Dergimiz 2. Sayı - FATİH - Uluslararası Fatih Sultan Mehmet
Transkript
Dergimiz 2. Sayı - FATİH - Uluslararası Fatih Sultan Mehmet
Mayıs 2013 Sayı: 2 “O’nun rengiyle boyandık.” Mayıs 2013 Sayı: 2 Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Dergisi Biz Kardeşiz, Biriz, Beraberiz Kıtalar Boyu Kardeşlik Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam Hatip Lisesi Adına İmtiyaz Sahibi Mustafa Üçüncü Genel Yayın Yönetmeni Turan Koçtürk Editör Mustafa Gülali Yayın Kurulu Adem Yılmaztürk, Hasan Özket, M. Fatih Özdemir, Mehmet Cesur, Mustafa Gülali, Turan Koçtürk, Ümit Alcan, Yılmaz Albayrak, Erkam Ertürk, Arafat Mukibbi, Ebûbekir İncesu, Tahir Tangara Fotoğraf Ümit Alcan - İsmail Balkanlıoğlu Grafik Tasarım Origami Reklam (544) 792 91 93 www.origamireklam.com Baskı Matsis Matbaa Adres Daruşşafaka Cd. Daruşşafaka Ön Sk. No: 2 Fatih / İstanbul Tel: (212) 491 21 99 Faks: (212) 491 17 43 İslâm, Müslüman’ın tek başına zayıf ama kardeşiyle zengin ve güçlü olduğunu öğretmiş ve mü’minlere bu duyguyu yaşatmıştır. İslâm’ın gelişi ile insanların önce kalpleri düzelmiş, ruhlardaki ayrılık ortadan kalkmış, iman kardeşliği tesis edilmiştir. Bugün bizlere kadar gelmiş bu kutlu din sayesindedir ki uzaklarda, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz mekânlarda acı çeken kardeşlerimizin sızısını ruhumuzun derinliklerinde hissediyoruz. Suriye’de, Arakan’da, Filistin’de, Irak’ta adını bilmediğimiz, bizatihi görmediğimiz ama feryadı bizlere kadar ulaşan Müslümanların gözyaşları bizim de yüzlerimizi ıslatıyor. Böyle bir dinin mensubu olduğumuz için Allah (cc)’a tekrar tekrar hamdediyoruz. İçimizdeki inanç birlikteliğini en iyi anlatabilecek kelime kardeşlik olsa gerek. Yedirenk dergisi olarak 43 ülkeden kardeşimizi ağırlamanın bir zaruretiyle “Kardeşlik” konusunu bu seneki sayımızda ele aldık. Öyle bir kardeşlik ki, bizleri, bir anne-babanın çocuklarının arasındaki sıcaklıktan da öteye taşıyarak ruh birlikteliğini oluşturan bir yakınlık. Mevlâna Hazretlerinin dediği gibi, “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler.” Bu sayımızda Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan Bey’le yapılmış bir röportajı okuma imkânı bulacağız. Kardeşlik kapak konumuzun yanında, dolu dolu Kültür-Sanat sayfalarımız olacak. Öğrencilerimize, “Biz size gelsek…” dediğimizde aldığımız cevapların yer aldığı bölümü, ayrıca şu geçen iki yıllık kısa dönemi anlatan hatıraları göreceğiz. Okulumuzdaki 43 ayrı ülkenin bayraklarının, altlarında ülke isimlerinin ve bunların altında ülke sloganlarının yer aldığı sayfaları ve ülke tanıtımlarını okuyacağız. Daha başka neler var derseniz sizleri sayfalarımızı görmeye, incelemeye, okumaya davet ediyoruz. Kapak cümlemizde yer aldığı şekilde diyoruz ki: “Biz kardeşiz, biriz, beraberiz.” Turan KOÇTÜRK Meslek Dersleri Öğretmeni 01 içindekiler 04 RÖPORTAJ Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan Bey ile Okulumuz ve Uluslararası İmam Hatip Liseleri Üzerine... 08 GEZİ Batı Trakya’da Bir Gün 12 KAPAK Biz Kardeşiz, Biriz, Beraberiz 16 KAPAK Kardeşlik Bilinci 18 KAPAK Renklerin Kardeşliği 20 ETKİNLİKLER Arama Konferansı 22 EĞİTİM ÖĞRETİM Öğrencilerin “Hazır Bulunuşluk” Düzeylerinin Değerlendirilmesi 26 YEDİ RENK YEDİ KITA Çağdaş Bir Davet Önderi: Musa Bangura 02 MAYIS 2013 36 YEDİ RENK YEDİ KITA Ülke Bayrakları 38 YEDİ RENK YEDİ KITA Eskimeyen Hatıralar 40 YEDİ RENK YEDİ KITA Anlatılmaz Yaşanır 41 YEDİ RENK YEDİ KITA Yollarda... 29 30 32 YEDİ RENK YEDİ KITA Şeyh Ahmed Muhamed Sannı 33 YEDİ RENK YEDİ KITA Avrasya’nın Kalbindeki Ülke Kazakistan 34 YEDİ RENK YEDİ KITA Orta Afrika Cumhuriyeti 35 YEDİ RENK YEDİ KITA Doğu Türkistan YEDİ RENK YEDİ KITA Eğitim Farklılıkları YEDİ RENK YEDİ KITA Gürcistan 44 BİZ SİZE GELSEK... • Hoş Geldiniz “KODO” • Kamerun’da Misafirlik 45 BİZ SİZE GELSEK... • Özel Biri mi Geliyor? • Şeftali Kebabı 46 BİZ SİZE GELSEK... • Sütlü Çay ve Beyaz Yiyecekler • Sudanlıların En Sevdikleri İş 47 BİZ SİZE GELSEK... • Ev Arnavut’un Olmadan Önce • Misafir Olarak Gelen Kişi Kral Olarak Döner 50 KÜLTÜR - SANAT Usûl Bil! Üslûp Bil! Âdâp Bil! 53 KÜLTÜR - SANAT Hattat Faruk Dinçer Eratlı ile Hattatlık ve Hat Sanatı Üzerine... 56 KÜLTÜR - SANAT Ölüm Geldiğinde 57 KÜLTÜR - SANAT Wamimbi’nin Gözyaşları 78 58 KÜLTÜR-SANAT Yüksek İnşaat Mühendisi Vahit Okumuş ile Tarihi Darüşşafaka Binamızın Restorasyonu Üzerine... 61 KÜLTÜR-SANAT Takkeci İbrahim Çavuş Camii 66 BAŞARILARIMIZ 67 BAŞARILARIMIZ Peygamberimiz ve İnsanlık Onuru 70 BAŞARILARIMIZ İnsana Saygı Reçetesi 72 BAŞARILARIMIZ Toprakları Vatan, Kumaşları Bayrak Yapan Yüce Duygu 75 EĞİTİM-ÖĞRETİM Burslu Öğrencilerimize Sunulan İmkanlar 76 MİSAFİRLERİMİZ Okulumuz Dünya Gündeminde SPOR Spor Bizim İçin Bir Kaynaşma Aracıdır 03 RÖPORTAJ Mustafa Gülali - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni • Qusai Amjad - 9/C - Ürdün • Abdulalban Musliu - 9/C - Kosova • Ali Erdem Alkoç - 9/A Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. İrfan Aycan Bey ile Okulumuz ve Uluslararası İmam-Hatip Liseleri Üzerine... Muhterem Hocam, bize kendinizden biraz bahseder misiniz? 25.03.1961 tarihinde Bolu’nun Gerede ilçesine bağlı Mukamlar köyünde doğdum. 1970’de Ankara-Etlik Aşağı Eğlence İlkokulunu, 1977’de Ankara Merkez İmam Hatip Lisesini, 1982’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdim. 1984’te Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak “Hicri İlk Asırda Zübeyr Ailesinin Siyasî ve İlmî Hayattaki Yeri” konulu tez ile yüksek lisansımı tamamladım. 07.03.1986’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Anabilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak göreve başladım. Şubat 1987-Ağustos 1988 tarihleri arasında, Suudi Arabistan’ın Riyad 04 MAYIS 2013 şehrinde bulunan Kral Suud Üniversitesi Arap Dili Enstitüsü’nde dil eğitimi gördüm ve sahamla ilgili araştırmalar yaptım. 1990 yılı Ocak ayında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsüne bağlı olarak “Muaviye b. Ebî Süfyan ve Devlet Politikası” başlıklı tez ile doktoramı tamamladım. 1993 Ekim ayında doçent unvanını aldım. 1994-1996 yılları arasında Türkiye’de misafir öğrenci olarak ilahiyat lisans öğrenimi gören Kırgızistan OŞ Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerine İslâm Tarihi dersini okuttum. Ayrıca Kazakistan Ahmet Yesevî Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı öğrencilerine İslâm Tarihi alanında yüksek lisans dersleri verdim. Şubat 1995’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevine atandım. Bu görevi Ekim 2002 yılına kadar sürdürdüm. Nisan 2000’de profesör oldum. 17 Nisan 2003 tarihinden itibaren MEB Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne atandım ve halen bu görevi sürdürmekteyim. “Uluslararası imam-hatip” projesi bir ihtiyaçtan mı doğdu? Nasıl? Son yıllarda ülkemiz büyük bir devlet olmanın gereği olarak yurt dışında siyaset, ekonomi ve kültür alanlarında büyük atılımlar gerçekleştirmektedir. Biz de eğitim alanında bu gelişmelere paralel olarak bazı adımlar attık. Ayrıca şahsım üniversitede hoca iken uzun yıllar Müslüman Azınlıklar Tarihi okuttum. Dünyanın çeşitli ülkelerinde azınlık olarak yaşayan Müslümanların yaşadıkları ortamlardaki siyasî, dinî, etnik, sosyal kültürel zorlukları hep ilgi alanımda olmuştur. İcra ettiğim görev itibarıyla bu insanlara el uzatmak, zorluklarını yenebilmede kendilerine yardımcı olmak imkânına sahip olduk. Ülkemizin dış dünyaya açılımı ve bizim bu imkâna kavuşmamız böyle bir sonucu doğurdu. Projenin amaç ve hedefleri nelerdir? Yurtdışında bulunduğum sıralarda her açıdan Türkiye hakkındaki algının iyi olmadığını yaşayarak görmüş ve çok üzülmüştüm. Bu durum hak ettiğimiz bir durum değildi. Bugün Osmanlı Devleti sınırları içinde otuza yakın devlet hayat sürmektedir. İçeriden sebepler olduğu kadar dışarıdan da büyük stratejiler sonucu bu ülkeler bizden koparıldı ve Batılı emperyalist ülkeler, ülke halklarına ülkemiz ve halkımız hakkında da çok olumsuz düşünceler aşıladılar. Kendileri bu ülkeleri iliklerine kadar sömürdükleri halde bizleri ve ceddimizi sömürgeci gibi gösterdiler. Hâlbuki asırlarca biz oralara hizmet ve medeniyet götürmekten başka bir şey yapmamıştık. Kardeşi kardeşe düşman etmişler, bizleri onların gözünde çok olumsuz göstermişlerdi. Hatta bizim Müslümanlığımızı bile sorgular haldeydiler. Oysa bizim onlara söyleyebileceklerimiz vardı. Onlara durumun böyle olmadığını göstermemiz gerekiyordu. Türkiye’de halkın din anlayışını, Türkiye’deki örgün eğitim kurumlarındaki dinî eğitimi dışa açmamız, dış dünyanın da çeşitli açılardan bizi tanıması gerekiyordu. Hatta bugün dünyada ve özellikle batı ülkelerinde sürekli pompalanan İslâmafobia’ya karşı da bunun İslâm’a ve Müslümanlara büyük haksızlık olduğunu göstermek için de İslâm’ın barış ve huzur dini olduğunu göstermemiz ve bu meyanda insanlar yetiştirmemiz, eğitim kurumlarımızı dışımızdaki insanlara açmamız gerekiyordu. Elbette bu konuda daha pek çok şey söylenebilir. Türkiye’de uluslararası statüye sahip başka hangi imam-hatip liseleri var? Şu anda Kayseri, İstanbul ve Konya’da üç okulumuz faaliyette. Kayseri’deki Uluslararası Mustafa Germirli Anadolu İmam-Hatip Lisesi, İstanbul’daki -malûm, sizin okulunuz- Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve Konya’daki Uluslararası Mevlana Anadolu İmam-Hatip Lisesi. Dördüncü okulun hazırlıklarını da Ankara’da yapmaktayız. Bu okulları açarken de bu işlerin kolay olmadığını yaşayarak gördüm. Bu iş zor ve sabır isteyen, takip isteyen, imkân ortaya koymak gereken işler, bu konuda bazı kurumlarımızdan da yakın destek gördüğümüzü söyleyemem. Hep engelli bir koşu hali vardı. Var olan mevzuat engeli ve imkânsızlıklar bizi zorluyordu. Pek çok zorluğu Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfının destekleri ile bazı STK’larla aşmaya çalışıyoruz. Ama her geçen gün sistem yerine oturuyor ve gelecekte daha iyi olacak inşallah. 05 Bu okullardaki eğitim durumu hakkında bilgi verebilir misiniz? Bu okullarımızda öğrencilere Anadolu imam-hatip lisesi programı uygulanmaktadır. Öğrencilerimiz ülkemize gelmelerini müteakip kendi okullarında, birinci yarıyılda Türkçe öğretimine alınmakta, ikinci yarıyıldan itibaren ise normal müfredata devam edilmektedir. Bu dönem sonunda farklı anlama ve konuşma seviyesinde olsalar da genelde öğrenimlerini sürdürebilecek düzeyde derslerini takip edebilmektedirler. Dil ile birlikte öğrencilerimizin ilk yılda bazı uyum sorunu yaşamaları elbette olabilmektedir. Ancak ileriki yıllarda tamamen uyumlu olarak öğrenimlerini tamamlamaktadırlar. Bu okullardaki öğrencilerimizin başarısı diğer iyi seviyedeki Anadolu imam-hatip liselerimizden daha aşağıda değildir. Hatta çeşitli etkinlik ve yarışmalarda önemli başarılar gösterdiklerine şahit oluyoruz. Bu durum bizi memnun ediyor. Uluslararası statüye sahip bu projenin amaç ve hedeflerine uygun yeni bir müfredat çalışması yapılacak mı? Zira olmazsa olmaz bir ihtiyaç gibi görünüyor. Bildiğiniz gibi bu proje imam-hatip liselerinin din eğitiminde kendine özgü bir model oluşundan yola çıkılarak başlatılmış bir projedir. Ayrıca bu okullarda okuyan öğrencilerimiz, diğer öğrencilerimizle aynı eğitimi almakta, dolayısı ile de mezun olunca aynı diplomayla aynı haklara sahip olmaktadırlar. Bu bakımdan yeni bir müfredat çalışması içine girmemiz, okullarımız arasındaki bu eğitimsel eşitliğin bozulmasına sebebiyet verecektir. Elbette ki öğrenci merkezli bir anlayış benimsediğimiz eğitim sistemimizde öğrencilerimizin hazır bulunuşluğunu gözetiyor ve birtakım düzenlemeler yapıyoruz. Bunu da seçmeli dersler ve öğretmenlerimizin ders içi ve ders dışı takviyeleri ile gerçekleştiriyoruz. Muhterem Hocam, mevcut durumda projeye uygun ders kitaplarının olmayışı çok ama çok önemli bir ihtiyaç. Bu konuda herhangi bir çalışma düşünülmüyor mu? Öncelikle bizim bu proje ile hedefimiz, kendi ülkemiz vatandaşlarına verdiğimiz imam-hatip eğitimine uluslararası bir perspektif kazandırarak diğer ülkelerdeki Müslüman kardeşlerimizin de hizmetine sunmaktır. Dolayısı ile elzem olan ön öğrenmeler, gerekli süreç düzenlemeleri için merkeziyetçi bir anlayıştan ziyade öğretmen ve öğrenci merkezli düzenlemeler yaparak verdiğimiz eğitimin kalitesi- 06 MAYIS 2013 ni artırmaya çalışıyoruz. Şu aşamada farklı bir program hazırlamak söz konusu değilken ders kitaplarından da söz edemeyiz. Mevcut şartlarda okul araç-gereçlerini büyük bir külfet ve zorluklarla idareci ve öğretmenler olarak bizler temin ediyoruz. Başta kitaplar olmak üzere, diğer ders materyallerini Millî Eğitim Bakanlığı temin edemez mi? Bu proje için yapmış olduğumuz okullar, mevcut okullarımız ile birlikte ele alındığında görülecektir ki eğitim-öğretim ortamı en son teknoloji ile donatılmış, başta akıllı tahta, bilgisayar ve projeksiyon olmak üzere her türlü donanımsal öğretim araç-gereçleri temin edilmiştir. Ders kitapları ve yardımcı öğretim materyalleri ise tüm öğrencilerimize, okullarımıza ücretsiz verilmektedir. Bunların dışında okullarımız kendi tercihleri doğrultusunda seçtikleri ve ihtiyaç duyulan eğitim-öğretim materyalleri ise okullarımızın imkânlarıyla karşılanmaktadır. Bu konuda alternatif çalışmalarımız devam etmektedir. Uluslararası imam-hatip liselerine öğrenci alımları hangi kriterlere göre yapılmaktadır? Önümüzdeki seneler yeni kriterler konacak mı? Uluslararası imam-hatip liselerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan, 14-16 yaşlarında ve Türkiye’de İlköğretim 8. sınıfa denk bir okuldan iyi derece ile (% 70) mezun olan erkek öğrenciler başvurabilmektedir. Burs programına kabul edilen öğrenciler Türkiye’de İstanbul-Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi, Kayseri-Mustafa Germirli Uluslararası Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve Konya-Selçuklu Uluslararası Mevlana Anadolu İmam-Hatip Lisesinde (gerekli disiplin ve başarıyı göstermeleri şartıyla) 4 yıl boyunca burslu olarak eğitim görmektedirler. Programı Türkiye Diyanet Vakfı ile birlikte yürütmemiz sebebiyle aramızdaki iş bölümü çerçevesinde başvurular Vakıf tarafından alınmaktadır. Burs programına dair tüm bilgiler ve başvuru şartları www.diyanet.org.tr adresinde mevcuttur. Sadece online başvurular kabul edilmektedir. Başvuru sayfası Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızca olmak üzere dört dilde hizmet vermektedir. 2013-2014 öğretim yılı için başvurular başlamış olup 15 Mayıs 2013 tarihine kadar devam edecektir. Önümüzdeki seneler için şimdilik yeni kriterler konulması gündemimizde olmamakla birlikte ihtiyaç duyulması halinde yeni değerlendirmeler düşünülebilir. Öğrenci profili nasıl? Öğrenciler daha çok hangi ülkelerden geliyorlar? Uluslararası imam-hatip liselerinde neredeyse Müslümanların yaşadığı bütün coğrafyalardan öğrenci gelmektedir. Başta soydaş ve akraba topluluklardan olmak üzere Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden, Balkanlar’dan 73 ayrı ülkeden öğrenci öğrenim görmektedir. Bu çeşitlilik ülkemiz adına son derece memnuniyet vericidir. Öğrencilerin ibate, iaşe ihtiyaçlarını nasıl temin ediyorsunuz? Bu hizmetlerinizi de kısaca anlatır mısınız? Uluslararası Anadolu imam-hatip liselerinde öğrenim gören yabancı öğrencilerin iaşe ve ibateleri Millî Eğitim Bakanlığı Devlet Parasız Yatılılık ve Bursluluk Esaslarına göre sağlanmaktadır. Buna göre öğrenciler Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda ve bunlara bağlı pansiyonlarında kalmaktadırlar. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı bu öğrencilere ayni ve nakdi yardımlarda bulunmakta, ulaşım giderlerini karşılamaktadır. Öğrencilerimizin merak ettiği bir başka husus da kendilerini nasıl bir geleceğin beklediği… Üniversite, imkânlar, istihdam… Uluslararası imam-hatip liselerine başvuran öğrenciler ülkemizde öncelikle din eğitimi alacaklarını bilerek tercih etmektedir. Öğrenciler okullarından mezun olduklarında aldıkları dinî eğitim ile ilgili bir görevi ülkelerinde ifa edebilecekleri gibi farklı alanlarda da çalışabilmektedir. İmam-hatip liselerinden mezun olan öğrencilerin Türkiye’deki bir ilahiyat fakültesinde öncelikli olarak öğrenim görme imkânı da vardır. Alanında yükseköğrenime devam eden öğrencilerin yükseköğrenimleri süresince burslulukları devam etmektedir. Bizim önceliğimiz de bu istikamettedir. İmam-hatip liselerinin hem mesleğe hem yükseköğretime öğrenci yetiştiren özelliği bu öğrencilerin okuduğu okullarımız için de geçerlidir. Öğrencilerimize tavsiyeleriniz… Bu programa katılmaya hak kazanan öğrenciler binlerce yabancı öğrenci arasından seçilmiştir. Ülkelerinden, ailelerinden ve çevrelerinden uzakta eğitim görmelerinin getirdiği bazı zorluklara katlanmakta sabır ve metanet göstermeleri gerekmektedir. Türkiye artık onların kendi evleridir. Biz bu öğrencilerimizi kendi çocuklarımız gibi görüyor ve ilgileniyoruz. Okullarda görev yapan yönetici ve öğretmenlerimiz de aynı anlayışla hareket etmektedir. Yiyeceklerden giyeceklere, yeni karşılaştıkları örf, âdet ve geleneklere uyum sağlamaları eğitimlerini başarıyla bitirebilmelerine yardımcı olacaktır. Kendilerine sağlanan bu olağanüstü imkânın farkında olmalıdırlar. Okullarından mezun olup ülkelerine döndüklerinde Türkiye’de kazandıkları bilgi tecrübeleri kendi vatandaşlarına aktarmalarını ve Türkiye’nin fahri bir elçisi olarak irtibatlarını her zaman sürdürmelerini beklemekteyiz. Efendim, ilginiz, inceliğiniz ve bu güzel sohbetiniz için sizlere teşekkür ediyoruz. Ben de sizlere çok teşekkür ederim değerli arkadaşlar. Yedirenk dergisini çıkartarak gerçekten de çok kıymetli bir çalışma yürütüyorsunuz. Yeni sayınızı merakla bekliyoruz. Yakînen bilirim, dergi çıkarmak zor ve zahmetli bir iştir. Ama verdiği lezzet de bambaşkadır. Hiç şüphesiz biraz sabır, biraz sebat, biraz şükür sizi bu lezzete götürecektir. Ellerinize, emeklerinize sağlık diyorum. Allah yaptığınız bu hayırlı çalışmalarda sizleri muvaffak eylesin… Selâmetle… 07 GEZİ Lokman Yılmaz - Arapça Öğretmeni Batı Trakya’da Bir Gün Batı Trakya Türklerinin Kısa Bir Tarihçesi Batı Trakya Türklerinin kökeni, Osmanlı fetihleri ile bölgeye Anadolu’dan gelen Oğuz Türkmenlerine dayanır. Bölge 1363 yılında Osmanlı tarafından fethedilir. 1913 I. Balkan Savaşı’na kadar 549 yıl boyunca Osmanlı yönetiminde kalır. Bu tarihten sonra Bulgar egemenliğine girer. 1357-1359 yılları arasında bölgeye Anadolu’dan yoğun Türk göçleri gerçekleşir. 1360 yılına ait arşivlerde çok sayıda köy ve çiftlik adının Türkçe olması bölgenin tarihi hakkında önemli ipuçları vermektedir. Nüfusun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturması nedeniyle Batı Trakya, 1923-1924 yılında Türkiye-Yunanistan arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesinden muaf tutulur. Batı Trakya Müslüman Türk azınlığının 150 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Lozan belgelerine göre, 1923 yılında 129.120 olan Türkler, bu tarihte bölge nüfusunun % 68’ini teşkil ederken, bugün 150 bin nüfusuyla ancak % 35’ini oluşturmaktadır. Lozan Konferansı belgelerine göre antlaşmanın imzalalandığı tarihlerde Müslüman Türk azınlık, toprak mülkiyetinin % 84’üne sahip iken bugün bu oran % 20’ler civarındadır. Yunanistan, Batı Trakya Türk Azınlığı’nı tamamen eritmek için değişik stratejiler uygulamıştır. 11 Haziran 1988 günü iptal edilen Vatandaşlık Kanunu’nun 08 MAYIS 2013 19. Maddesi, yürürlüğe girdiği 1955 yılından bu yana Türk azınlığın kâbusu olmuş, bu yasayla 60 bin civarında Batı Trakyalı Türk’ün vatandaşlığına son verilmiştir. Yolculuk Başlıyor Okul Müdürümüz Mustafa Üçüncü, Müdür Yardımcımız Nazif Demiral, Meslek Dersleri Öğretmenlerimiz Kenan Altuntaş ve İsmail Balkanlıoğlu ile bendenizden oluşan beş kişilik grup, 04.05.2013 Cumartesi akşamı saat 22 civarında, İstanbul Otogarı’ndan ayrılıp yaklaşık beş saat sürecek olan, Yunanistan sınırları içinde bulunan Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türk azınlığın yaşadığı İskeçe’ye doğru yolculuğumuz başladı. Yeşil pasaportumuz olduğu için vize sorunu yaşamadık. İpsala Sınır Kapısı’ndan girerek; Dedeağaç, Gümülcine üzerinden İskeçe’ye vardık. İskeçe’ye vardığımızda saatler 04.00’ü gösteriyordu. Bizi iki arkadaş karşıladı. İskeçe’ye 33 kilometre mesafedeki Elmalı köyüne doğru yola koyulduk. Tarifi mümkün olmayan duygular içerisinde, kıvrım kıvrım yollardan geçerek, yeşil ormanların arasında adeta bir tarih yolculuğuna çıktık. Rehberimiz İstanbul Zeytinburnu İmamHatip Lisesi ve Medine İslâm Üniversitesi’nden mezun İskeçe seçilmiş müftülüğüne bağlı çalışan vaizlerden Hamdi Bekir Bey yol boyunca bize çok değerli bilgiler verdi. Köye sabah namazı vaktinde vardık. Sabah namazında, camiide yaklaşık iki Yunanistan, Batı Trakya Türk Azınlığı’nı tamamen eritmek için değişik stratejiler uygulamıştır. 11 Haziran 1988 günü iptal edilen Vatandaşlık Kanunu’nun 19. Maddesi, yürürlüğe girdiği 1955 yılından bu yana Türk azınlığın kâbusu olmuş, bu yasayla 60 bin civarında Batı Trakyalı Türk’ün vatandaşlığına son verilmiştir. buçuk safı dolduran cemaati görünce çok şaşırdık. Çünkü bu, Trakya için alışık olduğumuz bir durum değildi. Köye, İskeçe’nin atanmış değil seçilmiş müftüsü Ahmet Mete’nin daveti üzerine hatim merasimini izlemek için gelmiştik. Köyün girişinde gecenin 05.00’inde sıra sıra dizili büyük bakır kazanlar ve yanan ateşler dikkatimizi çekti. Meşe ağaçlarının ateşinde bakır kazanlar içerisinde 2 ton etin pişmekte olduğunu, bir o kadar da pilavın hazırlandığını öğrenince şaşkınlığımız bir kat daha arttı. Yaklaşık üç bin davetlinin katılacağı merasim için çok da abartılı sayılmazdı bu rakam. Öğrencimiz Serdar Küçük’ün Evinde Namazlarımızı kıldıktan sonra bizleri bir evde misafir ettiler. Burada bir iki saat dinlendik. Sonra okulumuz öğrencilerinden Serdar Küçük’ün babası bizleri kahvaltı için evine davet etti. Öğrencimizin ailesi Elmalı köyünde ikamet ediyordu. Kahvaltıları bizim kahvaltı kültürümüzle birebir aynı idi. İskeçe Müftüsü Ahmet Mete ve Mustafçova Belediye Başkanı Mustafa Cukal’ın da bulunduğu kahvaltıda sıcak bir ortam vardı. Kahvaltıdan hemen sonra Müftü Efendi bizi bir nikâh merasimine davet etti. Yeşil vadilerden geçerek Ilıca köyüne vardık. Buralar bizim Kocaeli-Yalova-Sakarya-Karadeniz bölgelerini çağrıştırıyordu. Her tarafta tabiatın eşsiz güzellikleri ile karşılaşıyorduk. Köyün ortasından geçen şirin bir akarsu bizi Anadolu’ya götürdü. Daha sonra camii içerisinde dâvet olunduğumuz nikâh merasimine şahit olduk. Gelin ve damat huzura geldi. Müftü Efendi gençlerin nikâhını kıydı. Evraka, gelin ve damadın isimleri yazıldı. Nikâhta ortaya konan mehir miktarı da detaylı bir şekilde belirtildi. Cemaatin huzurunda kıyılan nikâh sonunda, camiinin içine serilen yaygılar üzerinde etli pilav ve ayran ikram edildi. Anadolu’dan Bir Parça Gibi Daha sonra köy meydanında bir çay ocağında oturarak bizde unutulmaya yüz tutmuş nefis bir Türk kahvesi içtik. Bizimle Türkçe konuşurken kendi aralarında Pomakça anlaşan insanlar, Yunanca yazılı dükkân tabelaları ve yer isimleri, sokaktan geçmekte olan mütesettire, feraceli hanımefendiler, göklere yükselen minaresiyle bir camii, bizleri şirin bir Anadolu köyünde zaman tünelinde tarifi namümkün bir yolculuğa çıkarıyordu adeta. Dağın arka tarafında yer alan Bulgar sınırlarında kalan köylerde aynı İslâmî havanın olup olmadığını sorduğumuzda olumsuz cevap alıyoruz. Kahvenin önünden peş peşe geçen Bulgar plakalı arabaların, Yunanistan’da denize girmek için gelen Bulgar vatandaşlara âit olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra Müftü Efendi’nin kullandığı otomobille hatim merasimine katılmak üzere Elmalı’ya hareket ediyoruz. 09 K Köy son derece hareketli, çevre köylerden gelen misafirlerle hınca hınç dolu. Bu merasimlerin o bölgedeki safiyetin korunmasında ve birlik ruhunun muhafaza edilmesinde önemli bir unsur olduğunu sezebiliyorsunuz. Gülyüzlü Yavrular Kur’ân Okuyor Camiiye girdiğimizde mihrabın önünde sağlı sollu minik yavruların aynı kıyafetler içinde heyecanlı ve mutlu gözlerle bize baktığını görüyoruz. Bu çocuklar öğleye kadar Yunan okulunda Yunanca ve Türkçe eğitim alıyorlar. Dokuz ay boyunca her gün öğle namazından sonra camiide üç saat Kur’ân eğitiminden geçiyorlar. Biz de birçok velinin, “Aman, çocuğun kafası karışmasın!” düşüncesiyle okul ile birlikte Kur’ân eğitimine sıcak bakmadığını dikkate aldığımızda sınır ötesinde Müslümanların dinlerini koruma adına ne tür fedakârlıklara katlandıklarını gözlemliyoruz. ma yaptı. Müftü Efendi’nin yaptığı konuşmada, birlik ve beraberlik çağrısı yaparak 240 imam yasasının azınlığın dini kimliğine saldırı olduğunu ve dik durmak gerektiğini ifade etti. Ayrıca hocaları, velileri ve öğrencileri tebrik etti. Türkiye Cumhuriyeti Gümülcine Başkonsolosu Osman İlhan Şener, Belediye Başkanı Mustafa Cukal ve Okul Müdürümüz Mustafa Üçüncü’nün kısa selâmlama konuşmalarının ardından hatim duası yapıldı. Kenan Altuntaş Hoca’mızın güzel sesiyle okuduğu ezanla birlikte öğlen namazına geçildi. Namaz sonrası camii içinde ve bahçesinde yer sofraları kuruldu. Etli pilav ve ayran ikramından sonra cemaat dağıldı. Çevre köylerden gelen misafirlerle üç bine yakın tek yürek insanı, sınırlar ötesinde bir ve beraber görmek son derece gurur vericiydi. Ve Dönüş… En çarpıcı sunum ise okunan şiirlerin içeriğinin son derece dolu olması idi. Çocuklar şiirlerinde dinleyenlere çok güçlü mesajlar ve dersler verdiler. Hele tarihe yaptıkları vurgu sadedinde, “Biz peygamber ümmeti”, “Türkiye vatanım”, “Biz evlâd-ı fatihân” ifadeleri bizleri bahtiyar kıldı. Vatan hasreti çekenlerin ancak bu kadar içten terennüm edebileceği, acıyla yoğrulmuş derin bir umudun sesiydi söylenenler. Minik yavruların Kur’ân okumaları çok ahenkli idi. Mehâric-i hurûf da son derece başarılıydı. Bu merasimden sonra, Balkan bölgesinin büyük köylerinden meşhur Şahin köyüne geldik. Orada bir serginin açılışına katıldık. Şahin köyünde kısa bir mola verdikten sonra Kozluca köyünü ziyaret ettik. Ziyaretten sonra akşam namazını kılmak üzere tekrar Elmalı’ya döndük. Namaz sonrası köy meydanında mükellef bir sofra hazırlanmıştı. Nefis pişirilmiş bu kuzu etini unutabilmek mümkün değil. Nefis Türk kahvesinin ve soğuk içilen Yunan kahvesinin (frappa) ardından yatsı namazlarımızı eda ettik. Bütün bu sıcak karşılama ve misafirperverliğe derin teşekkürlerimizi arz edip kıvrım kıvrım yollar arasından İskeçe’ye döndük. Saat 24.00’te Türkiye’ye doğru tatlı ve bir o kadar da yorucu bir yolculuğun ardından yaklaşık beş saat sonra okuldaydık. Sabah 07.00’deki Kur’ân etüdüne yetiştik. Böylece bir günlük Batı Trakya seyahatimiz geride kalmıştı. Merasim sonunda Müftü Efendi hararetli bir konuş- Tatlı bir rüyadan uyanmış gibiydik. Merasim bizim alışık olduğumuzun aksine son derece sade, bir o kadar da etkileyici idi. Önce sırayla çocuklar Kur’ân’dan kısa ayetler okudular. Daha sonra toplu ilahiler… 10 MAYIS 2013 K KAPAK KARD EŞLİK KARDEŞLİK KAPAK Mustafa Üçüncü - Okul Müdürü Biz Kardeşiz, Biriz, Beraberiz “Kardeş gönül aynasıdır, bakmasını bilene…” İçtimaî bünye belirli kurallar üzerine kurulmuştur. Bu kurallar ne kadar evrensel olursa ve uygulanırsa o toplum o derece güçlü, bireyleri de o derece mutlu ve huzurlu olur. Tevhid inancı sosyal yapının kurallarından birisidir. Aile bağları, akrabalık bağları, komşuluk hukuku, alışverişteki güven, insanların birbirine olan itimatları, insanların birbirleri ile samimiyetleri, insanların birbirlerini anlamadaki sabrı, tahammülü, iletişimi, diğerkâmlığı, empatisi… Bu kurallar inançta tevhidi, cemiyette kardeşliği esas alan bir anlayıştır. Bu anlayışı bize İslâm öğretmiş ve gerçekleştirmiştir ve adı iman kardeşliği olmuştur. Rabbimiz, Hucurât Sûresi 10. âyette “Ancak mü’minler kardeştir.” fermanıyla inananları kardeş kılmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.) de “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir.” düsturuyla bizatihi uygulama ve yaşayış biçimiyle 12 MAYIS 2013 bin dört yüz küsur yıldır milyarlarca Müslüman arasında uhuvvet binasını inşa etmiştir. İslâm kardeşliği ancak körelmemiş kalplerde, kirlenmemiş zihinlerde ve ifsat olmamış dimağlarda gelişir. Kardeşler birbiriyle karşılaşınca büyük bir ihlâs, samimiyet ve ruhî olgunlukla içerisinde birbirlerine sarılırlar, hasret giderirler. Bu, asırlardan beri böyle gelmiş ve böyle devam edecektir. Bu gerçek, ilahi bir fıtrattır. İslâm kardeşliğinde sadece Allah rızası vardır. Başka hiçbir gaye bu kardeşliği gerçekleştiremez. Hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.), “Sadece Allah için sevenler, sevgi üzerine toplananlar ve sevgi üzerine ayrılanlar hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgeleneceklerdir.” buyuruyor. Buna göre İslâm kardeşliğine sahip olmak, kişiye hem dünyada hem âhirette büyük mükâfatlar sağlayacaktır. Merhamet ancak kardeşlik hukukunun tesis edilmesiyle toplumda kendisine zemin bulur. Merhamet edene merhamet olunur. Merhamet eden şifa bulur. Merhamet bir başkasıyla ıstırap çekebilmek demektir. Merhamet bir başkasının ıstırabını hücrelerinde yaşamak, onun ıstırabıyla inleyebilmek demektir. Eğer kardeşler arasında merhamet yoksa ırsî kardeşliğin de bir anlamı kalmaz. da olsun ister uzağında; ister doğulu olsun ister batılı; ister beyaz olsun ister siyah hiç fark etmez. Asıl olan renkler, ırklar, coğrafyalar, fiziksel yakınlıklar değil; imandır, İslâm’dır. Aynı Rabbe, aynı kitaba, aynı peygambere iman etmiş ve aynı hedefe yönelmişse o kişi, artık senin bir parçandır, dostundur, kardeşindir. Kendin için istediğin bütün güzellikleri ve iyilikleri kardeşin için de istemek zorundasın. Tarih boyunca bazı oluşumlar, ideolojiler, akımlar, dinler müntesiplerini kardeş ilan etmiş olabilirler. Ama bu kardeşliğin İslâm’ın ön gördüğü kardeşlikle hiçbir alakası yoktur. Çünkü İslâm kardeşliğinde iman, gönül, yürek bağı esastır. Özde, sözde, eylemde; fikirde, harekette, hedefte birlik esastır. İslâm kardeşliğinde menfaat bağı yoktur, fedakârlık ve diğerkâmlık vardır. Hadis-i şerifte geçen din kardeşliği, İslâm güneşi etrafında birleşen ve bu yüce dinin, inanç, vazife ve ahlâk esaslarını kabul eden insanların birbirlerine karşı olan sevgisinin, saygısının ve sarsılmaz birlikteliğinin adıdır. Din kardeşliği; yeryüzündeki mü’minlerin, zaman, mekân ve mesafe mefhumlarını dikkate almaksızın birbirlerinin sevinç ve üzüntüsünü paylaşması, onların huzur ve saadetini kendi huzur ve saadetine tercih etme duygusu ve asaletidir. İslâm kardeşliğinde, sevgi, saygı, şefkat, merhamet ve adalet vardır. İslâm kardeşliğinde kin, nefret, düşmanlık, asabiyet ve haset yoktur. Diğer beşerî düşüncelerde “benmerkezcilik” esasken İslâm kardeşliğinde “bizmerkezcilik” esastır. Müslümanlar kardeşini kendi nefsine tercih ederler. En iyiyi, en güzeli kendisi için değil, kardeşi için seçerler. Bu yüce anlayış, bu yüce kardeşlik hakkıyla uygulanabilirse ideal bir toplumun da temelleri atılmış olur. Müslümanlar olarak bizler biriz ve kardeşiz, bu yüzden birbirimize yeteriz. Başka sistemlere, başka dostluk ve kardeşliklere özenmeye, öykünmeye ihtiyacımız yoktur. Yeter ki sahip olduğumuz değerlerin farkına varabilelim. Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensar arasında tesis edilen kardeşlik, insanlık tarihinin unutulmaz değerlerindendir. Bu kardeşlik soya dayalı kabilevî ittifakı, akidevî ittifaka çevirmiş, kandan inanca, kabileden gelen statüden akideden gelen birliğe dönüştürmüştür. Kardeşlik mübarek bir bağ olduğu kadar büyük bir sorumluluktur da. Aynı dini paylaşanların sayısınca büyüyen bir sorumluluk. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe olgun mü’min olamaz.” (Müslim, İman 7) buyurmaktadır. Hadis açıktır. Kendin için hangi güzellikleri istiyorsan kardeşin için de aynısını hatta daha güzelini isteyeceksin. Bu kardeş, ister yakının- İbn-i Ömer (r.a.)’den rivayetle Rasûlullah (s.a.v.), “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez ve onu zulme teslim etmez. Kim kardeşine yardımda bulunursa Allah da (c.c.) ona yardım eder. Kim bir Müslüman’ın sıkıntısını giderirse Allah (c.c.) da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet gününde onun ayıplarını örter.” (Buhârî) buyurmaktadır. Bu hadisi öğrenen kimseyi dünyanın herhangi bir yerindeki Müslüman’ın sıkıntısı ilgilendirmez mi? “Dicle’nin kenarında bir koyunu kurt kapsa adl-i ilahî onu Ömer’den sorar.” anlayışına sahip olan bir kişiyi bütün dünya ilgilendirir. Kardeşlik şuuruna sahip bir kişi bütün dünyadan sorumludur. Öyle bir sorumluluk ki her şeyi ve herkesi kapsar. Kendisini sadece Müslümanlardan değil, gerektiğinde bütün insanlardan da mesul tutar. Onun kardeşlik anlayışı sadece kendisine değil, bütün insanlığa huzur ve mutluluk getirir. Kardeşliğin ileri derecesi fütüvvettir. Kavram olarak fütüvvet, genellikle başkasını kendine tercih etmek, 13 engin bir mürüvvete sahip olmak demektir. Fütüvvet, mürüvvet ve uhuvvet ile irtibatlıdır. Lügatte cesaret, yiğitlik ve mertlik anlamına gelen fütüvvet, tasavvuf çevrelerinde diğerkâmlık, cömertlik ve şefkati de içine alan bir terim olmuştur. Yüce Allah; “Şüphesiz ki onlar Rablerine iman eden yiğit kimselerdir. Biz de onların hidayetlerini arttırmışızdır.” (Kehf, 13); Rasûlullah Efendimiz de (s.a.v.); “Bir kul Müslüman kardeşinin ihtiyaçlarını görmeye ve ona yardım etmeye devam ettikçe Allah Teâlâ da o kuluna yardım eder de eder.” buyurur. Fütüvvet en kâmil anlamıyla Rasûlullah Efendimiz’de tecelli etmiştir. Kıyamet günü herkes “nefsî nefsî” derken o “ümmetî ümmetî” diyecektir. Kendisini her şeyden ve herkesten sorumlu tutan bir Müslüman olarak amacımız kardeşliğin en ileri noktası olan fütüvvete ulaşmak olmalıdır. Fütüvvet, yiğit, mert, delikanlı, genç, bahadır, dilâver, babacan, kahraman, cesur, yürekli, cömert manalarına gelir. Bu manalarla mücehhez birisi gerçek bir İslâm kahramanıdır. İslâm’da kardeşlik, pratiği olan bir anlayıştır. Sözde kalmaz, fikirde kalmaz, niyette kalmaz; görünür, eyleme dönüşür. Kardeşlik bu anlamda her şeyde birlik, beraberlik ve bütünlüğü sağlamış güçlü bir sistemdir. Sistemi meydana getiren aksam, aynı yöne doğru gider, aynı ritmi ve âhengi yakalar. Ne fikirde ne eylemde karışıklık yaşar. Büyük İslâm şairi Muhammed İkbal der ki, “Harekette birlik olmazsa fikirde birlik olmanın faydası yoktur.” Kardeşlik, imanî ve insanî bir sorumluluktur. Bugün Müslüman bir genç, kardeşlik şuurunu “fütüvvet” 14 MAYIS 2013 noktasında yaşayabilecek imanî, ahlâkî ve vicdanî bir donanıma sahip olmalıdır. Asrımızın buna çok ihtiyacı vardır. Efendimiz aleyhisselâmın etrafında kenetlenmiş seçkin insanlar yeryüzünün en mükemmel kardeşlik örneğini sergileyerek bizlere sönmez bir ışık olmuşlardır. Bugün bizler yolumuzu o büyük şahsiyetlerin yaktığı ışıkla bulmaya çalışıyoruz. O kutlu insanları adım adım takip eden çok büyük şahsiyetler yetişti bugüne kadar. Mezhep imamlarından İbn-i Arabî’ye, İmam Gazzalî’den İbn-i Teymiye’ye, İmam Rabbanî’den Şâh-ı Nakşibendî’ye; Hasan el-Benna’dan Said Nursî’ye, Seyyid Kutup’tan Mevdudî’ye, Muhammed İkbal’den Mehmet Âkif’e; Aliya İzzetbegoviç’ten Malcolm X’e kadar, daha niceleri kardeşlik şuuru içerisinde toplumları ıslah ve tecdid etmeye çalışmışlardır. Kardeşlik şuurunu diri tutmak, imanî sorumluluklarını yerine getirebilmek için gerektiğinde dünyevî bütün isteklerini ellerinin tersiyle bir tarafa itebilmişlerdir. Öyle ki canlarından bile vazgeçmişlerdir. Tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu liderlerin ektiği tohumlardan, belki yıllar belki asırlar sonra dünyanın değişik coğrafyalarında; rengi, dili, kültürü, ırkı farklı ama dini, imanı aynı; yüreği bir, sevdası bir, hedefi bir olan yiğit erler yetişecektir. Bu yiğit erler, kardeşliği îsâr ve fütüvvet derecesinde idrak etmiş abidevî şahsiyetler olarak çiçeğe durmuşlardır. Artık tomurcukları patlatmanın, çiçekleri açmanın zamanı çoktan gelmiştir. Zira mevsim bahardır. Zira artık imam-hatipler vardır. Teşekkür Eğitim-Öğretim faaliyetlerine başladığımız 2010-2011 senesinden beri bizleri hiçbir zaman yalnız bırakmayan, maddî-manevî her türlü ihtiyacımıza ânında cevap veren aşağıdaki kurum ve kuruluşlarımıza ve adlarını zikretmeye imkân bulamadığımız gönül dostlarımıza, göstermiş oldukları sıcak ilgi, verdikleri destek ve yapmış oldukları büyük yardımlardan dolayı kalbî şükranlarımızı sunarız. 1. İlim Yayma Cemiyeti 2. Türkiye Diyanet Vakfı 3. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 4. Fatih Belediyesi 5. İlim Yayma Vakfı 6. Fatih Kaymakamlığı ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü 7. Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Aile Birliği Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Müdürlüğü Adına Mustafa ÜÇÜNCÜ 15 KAPAK Tayyip Kesim - Müdür Başyardımcısı Kardeşlik Bilinci İnsanlık tarihinde toplum, millet ve ümmetleri meydana getiren ve onları bir arada tutabilen çeşitli bağlar vardır. Bu bağlar genelde akrabalık, soy-sop, aşiret, kan, ırk, cinsiyet, tarih, dil, kültür, ekonomik çıkarlar, milliyet, vatandaşlık, inanç gibi isimlerle karşımıza çıkar. Bunlar içinde inanç temeline oturan birliktelikler, iman/itikat/akide ile örülmüş bağlar diğerlerinden çok daha kalıcı ve güven vericidir. Tarihte akide esasına göre belirlenmemiş birlikteliklerin ömrü kısa sürmüştür; kısa sürmese bile daimî, kalıcı ve huzurlu bir hayatı temin edememiştir. Akide temelinde inşa edilen toplum ve milletler mensuplarını kardeşlik bağıyla birbirine bağladıklarından arzu edilen huzur ve kalıcılığı da yakalayabilmişlerdir. Çünkü sevgiyi temel alan akide eksenli kardeşlik bağında maddî ve iktisadî çıkarlar yoktur. Sadece duygudan ibaret yaklaşımlar da yoktur. Bu bağda duygular sahih bir akidenin ve selim bir aklın kontrolündedir. Duyguları tamamen devre dışı bırakan bir kardeşlik bağı da şüphesiz ki sağlıklı değildir. Bu bağın can damarı herhangi bir çıkarın, menfaatin, maddiyatın olmadığı hasbî bir sevgi ve bütün olumsuzlukları, bütün gayr-i insanî ve gayr-i ahlâkî yaklaşımları yok eden, potasında eriten, saflaştıran, fıtrî hâle dönüştüren ve hakiki kaynakla irtibat sağlayan imandır. İnsanlar arası ilişkilerde kalpleri birbirine bağlayan kuvvetli bağlar olmaz ve kalplerde sevgi bulunmazsa insanlar birbirlerinden nefret ederler, kalpleri dağılır, paramparça olurlar. Geride ne kardeşlik kalır ne insanlık ne de huzur. Bir hayat nizamı olarak gönderilmiş İslâm, hayatı ve insanları inanç esaslarına göre tanzim eder. İman edenleri mü’min, etmeyenleri kâfir, iman etmediği halde etmiş gibi gözükenleri ise münafık olarak isimlendirir. Kur’ân-ı Mubîn, bu üç insan tipinin özelliklerini muhtelif âyetlerde tafsilatıyla beyan etmektedir. 16 MAYIS 2013 Rabbimiz, mü’minleri Kur’ân-ı Kerim’de kardeş ilan ettiğine göre kardeşlik, hayatî derecede bir önemi haizdir. Bu, tabiî olarak da ayrıcalıklı bir durumdur. Bu önem ve ayrıcalık sadece biz mü’minlere lutfedilmiş ilahî bir nimettir. İman hâlesi dışında kalanlar bu nimetten asla istifade edemezler. Onlar kendi aralarında birbirinin dostu, arkadaşı olabilirler ama asla mü’minlerin dostu veya kardeşi olamazlar. Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’de “Muhakkak ki mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının, umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurât, 49/10) buyurmaktadır. Âyete göre kardeşlik, bütünüyle akide temeline dayanır. Âyet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul edilir. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün mü’minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akidelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -anneleri, babaları, kardeşleri veya öz çocukları da olsalar- asla sevgi ve hoşgörü beslemezler. İslâm’da kardeşlik akide temeline oturtulduğu için mü’minlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kılınmıştır. Irk, soy, cins vs. türünden cahilî değerler yerine takva kriteri tesis edilmiş, böylece kardeşliğin ve âhengin bozulmaması sağlanmıştır. İslâm’a göre rengin, tenin, cinsiyetin, ırkın, soyun, kanın, bölgenin birbirine üstünlüğü olamaz. Kardeşlik şuuruna ermiş bir Müslüman, bu cahilî anlayışlara asla tevessül edemez. Çünkü onun inancında üstünlük dünyevî, maddî, süflî, fanî olanla değil; uhrevî, manevî, ulvî, bakî olanla ilgilidir. Bu konudaki âyet-i kerime her türlü tartışmayı sona erdirecek özelliktedir. “Hiç kuskusuz, Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurât, 49/13) Mü’minler, iman kardeşliği temelinde eşitlenince bütün farklılıklar renge, âhenge, zenginliğe dönüşür. Bir binanın tuğlaları gibi birbirlerine sımsıkı kenetlenirler. Kenetlendikleri sürece ayakta kalırlar. Her bir tuğla kendi başına hareket edecek olursa İslâm binasında gedikler açılır. Dışarıdan gelen etki ve saldırılara karşı kendini koruyamaz. Tek başına bir anlam da ifade etmez. Bütün anlam ve değerini binanın bünyesinde bulur. Tuğla olarak vardır, kendisidir, özeldir ve önemlidir ama kardeşlik binasında yer aldığı sürece. Kardeş olmak kadar hatta ondan daha önemli ve zor olan kardeşliği yaşayabilmektir. Tıpkı iman ettikten sonra onu korumanın ve beslemenin daha önemli ve zor olduğu gibi. Bu fani dünyada hiç beklenmedik zamanlarda kardeşliği bozan ve araya nifak tohumları eken çok muzır maniler peydahlanabilir. Şeytana bu fırsatı vermemek gerekir. Zira şeytan insana en hassas yerlerinden ve hiç umulmadık zamanlarda yaklaşır. Doğrudan imanı hedef alır, kardeşliği hedef alır, huzuru hedef alır… Bu hedef alışlar hep sinsicedir, süslü püslücedir. Bu tuzaklara karşı her daim dikkatli olmak şarttır. Kardeşlik soyut bir kavram değildir. Görünür, bilinir, yaşanır, ete kemiğe bürünür, canlı bir uzviyet haline gelir. Kardeşlik bir lütuftur ama aynı zamanda bir hak-hukuktur da. Bu hakların titizlikle korunması imanın bir gereğidir. Aksi takdirde kardeşlik bir anlam ifade etmez ve nimet değil külfet olur. Kardeşler; zulmetmezler, buğzetmezler, kin gütmezler. Kardeşler; yalan söylemezler, doğru ve dürüst davranırlar. Kardeşler, alay etmezler, dalga geçmezler, espri adı altında birbirlerini rencide etmezler. Kardeşler, kıskanmazlar, haset etmezler, gıybet etmezler. Kardeşler, bir bedenin uzuvları gibi açıkta, açlıkta, hastalıkta birbirlerinin ihtiyaçlarına her daim koşarlar. Kardeşler, sade iyi günde değil, kötü günde de birbirlerinin dostudurlar. Kardeşler, birbirlerinin dinlerine, namuslarına, nesillerine, mallarına ve canlarına ihanet etmezler. Kardeşler, emindirler, sevgi doludurlar, birbirlerinden nefret etmezler. Kardeşler, muhkem kale gibidirler. En zor şartlarda bile sapasağlam ayakta kalırlar. Hayatını takva üzere idame edenler, kardeşlik bilincini de en üst seviyelerde idrak ederler. Bunun için bizi kardeş kılan Kitab’a ve onun işaret buyurduğu Sünnet-i Nebeviye’ye sımsıkı sarılmak zorundayız. Kardeşlik bilincini hakkıyla kuşandığımız gün, ümmetin problemleri de Allah’ın izniyle çözüme kavuşmuş olacaktır. 17 KAPAK Mahmut Yavuz - 10/B Renklerin Kardeşliği Üç kıtada at koşturan bir milletin torunlarıyız ve o at koşturduğumuz yerlerdeki o insanlarla şimdi aynı okulda okuyoruz. Dillerimiz, kültürlerimiz, renklerimiz ve birçok şeyimiz farklı ama inancımız bir. Şu iki yılda o kadar çok şey öğrendik ki anlatmakla bitmez. İstanbulun göbeğindeki Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nde 43 farklı ülkeden gelen insanlarla birlikte olmanın heyecanı ve mutluluğu içindeyiz. Üç kıtada at koşturan bir milletin torunlarıyız ve o at koşturduğumuz yerlerdeki o insanlarla şimdi aynı okulda okuyoruz. Dillerimiz, kültürlerimiz, renklerimiz ve birçok şeyimiz farklı ama inancımız bir. Şu iki yılda o kadar çok şey öğrendik ki anlatmakla bitmez. Mesela kaldığım yatakhanede tek Türk benim ve diğer arkadaşlarımın hepsi Somalili. Tam bir kültür merkezi. Bazı derslerde anlamadıkları zaman yardım istiyorlar; onlara 18 MAYIS 2013 anlattığımda ve anladıklarında o kadar mutlu oluyorlar ki... Geçen yıl yaz tatilinden sonra Senegalli bir arkadaşımız bana ülkesinden geleneksel bir terlik getirdiğinde o kadar mutlu oldum ki anlatamam. Bir başka konu da alfabelerinde “ı” harfinin olmayışı. Bu durum bazı ilginç söyleyişler doğuruyor. “İstanbul çok kalabalik”, “Annemin kalbini kirdim, onu hastaneye götürmek lazim.” gibi. Mesela ilk defa kar gördüklerinde ne kadar şaşırmışlardı. İlk geldiklerinde bazı diyaloglar ezberleyip karşısındaki kişiyle öyle anlaşıyorlardı, eğer karşısındaki kişi başka bir şey söylerse devam ettiremiyorlardı. Bu okulda olmanın en büyük avantajı, evrensel olarak düşünürsek gideceği ülkelerde bizden; yani Türkiye’den bahsetmeleridir. Burada gördükleri sayısal, sözel ve dini dersleri bir arada vatandaşlarına aktarmaları ve gittikleri ülkelerin kalkınmasında ve gelişmesinde söz sahibi olmalarıdır. Diğer bir avantaj da özellikle yabancı dil konusunda; yani İngilizce ve Arapçada yardım alabilmemizdir. Bizim yabancı dillere de ilgimiz olduğu için kaynaşmaya başladık. Bu sayede onların kültürleri; yaşadıkları ülkelerin durumu hakkında birçok bilgiye sahip olduk. Rahat bir şekilde anlaşabiliyorduk. Kur’ân’ı farklı okuyuşlarını da duymak çok hoşumuza gitti. Önceleri Afrikalı insanlar nasıl birbirini karıştırmıyor diye düşünüyorduk. Şimdi ise hepsinin farklı olduğunu gördük. Bu okulda olmanın en büyük avantajı, evrensel olarak düşünürsek gideceği ülkelerde bizden; yani Türkiye’den bahsetmeleridir. Burada gördükleri sayısal, sözel ve dini dersleri bir arada vatandaşlarına aktarmaları ve gittikleri ülkelerin kalkınmasında ve gelişmesinde söz sahibi olmalarıdır. Diğer bir avantaj da özellikle yabancı dil konusunda; yani İngilizce ve Arapçada yardım alabilmemizdir. Başka okullarda pratik yapma imkânı bulamıyorsunuz; ama burada hem pratik hem de ödev veya sınav konusunda çok yardımcı oluyorlar. O arkadaşlar da bizi hiç kırmıyorlar. En çok hoşumuza giden mescide girdiğimizde farklı farklı mezhepler olduğu için farklı namaz kılma şekillerini görüyorsunuz. Bu da insanın içinde bir an Kâbe’de olduğu hissi uyandırıyor. Bu bizim için en güzel olanıdır. Tabii ki daha farklı güzellikler de var. Mesela maç yaparken daha farklı hislere kapılıyorsun. Maça daha iyi odaklanıyorsun. Kültür farklılığından dolayı sorun çıksa da önemsenecek değerde değildir. Bazen kültür farklılığı bakımından sıkıntılar çıksa da kendi aramızda böyle meseleleri fazla büyütmeyip kardeşçe hallediyoruz. Burası imam-hatip. Burda ırkçılık, milliyetçilik vs. yapılmaz. Eğer yapılırsa bizden değildir. Şahsen biz bu okulda olduğumuz için çok mutluyuz ve bu okuldan çok şey kazanacağımızı düşünüyoruz. Burası İstanbul’un içinde ayrı bir dünya sanki. Fatih’ten dünyaya açılan bir pencere. Bir nimet ki Allah her kuluna bahşetmemiş. Aynı zamanda da bir görev bizim için farklı dünyadan gelen kardeşlerimiz; çünkü onlar buraya boş kişiler olarak değil seçilerek bir amaç için geldiler. Onların arkalarında bıraktıkları kişiler, dönünce Afrika’yı, Kafkasya’yı, Balkanları arkalarında sürüklesin diye gönderdiler onları. Onlar da bu yükü omuzlarına alarak buraya geldiler. Herkes her şeyin farkında. Eğitim alan da eğitim veren de beklentileri olanlar da. Bu arkadaşlarımızın, kardeşlerimizin bizim için yani yerli öğrenciler için de çeşitli yararları var. Bunların ilk akla geleni ve en barizi dildir. Okulumuzda yerel dilleri de hesaba katarsak sayısını bilmediğimiz kadar dil ortaya çıkıyor. Dünya dillerinden de Fransızca, Arapça, İngilizce, Portekizce vb. bu dillerin bir çoğu Avrupa’nın temelini oluşturmakta. Avrupa’yı tanıyıp harekete geçebilmek için dilini bilmek esas olandır. Bunun için de bizim olması gerekeni yapmamız lazım. Daha başka fayda olarak farklı kültürlerden yeni yiyecek, giyecek gibi şeyler tanıdık burada, birçok ülkenin özelliklerini öğrendik, bu da bize büyük bir genel kültür kazandırdı. Daha yararlanmadığımız; fakat yararlanabileceğimiz birçok faydası var bu okulun. Bu okulda olduğumuz için çok mutluyuz ve gururluyuz. Not: Bu yazıyı yazarken benden yardımlarını esirgemeyen tüm sınıf arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim. 19 ETKİNLİKLER Salim Şahin - Biyoloji Öğretmeni ARAMA KONFERANSI Başarıya giden yolda çok önemli kilometre taşları vardır. Kendini tanımak, yolu bilmek, hedefleri belirlemek bunlardan sadece birkaçıdır. Başarı yolunun kilometre taşlarını şu sorularla da ifade etmek mümkündür: - Ben kimim? Hedefleri büyük olan kişi veya kurumlar kendilerini sürekli muhasebeye tabi tutmalıdırlar. Muhasebe, aynaya bakmaya benzer. Kişi veya kurumlar ne ve nasıl olduklarını, ne ve nasıl olmadıklarını en rahat aynaya bakınca görebilirler. - Ne tür sorunlarla karşılaşabilirim? Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmamHatip Lisesi (UFSM) öğretmen ve idare kadrosu olarak mevcut durumumuzu tespit etmek, hedeflerimizi yeniden belirlemek ve enine boyuna kurumsal bir muhasebe yapmak için 30-31 Mart 2013 tarihlerinde bir araya geldik. Bu sorulardaki ben’i rahatlıkla biz’e veya herhangi bir kuruma veya organizasyon ismine uyarlayabiliriz. Sorulara doğru ve objektif cevaplar verebildiğimiz takdirde hem bireysel hem toplumsal hem de kurumsal başarıya kolayca ulaşabiliriz demektir. Başkanlığını Yrd. Doç. Dr. Ali Arslan Hoca’nın yaptığı toplantının adı “Arama Konferansı” idi. Konferansa idareci ve öğretmen arkadaşların tam kadro ile ve de büyük bir istekle iştirak etmesi oldukça dikkat çekiciydi. - Nereye gidiyorum? - Niçin gidiyorum? - Ne istiyorum? - Hedefim ne? 20 MAYIS 2013 Ali Arslan Hoca’nın 1. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? 2. Türkiye’de ve dünyada bizi etkileyen akım ve düşünceler nelerdir? 3. Kurumsal tarihimiz nedir? 4. Bugüne nasıl geldik, geçmişteki biz nasıldı? 5. Neyi başarmak istiyoruz? sorularıyla başladığı konferans, birlikte çalışma, ortak akıl oluşturma, üretebilme, bir meseleyi bütün yönleriyle ve sistemli bir şekilde ele alabilme gibi konularda oldukça ufuk açıcı oldu. Ayrıca, bilgilendirme ve grup çalışmalarıyla iki gün boyunca yoğun geçen konferans; kurumsal olarak bulunduğumuz noktayı görmek, vizyon ve misyonumuzu tespit etmek, gelecekte ulaşmak istediğimiz hedefleri ve stratejileri belirlemek açısından katılımcılarda verimli sonuçlar edinileceğine dair çok olumlu kanaatlar oluşturdu. Konferansın tam bir samimi hava içinde yapılması, idareci-öğretmen arasındaki sıcak ve samimi ilişki bir hayli dikkat çekiciydi. Bilhassa Okul Müdürümüz Sayın Mustafa Üçüncü’nün, şahsına ve konumuna yönelik yapılan espri ve eleştirilere gösterdiği büyük hoşgörü takdire şayandı. İki gün süren yoğun çalışma katlılım sertifikası töreniyle son buldu. Kurum olarak, idareci ve öğretmenlerimizin samimi, gayretli, çalışkan ve hüsn-i niyetli olması far- kımızı oluşturan temel unsurlardan birkaçı olarak öne çıktı. İdareci ve öğretmenlerimiz arasında iletişimin açık olması, bunun veli ve öğrenciyede yansıtılmasıyla oluşan “tek yürek, tek bilek” anlayışı sorunlarımızı çözüme kavuşturulmasında başarımızı ve diğer eğitim kurumlarından farkımızı oluşturmaktadır. “UFSM Eğitimde öncü ve lider” Ali Arslan Kimdir? 1959 yılında Adapazarı’nda doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Adapazarı’nda tamamladı. Lisans öğrenimini Marmara Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra İslâm Konferansı Teşkilatında 6 yıl görev yaptı. Yüksek Lisans ve Doktorasını Boğaziçi Üniversitesinde tamamladı. 1993 yılında Sakarya Üniversitesi Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliği görevine başladı. Sosyoloji Bölüm Başkan Yardımcılığı ve Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1995 yılında üniversitedeki görevinin yanı sıra, ARGEDA (Araştırma Geliştirme Eğitim ve Danışmanlık Merkezi)’nin kuruculuğunu yaptı. Özel ve kamu kuruluşlarında yönetim danışmanlığında bulundu, seminerler verdi. 2009 Şubat ayından itibaren tekrar Sakarya Üniversite Sosyoloji bölümünde göreve başlayan Arslan, 2011-2012 akademik yılında ABD Portland State Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. 21 EĞİTİM-ÖĞRETİM Yılmaz Albayrak - Felsefe Öğretmeni Öğrencilerin “Hazır Bulunuşluk” Düzeylerinin Değerlendirilmesi “Hazır bulunuşluk” kavramı en genel ifadesiyle; öğrencinin “eğitim ortamına” getirdiği özelliklerin tümü olarak ifade edilmektedir. Öğrencinin önceki öğrenmeleri, yetenekleri, olgunlaşma düzeyi, ilgileri, istekleri, motivasyonu ve genel sağlık durumu “hazır bulunuşluk” kavramının içeriğini oluşturmaktadır. Bu ögeler eğitim sürecinde bir bütün olarak önem taşımaktadır. Öğrencinin öğrenim sürecinde başarıya ulaşması onun öğrenmeye “hazır bulunuşluk” düzeyine bağlıdır. Eğer, öğrencinin “hazır bulunuşluk” düzeyi, öğrenilecek içeriğin gerektirdiği yetenek ve ön bilgileri içermiyorsa, öğrenme süreci başlangıçta güçleşir. Bu çerçevede kültürel farklılıklar içeren okulumuzda öğrenmeden beklenen kazanımları elde etmek ve memnuniyet verici bir sınıf ortamı oluşturmak öğrencilerin “hazır bulunuşluk” 22 MAYIS 2013 düzeylerini anlayabilmeyi gerektirmektedir. Bu gereklilik belirli başlıklar altında toplanabilir: a) Öğrenmeye başlarken öğrencilerin ön bilgilerinin belirlenmesi, b) Eğitim sürecinde sınıf içi iletişime karşı kültürel bir perspektif geliştirilmesi, c) Öğrencilerin duygularının farklılıklara karşı ön yargıya dönüşmesini engelleyerek farklılıklara karşı anlayışlı ve saygılı bir bakış açısı geliştirebilmesi, d) Öğrencilerin ülkemize geldikten sonra yaşayabilecekleri “kültür şoku”na karşı yapılması gerekenlerin belirlenmesi, Kültür şoku, bireyin sosyal çevresinin değişmesiyle birlikte yaşayabileceği stresi ve zihinsel-duygusal bir takım rahatsızlıkları ifade etmektedir. Hızlı bir sosyal ortam değişimi, bireyin normal biçimde karşıladığı ihtiyaçları belirsiz hale getirmektedir. Buna bağlı olarak bireyde duygu bozukluğu, yalnızlık, kaygılı olma, karmaşık duygular içinde kalmak gibi durumlar ortaya çıkabilmektedir. Bu gibi durumların oluşturacağı olumsuzlukları asgari düzeye indirgemede öğrencilerin hazır bulunuşluk düzeyini dikkate alarak oryantasyon ve uyum amaçlı çalışmalar yapılması gerekmektedir. Farklı ülke ve kültürlerden gelen öğrencilerin hazır bulunuşluk bakımından büyük farklılıklar göstermeleri doğaldır. Çünkü farklı kültürlerin, farklı eğitim sistemlerinin ve farklı zihinsel yapıların getireceği hazır bulunuşluk düzeyleri de farklı olmak durumundadır. Bilişsel boyutta öğrencilerin, zihinsel yetenekleri (düşünme, öğrenebilme, hatırlama) ile bunları kullanabilme düzey ve biçimleri farklıdır. Bilişsel hazır bulunuşluk bakımından okulumuzdaki öğrencilerin denk olmadıkları çok açık biçimde görülmektedir. Öğrencilerin ülkelerinde almış oldukları eğitimin niteliği ve bu eğitimin öğrenciye kazandırdığı altyapı hazır bulunuşluğu etkileyen bir etkendir. Bu durumda okulumuzun müfredatı dikkate alınarak öğrencilerin aklî, naklî ilimlerdeki ve dil açısından hazır bulunuşluğu değerlendirilmelidir. Öğrencilerimizin matematik ve fen ilimleri alanında bilgi altyapılarının çok zayıf olduğu görülmektedir. Bu eksiklik öğrencilerin akademik başarı düzeylerinden ve kendi ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Örneğin, öğrencilerimizin birçoğu kendi ülkelerinde birçok dersi yeterli düzeyde görmediklerini ya da hiç görmediklerini ifade etmektedir. Buna bağlı olarak genelde öğrencilerin ilköğretim düzeyinde gördükleri müfredatın yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Öğrenciler genelde ölçme ve değerlendirme anlamında açık uçlu soru dışında farklı bir ölçme tekniği görmediklerini belirtmektedir. Bilişsel algılama biçiminde Asya, Afrika ve Balkanlardan gelen misafir öğrencilerimiz birbirine göre belirgin bir farklılık göstermektedir. Asya ve Balkanlardan gelen öğrencilerimizin daha bireyci ve rasyonel, Afrika’dan gelen öğrencilerimiz ise daha kolektivist ve hissi bir algıya sahip olduğu gözlemlenmektedir. Bireyci ve kolektivist eğilimler daha çok toplum kültürünün bireye etkisinin bir sonucudur. Dolaysıyla kimlik algısı da ben ve biz duygusuyla biçimlenmektedir. Afrika’dan gelen öğrencilerimiz bir problem karşısında, problemin mantığına uygun olan ve olmayan çözümleri birlikte sunabilmektedir. Ortak bir biçimde ‘koşullara bağlı değerlendirme yapan düşünce biçimi’ vardır. Problemle ilişkili olmayan unsurları da konuya dâhil edebilmektedir. Bir konuya ilişkin çelişkili fikirleri çatışma olmadan zihinlerinde taşıyabilmeleri dikkat çekici bir durumdur. Öğrencilerin çocukluk döneminde sosyal çevrelerinden öğrenmiş oldukları gerçekliği olmayan hikâyelere inanıyor olmaları da bu durumun hem sebebi hem de sonucu olarak düşünülebilir. Bu tür bir bilişsel farklılık yetersizlik olarak değil, öğrencinin neyi, ne kadar ve nasıl öğrenebileceğinin bir ipucu olarak kabul edilmelidir. “Anlam verme olarak algılama” sürecinde, kültürel etkenlerin önemli bir rolü olduğunu biliyoruz. Bu durumda zihinsel boyutta nesne ve olaylara verilen anlamların kültürel simgelere göre belirlendiği dikkate alarak öğrenme sürecine yön vermelidir. Bu çerçevede öğretmenin, öğrenciye hitap ederken öğrencinin zihninde herhangi bir konu ya da kavrama ilişkin bulanık ve de çelişik bilgiler bulunabileceğini bilerek davranması gerekmektedir. İlk önce bu durumun anlaşılması için öğrencinin ön bilgilerinin irdelenmesi gerekecektir. 23 Özellikle Afrika’dan gelen öğrenciler bakış ve sözlerden daha çok etkilendiklerini ifade etmektedirler. Bu konu daha dikkatli incelenmesi gereken bir özellik taşımaktadır. Genel olarak öğrenciler sosyal çevrelerine ilişkin olumlu beklentilere sahip olmasına rağmen Türk öğrencilerle yeterli iletişim kuramadıklarını düşünmektedirler. Öğrencilerin Türkçeyi öğrenebilme ve “hazır bulunuşluk” düzeyleri arasında anlamlı bir fark vardır. Öğrencilerin Türkçeyi öğrenme düzeyleri diğer derslerdeki performanslarını da etkilemektedir. Öğrenciler, sınavlarda en çok “dil engeli” ve “sistem farklılığı” yüzünden ek süre istemektedir. Türkçe bakımından öğrencilerin “hazır bulunuşluk” düzeylerindeki farklılık, ders içerisinde sınıf tartışmalarına katılmakta güçlük çekmelerine neden olmaktadır. Ayrıca sınıf içerisinde anlamadıkları şakalar yapıldığı zaman kendilerini kaygılı ve huzursuz hissettiklerini belirtmektedirler. Öğrenciler sınıfta anlatılan konuyu, sorulan soruları anlamadıkları durumlarda anahtar kelimelerin tahtaya yazılmasını istemektedir. Öğrencilerin Türkçeyi kullanabilme düzeyleri sosyal iletişim düzeylerini de doğrudan etkilemektedir. İletişimin karşılıklı olması sosyal ilişkilerde denge ve uyum açısından önemlidir. Eğer iletişim karşılıklı olmayıp tek taraflı gerçekleşirse bir taraf isteklerini gerçekleştirirken diğer taraf sürekli etki altında kalacaktır. Böyle bir durumda taraflar arasında yabancılaşma yaşanabilecektir. Bu soruna karşı ise karşılıklı etkin dinleme ve anlama daha önemli hale gelmektedir. Bilişsel hazır bulunuşluk çerçevesinde değerlendirilebilecek bir konu da öğrencilerin sahip olduğu tarih bilincidir. Birey ile toplum ölçeğinde varlığını anlamlandırmanın ve kimlik algısının bir koşulu olarak tarih eğitiminin niteliği önem taşımaktadır. Kastettiğimiz modernite sonrası ortaya çıkan ulus kimliği aktarımı değildir. Bu konuda öğrencilerin ülkelerinden aldıkları tarih eğitiminin niteliğinin tarih eğitiminden beklenen kazanımları karşılamadığı anlaşılmaktadır. Bağımsızlıklarını çok geç kazanmış olan ülkelerde tarih bilincinin oluşması anlamında bu durumdan etkilendikleri görülmektedir. Derinliği olan bir tarih algısı olmasa da öğrencilerdeki yerel ve sözlü tarih algısının boyutları tarih dersinde uygun yöntem ve tekniklerin kullanılması anlamında irdelenmelidir. 24 MAYIS 2013 Öğrencilerin “hazır bulunuşluk” bakımından en yüksek düzey duygusal anlamdadır. Öğrencilerin motivasyon düzeylerinin genelde yüksek olduğu görülmektedir. Öğrenciler okulumuzda yapılan eğitim-öğretim uygulamalarını zorlayıcı bulmaktadır fakat aynı zamanda aldıkları eğitimi anlamlı ve değerli bulduklarını belirtmektedirler. Diğer bir deyişle öğrenciler okulumuzda aldıkları eğitimi büyük başarı olarak görmektedir. Hatta misafir öğrencilerin bir kısmı şu anki öğrendiklerinden daha çok şey öğrenmeleri gerektiğini düşünmektedirler. Bu yaklaşımda öğrencilerin duygusal hazır bulunuşluğunun çok etkili olduğu söylenebilir. Öğrencilerin duygusal hazır bulunuşluğunu olumsuz etkileyen deneyimler yaşadığını kendi ifadelerinden anlıyoruz. Bütün misafir öğrencilerimiz sosyal etkilere karşı duyarlı olduklarını belirtmektedir. Özellikle Afrika’dan gelen öğrenciler bakış ve sözlerden daha çok etkilendiklerini ifade etmektedirler. Bu konu daha dikkatli incelenmesi gereken bir özellik taşımaktadır. Genel olarak öğrenciler sosyal çevrelerine ilişkin olumlu beklentilere sahip olmasına rağmen Türk öğrencilerle yeterli iletişim kuramadıklarını düşünmektedirler. Bu konuda öğrencilerin ön yargılı oluşları iletişimde karşılıklı biçimde olumsuz bir etki meydana getirmektedir. Önyargılar da genellikle değer yargılarının ve ırksal birtakım etkenlerin etkisiyle oluşur. Önyargı farklı özelliklere sahip insanların birbirlerine ilişkin algılamalarında da çoğu zaman önemli bir etkiye sahiptir. Bu durumda öğrencilere birbirlerini tanımalarını sağlayacak faaliyetler düzenlenmelidir. Misafir öğrencilerin ülkemizdeki kültürü öğrenmek için ellerinden gelen çabayı gösteriyor olmaları kaynaşmanın etkin biçimde gerçekleşebileceğinin bir işaretidir. Ayrıca öğrencilerimizin “kardeşlik” şuurunda olması ümit vericidir. Bu doğrultuda bütün öğrencilerimizin dostluk ve kardeşlik şuuru içerisinde birlik olmaları en büyük temennimizdir. Y Y YEDİ RENK YEDİ YEDİ RENK YEDİKITA KITA YEDİ RENK YEDİ KITA YEDİ RENK YEDİ KITA Âdem Yılmaztürk - Müdür Yardımcısı Çağdaş Bir Davet Önderi: Musa Bangura Cenâb-ı Allah insanları uyarmak için tarih boyunca çok büyük şahsiyetler, önderler, davetçiler göndermiştir. Peygamberler bu büyük davetçilerin en başında gelenlerdir. Peygamberlerden sonra onların getirdiği İslâm davasını en güzel ve en doğru şekilde yaşayan, yaşatan, tebliğ eden, gerektiğinde davası için her türlü sıkıntıyı göğüsleyen nice dava adamları ve davetçiler gelmiştir. Her bir davetçi kuru çöl toprağına düşen rahmet damlacıkları gibi fert ve toplumları âdeta yeniden diriltir ve onlara mutluluğun ve gerçek huzurun kaynağını gösterir. Bütün İslâm davetçileri imanlarında en ufak bir şüphe duymaksızın İslâm’ı insanlara ulaştırmanın, hakkı ve sabrı tavsiye etmenin gayreti içinde olmuşlardır. Davetçi tepeden tırnağa hayat doludur. Her sözü, her davranışı hayat verir, umut aşılar insana. Yaşamanın önemli olduğunun farkındadır ama o gerçekte diriliş eridir; hayatı gibi diğer değerli şeylerini de heba etmeye değil yaşatmaya bağlamıştır. Davetçi davası olandır, yani dava adamıdır. Dava adamı, ne yaptığını ve ne yapacağını çok iyi bilen biridir. Düşünür, istişare eder, planlar, sonra da kararlı bir şekilde uygular. Dava adamı, gönül verdiği dava uğruna, kendi öz nefsine varıncaya kadar her şeyi feda etmeye hazırdır. Bu hususta çoktan aklını, nefsini, ruhunu, ailesini, yakın çevresini ikna etmiştir bile. Dava adamı, kendisini, başkalarını yaşatma zevkine adamış, nefsî haz ve zevklerinden sıyrılmış bir insandır. O, günde elli defa seve seve davası uğrunda ölüme katlanmaya hazırdır. Bugün de bu vasıfları haiz çok sayıda davet önderi vardır. Onlardan birisi de Sierra Leone’li Musa Bangura’dır. Baştan sona ilginç bir hayat öyküsü 26 MAYIS 2013 var Bangura’nın. Bu çağdaş davet önderini daha yakından tanımaya çalışalım: Musa Bangura Kimdir? İHH, Ağustos 2012 tarihinde, eski bir papaz olan Musa Bangura’yı Türkiye’ye davet etmişti. Bu vesileyle biz de Musa Bangura’yı 30.08.2012 tarihinde Enderun Derneğine davet etmiş ve kendisini bir buçuk saat kadar dinleme imkânımız olmuştu. Konuşmasında özetle Sierra Leone’deki genel durumu, çalışmalarını ve Müslüman olmasına vesile olan rüyayı anlatmıştı. Müslüman olmasıyla birlikte anne babası, eşi ve cemaatiyle arasının açıldığını, mali imkânlarını kaybettiğini, hatta hayatına kasteden tehditler aldığını anlatan Bangura, bölgesindeki Şeyh Mustafa adlı Müslüman liderin araya girmesiyle kendisine yönelik tehdidin ortadan kalktığını söyledi. Bangura, Şeyh Mustafa’nın Hristiyan cemaatin liderini arayarak, “Siz sürekli olarak Müslümanları Hristiyanlaştırma çalışması yürütüyorsunuz. Biz buna bir şey demiyoruz. Bir tek Hristiyan Müslümanlığı seçince, hayatı tehdit altına giriyor. Musa Bangura’nın saçının teline zarar gelirse, bunu savaş nedeni sayacağız” dediğini, bunun üzerine kendisinin rahat bırakıldığını anlattı. Bangura, Liberya ve ABD’de din eğitimi alarak Evangelist mezhebine mensup bir papaz olmuş. ABD’den döndükten sonra Afrika’da misyonerlik faaliyetine başlamış. Sürekli hareket halinde ve sık sık yer değiştirmiş. Şu ifadeleri düşündürücüdür: «Birçok sosyal imkâna sahiptik. İşler benim için de, ailem için de yolundaydı. İşim, özellikle de Müslümanları Hristiyanlaştırmaktı. Ancak Cenâb-ı Hak beni bir rüyayla doğru yola çağırdı. İhtida ettim.» Musa Bangura, 1993 yılında gördüğü bir rüya üzerine İslâmiyet’le tanışmış. O günden bugüne Sierra Leone’de tebliğ çalışmalarını sürdürüyor. Bu çalışmalarla on yılda 500’ü papaz, 4 bin 402 kişinin Müslüman olmasına vesile olmuş. Bangura, Müslüman olduktan sonra maddî-manevî birçok sıkıntıyla karşılaşmış. Sahip olduğu her şeyi elinden alınmış, hem ailesinden hem de ait olduğu toplumdan dışlanmış. Hatta ölüm tehditleri dahi almış. Bu nedenle altı ay kadar saklanmak zorunda kalmış. Sonunda Bangura’ya bölgedeki Müslümanlar sahip çıkmış. Musa Bangura›ya göre Sierra Leone’deki misyonerlik faaliyetlerinin tek amacı insanların Hristiyanlığı kabul etmesini sağlamak değil, tüm Afrika’da İslâm’ı yok etmektir. Bu bütün misyonerlerin tek ve asıl amacıdır. En büyük silahları da maddî güçleri. Maalesef Sierra Leone’de fakirlik Müslüman gençleri yanlış yollara sevk edecek derecede yıkıcı. Bangura günümüzde çalışmalarını, kurduğu “Why Islam” (Niçin İslâm) adlı kurumla sürdürüyor. Burada kendisi gibi İslâm’ı seçenlere dinî eğitim vererek maddî ve manevî destekte bulunuyor. Davet ve tebliğ çalışmalarını çok önemseyen Musa Bangura çeşitli radyo ve televizyon yayınlarında ya da Hristiyan ve Müslüman toplumların katıldığı organizasyonlarda Hristiyan din adamlarıyla akaid alanında birçok konu üzerine tartışıyor, seminerler ve vaazlar veriyor. Bu çağdaş davetçi geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldi. Basına yaptığı açıklamalar önemliydi. Bangura, açıklamasında özetle şunları söyledi: “Türki- ye tarihî ve İslâmî bakımdan muhteşem bir ülke. Allah’a bana Türkiye’ye gelme görevini vermesi için dua ediyordum. Allah bu duamı kabul etti. Şükrediyorum. Türkiye’de insanlar dost canlısı, burada kendimi evimde gibi hissediyorum. Burada İslâm ülkeye rengini vermiş durumda. Binlerce cami var. Fatih Camii’nde namaz kılarken sanki cennetteydim. Allah’ın huzuruna çıktığımı başka hiçbir yerde böylesine kuvvetli hissetmedim. Türkiye’de bulunmak bana gurur verdi. Ülkeme dönünce anlatacak çok şeyim var.» *** Şimdi sizleri çağımızın bu büyük dava ve davet önderiyle yapılmış bir röportajla baş başa bırakıyoruz… 1993 yılında İslâm ile tanışmışsınız. Daha önceki düşünce yapınız nasıldı? Ben Evangelist bir rahiptim ve inandığım dini yayıyordum. Evangelistler bunun için eğitilirler. Pek tabi o dönemde Müslümanları düşman olarak görüyordum ama onlara karşı dostça davranmam gerekiyordu. Çocuklara hediyeler dağıtıyorduk, onlarla hoş sohbetler yapıyorduk ve ikinci el giysiler temin ediyorduk. Gönülleri kazanıyorduk öncelikle. Sonra tebliğler yapıyorduk, İncil’i anlatıyorduk. Özellikle gençleri hedef alıyorduk bu çalışmalarda. Bu yüzden Müslüman arkadaşlarım vardı. Kendimi onları değiştireceğim diye motive ediyordum. Nasıl Müslüman mısınız? oldunuz, kısaca anlatır Köylere kasabalara gidiyordum. Evangelistler her zaman mobilizedirler. Hep dolaşırlar. Ben de bu şekilde dolaşıyordum. Buna Haçlı Seferi diyorduk. Makani’de üç gün geçirdim. Tebliğ bitmişti üç günün sonunda. O gece tuhaf bir rüya gördüm. Rüyamda bir ses duydum ve bu ses yaptığım işin yanlış olduğunu söylüyordu. İlk başlarda önemsememiştim ama rüyalarım tekrarlandı. Rüyamda bir genç yanlış yolda olduğumu ve İslâm’a girmem gerektiğini söylüyordu. Bana abdest aldırıp beni camiye götürdü. İslâm’a girersem kurtulacağımı, girmezsem hem bu dünyada hem de ahirette kaybedenlerden olacağımı söyledi. Uyandığımda korku içindeydim. Bir camiye giderek rüyamı imama anlattım. El- Hac isimli imam bu rüyanın İslâm’a davet olduğunu ve Müslüman olmam gerektiğini söyledi. 1993 yılında bir Cuma günü cemaatin huzurunda Müslüman oldum. İmam, Moses olan ismimin Musa olmasını istedi. Bundan sonra da ismim Musa oldu. 27 Aileniz ve çevreniz nasıl karşıladı bu kararınızı? Hristiyan misyonerlerinin eylemleri ne zamandan beri devam ediyor? Haber yayılınca arkadaşlarımla, ailemle aram açıldı. Kendisi de rahip olan babam fikrimi değiştirmem için çok ısrar etti. Kararlı olduğumu görünce başka bir ülkeye gitmemi ortalıkta görünmememi istedi ama kabul etmedim. Beni mirasından mahrum etti. Kardeşlerim öldürmekle tehdit ettiler. Kilise tüm varlığıma el koydu. Parasız pulsuz kaldım bir anda. Müslüman kardeşler sahip çıktılar evlerini açtılar. Onların destekleri ile devam edebildim. Şunu belirtmek isterim ki Sierra Leone İngiliz sömürgesiydi. Dolayısıyla bu eylemler çok uzun süredir var. Bildiğiniz gibi Sierra Leone›nin en büyük hastaneleri Hristiyanlar tarafından inşa edildi. Çok sayıda ilk ve orta dereceli okul Hristiyanlara ait. Diğer taraftan çok fazla aktif enjiyoya (sivil toplum kuruluşu) sahipler. Dolayısıyla Müslümanların Hristiyanlığa geçmesini sağlamak için yaptıkları bu eylemler çok uzun süredir devam ediyor. İslâm ise Sierra Leone›de sadece Allah tarafından korunuyor. Müslüman olduktan sonra neler değişti hayatınızda? Öncelikle karanlıktan aydınlığa ulaştırdığı için Rabbime hamdolsun. Kendimi sorumlu hissediyorum insanlara karşı. Kimsenin o karanlıkta yaşamasını istemem. Doğru mesajı ulaştırmak istiyorum herkese. Bu yüzden “Why Islam” isimli kurumu kurdum ve tebliğ çalışmalarına başladım. Sık sık seminerler ve tartışma programları düzenliyoruz. Bunlar sadece Müslümanlar için değil kilise mensuplarını da davet ediyoruz. Camilere gidip vaazlar veriyoruz. Maalesef cahillik yüzünden Müslümanların imanı zayıf ve dış etkilere açıklar. Elhamdülillah ümmet aylayışı ise hâlâ ayakta. İmkânlarımız çok iyi değil kısıtlı ama bunlarla bir şeyler yapmaya çabalıyoruz. Hâlâ İncil okumaya devam ediyor musunuz? Elbette. Çok sık okuyorum. Kur’ân ile karşılaştırıyorum. Çok paralellikler var. Müslüman olduktan sonra da İncil’den hiç kopmadım, çünkü katıldığım tartışma programlarında İncil’den alıntılar yapıyorum. Bence İslâm zaten İncil’in içinde var. İncil’e gerçekten iman eden biri İslâm’a ulaşır. Ben tebliğ faaliyetlerimde İncil’den çok yararlanıyorum. Ülkenizdeki sosyo-ekonomik problemler nelerdir? Sosyo-ekonomik problemler gerçekten çok zor. Sierra Leone’de yaşam çok zor. Maaşlar çok düşük. İnsanlar sadece Hristiyan Katoliklere, Anglikanlara, Metodistlere bağlı kurumlarda çalışırlarsa iyi maaş alabiliyorlar. Devlete bağlı çalışanların maaşları çok düşük. Camilerde görev yapan imamların durumları daha da kötü. Sierra Leone’de yaşam gerçekten çok zor. Ülkenizdeki Hristiyan misyonerlerin amacı nedir? Ülkemizdeki Hristiyan misyonerlerin amacı Sierra Leone’de İslâm’ı tamamen ortadan kaldırmak. Bunu gerçekleştirmek için çok farklı şeyler uyguluyorlar. Çok fazla para harcıyorlar, fakir Müslümanlara ücretsiz eğitim veriyorlar. Tüm bunlara karşı Allah, İslâm’ın Sierra Leone’de ayakta kalması için yardım ediyor. Bu yüzden biz tüm İslâm dünyasından Sierra Leone’ye yardım etmesini istiyoruz ki bizler de bu insanlara kendi aktivitelerimizle etki edebilelim. Biz kardeş olarak bir araya gelirsek Allah’ında yardımıyla bu insanları kurtarabilir, böylece daha ileriye gidebiliriz. Ülkenizdeki Hristiyan misyonerlerinin İslâm’a karşı eylemleri nelerdir? Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı? Birkaçını söylemeye çalışalım: Müslümanlar üzerinde egemenlik kurmak için her türlü finansal ve materyalist esasları kullanıyorlar. Okullar inşa ederek başta çocuklar ve gençler olmak üzere Müslüman ailelere Hristiyanlığı öğretiyorlar. Sağlık merkezlerinde halkı ücretsiz tedavi ediyorlar. Müslüman ailelerin çocuklarına ücretsiz eğitim veriyorlar. Camilerin bulunduğu arazileri satın alıp Müslümanların ibadet merkezlerini yıkıyorlar, yerlerine kilise inşa ediyorlar. Ancak Allah tüm bunlara karşı Sierra Leone’de İslâm’ı koruyor. Batı dünyası ve kiliseler büyük binalar dikiyorlar, kiliseler yapıyorlar ama içleri boş kalıyor. Sonra bunları doldurmak için tebliğ çalışmaları yapıyorlar, ikinci el kıyafetler, gıda paketleri dağıtıyorlar. Onların maddi imkânlarına karşın bizim fazla bir şeyimiz yok. Ama İslâm hızla yayılıyor. Müslümanların sayısı artıyor. Geçen Aralık ayından bu yana 300’den fazla kişi Müslüman oldu. Üç odalı evimde on beş kişi beraber yaşıyoruz. Bu din ne sen ne ben Allah tarafından korunuyor buna zerre kadar şüphem yok. Türkiye’deki Müslümanların destek olmalarını, yardım etmelerini umuyoruz. 28 MAYIS 2013 YEDİ RENK YEDİ KITA Amadou İnossa - 10/F - Benin Şeyh Ahmed Muhamed Sannı Benin’den Şeyh Ahmed Muhammed Sanni İslâm adına birçok çalışma yapmış ve bu yolda çok zorluklar çekmiş bir alimdir. Çocukluk yıllarında yani küçük yaşlarda masraflarını karşılayabilmek için demir parçaları satmıştır. Bu kazandığı parayla hem okul hem de ailesinin ihtiyaçlarını giderebilmiştir. Kazandığı parayla birazcık rahatlayan Ahmet Muhammed artık kendini derslerine vermiştir. Okul çağında sınıfın en küçüğüdür. Ayrıca bu zamanlarda da babasını kaybetmiştir. Babasının vefatından sonra hocalarını babası gibi görmüştür. Onun hocası bölgenin büyük alimlerden birisiydi ve onun yanında hizmetler yaparak ilim toplamaya çalışmıştır. Yirmi beş yaşına gelince hocası oldukça ihtiyarlanmıştır. Bu durumda da namazı kıldıramadığı için Ahmed Muhammed’den bir cuma namazı kıldırmasını istenmiştir. Hocasının öğrencisi sadece o değildir. Kendisinden daha büyük öğrencileri de vardır. Bu nedenle namazı kıldırmak istemez. Ancak hocasının ısrarından sonra cuma namazı kıldırmıştır. Cuma namazı kıldırdıktan sonra artık hocası yokken namazları o kıldırmaya başlamıştır. Böylece hocanın vefatından sonra Benin’in Müslüman Birliği başkanı olarak seçilmiştir. Akabinde dinlerin kültür başkanı olarak seçilmiştir ve inanın İslâm adına çok çalışmıştır. Son olarak o, bulunduğu ülkede İslâmî faaliyetlerin ve İslâm ilimlerinin gelişmesi için birçok medrese açmıştır. Birçok cami yaptırmıştır. Köylere giderek İslâm adına birçok davet yapmıştır. Yaşı seksen olmasına rağmen çalışmalarına Benin’in Natitingou şehrinde devam etmektedir. 29 YEDİ RENK YEDİ KITA Abdullahi Ali İbrahim - 10/E - Somali Eğitim Farklılıkları Afrika’nın kuzeydoğusunda bulunan Arap ülkelerinden beyaz yıldızlı bayrağa sahip bir ülke olan Somali, zamanla değişen ve kaybolan dillere sahip olan uluslardan değildir. Bağımsızlığı 1960 yılında kazandı, ondan önceki durumlar farklıydı, ülkenin farklı yerlerinde uzun ya da kısa zaman süren bazı Somali imparatorlukları kurulmuştu, o imparatorlukların hepsi İslâm dinine bağlıydı. O zamanlar da İslâmî ve maddi öğrenmenin şekilleri şimdiki gibi değildi ama genelde benziyordu. İslâm dini o bölgeye kılıçsız ve savaşsız bir şekilde yayıldıktan sonra, Habeşistan ve onun gibi kâfir kavimlere karşı savaşılınca; bölgede islâm dininin yaygınlaşmasını ve Somali kavminin bölgesel hükümlülüğünün genişlemesini sağladı. İslâm eğitimi de yayılmaya başlamış, Kur’ân-ı Kerim öğrenmeye önem verilmiş. Somalice daha önce Arap harfleriyle yazılırdı, ama 1972 senesinde cumhurbaşkanı Maxamed Siyaad Barre, dilin Latin harflerine çevrilmesine destek ver- 30 MAYIS 2013 miştir. Önceki yüzyıllarda ise ya Arapça ya da Arapça gibi okunan, yazılan Somaliceyle eğitim verilirdi, o devlet devrildikten sonra iç karışıklıklar yayıldı, o zaman eğitim metodu nasıl değişmiş olabilir? Arapça, Somalice ya da İngilizce dilleriyle eğitim verilme zamanı geldi, öğrencinin istediği okula katılma hakkı vardı, Arapçayla eğitim veren okullar da çoğaldı, mesela benim kendi okulum - adı İQRA’ AN-NAMUUDAJİYYA - eğitimi Arapçayla veriyordu bütün okullar farklı dillerle eğitim vermelerine rağmen aynı dersleri veriyorlardı. Okulların geliş ve dönüş saatleri de aynıydı. “Subaxleey” yani sabahları giden, ”Galableey” ise öğleden sonra giden öğrencilerin özel adlarıdır. Mesela kendimden bahsedeyim. İlkokulda iken sabah Kur’ân medresesine gidiyordum, öğleden sonra ise saat 13.00’te okula gidiyordum, ders programları da şöyle idi: İlk üç ders 120 dakika -13.30dan 15.30’a kadar (120/3=40 dakika) sonra da teneffüs zili çalar, o anda ikindi namazı kılınır, süresi 20 dakikadır, sonra 4.derse geçeriz. 15.50-16.30 arası, 5.ders de 17.10’ a kadar. Okulların sınıfları 12 tanedir, altısı ilkokulu oluşturur, ortaokul da üç sınıftan, lise de üç sınıftan oluşur. Ortaokul ve lisenin öğrencileri sabahları giderler, ortaokulun dersleri şunlardır: İslâm eğitimi, Arapça, Somalice, Mevad, Ulum, Matematik ve İngilizce. Lisede de aynı, ama dersleri yukarıdaki söylediğimizden çoktur, sayıları 10 tanedir. Mevad dersi yani coğrafya ve tarih, ulum ise kimya, fizik ve biyolojidir. İlk ve ortaokullarda da verilen mevad ve Saynis (Ulum) lisede çoğalır, bazı okullarda ise Cilmiga Bulshada denen ticaret ve eko- nomi ile ilgili ders verilir. Sabah sınıfa girilmeden önce (dhaabuur) programı yapılır, yani her gün bir sınıfın beş altı öğrencisinin öğrencilerin önünde yapması gereken bir programdır. Ftitaax (Kuran okuma) ile başlar, ikhtitaam (bitirmek için Kur’ân okuma) ile bitirilir. Şimdi İstanbul’daki FSM okulumuzda öğrenmek tabii ki bundan farklı. Somali’ de derslerin bir arada verilmesine alışmıştık. Verilen dersleri karşılaştırırsak; sayısal ve eşit ağırlık şeklinde ayrılma sistemini burada gördük. Oysa MUQDİSHO’da hepsini görüyorduk. Derslerin listesi ya da programı tablodaki gibidir. 31 YEDİ RENK YEDİ KITA Eltaç Aliev - 9/F Gürcistan Benim adım Eltaç Aliev, Gürcistanlıyım. Gürcistan, 1991’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Ülkemizin % 10’u Müslüman’dır ve yalnız köylerde Müslüman halk yaşamaktadır. Bu yüzden köylerde mescid var. Şehirlerde ise daha çok kilise var. Gürcistan’ın yaklaşık %80’i dağlıktır. Ülkemiz kuzeyden ve güneyden dağlar ile çevrilidir fakat tarıma elverişli büyük ovalar var. Gürcistan’ın batısında yarı tropik iklim görülür. Doğusunda ise kara iklimi görülür. Likhi dağları ülkemizi ikiye böler. Bu yüzden iki farklı iklim görülür. İklim ve coğrafyası ile Gürcistan çok güzel bir yerdir. İnsanların ilgisini çekecek kadar ormanlık bir ülkedir. Kendine özgü bir bitki örtüsüne sahiptir. Büyük kısmını meşe, çam, kayın, ceviz ve fındık ağaçları oluşturur. Ormanlarımız ülkenin yaklaşık %35’ini kaplar. Gürcistan, çok sayıda akarsuya sahiptir. Bu akarsulardan daha çok elektrik üretilmektedir. Ayrıca, ülkemizde 850’den fazla göl vardır. Şifalı su kaynakları da bulunmaktadır. İnsanlar bu suların insanlara çok faydası vardır. Bazıları insanların hastalıklarını vücutlarından çıkartıyor. Köylerde yaşayan insanlarımız çiftçilik yapıyorlar. Sebze ve meyve yetiştiriyorlar. Bazıları hayvancılık yapıyorlar. Köylerde 32 MAYIS 2013 okul var fakat okullara çok bakılmıyor. Çocuklar 6-7 yaşlarında okula başlıyor. Çocuklar en fazla dördüncü sınıfa kadar okula gidiyor. Gürcistan, zengin manganez yataklarına sahiptir. Ayrıca bakır ve demir madenleri vardır. Obsidian, arsenik ve akik taşı gibi minerallere de sahiptir. Ülkemizde yaklaşık 300 milyon ton kömür rezervi bulunmaktadır fakat kaliteli değildir. Gürcistan enerji kaynakları açısından yetersiz bir ülkedir. Bu nedenle dışardan ihtiyacını karşılamaktadır. Gürcistan’ın doğusunda bazı petrol yatakları bulunmaktadır. Gürcistan, önemli maden suyu kaynaklarına sahiptir. Ülkede su üreten çok kaynak bulunmaktadır. En bilinen kaynaklar ülkenin ortasındaki Borjomi’de bulunmaktadır. Gürcistan’da düğünler üç gün oluyor. Düğünlerde 5-6 çeşit yemek yapılıyor. Yemekleri birlikte yedikten sonra eğlence oluyor. Çocuklar birlikte oynuyor. Düğünlerde şöyle bir şey oluyor: Evlenmek isteyenler düğünlerde seçiyor. Sonra annesini evlenmek istediği kızın evine gönderiyor. Erkekler en fazla 25 yaşına kadar bekliyor. Kızlar ise 18 yaşına kadar. Bu yaştan sonra evlenmeyen ise evde kalıyor. YEDİ RENK YEDİ KITA Muhammed Emin Ayhoca - 10/G Muhammed Polat - 9/E Avrasya’nın Kalbindeki Ülke Kazakistan Kazakistan orta Asya da yerleşen büyük devletlerden biridir. Yüz ölçümü olarak dünyada dokuzuncu sırada yer almaktadır. Başkenti Astana’dır. Nüfusu ise 18 milyon’dur. % 70’i Kazaklar % 21’i Ruslar kalan % 9’u ise farklı milletler oluşturur. Kazakistan’ın para birimi Tenge’dir. Kazak sözcüğü “sert, özgür, yiğit” anlamına gelir. Kazak insanları cana yakın misafirperver ve kültürüne önem veren insanlar olarak tanıya biliriz. Kazakistan’da Çok çeşitli ve güzel yemekler yapılır. Bunlardan Beşparmak, Mantı, Narın, Köje, Kuırdak, Palau, Tuşpara, Dolma en önemlileridir. En önemli içeceklerimiz ise kımız, kımran, ayran, ve şalaptır. oyunudur. Aşık, hayvanların arka ayak kemiklerini birbirine bağlayan küçük kemik parçasına denir. Başlıca aşık oyunları şunlardır: Alşı, ompa, han, ketsin, kantalapay. Kazakistan’da okul olarak üniversite, kolej ve lise çoktur. Eğitime önem verilmektedir. Kambar Batır Destanı Kazak Türklerinin milli destanıdır. Kazakların gelenekleri ile bozkır hayatına dair bilgiler taşır bu destan. Destanın konusu Kazan Han’ı Azimbay ile Kalmuk Han’ı Karaman arasında geçen mücadeledir. Kazakistan’ın zengin doğal kaynakları vardır. Tarım ve hayvancılığa uygun geniş araziler çoktur. Petrol, doğalgaz, uranyum, demir ve kömür kaynakları bulunmaktadır. Yazın sıcak, kışın çok soğuk bir ülkedir. Halkın çoğunluğu Müslüman diğerleri Hristiyan. Orta Asya’daki en büyük cami Kazakistan’dadır. Hz. Sultan Cami başkent Astana’dadır. Kazakistan’da milli ve dinî günler bayram gibi kutlanır. Çeşitli nedenlerle düzenlenen eğlencelere “toy” adı verilir. Doğum günü, Şildehane, dilaçar, sünnet, askere gönderme, düğün, altın ve gümüş yıl gibi önemli günleri ile dinî bayramlar toylarla kutlanır. Bu kutlamalarda çeşitli oyunlar oynanır ve yarışlar düzenlenir. Bu oyunlar nesilden nesile aktarılmaktadır. Bu oyunlara Kazaktın Ulttık Oyunları (Kazakların Milli Oyunları) denilir. En önemli müzik aletleri dombra, kobız’dır. Spor Kazakistan’da çok gelişmiştir. Kazakistan’ın milli oyunlarından biri at oyunları. At oyunlarının bir sürü türleri var. Örneğin; at üstü koşturma, at üstünde güreş, kokbar vs. Deve güreşi diye bir güreşte var. Biz de en çok oynanan oyunlardan biri aşık Kazakistan da çok ünlü ilim adamı ve yazarlar var. Onlardan biri de Hoca Ahmed Yesevi’dir. Hoca Ahmed Yesevi bütün dünyada tanınmıştır. Onun en önemli eseri Divan-ı Hikmet’tir. Hoca Ahmed Yesevi’nin İslâm’a önemli katkıları olmuştur. 33 YEDİ RENK YEDİ KITA Baba Ousmane - 9/F Orta Afrika Cumhuriyeti Kuzeyde Çad, doğuda Sudan, güneyde Zaire ve Kongo, batıda Kamerun ile komşudur. Denizden 480 km uzaklığı vardır. Orta Afrika Cumhuriyeti, Afrika kıtasının iç kesiminde kalmaktadır. Başkenti Bangui’dir. Nüfusu yaklaşık 4,4 milyondur. 622,984 km2 yüzölçümüne sahiptir. Ülkemizde en çok Fransızca (resmi dil) ve Sango konuşulmaktadır. Etnik yapısında Yakoma, Ubangiyen, Sara, Mbum, Gbaya, Banda toplulukları bulunmaktadır. Bağımsızlığını 1960 yılında kazanmıştır. 13 Ağustos bizim İstiklâl bayramımızdır. Bugünde bütün kurumlar tatil edilir. Kutlamalarda marşlar söylenir, öğrenciler gösteriler yapar. Ülkemizde ilkokul altı yıldır. Okuldan diploma alabilmek için ülke genelinde yapılan sınavı geçmek gerekir. Okullarda Fransızca eğitim yapılmaktadır. Seçmeli dil olarak İngilizce, İspanyolca okutulur. Liseden ülke genelinde yapılan sınavla mezun olunur. Sınavda başarılı olanlar üniversiteye devam edebilirler. Ülkemde Boali denilen şehirde timsahlı göl bulunur. Yine aynı şehirde nehir üzerinde şelale de bulunmaktadır. Koko Orta Afrikalıların en çok sevdiği yemektir. Ben Türkiye’de en çok koko yemeğini özledim. 34 MAYIS 2013 YEDİ RENK YEDİ KITA Silajiding Zulikaer - 9/C Doğu Türkistan Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi, Doğu Türkistan olarak da adlandırılır. Güneyde Tibet Özerk Bölgesi, güneydoğuda Çinghay ve Gansu eyaletleri, doğuda Moğolistan, kuzeyde Rusya, kuzeybatıda Kazakistan ve batıda Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan kontrolündeki Keşmir’le komşudur. Doğu Türkistan’ın doğal güzellikleri çoktur. Geçmişten kalma pek çok eski eser bulunmaktadır. Mesela Kaşgarlı Mahmut’un türbesi aynı ismi taşıyan Kaşgar’da bulunmaktadır. Turistlerin de en çok gezdiği yerlerin başında Kaşgar gelir. Dünyanın ikinci büyük çölü Taklamakan, Doğu Türkistan’dadır. Taklamakan Çölü’nde bulunan “toğrak” ağacının üç bin yıl yaşadığı söylenir. Taş gibi sert olan ağacın içinde az miktarda su bulunmaktadır. Bu sebeple uzun süre yaşadığı söylenir. Taklamakan Çölü’nde Uygur devletinden kalma “Kıroran” isimli antik bir şehir bulunmuştur. Buradan çıkan bir çok eser Doğu Türkistan’daki müzelerde sergileniyor. Uygurların en sevdiği yemeklerden biri de “polo” denilen Uygur pilavıdır. İçinde büyük et parçaları ve havuç bulunur. “Loğman” da bir başka sevilen yemektir. Yemeğin içinde et ve çeşitli sebzeler bulunur. Doğu Türkistan’da en sevilen işlerden biri de kartalla tavşan avıdır. Ülkemiz yüksek dağların bulunduğu bir ülkedir. Bunlar Altay, Tanrı ve Karakurum dağlarıdır. 35 YEDİ RENK YEDİ KITA Almanya İkinci Vatan Arnavutluk Balkan Kartalı Avusturya Karlı Dağlar Ülkesi Benin Kardeşlik, Adalet, Çalışma Demoktarik Kongo Cumhuriyeti Birlik, Çalışma, Gelişim Doğu Türkistan İlim ve Edep Ülkesi Fas Atlas Aslanı Fildişi Sahilleri Birlik, Disiplin, Emek Kabardin Balkarya Kafkasya’nın Kalbi Kamerun Barış, Çalışma, Vatan Karadağ Mertlik ve Yiğitlik Kazakistan Sadece İleri Liberya Gökyüzü ve Deniz Macedonia Balkanların Güneşi Madagaskar Yeşil Ada Malavi Birlik ve Özgürlük Orta Afrika Cumhuriyeti Dünyanın Kalbi Senegal İkram Ülkesi SierraLeone Aslanların Ülkesi Sırbistan Verimli Toprakların Ülkesi Ürdün Antik Şehirler Ülkesi 36 MAYIS 2013 Türkiye Lider Ülke Dağıstan Dağların Ülkesi Cezayir Şehitlerin Ülkesi Burkina Faso Mutlu İnsanların Ülkesi Bosna Bosna İçin İnguşetya Yüce Dağların Ülkesi Gürcistan Periler Ülkesi Gine Conakry Sular Cenneti Gine Bissau Birlik, Çaba, İlerleme Kosova Balkanların Tâcı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Akdeniz’in Yıldızı Kuzey Osetya Mavi Suların ve Yeşil Dağların Ülkesi Kırgızistan Kartalların Ülkesi Moğolistan Orta Asya Kaplanı Mozambik Med Cezir Ülkesi Nijer Kardeşlik, Çalışma, İlerleme Mali Tek Beden, Tek Hedef, Tek İnanç Sudan Cesaret ve Cevher Ülkesi Togo Çalışma, Özgürlük, Anavatan Uganda Afrika’nın İncisi Somali Afrika’da İslam Minaresi Yunanistan Adalar Ülkesi 37 YEDİ RENK YEDİ KITA Saime Ekin - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Eskimeyen Hatıralar Neydi bizi böyle bir araya getiren… Belki bir kelime belki bir mana iklimi. Belki uzak bir ney sesi derinden, yanık ve dertli. Neydi yanık böğründen gelen kamışın anlam kazandığı, vücud bulduğu… Belki bir hayal, ütopya ya da gerçek. Bir gönül birliği, kardeşlik bağı veya tekçilikten hepimizciliğe... Onlar çocuktu; kimisi okyanusun yanında derinlere dalar, hayal kurar; kimisi gönlü maden gibi, altın kadar değerli kalbini keşfetmeye çalışır. Kimisi ise Balkanlarda duymaz özler Bilal-i Habeşi’nin ezanını. Umutlar dört duvar arasında taşınamayacak kadar ağırdı. Uzak ülkelerdeki minik yüreklerinde kocaman kalplerinde taşıdıkları kocaman umutlar… Kimisi kendi ülkesine garip, kimisi yabancı birbirine. O çocuklardı geleceğin yıldızları. Onlardı farklı iklimlerde renklerde birbirlerinden habersiz… Biz tanımazdık onları onlar da bizleri. Bizi bir araya getiren yel değirmeni bu defa yönünü bize döndürmüş ve bizler yedirenk ve yedi iklimler içerisinde 38 MAYIS 2013 Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmamHatip Lisesinde buluştuk. Bir bavulla gelen yolculuk bir hazineye döndü uçsuz bucaksız hayallerde ve kalplerde. “Merhaba, nasılsın?” ile başlayan tanışma cümleleri kendini duygu yüklü mana denizlerine bırakıyordu. İlk tanışmalarda çocukların gözlerindeki “Bu öğretmenin dilini ben bilmiyorum, o da benimkini; biz nasıl anlaşacağız?” olan ifade açıkça okunuyordu. Aynı kaygı bizde de vardı elbet. Fakat bir öğretmen ve bir öğrenci arasında farklı bir dil vardır belki bu dil sevgi diliydi. Mesela geçen sene okulun ilk açıldığı günlerde Moğolistanlı öğrenci Ayadar ile Malavyalı öğrenci Razzak derste sürekli konuşurlardı. Ben de sık sık sessiz olun diye uyarınca dikkat ettim ikisi arasında hiçbir ortak dil olmamasına rağmen nasıl anlaşıyorsunuz dediğim de onlar da gülüyor cevabı bilmiyordu. Duyguların diliyle anlaşıyorlardı galiba… Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep İlk zamanlar diller karışır ve kendi dil mantıklarıyla konuşunca komik hadiseler de olmuyor değildi. “Kalabalık” kelimesini her şeyin çokluğuyla anlamlandıran öğrencilerimizden bir misal: “İstanbul’da kediler çok kalabalık Hocam!” demeleri güldürmüştü hepimizi. Başı ağrıyan bir öğrenci bir gün “Hocam kafam ağrıyor.” dese de biz onları anlıyorduk onlar da bizi. Yemek kültürümüzde sıkça yapılan Menemen yemeğini “Ne kadar tuhaf domatesle yumurtayı karıştırmışlar!” diye yorumlaması keyifliydi. Yine başka bir örnek başka bir kelime yapma telaşı… İshak Ahmet döner alırken poşet isteyecek fakat poşetin adını bilmiyor peki nasıl söyleyecek. Hemen aklına gelen “ekmek elbisesi” tabirini söyler. Tabi en zoru telaffuz yıllarca oturmuş bir şiveyi değiştirmek, ağız yapısında yeni sesler çıkartmak çok zordu. Maalesef İsmail İssak’ın talihsizliği C harfini çıkaramamasına rağmen 9/C sınıfında olmasıydı. Ne yazık ki beni her koridorda gördüğünde benim “Sen geçen sene hangi sınıftaydın!” diye soruma cevap vermek zorunda kalmasıydı ve ben böylece şu talihsiz C harfini çıkartmaya çalışıyordum. Dil hataları, eksiklikler yok değildi. Ama edep bunlara perde oluyor ve edep ülkesine doğru hızlı adımlarla olan yolculuk farklı atmosfer oluşturuyordu. Elbette yeni ülke farklı yemek kültürü alışılması zordu. Ahmed Yunus’un bir yorumu hoşuma gitmişti. Nihayetinde isteyenler edebiyatı aracı kılıp “edb”e ulaşsın; isteyenler mana yüklü ve mutlu bir “edeb” ülkesinde yaşasın. Bir şairin dediği gibi: Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep 39 YEDİ RENK YEDİ KITA Arafat Mukiibi - 10/F - Uganda Anlatılmaz Yaşanır O zamanlar uçak fobim vardı, uçaktayken karnım zil çalıyordu ve bu yüzden kahvaltı yapma ihtiyacı duydum. Bal ve ekmek dışında geriye kalan yiyecekleri o zamana kadar hiç görmemiştim. Öncelikle eskiden yaptığım gibi balı ekmeye sürüp yedim ama ekmeğimi bitirdiğim anda en son verilen paketlerde çikolata ve peynir varmış. Ama ekmeğim bal ile bittiği için ekmeksiz yemek zorunda kaldım. O zaman bana her şey acayip geliyordu. Havaalanına ulaştığımızda bizi karşılamaya gelen bir kişi vardı. Bizi havaalanından okulumuza kadar götürdü. Okula nasıl gittiğimi sorarsanız size cevap veremem çünkü hatırlamıyorum. En azından hatırladığım kadarıyla metro ve taksiye bindiğimi hatırlıyorum. Okula ulaştığımda hayretler içinde kaldım. Saray kadar büyük bir okul, eski, büyük ve sağlam bir okuldu. Bahçeye girdiğimiz zamanda in cin top oynuyordu. Büyük bir endişe ile binaya girdim ama kafama takılan bir konu vardı. O konuda insanlarla nasıl iletişim kuracağımdı. Çünkü Türkçeyi bilmiyordum sadece İngilizceyi biliyordum. Okulun idaresi ile anlaşabilmek için hem Türkçe hem de İngilizce bilen bir öğrenci çağırdılar. Türkçeden İngilizce çevirme esnasında Türkçeyi ilk kez duydum ve bu dili hayatım boyunca konuşamayacağımı zannettim ama yanılmışım. Türkçe konusundan başka şaşırdığım bir diğer konu ise yemek konusuydu. İlk başlarda yemek kültürünü Afrika’daki gibi olacağını düşünüyordum, yemekhaneye girdiğimde ilk gördüğüm ekmek olmuştu. Daha sonra anladım ki Türkler ekmeği çok seviyor ve tüketiyorlardı. Benim ülkemde ekmek sadece sabah kahvaltısında tüketiliyordu. Ertesi 40 MAYIS 2013 gün derslere başlamak için hazırlanmaya başladım ama tereddüt ettiğim bir konu vardı. Tereddüt ettiğim konu, yeni bir ortama nasıl alışacağım ve nasıl davranacağımdı. Zamanla Türkiye’deki ortama ayak uydurmayı başardım. Gerçekten çok zor bir işti. Düşünsenize dilini, kültürünü bilmediğiniz bir ülkeye gidiyorsunuz ve oraya ayak uydurmaya çalışıyorsunuz. Gerçekten kolay bir iş değil. Türkiye’ye gelmeden önce ülkemdeki insanlar benim Kayseri’ye gideceğimi, saat bire kadar okulda ders göreceğimi, takım elbiseyi okul forması olarak giyeceğimi, bilgisayarlardan eğitim göreceğimi söylemiş olsalar da bunların hiçbir olmadı. Çünkü ben İstanbul’da okuyorum Kayseri’de değil. Bir diğer olay ise farklı ülkelerden, farklı dillerden ve farklı kültürlerden arkadaş edinmemdi. Bazı isimleri telaffuz edemediğim için biraz zorlanmış olsam da zamanla doğru telaffuz etmeyi öğrendim. Gerçekten başta müdürümüz ve öğretmenlerimiz bize oldukça önem gösterdiler ve ilgilendiler. Bu okulda Türk öğrencilerin olması hem misafir öğrenciler hem de benim için büyük bir avantajdı. Çünkü onlarla beraber Türkçe konuşabiliyorduk. Bu nedenden dolayı Türkçemizde büyük bir yol aldık. Türkçeyi öğrendikçe insanlarla daha iyi anlaşabiliyor ve derdimi rahatça karşıdaki insana anlatabiliyordum. Derken gel zaman git zaman, göz açıp kapayıncaya kadar zaman çok çabuk geçti. Benim Türkiye’de yaşadıklarım öyle kısa bir şekilde anlatılacak bir olay değildir. Hani derler ya “Anlatılmaz Yaşanır’’ işte benim Türkiye’de yaşadıklarım bu cümle gibidir. YEDİ RENK YEDİ KITA Ayşe Gülsüm Ünsal - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Yollarda... Bir okul… Kapıları açan, adı Fatih, yolu Fatih, yolcusu Fatih olan. Öğrenicilerin değil talep edenlerin koridorlarda koşuştuğu… Ânı dolduran değil vakti bereketlendiren adımlarla yürünen koridorlar... Her bir köşesinde dilimizin ve dinimizin izleri… Vücut dili ile ancak anlaşabilen güllerin bülbülleştiği bir mekân… Hayal bu ya, neden olmasın? Hayal ve dua ile çıktık yola. An itibariyle hayalden gerçeğe yol alan hedefler mevcut bazıları içinse emek ve dua elzem. Günler su gibi akıp giderken geçen seneden bu yana çok şeyi de değiştirdi. Biz “kendi” kelimesinin anlamını öğretiyorduk geçen sene. Bu sene bir bakmışız “kendini bilmek” üzerine uzun cümleler kuruyor çocuklarımız. Bir iki kelimeyi yan yana getirip cümle kurabildikleri için birbirini alkışlayan eller, “Zulmü Alkışlayamam!” diyen dillere dönüşmüş. Bunlar belki bir kâğıt parçasından zihne aktı şimdilik. Duamız, umudumuz, çabamızın ruha yerleşmesi; mazlumun yanında durabilmenin, kardeşliğin bir hayat tarzına dönüşmesi. Dönem boyunca çocuklarımızla çalışırken bazılarının edebiyata meraklı olması mutlu ediyordu bizi. Kiminin yaradılıştan gelen bir merakı vardı okumaya ve hissettiklerini anlatmaya kimisi ise pek ilgili değildi. Biz, Türk Dili ve Edebiyatı zümresi olarak hepsine yol açmaya çalıştık. Yol açan bizdik, düşe kalka yürüyen onlardı okuma-yazma yolunda. Bestelenmiş şiirleri hep bir ağızdan söyledikleri derslerden sonra daha uzun, upuzun şiirler ister oldular. Hatta kendi aralarında yarışa dönüştürdükleri için keyifli bir hâl almaya başladı şiir ezberi yapmak. Bu sene kütüphanemizi faaliyete geçirdik. Her gün üç öğrenci nöbet tutuyor ve alınan- verilen kitapları takip ediyor. Okuma isteğini artırmak için çok daha zengin bir kütüphaneye ihtiyacımız var. Yatılı okulda eğitim görmek yazmayı ve okumayı besleyen bir durum aslında. Yatılı okulda okurken yalnızlığını, hüznünü yahut mutluluğunu kâğıt kaleme döken ilk önce kendi ruhuyla paylaşan pek çok sanatçı sayabiliriz. Sezai Karakoç, Tarık Buğra, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim bunlardan yalnızca birkaçı. Okuma ve yazma sık yapılınca artık birer eylemden çıkıp ih- tiyaca dönüşebiliyor. Bizim de amacımız, niyetimiz tüm öğrencilerimizin okuyan, okuduğunu anlayan, anladığını yorumlayan ve en sonunda da üretebilen bireyler olmaları. Bütün bunlar bazen yaradılıştan gelir ama çoğunlukla gayretle elde edilir. “Canım İstanbul”a gelip “Uzun İnce Bir Yol”da yürüyen çocuklarımıza hayatta karşılaşabilecekleri olayları kompozisyonla, öyküyle, romanla; nezaketi, inceliği şiirle vermeye çalışıyoruz. Sonra bir bakmışız zamanla kendi elleri kalem tutar olmuş inşallah. Zaman hem dostumuz hem düşmanımız belki ama kısa vadede alınan sonuçların kalıcı olmayacağı da aşikâr. Ulaşılması gereken asıl hakikat için şiirler, öyküler, cümleler, kelimeler, harfler birer vasıta ve yol çok uzun. Yolda olmak; kader birliği etmek, uzaklaşmak, yakınlaşmak, yorulmak, mola vermek, üşümek, terlemek, kaybolmak, dua etmek ve en önemlisi teslim olmak demek. Biz de her birini yaşayarak, hissederek yollardayız... 41 42 MAYIS 2013 SİZE GELSEK... BİZBİZSİZE GELSEK BİZ SİZE GELSEK BİZ SİZE GELSEK Hamza Souley - 10/D - Benin Hoş Geldiniz “KODO” Kültür denince bir toplumunun yaşam tarzı aklımıza gelir. Benin’de birçok toplum yaşadığı için farklı kültürler de bulunmaktadır. Size bu kültürlerden birinin nasıl misafir karşıladığını anlatacağım. Bu yazının başlığında yabancı bir kelime yazıldı: ‘’kodo’’. Pularca’da ‘’misafir’’ demek. Kısaca ‘’kodo’’nun etimolojisine bakarsak, ‘’kodol’’dan yani ‘’konmak’’tan gelen bir kelimedir. Yani nasıl kuşlar ağaçtan ağaca konar, konuk da kuş gibi evlere konar. Dilimiz de Türkçe ile aynı mantığı kullanır ve ‘’kodo’’ da evlere konuk olur. Bu nedenle ‘’kodo’’nun gerçek manası bir kuşun konması gibidir. Konduğu ev, gidene kadar “kodo”nun yuvasıdır. Acaba bizim kültürümüzde ‘’kodo’’ nasıl karşılanır? BİZ SİZE GELSEK İlk olarak ‘’kodo’’yu kapıda karşılayıp çantasını misafirhaneye götürürüz. Sonra ona hasır ve içecek su getirip onunla sohbet etmeye başlarız. Çok yorgunsa misafirhanede dinlenmesini teklif ederiz. Bir saat içinde ona yemek ikram etmeliyiz çünkü aç olabilir. Ayrıca bu dinleme zamanında ona bir arkadaş buluruz. Bu arkadaş ona yardımcı olur. Onunla gezilere gidebilirler. Ev halkından seçtiğimiz bu arkadaş sanki kılavuzdur. Akşam geziden dönünce herkes oturma salonuna gelip konukla sohbet eder. Onun için özel şeyler hazırlanır ve diyebiliriz ki o gün misafirimiz evin göz bebeğidir. Misafirimizin mutlu olması için uğraşır herkes. Kültürümüzde misafir çok önemlidir ve herkes ona saygı göstermek zorundadır. Ebubekir Hamza - 10/D - Kamerun Kamerun’da Misafirlik Dünyada çeşitli kültürler bulunmaktadır. Her kültürün de sosyal yaşam tarzı vardır. Misafir karşılamak da kültürü yansıtan en önemli eylemlerden biridir. Kamerun’da evimize bir misafir geldiğinde, önce ona su içmek isteyip istemediğini sorarız, bazen de ona sormaksızın su getiririz. Çünkü insanlar genelde bir yolculuktan gelince susuz oluyor. Ondan sonra yatılı kalacaksa ve ihtiyacı varsa banyo yapmasını teklif ederiz. Kalmayacaksa da hemen ona 44 MAYIS 2013 yemek hazırlarız. Sohbet ederek onu rahatlatırız ki kendini evinde gibi hissetsin. Yorulmuş olduğunu fark edersek, onu tek başına misafir odasında bırakırız uyusun diye. O zaman içerisinde yemek hazırlarız. Kalktığında beraber yemek yeriz. Yemekte sohbet etmeye başlarız. Ona ailesini, işinin nasıl gittiğini sorarız. Yemekten sonra biraz otururuz. Gideceği zaman mutlaka ona kapının önüne kadar refakat ederiz. Kalacaksa güzel ve temiz bir yatak hazırlarız. BİZ SİZE GELSEK Cemal Hot - 10/D - Karadağ Özel Biri mi Geliyor? Bir Cuma günü sabah uyandım, mutfağa gittim. Annem yemek hazırlamış temizlik yapıyordu. Anneme, “Ne oluyor burada kimin için hazırlık yapıyorsun, özel biri mi geliyor?’’ dedim. Annem: “Evet oğlum misafir gelecek ve bizde misafir özeldir.” dedi. BİZ SİZE GELSEK Karadağ’da pek çok insan mantı sevdiği için annem mantı yapmıştı. Tatlı olarak da baklava yapmıştı. Anneme yemekten sonra ne yapacağımızı sordum. “Müzik eşliğinde kahve içeceğiz.” dedi. İşler bittikten sonra en güzel kıyafetlerimizi giyip misafirimizi beklemeye başladık. Ahmet Deniz - 10/E - KKTC Şeftali Kebabı Misafir ağırlamak, Kıbrıs’ta önemli bir meseledir. Kıbrıs’ta misafir ağırlama kültürü vardır. Misafirler ağırlanırken öncelikle en kıdemli ve yaşlısı en saygın kişi olarak görülür. Misafirler ziyaret edecekleri aileyi arayarak müsait olup olmadıklarını sorarlar. Sonra ev sahipleri hazırlık yapmak amacıyla kimisi evi tertiplerken, kimisi de ikram hazırlığı yapar. Misafirler öncelikle kahve ile karşılanır. Bunun yanında gül, harnup şerbeti yanında macun ikram edilir. Özellikle ceviz, karpuz, turunç, bergamut, hurma, incir, patlıcan macunları en ünlü macunlar olup özenerek hazırlanır ve güzel bir şekilde misafirlere ikram edilir. Yaz mevsiminde limon, mandalina gibi turunçgillerden özenerek hazırlanmış olan şerbetler ikram edilir. Kıbrıs’ta misafire ikram edilen bir yemek türü de “Şeftali Kebabı”dır. Bu Kıbrıs’a özgü bir yemektir. Yazın sıcak dönemlerinde evlerin verandasında, bahçesinde veya balkonunda misafirlere ikram edilir. Kıbrıs Türk gelenek, görenek ve adetleri özellikle köy kısımlarında düğün, sünnet törenleri ve bayramlarda öne çıkmakta ve her zaman yaşatılmaya çalışılmaktadır. 45 BİZ SİZE GELSEK Ayder Yerlik - 10/H - Moğolistan Sütlü Çay ve Beyaz Yiyecekler Bizim ülkemizde bir eve misafir geldiğinde ilk olarak onlarla selâmlaşılır sonra muhabbete başlanır. Sohbetin tatlı olması için ne varsa ikram ederiz. Misafirlerimizin baş köşeye oturmasını isteriz. İyilik anlamına gelen sütlü çay ve beyaz yiyeceklerle masayı doldururuz. Akşam olduğu zaman misafirlerimize hangi etten yemek istediğini sorarız. Yani büyük ve küçükbaş hayvanlardan seçtiririz. Ondan sonra misafirlerimize dua ederek seçtiği hayvanı kurban ederiz. Misafirlerimiz evde kendi evindey- BİZ SİZE GELSEK miş gibi davranabilirler. Misafirlerimize evimizde konaklayabileceklerini söyleriz. Eğer kabul ederlerse yatağı güzel şekilde hazırlarız. Mutfağı evde kalacak kim varsa hep beraber temizler ve sessizce yataklarımıza geçeriz. Sabah olduğunda hep beraber kalkar, eksiksiz olarak kahvaltıyı hep beraber hazırlar ve yaparız. Misafirlerimizin ayrılma vakti geldiğinde misafirlerimiz bizi kendi evlerine davet ederler ve o anı daha sonra tekrar hatırlamak için birbirimize hediyeler veririz. Muhammed Şibli - 10/D - Sudan Sudanlıların En Sevdikleri İş Sudan’da misafir demek Allah’ın sana yaptığı sınav demektir. Bu sınav senin ne kadar cömert olduğunu ve Allah’ın emirlerine uyup uymadığını anlama sınavıdır. Bu nedenle biz misafirimiz için elimizden geleni yapıyoruz ve onun bizden mutlu ayrılmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bu açıdan eğer bir aileye misafir gelirse bütün aile harekete geçer, kimi o misafir için evde güzel yer bulmaya çalışır, kimi yer hazır oluncaya kadar onunla biraz dolaşır. Di- 46 MAYIS 2013 ğer taraftan anne o misafirin seveceği bütün şeyleri hazırlar. Misafir oturur ve annenin ona hazırladığı yiyecekler ona gelmeye başlar ve ailenin diğer kişileri onunla muhabbet eder. Böylece bütün aile işi paylaşmış olur ve o gün aile için en iyi günlerden biridir. Çünkü Sudanlıların en sevdikleri iş misafir ağırlamaktır ve bilindiği gibi herkes sevdiği işi yaptıktan sonra mutlu olur. BİZ SİZE GELSEK Amir Karaj - 10/C - Arnavutluk Jashar Bimbashi - 10/H - Arnavutluk Ev Arnavut’un Olmadan Önce Bizde bir söz vardır: “Ev Arnavut’un olmadan önce, Allah’ın ve dostundur.” Bu sözden anlıyoruz ki Arnavutlar konuk severliğe çok değer ve önem veriyorlar. Arnavutlar için misafirperverlik sonsuzdur. Eğer birisi bir eve misafir olarak giderse, o adam ev sahibinin hemen koruması altında giriyor ve o evden çıkıncaya kadar ev sahibi onu koruyor. Misafir konakladığı evden çıkmadan ona kötü söz söyleyen ev sahibine söylemiş olur. Her evde misafirler için özel bir oda vardır. Misafirlerimizin yanında ev sahibi kalır ve her zaman şeker, lokum, limonata ikram eder. Misafir arzu BİZ SİZE GELSEK ederse kahve de ikram eder. Misafir yemek yemeden evden çıkamaz. Ev sahibi misafiri bırakmaz ta ki evin hanımı yemekleri hazırlayıncaya kadar. Genelde bizim geleneksel yemeklerimizi pişiririz. Etli tavası, pilav, börek, fli, pide ve farklı tatlılar revani, baklava gibi. Akşam yemeği gelince beraber sofraya otururuz ama evin hanımı oturmaz çünkü hizmet eder. Misafir kalkmadan ev sahibi yemekten kalkmaz. Yemekten sonra çay ve bisküvi ikram ederiz. Sonra da meyve ikram ederiz. Yatma zamanında misafirimize güzel ve temiz bir yatak hazırlarız. Sonra misafirimizi orada yatırırız. Halid Amir - 10/D - Ürdün Misafir Olarak Gelen Kişi Kral Olarak Döner Ürdünlüler kerem ve ikram ile tanınır. Ürdünlünün evine gelen misafir evine mutlulukla döner, üzülerek dönmez. Bize misafir gelir gelmez evde anormal şeyler olmaya başlar. Misafir olarak gelen kişi kral olarak döner. Misafir gelecek diye bize haber gelirse anneler yemek ve helva hazırlamaya başlar. Babalar çarşıya çıkıp meyve getirir. Misafire bir oda ayarlarlar. Misafir gelir ve hoş bir selam ile karşılanır. Eve girer girmez babadan sonra en büyük kişi kah- ve getirip misafire ikram eder. Kahve içerken baba soru sormaya başlar. ‘’Nasılsın? Ailen nasıl? ‘’ gibi sorular sorulur. Misafir sabah gelirse kahvaltı eder, öğle vakti gelirse öğlen yemeği ve akşam gelirse ise akşam yemeği yer. Misafire en ünlü ve en güzel yemek sunulur. Yoldan gelmişse rahatlasın diye odası gösterilir ve dinlendirilir. Akşam ise gezdirilir ve evine dönene kadar yalnız bırakılmaz. 47 K K 48 MAYIS 2013 KÜLTÜR --SANAT KÜLTÜR SANAT KÜLTÜR - SANAT KÜLTÜR-SANAT Mustafa Gülali - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Usûl Bil! Üslûp Bil! Âdâp Bil! Kelimeler manaya giydirilmiş elbiselerdir. Elbiseyi değerli kılan içindekiler, içindekileri değerli kılan da elbiselerdir. Her ikisini güzel ve anlamlı gösteren ise usûl ve üslûptur. Mana kelimenin dışına sızar. Çoğu zaman kelimenin seslerinde ve sesleminde görünür, dile gelir, canlı bir hüviyete bürünür. Güzel bir sözün seslemi usûlüne, üslûbuna uygun değilse mana asıl bağlamından uzaklaşıp başka başka manalara gelebilir. Bu sebepledir ki kelimede, cümlede, herhangi bir düşünceyi ifade etmede usûl ve üslûp çok önemlidir. Usûl ve üslûp, bir şeyi aslına uygun, doğru ve layık olduğu şekilde yerine getirmek demektir. Bu yönüyle kelimelerin hikmet kavramıyla da ilgisi vardır. Yanlış, kötü ve yersiz konuşan birisi için münasebetsizlik yaptı, usûlsüz ve üsturupsuz konuştu, 50 MAYIS 2013 üslûbu kötüydü, hikmetsiz davrandı gibi tenkitler yöneltilir. Usûl ve üslûp, yol ve yordamdır, hedefe götüren şaşmaz pusuladır. Yol yordam bilmeden, pusula olmadan yola çıkılmaz. Onları önemsemeden yola çıkanlar yolda kalırlar, yollarını şaşırıp amaçlarına ulaşamazlar. Bu temel yargı, bu sebep-sonuç ilişkisi bize “Usûlsüzlük, vusûlsüzlüktür.” kelâm-ı kibarını hatırlatır. Üslûp, sadece yazarın yazma ve konuşma tarzı olarak değerlendirilmemelidir. Evet, o bir üslûptur ama üslûbun bu manayı da aşan daha geniş anlamları vardır. Mesela üslûp aynı zamanda bir duruştur. Mesela üslûp hayatı yaşama ve algılama biçimidir. Dolayısıyla usûl ve üslûbun hem dinle hem hikmetle hem de hayatın kendisiyle doğrudan bir ilgisi vardır. Durum böyle olunca da bu kavramlara karşı daha hassas davranmak gerektiği mecburiyeti doğuyor. Üslûplu insan, şahsiyetli insandır. Bunun tersi de doğrudur. Tersini iddia etmek ağır kaçacaksa eğer, o takdirde iddiamızı şöyle hafifleterek söyleyebiliriz sanırım: Üslûpsuz insan şahsiyetini kemâle erdirememiş insan demektir. Üslûplu insanın meziyet ve şahsiyeti, kendine ait bir duruş ve tarzı vardır. Kimliği, düşüncesi, karakteri bellidir. Zamana, mekâna ve kişiye göre şahsiyeti değişmez. Durduğu yer de bellidir, duracağı yer de. Her gelen trene binmez, önüne çıkan her istasyonda durmaz. Değişken değildir, sabiteleri vardır. Esen rüzgârlara göre yön değiştiren rüzgârgüllerinden hiç hoşlanmaz. Nerde, nasıl ve ne zaman konuşacağını iyi bilir. Yanılır, dili sürçer ama bile isteye yanıltmaz, aldatmaz, kandırmaz. Kırılır belki ama asla kırmaz, kırmak istemez. Hata yapar ama hatasında ısrar etmez, affeder, af diler. Bu yüzden ondan sâdır olan hatalar şahsiyetine zarar vermez. Üslûp her ne kadar edebiyat ilmiyle müsemma olsa da aslında müzik, resim, hat, mimarî gibi bütün sanat dallarıyla da doğrudan ilişkilidir. Onu sadece bir alana hasretmek doğru değildir. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse her ilmin bir usûlü her sanatın bir üslûbu vardır. Hatta usûl müstakil bir ilim olarak kabul edilir. Üslûp da aynen böyle kabul edilebilir. Her sanatçının kendine özgü bir üslûbu olmalıdır. Üslûpsuz yazar, üslûpsuz sanatçı olmaz. Üslûbunu oluşturamamış sanatçı, kişiliğini oturtamamış demektir. Bunun içindir ki üslûp sanatçının ta kendisidir. Burada “Üslûb-i beyân ayniyle insandır.” sözünü hatırlamak yerinde olacaktır. Üslûbun insanı çeken ve iten özelliği vardır. Esrar yüklüdür. Üslûp, “dalgıcı dibe çeken esrar, dipteki balığı yüze çıkaran ışık ve oksijen”dir. Buradaki dalgıç kelimesi yerine okuyucu kelimesini rahatlıkla koyabiliriz. Üslûp, sadece edebiyatçıların değil bütün sanatçıların karakteri ve parmak izidir. Parmak izleri gibi üslûp da şahsî ve muhteremdir. Özel ve özneldir. Kişiyi en çok o ele verir. “Konuş ki seni görebileyim.” sözü tam da bunu anlatır. Hz. Ali Efendimize atfedilen vecizeyi de unutmamak gerekir: “Kişinin karakteri dilinin altında gizlidir.” Üslûp, ruhun izdüşümü yahut aynasıdır. Kişiliğin tüm tonları üslûp sayesinde belli olur. Sesiyle, parmak iziyle, yüz hatlarıyla bir diğerine benzemeyen insanın, ruh yapısının yansıması olan üslûbu da elbette kendine özgü olacaktır. Bu sebepledir ki üslûp şahsî ve muhteremdir. Üslûp; bilinen klasik anlamından başka nezaket, incelik, zarafet gibi manalar da ihtiva eder. Üslûp sahibi insan nezaket ve zarafet sahibidir. İnce düşünür, ince görür, inci gibi konuşur. Kabalıktan, kırıcı ve kıyıcılıktan uzaktır. İnsana, hayvana, bütün mevcudata hürmet gösterir. Her şeyin incelikten, insanın kalınlıktan kırıldığını en iyi o bilir. Yoz ve kof davranışlara tevessül etmez. Asil davranır. Hafifmeşrep tavırlardan uzaktır. Çok konuşup boş konuşmaz; az konuşup öz konuşur, söz konuşur. Konuşurken haddini bilir. Aşırıya kaçmaz. Alay etmez, tahkir etmez, edebini muhafaza eder. İtirazı varsa bunu bağırıp çağırarak yapmaz. “Eşyayı dahi incitme!” nasihatini her daim aklında tutar. Tatlı sözün yani üslûbun can azığı olduğunu da çok iyi bilir. Maksadı yıkmak değil, yapmaktır. Yanlışa yanlış, doğruya doğru derken insaf, vicdan ve merhamet duygularını bir tarafa bırakmaz. Dostlarından bir vefasızlık örneği görse bile, onları kırmaz; 51 üslûp ile geri çekilir. Üslûp ile yani vakarla, hikmetle, ahlâkla, edeple. Demek oluyor ki sükûtun da bir üslûbu vardır. Hatta sükût üslûbu bazen kelâm üslûbundan daha kıymetli olabilir: Kelâmın fiddah ise sükût eyle olsun zehep Kemâl ehli kemâlâtı sükût ile buldu hep “Yürüyüşünde tabiî ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini şüphesiz ki eşeklerin sesidir.” emr-i ilahisini de üslûbla birlikte ele almak gerekir. Tekrarlamakta fayda var; üslûp hayat tarzıdır, edadır, tavırdır, davranışların bütünüdür; üslûp sahibi olmak da izzet, şahsiyet ve duruş sahibi olmaktır. Kötü bir üslûp, en basit hakikatlerin bile hazmını zorlaştırırken iyi bir üslûp da en zor hakikatlerin hazmını kolaylaştırır. Bunun en güzel örneğini peygamber kıssalarında görebiliyoruz. Rastgele seçtiğimiz şu iki örnek maksadımızı anlatmada yeterli olacaktır. Birinci örneğimiz Musa aleyhisselâmdan. Cenâb-ı Allah, tarihin şahit olduğu en azgın ve en zorba insanlardan biri olan Firavun’a Musa Kelimullah’ı gönderirken ona yumuşak davranmasını, üslûbunu iyi ayarlamasını, bir usûl ve yöntem dâhilinde konuşmasını öğütlemişti. Ki hakikatlerin hazmı kolaylaşsın. İkinci örneğimiz Rasûlullah Efendimizden. Efendimizin -mealen- eğer sen sert ve katı davransaydın, kızsaydın, yüz ekşitseydin etrafındakiler dağılıp giderdi, ilahî ikazına muhatap olması da usûl ve üslûba dairdir. Nebevî Davet’te usûl ve üslûp davetin kendisinden bağımsız değildir. En yüce mesajlar, veciz bir üslûp ve usûlle yani hikmetle, yani kavl-i leyin ile tebliğ edilirse ancak amaca ulaşılabilir. En zor şartlarda bile amacına ulaşmış Nebevî Davet’in karakterinde bu özellik bulunmaktadır. Kimliksiz ve kişiliksiz bir çağda yaşıyoruz. Biz buna üslûpsuz bir çağ da diyebiliriz. Çağın bu hastalığı maalesef ki Müslümanlara da sirayet etmiş durumdadır. Nebevî Davet’in kutlu yolcuları, öncelikli olarak bir kimlik ve kişilik inşasına başlamalı, usûl ve üslûbunu vahye göre yeniden şekillendirmelidir. Yitirdikleri üslûbu âdeta yeniden kuşanmalıdır. Tez elden ahlâkın yanına nezaketi, maneviyatın yanına samimiyeti, ilmin yanına usûl ve üslûbu ikame etmelidir. Cahiliyenin hâkim olduğu bu çağda kimlik ve kişiliğe yani devşirme olmayan asıl ve asîl üslûba dönüş; umulur ki dirilişi, silkinişi ve uyanışı da beraberinde getirecektir. Üslûp sahibi olmak hem yolu hem yolda yürümeyi bilmektir. Yeryüzünün en doğru yol bilenleri ve en sebatkâr yürüyenleri şüphesiz ki usûl ve üslûbun 52 MAYIS 2013 zirvesinde yaşayan peygamberlerdir. Kendilerine bir usûl ve üslûp edinmek isteyenler her konuda olduğu gibi bu konuda da vahiyle konuşan ve vahyi yaşayan peygamberleri örnek almalıdırlar. Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhisselâma kadar uzanan peygamberler zincirinin her bir halkasının tarih boyunca bıraktığı silinmez derin izler; kendilerinden sonra gelen ümmetler için usûlde, vusûlde, üslûpta, edebiyatta, siyasette, eğitimde, kısacası hayatın her alanında eşsiz bir rehber olarak örnek alınmayı beklemektedir. Usûl ve üslûbun hikmetle buluştuğu yer de burası olsa gerektir. Sözlerimizi, bilge insan Şeyh Edebali’nin yüzyıllar öncesinden söylemiş olduğu şu veciz sözleri ile noktalayalım: “İlim bil, irfan bil, söz bil. İkram bil, kural bil, doyum bil. Usûl bil, âdâb bil, sınır bil. Yol bil, yordam bil. Hal bil, ahval bil, gönül bil. Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma. Mert ol, yürekli ol. Kimsenin umudunu kırma.” KÜLTÜR-SANAT Muhammet Şamil Çetin - 11/A Hattat Faruk Dinçer Eratlı ile Hattatlık ve Hat Sanatı Üzerine... Sözün sanat haline gelmesi. Bir kamış kalem, bir mürekkep, bir kâğıt gibi mütevazi araçları ile yazma sanatı olan hüsn-i hat hakkında, okulumuz Rehber Öğretmeni Hattat Faruk Dinçer ERATLI ile hattatlığını ve hat sanatının bugününü ve geleceğini konuştuk. Hat sanatını meşk etmeyi sorduk. Hocam sizin hat sanatı ile tanışmanız nasıl oldu? Hat sanatı ile tanışmam 1996 yılında Arapça hocamın beni yönlendirmesi vesilesiyle oldu. Ben o zamanlar karikatür çizmeyi, kurşun kalemle kendimce arapça metinler yazmayı çok severdim. Hocam, “Elin becerikli, güzel resim çiziyorsun fakat hat sanatına yönelsen daha iyi olur” diyerek beni yönlendirdi. O zamanlar Hüseyin Kutlu Hoca Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nde hem imamlık yapıyor hem de hat dersleri veriyordu. Hocam beni oraya yönlendirdi. Oraya gitmekle hat sanatına başlamış olduk. Yağmurlu bir mart günüydü. Benim için unutulmaz bir gündü. Oraya gittik ve o gidiş hâlâ yazmaya devam ediyoruz. Kimlerden yazı meşk ettiniz ve icazet aldınız? Öncelikle Hüseyin Kutlu Hoca ve onun öğrencisi olan Ali Rıza Özcan Hoca ile başladım. İki yıl Ali Rıza Hoca’dan rika yazısı meşk ettim. Sonra Hüseyin Kutlu Hoca’dan nesih yazdım. Sonrasında oradan ayrılmak durumunda kaldım. Davut Bektaş Hoca’yla sülüs çalıştım. En son olarak da Fuat Başar Hoca’yla sülüs ve celî sülüs çalıştım. İcazetimi Fuad Başar Hocamdan almak nasip oldu hamdolsun. Çok sabır isteyen, zamanla ve çok çalışmayla bağlantılı bir sanat hat. Bu sanata gönül vermenin ve başarılı olmanın bir kıstası var mı? Bir kere hattın çok sabır istediğini söylerler. Benim bu konuda bir tezim, bir düşüncem var; hat sabır istemiyor. Hat, kendisine aşık olmayı gerektiren bir sanat. Yani bizim sanatlarımız Avrupa’nın sanatlarından biraz farklıdır. Sadece sanat değildir, bizim sanatımızın manevî bir yönü vardır ve Kur’ân temelli bir sanattır. Dolayısıyla eğer siz işin manevî derinliğinden haberdar değilseniz bu işi za- 53 ten yürütemezsiniz. Bu işi yaparken Allah’tan bir ecir umarak yapmıyorsanız örneğin para kazanacağım gibi, meşhur olacağım gibi dünyalık ve maddiyata yönelik beklentileriniz varsa zaten bu işte başarılı olamazsınız. Bu işte başarılı olmak, bu yolda icazet alıncaya kadar talebelik döneminde ilerlemek, icazet aldıktan sonra yazınızın kalitesinin artması ve devamlılığının olması için bu işi gönülden sevmeniz gerekiyor. Gönülden sevmeniz için de bu işin manevî altyapısından heberdar olmanız gerekiyor. O yüzden de sabretmek bana doğru gelmiyor. İnsan sevmediği şeye sabreder. Eğer bu işi gerçekten çok severseniz olur. Ben kendi adıma çok uğraştım, çok ter döktüm. Yıllarca on beş on altı sene cumartesi pazar günlerimi ders almak için bu işe ayırdım. Hafta içi saatlerce bunlarla uğraştım, çalıştım. Ama açıkça söyleyeyim hiç sabretmek zorunda kalmadım. O kadar uzun süre çalışmak sabırla olmayacaksa nasıl olacak diye sorabilirsiniz. Bu ancak aşk ile açıklanabilir. Ben çok sevdiğim için ilerledim. Eğer sabretmek zorunda kalsaydım on yedi sene sabredemezdim. Son dönemde hat sanatı oldukça ilgi görmeye başladı. Hat dersleri veren birçok yer ortaya çıktı. İnsanlar hayatlarında bir hobi olarak yaptıklarını söyler oldu. Günümüzde hat sanatına olan bu ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Hat sanatı bir hobi olabilir mi? Geleneksel sanatlarımıza baktığımız zaman hat, tezhip, ebru, minyatür, kat’ı, cilt, çini gibi sanatlarımız içinde belki de en zahmetli öğrenileni hat sanatıdır. Bunun yanında en masrafsız olanı da yine hat sanatıdır. Bir kâğıt, bir kamış kalem, bir mürekkep gibi az bir malzemeyle oturur başlarsınız meşk etmeye. Bir ebru gibi farklı boyalar, boyaların saçılması, zahmeti vs. yoktur. Bir tezhip gibi yüksek meblağlı malzemeleri yoktur. Veya cilt için çok pahalı aletler almanız gerekir. Fakat hat sanatı bunların içinde en ucuz maliyetli sanat olmasına rağmen en zor ve en zahmetli olanıdır. En uzun sürede öğrenilen bir sanattır. Dolayısıyla bu sanatın bir hobi olarak yapılması kolay değildir. Mesela bir pul koleksiyonunuz olur, bir para koleksiyonunuz 54 MAYIS 2013 olur. Bunları tedarik etmek kolaydır, dolayısıyla boş zamanlarınızda hobi olarak yapabilirsiniz. Ama hat sanatını bir hobi olarak yapıyorum diyenler, zaten aslının ne olduğunu, içeriğini, manevi derinliğini anlayamamış olan insanlardır. Bu insanlar yalnız hobi olarak yaptıklarını söyleyebilirler. İlk başlarken birçok insan ben birazcık yazımı güzelleştireyim diye başlar. Bunlara saman alevi gibi bir anda parlayıp sönen öğrenciler olarak bakıyorum. Onlar hobi olarak görüyorlarsa ya görüşlerini değiştirirler, bunun hobi olmaktan daha fazla anlam taşıdığını düşünürler, hat sanatında ilerlemeye çalışırlar ya da görüşlerini değiştirmeyip bunu hobi olarak düşünmeye devam ediyorlarsa zaten daha fazla bu sanata devam edemeyeceklerdir çünkü hat çok fazla zaman, emek ve fedakarlık ister. Günümüzde gençlerin hat sanatına eğilimini nasıl buluyorsunuz? Açıkçası günümüzde hat sanatına oldukça merak var. Büyük bir talep var. Eskiden olduğu gibi değil, hat sanatına ilgi fazla. Bu konuda toplumda bilinç uyanmış durumda ama hak ettiği yere geldiğini de söyleyemeyiz. 1928 Harf İnkılabından sonra bu sanat ülkemizde çok ciddi bir kesintiye uğramış. Ki dünyanın başkentidir hat sanatında İstanbul. Dünyada nerede yazı yazan varsa mutlaka bir Türkten ders almıştır ya da nerede bir hat derecesi almış olan bir hattat varsa ya kendisi ya hocası Türktür, Türkiye’den gitmiştir. Dolayısıyla bu işin başkenti İstanbul’dur. Böyle bir yerde bu işin kesintiye uğraması aslında bütün dünyada kesintiye uğraması anlamına gelmişti. Fakat şimdi o eski dönemler aşıldı. Gerçekten gençler çok fazla ilgi gösteriyor. Belediyeler hat kursları açıyor. İSMEK’lerde hat dersleri veriliyor. Dünyanın birçok yerinde hat dersleri veriliyor. Hat kurslarına gelenlerin sayısı eskiye göre çok arttı. Bu sevindirici bir durum. Yeterli mi diye sorarsanız elbette değil. Çünkü bizim niyetimiz, herkes hat sanatında iyi yerlere, güzel yerlere gelemese de en azından hat sanatının ne olduğunu bütün toplumun bilmesidir. Bu bizim dünyaya karşı göğsümüzü kabartabileceğimiz, alnımızı ak eden en önemli sanatlarımızdan biridir. Bir kere Avrupa hat sanatını, yazıyı bir sanat olarak görmemiş. Yazıyı sanat olarak gören Japonya var, Çin var. Bir de İslâm dünyası yazıyı bir sanat olarak görüyor. İslâm dünyasının sanat anlamında Latin harflerine üstünlüğü bin yıl kadar daha eskidir. Şu anda Latin harfleriyle kaligrafi sanatı yapılıyor mesela. Köklü bir sanata sahip olduğumuz için buna ilginin çok daha fazla olması lazım. Toplumumuzda herkesin yazı yazmaya kabiliyeti olmayabilir ama herkesin bu sanattan haberdar olması gerekir diye düşünüyorum. Hocam, hat sanatının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Hat sanatının geleceği bugünkü duruma bakarsak parlak gibi görünüyor. Bu işe emek veren, gönül veren öğrencilerin sayısı gerçekten günden güne artmakta. Bu bir taraftan bize ümit verirken bir taraftan da düşünmeye sevk ediyor. Hat sanatını sadece yüzeysel bir sanat olarak mı görüyorlar yoksa konunun başında söylediğim gibi bu işin manevî derinliğinden haberdarlar mı onu bilemiyoruz. Manevî derinlik derken neyi kastediyoruz? Hat sanatı bir İslâm sanatıdır. İlk önce hat sanatı Kur’ân-ı Kerim yazısıdır. Herhangi bir yazıyı güzel yazmaktan öte Allah (c.c.) kelâmını, Peygamber (s.a.v.) sözlerini en güzel şekilde yazabilmeyi hedefleyerek ortaya çıkmış bir sanattır. Yine tezhip sanatı Allah (c.c.) lafzını, Peygamber (s.a.v.) sözlerini en güzel şekilde süsleyebilmek için ortaya çıkmış bir sanattır. Cilt sanatı yine Kur’ân’ı süsleyebilmek, en güzel şekilde muhafaza edebilmek için ortaya çıkmış bir sa- nattdır. Dolayısıyla bizim bütün sanatlarımız Kur’ân temelli sanatlardır. Bizim toplumumuz, özellikle hat sanatına meyleden gençler eğer işin bu yönünü gözardı etmeyeceklerse hat sanatının geleceği için ümitliyim. Evet gerçekten iyi bir rağbet var. Eğer hat sanatına Avrupalı sanatçıların resim sanatına baktıkları gibi sadece bir sanat olarak bakacaklarsa rağbet artacak ama kalite artmayacaktır. İnşallah bu sanat toplumun manevî dinamiklerini yeniden canlandırmaya da vesile olur, biz de gelecek adına bu açıdan çok daha ümitli oluruz diyelim. Bu yola yeni girenler için neler tavsiye edersiniz? Bu yola gönül veren arkadaşların önce şuna karar vermeleri lazım: Bu işi kendisine katlanılacak, cefası çekilecek, sonra safası sürülecek bir iş olarak görmesinler. Bu işi kendilerine dünya ve ahirette gerçekten çok ciddi olarak besleyeceğini, kendilerine sınıf atlatacağını, insan-ı kâmil olma yolunda ilerleteceğini düşünürlerse bu işte çok ilerlerler. Bizim sanatlarımızın Avrupa sanatlarından farkı, onlardan ayıran en büyük özellik şudur: Biz sanatta ilerledikçe tevazu sahibi oluruz, bilmediğimizi daha çok fark ederiz. Avrupalı sanatkârlar ise sanatlarında ilerledikçe egoları şişer. Ben yaptım, demeye başlar. Eğer bu sanata yeni başlamayı düşünen veya yeni başlayan varsa o arkadaşlar kendilerini ön plana çıkarmayı değil de din-i mübin İslâm adına bir şeyler yapmayı hedefliyorlarsa bu sanat onlara bir külfet değil zevk olacaktır. Dünyalık anlamda da ahiretlik anlamda da çok büyük bir keyif verecektir. Her yerde saygı göreceklerdir. Allah katında da ecir kazanacaklardır. Bu işin manevi hazzına doyum olmaz. Ama bu işi para kazanacakları bir meslek, kariyer yapacakları bir iş, vakit geçirecekleri sanatsal bir faaliyet olarak göreceklerse, onlar için zaten sonuna kadar sabredemeyecekleri, bir müddet uğraşıp ondan sonra bırakıp bir kenara atacakları bir uğraş, bir meşgale olacaktır. Dolayısıyla arkadaşların öncelikle işin manevi derinliği hakkında haberleri olmalı. Bunun yanında bu işin üstatlarıyla mutlaka tanışmaları, sanatkârlardan fikir almaları ve çok fazla meşk etmeleri gerekiyor. Birçok yerde özellikle yaz aylarında sergiler düzenlenir. Bu sergileri gezmeleri ve kendi kendilerini de bu şekilde motive etmeleri faydalı olur kanaatindeyim. Teşekkür ederiz hocam. Ben teşekkür ederim. 55 KÜLTÜR-SANAT Tahirou Tangara - 10/E - Mali ÖLÜM GELDİĞİNDE Unutmayı kendini unutturmayı bilir misin? Ölümden kaçabilir mi insan? Şaşarım! Bilemezsin belki ama bilmelisin Unutkan değilsin aslında korkaksın Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Yıllar kaçtı keşke döndürebilsen Bir saniye bile döndürme ihtimalin yok Hatırlarsın geçmişi nerede o günler? Allah’tan başka dost var mı? Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Beden ölür ama nefis değil! Nefis ölmez mi? İstersen ölür. Nefis ister yaparsan neye bezersin? Nefis sever yapmadın olgunsun. Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Hicrete bir sefer giden sen olsan Bilir misin meçhule gidenin gözleri nemli olur Pişmanlık duyan insan, gerçek gören sensin Hüzün hakikatin yoludur unutma Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Ölüm gelir, herkes, her şey gider Nafile yok, farz yeterli mi? Gülüp oynamayı bırak zaman gelecek Yalnız kalmayı seversin niçin, neden? Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Ölüm boğazını sıkmadan geriye dönmelisin Sonbahar gelince yapraklar ne kadar kalır? Sende başlar hayatın sanma yok sonu! Ölüm meleklerinin geleceği yok mu sanırsın? Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? Mezar ziyaret edenin yüreği yumuşak olur Keşke kötülük yapmasan, söylemesen O gün anne, baba, dost, kardeş, arkadaş kimse yok O gün istikbaldir hiç düşünündün mü? Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? En sevdiğin yer neresidir bir düşün Medine’ye giden varsa selamım var Sevgililer sevgilisi sevgilim peygamberim der ki: “Üzülme, kurtulma yolu tevbedir.” Ne zaman? Kim bilir bana söyleyebilir misin? 56 MAYIS 2013 KÜLTÜR-SANAT Turan Koçtürk - Meslek Dersleri Öğretmeni Wamİmbİ’nin Gözyaşları “Gurbette, ailelerinden uzak bir diyarda yakınlarını kaybeden bütün öğrencilerimize ithaf olunur.” Her zamanki güler yüzüyle Wamimbi, Hocam dedi, bakabilir miyim telefona? Söyle dedim, otuz beş dakika sonra Görüşebilirsin ancak arada, Tamam dedi, başladı konuşmaya. Belliydi ağır bir sızı çökmüştü içine, Ancak sorabildik, ne oldu diye, Ağlarken araya sıkıştırdığı cümle: “Hocam! Annem öldü!” Ne yapabiliriz ki ağlasak, dövünsek seninle? Daha üç beş kelimeydi ki, -Ne oldu anlamadıkBağladı ağızları, tıkadı boğazları. Kulaklar birleşti. Sıralar, masalar, yerler ses-siz-leş-ti. Wamimbi ortada kaldı annesiz, Oradaydık ancak çaresiz, Birkaç dakika önce gülen yüz, Şimdi olmuştu annesiz… Şimdi olmuştu annesi, sensiz… Biz bir yanda o bir yanda, Başladı konuşmaya, uğraştık anlamaya. Wamimbi’de bir ah, bir kendinden geçiş, Bıraktı telefonu, her şeyi bıraktı bir yana, Attı kendini arkaya, iç geçirdi dünyaya. Ağlıyordu Wamimbi… Değil o, Ağlasaydı dünya, gelir miydi? Annesine hasret, Wamimbi’nin annesi… Tekrar döndü, sordu bir şeyler daha, İyice derinleşti acısı, hemen çıktı dışarıya. Biraz sonra yıkıldı mescidin önündeki halıya, Kimsede bir kelime yoktu ki teselli bula, Ey garibim! Tesellin Cenâb-ı Hakk ola… Birkaç saat atamadık hüznümüzü, Sonra hayat yine döndü bize yüzünü. Wamimbi vardı gitti akşamüstü, Annesiz bir güne, daha derinden dokunacaktı, Makber olup çoğalacaktı üzüntüsü… 57 KÜLTÜR-SANAT Ümit Alcan - Tarih Öğretmeni Mustafa Salihoviç - 10/D - Karadağ • Mamah Sadjo Bello - 10/C - Benin Yüksek İnşaat Mühendisi Vahit Okumuş ile Tarihi Darüşşafaka Binamızın Restorasyonu Üzerine... 58 MAYIS 2013 Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? 1948’de Rize’de doğdum. Rize Lisesinden mezun olduktan sonra 1971’de İTÜ İnşaat Mühendisliğini bitirdim. İnşaat yüksek mühendisi olarak uzun yıllar eski eserlerin restorasyonlarında görev aldım. Darüşşafaka Lisesinin de koordinatörlüğünü yapmaktayım. Tarihî binamızın özelliklerinden bahseder misiniz? Darüşşafaka binası yığma bir binadır. Binanın alt katında taş, diğer kısımlarında ise tuğla, kireç ve ahşap kullanılmıştır. Bugünkü betonarme sistemi ile hiçbir alakası yoktur. Tuğla hafiftir. Ses ve ısı yalıtımı yapar. Tuğlanın da bir örme tekniği vardır. Tekniğine göre yapılmış yığma binalar sanıldığının aksine depreme karşı dayanıklıdır. Bunun kanıtı yüzlerce yıl sonra bile ayakta kalmalarıdır. Çevremizde birçok örneğini görebiliriz. Bina orijinal özelliklerine uygun restore ediliyor mu? Restorasyon aşamasında ne tür sıkıntılar yaşıyorsunuz? Orijinal malzemenin tespit edilmesi, bunların aslına uygun üretiminin yapılması için bir gayret içinde olunmalıdır. Bina bugüne değin birçok onarımdan geçmiştir. Binanın dış cephesi değiştirilmiş, kat yükseklikleri düşürülmüştür. Orijinal ahşap merdivenler betonarme haline getirilmiştir. Binanın kat yükseklikleri değiştirilirken bilinçsizce beton döşeme yapılmıştır. Hâlbuki yığma binalarda beton döşe- me olmaz, çünkü binaya ağırlık verir. Fakat zaman içerisinde yapılan onarımlarda beton kullanılması binanın yükünü arttırmıştır. Bu yüzden binanın en alt katında kemerler açılmış, mevcut kemerler bozulmuş, çok bilinçsizce yapılan bu işlemler en alt katı olduğu gibi çatlatmış, kendini taşıyamaz duruma getirmiştir. Biz şu anda orayı askıya alarak yeniliyoruz. Fakat bu işlem çok zor olmaktadır. Duvarları yıkmadan askıya alıp altını tekrar örüyoruz. Şu anda bu işlemle uğraşıyoruz. Binanın çatısı da betonarme binalar gibi yapılmış. Hâlbuki yığma binaların çatısı farklı yapılmalıdır. Yığma binalarda yatay yük oluşmaması sağlanır ama buna dikkat edilmediği için yatay yükler çatıdan gelmeye başlamıştır ve ayrıca tek doğrultuda yükleri yüklemişler. O nedenle bina kendini taşıyamaz hale gelmiştir. Binanın tüm döşemelerini ahşaba çeviriyor, çatıyı değiştiriyoruz. Yıkılan yerlerdeki duvarları kaldırıp yeniden örüyoruz. Çatlakları dikiş atarak onarıyoruz. Binanın en üst katı tamamen bozulmuş. Burada özel bir sistem kurmuşlar. Betonarme ile direkler yapmışlar, demir kullanmışlar. Biz bunların hepsini kaldırıyoruz. Orijinal şekline dönüştürüyoruz. Tarihî binaların hepsinde tercih edilen yanlış uygulamalardır bunlar. Bunun böyle olmasında inşaat kültüründe betondan başka malzemenin bilinmemesidir. 59 Harç olarak su kireci ve hidrolik kireç kullanıyoruz. Bunlarla tuğlaların arasındaki mukavemeti arttırıyoruz. Dış yüzeyi tahrip etmemeye çalışıyoruz. Dış yüzeyde aslında orijinal değil beton kullanılmış. Restorasyonların zorluklarından biri de her onarımın biraz da yıkım olmasıdır. Restorasyon, var olan sıvada bir zarar vermiştir, o sıvanın kaldırılması da zarar vermektedir. Bu konuda çok dikkatli davranılmalıdır. Orijinal malzemelerin temin edilmesinde gayet hassas davranıyoruz. Tuğlalar Eskişehir ve Manisa’daki ocaklardan temin ediliyor. Yeterli gelmediği takdirde orijinal şekilde imal edilmiş tuğlaları piyasadan araştırıp alıyoruz. Tuğla kışın üretilemeyen bir malzemedir. Bunun sebebi tuğlanın güneşte kurutulmasıdır. Tuğlanın çamuru hamur haline getirilip kalıplara alınır ve güneşte kurumaya bırakılır. Kendini toplayan tuğla daha sonra fırına alınır. Fırında bir ay kadar pişirilir. Tuğla bu aşamalardan sonra ancak kullanıma hazır hale gelir. Tuğlanın bir ay fırında pişmesinin nedeni ise her malzemenin kendine özgü bir davranış biçiminin olmasıdır. Binanın yapımında kullanılan taşlar için ocak açtırdık. Malzemeyi seçerken bilinçli olmanız lazım. Bu bilinç için de yeterli bilgiye sahip olmalısınız. Taş ocağının açılması için çok gayret ettim. Bugün o ocaktan çıkan taşlar Selimiye, Süleymaniye gibi büyük eserlerin restorasyonunda kullanılmıştır. Binanın ahşap döşemesini Finlandiya’dan getirtiyoruz. Bunun sebebi istediğimiz standartları taşımasıdır. Özellikle mukavemet konusunda yeterli olmalıdır. İç piyasadaki üreticilerin hiçbiri istenilen standartları karşılayamamıştır. Ahşabın çürümesine, ahşaba güve girmesine karşı tedbirleri kendimiz alıyoruz. Bu önlemi alırken de dışarıya zamanla zehirli madde vermeyen yöntemler kullanmaktayız. Ahşap malzemeleri belli bir ölçüde getiriyoruz. Kullanacağımız yerin özelliklerine göre bu ölçüler de değişiyor. Ahşap döşemeyi kaset döşeme şeklinde yapıyoruz. Bundaki amaç salınmayı önlemektir. Binanın izolasyonunu ise taş yünü ile yapacağız. Ana bina üzerindeki iskeleyi binayı sudan korumak için yaptık. Horasan harcı suyu emer. Onarım için onun kurumasını beklemeniz gereklidir. Çünkü su, harcın niteliğini kaybettirir. Yeniden mukavemet kazanması da mümkün değildir. Restorasyon, kampus içindeki diğer binaları da kapsayacak mı? Kampus içindeki hem eski küçük spor salonu 60 MAYIS 2013 hem de büyük spor salonu yapılacak. Ana binanın önündeki bina zemin katına kadar yıkılacak ve o şekliyle düzenlenecektir. Bir de bahçe düzenlemesi yapılacaktır. Restorasyon ne zaman tamamlanacak? Restorasyon sürecinde acele edilmemelidir. İşin orijinalliğini korumaktır aslolan. İyi bir teknik ekibiniz varsa zaman hususunda zorlama olmamalıdır. Restorasyon süreci içinde yapılan onarımlar sırasında gerekli hassasiyetin gösterilmesi gerekir. Vur, kır, geç mantığı ile restorasyon yapılmamalıdır. Binayı incitmemek lazımdır. Bu sebeplerden dolayı restorasyonlar tabelada yazan tarihlere uymazlar. Uydurmaya çalışırsanız orijinalliği bozmuş olursunuz. Bunlar dikkate alındığında binanın restorasyonu 2014 sonu veya 2015 başında bitmesi beklenebilir. Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Restorasyon bir gönül işidir. Kendinizi adamanız gerekir. Restorasyon süreçleri tarihin laboratuvarıdır. Her restorasyon bize birçok şey öğretir. Bize öğrettikleri ile aynı zamanda bir üniversitedir. Bu konularla ilgili iki kitabım bulunmaktadır. Malzemelerle ilgili kitap yazmam konusunda da istekler var. Bütün bunlar uzun süreli çalışmayı gerektiriyor. Fakat bunların yapılması ve gelecek kuşaklara aktarılması gerekiyor. Gelecek kuşaklar betonun alternatifini bilmelidir. Vahit Bey, kıymetli zamanınızı ayırdınız ve çok değerli bilgiler verdiniz bizlere. Size, kurumumuz ve dergimiz Yedirenk adına çok teşekkür ederiz. KÜLTÜR-SANAT İsmail Balkanlıoğlu - Meslek Dersleri Öğretmeni Takkeci İbrahim Çavuş Camii İstanbul, birçoğumuzun bilmediği nice gizli hazineler ve güzellikler barındırıyor. Birçoğu günışığına çıkıyor, birçoğu da günışığına çıkmayı bekliyor. Ancak şurası bir gerçek ki farkına varamadığımız birçok değerimiz ancak bir batılı tarafından takdir edilince bizim de takdirimizi kazanıyor. Hemen hemen hepimizin okuduğu Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho’nun ünlü romanı “Simyacı”yı bilirsiniz. İlk yayınlandığı 1988 yılından bu yana dünyanın değişik dillerine çevrilmiş, dünyanın değişik ülkelerinde milyonlarca insan tarafından okunmuş ünlü bir roman. Romanın kahramanı, Santiago isimli bir gençtir. Bir gün firavun inciri bitmiş, yıkık kilise içinde dinlenirken bir rüya görür. Bu rüyayı bir kaç kere tekrar tekrar görür. Rüyasında bir çocuk, Santiago›nun koyunlarıyla oynar ve daha sonra kahramanın elinden tutarak onu Mısır Piramitlerine götürür. Çocuk, kahramana ‘Buraya gelirse, gizli bir hazine bulacaksın.’ der. Akşam yattığında uykusunda gördüğü rüyaların da etkisinde kalarak, gördüğü bir düşün gerçekleşme olasılığının yaşamını ilginçleştireceğini düşünür ve o şekilde hareket eder. Romanın ana konusunu teşkil eden Mısır Piramitlerine gitmesi ve orada hazine bulacağı kendisine rüyasında söylenmişti. Bir rüyanın peşine takılıp farklı maceralar yaşayarak sonunda Mısır’a ulaşır. Bir gün boyunca piramitlerin dibini kazar ancak bir şey bulamaz. O sırada askerler gelir ve Santiago›yu şüpheli bulurlar. Neden burada olduğunu sorarlar ve Santiago onlara hazineyi anlatır. Askerler Santiago›ya inanmaz ve onu ölesiye döverler, parasını alırlar. Santiago öleceğini düşünürken bir çavuş gelip askerleri engeller. O sırada askerlerden biri Santiago›nun yanına gelir ve kendisinin de böyle bir rüya gördüğünü söyledi. Rüyasında İspanya’da 61 küçük bir köyde harap ve ahır olmuş, içinde firavun inciri bitmiş bir kilisenin içinde toprağa gömülmüş bir hazine gördüğünü ama kendisinin rüyalara inanacak kadar aptal olmadığını söyler. Santiago her şeyi anlar. Kiliseden kendi payına düşen altını alır ve İspanya’ya döner. Santiago’nun yüreği neşeyle dolar, artık bulmuştur hazinenin yerini. Tekrar aynı kiliseye gider fakat bu sefer yanında sadece küreği vardır. Eski İspanyol altın parasıyla dolu hazineyi bulmuştur. Konumuzla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Ben bu romanı yıllar önce okumuştum. Daha sonra Takkeci İbrahim Çavuş’un hikâyesini okuduğumda aralarındaki benzerliğe bakarak “Bunu da mı biz Müslümanlardan almışlar?” demiştim. Çünkü roman yazarı Brezilyalı ama romanın kahramanı Endülüs, Mısır, Kuzey Afrika gibi Müslüman ülkeleri dolaşıyor. İçinde oldukça İslâmî tema barındırıyor. Bu da bu romanın bizim kültürümüzün etkisinde kalınarak yazıldığına dair bir fikir veriyor. Gelelim Simyacı’dan 400 sene öncesinde bize ait olan asıl hikâyeye… İstanbul’un Topkapı semtinde, sur dışında, eski Edirne yolu üzerinde, Sultan III. Selim zamanında 1591/92 yıllarında yaptırılan bir camii var: Arakiyeci İbrahim Ağa Camii... Şimdiki adı Takkeci İbrahim Çavuş Camii. Camiyi yaptıran Arakiyeci (keçeden takke yapan) İbrahim Ağa, eski İstanbul’un Topkapı’sında yaşayan bir garibandı. Kendisi ne kadar fakirse gönlü o kadar zengindi. Ördüğü takkeleri, serpuşları çarşı pazar dolaşarak satar, karısıyla birlikte zar zor geçinirdi. Zar zor geçinirdi ya, yine de ebedî bir emeli, büyük bir hedefi vardı: Surların kıyısına bir cami yaptırmak istiyordu... Hep bunu konuşuyor, bunun 62 MAYIS 2013 hayalini kuruyordu. Hangi parayla cami yaptıracağını soran ve büyük emelini alaya alan tanıdıklarına ise şu cevabı veriyordu: “İhtimaldir padişahım, belki derya tutuşa!” (Deryanın yanması bile ihtimal dâhilindedir.) “Derya tutuşur mu be, sen bu kafayla daha çok sürünürsün!” Takkeci garibi çevresine aldırmıyor, çok çalışıyor, üçü beşe katıp biriktiriyor, umutsuzluğa düştüğü zamanlarda ise, “Nemrud ateşini gülistana çeviren Allah, isterse deryaları da tutuşturur.” diye söyleniyordu. Bir kandil gecesi, bağlı bulunduğu tarikatın şeyhi, rüyasına girdi ve hemen Bağdat’a gitmesini emretti: “Derhal Bağdat’a git gel.” Sebebini düşünmek, akıl ve mantıkla bağlantısını bulmaya çalışmak, gönül erlerinin derdi değildir. Onlar ihlâs ile buyruğa koşarlar. Takkeci İbrahim Ağa da öyle yaptı. Hemen o gün Bağdat yoluna düştü. Bin türlü zahmetten sonra şehre girdi. Yorgundu, bitkindi, ama ümit doluydu. Hanın avlusundaki tahta peykeye kıvrıldı. Gözlerini kapatmak üzereyken yaşlı hancı dikildi başına: “Hayrola yolcu, nereden gelip nereye gidersin?” “Darülhilâfe’den” diye cevap verdi Arakiyeci, “Âsitâne’den, Dersaâdet›ten geliyorum.» “Hayırdır inşaallah, geliş sebebin nedir?” Önceleri söylemek istemedi, ama hancı o kadar ısrar etti ki rüyasını anlatmak zorunda kaldı. Rüya üzerine İstanbul’dan kalkıp Bağdat’a geldiğini duyan yaşlı hancı kahkahayı bastı: «Hay akılsız! Hiç rüyaya ümit bağlanıp bunca zahmete girilir, bunca masarif yapılır mı? Ben dahi geçenlerde bir rüya gördüm. Rüyama giren nur yüzlü bir ihtiyar, ‹stanbul’a git, Topkapı’daki kulübesinde Arakiyeci İbrahim Ağa diye birinin evi var, evi bul, odunluğunda bir küp Bizans altını gömülüdür, al keyfince yaşa!» dedi. Ama rüya ile amel edilmez dedim, hiç üstünde durmadım.” Hancıyı dinler- ken, Arakiyeci İbrahim Ağa’nın gözleri parlamış, tüm yorgunluğu geçmişti. «İşte şimdi derya tutuştu!» diye düşünüyor, tatlı tatlı gülümsüyordu. Gece gündüz demeden, yağmur güneş dinlemeden İstanbul’a döndü. Nihayet İstanbul’daki evine geldi. İlk işi kömürlüğe inip bodrumu eşmek oldu. Daha ilk kazmada bir küp buldu. Bugün halen hizmette bulunan Takkeci İbrahim Ağa Camii’ni inşa ettirdi. Bir grup öğrencimizle bu camii ziyaret ettik. Oldukça güzel bir gezi idi. Camiden içeri girdiğimizde muhteşem çini panolarla süslenmiş ana mekân karşılar bizi. Camiinin asıl ünü bu çinilerden dolayıdır. Pencerelerin kemer tepelerine kadar muhteşem İznik çinilerini görürüz. Narçiçeği kırmızısı, parlak camgöbeği, yeşil, lacivert renklerden Rumî ve Hatayî desenlerden, pencere aralarında yer alan vazo ve çiçek buketleri ile bezenmiş panolardan gözlerimizi alamayız. Yer yer boşluklar görülse de tamamı çini ile kaplıdır. Mihrap ayeti bile çiniyle yazılmıştır. Pencerelerin kemer aynalarında ise mermerden celî sülüsle Fa- tiha, İhlâs, Felâk ve Nas sûreleri kabartma olarak yazılıdır. Birkaç kez hırsızların saldırısına uğrayan camiinin çini panolarından yüzlerce kıymetli parça çalınmış. Paha biçilmez birçok çini çalınarak yurtdışına kaçırılmıştır. Bazı panolar da sökülerek alınmış ve yerlerine baskı tekniğiyle yapılmış yenileri konulmuş. Bu sebeple bazı duvarlarda taklit çiniler kullanılmış. Mahfil tavanı, dikme ve kemerlerindeki kalem işi nakışlar da çinileri kadar etkileyici. Çatılı olan yapı içeriden 5,50 m çapında ahşap kubbelidir. Camii avlusunun kıble tarafındaki kapının sağına bitişik üstü açık bir sebil, su kuyusu ve haznesi ayrıca da tek katlı ve çatılı olan Sıbyan Mektebi binası bulunur. Doğu tarafındaki Takkeci Sokağı’nda İbrahim Ağa’nın bir diğer sebili, kendisinin ve oğlu Halil Çavuş’un kabirleri yer alırken avlunun kuzeydoğu köşesinde ve diğer taraftaki sebilin karşısında da Derviş Paşa’nın 1819 tarihli çukur çeşmesi yer alır. Haziredeki 1759 tarihli Takkeci İbrahim Camii Şeyhi Ali Efendi’nin kabir taşından ve Hadaika’daki ifadeden camiinin aynı zamanda vakfiye gereğince Halveti Tekkesi olarak da kullanıldığı anlaşılır. 63 64 MAYIS 2013 BAŞARILARIMIZ BAŞARILARIMIZ BAŞARILARIMIZ BAŞARILARIMIZ Fatih Mehmet Özdemir - Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni BAŞARILARIMIZ Okulumuz farklı alanlarda aldığı başarılarla adını duyurmaya devam ediyor. Geçen yıl kazanılan başarıların ardından bu yıl da öğrencilerimiz çeşitli kültürel yarışmalarda dereceler elde ettiler. Okulumuz öğrencisi Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nden İsmail Kasongo LUBABA Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle Fatih Müftülüğü tarafından ortaöğretim okulları arasında düzenlenen “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” konulu kompozisyon yarışmasında Fatih İlçe Birincisi oldu. Ali Emiri Efendi Kültür Merkezinde düzenlenen, ilçe protokolünün de katıldığı Kutlu Doğum açılış programına davet edilen ve programda mülki erkân ve protokol tarafından ilgi ve takdirle karşılanan öğrencimiz ayrıca 1.500 TL’lik para ödülünün de sahibi oldu. Çatalca İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünün İstanbul il genelindeki ortaöğretim okulları arasında Arif Nihat Asya’nın hatırasına hürmeten düzenlediği “Vatan ve Bayrak” konulu kompozisyon yarışmasında okulumuz öğrencisi Erkam ERTÜRK yazdığı kom- 66 MAYIS 2013 pozisyonla İstanbul İl Birincisi oldu. Öğrencimiz Ebubekir İNCESU iki ayrı yarışmada aldığı derecelerle göğsümüzü kabarttı. Önce İstanbul İl Müftülüğünce 2013 yılı Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde İstanbul il genelindeki İmam-Hatip Lisesi öğrencileri arasında düzenlenen “İslâm’ın İnsan Onuruna Verdiği Değer” konulu “Hutbe Yazma Yarışması”nda yazdığı hutbeyle ikinci oldu. Öğrencimiz Sultanahmet Camii’nde yapılan ödül töreninde de hazır bulundu ve iki cumhuriyet altınıyla ödüllendirildi. Ardından Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün düzenlemiş olduğu “Hutbe Okuma Yarışması”nda Fatih İlçe Birincisi oldu. Daha sonra İstanbul İmam-Hatip Liseleri bölge birincileri arasında yapılan Hutbe Okuma Yarışması’nda okulumuzu temsil etti. Sekiz okulun katıldığı müsabakada öğrencimiz, birinciliği elde ederek anlamlı bir başarı kazandı. Tüm öğrencilerimizi başarılarından dolayı tebrik ediyoruz. BAŞARILARIMIZ İsmail Kasongo Lubaba - 10/D - Demokratik Kongo Cumhuriyeti “Peygamberimiz ve İnsan Onuru” Konulu Kompozisyon Yarışması Birincisi PEYGAMBERİMİZ VE İNSANLIK ONURU Onur; sözlüklerde izzetinefis, haysiyet, özsaygı, şeref, erdem, gurur, saygınlık, kendine saygı duyma ve başkalarını da kendine saygılı kılma olarak açıklanmaktadır. Bütün insanlar hür ve haysiyet bakımında eşit doğarlar, ama yaşam boyu ya bu onur ve hürriyetlerini kaybederler ya da onun zirvesine çıkarlar. Bu neticeye varmak, ancak hayatı anlamak, algılamak ve tabii seyrinde yani fıtrata uygun yaşamakla mümkündür. Hayatı fıtrata uygun ve tabii seyrinde yaşabilmek için onu bir bütün olarak anlamalı ve algılamalıdır. Bütün peygamberler hayatın ve insanlığın ufkudur. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise hayatı bütün yönleriyle anlamış ufuk insandır. O sadece hayatın ve insanlığın değil, bütün peygamberlerin de ufkudur. Bu sebepledir ki insanlık ona ne kadar yaklaşırsa o kadar onurlu olur; ondan ne kadar uzaklaşırsa o kadar onursuz olur. Çünkü o bir beşer olarak; bütün güzelliğin, iyiliğin, idealin ve ufkun menşeidir. Allah Teâlâ ona böyle bir özellik ve ayrıcalık vermiştir. Biz insanların da bizlere en güzel örnek olarak gönderilmiş o yüce şahsiyete adım adım uyarak onun o özelliğinden ve ayrıcalığından istifade etmemiz gerekir. *** Dünya çapında ün yapmış bazı yazarların “onur” hakkındaki düşünceleri dikkat çekicidir: “Onurlu insana soyağacı sorulmaz.” (İspanyol Atasözü) “Onurum yaşamımdır, beraber büyümüşlerdir; onurumu benden alın, yaşamım da bitmiş demektir.” (William Shakespeare) “Onur; engebeli, kıyısı olmayan ada gibidir; bir kere terk ettiniz mi bir daha dönemezsiniz.” (Nicholas Boileau) Evet, onurlu insana nesebi sorulmaz, Evet, onur giderse hayat da gider, Evet, onur kıyısı olmayan bir adaya benzer… Bütün bunların hepsi elbette doğrudur, ama bir doğru daha vardır ki o da onurun maalesef çağımızda ve tarihin büyük bir bölümünde sadece kâğıt üstünde kaldığıdır. Süslü püslü laflar söylemekle, onura güzellemeler dizmekle onur kazanılmaz ve onurlu olunmaz. Onur, ancak onurlu düşünmek ve onurlu yaşamakla elde edilebilecek yüce bir değerdir. O değer de özümüzde, sözümüzde, örneğimizde gizlidir. Onur kıyısı olmayan bir adaya benzer ama insanlık kıyısı olmayan bu adayı çoktan terk etmiş durumdadır. Terk ettiği için de bir daha geri dönmesi oldukça zorlaşmıştır. 67 Öğrencimiz İsmail Kasongo Lubaba, Fatih Kaymakamı Ahmet Ümit Bey’den ödülünü alırken... İnsanlığın onurla ilişkisi dün de böyleydi bugün de böyledir. Bu cümlelerimi biraz daha açmak isterim: Tarihen de sabittir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) gelmeden önce insan onuruna hiç önem verilmiyordu. Kadınlara hiç saygı gösterilmiyor, önemsiz bir mahlûkat gibi görülüyordu. Çocuklar diri diri toprağa gömülüyor, zenginler fakirlerden üstün tutuluyor, zengin bir adam, fakir bir kimseye istediği her şeyi yapabiliyordu. Fakirin, ezilmişin, güçsüzün hiç hakkı yoktu. Dünyanın değişik yerlerinde yaşayan ve çeşitli milletlere ait insanlar çok kötü bir haldeydi. Soylular, zenginler, güçlüler hep diğerlerini eziyor ve üzüyordu. Kadınların insan olup olmadığı, içlerine şeytanın girdiği vs. tartışılıyordu. Kız çocukları namusu lekeleyen bir varlık olarak görülüyordu. İnsanlık, onurunu başka yerlerde, karanlıklarda arıyordu. Oysa izzet ve onur bütünüyle Allah’ın, Rasûlü’nün ve ona iman eden müminlerin yanındaydı. İnsanlık bu hakikatleri henüz bilmiyordu. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) geldiği zaman bütün 68 MAYIS 2013 kötülükleri kaldırdı. Zengin ve fakiri eşit hale getirdi. İnsana insanlığını kazandırdı. O yüksek ahlâk anlayışıyla insanlığa; kadın veya erkek olmanın önemli olmadığını, önemli olanın kadının kadınca, erkeğin de erkekçe ama şerefli ve haysiyetli bir şekilde ve de ancak vahyin ışığında yürümek olduğunu öğretti. Rasûlullah (s.a.v.) bir hadislerinde buyuruyorlar ki: “Ey Eba Velid! Allah’tan kork. Çünkü sen, ihanet ederek milletten aldığın deve, sığır ve koyunları kıyamet günü, bağrıştıkları halde yüklenip mahşer meydanına geleceksin.” Başka bir hadislerinde de şöyle buyurmaktadırlar: “Mazlumun bedduasından sakınınız. Çünkü o, kendisinden zulüm ile alınan hakkını Allah’tan ister ve Hz. Allah da hak sahibinin hakkını mutlaka verir.” Cahiliyenin bütün zifiri karanlığıyla hüküm sürdüğü ortamda o insanlığa sözleriyle, davranışlarıyla ışık oldu, nur oldu. Köleleri, kadınları, çocukları, şahsiyetini ve onurunu kaybetmiş bütün herkesi kurtardı. Kadınlara önem verdi, onları yüceltti, isimlerini güzel kokuyla, gözünün nuru namazla aynı cümlede zikretti ve hatta ayaklarına cenneti serdi. Bazı liderler vardır, birçok yönden başarılar elde etmişlerdir ama birçok yönden de çok zayıf kalmışlardır. İnsanlığa en güzel örnek olarak gönderilmiş Peygamberimiz ise her yönden üstündü ve başarılıydı. Hayatın her alanında siyasette, iktisatta, askeriyede, eğitimde, aile reisliğinde, devlet adamlığında, hak hukuk bilmede vs. her şeyde biz insanlara örnek oldu. Efendimiz, her yönüyle güzel bir insandı ve bizlere örnekti. Biz insanlar iyiyi, güzeli, doğruyu ondan öğrendik. Yazımızın konusu olan insanlık onuru, Efendimizle bizlere gelmiştir. O varken daha başka örmekler aramaya gerek yoktur. Çünkü o bizim tek örneğimizdir. Üniversal güzellikler ondadır. İnsanlar bugün onurlarını ancak o güzel insana uyarak kurtarabilirler. Sadece Müslümanlar değil, bütün insanlar böyledir. Sadece beyaz veya siyah insan değil, bütün renkler, bütün diller ve bütün dinler böyledir. Çünkü o bütün herkese doğruyu göstermek için gelmiştir. Yanlış yolda olan herkes ona uyarsa ancak doğru yolu bulmuş olur. Amerikan halkı, İngiliz halkı, Fransız halkı, Yahudiler, Hristiyanlar… Herkes ona inanmalı ve onun dediklerini yerine getirmelidir. Aslında bana göre o insanlığın büyük onurudur. Onur, bir insanın en değerli şeyi demektir. Onursuz insan olmaz, olamaz. Şerefli bir varlık olarak yaratılmış insan ancak yaratılış gayesinden, fıtrî örneklikten uzak kalmakla onurunu yitirebilir. Bu hale düşünce diğer varlıklardan bir farkı kalmaz. Hatta belki de hayvanların ve belki de cansız varlıkların bile kendilerine ait bir onuru vardır. İnsanlar ona uyduğu zamanlar çok mutluydu ve şerefliydi. Çünkü o insanlara insan olmayı ve onurlu yaşamayı öğretti. Dolayısıyla mutlu ve huzurlu olmayı da öğretti. O herkesin haklarını hak bildi, onur bildi, namus, şeref bildi. Ayaklar altına düşen en değerli şeylerimizi alıp çok yükseklere çıkardı. O zaten her şeyi yukarılara yükselten birisiydi. Şimdi dünya peygamber öncesinden daha kötü oldu, insan onuruna hiç önem verilmiyor artık, güçlüler zayıfları eziyor, çocukları öldürüyor, kadınlara hiç önem verilmiyor, mal gibi satılıyor, zulüm ve faiz her yerde yapılıyor artık, bira ve kumar normal bir alışkanlık gibi görünüyor, zina utanmadan doğal bir şey gibi gösteriliyor. Kumara şans oyunu dediler, zinaya aşk dediler, biraya kafa bulalım dediler. Dünya’da maalesef insan onuruna aykırı olan şeyler görüyoruz. Örneğin Suriye’de ve Filistin’de insanlara zülüm ediyorlar, insan onurunu bilmedikleri için değil önemsemedikleri içindir. Hepsi bu çünkü Müslümanlar dünyanın hâkimi değil. Hâlbuki insan onuru önemseyen tek milletiz, Müslüman’ız. İnsan onurunun en büyük örneği peygamberimizdir. Vefat etti olabilir ama onun ahlakı hala elimizde ve onun ahlakı Kur’ân’dır. Buna göre yaşarsa insan onurunu bulacak bu dünyada. Zafer Müslümanların olacaktır ama sünneti uygulamadığımız sürece insan onuru çiğnenmeye devam eder. Onun sünnetine uyulsaydı Suriye’de çocuklar ölmeyecekti, kadınlara kötülükler yapılmayacaktı. Arakan’da insanlar ve evler yakılmayacaktı. Filistinli çocuklar yetim kalmayacaktı. Avrupa ve Amerika ve benim ülkemin coğrafyası Afrika’da insanlık dışı şeyler olmayacaktı. Kalpler ve ahlâklar kirlenmeyecekti. Hayatta mutlu ve onurlu olmak için insanlığın ona, o nura, onura ihtiyacı vardır. 69 BAŞARILARIMIZ Ebubekir İncesu - 11/A İstanbul İmam-Hatip Liseleri Arasında yapılan Okuma Yarışması’nda İstanbul birincisi olan öğrencimiz Ebubekir İncesu. İNSANA SAYGI REÇETESİ Muhterem Kardeşlerim, Allah (c.c.), yeryüzünde halife olarak görevlendirmek üzere yarattığı insanoğluna çok büyük şeref ve değer vermiş ve ona mükerrem varlık olma nimetini sunmuştur. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden, faydalıyı zararlıdan ayırma kabiliyetini yani akıl ve iradeyi bahşetmiştir. Nitekim insanın yaratılış sürecinden bahseden ayet-i kerimede “Sonra onu düzenleyip ruhundan ona üfledi ve size işitme, görme ve gönüller verdi…” Bu ayet-i kerimede Allah (c.c.) kendi ruhundan üflediğini belirterek insanoğluna en büyük şerefi vermiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bu şerefi “…Canlarınız, mallarınız, namuslarınız da mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.” şeklinde hatırlatmış ve nasıl layık olunacağını bizlere örnek hayatıyla beyan etmiştir. Değerli Kardeşlerim, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını gözden geçirdiğimizde göreceğimiz ilk husus; O’nun emir ve yasaklarının bizim kendi insanlık onurumuzu korumamız ve diğer varlıklar seviyesine düşmememiz için olduğudur. Zira Yüce Yaradan’ın insanoğluna elçiler vasıtasıyla emir ve yasaklarını bildirerek onu muhatap kabul etmesi insanoğlu için en büyük şeref değil midir? Ayrıca hutbenin başında verilen ayette “Biz, hakikaten insanoğlunu saygın kıldık. 70 MAYIS 2013 Onlara, karada ve denizde ulaşım imkânı sağladık; kendilerine temiz rızıklar verdik ve onları, yarattıklarımızın çoğundan faziletli kıldık.” buyrularak insanoğluna verdiği bunca nimetin ona verdiği değerden kaynaklandığını bir kez daha bizlere belirtmiştir. Aziz Kardeşlerim, Üzerinde durmamız gereken önemli konulardan biri Rabbimizin insana verdiği bunca nimet ve değer karşısında insanın nasıl davrandığıdır. Rabbimiz bir ayet-i kerimelerinde: “Benliğini arındırıp temiz tutan gerçek kurtuluşa erer; onu kirletip günahlarla örten ise gerçek ziyana uğrar.” buyurarak verilen değerin korunmasında bize düşen vazifelerin de bulunduğunu bildirmiştir. Çünkü Rabbinin verdiği bunca değere karşılık meleklerin kendisine secde ettiği bir varlığın bu seviyesini koruması gerekmektedir. Aksi ise hayvanların dahi yüzlerini çevirdikleri, hayvandan daha aşağı bir varlık haline de gelebilir. Muhterem Kardeşlerim, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Allah Teâlâ’nın insana verdiği onuruna yakışır biçimde konuşma esnasında hiç kimsenin sözünü kesmez, hiç kimseyi küçümsemez ve biri ona hitap ederse doğrudan o kişiye yönelirdi. Kardeşlerim, Unutmayalım ki Efendimiz (s.a.v.) insanların şekillerine, renklerine ve ırklarına bakılarak ayrım yapılmasını kesinlikle yasaklamıştır. İnsan; fıtratı gereği sürekli uyarılmaya muhtaçtır ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in içinde bulunduğu ortamda, yıldızlarım dediği o güzide ashabında bile zaman zaman bu alanda hatalara düşenler olmuştur. Bir gün nasıl olmuşsa olmuş, Ebu Zer ile Bilal bir konuda anlaşamamış ve Ebu Zer, Bilal’e “Kara kadının oğlu.” demişti. Bilal onun bu sözüne alınmış ve durumu peygamberimize bildirmişti. Peygamberimiz Ebu Zer’i çağırarak “Sende cahiliye adetlerinden biri mi var?” diyerek onun bu davranışını onaylamamıştı. Ebu Zer söylediğine bin pişman olmuş hemen yüzünü yere yapıştırıp: “Allah’a yemin ederim ki Bilal ya hakkını helal edinceye ya da yüzüme basıp geçinceye kadar buradan kalkmayacağım!” demiştir. Aziz ve Muhterem Mü’minler! Nihayetinde Rabbimizin bize eşref-i mahlûkat olarak bahşettiği büyük değerleri ve verdiği bunca nimeti hayatımızın hiçbir köşesinde aklımızdan çıkarmayalım. Rabbimiz bize nasıl değer vermişse, Efendimiz(s.a.v.) her konuda olduğu gibi bu konuda da bize nasıl örnek olduysa, biz de diğer insanlara o şekilde muamele edelim. Rabbimizin en güzel bir biçimde yarattığı halifesini hiçbir zaman hor görmeyelim. İnsana değer vermenin en iyi yolunun insan haklarına saygı duymak olduğunu unutmayalım. İnsana saygının kişinin kendisine saygısı olduğunu unutmayalım. Rabbim bizleri verdiği değere layık olanlardan eylesin. Âmin! 71 BAŞARILARIMIZ Erkam Ertürk - 10/B Liselerarası “Bayrak ve Vatan” Konulu Kompozisyon Yarışması İl Birincisi TOPRAKLARI VATAN, KUMAŞLARI BAYRAK YAPAN YÜCE DUYGU “Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer, Bir yıkık türbesinin üstünde Mevla titrer.” Yeryüzünde yaşayan her canlı, huzur ve emniyet içinde yaşayabilmek için sıcak bir yuva, sağlam bir barınak ve güvenli bir korunak edinir. İnsanların yuvası fert olarak ev, millet olarak da vatandır. Huzur ve emniyet bakımından evsiz yaşamak nasıl mümkün değilse, vatansız yaşamak da mümkün değildir. Ev olmadan fertlerin, vatan olmadan toplum ve milletlerin dışarıdan gelebilecek fikrî, siyasî, fiilî etki ve saldırılara karşı direnebilmesi imkânsızdır. Direnebilmek ve ayakta kalabilmek bastığın yerle ilgilidir. Bastığın yer, durduğun yerdir; durduğun yer ise dinlendiğin, dillendiğin, dirildiğin, karar kıldığın, kendin olduğun ve kendini bulduğun yerdir. Yüzyıllar hatta binyıllar öncesinden kendisini bulan, ara ara sarsılsa da hiç yıkılmayan bir milletin evlatları olarak bizler, var olmak, hayatiyetimizi devam ettirmek istiyorsak üzerinde yaşadığımız topraklara sahip çıkmak zorundayız. Bu vatanın her karış toprağı, bir anne gibi sıcak ve şefkatli, bir baba gibi güçlü ve korunaklıdır. Hepimiz bu anne-babanın çocuklarıyız. Hepimiz bu anne-babanın kollarında uyuruz, büyürüz, ninniler dinler, şarkılar söyleriz. Onlar bizi besler büyütür, onlar bizi emzirir doyurur. 72 MAYIS 2013 Vatanı sevmek, kuru hamasî duygularla olmaz. Çünkü sevgi, ancak yaşanınca samimi olduğunu ispat edebilir. Bu nedenle sevgi; fedakârlık ister, samimiyet ister, aşk ister, sabır ister, çalışmak ister. Vatanı sevmek uğrunda mücadele etmeyi, adamayı ve adanmayı gerektirir. “Su, su!” demekle susuzluk giderilmez, “ateş, ateş!” demekle yahut “yorgan yorgan” demekle soğuktan korunulmaz; “vatan vatan” demekle de vatan sevilmez ve vefalı bir vatan evladı olunmaz. Susayan insan suya gidip kana kana içer ve susuzluğunu böylece gidermiş olur; üşüyen insan ateşe gidip yahut yorgana bürünüp soğuktan korunmuş olur; vatanı seven insan da kutsal değerler adına hareket eder, o topraklarda yaşayan bütün varlıklara yüce duygularla hizmet eder, böylece vatana, millete ve bayrağa karşı görevlerini yerine getirmiş olur. “Ey mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü.” Bayrak özgürlüğün sembolüdür. Mavi göklerin altında, vatanın üstünde dalgalanır. Göklere uzanan başıyla her zaman dik ve onurludur. Gök kubbe altında en ufak bir esintide bile ürperecek kadar hassas ve dikkatli durur, bütün vakarıyla üstünde dalgalandığı toprak parçasını, insanıyla, devletiyle, geçmiş ve geleceğiyle gece gündüz gözler. Vatan da bu dik başlı keskin gözcünün bakışları altında tarihiyle, coğrafyasıyla, dağıyla, taşıyla, deniziyle dört bir yana uzanıp gider. Bayrak özgürlükle birlikte insan olarak, millet olarak kendini gerçekleştirmenin, rüştünü ispat etmenin alametidir. Bayrak ve vatan bir paranın iki yüzü gibidir yahut etle kemik gibi kaynaşmıştır. Tek başlarına herhangi bir anlam ifade etmezler. Bayrak, kendisine hangi yüce anlamı yüklerseniz onu taşıyabilecek güçtedir. Yerine göre nazlı bir hilâl, yerine göre kız kardeşimizin gelinliği, yerine göre barışın güvercini, savaşın kartalıdır, yerine göre şehitlerimizin, ölülerimizin sıkı sıkıya büründüğü beyaz kefendir. Bazen ay, bazen yıldızdır, bazen can, bazen kandır. Bayrak nazenin bir yârdır. En sıkıntılı dönemlerde onun etrafında kenetleniriz. Onu bağrımızda büyütürüz. Bayrak; sevdadır, mazidir, şereftir, namustur, sevgiliye sunulan alımlı bir güldür, göklerde süzülen bir kartaldır, uğrunda ölünmeye değer varlıktır, tarihin özüdür, dosta gurur, düşmana korkudur. Bayrak birlik ve beraberliğin, dirlik ve düzenin işaretidir. Bayrak, “tek bir hakikati” haykıran simgedir. Her toprak parçasına “vatan” diyemeyeceğimiz gibi her kumaş parçasına da bayrak diyemeyiz. Çünkü onlara yücelik ve derinlik kazandıran şey maddî olanın çok ötesinde manevî özelliklerdir. Şair Mithat Cemal Kuntay’ın da belirttiği gibi bayrakları bayrak yapan üstünde taşıdıkları kanlardır. Kanlar bir ideal, bir amaç, bir yüce gaye uğruna ölen canları sembolize eder. Toprak da vatan rütbesine ancak bir gaye uğruna ölen insanlar olunca yükselebilir. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Bastığımız bu toprakların sıradan bir toprak parçası olmadığını anlamak zorundayız. Bu diyarlar tarih boyunca büyük şahsiyetlerin, evliyaların, enbiyaların kutlu mesajlarına yurt olma şerefine nail olmuş dinî, tarihî, kültürel değerlere sahip topraklardır. İlk yapacağımız şey, hem altında büyük ölüleri hem üstünde büyük dirileri barındırmış ve milyonlarca insana asırlarca sıcak bir yuva olmuş bu topraklara hem de “yüce mesajlara” layık birer insan olmaktır. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı, Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.” Bu sebeple işe önce kendimizden başlamalıyız. Kendimizi sevmeli, kendimizle barışık yaşamalıyız. Bedenen, ruhen, aklen sağlıklı olmalıyız ki yaşadığımız bu topraklara daha fazla yararlı olabilelim. Çünkü ancak sağlıklı bireyler sağlıklı toplumlar oluşturabilir. Sağlıklı bireyler ancak ilerlemeye, gelişmeye açık olur. “Bir toplumun gelişmiş olmasını ancak bireylerin sahip oldukları öz değerler belirler. Bu öz değerleri tarihin getirdiği birikimler destekler. Geçmiş ve gelecek manevi değerler bir bütün olduğunda ise birey hayatının her aşamasında ya- 73 şadığı toprakları altında ve üstündekilerle, içinde ve dışındakilerle bir bütün halinde doğal olarak düşünür.” Artık bu vatanı sevme ve kalkındırma bilinci duyularla, duygularla harmanlanmıştır ve bilinçaltına öylece yerleşmiştir. Vatana, millete ve bayrağa sahip çıkmanın üç yönü vardır. Bunlardan birincisi ülke insanına, ikincisi devlete, üçüncüsü ise coğrafyaya sahip çıkmaktır. Coğrafyaya sahip çıkmak; taşına toprağına, ormanına, suyuna, yer altı ve yer üstü zenginlik kaynaklarına, sınır boylarına, parçalanmaz bütünlüğüne sahip çıkmak demektir. Devlete sahip çıkmak, sistemin düzgün ve adaletli işlemesi için milletçe el ele vermek ve onu güçlendirmek demektir. İnsana sahip çıkmak ise biyolojik varlığına ve sosyal-kültürel değerlerine sahip çıkmak demektir. İnsanın malını, aklını, fikrini, neslini, ırz ve namusunu, din ve inancını korumak da doğrudan vatana, millete, bayrağa saygıdır, hizmettir. Bu tür bir saygı ve hizmet ise aslında bütün bu nimetleri bizlere lütfeden Allah’a ibadettir. Üç kıtada kuzeyden güneye, doğudan batıya kadar asırlarca at koşturmuş bir ecdadın torunları olarak bizler de tıpkı onlar gibi insana, millete, devlete, bayrağa, mukaddes değerlere, canlı cansız bütün varlıklara hizmeti Hakk’a hizmet bilmeliyiz. Bu vatan evladına hizmet, bizzat vatanın ve bayrağın kendisine hizmettir. Bu nedenle vatanla bayrak, vatanla insan, vatanla millet birbirinden farklı şeyler değildir. Birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğerlerinin pek bir anlam ifade etmediği ayrılmaz bir bütündür. 74 MAYIS 2013 “Sahipsiz olan vatanın batması haktır. Sen sahip olursan, bu vatan batmayacaktır.’’ Bu duyarlılığa sahip bir vatan evladı, kendisine, ailesine, toplumuna, vatanına ve hatta tüm insanlığa faydalı olur. Öğrenciyse öğrenciliğini, öğretmense öğretmenliğini, doktorsa doktorluğunu, mühendisse mühendisliğini, hukukçuysa hukukçuluğunu, bürokratsa bürokratlığını, başbakansa başbakanlığını, her ne iş yapıyorsa onu hakkıyla yapar, işten kaçmaz, adaletten şaşmaz. Vatan sevgisi, sözde kalıyorsa böylesi bir sevgiye, ne vatanın ne milletin ne de insanlığın ihtiyacı hiç yoktur. Sanal korkular üretmek, hayalî düşmanlar var etmek yerine daha gerçekçi olmalıyız, zihnimizi daha ciddi, daha akıllı ve daha samimi düşüncelerle meşgul etmeliyiz. Bu vatan ve bayrak hepimizin. Bu toprakları korumak, bayrağın özgürce göklerde dalgalanmasını sağlamak ancak Yüce Tevhid inancına sahip olmakla mümkündür. Tevhid anlayışına sahip olunduğunda bütün bir yeryüzü tek vatan, bütün bir insanlık tek millet, bütün bayraklar da tek bayrak haline gelebilir. Bu, hayal değil hakikattir. Toprağı kendi malı görmekle vatanı korumak arasındaki çelişkiyi ortadan kaldıracak ufka ve inceliğe sahip olmalıyız. Biz gençlere büyük işler düşmektedir. İşimiz çok, zamanımız hiç yoktur. Yolumuz uzun ve yükümüz ağırdır. Bu şuurda bir gençlik ancak vatanı korur ve bayrağı ilelebet dalgalandırır. EĞİTİM-ÖĞRETİM Burslu Öğrencilerimize Sunulan İmkânlar Eğitim İmkânları (Barınma, yeme içme, sosyal aktiviteler) • Üç öğün sıcak yemek • Kütüphane • Kapalı ve açık spor alanları • Tarihî mekânlara ve çeşitli şehirlere gezi • Hafızlık yapmak isteyen öğrencilere özel öğretmen • Cuma ve vakit namazlarında imamlık imkânı • Günlük ve haftalık çarşı izinleri • Ücretsiz okul kıyafeti ve ders kitapları • Bilgisayar odası, internet ve wi-fi Burs İmkânı Diyanet Vakfımız, burs programına kabul edilen tüm öğrencilerin iaşe, ibate ve yol masraflarına ilave olarak komisyon kararıyla belirlenen miktarlarda aylık burs (harçlık) imkânı sunmaktadır. Yaz Kampı ve Etüt Öğrencilerimizin hem yıllık yorgunluklarını üzerlerinden atmak hem de Türkçe, Arapça ve Kur’ân-ı Kerim derslerini takviye etmek amacıyla ücretsiz yaz kampları düzenlenmektedir. Bunun yanı sıra hafta içi sabah-akşam ve hafta sonları olmak üzere etüt programları uygulanmaktadır. Başvuru Koşulları Uluslararası İHL programına başvuracak adaylar için aşağıdaki şartlar belirlenmiştir. Bu şartları taşımayanların başvurusu geçersiz sayılacaktır. 1. Ülkemizdeki ilköğretim okulunun 8. sınıf seviyesine denk bir eğitim öğretim kurumunu en az iyi derece (70) ile bitirmiş olmak 2. Vakıfça geçerli kabul edilen bir mazereti olmaksızın ilköğretimden sonra öğrenimine iki yıldan fazla ara vermemiş olmak 3. Erkek olmak 4. 01.01.1997’den sonra doğmuş olmak 5. Ülkelerindeki öğrenimleri süresince disiplin cezası almamış olmak 6. Bedence ve ruhça sağlam olup Türkiye’de eğitim görmeye engel herhangi bir hali bulunmamak 7. KKTC’den getirilecek öğrencilerde KKTC vatandaşı olmak 8. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmamak İstenilen Belgeler 1. a) Öğrencinin mezuniyetini gösterir ortaokul diplomasının aslı veya resmi kurumlarca tasdikli sureti b) İlköğretimin 8. sınıfını iyi derecede bitirdiğine dair (transkript) not çizelgesi, son sınıf öğrencisi ise bir önceki yıla ait not çizelgesi 2. İlgili yurtdışı temsilciliğimiz bünyesindeki Eğitim Müşavirliğimizce öğrencinin diploması ile ilgili olarak düzenlenen Türkçe denklik belgesi (Bunun mümkün olmaması halinde Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu Başkanlığınca denkliğinin yapılması) 3. Nüfus cüzdanı aslı veya resmi kurumlarca tasdikli örneği 4. Türkiye’de sağlık yönünden öğrenim görmesine engel bir hastalığı olmadığına dair resmi bir sağlık kurumundan alınmış sağlık raporu 5. 6 adet vesikalık fotoğraf (4,5x6 cm) 6. Öğrenim meşruhatlı vize 7. Öğrenci velisinden Türkiye’de eğitim görmesine dair muvafakatname Başvuru Tarihleri Belirtilen şartlara uygun adaylar, istenilen evrakı tamamladıktan sonra başvuruya hazır olmuş demektir. Başvurular her yıl nisan ayında web sitemiz aracılığıyla yapılabilecektir. Başvuru için http://www.diyanet.org.tr adresine girerek işlemlere başlanacaktır. İşlemler tek oturumda bitirilmeye gayret gösterilecektir. Mülâkatlar ve Başvuruların Değerlendirilmesi Başvurular, online olarak doğru bir şekilde doldurulduktan sonra Diyanet Vakfı’nın bilgi işlem sistemine düşecektir. Komisyon ön elemeleri yaptıktan sonra adaya başvurunun onaylandığı bildirilecektir. Başvurusu kabul olmayanlara geri dönüş yapılmayacaktır. Başvurusu kabul olanlara ise eğitim yılı başlamadan, ön elemenin neticesi ve evrakın ulaştırılması gereken adres bildirilecektir. Ön elemelerin yapılmasının ardından öğrenciler, görevlendirilecek bir heyetle mülâkata tabi tutulacak ve bu mülâkat sonuçlarına göre kesin kabuller yapılacaktır. Bu aşamadan sonra her bir adayın eğitime başlayacağı tarih ve yer kendisine bildirilecektir. Mülâkat Konuları • Kur’ân-ı Kerim okuma ve tecvit bilgisi • Temel dini bilgiler (iman, itikat, ibadet, siyer, ahlâk) • Genel kültür • Davranış gözlemi • Eğitime ilgi • Özel yetenek 75 MİSAFİRLERİMİZ Nazif Demiral - Müdür Yardımcısı Okulumuz Dünya Gündeminde 2010-2011 eğitim-öğretim yılında faaliyete geçen okulumuz; % 80’i misafir, % 20’si Türk öğrenci profiliyle Türkiye’deki tek okuldur. Okulumuzda şu an itibariyle 40 farklı ülkeden öğrenci bulunmaktadır. Okulumuz vizyon ve misyonuyla dünyaya önder olacak öğrenciler yetiştirme yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Türkiye’de çok önemli bir misyon üstlenen imamhatipler, kurulduğu günden beri hem dini hem de pozitif ilimler alanında çok büyük başarılara imza attı ve birçok Müslüman ülkenin dikkatini çekti. Yerel hizmetlerini uluslararası boyutlara taşıyınca da bu kurumlar bütün dünyanın ilgi odağı haline geldi. Kendi alanında Türkiye’nin ilk ve tek uluslararası okulu olma özelliğini taşıyan Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi, yerli ve yabancı basının, kurum ve kuruluşların, eğitimci ve siyasetçilerin, bürokrat ve parlamenterlerin mutlaka görmek istedikleri özel ve özellikli bir mekân haline geldi. Bugüne kadar okulumuzu daha yakından görmek, tanımak ve eğitimi hakkında bilgi almak isteyen birçok bilim-kültür-sanat ve devlet adamı ile sivil toplum kuruluşu incelik gösterip bizleri ziyaret etti. Ziyaret esnasında gördükleri güzel ve nezih ortamlar karşısında hayranlıklarını gizleyemediler. Eğitim kalitemiz, tarihî mekânlarımız ve sosyal ortamlarımız kendilerini çok etkiledi. Özellikle de yerli ve 43 ülkeden gelen öğrenci arasında kısa sürede tesis olunan kardeşlik örneği, yerli-yabancı bütün misafirlerin büyük takdirini kazandı. Okulumuzun kendileri için bir model olduğunu ve bu tür 76 MAYIS 2013 Ürdün Büyükelçisi, Amjad Adaıleh çalışmaları başka ülkelere de götürmek gerektiğini belirttiler. Bu nazik ziyaretler ve takdir, şükran dolu konuşmalar için UFSM ailesi olarak bizler de çok değerli misafirlerimize ayrı ayrı teşekkür eder, kendilerini en kısa zamanda tekrar misafir etmekten büyük bir onur ve mutluluk duyacağımızı özellikle belirtmek isteriz. Okulumuzu Ziyarete Gelen Kıymetli Misafirlerimiz • Mali Din İşleri ve İnanç Bakanı, Yacouba Traore • Müslüman Filipinliler Ulusal Konseyi Başkanı, Hon. Mehal Sadain • Ürdün Büyükelçisi, Amjad Adaıleh • Kazakistan Oş Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Muhtar Omurzakov • Uganda Başmüftüsü, Shaban Ramathan Mubaje • Azerbaycan/Bakü Rusya Müftü Yardımcısı, Ruşen Ahmedov • Cezayir Özel Okul Müdürleri • Dünya İslam Birliği Eğitim Sorumlusu • Kazakistan Müftüsü • Avusturya’da dini eğitim veren çok programlı bir Lise Müdiresi ve Öğretmeni Dünya İslam Birliği Eğitim Sorumlusu Müslüman Filipinliler Ulusal Konseyi Başkanı, Hon. Mehal Sadain Kazakistan Oş Üniversitesi Rektörü, Prof. Dr. Muhtar Omurzakov Mali Din İşleri ve İnanç Bakanı, Yacouba Traore 77 SPOR Hüseyin KARA - Beden Eğitimi Öğretmeni Spor Bizim İçin Bir Kaynaşma Aracıdır Spor bizim için bir kaynaşma aracıdır. Aynı anda farklı ülkelerin insanları aynı takımda bir araya gelerek aynı amaç ve hedefler doğrultusunda mücadele etmektedir. Sevinci de hüznü de bir arada ve beraberce yaşamaktadır. O yüzden bizim için spor tamamen bir araçtır, amaç değil. Okulumuz bu yıl, liselerarası spor yarışmalarına 7 branşta 52 öğrenciyle katıldı. Bu yarışmalar sonucunda öğrencilerimiz toplam 3 kupa ve 2 madalya kazanarak ne kadar yetenekli olduklarını göstermiş oldular. Yalnız UFSM olarak bizler bununla yetinecek değiliz. Çünkü büyük düşünüyoruz, büyük düşler görüyoruz. Hedeflerimiz çok büyük. Bütün başarılara talip olduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem öğretmenler hem öğrenciler olarak biz- 78 MAYIS 2013 ler bunun gayet iyi farkındayız. Her başarı göğsümüzü kabartıyor ama aynı zamanda bir başka başarıya odaklanmamızı da sağlıyor. UFSM ailesi, lokal başarılarla değil daha büyük başarılarla ilgilenmektedir. Tek bir alanda değil, bütün alanlarda başarıyı yakalamanın azmi içindedir. Başarı kolektif çalışmayla elde edilen bir neticedir. Aklen, fikren, bedenen, gaye ve hedef olarak kendimizde muazzam bir renk, muazzam bir ahenk, uyum, insicam ve yüksek bir motivasyon görüyoruz. Temennimiz odur ki önümüzdeki yıllarda da başarılarımız artarak devam edecektir. Sportif alanlarımızın yetersizliği gibi, yaşamakta olduğumuz arızî engel de kolay atlatıldığı takdirde ülke ve dünya çapında neden başarılar elde etmeyelim? Okulumuzun öğrenci çeşitliliğinin olması, sportif aktiviteleri de çeşitli kılmaktadır. Senenin başında yapılan “II. Geleneksel Dragon Bot Yarışları”nda liseler kategorisinde şampiyonluğu kazandık. Bu şampiyonluğun ardından gelen güreş müsabakalarında aldığımız dereceler bizi gerçekten çok gururlandırdı. Serbest 60 kg kategorisinde Senegalli Muhammed Mustapha N’diaye İstanbul ikincisi, grekoromen 84 kg kategorisinde İnguşetyalı Adam Kulbuzhev İstanbul üçüncüsü oldular. Fatih ilçesinde yapılan güreş müsabakaları sonucunda da serbest ve grekoromen kategorilerinde takım halinde ikinci olarak 2 kupa daha kazandık. Bu azim ve yetenekteki İnguşetyalı öğrencilerimiz olduğu sürece bizler UFSM ailesi olarak daha büyük başarılara imza atacağımıza inancımız tamdır. Yukarıda belirttiğimiz üzere başarı kolaktif bir iştir. Elde ettiğimiz başarılarda idaresiyle, öğretmeniyle, öğrencisiyle bütün herkesin katkısı vardır. Emek veren, destek olan bütün arkadaşlara teşekkür ediyoruz. 79 Mayıs 2013 Sayı: 2 “O’nun rengiyle boyandık.” Mayıs 2013 Sayı: 2 Uluslararası Fatih Sultan Mehmet Anadolu İmam-Hatip Lisesi Okul Dergisi Biz Kardeşiz, Biriz, Beraberiz