıklarını tutuyorlardı. «Bize epey zaman tanıdılar,» dedi Larry soluk soluğa«Dağdaki Ģu dar geçiti görüyor musunuz?» dedi Ne-ary karanlıkta bir yeri iĢaret ederek. Gerçekten de öteki tarafa doğru uzanan dar bir geçit vardı. «Belki tam zamanında oraya ulaĢabiliriz.» Neary, Jil-lian'la Larry'yi umutlandırmaya çalıĢıyordu. Butler bir hamle yapmaya hazırlandı. «Sporu hiç bırakmamalıyım,» diyerek sırıttı. Helikopterlerin kırmızı ve yeĢil ıĢıkları tepedeki platonun üzerinde dolaĢtıktan sonra gözden kayboldular. Butler tam geçide doğru atılacaktı ki, Jillian onu durdurdu, «ĠĢte dört tane daha geliyor.» Genç kadın bir an durup düĢündü, sonra, «Tepeye çıkan dar ve derin bir dere yatağı da ha var,» dedi duraksayarak. «Tırmanması da daha kolaydır. Kuzeydoğu yönünden baĢlayıp...» «ĠĢe yaramaz,» dedi Neary kesin bir tavırla. «Tepede birdenbire kırk metrelik sarp bir iniĢ yapıyor. Burayı aĢmak için tecrübeli dağcılar olmamız gerek. ġuradan gi- STEVEN SPIELBERG deceğiz. Orası kademe kademe alçalarak öteki tarafa gediyor.» «Sence öteki tarafta ne vardır?» diye Butler sordu. «Ağaçlarla çevrelenmiĢ bir kanyon var. Patikalardan ilerleyebiliriz.» Jillian, Neary'ye baktı. «Bunu hiç düĢünememiĢtim. Dağın yalnızca oir yüzünü renklendirmiĢtim resimlerim-de.>> «Benim çiziktirdiklerimde de kanyon yoktu,» diye Larry de Jillian'a katıldı. Neary, «Bir dahaki sefere maketini yapmayı deneyin,» dedi. Açıktaki karargâhta, bir grup ordu mühendisi on ga-ilonluk paslanmaz çelikten E-Z Dört tenekelerini, beklemekte oian helikopterlere yerleĢtiriyorlardı. Uğuldayan pervanelerin altında sessizce çalıĢan adamlar, tenekeleri her an yere düĢüp Ġçindekiler etrafa saçılacakmıĢ gibi dikkatle tutuyorlardı. BinbaĢı Walsh kenarda durmuĢ, çalıĢmaları izliyordu. Saatine bir göz atıp dağa doğru baktı. Komando birliğinin Ģimdi dağa tırmanmakta olduğunu biliyordu. Yardımcılarından biri telefonu uzattı binbaĢıya. «Piramit'ten Bahama'ya.» «Burası Bahama,» diye Walsh cevap verdi. «Devam edin.» «Orta istasyondan rapor edecek bir Ģey yok. Platonun yanına ulaĢırken, saklanacak binlerce yer bulabilirler. Tüm çevreyi bir saatte kaplamak için bunun üç katı kuvvete ihtiyacım var.» BinbaĢı Walsh bir an için telefonu kulağından uzaklaĢtırıp düĢündü. Sonra çabucak, «Karargâha dönün,» diye emir verdi. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Walsh alıcıyı yardımcısına uzattı. Biraz daha düĢündükten sonra, «Herkes kuzey yüzden çekilsin,» dedi. «Yukarıya haber verin, püskürtücüyü kullanıyoruz.» Lacombe haberleĢme treylerinden çıktı. Elinde bir askıya asılmıĢ, naylon bir torba içinde spor bir ceket tutuyordu. Alanı geçip beklemekte olan bir taĢıma helikopterine doğru yürüdü. Laughlin de onu izliyordu. Fransız bir an durup E-Z Dört yüklü helikopterlere emir veren BinbaĢı Walsh'i seyretti. KalkıĢ durumuna geçen üç helikopterden biri havalandı, sonra ötekiler teker teker onu izlediler. Yanıp sönen kırmızı ve yeĢil ıĢıkları karanlıkta uzaklaĢarak kayboldu. Fransız binbaĢıya kızgınlıktan çok kederli gözlerle bakıyordu. Sonra Laughlin ve sivil giyinmiĢ öteki görevlileri izleyerek helikoptere bindi. Kapı hemen kayarak kapandı, kargo helikopteri dik açıyla yükselerek karanlığın içine daldı. Öte yandan dağda Roy, Jillian ve Larry artık yorgunluğun da ötesine geçmiĢlerdi. Hemen hemen dağın arka tarafına ulaĢmıĢ sayılırlardı. Neary'nin yapmıĢ olduğu modelden anımsadığına göre kanyon uzakta olamazdı. Helikopterler hakkındaki tahmininde de yanılmamıĢtı. Dağın bu kesimine ilaç püskürtmüyorlardı. ġimdilik. Ġlerde bir açıklık vardı. Neary, «Orayı koĢarak geçelim,» dedi Jillian'la Larry' ye. Jillian soluğunu harcamamak için sadece baĢını salladı. Ama iyice soluğu kesilmiĢ olan Larry, «Siz gidin. Ben yetiĢirim size,» dedi. «Tamam, açıklığın öteki yanında bekleriz seni.» Roy ikibüklüm, yere sürünürcesine koĢmaya baĢladı. Jillian da arkasındaydı. Bir dakikadan kısa bir sürede açık STEVEN SPIELBERG alanı geçmiĢ, kendilerini öbür yandaki çam iğnelerinin üzerine atmıĢlardı. Göğüsleri körük gibi inip kalkıyordu. Çok da susamıĢlardı. Her yerlerinden ter damlıyordu; elleri, yüzleri dal ve çalı çizikleriyle doluydu. Ayrıca Neary' nin helikopterin kapısına sıkıĢtırdığı koluyla omzu ağrıyordu. Kendini dinlediği zaman sancının hayli Ģiddetli olduğunu hissediyordu. Artık o kolunu pek kullanamaz olmuĢtu. Midelerinin üzerine yatarak Larry'yi gözlemeye baĢladılar. «ĠĢte orada,» diye fısıldadı Jillian sol tarafı göstererek. Yüz metre aĢağılarındaki ağaçlıklardan Larry'nin çıktığını gördüler. «Larry!» diye bağıdı Roy. «Bu tarafa!» Ama sesini ani bir ses ve ıĢık patlaması örtmüĢtü. Larry'nin az önce altında bulunduğu ağaç tepelerine sür-tünerek geçen helikopter, güçlü projektörlerini açıklığa doğru tutuyordu. ġimdi Roy'la Jillian ayağa kalkmıĢ, Larry'ye kendilerine doğru gelmesi için el sallıyorlardı. Gürültü giderek artıyordu ama yine de Neary bağırdı. «Dikkat açıktasın... Seni yakalayacak!» Helikopterdekiler Larry'yi görmüĢ olmalıydılar. Larry hem helikopteri, hem de Neary'yi duymuĢtu. Soluğunun tüm gücüyle bağırdı. «Ne yapacak? Üzerime mi konacak?» Helikopter Roy'la Jllllan'ın üzerinden geçip geri döndü ve alçalarak açıklığa doğru inmeye baĢladı. Geçtiği yerlerdeki ağaçlardan kuĢlar yere düĢüyorlardı. Neary'yle Jillian aracın uyutucu ilaç sıktığını anlamıĢlardı. ġimdi geçitten otuz metre kadar uzaktalardı. BaĢka bir Ģey yapa- mayacak kadar bitkin olduklarından emeklemeye baĢladılar. Arkalarında, helikopter tam Larry'nin üzerinde uçuyordu. Larry olanlardan tümüyle habersiz gibiydi. BaĢparmağını otostop yapan biri gibi helikoptere doğru uzatmıĢ, «ġunlara bakın ağaçları ilaçlıyorlar.» diye bağırıyordu avazı çıktığı kadar. Jillian'la Roy geçidin baĢına ulaĢmıĢlar, aĢağıda olanları seyrediyorlardı. Larry Butler hâlâ yürüyordu ama vücudu kasılmalarla bükülmeye baĢlamıĢtı. Önce baĢı, sonra kolları. Sendeliyordu. Jillian ayağa kalkmıĢ, tam Larry'ye doğru koĢmaya hazırlanıyordu ki, Neary onu yakaladı. «Hayır, olmaz, Jillian,» diye bağırdı. «Bakma aĢağıya.» Genç kadın olduğu yere çöktü. Larry'nin yere düĢüĢünü, tekrar ayağa kalkmaya çabalayıĢını, açıklığın ortasında kıvranmasını ve sonunda hareketsiz kalıĢını çaresizlikle seyrettiler. «Onu orada bırakamayız,» dedi Jillian. «Eğer uyuyorsa ha orada, ha burada olmuĢ farket-mez onun için.» «Ama ya ölüyorsa?» diye Jillian sordu. «Eğer ölüyorsa...» Neary derin bir soluk aldı. «Yapa.cağımız bir Ģey yok.» Jillian, Neary'nin koluna girerek baĢını öne eğdi. Yüksek çam ağaçlarının arasından geçerek dar oluğa doğru ilerlediler. Neary'nin çamur, gazete kâğıtları ve telden yaptığı modelden aklında kaldığı kadarıyla, bu geçit kanyonun çevresini dolaĢan üstü ağaçlarla korunan dar bir balkon gibiydi. Geçide gelmeden önce, tam altından çok güçlü bir ıĢığın geldiğini farkettiler. Karanlık gecede, temiz havanın ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG içindeki su buharı damlacıklarından yansıyordu bu sürekli ıĢık parıltısı. Geçidin kenarına yaklaĢtıkça karınlarının üstüne yatıp sürünerek ilerliyorlardı. Bir metreye yakın geniĢliği olan çok dik bir yokuĢtu bu. Neary helikopterin dağın çevresini dönerek geri geldiğini duyuyordu. Kendini yukarıya doğru çekmek için bir dala uzanıp tutunmak istedi ama baĢaramadı. YokuĢtan aĢağıya kaydı. «Roy!» diye bağırıyordu Jillian geçidin tepesinden. «Haydi, Roy! Yukarı gel! Yapabilirsin bunu!» Neary ter içinde kalmıĢtı; bacakları ağrıyordu. Parmakları da kavrama gücünü yitirmiĢ gibiydi. «Lütfen, haydi, Roy! Helikopter yaklaĢıyor.» Neary yukarıya bir göz attı. Jillian yokuĢtan aĢağıya doğru uzanmıĢ, elini yakalamak Ġçin bekliyordu. Neary emeklemeye baĢladı. Bedenindeki her kas ona acı veriyor, tüm çabasına karĢın ancak santim santim yol alabiliyordu. «Roy, biraz daha gayret... az kaldı... Sonra öbür tarafa kayacağız.» Helikopterin gürültüsü artmıĢtı. Neary alnından gözlerine akan terlorden önünü göremiyordu. ġimdi Jillian'ın kendisine uzanmıĢ elinden yarım metre uzaktaydı. Yalnızca yarım metre... Pervanenin gürültüsü çok yakındı; dev bir kuĢun kanat çırpmasını andırıyordu. Her an gazın ıslık çalan sesi duyulabilirdi. Neary'nin tüm bedeni kasılarak gerildi, öne doğru bir hamle yaptı. Jillian elini yakalamıĢtı. Neary'nin kendini yukarıya çekmesine yardım etti Jillian. ġimdi öteki taraftaki iniĢten aĢağı düĢe kalka kayıyorlardı. AĢağıdaki kanyonun tam kenarında zorlukla durabildiler. Helikopter yükselerek geri dönmüĢtü. Neary terin bu-lanıklaĢtırdığı gözleriyle helikopterin uzaklaĢmasını izledi. Ġlaç püskürtülmemîĢti. ġimdi kanyonun yakınında ve güvenlikteydiler. Neary içini çekerek temiz havayı ciğerlerine doldurdu. Sonra Jillian'la kanyonun ucundan öteye bakmak için ilerlemeye baĢladılar. Birlikte tepesi kopmuĢ platonun kenarına eriĢip aĢağıya baktılar ve gördüler. Beyinlerinin kavrama gücünü aĢıyordu aĢağıdaki görünüm. «Tanrım!» diye soludu Neary. «Güzel Tanrım!» diye bağırdı Jillian da. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM Doğanın yaratıcılığının son bulduğu yerde, insanoğlu devralmıĢtı görevi. Bir hava limanına benziyordu. Ġnsanoğullarının yaptığı bir tür kozmik çağrı limanı... Ufka doğru uzanan sekiz ki lometrelik yol boyunca sıralanmıĢ iniĢ ıĢıkları vardı. Bu inanılmaz üssün tam ortasında, çevresi küçük ıĢıklarla donatılmıĢ çok büyük bir iniĢ alanı bulunuyordu. Neary'ye burası, sanki bir Ģeyin üzerine konacağı varsayılarak yapılmıĢ gibi geldi. Dinamitlenip buldozerlerle düzieĢtirilen üs bölgesi uzun metal direklerin üzerine yerleĢtirilmiĢ büyük stadyum ıĢıklarıyla çevrelenmiĢti. Bu parlak ıĢıklar altında, Roy'la Jillian bütün üssün iki metre yüksekliğinde çelikten bir duvarla çevrilmiĢ olduğunu görebiliyorlardı. Ġçerde üç düzey vardı; her düzeyin üzerine de hepsinde iki kapı bulunan, bazıları büyük pencereli, bazıları penceresiz birçok müs takil kübik modül yerleĢtirilmiĢti. Farklı büyüklükte ve yük seklikte olan bu modüller, metal ayakların üzerinde oturuyor ve merdivenle çıkılıyordu bunlara. Yerden biraz yüksekte bulunan kocaman bir arenanın tam ortasında da, sesleri renkle değerlendiren, on iki metre uzunluğunda ve iki metre geniĢliğinde bir sesrenk tablosu vardı. BeĢ metre yükseklikteki ayaklar üzerinde duran bu ses - renk tablosu, biraz aĢağısındaki büyük bir Moog synthetizer'e birçok kablo ve kanalla bağlanmıĢtı. Neary gözlerini üsten ayırmadan, «Görüyor musun?» diye sordu Jillian'a. «Oh, evet,» diye fısıldadı genç kadın da. «Çok Ģükür,» dedi Neary. Hayal görmediğini ya da en azından yalnız kendisinin hayal görmediğini kanıtlayan bu onaylama onu rahatlatmıĢtı. Roy'la Jillian Ģimdi, kanyonu oyarak yapılmıĢ, iki ucu açık büyük stadyumun altmıĢ, belki de seksen metre yukarısında bulunuyorlardı. Gözleri ve beyinleri aĢağıdaki bu olağanüstü görünüme biraz alıĢtıktan sonra, ikisi de bir Ģey söylemeden biraz daha aĢağıya inip daha yakından bakmaya karar verdiler. Granit kayalardan on beĢ metre kadar aĢağıya dikkatle inip çalılıkların mükemmel bir siper oluĢturduğu bir yerde durdular. ġimdi modüllerin çevresinde ve içinde çalıĢan teknisyenleri daha iyi seçebiliyorlardı. Hepsi de tulum giymiĢti. Tulumları beyaz olanların sırtlarında 'McDonnell -Douglas,' mavi olanlarda 'Rockwell' 've kırmızılardaysa 'Lockheed' yazılıydı. Modüller küçük birer laboratuvar gibi donatılmıĢtı. Roy'la Jillian bütün bu donanımın ne iĢe yaradığını bilmiyordu ama lazer aygıtını, biyokimyasal araçları, ısı ve elektromanyetik ölçerleri, üçlü ayaklıkları üzerinde bazukalara benzeyen iki tane spektrografik çözümleyiciyi tanımıĢlardı. Ve daha ne olduğu belirsiz Ģeyleri ölçecek ve denetleyecek birçok karmaĢık aygıt vardı. Modüllerden üçünün içinde askeri personel tarafından korunan, siyah giysili, karagözlüklü adamlar oturuyorlardı. Neary üsde Ģimdiye dek asker olarak yalnızca STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKĠN ĠLĠġKĠLER bu nöbetçileri görmüĢtü. Üssün çevresine yerleĢtirilmiĢ büyük radar antenleri sürekli çevreyi tarıyor, arasıra bir an duruyor, sonra yeniden hareket etmeye baĢlıyorlardı. Her yerde televizyon monitörleri vardı. En azından yüz kadar film kamerası, elli tane sabit kamera ve fırdöndülerin üzerine yerleĢtirilmiĢ yirmi beĢ tane de videoteyp TV kamerası bulunuyordu. Belki otuz teknisyen bu kameralarla ilgilenmekteydi. Geri kalanlarsa uzaktan kontrol ediliyordu ve izleyici radara bağlanmıĢtı. Alan büyüklüğüne karĢın hem dolu, hem de darmadağınıktı. Oraya buraya rasgele konmuĢ CocaCola ve hazır yiyecek makineleriyle dolu küçük bir kantin vardı. Üzerinde McDonnell - Douglas, Rockwell, Lockheed yazılı açılmamıĢ bir sürü ambalaj, kâğıt bardaklar, peçeteler, tabaklar, boĢ ĢiĢeler vb. gibi öteberiden geçilmiyordu yerler. Tulum giymiĢ bazı ĠĢçiler yerleri süpürmekteydi. Beyaz saçlı bir adamın önderlik ettiği karagözlük takmıĢ 'bir grup yönetici çevreyi dolaĢıyordu. Bir grup teknisyen de Moog synthetizer'in baĢına toplanmıĢtı. Ġçlerinden biri ötekilerin ısrarı üzerine büyük klavyenin önüne oturup tek parmakla 'Moon River'i çalmaya baĢladı. Ġnce, uzun sesler kanyonda yankılanırken, yukar-daki dev tabloda da belli belirsiz renkli ıĢıklar yanıp söndü. Ama baĢka teknisyenler araya girerek bu konsere son verdiler. «Bunun ne olduğunu biliyorum,» dedi Neary. Jillian' dan çok kendi kendine söylemiĢti bunu. «Evet, biliyorum. Ġnanılmaz bir Ģey!» . AĢağıdan yumuĢak ve uyumlu bir çan sesi duyuldu. Sonra, «Baylar ve bayanlar...» diye bir ses iĢitildi hoparlörlerden. KonuĢan kiĢi modüllerden birinin içinde olmalıydı; belki de bilgisayarların bulunduğu iletiĢim modü- lünden konuĢuyordu. Ama hayır, Ģimdi onu görebiliyorlardı. Beyaz tulum giymiĢ bir adam elinde küçük bir mikrofon tutarak arenanın ortasına doğru yürümekteydi. «Baylar ve bayanfar. Yerlerinizi alıp lütfen. Bu bir deneme değildir. Tekrar edi yorum, bu bir deney değildir. Arenadaki ıĢıkları yüzde altmıĢa indirebilir miyiz? Yüzde altmıĢ, lütfen.» Stadyum ıĢıkları yavaĢ yavaĢ loĢlaĢırken, iniĢ ıĢıkları da güçlendi. Roy'la Jillian sekiz kilometre uzunluğunda sıralanmıĢ ufka doğru uzanan ıĢıkların parlayıĢını seyretti ler. Sonra modüllerin içindeki bilgisayar ve öteki aletlerin ıĢıklarının beyazdan kırmızıya dönüĢtüğünü gördüler. ġimdi bütün modüllerden kırmızı çalıĢma ıĢıkları yansıyordu. Bir tören yöneticisi gibi davranan mikrofonlu adam, «Ġyi, çok iyi.» dedi coĢkun bir tavırla. «Bundan daha güzel bir akĢamı istesek de bulamazdık, değil mi? ġimdi herkes hazırsa...» Neary birkaç yüz bilim adamının ve teknisyenin bir süredir her gece tetikte beklediğini ve her gece de deneme alarmı verildiğini anladı. Hiçbir Ģey olmamıĢ, hiç kimse gelmemiĢti. ġimdi Neary bütün radar antenlerinin durup tek bir odak noktasına, tam kendilerinin bulunduğu yöne ayarlandıklarını farketti. «Bize bakıyorlar,» diye soluğu kesilmiĢ gibi fısıldayan Jillian önündeki kayanın ardına iyice büzüldü. «Bize değil, gökyüzüne bakıyorlar. ġuraya bak.» Roy'la Jillian yüzlerini yıldızlara döndürdüler. Bir Ģey baĢlıyordu. Önce Neary'yle Jillian bunun ne olduğunu anlayamadı. Gözleri parlak stadyum ıĢıklarından zifiri karanlığa yavaĢ yavaĢ alıĢıyordu. Önce Samanyolunu, sonra Yay Bur- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG cunun takımyıldızlarını gördüler. Daha önceleri sık sık gördükleri bu takımyıldızlara Ģimdi çok daha dikkatle bakmaya baĢlamıĢlardı. Yıldızlar hareket ediyorlardı. Burcu oluĢturan yıldızlar önce yavaĢça, sonra hızla yer değiĢtirdiler; daha sonra da burçtan uzaklaĢmaya baĢladılar. Neary gözleriyle gökyüzünü araĢtırdı, öteki ufukta bir baĢka Yay Burcu daha gördü. «Asıl Yay Burcu bu,» dedi Roy, Jillian'a göstererek. Sonra yeniden değiĢen takımyıldızlara baktılar. ġimdi burç baĢka bir Ģekil almıĢtı; 'yıldızları' -artık yıldız olmadıkları açıkça anlaĢılmıĢtı- sürekli olarak yer değiĢtiriyordu. Bazıları düzgünce kıvrılmıĢ bir çizgi oluĢturdular. Sonra ötekilerden üçü sanki bu yay tarafından çekime uğramıĢ gibi son hızla ucuna eklendiler. Büyük Ayı takımyıldızı. Neary gülmeye baĢladı. Artık içindeki o korku geçmiĢti. Yalnızca mutluluk duyuyordu. AĢağıdaki yüzlerce bilim adamı ve teknisyen havai fiĢekleri seyreden sıradan Ġnsanlar gibi 'oooh', 'aaah' gibi hayret ünlemleri çıkarıyorlardı. 'Büyük Ayı' tümüyle tamamlanınca da çılgınca alkıĢlamaya baĢladılar. «Bütün bunları bilen yalnızca onlar,» dedi Neary. «Olanları gördün mü?» diye Jillian'a sordu. Gördüklerinin gerçek olduğunun onaylanmasını istiyordu. «Evet,» diye cevap verdi Julian. «Güzel.» Birdenbire batı yönünden yanan meteor gibi üç yıldız göründü. Tam baĢlarının üzerine gelip fren yapmıĢ gibi ansızın durdular. Bir anda bilinen tüm fizik kurallarını altüst etmiĢlerdi. Yıldızlar tam yüz seksen derece dönüĢ yaptıktan sonra, her ıĢık noktası dört ayrı noktaya ayrıldı ve karanlık gökyüzünde geldikleri gibi yıldırım hızıyla kayboldular. Stadyumdaki seyirciler çıldırmıĢtı sanki. Roy'la Jillian birbirilerine baktılar. «Olanları gördün mü?» «Evet.» «Güzel.» Ama gösteri daha bitmemiĢti. Aslında daha yeni baĢlıyordu. Üssün üzerinden bir bulut geçti. Sıradan, tek baĢına gezinen bir buluta benziyordu. Ama içinde ona eĢlik eden çok parlak mavi iki nokta vardı. Sonra bu noktalar bulutun çevresinde dönmeye baĢladılar. Bulut Ģeklini kaybederken, noktalar gitgide daha hızlı dönüyorlardı. Sonunda gökyüzünden yansıyan ıĢıklarla aydınlatılmıĢ bulut parçası, bir sarmal nebula oldu. Mavi ıĢık noktalarından birisi nebulanın içine girerek onu daha da parlaklaĢtırdı. ġimdi bulut, içinden aydınlatılmıĢ gibiydi. Artık mavi değil, koyu amber rengine bürünmüĢtü. IĢık noktalarından ötekisi de, sarmalın üst üç noktasına yerleĢerek yanıp sönmeye baĢladı. Bu, olağanüstü bir görünümdü. IĢıltılı ve dönen bu görüntünün bir anlamı vardı mutlaka ama kavrayabilenier için... Hiç kuĢkusuz bir Ģeyi göstermeye çalıĢıyordu. Ama neyi? YaĢadığımız dünyanın kozmik galaksideki yerini mi? Evet... Belki de öyleydi. Gezegenimizin uzaydaki yeri! Ġnanılmaz! Roy'la Jillian konuĢmuyorlardı. Soluklarını tutmuĢ, bu görüntüleri sindirmeye çalıĢıyorlardı. Öne doğru uzanmıĢ bir çıkıntının üzerine çömelmiĢlerdi. Arkalarında karanlık STEVEN SPIELBERG gökyüzünden baĢka bir Ģey yoktu. Ansızın arkalarından iki yanlarına doğru bulutlar hareket etmeye baĢlamıĢtı. Bulutlardan ısı ĢimĢeğine benzeyen bir ıĢık parladı. Ancak ıĢıltı sönmeyip gökyüzünün ortasında donup kaldı. Derken hâlâ bulutun bir bölümünde duran ıĢık giderek daha parlaklaĢtı. Sonra buluttan patlarcasına ayrılıp son derece yoğun turuncu bir nokta haline geldi. Hızla yaklaĢırken, ardından iki tane daha turuncu parlak nokta onu izliyordu. Bir anda ıĢıklar inanılmaz hızlarıyla onlara doğru gelirken Roy'la Jillian ancak yüzlerini kollarıyla örtecek zaman bulabildiler. Cisimler yavaĢlayarak tam baĢlarının üzerinden geçtiler. Bunlar geceler önce Indiana tepesinde gördükleri cisimlerdi. 0 yakıcı olanı, rengârenk ıĢıltılar saçanı ve Ale-addin'in Lambası'na benzeyen bir hayalet yüz... Bu kanatsız, motorsuz, hatta fizik varlığı olmayan, parlak renkli ıĢık arabaları, Ġnsanın güvenliğini, kendi varlığına ve yaĢadığı dünyanın gerçekliğine olan inancını da alıp götürmüĢtü. Araçlar büyük bir hava ve ısı akımına neden oluyorlardı. BaĢlarının üzerinden geçerken, Jillian'la Roy'un tüm saçları her yöne doğru dikilmiĢti. Neary statik elektrik yüzünden kollarındaki ve göğsündeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. O kavurucu sıcağı yeniden derilerinin üzerinde duydular. Yine ciğerlerinden solukları emilmiĢ gibi oldu. Cisimler baĢlarının üzerinden geçerken soluk alamaz olmuĢlardı. Korkunç, .insanüstü sesler duyuluyordu. Sanki milyonlarca peri bir anda yas tutarak ağlıyordu. Bu sesler yoğun sıcaklığa karĢın sırtlarını ürpertmiĢti. Jillian'la Roy, gözlerindeki yaĢ ve tozlar biraz temizlenince, parlak renkli ıĢık arabalarının alçaktan stadyumun ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER üzerinden geçtiğini, bilim adamlarıyla teknisyenlerin bir korunak bulmak için koĢuĢtuklarını gördüler. Fırdöndülerin üzerindeki kameralar arabaları izliyor, radar antenleri hızla kendi çevrelerinde dönüyorlardı. Parlak cisimler kendiierine ıĢıklarla iniĢ koordinatları verilen alanın üzerinden geçtiler. Beton pistin yüz metre kadar ötesine gidip kimsenin bulunmadığı bir yerde fren yapmıĢ gibi duran cisimlerin parlak ve 'hemen hemen bakması olanaksız', renkli ıĢıkları değiĢmemiĢti. ġimdi ıĢık arabaları pistin asfaltına inecek gibi sekiz metre kadar yükseklikte duruyorlardı. Sonra birden elli metre yüksekliğe fırladılar. Yine alçaldılar. Sanki yerle oynaĢıyor, onu yokluyor, tadına bakıyor, sonra korkmuĢ gibi kaçıp yükseliyor-lardı. Neary aĢağı inip onları daha yakından seyretmek istiyordu ama Jillian'ın yerinden kımıldayamayacak kadar aklının baĢından gitmiĢ olduğunu farketti. O arada Neary bu tarihsel an için daha önceden planlanmıĢ ve binlerce kez prova edilmiĢ bir Ģeyin baĢlamakta olduğunu gördü. Ağızlarının önünde bir mikrofon tutan baĢlıklar giymiĢ bir grup teknisyen synthetizer'in çevresini almıĢtı. Arkalarından uçları bir tabloya takılmıĢ olan mikrofon kablolarını sürükleyerek biraraya toplandılar. Ellerinde küçük bir fenerle aydınlatılmıĢ yazı tahtaları vardı. Ekip baĢkanı olduğu belli bir adam adeta dinsel bir saygıyla, «Tamam, beyler. BaĢlayabiliriz,» dedi. Bir kulübede oturan ses teknisyeni önündeki mikrofona, «TC stereo. Zaman ve direnç... Auto hazır,» diye konuĢtu. BaĢka bir teknisyen de, «Tamam. BaĢlayın!» dedi. Beyaz tulumlar giymiĢ olan Lacombe'la Laughlln ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG synthetizer'in ayar tablosunun yanında duruyorlardı. Çift klavyenin önünde de William Shakespeare'e benzeyen genç bir adam oturmuĢtu. Sinirli olduğu halinden belliydi. Sık sık alnında ve ellerinde biriken terleri mendiliyle sili-yordu. Korkunç sorumluluğunun tüm bilincindeydi. Tören baĢkanı ona yumuĢak bir sesle, «BaĢlayabilirsiniz,» dedi. , Shakespeare ilk notaya bastı. . Kulübedeki teknisyen önündeki mikrofona, «Renk tablosu, tamam,» dedi. Dev tabloda amber renkli bir ıĢık göründü. Ġlk nota kanyonda yankılanıp hafiflerken, ıĢık da giderek sönük-leĢerek gözden kayboldu. Tören baĢkanı «Tam tona çıkın,» diye emir verince Shakespeare ikinci notaya bastı. Renk tablosu koyu pembe bir ıĢıkla aydınlandı. Üçüncü nota ve üçüncü renk. Bu kez menekĢe mavisi. «Bir oktav düĢün.» Dördüncü nota yankılanırken, tabloda çok güzel koyu mavi bir renk oynaĢtı. «BeĢinciye çıkın.» Son nota duyulup kaybolurken, renk tablosunda da parlak kırmızı bir ıĢık ıĢıldayıp söndü. «Hiçbir Ģey. Hiçbir Ģey olmadı,» dedi ekip baĢkanı. Tören baĢkanı da «Tekrarlayın lütfen,» dedi Shakespeare'e. Yine o beĢ nota ve renk tekrarlandı. Kulübedeki teknisyen, «Re ikinciye, Mi üçüncüye. Do bire. Do bir buçuk bir. Sol beĢe,» diye emir verdi. Notalar ve renkler tekrarlanıp sona erdiği halde üç cisimden hâlâ bir karĢılık gelmiyordu. IĢık arabaları sırrına eriĢilmez bir biçimde piste yaklaĢıp uzaklaĢarak oynaĢıyor, ıĢıltılar çıkararak göz kırpar gibi yanıp sönüyorlardı. Lacombe synthetizer'e doğru yaklaĢıp, «Tekrar. Bir kez daha,» dedi. BeĢ notalı ezgi geceyi seslendirip yankılandı, beĢ renk tabloda oynaĢıp dans etti yeniden. «KonuĢ benimle, konuĢ bana,» diye yalvarıyordu ekip baĢkanı. Lacombe emretti. «Daha canlı, daha canlı.» Shakespeare emri yerine getirdi. Bu kez renkler ve notalar arenada çağladı. Yüksekteki çıkıntının üzerinde Jillian Guiler bu beĢ notalı ezgiyi kendi kendine iki kez mırıldandıktan sonra, «Bunu biliyorum,» dedi Neary'ye. Tanrım, bu Barry'nin Ģarkısı, diye düĢündü. Gözleri yaĢlarla dolmuĢtu ama Neary farketmedi. AĢağıda Lacombe, «Daha çabuk, Jean Claude,» diyordu. «Daha çabuk. Plus vite.» ġimdi Shakespeare'in alnındaki terler synthetizer'in klavyesine damlıyordu. Notalar çok hızlı ve yüksek seste çalınıyor, tablodaki renkler amberden pembeye, mora, maviye, kırmızıya dönüĢüyordu. Lacombe iniĢ alanının yüz, yüz elli metre kenarında duran ve hiçbir tepki göstermeyen cisimlere doğru yürüdü. Kulübedeki teknisyen Moog synthetizer'in sesini sonuna kadar açmıĢtı, sesler kanyonun duvar gibi yükselen kayalarında uğulduyordu. Fransız da son derece sabırsızlanmıĢtı. «Qu'estce qui se passe? Ne oluyor?» diye soruyordu cisimlere. «Al-lez allez, allez. Allonsy. Haydi, cevap verin! Haydi!» Lacombe beĢ parmağını piyano çalar gibi oynatarak Moog' dan yana bağırıyordu. STEVEN SPIELBERG ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER Lacombe ıĢık arabalarına ellerini salladı; müzisyene de, «Plus vite, daha hızlı!» diye bağırdı. Sonra Moog synt-hetizer'e doğru yürümeye baĢladı. Shakespeare tüm gücüyle çılgın gibi çalıyor, renk tablosu ultraviole'den kızılötesi ve ikisi arasındaki tüm renkleri ıĢıldatıyordu. Ve birdenbire cisimler karĢılık verdiler. Ama sesle değil renkle. Tablodaki renkleri tekrarlamaya baĢladılar. Her cisim tabloya doğru parlayan renkleri kendi baĢına çıkarıyordu. Shakespeare durdu. Sesler kanyonda yankılanıp susunca, tam bir sessizlik çöktü ortalığa. Uzunca bir süre kanyondan aĢağı doğru esen rüzgârın sesinden baĢka bir Ģey iĢitilmedi. Sonra Lacombe, Shakespeare'e iĢaret ederek, «Haydi, durmayın, çalmaya devam,» dedi. Ekip baĢkanı da adamını gayrete getirmek için, «Haydi oğlum. Çöz Ģunların dilini,» diye teĢvik etti. Mühendis-müzisyen çok ama çok hızlı çalmaya baĢladı. Renk tablosuyla üç cisim Ģimdi tam bir senkron içinde aynı renkleri çıkarıyorlardı. Herkes dikkat kesilmiĢ, bu karĢılıklı renk iletiĢimini izlemeye çalıĢıyordu. Ġçleri mutluluk ve sevinç doluydu. Gerçekte mutluluktan da öte bir Ģeydi bu... Daha önce hiçbir insanoğlunun yaĢamadığı ya da tanımlamadığı olağanüstü bir deneyimdi. Çünkü bu, yazılı tarihte ilk iliĢki kuruluĢuydu, ilk buluĢma... Ve ansızın cisimler karĢılık vermeyi kestiler. Yalnızca uçup gitmiĢlerdi. Hepsi de ayrı yöne. Biri dosdoğru yükselerek ıĢıkları büyük bir buluta girip görünmez oldu; öteki ikisi kanyonun ucuna doğru gidip gözden kayboldu. Müzik de durmuĢtu. Renk tablosu kara nlıktı. Sessizlik. Ve rüzgar. Birden arenada kıyamet koptu. Herkes çılgınca alkıĢlamaya ve çığlıklar atmaya baĢlamıĢtı. O ağırbaĢlı, soğukkanlı bilim adamları ve teknisyenler yerlerinde zıplıyor, birbirleriyle kucaklaĢıyor, el sıkıĢıyor, birbirilerinin sırtlarına vuruyorlardı. ġimdi stadyumun ıĢıkları tam yanmıĢtı. Tulum ya da sivil elbise giymiĢ adamlar modüllerinden çıkıyorlardı. Her Ģey bitmiĢ gibiydi. Kulübelerdeki teknisyenler de çıkmıĢ, Lacombe'la ekip baĢkanını arıyorlardı. «Çok güzel,» dedi ekip baĢkanı. «Çok baĢarılı.» Lacombe da Ġngilizce olarak, «Bu akĢam çok mutluyum,» dedi Laughlin'e. Ekip baĢkanı herkesin elini sıktıktan sonra, «Tebrik ler,» dedi. «Hepiniz çok iyiydiniz.» Bu kutlama sahnesinin az ötesindeki kaya çıkıntısında, Roy göklerde uçuyordu; Jilîian da sevinç gözyaĢları içindeydi. «Bu ezgiyi biliyorum,» diyordu boyuna. «Biliyorum, daha önce iĢitmiĢtim onu.» AĢağıda, radar iletiĢim modüllerinin içindeki göstergeler hedefleri iĢaret etmeye baĢlamıĢtı. Radar antenleri sağa sola dönmüyordu; Neary'yle Jillian'ın üzerindeki dağa yönelmiĢlerdi. ġeytan Kulesi'nin ardında kalan gökyüzünde bir Ģeyler oluyordu. Arenadaki teknisyenlerden biri Fransızın yanına yaklaĢarak, «Bay Lacombe,» dedi parmağını yukarıya doğru kaldırarak. Lacombe'la Laughlin biraz yürüyerek adamın gösterdiği yöne, gökyüzüne baktılar. «Nedir o?» diye sordu Laughlin. «Ne oluyor?» «Bilmiyorum.» ġimdi Roy'la Jillian da dönmüĢ, aĢağıdaki adamların STEVEN SPIELBERG iĢaret ettikleri yöne bakıyorlardı. Sonra onlar da gördüler. . Dağın üzerindeki gökyüzünde büyük kümülüs bulutları toplanmıĢtı. Bulutların içinde olağanüstü bir havai fiĢek gösterisi vardı. Bu eiektrik fırtınası Ģimdiye dek gördüklerinden çok farklı, gürültü ve boyut açısından korku vericiydi. Aynı anda Jillian'la Roy hiç konuĢmadan gökyüzünden uzaklaĢmaları gerektiğine karar vererek tehlikeli yoldan inmeye baĢladılar. Jillian çok korkmuĢtu. IĢıltılar saçan bulutlar ona Barry'nin kaçırıldığı o korkunç günü anımsatmıĢtı birden. Bulutlar alçalarak dağın tepesine çok yaklaĢmıĢlardı. Ansızın bulutlardaki kıvılcımlardan biri büyüyüp parlakla-Ģarak arenanın üzerinden geçti ve daha önceki yerinde durdu. Sonra birden tümüyle kırmızıya dönüĢerek üç kez parladı. Bu açıkça bir tür iĢaretti. Bulut kümesinin en büyük bölümü de üç kez kırmızı olarak parladı. Sonra beyaz ve mavi olarak üç kez daha. Kısa bir ara oldu; teknisyenler birbirileriyle huzursuzca bakıĢtılar. ġimdi sırada ne vardı? Derken gösteri baĢladı. Bulutlardan dıĢarıya doğru bir Ģey patladı ve hemen elli kadar toplu iğne baĢı gibi ıĢık küreciklerine dönüĢtü. Bunlar yine çabucak içbükey Ģekiller ve göz kamaĢtırıcı renkler oluĢturdular. Bu olağanüstü gösteri araçları, seyircileri için düĢük düzeyli hünerlerini gösteriyor gibiydiler. Üçü bir an havada durduktan sonra yere doğru düĢtü. Ama tam yere düĢmelerinin büyük etkisi beklenirken, birdenbire durdular. AĢağı düĢerken neden oldukları büyük ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER hava akımı kanyonun üzerinde kükre yip gürledi, gümbürdedi. Cisimler kendi baĢlarına gürültü yapmıyorlardı Ģimdi. Ama yerçekimini hiçe sayan manevraları, modüllerin içlerindeki aletleri sarsan, birçok bilgisayarın kısa devre yapmasına neden olan bir gümbürtü yaratıyordu. Sonra o ıĢıklar ve ısı! Üsdekiler beyinlerinin kafataslarının içinde sarsıldığını hissediyorlardı. IĢık arabaları çok alçaktan geçtikleri zaman çöp sepetlerindeki kâğıtlar alev alıyordu. Oyun oynuyorlardı... Ġki cisim karĢılıklı birbirilerine doğru ilerlediler. Artık herkes tam çarpıĢmaları kaçınılmaz, diye düĢünürken, iki cisim birbirinin içinde eriyerek yükseldi, sonra bir varilin yuvarlanması gibi alçaldı. Derken elektrik ızgarasına benzeyen parlak kırmızı yeni bir cisim çok yavaĢ olarak üssün üzerinde dolaĢmaya baĢladı. Magnetik olarak boĢlukta duran bütün metalleri kendine çekiyordu. Yerden teneke kutular, kalemler, insanların gözünden gözlükler, teknisyenlerin baĢından kulaklıklar, ceplerinden sigara tablaları, çakmaklar havalanıyordu. Teknisyenlerden biri ansızın eliyle ağzını kapattı. GevĢek bir diĢ dolgusu uçarak ızgaranın altına yapıĢmıĢtı. Birdenbire ızgara biçimindeki cisimden mavi bir ıĢık parladı ve üzerine yapıĢan her Ģey yere düĢerek bir yığın oluĢturdu. Lacombe cismin altına doğru ilerledi. Tam altına gelince elini uzatıp bu garip cisme dokundu. Sıcak değildi ama Lacombe dokunur dokunmaz cisim sanki gıdıklanmıĢ gibi olduğu yerde sıçradı ve sıçramasıyla birlikte ellerinde kamaraları ve ısıya hassas aletleriyle Lacombe'u izle yen teknisyenlerin dört bir yana dağılmaları bir oldu. Ve cisim gökyüzüne doğru o denli hızlı uçtu ki, ardında bıraktığı gümbürtü, modüllerin camlarının kırılmasına ve STEVEN SPIELBERG herkesin aklının baĢından gitmesine neden oldu. Neary korkmaktan çok büyülenmiĢ gibiydi. «Daha ya-kına gitmeliyim,» dedi Jillian'a. «YaklaĢmak istediğini biliyorum,» diye karĢılık verdi JĠillian. «Ama bu yakınlık benim için yeterli.» «Mutlaka aĢağıya inmeliyim. Sen de biraz daha inmek istemez misin?» «Hayır, Roy. Ben seni burada bekleyeceğim.» «AĢağıya inmem gerek,» dedi Roy yeniden, özür diler gibi. «Biliyorum,» diye karĢılık verdi genç kadın. «Gerçekten biliyorum. Ne yapmak istediğini gerçekten biliyorum.» Birbirilerine çok yakından baktılar üzgün gözlerle. Ve birbirilerini tanıdıklarından bu yana ilk kez öpüĢtüler. Sonra ayrıldılar. Jillian yeniden yukarıya, daha korunaklı ve aĢağıdakiler tarafından görülmesi daha zor olan o ağaçlıklı yere çıktı. Neary uzun ve tehlikeli yoldan aĢağıya inmeye baĢlamıĢtı bile... YİRMİ ALTINCI BÖLÜM Neary dağın kenarından güçlükle aĢağıya inerken, gösterinin son bulmuĢ olduğunu farketti. Sanki bir iĢaret verilmiĢ gibi bütün cisimler geceye geri çekilmiĢlerdi. ġimdi uzaklarda, alçak bulutların içinde yüzlerce ıĢık noktası kanyonun elli kilometre dolayında parlıyorlardı. ĠĢık noktalarının en azından yirmi beĢ kilometre uzakta durmalarına karĢın, Neary'ye sanki bu ıĢık arabaları üssün dolaylarını korumak için nöbet tutuyorlarmıĢ gibi geldi. ġimdi gökyüzüne yükseldikçe ıĢıkları da donuklaĢmıĢtı. Roy ıĢık noktalarının gerisindeki karaltıları zorlukla seçebiliyordu. Ne var ki, her Ģey hâlâ bir garipti. AĢağıdaki stadyumdaysa herkes bitkin düĢmüĢtü artık. ġaĢkınlıktan sersemlemiĢ, dillerini yutmuĢ gibiydiler. Hepsi tam anlamıyla bir kültür Ģoku geçirmiĢti ve her biri bunu kendince yorumlamaya çalıĢıyordu. ġu anda kimsenin konuĢtuğu falan yoktu. Rüzgâr da tümüyle durmuĢtu. Tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. Neary durmaksızın iniĢini sürdürmüĢtü; Ģimdi dağın eteğinden üssün dolayına doğru ilerliyordu. Birden bilme- STEVEN SPIELBERG diği bir duygu durmasına ve gökyüzüne bakmasına neden oldu. Dağın arkasından, bir bulutun içinden kapkara bir Ģey çıkıyordu. Çok da kocamandı. Hatta o denli büyüktü ki, Neary boyutlarını kavrayamadı. Bu dev kara Ģekil dağın tepesinden geçip yaklaĢırken, ayın ıĢığını tümüyle örttü ve gölgesi bütün kanyonu kapladı. Neary bir an için kendinden geçeceğini sandı. Üssün içinde tören baĢkanı, «Aman Tanrım,» diye mırıldandı. Laughlin ne söylediğinin farkında olmadan bîr küfür savurdu. Lacombe gözleri sabitleĢmiĢ olarak, «Mon Dieu!» diye fısıldadı. Eğer bu Ģekli ölçebilseler, geniĢliği iki kilometreye yakın olabilirdi, uzunluğuysa tüm gökyüzünü kaplaya-bilirdi, çünkü henüz sonu görünmemiĢti. Birden o kara Ģey öteki tarafını döndü. Bu yüzünü uzun, ince bir ıĢık Ģerltl çevriliyordu. Derken bir Ģey açıldı, bir ıĢık dairesi patladı. Bir kent büyüklüğünde, diye düĢündü Neary. Tepesi kocaman tankları, boruları ve her yerde yanan çalıĢma ıĢıklarıyla bir petrol rafinerisini andırıyordu. Kanyonun üzerine doğru kayan bu dev hayaletin eski ve pis bir görünüĢü vardı. Sanki binlerce yıl gökyüzünde dolaĢan eski bir kent ya da uçsuz bucaksız eski bir gemi gibiydi. Ne Neary, ne bilim adamları ya da teknisyenler, ne de yeryüzündeki herhangi bir insan, böyle bir Ģey görmüĢ, hatta hayal etmiĢti. Tam üssün üzerine geldiğinde kemer Ģeklinde çok büyük bir ıĢık patlaması oldu arka tarafında ve bu ıĢık kemeri binlerce parlak ateĢböceğine benzeyen küçük parçacıklara bölündü. Her 'ateĢböceği' römorkör gibi hare- ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN ĠLĠġKĠLER ket eden birer araçtı ve çeĢitli renkler saçıyordu. Derken binlercesi biraraya gelerek rengârenk bir ayaklık oluĢturdular. Ġki kilometre geniĢliğinde ve dört kilometre uzunluğunda olan dev hayalet bu ayaklığın üzerine yerleĢti. Renkli ıĢınlar saçan ayaklık onu aĢağıdaki iniĢ yerine taĢırken hafifçe yana yattı. Neary iki metre yüksekliğindeki çelik duvarı aĢarak, gördüklerinden taĢ kesilmiĢ bilim adamlarıyla teknisyenlerin arasına karıĢmıĢtı. Ayaklık o dev kitleyi aĢağıya indirirken, bir buçuk kilometre boyunca uzanan ĠniĢ koordinatları veren ıĢıkları tuzla buz etti. O denli büyüktü ki, alana konduğu zaman bütün üssün üzerini bir dam gibi kaplıyordu. Dev kitle negatif bir yerçekimi alanı yaratmıĢtı ve bir an içinde her Ģey, herkes ağırlığının yüzde kırkını yitirdi. Bu da herkesi neĢelendirmiĢti. Zıplamaya, havada sallanarak dolaĢmaya, daha atletik olanlar havada daireler çizmeye, perendeler atmaya baĢladılar. Bazıları da bu inanılmaz Ģeyin resmini çekmek için zıplayarak koĢuyordu. Ġlk kendine gelenler Lacombe'la ekip baĢkanı oldu. Ama o da kısmen. Tekerlekli ayaklar üzerinde duran Moog synthetizer'i dev kitleye yaklaĢtırmaya karar verdiler. Aleti yirmi beĢ metre kadar itmiĢlerdi ki, kendilerini hâlâ baĢka bir dünyada sanan ekip üyeleri yardıma koĢtular. Tören baĢkanı da elinden geldiğince sakin görünmeye çalıĢarak elindeki mikrofona «Bu evrede çalıĢan bölümler iki kez düdük çalsınlar,» dedi. Düdük sesleri kanyonda yankılanarak sessizliği bozdu. Kulübedeki teknisyen, «Ses çözümleyicisi hazır mı?» diye sordu. STEVEN SPIELBERG Tören baĢkanı Ģimdi iyide kendine gelmiĢti artık, «Eğer ayın bu karanlık yüzünde her Ģey hazırsa, beĢ notayı çalabiliriz.» Shakespeare çok yavaĢ olarak beĢ notayı çaldı. Hayalet kitleden hiçbir karĢılık gelmedi. «Encore,» diye emir verdi Lacombe. BeĢ nota tekrar gecede yankılandı. Dev gemi bir ses çıkardı. Domuz homurtusuna benziyordu. «Bir anlamı olmalı,» dedi ekip baĢkanı sinirli sinirli. Mühendis - müzisyen yeniden çaldı. Bu kez de cevap yoktu. «Tekrar,» dedi ekip baĢkanı. Shakespeare yeniden çalmaya baĢladı. Birden son iki nota hayalet gemi tarafından tamamlandı. Gürültü inanılacak gibi değildi. Ġnsanların topukları üzerinde geriye doğru eğilmesine ve modüllerin tüm camlarının kırılmasına neden oldu. Kulübedeki teknisyenler kırılan camlardan korunmaya çalıĢtılar. Bazılarının orası burası kesilmiĢti ama bunu farketmeyecek kadar meĢguldüler. Ekip baĢkanı ancak bir süre sonra, «Tamam,» diyebildi. «Yeniden çalın.» Moog synthesizer çaldı ve gemi cevap verdi. Bu kez gemiden renk tablosununklne uyan renkli ıĢıklar da çıktı. Jillian Guiler bütün bunlara artık yalnız baĢına dayanamayacağını anlamıĢtı. Korkuyordu. Bu durumda aĢağıya inip Neary'yi bulmasının daha iyi olacağına karar verdi. Genç kadın Roy'un geçtiği yerleri izleyerek aĢağıya inmeye baĢladı. Tören baĢkanı, Shakespeare'e ve kulübedeki teknisyene, «Ona altı sekizlik ver ve bekle,» dedi. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER Müzisyen notaları çaldı. Gemi bu notaları tekrar ettikten sonra hiçbirinin daha önce duymadığı yeni bir dizi nota çaldı. Kulübedeki teknisyen, «Bize dört sekizlik verdi.» dedi. «Bir beĢ sekizlik gurubu. Bir dört yarım- sekizlik grup.» Shakespeare geminin notalarını taklit etti. Gemi beĢ yeni nota ve değiĢik ıĢık daha ekledi. Bilgisayar modellerindeki teknisyenler Nirvana'ya ulaĢmıĢlardı artık. Gemi onlara kendi ses ve renk sözcüklerini öğretiyordu. Bu karĢılıklı değiĢ - tokuĢun hızı ve karmaĢıklığı giderek artınca bilgisayarlar görevi Shakespeare'den devraldılar. Mühendis - müzisyen ellerini klavyeden çekince, Moog synthesizer bilgisayarlar tarafından çalınmaya baĢladı. Tıpkı kendi kendine çalan bir piyano gibi. Tören baĢkanı kulübedeki teknisyene. «Bu Hanım-efendi"den her Ģeyi öğrenin,» dedi. «Verdiklerini nota nota izleyin.>> Gemiden ses ve ıĢık patlamaları geliyordu. Bilgisayar ve renk tablosuna bağlanmıĢ olan Moog, renk tablosu ve dev gemi bir tür kozmik ıĢık ve müzik gösterisindeymiĢler gîbi coĢkunlukla birbirilerine kilitlenmiĢlerdi. Çok garip bir müzikti bu. Bir an melodik, sonra hemen atonal oluyor, bazen cazı sonra kovboy Ģarkılarını andırıyor; hemen ardından da o denli garip, gülünç ve müzik dıĢı oluyordu ki, dinleyenin kulaklarını tıkayası geliyordu. Neary kendini kaptırmıĢ gülümsemekteydi. O sırada Jillian'ın kalabalığın arasından kendine yol açmaya çalıĢtığını farketmemiĢti. Teknisyenlerden bazıları alkıĢlıyor, bazıları da baĢlarını tutuyorlardı. Lacombe'un yüzündeyse dalgın, sersemlemiĢ bir ifade vardı. STEVEN SPIELBERG Dev gemi ansızın iletiĢimi kesti. Bir iki homurtu çıkardıktan sonra sessiz kaldı. Bütün ıĢıkları da sönmüĢtü. Üs birkaç dakika için derin bir sessizliğe ve karanlığa gömüldü. Sonra gemi açılmaya baĢladı. Geminin tüm alt yanı önce ince ve uzun bir ıĢıkla çevrelendi, sonra bir fırın kapısı gibi aralanıverdi. Herkes arkasını döndü. Karagözlüklerini takıp yeniden yüzlerini çevirdiler. GüneĢ gözlükleriyle bile bu parlak ıĢığa doğrudan bakmak zordu. Açılan yer geniĢledi. AĢırı güçlüydü ıĢık. Herkes hızla gerilemeye baĢladı. Bir buçuk metre geniĢliğindeki bu kör edici ıĢıktan uzaklaĢmaya çalıĢıyorlardı. Açılan yer geniĢlemeye devam ediyordu. Önce Lacombe, sonra Neary, daha sonra da ötekiler yeniden öne doğru ilerlediler. Ama o beyaz ıĢık yoğun bir ısı çıkarınca durmak zorunda kaldılar. Bu sıcak ıĢığın Ġçinde birtakım hareketler olduğunu görebiliyorlardı. IĢık o denli parlaktı ki, her yöne alevler saçıyor gibiydi. ġimdi ıĢıktan sekiz farklı Ģekil oluĢmaya baĢlamıĢtı. Beyaz ıĢıkta bu Ģekiller tavan süpürgesini andırıyordu. Sonra Ģekiller gemiden ve ıĢıktan uzaklaĢıp öne doğru çıktılar. Lacombe onlara doğru yürüdü. O ve ötekiler Ģimdi bunların... Ġnsan olduklarını görmüĢlerdi. «Ben Claude Lacombe'um,» dedi Fransız, dev gemiden çıkanlara. Adamlar da tam bir ĢaĢkınlık içindeydiler. 1940'ların ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER denizci ceketleri giymiĢlerdi. Hepsi çok gençti. Bazıları elinde deri baĢlıklar ve uçuĢ gözlükleri tutuyordu. Tam bir Ģok içinde uyuĢmuĢ gibi öne doğru yürümelerini sürdürdüier. En öndeki adam durdu yarı selam verir gibi yaparak kendini tanıttı. «Frank Taylor. Teğmen. BirleĢik Amerika Donanması. 064199.» Tören baĢkanı öne çıkıp adamın elini sıktı. «Teğmenim vatana hoĢgeldiniz. ġöyle buyrun lütfen.» Ġki kiĢi teğmeni götürdüler. Neary bütün bunları anlamakta zorluk çekiyordu. Ġlk kez üzerine yüz kadar siyah beyaz fotoğraf yapıĢtırılmıĢ ıĢıklı bir tabioyu farketti. «Harry Ward Craig. YüzbaĢı. BirleĢik Amerika Donanması, 043431.» «YüzbaĢım, lütfen Ģöyle gelir misiniz?» Ekip baĢkanı, «Donanmaya hoĢgeldiniz yeniden,» dedi. Sivil giysili biri, «Craig, Harry Ward,» diye tekrarladı. BaĢka biri de elindeki kâğıtlara baktıktan sonra, «YüzbaĢı, BirleĢik Amerika Donanması 043431,» diye ekledi. «Chicken kıyılarında kaybolmuĢ. UçuĢ numarası 19.» Ġlk konuĢan sivil giysili fotoğrafların bulunduğu tabloya giderek Craig'in resminin üzerine ufak bir band yapıĢtırdı. «Matthew McMichael. Teğmen. BirleĢik Amerika Donanması 0909411.» «Teğmenim, geri döndüğünüze sevindik.» ġimdi o yoğun ıĢıktan baĢkaları da çıkmaktaydı. Sivillerden biri iyice afallamıĢ bir halde, ekip baĢkanına, «Hiç yaĢlanmamıĢlar,» dedi. «Einstein haklıymıĢ.» «Einstein da büyük bir olasılıkla onlardandı.» ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER STEVEN SPIELBERG Dev gemiden inenlerin sayısı iki yüzü aĢmıĢtı Ģimdi. Gelenlerin çevresi hemen teknisyenler, tıbbi personel ve bazı sivil görevlilerce alınıyor ve penceresiz modüllere gö-türülüyorlardı. Neary bu modüllerin üzerinde bir kancayla halka bulunduğunu gördü. Herhalde bu modüller içindekilerle birlikte her Ģey sona erdikten sonra büyük askeri helikopterler tarafından taĢınacaklardı. Neary arkasını dönünce, Jillian Guiller'in gemiye doğru koĢtuğunu gördü. Küçük bir Ģekil ıĢıktan koĢarak çıkıyordu. Barry'ydi bu. Jillian çocuğun üzerine doğru atılırken, hem gülüyor, hem ağlıyordu. Barry'yi sımsıkı kucakladı. «Evet. 'Evet.'» Barry de annesine sarıldı. Neary onlardan az uzakta heyecandan titriyordu. Jillian küçük oğlunu kucağında kenara götürerek alçak bir masanın üzerine oturttu. Barry, «Gökyüzüne gittim, oradan bizim evi gördüm.» dedi. «Ben de seni gökyüzüne giderken gördüm,» dedi Jillian da. «Arkandan koĢtuğumu da gördün mü?» «Tabii..» Roy Neary o ana dek kendisini farketmemiĢ olan La-combe'a doğru yürüdü. Fransız onu burada görmekten memnun olmuĢa benziyordu. «Mösyö Neary,» dedi. «Ne istiyorsunuz?» «Gerçekte neler olup bittiğini öğrenmek istiyorum yal nızca.» Lacombe ona doğru cevap vermesi gerektiğini düĢündü. Günkü Neary'nin bu tarihsel olayda can alıcı bir etken olduğundan emindi. Neary'yi orada dey gemiyi seyrederken bırakıp Laughlin ve birkaç Mayflower Projesi görevlilerinin toplandığı yere gitti. «Bay Neary'nin durumunu konuĢmamız gerek,» dedi Fransızca olarak. Laughlin bu sözleri çevirirken, hepsi geminin altındaki büyük açıklığın kapanmakta olduğunu farketti. Barry de görmüĢtü. «Gidiyorlar mı?» diye sordu annesine. «Evet, gidiyorlar Barry. Sen benimle kalacak mısın?» «Evet.» «Büyüyünceye kadar ve her zaman mı?» Küçük çocuk cevap vermedi, yalnızca neĢeyle güldü. Lacombe, Laughlin ve Mayflower görevlileri hararetli bir tartıĢmaya giriĢmiĢlerdi; hepsi aynı anda konuĢuyordu. Laughlin susmalarını sağlamak için elini kaldırdı. «Bay Lacombe, bu olağan insanların olağanüstü koĢullar altında olduğunu söylüyor. Onlar özel kiĢiler değil.» Lacombe hızlı hızlı Fransızca konuĢtu. Laughlin de çevirdi. «Bu insanlar hayatlarını tehlikeye sokarak, ailelerini terkederek onca yolu aĢıp bu buluĢma için geldiler buraya. Onlara bu yerin varolduğu bilgisi aĢılanmıĢtı. Bu güdü ve güven getirdi buraya onları. ġimdi Bay Neary'nin mümkün olduğu kadar çabuk ve gönüllü olarak bu projeye katılması çok önemlidir.» Geminin açılan yeri tümüyle kapanmıĢtı.. Barry ağlamaya baĢladı. «Güle, güle,» diye bağırıyordu. «HoĢçakalın.» Küçük ellerini gemiye doğru sallarken, Jillian da ağlamaya baĢladı. Lacombe önerisinde baĢarı kazanmıĢ olacak ki, gruptan ayrılarak yeniden Neary'nin yanına yaklaĢtı. ġaĢkın ĢaĢkın duran Amerikalının elini sıktı. «Sizi kıskanıyorum, Bay Neary.» O anda dev gemi ses ve ıĢık patlamas ıyla yeniden açıldı. Sanki 'dikkat, dikkat' demek ister gibi BĠNG-BONG STEVEN SPIELBERG diye sesler çıkarıyordu. Bu sert sesten üsdeki tüm metal Ģeyler takırdamaya baĢladı. Yıldız gemisinin fırına benzeyen içinde bir Ģeyler kaynaĢıyordu yine. Sarmal dönüĢler yapan enerji patlamaları birbirileriyle birleĢiyor, giderek daha belirgin Ģekiller oluĢj turuyorlardı. Bir Ģekil belirginleĢip durdu. Sonra bir baĢkası. Derken üçüncüsü. Öne doğru bir adım attılar. Gemiden tek bir ses duyuldu ama binlerce trampetin çalıĢı gibiydi bu. Üç Ģekil bir adım daha attı. Çok uzun, iki buçuk, üç buçuk metre boyundaydılar. Son derecede ince. Bir insan vücudunun iç organları için aĢırı inceydiler. Ġnsanlara benzeyen yanları, bacak gibi Ģeylerle hareket etmeleri ve salladıkları Ģeylerin de kollara benzemesiydi. Jillian kendisine karĢı koyan Barry'yi kucaklayarak üssün arka tarafına doğru götürdü çabucak. Bu kez iĢi oluruna bırakmak, istemiyordu. Barry'ye kavuĢtuktan sonra her Ģeye karĢ: koyabileceğini hissediyordu ama bu ya ratıklar ona fazla gelmiĢti artık. Yaratıklar bir adım daha attıktan sonra durdular ve birbirlerine dokundular. Dokundukları anda da tepeden tırnağa ıĢık saçmaya baĢlamıĢlardı. Orada duruyor, bir-birilerine dokunuyor, sallanıyor ve ıĢık saçıyorlardı. Sonra içlerinden biri o kola benzeyen uzantılarından birini Roy'a doğru uzattı. Onu iĢaret ediyor gibiydi. Neary ne yapacağını bilmez gibi kola benzeyen uzantıdan birkaç adım geriye çekildi. Ama uzantı onu izledi. ġimdi Roy'u iĢaret ettiği açıkça belliydi. Lacombe da cesaret vermek istermiĢçesine Roy'a baĢını sallayıp iĢaret etti. ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKİN İLİŞKİLER Tören baĢkanı «Bay Neary, sizden tam bir iĢbirliği bekleyebileceğimiz söylendi bana.» dedi. «Ne tür bir kanınız var?» «Hiçbir fikrim yok,» diye cevap verdi Neary. Tören baĢkanı Roy'u modüllerden birine götürdü. Ġçeri girdiler. «Doğum tarihiniz?» «4 Aralık 1945.» «Difteri, kızamık gibi hastalıklara karĢı aĢı oldunuz mu? Ailenizde karaciğer rahatsızlığı olan var mı?» Jillian kucağında Barry'yle üsten çıkmıĢtı. AĢağıdan yeni bir ses duyduğunda dağa tırmanıyordu. Durup geri dönerek aĢağıya baktı. Büyük uzay aracından çok yüksek tonda Ģakımaya benzeyen sesler çıkıyor, bulunduğu çevre enerjiden titri yordu. Fırın gibi ağzından küçük Ģekiller çıkmaya baĢladı. Bir metre boyundaydılar. Kol ve bacaklar gibi uzantıları ve balonumsu baĢları vardı. Ama bunları tam olarak seçmek çok zordu. Çünkü ona aracın göz alıcı sarı - beyaz ıĢığa altında ancak siluetleri görülebiliyordu. Kolları ve bacakları da insanlarınkine oranla inanılmayacak denli esnekti. Lacombe az sonra bunların sonsuzca uzayabilecek-lerini keĢfetti. Ufak ziyaretçilerden biri kolunu Lacombe'a dolamıĢtı, bu kol Fransızın tüm belini saracak biçimde uzayıp durdu. Önceleri ziyaretçilerde özel bir deneme merakı göze çarpıyordu. Kendi Ģekillerini insanlarınkiyle karĢılaĢtırır gibiydiler. Ama insanların onlara gösterdiği tepkileri de inceliyor, deniyorlardı. DokunuĢ anahtardı. Her yere, her Ģeye dokunuyorlardı. Ancak dokunuĢ her insanda değiĢik tepkiler uyandır- STEVEN SPIELBERG dığından tulumlu teknisyenlerden bazıları ürkerek geri çekilirken, kimisi daha dostça tepkiler gösteriyordu. Ġçerisi küçük bir kilise olarak hazırlanmıĢ büyük mo düllerden birinde garip bir ayin yapılmaktaydı. Sırtlarında yaĢam desteği araçları, ellerinde baĢlıkları bulunan on iki kırmızı tulumlu adam, beyaz tulum giymiĢ baĢka bir ada mın önünde diz çökmüĢlerdi. «Tanrıya her zaman Ģükürler olsun,» dedi rahip. «Tanrı yolumuzu açık etsin,» diye karĢılık verdi astronotlar da. «Tanrı bize sizin yolunuzu göstersin.» «Ve sizin yolunuzda bize öncülük etsin.» BaĢka bir modülde Neary astronotlarınkinin aynısı olan kırmızı bir tulum giyiyordu. Tören baĢkanı, «Bay Neary,» dedi. «Adamlarımız sizin imzanız gereken birkaç belge hazırladılar. Bunlardan ilki, Mayflower Projesi'nde kendi isteğinizle görev aldığınızı ve bu iĢbirliğine hiçbir baskı görmeden gönüllü olduğunuzu belirtiyor.» DıĢarıda dokunuĢlar artık genel olmaktan çıkmıĢ, özel ve belirli olmuĢtu. Ziyaretçiler insan eklemlerini, yüzlerini ve sırtlarını yokluyorlardı. Eğer dokundukları kiĢi bundan hoĢlanmazsa, hemen onu bırakıp hoĢlanan birine dokunuyorlardı. Ama dokundukları kiĢi de onlara dokunarak karĢılık verirse, insansı ziyaretçiler bir an için kendilerinden geçer gibi oluyor, parlayıp sönen çeĢitli renkli ıĢıklar çıkarıyorlardı. Ġnsansı yaratıkların 'dostlar'ı arasında olduğuna akılları kestikten sonra, artık bu dokunuĢ, okĢama, sıvazlama çığrından çıkarak bir orji halini aldı. Kanyonun üzerindeki çıkıntıdan Jillian'la Barry bu olağanüstü olayları seyrediyorlardı. Jillian el çantasından UÇUNCU TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER küçük bir fotoğraf makinesi çıkarıp resim çekmeye baĢladı. Barry küçük kahkahalar atarak annesine aĢağıdaki arkadaĢlarını anlatıyordu. Lacombe Ģimdi bu insansı ziyaretçilerin ilgi ve yakınlık merkezi olmuĢtu. Çünkü tıpkı onlar gibi hareket ediyor, donulunca o da dokunuyor, okĢanınca o da okĢuyordu. Hem de gülüyordu. Yanındaki David Laughlin de aynı Ģekilde meĢguldü. Kilisenin içindeyse rahip duasını sürdürüyordu. «Tanrı size meleklerinin gözcülüğünü bağıĢladı. Siz, hacılara iyi yolculuklar ihsan etsin.» Ne var ki, on iki astronotun dikkatini sık sık büyük pencere çekiyordu. DıĢardaki olağanüstü olayları Ģöyle bir görüyor, iĢitiyorlardı.. Yıllarca bu konuda eğitim görmüĢ olmalarına karĢın yine de böyle bir Ģeye yeterince hazırlıklı değildiler. Neary'nin modülündeyse tören baĢkanı hâlâ anlatıyordu. «Bu son belge sadece bir formalite. Artlarsınız ya, bu kanyon bölgesi dahilinde ve astronomimizin sınırları dıĢında hukuki bir sorunla karĢılaĢabiliriz. Sizin... Ģey... teknik olarak söylemek gerekirse ölü olduğunuza dair bir dava açılabilir. Bu belge, eğer böyle bir karar verilirse, bunu kabul edeceğinizi belirtiyor. Yalnızca bir formalite kuĢkusuz.» Roy ne adamın konuĢtuklarından bir Ģey anlıyor, ne de imzalamakta olduğu kâğıtların hangi amaca hizmet ettiklerini biliyordu. On iki astronotun küçük kiliseden çıktıklarını gördü. Sonra kendisi de tören baĢkanıyla onlara katıldı. Tören baĢkanı Roy'a bir teyp ve kaset kutuları verirken ayaküstü eğitimini sürdürüyordu. O arada da Neary'nin son muayenesi yapılmaktaydı. Bir tıbbi teknisyen stetos- STEVEN SPIELBERG kobuyla kalbini dinliyor, bir baĢkası giysilerindeki elektrod-ları kontrol ediyordu. ġimdi rahip yeniden dua etmeye baĢlamıĢ, sıra ha-linde duran astronotları teker teker kutsuyordu. Küçük ziyaretçiler papazla astronotların çevresini almıĢ, bu ağır davranıĢlardan sabırsızlanmıĢ gibi yanıp sönen küçük ıĢıklar ve çıtırtılar çıkarıyorlardı. Rahip kutsama iĢini sürdürüyordu ama halinden çok korkmuĢ olduğu belliydi. Neary'nin iĢi bitince iki insansı yaratık onun çevresini alıp ötekilerden ayırdı. Sonra sanki 'karar vermekte özgür olduğunu anlatmak istermiĢ gibi onu orada yalnız bırakıp çekildiler. Neary çevresine bakınarak Jillian'la Barry'yi aradı. Ama bulamamıĢtı. Sonra Lacombe'u gördü. Ġki adam uzunca bir süre birbirilerine baktılar ve Fransız Roy'a cesaret vermek istercesine baĢını sallayıp gülümsedi. Roy döndü ve öne doğru ilk adımını attı. Sonra gemiye giden rampada yavaĢ yavaĢ yürümeye baĢladı. Geminin negatif yerçekimine ve fırın gibi ağzına yaklaĢtıkça hızlanıyordu. On iki astronot da onu izlediler. Tek sıra halinde yürüyen astronotlar parlak ıĢıklarla aydınlatılmıĢ merdivenden dev geminin fırını andıran içine doğru çıkarlarken, onlara eĢlik ediyordu insansı varlıklar. Küçük yaratıklardan biri gruptan ayrılarak Lacombe' un yanına geldi ve kola benzeyen uzantısını öne doğru kaldırıp ilk notanın karĢılığı olan el iĢaretini yaptı. Bundan çok etkilenmiĢ olan Lacombe da karĢılık verdi. Böylece Fransızla yaratık karĢılıklı öteki dört el iĢaretini de tamamladılar. Lacombe aĢağıya doğru... onun 'yüzü'ne baktı. Bu, sürekli bir değiĢim içindeydi: Embriyonik, biçimlenmemiĢ ÜÇÜNCÜ TÜRLE YAKIN İLİŞKİLER -bir Ģeyden bin yıl yaĢlı bir Ģeye dönüĢüyordu. Birden Lacombe, bu araçları yapıp binlerce ıĢık yılı yolculuk etmelerini sağlayan tüm bilgeliği, süper zekâyı ve deneyimi bu olağanüstü yaratığın yaĢlı bakıĢlarında ve... evet, gülümsemesinde buldu. Lacombe da ona gülümsedi. Sonra küçük ziyaretçi ötekilerin arkasından hayalet gemiye bindi. Neary hemen hemen içeri girmiĢ sayılırdı. ġimdi kafasında bir Ģarkı vardı. Pinokyo'dan bir Ģarkı. Yıldızlardan bir dileğin varsa, Kim olursan ol Kalbinin dileği ulaşacaktır sana. Neary rampadan içeriye, yıldız gemisinin fırına benzeyen merkezine doğru bir adım daha attı. Çevresini saran parlaklık gözleri kör edecek kadar Ģiddetliydi ama her Ģeyi... her Ģeyi görebiliyordu. Kafasının içindeki müzik de giderek yükseliyordu. Tüm yüreğin düĢündeyse, Gerçek olur dileklerin... Roy öteki astronotların halâ onunla birlikte olup olmadıklarını anlamak için durup arkasına baktı. Sonra son kez Lacombe'a, Jillian'a ve Barry'ye el salladı. Kendisini hâlâ görebildiklerini umuyordu. Rampanın sonundaki Neary, astronotlar ve küçük yaratıkların Ģekilleri ıĢık ve enerjiye dönüĢüyordu. Mavi bir yıldırım gibi Kader gelip bulur sizi. STEVEN SPIELBERG Yıldızlardan bir dileğin varsa... Gerçekleşir mutlaka. Neary yeniden öne doğru, bilinmezin yakıcı özüne, doğru yürümeye baĢladı. Büyük, parlak kapı kayarak kapanıyordu. Lacombe, Laughlin ve ötekiler sessizce durmuĢ seyrediyorlardı. Ve hayalet gemi önce yavaĢ, sonra daha hızlı hareket ederek ıĢıktan ayaklığı üzerinden kalktı. Ayaklık da biçim değiĢtirerek çevresinde yükselmeye baĢladı. Çok geçmeden gökyüzüne uzanan parlak, rengârenk bir merdiven oluĢmuĢtu. ġimdi kenarlarından ıĢıklar saçmaya baĢlayan dev gemi yavaĢ yavaĢ bu merdivenden yükseldi. Bulutları tabaka tabaka aĢtı, tâ ki bu büyük kent gökyüzünde en parlak yıldızların en görkemlisi oluncaya dek... Jillian'la Barry birlikte seyrediyorlardı. Jillian son resmini çekti, dünya tarihindeki en önemli resimlerin en sonuncusunu. SON www.webturkiyeforum.com by Ayhan