Gönüller barış, kardeşlik ve huzurla doldu

Transkript

Gönüller barış, kardeşlik ve huzurla doldu
Parlamento
Hakimiyet Milletindir
Temmuz - Ağustos 2013 Sayı: 5
Ayl ı k sürel i yay ı n
Hakimiyet Milletindir
Gönüller barış,
kardeşlik ve
huzurla doldu
AB Bakanı ve Başmüzakereci
Egemen Bağış:
Türkiye, AB
standartlarına
en yakın olduğu
noktada
Yakın tarihimizden
“olağanüstü” bir sayfa:
OHAL
uygulaması
Temmuz - Ağustos 2013 Sayı: 5
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
05
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Temmuz - Ağustos 2013 Sayı: 5
Fiyatı: 20 TL / Kurum ve kuruluşlar için: 30 TL
Yerel süreli yayın
ISSN 2147-6616
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti. adına
TPB Parlamento Dergisi Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
Eren Safi
Yayın Koordinatörü
Erbay Kücet
TÜRK PARLAMENTERLER BİRLİĞİ
GENEL BAŞKAN
Nevzat PAKDİL
Kahramanmaraş Milletvekili
Editör
Songül Baş
Haber Merkezi
Bilge Yavuz
Cahit Yıldız
Deniz Varol
Elif Çelik
Gökçe Doru
Pınar Ünsal
Zeynep Yiğit
Katkıda Bulunanlar
Dr. Ahmet Tetik
Hakan Arslanbenzer
Dr. Polat Safi
Yusuf Karaca
Tasarım
Sinan Günçiner
Koordinasyon
İsmail Demir
YAPIM
Büyükharf Bas. Yay. Tan. Dan. ve Org. Ltd. Şti.
Uğur Mumcu Cd. 13/5 Çankaya / ANKARA
T: 0312 446 15 72 F: 0312 446 15 82
www.buyukharf.com.tr
BASKI
Özel Ofset
T: 0312 395 06 08
YAYIN KURULU
Yahya AKMAN
Şanlıurfa Milletvekili
Cahit BAĞCI
Çorum Milletvekili
Kadir Ramazan COŞKUN
Genel Sekreter
19. Dönem İstanbul Milletvekili
İlknur İNCEÖZ
Aksaray Milletvekili
Alpaslan KAVAKLIOĞLU
Niğde Milletvekili
Nuri USLU
Genel Sekreter Yardımcısı
23. Dönem Uşak Milletvekili
Yayımlanan yazıların hukuki sorumluluğu
yazarlarına aittir. Makul alıntılar dışında izinsiz
iktibas yapılamaz.
Te m m u z - A ğ u s t o s 2 013
İçindekiler
KAPAK
26
Gönüller barış, kardeşlik
ve huzurla doldu
32 Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr.
Mehmet Görmez: Ramazan
rahmet ve bağışlanma ayıdır
36 Gül cemalini gösterdi hilal,
bereketlendi sofralar
42 TBMM Camii
46 Benim için Ramazan
50 Yıktın perdeyi eyledin viran
Varayım sahibine haber vereyim heman
54 Habbat el-Berekat
DOSYA
78
Kahraman
bir neslin
büyük zaferi
82
İstiklâl Harbi
kahramanımız
Fevzi Çakmak
90
Gümüş Servi’nin
altın taşı:
Küçüksu Kasrı
72 AB Bakanı ve Başmüzakereci
Egemen Bağış:
Türkiye, AB
standartlarına
en yakın olduğu
noktada
68 Avrupa Birliği yolunda Türkiye
4
Başkanın Mesajı
DÜNYAPARLAMENTOLARI
5Birlik’ten
10Haberler
20Dünyadan
24 Taner Yıldız:
Türkiye’nin küresel enerji
sektöründeki rolü
89 Ayın yasaları
102 Muharrem Şemsek: Bizim
gençliğimizde pek fazla diyalog
yoktu, şimdi her şey çok farklı
64 Demokrasiye Yunan üslubunda bir selamlama:
Avusturya Parlamentosu
112 Tarih Sahnesi
118Kitap
86
94
110
119Film
120Müzik
121Televizyon
122 Vekiller ne okuyor / ne izliyor
124 Sosyal medya günlükleri
126Unutmayacağız
106
Göz alıcı bahçedeki hünerli
eller: Park Bahçe çalışanları
Kemal Anadol’dan
yeni bir roman:
Kasırga “Aera!”
114
Veysel gider
adı kalır... Dostlar
seni unutmadı
Yakın tarihimizden
“olağanüstü” bir sayfa:
OHAL uygulaması
Vekilim, hatıranı
rica ediyorum
125
Umut Oran ile sosyal
medya üzerine
4
Başkanın Mesajı
Güçlünün değil haklının
yanında olmak
Son günlerde anlamsız bir şekilde demokrasilerde seçim sandığının önem derecesi tartışıl-
maktadır. Bazı kesimler, demokrasilerde her şeyin seçim sandığı olmadığını dillendirmeye
başlamışlardır. Bu tartışmaların altında yatan en temel gerçek “seçkinci bir anlayışla” halkın
tercihini beğenmemektir.
Seçim, halkın kendini yönetecek temsilcileri oyuyla belirlemesidir. Seçimlerin yönetime
demokratik meşruiyet kazandırması, değişik görüşleri temsil eden partilerin serbestçe
örgütlenebilmeleri ve seçim kulvarında her türlü baskıdan uzak, özgürlükçü bir ortamda
yarışabilmeleri şartına bağlıdır.
Demokrasilerde egemenlik halka aittir. Günümüzde halk bu egemenliği ancak seçilmiş
temsilciler aracılığıyla kullanabilir. O halde en basit anlamıyla “halk yönetimi” olan demokrasilerde seçim merkezî bir öneme sahiptir. Ülkemizde ortalama iki yılda bir seçim
yapılmaktadır. Yapılan bu seçimlerle köylerde muhtarları, belediyelik alanlarda belediye
başkanlarını ve meclis üyelerini, Türkiye genelinde başbakanı ve milletvekillerini halkımız
hür iradesi ile seçmektedir. Bu seçimlerin sonuçlarına göre de hem yerel yönetimlerde hem
de merkezî yönetimde iktidarlar el değiştirebilmektedir.
Seçimler vatandaşların özgür bir ortamda, verdikleri oylarla temsil edilmelerini sağlar
ve iktidar yetkisinin, serbest seçimlerle oluşan temsilî çoğunluk tarafından kullanılmasını
mümkün kılar. Doğru olan, iktidar değişikliğinin kurulacak sandıkta yapılacak oylamayla,
halkın iradesiyle gerçekleşmesidir.
Mısır’da 3 Temmuz’da yapılan askerî darbeyle ilgili olarak aynı tartışmanın yapıldığını
görüyoruz. Askerî darbeyi meşrulaştırmayı hedefleyen kitleler, seçim sandıklarının en
doğru sonucu doğurmayacağını söylemekten geri durmamaktadır. Modern dünyanın gözü
önünde Mısır’da ordu; tanklarıyla, tüfekleriyle, apoletleriyle bir darbe gerçekleştirdi ve
seçilmiş cumhurbaşkanını görevden aldı. Mısır’daki bu darbeye hem ABD hem de AB “darbe” diyemedi ve kınayamadı. Avrupa’da bu konuda İsveç Dışişleri Bakanı Bildt’in “Askerî
müdahaleyi onaylayamayız, herkes bu konuda net olsun” ifadeleri ise cılız kaldı.
Avrupa Birliği Dönem Başkanı Litvanya’nın demokrasiden yana tavır alması ise bizler için
teselli kaynağı oldu. Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi’nde dönem başkanlığı önceliklerini anlatan Litvanya Dışişleri Bakanı Linas Antanas Linkevičius, “Demokratik yollarla seçilmiş bir hükümet askerî güçle devrilemez. Bundan gurur duymamalı, açıklamaya
ve meşru göstermeye çalışmamalı ve emsal kabul etmemeliyiz” diyerek diğer AB ülkelerine
bir mesaj vermiş oldu.
Mısır’da halk tarafından seçilmiş iktidara karşı yapılan en net tavrı Türkiye ortaya koydu.
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı başta olmak üzere yöneticiler ve sivil toplum örgütleri Mısır
halkının yanında yerini aldı. Türkiye’den verilen mesaj açıktı: “Dünyanın neresinde olursa
olsun, kim tarafından, hangi saikle ve hangi amaçlarla yapılırsa yapılsın demokrasiye ve
millî iradeye yapılan hiçbir müdahaleyi doğru bulmuyoruz.”
Sonuç olarak; darbeler sadece hak ve özgürlükleri ezip geçmiyor, halkın ekonomisini
de eziyor, gelir dağılımını da bozuyor. Darbeler dünyanın neresinde olursa olsun, kaynak,
servet ve gelir transferi yaptı; ülkeler arasındaki iletişim hatlarını kesti, dostluk köprülerini
yıktı. Hangi açıdan bakarsanız bakın, darbelerin görünen ve bilinen yönünün olduğu kadar,
görünmeyen ve bilinmeyen yönlerinin olduğu da unutulmamalıdır. Bize düşen ise “güçlünün değil, haklının yanında olmak”tır.
Saygılarımla.
Temmuz - Ağustos 2013
Nevzat Pakdil
Türk Parlamenterler Birliği
Genel Başkanı,
Kahramanmaraş Milletvekili
Birlik’ten
Türk Parlamenterler Birliği’nden dikkat çekici araştırma:
Nüfusumuz hızla yaşlanıyor
Türk Parlamenterler Birliği’nin “Türkiye’nin Yaşlanma Süreci”
başlıklı araştırması dikkat çekici sonuçlar ortaya koydu. Nüfusumuzun hızla yaşlandığı belirtilen araştırmada, yaşlı nüfusa yönelik
politikaların belirlenmesi ve desteklenmesinin önemi vurgulandı.
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil araştırmayla ilgili açıklamasında, “Türkiye’nin yaşlanma süreci Avrupa
ülkelerine göre çok daha hızlı gerçekleşiyor” dedi. Türkiye’de yaşlı
bağımlılık oranının Avrupa ülkelerinden düşük olduğuna işaret
eden Pakdil, “Avrupa Birliği ülkelerinin 2000 yılında yüzde 40 düzeyinde olan yaşlı bağımlılık oranının 2050 yılında yüzde 70’lere
ulaşması beklenmektedir. Ülkemizde ise yaşlı bağımlılık oranının
2023 yılında yüzde 14,93’e, 2050 yılında ise yüzde 32,86’ya çıkması
öngörülmektedir. Türkiye için kritik olan husus, yaşlı nüfusun şu
anki büyüklüğü ve durumu değil, yaşlanma sürecinin hızıdır” dedi.
Türkiye’nin 5 milyon 700 bin yaşlı nüfusu ile bazı ülkelerin toplam nüfusundan daha fazla yaşlı nüfusa sahip olduğunu ifade eden
Nevzat Pakdil şunları söyledi: “2050 yılında yaşlı nüfusumuzun
12 milyon olacağı tahmin edilmektedir. Türkiye’deki demografik
değişimler incelendiğinde yaşlı nüfusun artışı açık bir şekilde görülmektedir. 1950’lerden bu yana doğurganlık hızında belirgin bir
azalma gözlenmektedir. Nüfus artışının düşmesi, ortalama yaşam
süresinin yükselmesi ciddi sıkıntıları da beraberinde getirmiştir.
Nüfusumuzun hızla yaşlanmasından aile birliğinin zedelenmesine
kadar çeşitli sebepler yaşlılarımızın yalnızlaşması gibi sonuçlar
ortaya çıkarmıştır. Bakımevi geleneğinin toplumumuzda bulunmaması nedeniyle yaşlı nüfusumuz tercihini yalnız yaşamaktan yana
kullanmaktadır. Oysa bizim toplum yapımızda aile sadece anne,
baba ve çocuktan oluşmaz; dede ve nine de ailenin temel üyeleridir.
Bu toplum yapımızı zedelemememiz gerekir.”
Sağlıklı yaşlanma önem taşıyor
Türk Parlamenterler Birliği’nin araştırmasına göre
Türkiye’de yaşlı nüfus, diğer yaş gruplarına
oranla daha hızlı bir artış gösteriyor. Nüfus artış
hızındaki azalma ve yaşam süresinin uzaması, toplam nüfus içinde yaşlı nüfus oranının
artmasına yol açıyor. Türk Parlamenterler
Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, 2013
yılında binde 11,2 olması beklenen nüfus artış
hızının, 2023 yılında binde 8,4’e düşeceğinin
tahmin edildiğini belirterek şu görüşleri dile
getirdi: “Endüstrileşme, kentleşme, işgücü
göçü, doğurganlıkta meydana gelen düşüş,
boşanma oranlarının artması, bireysellik gibi etmenler geleneksel
aile yapısının erozyona uğramasına neden olmuştur. Yaşlı nüfusun,
özellikle yaşlı kadın nüfusun yalnız yaşama oranı artmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde nüfusun yaşlanmasının sosyo-ekonomik yapıya
etkileri üzerine birçok değerlendirme yapılmakta ve yaşlı nüfusun
sosyal yaşamdan koparılmadan hayatını devam ettirmesine yönelik çalışmalar önem kazanmaktadır. Türkiye’nin nüfusundaki
değişimlerin ve bunların yansımalarının iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Ülkemizde 2005 yılında yüzde 5,7 olan 65 yaş ve üzeri
nüfus oranının 2050 yılında yüzde 17,6’ya ulaşacağı düşünüldüğünde yaşlanma ile ilgili politika gereksinimleri daha iyi
anlaşılacaktır. Günümüzde yaşlılıkla ilgili politikalar ve
programlar yaşam kalitesi ile genel sağlığı artırmaya
odaklanmaktadır. Üretken, başarılı ve bağımsız bir
yaşlanma hedeflenmektedir. Sevindirici olan husus,
son yıllarda ülkemizde yaşlılığa bakış açısının geleneksel değerler içerisinde yalnızca saygı duyma ve koruma
boyutunda kalmayıp sağlıklı yaşlanma konusunun
ele alınmasıdır. Türk Parlamenterler Birliği olarak
yaşlı nüfusumuza yönelik belirlenecek politikaları
desteklemekteyiz.”
Temmuz - Ağustos 2013
5
6
Birlik’ten
Türk Parlamenterler Birliği’nden
Sağlık Bakanı Müezzinoğlu’na ziyaret
Türk Parlamenterler Birliği Yönetim Kurulu, Sağlık Bakanı Meh-
met Müezzinoğlu’nu ziyaret etti. Gündemdeki konularla ilgili görüş
alışverişinde bulunulan ziyarette, Türk Parlamenterler Birliği Genel
Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil, Genel Sekreter Yardımcısı Nuri Uslu, Sayman ve Malatya Milletvekili Ömer
Faruk Öz, Yönetim Kurulu üyeleri Şanlıurfa Milletvekili Yahya Akman, Aksaray Milletvekili İlknur İnceöz, Niğde Milletvekili Alpaslan
Kavaklıoğlu, Burdur Milletvekili Ramazan Kerim Özkan, Gaziantep
Milletvekili Mehmet Sarı, Disiplin Kurulu Başkanı ve İstanbul Milletvekili Sevim Savaşer ile Yüksek Danışma Kurulu Başkanı Mehmet
Özyol yer aldı. Toplantıya Sağlık Bakan Yardımcısı Agah Kafkas ve
Parlamento Dergisi Yayın Koordinatörü Erbay Kücet de katıldı.
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil, sağlık
çalışanlarına yönelik şiddetin kabul edilemez olduğunu belirterek,
“İşlerini büyük bir emek ve özveriyle yapan sağlık çalışanlarımızın
şiddete maruz kalmalarını doğru bulmuyorum. Onların haklarını
koruma konusunda daha kadirşinas olmak gerekiyor” dedi. Sağlık
Bakanı Mehmet Müezzinoğlu ise sağlık hizmetlerinin 24 saat kesintisiz yapıldığını ve vatandaşın hekimlere çok rahat ulaştığını ifade
ederek, “Gecenin ikisinde, bayramda seyranda hekimi buluyorsunuz.
Bu hizmeti verenlerde sabır vardır, şefkat vardır. Bunu topluma iyi
anlatmamız gerekiyor. Unutulmamalıdır ki sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin bedelini yine toplum ödeyecektir” diye konuştu.
Bakan Müezzinoğlu, Nevzat Pakdil’in her iki doğumdan birinin
sezaryenle yapıldığını gündeme getirmesi üzerine, “Ülkemizde
normal ve sezaryen doğum oranları konusunda ciddi sıkıntı olduğu
doğrudur. Normal doğumu teşvik edeceğiz. Bu konuda kamuoyu
oluşturmak, anne ve baba adaylarını aydınlatmak gerekiyor” dedi.
“Olimpiyat Oyunları
İstanbul’a yakışır”
Türk Parlamenterler Birliği, 17. Akdeniz
Oyunları’nda 47 altın, 43 gümüş ve 36
bronz madalya alan sporcular ve antrenörleri ile federasyon yöneticilerini tebrik etti.
Birlik’ten yapılan açıklamada “Türkiye,
Akdeniz Oyunları’nda gösterdiği performansla 2020 Olimpiyat Oyunları’nın en
iyi adayı olduğunu ispat etmiştir. İstanbul
2020, iki kıtada aynı anda yapılacak ilk
olimpiyat oyunları olarak tarihe geçecektir.
Temmuz - Ağustos 2013
Ayrıca bir Müslüman ülkede gerçekleşecek
ilk olimpiyat oyunları olması açısından
da büyük öneme sahiptir. Bu durum medeniyetler buluşmasına ve dünya barışına
katkı sağlayacaktır. Medeniyetlere beşiklik
etmiş İstanbul, Olimpiyat Oyunları’na
yakışan bir şehirdir. İstanbul’un 2020
Olimpiyatları’na ev sahipliği yapabilmesi
için toplum olarak hep birlikte çalışmalıyız” denildi.
Birlik’ten
Ankara’da Kahramanmaraş rüzgarı esti
Ankara Atatürk Kültür Merkezi, illerin tanıtım günlerine ev sahipliği yapıyor. El sanatı ürünlerinden yöresel lezzetlere, halk oyunlarından doğal güzelliklere kadar illerin tüm yönleriyle tanıtıldığı
etkinliklere Türk Parlamenterler Birliği üyeleri de katılımlarıyla
destek veriyor. Geçtiğimiz ay Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen Kahramanmaraş Tanıtım Günleri’nde renkli görüntüler oluştu.
Büyük ilgi gören organizasyonun açılış törenine Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar,
AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Büyük Birlik Partisi Genel
Başkanı Mustafa Destici, Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa
Kamalak, Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı Nevzat Pakdil,
milletvekilleri ve çok sayıda davetli katıldı.
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Kahramanmaraş’ın ilk
İstiklal Madalyalı şehir ve şairler yurdu olduğunu ifade ederek,
“Necip Fazıl’dan Abdurrahim Karakoç’a, Nuri Pakdil’den Aşık
Mahzuni’ye kadar birçok şair ve yazar Türkiye’nin kültürüne
zenginlik katmıştır. Bu nedenle her insanın Kahramanmaraş’a bir
vefa borcu vardır” dedi. Yılmaz, Kahramanmaraş’ın tarihî bir kent
olarak çok eski kültürlere ve medeniyetlere ev sahipliği yaptığını,
çok önemli olaylara tanıklık ettiğini kaydetti. Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar ise Anadolu topraklarının İslam yurdu
olmasında, ülkemizde birlik ve beraberliğin sağlanmasında Kahramanmaraş’ın
çok önemli rol oynadığına dikkat çekti.
Bayraktar, “Kahramanmaraş önümüzdeki seçimlere büyükşehir olarak girecek.
Bu da şehre yeni bir ivme kazandıracak”
dedi.
“Çok başarılı geçti”
Türk Parlamenterler Birliği Genel Başkanı ve Kahramanmaraş Milletvekili
Nevzat Pakdil, Kahramanmaraş Tanıtım Günleri’nde stantları
yaklaşık 60 bin kişinin ziyaret ettiğini belirterek, “İlimizden de
yüksek katılım oldu. Tanıtım günlerinde başta Maraş dondurması,
kırmızıbiber, tarhana, fıstık ezmesi olmak üzere yöreye özgü yiyecekler, tekstil ürünleri, doğal güzellikler
ve alternatif turizm değerleri tanıtıldı.
İlimiz sanatçılarının verdiği konserler ve
halk oyunları gösterileri büyük ilgi gördü.
Başarılı bir çalışma oldu. Emeği geçenlere
teşekkür ediyorum” diye konuştu. Pakdil,
bu tür organizasyonların farklı yörelerden insanların bir araya gelerek iletişim
kurması ve kültürel paylaşımda bulunması açısından büyük önem taşıdığını
vurguladı.
“Çölleşmeyle mücadelede biz de varız”
Türk Parlamenterler Birliği, Türkiye’nin çölleşmeye karşı verdiği her türlü mücadelede
yerini alacak. “Günümüzde erozyon sonucunda yılda 220 milyon ton verimli toprağımız
kaybedilmektedir. Topraklarımız çölleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her sivil toplum
örgütü gibi Türk Parlamenterler Birliği de bu mücadelede vardır” diyen Genel Başkan
Nevzat Pakdil, çölleşmenin dünyada 1 milyardan fazla insanı doğrudan etkileyen bir süreç
olduğunu kaydetti. Pakdil “Ülkemizin üçte ikisine yakın bölümü kurak ve yarı kurak alanlardan oluşmaktadır. Son yıllardaki iklimsel değişimlere bağlı olarak kurak alanlarda İç
Anadolu’nun batısına doğru genişleme gözlenmektedir. Çölleşmeye açık yarı kurak alanlara
sahip risk bölgeleri ise Konya Ovası’ndan Doğu Akdeniz’e doğru yayılma göstermektedir”
diye konuştu. Nevzat Pakdil toprağın korunması, su kaynaklarının yok olmaması için en
önemli hususun, yeşilin korunması ve ağaçlandırma olduğunu ifade ederek, “Orman ve Su
İşleri Bakanlığı, son 10 buçuk yılda 2 milyar 800 milyon fidanı toprakla buluşturdu. Herkes,
her sivil toplum örgütü çölleşmeye karşı mücadele vermek zorundadır” diye konuştu.
Temmuz - Ağustos 2013
7
8
Birlik’ten
Türk Parlamenterler Birliği
İzmir Şubesi 26 yaşında
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi 1987 yılından bu yana
çalışmalarını sürdürüyor. Şube Yönetim Kurulu’nda 20. Dönem
İzmir Milletvekili Metin Öney (Başkan), 22. Dönem İzmir Milletvekili Erdal Karademir (Başkan Yardımcısı), 22. Dönem İzmir
Milletvekili Türkan Miçooğulları (Sekreter Üye), 21. Dönem
İzmir Milletvekili Rahmi Sezgin (Sayman Üye), 17. ve 18. Dönem
Ankara Milletvekili Göksel Kalaycıoğlu, Kültür eski Bakanı ve 21.
Dönem İzmir Milletvekili Suat Çağlayan, 22. Dönem İzmir Milletvekili Muharrem Toprak, 17. Dönem İzmir Milletvekili Ali Aşkın
Toktaş, 16. Dönem İzmir Milletvekili Erol Yeşilpınar (Üye) yer
alıyor. Şube Denetleme Kurulu ise şu isimlerden oluşuyor: 22. ve
23. Dönem İzmir Milletvekili Canan Arıtman (Başkan), Danışma
Meclisi Uşak Üyesi Remzi Banaz, 16. Dönem İzmir Milletvekili
Remzi Özen (Üye).
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi, konferanslardan gezilere, söyleşilerden yemekli toplantılara kadar çeşitli faaliyetler düzenliyor. Ülke gündemine ve çeşitli konulara dair konferanslardan
birkaçının konukları ve konu başlıkları şöyle: Onur Öymen-“Arap
Baharı ve Suriye”; Bülent Baratalı-“Bütün Şehir Yasası”; Doç. Dr.
Türkan Başyiğit-“Sevr’den Lozan’a ve AB”; Kemal Anadol-“Yeni
Anayasa Çalışmaları”; Dr. Ceyhun Bal-“Sağlık Sistemimiz”;
Doç. Dr. Aytekin Sözen-“Millet ve Milliyetçilik”; Kemal Anadol“Siyaset, Politika ve Tarih”; Işılay Saygın, Yılmaz Karakoyunlu,
Türkan Miçooğulları, Emel Denizaslan, Ayşe Akın-“Siyasette
Erkek Kadın El Ele”.
Temmuz - Ağustos 2013
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi, her ay haber bülteni
çıkarıyor. Bu bültende hem Şube’nin faaliyetleri anlatılıyor hem de
güncel konularla ilgili yorumlara ve üyelerden haberlere yer veriliyor. Şube üyeleriyle çeşitli tarihlerde tanışma ve dayanışma yemekleri düzenlenirken farklı yöreler ve şehirlere geziler yapılıyor. “Ayın
Konuğu” başlığı altında, alanında uzman biri davet edilerek sohbet
gerçekleştiriliyor. Değişik sivil toplum kuruluşları ile karşılıklı fikir
alışverişinde bulunan Şube, üyelerin başta sağlık sorunları olmak
üzere çeşitli sıkıntılarının çözümü için de çaba harcıyor.
“Siyaset bir hayat tarzıdır”
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi Yönetim Kurulu, dergimiz
aracılığıyla şu mesajı iletti: “Geçmişte ve halen siyasal sorumluluk
almış ve sorumluluk duygusu taşıyan kişiler olarak üyelerimizle
birlikte bir taraftan tanışma, dayanışma ve sorunların çözümü
doğrultusunda çalışmalar yaparken öte taraftan ülkemizin içinde
bulunduğu sosyal, ekonomik ve siyasal sorunlarla ilgili görüş belirtmeye, ilgili kurum ve kuruluşlarla temaslar sağlayarak onlarla görüş
alışverişinde bulunmaya ve zaman zaman kamuoyunu aydınlatıcı
beyanlarda bulunmaya gayret ediyoruz. Siyaset bir hayat tarzıdır.
Eskisi yenisi olmaz. Son ana kadar ülke sorunları ile ilgilenmek ve
görüş beyan etmek temel hedefimiz olmalıdır ve bütün üyelerimize
de tavsiyemiz bu doğrultudadır.”
Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şubesi’nin iletişim bilgileri şöyle: Milli Egemenlik Evi 900 Sokak No: 17 Hisarönü/İzmir
Tel: 0 232 441 85 31
Türk Parlamenterler Birliği’nden
Üye aidatlarımız 16. Olağan Genel Kurul
kararıyla 2013 yılında yıllık 120 TL’dir.
Bankalar tarafından müşterilerine, uluslararası Banka
Hesap Numarası (IBAN) verilmektedir. Üyelerimizin aidatlarını yatırırken
problem yaşamamaları için Birliğin IBAN Numarası aşağıda belirtilmiştir.
Bilindiği gibi 2002’de yıllık 30 TL olan üye aidatları
2004 yılından beri 60 TL ve 2013 yılından itibaren 120 TL’dir.
Geriye doğru aidat borçlarının buna göre hesaplanması ve
Birliğimizin aşağıdaki hesap numarasına yatırılması,
Türk Parlamenterler
Birliği ANKARA
KONUKEVİ
Üyelerimiz ve misafirlerine
hizmet vermektedir.
Royal Anka Hotel
Tel: 0312 446 36 86
Bayraktar Mahallesi Bayraklı Sokak
No: 35 GOP / Ankara
5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre, alınan aidatların
belgesine üyelerin TC Kimlik Numaralarının yazılması gerekmektedir.
Üyelerimizin TC Kimlik Numaralarını
mektup veya telefonla Birliğe bildirmeleri rica olunur.
TPB Haber Portalı www.tpb.org.tr
Fax Hattı: 0312 420 66 24
Sayın Üyelerimiz, her konuda bize ulaşabilirsiniz.
Türk Parlamenterler Birliği
TBMM B Blok 2. Asma Kat 06540 Bakanlıklar / ANKARA
Tel: 0 312 420 66 21 Fax: 0 312 420 66 24
Türk Parlamenterler Birliği
Ziraat Bankası TBMM Şubesi
IBAN: TR 33 0001 0009 0303 296732 6001
Sağlık Hattı
Sağlık uygulamaları, hastaneler ve
anlaşmalı eczanelere ilişkin her türlü
bilgi için 0312 420 0 112 numaralı
telefonu arayabilirsiniz.
10
Haberler
Cemil Çiçek yeniden
TBMM Başkanı
AK Parti Ankara Milletvekili Cemil Çiçek, ikinci kez Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanı seçildi.
İlk iki turda adayların yeterli çoğunluğu sağlayamadığı TBMM
Başkanlığı seçiminde, son turda 477 milletvekili oy kullandı. Cemil
Çiçek 299, CHP İstanbul Milletvekili Osman Korutürk 109, MHP
Konya Milletvekili Faruk Bal 47 oy alırken 15 oy boş çıktı, 7 oy geçersiz sayıldı.
Meclis Başkanı seçildikten sonra TBMM Genel Kurulu’nda teşekkür konuşması yapan Çiçek, şahsıyla ilgili teveccühleri ve verdikleri
karar için milletvekillerine şükranlarını sundu. Çiçek, bu kutsal çatı
Temmuz - Ağustos 2013
altında başkan, milletvekili ve kamu görevlisi olarak hizmet vermenin, milletvekilleri için bir gurur ve onur olduğunu ifade ederek
şunları dile getirdi:
“TBMM Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en temel kurumudur.
Çünkü bu meclis, istiklal mücadelemizi yürüten ve yöneten bir
meclistir, Gazi Meclis’tir. Çünkü bu meclis, devleti ve Cumhuriyeti
kuran, demokrasiye giden yolu açan meclistir. Çünkü bu meclis, 93
yıldır Türk milletinin çağdaş uygarlık hedefine ulaşabilmesi için
anayasal, yasal ve yapısal reformları yaparak her alanda ülkemizin ve
insanımızın mutluluğuna, refahına ve kalkınmasına öncülük etmiş,
Haberler
en büyük katkıyı vermiştir. Bugün de aynı inanç ve heyecanla, aynı hedefler için hizmet vermeye devam etmektedir.”
Çiçek, TBMM olarak 93 yıl içinde çok önemli işler yaptıklarını ve daha
yapılacak çok işin bulunduğunu belirterek, “Milletimizin bizden beklentisi yüksektir. En başta insan onurunu esas alan, hak ve özgürlüklerin
standardını yükselterek onları teminat altına alacak olan etkin ve verimli
bir devlet hizmetini temin için, kendi içinde dengeleri iyi kurulmuş yeni
bir anayasa bizim milletimize taahhüdümüzdür. Bu sorumluluk omuzlarımızda durmaya devam etmektedir” dedi.
Meclis’in saygınlığını artıracak, bir yandan kaliteli ve ihtiyaç duyulan
yasaları katılımcı bir anlayışla çıkarmayı kolaylaştıracak, öbür yandan
etkin bir denetime imkan verecek ve Meclis’in verimli çalışmasını sağlayacak yeni bir içtüzüğün de acil bir ihtiyaç olduğunu ifade eden Çiçek,
“Bunları bir an evvel yapmalı ve bir şekilde sonlandırmalıyız. Bence
bunlar diğer çalışmalarımızın ön şartıdır. Anayasa’daki ve İçtüzük’teki
bu yanlış hükümler varlığını ve yürürlüğünü sürdürdüğü sürece doğru
sonuçları beklemek, bence gerçekçi olmamaktadır” diye konuştu.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanlığına yeniden seçilen Cemil Çiçek’i telefonla arayarak tebrik etti ve başarılar diledi.
Özgeçmişi
Cemil Çiçek 1946 yılında Yozgat ’ta doğdu. 1971’de İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden mezun oldu. 10 yıl süreyle serbest avukat olarak çalıştıktan sonra Yozgat
Belediye Başkanlığı yaptı. Daha sonra Yozgat Milletvekili (18. Dönem) ve Ankara Milletvekili
(20, 21, 22, 23 ve 24. Dönemler) olarak TBMM’ye girdi.
TBMM’nin çeşitli komisyonlarındaki görevlerine ilaveten Uzlaşma Komisyonu, Anayasa
Komisyonu ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Parlamenter Asamblesi (AGİTPA) Üyesi
olarak görev yaptı.
Merhum Turgut Özal tarafından kurulan hükümetlerde (1983-1989) Devlet Bakanı ve
kısa bir süre için Sağlık Bakanı olarak görev yaptı. Ayrıca, Yıldırım Akbulut (1989-1991) ve
Mesut Yılmaz (1996) tarafından kurulan hükümetlerde de Devlet Bakanlığı görevini yürüttü.
Adalet ve Kalkınma Partisi’ne katılarak Abdullah Gül (2002-2003) ve Recep
Tayyip Erdoğan (2003-2007) tarafından
kurulan hükümetlerde Adalet Bakanı
olarak görev yapan Çiçek, 22 Temmuz
2007 tarihindeki genel seçimlerde yeniden Ankara Milletvekili seçildi.
Recep Tayyip Erdoğan (2007-2011)
tarafından kurulan 60. Hükümette
Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı ve
Hükümet Sözcüsü olarak görev yaptı.
Cemil Çiçek, 4 Temmuz 2011 tarihinde
yapılan seçimle TBMM’nin 25. Başkanı
olmuştur. TBMM Başkanı Cemil Çiçek,
İngilizce ve orta seviyede Fransızca
bilmektedir. Evli ve üç çocuk babasıdır.
Tebrikleri kabul etti
TBMM Başkanı Cemil Çiçek, konuşmasını
tamamladıktan sonra AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu,
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve BDP
grup başkanvekilleriyle tokalaştı. Çiçek
daha sonra Genel Kurul’da bakanlar ve milletvekillerinin tebriklerini kabul etti.
Yeni Başkanlık Divanı üyeleri
TBMM’deki başkanlık seçiminin ardından
Başkanlık Divanı da belli oldu.
Genel Kurul’da yapılan oylamayla kabul
edilen Başkanlık Divanı’nda AK Parti İstanbul Milletvekili Ayşe Nur Bahçekapılı,
AK Parti Kayseri Milletvekili Sadık Yakut,
CHP İzmir Milletvekili Güldal Mumcu,
MHP İstanbul Milletvekili Meral Akşener
başkanvekilleri olarak belirlendi.
Katip üyeler AK Parti Bolu Milletvekili
Fehmi Küpçü, AK Parti Burdur Milletvekili Bayram Özçelik, AK Parti Çanakkale
Milletvekili İsmail Kaşdemir, AK Parti Diyarbakır Milletvekili Mine Lök Beyaz, AK
Parti İstanbul Milletvekili Bilal Macit, AK
Parti Tokat Milletvekili Dilek Yüksel, CHP
Bartın Milletvekili Rıza Yalçınkaya ve CHP
Erzincan Milletvekili Muharrem Işık oldu.
TBMM İdare Amirliğine ise AK Parti
Çorum Milletvekili Salim Uslu, AK Parti
Malatya Milletvekili Ömer Faruk Öz, CHP
Sivas Milletvekili Malik Ecder Özdemir,
MHP Aydın Milletvekili Ali Uzunırmak ve
BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık seçildi.
Temmuz - Ağustos 2013
11
12
Haberler
Siyasi partiler, TBMM Grup
Başkanvekillerini seçti
Meclis’te temsil edilen dört siyasi parti, TBMM Grup Başkanvekil-
lerini seçti. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) TBMM Grubu’nda
yapılan seçim sonucunda Giresun Milletvekili Nurettin Canikli, Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş, Kahramanmaraş Milletvekili Mahir
Ünal ve Adıyaman Milletvekili Ahmet Aydın yeniden Grup Başkanvekili oldu. Genel Kurul’da yapılan oylama ile TBMM Başkanvekilliği görevini üstlenen İstanbul Milletvekili Ayşe Nur Bahçekapılı’dan
boşalan Grup Başkanvekilliğine ise İstanbul Milletvekili Mihrimah
Belma Satır seçildi.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) TBMM Grubu’nda yapılan toplantıda, İstanbul Milletvekili Mehmet Akif Hamzaçebi ve Yalova
Milletvekili Muharrem İnce yeniden Grup Başkanvekili seçildi. Sinop
Milletvekili Engin Altay, CHP’de bu görevi üstlenen üçüncü isim oldu.
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile Barış ve Demokrasi Partisi’nde
ise TBMM Grup Başkanvekillerinin isimlerinde bir değişiklik olmadı.
MHP’de İzmir Milletvekili Oktay Vural ve Mersin Milletvekili Mehmet Şandır; BDP’de ise Bingöl Milletvekili İdris Baluken ve Iğdır Milletvekili Pervin Buldan, partilerinin TBMM Grup Başkanvekilliğini
üstleniyor.
Sosyal yardımda PTT kart dönemi
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından gerçekleştirilen tüm sosyal yardım öde-
melerinin PTT aracılığıyla yapılmasını sağlayacak protokol, PTT ile Sosyal Yardımlar
Genel Müdürlüğü arasında imzalandı.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanı Binali Yıldırım, Sosyal Yardım Kartı Sistemi’nin tanıtımına katıldı. Etkinlikte,
PTT Genel Müdürü Osman Turhan ile sanatçı Erdal Özyağcılar da hazır bulundu. Bakan
Şahin, 2 milyon kişinin hizmet alacağı yeni bir çalışma yaptıklarını belirterek “Daha
hızlı, daha çağdaş bir sosyal devlet olarak altyapı oluşturmamız gerekiyordu. İncelemelerimiz sonunda bu sistemi en iyi şekilde PTT’nin yapabileceğine karar verdik. Yardımlar
özel sektör kalitesinde, PTT sayesinde sunulacak” dedi.
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, sosyal devletin her kesimden vatandaşını takip eden, ihtiyaçlarını önceden fark edebilen devlet olduğunu dile getirerek iktidarları döneminde ilk defa sosyal
politikalarla ailenin bir bakanlık bünyesinde bir araya getirildiğini ve bu konudaki dağınık mevzuatların aynı çatı altında toplandığını
hatırlattı. Yıldırım, “Biz yollar yapıyoruz, havaalanları yapıyoruz, hızlı trenler yapıyoruz. Vatandaşımızın seyahatini, yaşamını, işini kolaylaştırıyoruz. Fatma Hanım, bacımız, milletin Fatma Anası da garip gurebanın gönül yollarını yapıyor. Onların ihtiyaçlarını görüyor.
Kendisine teşekkür ediyoruz” diye konuştu.
Temmuz - Ağustos 2013
Haberler
Kalkınmada yeni
yol haritası hazır
planda, yıllık ortalama yüzde 5,5 oranında
büyüme, ihracatın 157 milyar dolardan
277 milyar dolara ulaşması, kişi başı millî
gelirin 16 bin dolara yükselmesi, işsizlik
oranının yüzde 9,2’den yüzde 7,2’ye düşmesi, turizm gelirlerinin 30 milyar dolardan 40
milyar dolara ulaşması, enflasyon oranının
ise yüzde 4,5’e gerilemesi hedefleniyor.
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda
nüfusun 80 milyona ulaşması öngörülürken, özgürlük alanının genişletileceği,
kapsayıcı, bütünleştirici ve çoğulcu yeni
bir anayasanın en geniş mutabakatla hazırlanması hedefleniyor. Plan dahilinde Türk
kültürünün işlenmesi için film endüstrisine
teşvik verilecek; kentsel dönüşüm kültürel
kimliğe uygunluk gösterilerek yapılacak.
Öncelikli dönüşüm programları
Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı, TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi.
2014-2018 dönemini kapsayan planın Meclis’teki görüşmeleri sırasında gruplar adına yapılan konuşmaların ardından önergelere geçildi. Planda değişiklik içeren toplam 24 önerge
sunuldu. CHP’nin “Koruyucu önleyici hukuk yaklaşımı yaygınlaştırılacaktır. Hukuk uyuşmazlıklarında basitleştirilmiş yargılama usulü uygulanacaktır. Aynı uyuşmazlık konusunda
doğacak kolektif menfaatlerin korunmasına hizmet edecek grup davaları sistemi getirilecektir” ifadesinin planda yer almasına ilişkin önergesi kabul edilirken diğer 23 önerge uygun
görülmedi. Önergelerin ardından yapılan oylamada Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı kabul
edildi.
Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, planın hazırlanmasında emeği geçenlere ve Meclis’teki
görüşmelerde katkı sağlayan milletvekillerine teşekkür etti. Onuncu Beş Yıllık Kalkınma
Planı’nın hazırlanma safhasının iki yıl sürdüğünü belirten Yılmaz, “Türkiye’nin 81 ilinden
planımızla ilgili görüş topladık. 7 bini aşkın katılımcının görüşlerini aldık. Toplamda 10 binin üzerinde katılımcı bu plana katkıda bulundu” dedi. Bakan Yılmaz, ayrıca iş dünyası, sivil
toplum ve düşünce kuruluşlarıyla bir araya geldiklerini söyledi.
Kalkınmada nitelikli insanı ön planda tuttuklarına işaret eden Cevdet Yılmaz, “Nitelikli,
donanımlı insan yetiştirmeli ve bunları başka ülkelere kaptırmamalıyız. Türkiye’yi bu konuda cazip hale getirmeliyiz” dedi. Bakan Yılmaz, planda çoğulcu, özgürlükçü bir demokrasi anlayışını esas aldıklarını kaydederek, “Özgürlük kalkınmanın temel unsurudur. Özgürlüğün
olmadığı yerde yenilik olmaz, teknoloji gelişmez. Kalkınma Planı’nda demokrasi, temel hak
ve özgürlüklere güçlü bir vurgu yapıyoruz” diye konuştu.
Ortalama yüzde 5,5 oranında büyüme
“İnsan odaklı kalkınma” anlayışı ile toplumun tüm kesimlerinin katkıları alınarak hazırlanan Onuncu Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, “Nitelikli İnsan, Güçlü Toplum”, “Yenilikçi
Üretim, İstikrarlı Yüksek Büyüme”, “Yaşanabilir Mekanlar, Sürdürülebilir Çevre”, “Kalkınma İçin Uluslararası İşbirliği” başlıkları altında çeşitli amaç, hedef ve politikalar ortaya konuluyor. Türkiye’nin 2014-2018 döneminde kalkınmada izleyeceği yeni yol haritasını belirleyen
Ülkemizin 2023 hedefleri doğrultusunda,
toplumumuzu yüksek refah seviyesine
ulaştırmaya yönelik önemli bir kilometre
taşı olacağı belirtilen plan çerçevesinde
izlenecek öncelikli dönüşüm programlarının başlıkları şöyle: Üretimde Verimliliğin
Artırılması; İthalata Olan Bağımlılığın
Azaltılması; Yurt İçi Tasarruf ların Artırılması ve İsrafın Önlenmesi; İstanbul
Uluslararası Finans Merkezi; Kamu Harcamalarının Rasyonelleştirilmesi; Kamu
Gelirlerinin Kalitesinin Artırılması; İş ve
Yatırım Ortamının Geliştirilmesi; İşgücü
Piyasasının Etkinleştirilmesi; Kayıt Dışı
Ekonominin Azaltılması; İstatistiki Bilgi
Altyapısını Geliştirme; Öncelik li Teknoloji Alanlarında Ticarileştirme; Kamu
Alımları Yoluyla Teknoloji Geliştirme ve
Yerli Üretim; Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji
Üretimi; Enerji Verimliliğinin Geliştirilmesi; Tarımda Su Kullanımının Etkinleştirilmesi; Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm; Sağlık Turizminin Geliştirilmesi;
Taşımacılıktan Lojistiğe Dönüşüm; Temel
ve Mesleki Becerileri Geliştirme; Nitelikli
İnsan Gücü İçin Çekim Merkezi; Sağlıklı
Yaşam ve Hareketlilik; Ailenin ve Dinamik
Nüfus Yapısının Korunması; Yerelde Kurumsal Kapasitenin Güçlendirilmesi; Rekabetçiliği ve Sosyal Uyumu Geliştiren Kentsel Dönüşüm; Kalkınma İçin Uluslararası
İşbirliği Altyapısının Geliştirilmesi.
Temmuz - Ağustos 2013
13
14
Haberler
İçtüzük Uzlaşma
Komisyonu
çalışmalarını
tamamladı
AK Parti Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş, AK
Parti Ankara Milletvekili Haluk İpek, CHP Bursa
Milletvekili Turhan Tayan, CHP İzmir Milletvekili
Oğuz Oyan, MHP Isparta Milletvekili Nevzat Korkmaz, MHP Kütahya Milletvekili Alim Işık, BDP
Adana Milletvekili Murat Bozlak ve BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan’dan oluşan TBMM İçtüzük
Uzlaşma Komisyonu, son toplantısını gerçekleştirerek çalışmalarını tamamladı.
İlk toplantısını 19 Aralık 2012’de gerçekleştiren,
İngiltere, ABD ve Fransa’da incelemelerde bulunan
komisyon, TBMM İçtüzüğü’nün 186 maddesi üzerinde tek tek okuma yaptı.
Komisyon, yaklaşık 160 madde üzerinde uzlaşmaya varırken aralarında kıyafet, ant içme, yasama
ve denetim sürecinin hızlandırılması ve etkinleştirilmesinin de bulunduğu bazı maddeler üzerinde
anlaşma sağlayamadı.
İçtüzük Uzlaşma Komisyonu, birbirine hakaret
ve küfür eden, incitici, ağır sözler söyleyen milletvekillerine yaptırım konusunda ise mutabakat sağladı.
Komisyon, bu tür sözler sarf eden milletvekillerinin
TBMM çalışmalarından çıkarılması ve maaşlarına
kesinti uygulanması kararı aldı.
Temmuz - Ağustos 2013
TBMM personeline
arama-kurtarma
eğitimi
TBMM Destek Hizmetleri Başkanlığı tarafından koordine edilen 20 kişilik
gönüllü ekip, Ankara İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü’nde bir hafta boyunca
yaklaşık 30 saat acil ve olağanüstü durumlar için arama-kurtarma eğitimi aldı.
Eğitimin ardından kursiyerler bina enkazında deprem tatbikatı yaptı. Enkazdan üç yaralı kurtaran ekip, yine aynı alandaki başka binadan da bir yaralıyı
tahliye etti. Tatbikattaki arama-kurtarma çalışması sırasında özel eğitimli köpek
de kullanıldı.
TBMM Genel Sekreteri Dr. İrfan Neziroğlu, eğitim alan Meclis personelinin
tamamen gönüllü olduğunu ifade ederek personelin istemesi halinde eğitimlerin
devam edeceğini ve durumu yazdan sonra değerlendireceklerini söyledi.
Bütün kurumlarda bu eğitimlerin yaygınlaştırılması gerektiğini belirten Neziroğlu, “Tatbikatı seyrederken tiyatro gibi geliyor, ama deprem hayatımızın bir
parçası. O nedenle biz Meclis olarak bunu önemsiyoruz. Deprem belki elli senede
bir oluyor, ama o zaman da işe yarayacak teknik bilgi gerekiyor. Arkadaşların bu
teknik bilgiyi almasını hedefledik. İlk aşaması başarıyla tamamlandı. Meclis’te
böyle bir uzman ekibin olması bizim açımızdan memnuniyet verici” dedi.
Haberler
Enerjide yerli teknoloji
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan başkan-
lığında gerçekleştirilen Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nun (BTYK) 26. Toplantısı’nda
alınan kararları açıkladı.
2023 yılında elektrik üretimi içerisinde yenilenebilir enerji payının en az yüzde 30 olmasını hedeflediklerini bildiren Bakan Ergün şu açıklamalarda bulundu: “Üniversitelerin,
sanayinin, kamu kurumlarının enerji alanına, enerjinin alt dallarındaki Ar-Ge konularına
odaklanmaları ülkemiz için gerçekten de hayati bir önem taşıyor. BTYK toplantımızda artan
bu enerji ihtiyacını karşılamaya yönelik 3 ana öneri gelişti. Bunlar; yerli enerji kaynaklarının
kullanımını artırmak, bu kaynaklara yönelik yerli üretim teknolojilerine odaklanmak ve
enerji verimliliğini artırmak.”
Termik, hidroelektrik, rüzgar ve güneş enerjisinde 5 yılda yerli teknolojiye geçileceğini
bildiren Bakan Nihat Ergün, Türkiye’nin 2023’e kadar enerjiye yapacağı yaklaşık 130 milyar
dolarlık yatırımın yüzde 80’inin yerli teknolojiler kullanılarak yapılmasını hedeflediklerini
belirtti.
Milletvekillerinden
CHP’li Atıcı nükleer
silahlara karşı uyardı
AK Partili Demir: Ekonomide
esnafın rolü büyük
TBMM’de “Nükleer Silahların
AK Parti Samsun Mil-
İnsan Sağlığı ve Çevre Açısından Yaratacağı Sonuçlar ve Buna
Karşı Alınması Gereken Önlemler” başlıklı konferans gerçekleştirildi. Konferansı “Nükleer
Silahlara Karşı Parlamenterler”
üyesi CHP Mersin Milletvekili
Aytuğ Atıcı düzenledi.
Nükleer silahların insan hayatına ve gezegenin var oluşuna
yönelik ciddi bir tehdit olduğunu ve dünyada halen 19 bin nükleer
silah bulunduğunu söyleyen Aytuğ Atıcı, silahsızlanmaya destek
olan ve yayılmasını önleyen ülkelerin, nükleer silahlara sahip olduklarına dikkat çekti.
Konferansın açılış konuşmasını yapan Aytuğ Atıcı, “Dünyada
var olan hiçbir silaha benzemeyen nükleer silahların kullanılmaları
durumunda gezegen ve insanlık üzerinde yaratacağı sonuçlara karşı
hiçbir ülkenin yeterli bir hazırlığı yok. Nükleer enerjinin barışçıl
amaçlı kullanımı bahane edilerek zenginleştirilen uranyum daha
sonra ‘nükleer silah’ olarak karşımıza çıkmaktadır” dedi.
Nükleer Savaşın Önlenmesi için Uluslararası Hekimler Eşbaşkanı Ira Halfand’ın da yaptığı sunum ile nükleer silahların insan
sağlığı ve çevre açısından yaratacağı sonuçlar, alınması gereken
önlemler konusunda katılımcıları bilgilendirdi.
letvekili Cemal Yılmaz
Demir, beraberindek i
AK Parti İlkadım İlçe
Başkanı İhsan Kurnaz,
kadın kolları ve yönetim
kurulu üyeleriyle birlikte
yenilenen Atakum Esnaf ve Sanatkarlar Kredi
Kefalet Kooperatifi’ne
giderek Başkan Metin Sinecek’le görüştü. Demir, kooperatifin yan
tarafına yapılan ek binayla birlikte modern bir ortama kavuştuğunu
söyleyerek Sinecek’i tebrik etti.
Türkiye’nin 2023’te dünyanın en büyük 10 ekonomisine girme
hedefi olduğunu anımsatan Demir, “Bu süreçte esnaf ve sanatkarımızın rolünün büyük olacağının farkındayız. Büyük işletmeler
kadar küçük ve orta ölçekli esnaf da önümüzdeki 10 yıllık süreçte
ekonomimizin iyileşmesine katkı sağlayacak. Türkiye geride bıraktığı 10 yılda dönüşüm ve değişim sürecinden geçti. Şimdi dönüm
noktasındayız. Nasıl geçtiğimiz 10 yıl bir değişim süreci olduysa,
önümüzdeki 10 yıl da bir büyük dönüşüm süreci olacaktır. Reform
süreçlerinde atılan adımlar kalıcı hale gelecek” dedi.
Cemal Yılmaz Demir, Atakum Esnaf ve Sanatkarlar Kredi Kefalet
Kooperatifi Başkanı Metin Sinecek’ten esnafa verdiği destekten dolayı teşekkür plaketi aldı.
Temmuz - Ağustos 2013
15
16
Haberler
Milletvekilleri
sporla stres attı
Milletvekilleri yasama yılının yorgunluğunu spor yaparak attı. Türkiye Büyük Millet
Meclisi tatile girmeden önce tenisten futbola, bowlingden voleybola kadar çeşitli branşlarda
düzenlenen “Geleneksel TBMM VI. Milletvekilleri Spor Oyunları”nda renkli ve heyecanlı
anlar yaşandı. Etkinlik kapsamında gerçekleşen masa tenisi müsabakasında AK Parti İstanbul Milletvekili Ahmet Berat Çonkar birinci oldu. AK Parti Giresun Milletvekili Mehmet
Geldi ikinciliği, AK Parti Uşak Milletvekili İsmail Güneş ise üçüncülüğü elde etti. Sporun
her yaştaki insan için önemini vurgulayan vekiller, mücadele sırasında masa tenisindeki
iddialarını ve başarılarını ortaya koydu.
Masa tenisinin şampiyonu AK Parti İstanbul Milletvekili Ahmet Berat Çonkar, dergimize
yaptığı açıklamada bu spora ilgisinin ortaokul yıllarında başladığını söyledi. “Ortaokul
yıllarında arkadaşlarımla birlikte boş zamanlarımızda okulun spor salonunda masa tenisi
oynardık. Bu spora ilgim amatör olarak lise yıllarında da devam etti. Amerika’da yaşadığım dönemde Miami’deki Türk Kültür Merkezi’nde düzenlenen masa tenisi turnuvasında
şampiyonluğum var. Masa tenisi diğer branşlara oranla daha fazla sevdiğim ve daha yetenekli olduğum bir alan” diyen Çonkar, voleybol ve yüzmeyi de sevdiğini belirtti.
“Geleneksel TBMM VI. Milletvekilleri Spor Oyunları” kapsamındaki masa tenisi müsabakalarına son dakikada yetiştiğini anlatan AK Partili vekil, “O gün Genel Merkez’de yapaca-
Temmuz - Ağustos 2013
Haberler
ğımız toplantının saati son anda değişince masa tenisi turnuvasına katılma imkanı buldum.
Ancak son anda yetiştiğim için spor kıyafetlerim olmadan, kundurayla maçlara çıkmak
zorunda kaldım” dedi. Ahmet Berat Çonkar, masa tenisindeki mücadelelerin, özellikle final
müsabakasının çok çekişmeli geçtiğini ifade ederek, “Güçlü rakiplerim vardı. Milletvekili
arkadaşlarımız bu spordaki yeteneklerini ortaya koydu. Sonuçta biraz daha tecrübe sahibi
olmamın avantajıyla birinciliği kazandım. Yoğun gündem içerisinde bizler için farklı ve hoş
bir faaliyet oldu. Organizasyona katılan ve görev alan arkadaşlara teşekkür ediyorum” diye
konuştu.
Bowlingin birincisi Salih Fırat
“Geleneksel TBMM VI. Milletvekilleri Spor Oyunları” kapsamında düzenlenen bowling
turnuvasına AK Parti Sivas Milletvekili Ali Turan, AK Parti Bitlis Milletvekili Vahit Kiler,
AK Parti Adıyaman Milletvekili Salih Fırat, AK Parti Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin, AK
Parti İstanbul Milletvekili Nureddin Nebati, AK Parti Osmaniye Milletvekili Suat Önal, AK
Parti Ordu Milletvekili İhsan Şener, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Sevde Bayazıt
Kaçar, AK Parti Yozgat Milletvekili Ertuğrul Soysal ve Bağımsız İstanbul Milletvekili İhsan
Barutçu katıldı. Eleme müsabakalarının ardından finalde Salih Fırat birinci olurken Vahit
Kiler ikinciliği, Nureddin Nebati ise üçüncülüğü elde etti.
AK Parti Adıyaman Milletvekili Salih
Fırat, bowlingi sürekli değil, zaman zaman oynadığını belirterek, “Spor yapmak
ve milletvekili arkadaşlarımızla bir arada
olmak amacıyla bowling turnuvasına katıldım. Şanslı bir günümdeydim ve birinciliği
elde ettim” dedi.
Temmuz - Ağustos 2013
17
18
Haberler
Geleceğin yıldızları Türkiye’de boy gösterdi
FIFA U20 Dünya Kupası
U20’den rakamlar
Şampiyon: Fransa
En Değerli Oyuncu: Paul
Pogba – Fransa
Altın Eldiven: De Amores – Uruguay
Gol Kralı: Ebenezer Assifuah – Gana
Asist Kralı: Frank Acheampong – Gana
De Amores
Paul Pogba
Ebenezer Assifuah
Frank Acheampong
Temmuz - Ağustos 2013
Türkiye uluslararası organizasyonlara ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Geçtiğimiz ay
Mersin’de düzenlenen 17. Akdeniz Oyunları’ndan
sonra bir başka önemli organizasyon olan FIFA
U20 Dünya Kupası da Türkiye’de gerçekleşti.
Bu organizasyonlar daha büyük turnuvaların
habercisi olması bakımından oldukça önemli.
Turnuvalarda yakalanacak başarı özellikle Yaz
Olimpiyatları, Avrupa Şampiyonası, Dünya Kupası gibi büyük organizasyonlara ev sahipliği yapma
şansımızı artıracak.
19’u ncusu dü z en lenen FIFA U20 Dü nya
Kupası’nın en önemli özelliği geleceğin yıldızlarını izleyebilme ve keşfedebilme imkanı tanıması.
Bir kısmı futbolu çoktan bırakmış, bir kısmı
ise bugün adından sıkça söz ettiren Maradona,
Thierry Henry, Messi, Luis Figo, Roberto Carlos,
Ronaldinho, Xavi, İniesta gibi pek çok futbolcunun yıldızı bu turnuvada parladı. Türkiye’den
ise Burak Yılmaz, Selçuk İnan, Sezer Öztürk gibi
isimler daha önce bu turnuvada yıldızlaşan önemli futbolcular. Bu bakımdan U20 Dünya Kupası,
futbolun genç yıldızlarının kendilerini gösterebi-
leceği, dünya futbolunun en dikkate değer
bulduğu turnuvalardan biri.
6 grupta 24 ülkenin kupa yarışına girdiği
şampiyonaya İstanbul, Bursa, Antalya,
Kayseri, Gaziantep, Trabzon ve Rize ev
sahipliği yaptı. Futbol ve spor kültürü
açısından her biri ayrı önem taşıyan bu
şehirlerimiz için şampiyona, hem ülkemizi büyük organizasyonlara giden yolda
başarıya taşımak hem de organizasyonla
ilgili tecrübeler edinmek adına son derece
önemli bir sınavdan geçti.
21 Haziran-13 Temmuz günleri arasında
gerçekleşen turnuvanın kazananı, favori
olarak gösterilen takımlardan Fransa oldu.
Finalde güçlü rakibi Uruguay’la karşılaşan
Fransa, 0-0 biten karşılaşmanın uzatma
dakikalarında da gol olmayınca penaltı
atışları sonucu kupaya uzandı. U20 Dünya Kupası’nı tarihinde ilk kez kazanan
Fransa’da, özellikle Paul Pogba gibi yıldız
isimler bu başarıda önemli bir paya sahip.
Türk U20 takımı içinse şampiyona pek
parlak geçmedi. Salih Uçan, Kerim Frei
gibi yıldız isimlerimizden çok şey beklediğimiz turnuvada son 16’da kupanın sahibi
Fransa’ya elendik. Kupanın sürpriz takımı,
yarı finale kadar yükselen Irak oldu. Yarı
finalde bir başka sürpriz ekip Uruguay’la
karşılaşan Irak, finale yükselemese de heyecan verici futboluyla kupanın en renkli
takımlarındandı.
20
Dünyadan
Mısır’daki darbeye
TBMM’den kınama
Demokrasinin gereği seçimle cum-
hurbaşkanı olmuş bir liderin askerî darbeyle devrildiği Mısır’da barış ortamı
henüz tesis edilemezken, Türkiye Büyük
Millet Meclisi ve siyasi parti liderleri darbeyi kınadı.
Ülkede sular durulmuyor
29 yıllık Hüsnü Mübarek yönetiminin devrilmesinin ardından şeffaf ve demokratik
seçimle cumhurbaşkanlığına gelen Muhammed Mursi önce muhalifler, ardından
ordu tarafından istifaya çağrıldı. Olaylar,
ordunun yönetime el koyması ile sonuçlandı. Geçici olarak cumhurbaşkanlığına
getirilen Adli Mansur, parlamento seçimlerinin şubat ayına kadar bekletileceğini
açıkladı. Mısır’ın Ekonomi Bakanı Samir
Rıdvan ise geçici başbakan adayı olarak
sunuldu.
Cumhurbaşkanı Mursi’yi istifaya zorlamak veya erken seçim kararı aldırmak için
organize edilen gösteriler, başta Kahire
olmak üzere ülkenin çeşitli kentlerinde 30
Haziran günü başladı. Kitlesel eylemlerin
Temmuz - Ağustos 2013
ardından Mısır ordusu 3 Temmuz günü Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı
Muhammed Mursi’yi devirdi ve yerine Anayasa Mahkemesi Başkanı Adli Mansur’u getirdi.
Gerek bu durumu kabul etmeyen Müslüman Kardeşler üyeleri ve Mursi destekçileri, gerekse
orduyu destekleyen kesim halen sokaklarda.
Ordunun tanıdığı 48 saatlik sürenin ardından istifa etmediği için darbeyle devrilen
Muhammed Mursi devlet televizyonunda Mısır halkına hitaben yaptığı konuşmada demokrasiyi savunmak için gerekirse canını vermeye hazır olduğunu söyleyerek
darbeye boyun eğmeyeceğini duyurmuştu. Darbenin ardından ise halkı
pasif yöntemlerle direnmeye çağırdı. Mursi’nin direniş çağrısının ardından
sokaklara dökülen halk, darbecilerin acımasız müdahalesiyle karşılaştı.
Dünya “kansız”, postmodern darbeyi konuşurken Mısır’da sular durulmuyor, her geçen gün şiddetlenen saldırılarda ölü sayısı giderek artıyor.
Bundan sonra ne olacağını merakla bekleyen diğer ülkelerin gözü de
Mısır’a çevrilmiş durumda. Başta ABD olmak üzere pek çok ülke Mısır’daki durumu “endişe verici” olarak değerlendirirken, devlet işlerine askerî
müdahalenin kabul edilemez ve demokraside ciddi bir gerileme olduğu
yönünde sesler yükseliyor.
Ordunun halka uyguladığı şiddet devam ederken Türkiye darbeye
sessiz kalmadı. Mısır’daki gelişmeleri kaygıyla izlediklerini söyleyen AK
Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Mısır’da bir
Dünyadan
darbe yapılmıştır. Darbe kime yönelik olursa olsun, kimi hedef
alırsa alsın, kimi koltuğundan indirirse indirsin, kötüdür, zararlıdır, demokrasinin ve geleceğin katilidir. Biz Mısır’ın huzuru,
istikrarı ve demokrasinin tarafındayız. Mısır halkının tamamı
bizim kardeşimizdir. Son günlerde Mısır’da hayatını kaybedenlere
Allah’tan rahmet niyaz ediyor, Mısır halkının başı sağolsun diyoruz” diye konuştu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu askerî darbenin kabul
edilemez olduğunu belirterek “Demokrasi aynı zamanda bir uzlaşma rejimidir. İnsanlar bir araya gelmeli; düşünceleri bağlamında
oturmalı, konuşmalı ve uzlaşmalılar. Umuyorum demokrasi galip
gelir, sağduyu galip gelir. Bir an önce demokrasiye geçerler ve yeniden çok partili rejimle karşı karşıya gelir Mısır halkı” şeklinde değerlendirmelerde bulundu. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise
konuyla ilgili olarak “Bu darbenin normal karşılanması mümkün
değildir. Seçimle işbaşına gelen bir kişinin askerî darbe ile indirilmesi ilkelliktir. Demokrasiden darbeye nasıl sapıldığı, sandıktan
silaha nasıl geçildiği gözlenmiştir” dedi.
Seçimle kurulmuş bir hükümetin devrilişini derin bir kaygıyla
takip ettiklerini bildiren BDP Genel Merkezi de darbeye ilişkin
yazılı açıklama yaptı. Açıklamada, “Mübarek rejiminin devrilişinden sonra seçimle gelen ilk hükümetin askerî bir darbe ile yıkılmış
olmasının bölgedeki istikrarsızlığın artmasına neden olabileceğini
düşünmekteyiz. Siyasi görüşlerin siyaset sahnesinde birbirleriyle
demokratik yöntemlerle, rekabet içinde olmasını savunmak en
temel ilkelerimizin başında gelmektedir. Darbe ile bir siyasi akımı
demokratik zeminden uzaklaştırmak kabul edilebilir bir olay değildir” denildi.
“İktidar halka iade edilmeli”
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Mısır’da askerî darbeyi kınayan bildiri yayımladı.
AK Parti, CHP, MHP ve BDP milletvekillerinin imzaladığı bildiride, dünyadaki örneklerden bilindiği üzere darbe zamanlarında
idamlar, işkenceler, uzun gözaltılar, haksız tutuklamalar ve diğer
insan hakları ihlallerinin olağan biçimde yaşandığı belirtildi.
Demokrasilerde seçilmiş iktidarların ancak yine önceden belirlenmiş kurallarla el değiştirebileceği vurgulanan bildiride şu ifadeler
yer aldı:
“Yetkisiz bir şekilde gasp edilen iktidar derhal halka iade edilmelidir. Dünyadaki bütün demokratik kurum ve kişiler, içinde insan
hakları ihlali potansiyeli barındıran böylesi girişimlere karşı açıkça
tavır almalıdır. Bunun dışında yapılan her türlü müdahale demokrasiye, hukuka ve insan haklarına aykırıdır. Mısır’da yapılan da daha
önce onlarcasını gördüğümüz demokrasi, hukukun üstünlüğü ve
insan haklarını ayaklar altına alan darbelerden biridir. Yetkisiz bir
şekilde gasp edilen iktidar, derhal halka iade edilmelidir. Dünyadaki
bütün demokratik kurum ve kişiler, içinde insan hakları ihlali potansiyeli barındıran böylesi girişimlere karşı açıkça tavır almalıdır.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu olarak Mısır’daki
askerî darbeyi kınıyor, iktidarın bir an evvel teslimini ve darbe girişimlerinin bir daha tekrarlanmamasını temenni ediyoruz.”
Temmuz - Ağustos 2013
21
22
Dünyadan
Katar’a yeni emir
Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halife El Sani,
1995’te babası Halife bin Hamed El Sani’yi devirerek
ele geçirdiği tahtını oğlu Tamim’e (33) devrediyor.
61 yaşındaki Emir, yeni neslin iktidarda rol alması
gerektiğini belirtirken oğlunu ve gençliği öven şu
ifadelerde bulundu: “Görevi Şeyh Tamim’e devredeceğimi duyuruyorum. Onun bu sorumluluğu
üstlenmeye, bu misyonu yerine getirmeye muktedir
olduğuna ve bu güveni hak ettiğine eminim. Tıpkı
beni desteklediğiniz gibi onu da destekleyeceğinize
şüphem yok. Çocuklar, sizler samimi başarılarınız ve
şevkinizle liderlik etmeye ve güvenimizi kazanmaya
hazır olduğunuzu gösterdiniz.”
Diplomatik hamleleriyle Katar’ı Arap dünyası ve
Ortadoğu’nun en aktif ülkelerinden biri haline getiren Şeyh Hamad’ın ölene kadar tahtta kalmayarak
diğer Arap ülkelerine de mesaj verdiği belirtiliyor.
Çek Cumhuriyeti’nde
Rusnok dönemi
Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanı
Milos Zeman, yolsuzluk ve görevi
kötüye kullanma suçlamaları nedeniyle istifa eden eski Başbakan
Petr Necas’ın yerine eski Maliye
Bakanı Jiri Rusnok’u hükümeti
kurmakla görevlendirdi.
2001-2003 yılları arasında Cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın liderliğindeki iktidarda Maliye Bakanlığı yapan Rusnok, siyasi partilerden arındırılmış
bir teknokrat kabinesi kurma sözü vererek “Bundan sonra
birinci önceliğimiz gelecek yılın bütçesini belirlemek.
Milletvekilleri de artık gereksiz tartışmalara öncülük etmek yerine asıl işlerini yapmak zorundalar” dedi.
Temmuz - Ağustos 2013
Arnavutluk’taki
seçimlerin
galibi Edi Rama
Arnavutluk Merkez
Seçim Komisyonu, “Avrupalı Arnavutluk İttifakı”
koalisyonunun meclisteki
140 sandalyeden 84’ünü,
Sa li Berişa’nı n başı nda
bulunduğu “İş, Refah ve
Entegrasyon” koalisyonunun ise 56’sını kazandığını açıkladı. Komisyon’un
açık lamasının ardından
Sosyalist Parti (SP) Genel
Başkanı ve “Avrupalı Arnavutluk İttifakı” koalisyonu lideri Edi Rama, parti merkezinde düzenlenen
kutlama töreninde halka hitaben bir konuşma yaptı.
Bu sonuçlarla, seçimde oy kullanan tüm Arnavutluk vatandaşlarının
Arnavutluk’un AB’ye üyeliğinin kapılarını açtıklarını ifade eden Rama, başbakanlık görevine başladığı andan itibaren vatandaşlarına daha iyi bir yaşam
sunmak için çalışacağını belirterek yolsuzluk olaylarına karışanlara karşı mücadele edeceğinin altını çizdi.
Çin’de yeni yasa: Ebeveynini ziyaret et
Çin’de yürürlüğe giren
bir yasaya göre 60 yaşın
üzerindeki anne-babasını düzenli olarak ziyaret
etmeyen yetişkin evlatlar
para veya hapis cezasına
çarptırılabilecek.
2015 yılına kadar 60 yaşın üzerindeki nüfusun 221
milyonun üzerine çıkması
öngörülen ülkede “Yaşlıların Haklarını Koruma Kanunu” ile yalnız kalmış yaşlı insanların sorunları
kontrol altında tutulmaya çalışılıyor. “Ebeveynlerinden uzak yaşayanlar, onları
ziyarete daha sık gitmelidir” denilen yasada ayrıca yetişkinlerin ebeveynlerinin
ekonomik ve duygusal ihtiyaçlarını dikkate alması ve onları asla ihmal etmemesi veya hor görmemesi gerektiği vurgulanıyor.
Dünyadan
23
AB yeni dönem
başkanı Litvanya
Litvanya, Avrupa Birliği Konseyi
dönem başkanlığını İrlanda’dan devraldı.
Litvanya’nın enerji, Baltık Denizi
Bölgesi’nde kalkınma, Avrupa Birliği
dış sınırlarının kontrolü gibi konulara ağırlık vermesi bekleniyor. Ayrıca
kendi doğu komşuları olan Ukrayna,
Gürcistan, Ermenistan ve uzun vadede
Belarus ile Avrupa Birliği’nin daha
yakın bir işbirliği içinde olmasını hedefliyor. Kasım ayı sonunda Litvanya hükümeti, bu ülkeleri “Doğu Ortaklığı” adı altında bir zirvede buluşturacak. Başkent
Vilnius’ta Ukrayna ile bir ortaklık anlaşmasının imzalanması sağlanabilirse bu
Litvanya açısından büyük bir başarı olacak.
Kendisini bekleyen görevlerin farkında olan Litvanya bu nedenle Brüksel’deki
siyasi personelini üç katına çıkardı. Halihazırda diplomatlar ve çeşitli konularda
uzmanlaşmış özel temsilcilerden oluşan yaklaşık 200 kişi Brüksel’de bulunuyor.
Litvanya Dışişleri Bakanı Linas Antanas Linkevicius AB Konseyi’nde düzenlenen basın toplantısında AB İlerleme Raporu sonrasına bırakılan bölgesel politikalar faslının önceden kararlaştırıldığı şekilde kendi dönemlerinde açılacağını
belirtirken Türkiye ile yeni bir fasılda daha katılım müzakerelerinin başlatılmak
istendiği öğrenildi.
İran’ın yeni cumhurbaşkanı
Hasan Ruhani
İran’da yapılan 11. dönem cumhurbaşkanlığı seçi-
mini reformcu kesimin destek verdiği Hasan Ruhani
kazandı.
İran İçişleri Bakanlığı, 8 milyondan fazla olduğu
bildirilen oyların yüzde 51’ini alan Ruhani’nin seçimden galip çıktığını açıkladı.
Ruhani’den sonra ikinci sırada, oyların yüzde
16,6’sını alan Tahran Belediye Başkanı Muhammed
Bakır Galibaf ve üçüncü sırada, yüzde 13’lük oyla
İran’ın Nükleer Müzakerecisi Said Celili geliyor.
İran’ın dinî lideri Ayetullah Ali Hamaney seçimle
ilgili olarak yayımladığı mesajda 7. Cumhurbaşkanı
Hasan Ruhani’yi tebrik etti ve seçimlere yüksek
katılım gerçekleştiren İran halkına teşekkürlerini
sundu.
Avrupa Birliği’nin 28. üyesi Hırvatistan
Hırvatistan, 1 Temmuz 2013 tarihi itibarıyla Avrupa Birliği’nin 28. üyesi oldu.
Cumhurbaşkanı Ivo Josipović, başkent Zagreb’in merkezindeki Josip Jelačić meydanında gerçekleşen kutlama töreninde bir konuşma yaparak Hırvatistan’ın AB üyeliğini “ülke tarihinde yeni
bir sayfa” olarak nitelendirdi. “AB, savaş karşıtı bir proje olarak ortaya çıktı ve barış ile işbirliğinin
sembolü olarak gelişti. O, barışın ve güvenliğin garantisidir. Bu nedenle AB’nin bizim sınırlarımızda durmasını değil, iyi niyetli, barış içinde ve özgür bir ortamda, Avrupa rüyasına sahip
diğer ülkelere de genişlemesini diliyoruz” diye sözlerine devam eden Josipović, üyelik sürecinde
kendilerine destek olan tüm AB ülkelerine teşekkür ederek “Hırvatistan AB’nin sorumlu, aktif ve
yapıcı bir üyesi olacaktır” dedi.
Hırvatistan Başbakanı Zoran Milanoviç ise üyeliğe kabul edilme süreçlerine işaret ederek “Hayatın bir varış noktası değil de bir yolculuk olduğu tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Esas önemli olan
hedef değil, köprünün kendisi. Bizim için bu köprü oldukça uzun oldu” dedi.
15 devlet başkanı, 13 başbakan, 3 meclis başkanı ve aralarında çok sayıda bakanın da bulunduğu 170 üst düzey devlet yetkilisinin katıldığı törende Türkiye’yi AB Bakanı Egemen Bağış
temsil etti.
Temmuz - Ağustos 2013
24
Türkiye’nin küresel enerji
sektöründeki rolü
T
Taner Yıldız
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı
Türkiye, son 10 yıl içinde siyasi
istikrara bağlı olarak dünyada
hızla yükselen ekonomisiyle göze
çarpmaktadır ve enerji tüketimi de
bu yükselişe paralel bir gelişme
göstermektedir.
Temmuz - Ağustos 2013
ürkiye jeopolitik ve jeostratejik olarak dünyada önemli bir konuma
sahiptir. Biz de ülkemizin bu avantajlı konumunu değerlendiriyor, enerji
konusunda kalıcı ve çok yönlü bir politika izliyoruz. Diğer ülkelerle geliştirdiğimiz projeler, hem kaynak çeşitliliğini artırmaya hem de enerji işbirlikleriyle birlikte ikili ilişkileri kuvvetlendirmeye yönelik. Türkiye Doğu’nun
Batı’ya, Batı’nın da Doğu’ya açılan kapısıdır. Enerjide, doğusundaki kaynakları Batı’ya ulaştıran köprü konumunda olan bir ülkedir. Bu anlamda
gerek tüketici gerekse transit ülke konumumuzu enerji sektöründe bir
ticaret merkezi haline getirmeyi hedefliyoruz. Bunun için bütün projelere
açığız ve her birini değerlendiriyoruz.
Yenilenebilir enerji, insanlığın yabancı olduğu bir kavram değildir. Çok
değil, 100-150 yıl evvel okyanuslar yelkenli gemiler ile aşılıyordu. Kara
ulaşımında yük taşıma hayvanları kullanılıyordu. Biri rüzgar diğeri ise biyo-kütle ile işleyen sürdürülebilir bir sistem hakimdi. O dönemde insanlar
zorunluluktan da olsa çok az tüketiyor, bir anlamda tasarruflu ve verimli bir
hayat sürüyordu.
Sanayi devrimi sonucu petrolün kullanılmaya başlaması ile insanlık,
“çevre hassasiyeti” bağlamında farkında olmadan bunalımlı yıllara doğru
yol almaya başladı. 1990’lı yıllara geldiğimizde ülkeler çevreyi, yani toprağı ve suyu kirletip tahrip ettikten sonra atmosferde karbondioksit yoğunluğunun artarak iklim değişikliğine neden olduğunu fark etti ve büyük
bir tehditle karşı karşıya kaldı. Bu nedenle yenilenebilir enerjiye yönelim
başladı. Özellikle son on yıla baktığımızda dünyada ABD ve Çin, Avrupa’da
ise Almanya, İspanya ve Danimarka gibi ülkeler yenilenebilir enerjide kısa
zamanda ne kadar yol katedileceğini göstermişlerdir. 2011 yılı sonu itibarıyla dünya genelinde hidroelektrik santraller dahil toplam yenilenebilir
enerji kapasitesinde 2010 yılına göre yüzde 8 artış kaydedildi.
25
ABD’de 2000-2010 yılları arasında rüzgar enerjisinden elektrik üretimi yüzde 16 artış göstermiş, sadece 2010 yılında gerçekleştirilen yeni
kapasite kurulumların yüzde 25’i yenilenebilir enerji temelli olmuştur.
Çin’in kurulu rüzgar enerjisi gücünde 2020 yılında 200-300 GW’a, 2030
yılında ise 400 GW’a ulaşması öngörülmektedir.
Ülkede 2011 yılında rüzgar enerjisinden 71,5 milyar kW-h elektrik
üretimi sağlanarak toplam elektrik talebinin yüzde 1,5’i karşılanmış ve
ülkenin karbon salımlarının 70 milyon ton azalması sağlanmıştır. Son
yıllarda yaptığı yatırımlar ile rüzgar enerjisi alanında öncü ülkelerden
biri olan Çin, en büyük 10 türbin üreticisinden 4 tanesini yönetmektedir.
Bundan 5-10 yıl önce bu listede Çinli bir firma yer almıyordu. Bu da bize
dünyada yenilenebilir enerjiye olan eğilimi göstermektedir.
Günümüzde yenilenebilir enerji, dünya birincil enerji talebinin
yaklaşık % 10’unu oluşturuyor. Rüzgar, jeotermal, güneş ve atıkları
içeren yenilenebilir kaynaklardan elde edilen brüt elektrik enerjisi
tüketiminde Türkiye, geçen yıl bir önceki yıla göre yüzde 46,6’lık artışla
1,3 milyon TEP (ton eşdeğeri petrol) düzeyine ulaştı. Türkiye, son 10 yıl
içinde siyasi istikrara bağlı olarak dünyada hızla yükselen ekonomisiyle
göze çarpmaktadır ve enerji tüketimi de bu yükselişe paralel bir gelişme
göstermektedir. Türkiye’nin hızla artan enerji tüketimi sebebiyle, yenilenebilir enerjiye olan ihtiyacı da artmıştır. Bu alandaki yatırım şartlarının
iyileştirilmesi ve imkanların arttırılması konusunda önemli adımlar atıyoruz. 2002 yılında, 12 bin 241 MW olan hidrolik santral kurulu gücü şu
an itibariyle 20 bin MW’a çıktı. Göreve geldiğimizde yok denecek kadar
az olan rüzgar enerjisi kurulu gücü şu an itibarıyla 2341 MW. 10 yıl önce
tamamen atıl vaziyette olan jeotermal kaynaklarımızı ülke ekonomisine
kazandırmaya başladık. Elektrik, ısınma, termal turizm ve seracılık ama-
cıyla 85 jeotermal sahayı özel sektörün yatırımına açtık. Son 10 yılda jeotermal uygulamalar elektrik sektöründe 7 kat artarak 162 MW’a ulaştı.
Lisanssız elektrik üretimiyle ilgili yaptığımız düzenlemeler yenilenebilir enerji kaynaklarının daha fazla değerlendirilmesi, elektrik
üretiminin artırılması ve ithalat rakamlarının azaltılması açısından
son derece önemlidir. Bu anlamda yeni düzenlemeler yaptık. Lisanssız
elektrik üretiminde şirket kurmaya gerek kalmadan santral kurmadaki
sınır, 500 kW’tan 1 mW’a çıktı. EPDK’ya güneş için 500’e yakın başvuru gerçekleşti. Türkiye’nin yenilenebilir enerji kaynakları tarafından
elektrik üretimindeki %25’ler, %26’lar civarındaki payı Avrupa Birliği
üyesi ülkelerin ortalama payının yaklaşık 2 katına eş değer. Yani Türkiye
yenilenebilir enerji kaynaklarından daha fazla faydalanıyor. Biz bunları
%30’lara çıkarmayı düşünüyoruz. 2023’e kadar hidrolik santralı kurulu
gücünü 36 bin MW’a, rüzgar kurulu gücünü 20 bin MW’a, güneş kurulu
gücünü 3 bin MW’a, jeotermal kurulu gücünü 600 MW’a çıkarmayı
hedefliyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarımızı harekete geçirirken
enerjiyi verimli kullanma adına da birçok adım attık. Enerji Verimliliği
Stratejisi ve Enerji Verimliliği Kanunu da dahil olmak üzere enerji verimliliğini desteklemek için yasal ve kurumsal çerçeveyi oluşturabilmek
için önemli mesafeler kat ettik. Binalarda, ulaştırmada, ev aletlerinde
enerji verimliliğinin temin edilmesi, yatırımların desteklenmesi konusunda gerek mevzuat gerek uygulama olarak birçok konuyu hayata
geçiriyoruz. Aynı zamanda evlerimizde tasarruf bilincini oluşturmak için
“Enerji Hanım” projemizi hayata geçirdik. Proje evlerde enerji tasarrufu
anlamında vatandaşlarımıza rehber olacaktır. Evlerimizde yapacağımız
küçük tasarruf önlemleriyle ülke ekonomisine yılda 4 milyar TL kazanç
sağlayabiliriz.
Temmuz - Ağustos 2013
HOŞ GELDİN
YA ŞEHR-İ
RAMAZAN
Temmuz - Ağustos 2013
İftar sofrasının bereketiyle orucumuzu açtığımız, Allah’ın
rahmetine sığındığımız, yüreğimizi iyilik ve güzellikle
aydınlattığımız Ramazan ayındayız. Peygamberimizin
“Allah’ım Recep ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi
Ramazan’a ulaştır” diye dua ettiği hayırlı günlere eriştik.
Şükürler olsun…
Temmuz - Ağustos 2013
28
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Gönül kapımız açık,
soframız bereketli,
rahmet yağmuru bol
Zeynep Yiğit
Yaşadıklarımızdan ders alıp
günahlardan arınmak için
bir fırsat var önümüzde:
Rahmet, mağfiret ayı
Ramazan… Ve bin aydan
daha hayırlı Kadir Gecesi…
Temmuz - Ağustos 2013
M
asaya bembeyaz bir örtü serdi önce. Mis kokulu, pırıl
pırıl… Tabakları dizdi sonra, çatal kaşıkları yerleştirdi.
Mutfağa gidip şöyle bir göz attı yeşil salataya; birkaç zeytin
ekledi “çocuklar sever” diye... Sonra elini dokunduğu her şey
gibi güzel, lezzeti kokusundan belli yemeklerini aldı ocaktan. Derken kapı çalındı, dumanı üstünde pidelerle eşi girdi
içeri. Fırının önünde ne çok sıra olduğunu, ama “çocukların
canı ister” diye sabırla beklediğini anlattı dünyalar iyisi
baba. Hayatta karıncayı bile incitmemiş karı-koca, masaya
yöneldiklerinde “Haydi çocuklar sofraya” diye seslendi.
Hep birlikte masaya oturduklarında huzuru iliklerine kadar hissettiler. Ezan sesini duyduklarında ellerini açıp dua
ettiler: Allah’ım senin rızan için oruç tuttum. Sana inandım.
Sana güvendim. Senin rızkınla orucumu açtım. Hamdolsun
verdiğin nimetlere, sağlık ve afiyete…
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Gökyüzünün
kapıları
Ramazan ayının
ilk gecesi açılır ve son
gününün gecesine
kadar kapanmaz.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
İftar sofrasının bereketiyle orucu mu zu aç t ığ ı m ı z , A l la h ’ı n ra hmet i ne sığ ı nd ığ ı m ı z , y ü reğ i m i zi
iyilik ve güzellikle aydınlattığımız
Ramazan ayındayız. Peygamberimizin “Allah’ım Recep ve Şaban’ı bize
mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır”
diye dua ettiği hayırlı günlere eriştik.
Şükürler olsun… Öyle bir aydayız
ki bunu ancak “en sevgili”ye inanmış yürekler hissedebilir; kelimeler
kifayetsiz, cümleler nafiledir. Yüce
Rabbimiz Kuran-ı Kerim’de şöyle
buyuruyor: Ramazan ayı insanlara yol
gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı
ayırt edip açıklayan Kuran’ın indirildiği aydır. İçinizden kim o aya yetişir
(ayı görür) ise oruç tutsun. Kim hasta
olur, yahut seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde
Başı
rahmet,
ortası
mağfiret, sonu
cehennem
azabından
kurtuluştur
Ramazan’ın…
oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.
Sayıyı tamamlamanızı, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı tekbir etmenizi ister. Umulur ki şükredesiniz!
(Bakara Suresi, 185)
Sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir
Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem azabından
kurtuluştur Ramazan’ın… “Sabredenlere ecirleri hesapsız
ödenecektir” müjdesi verilen oruç ibadetini yerine getirdiğimiz aydır. Yalnız iftar soframızı değil, gönül kapılarımızı
da sonuna kadar açarız bu mübarek günlerde. Zenginlik
de yoksulluk da anlamını yitirir Ramazan’da… Varlık ve
yokluk buluşur; omuzlardaki yük hafifler, yürekler ferahlar.
Bir çocuğun gözlerinin içi güler. Hiç sahip olamayacağını
düşündüğü oyuncağa sımsıkı sarılırken içi mutlulukla
dolar. Hayat o kadar da kötü değildir artık… Umut yeşerir
küçücük yüreğinde…
Ramazan yardımlaşma ayıdır. Sahip olduklarımızı paylaşmamız, yoksulun evinde kaynayan çorbaya vesile olmamız için bir fırsattır. Hayattayken gözünü üzerimizden ayır-
Temmuz - Ağustos 2013
29
30
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Kim Ramazan
ayını oruçlu geçirir,
mayan, her düştüğümüzde ayağa kaldıran,
bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh
haram ve iftiradan
sevgi ve şefkatini hiç esirgemeyen annemiz,
(Cebrail) o gecede Rablerinin izniyle her
sakınırsa Allah ondan
babamız ve büyüklerimiz için bir kez daha
türlü iş için inerler. O gece, tan yerinin ağarrazı olur ve cenneti ona
Allah’tan rahmet dilemenin zamanıdır.
masına kadar bir esenliktir.” (Kadir Suresi)
Başımızı yastığa koyduğumuzda kendiKuran-ı Kerim, Kadir Gecesi ’nde yerfarz kılar.
mizle daha çok hesaplaştığımız aydır Ramayüzüne
inmeye başlar. İlk beş ayet Alak
Hz. Muhammed (s.a.v.)
zan… Geçmişe uzanır, günahlarımızın affı
Suresi’ne aittir. Yaratan Rabb’ inin adıyla
için yakarırız Allah’a. Hiçbirimiz masum
oku! O, insanı “alak”tan yarattı. Oku! Senin
değiliz, öyle değil mi? Bilerek veya bilmeyerek ne kalpler
Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir,
kırdık, ne kötülükler yaptık… “Ben” dedik hep “biz” yeriinsana bilmediğini öğretendir.
ne… Kolay değildi elbet hayat; doğruların yanında yanlışlar,
Yüce Rabbimiz, “Ey Muhammed! Sana bu kitabı her
iyilerin yanında kötüler vardı. Kendimizi koruyamadık
şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir
belki de, o yüzden hatalar yaptık, kırdık kırıldık… Şimdi
rahmet ve Müslümanlar için müjde olarak indirdik” buyuyaşadıklarımızdan ders alıp günahlardan arınmak için bir
ruyor. Kuran’ın inmeye başladığı Kadir Gecesi, Ramazan
fırsat var önümüzde: Rahmet, mağfiret ayı Ramazan… Ve
ayının 27. gecesinde idrak ediliyor. Peygamberimizin eşi
bin aydan daha hayırlı Kadir Gecesi…
Hz. Aişe (r.a.), “Ey Allah’ın Resulü! Kadir Gecesi’ne rastlarsam nasıl dua edeyim?” diye sorduğunda şu yanıtı alıSen affedicisin, affetmeyi seversin,
yor: “Allah’ım! Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de
beni de affet!
affet.” Kadir Gecesi’nde Kuran okumanın, namaz kılmanın
“Şüphesiz, biz onu (Kuran’ı) Kadir Gecesi’nde indirdik.
ve dua etmenin ayrı bir değeri bulunuyor. Peygamberimiz
Kadir Gecesi’nin ne olduğunu bilir misin? Kadir Gecesi
Kuran okuyanlara Yüce Kitap’ın şefaat edeceğini şu sözlerle
Temmuz - Ağustos 2013
Ramazan Geldi Hoş Geldi
bildiriyor: “Kuran okuyunuz, zira O, kıyamet gününde
sahibine (okuyana) şefaatçi olarak gelir.” Hz. Muhammed
(s.a.v.) bu geceyle ilgili bir de müjde veriyor: “Kim ki faziletine inanarak ve mükafatını Allah’tan bekleyerek Kadir
Gecesi’ni ibadetle geçirirse geçmiş günahları bağışlanır.”
Küskünlükleri sona erdiren
sihirli bir dokunuş...
Ramazan ayı ve Kadir Gecesi’ne erişebilenler ibadet coşkusu ve iç huzuruyla bayramı karşılar. Çocukların
gözlerindeki sevinç, minik
yüreklerindeki heyecandır
Oruç
bayram. Yepyeni giysilerin
sizden öncekilerin
verdiği mutluluktur. Büüzerine yazıldığı gibi
yüklerin, torunlarına ellesizin de üzerinize
rini öptürürken duydukları
gurur; küskünlükleri sona
yazılmıştır. Umulur ki
erdiren sihirli bir dokunuş;
sakınırsınız. (Bakara
daha güzel bir geleceğe dair
Suresi, 183)
yeşeren umuttur bayram…
Ey iman
sahipleri!
Günümüzde ne za ma n
bay ra m la rda n söz açı lsa
çocu k lu k y ı l larının a nıları dökülüverir ortaya…
mutluluğu vardır; iftar
K ı rmı zı r uga n pabuçla r,
vakti ve kıyamet günü.
dantelli mendiller, rengaHz. Muhammed (s.a.v.)
renk şeker ve çikolatalar,
lunapark eğlenceleri… 20’li
yaşlardan 70’li yaşlara kadar hemen herkesin “Bizim çocukluğumuzda…” diye başlayan bayram anıları var. Yıllar
öncesinden günümüze pek çok şey değiştiğine göre hangi
kuşak neye özlem duyar acaba? Ya 2013’ün çocukları ileride
nasıl anlatacaklar “eski” bayramları?..
Dünya değişiyor, teknoloji baş döndürücü bir hızla gelişiyor. Böyle bir ortamda gelenekleri geleceğe taşımak zorlaşsa da imkansız değil. Yüreğimize dokunan, içimizi ısıtan
değerlerimizle birlikte yol almak, dünü unutmadan yarını
karşılamak neden zor olsun? Bugün içtiğimiz bir fincan acı
kahvenin bile 40 yıl hatırı var, öyle değil mi?
Hep birlikte unutamayacağımız bir Ramazan ayı ve bayram geçirmek dileğiyle…
Oruç tutan
kimsenin iki
Temmuz - Ağustos 2013
31
32
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Diyanet İşleri Başkanı
Prof. Dr. Mehmet Görmez:
Ramazan
rahmet ve
bağışlanma
ayıdır
Söyleşi: Zeynep Yiğit
Diyanet İşleri Başkanı Prof.
Dr. Mehmet Görmez, Ramazan
ayı dolayısıyla sorularımızı
yanıtladı. “Ramazan İslam’ın
rahmetle yoğrulmuş adaletini,
bilgi ve hikmetle bütünleşmiş
ahlakını bütün insanlığa
gösteren bir rahmet ve
bağışlanma ayıdır” diyen
Görmez, önemli bir uyarıda
bulundu: “İftar sofraları israf
sofralarına dönüşmemeli.”
Temmuz - Ağustos 2013
Mübarek Ramazan ayındayız. “11 Ayın Sultanı” Ramazan’ın ifade
ettiği mana nedir?
Ramazan ayı her Müslüman’ın derin bir iştiyakla kendisiyle
yüzleştiği, hayata ve evrene ilişkin tutum ve alışkanlıklarını
sorguladığı bir hesaplaşma ayıdır. Ramazan ayı, müminlerin
oruç ibadetiyle önce kendi nefislerini dünyevi zevk ve iştahtan
arındırarak toplumsal yardımlaşma ve dayanışma bilincine
erdiği aydır. Bizi bu mübarek aylara eriştiren Rabbimize
sayısız hamd-ü senalar olsun. Cenab-ı Rabbü’l-âlemîn her
birimizi bu ayın fazl-u kereminden, rahmet ve bereketinden
feyz alanlardan eylesin.
Ramazan ayının bize kazandırdıklarından bahsedebilir misiniz?
Ramazan her yıl yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’i bizlere
yeniden getirir. Yeni bir can, yeni bir ruh üflemek için gelir.
Başta vatan sathı olmak üzere bütün yeryüzünü bir mabede
dönüştürür. İradelerimizi eğiten bir mektep olur. Bu mektebin gayesi rahmettir, mağfirettir, arınmadır, takvadır. İnsana
eğitilmiş ve beşerî arzularının egemenliğinden kurtulmuş hür
bir irade kazandırmaktır.
Bu mektepte sahurun bereketi, mukabelenin sevabı, iftarın
sevinci, coşkusu, teravihin rahatı, teheccüdün güzelliği, iba-
Ramazan Geldi Hoş Geldi
detin manevi hazzı, imsak ve sabır, oruç ibadetinin himayesi,
gündüzün sıyamı gecenin kıyamı vardır. Kendimizi camide
ibadete vakfettiğimiz itikâf; kadrimizi yücelten Kadir Gecesi;
malımızı temizleyen zekât; varoluş sadakamız fıtır; fakirlere,
yetimlere, kimsesizlere, dullara, düşkünlere yardım vardır.
Toplumun sosyal yaralarını Ramazan’ın şifalı elleriyle sarmak
vardır. Zenginin, yoksulun hâlini anlaması vardır. Nimetlerin
kadrini bilmek ve Allah’a karşı şükür görevini hatırlamak
vardır. Nezaket, zarafet, kardeşlik, dayanışma ve paylaşma
vardır. Kötü alışkanlıklara son vermek, iyiden, güzelden yana
yeni sayfalar açmak, ahlakı güzelleştirmek vardır. Hakkı,
hakikati, adaleti ve sevgiyi tesis etmek vardır. Dünyanın
neresinde olursa olsun insanlara yardım eli uzatmak, çok
uzaklarda da olsalar birileri açken tok yatmamak, insanlığın
huzur ve mutluluğu, birlik ve dirliği için elimizdeki nimetleri
paylaşmak ve mesafeleri hiçe sayarak gönül köprüleri kurmak
vardır. Ramazan ayının ardından inancı, ibadeti ve tarihi bir
sevinç atmosferinde buluşturan bayram vardır.
Kısaca Ramazan taattir, hasenattır, kurbettir; Cenab-ı
Hakk’a yakın olmadır. Ramazan bir kültürdür, bir medeniyettir, bir dünya görüşüdür. Ramazan İslam’ın rahmetle
yoğrulmuş adaletini, bilgi ve hikmetle bütünleşmiş ahlakını
bütün insanlığa gösteren bir rahmet ve bağışlanma ayıdır.
Ramazan’da aslolan nedir? Acaba Ramazanlar giderek değişiyor
mu ya da değiştiriliyor mu?
Bugün İslam dünyasında “Ramazan’ la değişmek ” ile
“Ramazan’ı değiştirmek” arasında gidip gelen yeni bir takdim
formu dikkat çekmektedir. Oysa aslolan ve doğru olan
Ramazan’la değişmektir. Ramazan bütün imtihan süreçleriyle
bize bu imkanı sunar. Ramazan’da değişmek, onun etkili
manevi ortamında değişimi gerçekleştirmek, murâd-ı ilahî’ye
uygun birer kul olarak bu sınavlardan geçmek her Müslüman
için kuşkusuz en büyük bahtiyarlıktır. Hâl böyleyken bu ayda
değişmek gibi gerçek ve derinlikli bir amaca uygun hareket
etmek yerine onu değiştirmeye kalkışmak doğru değildir.
Ramazan’ın Kur’an ve sünnetle oluşmuş geleneğini korumak
gerekir.
Her Ramazan ayında bir temayı gündeme taşıyorsunuz. Bu yılın
temasına ilişkin bilgi verebilir misiniz?
Her Ramazan’da olduğu gibi bu Ramazan’da da bir değeri
ihya etmek, hatırlamak ve hayatımıza dâhil etmek arzusundayız. Bu sene “Helal Kazanç, Helal Lokma” temasını ele
alıyoruz. Bugün, üzülerek ifade edeyim ki, çılgınca üretimi ve
tüketimi esas alan bir ekonomik anlayışın tüm dünyada yaygınlık kazandığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu anlayış
her türlü nimete müdahale etmektedir. Helal ve haram duyarlılığı göz ardı edildiği gibi fıtratı, insanı, sağlığı ve nezaheti
dikkate almaksızın tabiatın dengesini bozacak müdahalelere
girilmektedir. Nimetlerin yapısı ve safiyeti ile oynanmakta,
tohumlar değiştirilip asli hüviyetlerinden uzaklaştırılmaktadır. Bu tahrifatın meydana getireceği akıbet ve etkiler ise
tahminlerin ötesindedir. Üstelik insanlığın tükenişini hızlandıran bu hoyratça üretim ve tüketim sektörel örgütlerle,
reklam ve propagandaların her çeşidiyle teşvik edilmektedir.
İnsanı, varlığı ve kâinatı değerlerden arındırma politikaları,
bunalımları daha da artırmaktadır. Kısacası bugün insanlık
aşırı gösterişçi, çılgınca tüketimin körüklendiği bir talan ve
tezviratla karşı karşıyadır.
Bu üretim ve tüketim çarkında tükenmemek için yapılacak
ilk iş, ahlaki bir duruş sergilemek, insaflı ve mutedil bir hayat
tarzı seçmektir. Gerek fert gerekse toplum olarak Müslümanların kendi gıdalarını Yüce Allah’ın koyduğu helal sınırları
içerisinde üretme ve tüketme; ticaretlerini de, kazançlarını
da, geçimlerini de aynı helal sınırlarına göre gerçekleştirme
sorumlulukları bulunmaktadır. “Helal Kazanç, Helal Lokma” derken aslında Müslüman’ın üretim felsefesini ve ticaret
ahlakını yansıtan bu yüce değere yeniden dikkat çekmek
istedik. Helal konusunun duygularımıza, düşüncelerimize,
davranışlarımıza, beslenme alışkanlıklarımıza, en önemlisi
ticaret ahlakımıza hükmedebilmesi konusunda toplumda bir
farkındalık ve bilinç oluşturmak istedik.
Ramazan aynı zamanda yardımlaşma ayı. Dinimiz nasıl bir yardımlaşma ahlakı öngörmektedir?
Unutulmamalıdır ki onuruyla, izzetiyle yoksunluğunu belli
etmeden yaşayan nice insan vardır. Bu insanları bulmak
ve onların onurunu zedelemeden geleceklerinin inşası için
çaba göstermek gerekmektedir. Bu anlamıyla yardımlaşma
ve dayanışmanın yeni dilinin bulunması önemli bir sosyal
sorumluluktur.
Ramazan ayı, oruç ibadetinin yanında yardımlaşma ve
dayanışmayı da içinde barındırmaktadır. Tabii ki müminlerin
zekât ve fitrelerini sorumlulukları doğrultusunda yerine getirme gayretleri önemlidir. Ancak yardımlaşma ve dayanışma
asgari limitlerde ifa edilen zekât ve fitrenin dışında infakı da
kapsamaktadır. İnfakla ilgili duyarlılığımızı bu ay vesilesiyle
hatırlamalı ve infakta da yarış yapmalıyız. Ancak İslam yardımlaşma ve dayanışmanın rastgele değil, ahlaki bir temele
dayalı ifa edilmesini esas alır. Yardım edenin yardım edilene
karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Yardım eden kişinin, yardım
ettiğinin onurunu koruma mükellefiyeti vardır. Kişilerin
itibarının zedelenmesine imkân tanıyan yardım organizas-
Temmuz - Ağustos 2013
33
34
Ramazan Geldi Hoş Geldi
yonlarının İslam’ın insan haysiyetinin
korunması prensibine uygun olmadığı
bilinmelidir. Hiçbir sosyal yardım,
insan kişiliğinin zedelenmesine kapı
aralamamalıdır. İslam ahlakı bunu
gerektirir.
Ramazan dolayısıyla dağıtılan gıda ve
yardım paketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ramazan’da gerek kamu gerekse özel
kuruluşlar olarak toplu iftarlarımızı
çalışanlarımızla beraber yapmak aslolandır. İftarla oluşan manevi atmosferi
bütün bir yıla yayarak bu kardeşliğin
kalıcı olmasını sağlamaya çalışmak
gerekir. Özellikle belirtmek isterim ki
yanında çalışanın derdiyle dertlenmeyen, mümin idrakine sahip olmamış
kimse demektir. Yanında emeğiyle çalışan birinin darlığını gidermeden Ramazan paketi dağıtan bir kişi İslam’ın
infak anlayışını anlamamış demektir.
Yoksulluk ve yoksunluğun sadece bir
gıda paketiyle giderileceğini düşünmek,
İslam’ın yardımlaşma ve dayanışmasını
henüz tam kavrayamadığımız anlamına gelir.
Yardımda esas olan, muhtaç kişinin ihtiyaçlarının karşılanmasıdır.
Ramazan dolayısıyla son yıllarda her
tarafta görülen gıda paketleri kişilerin
ihtiyaçlarından ziyade belli başlı maddeleri ihtiva etmektedir. Bu paketlerin
toplumsal yaraları ne kadar sardığı
tartışmalıdır. Bireyin onuruna yakışan,
kendi ihtiyaçlarını kendisinin almasıdır. Yardım edenlerin bu hassasiyeti
göz önünde bulundurarak toplumsal
dayanışmaya katkı vermelerinin insan
onuruna daha yakışır olacağı bilinmelidir.
Son yıllardaki iftar programlarını nasıl
buluyorsunuz?
Üzülerek ifade etmeliyim ki son yıllarda gösterişli iftar programları, sınıf
Temmuz - Ağustos 2013
Ramazan
iftarlarında
aslolan
evimizde iftar
sofrası kurarak
başta ailemiz
olmak üzere
akraba, eş ve
dostlarımızla
beraber
olmaktır.
Evlerimizi ve
gönüllerimizi
orucu bizimle
idrak eden
herkese açık
tutmaktır.
ve itibar esasına dayalı ihtişamlı davetler, Ramazan’ı yanlış
bir şekilde bir tür eğlence, karnaval ve festival havasında
terennüm eden eğilimler giderek dikkat çekmeye başladı.
Kanaatimce insanlık durumumuzu Yüce Rabbimiz indinde
tahkim etmenin yolu, lütuf ve ihsan ayı Ramazan’ın ruhaniyetine ve maneviyatına bihakkın teslim olmaktan, yeniden
yapılanmaktan ve değişmekten geçmektedir.
Müminlerin bu ayda yaşayacakları coşku, ibadetin coşkusudur. İbadetle neşelenen gönüller müminler arasındaki
muhabbeti de pekiştirmelidir. Yoksa Ramazan’ın coşkusu son
zamanlarda ortaya konulduğu şekliyle bir eğlence, şatafat ve
gösteriye dönüşmemelidir.
Ramazan ayında icra edilen oruç ibadeti iftarla nihayetlenmektedir. İftarlar kendi mütevazı hâlinde bir ziyafeti barındırmaktadır. Ancak bu iftar sofraları asla israf sofralarına
dönüşmemelidir. Zira son yıllarda özellikle otellerde ve bazı
mekanlarda hazırlanan iftar sofraları kendi içinde israfı ve
gösterişi barındırmaktadır.
Ramazan iftarları nasıl olmalıdır?
Ramazan iftarlarında aslolan evimizde iftar sofrası kurarak
başta ailemiz olmak üzere akraba, eş ve dostlarımızla beraber
olmaktır. Evlerimizi ve gönüllerimizi orucu bizimle idrak
eden herkese açık tutmaktır. Ne zenginlik müminler arasında
bir statüyü, ne de fakirlik sofralarımızı kendileriyle paylaşmadığımız ayrı bir sınıfı oluşturur. Aksine müminlerin ahlakı,
camideki gibi aynı safta olanların her zaman bir ve beraber
olmasını esas alır. Bu anlamıyla asgari ücretle geçinmeye
mahkum edilmişler, dar ve darlıkta kalanlar, yoksun bırakıl-
Ramazan Geldi Hoş Geldi
mışlar ve yolda kalanlarla zenginlerin
sosyal statülerini yüce dinimiz eşit
görür ve ibadetlerimizin ihyasını bu
eşitliğe göre mümkün oldukça tatbik
etmeye bizleri teşvik eder.
Bu anlamıyla Ramazan, gerçekten
müminlerin bir ve eşit olarak Allah’a
yöneldikleri ve kendilerine rızık olarak
verilen nimetleri mümin kardeşleriyle
paylaştıkları bir aydır. Paylaşımın
yoğun yaşandığı bu ayda elde edilen
ahlaki meziyetleri bütün zamanlara
yay ma k biz müminlerden istenen
davranışlardır. Elbette sosyal bir gereksinim olarak değişik mekanlarda
da bu iftarları yapmak mümkündür.
Ancak asıl maksattan uzaklaşılarak
yapılan iftarların Ramazan’ın ruhuna
ve maneviyatına uygun olmadığı unutulmamalıdır.
İftar çadırlarına yönelik değerlendirmeniz
nedir?
İftar çadırları başlangıçta tamamen
güzel bir düşüncenin ürünü olarak, yoldan geçenlerin ve yolda kalanların bir
çorbayla iftarını açması düşüncesiyle
ortaya çıkmıştır. Ancak bu gayenin dışına çıkarak bir gösteri aracına dönüştürülmemesine özellikle kamu hizmeti
yapanların dikkat etmesi gerekir.
Dinî hükümlerin ortaya konulmasında ve tatbikinde aslolan bu hükümlerdeki hikmetlerdir. Hikmeti kaybolan
bir hükmün tatbiki İslam’ın istediği
bireysel kemale erme yolculuğuyla
oluşacak erdemli bir toplumun inşasını
var etmez.
Son olarak Ramazan Bayramı ile ilgili neler
söylemek istersiniz?
Bayramlar aynı dinin, aynı inancın
neşesinde bizleri birleştiren, yürekleri
bütünleştiren, kardeşliği pekiştiren,
kırgınlıkları tamir eden ilahî armağanlardır. Bayramlar iman kardeşliğinin tezahür sahneleridir. Bayramlar
inancı, ibadeti, tarihi ve kültürü bir
sevinç atmosferinde buluşturarak bizi
istikbale taşıyan ve tarih sahnesinde biz
Müslümanlara süreklilik kazandıran
müstesna zaman dilimleridir. Dolayısıyla bayramın sevincini, coşkusunu
içimizde hissederek onun muştusunu
gönüllerden gönüllere, evlerden evlere,
ülkelerden ülkelere taşımak gerekir. Evlerin canlı bayramları olan çocuklarımızı bayramın coşkusuyla tanıştırmak
gerekir. Yaralı gönülleri, bitap düşmüş
yürekleri onarmak gerekir. Yetimlerin,
gariplerin, kimsesizlerin tebessümüyle
bayramlarımızı aydınlatmak gerekir.
Bayram yapamayanlara bayram yaptırmak gerekir. Yüreklerin en ağır yükü
olan küskünlüklere son vermek bayramın bir gereğidir. Dünyanın muhtelif
yerlerinde zorda ve darda olan bütün
kardeşlerimize dua etmek gerekir. Bu
duygular içinde vatandaşlarımızın,
yurt dışındaki kardeşlerimizin ve tüm
İslam âleminin mübarek Ramazan
Bayramı’nı kutluyor, bu bayramın
topyekûn insanlık âlemi için hayırlara
vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz
ediyorum.
Temmuz - Ağustos 2013
35
36
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Gül cemalini gösterdi hilal,
bereketlendi sofralar
Deniz Varol
“İbadetin kapısı” oruç
ayı, mübarek Ramazan
geldi, hoş geldi... Kandiller
yandı, camilerin gerdanı
mahyalarla süslendi. Peki,
iftar alışverişinden Ramazan
eğlencelerine; çarşıda, pazarda,
etkinlik mekanlarında Ramazan
nasıl geçiyor, nasıl yaşanıyor?
Temmuz - Ağustos 2013
E
vlerimize gelen en mübarek misafir değil midir “on bir
ayın sultanı” Ramazan... Ramazan geldiğinde kalpler
sevgiyle, imanla, huzurla bir kat daha dolar, bereket bin kat
daha artar. Dayanışmanın, yardımlaşmanın ve kaynaşmanın
yoğun olarak yaşandığı Ramazan, şükür duygularımızın had
safhaya ulaştığı, Rabb’in nimetlerinin değerini bilmemize vesile olan, yoksulun, çaresizin halinden anlamamızı sağlayan
bereket ayıdır. Akıbetimizi tefekkür etme vaktidir...
En kıymetli erdemlerden birini, sabrı aşılar bize, nefsimizi
törpüler Ramazan. Sadece bu değil, komşuda bir tas çorba
kaynayıp kaynamadığını daha çok düşünür oluruz, bizden
başka nefislerin varlığı daha çok ilgilendirir bizi. Sadece yeme-içmeden değil; kötü sözden, boşa geçen zamandan, kalp
kırmadan, kötülükten, kibirden, riyadan, gururdan da uzak
durmaktır Ramazan orucu, Allah’ın koyduğu hükümleri
korumaktır...
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Perslerden
Romalılara,
Makedonyalılardan Yunanlara,
Hani bir de heyecanla
beklediğimiz iftar sofraları vardır; daima büyük
özenle, sevgiyle hazırlanır. Kandillerin yanmasını bekleriz sükunetle.
Aile bireylerinin, eşin,
dostun bir araya geldiği
bu anların neşesi, keyfi
bambaşkadır...
Haçlılara ve Osmanlılara, inişli çıkışlı geçen
binlerce yıllık tarihinde
İstanbul dünyanın en
önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Lakin
İstanbul’un 1453’te
fethedilmesiyle ekonomide de “yeni bir çağ”
başlamış oluyordu.
Alp dağlarından
Arap çöllerine, Atlas
Okyanusu’ndan Hazar
Denizi’ne uzanan
bir dünya imparatorluğunun bizlere
miras bıraktığı nice
değerdendir İstanbul
çarşıları. Mısır Çarşısı
ise ülkemizde “tarihî
mekan” dendiğinde ilk
akla gelen yerlerden
biridir. 1660 yılında
yapıldığı bilinen Mısır
Çarşısı, İstanbul’un en
eski kapalı çarşılarından biri olarak
kurulduğu günden bu
yana dokusundan,
öneminden hiçbir şey
kaybetmemiştir.
Ramazan’da
çarşı geleneği
Misafir rızkı ile gelirmiş, başımıza
taç ettiğimiz Ramazan da evlerimize
bereketin en büyüğünü getirir. Bu
Temmuz - Ağustos 2013
37
38
Ramazan Geldi Hoş Geldi
nedenledir ki Ramazan’ı daha özenli
bir hazırlıkla karşılar, daha cömert
olmaya çalışırız. İbn Ebiddünya der ki;
“Ramazan ayında ailenizin nafakasını
geniş tutunuz. Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama
gibi sevaptır”. Malum, Ramazan’ın
bereketini Rabb’in nimetinde görmemek mümkün değil... İstanbul’da
Ramazan alışverişinin diğer adı Mısır
Çarşısı, özellikle Ramazan ayı boyunca
hareketleniyor; en kalabalık, en renkli
zamanını ise bayram arefesinde yaşıyor. Pek çok İstanbullu için Ramazan,
birkaç gün önceden Mısır Çarşısı’nda
yapılan alışverişle başlıyor.
Anadolu’nun bin derde deva bitkilerinin, yağlarının satıldığı aktarlarıyla
meşhur Mısır Çarşısı’na, Ramazan
boyunca Medine’nin has mebrun hurmasını; hoşaflık üzümü, eriği ve hazmı
kolaylaştıran bilimum kuru meyveyi;
böbrek dostu, şifalı “gilaburu”yu; de-
Temmuz - Ağustos 2013
Feshane, II. Mahmut tarafından 1826
yılında Yeniçerilerin yerine gelen yeni orduya
üniforma dikmek için kurulmuş olan, İstanbul
Haliç kıyısındaki tarihî yapıdır. 1998 yılına kadar
bakımsız ve kullanılamaz bir haldeyken yapılan
restorasyonların ardından yok olmaktan kurtarılan
bina, günümüzde uluslararası fuar, kongre ve
kültür merkezi olarak İstanbullulara hizmet
veriyor. Feshane, bugünkü modern yapısı ve
yeşil alanlarla desteklenmiş göz alıcı güzelliği ile
özellikle Ramazan etkinliklerinin vazgeçilmezi.
mirhindi şerbeti için Hint hurmasını; pastırmanın tazesini almaya İstanbul’un dört
bir yanından ziyaretçiler akın ediyor. Ramazan’da Mısır Çarşısı geleneklerimizi
de canlandırabilmek için doğru adres.
Biraz da ağzımız tatlansın diyenlere birbirinden leziz, bin bir çeşit lokum göz
kırpıyor. A’dan Z’ye bütün iftar ve sahur ihtiyaçlarını karşılamanın mümkün
olduğu Mısır Çarşısı’nda Ramazan ayı boyunca alışveriş hengamesi bitmiyor...
Sosyalleşmenin tam zamanı
Ramazan ayının sosyal hayatımızda ve gündelik yaşantımızda etkisi ne büyüktür...
Ve İstanbul, Ramazan’da benzersiz bir atmosfere bürünür. Her köşede bambaşka
bir manevi hazla yaşanır, ama Ramazan eğlenceleri dendiğinde ilk akla gelen
yerlerden biri şüphesiz Feshane’dir. Ramazan ayının ilk gününde, ilk kandilin
yanmasıyla başlıyor Feshane’de etkinlikler.
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Tasavvuf müziğin büyüleyici nağmelerinden mehteran konserlerine,
birbirinden heyecanlı yarışmalardan
Türk Sanat Müziği’ne, geleneksel gösteri sanatlarına, şiir dinletilerine, sema
gösterilerine ve çocuk eğlencelerine
kadar oldukça renkli ve geniş bir yelpazeye yayılıyor Feshane’de Ramazan
eğlenceleri. Bir Hadis-i Şerif şöyle
diyor; “Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap
yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun
sevabından hiçbir eksilme olmaz.” Tıpkı ülkemizin dört bir yanında kurulan
iftar çadırları gibi, Feshane’de “asırlık
tatlar”ın sunulduğu toplu iftar yemekleri de oruç ibadetiyle huzur ve sükunet
içinde geçirdiğimiz saatlerin ardından
mümin kardeşlerimizle kaynaşmamızı,
Ramazan ruhunu tam anlamıyla yaşamamızı sağlıyor.
Ramazan etkinliklerinde ayrıca “bin
aydan daha hayırlı” Kadir Gecesi’ne
özel bir programla Mevlid-i Şerif ve
Kur’an-ı Kerim dinletileri de yer alıyor.
Tarihî evleri, camileri, sokakları ve
konaklarıyla Ankara’nın gözbebeği
Hamamönü, Ramazan etkinliklerinin
de merkezi. Binlerce Ankaralı her yıl
Ramazan coşkusunu burada yaşıyor,
her sokakta başka bir etkinlik düzenleniyor.
Tasavvuf müziği dinletileri, Hacivat
ile Karagöz gösterileri, orta oyunları,
sanat sergileri, açık hava sinemasında
Yeşilçam filmleri gösterimi, seğmen
ve semazenler, el ürünleri ve gıda
satış pazarları gibi büyüklere hitap
eden etkinlikler yanında çocuklar da
unutulmuyor; hokkabaz ve uzunbacak
gösterileri, şerbetçi, macuncu, pamuk
şekerci ve mısırcılar da etkinliklere
katılıyor.
Her gün farklı mahallelerden davet
edilen halk, restore edilerek müze
haline getirilen Ulucanlar’da verilen
iftar yemeğinde ağırlanıyor. 7’den 70’e
Hamamönü, yapılan restorasyonlar
ve sokak sağlıklaştırma projeleriyle yepyeni
bir çehreye büründü, 19. yüzyıl sivil mimarisini
en güzel şekilde yansıtan atmosferi, konakları,
camileri ile büyük ilgi görüyor. Hamamönü,
özellikle Ramazan ayında gerçekleştirilen başarılı
etkinliklerle başkente yeni bir soluk kazandırıyor.
herkese hitap eden Ramazan şenliklerine sadece Ankara’dan değil, çevre illerden
de pek çok insan geliyor. Burası Ankara’nın parlamenterlerinin, bürokratlarının
da Ramazan’da vazgeçilmezi.
Ramazan etkinlikleri sayesinde iftardan sahura geçen zaman manen daha
“dolu”. Müslüman kardeşlerimizle daha çok kaynaşabilelim, daha çok yardımlaşalım, kulaklarımıza daha çok Kur’an-ı Kerim çalınsın diye... Dünyevi meşguliyetimizi hafifletebileceğimiz, kendimizi Rabb’e adayabileceğimiz, üzerimize yağan
rahmetten faydalanabileceğimiz daha uygun ne zaman olabilir? Bu Ramazan’da da
iftarın, sahurun bereketinin bol olması; yüreklerin huzurla, nurla dolup taşması;
ibadetin kapısı orucun her kula nasip olması dileğiyle...
Temmuz - Ağustos 2013
39
40
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Ramazan Urfa’da
farklı yaşanır
Yahya Akman | AK Parti Şanlıurfa Milletvekili
B
ana “Ramazan’ın anlamına uygun yaşandığı bir şehir söyle” deseler hiç tereddüt etmeden “Urfa” derim. Ramazan dendiğinde insanların aklına nedense
eski Ramazanlar gelir ve başlarlar eskinin güzelliklerini anlatmaya. Oysa insanlar
Ramazan ayını anlatırken önemli bir noktayı, Müslümanların oruç tutması gibi
şehirlerin de oruç tuttuğunu gözden kaçırırlar. Eğer bugün Ramazan aylarının
ruhsuzluğundan dem vuruyorsak, eski Ramazanların daha anlamlı olduğundan
sitayişle bahsediyorsak bilinmelidir ki, Ramazanlar yine aynı Ramazan’dır fakat
şehirlerimiz aynı şehir, insanlarımız aynı insan değildir.
“O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler...” ifadesindeki gibi, güzelim
İslam şehirleri de güzelliklerini bırakıp gittiler. İnsanlar şehirleri inşa eder; işte o
güzelim insanlar şehirleri İslam ruhuyla inşa ettiklerinden şehirler de Müslümanlar
gibi oruç tutmuşlardır. “Bir şehir nasıl oruç tutar?” sorusunun cevabı burada gizlidir.
Bundan yirmi-otuz yıl önce; henüz kitle iletişim araçlarının insani ilişkileri
bozmadığı, hemşehrilik duygusunun güçlü olduğu, kadim şehirlerimizin yıkılıp
yerine apartmanların yapılmadığı, yerliliğini yitirmemiş, mimari ve sosyal hayattaki
gelenekleri devam ettiren şehirlerimiz İslami bir kimliğe sahipti.
Huzur şehri Urfa
Ramazan denince aklıma oruç tutan bir şehir olarak Urfa gelir. Urfa, Hz. İbrahim’in
memleketi olarak hep dinsel-mistik bir şehir olagelmiştir. Bugün dahi şehrin dinî
duyarlılığı oldukça yüksektir. Mezhep ve tarikatların tarih boyunca burada varlığını
sürdürmesi, şehirde güçlü bir dinî damarın oluşmasını sağlamıştır.
Temmuz - Ağustos 2013
Urfa, özellikle yaz ramazanlarında
bambaşka bir havaya bürünür. Sıcağın
verdiği rehavet oruç ile birleştiğinde,
şehirde hayat adeta durma noktasına
gelir, bütün dünyevi işler iftar sonrasına
bırakılır. Sahur ile iftar arasında kalan
zamanda insanların büyük çoğunluğu
ibadetle meşguldür. Özellikle şehrin
ruhu sayılan ve mistik bir havası olan
Balıklıgöl civarındaki camiler dolup
taşar. Bu camilerde öğlen ve ikindi
vaazları şehrin en büyük alimleri tarafından verilir. Necip Fazıl’ın;
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı
tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
mısralarında olduğu gibi şehrin camileri ve kubbelerinde “Allah bir” sedaları
yükselir, hoca efendilerin irşatları gönüllerde karşılık bulur.
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Yahya Akman - AK Parti Şanlıurfa Milletvekili
Urfa’da Ramazan’ın en güzel saatleri
ikindi ve iftar sonrası teravih saatleridir. İkindi vaktinde işinden çıkan veya
Urfa’nın sıcak havasından bunalan
insanlar hem sıcağın etkisini azaltmak hem de Ramazan’ın feyzinden
faydalanmak için Akarbaşı civarındaki
camilere, özellikle de Hasan Padişah
Cami, Dergâh ve Rızvaniye’ye koşarlar. Burada ayaklarını gölün sularına
sokarak serinlemeye çalışırken cüz
veya vaaz da dinlerler. İftardan sonra
ise camiler teravih için dolar, teravih
sonrası sahura kadar insanlar kahveleri
doldurur, sohbet ederler.
Şehrin en büyük camisi Ulu Cami’de
teravih hatim ile kılınır ve saatler sürer. 80’li yılların ortasına kadar iftar
topu bu camiden atılır, çocuklar tek
katlı geleneksel Urfa evlerinin damına çıkarak iftar topunu beklerdi. Ulu
Cami’nin minaresinden topun havalandığını gören çocuklar “Attı, attı!”
diye bağırır, top sesiyle çocukların
sesleri birbirine karışırdı.
Urfa’da bir hanede pişen yemek komşularla mutlaka paylaşılır. Fakirler başta
olmak üzere en az iki üç eve yemek gönderilir. Kadir gecelerinde ise unlu ürünlerden kızartma yapılır; ağzı açık, ağzı yumuk, içli köfte gibi etli kızartmalar üç veya
yedi kapıya dağıtılır.
Ramazan ayının gelmesiyle birlikte yaz ayı olmasına rağmen ciğer satışlarında
hiç eksilme olmaz, üstelik artar. 1 gecede 1 ton ciğer tüketiliyor desek yeridir.
Çünkü Urfa’nın her köşesinde kurulan küçük masalarda ciğer yenir. Urfa yemeklerinden bahsederken çiğköfteyi anmamak mümkün değildir. İftar
sofralarımızın vazgeçilmezidir. Sair zamanlarda sıra gecelerinin olmazsa olmazı
olan çiğköftenin yumurtalı ve mercimekli türleri de genellikle yaygın şekilde öğün
yemeği olarak tüketilir. Urfa yemeklerinin belki en zor yapılanlarından birinin
borani olduğunu belirtelim. Urfa’nın ünlü yemekleri arasında lebeni çorbası, içli
köfte, dolma, sarma ve daha yüzlerce çeşit yemeği zikretmek mümkündür. Yine
şıllık tatlısı, peynirli kadayıf gibi birçok tatlıyla süslenen Ramazan sofraları, tadılmadıkça anlatılması güç lezzetlerdir. Bunlar için Ramazan’ın bazı günlerinin
Urfa’da geçirilmesini tavsiye etmekle yetinelim.
Urfa ramazanlarının vazgeçilmez içeceği ise meyan şerbetidir. Halk ağzında
biyambalı olarak teleffuz edilen meyan kökünden yapılan şerbet, “mide doktoru”
olarak tanımlanır.
Urfa’da Ramazan ayının kendine mahsus bir ritüeli vardır. Bu ritüel bugün
geçmişte yapılanları birebir karşılamasa da derinden derine geleneği devam ettirmektedir. Diyebiliriz ki, Ramazan aylarındaki bu gelenek Osmanlı kültür ve sosyal
yaşantısının bir devamıdır. Zira Urfa, musiki ve gazel kültürüyle, sosyal yaşamıyla
bugün dahi Osmanlı mirasını devam ettiren nadir şehirlerimizden biridir. Nasıl ki
Osmanlının başkenti İstanbul’da bir zamanlar Ramazan eğlence havasında zevk ve
şekille kutlanıyordu ise, Urfa’da da aynı şekilde kutlanmış, halen de kutlanmaya
devam etmektedir.
Müslümanların oruç tuttuğu gibi şehirlerin de oruç tuttuğu dönemleri yaşamış
biri olarak, oruçlu şehirler inşa etmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Urfa’da iftar sofraları
Her yıl Ramazan ayının gelmesiyle
birlikte Urfa’da tatlı telaş sahur saatine
kadar devam eder. Özel iftar yemekleri
hazırlanır, ciğer tezgahları kurulur,
tatlılar, kızartmalar yapılır...
Temmuz - Ağustos 2013
41
42
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Yenilikçi mimarinin sadelik ve
huzurla buluşması
TBMM Camii
Yazı ve Fotoğraflar: Elif Çelik
TBMM Camii, tüm geleneksel
öğeleri incelik ve özenle yeniden
yorumlayarak modern mimariye
eşsiz bir örnek sunuyor.
Temmuz - Ağustos 2013
TBMM
kampüsünün güney yakasında yer alan
Meclis Camii, oldukça mütevazı ve sade
olmasına rağmen en çok göze çarpan ve hakkında yorum
yapılan modern dinî yapılardan biri. Bunda caminin içinde
yer aldığı TBMM kompleksinin neoklasik tarzdaki anıtsal
yapısından tamamen uzak, yenilikçi ve gelenekselden ayrılan mimarisinin katkısı büyüktür şüphesiz. İnşasına 1987
yılında başlanıp 1989’da tamamlanan caminin mimarları
Behruz ve Can Çinici, bu benzersiz mimarlık örneği ile 1995
yılında “Ağa Han Mimarlık Ödülü”ne layık görülmüş. Bu
Ramazan Geldi Hoş Geldi
ferleriyle birlikte içindeki balıklara doğala yakın bir yaşam
ortamı sunmakla kalmıyor, camiye gelenler için ferahlatıcı,
iç açıcı güzellikte bir karşılama sağlıyor.
“Alıntıyla tasarlama”
uluslararası ödül, İslam kültür ve geleneğini çağdaş yorumla
buluşturan başarılı tasarımlara verilmesi bakımından önem
taşımaktadır.
TBMM Camii, sadece özgün mimarisi değil, aynı zamanda ciddi duruşu ve sembolizmi bakımından da önemlidir.
Cami ana Meclis binasından ilerleyen yaya yolunun sonunda, halkla ilişkiler binasının karşısında yer alan üçgen
şeklindeki bir ön avlunun güney kenarına inşa edilmiş. Bu
avlunun doğu köşesinde, yine üçgen biçiminde küçük bir
havuz yer alıyor. Havuz, seyrek de olsa sazlıkları ve nilü-
“Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe îmân
eden ve namazı ikame eden ve zekât veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların böylece
hidayete erenlerden olması umulur. (Tevbe Suresi, 18. ayet)”
TBMM Camii, mimarlar Behruz ve Can Çinici’nin Hz.
Muhammed’in (s.a.v.) hayatından etkilenerek tasarladıkları
bir eserdir. Caminin bir kısmı klasik bir bina tasarımından
farklı olarak eğimli ama yüksek olmayan bir tepenin içine
gizlenmiştir. Bu, mimarların topraktan yapılmış Mescid-i
Nebevi’den esinlenerek oluşturduğu mütevazı bir tasarım
örneğidir. İlk “peygamber mescidi”nde Hz. Muhammed,
Bilali Habeşi’ye ilk ezanı tepeye çıkıp okumasını söyler. Ne
kubbe vardır, ne de minare... TBMM Camii, işte bu ilk örneğe
uygun ayrıcalıklı bir felsefenin ve simgeselliğin ürünüdür.
TBMM Camii, çağcıl bir mimari dil kullansa da geleneksel
öğeleri koruması bakımından oldukça başarılı bir tasarımdır.
Geçmişten bugüne gelen cami mimarisi öğelerine karşıt olarak mihrap, kubbe ve minare gibi öğeler mimarlar tarafından
soyutlaştırılarak tasarlanmıştır. Böylece alışılmış İslami
motifleri kullanmak yerine en temel unsurlardan ve konseptlerden faydalanılan mükemmel bir sentez sunmaktadır.
Caminin mimarisi, uzaktan bakıldığında basamaklı piramit (zigurat) izlenimi veriyor. Binanın sol yanındaki duvarlar
ise yine basamaklı yapısıyla piramit görüntüsünü tamamlıyor. Bu basamaklı yapı, en ihtişamlı örneğini Süleymaniye
Camii’nde görebileceğimiz, klasik Osmanlı mimarisinin
Temmuz - Ağustos 2013
43
44
Ramazan Geldi Hoş Geldi
piramit oluşturan bir büyük ve birkaç
küçük kubbe tasarımının bir soyutlaması olarak yorumlanabilir.
Ca minin mima risine “a lınt ıyla
tasarlama” dedikleri yöntemle imza
atan Behruz ve Can Çinici, cami yerine “TBMM Meydan-İbadet-Kitaplık”
ismini kullanmayı tercih etmiş. Üçgen
şeklindeki ön avlunun batı köşesi,
aynı zamanda cami ile kütüphanenin
birleştiği noktayı teşkil ediyor. Burada
yer alan iki katlı kare balkon, minareyi simgeliyor. Sembolik minareye,
caminin içindeki merdivenle çıkmak
mümkün. Bu yapının arkasına Behruz
Çinici’nin kendi diktiği kavak ağacı,
klasik camilerdeki minare gibi yükselerek geleneğe yeni ve benzersiz bir
soluk getiriyor.
Temmuz - Ağustos 2013
Caminin
en kendine
has unsuru, ne
geleneksel cami
mimarisinde
ne de modern
örneklerinde
görebileceğimiz
giriş kapısı.
Geleneğe göz kırpan özgünlük
Mimarlar geniş bir avlu, birbiriyle açı oluşturacak şekilde
birleşen cami ve kütüphane tasarımında külliye mimarisini
örnek almış. Özellikle Osmanlıda örneklerini gördüğümüz
külliyeler; camii, medresesi ve kütüphanesi ile hem aklı hem
de kalbi doyuran, hayatın her alanını kuşatan bütüncül bir
yaklaşımın ürünüdür. Behruz ve Can Çinici’nin mimarlık
dehası, bizi bu gelenekle buluşturur.
Yapının yüksek olmaması, merdivenlerden dış süsleme
detaylarına, temsili kubbeden minareye kadar her detayın
basamaklı olması ve dolayısıyla karşıdan bakıldığında sırf
yatay çizgiler halinde görünmesi, TBMM’nin genel anıtsal
mimarisinden ayrılan bir denge unsurudur. Caminin hem
içinde hem de dışında betonarme üzerine herhangi bir
kaplama yapılmamasından dolayı ağır basan renk gridir. İç
dekorasyonda halının ve duvarlardaki ayetlerin mavi olması
ise gri rengin hakimiyetini biraz olsun dengeler.
Caminin en kendine has unsuru, ne geleneksel cami mimarisinde ne de modern örneklerinde görebileceğimiz giriş
Ramazan Geldi Hoş Geldi
kapısı. Üzeri markiz ile kapanan kapının renkleri, desenleri
ve dikey dizaynı da caminin genel dengesinden farklılaşmış.
Caminin namazgahı dikdörtgen planlı, kıble duvarına
paralel ve birkaç basamakla kot farkı oluşturan iki kat olarak tasarlanmış. Namazgahın erkek safı daha geniş olan ön
kısımda yer alırken kadın safı basamaklı katta düşünülmüş.
Bu iki kısım, sade bir paravan ile birbirinden ayrılıyor.
Dikdörtgen planlı namazgahın doğu, batı ve kuzey duvarlarından tavana ilerleyen basamaklar, piramidal mimarinin
içeriden de fark edilmesini sağlıyor. Yukarı bakıldığında
piramidin tepe noktası, caminin en yüksek yeri olarak kubbe
izlenimi veriyor. Burada yer alan kare şeklindeki avize, klasik
parlak ve ihtişamlı örneklerinden farklı olarak tam bir tevazu
örneği, caminin her bir detayı gibi sade, kare şeklinde bir
ışıklandırma platformu olarak tasarlanmış.
Caminin minberi ahşaptan yapılmış ve yine geleneksel
olandan farklı bir formda tasarlanmış. Diğer pek çok örneğine oranla üzerinde daha az süsleme olan minber, Selçuklu
dekorasyon öğelerinin bir soyutlaması gibidir.
Caminin kıble duvarındaki mihrap tamamen camdan
yapılmış. Bu tür transparan bir öğe kullanılması, tıpkı
kubbe ve minarede olduğu gibi geleneksel mihrap formuna
da başarılı ve eşsiz bir yorum katmaktadır. Cam mihrap ve
kıble duvarındaki geniş pencereler aracılığıyla cami içinde
gün ışığından faydalanmak mümkün. Ayrıca bu cam duvarın arkasında, mimarlar tarafından camide ibadet edenlere
cenneti hatırlatması amacıyla yapılan gömülü bir bahçe ile
şelaleli havuz yer alıyor. Huzur dolu bir atmosfer oluşturan
bu cennet bahçesi, basamaklı yapısıyla piramit şeklindeki
sembolik kubbenin yerdeki izdüşümü olarak tasarlanmış.
Namazgahın batı duvarında yer alan İbrahim suresi 40.
ayet diyor ki; “Rabbim! Beni namaza devam eden bir kimse
eyle. Soyumdan da böyle kimseler yarat. Rabbimiz! Duamı
kabul eyle.” Allah’ın vecdinden, tevhidden başka her şeyin
gelip geçici olduğu dünyevi hayatımızda, uhrevi huzuru
bulduğumuz yerler camilerimiz... TBMM Camii de siyasi
atmosferin ortasında etrafını aydınlatan bir kandil gibi.
Temmuz - Ağustos 2013
45
46
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Benim için Ramazan...
Özcan Yeniçeri
Hülya Güven
MHP Ankara Milletvekili
CHP İzmir Milletvekili
Ramazan insanın egolarından arındığı,
karşısındaki kişilerle en yüksek seviyede
empati kurduğu mübarek bir aydır. İnsan
kendisinin sahip olduğu imkanlara ulaşamamış kişilerin ihtiyaçlarını ve sıkıntılarını Ramazan’da daha iyi fark eder, onlara
yardım elini uzatır. Bu mübarek ayda siyasetçilerin de birbirlerini daha iyi anlama, algılama konusunda üst düzeyde gayret sarf etmelerini
gönülden diliyorum. Ramazan ayının sadece yeme içmeden kesilme
değil, iftira, nifak ve fitneden de uzak durma açısından ciddi katkılar sağlayacağını düşünüyorum.
Ramazan insanların barış, kardeşlik ve
Celal Dinçer
CHP İstanbul Milletvekili
Ramazan insanların kendilerini Allah’a
daha yakın hissettikleri, ibadetlerine yoğunlaştıkları, hayırda ve sevapta birleştikleri
kutsal bir aydır. Yoksulların ihtiyaçlarının
karşılandığı, toplumsal dayanışmanın yaşandığı Ramazan ayı birlik ve beraberliği
sağlamaktadır. İçinde bulunduğumuz bu
sıkıntılı günlerde Ramazan’ın toplumumuzu
birleştirecek, bir araya getirecek bir ay olmasını
temenni ediyorum. Son yıllarda Ramazan’ı siyasete alet edecek
bazı çalışmalar yapılıyor. Örneğin iftarlar görsel bir şölene dönüştürülüyor, lüks otellerde yemekler düzenleniyor, iftar çadırları
kuruluyor, birdenbire fakir fukara akıllara geliyor. Siyasi rant elde
etmeye yönelik bu tür faaliyetleri doğru bulmuyorum. Yardımlar
insanları rencide etmeden, gönüllerini kırmadan yapılmalı, gizli
olmalı. Ayrıca bu kutsal ayda insanlar birbirlerinin yaşam biçimine
saygı göstermeli. Mesela Ramazan’da oruç tutmayanlar, tutamayanlar olabilir; bu insanları dışlamamak lazım. Herkes inandığı
gibi yaşamalıdır, Türkiye’de artık din ve vicdan özgürlüğü tam
olarak yerleşmelidir. Ramazan ayı karşılıklı saygı, dostluk, kardeşlik içinde geçmelidir. Herkes söylemine ve tavrına dikkat etmeli,
konuşmalarda barış ve sevgiye vurgu yapılmalıdır. Bir başka önemli
konu da herkesin başını öne eğip yaptıklarının doğru mu yanlış mı
olduğunu değerlendirmesi, vicdan muhasebesi yapmasıdır.
Temmuz - Ağustos 2013
dostluk içinde bir arada olduğu, ayrımcılığın kalktığı bir ay. Ramazan’la ilgili
özellikle çocukluk yıllarıma ait çok güzel
anılarım var. Çocukluğum babamın mesleği nedeniyle birçok ilde geçti. Anneannem
Isparta’da, babaannem Afyon’da yaşardı.
Dolayısıyla Ramazan günlerini Anadolu’nun
pek çok yerinde geçirme fırsatım oldu. Babaannemin sahurda hamur açıp katmer yaptığını, komşularımızla birlikte
çok keyifli, eğlenceli sahur ve iftar yemekleri yediğimizi hatırlıyorum. Herkes bir şeyler hazırlardı ve hep birlikte yenirdi. Bir başka
güzel anım Samsun’da çalıştığım döneme ait. Yaklaşık 15 yıl önce
Samsun’daydım. Sahura kadar herkes sokakta olurdu. İnsanlar
dostluk içinde birbirlerini selamlardı, herkesin yüzü gülerdi. Geçenlerde Samsun’a gittiğimde bu Ramazan geleneğinin devam edip
etmediğini sordum. Aynı şekilde devam ettiğini söylediler. Bu çok
güzel bir şey. Ramazan aylarının bu şekilde dostluk içinde geçmesini, ayrımcılık olmamasını diliyorum.
Mehmet Galip Ensarioğlu
AK Parti Diyarbakır Milletvekili
Ramazan ayı rahmet ve mağfiret ayıdır.
İnsanların birbirini daha iyi anlayabilmesini ve birbirine daha merhametli yaklaşabilmesini sağlayan bir aydır. Ramazan
barış, huzur, selamet ayıdır. İnsanların
kötülükten arınıp iyilikten, sulhten, birlik
ve beraberlikten yana adım attığı bir aydır.
Ramazan’ın, manasına uygun bir şekilde kutlanması gerekir. Bugün ülkemizde nazik bir süreçten geçiyoruz. Ramazan ayının ülkemizin barışına, huzuruna, birlik ve beraberliğine
katkı sağlamasını temenni ediyorum.
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Ali Şahin
Haluk Yıldız
AK Parti Gaziantep Milletvekili
20. Dönem Kastamonu Milletvekili
Ramazan ayı insanlar için fiziksel, psikolojik ve sosyolojik açılardan pek çok mesaj
içerir. Bir kere oruç ibadetiyle bedenin yenilenmesi, enerji ve direnç kazanması söz
konusudur. Bilimsel çalışmalar da bunu
ortaya koymuştur. Nefsin terbiye edildiği
Ramazan ayı, farklı coğrafyalarda açlık ve
kıtlık içinde yaşayan insanların halinin daha
iyi hissedilmesi, ihtiyaç sahiplerine yardım edilmesi açısından da bizlere önemli mesajlar vermektedir. Müminler
olarak Ramazan ayını her yıl büyük mutlulukla karşılıyoruz. Bu
mübarek günlerde fiziksel, psikolojik ve sosyolojik anlamda yenilenmenin huzurunu yaşıyoruz. Paylaşma, dayanışma, hoşgörü ayı
Ramazan’ın kıymetini bilmeliyiz.
Ramazan oruç ibadetini yerine getirdiğimiz,
Sena Kaleli
CHP Bursa Milletvekili
Ramazan, nefis terbiyesinin yanı sıra
birbirimizi anlama, birbirimizin kıymetini
bilme, değer ve inançlarına saygı gösterme,
haklarını teslim etme açısından da önemli
bir ay. Ramazan’da ruhani hava içinde herkesin birbirine saygıyla yaklaştığı, karşılıklı anlayış
ve hoşgörünün olduğu bir dönem yaşanıyor. Toplum olarak birlik
ve bütünlüğümüzü, vicdanımızı, aklımızı birleştiren bir ay olmasını diliyorum.
Mesut Dedeoğlu
MHP Kahramanmaraş Milletvekili
“11 Ayın Sultanı” Ramazan, pek çok açıdan
büyük önem taşıyor. Oruç ibadetimizi yerine
getirdiğimiz bu mübarek ay, nefsin terbiye
edilmesinin yanı sıra milletimizin en güzel hasletleri arasındaki yardımlaşma ve
dayanışma duygusunun en yoğun biçimde
yaşanmasına vesile oluyor. Bu mübarek ayda
insanlar birlik ve beraberlik içinde ibadetlerini yerine getirmenin huzuru ve mutluluğunu
yaşıyor. Oruç tutmak, açlık çeken insanların halinin daha iyi hissedilebilmesini sağlarken vücudun dinlenmesi ve yenilenmesi için de
bir fırsat yaratıyor. Milletimizin ve İslam aleminin mübarek Ramazan ayı ve bayramını en içten duygularımla kutluyorum.
vücudun dinlenmesi ve ruhun arınmasıyla
birlikte huzur bulduğumuz, yardımlaşma
duygusunun manevi olarak içimizi ısıttığı mübarek bir ay. Ramazan ayında hep
çocukluk yıllarım aklıma gelir. Çocukluğum Kastamonu’nun Taşköprü ilçesine
bağlı Yazıköy’de geçti. İftar vakti evimizin
üst katına çıkıp şerefe ışıklarının yanmasını
bekler, ezan okunmaya başlayınca hemen koşup evdekilere haber
verirdik. O zamanki heyecanımızı hâlâ unutamıyorum. Bayramlar çok güzel geçerdi. Bayram namazı için Taşköprü’ye giderdik.
Namazdan sonra herkes akrabaları, eş dostları tarafından davet
edilir, evlerde bayram yemekleri yenirdi. Bayram eğlenceleri çok
güzel olurdu. Ankara’da geçen üniversite yıllarımızda bayramlarda
mutlaka memleketimize gider, büyüklerimizin elini öperdik. Tüm
bunlar bugün bizim için çok güzel birer hatıra. Çocuklarımıza da
bu duyguları yaşatabiliyorsak, mübarek Ramazan ayının manasını anlatabiliyorsak bunun mutluluğu ve huzurunu hissediyoruz.
Ramazan’ın tüm insanlara sağlık, huzur ve barış getirmesini
Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
Halil Mazıcıoğlu
AK Parti Gaziantep Milletvekili
Ramazan ayı birlik, beraberlik ve kardeşliğin
en yoğun yaşandığı dönemdir. Bu mübarek
ayı fırsat bilerek kırgınlıkların, kötü söylemlerin bitmesi gerektiğine inanıyorum.
İçinde bulunduğumuz günlerde ülkemizde yaşanan olayların yurt dışında çok
farklı bir şekilde algılanması bizi üzüyor.
Gaziantep’te ziyaret ettiğim sanayiciler, yurt
dışındaki müşterilerinin arayıp “Orası yangın
yerine dönmüş. Sizin durumunuz nasıl?” diye sorduklarını anlattılar. Bunu duymak beni çok mutsuz etti. Çünkü ülkemizde böyle bir
tablo yok, ama maalesef her yer yakılıp yıkılıyor gibi bir görüntü
yaratılıyor. Mübarek Ramazan ayının tüm bu kötü söylemlerin, tartışmaların, kavgaların sona ermesine vesile olmasını diliyorum. İnşallah ülkemiz refah içerisinde, hak ettiği düzeyde bir yaşantı sürer.
Birlik ve beraberlik içinde hep birlikte nice Ramazanlara erişmemizi diliyorum. Yalnız bayram günlerinde değil, her zaman büyüklerimizin yanında olmamız, onlara sevgi ve saygımızı göstermeyi
unutmamamız gerektiğini de bir kez daha ifade etmek istiyorum.
Temmuz - Ağustos 2013
47
48
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Ali Öz
Şamil Tayyar
MHP Mersin Milletvekili
AK Parti Gaziantep Milletvekili
Ramazan, “11 Ayın Sultanı” olarak addettiğimiz, Müslümanlar ve İslam dünyası için çok
büyük önem taşıyan bir ay. Nefsin terbiye
edildiği, dayanışma ve yardımlaşmanın en
güzel örneğinin verildiği, gönüllerin ibadetle süslendiği ve taçlandığı, insanın her
türlü günahtan kendini arınmak zorunda
hissettiği bu mübarek aya erişmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Ülkemizin içerisinde bulunduğu durumu da dikkate aldığımızda Ramazan ayının mağfireti
ve bereketinden en iyi şekilde yararlanmanın herkes için son derece
anlamlı olduğuna inanıyorum. Tüm Türk ve İslam aleminin mübarek Ramazan ayı ve bayramını en kalbî duygularımla kutluyorum.
Ramazan ayı kardeşlik ve yardımlaşma duy-
Mehmet Şükrü Erdinç
AK Parti Adana Milletvekili
Ramazan insanların birbirine her zamankin-
den daha fazla sevgi, hoşgörü ve merhametle
yaklaştığı mübarek bir ay. Bu dönemde
yardımlaşma ön plana çıkıyor. Bu durum
birlik ve beraberliğimiz açısından büyük
önem taşıyor. Ramazan aylarında ülkemizde çok güzel bir hoşgörü ve samimiyet
iklimi oluşuyor, dostluk ve kardeşlik ilişkileri
gelişiyor. Ramazan ayının ülkemize ve tüm Müslümanlara hayırlı olmasını diliyorum.
Mustafa Şahin
AK Parti Malatya Milletvekili
Ramazan rahmet, bereket ve mağfiret ayıdır.
Cenab-ı Allah’ın bize bahşetmiş olduğu Ramazan ayı, nefis terbiyesi, sosyal dayanışma
ve açın halinden tokun anlaması açısından
çok güzel bir fırsat. Yardımlaşma bu rahmet ayının bereketi içinde yapıldığında
biraz daha ehemmiyet kazanıyor. Ramazan
ayında Malatyamızda vatandaşlarla bir araya
geliyoruz ve fakir ailelerin iftar sofralarına misafir oluyoruz. Hem hasbihâl ediyoruz hem de dertlerini dinleyip
çözüm bulmaya çalışıyoruz. Mübarek Ramazan ayımızı vatandaşlarımızla ve sivil toplum kuruluşlarımızla birlikte dolu dolu geçirmenin gayreti içinde oluyoruz.
Temmuz - Ağustos 2013
gularının en fazla yoğunlaştığı dönemlerden
biri. Vatandaşlarımız oruç ibadetini yerine
getirirken aynı zamanda bir toplumsal dayanışma örneği sergileyerek ihtiyaç sahiplerine yardım eli uzatıyor. Milletimizin en
güzel hasletlerinden biri olan yardımlaşma
duygusu Ramazan ayında diğer dönemlere
göre daha fazla hissediliyor. Siyasetçi olarak
bizim de toplumdaki bu hassasiyetin, yardımlaşmanın dışında kalmamız tabii ki mümkün değil. Biz de iftarlarda, sahurlarda vatandaşlarımızla bir araya geliyoruz. Bu güzel ortamlardaki sohbetler
hem sorunları dinleme imkanı yaratıyor hem de gerçekten yardıma
muhtaç olan vatandaşlarımızın tespitine ve onlara yardım etme
işine vesile oluyor.
Dünya değişiyor, teknoloji hızla gelişiyor. Bu süreçte haliyle
Ramazan kutlamaları da geçmişe göre farklılaşabiliyor. Eski Ramazanlardaki canlılığı özellikle büyük kentlerde göremeyebiliyoruz.
Halbuki Türkiye hızla gelişip değişirken kendi geleneklerini de
koruyabilir. Japonya örneğinde olduğu gibi dünyada bunu başarabilmiş ülkeler var. Ramazan ayının bu konudaki tartışmalara da
ışık tutmaya vesile olmasını diliyorum.
Nuri Uslu
23. Dönem Uşak Milletvekili
Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de Ramazan’ın
ayların en hayırlısı olduğunu söylüyor. Peygamberimiz “Allah’ım Recep ve Şaban ayını
bize bereketli kıl ve bizi Ramazan ayına
ulaştır” diye dua ediyor. Ramazan ayı ve bu
aydaki Kadir Gecesi biz Müslümanlar için
çok önemli. Kur’an-ı Kerim “Kadir Gecesi
bin aydan hayırlıdır” diyor. Bu denli önemli
ve güzel bir gece. Ramazan’a ve Kadir Gecesi’ne
ulaşabiliyorsak çok mutlu olmamız, dua etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ramazan ayını bütün Müslüman kardeşlerimiz gibi
mümkün olduğunca iyi değerlendirmeye, ibadetlerimizi en iyi
şekilde yerine getirmeye gayret gösteriyoruz. İletişimin çok ileri
düzeyde olduğu günümüzde Ramazan’la ilgili çok güzel sohbetler,
konferanslar oluyor, bunlardan istifade ediyoruz. Aslında sadece
Ramazan’da değil, bütün aylarda bu dünyadaki işlerimizi yaparken
kendimizi öbür dünyaya hazırlamamız gerekiyor.
Ramazan Geldi Hoş Geldi
İnsan ve Oruç
Oruç, ruhun sesi gelir her yıl
Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize
Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi
Yapılır örtülür uçurumları yakan dualardan
Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer
Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen
İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden
Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına
Sezai Karakoç
Temmuz - Ağustos 2013
49
50
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Yıktın perdeyi
eyledin viran
Varayım sahibine
haber vereyim
heman
Cahit Yıldız
Off hay hak
Çiçeklerle süslenmiş bahara
benzer perdemiz
Seyredenler zevk alır gülzâra
benzer perdemiz
Temmuz - Ağustos 2013
F
ransız filozof Henri Bergson’a göre “gülme” bir grupla
ortaya çıkar ve diğer gülenlerle bir anlaşmadır. Bunun bir
dokunulmazlık alanı yarattığını söyleyebiliriz. Mizah “gülen” insanları dokunulmaz bir alana taşıyıverir. Neden, neye
gülündüğünü anlamayanlar veya grubun dışındakiler de o
alana girmiştir artık. İnsan, bu büyük anlaşmaya muhtaçtır.
Bizler de yüzyıllarca mahalle aralarına sızmış Karagöz oyunlarıyla o dokunulmazlık alanına girdik ve büyük anlaşmaya
dahil olduk. Özellikle Ramazan akşamlarının en neşeli misafirleriydi Karagöz ile Hacivat. Hem bir gündem takibi hem
de sıkı bir birliktelikti. Türkler ithal ettikleri gölge oyununu
Karagöz’e dönüştürerek kendi sesinin önemli bir öğesi haline
Ramazan Geldi Hoş Geldi
getirdi. Büyük anlaşma zamanla Karagöz oldu bizim için, Karagöz halk oldu.
Gölge oyununun ülkemize nereden,
nasıl geldiği konusunda farklı iddialar
var. Bazı araştırmacılar bu oyunun
Çin’den, bazıları Hindistan’dan batıya
göç eden Çingeneler yoluyla geldiğini
savunur. Bir diğer iddiaya göre ise gösteri sanatlarımızın birçoğu gibi gölge
oyunu da 15. yüzyılda İspanya’dan
Türkiye’ye göç eden Museviler aracılığıyla gelmiştir. Bu konu hakkında
en güçlü iddianın sahibi Metin And’a göre gölge oyununun Mısır’dan geldiği
ispatlanmıştır. 1517’de Mısır’ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim, Memlük Sultanı II.
Tumanbay’ı astırır. Nil üzerinde Roda adasındaki bir sarayda, bir gölge oyuncusunun Tumanbay’ın asılışını canlandırdığını gören Sultan Selim, bu gösteriyi çok
beğenmiş ve oyuncuya bazı hediyeler verdikten sonra onu İstanbul’a davet etmiş.
Evliya Çelebi’den öğrendiğimize göre ise bir yüzyıl sonra, yani 17. yüzyılda Karagöz
son biçimini almış. Evliya Çelebi, Karagöz ile Hacivat’ın adını andığı gibi oyunların
konuları, perde gazelleri ve dönemin ünlü oyuncuları hakkında da bilgiler verir.
Burada cevaplanmaya açık bir başka soru da Karagöz ve Hacivat’ın gerçek kişiler
olup olmadığıdır. Farklı rivayetlerin ortak noktası bu karakterlerin gerçekte yaşamış olduklarını gösteriyor. Bir söylenceye göre Orhan Gazi döneminde yaşayan
duvarcı Karagöz ve demirci Hacivat, Bursa’da bir caminin yapımında çalışırlar,
Temmuz - Ağustos 2013
51
52
Ramazan Geldi Hoş Geldi
16.
yüzyılda
İstanbul’a
fakat uzun atışmaları sebebiyle kendileri çalışmadıkları gibi
diğer işçileri de oyalarlar. Caminin yapımı bir türlü bitmez
bu sebepten. Ve sonunda Padişah kellelerinin alınmasını
emreder. Halk bu duruma çok üzülür ve bir zaman sonra
Orhan Gazi de yaptığına pişman olur. Şeyh Küşteri adında
birinin Hacivat ile Karagöz’e yakın olduğunu öğrenen Padişah, ondan bu kişilerle ilgili bilgi almak ister. Bunun üzerine
Şeyh Küşteri bir perdenin ardından ışık yansıtıp çarıklarını
oynatarak Padişah’a bir gösteri sunar. Bunun ilk Karagöz
gösterisi olduğu söylenir ve bugün de Karagöz perdesi “Küşteri Meydanı” olarak anılır.
Diğer rivayetin kaynağı ise yine Evliya Çelebi. Evliya
Çelebi’ye göre Efelioğlu Hacı Eyvad, yani Hacivat, Selçuklular zamanında Mekke’den Bursa’ya gidip gelen Yorkça
Halil isminde tanınmış biridir. Karagöz ise İstanbul Tekfuru
Konstantin’in seyisi Kıptî Sofyozlu Bali Çelebi’dir. Yılda
bir sefer Tekfur onu Selçuklu Sultanı Alaeddin Selçukî’ye
gönderir, Karagöz de bu seferler sırasında Hacivat’la buluşup konuşur. Herkesin ilgisini çeken konuşmaları hayal-i
Temmuz - Ağustos 2013
gelen gölge
oyunu
Türkiye’de
Karagöz’e
bürünmüş
ve önce
İstanbul’da
daha sonra
Osmanlı’nın
hakim
olduğu tüm
topraklarda
zirveye
ulaşmıştır.
Gölge oyununu
çok renkli,
hareketli,
mizah yüklü
bir gösteriye
dönüştüren
Türk sanatçıları
oyuna kendine
has özellikler
katar.
zıll sanatçıları, yani gölge oyuncuları
tarafından oynatılmaya başlar. Evliya
Çelebi’ye göre böylece Karagöz ile
Hacivat Türk gölge oyununun baş
kahramanı haline gelir.
Yâr bana bir eğlence
medeeett!
16. yüzyılda İstanbul’a gelen gölge
oyunu Türkiye’de Karagöz’e bürünmüş ve önce İstanbul’da daha sonra
Osmanlı’nın hakim olduğu tüm toprak larda zirveye ulaşmıştır. Gölge
oyununu çok renkli, hareketli, mizah
yüklü bir gösteriye dönüştüren Türk
sanatçıları oyuna kendine has özellikler katar. 17. yüzyılda son biçimine
kavuşan Karagöz giderek yaygınlaşır.
Çeşitli şenliklerde kukla ve hokkabazlığın yanı sıra artık Karagöz de gösterilir ve izleyicinin beğenisini kazanır.
Halkın çabucak benimsediği bu oyun,
toplumun heterojen yapısını, aykırı
veya kusurlu öğelerini bir araya getiren
ilişkileri sayesinde hemen kana karışır.
Kaba saba, belki bazen açık saçık, çok
dilli, modern tabirle çok kültürlü bir
yapısı olan ve bilgiçlik taslayan mizahi
konuşmalarla harmanlanan oyun büyük küçük herkesin ilgisini çekmeye
başlar. Hem şehzade ve zengin çocuklarının sünnet düğünlerinin vazgeçilmezi olur hem de her çeşit şölende ve
Ramazan gecelerinde halkın en rağbet
ettiği gösteri haline gelir.
Peki, ne anlatır Karagöz? Neden bu
kadar etkilidir? Şu an elimizde olan
Karagöz oyunlarının hepsi ne yazık
ki Tanzimat sonrası metinlerdir. Bu
bakımdan Tanzimat öncesi Karagöz
oyununun ne anlattığına seyyahların
notlarından toplanılan ip uçları yoluyla fikir edinebiliyoruz. Bazı yabancı
seyyahların metinlerinde Karagöz’ün
açık saçık, ağıza alınmayacak hikayelerle (sözlerle değil) dolu bir gösteri
olduğuna dair bilgiler mevcut. Fakat
Ramazan Geldi Hoş Geldi
rumu yansıtır. Sanki Karagöz alaya alınır, ama her seferinde rezil olan Hacivat’tır.
Karagöz, Unspeaking Turk’tür:
Hacivat: Ahh efendim benim de bir arkadaşım olsa, edebiyattan anlasa, musikiye
vâkıf olsa, dünya ahvalinden bahsetsek, eli temiiiz, yüzü temiiiz, sözleri tatlııı...
Karagöz: Hoş geldin muşmula suratlı!
Durum budur. Hacivat hüsrana uğrar. Ne dese, ne yapsa onun o üst perdeden
kavrayış tarzı Karagöz’den sürekli dayak yemesine sebep olur. Çünkü Karagöz halktır ve hesapsızdır. Hacivat’ın bazı kaygıları tuhaf gelir ona. Kullandığı yabancı kelimeleri anlamazdan gelir ve kavga çıkarır nihayetinde.
Yalnız, Karagöz oyunu gerçeği yansıtma peşinde değildir. O eğlendirmek, şaşırtmak ister. Bir konu bütünlüğü yoktur. Küçük parçaları ardı
arkası gelmez bir yoğunlukla sunar izleyiciye. Esas olan doğaçlamadır ve günlük
olaylara mizahi bir dille yaklaşır. Kimi zaman siyasi taşlamalar, kimi zaman da
halkın gündemine giren toplumsal hadiseler yeni tiplemelerle zenginleştirilerek
alay konusu edilir. Sonra perde söner. Hayal perdesi söner ve gölgelerin büyüsünden
sahur sofralarına dağılır insanlar.
One man show: Hayalî
araştırmacılar bu yabancı seyyahların
olsa olsa pazar yerlerindeki köşe başı
Karagözcüleri izlediğini söyleyerek
yanıldıklarını savunur. Bu bizce çok da
önemli değildir. Hikayelerin açık saçık
olmasından daha önemlisi Karagöz’ün
bir tür iletişim aracı işlevi görmesidir.
Karagöz sanki bir gazetedir. Oyunun
karakterleri her fırsatta mizahın sivri
diliyle dönemin en çarpıcı hiciv örneklerini sergiler. Bunlar halk arasında
günlerce konuşulur. Cahil, kaba-saba,
laf anlamaz Karagöz’ün, okur-yazar,
kurnaz ve bilgiç Hacivat’la yaptığı
söylence saray ile halk arasındaki du-
Karagöz oyunu yüzlerce detayı, oyunun her bir aşaması için ayrı ayrı ele alınması
gereken birçok faktörü bir arada bulunduruyor. Ama Karagözcü, yani Hayalî bu
işin temel noktasıdır. İyi bir Hayalî yoksa asla iyi bir oyun da yoktur. A’dan Z’ye
işin yönetimindedir. Senaryonun tüm öğelerini hazırlar ve oyun sırasında bazı
doğaçlama değişiklikler yapar. Müzikleri hazırlar, tef, düdük çalar, şarkı söyler. Baş
aktördür, erkek, kadın, yaşlı ve çocuk onlarca karakteri, her bir tipi yaşına, özelliklerine göre seslendirir. Deve veya manda derisinden yapılan tasvirleri çizer, keser,
deliklerini açar ve eklem yerlerini bağlayarak onları boyar. Işık ve ses efektlerini
düzenler. Perdeyi kurar ve “hayyyy hakk” diyerek oyunu açar.
Tanzimat öncesi oyunların kaybolması ve zaten önemli bir kısmının doğaçlama
yapılıyor olması Karagöz’le ilgili bilgilerimizi çok kısıtlıyor. Bunun gibi Hayalîlere
ait bilgilere kısmen ulaşabilsek de onların “performanslarını” bilemiyoruz. Ancak
bilinen en büyük Hayalî ustası Hayalî Küçük Ali, yani Mehmet Muhiddin Sevilen’i
ayrıca anmak lazım. 1886’da doğan ve daha çocuk yaşta Karagöz’e merak saran
Küçük Ali, birçok Hayalî’nin gösterisini izlemiş ve ilk oyununu 1900 yılında
sergileyerek büyük beğeni toplamıştı. Oyunlarının çoğunu kendisi yazmış ve
Türkiye’nin her bir köşesindeki Halkevleri’nde bulunan “Karagöz Odaları”nda
gösteri yapmıştır. O, yıllarca TRT Radyosu’nda programlar yapmış, Karagöz’e emek
vermiş bir sanatçıydı. Büyük ustanın bazı kayıtlarını bugün dinlemek mümkün ve
büyük keyif. Allah rahmet eylesin.
Karagöz bitmemeli. Zamanında yalnızca Ramazan akşamlarında değil, bütün yıl
kahvehanelerde, çadırlarda büyük küçük herkesin zevkle seyrettiği bu oyun bugünlerde pek revaçta değil. Batılılaşmayla beraber ülkemize gelen tiyatronun etkisiyle
Karagöz’ün terk edildiği söyleniyor. Başka bir görüş ise bazı devlet adamlarının
uyguladığı sansürün doğaçlamanın etkisini kırdığı ve Karagöz’ün yavaş yavaş yok
olduğu yönünde. Şimdilerde sadece çocuklar için ve sadece Ramazan akşamlarında
karşılaştığımız Karagöz oyunu, hepimizin ihtiyacı. Sürç-i lisan ettiysek affola...
Temmuz - Ağustos 2013
53
54
ZEVKLER Geldi
Ramazan
ve RENKLER
Hoş Geldi
Çörekotu çiçeği (Nigella sativa)
Ç
Pınar Ünsal
Ramazan’da pidelerin,
böreklerin, yemeklerin içinde
tadarken çörekotunun ölümden
başka her derde deva olduğunu
hatırlayıp bu eski dostumuzu
yeniden gündelik hayatımıza
buyur edelim.
Temmuz - Ağustos 2013
örekotu olarak bilinen, susama
benzeyen minik siyah taneler, latince ismi Nigella sativa olan bitkinin
tohumlarının adı. Düğünçiçeğigiller
familyasındanmış; yani ismi oldukça
afili bir familyadan. Yolda görsek bu
çiçeği belki tanıyamayız ancak tohumunu, boyuna posuna bakmadan pek
çok derde deva olan çörekotunu nerede
görsek tanırız. Millet olarak hamur işine olan düşkünlüğümüz bir yana, anavatanı Asya olan bu bitkinin tohumları
pek çok geleneğimizde başrolde.
Çörekotunun tarih boyunca popüler
olması ve tıbbi değeri nedeniyle çok
çeşitli isimleri bulunuyor. “Kalonji”
en çok kullanılanı. “Love in mist”
ise çörekotunun oldukça romantik
olan İngilizce ismi. Ama ona en çok
yak ışanı “ habbat el-berekat” yani
“kutsanmış tohum”. Bu adı boşuna
vermemişler tabii. Demiştik ya, boyuna
posuna bakmadan pek çok iş becerir
diye. Öksürüyor musunuz? Hemen bir
miktar ezilmiş çörekotunu kahvenize
karıştırıp içiverin. Şıp diye kesermiş.
Saçlarınız mı dökülüyor? Yağını sü-
Ramazan
ZEVKLER
Geldi
ve RENKLER
Hoş Geldi
rüyorsunuz saç diplerinize. Baş ağrısı, uykusuzluk, mide
bulantısı, mikrobik hastalıklar ve daha nice derde deva.
Hatta horlamaya bile. Yani mutlu bir evliliğin anahtarı bile
çörekotundan geçiyor denebilir.
Ölümden başka...
Çörekotunun bunca derde deva olduğunu söyleyen sadece
ben değilim. Doğrudan çörekotuyla ilgili bilimsel çalışmalara
sık rastlanmasa da (çünkü bilim insanlarının yoğun olduğu
ve dünyadaki bilimsel çalışmaların yüzde 80’inin yapıldığı
Avrupa ve Amerika’da bu bitkinin kullanımı yaygın değil)
içerdiği nigellon ve thymoquinone ile yapılmış fazlaca çalışma
var. Bu iki maddenin özellikle astım ve kanserle ilgili olumlu
etkileri bilimsel olarak ispatlanmış. Ayrıca vücut direncini
ve savunma mekanizmasını güçlendirdiği de rapor edilmiş.
Bunları bırakıp, eskiler diyorsa doğrudur mantığıyla gidersek, alın size en eski yazılı kaynak: Isaiah’ın Kitabı. Milattan
Önce 8. yüzyıl yeterince eskidir herhalde. Milattan Sonra
1. yüzyılda da Yunan tıp adamı Dioscorides var. Dioscorides çörekotunun baş ağrısı, burun tıkanıklığı, diş ağrısı ve
bağırsak kurdu tedavisinde kullanıldığını yazmış. Ayrıca
kadın hastalıklarına iyi geldiğinden ve bebekli kadınlarda
süt artırıcı özelliğinden de bahsetmiş.
Başka bir yazılı kaynaksa 10. yüzyıla ait. İslam alimi elBîrûnî, Çin ve Hindistan’da kullanılan reçeteleri bir kitapta
toplamış. Bu kitapta çörekotunun faydaları da yer almış.
Bir
rivayete
göre, ünlü
Mısır kraliçesi
Nefertiti’nin
baş döndürücü
güzelliğinin sırrı
çörekotuymuş.
Hatta zekası
ve iktidarından
çok güzelliği
ile dünyaya
ün salan
Kleopatra bile
bu bitkiyle
güzelleşirmiş.
Yine mi tatmin olmadınız? O zaman
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir hadisi
var bu konuyla ilgili: “Ölümden başka
her şeye şifadır.” Bizim için oldukça
tanıdık bir isim olan İbn-i Sina’dan
da bahsedelim. İbn-i Sina Al-Qanun fi
al-Tibb kitabında, çörekotunun vücut
enerjisini yükselttiğini, yorgunluk
ve halsizliği giderdiğini yazmış. Yine
eskilere dönelim; Milattan Önce 4.
yüzyılda Hipokrat, bu mucizevi bitkiyi
karaciğer ve sindirim sistemi hastalıklarının çaresi olarak tanımlamış.
Binlerce y ı ldır Or tadoğ u, Asya
ve Afrika’da tedavi ve yemek başta
olmak üzere çeşitli amaçlar için kullanılan çörekotuna ait en ilginç bilgiler
Mısır’a ait. Birazdan bahsedeceğim
şeyle hanımlar daha çok ilgilenecek
sanırım. Bir rivayete göre, ünlü Mısır
kraliçesi Nefertiti’nin baş döndürücü
güzelliğinin sırrı çörekotuymuş. Hatta
zekası ve iktidarından çok güzelliği
ile dünyaya ün salan Kleopatra bile
bu bitkiyle güzelleşirmiş. Bu iki güzel
kadının parlak saçlarının ve tenlerinin
sırrı kullandıkları çörekotu yağıymış.
Temmuz - Ağustos 2013
55
56
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Yine Mısır’la ilgili başka bir ilginç bilgi de firavun Tutankamun’un mezarında bir
şişe çörekotu yağı bulunması. Eski Mısır’da ölümden sonraki yaşama inanıldığı
için, çörekotunun ahirette kişiye yardımcı olacağı sanılıyormuş. Bu yüzden hem
ölülere çörekotu serperlermiş hem de mezara bir şişe çörekotu yağı koyarlarmış.
Anadolu’da çok tanınıyor, az biliniyor
Anadolu’da ise çörekotu en çok börek, çörek gibi hamurlu yiyeceklerin üzerinde
görülür. Hatta bu minik siyah taneler çöreklere tam yapışmaz ve yerken dökülür.
Biz de tek bir taneyi telef etmemek için parmağımızı ıslatır, dökülen taneleri birer
birer toplar ağzımıza atarız. Meğer ne iyi yapıyormuşuz! Bizim süs amaçlı ya da
lezzet verici olarak kullanıldığını düşündüğümüz çörekotu, aslında hamurun mideyi ekşitmesini önlemek için serpilirmiş böreklere çöreklere. Yani çörekotu mide
dostuymuş. Ha tadı da güzel tabii, ayrı.
Birçok tıp adamının kitaplarında bahsettiği çörekotunun tedavi edici özelliği
Anadolu’da pek bilinmiyor. Ancak başka amaçlar için kullanımı oldukça yaygın.
Mesela, bazı köylerde yeni doğum yapmış kadınların evlerinin kapısının önüne
serpilirmiş; bu davranışın yeni doğanı kem gözlerden koruduğuna inanılırmış.
Ölülerin üzerine serpilme nedeniyle ilgili pek çok görüş mevcut. Bunlardan biri,
çörekotunun ölümden sonraki yaşamda yardımcı olacağına inanmak. Bu, eski
Mısır inanışıyla benzer. Diğeri, ölüyü ahirete güzel kokularla göndermek; bunun
için hem gülsuyu hem çörekotu kullanılıyor. Bir diğeri ise, ölü gömüldükten sonra
börtü böceğin gelmesini geciktirmek. Çörekotu, kokulu bir bitki olduğu için böcekleri bir süre ölüden uzak tutuyormuş. Çörekotunun Anadolu’daki kullanımı
bunlarla sınırlı değil. Çeyizdeki tencerelerin içine konması nazara karşı bir önlem;
çeyiz sandıklarının içine konma nedeni ise dantellerin sararmasını engellemekmiş.
Nedeni her ne olursa olsun Anadolu
insanı çörekotunu sevmiş ve birçok
alanda kullanmış.
Peki, içinde yüzden fazla değerli
besini, çeşitli mineraller ve vitaminleri
bulunduran bu bitkiyi, en iyi şekilde
faydalanmak için nasıl tüketmek gerekiyor? Öncelikle şunu söyleyelim:
İster baş ağrınız için ya k ıp tütsü
olarak kullanın, ister yağını bölgesel
olarak kullanıp ağrılarınızı dindirin,
isterseniz onu iyice ezip yoğurtla veya
balla karıştırıp tüketin her şekilde
fayda sağlayabiliyorsunuz. Anca k
ağızdan almanın tek bir püf noktası
var: Çörekotunu iyice ezmelisiniz. Ne
kadar minik olursa olsun, çiğnemeden
veya ezmeden kullandığımızda pek bir
fayda sağlanamıyor ve sindirim sistemimizden öylece çıkıp gidiyor. Kullanımı bu kadar kolay, bunca derde deva,
bilimsel olarak onca yararı ispatlanmış
çörekotunu madem bu kadar geç tanıdık, çekmeceden çıkarıp rafa koymak
için vakit kaybetmemek gerek.
İster baş ağrınız için yakıp
tütsü olarak kullanın, ister yağıyla
ağrılarınızı dindirin, isterseniz onu
iyice ezip yoğurtla veya balla
karıştırarak tüketin her şekilde
fayda sağlayabiliyorsunuz.
Temmuz - Ağustos 2013
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Oruç
*
Mustafa Kutlu
F
ırından çıkan sıcak pidelerin buğusu kavrulmuş susam kokusuna karışıyor. Hangi mevsimde olursak olalım
marulun, kıvırcık salatanın bir deste maydanozun yeşilinden fışkıran dirilik ve ferahlık içimize yayılıyor.
Dedeler ceplerinde şekerlemeler ile torunlarını kucaklıyor. Akşamın pembe lacivert tülü büyük bir sükûnet
ile insanların, bütün dünyanın üzerine iniyor.
Melekler saf saf iniyorlar.
Cennet kapıları açılıyor.
Rahmet ve merhamet ve bereket her yandan kuşatıyor bizi.
İnsanlar birbirlerine sevgi ile bakıyor. Zenginler zenginliklerinden soyunuyor, yoksulların yoksulluğu
kayboluyor. Kalbimizin paslı kilidi açılıyor. Bize selam veren bir kişiyi kardeş biliyoruz. Kimse sesini sertleştirmiyor. Yüzlerde nur, gönüllerde karşı konulmaz bir incelik, bir rikkat.
Açlık bizi doyuruyor. En çok kıymet verdiğimiz şeyleri başkaları ile paylaşmaktan sonsuz bir haz duyuyoruz. Bize yük olan her unsur, her tasa, her ihtiras tasını tarağını toplayıp savuşuyor. Kapımız ve soframız
açık. Derdimizi ve sevincimizi söylemekten hoşnutuz.
Sabır bizi coşturuyor. Kalbin ırmakları dolu dizgin. Merhamet sağanak gibi boşalıyor. Hizmetten, hürmetten, ibadetten yeryüzünde oluşumuzun derinliklerinden, sebeplerden ve sonuçlardan geçiyoruz. Bir imtihan
içinden yüz akı ile çıkıyoruz.
İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çekiyor. Ağlıyor ve tövbe ediyoruz. Tövbe suları sonsuz çağlayanların
şırıltısını, aydınlığını, engin ufukların parıltısını taşıyıp duruyor işte. Bu taşı bu yoldan niçin kaldırmadım
ben, bu çiçeğe bu hafta niçin su vermedim ben, şu çocuğun yanağına bir öpücük niçin kondurmadım ben,
komşumun kapısını bir kez olsun çalmadım mı ben, alnımı secdeye bir kez olsun koymadım mı ben?
Derken ben. Benlikten sıyrılıyor.
Benlikten sıyrılırken, çiçek açmış badem dalının, kelebek kanadının, su sesinin ve yıldız parıltısının, dostun
ve akrabanın, ayak bastığımız toprağın, buğdayın ve zencefilin, yani akşam ezanı ile yeryüzüne yağmur gibi
dökülen varoluşun sırlarını fark ediyor.
Bizi bu menzile eriştiren kılavuza binlerce teşekkür. Bize bu basireti bağışlayan güce sonsuz secde.
Bu sırada çocuk sıcak pidenin buğusuna sarılmış olarak gülümsüyor. Baba işinden dönüyor, eve yaklaştıkça
göğsünde bir genişlik. Anne yeşil salatanın üzerine birkaç zeytin bırakıyor.
Paydos.
Ses kesiliyor. Rüzgar duruyor. Güneş dağların ardına çekiliyor. Kuzeyde bir yıldız göz kırpıyor. Nefesimizi
tutuyoruz. Kuşlar kanatlarını kapatıyorlar. Çekiç örsün kenarında bekliyor. Dalgalar diniyor.
Sükut... Sükut...
Ve ağızları misk gibi kokanlar ve o gün insanlara gülden ağır bir söz söylememiş olanlar ve o gün almayı
değil hep vermeyi düşünenler ve o gün “sabredenlere hesapsız ecirler verilecektir” müjdesi ile müjdelenmiş
olanlar meleklerle birlikte iftar sofrasına oturuyorlar.
Allahım, şükürler olsun oruçluyuz...
* Arkakapak Yazıları, sayfa 47’den alınmıştır.
Temmuz - Ağustos 2013
57
58
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Cebimin ağzı dardır
İçinde şeker vardır
Sabreyle aman gönül
İftara neler vardır...
Gökçe Doru
Ramazan sofralarının tek
özelliği bol yemek çeşidi ve
özenle hazırlanmış olması değil
elbette. Bu sofra, tüm aileyi
masa başına topluyor aynı
zamanda.
Temmuz - Ağustos 2013
S
abır göstermek, nefse hakim olmak, kötü söz söylememek,
fakir ve muhtaç insanlara yardım etmek, alçakgönüllü olmak gibi iyi ve ahlaklı davranışları bize öğütleyen Ramazan
ayının gelmesiyle yılın en huzurlu ve bereketli günleri de
başlamış oldu. Elimize, dilimize hakim olmanın yanında bu
sıcak günlerde açlığa ve susuzluğa da sabretmemiz gerekiyor.
Yaklaşık 17 saat açlık sonrası, hazırlanan kusursuz sofralarda
oruçlar açılacak, eş-dostla sohbetler edilecek. İftar sofralarının kusursuz olması uzun süre aç kaldıktan sonra kendini
güzel yiyeceklerle mükafatlandırmak değil aslında, Ramazan
ayının her bir gününü kutsal kılmak ve her bir günü bayram
havasında geçirmek. Bu yüzden Ramazan yemeklerinin çeşidi bol, sofraları özenlidir.
Geldi Ramazan ayı, yendi temcit pilavı…
Ramazan ayında iftar ve sahur sofrası olmak üzere iki adet
sofra kuruluyor. Sahur sofrasında genellikle sindirimi kolay, insanı uzun süre tok tutabilecek ve hafif gıdalar tercih
ediliyor. Kuru meyve hoşafı, pilav, hamur işleri sahurda en
çok tüketilen gıdalar. Sahur sofrasını erken kahvaltı olarak
düşünüp peynir, zeytin gibi kahvaltılıkları tüketenler de var
elbette.
Ramazan Geldi Hoş Geldi
İftara yakın saatlerde ise iftar sofrasının telaşı başlıyor. Dakikalarca
kuyrukta beklenip sofraya sıcak sıcak
getirilmiş Ramazan pideleri, çeşit çeşit
iftariyelikler, zeytinyağlılar, baklavalar,
börekler… İftar sofrasının bambaşka
bir görüntüsü, bambaşka kokusu oluyor oruç açma vaktinde.
Oruç genellikle suyla açılıyor. Yılın
herhangi bir ayında bile çok susadıktan
sonra içilen bir bardak su için binlerce
kez şükrederiz. Oruç olmanın en güzel
yanı suyu özlemek belki de. İnsan yemeği unutuyor, ancak suya özlem artıyor saatler geçtikçe. Orucu bir bardak
suyla açmak sağlığımız için de faydalı.
Orucu hurmayla açmanın da makbul olduğu söylenir. Bol mineral ve
vitamin içeren bu meyve, kısa sürede
tokluk hissi verdiği için fazla yemeyi
de engelliyormuş bir rivayete göre.
Oruç açıldıktan sonra iftariyelik faslı
Ramazan’la
özdeşleşmiş tatlı
Güllaç. Sütle
hazırlanan ve
oldukça hafif
olan bu tatlı
yemek sonrası
hem
mideyi
yormaz
hem de
besleyicidir.
başlıyor. Eskiden pastırma, ceviz, hurma, kuru meyveler,
zeytin, bal, kaymak gibi iftariyelikler atıştırıldıktan sonra
akşam namazı için camiye gidilirmiş. Böylece bütün gün
boş olan mideye birden yemek yiyerek fazla yüklenilmezmiş
ve vücudun kendine gelmesi için zaman tanınırmış. Günümüzde yemeğin yanındaki atıştırmalıklar vazifesi gören
iftariyelikler, bazen o kadar lezzetli oluyor ki ana yemeği gözü
görmüyor insanın.
Ramazan ayında yemeklere de bir başka özeniriz. Karşıma
fener geldi aklıma neler geldi. Börek bekledim ama sofraya döner geldi diyor bir mânide. Yani her bir yemek bir diğerinden
güzeldir iftar sofralarında. Bir tarafta çeşit çeşit zeytinyağlılar bir tarafta etli yemekler… Ramazan sofralarında bunca
çeşit olması çok yendiği anlamına gelmiyor tabii ki. Gönül
hangisini çekerse o yensin...
Eskiden şeker çok az olduğu ve günlük hayatta sadece
sarayda tüketildiği için oldukça değerli bir şeymiş. Bu yüzden insanlar özel günlerde konuklarına tatlı ikram edermiş.
Ramazan ayında tatlıların önemi de başkadır. Yemeklerde
olduğu gibi Türk mutfağının tatlıları da çok çeşitli. Ancak
Ramazan’la özdeşleşmiş tatlı Güllaç. Sütle hazırlanan ve
oldukça hafif olan bu tatlı yemek sonrası hem mideyi yor-
Temmuz - Ağustos 2013
59
60
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Temmuz - Ağustos 2013
Ramazan Geldi Hoş Geldi
maz hem de besleyicidir. Ramazan’ın
en meşhur ve hafif tatlılarından biri
de lokmadır. Tarçınla veya fındıkla
servis edildiğinde tadı bir başka güzel
olsa da sade tüketildiğinde de oldukça
lezzetlidir. Sofraların şahı, tatlıların
padişahı, her devrin karizmatik tatlısı
baklavanın ise iftar sofralarındaki yeri
bambaşkadır.
Ramazan ayında sofralarda bu kadar
çeşit olması, açlığın verdiği hisle çok ve
hızlı yeme isteği hem mideyi rahatsız
ediyor hem de çeşitli sağlık problemlerine neden olabiliyor. Bu durumu bir
mânimiz çok güzel özetlemiş: Az yersen az uyursun, çok yersen çok uyursun.
Sağlığını düşünen mideyi az doyursun.
Sofrada fakir olsun,
tabağı çukur olsun…
Osmanlı döneminde Ramazan sofraları o kadar önemliymiş ki günler
öncesinden hazırlıklar başlar, kilerdeki eksikler tamamlanır, ekmek için
kullanılacak buğday hatta ekmeğin
pişeceği fırının odunu bile padişaha
sorulurmuş. Yüzlerce çeşit yemek içeren iftar sofralarında, genelini devletin
ileri gelenlerinin oluşturduğu padişah
konukları ağırlanırmış. Osmanlı halkı
ise Ramazan’da iftar saatlerinde kapısı-
nı açık bırakırmış ki yiyeceği olmayan
veya iftara evine yetişemeyen buyursun
yemek yesin. Deniz suyu serindir, damla gibi derindir. Bir tek hurma da olsa,
bir mümini sevindir.
Ramazan sofralarının tek özelliği
bol yemek çeşidi ve özenle hazırlanmış
olması değil elbette. Bu sofra, tüm aileyi masa başına topluyor aynı zamanda.
Aileyle yenen yemeğin hem bereketi
bol oluyor hem de birlikte yemek yeme
keyfine ulaşılıyor.
Ramazan’ın en güzel özelliklerinden
biri de iftar davetleri. İftara misafir
geleceği zaman bu sofralara ayrı bir
özeniliyor, hünerli eller ayrı bir işliyor.
Boşuna dememiş atalarımız “Yiyeceğini değil, yedireceğini düşün” diye.
Ramazan ayının insanları birbirine
kaynaştırma özelliği en güzel bu sofrada yaşanıyor.
Ramazan sofralarının asıl içeceği
herhangi bir gazlı meşrubat değil, Türk
halkıyla özdeşleşmiş çaydır elbette. Bütün bir gün çaysayan insanlar, dostlarla
yenen güzel bir iftar yemeği sonrası
demli çayın keyfini çıkarırlar. Çay,
oruçlu günlerde sudan sonra en çok
özlenendir belki de... Sahur oldu ışıyor,
bülbüller ötüşüyor. İftara çay deyince
yüreğim tutuşuyor.
Temmuz - Ağustos 2013
61
62
Ramazan Geldi Hoş Geldi
Ramazan’da nasıl
beslenmeli?
B
eslenme düzeninin bir aylığına değiştiği Ramazan’da, iftar ve sahur sofralarında yiyip içilenlere dikkat etmemek
başta sindirim sistemi rahatsızlıkları olmak üzere önemli sağlık problemlerine yol
açabiliyor. Ramazan’ı sağlıklı bir şekilde
geçirmek için uzmanların özellikle tavsiye
ettiği şeyler “Yavaş yiyin”, “İyi çiğneyin”,
“Bol sıvı tüketin”.
Ramazan ayında, açlığa bağlı olarak
halsizlik, unutkanlık, dikkat dağınıklığı,
baş ağrısı, sinirlilik gibi durumlar meydana gelebiliyor ve
bunlara sağlıksız beslenme de eklenince Ramazan ayından
çıkarken tamamen alt üst olmuş bir metabolizmayla karşı
karşıya kalınıyor. Ramazan sonrası vücudun
eski haline dönmesi ise zaman alıyor.
Beslenme uzmanlarına göre Ramazan
ayında manen bir rahatlama sağlandığı gibi iftarda ve sahurda
doğru beslenerek fiziken de
rahatlama sağlamak mümkün.
Oruç süresince vücut,
mevcut enerjiyi idareli
kullanmak adına tüm
metabol i k faa l iyet lerini yavaşlatıyor. Tüm
organlarda olduğu gibi
midenin çalışma hızı da
oldukça düşüyor. İftarda
mideye birden yük lenilmesi hem ona zarar veriyor
hem de ileride oluşabilecek
sağlık problemlerini tetikliyor.
Uzmanlara göre oruç, hurma veya
zeytinle açıldıktan sonra bir bardak su
Temmuz - Ağustos 2013
içilmeli ve yemeklere geçmeden önce bir
süre dinlenilmeli. Hatta mümkünse iftar
yemeği iki öğün halinde yenmeli.
Uzmanlar açıklamalarında iftarda
fazla karbonhidratlı, şekerli, aşırı yağlı,
baharatlı, mayalı yiyeceklerden uzak
durmanın önemine de vurgu yapıyor.
Şerbetli tatlılar yerine sütlü tatlıların
tercih edilmesi gerektiği söyleniyor.
Tatlı ihtiyacının meyveyle giderilmesi
durumunda ise kaybedilen vitamin ve
minerallerin tekrar kazanılacağı belirtiliyor.
Vücudun sıcağa karşı verdiği doğal bir tepki olan terleme,
bu yakıcı günlerde su kaybını da artırıyor. Susamanın verdiği
hisle iftar sofrasında suya birden yüklenmek ve
art arda, bardak bardak su içmek mideye
zarar veriyor. Uzmanlara göre suyu
fazla tüketmek doğru, ancak bunu
iftar ve sahur arasındaki zaman
dilimine yaymak gerekiyor. İçine şeker katılmamış komposto, asitsiz içecekler, ayran,
limonlu açık çay ile de sıvı
ihtiyacının karşılanabileceği söyleniyor.
Uzmanlar sahurda da
doğru beslenmenin önemine dik kat çekiyor ve
iftarda olduğu gibi mideyi
ekşitecek, yakacak, rahatsız edecek besinlerden uzak
durulması gerektiğini vurguluyor. Uzmanların altını çizerek
belirttiği şey ise sahursuz olmayacağı. Sağlıklı bir Ramazan için sahura
mutlaka kalkmak gerekiyor.
64
Demokrasiye Yunan üslubunda bir selamlama:
Avusturya Parlamentosu
Temmuz - Ağustos 2013
Dünya Parlamentoları
Viyana’ya giden turistlerin
gezilip görülecek yerler
listesinde başı çeken
Avusturya Parlamentosu,
bu ilgiyi binanın Yunan
tapınaklarını andıran
mimarisine borçlu. Öyle ki
binanın girişi Akropolis’teki
Parthenon’un neredeyse
kopyası. UNESCO’nun Dünya
Kültür Mirası listesinde “I.
Sınıf” başlığı altında yer alan
bina, ihtişamlı mimarisi ve
zengin sanatsal detayları ile
görenlere bir parlamento
binası değil de sanat merkezi
hissi veriyor.
Elif Çelik
İ
nşası 1874’te başlayıp 1883’te biten binanın mimarı
Baron Theophil Edvard von Hansen, sonradan Avusturya vatandaşı olmuş bir Danimarkalı. Kendisinden
antik Yunan tarzında bir bina yapması istenen mimar;
mobilya, heykel, tablo, avize gibi tüm aksesuarlarla birlikte binanın iç dekorasyonundan da sorumlu tutulmuş.
İmparatorluğun 1861 yılında çıkarılan yeni anayasası, Bakanlar Kurulu’nu oldukça güçlü bir yasama organı
haline getirir. Bu yeni ve etkili yapı içinse yeni bir parlamento binasının gerektiği düşünülür. İlk başta, biri
lordlar diğeri ise temsilciler için olmak üzere iki ayrı
bina yapılması planlanır. Ama 1867 yılında ikili monarşi sağlayan Avusturya-Macaristan Antlaşması’nın
ardından Macaristan kendi yasama organını oluşturur
ve böylece iki farklı bina tasarısından vazgeçilir.
Yeni parlamento binasının nasıl olması gerektiğini
görüşmek üzere bir komisyon toplanır ve bu komisyon,
binanın klasik tarzda inşa edilmesi gerektiğine karar
verir.
Kökeni Antik Yunan’a uzanan demokrasi anlayışını vurgulamak için Yunan üslubunun mimariye yansıtılmasında
uzlaşılır. Pek çok mimarın götürdüğü proje teklifi arasından Hansen’inki seçilir. Binanın mermerden yapılması
imparatorun özel isteğidir, Mimar Hansen de Antik Yunan
tarzını tam olarak yansıtacağını düşünerek beyaz mermeri
bu binanın inşası için uygun bulur. Haziran 1874’te binanın
temelinin atılmasının ardından, Kasım 1883’te Temsilciler
Meclisi’nin yapımı biter ve ilk kez Franz Smolka başkanlığında olmak üzere kullanılmaya başlar. Lordlar Kamarası
ise Aralık 1884’te Kont Trauttmansdorff başkanlığında ilk
oturumunu açar.
Viyana’nın beyaz incisi
Parlamento binasına karşıdan bakıldığında, her şeyden önce
gösterişli binanın önündeki fıskiye dikkati çekiyor. Fıskiyenin ortasında mağrur bir edayla yükselen Athena heykeli,
mimar Baron Hansen tarafından tasarlanıp Carl Kundmann,
Josef Tautenhayn ve Hugo Haerdlt isimli heykeltıraşlar tarafından dikilmiş. Akıl, bilgelik, sanat ve strateji tanrıçası
Athena yaldızlı bir miğferle zırh giymiş, sol elinde mızrak,
sağ elinde ise küçük bir kanatlı Nike, yani zafer tanrıçası
bulunuyor. Yüksek bir kaide üzerinde duran Athena’nın sağ
ve solunda yer alan iki kadın, devletin yasama ve yürütme
gücünü temsil ediyor. Elinde yasaların yazılı olduğu bir
taş levha taşıyan kadın “Yasama”, adalet kılıcı taşıyan ise
Temmuz - Ağustos 2013
65
66
Dünya Parlamentoları
“Yürütme”dir. Athena’nın ayaklarının dibine uzanmış bulunan dört figür ise Avusturya-Macaristan İmparatorluğu
için en önemli dört ırmağın alegorik birer temsilidir. Tuna ve
Inn Athena’nın önünde, Elbe ve Vltava ise arkasında duruyor.
Athena heykelinin her iki yanındaki rampalarda, bronzdan
yapılmış at ve seyis heykelleri yer alıyor. Bunlar, başarılı bir
parlamenter birliğin sağlanması için ön koşul olarak ihtirasın
dizginlenmesini simgeliyor.
Binanın çatısını süsleyen yetmiş altı heykelcikten kırk
dört tanesi, insani nitelikleri temsil ediyor. Otuz iki tanesi
ise Yunan tarihçiler Thukydides, Polybius ve Herodot; Yunan
tarihçi, filozof ve yazar Ksenofon; Romalı siyaset adamı Jül
Sezar; Romalı hukukçu ve tarihçi Tacitus; Romalı tarihçi ve
yazar Titus Livius; yine Romalı siyasetçi ve tarihçi Sallust
gibi Antikçağ’ın önemli isimlerinin heykellerinden oluşuyor.
Ayrıca bu önemli kişilerin yaşadıkları bölgelerin toplum
hayatını simgeleyen altmış altı tane de rölyef yer alıyor. Çatının uçlarında, bronzdan yapılmış dört atlı zafer arabaları
bulunuyor ve bu kısım, başlıkları palmiye yaprağı kabartmalarıyla bezeli olan Yunan sütunlarının üzerinde oturuyor.
Her kapının ardında göz alıcı detaylar
Mimar Hansen, binanın orta eksenini Yunan mimarisine
uygun olarak büyük bir ana giriş, atriyum (sütunlu geçiş),
peristil (Sütunlu Salon) ve iki büyük oda olarak bölümlemiş.
Bu bölümlerde Yunan mimari öğeleri olan Dor, İyon ve Korinth tarzı sütunlar ile odalarda Pompeii tarzı duvar kaplaması kullanılmış. Ana girişten sonra gelen sütunlu geçişin
beyaz mermer kaplı duvarlarında, solda Apollon, Athena,
Zeus, Hera, Hephaistos; sağda Hermes, Demeter, Poseidon,
Artemis ve Ares’in heykellerinin bulunduğu oyuklar yer
Temmuz - Ağustos 2013
Mimari
olarak
antik Yunan
tiyatrosundan
esinlenilen
meclis salonunun
AvusturyaMacaristan
İmparatorluğu
açısından önemi
büyüktür, zira
Karl Renner,
Avusturya’nın
eski şansölye ve
başkanlarından
Leopold
Kunschak gibi
isimler siyasi
kariyerlerine
burada
başlamıştır.
alıyor. Bunların üzerinde 100 metre
kadar uzanan duvar süslemeleri barışı,
yurttaşlık değerlerini, yurtseverliği
tasvir ediyor. Ayrıca bütün ihtişamıyla
tahtında oturan Avusturya’nın, onun
etrafında vatan için savaşan erkeklerin ve sunularda bulunan kadınların
betimlemeleri bulunur. Tavanın en
y üksek noktasının hemen a ltında
ise o dönemde imparator olan Franz
Joseph’in heykelini görürüz. Romalıların giydiği toga içinde alışılmadık
bir görüntü sergileyen imparatorun
etrafının yurttaşlarla çevrilmiş olması
hakimiyetini vurgular.
Binanın eski Lordlar Kamarası ile
Temsilciler Meclisi’ni birbirine bağlayan Sütunlu Salon, Mimar Hansen’in
tasarısına göre ana yapıyı, yani peristili
oluşturur. Sütun başları, 23 ayar altın
kaplama ile ışıldar. 40 metre boyunda
ve 24 metre genişliğindeki bu salon,
başta lordların temsilcilerle buluşma
yeri olarak düşünülmüş. Ayrıca tıpkı
İngilizlerdeki gibi meclis oturumu
açılışı veya imparatorun konuşma yapması için kullanılması da amaçlanmış.
Ne var ki İmparator I. Franz Joseph
parlamentoyu küçümsediği için bu
tür törenler hiçbir zaman bu salonda
gerçekleşmemiş.
Dünya Parlamentoları
13 bin 500 metrekarelik alanı kaplayan binanın eski
Lordlar Kamarası’nda bugün Ulusal Konsey toplanıyor. II.
Dünya Savaşı’nda hava bombardımanı nedeniyle tamamen
tahrip olan bu bölüm, mimarlar Max Fellerer ve Eugen Wörle
tarafından modern ve 1950’lerin mimarisini yansıtan tarzda yeniden inşa edilmiş. Bugün 192 koltuğa sahip olan bu
salonun tek süslemesi, kürsünün arka tarafında yer alan ve
sanatçı Rudolf Hoflehner tarafından çelikten yapılan tek başlı
kartal armasıdır. Avusturya Federal Konseyi ise, eski Lordlar
Kamarası’nın yanında bulunan, Lordlar tarafından bekleme
veya resmî olmayan buluşma yeri olarak kullanılan salonda
toplanıyor. Kürsünün arkasındaki duvarda, Avusturya’nın
dokuz eyaletinin armaları bulunuyor.
Parlamento binasının eski Temsilciler Meclisi, bugün
Eyalet Temsilcileri Meclisi olarak kullanılıyor. Yarım daire
şeklindeki salonun ilk başta 364 olan koltuk sayısı, sonraki
yıllarda yapılan reformlarla 516’ya çıkmış. Kürsünün arkasındaki sütunların aralarında Numa Pompilius, Cincinnatos, Quintus Fabius Maximus, Marcus Porcius Cato, Gaius
Gracchus, Cicero, Titus Manlius Torquatus, Augustus, Seneca
ve Büyük Konstantin gibi tanınmış siyaset adamlarının heykelleri yer alıyor.
Üst kısımda, devletin asırlar boyunca yaşadığı dönüşümleri on beş ayrı bölümde gösteren, August Eisenmenger’e ait
bir duvar süslemesi bulunuyor. Bunların merkezinde “gösterişli binalar inşa edilmesini” emreden Perikles’in ve Phidias
görünümündeki mimar Hansen’in heykellerini görürüz. Mimari olarak antik Yunan tiyatrosundan esinlenilen bu meclis
salonunun Avusturya-Macaristan İmparatorluğu açısından
da önemi büyüktür, zira Karl Renner, Avusturya’nın eski
şansölye ve başkanlarından Leopold Kunschak gibi isimler
siyasi kariyerlerine burada başlamıştır.
Temmuz - Ağustos 2013
67
68
Dosya
Avrupa Birliği
yolunda Türkiye
Deniz Varol
İ
kinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupa pek çok alanda
yıkıma uğramış, bu durumdan kurtulmanın yollarını arıyordu. Çok eskiden beri bir ülkü olan “Birleşmiş Avrupa” işte
o zaman daha da göz kamaştırıcı bir fikir haline geldi. Barışın
yeniden sağlanması, ekonominin kuvvetlenip refahın yükselmesi, tüm Avrupa ülkelerinin ortak bir değerde birleşmesi
elzem bir ihtiyaç oldu.
Bu yolda atılan ilk adım Schuman Planı’dır. Fransa Dışişleri
Bakanı Robert Schuman, 9 Mayıs 1950’de Avrupa devletlerini kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve
uluslarüstü bir kuruma devretmeye çağırdı. Plan, Avrupa’da
kalıcı barışın sağlanabilmesi için özellikle Fransa ve Almanya
arasında 1870-1945 arasında sürekli patlak veren savaşların
son bulmasını şart koşuyordu. Kurulması planlanan söz konusu kurumun gözetiminde ortak kömür ve çelik üretimini
Temmuz - Ağustos 2013
sağlamanın ve örgütlenmeyi bütün Avrupa devletlerine açık
tutmanın bu barışı sağlayacağı ümit ediliyordu.
Schuman Planı’nın uygulamaya karar verilmesi ile 1951
yılında Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya
ve Hollanda’dan oluşan 6 üye ülke Avrupa Kömür ve Çelik
Topluluğu’nu oluşturdu. Bu sayede savaşın hammaddeleri
olan kömür ve çelik barışın araçları haline geliyor, dünya
tarihinde ilk kez devletler kendi iradeleri ile egemenliklerinin
bir kısmını uluslarüstü bir kuruma devretmiş oluyordu.
Birliğin temelleri atılıyor
1957’ye gelindiğinde altı üye devletin işgücü ile mal ve hizmetlerin serbest dolaşımına dayanan bir ekonomik topluluk
kurmaya karar vermesi, Avrupa Birliği tarihinde bir dönüm
noktasıdır. Bu kararla kömür ve çeliğin yanı sıra diğer sek-
Dosya
ve 1973’te Birleşik Krallık, Danimarka ile İrlanda’nın; 1981’de
Yunanistan’ın; 1986’da İspanya ile Portekiz’in topluluğa üye
olması izledi.
3 Kasım 1990’da Berlin duvarı yıkılıp Doğu ile Batı Almanya birleşince ve Sovyetler Birliği dağılınca, Avrupa’nın siyasi
çehresi de bütünüyle değişti. Aralarındaki bağları daha da
güçlendirmeye karar veren üye ülkeler, 1 Kasım 1993 Maastricht Anlaşması’nı (Avrupa Birliği Anlaşması) imzaladı. Anlaşmaya göre 1999 yılına kadar parasal birlik tamamlanacak;
Avrupa vatandaşlığı oluşturulacak; güvenlik, adalet ile iç ve
dış siyasette işbirliği sağlanacaktı.
Avrupa Birliği ile ortaklık
törlerde de ekonomik birliği kurmak
amacıyla 1957’de Roma Anlaşması imzalandı ve insanlık tarihinin en büyük
barış projesi olarak nitelendirilen Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kuruldu. AET’nin kurulmasıyla malların,
işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin
serbest dolaştığı bir ortak pazarın oluşturulması ve bu sayede siyasi bütünlük
sağlanması amaçlanıyordu.
1 Ocak 1958 tarihinde, nük leer
enerjinin barışçıl amaçlarla ve güvenli biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla Avrupa Atom Enerjisi
Topluluğu’nun (EURATOM) kurulmasını sağlayan Roma Anlaşması’nı, 1965
yılında imzalanan Füzyon Anlaşması
(Birleşme Anlaşması) izledi. Bu anlaşma, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, Avrupa Ekonomik Topluluğu ile
Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun
tek bir konsey ve komisyon altında,
“Avrupa Toplulukları” olarak anılmasını öngörüyordu. Bu gelişmeleri, 1
Temmuz 1968’de üye ülkelerde gümrük
vergilerini kaldıran “Gümrük Birliği”
Avrupa
Birliği
yalnızca
muazzam
bir ticari ve
ekonomik
güç olmakla
kalmamış,
çevre koruma
ve kalkınma
yardımları gibi
alanlarda da
lider haline
gelmiştir.
Zaman zaman Avrupa Birliği’nde meydana gelen gerilimleri,
ekonomik krizleri görsek, duysak da Birlik “Birleşik Avrupa
Devletleri” ülküsüne yaklaşan bir başarı öyküsüdür. Avrupa
Birliği yalnızca muazzam bir ticari ve ekonomik güç olmakla
kalmamış, çevre koruma ve kalkınma yardımları gibi alanlarda da lider haline gelmiştir. “Vatandaşlarının hayatlarını
iyileştirmek ve daha iyi bir dünya yaratmak için çalışan bir
aile” olarak nitelendirilen Avrupa Birliği’ne girmek için sırada bekleyen pek çok ülkenin olması, bu bakımdan şaşırtıcı
değildir.
Batılılaşma ve reform çalışmalarına Osmanlı Devleti döneminde çoktan başlamış olan Türkiye Cumhuriyeti, bu anlayışın bir sonucu olarak uluslararası konjonktürdeki gelişmeleri
yakından takip etmiş ve OECD, NATO gibi uluslararası örgütlenmelerin daha kuruluşlarından itibaren etkin bir üyesi
olmuştur. Atılan bir diğer önemli ve büyük adım, dönemin
Demokrat Parti lideri ve Başbakanı Adnan Menderes’in 31
Temmuz 1959 tarihinde Avrupa Ekonomik Topluluğu’na
ortaklık başvurusunda bulunmasıdır.
12 Eylül 1963 tarihinde imzalanıp 1 Aralık 1964’te yürürlüğe giren Ankara Anlaşması, Türkiye ile Avrupa Birliği
arasındaki ilişkilerin hukuki temelini oluşturur. Anlaşmaya
imza atan dönemin başbakanı İsmet İnönü, Avrupa Birliği’ni
“Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en
cesur eser” olarak tanımlar.
Ankara Anlaşması’nın imzalanma amacı, 2. maddede şu
şekilde yer almaktadır: “Türkiye ekonomisinin hızlı kalkınmasını ve Türk halkının istihdam düzeyinin ve yaşam
koşullarının yükseltilmesini sağlama gereğini göz önünde
bulundurarak, taraflar arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri
aralıksız ve dengeli olarak güçlendirmeyi özendirmektir.”
Anlaşma, Türkiye ile Avrupa Birliği’nin bütünleşmesi için
kademeli bir süreç öngörüyordu. 13 Kasım 1970 tarihinde
imzalanıp 1973’te yürürlüğe giren “Katma Protokol” ile
Temmuz - Ağustos 2013
69
70
Dosya
birlikte, Ankara Anlaşması’nda öngörülen hazırlık dönemi sona eriyor
ve “Geçiş Dönemi”ne ilişkin koşullar
belirleniyordu. Taraflar arasında sanayi ürünleri, tarım ürünleri ve kişilerin
serbest dolaşımının sağlanması ile
Gümrük Birliği’nin tamamlanması da
bu dönemde kararlaştırıldı.
Avrupa yolunda
kararlı adımlar
1970’li yılların başından 1980’lerin
ikinci yarısına kadar siyasi ve ekonomik nedenlerden dolayı istikrarsız bir
seyir izleyen Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkiler, 12 Eylül 1980
askerî darbesinin ardından resmen askıya alındı. 1983’te sivil idarenin yeniden kurulması ile beraber, Türkiye’nin
dışa açılma süreci de hız kazandı ve
12 Eylül 1980 tarihinde dondurulmuş
olan ilişkilerin canlandırılma süreci
başladı.
Avrupa yolunda emin adımlarla yürüyen Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde Ankara Anlaşması’nda öngörülen
dönemlerin tamamlanmasını beklemeden üyelik başvurusu yaptı. Ne var
ki Komisyon, 18 Aralık 1989’da açıkladığı kararla kendi iç bütünleşmesini
tamamlamadan AET’nin yeni bir üyeyi kabul edemeyeceğini belirtti. Açıklamada Türkiye’nin AET’ye katılmaya
ehil olduğu, ama ekonomik, sosyal
ve siyasal alanda gelişmesi gerektiği
de belirtiliyordu. Üyelik müzakerelerinin açılması için henüz bir tarih
belirlenmeden “Ortaklık Anlaşması”
çerçevesinde ilişkilerin geliştirilerek
devam ettirilmesi önerisine Türkiye
tarafından da olumlu bakıldı. Gümrük
Birliği Katma Protokol’de öngörüldüğü şekilde Türkiye ile AB arasındaki
Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girdi. Gümrük Birliği,
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ortaklık
ilişkisinin en önemli adımlarından
Temmuz - Ağustos 2013
Avrupa
Birliği’ne
üyelik
yolunda
kararlılığını
her fırsatta ve
her durumda
ortaya koyan
Türkiye, reform
çabalarının
ivmesini hiç
düşürmedi.
biridir ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine yeni bir boyut
kazandırmıştır.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne resmen aday
10-11 Aralık 1999’da Helsinki’de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinin
dönüm noktası oldu. Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığı
resmen onaylanarak diğer aday ülkelerle eşit konumda olacağı
belirtildi.
Helsinki Zirvesi’nde verilen karar doğrultusunda Türkiye
için hazırlanan ilk Katılım Ortaklığı Belgesi, 8 Mart 2001 tarihinde AB Konseyi tarafından onaylandı. Katılım Ortaklığı
Belgesi’nde yer alan önceliklerin hayata geçirilmesine yönelik
takvimi içeren Ulusal Program, 19 Mart 2001 tarihinde hükümet tarafından onaylanarak Avrupa Komisyonu’na 26 Mart
2001 tarihinde sunuldu.
Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda kararlılığını her fırsatta
ve her durumda ortaya koyan Türkiye, reform çabalarının
ivmesini hiç düşürmedi. Müzakerelerin açılması için ön şart
olan siyasi kriterlerin karşılanmasına yönelik uyum yasası
paketleri Meclis’ten geçirilirken temel hak ve özgürlüklerin
kapsamını genişleten reformlar uygulamaya konuldu. İnsan
hakları ve temel özgürlükler alanlarında hukuki ve idari
düzenlemeler yapıldı; düşünce ve ifade özgürlüğü alanlarını
genişleten, vatandaşların günlük yaşamlarında kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın ve eğitim-öğretim sağlayan
önemli adımlar atıldı. Bu doğrultuda 2002-2004 yılları arasın-
Dosya
1995 yılında Avusturya, Finlandiya
ve İsveç’in katılımının ardından 2004
yılında Avrupa Birliği’nin tarihindeki
en büyük genişleme dalgası gerçekleşti ve Çek Cumhuriyeti, Estonya,
GKRY, Letonya, Litvanya, Macaristan,
Malta, Polonya, Slovakya ile Slovenya
Avrupa Birliği’ne katıldı. 2007 yılında
Bulgaristan ve Romanya’nın ardından
2013 yılında Hırvatistan’ın katılımıyla
Avrupa Birliği Üye Devlet sayısı 28’e
ulaştı.
Avrupa ortak para birimi
olan Euro, 1 Ocak 2002
tarihinde resmen tedavüle girdi.
da 8 Uyum Paketi, 2001 ve
2004 yıllarında ise 2 Anayasa
Paketi Meclis’ten geçirildi.
Spordan sanata, bilimden kültüre
her alanda Avrupa yapılanmalarında
yer alan ve Batı dünyasının bir parçası
olarak özgürlüğü, demokrasiyi, insan
haklarını savunagelen Türkiye, Avrupa Birliği uyum sürecinde de hukuk
sistemini güçlendirmiş, uluslararası
anlaşmaların hukuk sistemimizdeki
yerini kuv vetlendirmiş, işkence ve
kötü muameleye sıfır hoşgörü ilkesini
benimseyerek kadın-erkek eşitliğinin geliştirilmesi için düzenlemeler
yapmış, daha katılımcı bir demokrasi
için adımlar atmıştır. Bu çerçevede
idam cezası da tüm yasalarımızdan ve
Anayasa’dan çıkarılmıştır.
17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi, Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkilerinde önemli bir dönemeç olmuş ve Zirve’de Türkiye’nin siyasi kriterleri
yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlanması
kararı alınmıştır.
3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferans ile
Avrupa Birliği’ne katılım müzakerelerine resmen başlayan Türkiye, önündeki inişli
çıkışlı AB yolunda çok önemli bir dönemeci aşarak yepyeni bir sürece girdi. TürkiyeAB Müzakerelerinde toplam 35 başlık yer alıyor. Bugün, farklı tarihlerde farklı AB
üyesi ülkeler tarafından açılmış olan Bilim ve Araştırma (12 Haziran 2006), Sermayenin Serbest Dolaşımı (18 Aralık 2008), Şirketler Hukuku (12 Haziran 2008), Fikrî
Mülkiyet Hukuku (12 Haziran 2008), Bilgi Toplumu ve Medya (18 Aralık 2008),
Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı (30 Haziran 2010), Vergilendirme (30
Haziran 2009), İstatistik (26 Haziran 2007), İşletmeler ve Sanayi Politikası (28 Şubat
2007), Trans-Avrupa Ağları (19 Aralık 2007), Çevre (21 Aralık 2009), Tüketicinin
ve Sağlığın Korunması (19 Aralık 2007), Mali Kontrol (26 Haziran 2007) başlıklı
AB Müktesebatı fasılları mevcut. “Bölgesel Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” başlıklı 22. Fasıl’ın açılması ise 25 Haziran 2013 tarihinde toplanan Genel
İşler Konseyi tarafından kararlaştırıldı. Diğer fasıllardan 8’i Katma Protokol’ün
Kıbrıs’a genişletilmemesi nedeniyle AB tarafından askıda tutuluyor.
Temmuz - Ağustos 2013
71
72
DosyaSöyleşi
Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci
Egemen Bağış:
Türkiye, AB
standartlarına
en yakın olduğu
noktada
Temmuz - Ağustos 2013
DosyaSöyleşi
“Bizim sloganımız belli:
Durmak yok, reforma devam…
Önümüzdeki dönemde de
reform çalışmalarımızı
kararlılıkla sürdüreceğiz.
Anayasa Uzlaşma
Komisyonu’nda mutabakat
sağlanan maddeleri hızla
Meclisimizden geçirelim.
Bu, AB sürecimize olumlu
yansıyacak ve reform
takvimimize önemli bir ivme
kazandıracaktır.”
Söyleşi: Songül Baş
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geçmişi yarım asır önceye
uzanıyor. 2005 yılında katılım müzakerelerinin başlamasıyla bir
dönüm noktasına girilen AB’ye üyelik süreci, çeşitli alanlardaki
“Türkiye fotoğrafı”nı nasıl değiştirdi?
AK Parti hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte büyük
ivme kazanan Türkiye’nin AB sürecinde, ülkemiz hiç şüphesiz büyük bir dönüşüm yaşamış ve her alanda ilerleme
kaydetmiştir. Bu sayede yıllar boyunca karamsarlıkla bakmak
zorunda olduğumuz o siyah-beyaz, flu fotoğrafı Türkiye-AB
albümünden kaldırdık. 3 Kasım 2002’de göreve geldikten
2 yıl sonra AB’den müzakere tarihi aldık. Yani 45 yılda bir
arpa boyu yol alınamayan AB sürecinde biz 2 yılda Kopenhag
Kriterleri’ni karşılayabileceğimizi ispat eden reform hızını yakaladık. 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde de Sayın Başbakanımızın
masaya yumruğunu vurmasıyla AB’den müzakere tarihini aldık. 3 Ekim 2005’te de Avrupa’da saatleri durdurmak suretiyle
müzakerelere başladık. Hâlihazırda bütün siyasi engellemelere
rağmen 14 faslı müzakerelere açmış durumdayız.
Burada şunu özellikle vurgulamam lazım... AB’den
müzakere tarihi alan da, müzakereleri başlatan da, 14 faslı
müzakereye açan da AK Parti hükümetidir. Bunu, özellikle
hükümetimizin AB sürecindeki kararlılığını sorgulayanlara
söylüyorum. Şu anda ben sizinle Türkiye’nin ilk müstakil AB
Bakanı olarak bu mülakatı gerçekleştiriyorum. Bu bile esasen
tek başına bizim AB kararlılığımızın bir göstergesidir.
Türkiye bugün Cumhuriyet tarihinde AB standartlarına
en yakın olduğu noktadadır. Hatta Avrupa’daki en reformcu
hükümet, Türkiye’de işbaşındadır. Aksini de kimse iddia
edemez. Bu noktaya durup dururken gelmedik. Bütün bu
gelişmeleri reformlarla başardık.
Daha önce hatırlarsanız AB sürecini bazı şehirlerimize
veya tarihlere endeksleyen yaklaşımlar vardı. Ama biz geldik, dedik ki AB üyeliğinin yolu TBMM Genel Kurulu’ndan
geçer. Dile kolay, son 10 yılda yaklaşık 2000 mevzuatı Meclisimizden geçirdik. Bu mevzuatın her biri esasen bizi AB
müktesebatına uyuma ve AB standartlarına yakınlaştıran
düzenlemelerdir. Öte yandan, gerçekleştirdiğimiz reformların uygulamaları üzerinde de hassasiyetle durduk.
İşin bir de ekonomik boyutu var. Mesela 2007-2013 dönemi için AB, aday ve potansiyel aday ülkelere ayırdığı kaynağın neredeyse yarısını sadece Türkiye’ye tahsis etti. Bu da 5
milyar avroluk bir kaynak demek.
Sadece AB fonlarıyla 35 şehrimizde Katı Atık Depolama
Tesisi hayata geçirilmiştir. Hatta Ankara-İstanbul Hızlı Tren
Hattı’nın Köseköy-Gebze kesimine AB fonlarından yaklaşık
124,8 milyon avro kaynak aktarılmıştır, bu hattın çok büyük
bir bölümü bu kaynakla yapılıyor. Bugün Anadolu’nun dört
bir yanında hayata geçirilen projelerle bir taraftan ülkemizin
AB standartlarını yakalama süreci hızlanıyor, diğer taraftan
toplumun her kesiminden insanımıza Avrupa ülkelerinin
yolu açılıyor. Belki köyünden dahi dışarıya çıkamamış yavrularımız bu projelerle uçağa atlayıp Avrupa’ya gidebiliyor.
Bakınız Ulusal Ajans’ın programlarından bugüne kadar
yaklaşık 350 bin vatandaşımız yararlandı. Sadece bu yıl 70
bin vatandaşımızı Avrupa’ya gönderiyoruz.
Türkiye’nin AB yolculuğu önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir
izleyecek? Çalışma takviminizdeki öncelikli konular nelerdir?
Bizim sloganımız belli: Durmak yok, reforma devam… Önümüzdeki dönemde de reform çalışmalarımızı kararlılıkla
sürdüreceğiz. Kuşkusuz Sayın Başbakanımızın çağrıda bulunduğu 48 maddelik Anayasa değişiklik paketi bu bağlamda çok önemlidir. Uzlaşma Komisyonu madem bu zamana
kadar yeni bir anayasanın tamamı üzerinde bir mutabakat
sağlayamadı, o halde mutabakat sağlanan maddeleri hızla
Meclisimizden geçirelim. Bunun AB sürecimize de olumlu
yansıyacağı aşikârdır. Bu bizim reform takvimimize de
önemli bir ivme ve heyecan kazandıracaktır.
Şunu da burada hatırlatayım… Bizim reform takvimimiz
asla AB sürecindeki engellere endeksli değildir. Biz engel
olan fasıllarda dahi reformlarımızı hayata geçirmeye devam
ediyoruz. Yarın AB üyesi olacakmış gibi kendimizi hazırlıyo-
Temmuz - Ağustos 2013
73
74
DosyaSöyleşi
ruz. Nitekim şu anda engel olan birçok
fasılda dahi biz açılış kriterlerini karşılamış durumdayız. Hatta bazılarında
kapanış kriterlerini bile karşıladık.
Mesela 23. ve 24. fasıllar… Bu fasılların müzakerelere açılması gerektiğini
AB yetkilileri bile itiraf ediyor. Ama
maa lesef Ru m engel i nden dolay ı
açamıyoruz. Peki, Rumlar veya başka
ülkeler engel koyuyor diye biz milletimizin reform hakkını erteleyecek
miyiz? Elbette hayır. Böyle düşünseydik inanın milletimize haksızlık etmiş
olurduk. Zaten böyle düşünmediğimiz
için Türkiye’yi birçok AB üyesi ülkeden bile daha ileri noktalara taşıdık.
Türkiye hâlihazırda birçok fasılda
AB müktesebatı ile uyumlu haldedir.
Bu nedenle, blokaj altındaki fasıllarda engellerin kalkması durumunda
Türkiye çok kısa sürede bu fasılları
kapatacak duruma gelmiştir. Bu açıdan, 1 Temmuz 2013 tarihi itibarıyla
A B Konsey i Dönem Başka n lığ ını
devralan Litvanya’nın geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin müzakere sürecinin
ilerlemesine destek vereceklerini ilan
etmesini de büy ük memnuniyet le
karşılıyorum. Umuyoruz ki TürkiyeAB ilişkilerinde olumlu gelişmeler
yaşanacak; müzakere sürecinin adil ve
eşitlikçi bir temel üzerinde yürütülmesi konusunda ilerleme kaydedilen bir
Dönem Başkanlığı olacaktır.
Katılım müzakerelerinde iki buçuk yıl
aradan sonra yeni bir fasıl açıldı: Bölgesel
Politikalar ve Yapısal Araçların Koordinasyonu. Bu faslın önemi ve kapsamıyla ilgili
bilgi aktarabilir misiniz?
Biliyorsunuz, bu fasıl daha önce Sarkozy döneminde Fransa’nın bloke
ettiği fasıllardan biriydi. Hollande
yönetimi göreve geldiğinde gerek ikili
ilişkilerimize, gerekse AB sürecimize
yönelik olumlu mesajları olmuştu. Bu
mesajların bir yansıması olarak da 22.
Temmuz - Ağustos 2013
Çözüm
sürecini
başlattığımız
dönemde
22. Fasıl’ın
açılmasını anlamlı
buluyorum. Güzel
bir tevafuk oldu.
Bu faslın bölgesel
kalkınma
düzeyleri
arasındaki farkın
giderilmesi
noktasında
önemi büyük.
Atacağımız
adımlar çözüm
sürecine yardımcı
olacak ve Türkiye
hızla kronik
meselelerini
çözerek 2023
hedeflerine
ilerleyecektir.
Fasıl’da ülkesinin koyduğu engeli kaldırdı. Biz de hemen
hazırlıklarımızı tamamladık ve faslı 25 Haziran’da müzakerelere açtık. Birinci olarak altı çizilmesi gereken nokta bu.
Önemli bir husus daha var. Çözüm sürecini başlattığımız
dönemde bu faslın açılmasını anlamlı buluyorum. Güzel bir
tevafuk oldu. Çünkü bu faslın bölgesel kalkınma düzeyleri
arasındaki farkın giderilmesi noktasında önemi büyük. İnşallah faslın açılmasıyla atacağımız adımlar çözüm sürecine
yardımcı olacak ve Türkiye hızla kronik meselelerini çözerek
2023 hedeflerine ilerleyecektir.
AB’ye üyelik sürecinin yavaş ilerlediği yönünde eleştiriler yapılıyor. “Avrupa Birliği Türkiye’nin hızına yetişemiyor” sözünüz,
bu eleştirilerin AB’nin tavrından kaynaklandığına işaret ediyor.
Siz üyelik sürecinde AB’nin hangi noktalarda “yavaş” kaldığını
düşünüyorsunuz?
Dediğim gibi, bugün Türkiye tarihinin en parlak dönemini
yaşıyor. Bir yandan ileri demokrasi hedeflerine doğru hızla
ilerliyor, diğer yandan dünyanın krizle boğuştuğu bir dönemde göz alıcı bir performans gösteriyor. Buna rağmen biz
hâlâ AB sürecinde hak ettiğimiz noktada değiliz. Ne yazık
ki Avrupa Birliği krizle mücadele süresince de görüldüğü
üzere kendi kurallarının mağduru olmuştur. Oybirliği kuralı bunların başında gelmektedir. Bu kurala hapsoldukça
AB hareket kabiliyetini kendi eliyle sınırlandırmaktadır.
Nitekim krizle mücadele stratejilerinde de istenilen sonuç
alınamayınca daha da içine kapanan bir refleks gösterdi.
Oysa tersi olmalıydı. AB genişleme motoruna daha sıkı şekilde sarılıp bu çerçevede Türkiye’nin müzakere sürecini de
hızlandırmalıydı.
Siz hem ülkemizin hem dünyanın nabzını tutan bir siyasetçisiniz. Avrupa’daki Türkiye imajı ile ülkemiz insanının Avrupa’ya
bakışı konusundaki görüşleriniz nelerdir? Bakanlığınız dönemindeki çalışmalar az önce sözünü ettiğimiz “Türkiye” ve “Avrupa” algılarını nasıl etkiledi?
Bir kere şunu söyleyeyim… Bizim en önemli tanıtım projemiz reformlardır. Biz bu reformları hayata geçirdikçe yurt
dışındaki “Türkiye” algısının da önemli ölçüde değiştiğini
gözlemliyoruz. Türkiye’nin bütün tanıtım faaliyetleri ve
projeleri bir tarafa, inanın bu reform adımlarımız ülkemiz
adına çok daha etkili tanıtım yapmamıza imkan tanıyor.
Biz bir yandan bu reform ve AB müktesebatına uyum çalışmalarımızı devam ettirirken, diğer yandan tanıtım ve
iletişim faaliyetlerimizi de belirli bir strateji çerçevesinde
hayata geçiriyoruz. Bunu da yapmak zorundayız, çünkü AB
sürecinde önümüzdeki en önemli engel önyargılar. Bu ön-
DosyaSöyleşi
yargıları kırmak için de adeta iğneyle
kuyu kazarcasına çetin bir mücadele
veriyoruz. Einstein da söylemiş, “önyargıları kırmak atomu parçalamaktan
daha zor” diye. O yüzden biz çetin de
olsa bu önyargıları kırmak için mücadelemizi sürdüreceğiz. Türkiye’yi
AB’ye, AB’yi de Türkiye’ye anlatmaya,
birbirine daha da yakınlaştırmaya devam edeceğiz.
Bu çabalarımıza AB fonlarıyla hayata geçirdiğimiz projeler ve Ulusal
Ajans Programları da ciddi katkılar
sağlıyor. Ulusal Ajans aracılığıyla yurt
dışına gönderdiğimiz ve ülkemizde
ev sahipliği yaptığımız öğrenciler de
AB’de Türkiye hakkındaki algının
olumlu yönde değiştirilmesinde önemli
bir rol oynuyor.
Türk medyası Avrupa Birliği sürecinin
neresinde duruyor?
Dünyanın çok ciddi değişim süreçlerinden geçtiği ve küresel k rizin
etkilerinin devam ettiği bir dönemde,
medyanın da artık küresel düzenin
belirleyici unsurları arasına girdiğini
görüyoruz. Türkiye, medya dünyasındaki trendleri takip etme, hatta
bu trendleri yönlendirme anlamında
çok ciddi mesafeler kat etti. Bunun en
büyük sebebi hiç şüphesiz son on yılda
Hükümetimizin demokrasi ve özgürlüklerden taviz vermeyen; bilimde,
teknolojide Türkiye’ye yeni bir ufuk ve
vizyon çizen kararlılığıdır.
Türkiye artık tek kanallı, siyah-beyaz televizyon mantığıyla yönetilen
bir ülke olmaktan çıkmıştır. Avrupa
Birliği sürecinde gerçekleştirdiğimiz
kararlı reformlarla daha renkli, çok
sesli, güçlü, çeşitli ve özgür bir medya
atmosferine kavuşmuştur.
Kamuoyunu bilgilendirici niteliği
medyayı Avrupa Birliği sürecimizin
de en önemli parçalarından biri haline
getirmiştir. Bu sebeple, medyamızın ve
kamuoyumuzun daha doğru bilgilendirilmesi için uluslararası olsun, ulusal olsun,
bölgesel ve yerel olsun her seviyeden medya temsilcimizle bu süreçte fikir ve bilgi
alışverişinde bulunuyoruz. Kamuoyunun desteğini almadan, kamuoyunu doğru
bilgilendirmeden AB sürecini sağlıklı ve olması gerektiği zeminde yürütebilmek,
bu süreci başarıyla yönetebilmek mümkün değil. İki yıldır yürütmekte olduğumuz “Türk Yerel Medyası AB Yolunda” projesi ile yerel medya mensuplarımıza
AB sürecinin ülkemize katkısını anlatarak, onların bu sürece olan ilgisini canlı
tutmaya çalışıyor ve AB sürecimizin yerel basında daha fazla yer bulmasına katkı
sağlamayı hedefliyoruz. Yine son Sivil Toplum Diyaloğu Hibe Programı’nda da
medyaya önemli bir hibe imkanı sunduk.
Temmuz - Ağustos 2013
75
76
DosyaSöyleşi
Burada kimin ne ölçüde veya hangi hızda entegre olduğunu
kıyaslamak pek doğru değil. Önemli olan kamusuyla, özel
sektörüyle, sivil toplumuyla, yediden yetmişe toplumun bütün kesimleriyle ortak bir mücadele içine girip Türkiye’nin
AB yolculuğunu hızlandırmaktır. 2002-2004 tecrübesi bu
noktada çok önemlidir, ibretliktir. O dönemde iktidarımızın iradesine destek veren muhalefet ve farklı kesimler bu
katkıyı sağlamıştı. Ama ne yazık ki aynı katkıyı daha sonra
göremedik. Ülkemize yönelik eleştiriler söz konusu olduğunda zaman zaman
sert çıkışlarınız, ilginç benzetmeleriniz dikkat çekiyor. Bu üslubunuz yurt dışında nasıl yankı buluyor?
Başbakanımızın bu görevi bana tevdi ederken tek talimatı
oldu. “Egemen Bey, diklenmeyin ama dik durun” dedi. Ben
de Başbakanımın talimatını yerine getiriyorum. Ülkemin
çıkarlarına aykırı taleplerle karşılaştığımda gereğini yapmayacak mıyım? Hiçbir ülkenin önüne konulmayan kurallar
benim ülkemin önüne konulduğunda, sürekli çifte standartlarla karşılaştığımda bunlara tepki göstermeyecek miyim?
Bazı faşistler haddini aşıp benim kutsalıma, benim dinime
ve değerlerime hakaret ettiği zaman ona anladığı dilden
cevap vermeyecek miyim? Milletimiz ve Partimiz bizleri bu
makamlara ülkemize hizmet edelim, milletimizin çıkarlarını
savunalım diye getirdi. Ben Avrupa Birliği’nin Türkiye’den
Sorumlu Bakanı değilim, Türkiye’nin AB’den Sorumlu Bakanıyım. Benim tepkilerimi değerlendirirken herkes bu gerçeği
dikkate alırsa daha doğru olur.
Ne yazık ki geçmiş yönetimlerin AB konusunda Türk
milletine ve Türk medyasına hayal sattıklarını, bu süreci
bir umut pazarlığı haline getirdiklerini biliyoruz. “En geç
98’de Avrupa Birliği’ne tam üyeyiz” manşetini milletimiz hiç
unutmadı. Birçok gazete o dönemde Türkiye’nin Topluluğa
başvurusunu dahi tam üye olmuşçasına manşetlerine taşıdı.
AK Parti iktidarı göreve geldiğinde bütün bu umut simsarlıklarına son vererek Avrupa Birliği sürecinde net, kararlı
bir duruş sergiledi ve 2 yıl gibi bir süre zarfında AB’den
müzakere tarihi aldı, 3 Ekim 2005’te de Türkiye müzakerelere başladı. Bu sayede yılların “Yenildik ama ezilmedik”
psikolojisi “Direndik, kazandık” manşetlerine dönüştü. Reformlarla gelen bu başarılar Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne
yük olacak değil, onun üzerinden yük alacak bir noktaya taşıdı. Türkiye’nin üyeliği Avrupa Birliği’nin düşen reytingini
yeniden yükseltecek en önemli fırsattır.
Size göre Avrupa Birliği sürecine özel sektör mü kamu mu daha
çabuk entegre oldu?
Temmuz - Ağustos 2013
Bakanlığınız başta gençler olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde Avrupa ile ilgili farkındalık yaratan önemli projeler yürütüyor. Bunlar arasında ön plana çıkanlar hangileridir?
Sizin de ifade etmiş olduğunuz gibi, Bakanlık olarak yürütmekte olduğumuz tüm projelerin nihai hedefi AB sürecini
Türkiye’nin dört bir yanına yayarak, bu sürecin tüm halkımız tarafından sahiplenilmesini sağlamaktır. Çoğunluğunu
AB fonlarından faydalanarak yürüttüğümüz projeler de bu
hedefe ulaşmamıza hizmet ediyor. Bu anlamda, kurulduğu
günden bu yana Türkiye’de projecilik anlayışının yerleşmesine büyük katkı sunan ve yediden yetmişe bütün vatandaşlarımıza AB kapısını açan Ulusal Ajans’ımızın çalışmaları
takdire şayandır. AB sürecinin halkımıza doğru bir şekilde
anlatılmasına ve Avrupa ile Türkiye halklarının kardeşlik
içerisinde bir araya gelmesine vesile olan her bir proje bizim
için aynı ölçüde değerlidir.
Bizler bugün sadece gençlerimizin AB ile bütünleşmesinin teşvik edilmesine öncülük etmiyor, aynı zamanda
DosyaSöyleşi
AB sürecinin yerele yayılması için de elimizden gelen tüm
gayreti gösteriyoruz. Valilikler, belediyeler, il özel idareleri,
iletişimciler, avukatlar, işadamları, sivil toplum kuruluşları
gibi toplumun çeşitli kesimleriyle farklı projelerde bir araya
geliyor, ürettiğimiz projeler vesilesiyle tüm halkımızı AB
sürecine ortak etmeye çalışıyoruz.
Son sorumuz Twitter’la ilgili… Siz sosyal medyayı en iyi kullanan siyasetçilerden birisiniz. Özellikle son dönemde Twitter
hem övüldü hem eleştirildi. Sizin Twitter’a bakışınız nedir?
Hiç unutmam… Sayın Başbakanımızla bir Siirt ziyaretinde Pervari’de bir köy okuluna gitmiştik. Ziyaret sırasında
öğrencilerle fotoğraf çektirdikten sonra Başbakanımız çocuklardan adreslerini yazmalarını istemiş ve fotoğrafların
kendilerine gönderileceğini söylemişti. Tam da o sırada bir
öğrenci çıkıp “Gerek yok Sayın Başbakanım, artık hepimizin
e-mail adresi var. Fotoğrafı mail atarsanız daha çabuk alırız”
demişti. İşte Türkiye buralara geldi. Artık köy okullarında
bile öğrencilerimizin e-posta adresleriyle dünyayla iletişime
geçebildiği bir dönemdeyiz. Bu ihtiyaca binaen neredeyse
Hollanda’nın nüfusu kadar, yani 16 milyon tablet bilgisayarı
öğrencilerimize ücretsiz dağıtacağız.
Küreselleşmeyle birlikte zaman ve mekan kavramlarının
iyice değiştiği, tek bir tıkla dünyanın akışının değişebildiği
bir dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz
çağın en önemli gereklerinden biri bilişim sektörünü yakından takip etmek, bu sektördeki gelişmelerin gerisinde
kalmamaktır.
Bakınız Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde başlayan
özgürlük ve demokrasi hareketlerinin fitilini Tunuslu 26
yaşındaki bir bilgisayar mühendisi ateşledi. Muhammed
Buazizi’nin ilk kıvılcımını yaktığı o ateş kısa sürede bütün
bölgeye yayıldı ve tarihin akışını değiştirdi.
Van depremi sırasında enkaz altında kalan bir vatandaş,
sosyal paylaşım sitesi Twitter vasıtasıyla Cumhurbaşkanımız
Sayın Abdullah Gül’e ulaşır ve enkaz üzerinde çalışan iş
makinelerinin durdurulmasını talep eder. Bunun üzerine
Cumhurbaşkanımız yetkililerden söz konusu hesabın doğruluğu konusunda araştırma yapılmasını ve telefonun adres
tespitinin gerçekleştirilmesini ister. Yaklaşık yarım saat
içinde depremzedenin bulunduğu nokta tespit edilerek enkaz
kaldırma çalışmaları durdurulur. Kurtarma ekipleri, uzun bir
uğraştan sonra vatandaşı enkaz altından çıkarır.
Bunun gibi daha nice anlamlı hikaye sosyal medyanın
etkisine örnek verilebilir. Mısır halkının özgürlük mücadelesini sosyal medyada biz de yaşadık, hissettik. Somali’nin,
Arakan’ın dramına sosyal medyadan birlikte çözüm aradık.
Gazze’de akan kanın durdurulması için en etkili kampanyalar sosyal medyada yürütüldü. Filistin’in BM’de gözlemci
devlet olması için sosyal medyada düzenlenen kampanyalar
BM salonunda yankılandı. Heyecanımızı, umutlarımızı,
aktivitelerimizi, dostluklarımızı sosyal medyada paylaştık.
Üsküdar Belediye Başkanımız Mustafa Kara’nın Twitter’da
nikah bile kıydığını biliyoruz. Şunu özellikle vurgulamak istiyorum… Sosyal medyayı
önemseyen ve kullanmaya özen gösteren bir siyasetçi olarak
buradaki paylaşımları asla sanal olarak görmüyor, aksine
bunların hayatın ta kendisi, hayata dair gerçek paylaşımlar
olduğuna inanıyorum.
Bugün itibarıyla Twitter’da yaklaşık 800 bin takipçim var.
Takipçilerimin her biri benim için değerlidir, dosttur. Ama
tabii burada işin özünü kaçırmamak lazım. İletişimin en
önemli noktasını, yani birebir teması özellikle siyasetçiler
olarak elden bırakmamak gerekir.
Temmuz - Ağustos 2013
77
78
Kahraman bir
neslin büyük
zaferi
Cahit Yıldız
30 Ağustos zaferi ilk
olarak 1923 yılında
Ankara, İzmir, Maraş,
Denizli ve Afyon’da
kutlamalarla anılır.
1935’te ise “Zafer
Bayramı” ilan edilerek
tüm Türkiye’de
kutlanmaya başlar.
Temmuz - Ağustos 2013
“Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu
harekat Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını
tarihe bir kere daha geçiren muazzam bir eserdir.
Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri
yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur.”
Gazi Mustafa Kemal
30
Ağustos Zafer Bayramı, 1912’de Balkan Savaşları’yla başlayan 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda zafere kavuştuğumuz dönemin bir
özetidir. Bu süreç 10 yıl sürer. 10 yıl boyunca Anadolu’nun tüm şehirleri, kasaba ve
köyleri var gücüyle savaşmış, istiklal hasretiyle birçok şehit vermiştir.
20. yüzyılın “hasta adam”ı Osmanlı İmparatorluğu Balkan Savaşları’yla birlikte
derin bir yara aldı ve bu savaş özellikle yarattığı psikolojik tahribatla Osmanlı’nın
çökmek üzere olduğu fikrini herkese kabul ettirdi. Fakat Anadolu ne olacaktı? I.
Dünya Savaşı’na işte bu psikolojiyle hazırlanan Türk milleti her şeye rağmen birçok
cephede büyük başarılar elde etti. Bunun ilk büyük örneğini Çanakkale’de veren
Mehmetçikler, Osmanlı’nın kaybının vatanın kaybı olmayacağını gösterdiler. Tam 8
cephede, Çanakkale, Hicaz, Kafkasya, Filistin, Irak, İran, Galiçya ve Makedonya’da
savaşan Mehmetçikler her bir cephede destan yazdı.
79
Onbeşliler gidiyor...
Bu yıllar üzerine ne söylense yetersiz
kalacaktır. Türk ordusu çok ciddi kayıplar verir. Aynı anda birçok cephede
çatışmanın, maddi sıkıntıların, azınlık
ayaklanmalarının yanına bir de asker
sayısının yetersizliği eklenir. Çıkarılan
emirle lise talebelerinin ve Rumî 1315,
Miladi 1897-98 doğumluların da askere alınmasına karar verilir. 27 Mayıs
1915’te bir tebliğ yayımlanır. Tebliğde
“1315 doğumluların bedenleri gelişmiş,
harbe elverişli ve silah kullanmaya
kabiliyetli olanlarından müsait bulunanların” da kıtalara teslim olması
emredilir. Türk milletinin “seferberlik”
olarak adlandırdığı I. Dünya Savaşı’nın
şartları artık daha da ağırlaşmıştır.
8 cephede birden savaşan Türk
ordusu savaşın sonunda yorgun düşmüş, Osmanlı toprakları ise çok ciddi
bir daralma yaşamıştı. 30 Ekim 1918
günü imzalanan Mondros Ateşkes
Ant laşması Osmanlı’nın sonunun
geldiğini gösteren, kabul edilemez
ağır hükümleri olan bir anlaşmaydı.
İstanbul ve Çanakkale Boğazları İtilaf
Devletleri’nin kontrolüne bırakılmıştı. Ordunun silahları, cephaneler ve bütün haberleşme denetim altına alındı. Yine bu anlaşmaya göre Hicaz, Yemen, Suriye, Irak,
Trablusgarp ve Bingazi’deki birlikler İtilaf Devletleri’ne teslim olacaktı. Mondros
Antlaşması işgal günlerinin habercisiydi. Osmanlı Devleti’nin fiilen hiçbir alanda
varlık gösteremediği yıllar boyunca Anadolu’nun akıbeti Türk milletinin kaderine
bırakıldı.
“Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın”
Mondros Ateşkesi’nin ardından ülkenin çeşitli yerleri İtilaf Devletleri tarafından
işgal edildi. Düşman birlikleri işgal ettikleri yerlerde herhangi bir askerî güçle karşılaşmıyorlar, fakat millet bu işgallere karşı tepki koyuyordu. Bu tepkiler Kuvay-i
Milliye hareketinin doğmasına sebep oldu ve bu tarihten Büyük Taarruz’a kadar
Anadolu’nun geleceğini Türk halkının sergileyeceği direniş biçimlendirecekti.
Mondros Antlaşması’nın hemen ardından önce İstanbul 13 Kasım 1918’de işgal
edildi. İngilizler aynı yılın aralık ayının 17’sinde Antep’e girdi. Maraş 23 Şubat
1919’da, Urfa ise 24 Mart 1919’da işgal edildi. Türk milleti işgallere ilk tepkisini
“Sultanahmet Mitingleri”nde gösterdi. Binlerce kişinin katıldığı mitinglere Halide Edip Adıvar, Mehmet Emin Yurdakul, Rıza Nur gibi birçok tanınmış aydın
da destek veriyor, bu mitingler Anadolu’dan takip ediliyor ve camilerde verilen
hutbelerde konuşuluyordu.
Tüm bunlar yaşanırken 19 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Anadolu’ya geçerek
İstiklal Harbi’nin fitilini ateşler. Kendisi hakkında yakalama emri verilen Kazım
Karabekir’in “Emrinizdeyiz Paşam!” sözleriyle destek bulan Mustafa Kemal, vatanın kurtuluşunu İstanbul’un temin edemeyeceğini görür ve Anadolu’yu karış karış
gezerek halkı cesaretlendirir. Amasya Genelgesi’ni hazırlayarak telgraf yoluyla tüm
Anadolu’ya dağıtılmasını sağlar. Genelge, milletin bağımsızlığının yine milletin
azim ve kararlılığıyla kurtarılabileceğini söylüyor ve Türk milletini hem İstanbul’a
Temmuz - Ağustos 2013
80
hem de işgal güçlerine karşı mücadeleye davet ediyordu. Genelgenin yayımlanmasının ardından önce Erzurum
Kongresi ve sonra Sivas Kongresi ile
birlikte tarihî kararlar alınmış, millî
irade esas alınarak “manda ve himaye
kabul edilemez” denmiştir.
Anadolu bu çalışmalardan etkilenmeye ve tek vücut olarak işgal güçleriyle mücadele etmeye başladı. 12 Şubat
1920’de Maraş, 11 Nisan 1920’de ise
Urfa halkı işgal güçlerini gerileterek
kurtuluş mücadelesini kazandı. Ama
batıda işler yolunda gitmiyordu. İstanbul hâlâ işgal altındaydı. Mebuslar
Meclisi dağıtılmış, birçok aydın ve milletvekili tutuklanmıştı. Umutların yöneldiği kişi Mustafa Kemal, Meclis’in
Ankara’da toplanması gerektiğini
belirten bir genelgeyi ordu komutanlarına göndererek İstanbul’dan kaçabilen mebusları Ankara’ya davet etti.
Böylelikle yeni seçilen ve İstanbul’dan
Ankara’ya gelmeyi başarmış mebuslarla birlikte 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılarak millî mücadeleye
bir merkez kazandırılmış oldu.
Artık Ankara’da milleti temsil eden
bir heyet, millî mücadeleyi kurumsal yapıda sağlam bir zemin üzerine
Temmuz - Ağustos 2013
oturtma çabasındaydı. Ama İstanbul’dan kötü haberler gelmeye devam ediyordu.
10 Ağustos 1920 tarihinde İstanbul Hükümeti’yle İtilaf Devletleri arasında Sevr
Anlaşması imzalanmıştı. Vatanın bütünlüğünü ortadan kaldıran bu anlaşmayı
Büyük Millet Meclisi kabul etmez ve Erzurum ile Sivas Kongrelerinde biçimlenen,
Ali Rıza Paşa Hükümeti tarafından onaylanan Misak-ı Milli’ye bağlı kalır. İtilaf
Devletleri’nin planlarını bozan Büyük Millet Meclisi, ilk önemli başarısını Kazım
Karabekir’in büyük kahramanlık örneği gösterdiği Doğu Cephesi’nde alır ve
Ermenilerle Gümrü Anlaşması’nı imzalar. Doğudaki harekatı sona erdiren anlaşmayla Misak-ı Milli ilk kez resmen düşman güçlerine kabul ettirilir. Batı Anadolu
ise tarihinin en kritik günlerini yaşamaktadır. Yunan birlikleri I. İnönü savaşıyla
geriletilmişti. Ancak Türk ordusunun II. İnönü ve Kütahya-Eskişehir Muharebe-
81
lerindeki taarruzu sonuç vermeyince
askerlerimiz Sakarya Nehri’nin doğusuna çekilmek durumunda kalmıştı.
Bu kritik dönemde TBMM Mustafa
Kemal’e orduyla ilgili tüm yetkileri
vererek onu “Başkomutan”lığa atadı.
“Hattı müdafaa yoktur,
sathı müdafaa vardır”
Başkomutan ilk olarak Tekâlif-i Milliye Emirleri’ni yayınlayarak Sakarya
Meydan Muharebesi öncesi ordunun
ihtiyacını karşıladı. Tarihimizin bu en
önemli savaşı Yunanistan Krallığı’nın
Ankara’ya hücum emri vermesiyle
başladı. Ankara’nın düşmesi Sevr’i
geçerli kılacak ve Türk vatanı ortadan
kalkacaktı. 14 Ağustos 1921 tarihinde
ilerlemeye başlayan Yunan ordusu 23
Ağustos’ta taarruza geçti. 22 gün ve
gece devam eden savaşta Türk ordusu
10 Eylül günü karşı taarruz başlattı ve
Yunan ordusunu Eskişehir’in doğusuna hapsetti. 3 gün süren karşı taarruz,
teçhizat yetersizliğiyle son buldu.
Yunan orduları geri çekilirken köyleri
ateşe verdi, birçok yapıyı yağmaladı.
5 bin 713’ü şehit toplam 40.000’e
yakın zayiat verilen Sakarya Meydan
Muharebesi, kaybettiğimiz subayların
çokluğu nedeniyle “Subay Muharebesi”
adıyla da anılmıştır. Ancak bu kesin
zafer değildir. Anadolu’dan çekilmeyen
Yunan ordusu İtilaf Devletleri’nden
destek isterken diğer yandan Türk
ordusu da kesin zafer için hazırlanıyordu. Yeniden seferberlik ilan edildi.
Ordunun asker eksiği tamamlandı. Haziran 1922’de genel taarruz hazırlıkları
başlatıldı. Mustafa Kemal Atatürk 6
Ağustos günü gizli taarruza hazırlanılması için emir verdi. Ve 26 Ağustos
gecesi sabaha karşı Türk ordusu taarruza başladı. 10 yıldır savaşan yorgun
Türk ordusu kesin zaferin heyecanıyla
Yunan birliklerine saldırdı. 30 Ağustos
günü yaşanan uzun çarpışmalarda
Tarihimizin
bu en
önemli savaşı
Yunanistan
Krallığı’nın
Ankara’ya
hücum emri
vermesiyle
başladı.
Ankara’nın
düşmesi
Sevr’i geçerli
kılacak ve Türk
vatanı ortadan
kalkacaktı.
14 Ağustos
1921 tarihinde
ilerlemeye
başlayan
Yunan ordusu
23 Ağustos’ta
taarruza geçti.
Yunan birlikleri imha edildi ve Mustafa Kemal’in “Ordular!
İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emriyle Türk ordusu 9 Eylül
günü Yunan ordusunu denize dökene kadar ilerledi.
Büyük Taarruz veya Başkomutanlık Meydan Muharebesi,
bir yandan Çanakkale Savaşı’nın, bir yandan Kazım Karabekir ve askerlerimizin Doğu Cephesi’ndeki direnişlerinin;
diğer yandan Maraş’ta başlayan, Urfa’da devam eden ve
Antep’te neticeye varan millet hareketinin zafer çığlıklarıyla
sonuçlandığı en önemli savaşımızdır. Zafer bizimdir. Mustafa Kemal, bu büyük zaferin muzaffer başkomutanı sıfatıyla
ordusuyla gurur duyarak Kocatepe’den Ankara’ya döner.
30 Ağustos zaferi ilk olarak 1923 yılında Ankara, İzmir,
Maraş, Denizli ve Afyon’da kutlamalarla anılır. 1935’te ise
“Zafer Bayramı” ilan edilerek tüm Türkiye’de kutlanmaya
başlar.
Bu büyük zaferin mimarları olan kahraman subaylarımızı,
şehit ve gazilerimizi rahmetle anıyoruz.
Temmuz - Ağustos 2013
82
İstiklâl Harbi kahramanımız
Fevzi Çakmak
Dr. Ahmet Tetik
A
sker bir aileden gelen Mustafa Fevzi Çakmak, 1875 yılında İstanbul’da doğar. Babası, Çakmakoğullarından
Topçu Miralay Ali Bey’dir. Kuleli Askeri Lisesi’nin ardından 1895 yılında mülazım-ı sani (teğmen) rütbesiyle Harp
Okulu’ndan mezun olur. Başarı sıralamasındaki derecesiyle
Harp Akademilerine seçilir. Üç yıl süren eğitimin sonunda
Kurmay Yüzbaşı olarak Osmanlı ordusu saflarına katılır.
1899-1914 yılları arasında Rumeli’de çeşitli birliklerde görev
yapar. Bunlar sırasıyla Mitroviçe Tümen Kurmay Subayı,
Nizamiye 35. Tugay Komutanlığı ve Taşlıca Mutasarrıflığı,
Mürettep Kosova Kolordusu Kurmay Başkanlığı, Genelkurmay 5. Şube Müdürlüğü, Mürettep İşkodra Kolordusu
Kurmay Başkanlığı, İtalya’ya karşı kurulan Batı Ordusu
Kurmay Başkanlığı, Rumeli Islah Heyeti üyeliği, Nizamiye
Yakova Tümen Komutanlığı, Kosova Umumi Kuvvetler
Kurmay Başkanlığı, Balkan Harbi seferberliğinin başlangıcında Vardar Ordusu Komutanlığı 1. Şube
Müdürlüğü, Nizamiye 2. Tümen Komutanlığının ardından 1913 yılı sonunda Albay
rütbesiyle 5. Kolordu Komutanlığıdır.
2 Mart 1914’te Tuğgeneralliğe terfi
eden M. Fevzi Çakmak, Birinci Dünya
Harbi süresince de cephelerde fiilen
görevde bulunur. 1915 yılı sonunda Anafar ta lar Grup Komutanı,
1916’da Kaf kas Kolordusu Komutanı, 1917’de 2. Ordu ve 7. Ordu
Komutanı sıfatıyla harbin içindedir. 1918 yılında Korgeneralliğe
yükselen Fevzi Çakmak, Mondros
Temmuz - Ağustos 2013
83
Mütarekesinden sonra Genelkurmay
Başkanlığına atanır. 14 Mayıs 1919’da
1. Ordu Kıt’aları Müfettişliğine tayin
edilir, 3 Şubat 1920’de ise İstanbul’da
Harbiye Nazırlığına getirilir. 8 Nisan
1920’de Damat Ferit hükümetinin
kuruluşundan önce Harbiye Nazırlığından istifa ederek Anadolu’ya geçer.
1. Dönem Büyük Millet Meclisi’ne
Kozan Milletvekili olarak katıldıktan
sonra 3 Mayıs 1920’de Millî Savunma
Bakanlığına, 24 Ocak 1921’de de İcra
Vekilleri Reisliğine getirildi. 3 Nisan
1921’de Büyük Millet Meclisince Orgeneralliğe terfi ettirildi. 12 Temmuz
1922’de İcra Vekilleri Reisliğinden istifa
ederek yalnız Genelkurmay Başkanlığı-
İstiklâl
Harbi’nin
başarısında önemli rol
oynadı. Büyük
Taarruz’un
askerî planlarının hazırlanmasında ve
uygulanmasında etkinliği
Büyük Millet
Meclisi’nce de
takdir edildi.
nı yürüttü. İstiklâl Harbi’nin başarısında önemli rol oynadı.
Büyük Taarruz’un askerî planlarının hazırlanmasında ve
uygulanmasında etkinliği Büyük Millet Meclisi’nce de takdir
edildi. 31 Ağustos 1922’de “Büyük zaferin elde edilmesindeki
yüksek hizmetlerini takdiren” Mareşalliğe terfi ettirildi.
3 Mart 1924 tarihinde II. Dönem İstanbul Milletvekili
iken Genelkurmay Başkanlığına getirildi. 31 Ekim 1924’te
milletvekiliğinden istifa etti. Yaş haddinden emekliye sevk
edildiği 12 Ocak 1944 tarihine kadar Genelkurmay Başkanlığını sürdürdü.
1946 milletvekili seçimlerinde Demokrat Parti listesinden
bağımsız aday olarak İstanbul milletvekili seçildi. 23 Ağustos
1946 tarihli İstanbul milletvekilliği mazbatasında, 194 bin 833
oy aldığı kayıtlıdır. Kısa bir süre sonra Demokrat Parti saflarından ayrılarak Millet Partisi’nin kurucu üyeleri arasında
yer aldı. Bu dönem milletvekilliği sırasında gelişen yeni siyasi
akımlar içerisinde karakter itibarıyla siyasette yalnız kaldığını
çok geçmeden fark etti. Taviz vermeyen yapısıyla siyasetin
incelikleri arasında uyum problemi yaşadı. 10 Nisan 1950’de
İstanbul’da hastanede hayata veda ederken de yalnızdı.
Yüz binlerce sessiz yalnız, 12 Nisan 1950 günü Mareşal
Fevzi Çakmak’ın cenazesini omuzlarının üzerinde Eyüp
Mezarlığı’na taşırken, mütevazı bir “paşa”nın ebediyete yolculuğuna şahit olmanın gururunu kuşaktan kuşağa anlattı.
Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Türkiye Büyük Millet Meclisi
II. Dönem İstanbul Mebusu ve Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye
Vekili unvanıyla, 8 Eylül 1923 tarihinde doldurduğu hal tercümesinde kendi el yazısıyla kaleme aldığı şu cümleler, kişiliğini yansıtmaktadır: “Mekteb-i Harbiye ve Erkân-ı Harbiye
Mektebi tahsilini ikmal etdim. Müteselsilen kıtaat kuman-
Temmuz - Ağustos 2013
84
danlığı ve Erkân-ı Harp hidematını
müteakib olarak Erkân-ı Harbiye-i
Umûmiye Riyasetine ve ba’de Harbiye
Nezaretine tayin olundum. Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nin ilk güşadında
Kozan mebusu ve Müdafaa-i Milliye
Vekili sıfatiyle Meclise iştirak etdim.
Bilahire İcra Vekilleri Heyeti Riyâsetinde Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâletinde
bulundum.”
Mareşal Fevzi Çakmak, şahidi olduğu Balkan Harbi ve I. Dünya Harbi’ne ait
gözlemlerini, değerlendirmelerini, yaşadıklarını Harp Akademilerinde verdiği
konferanslarda anlatmıştır. Yıllar sonra bu konferanslar, Batı Rumeli’yi Nasıl
Kaybettik? ve Büyük Harpte Şark Cephesi Harekâtı isimleriyle kitap olarak yayımlanmıştır.
Türkiye Büyük Millet
Meclisi İkinci Devre
Seçimlerde Üye
Seçilen Kişilere Ait
Kısa Hal Tercümesi
Seçim Çevresi: İstanbul
İsmi: Fevzi
Babasının ismi: Ali
Doğum tarihi: 1291(1875)
Doğum yeri: İstanbul
Mesleği: Asker
Seçilmeden önce son görevi: Erkân-ı Harbiye-i
Umûmiye Kumandanlığı
Memur değilse seçilmeden
önceki son sıfatı: Erkân-ı
Harbiye-i Umûmiye Vekili
Seçim mazbata tarihi:
28 Haziran 1923
Kaç oyla milletvekili seçildiği: 1361
Mazbatasının Meclis Genel Kurulunca onay tarihi: 12 Ağustos 1923
Meclise katılış tarihi:
11 Ağustos 1923
Belge TBMM arşivinden alınmıştır.
Temmuz - Ağustos 2013
85
Yunan taarruzuna dair beyanatı
Efendim, bendeniz askeri harekât hakkında biraz malûmat vereceğim. Cephelerde bir değişiklik hâsıl oldu. Uşak ve Bursa’da toplanan Yunan kuvvetleri, kısmen izinli olarak memleketlerine gitmekle beraber, Yunanistan’daki seçimler neticesinde cephelerde bir değişiklik hâsıl oldu. Cephelerdeki açıklıklar takviye edilmek üzere bir kısım kuvvetleri cepheye sevke başladılar. Alınan malûmat, seçimler ve Yunanistan’daki siyasi değişiklik
dolayısıyla Yunanların harp harekâtını durdurdukları ve Avrupa’da hâsıl olacak kanaate göre yeni bir siyaset takip edecekleri hususatından ibarettir.
Gerçekten bu son zamanlarda hayli kuvvetlerin geri gittiğini duyum aldım. Malûmu âlinizdir ki evvelce iki tümen kadar Uşak’ta, iki tümen kadar
da Bursa’da bulunuyordu. Son zamanlarda bu tümenlerin kuvvetleri azaldığından Uşak Cephesini ayrıca mevcudu az tümenle takviye ettiklerine
dair malûmat aldım ve bundan da cephedeki azalan kuvvetlerin mevcuduna eş yeni kadrolarla mevcudu ikmal ettikleri anlaşılıyordu. Bittabi buna
karşı cephelerdeki kuvvetlerimiz takviye edildi ve icabında Yunanların bir taarruzuna karşı değil; hattâ Yunanlara taarruz ederken lâzım gelen
kuvvet ve gücü gösterecek artışlar ve tertibat alınıyordu. Deminden burada Reis Paşa Hazretlerinin ayrıntılı anlattıkları vaka ortaya çıktığı esnada
askeri vaziyet bu merkezdeydi.
Ocak ayının ikinci günü Ethem Yunanlarla temasa geldi ve bizim, cephelerden kuvvetlerimizi tamamen çektiğimize ve saireye dair bazı haberlerle Yunanları harekete teşvik ettikleri anlaşılıyor. Çünkü bu tarihten itibaren mutlak sessizlik içinde bulunan cephelerde faaliyet başlamıştır.
Evvelâ Otakçı’dan güneye geçen bir müfreze küçük bir taarruz icra etti, püskürtüldü. Bilâhare Nazilli’den güneye taarruz eden bir müfreze orada bir
gösteri icra ederek geriye çekildi. Nihayet altı Ocak tarihinde, yani bundan iki gün evvel Uşak’ta üç sınıftan oluşan bir kuvvet doğuya doğru taarruz
harekâtına başladı. İslâmköy’de durduruldu. Bu müddet zarfında Bursa’da düşman bazı kuvvetler yığdı. Bu iki gün arasında bu kuvvetlerle daha
ciddi bir taarruza kalkıştı. Üç günden beri taarruz hareketi devam ediyor. Taarruz hareketinin birinci safhasında Köprühisar’da düşman kuvvetleri
uzaklaştırıldı. Fakat müteâkiben düşmanın takviye edilen kuvvetleri bugün taarruzlarına devam ederek Pazarcık’a doğru hareketlerini genişlettiler. Bugün orada bizim kuvvetler yığılıyor. Yunan kuvvetleri de yığılıyorlar. Bu iki gün zarfında ümit ederiz, kati netice elde edilecek. (İnşaallah
sesleri). İslâmköy’den henüz ileri hareket yapmıyor. Fakat buradaki kuvvetleri de, aldığımız malûmata nazaran, takviye olunmuştur ve taarruz
muhtemeldir. Maamafih oraya karşı lâzım olan kuvvetler toplanmış ve yığılmıştır.
Diğer, askerî tertibata dair müsaade ederseniz fazla tafsilât vermeyeceğim. Henüz vaziyet meydana çıkmamıştır, inşaallah en yakın zamanda
zafer neticesini arz ederim. (İnşaallah, Allah muvaffak etsin sesleri).
Temmuz - Ağustos 2013
86
Söyleşi
Kemal Anadol’dan
yeni bir roman:
Kasırga
“Aera!”
Söyleşi: Songül Baş
Tecrübeli
siyasetçi Kemal
Anadol, 1940’lı
yıllarda Ege’nin
iki yakasındaki
insanları anlattığı
Kasırga “Aera!”
ile okurla buluştu.
Anadol, “Dünü
anlatmak benim için
keyifli bir uğraş.
Görev saydığımı
da söyleyebilirim”
diyor.
Temmuz - Ağustos 2013
“T
arih, fondaki top sesleri ve barut dumanları önünden geçen ünlü kahramanların ve arkalarında marş söyleyen adsız süvari ve piyadelerin destanından ibaret
değildir. Tarih, yazının icadından günümüze akan zaman ırmağı içinde yaşamış,
sıradan insanların, halkların hikayesidir. Onların yemekleri, şarkıları, inançları,
aşkları ve ihanetleridir. Anlatacaklarım; Anadolu, Balkanlar ve Akdeniz’de yüzyıllardır iç içe yaşayan insanların İkinci Dünya Savaşı cehenneminde savrulup giden
hayatları ve ayakta kalmaya çalışan halkların romanıdır”…
Bu satırlar Kemal Anadol’a ait. Yeni romanı Kasırga “Aera!”da okurlarına bu sözlerle seslenen Anadol, şu sıralar edebiyatçı yönüyle ön plana çıksa da siyasetçi olarak
kamuoyunun yakından tanıdığı bir isim. En son geçen yasama döneminde CHP
Grup Başkanvekili ve İzmir Milletvekili olarak Meclis çatısı altında yer alan Kemal
Anadol ile hem yeni romanını hem de ülke gündemindeki önemli konuları konuştuk.
Söyleşimize yeni romanınız Kasırga “Aera!” ile başlamak istiyoruz. Önceki romanlarınızda
olduğu gibi yakın geçmişi ele aldığınızı, Ege’nin iki yakasından insanları anlattığınızı görüyoruz. Bu tercihinizin nedenleri nelerdir?
Anadolu, Balkanlar ve Akdeniz’de insanlar yüzyıllardır birlikte yaşamışlar. Hele
Osmanlı döneminde aynı devletin tebaası olarak yaşamları iç içe geçmiş. İmparatorluğun doğası gereği çok renkli bir mozaik görüntüsü var. Dinleri ve dilleri ayrı olsa
da mutfakları, şarkıları birbirine karışmış. Aynı çarşının esnafı, aynı kentin tüccarı,
aynı köyün çiftçileri olmuşlar. Alışveriş yapmışlar, bazen çok dürüst olmuş, bazen de
birbirlerine kazık atmışlar! Ortak keder ve sevinç yaşamışlar. Karşılıklı bayramlarını kutlamışlar, dillerini öğrenmişler. Ta ki 1789 Büyük Fransız Devrimi’ne kadar.
Bu tarihten sonra “milliyetçilik” akımları doğmuş, “ulus devlet” kavramı ortaya
Söyleşi
çıkmış ve büyü bozulmuş. Ayaklanmalar, savaşlar sıradan insanların yaşamlarını oradan oraya savurup atmış.
Açlık, sefalet, zulüm ve ölüm peşlerini
bırakmamış. Memleket hasreti içinde
köylerini, kentlerini, evlerini ve anılarını çocuklarına, torunlarına anlatarak
dünyadan göçmüşler. Ege’nin iki yanındaki insanlar bütün olan bitene rağmen yaşanan güzel
günleri unutmamışlar, kendilerinden
sonra gelen kuşaklara aktarmışlar. Her
iki yakadaki kara propaganda önceleri
etkili olmuş, ama bugün pek itibar
görmüyor gibi... Dünü anlatmak benim
için keyifli bir uğraş. Görev saydığımı
da söyleyebilirim.
Yunanistan’ın 1941-45 arası tarihini
kaleme aldığınız Kasırga “Aera!” siyasal,
tarihsel ve belgesel unsurlar içeriyor. Diğer
romanlarınızda da göze çarpan bu özellikle
ilgili neler söylemek istersiniz?
Doğrudur; yazdığım romanlar siyasal,
tarihsel ve belgesel unsurları içeriyor.
Karşı Yaka Memleket, 1930’lu yıllarla 1990’lar arasında geçiyor. Çok partili yaşama geçiş sancıları çeken Türkiye’den, sosyalizmin kuruluş sorunlarıyla boğuşan
Bulgaristan’a uzanıyor. Geçtiğimiz ay beşinci baskısı çıktı. Büyük Ayrılık ise 1900
yılında başlıyor, Türk askerinin 11 Eylül 1922 günü Foça’ya girmesiyle son buluyor.
Yani Osmanlı’nın son 22 yılı anlatılıyor. Bu kitabımın da geçen ay sekizinci baskısı
yayımlandı. Kasırga “Aera!” son çıkan romanım. Söylediğiniz gibi Yunanistan tarihinin acılı bir bölümünü, 1941-45 arasını konu alıyor. Peki, neden siyasal, belgesel
ve tarihsel öğeler öne çıkıyor? Bu sorunun yanıtı hem politika, hem edebiyat, hem
de tarihle ilgili. Önce bir politikacı olarak iğneyi kendime batırayım. Uzun süre TBMM’de görev
yaptım. Objektif tespitim genellikle politikacılarımızın yakın geçmişe yönelik ilgi
ve bilgilerinin zayıflığıdır. Ya bu konuda bilgi noksanlığı vardır ya da koşullanma
söz konusudur. Okullardaki eğitim ise sanki öğrencileri tarih dersinden soğutmak
için planlanmış. En gereksiz bilgiler belleklere zorla çakılırken en önemli olayların
üstünden geçiliveriyor. Ayrıca tarih bir bilimdir. Propaganda aracı değildir. Bu düşünce ile “resmî tarih”e karşı çıkanlar şimdi kendi ideolojilerine uygun “gayriresmî
tarih” yazmaya başladılar! Bunlar da uzun tartışma konuları... Ama ben son yıllarda
ortaya çıkan “tarihî roman” patlamasını ve bunlardan senaryolaştırılan televizyon
dizilerini çok olumlu buluyorum; eksiğiyle gediğiyle... Hiç olmazsa yanlışları eleştirilip doğrular ortaya çıkarılıyor. Yeni kuşaklar da merakla gerçeği aramaya çalışıyor.
Kısaca bilimsel tarih çalışmalarının ve tarihî romanların çoğalması ülkemiz için bir
kazançtır.
Yeni romanınıza yönelik okur ilgisinden memnun musunuz? Yeni bir eser hazırlığınız
var mı?
Kasırga “Aera!” piyasaya çıkalı iki ay oldu. Bu süre içinde genel olarak olumlu tepkiler aldım. Okunma süresi dikkate alınırsa medyaya yansıması daha sonra olacak.
Bugünlerde çeşitli kıyı kentlerinde imza günleri düzenleniyor. Yeni bir roman var
mı? Evet, böyle bir niyetim var. Ancak düşünce aşamasında. Kaynak, bilgi, belge
toplamaya başlayacağım. Bundan sonra yazıma geçerim. Bu kez Ege’den Karadeniz’e
uzanmak istiyorum. Yirminci yüzyılın başlarına, o günlerin Karadenizine... Siz en son 23. Dönem’de (2007-2011) Meclis çatısı altında yer aldınız. İlk milletvekilliğiniz
ise 1973 yılında. Siyaset hayatınız nasıl başladı?
Bazı insanlar ülke sorunlarına içgüdüsel bir ilgi duyar. Bazılarında bu ilgi çok azdır
veya hiç yoktur. Bu neden böyledir? Sebebi tam bulunamamıştır sanıyorum. Elbette
ekonomik, sınıfsal, eğitsel, sosyal nedenleri vardır. Ama aynı koşullardaki insanlar
arasında da bu fark görülüyor. Galiba ben ilk gruptanım. Çocuk yaşımdan bu yana
sosyal sorunlara ve politikaya ilgi duyarım. 1941 doğumluyum. 1954 seçimlerinden
sonra iktidarda bulunan Demokrat Parti antidemokratik eğilimlerin içine girdi.
Halktan aldığı oyla ters orantılı bir anlayış içinde özgürlükleri kısıtlayan, temel
insan haklarına aldırış etmeyen bir parti oldu. Uygulamalar ve çıkarılan yasalar
sertleşti. İktidar ülkedeki gücünü göstermek için Vatan Cephesi adı altında yeni
bir örgütlenmeye gitti. Hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde buraya üyeler kaydetti
ve isimlerini günlerce devlet radyosundan okuttu. Muhalefet de kendini korumak
için güç birliğine gitti. Bu ortamda Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiydim. 1959
yılında CHP Yenimahalle Gençlik Kolu’na üye oldum. 1961 yılında CHP Ankara İl
Temmuz - Ağustos 2013
87
88
Söyleşi
1969 yılı... Bülent Ecevit CHP Genel Sekreteri, Kemal
Anadol ise Karadeniz Ereğlisi İlçe Başkanı.
Gençlik Kolu Başkanı seçildim. O yıllarda
oy verme yaşı yirmi birdi. Ben oy verme
hakkına sahip değildim, ama CHP Büyük
Kurultayı’nın delegesiydim. Yani politikaya
çok erken başladım. Karadeniz Ereğlisi’nde
avukatlık yapıyor ve arkadaşlarla birlikte
günlük Memleket gazetesini çıkarıyorduk.
25 yaşında CHP İlçe Sekreteri, 28 yaşında
İlçe Başkanıydım. 1973 genel seçimlerinde
otuz iki yaşında Genel Başkanımız Ecevit’le
birlikte Zonguldak Milletvekili seçildim. Geçmişe dönüp baktığınızda aktif siyasetin
içinde olduğunuz dönemleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Arena’da mı?” diye... Yine parlamentonun
yara aldığı bir durumdan söz edeceğim. Artık yasama organı yürütmenin emrindedir.
Her vicdanlı hukukçuyu derinden yaralayan
“torba kanun” uygulamasını çağdaş bir parlamentoda göremezsiniz.
Size göre muhalefet partileri etkili bir Meclis
performansı ortaya koyabiliyor mu?
Polemiğe girmek istemiyorum. İktidarın da
muhalefetin de performansı ortalamanın
altındadır.
Yeni anayasa hazırlık çalışmaları ve çözüm süreci
gündemde önemli bir yer tutuyor. Bu konulara
ilişkin değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyiz?
12 Eylül Türkiye’nin üstünden silindir gibi
geçti. Zararın bilançosunu çıkarmak imkanSiyasi partiler ve seçim kanunları bence
sızdır. Ama en büyük yarayı siyaset kurumu
anayasalardan daha önemlidir. Çünkü anayasaya olumlu
almıştır. Siyasal partiler ve parlamento maalesef işlevlerini
veya olumsuz oy kullanacak milletvekili bu kanunlara göre
yerine getiremez hale gelmiştir. Örnek mi istiyorsunuz? 1965
seçilmektedir. Liderlerin belirlediği milletvekillerinin yapacağı
seçimlerinden itibaren bütün partiler yargı denetimi ve yöanayasa, “liderlerin anayasası” olmaya mahkumdur. Kişisel
netiminde ön seçim yaparak adaylarını belirliyorlardı. Genel
kanıma göre muhalefet partileri uzlaşma masasına oturmayı,
merkezler sadece %5 kontenjan haklarını kullanıyorlardı.
Şimdi soruyorum, ön seçimle gelen bir milletvekili mi yoksa
önce bu iki yasanın toplumun genel mutabakatına uygun
lider tarafından belirlenen bir
olarak çıkarılması koşuluna
milletvekili mi daha bağımsız,
bağlamalıydılar. Örnek model
kimlikli ve kişilikli olur? Beş kez
olarak KKTC’deki seçim sistemilletvekili seçildim. Üçünde ön
mini gösterebilirim. seçim, ikisinde de merkez yoklaÇözüm sürecinden hâlâ bir
masıyla aday oldum. Aradaki
şey anlamış değilim. İki-üç kişi
farkı çok iyi bilmekteyim. Ördışında kimsenin de haberi yok.
neğin grup toplantıları... MecKim kimden ne istedi? Kim
lis’teki her parti grup toplantıkime ne vaat etti? Bunlar meçlarını kapalı yapardı. Partisinde
hul! Hele çözüm süreci ile yeni
yanlış bulduğu uygulamaları
anayasa çalışmaları birbirleriyle
milletvekili özgürce eleştirirdi.
irtibatlıysa yasama organı devÇok iyi anımsıyorum. CHP
reden çıkmış demektir.
ile Bağımsızlar’ın oluşturduğu Kemal Anadol, 1994 yılında Atina’da düzenlenen törenle Abdi İpekçi Barış ve Dostluk
alıyor. Anadol’a ödülünü o dönemde Dışişleri Bakanı olan Yunanistan CumhurEcevit Hükümeti’nde bakan Ödülü’nü
başkanı Karolos Papulyas takdim ediyor.
Son sorumuz Gezi Parkı eylemleriolan Kenan Bulutoğlu hakkında
ne yönelik… Siz bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
CHP Grubu’nda arkadaşlarla gensoru önergesi verdik. Önerge
Hayatım boyunca siyasal amaç için şiddet kullanmaya karşı
saatlerce tartışıldı. Başbakan kürsüye gelerek bakanı savundu.
çıktım. Bu yöntemi kullananları dışarıda bırakarak konuşuyoOylama yapıldı, Bakan Bulutoğlu az bir farkla kurtuldu. Düşrum. Gezi Parkı’nda gencecik, çok iyi eğitimli, iletişim yeteneği
mesine ramak kalmıştı. Bugün için böyle bir olayı düşünmek
çok yüksek, özgürlüğüne düşkün bir kuşakla karşılaşmak
bile olanaksızdır. Şimdi genel başkanlar salı günleri milletvekillerinin de katıldığı “Basın Toplantısı” yapıyorlar. Televizyon
benim için mutluluk verici. Artık ülkemizde demokrasinin bir
karşısındaki yurttaşlar şaşırıyor; “Meclis’te mi bu olup bitenler
güvencesi var. Her “Duran Adam” bir demokrasi anıtıdır.
Temmuz - Ağustos 2013
89
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Haziran
2013’te kabul edilen yasalar
Kanun Numarası Kabul Tarihi
Başlığı
6492
12/06/2013
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
6493
20/06/2013
Ödeme ve Menkul Kıymet Mutabakat Sistemleri, Ödeme Hizmetleri ve Elektronik Para
Kuruluşları Hakkında Kanun
6494
27/06/2013
Yargı Hizmetleri ile İlgili Olarak Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Temmuz - Ağustos 2013
90
Millî Saraylar
Gümüş Servi’nin altın taşı:
Küçüksu Kasrı
Temmuz - Ağustos 2013
Millî Saraylar
Küçüksu Kasrı, Evliya
Çelebi’nin “âb-ı hayat bir
nehir” olarak betimlediği
Göksu Deresi’nin kenarında,
sağlı sollu gül bahçeleri ve sık
servi ağaçlarıyla kaplı alana
inşa edilmiş, Anadolu’nun en
güzel mimari eserlerinden...
Pınar Ünsal
... Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır …
diye bahsediyor ya şair Nedim İstanbul’dan, “çemenistan-ı
letafet”lerden biri de Anadolu yakasında bulunan ve bir zamanlar Bağçe-i Göksu adıyla anılan bölgedir şüphesiz. Zira
buradaki çimenlerin şehrin başka hiçbir yerinde olmadığı
kadar parlak ve bol olduğu iddia ediliyor Nedim’den yıllar
sonra, İngiliz yazar Julia Pardoe tarafından.
Padişahların has bahçelerinden biri olan, servi ve kavak
ağaçlarıyla kaplı, âb-ı hayat nehir Göksu Deresi’nin ikiye
böldüğü, sağlı sollu gül bahçelerinin bulunduğu bu uçsuz
bucaksız yeşillik IV. Murat (1623-1640) tarafından “Gümüş
Servi” adıyla da anılırmış. Rivayete göre saraya un üreten değirmenler ve çömlekçi imalathaneleri de burada bulunurmuş.
Birer has bahçe geleneği olan atış talimi yapma, at binme ve avlanma padişahların Bağçe-i Göksu’da yürüttüğü
faaliyetlerdenmiş. Sultan I. Mahmud (1730-1754) sık sık
geldiği bu bahçeye ahşap bir kasır yaptırma kararı almış ve
bölgedeki imar faaliyetleri onun sayesinde başlamış. Sultan
II. Mahmud’un (1808-1839) yapım emrini verdiği çeşme ve
namazgahın ardından, bölgedeki en ünlü ve elbette en güzel
yapı olan Göksu Kasrı veya daha yaygın adıyla Küçüksu Kasrı, Sultan I. Abdülmecid (1839-1861) tarafından yaptırılmış.
Saray gibi gösterişli, saray kadar parlak
Kuzey-güney doğrultusunda, enine dikdörtgen, uzun kenarı denize paralel, yüksek bir bodrum üzerine iki katlı
olarak inşa edilen Küçüksu Kasrı’nın mimarı tabii ki I.
Abdülmecid’in favori mimar ailesi olan Balyanlardan biri;
Nigoğos Balyan.
Temmuz - Ağustos 2013
91
92
Millî Saraylar
Barok üslubun hakim olduğu kasır, taşıyıcı tuğla duvarlar
ve taş malzemeyle yığma yapı tekniğine uygun biçimde tasarlanmış ve duvarları yoğun rokoko süslemelerle bezenmiş.
Bodrumda kesme taşla kaplı moloz taş, katlarda masif kesme
taş, iç bölmelerde kalın tuğla kullanılan yapının denize bakan tarafları ahşap malzemeyle yalıtılmış.
12 oda, 3 salon, biri denize bakan ve yalnızca padişahın
kullandığı 2 ana giriş, 2 büyük balkon ve 67 penceresi bulunan kasrın cephelerindeki taş süslemeler, o dönemin tüm
saray ve kasırlarında olduğu gibi nişler, girlandlar ve rozetlerle zenginleştirilmiş.
Temmuz - Ağustos 2013
Kasr’ın
bahçe
sınırlarında
duvar yerine
zarif demirler
kullanılması
padişahın halka
duyduğu güvenin
göstergesidir
aynı zamanda.
Dolmabahçe Sarayı gibi Küçüksu
Kasrı’nın da iç dekorasyonunu Paris
Operası’nın ünlü dekoratörü Charles
Séchan yapmıştır. Altın varakla bezenmiş, mermerleri İtalya’dan getirilmiş
şömineler, XIV. Louis tipi mobilyalar,
kristal avize ve şamdanlar, gösterişli aynalar, değerli vazolarla dekore
edilmiş kasrın belki de yerli olan tek
dekoratif unsuru Hereke yapımı yün
halılardır.
Yapıda bulunan salon ve odaların
hem duvarları hem de tavanları alçı
kabartma üzerine varak süslemedir.
Tavandaki çapraz tonozla bölümlenmiş
panolarda bulunan resimler akıl almaz
bir işçilik ve emeğin ürünleridir. Daha
çok sarmal yapraklar, istiridye motifleri, çiçek demetleri ve manzaraların resmedildiği tavan süslemelerinde trompe
l’oeil adı verilen, sınırsız bir mekan
imgesi ve sonsuzluk duygusu yaratmak
amacıyla yapılan göz yanıltıcı resimler
de bulunmaktadır.
Millî Saraylar
Bahçesi başka güzel...
Küçüksu Kasrı’nın bahçesinde, 19. yüzyılda yapılan diğer saray ve kasırlardaki gibi Avrupa bahçelerinin biçimsel anlayışı
görülse de, etrafının beyaz dökme demirle çevrilmesi onu inşa
edildiği dönemin diğer yapılarından ayırır. Zarif beyaz demirler, Kasr’a estetik bir vizyon kazandırmakla kalmayıp çevreyle
ilişkisini koparmayan bir padişah mülkü görünümü verir.
Osmanlı saray bahçelerinde görmeye alışık olduğumuz setli
bahçe anlayışı Küçüksu Kasrı’nda yerini düz zemine bırakır.
İngiliz bahçesi tarzında kavisli yollar, serbest ağaç grupları
ve doğal çim alanlar yeşilin binbir tonunu oluşturur. Kasır
Avrupa saraylarının bahçelerini andırır, ancak çeşme ve havuz detaylarındaki sadelik, servi, çam, sedir, erguvan ağacı
kombinasyonlarının oluşturduğu kuytu alanlar Türk bahçe
geleneğinin özellikleridir.
Kendi başka bahçesi bir başka güzel Küçüksu Kasrı, zaman
içinde yıllara meydan okuyamamış ve çeşitli tadilat geçirmiş. Kaplama taşları, pencere doğramaları, merdivenler, alçı
kaplamalar, döşeme ve korkulukların yenilendiği Kasr’ın
başına gelen en talihsiz olay temelinden oynayıp denize doğru
kayması. Denize taşkın olarak inşa edildiği ve deniz cephesindeki kazıklar zarar gördüğü için meydana gelen bu kayma,
teknoloji yetersizliği nedeniyle önceleri önlenememiş, ancak
1984 yılında zemin ıslahı, çatlak ve deformasyonların onarım
çalışmaları başlatılmış. Kaymanın durduğu iddia edilen Kasr,
1994 yılında TBMM Millî Saraylar Daire Başkanlığı’na bağlanmış, 1996 yılında müze olarak ziyarete açılmış.
Güzelliği ve Boğaz’da süzülüşüyle Avrupa yakasındaki saraylara göz kırpan Küçüksu Kasrı yapıldığı yıllarda padişahların kısa süreli konaklamalar için kullandığı bir alan olmaktan
çok yabancı devlet adamlarının ağırlandığı bir konukevi
niteliği taşımış. Eflak-Boğdan Prensi I. Alexandru Ioan Cuza
ve İngiliz veliahdı VII. Edward gibi önemli konukları ağırlayan Kasır, Cumhuriyet yıllarında da Ürdün Kralı Hüseyin ve
ailesi, Amerika Müşterek Kurmay Heyetleri Başkanı Oramiral
Radford, Irak Başvekili Nuri Said Paşa’ya ev sahipliği yapmış.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de bir çalışma odasının bulunduğu Küçüksu Kasrı’ndaki tüm saatler Ata’nın anısına 9:05’te
durdurulmuş.
Temmuz - Ağustos 2013
93
94
Dosya
Yakın tarihimizden “olağanüstü” bir sayfa:
OHAL
uygulaması
Terörün tırmandığı 19872002 yılları arasındaki
Olağanüstü Hal uygulaması,
faili meçhul cinayetlerden
köy boşaltmalara kadar
çeşitli tartışmalar ve açığa
çıkmamış sırlarla birlikte tarih
sayfamızdaki yerini aldı. En
son “OHAL’in kara kutusu”
olarak nitelendirilen Hayri
Kozakçıoğlu’nun ölümüyle
birlikte yeniden gündeme
gelen 15 yıllık olağanüstü
dönemi, farklı partilerden
milletvekilleri ile konuştuk.
Temmuz - Ağustos 2013
Songül Baş
1983
yılı… 12 Eylül askerî darbesinin ardından ilk genel seçimler yapılmış, Meclis’teki 400 sandalyenin 211’ini alan Anavatan Partisi tek başına iktidar olmuştur.
Başbakan Turgut Özal’dır. 6 Kasım 1983’teki genel seçimlerden on iki gün önce “Olağanüstü Hal Kanunu” kabul edilir
ve 27 Ekim 1983 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanır. Kanun
tabii afet, tehlikeli salgın hastalıklar veya ağır ekonomik bunalım, Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel
hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet
hareketlerine ait ciddi belirtilerin ortaya çıkması veya şiddet
olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması
durumlarında Olağanüstü Hal ilan edilmesini öngörmektedir.
Dosya
O dönemde ülkede 12 Eylül askerî
darbesiyle birlikte ilan edilmiş ve 1987
yılına kadar sürecek sıkıyönetim vardır. 12 Eylül 1980’de iktidara el koyan
askerin tüm yurda yaydığı sıkıyönetim,
20 ilde daha önceden uygulanmaktadır.
26 Aralık 1978’de Kahramanmaraş
olayları nedeniyle Ecevit hükümeti
tarafından Adana, Ankara, Bingöl,
Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep,
İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas ve Şanlıurfa’da sıkıyönetim
ilan edilmiştir. 12 Eylül 1980’e kadar
yaygın şiddet olayları nedeniyle Tunceli, Hakkari, Diyarbakır ve Siirt’in de
aralarında bulunduğu dokuz il daha
sıkıyönetim kapsamına alınmıştır.
1980 yılının şubat ayında Sivas’ta, nisan ayında ise Erzincan’da sıkıyönetim
kaldırılır. 12 Eylül askerî darbesiyle
birlikte yurda yayılan uygulama 19
Mart 1984’ten 19 Temmuz 1987’ye kadar aşama aşama tüm illerde sona erer.
Sıkıyönetim gitti OHAL geldi
1984 yılının ağustos ayında PKK tarafından Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin
Şemdinli ilçelerine saldırılar düzenlenir. 1 jandarma erin hayatını kaybettiği, 1 subay, 1 astsubay, 7 er ve 3
sivilin yaralandığı kanlı baskınlar
PKK’nın ilk büyük silahlı eylemleridir.
Terör ülke gündemindeki yerini alırken
PKK’nın saldırılarının artış gösterdiği
1987 yılında bölgede huzur ve güvenin sağlanması amacıyla Olağanüstü
Hal (OHAL) uygulamasına gidilir. 19
Temmuz 1987 tarihinde sıkıyönetim
gider, OHAL gelir. Olağanüstü Hal uygulaması Turgut Özal başkanlığındaki
ANAP hükümetinin çıkardığı kanun
hükmünde kararname ile kurulan
Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nce yürütülür. 14 Temmuz 1987 tarihli Resmî
Gazete’de yayımlanan “Olağanüstü Hal
Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname” ile Olağanüstü
Olağanüstü
Hal dönemi
Türkiye Büyük
Millet Meclisi
tarafından
çeşitli yönleriyle
mercek altına
alındı. OHAL
bölgesindeki
illerde
incelemelerde
bulunan
milletvekilleri,
hazırladıkları
raporlarda tespit
ve görüşlerini
dile getirdi.
Hal ilk olarak Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin,
Siirt, Tunceli ve Van’da uygulamaya konur. Adıyaman, Bitlis
ve Muş ise “mücavir (komşu) il” olarak belirlenir. Batman ve
Şırnak’ın 16 Mayıs 1990’da il olmasıyla OHAL kapsamındaki
il sayısı 13’e yükselir. “Mücavir il” olarak uygulama kapsamına alınan Bitlis’te 19 Mart 1994 tarihinde OHAL uygulamasına geçilir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki farklı
illeri kapsamına alacak biçimde her dört ayda bir olmak üzere
46 kez uzatılan OHAL uygulaması 30 Kasım 2002 tarihinde
sona erer.
İlk “Süper Vali” Hayri Kozakçıoğlu
“Olağanüstü Hal Bölge Valiliği İhdası Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname”nin yürürlüğe girmesinin ardından Diyarbakır’ın Şehitlik semtinde tüm birimleriyle Bölge
Valiliği oluşturulur. Bu göreve ilk olarak 19 Temmuz 1987
tarihinde Hayri Kozakçıoğlu atanır. Olağanüstü Hal Bölge
Valisi’nin sahip olduğu yetkiler dolayısıyla kamuoyunda “Süper Vali” olarak nitelendirilen ve Türkiye’nin çok önemli bir
dönemine dair sırlarıyla birlikte geçen mayıs ayında yaşama
veda eden Kozakçıoğlu, 4 yıl (1987-1991) bu görevi yürütür.
Kozakçıoğlu’nun ardından göreve gelen “Süper Vali”ler
şöyledir: Mehmet Necati Çetinkaya (1991-1992), Ünal Erkan
(1992-1995), Necati Bilican (1996-1997), Aydın Arslan (19971999), Gökhan Aydıner (1999-2002).
Türkiye’de terörün tırmandığı dönemdeki 15 yıllık Olağanüstü Hal uygulaması faili meçhul cinayetlerden köy boşaltmalara, insan hakları ihlallerinden kayıplara kadar çeşitli tartışmalar ve açığa çıkmamış sırlarla birlikte tarih sayfamızdaki
yerini aldı. 1987-2002 yılları arasındaki “olağanüstü” dönem
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çeşitli araştırmalara konu
oldu, raporlar hazırlandı. TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu’nca oluşturulan heyetler 2003 yılında Diyarbakır,
Temmuz - Ağustos 2013
95
96
Dosya
Mardin, Tunceli, Muş, Bingöl ve Batman illerinde incelemelerde bulundu. OHAL’in kaldırılmasının ardından bölgedeki
durumu yerinde tespit eden milletvekilleri, “normalleşme
süreci”ne katkı sağlaması açısından yapılması gerekenleri
hazırladıkları raporlarda belirtti. OHAL dönemi yıllar içinde farklı Meclis raporlarında çeşitli yönleriyle mercek altına
alındı. Bu raporlardan biri TBMM 20. Dönem’de hazırlandı.
“Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Boşaltılan Yerleşim Birimleri Nedeniyle Göç Eden Yurttaşlarımızın Sorunlarının
Araştırılarak Alınması Gereken Tedbirlerin Tespit Edilmesi
Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Raporu”nda, 1993 ve
1994 yıllarında yoğunlaşan köy boşaltmalarla ilgili şu bilgiler
yer aldı: Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’nin tespitlerine göre,
OHAL Bölgesi (Diyarbakır, Hakkari, Siirt, Şırnak, Tunceli,
Van) ile mücavir alanı (Batman, Bingöl, Bitlis, Mardin, Muş)
oluşturan 11 ilde, Kasım 1997’de dönüş yapanlar hariç, 820
köy, 2 bin 345 mezra ve 57 bin 314 haneden göç edenler 378
bin 335’e ulaşmıştır. OHAL ve mücavir alan dışı bölgede zorunlu olarak boşaltılan yerleşim birimleri ise 85 köy ve 178
mezra olmak üzere toplam 263’tür.
“Terörün hedefi köy ve mezralardı”
Raporda OHAL eski Valisi Ünal Erkan’ın, “Bölge Valiliği döneminde köy boşaltma talebiyle karşılaşmadığını ve bu yetkiyi
kullanmadığını; insanların yerleşim yerlerini terk etmelerinin
bir nedeninin terörün sebebiyet verdiği güvensizlik ortamı
olduğunu; teröristlerin köyleri, özellikle mezraları hedef aldığını; 1984 öncesi köy boşaltma olmadığını, çünkü o zaman terörist bulunmadığını; insanların ekonomik şartlar nedeniyle
de göç ettiğini; göç edenlerin sahipsiz bırakılmadığını; kendi
döneminde 7 bine yakın konut yapıldığını; hiç kimsenin zorla
bir yere yerleştirilmediğini...” beyan ettiği belirtildi.
Temmuz - Ağustos 2013
OHAL eski Valisi Necati Bilican’ın ise “Devletin bölgedeki
insanları rahatsız etme gibi bir düşüncesinin olmadığını;
köylerin ve küçük mezraların dağın başında güvenlik kuvvetlerinden uzakta olduğunu; 1980’li yıllara kadar orada
huzur içinde hayvancılıkla geçimin sağlandığını, ancak
1984’ten sonra silahlı hareket başlayınca huzursuzluğun
yaşandığını; devletin mezraları tek tek korumakta zorluk
çektiğini; mecburiyetler altında devlette köylülerin yaşam
şartlarını başka yerde temin etme düşüncesi oluştuğunu;
bunun zor kullanma olmadığını; kendisinin OHAL Valisi’ne
verilen köy boşaltma yetkisini kullanmadığını...” ifade ettiği
de raporda yer aldı. Rapora göre OHAL eski Valisi Necati
Çetinkaya, “Bu sorunun birinci nedeninin güvenlik olduğunu; köylü kendini güvende hissetmiyorsa, devamlı terör
örgütünün hedefi durumunda oluyorsa, her an bir baskıya
maruz kalıyorsa göç etmek için kendisinin istekli olacağını;
Dosya
güvenlik mülahazasıyla devletin de
onu başka yere göç ettirmiş olduğunu”
dile getirdi. Raporda OHAL eski Valisi
Hayri Kozakçıoğlu’nun ise şu ifadeleri yer aldı: “Olağanüstü Hal Bölge
Valiliği Kurulması Hakkındaki 285
Sayılı Kanun Hükmünde Kararname,
Bölge Valisi’ne bir hayli yetkiler vermiş;
mesela bölge dışına çıkarma... Ben bu
yetkimi hiç kullanmadım. Ben hiçbir
zaman jandarma devlet anlayışında
değilim; jandarma devlet anlayışının
geçtiğini ve bu anlayışın menfi tedbirler içerdiğini düşünüyorum; buna
karşılık ben müspet tedbirler alınması
gerektiğine inanırım devlet olarak.”
26 yıldır üzerine çok şey söylenen,
en son “OHAL’in kara kutusu” olarak
nitelendirilen Hayri Kozakçıoğlu’nun
ölümüyle birlikte yeniden
gündeme gelen Olağanüstü Hal dönemini
fark lı partilerden
milletvekilleri ile
konuşt u k . A K
Par ti Kayseri
Milletvekili Yaşar Karayel, CHP
Ga zia ntep M i lletvekili Mehmet
Şeker, MHP Grup
Başkanvekili ve İzmir
Milletvekili Oktay Vural
ile BDP Şırnak Milletvekili
Hasip Kaplan, olağanüstü dönemlerdeki “Türkiye fotoğrafı”nı anlattı. İşte
görüşler:
Yaşar Karayel - AK Parti
Kayseri Milletvekili
Türkiye imparatorluk bakiyesi bir
ülke; bu nedenledir ki devletin bir
daha zafiyete uğramaması için kurucu
irade her şeyi zapturapt altına almış.
Bu sıkıyönetim anlayışı neticesinde
millet özellikle Atatürk sonrası tek
parti döneminde, İkinci Dünya Savaşı
sırasında büyük sıkıntılar çekmiştir. Sıkıyönetim anlayışı daha sonraki dönemlerde
de söz konusu olmuştur. 27 Mayıs 1960’ta, 1971’de, 1980’de ve 28 Şubat döneminde
sıkıntılar yaşanmıştır. Bu dönemlerde sıkıyönetimler memleketin başının belası haline gelmiş; özellikle hak ve hürriyetlerin kullanılması ile düşünce, inanç ve
teşebbüs hürriyetleri kısıtlanmış, tek tip insan ideolojisi dayatılmıştır.
Askerî vesayet o dönemlerde çok güçlü hale gelmiş, millet iradesi
hiçe sayılmıştır. Özellikle 1980 darbesinde vesayet rejiminin tüm
kanunları, kurum ve kuruluşları militarist bir anlayışla yeni
baştan düzene sokulmuştur. Siyasi Partiler Kanunu, Seçim
Kanunu, MİT ve TRT kanunları gibi sekiz ana kanun o dönemde çıkarılmıştır. Şimdi bizler hem 1982 Anayasası’ndan
hem de o dönemde çıkarılmış kanunlardan çekiyoruz.
Bunların hepsi sıkıyönetim anlayışıyla yapılmış işlerdi.
1980 darbesi döneminde altı buçuk milyon insanımız fişlendi, sorgudan geçirildi, idam edildi, vatandaşlıktan çıkarıldı,
üniversite hocaları yurt dışına kaçmak zorunda kaldı... Bir nesil
bu sıkıyönetim anlayışı yüzünden çok büyük bir zulüm yaşadı. Bu
nedenle darbeler ve sıkıyönetimler her zaman bu memleketin, milletin
ve demokrasinin başının belası olmuştur.
Türkiye 90 yıllık bir ülke. Bu 90 yılda 45 yıla yakın bir zaman olağanüstü hal
dönemleri ile geçti. Hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, en fazla faili meçhul cinayetin olduğu, ekonominin bozulduğu yıllar olarak yaşandı. Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerimizde 1987’den itibaren 15 yıl boyunca Olağanüstü Hal uygulaması sürdürüldü. AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından sonra Olağanüstü
Hal uygulaması kaldırıldı.
45-50 yılını sıkıyönetimler, olağanüstü dönemlerle geçirmiş bir ülke olarak hukuk sistemimizden mutlaka sıkıyönetim anlayışını ve darbeyi çağrıştıran unsurlar
ile vesayet anlayışını çıkarmamız lazım. Aksi halde vesayet rejimi başımızı ağrıtmaya devam eder. Bundan kurtulmanın yolu hak ve özgürlüklerin önünü açmaktır.
Ülkemizde ekonomik ve siyasi istikrarı korumak, darbe anlayışlarının her zaman
önüne geçecektir. AK Parti iktidarı döneminde bu konuda çok önemli adımlar atıl-
Temmuz - Ağustos 2013
97
98
Dosya
dı. Özellikle 12 Eylül 2010 tarihindeki Anayasa referandumu
ile birlikte vesayet rejiminden kurtulmak için millet kendi
iradesine sahip çıkmıştır. Ondan sonraki dönemlerde de hak
ve hürriyetlerin gelişmesi Türkiye’de artmıştır.
Mehmet Şeker - CHP Gaziantep Milletvekili
Kısa adıyla OHAL olarak bilinen Olağanüstü Hal uygulaması ülkemizde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde
1987’den başlayarak 15 yıl boyunca uygulanmıştır. Başlangıçta yer alan vatandaşın can güvenliğinin sağlanması
amacı, zamanla devletin halk üzerinde tahakküm kurmasına, özgürlüklerin yok edilmesine doğru evrilmiştir.
OHAL’in başlangıçta hedeflenenden bambaşka
boyutlara gitmesindeki en önemli neden
OHAL Kanunu’nda verilen yetkilerin
yoruma açık olmasıdır. Bu durum,
vatandaşın can güvenliğini sağlama
amacını da aşan bir şekilde köylerin
boşaltılmasına, okulların kapatılmasına, OHAL kapsamındaki illerin bir
çeşit açık hava cezaevine dönüştürülmesine yol açmıştır.
OHAL uygulamasından nemalanan
gruplar da bu düzeni korumak için örneğin siyasi cinayetler yoluyla kaos ortamı
yaratarak ülkemizi sürekli OHAL düzeni içinde
tutmaya çalıştılar. Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gibi aydınların katledilmesi, bunların faillerinin yakalanamaması
bu çerçevede de değerlendirilebilir. Tabii Türkiye’deki derin
Temmuz - Ağustos 2013
devlet yapılanmaları, “devlet sırrı” gibi modern ve demokratik bir ülkede olmaması gereken muğlak tanımlamalar
da hem kaos ortamının devam ettirilmesine hem de OHAL
düzeninin sürdürülmesine zemin hazırlamıştır. Demokrasinin ilerlediği iddialarının dillendirildiği günümüzde bile
“devlet sırrı” kavramı çok yaygın olarak kullanılmaktadır.
Bu kavram, geçmişte Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma
Komisyonu’nun çalışmalarını da, bu dönem üyesi olduğum
Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’nun çalışmalarını da kilitlemiş ve ülkemizin geçmişindeki karanlık
noktaların aydınlatılmasını engellemiştir. Bu kavram var
olduğu sürece ülkemiz fiili olarak OHAL uygulamalarından da kurtulamaz, demokratik gelişimini
de tamamlayamaz.
1987-2002 arası OHAL uygulamalarını
ve sonuçlarını bugünkü durum ile karşılaştırdığımızda, OHAL uygulamasının
de jure olarak sona erdiğini ancak de
facto olarak devam ettiğini söyleyebiliriz. Hak aramak için sokaklara çıkan
gençler, öğrenciler ya da iktidarı eleştiren gazeteciler bugün terörist yaftası
yemekte ve yıllarca cezaevinde kalmaktadırlar. Bu, OHAL Kanunu’nun 11’inci ve
12’nci maddelerinin hâlâ uygulandığını göstermektedir. OHAL döneminde de tutukluluk
süreleri cezalandırmaya dönüştürülmüştü, bugün de
öyle… Günümüzdeki olağanüstü yargılama usulleri OHAL
döneminin en karakteristik özelliklerinden biriydi. Özgür-
Dosya
lükleri genişletmedikçe, demokratik kurumlar iktidarın
vesayetinde çalışmaya devam ettikçe, hukukun üstünlüğü
sağlanmadıkça OHAL uygulamaları hukuki olarak değil
ancak fiili olarak kullanılmaya devam edecektir. Bu da ülkemizi demokrasi anlamında ileriye değil geriye taşıyacaktır.
Oktay Vural - MHP Grup Başkanvekili
ve İzmir Milletvekili
Olağanüstü Hal, demokratik hukuk devleti çerçevesinde
Anayasa’nın öngördüğü, kanunlarda var olan bir uygulama
yöntemidir. Dolayısıyla böyle bir yöntemin gayri hukuki uygulamaların mesnedi olarak gösterilmesi mümkün değildir. Terörün giderek arttığı
yörelerde muhakkak hukuk çerçevesinde
tedbirler almak gerekir. Olağanüstü
Hal hukuka bağlı olarak terörle mücadelede etkinliği sağlamak amacıyla
getirilmiş bir tedbirdir. Tabii uzunca
bir süre devam etti; böyle bir durumda uygulamalar istisnai olmaktan
çı k ıyor. O y ı l la rda demok rasi ve
hukuk çerçevesinde Olağanüstü Hal’i
sonlandırabilecek bir netice alınması
büyük önem taşıyordu, bu da bizim dönemimizde gerçekleşti. Milliyetçi Hareket Partisi
olarak koalisyon ortağı olduğumuz dönemin son
üç yılında terörle mücadelede nihayete eren bir süreç vardı.
Olağanüstü Hal’in bölgedeki sonuçlarına bakıldığı zaman
artık bu uygulamaya ihtiyaç olmadığı görülüyordu ve peyderpey kaldırıldı. Koalisyon ortağı olduğumuz dönemde
Millî Güvenlik Kurulu’nun 30 Mayıs 2002 tarihinde yaptığı
toplantıda güvenlik ve asayiş durumu gözden geçirildi;
Diyarbakır, Hakkari, Şırnak ve Tunceli illerinde devam
etmekte olan Olağanüstü Hal uygulamasının 30 Temmuz
2002 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere Hakkari ve
Tunceli’de sona erdirilmesi, Diyarbakır ve Şırnak illerinde
ise Bakanlar Kurulu’nca Olağanüstü Hal uygulaması sonrası
alınacak tedbirlere hazırlık süresi vermek amacıyla son defa
olmak üzere dört ay daha uzatılması kararlaştırıldı.
Olağanüstü Hal’i bitirme kararı ülkemiz için çok
önemlidir. Türkiye’nin Olağanüstü Hal’le
ilgili önemli tecrübeleri var. Olağanüstü
Hal uygulamalarının bu tecrübeler istikametinde yeniden ele alınmasında,
hukuki çerçevesinin farklı bir şekilde
değerlendirilmesinde fayda bulunuyor.
Olağanüstü Hal güvenlik güçlerinin
terörle mücadele kapsamında güçlendirilmesi amacını taşıyor. Maalesef
2003 yılından itibaren terörün giderek
arttığı, PKK terör örgütünün hakimiyet
alanını genişlettiği bir dönemde, bölge adeta
PKK’nın olağanüstü haline terk edilmişti. Bundan da bölge halkı büyük zarar görüyordu. O süreç
içerisinde PKK’nın hakimiyetini ortadan kaldırmak amacıyla
Olağanüstü Hal uygulamasının belli bölgelerde tekrar gün-
Temmuz - Ağustos 2013
99
100
Dosya
deme getirilmesini bir tedbir olarak
öngörmüştük. Bugüne baktığımızda
bırak ın Olağanüstü Hal ’i bölgede
maalesef normal güvenlik tedbirlerinin dahi etkinlikle uygulanmadığı bir
dönemi yaşıyoruz. Şu anda olağan hukuk ve güvenlik tedbirleri çerçevesinde bölgede terörle mücadele, asayiş ve
huzurun temin edilmesi konusunda
etkinliğin sağlanması gerektiğini düşünüyorum. Bugün terör açısından bir
olağanüstü hal gözükmemekle birlikte
PKK’nın fiili hakimiyetinin olduğu
bir yerde devletin sivil otoritesinin
hakim kılınması gerekiyor.
Hasip Kaplan - BDP
Şırnak Milletvekili
12 Eylül askerî darbesinin ardından
ilan edilen sıkıyönetimden, askerî
mahkemelerden 1987 yılında Olağanüstü Hal uygulamalarına
geçilmişti. Sıkıyönetim
komutanlarının yerini OHAL Bölge Valisi; sıkıyönetim
a s k er î m a h k e melerinin yerini
Devlet Güvenlik Mahkemeleri
(DGM) almıştı.
Bu dönem lerde
d e ğ i ş me ye n t e k
şey va rd ı; 5 Nolu
Askerî Cez aev i olarak ünlenen Diyarbakır
Cezaevi’nin vahşeti, işkenceleri,
direnişleri... Duvarlarında bir yazı
vardı unutulmayacak; “Ne duyuyorsan, görüyorsan, yapıyorsan burada
kalsın.”
1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun
17/1 maddesine göre verilen cezalar
1/3 oranında artırılıyordu; DGM/
ÖYM’lerde ise Terörle Mücadele Kanunu uyarınca bu zam devam etti.
Sıkıyönetim ve OHAL döneminde 285
Temmuz - Ağustos 2013
sayılı Kanun Hükmünde Kararname uyarınca devlet memurları güvenlik güçleri, işkence ve öldürme olaylarında Memurin Muhakematı Hakkında Kanun’a
(MMHK) tabiydi ve haklarında hiçbir zaman soruşturma izni verilmedi. Cizre/
Yeşilyurt köyünde dışkı yedirme davasında aynı durum yaşanınca OHAL bölgesinden Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na ilk bireysel başvuruları yapmıştım.
413 ve 430 sayılı kanun hükmünde kararnamelerle meşhur sansürsürgün uygulamalarına geçilmişti. 1984 yılından itibaren zorla
koruculaştırma uygulamaları da başlamıştı. 3713 sayılı Terörle
Mücadele Kanunu’nun 8. maddesi her şeyi terör propagandası
kapsamına alıyor, ağır cezalar veriliyordu. Bu dönemin en
büyük özelliklerinden biri “kollektif ceza” anlayışıydı; suç
işlediği iddia edilen bir kişinin bütün ailesi sorumlu tutulur,
baskılara maruz kalırdı. Kasaplar Deresi gibi birçok yerde
toplu mezarlar ortaya çıkıyor, mahkemelerde savunma
hakkı yok sayılıyordu. Uzun gözaltı süreleri önceleri 90,
sonra 30 ve 15 gün olarak uygulanırdı. OHAL dönemindeki
ilk köy boşaltmalar, yakmalar Şırnak Cudi Dağı eteklerinde
başlamıştı, giderek diğer illere yayıldı. 1993-1997 yılları arasında binlerce köy yakılıp yıkıldı ve boşaltıldı. 17 bin 500 faili
meçhul cinayet işlendi.
1999 yılında AB’ye adaylık sürecinin başlaması, Kopenhag kriterleri uyarınca yapılan reformlar, anayasa değişiklikleri, OHAL’in kaldırılması ve PKK’nın
1999-2004 yıllarında sınır ötesine geçmesiyle bazı kısmi iyileşmeler yaşandı.
Ancak darbenin, OHAL’in hukuku hâlâ temizlenemedi. Demokratik adımların
atılması ve yeni bir anayasa ile 21. yüzyılda Türkiye’nin yeni hukukunun yaratılmasıyla bu travmaların aşılması için çözüm süreci son derece önemlidir. 2013
yılında başlayan çözüm süreci ile toplumsal barışın sağlanması, demokratikleşme, eşitlik-özgürlük-adalet konularında atılacak adımlarla güvenlik devletinden
hukuk devletine geçiş konusunda önemli bir kamuoyu desteği bulunmaktadır.
Çözüm süreci tarihsel bir fırsattır, bunu yaşama geçirmede hepimize büyük görev
ve sorumluluk düşmektedir.
102
Röportaj
Muharrem Şemsek:
Bizim
gençliğimizde
pek fazla diyalog
yoktu, şimdi her
şey çok farklı
Röportaj ve Fotoğraflar: Songül Baş
Ülkücü hareketin önde gelen
isimlerinden Muharrem Şemsek,
“Günümüzde siyasetin toplumu
kutuplaştırıcı bir şekilde
yapılmasını üzülerek takip
ediyorum. Siyaset kurumlarımız
siyasi geçmişimizden ders
çıkarabilmeli, önceki dönemler
unutulmamalı” diyor. Gençlik
yılları “sağ-sol” çatışmalarının
tam ortasında geçen Şemsek,
“Yaptıklarımdan hiç pişmanlık
duymadım” diye konuşuyor.
Temmuz - Ağustos 2013
T
arih 22 Temmuz 1979... Ankara’da sıcak bir akşamüstü…
Saat 17:00 suları... Etlik Aşağı Eğlence’de art arda silah
sesleri duyulur. Çapraz ateşe tutulan genç, kanlar içinde
yere yığılır. Vücuduna isabet eden kurşunlar hayatını sona
erdiremez, ama bir daha yürümesine engel olur. Türkiye’nin
sancılı bir dönemden geçtiği 1979 yazında pusu kurulan genç
Muharrem Şemsek’tir. Bu olaydan on yıl önce öğretmenlik
eğitimi için Çorum’dan Ankara’ya gelmiştir. Öğrencilik
yıllarında “sağ-sol” çatışmalarının tam ortasında yer almış,
ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden biri olmuştur.
12 Eylül öncesinin yakın tanığı, 19. Dönem MHP Çorum
Milletvekili Muharrem Şemsek bu ayki röportaj konuğumuz… Ofisinde sohbet ettiğimiz Şemsek ile hem hayat
hikayesini hem de Türkiye’nin dünü ve bugününü konuştuk.
Muharrem Şemsek 1949 Çorum doğumlu. Çiftçi bir ailenin çocuğu; gelir az, yokluk çok… İlkokulu bitirebilmek bile
mümkün değil o zamanlar. Okul da yok, öğretmen de… Muharrem Şemsek, kendisinden büyük kardeşlerinden şanslı,
Röportaj
çünkü ailede ilkokula gidebilen ilk çocuk. Eğitim hayatı ilk ve ortaokulun ardından yatılı olarak Çorum Öğretmen
Okulu’nda devam eden Şemsek, “1 ve
2. sınıflardaki ders notlarım iyi olunca
beni Ankara Yüksek Öğretmen Okulu
Hazırlık Lisesi’ne seçtiler. Böylece 1969
yılında Ankara’ya geldim” diyor. Farklı
okulların yan yana olduğu Beşevler’de
geçen lise yıllarının siyasi hayatına
yön verdiği Şemsek o dönemi şöyle
anlatıyor: “Ankara’ya geldiğimizde
kendimizi olayların içinde bulduk.
Okulumuzda farklı ideolojik görüşlere
sahip gençler arasında tartışmalar, kavgalar oldu, silahlar patladı. Hatta bir
olayda gözlerimizin önünde Süleyman
Özmen isimli ülkücü genç öldürüldü.
Hazırlık Lisesi’ni bitirdikten sonra
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ni
kazandım. 1. sınıftayken 12 Mart 1971
muhtırası verildi. Öğrenci olduğumuz
dönemde ülkenin içinde bulunduğu
şartlar da bizi siyasi bakımdan bir
tarafta yer almaya mecbur kılıyordu.
Fa külteye yeni gelmiş öğrencileri
kendi yanlarına çekmek isteyen ideolojik gruplar bizleri seminerlere,
konferanslara davet ediyordu. O dönemde merhum Alparslan Türkeş ve
Bülent Ecevit’in konferanslarını takip
etme imkanı bulduk. Neticede kendi
inançlarıma, değerlerime, yaşam tarzıma yakın bulduğum ülkücü hareket
içerisinde yer aldım.”
“Her darbe bizi
sorguya çekti”
Muharrem Şemsek, üniversite yıllarını
anlatırken cezaeviyle tanıştığı günlere de değiniyor. “12 Mart Muhtırası
döneminde Yıldırım Beyazıt 2 No’lu
Askeri Cezaevi’nde yattım. Sebebi de
şu; okulumuzdaki bir kavgayla ilgili
benim ismim verilmiş. Konuyla ilgim
yoktu aslında, ama ifademi aldılar,
sorguladılar. Bu olay nedeniyle ceza-
eviyle tanışmış oldum” diyen Şemsek bir noktanın altını çiziyor: “Kamuoyunda
sıkıyönetim dönemlerinin, askerî yönetimlerin ülkücülere tolerans gösterdiği
yönünde yanlış bir algı var. Biz darbelerle boğuşarak bugünlere geldik. Her darbe
bizi sorguya çekmiştir, yargılamıştır. Ben yaşadığımız her darbede hapse girdim.
12 Eylül’de tekerlekli sandalyeyle yattım Mamak’ta. Suçum da yazı yazmaktı. Sözcü
dergisindeki bir yazımdan dolayı Milli Güvenlik Konseyi’nin 52 No’lu bildirisine
muhalefetten, Kenan Evren’e hakaretten yargılanıp ceza aldım. Oysa hiç kabahatim
yoktu. Zaten öyle bir dönemdi ki yazı yazarken çok dikkatli davranıyorduk. Üstelik
hakkımdaki dava usule aykırı olarak açılmıştı. Yaptığımız itiraz kabul edildi, ancak
cezanın büyük bölümünü yatmıştım.”
12 Mart döneminde tüm öğrenci dernekleri kapatılır. Bunlar arasında Ülkü
Ocakları Birliği de vardır. Muharrem Şemsek, muhtıranın ardından girdiği cezaevinden çıkınca teşkilatlanmaya öncelik verir ve arkadaşlarıyla birlikte 1973
yılında Ülkü Ocakları Derneği’ni kurar. Ankara’da sıkıyönetimin izin vermeyeceği
düşüncesiyle Bursa’da temelleri atılan derneğin 1975’e kadar genel başkanlığını
yürütür. Üniversiteyi bitirip öğretmenlik yaptığı dönemde ise ülkücü görüşü
benimseyen Ülkü-Bir’in genel sekreteri olur. 1976 yılında uzman olarak Atom
Enerjisi Kurumu’nda çalışmaya başlar. Bu dönemde askere gider. Evinin önündeki saldırı askerliği sırasında yaşanır. Muharrem Şemsek o günü şöyle anlatıyor:
“Askerliğimi Polatlı Topçu Birliği’nde yapıyordum. Hafta sonları Etlik Aşağı
Eğlence’deki evimize geliyordum. Bir pazar günü akşamüstü birliğime dönerken
saldırıya uğradım. Evin bulunduğu sokakta pusu kurmuşlar, çift taraflı ateş altında
kaldım. Vücuduma 5 kurşun isabet etti. Omuriliği zedeleyen kurşun nedeniyle bir
daha yürümem mümkün olmadı.”
“Milletvekilliğim fevkalade verimli geçti”
Muharrem Şemsek, 12 Eylül’deki cezaevi yıllarının ardından siyasi parti çalışmalarında bulunur. O dönemde Milliyetçi Hareket Partisi askerî darbenin ardından
Temmuz - Ağustos 2013
103
104
Röportaj
kapatılmıştır ve Alparslan Türkeş
cezaevindedir. Muharrem Şemsek
ve arkadaşları 1983’te Muhafazakar
Parti’yi kurar. Partinin adı 1985 yılında
Milliyetçi Çalışma Partisi olur. 1993’te
ise yeniden Milliyetçi Hareket Partisi
ismini alır. 1991 genel seçimlerinde
Çorum Milletvekili olarak Meclis’e
giren Muharrem Şemsek o döneme dair
şunları söylüyor: “Milliyetçi Çalışma
Partisi, Refah Partisi ve Islahatçı Demokrasi Partisi seçim ittifakı yapmıştı.
Bizler Refah Partisi listelerinden aday
olduk, seçilince MÇP üyesi 19 milletvekili olarak tekrar partimize geçtik.
Meclis’te grup kuramadık, ama fevkalade verimli çalışmalar yaptık. Genel
Kurul’da, komisyonlarda görüşlerimizi
ifade ettik, çeşitli konularda araştırma
önergeleri verdik. O dönemde terör, bölücülük, ekonomik kriz, Avrupa Birliği,
Gümrük Birliği, Kıbrıs ve özelleştirme
tartışmaları gündemdeydi. Muhalefet
olmamıza rağmen MHP milletvekilleri
olarak her konudaki görüşümüz dikkate alınıyor ve değerlendiriliyordu. Fevkalade itibarımız vardı. Bir gün millî
eğitimle ilgili konuşma yapmak üzere
kürsüye geldim. Meclis Başkanvekili
Fehmi Işıklar’dı. SHP ile ittifak yaparak
Meclis’e giren HEP’in milletvekiliydi.
Konuşmamı dikkatle dinliyordu. Sürem bitmiş olmasına rağmen beni ikaz
etmiyordu. Sonradan gazeteci Yavuz
Donat kendisine sormuş, ‘Sayın Muharrem Şemsek konuşurken ne hissettiniz?’ diye. ‘Konuşmaya iyi hazırlanmıştı, öyle ciddi şeyler söylüyordu ki süresi
bitmesine rağmen sözünü kesemedim’
demiş. O zaman farklı partilerden
milletvekillerinin birbirlerine saygı
gösterdiği bir ortam vardı. Bu dönemki
Meclisimize haksızlık etmek istemem,
ama bizim zamanımızda çok seviyeli,
ağırbaşlı, ciddi ve derinliği olan bir
Meclis ortamı vardı. Alanında uzman
çok değerli insanlar kürsüye çıkardı.
Temmuz - Ağustos 2013
Konuşmalardan hepimiz istifade ederdik. MHP’nin sonraki dönemde gelişmesinin
önemli sebeplerinden biri de bu dönemdeki Meclis faaliyetleridir.”
Meclis’teki ilk engelli milletvekili
Muharrem Şemsek ülkemizin ilk engelli milletvekili. Tekerlekli sandalyeyle Meclis’e
geldiğinde hem Genel Kurul Salonu’nda hem TBMM yerleşkesinde birtakım düzenlemeler yapılmış. Şemsek, “O zaman Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk’tu. Allah
razı olsun, benim için Meclis’te birçok değişiklik yapıldı. Kürsüde rahat konuşabilmem için tekerlekli sandalyeyle istediğim yüksekliğe kadar çıkabilmemi sağlayan bir
sistem kuruldu. Kürsüdeki değil, yakamdaki mikrofonu kullanıyordum. Dolayısıyla
konuşma süresi bitince mikrofonu kapatamıyorlar, sözlü olarak ikaz ediyorlardı.
Doğrusu ben de bu durumu hiç istismar etmedim. Tekerlekli sandalyeyle rahat
hareket edebilmem için çeşitli yerlere rampalar yapıldı. O dönemde Meclis’te engellilerle ilgili bir farkındalık oluştu. Kanun teklifleri, araştırma önergeleri, gündem dışı
konuşmalarla engellilerin sorunlarını Meclis gündemine getirmeye çalıştım” diyor.
1991-1995 yılları arasındaki milletvekilliğinin ardından siyaset çalışmalarını
devam ettiren Muharrem Şemsek, MHP ile ilişkisini Kurucular Kurulu Üyesi
Röportaj
olarak sürdürüyor. Günümüzde MHP’nin izlediği siyaseti
değerlendirmesini istediğimiz Şemsek, “Milliyetçi Hareket
Partisi daha etkili olabilir. Arkadaşlarımız çalışıyorlar, gayret ediyorlar, ama MHP şu konjonktürde iktidar alternatifi
parti olmalıdır, halkı peşine takıp iktidara yürüyebilmelidir. İçinde bulunduğumuz konjonktür buna imkan veriyor,
ülkemizin millî çıkarları da bunu gerektiriyor. Ümit ederim,
daha aktif olup MHP’yi iktidar yapabiliriz arkadaşlarımızla
beraber” diyor.
Röportajımız sırasında Muharrem Şemsek’e yeni anayasa
hazırlık çalışmaları, çözüm süreci ve Gezi Parkı eylemleriyle
ilgili değerlendirmelerini de sorduk. Yeni anayasa çalışmaları sırasında siyasi partiler arasındaki görüş ayrılıklarının,
tartışmaların yadırganmaması gerektiğini belirten Şemsek,
“Umarım bütün partiler bir noktada uzlaşarak yeni anayasayı
müştereken yaparlar, ama yapamazlarsa bunu da kıyamet
alameti olarak görmemek lazım. ‘Siyasi partiler şu kadar
süre çalıştılar, hiçbir şey ortaya çıkaramadılar’ gibi ifadelerle
siyasi partileri ve demokrasiyi tahrip edici bir tartışma alanı
açmamak gerekir. Bugüne kadar yapılmış çalışmalar bile
bir sonuçtur; üzerinde anlaşılan konular bir araya getirilip
anayasa değişikliği olarak çıkarılabilir. İlla anayasanın bütün
maddelerinin yeniden yazılması gerekmez” diye konuşuyor.
Çözüm sürecine de değinen Muharrem Şemsek, “Kim ne
derse desin bölücülük ve terör ülkemizin hâlâ bir numaralı
meselesidir. Çözüm süreci denen ne ise umarım hayırlı bir şekilde neticelenir, ama göründüğü kadarıyla sağlıklı yürümediğini, yanlış teşhisle hareket edildiğini hissediyorum” diyor.
“Gençler yeni bir muhalefet tipi geliştirdi”
Muharrem Şemsek’le röportaj yaptığımız sırada Gezi Parkı
eylemleri tüm hızıyla sürüyordu. Olaylarla ilgili “Türkiye
yeni bir muhalefet tipiyle karşılaştı” yorumunu yapan Şemsek şöyle devam ediyor: “Bu yeni muhalefet tipini iyi analiz
edebilmek lazım. Her siyasi görüş ve inançtan gençler bir
araya gelip tepkilerini, taleplerini ifade ediyor. Bu kişileri
harekete geçiren saikin ne olduğunu siyasi partilerimiz ve
iktidar kurumu doğru analiz edebilmelidir. Ancak görebildiğim kadarıyla bu henüz yapılabilmiş değil. Protestolarda öne
çıkan ana unsur, çeşitli konularda iktidarın uygulamalarının
yarattığı rahatsızlıktır. İçinde bulunduğumuz dönemde siyasetin toplumu kutuplaştırıcı bir şekilde yapılıyor olmasını
üzülerek takip ediyorum. 12 Eylül öncesi olaylarda siyasi
parti üst yönetimlerinin birbirleriyle ilgili kutuplaştırıcı
beyanlarının önemli etkisi olduğunu unutmamak gerekiyor.
Üsluba dikkat edilmesi lazım. Bu konuda iktidar öncülük
yapmalıdır. Herkes elbette görüşlerini söyleyecektir, ama
“Türkeş’le birlikte siyaset
yapmak bir şereftir”
Muharrem Şemsek,
uzun yıllar birlikte siyaset yaptığı
merhum Alparslan
Türkeş’le ilgili sorumuzu şöyle yanıtladı: “Alparslan
Türkeş’le beraber siyaset yapmış olmak
bizim için şereftir.
Türkeş Bey dışarıdan
sert, otoriter bir kişilik olarak algılanır, ama hiç öyle değildi.
Tahmin edilenin de ötesinde demokratik tavırlı bir insandı. Biz kararlarımızı her zaman tartışarak alırdık. Türkeş Bey’in istemediği
çok karar aldık. Kendisi bu kararlara katılmasa da saygı gösterirdi,
sonradan ‘Siz haklıydınız oğlum’ dediği de olmuştur.”
saygı çerçevesi aşılmamalıdır, kesinlikle ayrımcı olunmamalıdır.”
Muharrem Şemsek’e “Sizin gençlik döneminizle bugün
arasında önemli farklar var” dediğimizde, “Evet, çok doğru… Bizim dönemimizde farklı ideolojik gruplar fikirlerini
çeşitli zeminlerde ifade ediyor, fakat birbirlerini tehdit olarak
görüyordu. Bu nedenle karşıt görüşlü gençler arasındaki
mücadele sert geçiyor, kavgalar, çatışmalar engellenemiyordu.
O zamanlar diyalog fazla yoktu. Şimdi her şey çok farklı.
İnsanlar birbirleriyle konuşabiliyor, fikirlerini söyleyebiliyor, ortak bir eylemin içinde yan yana durabiliyor. Bunun
önemini kavrayabilmek, kutuplaştırıcı söylemlerden uzak
durmak gerekiyor.”
“Hiç pişmanlık duymadım”
Muharrem Şemsek, “Geçmişe dönüp baktığınızda pişmanlık
duyduğunuz bir şey var mı?” diye sorduğumuzda “Bugüne
kadar yaptıklarım nedeniyle hiç pişmanlık hissetmedim.
‘İyi ki yapmışız’ dedim” yanıtını veriyor. Hayatını 34 yıldır
tekerlekli sandalyede sürdüren Muharrem Şemsek’e son
sorumuz ise “engellilerin sorunları” oluyor. Şemsek şunları
söylüyor: “Engellilerle ilgili önemli çalışmalar yapıldı; kanun
çıktı, çeşitli iyileştirmeler oldu. Ancak engellilerle ilgili bütün
meselelerin çözüldüğünü söylemek mümkün değil. Engellilere verilen hizmetlerde yer yer yanlış uygulamalar olabiliyor.
Umarım yaşanan problemler zaman içinde çözülür.”
Temmuz - Ağustos 2013
105
106
Meclis Çalışanları
Göz alıcı bahçedeki hünerli eller:
PARK BAHÇE ÇALIŞANLARI
Röportaj ve Fotoğraflar: Zeynep Yiğit
Onlar Meclis’in göz kamaştıran
bahçesinin yaratıcıları… Binbir
çeşit çiçek ve ağaçla tablo
gibi görüntüler oluşturan Park
Bahçe çalışanları, üretimi de
kendileri yapıyor bakımı da…
Temmuz - Ağustos 2013
A
nkara’da güzel bir yaz sabahı… Saat 8:30… Meclis’in
Ayrancı kapısındayız. İçeri girer girmez toprak kokusu
karşılıyor bizi. Derin bir nefes alıyoruz. Özlediğimiz o güzel
toprak kokusunu içimize çekip yürümeye devam ediyoruz.
Her adımda rengarenk çiçekler eşlik ediyor bize. Göz alıcı
kırmızısıyla fark edilmemesi imkansız ateş çiçeğini görüyoruz önce. Sardunya, karanfil, begonya, cam güzeli derken
yeşilin binbir tonunun tam ortasında buluyoruz kendimizi.
Doğanın verdiği enerjiyle güne başlamanın mutluluğunu
yaşıyoruz. Bulunduğumuz yer Meclis’in serası; o güzelim
çiçeklerin üretim merkezi… Sabah erkenden mesaiye başlamış Park Bahçe çalışanlarına “Kolay gelsin” deyip TBMM
Meclis Çalışanları
Meclis park ve bahçelerinin düzenlenmesi için 1965 yılında proje yarışması açıldı. Bu yarışma Türkiye’de peyzaj mimarlığı alanında
yapılan ilk yarışma oldu. Jüri, Ziraat Yüksek Mühendisi Prof. Dr. Yüksel Öztan’ın projesini birinciliğe değer gördü.
Destek Hizmetleri Başkan Yardımcısı
Şemseddin Kılınç’ın yanına gidiyoruz.
Kılınç ve Meclis’in ziraat mühendisleriyle TBMM bahçesini konuşuyoruz.
Ülkemizin en güzel ve en bakımlı
bahçelerinden birini mercek altına
aldığımız röportaj, “en iyi” olmanın
sırrını bir kez daha ortaya koyuyor:
İşini sevmek ve çok çalışmak…
13 yıldır Meclis’te görev yapan Ziraat Yüksek Mühendisi Gökhan Çağlayan, TBMM’nin 450 bin metrekare
alan üzerine kurulu olduğunu, bunun yaklaşık 350 bin metrekaresini yeşil alanın
oluşturduğunu belirtiyor. Yeşil alanlarda 22 bin civarında ağaç, ağaççık, çalı bulunduğunu ve her birinin düzenli olarak bakımının yapıldığını ifade eden Çağlayan,
“Mevsimlik çiçeklerde yazlık ve kışlık olmak üzere yılda ortalama 550 bin üretim
yapıyoruz. Daha önce bu rakam 300 bin civarındaydı, bu yıl rekor kırdık ve 550
bin mevsimlik çiçek üretimi yaparak alanda kullandık” diyor. Gökhan Çağlayan,
TBMM bahçesinin çok geniş bir ürün yelpazesine sahip olduğunu belirterek, “Ürün
çeşitliliği konusunda Ankara’da bir numarayız. İç Anadolu Bölgesi’nde yetişen
bitkilerin birçoğunu kullandık. Her geçen yıl üretim adedi ve çeşitliliğini artıyoruz. Bahçemizi bir arboretum (ağaç parkı) olarak da görüyoruz” diye konuşuyor.
Çağlayan, Meclis’in Çankaya girişinde yer alan Milli Egemenlik Parkı’nda farklı
ülkelere özgü ağaçların bir arada görülebileceğini ifade ediyor.
Temmuz - Ağustos 2013
107
108
Meclis Çalışanları
Her zaman temiz ve bakımlı
TBMM bahçesindeki tüm çiçeklerin
üretimi serada yapılıyor. Bu sayede maliyet de önemli ölçüde düşüyor. Bahçedeki hem ağaç, ağaççık ve çalıların hem
de mevsimlik çiçeklerin bakımı Destek
Hizmetleri Başkanlığı’na bağlı Park
Bahçe Hizmetleri personeli tarafından
gerçekleştiriliyor. Bu birimde peyzaj
mimarı, ziraat mühendisi, tekniker,
teknisyen, memur, hizmetli, büro görevlisi ve bahçıvan olmak üzere toplam
124 kişi çalışıyor. Gökhan Çağlayan,
“TBMM bahçesinin her zaman temiz
ve bakımlı olması için adeta ‘hayalet
gibi’ çalışıyoruz; insanlar sabah geldiklerinde biz bahçedeki işlerimizi
bitirmiş, güzel bir ortam hazırlamış
oluyoruz” diyor.
3 yıldır Meclis’te çalışan Ziraat Mühendisi Ümit Küçük, TBMM bahçesini
Tepe Bölgesi, Ön Bahçe ve Sera Bölgesi
olmak üzere üç bölüme ayırarak çalışmalarını sürdürdüklerini belirtiyor.
Temmuz - Ağustos 2013
TBMM
bahçesi
ürün çeşitliliği
konusunda
Ankara’nın
bir numarası.
İç Anadolu
Bölgesi’nde
yetişen birçok
bitki Meclis
bahçesinde
mevcut.
Ön Bahçe’nin kendi arasında Milli Egemenlik Parkı, Halk
Bahçesi ve Ön Bahçe olarak üçe ayrıldığını, Tepe Bölgesi’nin
Spor Tesisleri ve TBMM Başkanları Parkı’nı kapsadığını,
Sera Bölgesi’nin ise fidanlık, iç mekan süs bitkileri ve mevsimlik çiçek üretimi olarak üçe ayrıldığını anlatan Küçük,
“Tepe Bölgesi, TBMM ana binasının yapımı sırasında çıkan
toprağın yığılıp üzerinin yeşillendirilmesiyle oluşturulmuş.
Ben Tepe Bölgesi ve ilaçlamadan sorumluyum. Bahçedeki
Rakamlarla TBMM bahçesi
Mevcut ağaç ve çalı miktarı
: 22 bin adet
Mevcut ağaç ve çalı türü
: 96 adet
Seralarda saksı bitkisi mevcudu
: 11 bin 100 adet
Seralarda saksı bitkisi türü
: 230 adet
Fidanlık mevcudu (ağaç-çalı)
: 5 bin 600 adet
Üretilen mevsimlik fide (yazlık ve kışlık) : 550 bin adet
Üretilen yıllık kesme çiçek
: 90 bin adet
Yerörtücü ve daimi çiçek yıllık üretimi
: 23 bin adet
İç mekan saksı bitkisi yıllık üretimi
: 25 bin 600 adet
Ağaç, ağaççık ve çalı yıllık üretimi
: 1250 adet
Meclis Çalışanları
ağaç, ağaççık ve çalı grubunda her sene
sıcağa ve neme bağlı olarak hastalık ve
zararlılar oluşuyor. Bunlarla mücadele
için satın alma yoluyla elde ettiğimiz
ilaçları kendi ekipmanlarımız ve elemanlarımızla uyguluyoruz. Personel
hareketliliğinin olduğu zamanlarda
ilaçlama yapmamak için sabah erken
saatlerde, gece veya hafta sonları çalışıyoruz. İlaçlamayı kimseye rahatsızlık
vermeden yapıyoruz” diyor.
5 yıldır Meclis’te çalışan Ziraat
Mühendisi Tarık Türk, Ön Bahçe’den
sorumlu olduğ unu belir tiyor. Ön
Bahçe, Meclis’e gelen ziyaretçilerin ilk
karşılaştığı alanları kaplıyor. Örneğin
ziyaretçi giriş kapıları ile milletvekillerinin çalışma odalarının yer aldığı
Halkla İlişkiler Binası’nın bulunduğu
alanlar Ön Bahçe içerisinde yer alıyor. Bir anlamda TBMM bahçesinin
vitrinini oluşturan bu alanlarda farklı
çiçek desenleri dikkat çekiyor. Orta
refüjde yer alan, kenarları beyaz alissum çiçeği, ortası kırmızı ateş çiçeğiyle
oluşturulmuş damla deseni hayranlık
uyandırıyor. Mozaik Parteri adı verilen
şeref merdivenleri karşısındaki çiçek
Memnuniyet anketinde birinci sırada
Türkiye’nin en güzel ve en bakımlı bahçeleri arasında ilk sıralarda yer alan TBMM bahçesi,
milletvekillerinin de beğenisini kazanıyor. Geçen yıl Milletvekili Memnuniyet Anketi’nde
TBMM bahçesinin yüzde 98’le birinci geldiği belirtiliyor.
deseninin ise bu yıl yenilenerek bambaşka bir hal aldığı gözlerden kaçmıyor. Meclis
Başkanlığı makamının bahçesindeki kaplumbağa deseni ile TBMM Başkanları
Parkı’ndaki Türk Bayrağı motifi de görülmeye değer. Tarık Türk, bahçede kullanılan desenleri kendilerinin tasarlayıp çizdiğini ve uygun görülenlerin bahçede
uygulandığını belirtiyor.
Dört bir yanda çiçek kokusu
6 yıldır Meclis’te görev yapan Ziraat Mühendisi Derya Aytemiz Erkan, kesme
çiçekler ve iç mekan bitkileriyle ilgileniyor. Makam odalarından Tören Salonu’na,
kulislerden yemekli toplantılara kadar pek çok yerde gördüğümüz çiçekler serada
üretilip Meclis’in dört bir yanını güzelleştiriyor. Bu çiçeklerin bakımının düzenli
olarak yapıldığını, gerektiğinde yenilendiğini ifade eden Erkan, “200 civarında
salon bitkisi türünden yaklaşık 25 bin üretim yapıp değerlendirdik. Üretimimiz
sürekli devam ediyor. Şu sıralar tekrar karanfil fidelerimiz geldi. Karanfil üretiminde önemli ölçüde artış sağladık. Birkaç yıl önce yılda 35-45 bin civarında kesim
yapıyorduk, şimdi bu rakam 65-70 bine ulaştı” diyor.
Meclis serası milletvekillerine ve personele de hizmet veriyor. Saksı çiçeği, buket
gibi talepler geldiğinde piyasaya göre daha uygun fiyat karşılığında satış yapılıyor.
Söz konusu taleplerin, TBMM’nin iç ve dış mekanlarındaki çalışmalar yapıldıktan
sonra eldeki ürün çeşitliliğiyle karşılandığı belirtiliyor.
Temmuz - Ağustos 2013
109
110
Erbay Kücet
B
ir kimsenin kendi hayatını, yaşadığı
devirde şahit olduğu veya duyduğu
olayları anlattığı yazılara “hatırat”
denmektedir. “En kötü, en değersiz
hatırat yazılmamış hatırattır” diyerek
söze başlarsak konuyla ilgili anlatacaklarımıza güzel bir giriş yapmış oluruz.
Hatıralarda yazar kendi hayatı ile
birlikte çevresini, yaşadığı dönemi
bütün özellikleriyle anlatmaya çalışır.
Bir anlamda yazar, merkez değil seyirci
gibidir. Eğer hatırat kitabı tanınmış bir
sanat, ilim ve siyaset adamı tarafından
kaleme alınmışsa onların yaşadığı
devri tanıma bakımından bu önemlidir. Bununla birlikte hatıralarda çoğu
zaman yazarın bir seçme yaptığını
ve kendi hoşuna gideni anlattığını da
gözden uzak tutamayız.
Tarihsel araştırmalar açısından
önem taşıyan olaylara dair bilgi ihtiva
eden bir hatıratı, başka kaynaklarda
farklı şekilde görebilmemiz doğaldır. Bu bakımdan her olay veya bilgi
için birden fazla hatıratı referans
göstermek en sağlam yol olarak görünmektedir. Yazılan her hatırata
zamanın elinden kurtarılmış bilgi ve
Temmuz - Ağustos 2013
belge gözüyle de bakabiliriz. Ancak günümüzde yayın hayatımıza giren birçok
hatırat türü eserde, baskı aşamasından önce veya basımı esnasında belli usullere
uyulmadığı dikkat çekmektedir.
Hatırat, tarih kitabı değildir
Edebiyatın en yaygın türlerinden biri olan hatıratların başlıca özelliği, yazarın hayatının belli bir kesitini alması ve zaman diliminden çok sonra yazıya
dökülmesidir. Bu açıdan bakıldığında hatıratın kendisi tarih değilse de tarihe
yardımcı olduğu gerçektir. Hatırat, içinde bulunulan zaman diliminde yazılan
günlüklerle karıştırılmamalıdır.
Siyasilerin hatırat yazmaları yaşadıkları dönemin olaylarını anlatması bakımından önemlidir. Her şeyden önce resmî makamlardan çıkan her bilgi ve vesika da
resmî bir kisveye bürünür; bu bilgi ve vesikalar tarih araştırmalarında, özellikle
de yakın tarih araştırmalarında oldukça önemli bir yer tutar. Osmanlı Devleti’nde
bazı devlet adamlarının hatırat yazma geleneği, Tanzimat yıllarında Batı’daki
meslektaşlarına özentiden doğmuş ve günümüze kadar gelmiştir.
Hatıra kitapları basımında özellikle son yıllarda dikkate değer, sevindirici gelişmeler olduğunu görüyoruz. Eskilerin deyimiyle hatırat, yenilerin deyimiyle anı
kitabı sayısındaki gözle görülen artış, eskiden yokluğundan şikayet ettiğimiz bu
türün şimdilerde öneminin daha iyi anlaşılmasıyla ilgili olsa gerek.
Hatıralar yazılmalıdır
Ziya Paşa (Defter-i A’mâl), Ahmet Rasim (Falaka), Halit Ziya Uşaklıgil (Kırk Yıl),
Falih Rıfkı Atay (Çankaya), Hüseyin Cahit Yalçın (Edebi Hatıralar) gibi yazarlarımız bu türün en güzel örneklerini edebiyatımıza kazandırmışlardır.
Başta memleketimizin siyasetini yönlendirenler olmak üzere bilinenlerin, görülenlerin, duyulanların topluma hatıratlar yoluyla aktarılmasının yararlı olduğu
düşüncesindeyim. İşte bu anlamda yazılan kitapların birkaçından söz ederek bazı
111
vekillerimizin küllenen anılarını su
yüzüne çıkarabilir, diğer bazılarının
aklına hatırat yazmayı düşürebiliriz.
Ben Milletvekili İken kitabının önsözünde “Bir yazarın epey hareketli geçen
dört yıllık parlamento hayatına ait bir
senaryoda yaşanılmış bir komiko-trajediyi bir daha yaşamaya çalışacağız”
diyen Çetin Altan, gazetelere yansımamış veya iç yüzü anlaşılmamış olaylar
ile politikacı tiplerini, kulis taktiklerini,
gülünçlükleri, küfürleri, kavgaları mizahi bir dille ifade ederken milletvekilliği yaptığı dört yılın sonunda Meclis’i
doğru dürüst öğrenemeden ayrılmasından da açıklıkla söz etmektedir.
Seçmenlerin sadece kendi dertleriyle
dolu olduklarını, milletvekilinin durumunu asla düşünmediklerini ifade eden
Çetin Altan kitabında mizahı da elden
bırakmaz: “Yarım saat sonra asmaya
götürecekler beni” lafına karşılık seçmen “Olsun, sen yarım saatte yaparsın
benim işi” der.
Mehmet Sılay ise 1995-1998 yıllarını
kapsayan milletvekilliği günleriyle
ilgili Parlamentodan Haber kitabının girişinde “Siyasetin tabiatında vefasızlık
vardır. Haset ve ihanet vardır. Keşke bu gerçekle hiç tanışmamış olsaydım. Yahut
bu tespitim yanlış olsaydı” gibi sert bir üslubu tercih edenlerdendir.
Sabri Yirmibeşoğlu kitabında siyasi anılarıyla birlikte askerî alandaki hizmetlerini de anlatırken, Aydın Menderes Babam ve Ben kitabında babası Adnan Menderes
ile olan hatıralarına yer vermektedir. Bir başka siyasi isim Samet Ağaoğlu Babamın
Arkadaşları’nda dönem içinde yaşayan adamlardan söz ederken tarihsel olaylara
da yer vermektedir. Bülent Çaparoğlu ise farklı bir konuyu gündemine taşıyarak
Meclis’te Başörtüsü Mücadelesi’nden söz etmektedir. Ekrem Pakdemirli merhum
Turgut Özal ile anılarını tarihin raflarına gönderirken, Ferruh Bozbeyli başından
geçen siyasi olayları Birinci Cemre adıyla hikayeleştirenlerden. Muhsin Batur da
yaşanan olayların perde arkasına ışık tuttuğu Anılar ve Görüşler kitabında dönem
tahlillerine yer vermektedir. Orhan Birgit Evvel Zaman İçinde derken, Mehmet
Barlas Turgut Özal’la birlikte o dönemi anlatmayı yeğleyenlerden. Siyasî Hatıralar
kitabında Faik Ahmet Barutçu anılarını aktarırken bir başka siyaset duayeni Emre
Kocaoğlu ise Sözüm Meclisten İçeri diyerek hatıra kitapları serisine adını yazdıranlardandır. Her ne kadar milletvekili olarak Meclis’te önemli görevlerde bulunsa da
adı daha çok Diyanet İşleri Başkanı olarak hatırlanan Tayyar Altıkulaç Zorlukları
Aşarken kitabında daha çok diyanet teşkilatında yaşadıklarını anlatır. Edebiyat
alanındaki eserleriyle en çok okunanlar arasında yer alan Yakup Kadri Karaosmanoğlu Politikada 45 Yıl ile zaman tahlillerinde başarılı hatırat yazarlarımızdan
biri olduğunu göstermektedir. Asım Us’un Hatıra Notları da unutulmamalıdır.
Önemli Not: Türk Parlamenterler Birliği olarak hatırat kitapları yayımlanması gündemimizdedir. Hatıralarını yayımlatmak isteyen sayın milletvekillerimiz dergimiz koordinatörü
ile irtibata geçebilirler.
Temmuz - Ağustos 2013
112
Tarih Sahnesi
1 Temmuz
1984 - TRT
tamamen renkli
yayına geçti.
14 Temmuz 1936 - Türkiye,
olimpiyatlarda ilk altın madalyayı aldı.
Yaşar Erkan, Berlin Olimpiyatları’nda,
güreşte 61 kiloda birinci geldi.
9
1
14
18
24 Temmuz 1923 - Günümüz Türkiyesinin sınırlarının çizildiği Lozan Antlaşması imzalandı.
24
18 Temmuz 1920 - Misak-ı
Millî, TBMM’de kabul edildi. Meclis,
Misak-ı Millî üzerine yemin etti.
9 Temmuz 1961 - 1961
Anayasası, halk oylaması sonucunda yüzde 61,5 “evet”
oyuyla kabul edildi.
31 Temmuz 1959 - Türkiye, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adaylığı için resmen
başvurdu.
Temmuz - Ağustos 2013
31
113
19 Ağustos 1630 - Evliya
26 Ağustos 1922 - Gazi Musta-
Çelebi elli yıl sürecek seyahatlerine başladı.
fa Kemal’in Kocatepe’den bizzat idare
ettiği Büyük Taarruz başladı.
9 Ağustos
1928 - Arap Alfabesi yerine Latin harflerinin benimsendiği Harf Devrimi gerçekleştirildi.
9
12
19
23
26
12 Ağustos
1908 - Ford, T modelinin seri üretimine başladı.
23 Ağustos
1921 - 22 gün 22 gece süren
Sakarya Meydan Muharebesi başladı.
30 Ağustos 1071 - Alparslan
komutasındaki Türkler Malazgirt
zaferi ile Anadolu’ya girdi.
Temmuz - Ağustos 2013
30
114
Veysel gider
adı kalır...
Dostlar seni
unutmadı
Pınar Ünsal
“Ben bir insanoğlu sen
bir dut dalı… Ben babamı
sen ustanı unutma…”
Temmuz - Ağustos 2013
Y
aşadığı acılar devleştiriyor sanki bazılarını. Fakirlik, bedensel engel, işe yaramama hissi, gönül yarası... Yedi yaşına
kadar herkes gibi koşan, seğirten, gülen, oynayan Veysel’in,
çiçek hastalığı nedeniyle gözlerini kaybetmesiyle başlayan
talihsiz olaylar zinciridir belki de onun yaşam felsefesiyle bizi
tanıştıran. Unuttuklarımızı hatırlatan, bakmadıklarımızı
gördüren, bazen şükrettiren, bazen mahçup eden... Ama hiç
isyan ettirmeyen, kalbimizi soğutmayan, yalansız...
Çiftçilik yapamayacağı düşüncesiyle 10-11 yaşlarında babası
tarafından eline verilen saz, altmış küsur sene boyunca yoldaşı
olur Veysel’in. Çiftçilik de yapar sonraları, ama ondan değildir
toprağa verdiği kıymet. Ona göre ezelimiz topraktır, ebedimiz
de. O buruşuk kara eller, toprakla uğraşmaktan sertleşmiş
öpülesi eller “Beni hor görme kardeşim, sen altınsın ben tunç
muyum?” diye dokunurken vicdanımıza, bir çocuğun pamuk
elleri oluverir. Veysel’dir o; şiirleriyle içimizdeki barış, kardeşlik, yurt sevgisi tohumlarını filizlendiren...
115
Levh-i kalemin kara yazısı
Veysel’in “kambur” diye nitelendirdiği felek, gözlerini alarak onun kolunu kanadını kırmış, ömrü boyunca yüzüne
hiç gülmemiş, çomağıyla sürekli dürtmüştür. Dertleri hiç
tükenmeyen Veysel feleğe zaman zaman sitem etse de haline
şükreder genellikle. Sözlerinin arkasını getiremediği durumlarda hüzünlü bir dörtlük yazıverir. İşte bu dörtlükler onu
şair, bu acılar âşık yapmıştır.
I. Dünya Savaşı sıralarında tüm köy askere giderken
Veysel’i almazlar. Bu durum, vatanın kendisini böyle günler
için besleyip büyüttüğünü ve düşmana süngü sallamanın,
vatanı savunurken şehit olmanın en büyük şeref olduğunu
düşünen Âşık Veysel’i derinden yaralar. O yıllarda üzüntüsünü “Bütün köy asker oldu. Gidenlerin peşi sıra annesi
babası ağlıyor; çocuğum nerede, mektupları gelmiyor diye.
Akranlarım memleket hizmetine gitti ben mahrum kaldım.
Keşke benim de yasım tutulsaydı. Gözlerim yok ki, askere
almadılar” sözleriyle dile getirir. Kurtuluş Savaşı sırasında
da aynı acıyı yaşayarak sazıyla bir başına kalan Veysel “Ne
yazık ki bana olmadı kısmet, düşmanı denizden dökerken
millet...” diye yakındığı şiirini yazar, söyler.
Bu olaylardan yıllar sonra, 16 Temmuz 1965 tarihinde
TBMM’de “Anadilimize ve millî beraberliğimize yaptığı hizmetlerinden dolayı, yaşadığı sürece vatani hizmet tertibinden
500 lira aylık bağlanmıştır” ifadesini içeren özel bir kanun çıkarılır. Askere gidemediği için hayatı boyunca üzüntü duyan,
ancak en büyük avuntusu yıllar içinde yaptığı eserlerle millî
bilincin kuvvetlendirilmesine katkı sağlamak olan Veysel,
vatan hizmetine aslında ömrünü vermiştir.
Kalp kırıklığı bir başka acıdır onun hayatında. Karısının
onu terk edip sevgilisiyle kaçtığı dönemde kendi tabiriyle
insan içine çıkacak yüzü kalmaz, iğne ipliğe döner. Sonradan tekrar evlenip mutlu olsa da, yıllarca yüzünde taşıdığı
çekingen tebessümün nedenidir belki de ilk aşk acısı. O
Temmuz - Ağustos 2013
116
zamana kadar yazılı bir şiiri olmayan,
hep usta malı şiirleri söyleyen Âşık,
bunun nedenini “Şiir içimden geliyordu fakat korkuyordum, utanıyordum.
Acaba birine mi âşık oldu, birinin
kızına gelinine mi âşık derler diye yazamıyordum, açığa çıkaramıyordum”
sözleriyle açıklar.
1959 yılında Âşık Veysel hakkındaki
bir makalede yazar, yaralandıktan sonra Veysel’in kıymetinin açığa çıktığını
söyler: “Farz edin ki içinde cevher olan
bir dağ var. O cevheri meydana çıkarmak için kazmak, yaralamak lazım.
Aynı şekilde insan da büyük ıstıraplar
ve yaralara maruz kalırsa aynı şekilde,
o da eğer varsa cevherini meydana
çıkarır.”
Yetişmek için menzile...
Neredeyse kırk yaşına kadar köyünden
çıkmamış Veysel’in hayatı 1931 yılında, 1. Sivas Halk Şairleri Bayramı’nda
Ahmet Kutsi Tecer’le tanışmasından
sonra değişir. Âşık, Bayram’da sahne
aldıktan sonra “halk şairi” unvanına
layık görülür. Bu günden sonra Ankara ve İstanbul dahil şehir şehir gezen
Veysel’in yazdığı şiirlerin konularına
bir de “gurbet” eklenir.
Anadolu’da adı duyulmaya başlayan, hatta namı koca Mustafa Kemal
Paşa’ya kadar giden Âşık Veysel sade
Türkçesi ve yanık sesiyle okuduğu şiirleriyle gönüllerde taht kurar. Manası
derin şiirleri halk tarafından sindirilerek dinlenir, yüreklere yerleşir. Eserlerinin tüm Anadolu’ya yayılmasında
Veysel’in bir süre Köy Enstitüleri’nde
öğretmenlik yapması da etk ilidir.
Onun yetiştirdiği öğretmenler, öğrendikleri türküleri yurdun dört bir
yanına taşırlar.
1952 yılında, senaryosu Bedri Rahmi
Eyüboğlu tarafından yazılan ve Âşık
Veysel’in hayatını konu alan bir film
çekilir; Karanlık Dünya. Dönemin hü-
Temmuz - Ağustos 2013
Eserlerinin
tüm
Anadolu’ya
yayılmasında
Veysel’in bir
süre Köy
Enstitüleri’nde
öğretmenlik
yapması da
etkilidir. Onun
yetiştirdiği
öğretmenler,
öğrendikleri
türküleri yurdun
dört bir yanına
taşırlar.
kümeti tarafından filme öyle bir sansür uygulanır ki senaryo
onda sekizi kadar kısalır. Sansür gerekçesi, filmde gösterilen
buğday başaklarının cılız ve çocukların çıplak ayaklı olması
nedeniyle Türkiye’nin imajının kötülenmesidir. Senaryo tekrar yazılır ve film çekilir. Filmde Âşık’ın kendisi de rol alır.
Veysel’in diğerleri arasından sıyrılarak en çok seslendirilen üç eseri “Uzun İnce Bir Yoldayım”, “Güzelliğin On
Par’etmez” ve “Kara Toprak”; bir dönem Esin Afşar, Fikret
Kızılok gibi isimler; günümüzde ise Pentagram, Duman gibi
rock müzik grupları ile Tarkan tarafından yeniden yorumlanır, çok da beğenilir. Dünyaca ünlü Türk piyanist Fazıl
Say, birçok piyano resitalinde Veysel bestelerine de yer verir.
Uzun müddet gurbette yaşayan, 1960’lı yıllarda kokusunu
unutamadığı köyüne dönen Âşık Veysel bir süre sonra hastalanır. “Gemi bekliyor limanda... Gideceğim bir ummanda...
Gözüm kalmadı cihanda... Gelmez yola gidiyorum” diye sesi
ve dudakları titreyerek okuduğu şiir Veysel’in son şiiridir
aynı zamanda. “Ayrılık gözümde, ölüm kaşımda” diyerek
kendini hazırladığı ölüm, “han”ın ikinci kapısıdır Veysel için.
Gözlerindeki ışığı hiç göremediğimiz, ama içindeki kocaman güneşin varlığını bildiğimiz, şiirlerinde barışın doğruluğundan, ölümün gerçekliğinden, kardeşliğin güzelliğinden,
toprağın hazinesinden bahsederek toplumu bir şekilde doğru
düzgün yaşamaya yönlendiren Veysel, bize kendi gördüklerini dinletir ve ölümsüzdür aslında.
Kitap
118
Osmanlı–Türk Anayasal
Gelişmeleri
Bülent Tanör
YKY, 22. Baskı, Nisan 2012, 456 sayfa
Yeni sivil anayasa tartışmaları yaşanırken bu konunun ne
kadar çetrefilli bir iş olduğunu, çok sıkı ve ince bir çalışma istediğini gösteren bir kitap Osmanlı–Türk Anayasal
Gelişmeleri. Kitap, anayasa hukuku konusunda yaptığı
çalışmalarla bilinen Bülent Tanör’ün bu alandaki en
önemli çalışmalarından biri. Üç kısımdan oluşan kitapta
Osmanlı dönemi, 21 Anayasası’yla başlayan ulusal dönem
ve çok partili dönem ayrıntılarıyla ele alınıyor. Sistemi ve
devlet-halk ilişkisini göz ardı etmeyen yazar, nesnellikten
taviz vermeyerek belli bir ideolojinin ürünü olan bir çalışma ortaya koymaktan kaçınmış. Anayasa hukukunun
sorunlarını belli bir tarihsel süreçte irdeleyen yazar, bugün
söz konusu olan birçok alanda önemli ip uçları veriyor. İlk
baskısı 1992’de yayımlanan kitabın güncelliğini kaybetmeye niyeti yok.
Siyasal Düşünce
Derleyen: Michael Rosen–Jonathan Wolff
Dost Kitabevi Yayınları, Çev: S. Çalışkan–H.
Çalışkan, 2006, 552 sayfa
İki felsefecinin, Michael Rosen ve Jonathan Wolff’un çalışması düşünce tarihinin siyaset alanında ürettiği fikirlerin
özel bir antolojisi. Her antolojinin bir “fikir” olduğunu göz
ardı etmeden yaklaştığımız zaman bu kitabın da okuyucuyu belli bir yöne ittiğini hemen fark edebiliriz. Kitabın
başlıkları seçilirken “tarih boyunca birçok düşünürün
benzer konulara olan eğiliminin ve biraz da konuların popülerliğinin” dikkate alındığını söyleyen yazarlar, bir “fikir” çerçevesinde siyasal düşüncelerini ortaya koymuşlar.
İnsanın doğası, devletin varlık nedeni, adalet, uygarlık ve
ekonomi gibi başlıklarda Batı düşüncesinin hemen hemen
tüm yorumlarını bulabileceğiniz antolojinin bariz eksiği
ise yazarların “fikir”lerinin Batı düşüncesinde sabitlenerek
Doğu felsefesini, düşünürlerini içermemesi.
Beş Şehir
Varlığın Mertebeleri
Ahmet Hamdi Tanpınar
Rene Guenon
Dergâh Yayınları, 29. Baskı, Ekim 2011, 235 sayfa
Etkileşim Yayınları, 2013, 85 sayfa
“Beş Şehir’in asıl konusu,” der Ahmet Hamdi Tanpınar;
“hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü
ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır”. Yazarın “hayatımın tesadüfleri” dediği beş şehri, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı bu önemli eseri, edebiyatımızda
Anadolu kültürünü yakından tanıtan başlıca kitaplardan
biridir. Günlük yaşamdan mimariye, çeşitli zanaatlerden
musikiye Anadolu kültürünü bütün yönleriyle gözlemleyen ve tarihine inen kitap, tipik gezi yazılarından oluşmaz.
Tanpınar, söz konusu şehirleri anlatırken bir hesaplaşma
içerisindedir. Modernleşmenin kaçınılmaz olduğunu
düşünen yazar, Türkiye’nin bu serüveni kendisi kalarak atlatabilmesi için geçmişle her an hesaplaşmak ve anlaşmak
gerekliliğine inanır. 30 baskıya ulaşan Beş Şehir, bugünün
okuyucusuna farklı teklifler, farklı bakış açıları sunuyor.
Temmuz - Ağustos 2013
Ünlü Modern Dünyanın Bunalımı adlı kitabın Fransız
yazarı Rene Guenon’dan kısacık ve etkileyici bir kitap
Varlığın Mertebeleri. Yazar gelenekselci ekolün kurucusu
kabul edilen, ara ara tartışmalara neden olmuş oldukça
önemli bir isim. İlim ile bilimin aynı şey olmadığı, bilimin
“materyalist” bir sistem, ilimin ise “varoluşun özü” olduğunu ileri süren yazarın görüşleri yıllar önce en çok tartışılan konuların başında yer alıyordu. Modern Dünyanın
Bunalımı’nda Doğu-Batı karşıtlığından, Batı’nın kurduğu
medeniyetin maddiliğinden ve Batı istilasından dert yanan
Rene Guenon, bu ince kitabında ise esas uzmanlık alanı
olan metafizik üzerine kafa yormuş. İbn-i Arabi’den bol
bol faydalanan yazar, sistemli bir yaklaşım ortaya koyduğu
kitabında varlığın ontolojik düzeylerini irdelerken yine
çarpıcı görüşleriyle dikkat çekiyor.
Film
119
Son Buluşma
Yönetmen: Nesli Çölgeçen
Yıl
: 2008 As Sanat, 2009
Dergimizin bu sayısında vizyondaki filmlerden ziyade,
klasikleşmiş iki filmi tanıtmayı tercih ettik. Yaz aylarının
rehavetinden kurtulmaya uygun olacağını düşündüğümüz
filmlerden ilki bir belgesel. 2008 yılında gösterime giren Son
Buluşma, İstiklal Harbi’nin son üç gazisini bir araya getiren
müthiş bir belgesel. Yönetmeni Züğürt Ağa ve Selamsız
Bandosu filmlerinden hatırladığımız Nesli Çölgeçen. Kendisinden birçok yapıma imza atması beklenen yönetmen, 1983
yılında başladığı yönetmenlik kariyerinde yalnızca yedi film
çekmiş önemli bir isim. Son Buluşma içinse yönetmenin
en başarılı filmi diyebiliriz. Son gazilerimizden Nişancı Er
Ömer, Süvari Çavuş Yakup ve Sıhhiye Onbaşı Veysel’i bir
araya getiren belgesel, İstiklal Harbi’mizin kahramanlarını
en doğal halleriyle izleyiciye aktarmış. Savaş yıllarına dair
tüyler ürpertici anılarını anlatan kahramanlarımızın ömürlerinin son demlerinde günlük hayatlarını nasıl geçirdikleri de adeta “kamerasız” bir dille,
tüm gerçekliğiyle anlatılıyor. As Sanat imzasıyla dağıtılan DVD’de ise Süvari Çavuş Yakup
Satar’ın belgesele alınmayan bazı anıları ve yönetmen Nesli Çölgeçen’in Son Buluşma üzerine yaptığı kısa bir konuşma da ek olarak sunulmuş. Son Buluşma şimdiden klasik bir yapım
olmayı başarmış, tekrar tekrar izlenecek bir başyapıt. Belgesel çekimlerinden kısa bir süre
sonra peş peşe ölen gazilerimize Allah’tan rahmet diliyoruz.
Cape Fear Korku Burnu
Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo : Wesley Strick
Oyuncular: Robert De Niro, Nick Nolte, Jessica Lange
Yıl
: 1991 As Sanat, 2011
John D. MacDonald’ın romanından uyarlanan Cape Fear, ilk olarak 1962’de yönetmen J. Lee
Thompson tarafından filmleştirilmişti. Gregory Peck ve Robert Mitchum’ın başarılı performansları bu filmin etkisinde önemli bir paya sahip. Film, ikinci defa 1991’de Martin Scorsese
yönetmenliğinde karşımıza çıktı. Martin Scorsese-Robert De Niro ikilisinin hem yönetmenlik hem oyunculuk adına harikalar yarattığı filmlerinden biri Cape Fear. Konu şöyle: Kahramanımız Max (Robert De Niro) tecavüz suçlamasıyla yargılanırken avukatı Sam Bowden’in
(Nick Nolte) mahkemede beraat etmesini sağlayacak bilgiyi onun cahilliğinden faydalanarak
saklamasıyla 14 yıl hapse mahkum olur. Hapishanede eline geçen bütün hukuk kitaplarını
okuyan Max’in dışarı çıktığında yapacak tek işi intikam almaktır. Max’in yöntemleri sonucu
çaresiz kalan Sam, ailesini ve kendini korumak için Korku Burnu’na doğru yola çıkar. Robert
De Niro’nun film boyunca süren gerilimi capcanlı tutmayı başaran müthiş oyunculuğuyla
hatırladığımız Cape Fear’i şimdi blu-ray kalitesiyle tekrar izlemek mümkün...
Temmuz - Ağustos 2013
Müzik
120
Bekir Sıtkı
Sezgin’den
Seçmeler
TRT Arşiv Serisi’nin piyasaya sunduğu en önemli albümlerden biri
şüphesiz Bekir Sıtkı Sezgin’in seçme
TRT Arşiv Serisi
eserlerinden oluşan albüm. Bekir Sıtkı Sezgin, çocuk yaşta tanıştığı Rakım
Elkutlu’nun şarkılarını kendisinden öğrenmiş, klasik Türk musikisinin en önemli
icracılarından biri. Yıllarca İzmir
Radyosu’nda çalışan Sezgin’in vefat
ettiği 1996 yılına kadar yapılmış yüzlerce kaydı var. Bu kayıtlardan önemli
bir kısmını piyasada bulmak gerçekten
çok zor. Bu bakımdan bu ve benzeri
çalışmalar oldukça önemli.
Bekir Sıtkı Sezgin’den Seçmeler albümü titizlikle hazırlanmış özel bir
seçki. Seçilen şarkılar ve Bekir Sıtkı Sezgin’in eşsiz yorumu albümü
paha biçilemez kılıyor. Klasik Türk musikisinin Zekai Dede, Şevki
Bey, Hacı Arif Bey gibi bestekarlara ait en önemli eserlerinin icrasını
bulacağınız albüm, muhteşem bir müzik ziyafeti vaadediyor.
Colin Carr
Colin Carr, İngiltere’nin Kraliyet
Müzik Akademisi’nde çello “profeBach: Cello Suites
sörü”. Carr’ın Londra’daki Wilmore
Hall’da kaydettiği Bach’ın altı çello
GM Recordings
süiti, entelektüel tefekkürün, yorumdaki tutarlılığın ve muazzam bir fiziksel kontrolün kayda değer bir göstergesi
olarak değerlendirilebilir. Carr’ın bu şaheserlere yaklaşımı esasında kolay anlaşılır ve oldukça kişisel; ne tarihî
ne de modern bir akımı takip eden, sadece kişisel “yorum”la ve
anlık olarak akıp giden bir süreç. Bu yorumları, bir adama uğrayan
ilhamın içe işleyen yansımaları ve
müziğin uygun “enstrümanlar” sayesinde duyguları değiştirme gücünü
gösteren fırsatlar olarak görmek belki de en doğrusu. Konser kaydı olmasına rağmen oldukça temiz ve net bir
reprodüksiyon olan albüm, Wigmore
Hall Live etiketiyle raflarda.
Temmuz - Ağustos 2013
Feryad-ı Gam
Poll Production etiketiyle raflarda yerini alan albüm tasavvuf
müziğinin
kadife sesli sanatçısı
Poll Production
Sami Özer’e ait. Sami Özer 2012
yılında yayınlanan Alim Allah’tan
sonra Feryad-ı Gam albümüyle dinleyicileri yine müziğe doyuruyor. Mübarek
Ramazan ayını yaşayacağımız günlerde albümdeki klasik eserler dinleyenleri mest edecek özellikte. Dağlar
ile Taşlar ile gibi klasik ilahilerin
yanı sıra Türk müziğinin en önemli
müzisyeni Itri’nin Teşrik Tekbiri ve
Salavat-ı Şerife’sini de seslendiren
Sami Özer, kendine has üslubuyla
huzurlu dakikalar geçirmenizi sağlayacak. Seçilen klasik eserler ve birkaç yeni besteyle dikkat
çeken Feryad-ı Gam, Ramazan günlerinde kulakların en
çok beklediği iki ezanın, akşam ve sabah ezanlarının yorumlarıyla son buluyor.
Sami Özer
Caz müziğin iki dev ismi Dave Brubeck ve Tony Bennett’in 28 Ağustos
1962’de Beyaz Saray’da gerçekleştirdiği konserin canlı kaydı müzik severlerle buluşuyor.
Daha önce hiçbir yerde yaThe White House
yınlanmamış bu kayıt, müzik
tarihinin arka planında kalmış,
Sessions, Live 1962
ama oldukça önemli olaylarından
Sony Müzik
biri olarak niteleniyor. Etkinlik dahilinde Brubeck ve Bennett, Washington
Anıtı’nın önünde kendi orkestralarıyla bir araya gelmiş ve
albümde yer alan şarkılar hiçbir yerde yayınlanmamış.
Bu tarihî etkinliğin gerçekleştiği yıl Tony Bennett Billboard listesine girmiş, Dave Brubeck ise “Take Five” albümüyle
caz âlemine damgasını vurmuştu. İkilinin etkinlikte seslendirdiği en meşhur şarkı “That Old
Black Magic” ile birlikte toplam
17 şark ının yer aldığı albüm,
IMM ve Sony Müzik iş birliğiyle
müzik marketlerde yerini aldı.
Dave
Brubeck &
Tony Bennett
Televizyon
121
Dillere destan bir program:
Ömür Dediğin
T
ürkiye’de, özellikle TRT’de ülkemizin “uzak” diyarlarının gelenek ve
görenekleri, günlük hayatları üzerine
yapılan programlar saymakla bitmez.
Çok başarılıları da var muhakkak.
Ama Ömür Dediğin bu programlar
arasında farklı bir yere konulmayı hak
ediyor. Türkiye’nin dört bir köşesini
gezen program ekibi genelde 70 ve
üzeri yaşlardan seçtikleri konuklarıyla
onların bireysel tarihleri üzerinden bir
sohbete koyuluyor. Tabii söz konusu
“Anadolu” olunca hikayeler bitmek bilmiyor. Yılların hüznü, sevinci, özlemi
ve yalnızlığını biriktiren insanların
birbirinden ilginç hikayeleri izleyiciyi tam anlamıyla ekrana bağlıyor.
Programın yapımcısı ve yönetmeni
Zeliha İlhan Doymuş, olağanüstü bir
enerjiyle her hafta Türkiye’nin başka
bir şehrinden bir hikaye sunuyor
izleyicilere. Fakat programın en önemli
özelliği, her bir bölümün belgesel mantığı ve titizliğiyle hazırlanıyor oluşu.
Artık y üz bölüme yak laşan Ömür
Dediğin, Anadolu’nun yaşını almış
insanlarının hüznü kadar sevincini de
yansıtan arşivlik bir program.
Temmuz - Ağustos 2013
122
Vekiller
Ne Okuyor
Ne İzliyor
Mehmet Siyam
Kesimoğlu
CHP Kırklareli Milletvekili
Siyasi ve toplumsal içerikli kitapları okumayı seviyorum. Özellikle yakın dönem Cumhuriyet tarihi ilgimi çekiyor. Şu sıralar iki
cilt olarak yayımlanan Değişimi Yaşamak - Ali Topuz Anlatıyor-1 ve
Düzeni Değiştirmek - Ali Topuz Anlatıyor-2 adlı kitabı okuyorum.
Çizgi roman seviyorum. Hem terapi amacıyla çizgi roman okuyorum hem de ciltlerini alarak arşiv yapıyorum. Antikaya
merakım var. Küçük objeler biriktiriyorum. Örneğin 180’e
yakın köstekli saat koleksiyonuna sahibim. Cumhuriyet
Halk Partisi ve mezunu olduğum Mülkiye ile ilgili objeler topluyorum. Sinema ve tiyatroya fırsat buldukça
gidiyorum. En son Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği “Kerbelâ” adlı oyunu izledim. Sinemada ise “Cem
Yılmaz-Fundamentals”ı seyrettim. Siyah-beyaz Türk
filmlerinden büyük keyif alıyorum. Müzikteki tercihim
ise türküler. Hem türkü dinlemeyi hem de söylemeyi
seviyorum.
Mehmet Geldi
AK Parti Giresun Milletvekili
Ağırlıklı olarak siyasi konularla
ilgili kitaplar okuyorum. Meclis’teki
çalışmalarımıza da yardımcı olması bakımından araştırma-inceleme kitapları,
hukuk eserleri kütüphanemde yer alıyor.
Komisyon toplantılarımıza, Genel Kurul’daki
konuşmalarımıza hazırlanırken ciddi bir çalışma, araştırma
yapıyoruz. Bu sırada farklı türlerdeki kitaplardan istifade
ediyoruz. Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği’ni seviyorum. TRT Arşiv Serisi’nden dinlemediğim albüm yok
gibi. Yoğun çalışma temposu nedeniyle sinemaya çok sık
gidemiyorum. En son “Fetih 1453” filmini izledim. Spora zaman ayırmaya çalışıyorum. Meclisspor’un
aktif ve golcü oyuncularından biriyim. Ayrıca
masa tenisi oynuyorum.
Temmuz - Ağustos 2013
Ahmet Yeni
AK Parti Samsun Milletvekili
Şİİr ok u may ı se v iyor u m. Ba şuc u md a
mutlaka şiir kitapları vardır. Şiire özel bir
ilgim olsa da farklı türden kitaplar da okuyorum.
Türk Sanat Müziği’ni ve Karadeniz türkülerini
seviyorum. Fırsat buldukça sinemaya gidiyorum. Genellikle çocuklarımın önerdiği filmleri izlemeye çalışıyorum. Türk filmlerini
beğeniyorum. Lise yıllarımdan bu yana tiyatroya ilgi duyuyorum.
Öğrencilik dönemimde birçok oyunda rol aldım.
D. Ali Torlak
MHP İstanbul Milletvekili
En son İlber Ortaylı’nın Yakın Tarihin
Gerçekleri adlı kitabını okudum.
19. ve 20. yüzyılın birçok tartışmalı
konusuna ışık tutması bakımından
önemli bir eser. Çocukluğumdan bu
yana tarih kitaplarına büyük bir ilgim var. Bu
nedenle tarih konusunda belirli yazarlarımızın
kitaplarını takip ederim. Mesela eski Türk tarihinde Zeki Velidi Togan, Selçuklu tarihinde Osman Turan, Osmanlı tarihinde ise İlber
Ortaylı’nın kitapları kütüphanemde bulunur.
En son DVD’den “Ülkücüler” filmini izledim. Çok duygulandım, geçmişe götürdü beni. Filme emeği geçen herkese
teşekkür ediyorum. “Fetih 1453” de beni çok etkiledi. Harikulade bir film yapmışlar. Tarihimize ışık tutan filmleri
çok önemsiyorum. Bu tür filmler gençlerimize tarihimizi
araştırma ve öğrenme alışkanlığı kazandıracaktır.
Müzik konusunda seçiciyimdir. En son Mahmut
Tülek ’in “Yoksun Ya”, Kaya Kuzucu’nun “Ruhların Göçü”, Ali Kınık ’ın “Düşe Kalka” ve Osman
Öztunç’un “Türk ’ün Türküsü” adlı albümlerini
aldım. Müzeyyen Senar’ın seslendirdiği “Benzemez
Kimse Sana” isimli eseri çok severim. “Katibim” ve
“Yemen Türküsü” Safiye Ayla’dan devamlı dinlediğim eserlerdir.
123
Alev Dedegil
Birgül Ayman Güler
Şu sıralar Alev Alatlı’nın Beyaz Türkler
Küstüler adlı kitabını okuyorum. Genellikle roman, biyografi, otobiyografi, tarih ve
siyaset kitaplarını tercih ediyorum. Sinemada
tarihî ve politik filmler ilgimi çekiyor. En son yoğun çalışma temposu arasında stres atmak, keyifli saatler geçirmek
amacıyla “Cem Yılmaz-Fundamentals”ı seyrettim. Her türlü müziği
dinliyorum, özellikle Sezen Aksu şarkılarını beğeniyorum.
Öğretİm üyesiyim, kitap hayatımın bir
parçası. Her zaman elimin altında üç-dört
kitap vardır. Şu sıralar Bosna-Hersek sorunu
üzerine birkaç kitap okuyorum. Çalışırken klasik müzik dinlemeyi seviyorum. Tiyatro oyunlarını
takip ediyorum. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği “Fosforlu
Cevriye” ve “Cyrano de Bergerac” muhteşem oyunlardı.
Herkese tavsiye ediyorum. Filmleri daha çok evde DVD’den
izliyorum.
AK Parti İstanbul Milletvekili
Binnaz Toprak
CHP İstanbul Milletvekili
A kad e m i s y e n
olduğum için kendi
alanımla ilgili bilimsel yayınlar, biyografiler, hatıralar ilgimi
çekiyor. Roman okumayı
da seviyorum. Klasik müzik
dinlemekten keyif alıyorum. Ankara’da birkaç kez klasik müzik konserlerine gitme fırsatı buldum. Sinemada yeni filmleri takip
etmeye çalışıyorum. En son yönetmen Michael Haneke’nin “Aşk”
filmini izledim. Yıllarını birlikte geçirmiş yaşlı bir çiftin hikayesi
çok dokunaklıydı. Filmden oldukça etkilendim.
Necati Özensoy
MHP Bursa Milletvekili
Genellikle siyasi k itaplar okuyorum.
Yakın tarih, Cumhuriyet dönemi ve sonrası ile ilgili eserler ilgimi çekiyor. Klasik Türk Müziği’ni seviyorum. Bursa’da
Osmanlı’dan günümüze uzanan Gezek
kültürü vardır. Her hafta bir araya gelinir
ve seçilen bir makamda Klasik Türk Müziği
eserleri icra edilir. Kültürümüzde önemli bir
yeri bulunan Gezek toplantılarına katılmaya çalışıyorum. Bestekarlar Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Melahat Pars, Erol Sayan ve
Erdinç Çelikkol’un sevdiğim pek çok eseri var. Müzeyyen Senar’ı
beğenerek dinlerim. Sinemaya vakit buldukça gidiyorum. Macera
filmlerini seviyorum.
CHP İzmir Milletvekili
Erkan Akçay
MHP Manisa Milletvekili
Meclis Genel Kurulu ile
Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki yoğunluğumuz
arasında kitap, tiyatro ve
biraz da sinemaya zaman
ayırabildiğimi söyleyebilirim.
Necati Cumalı’nın Makedonya 1900,
Jeremy James’in Türk Atı ve Adil Yakubov’un Uluğbey’in Hazinesi en son okuduğum ve tavsiye ettiğim kitaplar. Şu sıralar
okumaya devam ettiğim kitaplar ise Nihad Özgürel’den
İslam’ın Belası Yezid, Macit Gürbüz’den Kürtleşen Türkler, Robert Gilpin’den Uluslararası İlişkilerin Ekonomi Politiği ve Yonca
Anzerlioğlu’ndan Karamanlı Ortodoks Türkler.
Sezon boyunca tiyatroyu sıkı takip etmeye çalıştım. Kerbelâ,
Genç Osman ve Hürrem Sultan hatıramda iz bırakan oyunlar. Müzikte Türk müziği ve klasik müziği tercih ediyorum. Ahmet Şafak
ve Melihat Gülses’in şarkıları, Senem Diyici’nin mistik cazı, Hale
Gür ve Şükriye Tutkun’un türküleri ilk aklıma gelenler. “Pi’nin
Yaşamı” ve “Kelebeğin Rüyası” sinemada son izlediğim filmlerdi.
Kemal Sunal’ın “Zübük”ü, Dostoyevski’nin kitabından uyarlanan
“Ecinniler” ve Emile Zola’dan uyarlanan “Germinal” son birkaç
ayda izlediğim diğer filmler. Sinemada tüm zamanlar için favorim
ise Yeşilçam filmleri.
Temmuz - Ağustos 2013
124
sosyalmedya
gunlukleri
Engelliler üzerine tescil edilmiş araçlardan Motorlu Taşıtlar Vergisi alınmaz.
@ailebakanligi
M e z u n o l du ğum S ab an cı Üni ve rsitesi’nde mezunlar gününde “Sıradışı
Öyküler” bölümünde konuşmak heyecan
vericiydi.
Gecenin bu saatinde bir Adana klasiği
@seyfettinyilmaz
@BilalMacit
Kuyucak’a bağlı Belenova köyü... Doğum tarihini bilmiyor ama, ‘’1916 yılında
askerdim’’ diyebiliyor... Adı Himmet dede,
milli mücadeleye asker olarak katılmış, bir
asrı devirmiş çınar...
https://www.facebook.com/
aligultekin.kilinc
Sorunların üzerini örten değil, sorunların üzerine giden, sorunları çözen olduk,
olacağız.
@Ondermatli
Çevre hepimizin geleceğidir. Koruyalım,
kollayalım.
@yildiraysapan
Piknik şölenleri dayanışma, yardımlaşma ve kültürleri yaşatmanın ortak
alanlarıdır. Silivri Ordulular Derneği’nin
Büyükçavuşlu’da düzenlediği geleneksel
piknik şölenine Silivri Belediye Başkanımız Özcan Işıklar ile birlikte katıldık. Dernek başkanı Şenol Doğdu, yönetim kurulu
üyeleri ve davetlilerin coşkulu birliklerini
ve sofralarını paylaştık.
@S_Celebi
Korku kendisinden kaçıldıkça kaçanı
sarar, bir ağ gibi kıvrandıkça kıvrananı
kollarıyla kavrar, onu sıkıştırdıkça sıkıştırır,
nefes alamaz hale getirir. Korku önce kişiyi
değil, kişiliği öldürür. Kişilik ölünce, kişi de
kendiliğinden ölmüş olur.
https://www.facebook.com/
pages/ÇORUM-MİLLETVEKİLİAV-TUFAN-KÖSE/1460658221
Merkezi Ödemiş’te bulunan, birçok
“Yılın Politikacısı” ödülü için KültürÇev’e
Adam odur ki koya dünyada eser. Eseri
teşekkür ederim.
olmayanların yerinde yeller eser.
Avrupa ülkesine ihracat yapan Kardelen
Fidancılığı ziyaretteyiz.
@AylinNazliaka
@huseyinsahinnet
@avhamzadag
Temmuz - Ağustos 2013
125
https://twitter.com/UmutOranCHP
Umut Oran
@UmutOranCHP
CHP Genel Başkan Yardımcısı,İstanbul Milletvekili, TBMM AB Uyum Kom.
ve Türkiye-AB Karma Par. Kom.Bşk.Yrd./Vice Chair of the Turkey –EU Joint
Parliamentary Comm.
umutoran.com
Twitter’ı aktif biçimde kullanan siyasetçilerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyorsunuz.
Twitter’ı ne zamandır ve gün içinde hangi sıklıkla kullanıyorsunuz?
Twitter, son derece dinamik, hızlı bilgi paylaşımına imkan veren, insanların
etkileşim içerisinde olduğu farklı bir mecra. Burada insanlar kendi fikirlerini,
görüşlerini, önem verdikleri konuları hızlı bir şekilde birbiriyle paylaşıyor, toplumsal olaylardan günlük yaşama kadar çok çeşitli alanlarda görüşlerini iletiyor.
Her görüşten, yaştan, inanıştan insanın paylaştığı geniş bir platform. Dolayısıyla her siyasetçi için çok kıymetli bir mecra. Buradan toplumun dinamiklerini
izlemek, insanların önem verdiği konuları ve sıkıntıları görmek mümkün.
Twitter’a 2,5 yıl önce üye oldum, programım el verdiği oranda gün içerisinde
kullanıyorum.
Sosyal medya sizin için ne ifade ediyor, Facebook veya diğer sosyal paylaşım siteleri de
ilgi alanınıza giriyor mu?
İçinde bulunduğumuz çağda klasik iletişim teknolojilerini aşan yeni yöntem ve
imkanlar var. Bilgi edinme biçimimiz bütünüyle değişti. Google, Wikipedia,
Youtube ve internetin sunduğu sayısız imkan ile istediğimiz bilgiye daha çabuk
ulaşıyor, daha etkin bir şekilde denetleyebiliyor, insanların bu konular hakkındaki tutumlarını da görebiliyoruz. Haberler de değişti. Artık sadece olayları
değil, internet sitelerinin dinamik yapısı sayesinde halkın bu olaylar karşısındaki
tutumunu, olumlu/olumsuz bakış açısını da öğrenebiliyoruz.
Sosyal medya, düşünce ve ifade özgürlüğünün de en temel görünümlerinden
biri. Bunun en büyük faydası bilgi tekellerinin kırılması, algı yönetiminin
bazı şahısların elinden çıkması. Veri artık saklanabilir, sansürlenebilir, üstü
kapatılabilir değil. Gerçekler mutlaka ortaya çıkıyor. Sokak gazeteciliğinden
vatandaş muhabirliğine kadar pek çok
yeni konsept ile birlikte hiçbir suçun
üstü kapatılamıyor, her hukuksuzluk
mutlaka gündeme geliyor. Mısır’da
Mübarek’in, Libya’da Kaddafi’nin ve
birçok kapalı rejimin sosyal medyaya
düşman olmasının nedeni de bu. Sosyal medya yalanlar üstüne kurulmuş,
baskıcı tüm rejimleri gerçeklerle yıkıyor. Dolayısıyla sosyal medyanın
dışında kalmak demek, çağın dışında
kalmak, iletişim kabiliyetini yitirmek,
bilgiye ulaşma yollarını sakatlamak
demek. 129 binin üzerinde takipçisi
olan Facebook hesabım var, burada
da takipçilerimizle sürekli etkileşim
içerisindeyiz. Belirli periyodlarla online toplantılar yapmaya çalışıyorum,
Facebook üzerinden gelen her türlü
yorum, görüş ve öneri de ekibimiz
tarafından mutlaka değerlendiriliyor.
Değ i nmemizi isted i k leri konu la r
gündeme gelerek yasama faaliyetleri
içerisinde ele alınıyor.
Sizce siyasetçilerin sosyal paylaşım sitelerini etkin ve doğru olarak kullanması
ne gibi bir önem taşıyor?
Bilgiye erişmek, denetlemek, halkın
tutumunu görmek, halk ın öncelik
verdiği konuları anlamak için sosyal
medya yeni fırsatlar sunuyor. Aynı
zamanda diğer iletişim araçları ile siyasetçilerin ulaşamayacağı insanlarla
etkileşim içerisinde olmalarına, onlara mesajlarını aracısız iletmelerine de
imkan veriyor.
21. yüzyıl siyasetçilerinin sosyal
medyadan uzak olma gibi bir hakları
yok. Kendine güvenen, hakikatten
korkmayan, gerektiğinde hesap vermekten çek inmeyen, şef faf, orta k
akla güvenen bir siyasetçinin sosyal
medyadan korkması için sebep de
yok. Sosyal medya diktatörlerin, korkakların belasıdır. Cesur ve namuslu
insanlar içinse yeni fırsatlar sahasıdır.
Temmuz - Ağustos 2013
Unutmayacağ ız ...
Nabi Poyraz
20. Dönem Ordu Milletvekili Nabi Poyraz, 1946 Ordu doğumludur. Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde yüksek öğrenimini tamamlayan Poyraz, sanayicilik ve serbest
ticaretle uğraştı.
Nabi Poyraz’ın cenazesi, 2 Haziran 2013 Pazar günü Ordu Merkez Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından Ulubey ilçesinde toprağa verildi.
Osman Alıhocagil
Cumhuriyet Senatosu Erzurum Üyesi (1946-1973) ve 11. Dönem Erzurum Milletvekili Osman Alıhocagil, 1922 Erzurum Tortum doğumludur. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde tamamlayan Alıhocagil, Adalet Bakanlığı’nda memurluk, Bayburt ve Erzurum Hazine avukatlığı ve serbest avukatlık görevlerinde bulundu.
Osman Alıhocagil’in cenazesi 5 Haziran 2013 Çarşamba günü Karşıyaka Ahmet Efendi
Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Sabri Tığlı
16. Dönem Kastamonu Milletvekili Sabri Tığlı, 1926 Kastamonu Hacıali doğumludur. Tığlı,
makine teknisyenliği, Tekstil İşçileri Sendikası Genel Başkanvekilliği, Teksif Federasyonu
Kuruculuğu ve Genel Sekreterliği, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu Kurucu ve
Genel Yönetim Kurulu Üyeliği, Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı Kurucu ve Genel Yönetim
Kurulu Üyeliği, Abana’yı Kalkındırma ve Turizm Derneği Genel Başkanlığı görevlerinde
bulundu.
Sabri Tığlı için 5 Haziran 2013 Çarşamba günü Ataköy 5. Kısım Camii’nde tören düzenlendi. Tığlı’nın cenazesi 6 Haziran günü öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının
ardından memleketi Kastamonu Abana’da toprağa verildi.
Şenel Kapıcı
21. Dönem Samsun Milletvekili Şenel Kapıcı, 1946 Ordu Fatsa doğumludur. Yüksek öğrenimini Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Eğitim Ön Lisansıyla tamamlayan Kapıcı, Kocaeli’de ilkokul öğretmenliği ve Çarşamba ilçesinin köylerinde okul müdürlüğü yaptıktan sonra bir süre serbest ticaretle uğraştı.
Şenel Kapıcı’nın cenazesi 6 Haziran 2013 Perşembe günü Ordu’nun Fatsa ilçesi Yalıköy
Merkez Camii’nde öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından aile mezarlığında toprağa verildi.
Haydar Oymak
20. Dönem Amasya Milletvekili Haydar Oymak, 1946 Merzifon Kıreymir doğumludur.
Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamlayan Oymak,
Maliye ve Gümrük Bakanlığı Maliye Başmüfettişi, Maliye Başmüfettişi, Maliye Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı, Millî Emlak Genel Müdür Yardımcısı, Gazi Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak görev yaptı.
Haydar Oymak’ın cenazesi 13 Haziran 2013 Perşembe günü Merzifon Tekke Mahallesi
Piribaba Cem Evi’nde ikindi namazına müteakip kılınan cenaze namazının ardından toprağa verildi.
Haziran ayında aramızdan ayrılan arkadaşlarımız için Cenab-ı
Allah’tan rahmet diliyor, kederli aileleri için kalpten duygularla
sabr-ı cemîl niyaz ediyoruz.
Parlamento
Hakimiyet Milletindir
Temmuz - Ağustos 2013 Sayı: 5
Ayl ı k sürel i yay ı n
Hakimiyet Milletindir
Gönüller barış,
kardeşlik ve
huzurla doldu
AB Bakanı ve Başmüzakereci
Egemen Bağış:
Türkiye, AB
standartlarına
en yakın olduğu
noktada
Yakın tarihimizden
“olağanüstü” bir sayfa:
OHAL
uygulaması
Temmuz - Ağustos 2013 Sayı: 5
ISSN 2147-6616
9 772147 661000
05