karakututuncayguney
Transkript
karakututuncayguney
KARA KUTU Tuncay Güney Faruk Arslan [Faruk Arslan] 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde sosyoloji alanında yüksek eğitim yaptı. Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik Gazeteciler Derneği üyesidir. 2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde köşe yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada Türk’te, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde, 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerice biliyor. Yayımlanmış Eserleri: Matrix’in 11 Eylül Kurgusu Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol mparatorlu unda Güç Sava ları Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu Petrol Satrancı Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlı ın Gizli Tarihi Ke mir’de Hz. sa Efsanesi September 11 Fiction of Matrix Vadi’nin ifresi Çözülüyor Kurtlar Vadisi Fenomeni Azerbaycan Alperenleri I İçindekiler Önsöz Ergenekon’u Çökertmek ki Çorumlu’ya Kaldı ........................8 GiriĢ Tuncay Güney’i Nasıl Tanıdım?..................................................12 Birinci Bölüm GÜNEY’LE NEDEN BOZUġTUK, NĠÇĠN BARIġTIK? ........30 Ġkinci Bölüm AYDINLIK’IN SAHTE TUNCAY GÜNEY B YOGRAF S ..41 Üçüncü Bölüm TUNCAY GÜNEY’ĠN GERÇEK YAġAM ÖYKÜSÜ..............47 Dördüncü Bölüm NASIL GAZETECĠ OLDU?.........................................................69 BeĢinci Bölüm FOTOMONTAJ SKANDALI VE FOTOĞRAF HIRSIZLIĞ I .....74 Altıncı Bölüm OTO, DĠPLOMA, ARSA SAHTEKÂRLIKLARI ......................85 Yedinci Bölüm GÜNEY’ ĠN 28 ġUBAT’TAKĠ ROLÜ.........................................91 Sekizinci Bölüm MUMCU, BĠTLĠS, ERSEVER ĠTĠRAFLARI ...........................97 Dokuzuncu Bölüm ERGENEKON’UN PKK’SI VE ASĠ T ÖLÜM ÇUKURLARI .109 Onuncu Bölüm MISIR’IN ARADIĞ I MOSSAD AJANI GÜNEY! .....................139 On Birinci Bölüm YILAN HĠKAYESĠNE DÖNEN ĠLTĠCA MACERASI ........149 Oni kinci Bölüm HAHAM YARDIMCISI OLDUĞU SĠNAGOG.......................169 On Üçüncü Bölüm UYUġTURUCU ĠTRAFI VE JĠTEM .....................................184 On Dördüncü Bölüm GÜNEY’ ĠN ĠFADELERĠNDEKĠ SIRLAR ............................191 On BeĢinci Bölüm BAġKA BĠR TUNCAY GÜNEY PORTRESĠ ...........................204 On Altıncı Bölüm ÇĠFTE AJAN GAZETECĠLER..................................................217 On Yedinci Bölüm ERGENEKON’UN MASKESĠ DÜġTÜ...................................229 On Sekizinci Bölüm BAġKA SÖZE HACET VAR MI? ..............................................239 On Dokuzuncu Bölüm KAYIP DOSYALARDAK JĠTEM............................................242 Yirminci Bölüm HANĠ NEREDE DIġ ĠSTĠHBARATLAR?.............................246 Yirmi Birinci Bölüm KĠMDĠR BU DERĠN DEVLET?...............................................252 Yirmi ikinci Bölüm ĠKĠ YIL ÖNCE YAZDIĞ IM ERGENEKON! ..........................259 Yirmi Üçüncü Bölüm ON SORU-CEVAP’LA ULUSALCILARIN ĠHANET ÇETELER !................................................................271 Yirmi Dördüncü Bölüm LĠDERĠN ġEMAĠ LĠ VE BAĞLANTILARI ...........................293 Yirmi BeĢinci Bölüm EN GÜÇLÜ ADAY......................................................................308 ERGENEKON BUZDAĞI............................................................ 322 Kaynakça.......................................................................................340 Tanıtım Ergenekon’u deşifre eden, kilit adam, kara kutu Tuncay Güney, sürekli konuşuyor. Ergenekon iddianamesinde adı en çok geçenler arasında dokuzuncu sırada, tam 592 kez geçiyor. Ama Ergenekon davasına dayanak olduğu halde güvensizlikten tanık veya sanık yapılmadı. Şehir efsanesi haline getirilen medyatik yaşam öyküsü, ilişkileri sanal mı, gerçek mi? Ortada, ajan filmlerine taş çıkartan bir figür duruyor, kimse gerçekleri araştırmıyor. Kimilerine göre en uçuk romanlarda ve filmlerde bile, böyle sanal kahraman, usta oyuncu bulmak zordur. Şok açıklamalar yapan Güney’in, anlattıklarının ne kadarı doğru, kayıp çuvaldakiler neler? CIA ajanı sanılan Güney’in evine baskın yapan CIA ajanı neden çok şaşırdı? Mısır’da MOSSAD ajanlığından ceza aldığı halde neden Interpol tutuklamıyor? Ergenekon davasında dış istihbaratlar, gerçek baronlar, finans kaynakları neden yok? JİTEM’in yargısız infazları, faili meçhullerin mezarı: Ölüm Asit Çukurları nerede? Kimdir bu derin devlet, gerçek lideri, baronu kimdir, ne gibi bağlantıları vardır? Kanada’da, Güney’i gerçekten MOSSAD mı koruyor, yoksa sıradan bir vatandaş mı? Yılan hikâyesine dönen iltica davasında, bahsi geçen homoseksüelliği neden gerçek dışı? Haham yardımcısı olarak çalıştığı sinagoga neden Rebai olamaz, oldu ise nasıl oldu? Terörist Abdullah Öcalan, neden onu MOSSAD ajanı ilan etti; operasyonu onlar mı yürütüyor? Tuncay Güney’in gerçek hayat hikayesi bambaşka. O, sıradan bir ‘kahraman’ Çorumlu. Bu kitapta kafanıza takılan soruların gerçek cevaplarını bulacaksınız. Önsöz Ergenekon’u Çökertmek iki Çorumlu’ya Kaldı Ergenekon’un kara kutusu Tuncay Güney, Ergenekon ile PKK ilişkisine, Hizbullah’ı Ergenekon’un kurdurduğuna ilk dikkati çeken isim. Veli Küçük, Doğu Perinçek ve İlhan Selçuk’a ve pek çok Ergenekon’cuya sorgulamada sorulan yüzlerce sorunun kaynağı Güney’in açıklamalarıydı. Ergenekon davası, onun dayanak teşkil eden açıklamaları olmasa, ne kamuoyu desteği alır, ne de dava açılabilirdi. Bununla gurur duyuyor, Ergenekon’un ipliğini pazara çıkaran gazeteci olduğu için, diğer gazetecilerin kendisini kıskandığını iddia ediyor. Bu sırada PKK elebaşısı Abdullah Öcalan, MOSSAD’ın Ergenekon’u çökertiğini, Tuncay Güney’in MOSSAD ajanı olduğunu öne sürdü. PKK çevrelerine, bunun kaynağını soran Tuncay Güney’e göre, Öcalan bu iddiaları benim yazılarıma bakarak söylüyormuş. Öcalan’a, Aydınlık’a, Doğu Perinçek’e ilham veren Faruk Arslan’mış, bu nedenle kendisini MOSSAD ajanı olmakla suçluyorlarmış. Güney, bana bu nedenle 32. Gün’den sitem ediyordu: “Kral Faruk yazıyor, Türk medyası alıntı yapıyor.” Ona 4 Ekim 2008’de şu yanıtı gönderdim: Tuncay, “Türkiyede çıkan Newsweek’ten Semin hanıma, Ergenekon ve seninle ilgili olarak, bir saat mülâkat verdim. Hep seni sordu; doğruları söyledim. ‘Tuncay bey, sizin anlattığınız gibiyse, gerçek hayatını anlatsın, Ergenekon davası daha da güçlenir,’ dedi muhabir. Haklı. Karmaşık görünen ilişkilerin kafalarını karıştırıyor, tam bir şehir efsanesi oldun. Başkası gibi olma kendin ol, olmadığın gibi görünmeyi bırak, ‘pretend’ yapma artık. Muhabire de aynı yorumu yaptım. Ergenekon’un sokaktaki bu adamlarını temizleme işinde, bir konsensüsün varolduğu görünüyor. ABD, AB, İsrail, TSK, masonlar ve baronlarımız, tüm kirli işleri, faili meçhulleri illegal JİTEM’e ve bu küçük günah keçisi Ergenekonculara yıkıp, kendilerini temize çıkaracaklar. Böylece, Türkiye AB’ye girecek. Plan bu. Sonra da yeni bir Ergenekon sistemi kuracaklar. 100 kişiyi suçla, 4000 kişilik yapılanmada iş değil. Bunca işi yapan Ergenekon’un, hani nerede dış istihbarat ayağı, finans odakları, baronları, bankamatik danışmanı emekli generalleri? Herkes olayın ideolojik savaş değil, ekonomik savaş olduğunu biliyor. O zaman neden, ekonomiyi kontrol etmek için bunca yıldır fitne çıkaran baronlara uzanamıyorlar? Bu işi çözmek seninle bana, iki gariban Çorumluya mı kaldı? Bu arada, Çorumlu akrabalarımla konuştum. Akrabalarımın neredeyse hepsi ölmüşler, bir dayım, iki teyzem, iki halam, iki amcam kalmış geriye. 12 yıldır Çorum’a gidemedim. Faruk Arslan” 5 Ekim 2008’de Tuncay’ın verdiği şu cevap aslında tüm gerçekleri çok yalın olarak ve olduğu gibi anlatmaya yetiyor: “Faruk bey, Tespitleriniz doğru, fakat bugünkü gazeteciler çok cahil. Örnek isterseniz, Hürriyet beni manşet yapmıştı. MİT’den 29 yaşında emekli oldu, diye. On gazeteci aradı. Doğruları anlattım. Dedim ki, babamdan yetim maaşı almıştım. Ama 16 yıl oldu, 18 yaşımdan sonra kesildi. Hiç kimseyi inandıramadım. Bakan Çelik, açıkladı da inandılar. Zorla, MİT emeklisisin itiraf et, dediler. Bu saatten sonra, bunlara doğruları anlatsan da, inanmıyorlar. Ne yapayım? Tek suçlu ben miyim? Bak iki Çorumlu olarak, senin ile benim ‘Ergenekon’u ortaya çıkartmaya çalışan.’ Çorum’a heykelimi diksinler. Newsweek dergisi beni de aradı. Ama yine kendi bildiklerini yazacaklar. Meselâ, ABD’de kalman için 10 yıllık vizeyi CIA verdi, Kanada’da devletin özel misafirisin değil mi, diyorlar. İlticacıyım diyorum, yok anlamıyorlar. ABD, Kanada, İsrail sana özel statü vermiş de kalıyorsun, diyorlar. Sonunda, ne biliyorsanız, aman onu yazın dedim. İlticacı olduğuma inanmıyorlar. Ben ne yapayım söyleyin, tek suçlu ben değilim. Nasıl karanlık görmek istiyorlarsa, öyle görsünler. CIA’dan kaç para alıyorsun, dediler. 100 dolar, metropass mavikart parası, dedim. Canada Türk’de okuduk dediler, çok az buldular. Ne CIA’sı, dedim. 100 dolar alıyormuşsun, diye ısrar ettiler. Gel de çık işin içinden kardeşim! Bu arada ben de gazetelerden öğrendim. Çorum’da teyzem ölmüş. Haberim yoktu, çok üzüldüm. Çok severdim kendisini. Annemin tek kardeşi idi, çok üzüldüm. Annem de kahroldu. Bir ağabeyim 17 yaşında idi, trafik kazasında öldü. Babam, teyzem öldü. Annem artık çok üzülüyor. Bana da üzülüyor. Hayırlısı. Çorum’a belki beraber gideriz. Bence bu Ergenekon’u deşifre etmek seninle bana, iki Çorumluya kaldı. Bak Çorum’dan neler çıkıyormuş… Saygı ve dostça Tuncay Güney“ Faruk Arslan Giriş Tuncay Güney’i Nasıl Tanıdım? Ergenekon’un kara kutusu Tuncay Güney’in gerçek hayat öyküsünü yazmak zorunlu hâle geldi. Ergenekon soruşturmasıyla ‘şehir efsanesi’ne dönüştürülen Güney’i Ergenekon soruşturmasından bir buçuk yıl önce, 1 Ekim 2006’da ilk defa gündeme getiren gazeteciyim. Türkiye’nin meşhur gazetecileri, Ergenekon soruşturması sayesinde ünlenen Tuncay Güney tarafından yanlış bilgilendirildi. Uğur Dündar’dan Saygı Öztürk’e Fatih Altaylı’dan İbrahim Karagül’e, Mehmet Ali Birand’a ve bu satırların yazarına kadar herkesi yanlış yönlendirmeyi başaran Güney, bir fenomen olmayı hak ediyor. Ertuğrul Özkök’ün “haberin şehavetine kapıldık da, yer verdik” savunması, Türk gazeteciliğinin düştüğü içler acısı durumu kurtarmıyor. Ergenekon oluşumuna, ilk olarak, 2 Mart 2001’de gazeteci Tuncay Güney’in ofisine ve evine yapılan baskında bulunan, “Ergenekon Gizli Örgütü’ adlı dosyada rastlandı. Bu kadar önemli bir soruşturma, hazırlanan iddianame ve davanın dayanağı, oldukça ilginç bir şahıstı. Aynı dosya, Doğu Perinçek’ten Veli Küçük’e Adil Serdar Saçan’a kadar pek çok insanda bulundu, Ümraniye el bombacılarında çıktı. Göz altına alınanlara, -Güney’in ifadelerine dayanılarak- sorular soruldu. Peki, kimdi bu Güney? Gerçekten önemli bir kaynak, bir tanık mıydı, örgütün içinden mi geliyordu, yoksa örgütün kurbanı mıydı? Ajan mıydı? Gay miydi? Çorumlu hemşerim olan Güney ile ilk tanışmamızda anormal bir durum yoktu. Onu meşhur eden yazıları 2006 ve 2007’de kaleme alırken, ortada Ergenekon soruşturması da, davası da bulunmuyordu. Bu yazılardan dolayı çok eleştiriler aldım. Güney’i sanal, sahte, uydurma bir kişilik sanıyorlardı. Ergenekon’da kilit isim olunca, ismini, internetten “google”layanlar yazılarımla karşılaştı. Pek çokları faydalandığı halde, kaynak göstermeden, kimileri de ismimi zikrederek Güney’i yazdılar. Kanada ile Türkiye arasında inanılmaz bir haber ağı kuruldu. Tuncay, artık “benimki”ydi, uzmanlık alanıma girmişti. “Seninki yine filanca medyaya konuşmuş, aslı nedir?” diye takılanlara açıklama yapmaktan yoruldum. Oysa herkes, işin gerçek yüzünü merak ediyordu. Bu süreçte, sayısını hatırlayamadığım kadar gazeteci, Güney’in telefonunu, e-mailini istedi. Güney’in verdiği müthiş bilgilerle Ergenekon aydınlanırken, şahsı ile ilgili dezenformasyon bilgiler ortada dolaşıyordu. Bunları düzeltmek elzem olmuştu. Ortada casus filmlerine taş çıkartan bir figür dolaşıyordu, en uçuk romanlarda ve masallarda bile, böyle sanal kahraman bulmak zordu. Oysa her şeyin basit bir açıklaması vardı. Bu sürecin başlangıcında, 2002 yılından 2003’e kadar aynı kentte -Toronto’da yaşadığım halde- Güney ile ilgilenmemiştim. Bu nedenle Saskatchewan’ın başkenti Regina’da üç yıl kaldıktan sonra, Ontario’nun başkenti Toronto’ya geri dönüş yaptığım 2006 Temmuz’unda “Yahudi hayranın seni arıyor” diyen ebedi ve ezeli komşum, dostum, arkadaşım, sırdaşım gazeteci Nasir Balcı’nın, kimi kast ettiğini önce anlamadım. Şaka yapıyor sandım, Yahudilerden hayranım çıkacağını pek sanmıyordum. Başında kippa’sıyla Yahudilerin caddesi Bathuristde dolaşan, ve aksanlı Türkçe konuşan Tuncay, kendini herkese Yahudi olarak tanıtıyor, ve Türkiye’yi çok sevdiğini belirtiyordu. 2005’de Ottawa’da meskun ‘Türkiyeliler’ adlı bir grupla gelip, Kanada Türk Federasyonu genel seçiminde yönetimi ele geçirmeye çalışmasa, kimse onun Türk vatandaşı olduğunun farkına bile varmayacaktı. Burada bir de konuşma yapan Güney’in, aksanlı, bozuk Türkçe kullanması dikkat çekiyordu. Güney, ‘aptal’, ‘salak’ rolünü oynamayı çok seviyordu. Tarih: 7 Ağustos 2006. Yer: Toronto, Yonge ve Dundas Meydanı. Kanada’da ilk defa, -Kanada Türk Dostluk Vakfı’nın girişimiyle- gerçekleştirilen Toronto Türk Festivali’nin organizatörlerinden birisi olarak, Türk lokumu çadırında, lokum ikram ediyordum. Nasir, yumurta sarısı saçlı, ablak kırmızı yüzlü, sürekli sırıtan birini koluna takmış olarak, çadırıma geldi. Meğerse biraz önce benden lokum alan Tuncay, biraz ileride karpuz standında bulunan Nasir’e burada olup olmadığımı sormuş. Nasir’den de “dostum, sen kimden lokum aldığını bilmiyorsun sanırım” cevabını almış. Nasir, “işte seni arayan Yahudi hayranın bu” dedi ve yanımızdan ayrıldı. Koyu bir sohbete başladık. Kişisel web sayfamda anne ve baba tarafından aslen Çorumlu olduğumu öğrenince, bana olan sevgi ve saygısı artmıştı. “Uzun yıllardır yazılarını biriktiriyorum, hayranım yaklaşımlarına, ortak görüşleri paylaşıyoruz” diyen Tuncay, mutlaka kitaplarıma ulaşmak istiyordu. Festivalde lokum çadırı çok yoğun olduğundan, çok fazla konuşamadık. Daha sonra buluşmak için sözleştik. Benden kitaplarımı imzalı istedi. Kanada’da 2004’den beri aylık yayımlanan, köşe yazarı ve yayın danışmanı olduğum Canada Türk gazetesinin bulunduğu çadıra giden Tuncay, editör Hasan Yılmaz’dan Yahudiler aleyhinde yazmaktan vazgeçmesini talep etti. “Git işine buradan kovmadan” diye bir araba azar işitti. O sırada İsrail, Lübnan’a saldırmıştı. Kanadalı Arapları bölgeden tasfiye etmek için, Ottawa, Ankara’dan yardım istemişti. 2005 sonunda kurulan Kanada Dinlerarası Diyalog Merkezi’nin 2006 yılındaki çalışmalarını yürüten Fehmi Kala, Yahudi toplumundan diyalog kuracak kimse bulamayınca, ‘Yahudi’ sandığı Tuncay’dan destek istemişti. Toronto’da sinagog sinagog dolaşarak, Kanada’da ilk defa 2006 Ramazan’ında düzenlenecek diyalog yemeğine çağıracak Yahudi aradılar. Sonuçta biraz ılımlı olan bir Yahudi ve Tuncay’dan başka Ramazan ayında gerçekleşen iftara katılan ‘Yahudi’ olmadı. Daha sonra Kala’ya, “koskoca Toronto’da diyalog yapacak ‘sahte Yahudi’ Tuncay’dan başka adam mı bulamadın” diye epey takıldım. Kala da, insanları etkilemeyi bilen Güney’in kurbanlarındandı. Güney, beni de kandırmıştı. Daha sonra, düştüğümüz hâle, ikimizde çok güldük. Toronto’da King Oteli’nde gerçekleşen iftar sırasında ve sonrasında, Tuncay ile ayak üstü sohbet ettik. İftar masamda “kim bu konuştuğun Yahudi?” diye soran Türklere, sırf şaka olsun diye, “hiç, arkadaş MOSSAD’a çalışıyor, rapor yazmaya gelmiş” cevabını, alelade bir cevapmış gibi verdim. Çünkü, bir kaç dakika önce Tuncay aynı soruma, böyle cevap vermişti. Öyle bir izlenim veriyordu. Çevresindeki insanlar kendinden korksun, saygı duysun diye, MOSSAD’ım diyordu. İftardan sonra Tuncay’ın başındaki kippa ve kara fötr şapka ile fotoğraflar çektirdim. ‘Net Kırılma’ adlı kitabımı imzalayıp Güney’e getirmiştim. Dışarı çıktık, araba ile evine bırakmayı önerdim, kabul etti. Henüz otelin merdivenlerinden inerken, ilk tepkisi programa katılan Yahudi’ye oldu. Cuma akşamı düzenlenen iftar hataymış, bir Yahudinin bu iftara katılması daha büyük hataymış. Çünkü, Cuma akşamı ve Cumartesi günleri, dindar Yahudiler hiçbir etkinliğe katılmaz. Programı düzenleyenlerin bunu bilmeyecek kadar cahil olmadığını var sayarak, Yahudileri dışladıklarını sonucuna varmıştı Güney. Bir kasıtları olmadığını söyledim. Program boyunca, ılımlı Yahudinin -koyu kara ve beyaz gömlek Yahudileri temsil eden kıyafet giydiği için- kendisine korku ve endişe ile baktığını ve rahat konuşamadığını, rapor edeceğini bildiğini savundu. Kime rapor edeceksin dediğimde, daha önce şaka yaptığını sandığım sözü tekrarladı: MOSSAD’a... İkinci tepkiyi, programda onur konuğu olan ABD Toronto Konsolosu’na gösterdi. Daha yeni göreve başlamasına rağmen, Fehmi Kala’nın nasıl olup ta böyle bir diplomatı ‘ele geçirdiğini’ merak etti. Bir dahaki diyalog iftarına geleceğine dair bu programda söz vermesine rağmen, gelememesi için gerekli yerlere rapor edeceğini, CIA’yı bilgilendireceğini söylemeyi ihmal etmedi. Ne kadar önemli, büyük bir adam olduğunu sürekli imâ ediyordu. Saatlerce konuştuk, pek azını kaleme aldım. Herkesten bilgiler kotarıp, ilgi duyan bir başkasına satıyordu. 2006 Ekim ayında, internette köşe yazdığım sonsaniye.net ve Almanya’da yayımlanan Platform dergisinin web sayfasında “Mossad’a Çalışma ve Masonluk Teklifi” başlıklı aşağıdaki yazım yayımlandı. Yazı, muhatabımın çifte kişilikli olmasından kaynaklanan, bazı yanlış bilgileri de barındırıyordu. Ergenekon’un kara kutusu Güney’i tanımak isteyen pek çok kişiye kaynak oluşturduğu için, buraya olduğu gibi alıntılamak zorundayım: “Sonunda başıma bu da geldi. MİT veya derin devlete çalışmadığım konusunda ikna olan MOSSAD, meğerse bir aracıya ‘bizim ile çalışır mı?’ diye sordurtmuş. Aracı Yahudi dostum, bana haber bile vermeye gerek duymadan, ‘onurlu bir Müslümandır, çalışmaz’ demiş. Yahudi dostum ciddi ciddi, ‘yahu sen Mason olsan, müthiş yükselirsin’ dedi. Yukarıdaki öneri espiri değil. Tuncay müstear ismini kullanan Yahudi hayranım, uzun süredir kitaplarımı imzalı istiyordu. Nihayet buluştuk ve aramızda aşağıdaki ilginç diyalog geçti. Asıl ismini yazmayacağım. Pek çok Yahudi gibi çıkarlarına uygun olduğu için Türkiye'yi ve insanını seven bir Yahudi. Türkiye'de Yahudi düşmanlığı yoktur dedim ve başındaki kipasını başıma geçirerek fotoğraf çektirdim. İsrail'i kuran ve esas yönetici kadro Eşkenaz Yahudilerinin soyu, Musevi olan Hazar Türklerine dayanır, aralarında akrabalık ilişkisi vardır. Bu topraklardan İspanya'ya göç ettiler, daha sonra katliama uğradılar ve Osmanlı’ya 500 sene önce tekrar göç etmek zorunda kaldılar; işte bu Yahudiler İsrail'i kurmuştur. Biraz ipucu vereyim. İstanbul Üniversitesi mezunu bir gazeteci. Milliyet, Sabah, Akşam gibi gazetelerde çalışmışlığı var. Türkiye vatandaşı olabilmek için İstanbul Müftülüğü'ne gidip numaradan kelime-i şehadet getiren, aslında koyu dindar bir Musevidir. Oldukça iyi takiyye yapmış; pek çok sûre ezberinde ve Kur’ân'ı tecvidiyle okuyabiliyor. Bir ara JİTEM mensubu olduğu ortaya atıldı. (Ortaya atan arkadaş dostum olur, ona lanet okuyor, kimin elindense ölmesini diliyor) Bunun nedeni dünyanın en dönek ve bukelemun adamı olarak nitelediği İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek ile PKK elebaşısı Abdullah Öcalan'a gül verirken çekilen fotoğrafı elde etti, MİT'e verdi. MİT ise medyaya verdi. MİT'e yaptığı servisler ve MİT'in ona yaptığı servislerin çoğu 28 Şubat sürecinde gerçekleşmiş. Türkiye'yi bir Türk'ten daha iyi tanıyan, karış karış dolaşmış bir meraklı. Türkçesi mükemmel. Kanada'da da Sion Tarikatı Toronto Merkez'inde Türkiye Masası uzmanı olarak çalışıyor. Ayrıca Toronto Mason Örgütü'nün Bathurist ve St. Clair West şubesine üye. ‘Senin yazılarını tercüme etmekten anam ağladı!’ diye söze başladı Tuncay. -Peki, kime gönderiyorsun bunları, ne diyorlar yazılarıma? MOSSAD'a mı çalışıyorsun? -Genelde ‘Fuck’, ‘Shit’ diyorlar. Yahudi teşkilatlarına gönderiyorum. -Çok mu Yahudi aleyhtarı yazıyorum sence? -Çok ta laf mı? Akit-Vakit çizgisindekiler yazsa güler geçeriz, ciddiye almayız. Ama senin yazdıkların Müslümanları uyandırıyor. Özellikle genç entellektüel gençlik üzerinde büyük etkin var. Çok açık yazıyorsun. Biraz liberal ol, üslubunu yumuşat. -Yalan mı yazıyorum? Ben fundamentalist Yahudi zihniyetine karşıyım. Dünyayı kana bulayan dinlerin fanatik grubudur. Bu ayrımı yapabiliyor musun? -Doğru yazıyorsun. Ben çok beğeniyorum, hepsini arşivlemişim. Sana hak veriyorum. Ama bu fanatik dindarlar İsrail devletinin teminatıdır. Sen sizin derin devleti eleştirir gibi yapıp aslında savunuyorsun? Cidden söyle bana, derin devlete mi, yoksa MİT'e mi çalışıyorsun? -(Burada epey gülüyorum) Eski bir gazeteciyim, yazmak benim hobim. Aslen bakliyat ihracatcısıyım. Türk derin devletinin benim gibi adamla çalışmadığını sende iyi biliyorsun. İsrail derin devletine gelince; başbakanları İzak Rabin'i öldürecek kadar barıştan uzak, kan isteyen caniler güruhundan oluşuyor. Bunlar nasıl dindar ve ne tür bir Allah korkuları var, anlayamadım? İsrail'in devlet terörü işlemesinin sebebi bu çete. Bu durum sence İsrail'i ve halkını bölgede güvenlikte mi kılıyor, yoksa ateşe mi atıyor? -İstihbaratların değişik mesleklerde bir sürü ajanı vardır ya, neyse! Sizin derin devletin asker ayağı güçlü değil mi? -Derin devlete tamamen karşı değilim. Her ülkenin olmalı. Ama kime hizmet eden derin devlet olacağı önemli. Bir tane Türk derin devleti yok ki! En güçlüsü sen de biliyorsun ekonomimizi elinde bulunduran İstanbul baronları, yani sizin Sebataycıların ekibi. Asker, bu ekibin içinde yer alan operasyonel çalışmaları yapan en güçlü kolu olduğu için halkın gözünde derin devlet asker gibi algılanır. Kime suikast düzenleneceğine baron karar verir, alt birimler uygular. Bazen diğer derin devlet ekibiyle çatıştıkları olur ve ortaya Susurluk kazası, Şemdinli krizi, Söylemezler çetesi gibi skandallar çıkar. -Doğru söylüyorsun. Uğur Mumcu'nun öldürülmesine Türkiye'nin baronu karar verdi. Taşeron olarak bir örgüt kullandılar. -Söyle çekinme! Sizin MOSSAD'ın Türkiye'de kurduğu taşeron örgütünün adını söyle. Suçu nasıl da Müslümanların üstüne attılar. Derin devlet işte aslında devlete değil bazılarının çıkarlarına çalışır. Rejimi koruma derler, başka teraneler uydururlar, ama esasında potansiyel ekonomik ve siyasi rakiplerini kirli yollarla temizlerler. Türkiye'de derin devlet yok, derin çete var. Derin devlet cinayet işlemez, öldürse bile vatanı korumak içindir. Bunların işi gücü cinayet. -İyi ama bizim derin devletimiz olmasa İsrail'de olmazdı. HAMAS ve Hizbullah'a kök söktürüyorlar. -Bravo yani! Onlar devlet terörü organize ediyor. HAMAS ve Hizbullah'da İslam'da olmayan terör yöntemi ile cevap veriyor. Kan ve şiddet durmuyor. İkisinin de yaptığı terör estirmek. Şimdi bana sen kalkmış bu derin devletlerin lazım olduğunu anlatıyorsun. -PKK ile HAMAS-Hizbullah arasında ne fark var? Batıda PKK, Kürtlerin özgürlüğü için savaşıyor diye algılanıyor. -Türkiye'de 10 milyon Kürt var. PKK bunun yüzde kaçını temsil ediyor, yüzde birini bile değil. Kürt vatandaşlarımızın çoğu şiddete, teröre karşıdır. PKK'yı kimlerin kullandığının farkındasındır. Ama siz Filistinlilerin yurdunu işgal etmişsiniz. İştahanız doymuyor, hepsini sürmeye, öldürmeye çalışıyorsunuz. İsrail'in devlet gibi yaşamaya hakkı var, ama Filistinlilerin de devlet gibi yaşamaya hakkı var. -Ben de aynı şey Kürtler için dersem ne dersin? -Kürtleri kimlerin maşa olarak kulandığını iyi biliyorsun. Oralara gittin gördün. Ben bu olayı dış mihrak kadar, bizim derin devletin kirli bağırsağı olarak görüyorum. -Olabilir. Ama sizin derin devlet kara cahil aşırı ırkçıları tetikçi olarak kullanıyor. Adamlarda kültür yok, medeniyet yok. Yazık vallahi! -Ne yapsınlar? Onların yaptıkları katliam operasyonlarını hangi aklı başında insan yapar? Vatan-Millet-Sakarya edebiyatıyla biraz gaz verdin mi, ellerine üç-beş kuruş tutuşturdun mu, işlem tamam. Kaybedecekleri birşey yok; zaten aslında suçlular, işledikleri devlet adına suç, ama kahramanlık, şan-şöhret katıyor. Doğru mu? Yanlış elbette. Devlet katili işe almaz. O zaman balansı yakalayamaz, bu adamlar kontrolden çıkar ki, çıkmıştır. Hesabını veremiyorlar. Terörü kim işlerse işlesin terördür. -Abdullah Çatlı'yı ne kadar büyüttünüz öyle! -Biz büyütmedik. Baronlar öyle istedi. Bir kamuflaj görevi gördü. Altındaki, arkasındaki pislikleri gizledi. Biraz deşilseydi derin devletin tetikçilere azmettirenleri halk görebilecekti. Çatlı'nın efsaneleştirilen bedeni, derinlere inilmesini engelledi. Kirli bağırsakları temizleme fırsatı kaçırıldı. -Papa suikastında asıl organizatör Çatlı değil, Oral Çelik'ti; adam ‘ben yaptım’ diyor halen serbestçe geziyor. Belli ki, derinlerden korunuyor. -Derin devlet, İsrail'de olduğu gibi karanlık eylemlerini taşeronlara yaptırır. Türkiye'de bile MOSSAD'ın kaç tane taşeron örgütü var, bunları biliyorsun. -Devletin bekası için bunlar gerekli şeyler. Veli Küçük’le uzun süre çalıştım. Bugün yaptıklarımdan dolayı utanıyorum. Küçük ekibini yanlış yönlendirdiğim için kendimi suçlu hissediyorum. -Evet, defterini dürmek isteyenlerin defterini Allah dürdü. Tevbe edenlere Allah'ın ve salih kullarının kapısı her zaman açıktır. -Türkleri seviyorum. Ermeni sözde soykırımı meselesinde sizin yanınızdayız. -Acaba niye bizi destekliyorsunuz? Çıkarınız nedir? - Hımm! İyi bir soru. -Soykırıma uğrayan mazlum millet imajınızı tekelinizde bulundurmak ve maddi-siyasi çıkarlar elde etmek olmasın. -Bak. Sana MOSSAD'ın e-mail yazarak, tehdit etmesi olayını, arkadaşlara sordurdum. Direk olarak öyle bir şey yok dediler, ama endirek olabilirmiş ve bu onları bağlamazmış. -Eee.. sonra! -Sonra senin yazılarının tercümelerini okuduktan sonra bu adam Türk MİT'i veya derin devletine mi çalışıyor diye sordular. -Sen ne dedin? -Hayır dedim, mümkün değil. Bize çalışmak ister mi diye sordular bu sefer. -Bir bu eksikti. Sen ne cevap verdin? -Kesinlikle çalışmaz, çok onurlu bir Müslümandır dedim. Radikal Müslümanları ikna ederiz, Faruk Arslan'ı edemeyiz dedim. -Beni iyi tanımışsın, aferin! Ankara'da iken İsrail Büyükelçisi Uri Bar ile o kadar iyi ilişkilerimiz vardı ki, sorma! Hatta makamıma gelip Yahudilerin aleyhine çok yazıyorsun, ayağını denk al diye şantaj yapabiliyordu. Ben bildiğim doğruları yazıyorum. Bunların bazıları elbette Yahudilerin hoşuna gitmeyecek şeyler. Çünkü Türkiye'nin çıkarlarını savunuyorum. GAP bölgesi ve Irak'taki çalışmalarınıza kuşku ile yanaşıyorum. Filistin konusundaki gidişatınızı beğenmiyorum, dünyada nefreti artırıyorsunuz. -Nil’den Fırat'a Büyük İsrail projesi bizim ekmek teknemiz. Söyler misin bana; ayda 5000 dolara yakın, bir Yahudiden Kuzey Amerika'da Büyük İsrail için bağış topluyoruz. Böyle bir projemiz olmasa ne adına para isteyeceğiz? -Ermenilerde soykırım endüstrisi kurmuş, aynı taktikle zengin Ermenileri soyuyor. Var mı, o kadar geniş araziyi dolduracak kadar Yahudi? Zengin Yahudileriniz oraya savaş içine yaşamaya gitmez ki, bence hayal kuruyorsunuz! -Topluyoruz. 3. dünya ülkelerinde yaşayan fakir Yahudileri finanse edip, yerleştiriyoruz. -Haydi topladınız diyelim. Bu proje barış mı, getirir yoksa daha fazla savaş mı? Daha fazla kan ve gözyaşından başka ne getirir? -Bu noktada haklısın. Ama bu bizim yüzyıllardan beri devam eden rüyamız. MOSSAD'ı ve derin devletimizi yöneten koyu hahamlar, bu hedefe ulaşmadan durmayacaklar. -Her zaman her dinin derin fanatizm çeteleri çok tehlikelidir. Benim fanatik olmadığımı biliyorsun. Barışcıl ve huzurlu bir dünya istiyorum. -Elbette biliyorum. Sorun da bu zaten. Radikal olsan safdışı etmek çok kolay. Sen ve senin gibi hiçbir arkadaşın terör, şiddetle alakalı değil, bilakis karşısınız. Üstelik çok okumuş, entellektüelsiniz, sizi ikna etmemiz zor. Yani bizim fanatik Yahudilerin beğenmediği tiplersiniz. Onlar, cahil, şiddet yanlısı radikal Müslüman seviyor. -Fanatiklerinizin düşüncesi kendisine kalsa hiç karışmayacağım. Ama ABD'de 45 milyonu bulan Evanjelistleri Kabala öğretileri ve kıyamet teorileriyle etkiliyorlar. ABD güç aygıtını savaşlardan savaşa kulağından tutarak sürüklüyorlar. Korkarım, birgün uyutulan Amerikan halkı bataklığın içine düşürüldüklerini anladıktan sonra bu suçun sorumlularını arayacak ve fanatik Yahudi çeteyi bulacaktır. Bu haraketleri nefret ve kin olarak kendilerine geri dönebilir. Ateşle oynuyorlar. -Evet haklısın. New York'ta onların arasında uzun süre yaşadım. Akıl almaz radikal fikirleri var, ayrı düştüm Kanada'ya geldim. -New York'ta 4.5 milyon Yahudi yaşıyor. Bunların hepsi fanatik değil. İçlerinde eminim benim yazdıklarıma aynen katılacak bir milyona yakın Yahudi çıkar. Radikal olanlar maalesef rahatı yerinde çok zengin olanlar, para babaları. ABD derin devletinin babaları. Bir derin çete de burada var. Görünüşte Amerikan, esasen fanatik Yahudi çıkarları için yapmayacakları çılgınlık yok. Bu adamlar Üsame Bin Ladin'den daha tehlikeli. -Biliyorum. Türkiye'den Mehmet Ali Birand'ı bunların yanına götürmüştüm. ABD'de üst düzey bir devlet kurumundayız. Adamlar, 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini anlatıyor ve listede Türkiye'nin de adı var. Birand şok oldu, bana döndü ve dedi ki : Bunlar çıldırmış, Türkiye'yi de bölmek istiyorlar. -Bizim laik ve Batı teslimiyetçisi kesim ABD-İsrail ve CIA-MOSSAD ile iyi ilişkiler kurunca Türkiye'nin kapsam dışı tutulacağını sandı. -Birand'a korkmayın, siz ikinci sıradasınız diyebildim sadece. -Evet, Türkiye'ye sıra Suriye, Suudi Arabistan ve İran engeli aşıldıktan sonra gelecek. En iyi ihtimalle 2015 sanırım. -Başka bir şey soracağım. Masonlara neden şiddetle karşısın? -Görünüşteki niyetlerini samimi bulmuyorum. Tek dünya devleti ve tek dünya dini için çalışıyorlar. Aslında amaçları din filan değil, tüm dinleri yıkmak ve paranın tanrılaştığı tek dünya devleti çatısı adı altında kurdukları şeytani ekonomi sistemleriyle dünyaya hükmetmek. -Tamam dini açısından sakıncalı buluyorsun. Ama masonlar cahil insanlar değiller. -Elbette değiller. Entellektüel, toplumda iyi bir makamı, zenginliği elde etmiş elit kesim masonluğa davet ediliyor. -Seni mason yapmaları için teklifde bulunduralım. İnan, kısa sürede çok yükselirsin. -İstemem, kalsın. Bu yazıdan sonra beş tane daha, Güney ile ilgili haber ve yazı yazdım. Fehmi Kala, aradı ‘abi seninki The Toronto Star’da haber olmuş, dedi, 2007 yılının ilk günlerinde. Mısır’da yakalanan MOSSAD ajanı Muhammed Attar, Daniel Lévi adını kullanan Tuncay’ın adını vermiş, İnterpol arama çıkarmıştı. Kanada istihbaratı sözcüsü, Güney ile ilgilenip ilgilenmediklerini söylemeye yetkili olmadığını savundu. Ortada tuhaf bir durum vardı, Canada Türk’e ilk giren Tuncay haberi budur. Daha sonra Ergenekon’da kilit adam olduğu anlaşılınca Güney’e ulaşmaya çalışan gazeteciler, yazılarımdan yararlanarak haber ve yorumlar yaptılar. Güney, “sonu Susurluk gibi olacak, konuşanların başı belaya girecek” endişesiyle konuşmak istemiyordu. Ergenekon soruşturmasının iddianameye dönüşebilmesi, davanın kabul edilmesi, kamuoyu desteği almasına bağlıydı. Yeni Şafak’tan Şaban Arslan, CanadaTürk’ü arayarak bizden Güney’in telefon numarasını aldı ve Tuncay Güney’i buldu, internet aracılığıyla bağlantı kurdu, ardından da başka bir kaynaktan 2001 tarihli ifadelere ulaştı. İkisini birleştirdi, ve Yeni Şafak gazetesi beş gün boyunca Tuncay Güney’in ve ifadelerinin üzerinde durdu. Bu ifadeleri arka arkaya Mart 2008’de manşet yaptı. Her bir manşet dün ve bugüne ilişkin yaşanan karanlığın başka bir boyutu üzerinde duruyordu. İlk manşet “Susurluk’un kara kutusu”ydu. Tuncay Güney ifadelerinde “ben dokuz yıl boyunca Veli Küçük’ün mutemetliğini yaptım…” diyor, adı her geçtiğinde Perinçek, Küçük gibi isimleri paniğe sürüklüyordu. Güney, Ergenekon iddianamesinde adı en çok geçen listenin dokuzuncu sırasındaydı. Adı tam 592 kez geçiyordu. Güney, açılmıştı. Kim arasa, artık konuşuyordu. Toronto’ya kadar gelen Sabah muhabiri Abdurrahman Şimşek’e şunları söyledi. "Ergenekon örgütü benden çıkan belgelerle deşifre oldu. Ama maalesef Türkiye'de iki savcı, beş emniyet müdürüyle bu iş bitmez. Yapılan operasyon Ergenekon'un sokaktaki adamlarına yapılmıştır. Ben 2001 yılında, Ergenekon yapılanması ile ilgili 11 saat ifade verdim. Ancak benim anlattıklarımdan dolayı bir operasyon yapılmadı. Dönemin Emniyet Müdürü Adil Serdar Saçan, dokuz günlük işkenceden sonra, emniyetteki odasında eliyle pasaportumu bana vererek, 'Hiçbir işlem yapmadan dolaylı olarak kaç' dedi. Ben de elimi kolumu sallaya sallaya Amerika'ya, oradan Kanada'ya geçtim." (Sabah, Ağustos 2008) 17 Ağustos’da 32. Gün’de yaptığı konuşmada, "Ben Ergenekoncu değilim ben bir gazeteciyim. Ergenekoncu olsaydım yurt dışına kaçmazdım. Ergenekon'daki insanlarla tanıştım. Bu da şans oldu. Bana bilgiler sızdırıldı. Ben Ergenekoncu olsam bugün zulüm çekmezdim" diye kendini savunuyor. "Akşam gazetesinde çalışırken bu dosyaları genel yayın yönetmenim Behiç Kılıç'a sundum. Kendisi bunları yayınlamayacağını söyledi. Bir çok gazeteciyle görüştüm ama yayınlamadılar. Bu ülkede bir örgütlenme var dediğimde, Susurluk ne ki bunlar babası dediğimde, gazetecilerin hepsi ‘Üstat sakın bu işlere girme, Uğur Mumcu'yu görmüyor musun’ dediler. Ergenekon’u ortaya çıkaran gazeteci olduğum için diğer gazeteciler beni kıskanıyor" (32. Gün, Ağustos 2008) Bu ifadelerin sahibi Tuncay Güney, Ergenekon’da en çok konuşan figür, âdeta bir kara kutu... Açılan davanın dayanağı olduğu, ortalıkta kirliliğe yol açan dezenformasyon bilgiler dolaştığı için, gerçek yaşam öyküsü yazılmalıydı. Bu kitap, Ergenekon’un kara kutusunun çok karmaşık sanılan ilişkilerini, Güney’in sıra dışı ama sıradan bir Çorumlu olduğunu ve her şeyin komplo teorisinden uzak, basit bir açıklamasının bulunduğunu ortaya çıkartıyor. 2 bin beş yüz sayfalık Ergenekon iddianamesi, sadece Güney'in ifadelerine dayanmıyor. Bir takım medyanın yazıp çizdiği gibi ne ‘hiçbir şey’, nede bazılarının söylemiyle ‘ her şey’. Karşımızda bombalarıyla, silahlarıyla, suikast planlarıyla, krokileriyle, gizli belgeleriyle, illegal örgüt şemasıyla kökü çok derinlerde olan bir çete bulunuyor. Mesele sadece Tuncay Güney ya da Veli Küçük ile sınırlı değil. Daha ötesi var. Türkiye bu yapıyla yüzleşmeye mecbur. Görüntü, 9 Mart 1971 dönemini hatırlatıyor. Tuncay Güney Mahir Kaynak'ı, Cemal Madanoğlu ise Veli Küçük'ü andırıyor. Türk solu uzun yıllar boyunca 9 Mart'ın sembolik resmi olarak hep Kaynak'ı hatırladı; Madanoğlu'nu, Faruk Gürler'i Muhsin Batur'u değil. 9 Mart cuntasını o gün yorumlayan basın, Mahir Kaynak üzerinden sundu her şeyi. Kaynak, cuntanın içine sızmış MİT görevlisi olarak o kadar çok anlatıldı ki asıl suçlular, darbe heveslileri ve cuntacılar, unutuldu. Oysa ordudan medyaya kadar uzanan antidemokratik bir yapı vardı ortada. Güney üzerinden de Ergenekon davası bir yandan sulandırılmaya çalışılırken, öte yandan abartılıyor. Kaynak, haklı olarak Güney’in ‘herşeyi bilen’ imajına kızıyor. Tuncay’ı yakından tanıyan Behiç Kılıç, Aydoğan Vatandaş, Mustafa Dolu, Arslan Bulut, Hasan Yılmaz, Ayşe Önal, Mehmet Özbek, Rıza Zelyut gibi gazetecilerin yazılarına, Ali Bayramoğlu, Abdurrahman Dilipak gibi yazarların köşe yazılarına kitabımıza yer verdik. Sağcılardan, Ülkücü tetikçilerden oluşan Ergenekon’u yazmaya meraklı Soner Yalçın, Can Dündar gibi uzman gazetecilerin, solcuların, Ergenekon’u ortaya çıkınca sus pus olmasına bir anlam veremedim. AK Parti’ye yarar düşüncesiyle dilini yutan solcu aydınlara yazık oldu. Medyada oluşturulan yanlış Tuncay Güney portresini düzeltebilirsek, hem gazeteciliğin namusunu kurtarmış, hem de Ergenekon gibi önemli bir davaya, doğru kaynak sunmuş olacağız. Faruk Arslan Toronto 30 Aralık 2008 Birinci Bölüm GÜNEY’LE NEDEN BOZUŞTUK, NiÇİN BARIŞTIK? Bir takım medyanın ve CHP’nin küçümsediği ve üstünü, örtmeye çalıştığı soruşturmanın ciddiye alınması, sonuca gidebilmesi için önemli bir tanık olan Güney’in konuşması gerekiyordu. Gözaltına alınanlar, hatta tutuklananlar konuşmuyordu. Polisin elindeki dinlemeler yetersiz kalabilirdi. Medyaya konuşması için Güney’i ikna etmeye çalıştım. Uzun süre konuşmaya çekindi. Gönderdiğim e-maile cevap vermedi. Bana küskün olduğunu öğrendim. CanadaTürk’ün editörü Hasan Yılmaz, bunu 1 Nisan 2008 nüshasında şöyle anlatıyor: Yazar arkadaşımız Faruk Arslan, geçtiğimiz yıl Tuncay Güney ile görüşmüş ve izlenimlerini kaleme almıştı. Ancak bu yazıyı bazı yönlerden uygun bulmayarak Canada Türk’te yayınlamadık. Bu tarihten sonra da Faruk Arslan, Tuncay Güney ile ilgili başka yazılarda yazdı. Hiçbiri Canada Türk’te yayınlanmayan bu yazıların birinde Güney için homoseksüel ifadesi kullanılmıştı. Tuncay Güney, bu ifadeye çok bozulmuş. Bu yüzden Faruk Arslan’a cevaben Yeni Hayat gazetesinde bir yazı kaleme aldı. Aslında buna yazıdan çok iğrenç ifadelerin kullanıldığı, başkalarının namusuna dil uzatan bir küfür demek daha doğru olur. Bu yazıyı okuduktan sonra Yeni Hayat gazetesinin genel yayın yönetmeni Süleyman Güven ile görüştüm. Yazının bir gazetede yayınlanmayacak kadar iğrenç olduğunu, bir yayıncı ve bir gazetenin editörü olarak meslek adına daha dikkatli olması gerektiğini kendisine hatırlattım. Özellikle namus konusunda “ben özgürlükten yanayım, sansüre karşıyım” şeklindeki yaklaşımın doğru olmadığını, gazetecilik mesleğinin namusunun bu tür kişiler ve kişilerin yazdıklarıyla kirletilemeyeceğini ifade ettim. Namus kavramına kendisinin de çok büyük önem verdiğini söyleyen Güven, bu yazıyı yayınlamakla hata ettiğini ve hem okuyuculardan hem de Faruk Arslan’dan özür dilediğini beyan etti. Aynı yazı konusunda Tuncay Güney’le de görüştüm. Güney, kendisi hakkında ilk kez Faruk Arslan’ın homoseksüel ifadesini kullandığını, Ergenekon kapsamında tutuklanan Doğu Perinçek’in de Arslan’ın yazısından yola çıkarak kendisi hakkında homoseksüel dediğini iddia etti. “Eğer Faruk Arslan böyle birşey yapmışsa hata etmiştir, ancak senin yaptığın hata bu hatanın yanında devede kulak kalır” diyerek kendisini eleştirdim. O da “ben eğer genel yayın yönetmeni olsam yazıyı kesinlikle yayınlamazdım” diyerek, topu Süleyman Güven’e attı. Ayrıca Faruk Arslan’ın özür dilemesi halinde kendisinin de özür dilemeye hazır olduğunu kaydetti. Kendisinin homoseksüel olmadığını iddia eden ve bu yüzden Faruk Arslan’a yönelik iğrenç bir yazı kaleme alan Tuncay Güney, 27 Mart’ta (2008) Tempo dergisinde yayınlanan Saygı Öztürk imzalı röportajın sonunda özel yaşamı ile ilgili bir soruya bakın nasıl cevap veriyor: “Evet itiraf ediyorum. Erkeklerle yatmayı seviyorum” Tuncay Güney ile yaptığım telefon görüşmesinde son günlerde ismi etrafında yazılıp çizilenlerle ilgili de konuştuk. İşte bu konuşmadan ana başlıklar: Tuncay Güney, bir dönem benim de görev yaptığım Samanyolu TV’de “Doruktakiler” adında bir program yapmış. Said-i Nursi’nin Risalelerini çok iyi biliyor iddiasına cevabı: “Bir defa okumaya kalkıştım, dili ağır geldi, anlamadım. Daha sonra da bir daha kapağını açmadım.” İsmailağa Camii’nde hafızlık eğitimi aldığı yönündeki iddialar gerçek dışı imiş. İmam Hatip’te de okumamış. Sebataycı imiş. Samanyolu TV haricinde Milliyet ve Akşam gazetelerinde çalışmış. 2001’de gözaltına alınmış ve 9 gün boyunca işkence yapılmış. Cinsel organına elektrik verilmiş, copla taciz edilmiş. Sorgusunu yapan dönemin İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şubesi Müdürü Adil Serdar Saçan, Güney’in elinde 6 çuval çok önemli belgeyle karşılaşınca şaşkınlığından “A..... Bunların sen de ne işi var” diye tepki vermiş. 73 yaşındaki annesini bir süre önce sorguya almışlar. Annesi “açım” deyince polisler kebab ısmarlamış. “Oğlun CIA adına çalışıyormuş, doğru mu?” sorusuna “o ne” diye karşılık vermiş. ABD’de bir istihbarat teşkilatı olduğu söylenince “Ne güzel işte. Desenize oğlum ta Amerika’da devlet işi bulmuş, çalışıyor” diye sevinmiş. Ergenekon’un bir numarasını kesinlikle bilmediğini iddia ediyor. 1972 doğumlu olduğunu söylüyor. 27-28 yaşındaki bir gazetecinin, bu kadar bilgiye nasıl ulaştığının cevabını tam olarak veremiyor. Akşam gazetesinde çalışmasına rağmen, bu bilgileri neden haber olarak değerlendirmediği sorusuna ise “o dönem Akşam’ın sahibi Mehmet Ali Ilıcak’ın belgelerden haberi olduğunu, ancak, Ilıcak’ın yayınlamaya cesaret edemediğini” ifade ediyor. Veli Küçük dahil, kimseye saldırmadığını, sadece onlar tarafından yapılan açıklamalardaki yanlış ifadelere cevap verdiğini söylüyor. “Veli Küçük’ü kaç defa görüşmüşündür?” sorusuna, “yüzlerce defa” diye yanıt veriyor. Tuncay Güney ismi, bir süre daha Türkiye’de gündemi meşgul edecek gibi gözüküyor. Kendisi ne kadar korkmuyorum dese de, korkuyor. Fakat, meşhur olmanın dayanılmaz çekiciliği ile, bu korkuyu bastırıyor. Söylediklerinde doğruluk payı varsa da, çevresine pek güven vermiyor. Bir süre önce karşılaştığı bir Türk’e “beni bugün Gül aradı” demiş. Arkadaş da “Mehmet Gül mü” (Toronto Türk Festivali’nin organizatörü) diye, karşılık vermiş. “Yok, Abdullah Gül. Cumhurbaşkanı.” Meğerse, Abdullah Gül, “Ergenekon konusunda tüm bildiklerini anlat da örgütü ortaya çıkaralım” diye, ricada bulunmuş. Bu arada bir kişi, kredi alma bahanesiyle, Tuncay Güney tarafından dolandırıldığından şikayet ediyordu. Bir başkası da “Türkiye’de hep yanlış adamlarla takılmış, Kanada’da da ne kadar yanlış kişi varsa onlarla görüşüyor” diye saptamada bulundu. (Yılmaz, Nisan 2008) Hasan, daha sonra Tuncay ile pek çok defa görüştü, Canada Türk’e her sayısında haber oldu, bana konuşmuyordu, çünkü küsmüştü. Evet, hata yaptım. Yazılarımdan birinde Güney’in cinsel eğilimiyle ilgili, küçük bir bilgi notu yazmıştım. Küçük ayrıntı gibi gözüken bu bilgi, birden bire medyada şişirildi. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, polisteki ifadesinde Güney’in iddialarını, cinsel eğilimine dayanarak çürütmeye çalıştı. Yargıtay Cumhuriyet eski Başsavcısı, Sözcü Yazarı Vural Savaş, yazısında bu bilgiyi kullanarak Güney’in güvenirliğini sorguladı. Bugün ve Vatan gazetelerinde çıkan haber ve yazılarda, Güney’in 2001’de polise işkence altında verdiği ifadelerin homoseksüellikle ilgili bölümüne geniş yer verdi. Hürriyet ve Tempo’da Saygı Öztürk, Güney’in dilinden ‘gay’liğini yazdı. Halbuki Güney, ona böyle bir bilgi vermemişti. Güney’in verdiği yalan yanlış bilgilerle, bir de kitap yazan Öztürk, Güney’in yalanlamasını ise yayımlamadı. Ergenekon soruşturmasını çürütmek için Güney’e bel altından vuruyorlardı. Tamamen kontrolüm dışında gelişen ve kontrolden çıkan gay’lik iddiaları, Güney’in 73 yaşındaki annesi Ayşe Hanımı yatağa düşürdü. Oğluyla telefonda konuşurken, hüngür hüngür ağlıyordu. Gözü yaşlı anne, “başıma bunlarda mı gelecekti, doğru mu bunlar, doğruysa sana hakkımı helâl etmem” diyordu. Belki de bu iddialar doğru değildi. Güney’in şimdi düşmanı olan çevresindeki eski dostları, beni yanlış bilgilendirmiş olabilirdi. Doğru olan, Güney’in iltica mahkemesine, gay olan avukatı Tim’in tavsiyesiyle, resmi statü ‘kâğıt’ı alabilmek amacıyla başvuruda bulunmasıydı. Çevresine gaylikten iltica ettiğini söylesede bu bir yalandı. Güney’in dediğine göre, hep gay çevrelerde dolaşmış, ama gay olmamıştı. Çevresine gay olduğu izlenimi verdiğini, bu söylentilerin habere dönüşmesinde katkısı olduğunu söyledim. Güney, güya gay’lik iddialarını başlatan benden, intikam almak için Kanada’da yayımlanan Kürt gazetesi Yeni Hayat’ın, Mart 2008 nüshasında -yukarıda Hasan Yılmaz’ın bahsettiği tarzda- çirkin üslupta, bel altından vuran bir yazı yazdı. Resmen savaş açan bu yazıya, yanıt vermedim. Gazete, Kürt toplumundan büyük tepki aldı. Kürtleri yargısız infazlarla öldürdüğü militan Kürtler, özellikle de PKK’lılar tarafından bilinen, Ergenekoncuların içinden geldiği izlenimini veren Güney’i protesto ettiler. Gazetenin editörü Süleyman Güven, Nisan nüshasında özür dileyeceğini belirtmesine rağmen, Güney ile röportaj yaptı. Ancak Güney’i jenerikten çıkardı. Yayın danışmanı unvanını sildi. Canada Türk editörü Hasan Yılmaz, Güven’in bu tavrını dile getirince, özür dilemek zorunda kaldı ve Güney ile ipleri kopardı. Çünkü PKK ve militan Kürtlerin yayın organları, yıllardır bangır bangır, JİTEM’in cinayetlerini Ergenekon’un işlettiğini yazıyordu. Bu çevrelerden gelen Güven, Güney’i gazeteyi kurarken danışman almasının hata olduğunu çok geç fark etti. İltica davasında Güney’e yardım eden, zaman zaman tercümanlığını yapan Güven, Güney ile ilişkisini tamamen bitirdi. Güney’in kendisini kullandığını, dost meclislerinde sık sık ifade etti. PKK’yla bir geçmişi olmadığını iddia eden Güven, beni Taraf gazetesine şikâyet etti. Çünkü Taraf’ta köşesi olan Emre Uslu, 27 Nisan 2008’deki yazısında, Güney’in bir “dezenformasyon olup olmadığını” benim web sayfamdaki bilgileri kaynak göstererek, sorguladı. Uslu, Güven’in Kanada’da PKK’lıların iltica hikâyelerini kaleme aldığını da vurgulamıştı. Güney, Yeni Şafak’tan Şaban Arslan ile başlayan, Saygı Öztürk ile devam eden röportaj ve haberler serisiyle birden bire meşhur oldu. Her gün şok iddialar ile başka bir medyada gündeme geldi. Sabah gazetesi, Toronto’ya özel muhabir gönderdi. 32. Gün ise özel bir program düzenlemek için 14 Ağustos 2008’de Toronto’da Kanada Türk Dernekleri Federasyonu Başkanı Nedim Düzenli’yi aradı. Güney’e benim aracılığımla ulaşmak isteyen Düzenli’ye söz konusu nazik durum nedeniyle red yanıtı verdim, Güney’in telefonunu vermedim. Bunun yerine çok yakından tanıdığı Ergenekon’un Kanada’daki ayağını aramasını salık verdim. 32. Gün’deki konuşmasında “Kral Faruk yazıyor, medya alıntı yapıyor” diye, hakkımda sitemle bahseden Güney’in, kimi kast ettiğini elbette hiç kimse anlamadı. Güney ile ilgili her haberi, ve bilgiyi yakından takip ettim. Kim ne derse desin, Ergenekon’un ipliğinin pazara çıkmasında Güney’in çok büyük katkıları oldu. Güney’e, “senin yaptığını Çorumlu yapmaz!” diye, sitem etmiştim. O da “bir Çorumlu başka bir Çorumlu’ya böyle yapmaz, Faruk ağabey üzerime fazla gelmesin” diye, Hasan Yılmaz ile haber gönderdi. Ergenekon’u ortaya çıkaran gazeteci olarak Çorum’a heykelinin dikilmesi gerektiğini savundu. (Canada Türk, 2008) 2008 Ramazan’ında, Kadir gecesi olduğuna inandığım gece Güney ile helâlleşmeye, barışmaya karar verdim. Aşağıdaki e-maili 22 Eylül 2008’de yazdım: “Tuncay, Bana kızgın olduğunu söyledi Hasan. Halbuki Çorumlu hemşerin olarak statü alman için hikayene yardımcı oldum bugüne kadar. Seni meşhur ettim. Daha ne yapayım? Neyse, yayınevim seni merkez alarak gerçek hayat hikayenle birlikte Ergenekonda ortaya çıkmayanlara değineceğim bir kitap istiyor. Bendeki bilgilerle yazarım, ama seninde katkın olursa daha gerçekci olur. Sen aileme sövdün, bak sana kin duymuyorum. Gel barışalım, haklarımızı helal edelim. Ergenekonun ortaya çıkmasında unutulmaz katkın oldu. Daha fazla bilgiler, deliller ortaya çıkmalı ki ceza alsınlar. Eğer kurtulurlarsa, Susurluk gibi olursa intikam alırlar. Bak aşağıdaki linke neler yazılmaya başlamış. (Yazıda Güney’in 20 Ekim 2008 Silivri duruşmasından önce MOSSAD veya Ergenekon tarafından öldürüleceği kehanetinde bulunuluyor) Elinde hazır yazılmış bir hayatın varsa gönder düzelteyim, sana son halini göstererek kitabı baskıya göndereyim.” Aynı gün, şöyle yanıt verdi: “Faruk; Ben zaten bir çok kimse tarafından meşhur olarak tanınıyordum. Kitabınızda yazacağınızı tahmin edebiliyorum. Ailen konusunda haklısın, fakat benimde haklı olduğum bir taraf yok mu? Senin bana saldırın çok çirkin ve ahlaksızca oldu. Ergenekon konusunda Türkiye bir adım bile atmadı ve atmıyordu. Tespitin doğru, Susurluk gibi olacak. Hayatımı ben doğru anlatsamda sen yazmazsın. Gerek yok, daha doğrusu güvenmiyorum. Siz Nurettin Veren’e ‘abi’ derken, ben Nurettin'in kim olduğunu tanırdım. Helalleşme konusunda ben de hakkımı helal ediyorum. Aydınlık dergisi senden alıntı yapmış. Ben onları aradım, Aydınlık senin yazını delil gösterdi. Ve annem o haberleri okudu. Bir annenin nasıl bir duygu içinde olduğunu anlıyabilirsiniz. Anneme karşı ne sıkıntı çektiğimi, onun nasıl hüngür hüngür telefonda ağladığını halen unutamam. Siz yazmaya ve gazeteciliğinizi yapmaya ve çirkin saldırılarınıza devam edebilirsiniz. Göndermiş olduğunuz ekteki link'deki yazıyı okudum. Böyle bir yazıyı ilk yazan ve öldürüleceğimi yazan ilk sizdiniz. Ne yapalım kaderde varsa sırlarımızla ölürüz. Saygı ve dostca, Tuncay Güney” Bende şöyle bir cevap yazdım: “Cevap için teşekkürler. Benden yana hakkın helal olsun. Ben hiç bir zaman öldürüleceğini filan yazmadım. Konuşana bir şey yapamazlar. Mevcut yapının tasfiyesini lider baron ve diğer baronlar ile askerlerde onaylıyor sanırım, JİTEM’in günahlarını yıkamak için günah keçisi lazımdı AB’ye girebilmek için. Şimdi mesele, JİTEM’in faili meçhullerini, kirli çamaşırlarını saçıp, bir daha böyle haltlar yemelerini engellemek olmalı. Bu nedenle deliller lazım. Asit çukurlarıyla ilgili Hasan’a bahsettiğin adresi İsveç’te yaşayan PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan’da kitabında yazmıştı zaten. Ölüm kuyuları acilen ortaya çıkartılmalı. Aydınlık’ın ne kadar fesat ve çarpıtma haber yaptığını, işlerinin güçlerinin dezenformasyon olduğunu bilirsin. Küçük bir şeyi abarttılar, onu dostun Ayhan söylemişti. Ama haklısın, yazmam doğru değildi, bana yakışmadı. Annene çok üzüldüm, hakkını helal etsin. Yazı insanları hata yaparlar, kitapda telafi edeceğim. Bu arada davada senide sanık yapacaklardı, görüşümü polis istihbaratdan bir arkadaş telefonla aradı, sordu. Senin mağdur, kurban olduğunu, iki arada bir derede kaldığını söyledim. Medyada yer alan yalan yanlış değil doğru bilgileri verdim. Az daha Ergenekon üyesi sayacaklardı, sonra tanık yapacaklardı. Ama devam eden bir davan var biliyorsun, yapamazlardı. Ayrıca karşı taraf seni çok yıpratacak ve üzerinden davaya sulandırıp magazinleştirecek, çürütecekti. Sen görevini yaptın, verdiğin bilgilerin çoğu doğru ve davaya ciddi bir kamuoyu desteği sağladı. Herkes seni hafife alıyordu. Neyse. Eğer bilgi gönderirsen hayatınla ilgili kitaba koyarım, sen bilirsin. Bir ara Hasan’ın evinde BBQ yiyelim. Selamlar. Faruk.” Bu e-maile 23 Eylül 2008’de Tuncay’dan gelen cevap şuydu: “Faruk; Bana Ergenekon iddianamesinde yardımcı olduğunu söylüyorsun. Doğrusunu Allah bilir, ben samimi olduğunuza inanıyorum. Annem konusunda üzüntü duyduğuna inanıyorum. Fakat bu güne kadar Ergenekon konusunda hiç bir yalan söylemedim. Fakat polisteki ifadelere bakarsan çok karışık. Hiç bir şeyden anlamıyorlardı ve işkence gördüm. İşkence nedir; küfür, dayak, sabaha kadar kaliföre bağlama. Sen de Türk polisini biliyorsun. Adil Serdar Saçan işkence yaptı. 3500 dolar cebimde param vardı. Adil Serdar mahkemeye sevk etti. El koymadı, hırsız demiyorum. Ama işkenceyi yaptı, küfürleri, anama küfürleri görmeliydin. Ben düşmanım olsa, PKK’lı da olsa işkence görmesin kardeşim diyorum. Ayhan’a gelince… Ayhan’ı Ottawa’daki büyükelçilikten Albay bana yolladı. Kızıldereli bir kızla evlenmiş kağıt için, kız sokağa atmış. Doğum günümde evime aldım. İlk iş olarak Ukraynalı Yahudi bir işadamının Wilson’daki ekmek fabrikasında işe soktum. Aynı evi sekiz ay paylaştık. Onun bana size söylediği dedikodu dışında çok kötülüğü dokundu. Ben onun ahlaksızlığını belden aşağı anlatmadım, anlatmamda. Derdi, ‘bende senin gibi maaş alayım, evde oturayım, beni de içinize sok.’ Bende ‘böyle bir şey yok’ dedim. Kavga buradan çıktı, adam bende evde oturayım diyor. Kanada’da çalışmak istemiyormuş. Cinsel olarak ben ona vurmadım, vurmamda. Neyse, bu da benim sorunum… Bir gün kahve içmek daha iyi. Arayabilirsinde. Bu e-maildeki iyi niyetin için teşekkür ederim. Belki bir gün hayatımı yazarsın heee… Güvensem anlatırım hayatımı size, sadece doğruları anlatırdım. Ama içimde halen bir burukluk var. Eşiniz hakkını helal etsin. Saygı ve Dostca, Tuncay Güney” Ve kitaplaşma süreci böylece hız kazandı. Kolay olmadı. Tuncay, hemen ardından İşçi Partisi’nin yalanlarına cevabını gönderdi, üçüncü bölümde okuyacaksınız. Elinizde tuttuğunuz mütevazı çalışmanın kısa öyküsü böyle. � AYDINLIK’IN SAHTE TUNCAY GÜNEY BİYOGRAFİSİ Ergenekon davası, Aydınlık gazetesini ve İşçi Partisi’ni yerle bir etti. ‘CIA ajanı’ diye nitelendirdikleri Güney’in aşağıdaki sahte biyografisini yazdılar, dezenformasyona alıştılar. Gerçek öyküye geçmeden önce, kamuoyunu yalan yanlış bilgilerle dolduran, bilgi kirliliğine yol açan bu iddiaları okuyalım: "Ergenekon Operasyonu -Tuncay Güney'in 2 Mart 2001'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi'nde verdiği ifade ve teslim ettiği bazı belgelere dayandırılıyor. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz de soruşturmayı Tuncay Güney'in ifadelerine göre yürütüyor. Adı: Tuncay Güney. Çorum'un Kargı ilçesi nüfusuna kayıtlı. 1972 doğumlu. 2001'de aldığı 10 yıllık ABD vizesiyle, 7 yıldır New York'ta yaşıyor. Tuncay Güney, CIA denetimindeki ‘New York Institutes’ adlı web sitesinin Genel Yayın Yönetmeni! Babası, Tuncay Güney çok küçükken ölüyor. Yetim ve yoksul. Çorum'da okurken İmam Hatip Lisesi'nde ‘ağabeyler’ tarafından fark ediliyor. İstanbul'a getiriliyor. Ünlü ‘babalar ve oğullar’ uygulamasına maruz kalıyor. Kişiliği yok ediliyor. Suç işleyecek bir makine haline getiriliyor. Irzına geçilerek eşcinsel yapılıyor. Önce İsmailağa dergahına yerleştiriliyor. Samanyolu televizyonunun kurulmasını sağlayan ekipte yer alıyor. O dönemde Samanyolu televizyonunda programlar yapıyor. Zamanın Başbakanı Tansu Çiller ve Bülent Ecevit'i bile programına konuk ediyor. 1993-1996 yıllarında Akşam gazetesinde muhabirliğe başlıyor. 1998 Ocak'ında yayın hayatına başlayan haftalık Strateji dergisinin haber koordinatörü görevini yürütüyor. Tuncay Güney'in o dönemde yaptığı eylemleri de kendi ağzından aktaralım: -Doğu Perinçek'in Bekaa kampında Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmelerin fotoğraflarını PKK'dan alıp MİT'e getirdim. Lübnan'da PKK'nın adamıyla buluşup, fotoğrafları teslim aldım, getirip teslim ettim. -Tansu Çiller ile Abdullah Çatlı'yı birlikte gösteren fotomontaj fotoğrafı DYP milletvekiline 2.5 milyar lira karşılığında sattım.” Aydınlık’a göre, Tuncay Güney, sekiz yıl önce, 2000 yılında CIA tarafından ele geçirilmiş, kendisine o zaman 10 yıllık ABD vizesi verilmiş, uydurma ifade vermesi sağlandıktan sonra ABD’ye yerleştirilmiştir. Diğer saçma iddiaya göre Güney, Ergenekon operasyonu başlatılmadan hemen önce Türkiye’ye getiriliyor. İstanbul Kağıthane’de Yahya Kemal Mahallesi’ndeki eve gelip gittiği saptanıyor. (Aydınlık, 2008) Güya CIA’ya bağlı New York Institutes’ün Kanada’daki adresi 216 Westmount Ave, M6E 3M8, Toronto, O.N, Canada. Tuncay Güney’in sitesinin yan tarafında “Congregation Melech Yisrael” diye bir başlık var. Tıklayınca başka bir siteye geçiliyor. İsa’yı peygamber olarak benimseyen bağnaz bir Yahudi tarikatının resmi sitesi. CIA varsa, MOSSAD’ın bulunması olağan. (Aydınlık, 2008) Güney’in yayın yönetmenliğini yaptığı sitedeki makaleler CIA ve MOSSAD bağlantısını ortaya koyuyor. Bir başlık: “Ermeniler Türkler Tarafından Baltalarla Öldürüldü. “Anatolia College Müdüründen Sinirleri Altüst Eden Açıklama.” Kasım 1917 tarihli The New York Times’taki makale, Türkçe olarak yayınlanıyor: “Hükümet adamları Merzifon’un Ermeni mezarlığını da tarla gibi sürerek dümdüz ettiler ve oraya tohum ektiler. Bu yerde bundan böyle hiçbir Ermeni yaşamasın, ölmesin, gömülmesin diye. Anatolia College’de hiçbir Ermeni öğrenci bırakılmadı. Kentteki Protestan topluluğu 950 kişiydi. 900’den çoğu pastörleriyle birlikte katledildi. Bir uçtan öbür uca hükümet programıydı bu. Ermeni halkına karşı jenosit.” (Aydınlık, 2008) 19 Eylül 2004 tarihli Tuncay Güney imzalı “Evan-jelizm” yazısı, Ergenekon Operasyonu’nunda kullanılan kışkırtıcı ajanın kimliğini ele veriyor: “Evanjelizm, Kutsal Kitap’a yönelmektir.… Müslüman topluluklar yıllarca, İsaMesih’e iman edenlere karşı asılsız iddialar ortaya attılar. Bu yüzyılda saçma sapan iddialar devam ediyor. Kutsal Kitap’ı okusalar ve anlasalar iddia sahiplerinin suçlamalarının asılsız olduğunu görecekler.” (Aydınlık, 2008) Yine Tuncay Güney imzalı, 5 Mayıs 2006 tarihli “Sabetay Sevi ve Kuzu Bayramı” başlıklı yazıda Siyonizme müthiş övgü var, işte Tuncay Güney’in “Türkçesiyle” o makale: “Dönemin büyük Rabay’ı Sabatay Sevi, bu tehditler karşısında Müslüman olduğunu açıkladı. Ve adı Mehmet oldu. O sıkıntılı dönemde imanlılarına Sarayın kapalı kapıları ardında olan bitenleri anlatan Sabatay Sevi faaliyetlerini ve ibadetlerini gizli devam ettirmek zorunda kaldı. Fakat, Büyük Israel sevdasından hiç bir zaman vazgeçmedi. Israel’i sevenler olarak hareket eden Rabay’i ve öğrencileri iki isim kullanmaya ve Müslüman gibi yasamak zorunda kaldılar. Bugüne kadar Sabataycılar olarak anılan bu grup’un öğrencileri gizliliğe önem verdiler. Yeni Israel kurulurken destek ve diplomatik yardımlarını esirgemediler. Sabatay Sevi’yi sevenler bir aile teşkilatı değildir. Sabatay Sevi’ye inan ve gönül bağlayan o dönem birçok Hristiyan ve Müslüman kişilerde oldu…. Rabay-Sabatay Sevi hareketi bir kaç ailenin tekelinde gizli bir örgütlenme gibi gösterilmeye çalışılıyor. İmanlılar sion’nun ışık askerleri iken karanlığın ordusu gibi tanıtılmaya çalışılıyor… Kutlu olsun bahar-kuzu ve Sabatay’ın doğum günü” (Aydınlık, 2008). Aydınlık’ın savunması, yalan yanlış ve aceleyle kaleme alındığı anlaşılan şu iddialar kadar saçmaydı: “Ergenekon Operasyonu”, Türk Ordusu’na karşı Şemdinli’de başlayan uygulamalar dizisinin son halkası ve doruğudur. Siyasal çözüm adı altında Güneydoğu bölgesinin özerkleştirilmesi ve PKK’nın Meclis’teki grubunun güçlendirilmesi planı yürütülmektedir. Bu planın karşısına dikilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve başta İşçi Partisi olmak üzere diğer millî güçlerin direncinin kırılması için, iki araç devreye sokulmuştur. Biri türban savaşıdır; diğeri “Ergenekon Operasyonu”. (Aydınlık, 2008) Ergenekon sanığı Doğu Perinçek’in savunmasında elindeki ana malzeme Güney’in CIA ajanlığı iddiası. 5 Aralık 2008 Aydınlık sayısındaki başyazısından okuyalım: CIA tertibinin takvimi, satır başlarıyla şöyle özetlenebilir: Tuncay Güney 2000 yılı Haziran ayında CIA bağlantılı MİT eski yöneticisi Mehmet Eymür ve Yeni Şafak yazarı Fehmi Koru tarafından açık yazılarla kamuoyu önünde tehdit ediliyor. Bu tehditler sonucu Tuncay Güney 2000 yılı Temmuz ayında 9 gün ABD'ye götürülüyor ve orada Ergenekon tertibi için eğitiliyor. 10 yıllık ABD vizesini 4 Şubat 1999'da almış. ABD bağı ispatlı. Tuncay Güney, Ergenekon tertibi gereği 1 Mart 2001 günü danışıklı olarak gözaltına alınıyor. Türk Ordusu'nun komuta kademesini ve İşçi Partisi önderlerini suçlayan ünlü Mülakat yazılıyor. 2001 Temmuz'unda Tuncay Güney, yasadışı yoldan CIA marifetiyle temelli ABD'ye götürülüyor. Tuncay Güney'in anlatımları 2002 baharı ve yazında, TSK, Hükümet ve Çankaya katında servise konarak, Org. Özkök'ün Genelkurmay Başkanlığı'na getirilmesi sağlanıyor ve Türkiye, AKP'yi iktidara oturtmak için erken seçime sürükleniyor. Ergenekon dosyası, 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak'ta Türk subay ve askerlerine çuval geçirilmesinden 6 gün sonra MİT tarafından Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök'e gönderilerek, Türk Ordusu Genelkurmay Başkanı'na ihbar ve şikâyet ediliyor. Bu girişim de ABD merkezlidir ve Türk Ordusu'nun Kuzey Irak'taki varlığına son verilmesi için yürütülen operasyonun bir parçasıdır. Abdullah Gül'ün 2 Nisan 2003 günü ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ile Ankara'da yaptığı, kendi itirafıyla "2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşma" uygulanmıştır. Mayıs 2006'da Yargıtay Başsavcılığı'nın AKP'nin yasadışı faaliyetlerini saptamak için valiliklere yazı yazması üzerine Ergenekon tertibi yeniden sahneye taşınıyor. ( Aydınlıkö 2008). Aydınlık’ın Güney portresi çoktan delik deşik oldu. Hangi yanlışı düzeltelim, bilemiyorum. Kirli çamaşırlarını, Ergenekon’un ipliğini pazara çıkarmak için daha az karışık ve güvenilir bir adam bulamadığımız için özür dileriz! Tuncay Güney karışık bir adam olunca, Ergenekon Çetesi masum mu olacak? Atatürkçülük, Kemalizm, Ulusalcılık vs gibi toplumun saygı duyacağı kavramların arkasına gizlenerek gerçekleştirilen bu gizli örgütlenmenin defteri dürülüyor. Karışık, karmaşık denilen Güney’in bildiklerini anlatmasıyla, Türk milleti, bir asırdır sırtına kene gibi yapışmış bir cuntadan kurtuluyor, az bir şey mi? TUNCAY GÜNEY’İN GERÇEK YA AM ÖYKÜSÜ Güney, Ergenekon’un kara kutusu olduğuna dair, varolan genel kanıya rağmen, açılan davada sanık veya tanık yapılmadı. Savcı Zekeriya Öz’ün iddianamesinin ekleri arasına koyduğu "Şüphelilerin 2005 yılından önceki Adli Sicil Dökümleri" listesinin 119. sırasında Tuncay Güney yer alıyor. Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün 11 Haziran 2008 tarih ve 2007/1536 sayılı yazısına göre Güney’in adli sicil kaydı bulunmuyor. Dava belgelerinde Tuncay Güney’in adı "firari şüpheli" olarak geçiyor. Ergenekon’un 28. ve 29.duruşmalarında tanık olarak dinlenmesine ve Kanada’da da ifadesinin alınmasına karar verildi. İddianamede tanık yapılmamasına bir anlam veremememişti, en azından tanık olmayı umuyordu. Oysa Savcı Zekeriya Öz, Ergenekon soruşturmasını Tuncay Güney'in 2 Mart 2001'de İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi'nde verdiği ifade ve teslim ettiği bazı belgelere dayandırıyor. 4 Aralık’taki Ergenekon duruşmasında Güney’in terror örgütü üyesi olup olmadığının araştırıldığı ortaya çıktı. Güney, ‘kimseye kurşun sıkmadım, elimde kan yok, Türk adaletine güveniyorum’ diyor. Elinde kan olmadığına inanıyorum. Güney, kimseyi öldürecek bir kişilik değil, sünepe biri. Tuncay Güney'in beyanına göre, "Ergenekon'un Yeniden Yapılandırılması" belgesi, Bilecik'te Veli Küçük, Doğu Perinçek, Suphi Karaman, Hasan Yalçın ve Deniz Bilge tarafından hazırlandı. "Lobi" belgesi General Veli Küçük'ün talimatıyla Doğu Perinçek, Ümit Oğuztan, Adnan Akfırat tarafından kaleme alındı. Genelkurmay sitesinde yer alan 27 Nisan 2007 tarihli bildirge, "Genelkurmay'daki Aydınlıkçı subaylar tarafından yazıldı. Genelkurmayı dinleyen kulak davasında yargılanan, Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, bunu ‘İhanet Çemberi’ adlı kitabında ve televizyon konuşmalarında dillendiriyor. Tuncay Güney'in yedi yıl önce ifadesini alan o zamanki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlar Şubesi Müdürü Adil Serdar Saçan, bir yıl boyunca yürütülen izleme ve araştırma sonunda somut hiçbir kanıt elde edilemediği için, DGM Başsavcılığının soruşturmayı bitirdiğini Hürriyet gazetesine açıkladı (Hürriyet, 31 Ocak 2008). Çünkü belgeleri örten, soruşturmayı örtbas eden Saçan, Ergenekon’un İstanbul emiri Sedat Peker ile ortak çalışıyordu. Ergenekon operasyonlarıyla birlikte başlatılan Güney dezenformasyonuna Aydınlık gazetesi tarafından yayımlanan tüm nüshalarda devam etti. Tuncay Güney, bu iddialara karşılık, bana şu cevabı gönderdi: “İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı Avukat Mehmet Cengiz’in açıklamasıyla oluşturulan ‘Ergenekon Savcısı, Haham Tuncay’ı Türkiye’ye kaçak soktu!’ başlıklı Aydınlık gazetesi sayısı gösteriyor ki, İşçi Partisi avukatı Nusret Senem ütopyada yaşıyor, hayal aleminde geziyorlar. Benim Türkiye’ye kaçak olarak geldiğimi iddia edenler, ellerinde bir delil varsa ortaya koysunlar. Ben 7 yıldır Türkiye’ye gelmedim. Uluslararası havacılık şirketlerinden havalanından benim Türkiye’ye girişim var ise ispatlasınlar. Susurluk’taki görevlerinin altında kalan ‘İhbarcı Parti’ İşci Partisi, Susurluk’daki karanlık ilişkilerinin ortaya çıkmaması için bana karşı saldırı yapıyorlar. İşci Partisi’nin illegal olan örgütü Türkiye’de bombalama eylemlerini nerede yaptılar? Nusret Senem bunu açıklasın. İşci partisine emekli askerler nasıl yollandı? Ve bu partide görev aldılar? Bilgi kirliliğine karşı Türkiye Avukatlar Barosu’na başvuru yapacağım. Ve hakkımı aramak için hukuki yolları çalıştıracağım. Türk adaletine güvenmek istiyorum. Türkiye’de bu yalan haberlere karşı hukuk ve adalet bakanlğının hiç bir ceza maddesi işlemiyor. Ayrıca pasaportum ve nüfus cüzdanımda adım Tuncay Güney’dir. Tuncay Güney İpek değildir. Böyle bir kimliğim asla olmadı. Böyle bir kimliğim var ise, bunu ispatlamaya davet ediyorum. Tuncay Güney İpek ismi , ‘İhbarcı Parti’nin ütopya, hayal aleminden doğan bir yalandır. Ben diyorum ki, yalanın babası şeytandır. Türkiye’de Perinçek ‘Şeytan’ın ‘Şeyhi’dir. İşci Partililer Doğu Perinçek adlı şeyhlerinin güdümünde olan ‘lokal beyinliler’dir. Nevzat Yılmaz, Aydınlık dergisinin ve 2000’e Doğru dergisinin arşivinde çalışan birisidir. Türk İstihbarat yetkilileri araştırsın. Bir ara askere giden Nevzat, askerlik görevi bitince de dergide çalıştı. Bu kişi, Mecidiyeköy’de dergi arşivinde idi. Taksim Deva Çıkmazı adresine taşınınca da dergide çalıştı. İşci Partisi, kendi çalışanlarını ‘yalancı şahit’ olarak sunuyor. Nevzat Yılmaz, Veli Küçük’e giderek dosyaların fotokopisini çekmekle görevli arşivcidir. Ve bu dosyaları Ferit İlsever ve Adnan Akfırat’a verirdi. Onlarda Veli Küçük’ün kuryesine verirdi. İşci Partisi avukatı Nusret Senem ve Emcet Olcaytu benle irtibata geçip, ‘bu verdiğin ifadeleri yalanla’ diye işbirliği istediler. Toronto’daki elemanlarına benim cevabım şu oldu: Nusret Senem ve Emcet abi seni aracı koymasın. Kendileri beni arasın dedim. Ben bu işbirliğine olumlu cevap vermediğim için bana böyle saldırı yapıyorlar. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. İhbarcı partinin mumu ikindiye kadar bile yanmıyor. Canlı yayına davet ediyorum İşci partilileri. Nusret Senem bir şey bilmez. Muhatabım Şule Perinçek’tir. Şule Perinçek ile canlı yayına çıkalım. Diğerleri cezaevinde. Televizyona çıkamaz. Şule hanımı canlı yayına davet ediyorum. Kanunsuzluğun maddesi’ni öne süren ihbarcı partiye diyorum ki; doğru Türkiye’de bir kanunsuzluk var, o da sizin halen partinizin ve karanlık bombalama eylemlerinizin ve Türkiye’yi kaosa sürüklemek için yaptığınız cinayetlerin soruşturulmamasıdır. Sorgu yaptığınız, işkence yaptığınız gençlerin hesabını soracak bir mekanizma olmamasıdır. PKK’yı uluslar arası camiaya bunlar ‘ulusal kurtuluş’ mücadelesi yapıyor diyerek sundu. PKK’yı bu şekilde tanımlayan raporlarınız ve yayınlarınızdan dolayı hesap sorulmaması kanunsuzluktur. Doğu Perinçek, hangi ülkenin diplomatlarına verdiği rapor ve sunumda, ‘Abdullah arkadaş, gelmiş geçmiş en büyük Kürt önderidir. Kürt Hareketi’nin sonu Mahabat cumhuriyeti gibi olmamalıdır. Bu Abdullah arkadaşın mücadelesine destek olmalıyız’ diye yaptığı konuşma metninden dolayı hesap sorulmuyor ise, evet bu kanunsuzluktur… Doğu Perinçek, Yunan genarelle olan ilişkini açıkla. Ve PKK kamplarına ziyaret etmesini sağladığından dolayı aldığın teşekkür mektubunu açıkla. Avrasya Konferans’ında Rus lider Vlademir Putin’in ekibinin size yaptığı dedektiflik teklifini açıkla. Avrasya Konferans’ındaki masrafların Ulusal Sanayici İşdamları Derneği Başkanı Kemal Özden’e kim parayı aktardı? Bu konferansın masrafları partinize ve ulusal işadamları tarafından otellere nasıl ödendi? Hangi ülke Avrasya konferansının masraflarını ödedi? ‘Kanunsuzluk var’ diyen İşci Partisi yetkililerine: ‘What dedin, Gülüm’ diyorum. Refah partisi Güneydoğu’da oy patlaması yapacak endişesiyle savcıların RP’ye dava açması için Refah partisi ve PKK bayraklı bir yaprak broşür, hangi ‘Beyaz’ Hoca tarafından basıldı? Ve bunlar Güneydoğu’da insanların evlerinin, işyerlerinin kapısından atıldı. Ankara’da sayın Ecevit’e de bu bayrağı kim getirmişti? Karanlık şebekenizin çökmemesi, evet kanunsuzluktur. Ben ve iki Türk arkadaşımla beraber Toronto’da bir Türk restorantına gittik. İşci Partili bir genç öğrenci olarak Toronto’da üniversitede okuduğunu söyledi. Görüşmek için Türk restoranatında Bloor-Yonge’da buluştuk. Nusret Senem’den mesaj getirdiğini söyleyen genç, ‘Atatürk devrim kanunları, elbette bir gün uygulanacaktır’ dedi. ‘ABD’nin TSK’ya ve İşci Partisi güçlerine karşı bu oyununu siz bozabilirsiniz Tuncay bey’ diyerek ‘milli’ ve ajitasyonla dolu bir konuşma yaptı. En son sözü, ‘Sana işkence yapanlar Adil Serdar Saçan değil Fethullahcı polisler’ dedi. Benim cevabım ise, ‘Gözlerim açık iken tokat atan ve küfür eden Adil Serdar idi’ dedim. Ve Nusret Senem ile Şule Perinçek gelsin buraya dedim. Seni niye yolluyorlar? Asıl İP’in maskesi düştü dedim. Ve bu görüşmede yemek parasını ben ödedim. Teşekkür etti. Dedim ki, ‘bak Yahudilerin ve CIA’nın parası senin de boğazından geçti’ deyince konuşmaya şahit olan restorantın sahibi Mehmet bey kahkahayı attı. Tuncay Güney 2 Ekim 2008” Ergenekon iddianamesinde, savcı Zekeriyya Öz’ün bazı bölümlerde Tuncay Güney'i İpek soyadıyla anması Aydınlık'a malzeme oldu. Güney'in bir Sebataycı ailesinden geldiğini ispatlamak için kullandığı sanılan bu soyadının, MİT tarafından Güney’e verilen bir kod isim olduğu 26 Kasım 2008’de Sabah’ta yayımlanan belgeyle ortaya çıktı. Sabah, Ergenekon iddianamesinde adı “şüpheli” olarak geçen ve daha önceki ifadeleriyle iddianameyi epeyce besleyen Tuncay Güney’in Milli İstihbarat Teşkilatı’nda (MİT) çalışmış olduğunu bir belgeyle duyurdu. MİT’in yanıtı, “belge doğru” ama “Güney, kayıtlı bir haber kaynağı değildir” oldu. MİT ayrıca, geçmişte Mehmet Eymür’ün yönettiği Kontrterör Dairesi’ni de kötüleyerek “Kuruluşu ve işleyişi tartışmalı bu daire 1997’de MİT şemasından çıkarılmıştır” deyip hem eski bir birimini evlatlıktan reddetti, hem de “Güney, Eymür’ün adamı” demeye getirdi. Bu açıklamanın üslubu şaşırtıcıydı ama içeriğinde bir yenilik yoktu, zira Güney’in, 2001’de verdiği ifadede, 1990’larda “Mehmet Eymür’ün adamlarına düzenli olarak bilgi aktardığını” ve “Eymür’ün teşkilattan tasfiye olmasının ardından MİT’le aktif ilişkisi kalmadığını” söylediği biliniyordu. Tuncay Güney’in ısrarla söyledikleri de aynı doğrultudaydı. MİT adına Ergenekon ve JİTEM’e sızdığını ima ediyordu, ancak Eymür’ü ve yardımcısı Yavuz Ataç’ı tanımadığını anlatıyordu. Eymür’e değil, “Eymür’ün adamlarına” istihbarat aktardığı yönündeki ifadesinin arkasında duruyor ve gizemli bir şekilde, “Ben konuşmadım, sadece konuşanlara cevap verdim. Ama birileri bana verdiği sözde dursun” diyor. (Çongar, 2008). Mehmet Eymür ise, Güney’i tanımadığını söylemek dışında ayrıntı vermekten kaçınsa da, İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Ergenekon sanıklarının avukatı Ceyhan Mumcu’ya atin. Org web sayfasından hitap eden şu sözleriyle gazetelerin birinci sayfalarındaydı: “Tuncay Güney yetenekli birisi. Ekibinize başarılı biçimde sızmış. Zokayı fena yemişsiniz.” Tuncay Güney, "MİT elemanı mısınız?" sorusuna "MİT ile karşı karşıya gelmek istemem. Çalışmalarını MİT yasası gereği anlatamam. MİT çok saygı duyduğum bir kurumdur" sözleriyle geçmişte MİT’e çalıştığını ima etti. Tuncay Güney’in MİT’in kayıtlı haber elemanı olmaması, MİT’e muhbirlik yapmadığı anlamına gelmiyor. Asıl tuhaf olan, MİT’in kendi kurduğu, bir süre bünyesinde barındırdığı, yararlandığı Kontrterör Dairesi hakkında böylesine dışlayıcı bir dil kullanmasıydı. Davayı bulandırmak isteyenler vardı. Yargı, teşkilattan Tuncay Güney’le ilişkisini sorunca, daha cevabı gelmeden bu belgeyi yayımlatmak yoluyla teşkilatı sıkıştırmak isteyenler olabilirdi. Kontrterör Dairesi’nin teşkilat içinde çok rahatsızlık yarattığı doğruydu. Teşkilat bunu açıklayarak, Tuncay Güney hakkında soru işareti yaratmaya yönelik kampanyanın kendisine de bulaşmasını önlemek istemişti. En sert tepkiyi veren eski MİT'ci Mahir Kaynak'a göre, Tuncay Güney ile Ergenekon davası sulandırılmaya çalışılıyor. MİT'in küçümsendiğini, böyle bir davada gerçekleri ortaya çıkartmak için ‘küçük bir MİT muhbiri ‘ gözüken Güney'e ihtiyaç olmadığını savunan Kaynak, Güney'in ‘dezenformasyon aracı’ olduğunu öne sürdü. MİT'de ona bağlı çalıştığı ileri sürülen Mehmet Eymür, ne Tuncay Güney’i nede babası Ali Güney’i tanıdığını defalarca söyledi. 3 Aralık’ta ise fena patladı: " Tuncay Güney, Eymür"ün elemanıymış!. Bekledim, Herkes içini boşaltsın diye, Hayretle, ürpererek, üzülerek bekledim. İhanet, cehalet, fabrikasyon, sulandırma, yönlendirme, ön yargı, hepsi birden el ele. Hepsi birden bir süre sonra eriyecek koca bir kartopu gibi. Desteksiz, manasız, insafsızca atıyorlar, Bir uzman edasıyla… Neden, niçin ve ne söylediklerini bile bilmeden. Tuncay Güney"i tanımıyorum. Doğrudan ve dolaylı hiç bir ilişkim olmadı. " Özel İstihbarat Dairesi ile onun devamı niteliğindeki Kontr Terör Merkezi"ni bu kızgınlığa alet etmeselerdi sözleriyle meslekdaşlarına da kızdı. Şimdi karşımıza çıkan tabloya bakın: Devletin istihbarat teşkilatı, Jandarma’nın istihbarat teşkilatı içine ajan sokup bilgi almaya çalışıyor. Bu ortaya çıkınca devletin istihbarat teşkilatı, “O bizim ajanımız değil, bizim içimizde, tasfiye ettiğimiz bir ekibin ajanı” diye açıklama yapıyor. Ve “derin devlet”i çözmesi umulan dava, bu iç çatışmanın sağladığı verilerle ve bu çatışmanın gürültüsüyle yürüyor. Eski başbakan Mesut Yılmaz, durumu şöyle yorumluyor: “Bakın, Tuncay Güney diye birinin evinde Ergenekon örgütünü çözecek çok sayıda evrak bulundu. Bu adam o zaman 22 yaşında... ortaokul mezunu bir genç... Bu evrak kendisine komple teslim edilmiş. Amatör bir iş olmadığı belli... Bu, bir teşkilat işi... Teşkilat onu kullanmış, sonra bırakmış. Ona bu belgeleri veren teşkilat ortaya çıkarılmadan bu olay çözülemez. Mahkeme, bunun elde ediliş şekli üzerinde yoğunlaşırsa iş çözülebilir. Bu, aynı zamanda hükümet için de bir samimiyet sınavıdır. (Dündar, 2008). 4 Aralık’taki duruşmada mahkeme, Güney’in MİT’e sorulma talebini kabul etti ve resmi yazı yazdı. Oysa MİT içindeki grup sızdırdığı belge ile zaten cevabını vermişti. Türkiye’de bunlar yaşanırken, Güney sürekli taşlanırken, bir yandanda Ergenekon’un Kanada ayağı Güney’i tehdit ederek söylediklerin aksini açıklamasını istiyor. İlk tehdit, 13 Haziran 2008 günü Mustafa Doygun tarafından işletilen Toronto’daki İstanbul Marche’de, aşırı solcu bir Kürt Alevi vatandaşı tarafından yapıldı. Tuncay tehdit edildiğini bana gönderdiği açıklamasıyla doğruladı. Daha önce yalanlamıştı. 14 yıldır Kanada’da yayın işi yapan Bizim Anadolu gazetesi, geçmişte Doğu Perinçek ile çalışmış Ömer Özen tarafından çıkarılıyor. Özen’in görevlendirdiği Toronto Muhabirleri Celal Uçar, Güney’e Perinçek ve İşçi partisi hakkında söylediklerini Cumhuriyet’de yalanlaması için baskı yapıyordu. Bu mesajı getiren eski CHP’li Sabataycı Ali Topuzdu. Kızı Toronto’da okuyan Topuz, şantaj için maşa kullandı. Olayın şahidi olan müşteri Kemal Bey, kapı dışarı edilmişti, ama yerin kulağı vardı. Ergenekonla ilgili Aydınlık ve Cumhuriyet alıntılı haberler yapanların maskesi düştü. Güney, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri. O yüzden de her şeyi yapabilir. Bir kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz. Çorum'un Gölet köyünden Toronto'ya uzanan yolculuğunu "Gecekondudan Şatoya" diye özetliyor. Fakir bir ailenin çocuğu. Babasıyla aynı kaderi paylaşmamak için çırpınmış, garip bir Çorumlu. Efendimin kölesiyim, yani idealist değilim diyor. Efendi kim Tanrı. Yani inanıyor. Bana ikinci görüşmemizde hiç bir dine ve kutsal kitaba inanmadığını, bunların insanların uydurması olduğunu söylemişti. Yaşadıkları nedeni ile inancı zayıflamış olabilir, ama imansız değil. Güney, öyküsündeki tüm çelişkilere, güvenilmezliğine, iddialarının ispattan yoksun olmasına karşın Türkiye tarihinin en önemli siyasi davalarından birinin başrol oyuncusu. Güney’in herşeyi bilen adam olarak lanse edilmesine kızan Mahir Kaynak, bugüne kadar Güney’in deşifre ettiklerini neden kendisi kamuoyuna açıklamadı? Söylediklerinin çoğu doğruydu. Ama şahsı ile ilgili gizemleri fazla. Bordrolu MİT elemanı olduğunu sanmıyorum. Lise 1 terk, İngilizce bilmeyen biri MİT'e memur olarak giremez. Ama kullanılabilir. Kayıt altına alınmamış haber kaynağı demek, bedava, maaş verilmeden kendisinden gönüllü yararlanılan anlamındadır. İngilizcede buna ' Walk in' ajan denir. Kulanılır ve tedavülü dolunca bir köşeye atılır. Veli Küçük ile 9 yıl süren sıkı fıkı ilişkileri Ergenekon’u anlamak için daha önemli. Mehmet Eymür’ü tanıdığını sanmıyorum. Ama Eymür’e çalışan MİT elemanlarına bilgi vermiş olabilir, bu da Güney’i MİT elemanı yapmaz, düşük seviyede bilgi kaynağı yapar. 32. Gün programında eski MİT Kontr-terör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ü tanımadığını beyan eden Tuncay Güney’i yalanlayan, eski iş arkadaşı Ümit Oğuztan oldu. Ergenekon davasının görüldüğü İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verdiği dilekçede, “Güney, İran Konsolosluğu siyasi işler müsteşarı Muhsin Karger’le tanışıp dostluk kurduğunu ve doğrudan Mehmet Eymür’e bilgi ve fotoğraflar aktardığını bizzat şahsıma anlatmıştır” dedi. Oğuztan, Tuncay Güney’in yanında Mehmet Eymür’le telefonla görüştüğünü de belirtti. Eski Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) İstanbul Bölge Başkanı Nuri Gündeş’e göre, Sabah Gazetesi'nde yayınlanan MİT belgesinin Tuncay Güney ile Veli Küçük arasındaki telefon konuşmalarına ait tutanaktan başka bir şey değil. Haberde ismi zikredilen eski MİT İstanbul Bölge Başkanı Galip Tuğcu ve eski MİT İstanbul Bölge Başkanı Kubilay Günay'ı çok iyi tanıdığını açıklayan Gündeş, bu isimlerin sonradan teşkilata bela olacak insanları almayacağını anlatıyor. Günay ve Tuğcu, haberde sözü edilen işlere girmelerinin mümkün olmadığı açıklamasında bulunuyor. Güney'in MİT elemanı olmadığını, bunu Şenkal Atasagun'un da doğruladığını belirten Gündeş, "Böyle bir isim var evet ama MİT ile ilişkili değil. Güney için Atasagun'un vize aldığı bilgisi de kesinlikle doğru değil. Haber birileri tarafından yönlendirme amacıyla uydurulmuş. Belgede bir şey yok. Dinlemeden doğan Veli Küçük ile Tuncay Güney arasındaki bir görüşmenin dinleme tutanağıdır o. Müsaade edin de şüphelenilen insanları da kontrol altına alsınlar yani." diye konuşuyor. ( Ceyhan, 2008). Gelelim Güney’in gerçek yaşam öyküsüne… 25 Ağustos 1972’de Çorum’un Kargı İlçesi’nin Gölet Köyü’nde doğdu. Ana adı Ayşe, baba adı Ali. T.C. Kimik Numarası: 22126653748. Din hanesinde İslam yazıyor. Üç çocuğun en küçüğüydü. Tuncay'ın babası Ali Güney köyden ayrıldıklarında küçük Tuncay 6 aylıktı, bundan sonra çocuklar bir daha köye gelmediler. Ablası Keziban ile abisi Murat daha çocuk yaşta İstanbul'da en ağır işlerde çalışıyordu. Abisi 17 yaşında trafik kazasında öldü. Yıllar önce Çorum’un Kargı'ya 40 kilometre mesafede bulunan Gölet Köyü'nden İstanbul varoşlarına gecekondusuna taşınan aile çok zorluklar çekti. Açlıkla yoklukla boğuştular. Zaman zaman babası Ali ile annesi Ayşe köye gelirdi. Ancak ne Tuncay'ı ne de abisi Murat’ı ve ablası Kezibanı köye getirirlerdi. Beşiktaş’ın yukarısında gecekondu semti olan Gültepe Varoşlarına yerleştiler. En son 2007 Temmuz ayında kız kardeşinin ölümü nedeniyle köye gelen Ayşe Güney, oğlunun hakkında çıkan iddialar nedeniyle bir daha köye dönmeyi düşünmüyor. Gültepe'nin Harmantepe mahallesi gecekondu semtinde evini zar zor geçindiren baba Ali bey, oğlu Tuncay’ı 12'sinde aynı köyden Mithat Ulusoy adında bir tanıdıkları vasıtasıyla Ayazağa'daki yatılı bir Kuran kursuna götürdü. Ayazağa Ortaokulu'na da devam ediyordu. Evde beş nüfusu geçindirecek ekmekleri yoktu. Çoğu zaman bir çorba kazanı bile kaynamıyordu. Annesi (Ayşe) ev hanımı, babası (Ali) o dönem Beşiktaş'taki Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu'nda teknisyendi. kaldığı yurtda gündüzleri belli saatlerde din dersleri veriyorlardı. Biraz Arapça, oldukcada düzgün Kuran okumayı orada öğrendi. Ne İmam Hatip’e gitti, ne İsmailAğa camisinde hafızlık eğitimi gördü, nede iddia edildiği gibi Kuran’ı İran’da öğrendi. Varoşlarda büyüyen Tuncay, fakirliği, yoksulluğu, yokluğu iliklerine kadar hissetti. Fakir çocukları ücretsiz okutan bu talebe pansiyonu halen işlevine devam ediyor. 1986’da babası kalp krizi sonucu öldükten sonra çalışmaya başladı. Annesi, babasının ölümünden sonra psikolojik sorunlar yaşadı. Koca aileyi geçindirmesi imkansızdı.1986’nın 13’ü Şubat ayıydı. Babası öldüğü sırada yatılı okulda okuyordu, orta birinci sınıftaydı. Annesi onu okuldan aldı, okutamadığından dolayı demir doğrama atölyesine çocuk çırak olarak işe koydu. Bu iş bir ortaokul çocuğu için çok ağırdı. Bu nedenle kısa sürede buradan ayrıldı, bir konfeksiyon dükkanında ayak işleri yapmaya, yerleri süpürerek evine ekmek götürmeye çalıştı. Annesi Ayşe Hanım, çorap örüyor, cumartesi ve pazar günü halk pazarlarında bunları satarak bir nebze olsun eve katkı sağlıyor, fakirlikten kurtulmaya gayret ediyordu. Çok ezilmişti. Geceleri sessiz sessiz ağlıyor, bir gün gelecek bu zalim dünyadan intikamımı alacağım diye yemin ediyordu. Güney, yaşamındaki herşeye gizem katmayı seviyor. 1984'te Kuran kursuna gönderilmesi ona göre rastlantı değil, çünkü ailesi Sabetayistmiş! Güya böyle aileler de çocuklarını bu kursa gönderirmiş. Sobalı evinde geceleri annesinin Tevrat okuduğunu iddia ediyor. Oysa annesi beş vakit namazında, başı örtülü biri. Ayazağa Talebe Yurdu'nun eski müdürü Halil Atam, Güney'in talebelik dönemini gayet iyi hatırlıyor: "Tuncay, dini, namazı öğrendi. Çalışkan ve uyumluydu." diyor. O yıllarda cemaatin önde gelen isimlerinden, Güney'in "Beni bilirler" dediği Hüseyin Kaplan ve Hüseyin Kumaş ise Sabetayizm iddialarını kesin reddediyor, Güney'i hatırlamadıklarını" belirtiyorlar. (Gümüşel, 2008). Halen Gültepe'de komşu çocuklarına Kuran öğreten, mahallelinin "namazında niyazında biri" dediği annesi (73) yıllarca, kökenlerinin Mısır'a uzandığını, Mısırlı dedesinin de paşa olduğunu anlatmış Tuncay'a. O’da buna Sebataycı hikayesi eklemiş, birde sahte belgeler ayarlamış. İlk defa bu iddiayı 1996'da ortaya atan gazeteci arkadaşım olur, ona çok kızdığını söylüyor. Anlaşılan daha sonra bu hoşuna gitti, kullanmak istedi. 13 yaşında babasının ölümünden sonra, ailesi çok zor günler geçirmiş. Yaz tatillerinde konfeksiyon atölyesinde çalıştı. 1980'lerde orta ikinci sınıfa devam ederken, Refah Partisi'nin eski Kağıthane Belediye Başkanı Arif Calban ile İstanbul Çeliktepe'de bir düğme atölyesinde tanışmışlar. Calban, onu "iyi, zeki, fırtına gibi bir çocuk" olarak hatırlıyor. 1986'da Pertevniyal Lisesi'nde öğrenci, hatta lise 1. sınıftan terk. Ancak lisenin müdürü Aziz Yeniyol, böyle bir öğrencilerinin hiç olmadığını belirtiyor. Güney ise ısrarla "Pertevniyal'den çok Bedrettin Dalan'ın İstek Vakfı'na ait Tarabya Kemal Atatürk Lisesi'ne gidip geldim" diyor. Güney'in annesi, Tuncay'ın Tarabya'daki o okula gittiğini doğruluyor. Sonra okulun müdür muavini (Ali Kuru) Tevfik Yener ile tanıştırdı, oğlum Sabah gazetesinde çalıştı şeklinde konuşuyor. Bir gün konfeksiyon dükkanında okuduğu gazete ilanından bulduğu Sanayi mahallesindeki Yıldız Yemek Fabrikası’nda işe girdi. Yemek fabrikası, İstek Vakfı okullarının hepsine yemek dağıtıyordu. Orada artan yemekleri evine götürüyordu. Asgari ücret bir aylık veriyorlardı. Şişli’de oturan bir Matematik öğretmeni olan yurt müdürü Ali Kuru, öğrencilere yemek servisi yaparken, oda ona yemek servisi yapardı. Öğretmenler kendileri yemek alırken, Kuru kendisine yemek getiren nur yüzlü bu genç delikanlıyı sevdi. Okulda zengin öğrencilerden gelen süveter, gömlek gibi şeyleri ona hediye verirdi. Geleceği için daha düzgün bir yere gitmek istediğini söyledi Tuncay. Ali Kuru, ‘okulda okumuyor musun?’ diye sordu. Ortaokulu Gültepe Alkoç Orta Okulunda bitirmiş, diploma almıştı. Kur, onu Pertevniyal Lisesine referansla gönderdi. Orada yarım sene okudu. Lisede olması gereken yıllarda Sabah ve Milliyet gazetelerinde ofis boy’luk yaptı. Getir götür, süpür ayak işleri yaparken, hep gazeteciliğe özeniyordu. Çok havalı bir meslekti. Ceplerinde üç kuruş simit parası olmayan gazeteciler kendilerini çok güçlü olarak görüyorlar, çok zengin, güçlü insanlarla eşit seviyede görüşüyorlardı. Varoşlardan gelen biri için gazetecilik, sığınılacak mükemmel bir kapı idi. Ama onu birden kapı önüne koydular. O yıllarda oğlu aynı okulda okuyan gazeteci (Sabah, Milliyet, Yeni Asır ve Takvim gazetelerinde çeşitli dönemlerde yöneticilik yapan) Yener, Kuru'nun kendisini arayarak Güney'i işe almasını rica ettiğini doğruluyor. Kuru saygın, güvenilir biri. Tuncay'dan söz ediyor ve, 'Bu çocuk terbiyeli, çalışkan, babası vefat etmiş, annesine bakıyor, çalışmaya ihtiyacı var' diyor. Meslek sahibi olsun, en azından sayfa yapmayı öğrensin, yetişsin diye gazeteye yerleştirmiş; ofis boyluk yaptırmış. Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK-yeni adı Sosyal Güvenlik Kurumu) kayıtları da bunu doğruluyor. Güney'in SSK kayıtları tartışmayı noktalayacak kadar açık: İlk kez sigortalı olduğu 1988'de liseden terk, 16 yaşında, tecrübesiz ve eğitimsiz bir genç olarak, ayda yaklaşık 65 bin 500 lira almış. Bu rakam o dönemde, 16 yaşından küçükler için asgari ücretin yaklaşık iki katı, büyükler için ise yaklaşık yüzde 35 fazlası. İki yıl sonra maaşı 190 bin liraya ulaşmış (asgari ücretin yüzde 30 fazlası). 1991'de, yani 19 yaşındayken Sabah gazetesinden eline geçen aylık kazanç ise 1 milyon 100 bin liranın üzerinde ve bu rakam asgari ücretin yaklaşık beş katı. Gazetecilikle birlikte Güney'in hayatı daha da sisli hale geliyor. Milliyet’den çıktıktan sonra, üç ay kadar bocaladı, işsiz kaldı, ne yapacağını bilemedi. O esnada yaşadığı bölgede Gültepe’nin girişinde Eski adı Kırklar Boğaziçi Erkek Öğrenci Yurdu, şimdiki adıyla Boğaziçi Erkek Öğrenci Yurdu’nun kapısını çalmaya karar verdi. Kırklar, yediler, üçler evliyalarından dolayı yurdun adı Kırklar konmuştu. Yurda gelip gidiyordu. Bu süreçte orada bir çok arkadaşlar edindi. Zaman gazetesinin Cağaloğlu bürosuna uğruyor, Milliyet Kitap’ın ve Zaman’ın verdiği ansiklopedileri biriktiriyordu. Zaman gazetesi ilan bürosunda Süleyman adlı genç Çorumlu bir çocukla tanışmıştı, oranın ilan müdürüydü. Bunu Kırklar Yurdu’ndaki arkadaşlarına söyledi. “Zaman bürosuna gitsem gelsem ayıp olur mu?” diye akıl danıştı. “İstersen beraber gidelim, Kırklar Yurdu’ndan olduğunu gelip gittiğini onlara söyle ki, sana sıcak baksınlar,” tavsiyesini aldı. Tanıştığı insanları referans yapmayı öğrenmişti. Gitti, beni hatırladınız mı diye sordu. Hatırladılar. Ben çalışmıyorum, siz de Samanyolu televizyonunu kuruyorsunuz diye kem küm etti. O zamanlar Samanyolu televizyonu Moskova’daydı. Kanal 6 dahi o yıllarda yeni yayına başlamıştı. İlk özel televizyon yayını yapan Kanal 6 da, STV de Moskova’dan yayın yapıyorlardı. Yayını, Tikaş TKM Çemberlitaş’tan veriyorlardı. TKM’de, aynı gün, ikindi namazı vaktinde işe alındı, çok iyi hatırlıyordu. Buraya geçişinde ona referans olan isim bir iddiaya göre, Nazlı Ilıcak. Ama sanmıyorum. Kesinlikle Nurettin Veren ile o dönemde tanışmıyor, referans olması mümkün değil. Böylece Samanyolu TV’nin (STV) yapım şirketi Işık Prodüksiyon'da işe giriyor. 1994'te, altı ay boyunca "Doruktakiler" adlı bir program hazırladı. Henüz 22 yaşında. Haber yazmayı bile bilmiyor, yazma kabiliyeti sıfır, ama ağzı laf yapıyor. Kendisini iyi pazarlamış. STV'de yetişmiş eleman eksikliği var, iyi kullanmış bu boşluğu. Programına siyasetçi, akademisyen, asker pek çok ünlüyü konuk etti. Aynı yıl STV’de olan Haluk Örgün, Güney'i şöyle hatırlıyor: "Benim frekansıma uymazdı. Kendini çok önemli, herkesle ilişkisi varmış gibi sunuyordu. Şurası kesin, işlerini bir şekilde hallediyordu. Mesela biz habere gidecek kamera bulamazken, o buluyordu. Kendini çok iyi satan biri, ama hiç donanımı, birikimi yok. Bu arada Güney, STV’de çalıştığı dönemde İşçi Partisi (İP Başkanı Doğu Perinçek Ergenekon davası tutukluları arasında) ile de ilişki kuruyor. İP'nin yayın organı Ulusal Kanal Genel Müdürü Ferit İlsever "I990'lı yıllarda Aydınlık dergisine (İP yayın organlarından) gidip geldiğini biliyorum" diyerek bunu doğruluyor. ( Gümüşel, 2008). İddiaya göre, MİT onu bu sırada keşfediyor ve kullanmak istiyor. Pertevniyel Lisesi 1. sınıftan terk olan Güney, 5 Mayıs 1997 yılında askere gitti. Bu tarih, Mehmet Eymür’in MİT’deki ekibinin ve şübesinin tasfiye edildiği döneme denk geliyor. Isparta, Kars Ardahan ve Çıldır’da 4 ay askerlik yaptı. Güney, 2001 yılında polise verdiği ifadesinde “4 ay kadar askerlik yaptıktan sonra cinsel yönden bozukluğum nedeniyle, halk dilinde "gay" olarak söylenen, cinsel sapmam olduğundan dolayı askerlikten muaf tuttular” dedi. Bunu işkence altında vermiş, gay değilim diyor, elbette sahte çürük raporu aldım diyemiyor. Güney'in Kars Ardahan 9. Tabur Usta Birliği'ndeki askerliği kimi kaynaklara göre altı, kimine göre dört ayda sona eriyor. Kendi anlatımıyla "Canım sıkıldı burada paşa (Veli Küçük'ü kastediyor), herkes devreye girsin, ben gidiyorum" diyor. Asıl gerçek şu: Askerlik yaptığı tugaydan sık sık Veli Küçük’ü telefonla arayan Güney, kendisini askerlikten kurtarması için yalvardı. Küçük, 28 Şubat sürecinde Sisi’nin yanına yerleştireceği Güney’e ihtiyaç duyduğu için yardımcı olmayı kabul ediyor. Veli Küçük, 9. Tabur’daki birliğini arayarak Tuncay’ı GATA Psikiyatri kliniğine tedaviye göndermeleri için tasallutta bulundu. Güney, 2001’de Polis’te ve daha sonra pek çok arkadaşına söylediği gibi GATA’dan ‘ homoseksüel’ olduğuna dair askerliğe elverişsiz raporu almadı. GATA Psikiyatri Kliniği’nden aldığı rapor daha ciddi bir iddiayı içeriyor. Çocukluktan başlayan psikolojik bozuklukların şizofreniye dönüşebileceği endişesiyle Tuncay Güney’in askerliğe elverişli olmadığına dair bir askeri doktor, rapor yazdı. GATA’nın beş üst düzey komutanı bu raporu imzaladı. Bu raporu gözü gibi saklayan Güney, Veli Küçük’ün bu raporun yazılmasındaki referansını yalanlamıyor. Küçük’ün bu esaslı kıyakı herkese yapmadığını biliyor. Askerlikten yırtmasını sağlayan bu 5 imzayı ve belgenin aslını gören eski bir ev arkadaşı, Tuncay’ın kendisine ‘homo’ raporu almasa bile başka bir arkadaşına para karşılığı homoseksüel raporu aldırarak askerlikten kurtardığını övünerek anlattığını söylüyor. ‘Daha pek çok eşcinselin askerlikten men raporu almasına yardımcı oldum’ diyor. Bu ifadeleri ve sahte çürük raporu ayarlamak suç. Güney'in askerlik yaptığı dönemdeki tugay komutanı, 'Tugay dediğiniz sekiz, dokuz bin kişi. Kendisini hiç hatırlamıyorum, hiç de tanışmadım" diyor. Şimdi emekli olan sözkonusu komutanın oğlu Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanıyor. Saygı Öztürk’e Tempo’daki röportajında “Erkeklerle yatmayı seviyorum” diyen Güney’in, bu yönünü doğru veya değil ilk defa ben yazdığım için, özür diliyorum. Güney, polisteki bu ifadeyi ağır işkence altında verdiğini savunuyor. Öztürk’e Tempo’da çıkan beyanı kullanmadığını, tekzip ettiği halde yayımlamadıklarını savunuyor. Güney'in köylüleri ve akrabaları televizyondaki ve gazetedeki haberleri duyduklarında şaşırdılar, en çok Güney'in dinini değiştirmesine tepki gösterdiler. Aslında Güney hiç bir zaman dinini değiştirmedi. Ama yaşadıkları nedeniyle Allah’a olan inancını kaybetti. Güney, nefsini Rableştiren ve nefsiyle savaşında bocalayan sıradan bir kimseden farkı yoktu. Gazetecilik başını döndürmüştü. Ortaokul ve lise çağında asla İmam Hatip’e gitmedi ve İsmailağa camisine hiç uğramadı. Eşi Rabia Hanım bu çevredendi, ama Almanya’da okumuş, başı açık bir hemşire idi. Annesinin bulduğu kızla evlenmiş, ancak farklı dünyaların insanları oldukları için, anlaşamamışlardı. Güney’in çok karanlık bir dünyası vardı. Ailesinden ve akrabalarından uzak yaşardı. Savcının iddianameye, nüfus kayıt örneğine göre, “Emekli Sandığı’ndan maaş almaktadır” diye yazması tartışmalara yol açtı. İddianamenin 398. klasöründe yer alan ve tüm şüphelilerin onaylı nüfus kayıt örneklerinin verildiği klasördeki bilgilere göre, Tuncay Güney halen Emekli Sandığı’ndan maaş alıyor. Ancak, Emekli Sandığı kayıtlarında Tuncay Güney ismi geçmiyor. 11 Haziran 2008, saat 11:52’de, elektronik ortamda Mernis’ten alındığı belirtilen belgede, "İşbu nüfus kayıt örneği İstanbul (CMK 250. maddesi ile görevli) Hazırlık Bürosu’na ibraz edilmek üzere düzenlenmiş olup başka amaçla kullanılamaz" ifadesine yer veriliyor. Belgenin ’Düşünceler’ bölümünde ise, "T.C. Emekli Sandığı Kurumu’ndan maaş almaktadır" deniliyor. Bu belgenin gerçekleri yansıtması için, Güney’in bir kamu kuruluşunda çalışarak ya da başka bir nedenle emekliliğe hak kazanmış olması gerekiyor. Ancak, ne Güney’in açıklamalarında, ne de yazılanlarda bu konuda bir bilgiye rastlanmıyor. Kayıtlara göre, 1 Mayıs 1988’de İstanbul’da işe başlamış görünüyor ve sicil numarası 18037730. Hürriyet gazetesinin haberine göre SGK’dan bir yetkili, MİT, JİTEM gibi istihbarat elemanlarının ve ismi devletçe gizlenen kişilerin kayıtlarının saklandığını, bunlara ilişkin emeklilik işlemlerinin de özel kurye ile gizli olarak yapıldığını ve bu gibi kişilere ait bilgilerin sadece getiren, işleyen yetkili kişilerde olduğunu bildirdi. 1972 doğumlu olan Tuncay Güney, 2001 yılında yurtdışına çıktığında 29 yaşındaydı. Bu yaştaki bir kişinin kamu kuruluşlarında çalışmış olsa bile emekliliğe yetecek süreyi bulabilmesi mümkün gözükmüyor. Yürürlükteki sosyal güvenlik mevzuatına göre bu yaştaki bir kişinin emekli veya yetim aylığı alması olanağı bulunmuyor. Güney’in emekli aylığı aldığına ilişkin kurumda bir kayıt yok. Tuncay Güney’in gazi, özürlü ve yetim aylığı aldığına ilişkin bir kayıt da bulunmuyor. Emekli Sandığı kayıtlarında, Çorum ili, Kargı ilçesi nüfusuna kayıtlı Tuncay Güney adlı bir kişi bulunmuyor. SSK ve BağKur’dan aylık alanlar arasında yapılan araştırmada da, Tuncay Güney’in emekli maaşı aldığına dair bir bilgiye rastlanmadı. Güney’in, Sosyal güvenlik kurumları nezdinde, iş kazası-meslek hastalığı gibi çok istisnai durumlarda emekli olduğuna dair bir iz bulunamadı. Mernis’ten alınan belge sahte ise akla şu soru geliyor: Savcı iddianame eki olarak, 398. klasöre bu yazıyı niçin koydu? Bir yetkili, bu duruma ilginç bir açıklama getiriyor: "MİT’tense, kayıtta gözükmez." (Hürriyet, Ağustos 2008) Güney’in Konut Edindirme Yardımı’ndan (KEY) 42 YTL alacağı var. KEY kesintileri 1988–1994 tarihleri arasında yapıldığına göre, Güney’in KEY alacağı nasıl oluşuyor? Çünkü Güney, iş hayatına SSK iştirakçisi olarak başlıyor. SSK kayıtlarına göre Güney, -oldukça erken yaşta- 16 yaşında sigortalı oluyor. Sigortası 1988’de başlıyor, -kısa dönemli boşluklar hariç- 1994 yılına kadar devam ediyor. Güney, 6 yılda 5 işyeri değiştiriyor ya da girdi çıktı yapılıyor. Güney, Aralık 1994 tarihli mahkeme kararıyla (22 yaşında) Rabia Güney adlı eşinden boşanıyor. Boşanma vakasında 40 gün önce (31 Ekim 1994) işten çıkıyor. Güney, bu tarihten sonra, 5 yıl sırra kadem basıyor. Ne, Bağ –Kur, ne SSK, ne de Emekli Sandığı sistemine girmiyor. 1999 yılında, Güney yeniden işe giriyor ve sadece 27 gün sigortalı çalışıyor. Tabii, sonra yine işten çıkıyor. SSK kayıtlarına göre Güney, 1988–1999 döneminde 1.433 prim gün sayısı ödeme yapmış durumda. Yani emekli olabilmesi için gereken şartların, çok uzağında kalıyor. 1999’dan sonraki iki yılını Emekli Sandığı’nda geçirdiğini varsaysak bile emekli olma şansı yok. Bu durumda, ihtimâller silsilesine, Savcının maddi hata yapmış olabileceği gerçeğini de eklemek gerekiyor. Diğer taraftan, Güney’in devletten emekli olma ihtimâli ise çok az. (Çelik, Ağustos 2008). Babasının ölümünden sonra, 1986’da bağlanan yetim maaşı, Güney’in, 1 Ekim 1992’de çalışmaya başlamasıyla kesildi. NASIL GAZETECİ OLDU? Güney’in 1990'lı yılların ortalarında Türk basınındaki maceraları son derece ilginç ve renkli bir öyküye işaret ediyor. İddianamenin ekinde yer alan ifade tutanağına göre, Güney gazeteciliğe Sabah gazetesinde “ofisboy” olarak başlıyor. Güney'in ifadelerine göre, 1980'li yılların sonunda Pertevniyal Lisesi'nin akşam bölümünde öğrenciyken matematik öğretmeni Ali Kuru kendisini Sabah gazetesinde Tevfik Yener'e gönderdi ve Yener'in yardımıyla “ofisboy” olarak işe başladı. Daha sonra aynı gazetenin eklerinde çalışmaya başlayan Güney, Yener'in Amerika'ya gitmesinden sonra, işten çıkarıldı. Bu süreçte birkaç ay işsiz kaldığını anlatan Güney, Tevfik Yener'in Amerika'dan dönüp Milliyet gazetesine dışarıdan bir magazin dergisi hazırlamaya başlaması üzerine, bu ekte teknik bölümde grafiker olarak görev aldı. Yener, Amerika'ya gidince yeniden işsiz kaldı. İfadesinde bu süreci şöyle anlatıyor: “Tevfik Yener, Neşe Karaböcek’in kocası oluyor, onun da oğlu Hasan Yener, bizim okuldaydı. Benim yanımda da söyledi… Babanla görüşmem lazım dedim… Babası okula geldi, efendim beni böyle odasında tanıştırdı. Adam bana randevu verdi, Mecidiyeköy’deki Sabah gazetesindeki bürosuna gittim. Sabah gazetesindeki bürosunda ofis boyluğunu yapıyordum getir götür işleri… Orada bir buçuk ay, Mecidiyeköy’deki o büroda çalıştım. Sabah’ın eski binasında. Oradan İkitelli’ye yeni taşınmıştı, ilk taşınan Sabah’tır ikitelli’ye… O zaman teşvik fonundan… o binada görevi magazin sayfası yapıyordu Melodi, TV Ekran diye bir dergiyi ilk kez Sabah ek olarak verdi. Ben TV Ekran ve Melodi’de çalışıyordum. Spora hiçbir yatkınlığım olmadığı için orda spor işlerinden anlamadığımdan adam gazete içinde bu tarafta beni görevlendirdi. İşte arşivden şu sanatçının resmini getir, şunun bunun getir götür işlerini yapıyordum. 850 bin lira maaşla beni işe aldırttı.” Türkçesi çok bozuk olan Güney’in, halen düzelmeyen bu kıt Türkçe ile, nasıl gazetecilik yaptığı bir muammadır. Zayıf Türkçesiyle anlatıyor: “Sabah gazetesinde iki buçuk üç yıl olmadı. Son dönemlerde bütün masalara bilgisayarlar koymuşlardı bilgisayar falan da öğreniyordum o zaman. Bütün yazıları muhabirler bize getiriyordu. Ben yazıyordum falan, onlar bu polis muhabirleri sırada beklememeleri için bana Capişonlar getirirlerdi falan… Çünkü tak tak yazmaya çalışan bendim, yani bütün servisin üç beş adamı vardı. Sonra Tevfik Yener karısına kaset çıkarmak için Amerika’ya gitti. Ondan iki ay sonra bizi çıkarttılar Sabah gazetesinden. Gazetecilikte biliyorsunuz şef çıkınca herkesi çıkartırlar, başka bir ekip getirirler. Günaydın’dan Ergin Sevigen diye bir adam geldi. Ben oradan çıkınca boş kaldım. Ondan sonra Tevfik Yener’in Milliyet’e geldiğini öğrendim. Bir gün Yener’e gittim Milliyet’e Cağaloğ-lu’ndaki bürosuna. O dedi ki, gel dedi biz dedi buraya başladık burada çalışacağız. Milliyet de ek veriyor, magazin eki veriyor. Milliyet için dışarıdan hazırlanan bir magazin ekinde (Oskar) teknik sorumluluk üstleniyor Tuncay. TV Ekran orada da benim künyede adım grafiker diye yazar, ben de onun bütün yazılarını geçiyorum. Tevfik bey insanların böyle önünü açmak için onlara etiket verir, her zaman için genç insanları orada şey yapmak için… Orada bir buçuk yıl kadar çalıştım, en son çıktığımda altı milyon iki yüz elli bin lira maaş alıyordum.” Ardından, Samanyolu televizyonunda çalışmaya başlıyor. O dönemde albay rütbesinde olan Veli Küçük’ün yönlendirmesiyle Akşam gazetesine geçiyor. Güney, burada Behiç Kılıç ve Selahattin Sadıkoğlu'yla birlikte Küçük'ün Akşam'daki gözü kulağı oluyor. Güney, 1994'de kuruluş aşamasında olan Samanyolu TV'de kısa sürede iyi bir çevre edinir. Samanyolu muhabiri Ayhan Kılıç ile bir yılı aşkın süre aynı evi paylaştı. Güney'in iddiasına göre, Harp Okulu'ndan bir öğrenci, emekli Albay Necabettin Ergenekon onu Veli Küçük ile bu sırada tanıştırıyor. Ancak Albay Ergenekon 1982'de emekli olduğunu belirterek, "Güney'i tanımadığını" söylüyor. Oysa Güney, bu ismin kendisini şu anda Ergenekon örgütü liderlerinden olmakla suçlanan, emekli jandarma tuğgenerali Veli Küçükle tanıştırdığını da iddialarına ekliyor. "Ben bir tanışma manyağıyım" diyen Güney, 20'sinde bir gençten beklenmeyecek ilişkiler kurmaya da böyle başlıyor. Güney, hakkında “JİTEM'ci, MİT'çi” gibi dedikoduların çıkması üzerine 7 ay sonra STV'den ayrılmak zorunda kalıyor. STV'de çalışırken Ayşe Önal'ı Veli Küçük ile tanıştırması, Güney'in Küçük ile tanışırken STV'de çalıştığını doğruluyor. Güney'in bundan sonraki durağı, milliyetçi çizgideki Tercüman gazetesi. Güney'e bu işi Veli Küçük ayarlıyor. Çalışma şartlarını beğenmeyen Güney, yeniden Küçük'e gidiyor. Küçük de Güney'i HBB televizyonuna gönderiyor. Güney, burada “Küçük'ün adamları olduğunu” iddia ettiği Behiç Kılıç ve Selahattin Sadıkoğlu ile tanışıyor. Güney'in medyadaki en etkin dönemi de böylece başlıyor. Güney'in iddialarına göre Behiç Kılıç ve Selahattin Sadıkoğlu, tam o sırada Küçük'le bağlantılı olarak Akşam gazetesinde bir operasyon yapmaya hazırlanıyorlar. Güney de bu ekiple birlikte Akşam gazetesine geçiyor. Güney'in iddiasına göre, “Akşam gazetesi sahibi Mehmet Ali Ilıcak, tamamen Veli Küçük tarafından yönlendiriliyordu.” ( Şardan, Tahincioğlu, 2008). Gazetede, kimlerin tasfiye edileceği konusunda da son kararı Veli Küçük veriyor ve yine Küçük'ün yönlendirmelerine göre başka gazetelerden transferler yapılıyordu. Gazeteye gelen haberlerin belgeleri de yayımlanmadan önce Veli Küçük'e gönderiliyordu. Güney, haber sıkışıklığı çektiklerinde de Veli Küçük'ün kendilerini Doğu Perinçek'e yönlendirdiğini ileri sürüyor Güney, Akşam gazetesindeki süreci ifadelerinde şöyle anlatıyor: “Bir ay gazeteye geldiğimiz fark edilmedi, oturduk hep gizli toplantılar yapardık. Kimleri çıkartacağız, kimleri tasfiye edeceğiz, kimler birinci sayfayı yapacak... Bunları kurardık, fakat bunları Veli Komutan kendi kurardı (...) Akşam gazetesinde biz toplantılar yapıyoruz, bunları tasfiye hareketi için Ayşe Önal'ı, hepsini çıkartmak için... Mehmet Ali Ilıcak tamamen Veli Albay'ın kucağındaydı... Veli Komutan, Behiç Kılıç daha doğrusu bütün hep kendi adamlarını hepimiz oralara yerleştik. Arslan Bulut'u getirdik.” Güney, ifadelerinde Akşam macerasının nasıl sona erdiğini anlatmıyor. FOTOMONTAJ SKANDALI VE FOTO RAF HIRSIZLIĞI Güney'in gazetecilik kariyerinde kuşkulu durumlar var. 1995'te Akşam gazetesinde çalışmaya başladığını belirten gazetenin o dönemki yayın yönetmeni Behiç Kılıç, "Tuncay ajan muhbir olarak kullandığımız bir elemandı, muhabir ya da gazeteci olarak değil. Aşağılamak için söylemiyorum ama teşbihte hata olmaz: 'Bir ava giderseniz, yanınızda sadık, avcı, rehber köpeğiniz vardır. Avı alır, getirir. Taşıyıcı' olarak kullanırsınız. Biz de Güney'den taşıyıcı olarak yararlandık. Eğitimsizdi, haberi yazamaz ama anlatırdı" diyor. "Bugün çalışmak istese yine işe alırım. Kimlik zaafına rağmen" diye de ekliyor. PKK terörünün yoğun olduğu o dönemde, Güney Irak'ın kuzeyinden haberler taşımış. "Güney'i karşılıklı kullanmışız, biz de gazete olarak kullanılmışız" diyen Kılıç'ın verdiği bir bilgi çok ilginç: "Güney, arşivden aldığı birtakım fotoğraflarla dönemin Başbakan'ı Mesut Yılmaz'ı Susurluk skandalının baş kahramanlarından Abdullah Çatlı'yla yan yana gösteren bir fotomontaj olayına karışıp, ardından da Yılmaz'a muhalif bir milletvekiline 5000 dolara sattı." Buradaki pek çok çalışma arkadaşı, Güney'in "asla haber yazacak bir birikimi olmadığını" vurguluyor. Güney'in o dönemde yazı işleri müdürlüğünü yapan Arslan Bulut ise "Hem Veli Küçük hem de Mehmet Eymür ile bağlantılıydı" diyor, "Güney'in jandarma ve MİT ile ilişkileri vardı. İstihbarat arşivciliğine yönelmişti. Kim yetiştirmişse ona bu işi çok iyi öğretmişler." Bulut, Güney'in ilginç bulduğu çalışma yöntemini de anlatıyor: "Getirdiği haberlerin bir kısmı yönlendirmeydi, Türkiye'nin lehine mi aleyhine mi olduğu pek kestirilemezdi. Büyük kısmım bizzat kendi üretiyordu. Gazeteden sık ayrılmazdı. Tamamen tahmine dayalı ilişkileri, masa başında, şema çıkararak, şekiller çizerek kuruyordu. İstediğimiz bir belgeyi, raporu ele geçirmesi beş dakikasını alırdı." Ancak Bulut, sol eğilimli bir terör örgütü tarafından tehdit edildiği bir dönemde, işe gelip giderken Güney'in kendisini yalnız bırakmayıp eşlik ettiğini de anlatıyor. (Gümüşel, 2008). 1996’da karıştığı fotomontaj skandalı ve foto hırsızlığı Güney’in medyadaki imajını sıfıra indirdi. Güney, ifadelerinde Mesut Yılmaz ve Abdullah Çatlı'yı yan yana gösteren montaj fotoğrafı DYP milletvekiline nasıl sattığını da değiniyor. Birkaç medya kuruluşuyla görüştükten sonra temasa geçtiği milletvekiline fotoğrafı o zamanın parasıyla 5 milyar TL'ye (5000 YTL) sattığını anlatan Güney, fotoğrafların fotomontaj olduğunu bilmediğini de iddia ediyor. Güney, “Taksim'de The Marmara Oteli'nin ikinci katında görüştük adamla, fotoğrafın bir tanesini adam gördü, bu fotoğrafı gördükten sonra şey yaptı, para yanlarındaydı zaten. James Bond kahverengi bir çanta, içerisinde Halk Bankası dekontlu 5 milyar (5000 YTL) vardı” diyor. Behiç Kılıç, Güney'i nasıl tanıdığını bir röportajında şöyle anlatıyor: “Güney'i, 1995-96 yılları arasında vekâleten Akşam gazetesinin genel yayın müdürlüğünü yaptığım dönemde işe aldım. Güneydoğu ve terörle ilgili ilginç söylemleri vardı. Eğitimi yoktu. Ancak, duyduğu bilgileri getirip bize anlatırdı (...) Mesut Yılmaz'ın, Abdullah Çatlı ile aynı karede görünen bir fotoğrafının olduğu bilgisi geldi. Fotoğraf, o dönemin Afyon milletvekiline 5 bin dolara satılmıştı (...) Araştırmalarımızda fotoğrafın Tuncay Güney tarafından Afyon milletvekiline 5 bin dolara satıldığını öğrendik. Kendisini çağırdım. Ancak, niye çağırdığımı arkadaşlarından öğrenmiş olmalı ki bir daha gazeteye gelmedi.” (Kesler, 2008) 1995-1996 yıllarında Akşam gazetesinde muhabirlik yaparken, arşivinden fotoğraf çalıp Radikal'e satan Tuncay, masabaşı röportajları ile ünlüydü. Barzani ve Talabani ile yapılmış masabaşı röportajları bulunuyor. Tuncay Güney'i tanıyan Akşam yazarı Rıza Zelyut: "Behiç Kılıç (gazeteci), diyor ki: 'Tuncay; sersem sepelek bir tipti. Bize Amerikan Elçiliği'nden, bazı askerlerden güya haberler getirirdi. Belliydi ki isteyen istediği gibi kullanıyordu…’ Güney'in Akşam gazetesinin arşivinde bulunan ve kazada hayatını kaybeden Abdullah Çatlı ve Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin'i aynı karede gösteren fotoğrafı Kanal D'ye sattığıda biliniyor. Gazeteci-yazar Behiç Kılıç, Tuncay Güney'i Akşam gazetesine aldığı için epey suçlandı. Şunları yazdı: “Yaptığı işlerden dolayı işin sıkıntısını çeken ve suçlanan da benim. İşadamlarında şantaj için servis kurmuşum. Bunların yanıtları o dönem çalıştığım gazete sayfalarındadır. Bu kişinin Akşam gazetesinin arşivinden bir fotoğrafın çalınarak (Abdullah Çatlı'nın İbrahim Şahin ile birlikte halay çektiği fotoğraflar) Kanal D'ye satılması olayından sonra işine son verildiğini biliyorum. Bu kişinin televizyon programında ileri sürdüğü şeyler tamamen yalan.” Güney'i, 1995-96 yılları arasında vekâleten Akşam gazetesinin Genel Yayın Müdürlüğü'nü yaptığı dönemde işe alan Kılıç, ilk defa Güney’i Tercüman gazetesinin İdare Müdürü'nün yanında tanımış. Şöyle anlatıyor: “Güneydoğu ve terörle ilgili ilginç söylemleri vardı. Daha sonra benden iş istedi. Ben de Mehmet Ali Ilıcak'a söyleyip, özel haber servisinde değerlendirdim. Zor dönemlerdi. Gazetenin çıkış ve tutunma süreciydi. Ancak özel haber yoktu. Tuncay Güney'i özel haber servisinde değerlendirdik. Kendisi haber yapamazdı. Eğitimi yoktu. Ancak duyduğu bilgileri getirip bize anlatırdı. Biz de onları haber yapardık. Önemli olaylarda, bilgiye sıkıştığımız zamanlarda kendisinden faydalanırdık. Ancak kendisini hiç bir zaman bir gazeteci gibi kadro yapıp çalıştırmadık. Şimdi olsa bize getirdigi bilgiler için yine çalıştırırdım. Haber değeri olan bilgiler getirirdi. Güney'i işe aldığım zaman Talabani ve Barzani ile tanıştığını söyledi. O dönem PKK'ya karşı olduklarını söyledikleri için her sözleri haber değerindeydi. Röportaj yapabileceğini söyledi. Ben de Mehmet Ali Ilıcak ile görüştüm. Gazetenin sıkışık bütçesinden kendisine ödenek çıkarttık. Kuzey Irak'a gitti. Ancak daha sonra tek başına gitmediği, bir gazeteci grubuyla birlikte gittiği ortaya çıktı. Ilıcak'a karşı zor duruma düştüm. Ancak yan bilgilerle o röportajı özel haber gibi yayınladık.” Çalıntı foto olayından çok büyük sıkıntı çeken Kılıç’ın Tuncay Güney'in neden olduğu dertler bununla bitmedi. Mesut Yılmaz'ın, Abdullah Çatlı ile aynı karede görünen bir fotoğrafının olduğu bilgisi geldi. Fotoğraf o dönemin Afyon Milletvekiline beş bin dolara satılmıştı. Bu fotoğrafın peşine düştüler. Uzun uğraşılardan sonra genel merkezin de araya girmesi ile fotoğrafa ulaştılar. Mesut Yılmaz ile Abdullah Çatlı aynı karede görüntülenmişti. Ancak Mustafa Dolu, "O fotoğrafın ANAP kongresi çıkısında AA muhabiri tarafından çekilen bir fotoğraf olduğu" yolunda Kılıç’ı uyardı. Baktı ki hakikaten bu fotoğraf orada çekilen fotoğraf. Abdullah Çatlı oraya montajlanmıştı. Onlar için bunu çözmek zor olmadı. Araştırmalarında fotoğrafın Tuncay Güney tarafından Afyon Milletvekiline beş bin dolara satıldığını öğrendiler. Kendisini çağırdı. Ancak niye çağırdığını arkadaşlarından öğrenmiş olmalı ki bir daha gazeteye gelmedi. Gazeteci Mevlüt Yüksel Akşam gazetesinde, özel haber servisi müdürlüğü yaptığı dönemde, Tuncay Güney'i onların servise bağlamalarıyla tanımış. Sonrasını şöyle anlatıyor: “Ancak kendisi fiilen bana bağlı olarak çalışmıyordu. Kendisine biz haber yaptırmıyorduk. Kendisi Behiç Kılıç'a bağlı olarak çalışıyordu. Ancak masası sandalyesi bizim servisteydi. Fakat getirdiği haberleri bana değil, Behiç Kılıç'a veriyordu. Kendisi bir defa Kuzey Irak'a gitti. Ancak getirdiği haberlerin kaynakları belli olmadığı için güvenemiyorduk. Susurluk skandalının özel harekatçılarla bağlantısını ortaya çıkartan fotoğrafın gazete arşivinden çalınarak Kanal D'ye satılması olayından sorumlu tutularak işten çıkarıldığını biliyorum.” Susurluk skandalında mahkeme tarafından delil olarak kabul edilen fotoğrafları müdürü olduğu Kanal D haber bülteninde yayınlayan Tuncay Özkan ise bu fotoğrafların kendisine bir haber kaynağı tarafından getirildiğini savunuyordu. Özkan, "Bu fotoğraflar bana halen de haber kaynağı olarak görüştüğüm bir kişi tarafından getirildi. Ben de bu fotoğrafları alarak kullandım. Kaynağımın da ismini verecek değilim" diyor, Güney’den para ile satın aldığını gizliyordu. (Şardan, Tahincioğlu, 2008) Rıza Zelyut, Tuncay Güney’le ilgili köşe yazısında Ergenekon’u Güney’in tutarsız kişiliği üzerinden çürütmeye çalıştı, şunları yazdı: “Ergenekon suçlamasında dayanak noktalarından birisi de Tuncay Güney'in ifadesi... Tuncay Güney'i iyi tanırım. Onu size anlatayım da şu Ergenekon çetesinin nasıl uydurulduğunu anlayın: 199596'da ben Akşam gazetesinde yazardım o ise muhabirlik yapıyordu. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Behiç Kılıç idi. O dönemde sert bir ANAP-DYP rekabeti vardı. Özer Çiller; Behiç Kılıç'a bir fotoğraf gönderir ve bunun gerçek olup olmadığını bir gazeteci gözüyle incelemesini rica eder. Fotoğraf'ta Mesut Yılmaz bir toplantıdan çıkmaktadır ve arkasında da Abdullah Çatlı gözükmektedir. Bu fotoğrafı, Afyon'dan milletvekilliği yapmış bir DYP'li, ANAP Lideri Mesut Yılmaz'a karşı kullanılması için 20 bin dolara birisinden satın almıştır. Behiç Kılıç, Mustafa Dolu gibi gazetecilerin incelediği bu fotoğrafın kurgu (sahte) olduğu anlaşılır. Ve nereden geldiği araştırılınca da Tuncay Güney'e ulaşılır... Bu fotoğraf sahtekarlığı hakkında Mesut Yılmaz'dan başka Yaşar Okuyan'ın da bilgisi vardır. Tuncay, Zaman gazetesinde çalışmış (yetişmiş) birisidir. (Günay Zaman’da değil STV’de çalışmıştır. F.A.) Oradan; Mehmet Ali Ilıcak aracılığıyla Akşam'a aktarılmıştır. Bu sahtekar, Kuzey Irak'a gideceğim, Talabani ile röportaj yapacağım diye Akşam gazetesinden iyi bir para alır; gider; bir hafta sonra döndüğünde; Talabaninin çok ötelerinde, ilgisiz bir yerde göründüğü bir fotoğraf vardır elinde. Röportajı da oturmuş; masa başında yazmıştır. Bu yüzden ikinci kez hırpalanır... Tuncay; bununla da yetinmez... Akşam gazetesinin arşivinde bulunan Susurlukçularla ilgili meşhur fotoğrafı çalar, Radikal gazetesine satar.... Ve bu anlaşılınca da kaçar... İnanmayan varsa Tercüman gazetesi başyazarı Behiç Kılıç'a veya Akşam yazarı Mustafa Dolu'ya sorabilir. Tuncay Güney; şimdi Kanada'da imiş... Ve Yahudiliğe hizmet etmekte imiş... Tanrısal İsrail'in kurulması için çalışıyormuş. Yani Nil'den Fırat'a kadar uzanan toprakların Yahudi egemenliğine geçmesi için mücadele eden bir gönüllü imiş o. Yeni Şafak gazetesi Tuncay'ın Yahudileştiğini haber olarak verdi de Ergenekon Savcısı'na sormadı: 'Ey Zekeriya Bey; böyle sahtekar ve yabancı ajanı birisinin ifadesine dayanarak sen nasıl iddianame hazırlarsın?' Behiç Kılıç, diyor ki: Bağlantıyı görüyor musunuz? Yahuduliğe hizmet eden bir sahtekâr var karşımızda. Bu kişiden alınan ifadeler kullanılarak Veli Küçük üzerinden Cumhuriyet gazetesi ve İşçi Partisi terör örgütü üyesi gösterilmeye çalışılıyor. Olayın Amerika'da pişirilip, polise (Polisteki isimleri Aydınlık yayımlamıştı) ve adliyeye (Şu Van savcısı Ferhat Sarıkaya'yı hatırlayın) intikal ettirildiğini acaba anlayabiliyor muyuz? Ve okuyucularıma bir soru: Savcı Zekeriya Öz, Tuncay Güney'in kimliğini anladıktan sonra iddianamesini değiştirmeli mi değiştirmemeli mi?” (Zelyut, 2008) Arslan Bulut’un Güney ile ilgili yazdığı yazıyı da kendisine savunma hakkkı vermek açısından buraya olduğu gibi alıntılıyoruz: “Ergenekon davası iddianamesinde ve eklerinde, ayrıca Aydınlık’ın yayınladığı Tuncay Güney’in 2001 tarihinde Adil Serdar Saçan’a verdiği ifadede benim de ismim geçiyor. 20012003 arasında konuyla ilgili bir soruşturma yapıldığı, sonuç alınamadığı da gazetelerde çıktı. 1995 yılında Ortadoğu gazetesinden istifa etmiştim. İşsizdim. Bir hafta kadar ne yapacağımı düşündükten sonra Akşam gazetesinde bir boşluk olduğunu görerek Mehmet Ali Ilıcak ile görüşmeye karar verdim. O sırada Akşam’da yazan ve benim mesleki geçmişimi iyi bilen Behiç Kılıç’a telefon ederek gazete hakkında bilgi almak istedim. Kılıç, gazete yönetiminin ekip olarak istifa ettiğini, kendisine genel yayın müdürlüğü teklif edildiğini, henüz konunun netleşmediğini söyledi. ‘Fakat sen önerini yap, yönetimi sen alırsan seninle çalışmaktan memnun olurum, ben alırsam da yine birlikte oluruz’ dedi. Bunun üzerine girişimden vazgeçerek Kılıç’tan haber beklemeye başladım. Kılıç, iki gün sonra aradı ve acilen işbaşı yapmamı istedi. Akşam gazetesinde işe başlamam kendi girişimimin sonucudur. Biz gazetede tasfiye yapmadık. Ben gittiğimde zaten 11 kişi 10 gün öncesinden istifa etmişti. İstifa sebebi olarak başka bir medya patronu tarafından ayartılmaları gösteriliyordu ama ben bu konu hakkında bilgi sahibi değilim. Tuncay Güney’i ise bir-iki ay sonra tanıdım. Gazetede özel haberci statüsünde çalışıyordu. Benim işim birinci sayfanın siyasi haberlerini düzenlemek ve ayrıca köşe yazısı yazmak olduğu için onu fark edecek durumda değildim. Fakat Tuncay Güney imzalı önemli haberler gelmeye başladı. Haberlerin dili çok bozuk olduğu için bunları yeniden yazdırmak gerekiyordu. Bunun üzerine Behiç Kılıç, bu kişi hakkında bana bilgi verdi. Güney’in gazeteye bir istihbarat elemanı olarak yerleştirildiğini zannettiğini, fakat emin olamadığını söyledi. ‘İstersen gönderelim, gitsin’ dedi. Güney’in getirdiği haberler o kadar değerliydi ki, bir süre beklemeye karar verdik. PKK kamplarında Amerikan subaylarının fotoğraflarını getiriyordu meselâ! İran aleyhindeki haberlerini ise kullanmıyordum. Aksine ABD’nin Türkiye ile İran’ı savaşa tutuşturmak istediğini görüyor, manşetten ‘İran’la savaş tezgahı’ gibi kendi imzamla haberler yapıyordum. Şimdi geriye dönüp baktığımda Akşam gazetesinde çalıştığım 2.5 yılın, meslek hayatımın en verimli dönemi olduğunu görüyorum. O dönemde ve meslek hayatımın tamamında doğruluğuna inanmadığım tek satır bile yazmadım, yayınlamadım. Buna, 30 yıl içinde benimle beraber çalışan bütün meslektaşlarım tanıklık eder. Peki, neden durum böyle olduğu halde, Tuncay Güney, beni ve başka gazetecileri de Ergenekon listesine eklemiş? Sanıyorum, bunun başka bir sebebi var. Biz, sanki milletin sorumluluğu bizim omuzlarımızdaymış gibi hissettiğimizden hep pervasız davrandık. Meselâ 2000 yılında, bölücü taleplerin kabul edilmesini isteyen çok önemli bir makamdaki devlet görevlisine karşı çok ağır yazılar yazdık! Herhalde bizi, ‘Bu adam, bu kadar pervasız yazdığına göre devlet içinde dayandığı bir güç vardır’ diye değerlendirdiler veya gerçek durumumuzu bilseler bile bizi bu tür iftiralarla cezalandırmak yolunu seçtiler! Her şeyden çok önem verdiğimiz mesleki itibarımızla oynayarak bizi etkisizleştirmek istiyorlar! Biz yedek subay öğrencilik dönemindeki askeri eğitimler dışında, hayatımız boyunca kimseden emir almadık. Gazeteciliği de meslek ilkelerine harfiyen uyarak yaptık. Alnımız açık, başımız diktir. Arşivler ortadadır. Hesabını veremeyeceğimiz tek satırı bile kimse gösteremez. (Bulut, Ağustos 2008) OTO, DİPLOMA, ARSA SAHTEKÂRLIKLARI 2000 ve 2001 yıllarındada otomobil kaçakçılığı yapan Güney, gemi iyice azıya aldı. Çek senet ve arsa mafyacılığına soyundu. Küçük’ün verdiği veya kendisinin imâl ettiği sahte JİTEM kartıyla esnafı soydu. İşte hikâyenin asıl başladığı yer burası… Bu arada bu sahtekârlıklarını ilk defa Zaman’da yazan Aydoğan Vatandaş’a ateş püskürüyor, ölmesini diliyor. İtibarını sarsan ve ülkeyi terketmesine yol açan yazı şu: “Organize Suçlar Şube Müdürlüğü ekipleri, Timur Büyükelmez isimli bir vatandaşın şikayeti üzerine 2001 yılının Mart ayında Taksim’de bulunan Tuncay Güney’in ofisine baskın düzenlendi. Umut Bağbek isimli emekli Emniyet Müdürü ile ortağı Süleyman Gürleyen, bazı proplemlerini çözmeleri için kendisini JİTEM elemanı olarak tanıtan Tuncay Güney’e gitti. Ancak bu kişiler bir süre sonra kandırıldıklarını anlayınca suç duyurusunda bulundular. İstanbul Organize Suçlar Şubesi ekipleri Güney’in Taksim’deki bürosuna baskın düzenledi. Büroda çok sayıda sahte evrak ve kimlik ele geçirildi. Güney, dolandırmak istediği insanları emekli Tuğgeneral Veli Küçük'le yakın olduğu imajı ile etkiliyordu. Bu da Güney'in ‘JİTEM elemanıyım’ iddialarını inandırıcı hale getiriyordu. Süleyman Gürleyen, Tuncay Güney'in Taksim'deki ofisinin inşaat masraflarını JİTEM karargahı olacağı düşüncesiyle karşılamıştı.” Tuncay Güney'e, Veli Küçük'e verilmesi amacıyla bir cip gönderildi. Güney, hediyeyi Küçük’e iletti, ancak Küçük cipi kabul etmedi. Ergenekon Operasyonu kapsamında tutuklanan Veki Küçük'e hediye cip soruldu. Ancak Küçük cipi kabul etmediğini ve Tuncay Güney hakkında 2002 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne şikayette bulunduğunu söyledi. Bunun üzerine Güney ve arkadaşları, cipi bir süre sonra sahte plakayla Timur Büyükelmez ve Adnan Bilgin'e ayrı ayrı sattılar. Ancak Büyükelmez bir süre sonra yapılan sahtekarlığı anlayarak polise şikayette bulundu. Cipin akıbetini soran Süleyman Gürleyen, Güney'den şu cevabı aldı: Cipi Genelkurmay'a verdik. Adil Serdar Saçan, Ergenekon soruşturmasını engellediğine yönelik iddiaları cevaplarken, Milliyet gazetesinden Belma Akçura'ya gözaltına alınıp tutuklanmadan önce verdiği röportajda müthiş bir iddia ortaya atıyor: "2001 başlarında emekli tuğgeneral Veli Küçük'le bazı polis müdürlerinin arası açılıyor. Bunlar Küçük'e Tuncay Güney aracılığıyla bir cip hediye etmek istiyorlar. Veli Küçük kabul etmiyor." Sabah’tan Ergun Babahan, Saçan’ın ağzından kaçırdığı ilişkiyi yakaladı: “Son derece doğal bir olaydan bahsedermiş gibi anlatmış. İstanbul'da görev yapan birden fazla polis müdürünün emekli bir tuğgeneralle arası açılıyor. Niye açıldığını bilmiyoruz. Ama daha garibi, normalde ortalama bir otomobil almakta zorlanması beklenen polis memurlarının, arayı düzeltmek için emekli bir generale cip alacak parayı bulmaları. Kaç paradır bir cip o tarihte? 100 bin dolar civarında mı? İşi ‘organize suçları’ ortaya çıkarmak olan bir polis müdürü bu gerçeği biliyor ve gayet doğal karşılıyor. İstanbul'da görev yapan polis memurlarının aralarının bozulduğu insanlara cip hediye etmesi vakai adliyeden kabul ediliyor. Organize Suç Masası Müdürü Saçan, ‘bazı polis müdürleri’nin binlerce dolarla ifade edilen bir cipi hediye edecek parayı nereden bulduğunu merak etmiyor.” (Babahan, 2008) Ancak, asıl sahtekârlık Sarıyer ve Zekeriyaköy'de ortaya çıktı. Tuncay Güney ve arkadaşları buralardaki bazı arazilere göz koymuşlardı. Zekeriyaköy muhtarını yanlarına çağıran sahte JİTEM'ciler, kendilerinin jandarmaya çalıştığını iddia ederek, PKK'ya destek oldukları gerekçesiyle bazı vatandaşların işletmesinde olan yerleri istediler. Duyduklarına inanamayan muhtar, karşısında üniformalı Jandarma Maliye Teğmen Murat Oğuz'u görünce kendisinden istenenleri yaptı. Amaç sahte belge düzenleyerek bazı arazilerin tapusunu almaktı. Ama polisin zamanında müdahalesiyle sahtekârlık engellendi. Teğmen Oğuz ile ilgili de soruşturma başlatıldı. Polisçe sorgulandıktan sonra Fatih Savcılığı'na sevk edilen Tuncay Güney, Adem Taşdemir, Ümit Oğuztan ve Gökhan Kasap'a, DGM Savcılığı tarafından “cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak” suçlamasıyla dava açıldı. 1996'da Abdullah Çatlı ve İbrahim Şahin'in fotoğraflarını basına veren de Tuncay Güney ve arkadaşlarıydı. Güney ve arkadaşları bir süre sonra fotomontaj yöntemleriyle ürettikleri fotoğrafları Radikal gazetesine satmak istemiş, ancak Radikal'e 'Sahte Fotoğraf Çetesi' olarak manşet olmuşlardı. Tuncay Güney, o tarihte MİT'te Kontr–Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür'ün de ilgisini çekti. Eymür, kendisine ait web sitesinde 'Çift Meslekliler' başlığı altında Tuncay Güney'e yer verdi. Güney o tarihte Akşam gazetesinde çalışıyordu. (Vatandaş, Nisan 2001) Emniyet teşkilatı, üç gün sorguladı ve 16 sayfa ifade aldı. Güney, 2001’de dokuz gün boyunca, Ergenekon’la ilgili olarak, gözaltında tutulduğunu ve işkence gördüğünü ileri sürüyor. Bu ifadeleri Adil Serdar Saçan, Emniyet dışına kaçırdı. 2004’de Saçan’a ait bir depoda tekrar bulundu. Polislik mesleğinden uzaklaştırılan Saçan, Ergenekon soruşturmasında geç tutuklandı. Oysa Güney’in dediği gibi, Saçan asıl kara kutu olabilir miydi? Güney, aynı dönemde, kendini JİTEM elemanı gibi tanıtıp, İstanbul Sarıyer Kısırkaya’daki bazı arazileri almaya çalıştı. Güney, buradaki muhtara, köye bağlı plajları işletenlerin PKK’lı olduğunu söyleyerek, plaj işletmesinin Mehmetçik Vakfı’na verilmesini istedi ve bazı sözleşmeler imzalattı. Bir yandan sahte meslek diploması satma planları yapıyordu. Evinde yapılan aramada, çok sayıda nüfus cüzdanı bulundu. Güney, bunlardan kiminin sahibiyle seks yaptığını ve kimliğin kendisinde kaldığını, kimini de yolda bulup üzerine fotoğraf yapıştırmak için sakladığını anlatıyor. Sahte belge hazırlama konusunda ihtisas yapan Güney’in vukuatları oldukça fazla. 2001’deki opreasyonda, evinden Asım Sefa Özler adına düzenlenmiş sahte kimlik belgesi çıkmasını şöyle açıklıyor: “Sahte kimlik kullanarak muhtarlardan ikametgah alıp, telefon kartı satın alıyordum. 2-3 ay kullandıktan sonra atıyordum, böylelikle fatura ödememiş oluyordum. Muhtarlar tanıdık olduğu için, kayıtlı olmadığım halde ikametgah alıyordum.” Polisin, “Büronda 115 adet, T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Meslek Lisesi Diploması ibareli seri numarası bulunmayan boş diplomalar bulduk. Bunlarla ne yapmayı planlıyordun?” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “1996 yılında Akşam gazetesinde çalıştığım zamanlarda Feriköy semtinde Şetat İş Merkezi’nde matbaacılık yapan Murat Çelik 115 adet sahte meslek lisesi diploması bastırdı. Bu diplomalara sahte soğuk damga vurduracaktı; beraber satacaktık. O tarihlerde lise mezunu olmayanlara ehliyet verilmeyecek diye söylentiler çıkmıştı. Sürücü kursları da araştırmadığı için sahte olduğunu anlamıyorlardı. Beraber müşteri bulup tanesini 100 milyona (100 YTL) satacaktık.” Güney, arazi sahtekârlığını ise polise şu sözlerle anlatıyor: “2000 yılı Ağustos ayında Murat Oğuz, Hasdal kışlasına tayin oldu. Kilyos tarafına bakıyordu, sorumlu komutandı, bir gün beni çağırdı ve ’Kısırkaya Köyü mevkiinde boş köy arazileri var; ben muhtarla konuştum, boş arazilerin haritasını çıkarttı. Bunları organize edelim, köy satış senedi yapılarak yasallaştırdıktan sonra üzerimize alırız’ dedi. Ben de ’tamam’ dedim... Murat Oğuz, Kısırkaya köyü pafta 4’te bulunan parsel 93 ile 193 sayılı parselde bulunan araziyi köy muhtarlığı aracılığıyla özel şirket olan Mehmetçik İşletme Tesisleri’ne satışını yaptı. Daha sonra köy satış senedi çıkarıldı. Bu da Murat Akgün adına çıkarıldı. Sarıyer belediyesine fotokopileri verildi ve harçları yatırıldı. Aradan 1 yıl geçtikten sonra Milli Emlak’a başvurulacaktı.” Polisin, “1 Mart tarihinde yaptığınız telefon görüşmesinde Rabia Güney ile görüştünüz ve 2 milyar (2000 YTL) liradan bahsettiniz. Bu parayı nereden aldınız, nereye verecektiniz?” sorusuna ise, yanıtı şu oluyor: “Rabia Güney benim eşim olur. Bahse konu 2 milyar (2000 YTL) satmış olduğumuz sahte plakalı otomobilin parasıdır. Bizim işimiz patlak verdiği için bu parayı geri ödemek için karar vermiştik, eşimden bu parayı onun için istedim.” (Vatan, Bugün, Nisan 2008) Hakkındaki tüm iddialara rağmen, Güney 2001'deki bu davada ablasının ödediği kefaletle serbest bırakıldı. Süren dava nedeniyle yurtdışına çıkış yasağı olmasına rağmen ABD'ye gitti. Eski avukatı Yusuf Aydın'ın verdiği bilgiye göre, davadaki şikayetçiler zararları tazmin edildiği için şikayetlerini geri çekti. Bu zararlar ise, yine avukatın verdiği bilgiye göre, Güney'in ablası ve Taksim'deki Güney'e ait binanın satışıyla karşılandı. Ancak dava tamamıyla kapanmadı, Güney'in son bir kez ifade vermesi gerektiği için gıyabında duruşması sürüyor. Güney’in terör örgütü üyesi olup olmadığı araştırılıyor. Halen nedeni ortaya çıkmayan bir gerçek var: Güney’den ele geçen ve yaklaşık yedi yıl sonra Ergenekon soruşturması kapsamına alınacak belgeler, söz konusu mahkemenin arşivinde değil, Saçan'a yakın birinin deposunda bulundu. GÜNEY’İN 28 ŞUBAT’TAKİ ROLÜ Tuncay Güney ve Ümit Oğuztan , MİT elemanı Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin “tertibinde” baş roldeydi. Fadime Şahin tertibini hazırlayanlar ve televizyonda kanal kanal dolaştıranlar o dönemde gazetecilik yapan Tuncay Güney, Ümit Oğuztan ve travesti Sisi idi. Bunların her ikisi homoseksüeldi; hatta Ümit Oğuztan’ın “Kraliçe Sisi” isimli bir kitabı bile mevcuttur. Güney’in görevi, Küçük ile irtibatı sağlamak ve medyaya yapılacak servislerde kurye olarak çalışmaktı. Ümit Oğuztan Ergenekon operasyonundan dolayı tutukludur. “Sisi” lakaplı Seyhan Soylu’nun gözaltına alınması, dikkatleri 28 Şubat sürecinde, irtica karşıtı yayınlar yapan, Strateji dergisine yöneltti. 28 Şubat döneminde irtica karşıtı yayınlar yapan Strateji dergisinin, imtiyaz sahibi Büyükdağ ile yayın yönetmeni Oğuztan tutuklu, kamuoyunun ’haham’ olarak tanıdığı haber koordinatörü Tuncay Güney de itirafçı olarak anılacaktı. Asıl finans ise, Veli Küçük’ten geldi. Dergi için çalışıp Fadime Şahin olayını ortaya çıkardığını söyleyen Sisi ise, en son gözaltına alınan isimlerdendi. Turgut Büyükdağ, 1997-98 yılları arasında çıkan derginin, imtiyaz sahibi; Ümit Oğuztan ise genel yayın yönetmeniydi. Ergenekon davasının gizli tanıklarından birinin ifadesine göre, Turgut Büyükdağ, 28 Şubat sürecinin finansörü ve Turgut Gıda Sanayi isimli sıvı yağ fabrikasının eski sahibi bir işadamı olarak tutuklandı. Derginin genel yayın yönetmeni Ümit Oğuztan, Ergenekon operasyonuna, 28 Şubat sürecinde ünlü travesti Sisi (Seyhan Soylu) ile birlikte Ali Kalkancı dosyasını hazırlayıp, Emine Kalkancı’yı televizyona çıkmaya ikna eden ekibin içinde yer aldığı iddiasıyla, Ergenekon kapsamında cezaevine giren ikinci isim oldu. Haber koordinatörü olan Tuncay Güney, kimilerine göre “itirafçı”, kimilerine göre “iftiracı”, televizyonlara çıkıp böyle bir örgütün var olduğunu dile getiren isim oldu. 1990’lı yıllar boyunca “Travestiler Kraliçesi” olarak anılan Sisi ise, Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a verdiği röportajda, Strateji dergisi için istihbarat çalışmaları yaptığını söylemiş ve “28 Şubat’ın gizli kahramanıyım” demişti: “JİTEM’in yayın organı olan Strateji dergisi bünyesinde, 8 ay boyunca istihbarat çalışmaları yaptım. Ali Kalkancı tarikatı için tesettüre girdim. O tarihte Refah Partisi’nin oyu yüzde 38’di. Ali Kalkancı ve Emire Kalkancı olayını yakaladık. Aczimendi liderinin yakalanmasını, Fadime Şahin ile Emire Kalkancı’nın ekrana çıkarılmasını sağladık. Tarikat içerisinde yaşanan çarpık ilişkileri deşifre etmek, dini insanları sömürme aracı olarak kullananların maskelerini düşürmek için böyle bir şey hazırladık.” şeklinde bir mantık örgüsü sunacaktı kamuoyuna. Yeni Şafak gazetesine konuşan, Ergenekon davasının gizli tanıklarından biri, 28 Şubat döneminde patlak veren Fadime Şahin ve Ali Kalkancı skandallarının, inançlı insanları rencide etmek için hazırlanan senaryolar olduğu yazılacaktı. Gizli tanığın iddiasına göre, şeyh olarak lanse edilen Ali Kalkancı da alkolikti. Gizli tanık şu bilgileri vermişti: “Skandalların talimatı Veli Küçük'ten geldi. Organizasyonu, Turgut Büyükdağ'ın sahibi olduğu Strateji dergisinin genel yayın yönetmeni Ümit Oğuztan ve Sisi yaptı. Sisi, Aksaray'da bir müzikholde çalışan Fadime Şahin'i, tesettür kıyafetleri giydirerek Çarşamba'da cemaatlerin içine sokup staj yaptırdı. Ali Kalkancı da umreye gönderildi. Aczmendi şeyhi Müslüm Gündüz'ün etrafına, sahte müritler ayarlandı.” Taraf gazetesine 13 Ekim’de konuşan Büyükdağ’ın anlattıklarını Güney’de doğruluyor. Büyükdağ’ın şu açıklaması dudak uçuklattı: Ben gözaltına alındıktan sonra plana göre İstanbul'a getirilip cezaevine konulacaktım ve burada işimi bitireceklerdi. Tuncay Güney'e benim bir minnet borcum var. Oradan çıkma şansım yoktu. Tuncay hakikaten Genelkurmay'dan bir binbaşıya emniyeti arattırdı ve beni bıraktılar. Şimdi diyorlar ki Veli Küçük bu işlerde. Gerçekten kafam allak bulak oldu. Anladım ki bunların hepsi tezgahmış. Tuncay Güney bana dedi ki 'Veli Paşa senin durumu Çevik Bir ile konuştu. Çevik Bir fabrikayı bu sefer geriye verelim hesabı kapatalım' dedi. 'Borcu da üzerine alsın' dedi. Bunun üzerine Veli Paşa demiş ki 'ben onun muhasebecisi değilim ne işiniz varsa halledin.' Ümit Oğuztan bana, 'bu işlerden çok zarar gördün ama biz bu paraları kazanabiliriz' dedi. Ben dergi çıkarırım dedi. O arada Ümit Oğuztan, Tuncay Güney'i getirdi haber müdürü olarak. Ondan sonra üzerimize mafya geldi. TYT Bank battı ben borcumu ödediğim halde senetler mafyanın eline geçmiş bunlar da benden parayı istiyorlar. Tucay Güney devreye girdi, Veli Küçük'ü arayalım dedi. Tuncay Güney, 'sizin başınızda bu kadar olay, Veli Küçük Paşa'yla sizi tanıştırayım yardım etsin' dedi. Paşa'yla tanıştım. Mafya Çevik Bir'in adını kullanarak üstümüze geliyor. Mehmet Ağar'ın adı kullanılıyor. İstanbul Emniyet Müdürü sıkıştırıyor. Gözaltındayken bırakılması için Genelkurmay'dan telefon gelmesini sağlayan Güney ve Küçük ikilisi. Güney’e teşekkür eden Büyükdağ, Güney ile Küçük arasında ilişkinin ne kadar derin olduğunu şöyle vurguluyor: Tuncay, Genelkurmay'dan haberleri getiriyor, Ümit Oğuztan'la beraber basıyorlar. Para ve kağıt bitince dergiyi bıraktılar. 28 Şubat sürecinin aktörlerinden Ali Kalkancı'ya da iki fabrika satan Turgut Büyükdağ, Kalkancı'nın tutuklanmasından sonra eşi Emire Ersoy'u gazeteci Uğur Dündar'ın Arena Programı'na çıkarttı. 28 Şubat sürecinde fabrikaları gaspedilen ve tehditle mal varlığı elinden alınan Büyükdağ, hukuk savaşı başlattı ama Cumhuriyet Gazetesi'nin yayımladığı bir manşet yüzünden bu savaşı kaybetti ve gözaltına alındı. Dört gün gözaltında kalan ve ölüme götürüldüğünü söyleyen Büyükdağ, Genelkurmay'dan gelen bir telefonla serbest bırakıldı. Veli Küçük'ün kendisini kurtardığını söyleyen Büyükdağ, Korkut Eken'in fabrikasını gaspettiğini ve bir yıl çalıştırdığını anlatarak o gün yapılan bu işlerin arkasında Çevik Bir, Mehmet Ağar gibi isimlerin olduğunu ama bir şey yapamadığını ileri sürdü. Büyükdağ, Ergenekon soruşturmasını yürüten savcı Zekeriya Öz'e giderek ifade verdi. İfadesinde Çevik Bir (Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı), Korkut Eken, Mehmet Ağar (Dönemin İçişleri ve Adalet Bakanı), Hasan Özdemir (Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü) ve İsmail Özmen'den şikayetçi olduğunu söyledi. Ergenekon için resmi devlet mafyası nitelendirmesinde bulunan Caferi kökenli işadamı bir çok tehdit aldığını buna karşın konuşmaktan korkmadığını belirterek, "Olanları aklım almıyor" diyor. Salat marka yağlarıyla tekrar piyasaya dönen Büyükdağ, Ergenekon'dan 16 yılın hesabını soruyor... Güney’in bu olaydaki rolü, Küçük’ün verdiği Güney’i ‘tanımam, bir kaç defa görüşmüşüzdür’ ifadesini yalanlıyor. Güney’in ‘yüzlerce defa’ beyanı daha gerçekçi. Polise verdiği ifadeler, Güney’in STV’deki gazeteci konumundan yararlanarak, cemaatin bazı önemli isimlerini de tanıma imkânını elde ettiğine de işaret ediliyor. Daha sonra Güney, ifadesinde Veli Küçük’ün Kuzey Irak’ta okul açılması için yardım ettiğini de söyleyecekti. . Güney’in ifadelerine göre, Erbil’de açılacak Özel Erbil Işık Koleji’nin kurulması aşamasında Kuzey Irak’a giderken Diyarbakır’a uğradılar. Burada kendilerini Veli Küçük’ün telefonla arayarak haber verdiği, Jandarma Alay Komutanı Eşref Hatipoğlu karşıladı. Hatipoğlu Güney ve yanındakiler askeri helikopterle Silopi’ye gönderdi. Grup, buradan da Kuzey Irak’a geçerek Nehciban (Neçirvan demek istiyor) Barzani ve Talabani ile görüştü. Güney, Veli Küçük’ün hocası, Albay Necabettin Ergenekon hakkında da açıklamalarda bulunacaktı. Güney’in iddialarına göre, Necabettin Ergenekon, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la, Refah Partisi İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde görüşüyordu. Ergenekon bu görüşmelerden birinde Erdoğan’ın yakasından tutarak silkeledi. Güney’in ifadelerine göre, Erdoğan, Tepebaşı’ndaki RP İl Başkanlığı binasında, Necabettin Ergenekon’la “ümmetçilik” tartışmasına girdi. Bunun üzerine sinirlenen Ergenekon, Erdoğan’ın yakasından tutarak, “Bırak Tayyip bu işleri, Türkçülük olmazsa Ümmetçilik olmaz” diyecekti. Güney, kendisini Küçük’le tanıştıran kişinin de Ergenekon olduğunu söyleyerek, “İzmit’teki Albay (Veli Küçük) benim öğrencimdi, seni ona götüreceğim, tanıştıracağım” dediğini anlattı. Küçük’ün Ergenekon örgütünün adını, hocasının soyadından etkilenerek koyduğu iddia edilmişti. Güney ifadesinde, cemaat içindeyken, MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün gönderdiği adamlara düzenli olarak cemaatle ilgili bilgiler verdiğini de söylüyordu. Güney, “Bu bilgileri ben o dönem orda çalışırken periyodik olarak Mehmet Eymür’ün adamları gelir alırdı (...) Böyle bilgileri cemaaat içinden başka sorular da sıcağı sıcağına o dönem sıcak olan bazı şeyleri sorarlardı zaten” dedi. (Milliyet, 2008) Güney’in sadece bana söylediği gerçek ise, Küçük’ün Gülen’in vaaz kasetlerini temin etmesini kendisinden istediğidir. İddialara göre 1999 Haziran’ı kaset fırtınası hazırlayanlar Küçük’ün ekibiydi. MUMCU, BİTLİS, ERSEVER T RAFLARI Akşam gazetesindeyken “CIA Kuzey Irak'a silah sevkıyatı yapıyor” başlıklı bir haber hazırlayan Tuncay Güney, 2001'de gözaltına alındığında, sevkıyatı aslında Ergenekon'un yaptığını ileri sürüyor. Uğur Mumcu suikastına da bir numaranın, karar verdiğini savunuyor. Emekli yüzbaşı Muharrem Tunç’a göre, Mumcu, Talabani’ye verilmek üzere hazırlanan 100 bin silahın PKK’ya satılması ile ilgili dosyayı ele geçirdi. Bu dosyayı Mumcu’ya, emekli albay Dursun Coşkun Kıvrak verdi. Mumcu’nun ölümünden sonra bu dosya ortadan kayboldu. Bugüne kadar bu emekli albayın ifadesine başvurulduğuna yönelik herhangi bir bilgi, basına yansımadı. Emekli Yüzbaşı Muharrem Tunç'un 06/03/1997 tarihindeki ifadesi Komisyon tutanaklarında şöyle yer aldı: "1993 yılında Sıhhiye Orduevinde otururken adının Albay Durmuş Coşkun Kıvrak olduğunu öğrendiği bir kişinin ‘JİTEM temsilcisi olduğunu, birtakım belgeleri dosyaladığını, Talabani güneyden, Türk kuvvetleri kuzeyden olmak üzere PKK imha planı için Özal ile anlaştıklarını, bu meyanda Talabani’nin silah istediğini, bu silahların verilmesi ile ilgili JİTEM ve Genel Kurmay olumsuz görüş vermesine rağmen, silahların sonunda PKK’nın eline geçeceği kaygısının dile getirilmesine rağmen silahların numaraları silinerek Talabani Kuvvetlerine verildiğini, bu konuları belgelediğini, emekli olunca kendisine vereceğini’ söylediğini, 15-20 gün sonra bu albayın kendisini aradığını, bir suret dosyayı Uğur Mumcu’ya gönderdiğini, kendisine de gelerek bir dosya vereceğini söylediğini ancak, gelmediğini, bir müddet önce bir kısım gazetecilerin bu albay ile ilişkiyi kendisine sorduklarını, İlçe Jandarma Komutanı aracılığı ile gazeteci Ertuğrul Akçay’ın albay ile evinde görüştüklerini, ancak bunların sır olduğunu, söylenemeyeceğini, sonradan caymasına rağmen bu olayı kendisine 3-4 saat anlattığını, 80-100 bin civarında silahın teslim edildiğini söylediğini, numaraların nasıl silindiği konusunda bilgisi olmadığını, ancak silahların kalaşnikof olduğunun kendisine söylendiğini, bu konunun Albay Durmuş Kıvrak tarafından aydınlatılacağını, bu kişinin Mumcu, Eşref Bitlis’in ölümünden sonra Akçakoca’nın bir dağ köyünde yerleşmesinin bu konuda çekincesi olduğunu akla getirdiğini, Mumcu’ya evrakları gönderdiğini söylediğini, ifade etmiştir." (Kanal A Haber, 2008) Tuncay Güney de benzer bir şekilde, Mumcu olayını anlatıyor. Yeni Şafak'ta yer alan habere göre, Kanada'da yaşayan Tuncay Güney'in, Ergenekon iddianamesine zemin hazırlayan 2001'deki ifadelerinin yer aldığı DVD'den çıkan şok iddialardan bir bölümü de Ergenekon'un işlediğini öne sürdüğü iki önemli cinayet ve Kırıkkale Silah Fabrikası'ndaki patlamayla ilgiliydi. Tuncay Güney'in, bu iki önemli cinayete ilişkin iddialarıysa şöyle: “Cırtlak koyu yeşil BMW bir gece vakti Habur Sınır Kapısı'na geldi. Arabada Tuncay Güney ile gazeteciler A., B., ve D. de vardı. Veli Küçük'ün ekibiyle dönemin Bölge Valisi Ünal Erkan'ın arası iyi değildi. Gazeteci A. ekibe bu yüzden dahil edilmişti. A.'nın Erkan'la arası iyiydi. Sınır geçiş izinleri bu ilişki sayesinde kolayca alındı. Ekibi Silopi Hac Konaklama Tesisi'nde resmî ve sivil üniformalı askerler karşıladı. Kapıda işlemleri JİTEM'ci Ali Balkan Mete'nin adamı olan, Küçük'ün oraya atanmasını sağladığı, Gümrük Baş Muhafıza Müdürü C. Bey yaptırdı. Habur'u geçtikten sonra konteynırlı iki araba ekibi bekliyordu. Sınırı geçince, önüne telle Irak plakası takılan BMW, öndeydi, içinde 24 bin silah bulunan konteynırlı iki araç da arkadan geliyordu. Silahları, JİTEM'e çalışan gümrük müdürü biliyordu. Gazeteci A., konteynırların içinde silah olduğunu anlamış ve rahatsız olmuştu. B. bunu bilmiyordu, ancak şüphelenmişti. Gerçeği İstanbul'a gelince öğrendi. Ekip, silahlarla Zaho'ya ulaştı. Gün ışıyana kadar Irak Milli Türkmen Partisi'nde kaldılar. Burası Barzani bölgesiydi. Ziyaret görünüşte gazetecilerin Irak liderleriyle röportaj gezisiydi, Doğu Perinçek'in referansını kullanıyorlardı. Sonra Talabani bölgesine geçildi. Bir hafta sonra Erbil'e geçen ekipte bulunan gazeteci A., Tuncay Güney'le tartışarak Türkiye'ye geri döndü. JİTEM subayları, Tuncay Güney'e, konteynırlarda 24 bin silah olduğunu söylemişti. Silahların 12 bini Barzani'ye, 12 bini de Talabani'ye verildi. Kosret Resul, 'Silahların 6 binini biz aldık. Binbaşı T.' Yine 'bizimle oynuyor' dedi. Kosret Resul, geri kalan altı bin silahın PKK'nın liderlerinden Cemil Bayık'a teslim edileceğini söyledi.” Dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve JİTEM'in Doğu'yu kapsayan 4. bölgesinin komutanı Binbaşı Cem Ersever, Veli Küçük ile Ergenekon ekibinin kirli işlerini, Irak'a yapılan silah sevkıyatların çok iyi biliyorlar ve karşı çıkıyorlardı. Bu nedenle örgüt, Bitlis ve Ersever'i sevmiyordu. Daha sonra art arda ikisi de öldürüldü. Güney'e göre senaryo şu şekilde işledi: “Eşref Bitlis Paşa'nın öldüğü haberi ilk duyulduğunda Veli Küçük, Perinçek'e konu üzerinde çalışmasını söyledi. Bitlis'in uçağının 'buzlanma' sonucu düştüğü rapor edildi. Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş'de bu yönde açıklama yaptırıldı. Veli Paşa'ya bunu sordum, 'Buzlanma oldu. Bunun altında bir şey aramaya gerek yok. Komutan'dan daha iyi kim bilir' cevabını verdi. Aslında Küçük, Doğan Güreş ve Hasan Kundakçı'yı sevmezdi. Olay böylece örtbas edildi. Veli Paşa daha sonra beni çağırdı. 'Bazı haberleri sızdıralım' dedi. Bir de 'hemen bir kitap hazırlayın' talimatı verdi. Ben bu arada Akşam'da Elizabeth Shalgen aleyhine yayın yapıyordum. DEP'li il başkanları o dönem, ABD'ye gitmiş. Onları Cumhuriyet Senatosu'yla bu kadın görüştürmüştü.. Bu kadına saldırıyorduk. Sonra Veli Küçük bize Adana'daki Amerikan Konsolosluğu'nda ikinci konsolos olan Penikto'nun fotoğraflarını verdi. ABD'li subayların kamplardaki fotoğraflarını yayınladık. Aydınlık ısrarla, ‘Elizabeth Shalgen parmağı’ diye haber yapıyordu. Küçük, beni çağırıyor, ‘Bak bir şey öğrendik. Bu Amerikalılar bizim Eşref Bitlis Paşa'yı öldürmüş’ diyor ben de bunları Adnan Akfırat'a yazdırıyordum. Kadın hakkında Genelkurmay tahkikat başlattı. Ankara Shalgen'in geri çekilmesini istedi. Sonra ABD onu çekti. Polis yaptığı sorgulamada Güney'den, ‘Yeşil, Veli Küçük'ten habersiz öldürülebilir mi, Ersever öldürülebilir mi’ sözlerini, açmasını istiyor. Bunun üzerine Güney, şu cevabı veriyor: “Öldürülemez. Kimse yapamaz böyle bir şeyi. İşaret etmesi lazım. Veli Paşa'dan herkes korkar. Emekli olması hiç önemli değil. Perinçek'in gözünüzde anarşist olması önemli değil. Onun dava arkadaşı. Bir diğer arkadaşı başçavuş veya teğmen olabilir. Kurmay başkanıyla iş yapmaz ama teğmenle, işlerini yapardı. Onlar her zaman 'emret komutanım' derlerdi. Çünkü bir yüzbaşı, bir üsteğmen için Küçük ütopyadır.” Güney, üç hafta gibi kısa sürede, Adnan Akfırat imzasıyla yayınlanan Eşref Bitlis kitabında, benzer ayrıntılar olduğunu söylüyor. Güney'e göre, önemli ayrıntılardan biri de, Ersever'in suikastta kullanıldığı idi. Küçük, Ersever'i hiç sevmiyordu. Sorun çıkaran adamların hesapları bir bir görülüyordu. Ersever'in öldürülmesi de bir dosya kapatmaydı. Hiçbir soruşturma olmadı. Ersever, ölmeden önce Veli Paşa'yla kavgalıydı. Veli Paşa İzmit'e gelmesini söyledi. Gelmedi. İki Irak subayı Türkiye'ye sığınmış. Ersever, 'Gönderme' talimatına uymayıp subayları iade ediyor. Örgüte, dolayısıyla Veli Paşa'ya dikleniyordu. Güney’e göre Ersever, Başbakanlık Poligonu'nda öldürüldü. Kendisi hatalıydı, Veli Paşa söylemişti, “Hatalıydı”. Ersever, Bitlis Paşa'nın en has adamıydı. Kapıyı vurmadan giriyordu. Manipülasyonlar yapılmasaydı. Ersever konusunda Küçük suçlanacak, tahkikat açılacaktı. JİTEM tarafından infaz ettiği ileri sürülen, Genelkurmay’ın PKK tarafından şehit edildiği konusunda ısrar ettiği Albay Rıdvan Özden’in eşi Tomris hanım Güney ile aynı kanıda. Resmi kayıtlara 'uçak kazasında öldü' şeklinde giren eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'in arasının çok iyi olduğunu söyleyen Tomris Özden şöyle konuşuyor: Ankara'da 5 yıl birlikte çalıştıkları Eşref Paşa, Körfez Savaşı'nın başladığı yıllarda eşimi ABD'ye kurye subayı olarak gönderdi. Orada bomba atma kurslarına katıldı. Döndüğünde tayini Aydın'a çıktı. Eşref Paşa ile çok samimiydik. Hatta Eşref Paşa, eşi Şükran hanımı Kuşadası'na bizim yanımıza tatile göndermişti. Eşref Bitlis'in ölümüne çok üzülmüştü, olayın suikast olduğunu düşünüp 'Sıra bende' demişti. 'Öldüren Cem Ersever' diyordu. Ancak Ersever öldürülünce de, 'Aç, sefil yaşadı, öldü' diyerek üzülmüştü. Onun katiliyle aynı güçler eşimi öldürdü. Bu güçler birbirleriyle bölgesel iletişim halindeler. Mıntıkalar halinde her birinin ayrı bir gücü var. Genelde bölge olarak katliamda birleşirler. Son dönemlerde birbirlerinden kopmaya başlayınca çözüldüler. (Star Gazete, 2008). Tuncay Güney'in polise verdiği ifadelere göre, Kırıkkale Silah Fabrikası'nda meydana gelen patlamayla, Veli Küçük ve ekibinin silah sevkıyatıyla ilgili deliller de yok edildi. Güney şu bilgileri verecekti: “Bence Irak'a, PKK'ya giden silahlar o kadar önemli değil. Veli Paşa, Karadeniz'den Elçibey'e (Azerbaycan’a) ve Çeçenistan'a giden silahlardan korkuyordu. TİKA olayı patlamıştı. Bu darbe olayı (Azerbaycan'da) patlamıştı. Veli Paşa'nın üzerine geleceklerdi. Ondan korkuyordu. Irak'takinden korkmaz çünkü Irak'ta ortalık çok karma karışık her şey birbirine girmiş. Ama Azerbaycan'da bu olmaz. Çünkü Elçibey'den sonra gelen Aliyev'le anlaşamıyorlar.” Güney, patlamayı Küçük'ün talimatıyla “Çevik Paşa yaptırdı” diye, haberleştirdiklerini öne sürdü. Polisin “Diyelim ki Veli Küçük senden böyle bir talepte bulundu. Sen ne yapıyorsun?” sorusunu Güney, “Aydınlık'a gidiyorum Doğu Bey ve Adnan Akfırat'a söylüyorum. Adnan hemen redakte edip kullanıyor. Sonra da basına servis yapıyoruz.” şeklinde konuşacaktı. Polis bunun üzerine, “Peki patlama senaryosu nasıldı. Nasıl gerçekleştirildiğini yazdınız?” diye soracaktı. Güney'in cevabı şöyleydi. “Çevik Bir Albay, Lübnan'da PKK'lılarla Taşnak aracılığıyla masaya oturdu. Silahları sattı. Depodaki kaybın anlaşılmasını önlemek için de silah fabrikasına sabotaj yaptırdı.” Tuncay Güney'in ifadelerinde “K. Irak'a silah götürürken yanımızdaydı” dediği gazeteci Ayşe Önal, Güney'in “doğrulara senaryo kattığını” söyleyecekti. Önal, Küçük'ün ise kendisini 19 arkadaşıyla işten attırdığını ifade ediyordu. Ayşe Önal, Güney için şunları anlatacaktı: “Tuncay'la Samanyolu Televizyonu'nda ana haber spikeri olduğu 1994'ün Nisan ayında tanıştık. Başörtüsü konularında sıcak mesajlar verdiğim için sıcak davranıyorlardı. Hatta bir seferinde, Cengiz Çandar ve Nur Vergin'lerle birlikte bir iftara gittik. Sanıyorum 22 yaşlarındaydı. Bu kadar genç ve deneyimsiz olmasına rağmen böylesine güçlü olması beni çok şaşırtmıştı. Tuncay doğruları, içine inanılmaz senaryolar ekleyerek anlatıyor. Bunu neden yapıyor anlayamıyorum. Zavallı görünmesine rağmen güçlü olması bana tuhaf gelmişti. 'Ayşe abla sen beni küçümsüyorsun ama ben çok iyiyim' diyordu. Birileri bununla silah kaçırıyorsa Tuncay'ı kutluyorum. Silah kaçırmışım, 'Cantürk'ü öldürmeyin' demişim. Çağırsınlar beni, Tuncay'ı alsınlar karşıma, konuştursunlar.” 1994 Mayıs’ı sonunda, Ercan Arıklı tarafından, Nokta'dan Sabah Grubu'nun çıkaracağı Ateş dergisini hazırlamak için 20 kişilik ekiple transfer edildiklerini anlatan Önal: “Derginin hazırlıklarını yapıyorduk. Editör arkadaşlarımdan biriyle Sapanca'ya gidiyorduk. Güney beni aradı ve Kocaeli'ye gittiğini belirterek, 'Birlikte gidelim' dedi. Ben 'Ne kadar kalbin temiz Tuncay, biz de Adapazarı'na gidiyorduk' dedim. Arabamla gidiyorduk. Öğle vakti, İzmit'te bir yere uğrayacağını söyledi. Jandarma kışlasının önünde durduk. 15 dakika sonra Tuncay geri geldi ve 'Abla Paşa seninle tanışmak istiyor' dedi. İçeri girdik. Tuncay, 'Paşam size Ayşe Önal'ı getirdim' dedi. O zaman Küçük'ü hiç kimse tanımıyor. İçeride on dakika kadar oturduk. Küçük başladı, 'şu, bu Ermenidir, hem bizim bir istihbarat örgütümüz var' diyerek, insanların aleyhinde atıp tutmaya. Benim en iyi arkadaşlarım Ermeniler, adını verdiğiniz kişilere anlatacağım, hakkınızda dava açacağım' dedim. Sinirlenerek oradan ayrıldık” diyordu. Daha sonra bu olayı anlattıkları Ercan Arıklı'nın kendisine, “bu diyalogları yaz” dediğini ve Ateş dergisinin 2 Temmuz 2004'da çıkan ilk sayısının Editör köşesinde kaleme aldığını anlatan Önal, bunun üzerine işten atıldıklarını kaydedecekti: “3 Haziran 1994'te dergi dağıtıldı. Güzel bir dergi olmuştu. Gece Ercan Arıklı beni çağırdı, ekipten bazı arkadaşları toplayıp gittim. Ercan Bey ağlamak üzereydi, çok üzgündü. 'Malesef seni ve arkadaşlarını kovmak zorundayım. Dinç Bilgin de Zafer Mutlu da çok üzgün' dedi. 20 kişiyi o gece kapının önüne koydular. İlk kez Küçük ve JİTEM adlarını zikreden gazeteciyim ben. Bu kadar insanın bundan zarar göreceğini bilsem, bunu yapar mıyım. Arkadaşlarımın çoğu işsiz kaldı.” (Önal, 2008) Güney'in: “Ünal Erkan'la sınır geçişini ayarladı. Ergenekon Irak'ta PKK'ya silah götürürken yanımızdaydı. Konteynerlerde silah olduğunu öğrenince tartışıp geri döndü” iddiası için Önal şunları söyleyecekti: “Ben belki 200 kez K. Irak'a gittim. Talabani ile röportaj için gidiyorduk. Kuyruklarda beklememek için Erkan yardımcı oluyordu. Silopi'de Güney'e rastladık, kötü bir arabası vardı. 'Abla ben de geliyorum' dedi. Ayrı arabalarda gittik. Ben silah milah görmedim. Selahattin'e gittik, Tuncay bizi yaşlı bir Türkmenin evine götürdü. Adam bize güzel sofra hazırladı. Tuncay'la Irak'taki irtibatımız bundan ibaret.” (Alus, 2008) Güney’in bu iddialarını Küçük’ün ret ettiğini söylemeye gerek yok. Abdullah Öcalan, Ergenekon’dan destek gördüğünü ise zımmen kabul etti. PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan, JİTEM’de bol bol PKK’lı öldürürken bıkıyor, geri dönmek istiyor. Bir akrabası vasıtasıyla haber gönderdiği Öcalan’dan “orada kalsın, daha faydalı oluyor” cevabını alıyordu. (Aygan, 2006). İsviçre'de yaşayan Sayın'ın 1996 yılında yayınlanan ancak daha sonra baskısı yapılmayan 'Erkeği Öldürmek' isimli kitabında Öcalan, terör örgütünü kurarken örtülü ödenekten para aldığını itiraf ediyor. Karısı Kesire Öcalan ile Pilot Necati'yi (Necati Kaya) ajan olarak nitelendiren PKK elebaşı devlete rağmen çıkış yapmanın çok zor olduğunu anlatıyor. Öcalan, Mahir Sayın'a verdiği röportajda devlete rağmen çıkış yapmanın çok zor olduğunu şöyle anlatıyor: "MİT'in klasik yöntemlerle beni kontrole alma çabaları vardı. Bunun için parayı gözden çıkardı tabii. Biliyorsunuz örtülü ödenekten bunun için paralar sonuna kadar gözden çıkarılır. Bize de biraz neması kaldı." İsviçre'de yaşayan Sayın, Öcalan'la yaptığı röportajı 'Erkeği Öldürmek' adlı kitabında yayımladı. Öcalan'ın İmralı'da yargılanırken savunmasında referans gösterdiği kitabın yeni baskıları yapılmıyor. İçeriği de gizlenmeye çalışılıyor. Öcalan-derin devlet bağlantısını mercek altına alan Hasan Yıldız, 'Muhatapsız Savaş, Muhatapsız Barış' adlı kitabında söz konusu röportajı da yayımladı. Terör örgütü elebaşısı, Pilot Yüzbaşı Necati Kaya ile 1976 yılında tanıştığını belirtiyor. MİT elemanı Ali Yıldırım'ın kızı Kesire Yıldırım ile tanışıklığının ise daha eskilere dayandığını anlatıyor: "Abdurrahman Polat diye birisi vardı. Ağrılıydı. Pilot'u getirip bizimle tanıştırdı. Sonradan anlaşılacak ki bu iki ilişki sanırım MİT'in hatta kontrgerillanın bizi marke etme ilişkisidir. Çünkü Ali Yıldırım'dır Kesire'nin babası." Öcalan, PKK'nın kuruluş dönemindeki para kaynağının da Pilot Necati olduğunu açıklıyor: "Bu Pilot şunu sık sık diyordu: 'Abi eylem planı hazır, paralar şurdan şuraya gidiyor.' Ki o dönemin yapılması gereken ilk mutemet soygunuydu. 'Yeter ki sen emir ver' diyordu. Çok tuhaftır gözüm tutmadı. Paraya çok ihtiyacımız vardı. 'Aileden' dedi, 'Aldığım para var', tarlayı filan satmışlar 'Pilotluktan kazandığım para var.' Onların hepsini harcattık. Ondan yemek yemeyen arkadaş yoktur." Öcalan, röportajda her yerde aranırken nasıl uçakla seyahat ettiğini de filmlere benzeterek anlatıyor: "Diyarbakır'a uçuş yaptık, bayanla (Kesire Yıldırım). Çok rahat çıkıştır bu. Filmlere konu olabilecek bir şey değil mi? Adamların parasıyla, adamların elemanlarıyla yaptığım politikaya bak. Ben bu ilişkiye dayanarak Diyarbakır'a adım bastım. Ev tuttum. Kadın, maaşlı bir öğretmen, maaşını alıyor. Biz o zaman işte Diyarbakır'da PKK'yı ilan ettik! 1978'in 27 Kasım'ında." Öcalan'ın örtülü ödenekten para aldığını itiraf ettiği dönem, eski başbakanlardan Bülent Ecevit'in Özel Harp Dairesi'nin faaliyetlerinden haberdar olduğu 1974'ten sonraya denk geliyor. Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, kontrgerilla faaliyetleri için para isteyince Ecevit, Gladyo'dan haberdar olmuş ve Savcı Doğan Öz'e rapor hazırlama görevi vermişti. Bu olaydan sonra İzmir Çiğli'de Ecevit'e suikast düzenlenmiş, Savcı Doğan Öz ise 24 Mart 1978'de suikasta kurban gitmişti. (Duvaklı, 2008). Ergenekon ile terör örgütü PKK arasındaki bağ giderek netleşiyor. ERGENEKON’UN PKK’SI VE ASİT ÖLÜM ÇUKURLARI İfadeleriyle Ergenekon operasyonuna yön veren Güney, Ergenekon’un tamamen çözülmediğini ileri sürüyor, örgütün PKK ile derin bağları olduğunu da söylüyor. Güney: “Türkiye’ye yapılacak en büyük iyilik, Ergenekon-PKK ilişkisini deşifre etmektir” diyor. Kanada`dan Yeni Şafak gazetesi muhabiri Şaban Arslan’a konuşan Tuncay Güney, kararlılıkla Ergenekon terör örgütünün üstüne giden, Savcı Zekeriya Öz’ün, çok büyük bir iş başardığını belirterek, “Ancak sonuna gelindi. Buradan ileriye gitmeleri çok zor. Buraya kadar, operasyon bitti. Çünkü Türkiye’de Ergenekon’u bitirecek bir güç yok. Susurluk’a ne oldu? Bunlar Susurluk’un da patronu değil mi?” iddiasında bulunacaktı. Ergenekon soruşturmasında, karanlıkta kalan bir çok olay olduğunu ileri sürmekten de geri kalmayacaktı. Güney, Sabancı suikasti ve Behçet Cantürk cinayetinin aydınlatılmasının Ergenekon’u çözmek için kilit öneme sahip olduğunu belirtecekti. Behçet Cantürk`ün öldürülmesi olayının, Ergenekon örgütü için, çok kilit bir noktada bulunduğunu anlatan Tuncay Güney, cinayetle ilgili ünlü bir kadın gazetecinin ismini verdi. Güney: “Bu olayı, gazeteci A... çok iyi bilir. Gazeteci A, Behçet adına İzmit İl Jandarma’da bir görüşme yaptı. ‘Sulh olsun’ dedi. Gazeteci A, kalemi elinde, neden yazmıyor bunları. Gazeteciler B, A. ve ben Irak’a gittik. Kapıları, randevuları kim ayarladı?” diye sordu. Ergenekon soruşturmasında Sabancı suikasti ve Behçet Cantürk’ün öldürülmesiyle ilgili belgelere ulaşılmasını değerlendiren Tuncay Güney: “Behçet Cantürk’ün öldürülmesi olayını da açıklasınlar. Akın Birdal’ın neden vurulduğunu açıklasınlar. MOD örgütünü açıklasınlar. Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un, Sabancı Center suikastı sırasında, cinayetlerin işlendiği kata çıkıp çıkmadığını da açıklasınlar. Ben Amerika’ya gelince, Veli Küçük Paşa, Adil Serdar Saçan’a hangi gazeteciyi yolladı? Ve bu dosyalar için nasıl tehdit etti ve sonunda nasıl anlaştı?” şeklinde konuşacaktı. Teröristbaşı Öcalan’ın, PKK’ya “Ergenekon’a karışmayın!” talimatı verdiğini ileri süren Güney, şunları söyleyecekti ifadelerinde: “Abdullah Öcalan neden PKK’yı örgütten uzak tutuyor. Örgütte Öcalan’dan sonraki isim Cemil Bayık neden konuşmuyor? Beni konuşturan polis neden Apo’yu konuşturmuyor? Neden bu kadar ketumlar? Bence Ergenekon ve PKK ilişkisini gazeteler yazsa Türkiye’ye, vatana çok büyük iyilik yaparlar, PKK birkaç ayda biter. Örgüt iç kavgaya girer, ortada PKK filan kalmaz.” Güney, eski Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan’ın el koyduğu, kendisine ait arşivlerde, PKK Ergenekon ilişkisinin kanıtlarının olduğunu, ileri sürdü. Tuncay Güney, Ergenekon soruşturmasında Sabancı suikastı belgelerinin ele geçirilmesiyle ilgili olarak “Cinayet emrini DHKP/C’ye ünlü bir siyasetçi verdi” iddiasında bulunacaktı. Güney, Ergenekon soruşturmasında ele geçirilen Sabancı suikastiyle ilgili belgeleri de değerlendirdi. Ergenekon’un çözülebilmesi için Sabancı suikastının da aydınlatılması gerektiğini söyleyen Güney, MİT’in ‘Sabancı Cinayeti Raporu’ başlığı altında Zihni Çakır’ın ‘Kod Adı Darbe’ isimli kitabında yer alan bilgi ve belgelerin, kendi arşivinden alındığını belirterek, “bu belgeleri kim gazetecilere veriyor? Aynı dosya Veli Küçük Paşa’da ve Doğu Perinçek’te de var. Dosyanın içinde, Sabancı Center’ın krokileri var, resmi raporlar var” iddiasını ortaya atacaktı. Sabancı Center suikastı dosyasının ayrıntılarından da bahseden Tuncay Güney, “DHKP/C’ye cinayet ihalesini veren dönemin ünlü siyasetçisi kim?”, diye sordu. Güney, bu dosyadaki tüm bilgilerin, A.A. adlı kişi tarafından, Sakıp Sabancı’ya iletildiğini ileri sürdü. “Tüm operasyon benim arşivimden çıkan bilgiler ışığında yürüdü ama ben yine de güvenilmez adamım. Hâlâ gazeteler sanık olduğumu yazıyor” diyen Tuncay Güney, arşivinden alınan belgelerle kitap yazıldığını iddia etti. Veli Küçük Paşa’nın yalnız kaldığını ve gözden çıkarıldığını anlatan Tuncay Güney, resmi görevlilere dokunulamayacağını ileri sürdü. “Ergenekon bitmez. Çünkü kadroları, yapılanmaları çok mükemmel” dedi. “Bir numaraya kaç kişi kaldı?” sorusuna, Tuncay Güney, “4 sivil 4 resmi isim kaldı” cevabını verecekti. Güney, “Şener Eruygur ve Hurşit Tolon kaç numaraydı?” sorusuna da “8 kişi daha var. Ama ikisini ilk 4 numaradan, tepeden aldılar. Buna 4’e 4 denir” karşılığını verecekti Asala ve Suriye gizli servisi ile bağlantılı olduğu bilinen Cantürk, uyuşturucu kaçakçılığı ve bölücülükle de suçlandı. Akrabalarının bir çoğunun Asala ya da Suriye gizli servisi ajanı olduğunu kendi ifadesinde dile getirdi. Asala ve PKK’ya yardım ettiği iddiasıyla işkenceli sorgulardan geçti, hep beraat etti. Öldürülecek 67 Kürt işadamı listesinde ilk sırada onun ismi vardı. Zırhlı otomobili, 14 Ocak 1994 Cuma günü, polis yeleği giymiş kişilerce durduruldu. 15 Ocak 1994 tarihinde Sapanca’da, şakağına sıkılan tek kurşunla öldürülmüş olarak bulundu. Ünlü bir işadamının, Ergenekon Operasyonu kapsamında tutuklanan İşçi Partisi Lideri Doğu Perinçek’le büyük çaplı, gizli ortaklıklar yaptığını ileri süren Tuncay Güney: “Bunu Türk istihbarat birimleri bilmiyor mu? Ben ikisiyle Hilton Oteli’nde görüştüm. Doğu Perinçek de işadamı da ortak olduklarını söyledi” iddiasında bulundu. (Arslan, Temmuz 2008) Türkiye’de kimsenin dile getiremediği, ortaya çıkması halinde kıyametin kopacağı bir konuya daha vardı. Ergenekon’un faili meçhul denilen, faili belli cinayetlerde JİTEM’i kullandığını sağır sultan bile duydu. Ancak, faili meçhul cinayete kurban giden 18 bini aşkın, çoğu Kürt kökenli vatandaşımızın mezarının nerede olduğunu kimse bilmiyor, sorgulamadı, sorgulamaya cesaret edemedi. Ergenekoncular, belki herşeyden yakayı sıyırırlar, ama eğer faili meçhullerin DNA’ları, kemikleri ile birlikte eritildiği, yok edildiği asitle doldurulmuş ölüm çukurları ortaya çıkarsa, kimse onları kurtaramaz. PKK’ya yataklık edildiği gerekçesiyle yargısız infaz edilen bu vatandaşlarımızın ahı gökleri inletiyor. Kimse kanundan üstün değildir, devlet adına da olsa terör işleyemez, devlet adına cinayet işlenilemez. Asit çukurlarının Güneydoğu’nun neredesinde kazıldığını bilen az sayıda insan var. Güney’e göre, Veli Küçük bunlardan biri. Ama konuşmuyor. Küçük’e yakınlığı nedeniyle Güney’in bu ölüm çukurlarının yerini bilip bilmediğini merak ediyordum. Kesin olarak emin olmamakla beraber Güney’in her konuda olduğu gibi, bu konuda da fikri vardı. Adres olarak BOTAŞ’ın Güneydoğu’daki tesislerini gösterdi. Küçük’ün ekibi ve JİTEM’cilerin kullandığı mekânlar buralarıymış. Adres olarak, “Habur sınır kapısına giderken Mardin’in eski ilçesi Cizre’den sınıra yakın yerde solda karşına bir tesis çıkar, askerler koruyordur. Orayı kazarsan çok ceset çıkar. BOTAŞ’ın Diyarbakır, Batman, Adıyaman’da da işletmeleri bulunuyor, oralarada bakın” diyordu Güney. Asiti nereden bulmuşlar sorusuna verdiği cevap, klasik bir cevaptı: “İzmit’de bir sürü fabrika var, Küçük’ün selamı bile emirdir. Ayrıca uyuşturucu ticaretinde asit lazım olduğu için asit getirmede uzmanlaşmışlar.” O dönemde bölgde askerlik yapmış Halil Sarıaslan şu bilgileri veriyor: O dönemde ''kuyucu '' lakablı bir yüzbaşının varlığı hep konuşulurdu. Asit ölüm çukurları için bakılması gereken bir kaç yer daha var. 1-Habur gümrük sahası dönemin gümrükler baş müdürü a.b.metenin Ahmet Ersever ile arası pek sıkı fıkıydı. (Ergenekon iddianamesinde de adı geçiyor)! 2- Habur Silopi arasında kalan hac konaklama tesislerinin karşısında ki korucuların yoğun olduğu ''Verimli'' köyü. 3- Cizre Jandarma. JİTEM’in at koşturduğu üs olarak kullandığı önemli noktalar bunlardı ! Çok uçuk gözüken bu bilgilerin doğruluğu ortaya çıkmaya başladı. Bu kitabdan alıntı yaparak yazan Nuh Gönültaş’ın 16 Kasım’da Bugün gazetesinde yayımlanan Jitem’in asit ölüm çukurları nerede başlıklı yazısı ile konu meşhur oldu ve sorgulanmaya başlandı. Yıllardır umudunu keserek susan mağdurlar cesaretlendi. Tuncay Güney’in, bu kitap aracılığıyla Silopi’de asit çukurlarına atılan çok sayıda Kürt olduğunu öne sürmesi üzerine Şırnak Barosu, kitabımı kaynak ve ihbar göstererek suç duyurusunda bulundu. Haze Köyü’ndeki kuyular Silopi BOTAŞ askeri tesislerinin sorumluluk alanında bulunuyor. Şırnak Barosu, Ergenekon’un kara kutusu olarak nitelendirilen Tuncay Güney’in asit çukurlarına atılan çok sayıda Kürdün bulunduğu yönündeki iddiaları üzerine Silopi Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu. İddiaları daha önce de dile getiren eski DEP milletvekili Selim Sadak da Haze (Xaze) Köyü olarak bilinen yerdeki kuyuların araştırılmadan Ergenekon’un çözülemeyeceğini söyledi. Susurluk’tan vahim Şırnak Barosu Başkanı Av. Nuşirevan Elçi, Güney’in açıklamalarının Susurluk raporunda yer alan bilgilerden daha vahim iddialar içerdiğine dikkat çekerek, savcıların harekete geçmemesini eleştirdi. Elçi, Taraf’a yaptığı açıklamada şunları söyledi: “1990’lı yıllarda bölgede çok sayıda faili meçhul cinayet işlendi. Ama en çok kayıp ve faili meçhul cinayetin işlendiği alanlardan biri Şırnak’tır. Şu ana kadar ciddi bir adımın atılmadığı aşikârdır. Ergenekon davasının her aşamasında davaya müdahil olmak için girişimlerde bulunacağız. Ergenekon sanıklarının asıl çalışma alanları bölgemizdir. Ergenekon iddianamesinde adı geçen birçok kişi bölgede öldürülmüş. Düzce ve Sapanca üçgeninde öldürülenlerin birçoğu da bu bölgenin insanıdır. Ergenekon davasına müdahil edilmememiz hukuki değil. Ek iddianame sırasında müdahil olmak için başvuruda bulunacağız.” Şırnak Barosu da dün Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı’na yaptığı başvuruda “Makamınızın söz konusu yerde araştırma yapması halinde önemli faili meçhul cinayetlerin aydınlanması yolunda önemli neticelere ulaşılacaktır. Tuncay Güney isimli şahsın beyanlarında geçen Silopi BOTAŞ askeri tesislerin sorumluluk alanında gerekli inceleme ve araştırmanın yapılarak sorumlular hakkında kamu davası açılması ile sorumluların cezalandırılmasını talep ederiz” dedi. Kuyular BOTAŞ’a ve sınıra yakın Eski DEP Milletvekili Selim Sadak, eski Şırnak Valisi Kemal Acun ve Ergenekon sanığı Levent Ersöz döneminde birçok kişinin Haze Kuyularına atıldığının bölgede yaşayanlar tarafından kendilerine iletildiğini ifade etti. Bu kuyuların hem BOTAŞ’a hem de sınıra yakın olduğunun altını çizen Sadak, Vahap Timurtaş, Sait Altan gibi isimlerin bu kuyulara atıldığının iddiasının çok yoğun şekilde bölgede dillendirildiğini ifade ederek “Eğer Ergenekon’un buradaki yapısı çözülmek isteniyorsa kesinlikle Haze’deki kuyulardaki insanların akıbetleri ve Şırnak İli Ve İlçelerini Geliştirme Vakfı’nın (ŞIRGEV) mazot gelirlerinin ne şekilde dağıtıldığına bakılmalı” dedi. Tedirginlik hâlâ var Güney’in iddia ettiği ve Silopi’nin girişinde Habur Sınır Kapısı’na 15 km. uzaklıkta bulunan BOTAŞ işletme alanı hâlâ askerler tarafından korunuyor. Tuncay Güney her ne kadar “Asit çukurlarının Güneydoğu’nun neredesinde kazıldığını bilen az sayıda insan olduğunu” söylese de, aslında bölge halkı çok iyi biliyor. Ve bildiği için Güney’in de iddia ettiği yerden yani BOTAŞ’ın “çukurları”ndan hâlâ çok korkuyor. Daha önce gözaltına alınıp 15 arkadaşıyla BOTAŞ’a götürülen ancak isminin açıklanmasını istemeyen ve Cizre’de lokantacılık yapan A.S ise tesislerin altında yeraltı tünellerinin olduğunu ve orada sorgulandıklarını söyleyerek kuyuları kendilerinin de gördüğünü ancak o dönem bir anlam veremediklerini ifade etti. (Çiçek, Kınay, 2008). İnsan Hakları Derneği (İHD) Mardin Şubesi’ne başvuruda bulunan Fatma Tunç, on yıl önce kaçırılan eşinin Kızıltepe Katarlı köyünde bulunan su kuyusunun içinde olabileceğini söyledi. Savcılık kararıyla yapılan araştırmada kuyudan insan kemikleri çıkınca, yakınları kaybolan 14 aile de savcılığa başvurdu. Mardin Kızıltepe Katarlı Köyü’nde açılan bir kuyudan üç insana ait kafatası ve kemikler çıktı. Fatma Tunç, 1994’te Kızıltepe’ye bağlı Kengerli köyünde ikamet ettiklerini, 1994’ün Ramazan ayına üç gün kala, akşam saatlerinde sarı ve beyaz renkli iki plakasız arabanın evinin önünde durduğunu söyledi. Arabadan inen maskeli ve silahlı kişilerin evin her tarafını sarıp ateş açtıklarını ve eşi Yusuf Tunç’u zorla arabaya bindirdiklerini ve o zaman 40 yaşında olan eşinden haber alamadıklarını söyledi. Yardım istedi, Savcılık el koydu Eşinin neden kaçırıldığını bilmediğini anlatan Fatma Tunç, 2004’te İnsan Hakları Derneği Mardin Şubesi’ne başvurarak yardım talebinde bulundu. Bu yılın Temmuz ayında tekrar İHD Mardin Şubesi’ne başvuruda bulunan Fatma Tunç eşinin cesedinin Kızıltepe Katarlı köyünde bulunan su kuyusunun içinde olabileceği yönünde duyumlar aldığını ve bu kuyunun açılması için gerekli hukuki girişimlerin başlatılmasını talep etti. Dernek yöneticilerinden Avukatlar Erdal Kuzu ve Hüseyin Cangir’e vekalet veren Tunç’un talebi avukatlar vasıtasıyla Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’na iletildi. Başvuruda söz konusu kuyunun açılması, içinde ceset çıkması halinde DNA eşleştirilmelerinin yapılması talep edildi. Kuyudan insan kemikleri çıktı Kızıltepe Savcılığı da 17 Ekim 2008’de kuyunun açılmasına karar verdi. Aynı gün Kızıltepe Cumhuriyet Savcısı, Jandarma olay yeri inceleme ekibi ve Bektaş Karakolu’ndan bir grup askerle kuyu sabah saat 11.00 civarında açıldı. Kuyuya inen işçi, kuyu ağzına yaklaşık olarak yedi metre mesafede bulunan ve kuyunun kenarında bulunan bir oyukta sırt kısmı dışarıda olacak şekilde üzerinde elbiseleri bulunan bir ceset buldu. Çuval içinde yukarı çekilen cesedin ilk incelemesinde elbiselerin bozulmamış olduğu görüldü. Cesedin üstünde siyah bir pantolon, siyah çorap, kadın terliği ve üstünde koyu sarı renkli bir kazağın olduğu ve ayrıca kafatasının olmadığı görüldü. Kuyuya ikinci sefer inen işçi, kuyu tabanında iki kafatası, terlik ve bozulmamış elbiseler çıkarttı. Aynı gün saat 16’ ya kadar devam eden çalışmalarda iki kafatası ve kemik parçalarının yanı sıra elbise, terlik ve köpeğe ait olduğu tahmin edilen kemik parçaları çıkartılırken kazılan yerde yeni bir cesede ait olabileceği izlenimi verecek kemik parçasının bulunmaması neden ile çalışmaya son verilerek kuyu kapatıldı. İHD Mardin Şube Başkanı Erdal Kuzu, “Elde edilen deliller savcılık tarafından hazırlık soruşturmasına delil olarak konulmuştur” diyerek, “Kızıltepe Cumhuriyet Başavcılığı tarafından hazırlık soruşturması devam etmektedir” dedi. 14 kayıp yakını başvurdu Tunç, gerçekleştirilen işlemler ve elde edilen sonuçların faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için bir umut niteliğinde olduğunu, nitekim 14 ailenin de kendilerine başvurarak cesetlerin kendilerine ait olabileceğini söyledi. Cesetlerin adli veya politik nedenlerle kuyuya atılıp atılmadığının henüz belirsiz olduğunu, ancak köyün boşaltıldığı tarihlerin bölgede yoğun faili meçhul cinayetlerin yaşandığı döneme denk geldiğini anlattı. Kuzu, çıkarılan kemiklerin ve kafatasının İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’ne gönderildiğini ve DNA ve resimleme çalışmasıyla cesetlerin kime ait olduğunun bulunacağını ifade etti. ( Taraf, 2008). Star gazetesi, 5 Aralık tarihli haberiyle daha derine indi. Mardin’de bir kuyudan çıkan iki iskelet ve cinayetlerin işlendiği dönemin İlçe Jandarma Komutanı’nın kimliği akıllara, ‘Hizbullah’ın mezar evleri gibi Ergenekon’un ölüm kuyuları mı var’ sorusunu getirdi. 1993-1996 yılları arasında bölgede kaybolan 17 kişinin yakınları iskeletlerin kendi yakınlarına ait olup olmadığının araştırılması için başvuru yaptı. İki günde 3 kişi daha eklendi. Komutan Uğur Mardin’in Katarlı Köyü’nde 15 yıl önce JİTEM elemanlarınca kaçırıldığı iddia edilen Yusuf Tunç’un eşinin başvurusu sonrası Kızıltepe İlçesi Katarlı Köyü’nde üzeri kapatılmış bir kuyu mahkeme kararıyla açıldı. İnsan Hakları Derneği (İHD) Mardin Şubesi avukatı Hüseyin Cangir’in girişimleriyle üzeri betonla kapatılan kuyu açıldı ve iki kişiye ait kemikler ve sivil kıyafet parçaları çıktı. Kuyudan çıkan iskeletlerle ilgili Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı geniş kapsamlı bir soruşturma başlattı. İskeletler savcılık talimatıyla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Fatma Tunç’un avukatı Hüseyin Cangir, kuyudan çıkan iskeletlerin Ergenekon Terör Örgütü soruşturması kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Ergenekon terör örgütü soruşturması kapsamında tutuklanan bazı kişilerin o dönemde Mardin Kızıltepe’de görevli olduklarını anlatan Avukat Cangir ‘Bunların başında o dönemde Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı olan tutuklu sanık Emekli Albay Hasan Atilla Uğur geliyor. Bu durum bölgedeki faili meçhullerin Ergenekon’la bağlantılı olabileceği ihtimalini güçlendiriyor’ dedi. İki cesede ait olduğu sanılan kemiklerin çıktığı betonla kapatılmış kuyuyla ilgili Avukat Hüseyin Cangir’den bir başka iddia daha geldi. Katarlı Köyü’nün terör nedeniyle 1993 yılında boşaltıldığını belirten Cangir ‘1993 yılında güvenlik gerekçesiyle köyün boşaltıldığını ve güvenli bölge olarak ilan edildiğini öğrendik. 1995’ten sonra köye dönüş başlayınca yetkililer köylüleri kuyu konusunda uyarmışlar. Köylülerden, cesetlerin çıktığı kuyunun suyunun içilmemesini istemişler’ iddiasında bulundu. Yetkililerin ‘suyu içilmesin’ diye uyardığı kuyudan iki iskeletin çıkması şüpheleri daha da artırdı. Ergenekon tutuklusu emekli Albay Hasan Atilla Uğur’un ismi kayıtlara ‘PKK öldürdü’ şeklinde giren Albay Rıdvan Özden cinayetinde de geçmişti. ‘Fatih’ kod adlı PKK itirafçısı, Albay Özden’in dönemin Kızıltepe İlçe Jandarma Komutanı emekli Albay Hasan Atilla Uğur’un kurduğu ve kendisinin de içinde bulunduğu 9 kişilik ‘yetkileri sınırsız’ ekip tarafından öldürüldüğünü söyledi. Ergenekon tutuklusu Albay Uğur, Şener Eruygur’un Jandarma Genel Komutanı olduğu dönemde Jandarma İstihbarat Teknik Daire Başkanıydı. Kızıltepe Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderilen kuyudan çıkan iki cesetle ilgili 17 ailenin başvurması nedeniyle iskeletlere Adli Tıp Kurumu’nda ‘Yeniden yüzlendirme’ metodu uygulanıyor. Böylece iskeletlerin yakınları tarafından ilk önce teşhis edileceği buna göre eşkallere uyan yakınlara DNA testi yapılıyor. Silopi’de başka kuyudan daha once üç ceset daha çıkmıştı Katarlı Köyü’ndeki kuyudan çıkan iki iskeletten önce Cizre Silopi yolundaki bir kuyudan da 3 ceset çıkarıldı. Şırnak Barosu bölgedeki 4 kuyunun daha açılması için Savcılığa başvurdu. Ölüm kuyularıyla ilgili Şırnak Baro Başkanı Avukat Nuşirevan Elçi, ‘Ergenekon iddiamanesi Tuncay Güney’e dayandırılıyor. Bu nedenle Güney’in asit çukurlarına atılan çok sayıda Kürdün bulunduğu yönündeki iddiaları üzerine Silopi Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunduk. Ergenekon sanıklarının asıl çalışma alanları bölgemizdir. Körfez savaşından sonra atıl hale gelen Cizre-Silopi yolu üzerindeki dinlenme tesislerinden birindeki kuyuda 2004 yılında 3 ceset çıkarılmıştı. Aynı güzergahta bulunan başka tesislerdeki 4 kuyuda da cesetler olduğunu düşünüyoruz.’ dedi. ( Star Gazete, 2008). Elçi, 1 Aralık’ta Milliyet’de yer alan habere göre, sunduğu ilk dilekçesinde, delil gösterdiği bu kitabın yanı sıra JİTEM kurucularından öldürülen Binbaşı Ahmet Cem Ersever’in, itirafçı Abdülkadir Aygan’ın anlatımlarına da yer vererek, şöyle dedi: “Kaldı ki 2004 yılında Abdulkadir Aygan itiraflarında, ‘Siirt Eruh doğumlu olan Adil Timurtaş, 1984 yılında PKK’ye katıldı. 1986’da teslim olarak itirafçı oldu. Siirt İl Tugay Komutanı Hasan Kundakçı, onu Cem Ersever ile tanıştırdı. Temel Cingöz, Cem Ersever ve Ali Yıldız ile birlikte çalıştı. 1989 yılında Silopi’de BOTAŞ tesislerine yerleştirildi. Burada JİTEM komutanı Arif Doğan, Binbaşı Cem Ersever, Astsubay Şaban Bayram, Astsubay Reşit ve Mete kod adlı İbrahim Babat’la birlikte çalıştı’ diyerek aynı yeri deşifre etmiştir. Bilindiği üzere bölgemizde 1990’lı yıllarda binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, yapılan araştırma ve soruşturmalar neticesinde faili meçhul cinayetlere kurban giden çoğu insanın cesedine ulaşılmıştır. Ancak bu cinayetler aydınlatılmadığı gibi başlatılan soruşturmalar her nedense derinleştirilememiştir. Bu anlamda Tuncay Güney isimli şahsın ifşaatları önemli, aynı zamanda da ciddidir. Bilindiği gibi bu şahsın beyanları esas alınarak ülkemizdeki pekçok faali meçhul cinayet, kanlı ilişki ve diğer gayri hukuki vakaların aydınlanması için Ergenekon adlı çok geniş kapsamlı bir soruşturma başlatılmış ve bu soruşturma halen devam etmektedir.” Tuncay Güney’in beyanları ile gazetede çıkan kupürleri delil olarak dilekçeye iliştiren Elçi, savcılığın söz konusu Silopi BOTAŞ askeri tesislerinde araştırma yapmasını isteyerek, sorumlular hakkında kamu davası açılmasıyla sorumluların cezalandırılmasını talep etti. (Milliyet, 2008). 15 Aralık 2008’de Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı, iddilar üzerine harekete geçti. Şırnak Barosu'nun, Tuncay Güney'in JİTEM tarafından 1990'lı yıllarda öldürülen pek çok kişinin asitle yakıldıktan sonra Silopi'de bulunan BOTAŞ Tesisleri'ne ve Cizre-Silopi güzergâhındaki bazı noktalara açılan kuyulara gömüldüğü yönündeki bilgilere ilişkin suç duyurusunu dikkate alan Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı, kuyuların açılması yönünde karar verdi. Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı'nın, dilekçelerini dikkate alarak kuyuların yerlerini tespit edilmesi durumunda yakın bir zamanda kuyuların açılması için harekete geçeceklerini aktaran Baro Başkanı Elçi, "Bu durum bizi umutlandırdı. Türkiye'de aydınlık bir geleceği yakalayabilmesi için geçmişi ile hesaplaşması lazım. Hukuk dışı uygulamalar varsa yargı karşısına çıkıp hesap vermesi gerekiyor. Bu faili meçhullerin aileleri, yakınlarının 15-20 yıldır ölüp ölmediğini tam olarak bilmiyor. Bu durum insanlara acı çektiriyor en azından bu konu aydınlanırsa bu insanlarda yakınlarından ümidini kesmiş olacak. Türkiye'nin aydınlık geleceği için bu çalışmalar mutlaka olması gerekir. Özellikle Ergenekon soruşturmasını bu anlamda önemli bir milat olarak görüyorum." diye konuştu. Elçi, Cumhuriyet Başsavcılığı'nın aldığı karar doğrultusunda asit kuyularının açılabilmesi için vatandaşları duyarlı olmaya çağırdı. Kuyuların açılması için önce yerlerinin tespit edilmesi gerektiğini vurgulayan Elçi, asit kuyuları ile ilgili bilgi sahibi olan mağdur aileler ve tanıklarının Cumhuriyet Başsavcılığı'na ya da Şırnak Barosu'na başvurmasını istedi. (Tüm gazeteler, 16 Aralık 2008). İddialarla ilgili olarak Yeni Aktüel Dergisi, o dönem yaşanan vahşetin yeni tanıklarıyla görüştü. Güney'in Güneydoğu'daki kayıplarla ilgili açıklamalarının hepsinin doğru olduğunu söyleyen Silopi Belediye Başkanı Muhsin Kunur, 1992-96 arasında sadece Silopi'de 35'e yakın insanın kaybolduğunu anlattı. Kunur, "Ergenekon hakkında dava açılınca kayıp yakınlarına 'Gelin bildirimde bulunun, bunları savcılara bildirelim' dedik. Ama kimse gelmedi. Buralarda Levent Ersöz ve ekibinin kurduğu korku imparatorluğu hâlâ sürüyor anlaşılan" dedi. Majino hattı gibiydi Eski Devlet Bakanı Salih Yıldırım da "Sağda solda ıssız alanlarda, köprü altlarında, terk edilmiş kuyularda cesetler bulunuyordu" diye konuştu. Eski Şırnak Milletvekili Nurettin Yılmaz da "Vali Kamil Acun döneminde Cizre-Şırnak karayolu üzerindeki Kasrık Boğazı, Fransızlar’ın ünlü Majino Hattı gibiydi. Şırnak'a girmek isteyen insan hakları savunucuları, avukatlar, aydınlar, gazeteciler saatlerce burada bekletiliyor, canından bezdiriliyordu” dedi. (Yeni Aktüel, 13 Aralık 2006). Sabah'tan Atilla Korkmaz'ın 17 Aralık’taki haberine gore, Ergenekon davası ile gündeme gelen Güneydoğu'daki 'ölüm kuyuları'nı 1990'lı yıllarda Meclis'te ilk gündeme getiren dönemin RP İstanbul milletvekili Mehmet Fuat Fırat oldu. Fırat'ın anlattıkları gerçekten ürkütücü. Bugün 76 yaşında olan ve Ankara'daki evinde torunları ile zaman geçiren Şeyh Said'in torunu Mehmet Fuat Fırat, 19952002 yılları arasında Meclis'te bulundu. Fırat dönemin bakanlarına kayıpların bulunması için gitti ancak, 'Kusura bakma askerleri aşamıyoruz' yanıtı aldı. Fırat'a kayıp yakınları ve 'kaybedilmek' istenenlerin anlattıkları ise akıllara durgunluk verecek türden. Mehmet Fuat Fırat, 'ölüm kuyuları'ndan milletvekili olduğu yıllarda söz edildiğini belirterek, "Sanıyorum bunu ilk olarak yüksek sesle söyleyen benim. İnsanların kaybedilip bu kuyulara atıldığını oralarda herkes konuşuyordu. Biliniyordu yani. Ama kimse ortaya çıkıp konuşamıyordu. Bunu bir çok kez basın mensuplarına veya parlamentodaki arkadaşlarıma anlattım. Ama o dönem şimdiki gibi ses getirmedi" diye konuştu. O dönemde yaşananları anlatan Fırat, 1990'lı yılların sonunda Diyarbakır'dan şu anda ismini hatırlamadığı bir kişinin kendisine geldiğini ve yaşadıklarını anlattığını belirterek, şöyle dedi: "Diyarbakır'da sokakta yürürken birisinin kendisini takip ettiğini fark etmiş. O dönem de insanların faili meçhul cinayetlere kurban gittiği bir dönem. Fark ettirmeden yakınlarına haber vermiş. Adam onu takip ederken, yakınları da bu adamı takip etmeye başlamış. Bir çıkmaz sokağa girince, adamın üstüne atlayıp kıskıvrak yakalamışlar. Zorla konuşturdukları bu kişi, 'JİTEM'den bazıları talimat veriyor. Biz de takip edip öldürüyoruz. Ardından da bankaya gidip hesabımıza yatırılan 33 milyon lirayı alıyoruz' demiş. Bu kişi ile bir süre irtibatım oldu, ama sonra o da kayıplara karıştı." HAK-PAR kurucularından ve eski genel başkanı Abdülmelik Fırat ile amca çocukları olan Mehmet Fuat Fırat, yine milletvekilliği sırasında Şırnak'ın Güçlükonak ilçesinden birisinin kendisine geldiğini belirterek, "Bana 'bir yakınımızı jandarmalar aldı. Ama ne ölüsünü, ne dirisini vermiyorlar' diyerek yardım istedi. Ben de o zamanki bakanlardan Mehmet Yüceler'e durumu anlatarak yardım etmesini istedim. Bakan bana döndüğünde 'kusura bakma askerleri aşamıyoruz' dedi. O zamanlar öyle bir dönemdi işte" diye konuştu. ( Sabah, Aralık, 2008). Küçük ekibinin sakladığı silahların büyük bir Türk bayrağının örttüğü bir devlet işletmesinin altında olduğu bilgisi henüz araştırılmadı. Polis İstihbarat bu konudaki görüşüme başvurdu, bu mekanlarında Güneydoğu’da BOTAŞ’da olma ihtimali yüksek. Güney, adres vermeye çekinmişti, doğrusu kuyu adresini alırken çok zorlandım. 2001 yılındaki bilgilere hâkim olan Güney’den sonra, bu mekânlar değiştirilmiş olabilir. Faili meçhul cinayetlerin daha çok 1993 ile 1996 periyodunda işlendiğini biliyoruz. Geçtiğimiz yıllarda köprülerin altından çok sular aktı. Asit çukurlarının yerlerini değiştirmek kolay değil ama üstünü örtmek söz konusu olmuş olabilir. Öldürülen binlerce kişinin kemiklerine ulaşmak bile imkânsız hale gelmiştir. Adli tıp uzmanı Ali Çerkezoğlu, kuyu içinde ve çevresinde bulunacak küçük bir kalıntının kimlik tespiti için yeterli olacağını söylüyor: "Bir kemik parçası ya da başka bir kalıntı faili meçhul cinayetleri aydınlatır. Ancak olay yerinde çok iyi bir inceleme yapılmalı." Kalıntılar üzerindeki DNA incelemesini, yakınlarını kaybedenlerden alınacak DNA örnekleri ile karşılaştırarak kimlik tespiti yapılabileceğini anlatan Çerkezoğlu, şunları söylüyor: "Kuyular 15-20 yıl öncesine ait. Kuyularda asit kullanılmışsa hiçbir kalıntıya da rastlanmayabilir. Ama asitle yakıldıktan sonra kuyulara atılmışsa kemik kalıntısı olabilir. Adli tıp derinlemesine inceleme yaparsa bazı sonuçlara varılabilir." ( Zaman, Aralık, 2008). Bu faili meçhullerin aileleri, yakınlarının 15-20 yıldır ölüp ölmediğini tam olarak bilmiyor. İHD Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Muharrem Erbey, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde bin 385 kayıp insanın olduğunu belirterek, "Bu resmi kayıtlardır. Ancak, gayri resmi 2 bini aşkındır" görüşünde. İHD Başkanı Erbey, Silopi yakınlarındaki BOTAŞ kuyularına heyet olarak gidip inceleme yapacaklarını söyledi. Savcılığın kuyuların açılması yönünde karar vermesi durumunda cesede rastlanırsa kimlik tespiti için DNA testi yapılıp yapılmayacağı da cesetlerin durumuna göre belli olacak. Asitle yakıldıktan sonra gömüldüğü iddia edilen cesetlerin tamamen erimiş olması durumunda DNA testi yapılamayacak. Adli Tıp uzmanları, "Asit miktarını artırdıkça cesetlerde önce yumuşak dokular, ardından kemikler kısa sürede erir" diyor. Şırnak bölgesinde 1990'larda kaybolan ve kendilerinden bir daha haber alınamayanlardan biri de HADEP'in Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış'tı. Tanış'ın Ankara Barosu'na kayıtlı olarak avukatlık yapan kardeşi Sedat Tanış, "Çocukluğumdan beri kayıpların BOTAŞ kuyularına atıldıkları konuşuluyordu. Bırakın insanların bunu yüksek sesle söylemesi, yakınların aranmasından çekiniliyordu" dedi. (Sabah, Aralık, 2007). Diyarbakır Baro Başkanı M. Emin Aktar da Güneydoğu'daki karanlık dönemin mutlaka aydınlatılması gerektiğini ifade ediyor. Aktar, kuyuların açılmasıyla cinayetlerin çözüme kavuşacağına dikkat çekiyor. Baronun bu konuda üzerine düşeni yapacağını kaydeden Aktar, şöyle konuşuyor: "Bize bir başvuru gelirse, bir duyum alırsak adlî merciler nezdinde müracaatta bulunuruz. Adlî mercilerin bunları tespit etmesi gerekiyor. Kimlere aittir, orada bir şey çıkacak mı bunun belirlenmesi gerek. Kuyular açılırken mutlaka bu konunun uzmanı kişilerden yardım alınmalı. Bu şahısların çoğu elbiseleriyle gömüldü. Şahsın üzerindeki elbisesi veya beraberinde götürdüğü herhangi bir eşyadan yola çıkarak tespit yapılabilir." ( Zaman, Aralık, 2008). Yine de bu asit mezarlar bulunursa, Ergenekon’un ülkemizin imajına vurduğu bir darbe daha temizlenmiş olur. Onlar yüzünden Türkiye her yıl ağır cezalar alıyor, AB’ye girişimiz engelleniyor veya erteleniyor. JİTEM’in günahlarından kurtulmak zorundayız. Tuncay Güney'in kamoyuna yansıyan ifadelerinin ardından 16 Aralık'ta Kızıltepe ve Mutki savcılıklarına dilekçeyle başvurdular. Dilekçede, BOTAŞ'a ait Silopi ve Kızıltepe'deki bazı kuyuların açılması ve iki hafta önce Kızıltepe'nin Katar köyünde çıkarılan iki ceset üzerinde DNA testi yapılması istendi. Güneydoğu'da 1990'lı yıllarda çok sayıda kişi kaybolduktan sonra bir daha haber alınamadı. Mutki'de yaşayan Birlik ailesinden Kemal Birlik 1992 yılında işlediği bir suçtan dolayı 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 29 Mayıs 1995 tarihinde cezasını çektikten sonra tahliye edildi. Onu almak üzere Mutki'den Kızıltepe'ye giden Mutki Nüfus Müdürü baba Abdulbaki Birlik, Tapu Müdürü ağabey Zübeyir Birlik ve dayı Zeki Abalık'tan bir daha haber alınamadı. Yapılan bütün ihbar ve aramalara rağmen bulunamayan baba, 2 oğlu ve dayı için gaiplik kararı alındı. Ancak aile, kayıplarının peşini bırakmadı. Kaybolan Nüfus Müdürü Abdulbaki Birlik'in küçük oğlu Çetin Birlik, aradan geçen sürede birçok kuruma başvurmalarına rağmen hiçbir sonuç çıkmadığını anlatıyor. Konuyu araştırdıkları için bazı şahıslar tarafından defalarca tehdit edildiklerini ileri sürüyor. "O yıllarda araştırdığımız için yol arama ve kontrol noktalarında defalarca tehdit edildik. Uzun bir dönem Mutki'den dışarıya çıkmaya çekindik." diye konuşuyor. Yakınlarının BOTAŞ'a ait asit kuyularında olduğunu iddia ediyor: "Bu konu ile ilgili dilekçe verdik. Babam ve kardeşlerimin bu kuyulardan birinde olduğunu düşünüyoruz." Kayıp nüfus müdürünün diğer oğlu Seyithan Birlik ise, Kızıltepe'ye giderek, avukatla görüşmüş. Kuyulardan çıkarılan cesetler üzerinde DNA testi yapılacağını öğrenmiş. Bitlis Barosu Başkanı Mezher Yürek ise avukat Şevket Epözdemir'in de Bitlis'in Tatvan ilçesinde katledildiğini, ancak faillerinin bugüne kadar bulunamadığını hatırlatıyor. Resmî devlet görevlilerinin koruması altında olması gereken insanların aniden kaybolduğuna dikkat çeken Yürek, diyor ki, "Devlet kendi memurlarının bile peşine düşmüyor. Geçmişteki kayıp dosyalarının araştırılmadığını hepimiz biliyoruz." ( Okay, 2008). Güneydoğu'da BOTAŞ'a ait asit çukurları iddiası, daha önce kurumda çalışan Korkut Eken, Adil Timurtaş gibi isimleri gündeme getirdi. Kurumun ünlü çalışanlarından biri emekli Yarbay Korkut Eken'di. 1987 yılında TSK'dan emekliye ayrılan Eken, MİT Güvenlik Dairesi başkan yardımcısı olarak göreve başladı. Basına sızan MİT raporunu hazırlayan dairede görevli olduğu için 1988 yılında MİT'ten ayrıldı. 1990 yılında müfettiş olarak BOTAŞ'a girdi, 1993'e kadar çalıştı. Susurluk kazasının ardından 'cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak ve bu teşekkülü yönetmek' suçundan 6 yıl hapse mahkum edildi. 2002'de girdiği cezaevinden 2004'te çıktı. BOTAŞ'ın diğer bir ünlü çalışanı 'Sarı Adil' kod adlı PKK itirafçısı Adil Timurtaş'tı. JİTEM davasında yargılanan 11 sanıktan biriydi. Küçükçekmece'de Ali Uğur'un öldürülmesi talimatını verdiği gerekçesiyle Bakırköy 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Musa Anter'in öldürülmesi başta olmak üzere 28 cinayette adı geçti. PKK içindeyken 1986'da teslim olan Timurtaş, itirafçı kadrosuna alınarak Silopi'de BOTAŞ tesislerinde işe yerleştiriliyor. Burada JİTEM komutanı Arif Doğan, Binbaşı Cem Ersever ve Mete kod adlı İbrahim Babat'la birlikte çalışıyor. Adil Timurtaş'ın gözaltına alındığı bir başka olay Ergenekon ile terör örgütleri arasındaki bağın ilginç örneklerinden biri. Timurtaş, DEHAP Bağcılar İlçe Başkanı Lezgin Bingöl'den tehditle para almak isterken polisin 3 Mayıs 2005'teki operasyonunda İstanbul Aksaray'da 7 kişi ile birlikte yakalandı. Timurtaş'la birlikte yakalanan Hacı İnan Hizbullah davasında mahkûm edilmişti. Bu operasyonda Timurtaş'ın üzerinden çıkan 2 adet kimlikten birinin üzerinde Özel Kuvvetler Komutanlığı diğerinde ise Jandarma Genel Komutanlığı, yazıyordu. PKK itirafçısı Abdulkadir Aygan'ın iddialarına göre JİTEM kadrosunda bulunup BOTAŞ'ta çalışanlardan biri de asıl adı Hacı Hasan olan PKK itirafçısı İbrahim Babat. 1997 yılında cezaevinden gönderdiği 13 sayfalık dilekçenin ardından Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Osman Nuri Oduncu ve Ömer Faruk Çayan, Tekirdağ Cezaevi'nde Babat ile görüşerek anlattıklarını tutanak haline getirdi. Kendi anlatımına göre Babat, 1988 yılında PKK'dan ayrılıyor. Suriye'ye kaçmaya hazırlanırken bir korucu tarafından yakalanıp Şırnak Jandarma Alay Komutanlığı'na teslim ediliyor. Burada Cem Ersever devreye giriyor ve itirafçı oluyor. 1989 yılı sonunda kendisine yeni bir kimlik çıkarılıyor. İsmi İbrahim Babat, Uludere Hilal Köyü nüfusuna kayıtlı, 1972 doğumlu, baba adı Abdurrahman, anne adı Cemile olarak kayıtlara geçiriliyor. PKK itirafçısına bir de iş ayarlanıyor. Aynı yıl BOTAŞ'ta memur sıfatıyla göreve başlıyor. O dönemde Jandarma Grup Komutanlığı'nın başında, bugün Ergenekon davasının sanıkları arasında bulunan Binbaşı Arif Doğan bulunuyor. Ergenekon davasının 1 Aralık'ta görülen duruşmasında yaşanan diyalog dikkat çekmişti. Mahkeme üye hakimlerinden Hüseyin Özese, tutuklu sanıklardan Muzaffer Şenocak'a, emekli Binbaşı Fikret Emek'le nerede tanıştığını sormuştu. Şenocak, Fikret Emek ile 2004 yılında BOTAŞ'ta başmüfettiş olan M.K. aracılığıyla tanıştığını ifade etmişti. PKK dürbünleri JİTEM elemanında 2000 yılında İstanbul polisinin Mercan'da sahra ve gece görüş dürbünü satan bir şebekeye düzenlediği baskında Rusya'dan getirilerek gizlice Türkiye'ye sokulan 106 adet sahra ve gece görüş dürbünü ele geçirildi. Dürbünlerin PKK'ya gönderileceği anlaşıldı. Operasyonda JİTEM'e çalışan Timurtaş da gözaltına alındı. JİTEM elemanının PKK ile ilişkisi herkesi şaşırtmıştı. ( Zaman, Aralık, 2008). Emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün 'JİTEM diye bir yapılanma olmadığı' yönündeki açıklamalarına itirafçı Abdülkadir Aygan'dan maaş bordrolu cevap geldi. 1993 yılına ait Jandarma Genel Komutanlığı'ndan aldığı maaş belgesini 'Nasname' adlı internet sitesinde yayınlayan Aygan, Küçük'ü yalanladı. Üzerinde sicil numarası ve görev yeri olarak 'JİTEM' yazısının bulunduğu bordroda, derece ve kademe bölümleri de ayrıntılı olarak yer alıyor. 'JİTEM' yazılı bordroya göre Aygan'ın 4,5 milyon lira maaş aldığı görülüyor. Veli Küçük, Ergenekon davasının 16 Aralık’ta yapılan duruşmasında JİTEM'in varlığını inkar etti, adı karanlık cinayetler ve faili meçhullerle anılan kuruluşun olmadığını savundu. Küçük'ün yaptığı açıklama, savunmasının hemen ardından belgesiyle yalanlandı. Hayatını Avrupa'da sürdüren Aygan, JİTEM'in kendisine düzenli maaş ödediğini anlatıyor: "Bu zat, milletin gözünün içine baka baka nasıl yalan söyleyebiliyor hayret ettim. Demek ki ben 9 yıl boyunca olmayan bir hayali resmî kurumda çalışmışım. JİTEM'in kurucuları arasında bulunan ve JİTEM gruplar komutanlığı görevini yürüten bu şahıs, şimdi çıkmış 'Böyle bir kurum yok.' diyor. Bu maaş bordrosuna ne diyeceksin bakalım? Dua et ki Türkiye'de hakkımda tutuklama kararı var ve duruşmalara katılamıyorum. Yoksa gelir o belgeyi gözüne sokardım." Güney’in verdiği adresi araştırınca ilginç bir bilgi ile karşılaştım. İsveç’te yaşayan, Ergenekon’da sanık ve tanık olabileceğini açıklayan, eski PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan, JİTEM’in yargısız infazla öldürdüğü mağdurlardan bazılarını, Güney’in bahsettiği yerin karşısına gömdüğünü, kitabında yazdı. Güney’in, BOTAŞ’a ait dediği tesisin, TPAO’a ait olduğu bilgisi gözümden kaçmadı. Bu eleştirimi Tuncay’a ilettim. Aygan yanlış yazmış, tesisin adının BOTAŞ askeri tesisi olduğu kesinleşti. Adalet Bakanlığı verilerine göre, 1 Ocak-31 Aralık 2001 arasında Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul, İzmir, Malatya ve Van DGM'ye, toplam 473 faili belli olmayan dosya geldi. Bu sayı, önceki yıllardan devir olan 17 bin 401 dosyayla, toplam dosyalar içinde yüzde 62.2'lik bir yer tutarak, 17 bin 874'e ulaştı Faili meçhul dosya sayısı, 18 bine yaklaştı. (Radikal, 2002) Diyarbakır’da Van’da pek çok yerde devam eden JİTEM’in faili meçhul cinayetleri davalarının Ergenekon davası ile birleştirilmesi talep ediliyor. PKK, militan Kürtler, Ergenekon’un PKK ile ilişkisini görmezden geliyor, ama cinayetlerinin üstünün açılmasını, Türkiye’nin sorumluluğu kabul etmesini istiyor. Üç yüzden fazla aydın bu cinayetlerin ortaya çıkartılması için bildiri imzaladı. Bundan sonraki süreçte, tarihî bir karar verilmesi gerekiyor. JİTEM adına çalıştığını ileri süren PKK itirafçısı, 45 yaşındaki Abdülkadir Aygan, kitabında, yazar Musa Anter'i öldüren timde yer aldığını iddia etti. Yaptığı itiraflarda, Diyarbakır'da 10 yıl önce kaybolan Murat Aslan'ın, Silopi'de gömüldüğü yeri tarif eden ve cesedinin bulunmasını sağlayan Abdülkadir Aygan, "en büyük eylemimiz Musa Anter cinayetiydi'' dedi. Timur Şahan ve Uğur Balık tarafından kaleme alınan 'İtirafçı' adlı kitapta, başından geçenleri anlatan Abdülkadir Aygan'ın itirafları bir döneme ışık tutuyor. PKK örgütü içinde Sason, Mutki ve Şirvan'da faaliyet gösterirken 1985 yılında örgütten kaçarak teslim olan ve 'Pişmanlık Yasası'ndan yararlanıp 1990 yılında tahliye edilen Suruç doğumlu Abdülkadir Aygan, bir süre sonra Cem Ersever'in girişimiyle JİTEM içinde çalışmalarda bulunduğunu açıkladı. JİTEM'de çalışırken, Malatya doğumlu Aziz Turan kimliğini kullandığını anlatan Aygan, 1 Eylül 1991 tarihinde, Jandarma Genel Komutanlığı Personel Başkanı Kurmay Albay Nurettin Çakır'ın 4313-119-92/kd. scl. sayılı yazısı ile 'genel idari hizmetler, istihbarat elemanı' sınıfından devlet memurluğuna alındığını belirtti. Aygan, yeni kimliği ile Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) iştirakçisi de oldu. 20 Ocak 1992'de Halkın Emek Partisi (HEP) Muş ili Malazgirt ilçesi Başkanı Harbi Arman'ın bir duruşma için Diyarbakır'a geldiğini belirten Aygan, Arman'ı Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın talimatıyla kaçırıp öldürmeleriyle ilgili şu iddiada bulundu: "Mahmut Yıldırım'ın bu şahsı istemesi üzerine, Harbi Arman'a, 'Bir ifade için bizimle geleceksin' dedik. Bir araca bindirdik. Gözlerini atkısıyla bağladık. 'Askeri birliğe götüreceğiz' bahanesiyle kent dışında bir köprünün altına getirdik. Uzman çavuş da Kalaşinkof ile tarayacaktı. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım, 'Dur onunla değil' dedi. Ben tuttum Yeşil tabancasıyla vurdu. Köprü altına gözleri bağlı öyle bıraktık.'' Gazeteci yazar Musa Anter'i öldüren timde yeraldığını iddia eden Aygan, bu timde Yeşil, Mustafa Deniz ve yine PKK itirafçısı olan 'Hogir' kod adlı Cemil Işık ile 'Şırnaklı Hamid'in yer aldığını öne sürdü. Cemil Işık'ın önceden Musa Anter'i tanıdığını belirten Abdülkadir Aygan, olayı şöyle anlattı: "Hamit, Musa Anter'in kaldığı otele gönderilerek, 'Hogir sizi bir evde bekliyor' diyerek otelden çıkarttı. Ben ve Hogir, Seyrantepe'de bekliyordum. Yeşil ve Mustafa Deniz, bizden biraz ileride bekliyordu. Hamit Musa Anter'i getirecekti, Hogir de öldürecekti. Ancak, bir süre sonra siren sesleri gelince aracımıza binerek JİTEM'e gittik. Bir süre sonra Hamit gelince, 'İş tamam' dedi. 'Neden yanımıza getirmedin' deyince, 'benden şüphelenince yolda indirdim 'öldürdüm' diye cevapladı.'' PKK İtirafçısı Abdülkadir Aygan, HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın'ın amcasının oğlu olan Sağlık-Sen Şube Başkanı Necati Aydın ile Ramazan Keskin ve Mehmet Aydın'ın öldürülmesi olayını da şöyle anlattı: "Bir olay nedeniyle DGM'ye düşmüşlerdi. Mahkemeden çıktıktan sonra 'Emniyete gideceğiz, bir ifadeniz unutulmuş' diyerek polisin gözü önünde tekrar arabaya aldık. İki araçla Silvan-Diyarbakır arasındaki Kağıtlı Karakolu'nu geçtik. Köprü yakınında ayrılarak tarlanın içerisine girdik. Binbaşı Abdulkerim Kırcı tarafından kurşun sıkılarak öldürüldüler. Bu olayda Uzman Çavuş Uğur Yüksel, 'Adıyamanlı Apo' kod adlı Uzman Çavuş Abdülkadir Uğur, ben, Kemül Emlük, Diyarbakır İstihbarat Tim Komutanı Yüzbaşı Tuncay Yanardağ ve Binbaşı Abdulkerim Kırcı vardı.'' Aygan, Gaffar Okkan'ın Diyarbakır Emniyet Müdürü olmasıyla JİTEM elemanlarının çalışmasının güçleştiğini ileri sürerek, bu konuda da şu iddialarda bulundu: "Gaffar Okkan'ın gelmesiyle Asayiş Şube Müdürlüğü kendi prensibiyle çalışmaya başladı. Bunlar, JİTEM elemanlarına göz açtırmıyordu. Daha önce itirafçılar, korucular, JİTEM elemanları kent içinde başına buyruk hareket edebiliyordu. İstedikleri kişileri yakalayıp 'Emniyet'e götürüyoruz' diyebiliyordu. Okkan döneminde faili meçhul cinayetler büyük oranda azaldı. İtirafçı Aygan, Diyarbakır'da izlemeye aldıkları gazeteciler, avukatlar, sendika başkanlarının isimlerinin de kendisi tarafından not edildiğini belirtti. (Balıkçı, 2005) Eski itirafçı Abdulkadir Aygan, JİTEM'de kalmasını Abdullah Öcalan'ın istediğini söyledi. Nasname adlı internet sitesinin sahibi Şükrü Gülmüş'e açıklamalarda bulunan Aygan, çarpıcı itiraflarda bulundu. Aygan, 1990'lı yıllarda memur olarak çalıştığı JİTEM'de yaşanan hukuk dışı eylemlerden sıkıldığını ve ayrılmak istediğini; ancak bu isteğinin Öcalan tarafından geri çevrildiğini söyledi. JİTEM'deki görevi sırasında, işlerin PKK içindeki durumdan daha vahim durumlara gireceğini anladığını ifade eden Aygan: "Ben bir başıma olsam, çeker giderim. Ama başta eşim ve dört çocuğum var. JİTEM'den kaçsam, öbür yandan beni hain ilan eden ve her an vurabilecek bir PKK var. Ben yakınlarım tarafından onlara haber gönderdim. Beni affetsinler. Burdan çıkmak istiyorum. Artık dayanamıyorum. Bana karışmasınlar yeter. Ama oralı olmadılar" dedi. Öcalan'ın adını vermek istemediği yeğenine, durumu anlattığını dile getiren Aygan: "Bu arada Avusturya'daki akrabam olan eniştesiyle görüştüm. Beni ordaki Şoreş ismindeki PKK'lı ve sorumlu bir bayanla görüştürdü. Durumları izah ettim. Faili meçhul cinayetleri ve bunları açıkladım. Fakat onlar beni sorgulayıp azarladılar. Umudum iyice kırıldı. Bulunduğum işe devam etmekten başka bir çarem kalmamıştı" diye konuştu. Öcalan'ın yakalanıp İmralı'ya götürülmesi sonrasında ablası Havva'nın, kendisiyle ilgili olarak, teröristbaşıyla konuştuğunu belirten Aygan, şöyle devam etti: "Havva İmralı'ya gitti. Durumu anlatmış. Öcalan 'Bizim Aygan ne yapıyor?' demiş. O da durumu anlatmış ve Öcalan, 'Orda kalsın, duruma bir bakarız.' demiş. Bana öyle haber geldi." (Birgün, 2006) 1958 doğumlu Aygan, 1985'te PKK'dan ayrılıp itirafçı olmuştu. Kendi anlatımıyla, öldürülen binbaşı Cem Ersever'in girişimiyle JİTEM'in ilk 7 kişilik kadrosunda yer almış. Yeni kimliğiyle (Aziz Turan), JİTEM'de 10 yıl çalışmış. Diyarbakır'da süren JİTEM davası çerçevesinde, diğer itirafçılarla birlikte yargılaması sürüyor. Yaşamını İsveç'te sürdüren Abdulkadir Aygan'ın İçişleri Bakanlığı resmi kayıtlarında şehit olarak geçtiği ortaya çıkmıştı. Bu arada Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Danıştay 2. Dairesi üyelerine ve Cumhuriyet Gazetesi'ne yapılan saldırılarla ilgili Alparslan Arslan'ın da aralarında bulunduğu 8 sanık hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi'nce verilen kararı bozdu. Daire, Ergenekon davası ile hukuki ve fiili irtibat bulunduğunun iddia edildiğini belirterek, birleştirilmesinin zorunlu olduğuna işaret etti. Üst mahkeme böylece son iki üç yıldır Türkiye'de meydana gelen olaylara yepyeni bir boyut katmış oldu. Şimdi bu olaylara rejimi koruma gözlüğüyle bir kere daha bakma zamanı geldi. Diktatörlerin olmadığı, rejim koruyucularının olmadığı İngiltere, Fransa, İsveç, ABD gibi ülkelerde nedense hiç rejim tehlike altına girmiyor. Nedense binlerce insan rejimi koruma gerekçesiyle ortadan kaybolmuyor. Rejimi koruma adı altında birilerinin serveti başka birilerine transfer edilmiyor. Veli Paşa’nın mahkemede rejimin büyük tehlikede olduğunu söyleyerek savunma yapması ve topu emir aldığı orduya atması inandırıcı bulunmadı. Gelelim Tuncay Güney’in “kilit adam ya da kara kutu” oluşuna ve asıl soruması gereken soruya… Tuncay, istismar edilmiş kim bilir kaç masum çocuktan sadece biri. Bu işlerin nasıl olduğunu anlamak için yine Ergenekon dokümanlarına müracaat etmek yeterli. İşsiz ve lümpen gençliğin nasıl istismar edileceği orada ayrıntılarıyla anlatılıyor. Yasin Hayal’lerin, Ogün Samast’ların, Erhan Tuncel’lerin silüetleri orada resmigeçit yapıyor. Tuncay Güney onların daha akıllısı… Kendisini nispeten de olsa ucuza kullandırmayacak kadar hesap kitap yapabileni… MISIR’IN ARADIĞI MOSSAD AJANI GÜNEY! "İçimde yahudilik vardı. Bir çok insan Türkiye'de dönmüş bir insan olarak yaşayabilir. Bugün Türkiye'de gizli din taşıyanlar vardır. Türkiye'de nasıl yaşamam gerekiyorsa yaşadım. Ama ben tanrının İsraili'ne inanıyorum ve mesihi bekleyenlerdenim. Ben mesihim demedim, beni deli saçması bir adam yerine koyup yıpratmaya çalıştılar. Ben deneyimsiz bir gazeteci değilim. Deneyimli ve birikimli bir gazeteciyim. Dünyanın bir çok ilgisi üzerimde. Ortadoğu hakkında bilgisayarıma teknik cihazları takıp bilgi alıyorlar. Talabani ve Barzani ile de görüşüyordum. Gazeteciler benden yardım istiyordu Kuzey Irak'a gitmek için. Ben CIA ve MOSSAD ajanı değilim, Ergenekoncuları da ben ispiyonlamadım. İşkence altına alındım." (32. Gün, Ağustos 2008) Güney bu sözleri 32. Gün’de kullandı. Ama kimse inanmıyordu. Herkes onu MOSSAD ajanı sanıyordu. Reddetse de, bu izlenimi veren kendisiydi. Ergenekon'un yeni avukatı Öcalan, tutuklu emekli albayın kendisiyle görüştüğü söyleyen Öcalan'a göre Ergenekon'u MOSSAD çökertiyordu. Teröristbaşı Abdullah Öcalan, devletin PKK'ya yönelmeden önce bazı sol örgütleri kontrolüne almaya çalıştığını açıkladı. Öcalan, avukatları ile yaptığı görüşmede, Ergenekon terör örgütü ile ilgili önemli önemli iddialarla bulundu. Güney’e göre, Öcalan bu iddiaları benim yazılarıma bakarak söylüyor. Öcalan’a, Aydınlık’a, Doğu Perinçek’e ilham veren Faruk Arslan’mış, bu nedenle kendisini MOSSAD ajanı olmakla suçluyorlarmış. Bana bu nedenle sitem ediyordu bana. Ona 4 Ekim 2008’de şu yanıtı gönderdim: “Tuncay, Dün Türkiyede çıkan Newsweek’ten Semin hanıma, Ergenekon ve seninle ilgili olarak, bir saat mülâkat verdim. Hep seni sordu; doğruları söyledim. Tuncay bey, sizin anlattığınız gibiyse, gerçek hayatını anlatsın, Ergenekon davası daha da güçlenir, dedi muhabir. Haklı. Karmaşık görünen ilişkilerin kafalarını karıştırıyor, tam bir şehir efsanesi oldun. Başkası gibi olma kendin ol, olmadığın gibi görünmeyi bırak, ‘pretend’ yapma artık. Muhabire de aynı yorumu yaptım. Ergenekon’un sokaktaki bu adamlarını temizleme işinde, bir konsensusün varolduğu görünüyor. ABD, AB, İsrail, TSK, masonlar ve baronlarımız, tüm kirli işleri, faili meçhulleri illegal JİTEM’e ve bu küçük günah keçisi Ergenekonculara yıkıp, kendilerini temize çıkaracaklar. Böylece, Türkiye AB’ye girecek. Plan bu. Sonra da yeni bir Ergenekon sistemi kuracaklar. 100 kişiyi suçlama da, 4000 kişilik yapılanma da iş değil. Ak Parti’nin işi değil bu operasyon, onlarında işine geliyor konjonktürel olarak. Bunca işi yapan Ergenekon’un, hani nerede dış istihbarat ayağı, finans odakları, baronları, bankamatik danışmanı emekli generalleri? Herkes olayın ideolojik savaş değil, ekonomik savaş olduğunu biliyor. O zaman neden, ekonomiyi kontrol etmek için bunca yıldır fitne çıkaran baronlara uzanamıyorlar?” Gelelim CHA’nın yaptığı habere. PKK ile Ergenekon arasındaki bağlantıların tartışıldığı günlerde Öcalan, yeni bağlantıları gündeme getirdi. Öcalan, Ergenekon terör örgütü ile MOSSAD arasında ilişki olduğunu ileri sürdü. Ergenekon'un deşifre olmasında katkısı olan Tuncay Güney'in MOSSAD ajanı olduğunu belirten Teröristbaşı, MOSSAD'ın da Ergenekon terör örgütünün tasfiyesini istediğini savundu. Ergenekon terör örgütü davası kapsamında tutuklanan emekli Albay Atilla Uğur'un Genelkurmay adına kendisiyle görüştüğünü hatırlatan Öcalan, "ben buraya getirildiğimde de Genelkurmay adına Atilla Uğur benimle görüşmüş, bana 'bu sorunu kendi aramızda çözelim' demişti" dediğini aktardı. (CHA, Ekim 2008) Öte yanda Mısır’ın başkenti Kahire’de devam eden bir casusluk davasında gıyabında yargılanan ve 15 yıl hapse mahkûm olan ‘Tuncay Bubay’ isimli MOSSAD ajanının aslında, Tuncay Güney olduğu öne sürülüyordu. Dünya medyasınca MOSSAD ajanı ilan edilen Güney’in, Toronto bağlantılarına dair, ilk haberleri 2007 başında yazan gazeteciyim. Bu haber 15 Ocak 2007, Canada Türk nüshasında ve Platform dergisinde yayımlandı. Daha sonraları Voice Of America, El Cezire, The Daily Star Egypt ve Daily News Egypt gibi internet sitelerinde yayınlanan haberlere göre, olay şöyle gelişti: Mısır istihbaratı 2002 yılından beri, Muhammed Essam Günam El Attar, ve onu devşiren biri İsrailli, ikisi TC–İsrail çifte vatandaşı olan, üç MOSSAD ajanının peşindeydi. Türk ajanlar, El Attar ile, El Ezher Üniversitesi’nde öğrenci iken, 2001 yılında Türkiye’ye turist vizesiyle giriş yaptığı sırada, temasa geçti. İsrail istihbarat teşkilâtı MOSAD adına çalışan Türk vatandaşları Kemal Kosba ve Tuncay Bubay, Mısır ve Türkiye’de yaşayan Araplarla ilgili bilgi sağlaması için El Attar’ı ikna ettiler. El Attar’ı önce Ankara’ya götüren Türk ajanlar, daha sonra 2003 yılında onu Kanada’ya gönderip bu ülkenin vatandaşlığına geçirdiler ve bir bankada işe yerleştirdiler. El Attar, bankanın bilgi işlem sistemini kullanarak, Mısırlı vatandaşlarının ve diğer Araplar’ın finansal işlemleri hakkında MOSSAD’a bilgi sızdırıyordu. Üç yıl boyunca Kanada ve Türkiye arasında mekik dokuyan El Attar, Mısırlı diplomat ve işadamlarına ‘kadın’ bularak ilişki kuruyor ve topladığı tüm bilgileri MOSSAD'a aktarıyordu. El Attar’ın işsiz ve eşcinsel Arap gençlerini, menfaat karşılığında kullanarak, İsrail için bilgi topladığı da iddialar arasındaydı. Mısır Başsavcısı Hişam Bedevi önderliğinde, beş yıl süren operasyon, ailesini ziyaret etmek için ülkesine dönen El Attar’ın, 1 Ocak 2007’de Kahire’de yakalanmasıyla son buldu. Mısır medyası, İsrail hesabına çalışmakla suçladığı El Attar’ın, eşcinsel ve siyonist olduğunu ileri sürerken, 1973’te İsrail’e karşı savaşan pilot babasının oğlunu reddettiğine ilişkin haberlere de sayfalarında yer verdi. Polisteki ifadesinde, savcılığın elindeki bilgileri doğrulayan El Attar, kendisini Türkiye’de MOSSAD ajanı yapan kişinin ‘Daniel Lévi’ olduğunu söyledi. Fakat, çıkarıldığı ilk duruşmada, kendisini izleyen gazetecilere, itirafının işkenceyle alındığını söyledi. Kahire Savcılığı ise bir kez daha, El Attar’a Mısır’a karşı ajanlık yaptıran kişilerin Kemal Kosba ve Tuncay Bubay adlı Türk MOSSAD ajanları olduğunu öne sürdü. Mısır, El Attar’ın casusluk davasının devam ettiği günlerde, İsrail hesabına casusluk yapmakla suçladığı ikisi Türk asıllı üç İsrail vatandaşının yakalanması için İnterpol’e başvurdu. Adının açıklanmasını istemeyen bir savcılık yetkilisi, Fransız haber ajansı AFP’ye, "Mısır, kayıp olan üç MOSSAD ajanının, aynı şebekenin daha önce ele geçirdiğimiz Mısırlı üyesi Muhammed Essam Günam el Attar ile birlikte yargılanmak üzere yakalanması için İnterpol’e resmen başvuruda bulunmuştur" diyordu. AFP’nin haberi, 6 Şubat 2007 tarihli Türk gazetelerinde de yer aldı. Kısaca Mısır, MOSSAD ajanı olmakla suçladığı Kemal Kosba ve Tuncay Bubay isimli iki kişinin yakalanması için ‘kırmızı bülten’ çıkardı. Casusluk davasının 22 Nisan 2007’de görülen karar duruşmasında, El Attar’ın avukatı İbrahim elBasyuni, müvekkilinin baskı ve işkence altında suçlamaladı kabul ettiğini, bir kez daha tekrarladı. Ancak mahkeme, Muhammed El Attar'ın 15 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmasına karar verdi. Öte yandan, El Attar'a yardım ettikleri öne sürülen ve Mısır'ın İnterpol aracılığıyla Türkiye'den istediği hem Türk, hem İsrail vatandaşı Kemal Kosba ve Tuncay Bubay da gıyaplarında yargılandı. İki Türk, “Mısır aleyhine casusluk yaptıkları” gerekçesiyle, 15'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. İsrail ise, El Attar'ın kendilerine çalıştığını reddetti. Daha önce de sahte Kanada pasaportu kullanan iki MOSSAD ajanının, Ürdün'de suikastlara karışmasının ardından Kanada hükümeti, İsrail'e nota vererek durumu protesto etmişti. Hatta, El Attar’ın yakalanmasından sonra, Kanada’da yayımlanan The Gazette isimli bir gazetedeki makalede, son 30 yıldır İsrail istihbarat örgütlerinin kendilerine sahte Kanada pasaportu yapmak gibi sağlıksız bir alışkanlıkları olduğu eleştirisine yer verildi. İlk yazan olduğum için, bizzat biliyorum; Tuncay Güney, Daniel Lévi ve Tuncay Bubay kimliklerini kullanıyor. 2001’de Tuncay Güney’in evinde yapılan aramada çok sayıda sahte kimlik bulunduğu zaten biliniyor. El Attar’ın 2001’de İstanbul’a gelmesi ve Tuncay’ın o tarihten sonra ortadan kaybolması, her ikisinin de eşcinsellik iddiaları, Kanada’da yaşamaları ve sahte isimdeki benzerlikler, ilginç detaylar. ABD ve Kanada'daki istihbarat kaynakları, Güney'i ciddiye almıyorlar ve "güvenilir olmadığını" belirtiyorlar. Güney'i yakından tanıyanlar Güney'in kullanılabileceğini ama ajan olacak yetenek ve özelliklere sahip olmadığını, ortalarda çok göründüğünü belirtiyorlar. Yine de "MOSSAD (İsrail istihbarat örgütü) İstanbul'daki yıllarından başlayarak onu kullanmış olabilir. Zaten böyle görünmeyi sever. Bir keresinde bir arkadaşına MOSSAD'dan kendisine para ödendiğini gösteren bir banka dekontu göstermiş. Onun yakınındaki bir arkadaşım bu dekontun sahte olduğundan emin. Güney, Mısır tarafından aranıyor. Güney'in bir dönem Toronto'da aynı evi paylaştığı adını vermek istemeyen bir kişi de, Attar ile farklı bir isim altında Güney'in arkadaşı olarak tanıştığını gayet iyi hatırlıyor. Ama Mısır Interpol'u arama çıkarmasına rağmen RCMP tarafından Güney'in tutuklanmaması masum olduğunun, daha doğrusu MOSSAD elemanı olmadığının göstergesi. İşin doğrusu, Mısırlı Muhammed Attar, 10 yıldır ülkesi Mısır’dan kaçmış bir düzenbaz. Ankara’da Bilkent’de okuduğunu söylüyor, tabi ki yalan. Toronto’da gelmiş Güney’i bulmuş, kendini Yusuf Joseph olarak tanıtmış. Sadece arkadaşlar. Attar’ın homoseksüel olduğu doğru. ABD’de zengin akrabaları olduğunu söylemiş, yalan olduğunu arkadaşları sonradan anlamışlar. Kanada pasaportunu cebine koyan Attar, kendini güvende sanarak ülkesine tatile gidiyor. Bunca zamandır kayıp Attar’ın Kanada pasaportu taşımasından şüpheleniyorlar. MOSSAD ajanı olmasından kuşku duyuyorlar. Akıl almaz işkencelerle konuşturmaya çalışıyorlar. Elektirik veriyorlar, öldüresiye döve döve leşini çıkartıyorlar. Bu kadar işkenceden sonra Attar, Tuncay’ın kullandığı sahte isimleri veriyor. Halbuki Attar’da sıradan biri, MOSSAD elemanı olması ihtimal dışı. Tıpkı Tuncay MOSSAD’ın elemanı olmadığı gibi. Kanada İstihbaratı CSIS, bir ekiple Mısır’a gidip Attar’ı geri getirmek istesede vermiyorlar. İltica etmiş biri olan Attar’ın gerçek hayat hikayesini Kanadalı makamlar sunuyor, ama Mısırlılar inanmıyor. Yakın geçmişte sahte Kanada pasaportu kullanan MOSSAD ajanları çeşitli siyasi suikastlar gerçekleştirmişler. Kanadalılara göre, Attar’ın en büyük hatası Kanada pasaportu alırken kendi ismini kullanması ve arandığı ülke Mısır’a gitmesi. Eğer ismini mesela Tim yapsaydı geri almaları mümkündü. Dolayısıyla Kanadalılar, Tuncay Güney’in bu olayda günah keçisi yapıldığını biliyor. Ağır işkence gören Attar, Toronto arkadaşlık yaptığı Tuncay’ı MOSSAD diye pazarlayarak işkenceden kurtulmuş. İyi arkadaş oldukları için Güney’in MOSSAD olmadığını, Daniel Levi ismini sırf hava olsun diye kullandığını biliyor. Bu nedenle Mısır İnterpol, Daniel Levi ve Tuncay Bubay kod ismini kullanan Tuncay Güney hakkında arama çıkartmasına rağmen Kanada istihbaratı CSIS ve polisi RCMP, Güney’i tutuklamıyor. Çünkü Güney’in aynen Attar gibi MOSSAD’a çalışmadığını, gariban iki sığınmacı olduklarını biliyorlar. Toronto’daki Yahudilerde durumun farkında, bu konuda yıpranmamak için konuşmamayı yeğliyorlar. Zaten Tuncay’ın aklı başında Yahudilerle irtibatı bulunmuyor. Arkadaş çevresi kendisi gibi beş parasız göçmenler. Bu arada 22.07.2008’de Ümraniye soruşturması kapsamında tutuklanan, gazeteci Vedat Yenerer’in avukatı, Tuncay Güney hakkında “Kırmızı Bülten” ile arama kararı çıkartılması ve ifadesinin alınması istemiyle mahkemeye başvurdu. Avukat Vural Ergül, hazırladığı dilekçeyi, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne verdi. Dilekçede, Tuncay Güney’in soruşturma kapsamında savcılıkça ifadesinin alınmadığı dile getirilerek, bu kişinin, “Ergenekon terör örgütünün kuruluş metnini bizzat kendisinin yazdığını söylediğine” yer verildi. Dilekçede, Güney’in, halen Kanada’da herkes tarafından bilinen bir adreste, “Daniel Lévi” ya da “Daniel Güney” ismi ile “haham olarak” bulunduğu öne sürülerek, şöyle denildi: “Şahsın atılı suçlamaların esasına etkili ifadesi alınmadan hazırlanan iddianamenin iadesini talep ile suç duyurusunda bulunduğumuz şahsın soruşturmanın esasına ilişkin sorgusunun yapılabilmesi için hakkında Kırmızı Bülten ile Interpol’den arama kararı çıkartılması ve adı geçen şahsın temin edilmesi ile birlikte müvekkilime atılı suçun sübutuna etki edeceği mutlak sayılan ifadenin tamamlattırılması suretiyle iddianamenin yeniden düzenlenmesini istiyoruz.” Güney, Vedat Yenerer’i Ergenekon yapısı içinde hatırlamadığını söylüyor. Kısacası, Kanada makamları Mısır’ın zoruyla İnterpol arama çıkardığı için Güney’i aramıyorlar. Bu konuda Kanada makamlarından Türk Emniyet’ine istek üzerine bilgi gidiyor. Türk makamları, Güney’in iadesi için dosya hazırlamıyor. Kanada, İnterpol’un tutuklama emrini zaten istesede uygulayamaz, çünkü Güney iltica kanuna göre, her iltica başvurusu yapmış fert gibi halen korunması gereken biri. Kanadalılar için Türkiye, insan hakları ihlaleleri ve faili meçhul cinayetleri ile sicili bozuk bir ülke. Uzun süredir statüsüz yaşadığı halde Tuncay’in sınırdışı edilmemesi, iltica mahkemesinin uzamasından kaynaklanıyor Güney zaten Kanada’nın avucunun içinde, bu nedenle aramalarına ihtiyaçta yok. Sadece Mısırlılar Güneyden şikayetçi ve güvenliklerini tehdit eden MOSSAD elemanı diye arıyor. İlginçtir ki, ne Kanada makamları İnterpol’un arama çıkardığı Güney’i arıyor, ne de Türk makamları Güney’in iadesi için dosya hazırladı. Sadece Mısırlılar Güneyden şikayetçi… YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN İLTİCA MACERASI Güney, ABD'ye nasıl kaçtığını şöyle anlatıyor: 'Sorgudan sonra, Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan bana, 'S... git bu ülkeden, herkesin başını belaya sokacaksın' dedi. Yurtdışına çıkış yasağım vardı. Atatürk Havalimanı'nda emniyet müdür yardımcısına ve bir polise 600 dolar rüşvet vererek çıkış yaptım. Polis sorgusundan üç gün sonra buluştuğu emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün kendisine, "Git Amerika'ya ve 10 yıl gelme" diyor. Güney, şunları söylüyor: "Bu aslında bir tehditti. 'Senin sorgulanmanı aslında Tantan istedi. Seni bir daha alıp sorgulamak istiyorlar. Adil Serdar Saçan seni her an yine alabilir. Git buralardan ve 10 yıl gelme' dedi. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan da o günlerde, Tapınak Şövalyeleri'nden bahsediyordu. Tantan'ın, ülkeyi ele geçirmeye çalışan Tapınak Şövalyeleri'nden kastı, Ergenekon örgütüydü. Veli Küçük, bana 'Git' dediğinde, matematik hatası yaptı. Veli Küçük, hep rakı masasında karar verir, kimlerin öleceğine. Şundan eminim, bana 'Git' dedikten sonra, bir rakı masasında da benim ölüm kararımı aldı ama iş işten geçmişti.' Aydınlık gazetesi çalışanları kaçması için yardımcı oluyor. Hüseyin Karanlık havalimanı polisi ve müdürü görmesini sağlıyor. Manhattan’da kaldığı Otelden kısa sürede çıkıyor, çünkü parası yetmiyor. Güney gibi gazetecilik yapmış biriyle, ABD İstanbul Konsolosluğundaki Robert Person’un dostluk yapması ve 10 yıllık gazeteci görünümü vermesinde anormal bir durum yok. Ancak, bir yıl boyunca koridorlarını aşındırdığı Aydınlık dergisi, aynı fikirde değil. 3 Şubat 2008 tarihli sayısında yayımlanan haberde, Tuncay Güney'in ifadesi alınmadan önce, CIA'nın avucuna düştüğünü ileri sürüyordu. Saptanan ilk ilişkiler, 2000 yılında CIA'nın İstanbul'daki Operasyon Şefi ile Meşrutiyet Caddesi’ndeki Amerikan Başkonsolosluğu'nda görüşmelerle başlıyor. Tuncay Güney, o sırada CIA şefi sayesinde, ABD'den 10 yıllık vize aldığını çevresine açıklıyor. İngilizce bilmeyen Tuncay Güney, Amerika'daki yaşam hayâllerini yakınlarına anlatıyor. (Aydınlık, Şubat 2008). Güney'in ABD'de yaşadıklarına dair çok az şey biliniyor. Yakın çevresine anlattığına göre Güney, New York'taki ilk günlerinde büyük zorluklar çekti. MİT'e ait bir binada bir yıl yaşadığı yanlış, dezenformasyon. 2 hafta dolmadan kaldığı otelden ayrıldı. Günde 16 saat bir benzin istasyonunda çalışıyordu. Ancak o dönemde, kimi aracılar sayesinde Howard Williams adında bir Evanjelist ile tanışmış. Protestanlığın radikal bir yorumu olan Evanjelizm'de Eski Ahit yani Tevrat inançlarının tek kaynağı. Evanjelistler Eski Ahit'te bahsedilen Yahudiler'in Tanrı'nın seçilmiş halkı olduğu dogmasını onaylıyorlar. ABD Başkanı Bush'un da bağlı olduğu bu grup, ABD'de en hızla büyüyen dinsel topluluk. Güney'i hem Türkiye'den hem Kanada'dan iyi tanıyan ve kimliğinin gizli tutulmasını talep eden bir kişi, onun Türkiye'deyken son yıllarda Kitabı Mukaddes Yayınevi'yle yakın ilişkide olduğunu belirterek muhtemel aracılara da işaret ediyor. Türkiye'de bir kilisede görevli ve adının saklanmasını isteyen bir Protestan papaz da bu ilişkiyi doğruluyor: "Güney Milliyet gazetesinde çalışırken bizim kiliseye gelip Hıristiyan olmak, ABD'ye gitmek ve İngilizce öğrenmek istediğini söylemişti. Altı ay gelip gitti, İngilizce derslerine katıldı." Bu papaz Williams'ı tanıdığını belirtse de Güney'in orada Williams ile ilişki kurmasına aracılık etmediğini, bu konuda bilgisi olmadığını söylüyor. Güney'e ABD'de bulunduğu süre içinde ve sonrasında da çok yardımcı olan, adeta ağabeyi, fikir babası gibi gördüğü kişi Mardin Dargeçit doğumlu Ermeni veya Süryani olduğu sanılan Yakup Can. Newsweek’teki kendi ifadesiyle, "1978'de hayatını insanlığı nurlandırmaya adayan bir din adamı." Hıristiyan kelimesini tercih etmeyen Can, inancını "Mesih'in bir imanlısı" yani Evanjelist olarak tanıtıyor. Can, Güney ile tanışmasını şöyle anlatıyor: "Bir gün, Williams birader beni aradı ve 'Yanımızda çok donanımlı, sorulan olan bir genç var. Size yönlendirebilir miyim' diye sordu. Hemen kabul ettim." Can, Güney'i ilk kez gördüğünde çok kötü durumda olduğunu anlatıyor. Yakup Can, çok farklı bir şahsiyet. Milyon dolarlara hükmeden bir misyoner. 10 yıllık vize ile ABD’ye Güney giriş yapmasına rağmen 6 aylık kalma izni veriliyor ve tekrar uzatmak istemiyorlar. Can ve Güney, uzun bir süre Güney'in çalıştığı benzin istasyonundaki tek izin günü olan perşembeleri, saat 12:00'den akşam 20:00'ye kadar Eski Ahit üzerine çalışmışlar. Can’ın Amerikalı yetkililere gidip vizesini uzatma talebine 11 Eylül sonrası ortamda sıcak bakmıyorlar, Güney’in hesabında 100 bin dolar olması gerektiğini söylüyorlar. Yakup Can, kilisesi adına hemen çıkartıp bir milyon dolarlık çeki Tuncay Güney adına yazıp Amerikalı yetkiliye sunuyor. Ancak bu tavır tam tersi etki yapıyor. Amerikalı yetkili, ‘beş milyon dolar yazsanda bu şahsın vizesini uzatmayacağım’ diyor. Can, "Güney 2004'te din değiştirmeye karar verdi ve bir kilisede yanımda vaftiz oldu" derken, Güney ise "ifadesi Yakup Beyi bağlar" diyerek yorumunu yapıyor: "Vaftiz, Hıristiyanlık üzerine bir kilisede olur. Ben kilisede hacın altında hiçbir şey olmadım. Söylediği yer, bir İsrail evidir." Güney'in adının geçtiği New York Institute adlı kuruluşun da, Güney tarafından gazetecilik ve araştırma faaliyetlerine devam etmek için kurulduğunu anlatıyor. Internet sitesinde adı 'müdür" olarak geçen Can, bunu Güney'in ricası üzerine kabul ettiğini ancak hayatta insanlara yardım etmek dışında hiçbir işi olmadığını, politikayla asla ilgisi bulunmadığını ekliyor. Can, beraber geçirdikleri günler, dersler boyunca Tuncay'ın samimiyetine ve iyiliğine tamamen inanmış, "Tuncay için canımı veririm" diyor. Bugüne dek kendisine her anlamda yardımda da bulunmuş. Oturma izni ve vatandaşlık gibi konulardaki sorunlardan dolayı ABD'de kalması imkânsız hale gelen Güney'i Kanada sınırına kadar kendi aracıyla götüren de o, ihtiyacı olduğunda kendisine para gönderen de. Tuncay'ın hayatının tehlikede olduğunu insanlardan duyduğunu belirten Can, "Çok endişeliyim" diyor. Can’ın Güney için 2004’de vaftiz olmak için ABD’ye geldiğini ima eden beyanatı hatalı. Çünkü Güney, 2001 yazında Türkiye’yi terkediyor, 2002 yılı başında Kanada’ya iltica ediyor ve geri dönemiyor. Güney, Kanada’ya 14 Şubat 2004’te girdiğini, iltica başvurusunun da 1.5 yıl önce sonuçlandığını söylüyor, ama durum öyle değil. Kanada mahkeme kayıtlarında, 2004 yılında Göçmen ve Mülteci Komisyonu’na sunulmuş bir müracaat dilekçesi kamuya açık. 16 Haziran 2004 tarihli belgeye göre ismi ’X’ olarak belirtilen Güney’in 32 yaşında olduğu ve komisyondan mülteci koruması talep ettiği belirtiliyor. İsmini vermek istemeyenler X konuyor. Güney, 2002 kışında geldiği Kanada’da avukat bulamaması, daha doğrusu ilk avukatu İstanbul doğumlu Yahudi avukat Annita Legget’in davayı almaktan vazgeçmesi nedeniyle başvutu ancak 2003 yılında yapabildi. Hürriyet muhabiri Tolga Tanış, kısmen yanlış şu bilgileri yazdı: Avukatı, Kürt - Alevi kimliği nedeniyle Türkiye’de baskı gördüğünü iddia edip Kanada’ya iltica başvurusu yapmış Türklerle de ilgileniyor. Kanada Hükümeti’nin dar gelirlilere ücretsiz avukatlık hizmeti sağlamak için kurduğu ’Legal Aid Ontario (Ontario Yasal Yardım)’da çalışıyor. Güney’in davası hakkında yorumda bulunmadı. "Notlarımı kontrol etmem lazım, sizi daha sonra arayacağım" dedi ama bir daha konuşmadı. ’Diğer mültecilerden farkı yok’ kararı Belge, Tuncay Güney’in iltica başvurusunda belirttiği argümanları ele alıyor ve bunların yeterli olmadığı sonucuna varıyor. Buna göre, Güney, detaylı bir sorgulamaya uğramak istemediğini, kaçtığı ülkede devlet tarafından kötü muameleye maruz kaldığını, travma yaşadığını, cinsel baskıyı da içine alan kültürel farklılığa uğradığını iddia etmiş. Ayrıca bir psikolog tarafından hazırlanmış, konsantrasyon problemi ve hafıza kaybı sorunu yaşadığını gösteren rapor sunmuş. Avukatının, Güney’in durumu için "İstisnai şartlar var" demesine rağmen, kararda "Diğer mültecilerden hiç farkı yok" deniyor. Yahudilerden tanıyan yok Evanjeliklerle dolaşıyor Güney’in iltica başvurusuyla ilgili son durumunu gösteren belgeler gizli. Ancak ilk başvurusunu cinsel kimliğine dayandırarak yapan Güney’in, daha sonra savunmasını ’hahamlığını’ vurgulayarak dini bir gerekçeye kaydırmış olması muhtemel. Kanada Hükümeti, dini baskıları gerekçe göstererek sığınma isteyenlere eskiden beri çok anlayışlı davranıyor. Türkiye’den Kanada’ya giden diğer Türkler de bu yüzden genelde iltica başvurularını din zeminine oturtuyor. Tuncay Güney, Yahudiliğin mesih inancına bağlı olan, ’Mesihçi Yahudilik’ kanadından olduğunu söylüyor. Ancak Yahudiler, normalde Hz. İsa’nın mesih olduğuna inanmıyorlar ve bu yüzden ’Mesihçileri’ Yahudi değil, Hıristiyan olarak görüyorlar. Kanada’da Tuncay Güney’in çevresi de onu Yahudiden çok bir Hıristiyan olarak tanıyor. Çevresi İranlı dolu. Güney’in MİT’le ilişkisini gösteren belgede, "İpek" kod adıyla İran Masası’nda görev yaptığı yazıyordu. Kanada’daki ilişkilerine bakınca, hálá İran’dan ’dost edinme’ alışkanlığını sürdürdüğü görülüyor. Ayrıntılar şöyle: Institute of New York için web sitesi hazırlayan Vahid Garousi, bir İran Azerisi. Eldar Miyanali de, büyük ihtimalle Garousi’nin kullandığı takma isim. İnternet forumlarında, hem ’Vahid’ hem ’Eldar’ adıyla, İran’daki Azerileri savunan, üst üste atılmış milliyetçi yazılar var. En son oturduğu evin sahibi İranlı bir doktor. Ona evi ayarlayan da Toronto’da fayans işi yapan başka bir İranlı. Eski evinde oturan Türk’ün söylediğine göre, ayrıca Kanada’ya gelen birçok İranlı’nın mültecilik işlemleri için koşturmuş. Dışı Yahudi olabilir ama içi ateşli bir Evanjelik TUNCAY Güney’in Toronto’da en yakın olduğu kişi, Tim Stevens adında Evanjelik bir Hıristiyan. Güney’in Tim Stevens ile olan bağı, New York Institute adlı internet sitesiyle başlıyor. Stevens, sitenin sorumlularından gözüküyor. Karısı Colleen ile Toronto’da uluslararası öğrencilere yönelik bir eğitim programı yürütüyorlar. Yurtdışından geçici süreliğine gelen ya da Kanada’da eğitim gören öğrencilere hem İngilizce öğretiyorlar hem de İncil eğitimi veriyorlar. Bağlı bulundukları Alberta merkezli International Student Ministries Canada (ISMC), bir misyonerlik örgütü. Stevens çifti, organizasyonun Toronto temsilcisi. ’Tuncay istedi, size konuşamam’ Broşürlerinde hangi gün hangi kilisede ne eğitimi verileceği, hangi görevlinin sorumlu olduğu belli. Telefon numaraları, adresler, her şey net. Ancak Tuncay Güney hakkında konuşmak istemediler. Colleen Stevens, bunu Tuncay Güney’in istediğini, kesinlikle bilgi vermeyeceğini söyledi. Sonra da telefonu kapadı. Bir müstahem de, Stevens’ın işleri nedeniyle gittiği kiliseden tanıdığı Güney’in Evanjelik olduğuna yemin etti. "Dışı Yahudi olabilir ama o çok ateşli bir Evanjelik" dedi. Toronto’daki hiçbir Yahudi örgütü, Güney’in içinde yer aldığı sinagog ve örgütlerden haberdar değil. Toronto’daki Yahudi Federasyonu Başkan Yardımcısı Howard English, Tuncay Güney’i tanımadıklarını, haham olduğunu iddia ettiği sinagogu bilmediklerini, kurduğu internet sitelerinden de haberleri olmadığını söyledi. Toronto’da Mesihçi Yahudilerin hepsini tanıyan Haham Michael Skobac da, böyle bir ismi daha önce hiç duymadığını belirtti. Howard English’in bahsetmesi üzerine konuyu biraz araştırmış Skobac; "Sitelerine girdim, orada yazan e - posta adresine mesaj attım ama kimse yanıt vermedi" diyor. (Hürriyet, Aralık, 2008). Can’ın, Kanada Göçmenlik Bakanlığı’na Güney’e statü vermeleri için yazdığı referans mektubu inanılmaz komik. Güney’i ‘Mesih’in askeri’ olarak tanıtan Can, eğer ona Kanada vatandaşlığı vermez iseniz yarın pişman olabilirsiniz mahiyetinde tehditkar ifadeler kullanıyor. Bu mektup, Güney’in davasına çok olumsuz yansımış, iki yıl mahkeme günü vermeyip süründürmüşler Güney’i. Davasının uzun sürmesinin sebeplerinden biri bu karanlık ilişkileri. İlk çıktıği duruşmada hikayesine inanmayıp bir sonraki mahkemeye gün verilmemiş. Yıllarca zavallı Tuncay mahkemeden gün bekledi. Beklediği tarih, ancak Mohammed Attar, Mısır'da gözaltına alındığı 2007 başında verildi. Şubat 2007’de ilk çıktığı mahkemede çapraz sorularla 7 saat terletilen Güney’e sürekli Attar ile ilişkisi soruldu. CIA ile bağlantısını ispatlamak için kullanılan meşhur web sayfası ise oldukça amatör bir çalışmadır. Posta adresi: PO Box 353 Dumont New Jersey 07628. New York Institutes sitesinin telif hakları “lifezion.inc” adlı internet şirketine ait. Bu şirket ise, Güney Kore merkezli “Today and Tomorrow Co.Ltd” isimli şirkete ait. http://www.instituteus.com/news/turkish/ bağlantısında Tuncay Güney’in fotoğrafının yanında “Editor in Chief” yazıyor. Türkçesi Genel Yayın Yönetmeni. Müdür sıfatıyla bir başka Türk ismini görüyoruz: Yakup Can. Bir tek Can’ın fotoğrafı yok. Can, ABD’de yaşıyor, ABD’de değil. Murat Özcan ve Melis Nacar ise İngilizce’ye uyarlanarak Morad Ozjan ve Meliss. T. Nacar şeklinde yazılmış. Ekibin diğer üyeleri ise: Vahid Garousi, Estelle Swettenham, Tim Syevens, Renat Elizarov, Aleksander Ivanov. Tuncay Güney’in sitesinin yan tarafında “Congregation Melech Yisrael” diye bir başlık var. Tıklayınca başka bir siteye geçiliyor. Hz. İsa’yı peygamber olarak benimseyen bağnaz bir Yahudi tarikatının resmi sitesi. Yahudi sever siyonist bir arkadaş grubu. Güney, Kanada’ya ilk geldiğinde kaldığı sığınma evi Katoliklere ait ve başında Alman kökenli Tim adlı bir iyilik meleği var. CIA'ya ait denilen meşhur web sayfasında adı geçen Tim, Güney’in hayatında en önemli rol oynayan ikinci isim. Yakup Can’dan sonra bu Tim, ne zaman başı sıkışsa Güney’in imdatına koşan, para yardımı yapan, ev, iş bulan yardımsever bir insan. Pape caddesinde Kilisenin bodrum katında faliyet gösteren dil kursuna yabancı öğrenci getirme konusunda Tuncay yardımcı oluyor. Tuncay, bu dönemde Tevrat’dan çok Tim’in hediye ettiği İncil’i okuyor. Tim sağlam bir Hristiyan, herkesi Hristiyan yapmaya çalışıyor, Güney onun bu zaafından yararlanıyor ve sık sık parasını çekiyor. Amerika’daki günlerinden itibaren hep birtakım web siteleri kurmuş. Bu konuda teknik bir bilgisi yok, ama her seferinde yine kendisine yardım edecek birilerine ulaşmış. www.instituteus.com: New York Enstitüsü adında, gerçekte var olmayan bir kuruluşa ait. Sağda soldan toplanmış haberlerle dolu, gelişigüzel hazırlanmış bir site. Künyede Tuncay Güney sitenin genel yayın yönetmeni gözüküyor. Diğer 3 sorumlu olarak da, Yakup Can, Tim Stevens ve Renat Elizarov’un ismi var. Daha önce çok daha fazla isim varken Güney’in dışında sitede şimdi sadece 3 isim kalmış durumda. İnternet adresi, 27 Aralık 2003’te alınmış. Sitenin sahibi, Yakup Can gözüküyor ama kontak olarak Tuncay Güney’in e-postası verilmiş. Teknik sorumlu Eldar Miyanali. Miyanali adına verilen telefon numarası ve e-posta adresini kontrol ettiğinizde, Kanada Alberta’daki Calgary Üniversitesi’nde bilgisayar mühendisi olan Vahid Garousi’ye ulaşıyorsunuz. Garousi, Tuncay Güney’le hiçbir zaman yüz yüze konuşmadıklarını, ismini veremeyeceği bir arkadaşı üzerinden tanışıp hep telefonla görüştüklerini söylüyor. www.bethaderech.com: Toronto’da Mesihçi Yahudiliği savunan bir sinagoga ait olduğu iddia edilen internet sitesi. Adres, 6 Kasım 2006’da alınmış. Yetkili kişi Karl Delgadillo adında bir web tasarımcısı gözüküyor. Delgadillo, internete koyduğu özgeçmişinde Mesihçi Yahudi örgütü Kehilot’a üye olduğunu yazmış. Hobisinin de, 3. dünya ülkelerindeki sivil toplum örgütlerine web sitesi hazırlamak olduğunu. Tuncay Güney ismini duyduğunda, "Konuşmak istemiyorum, bir daha beni bu konuda aramayın" diyerek telefonu kapadı. Mevaser.com adında bir internet sitesi var. www.jacobhouse.ca: B’nai Yaakov (Jacob House’un İbranicesi) adındaki bir sivil toplum örgütünün internet sitesi olduğu yazıyor. Girişte "Haham" Tuncay Güney’den bir mektup karşılıyor sizi. Onun yanında Mevaser Yochanan adında, kim olduğu belli olmayan, ismini Delgadillo’nun şirketinden almış başka bir hahamın daha adı var. Sitenin ismi, 4 Aralık 2007’de alınmış. ( Hürriyet, Aralık, 2008). Güney’in adı Kanada medyasında 1 Ocak 2007’de ve Şubat 2008’de Muhammed El Attar'ın Mısır’da önce göz altına alınması sonrada İsrail lehine casusluk yaptığı suçlamasıyla tutuklanmasının ardından gündeme geliyor. Kanada’da yaşayan üç ismin casusluk olayıyla gündeme gelmesinden sonra tozlu raflarda yıllardır bekletilen Güney’in iltica dosyası dikkate alınıyor ve mahkeme için gün veriliyor. Doğu Perinçek’in gizlice Türkiye’ye getirildiğini iddia ettiği bu dönemde Tuncay’ın derdi başından aşkın. Bu üç isimden birisi olan Daniel Levi, Tuncay Güney’in kullandığı bir isim. Mısır’ın Attar’ı tutuklamasının ardından CIA’ye bağlı bir ekip, Toronto’da Tuncay Güney’in yaşadığı eve baskın yaptı. Yapılan baskında, CIA ekibinin başında sarışın güzel bir kadın var. Tuncay Güney’e kimliğini gösteriyor ve ilk söylediği şu oluyor: MOSSAD,’a çalıştığını biliyoruz. Arkadaşlarıyla oturan Güney’i ayrı bir odaya alan CIA ajanı kadın, sadece Attar ile ilgili sorgulamak istiyor. Ancak şok bir bilgi ile karşılaşıyor. Alemi birbirine katan, bunca iş karıştıran, CIA ajanı olduğuna CIA’nın bile güldüğü Tuncay, İngilizce bilmiyor. En önemlisi CIA, Tuncay’ın İngilizce bilmediğini bilmiyor. Mossad’a bordrolu çalışmadığını, sadece bir kaç yaptığı parça iş karşılığı para aldığını bilmiyor. Bu parça işleri ABD’den Yakup Can adlı Türk Rabaylardan görüntülü MSN aracılığıyla aldığını bilmiyor. İstenilen raporları, oraya gönderdiği için sanırım MOSSAD ajanı sanıyorlar. Baskın sırasında evde bulunan kişilerden birisi aynı evi 1.5 yıldır paylaşan kız arkadaşı Melis ve iki aydır hasbelkader evinde kalan arkadaşına tercümanlık yapması için ricada bulunuyor sarışın güzeli CIA ajanı. İngilizcesi yeterli olmayan Tuncay Güney’e sorgu sırasında tercümanlık yapan Melis. CIA, zorluk çıkarmadan verdiği bilgilerden dolayı Tuncay Güney’in adresine 100 dolarlık bir çek gönderiyor. Çeki bozdurmaya gittikleri arkadaş çekin 120 dolar olduğunu söylüyor. Bunu Canadatürk yazdı diye Güney kızgın. Önce ret ediyor, sonra olayı kabul ediyor. Türkiye’den en az on gazeteci, bu haberi Güney’in CIA ajanlığına delil olarak sunuyor. 100 dolar alıyormuşsun ya diyorlar. CIA efsanesi bitiyor, ama bizim cahil gazeteciler sinekten yağ, olmayan haberden haber çıkartmaya çalışıyor. Güney bıkmış. Önce dalga geçiyor. Evet 100 dolarlık metropass parası veriyorlar. Bu kart Toronto’da metroya binmek için kullanılır. Türk gazeteciler makaraya sarıldıklarını dahi anlamıyorlar. Güney, sonunda ne yazıyorsanız aman yazın diyor. Güney’in iltica mahkemesinde düzenli duruşmaları Ergenekon davasının başlamasının ardından sıklaşıyor. Nisan 2008’de Kanada İstihbaratı CSIS’dan bayan bir yetkili Güney ile Toronto’daki bir Türk restaurantında buluşuyor. Bu bilgiyi verenler, görüşmeye kulak misafiri olanlar. CSIS, Güney’in MOSSAD ajanı olmadığını anlamış, Attar’ın geri alınması için yapılan girişim başarısızlıkla sonuçlanmış. CSIS yetkilisi, Güney’den Attar’ın yaptığı aptallığı yapıp Kanada pasaportu alsa bile kendi ismini kullanmamasını ve vatanına asla giriş yapmamasını öneriyor. Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül’ün Güney’le ilgili yazıları çok ağırdı: “Kendisini bizzat tanıyanlardan ve Musevi çevrelerden gelen tepkilere göre, bir şarlatan. Kendisini bizzat tanıyan bir kişinin onu anlatan cümleleri şöyle: Veli Küçük'ün evinden çıkan ‘ajan gazeteciler listesi’ pek ciddiye alınmadı ama Ergenekon operasyonu kapsamında bir cambazın neler yapabileceğini bir kez daha gördük. Küçük; listenin kendisine ait olmadığını, Tuncay Güney tarafından verilen kırk sayfalık matbu dosyanın içinden çıktığını söylüyor. Konumuz bu liste değil. Ergenekon operasyonu kapsamında her yerde karşımıza çıkan, en mahrem bilgileri açıkça ortaya koyan, karanlık ilişkiler ve operasyonlarda yer alan söz konusu tuhaf kişiliğin, Türkiye'nin en derin iktidar kavgasının içinde bu kadar nasıl yer alabildiği. Mossad İslamcısı başlıklı yazının konusu olan bu ‘çok tanınmış’ kişi ruh sağlığı bozuk bir şarlatan mı yoksa gerçekten bütün olayların içinde yer almış bir kişi mi? Kendisini bizzat tanıyanlardan ve Musevi çevrelerden gelen tepkilere göre bir şarlatan. Kendisini bizzat tanıyan bir kişinin onu anlatan cümleleri şöyle: ‘JITEM'in kuryesi ve muhbiri olarak çalışmaktaydı. Pek çok kez Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani ile görüştü. Kurye olarak bu kişilere teklifler götürdü. Israrla babasının göçmen, Sabetayist olduğunu söylüyor. Annesi halim selim, dindar ve beş vakit namazını kılan birisi. Duysa Musevi olduğunu kahrından ölür. 2001'de ABD'ye geldiğinde vaftiz olup Protestanlığa geçti. Amacı iltica etmekti. Başaramayınca Yahudi kılığına girip, kippa takarak Kanada'ya geçti. Kur'ân bilgisini test ettim. Yasin'in ilk sayfasını ezbere okudu. İran'da öğrendiğini söyledi. İbranice bildiği bir yalan. İngilizce bile doğru dürüst bilmiyordu. İltica ettikten sonra önce gay savunmasını sonra da Yahudi tezini işledi. Her ikisini de kaybetti. Kürtlere yaklaştı, oradan da umduğunu bulamadı. Gay evliliği yaptı. Kanada'daki Yahudi cemaati onun ne olduğunu biliyor ama şu an ses çıkarmıyorlar. Bir sinagoga sığındı. Sansasyona ihtiyacı vardı, mahkemede tezlerini kabul ettirebilmek için. Muhbir arkadaşı Abdülmuttalip Gülsen aracılığı ile şu an bunu yapıyor. Çünkü Türkiye'ye gönderileceğini ve yargılanacağını biliyor.’ Türkiye'de hemen her İslâmcı grubun içinde yer alan, 28 Şubat döneminin iğrenç tezgâhlarında rol alan, örtülü operasyonlara katılan, kullanılan ve belki de işi bittikten sonra öldürüleceğini anlayan bu hastalıklı adamın hikâyesi böyle mi gerçekten? Faruk Arslan bu şahısla ilgili çarpıcı bilgiler içeren yazılar yazdı. Hikâyeyi onun yazısından özetle tekrar okuyalım: ‘Mısır hükümeti, Kanada'da çalışan üç MOSSAD ajanının isimlerini Interpol'e bildirir. Kahire'de yakalanan MOSSAD ajanı Mohamed Essam Ghoneim el-Attar'ın verdiği 3 isim Türkiye ve İsrail vatandaşı olan Daniel Lévi, Kemal Kosba ve Tuncay Bubay. El Attar'ın söylediği isimler sanırım aslında tek şahıs. Dört veya fazla müstear isim kullanan Tuncay Özbey (Daniel Lévi), ‘derin devlet’imizin 28 Şubat sürecindeki ‘muhbirler’inden, Veli Küçük'ün ekibinden bir Türkiye ve İsrail vatandaşı. (Biz onu Tuncay Güney olarak biliyoruz.) Üç yılını hapiste geçirmemek için 2001'de Mısır'dan Türkiye'ye kaçtığından beri Mısır istihbaratının takibinde olan El Attar, MOSSAD'a çalışmak istediğini bildirince, İstanbul'da MOSSAD elemanı Daniel Lévi ile tanıştırılmış ve nasıl istihbarat toplayacağı öğretilmiş. MOSSAD onun hesabına, 56 bin üçyüz dolar transfer eder. Interpol'un kafası karışmasın, üç isimde aynı kişi olabilir; Kanada'da kullandığı isim Daniel Lévi, Türkiye'de ise Tuncay Özbey'di (Güney). Kanada istihbaratı Daniel Lévi'yi yakından tanıyor. Lévi, 11 Eylül saldırısından sonra Kanada'ya iltica etmiş veya özel görevle gönderilmiş bir MOSSAD elemanı veyahut gerçekten istihbarat örgütleri arasında kalmış bir mağdur. Türkiye'de kalsa ortadan kaldırılacağını biliyordu. Kanada hükümeti zaten bu nedenle, iltica talebini kabul etmiş. Mahkemede Veli Küçük ekibiyle MOSSAD ve CIA üçgeninde, 28 Şubat sürecinde neler karıştırdıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatmış. Ermeni lobisiyle dirsek temasında, Türkiye aleyhine çalışmaya devam ediyor. Veli Küçük ve ekibini kutluyorum, ne de güzel vatansever (!) bir MOSSAD elemanı yetiştirmiş ve kullanmışsınız böyle...’ Faruk Arslan devam ediyor: ‘İstanbul Üniversitesi'nde öğrenciydi, ama asla mezun olmadı. Milliyet, Sabah gibi gazetelerde servis haberleri çıkmış bir gazeteciydi ama asla sürekli olmadı ve gazeteci değildi. İstanbul Müftülüğü'ne gidip yalandan kelime-i şahadet getirdi Müslüman olmuş göründü; ama asla olmadı. Pek çok sûre ezberinde ve Kur'ân'ı tecvidiyle mükemmel okuyabiliyordu; ama asla kalbine inmedi, inanmadı. Tarikatlara sokularak iç yapısı ve çıkartılacak fitneler hakkında istihbarat toplatıldı; ama tarikatların Türkiye'de tehlikeli olduğuna, asla inanmadı. JİTEM mensubu olarak Veli Küçük'ün ekibinin emrinde, örtülü operasyonlara katıldı, ama Türkiye'ye hizmet etmedi. İşçi Partisi Başkanı Doğu Perinçek ile Abdullah Öcalan'a gidip, Perinçek'in Öcalan'a gül verirken çektiği fotoğrafları MİT'e verdi ama asla MİT'te kadrolu olamadı. MİT ve JİTEM'e yaptığı servisler ve MİT'in ona yaptığı servislerin çoğu 28 Şubat sürecinde gerçekleşmişti ama aslında MOSSAD'a bilgi kirliliği için çalışıyordu. Türk polisiyle hep kavgalı oldu, gözaltılardan Küçük'ün ekibinin yardımıyla kurtuldu STV'ye Küçük'ün talimatıyla girdi, iki sene çalıştı ve 1999 fırtınasına sebep olan kasetleri çaldı; ama asla Küçük ekibinin Türkiye'nin yararına çalıştığına inanmadı….” (Karagül, Nisan 2008) Güney’in medyaya konuşmasının asıl nedeni, Kanada iltica mahkemesinde kullandığı tezleri ispatlamak, bu doğru. ABD’de yedi yıl kaldığı doğru değil, sadece üç ay kaldıktan sonra, Kanada’ya gelip hemen iltica etti. Karagül’ün yukarıda verdiği bilgilerin çoğu doğru değil, beni referans yaparak yazdıkları buna dahil. Kendisine bu tepkimi ilettim. Güney, ABD’den Kanada’ya 2001’de geldi, tekrar hiç dönmedi. İstese de dönemez, iltica adayları ülke dışına çıkamazlar. Güney’in iltica adaylığı bile, henüz kabul edilmiş değil. Sağa sola saldırıyor ki, onlarda ona saldırsın ve ‘tehdit altındayım’ diye sığınma başvurusu kabul edilsin. Kanada istihbaratı CSIS tarafından defalarca uyarılmasına rağmen adetini değiştirmiyor. Sınırdışı edilmekten kurtulmak için yaptıkları, CSIS’ın gözünden kaçmıyor. Canada Türk’ün editörünü telefonla arayan CSIS yetkilisi, Güney’in Kanada’nın ulusal güvenliği için tehdit olup olmadığını, soruyor. Hasan Yılmaz, dolandırıcılar, sahtekârlar eğer ülkeniz için tehdit ise tehdit, değilse değil diyor, Güney’e yönelik ‘CIA, MOSSAD ajanı’ gibi iddialarının komedi olduğunu ima ediyor. CSIS yetkilisi gülüyor. Güney’i ciddiye almıyorlar. Sabah gazetesi, Kanada İstihbaratı CSIS’in hatta, MOSSAD’ın Güney’i özel koruduğunu yazdı. Onu tanıyan herkes bu masala gülüyor. Suç biraz da bende, bu oyuna gelmeyin uyarısını yapmakta geciktim. Güney, Türkiye’nin tüm meşhur gazetecilerini “kullanmayı” başardı. Çıkan haberler, iltica davasında çok işine yaradı. Haber küpürlerini tercüme ettirip, mahkemeye ek dosya olarak sundu. Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’ün, Güney’i “hem İslâmcı, hem MOSSAD ajanı” olarak takdim eden yazısına, kaynak olduğum için, üzgünüm. Kendisine bunun hata olduğunu yazdım. Ayrıca, yazısına Doğu Perinçek’in gönderdiği açıklamada da doğru olan kısımlar vardı. Güney, asla Perinçek ile Öcalan’ın görüşmesini fotoğraflayan gazeteci değildi. Fotoğrafı Lübnan’da satın aldı ve sattı. Bu bilgi benim aracılığımla yayıldığı için, Perinçek’ten özür diledim. Perinçek, Aydınlık’ta Güney ile ilgili yazdıklarının %90’ının doğru olmadığını, kendisi de biliyor. Yıllardır saptırma ve karalama haberleriyle onlarca can yakan Perinçek te nihayet, dezenformasyon kurbanı oldu. Tuncay Güney’i, Ergenekon’da bildikleri ortaya çıksın diye, medyaya konuşması için teşvik ettim. Güney, fazlasıyla kendine çalıştı. Güney’in iltica tezi arap saçına dönmüş durumdaydı. Kanadalılar işin içinden çıkamıyor. 2001’deki ilk tezinde Saddam’la, Kürt liderle görüşen, derin devletle ilişkili, İran’da eğitim almış, filanca önemli liderle görüşmüş, tehlikeli bir gazeteci idi. Bu tezine inanmadılar. Bu kadar genç yaşta bunları yapmasını mantık dışı gördüler. Haksız da değiller. Kanada’da “gay”lik normal bir olgu. Sayıları 300 bini geçiyor, 10 sene sonra nüfusun yarısını bile oluşturabilirler. Kimin haddine, onlar aleyhine konuşsun. Hakları hak. Türkiye’de ise bu haklar tanınmıyor. Gay bir Yahudi olan avukatı Tim, Güney’in hikâyesini, Türkiye’nin homoseksüllere saygısızlığından ve yaptığı zulümlerden dolayı, daha sonra “gay”liğe çevirmek istedi. Güney Kabul etmedi, ama çevresine hikayesinin gaylik olduğunu yaydı. Avukatı, Güney’i Toronto’da üyesi olduğu gay külüplerine üye yaptırdı, birlikte gittiler. Bu arada avukatı, Sebataycılığa, Yahudiliğe oynamasını talep etti. Güney bunada yanaşmadı. Hikayesini ispatlayamıyor, inanmıyorlar. Ortada kalmış durumda iken Ergenekon soruşturması imdadına yetişti. Medyayı çok iyi kullandı. Mart 2008’den beri, medyada çıkan haberler, Güney’in Kanada iltica mahkemesinden, olur alacak kadar destek sağladı. Hayatının tehlikede olduğunu ispatlayan Güney’in Sabah gazetesine verdiği mülâkatta, MOSSAD tarafından korunduğu söylemesi, gerçekten öldürülmekten korkmasından kaynaklanıyor. Popüler olmaktan, kendisinden bahsedilmesinden hoşlanıyor. Bu duygu öldürülme duygusunu bastırıyor. Güney, sıradan bir yaşantıya sahip, ayın sonunu zor getiren, bir Türk arkadaşı ile aynı evi paylaşan gariban biri. Neden bu yola başvuruyorsun, diye sorduğumuzda, ”Eğer Ergenekon beni öldürmeye tetikçi gönderirse, MOSSAD ile korkutmak istedim” diye cevap veriyor. Tuncay’ı MOSSAD niye korusun, hiç bir zaman elemanı olamadı ki… Güney’in Kanada Yahudi lobisine, biraz yakın olduğu gerçek. Ermeni iddialarına karşı destek almak amacıyla, Büyükelçi Aydemir Erman ile 2004’de görüşmüş, ancak büyükelçiye olumsuz yanıt vermiş. Bunun sebebini, “Ermeniler Kanada’da daha güçlü, Yahudilerin Ermenilere gizli destek verme gibi global bir kararı var iken, aksi haraket edemem” diye açıklıyor. Kanada, Tuncay Güney'in iltica adaylığı başvurusu, başvurusundan 5 yıl sonra 7 Kasım 2008’de kabul edildi. Genelde 2 senede sonuçlanan iltica davaları, Güney’in karanlık geçmişi nedeniyle uzuyordu. Hakkında yazılan 4 kitap ve onlarca gazete haberi, televizyon bağlantıları, daha once gazeteci olduğuna inanmadıkları Güney’in hayatının tehlikede olduğu konusunda Kanada Mahkeme heyetini ikna etti. Mahkemesinde Türkiye’de devam eden Ergenekon davası ve bu örgütle ilgili neler bildiği 7 saat boyunca çapraz sorguda soruldu. Daha once Güney’i küçümseyerek Ergenekon konusuna girmeyen mahkeme heyeti ve savcı, Güney’in verdiği derin bilgilerden tatmin oldu ve Güney’in hayatının Türkiye’ye dönmesi halinde tehlikede olduğuna inandı. Bu şu anlama geliyor: Tuncay Güney artık iltica adayı değil. İltica başvurusu kabul edilmiş bir sığınmacı. Türkiye dışında istediği ülkeye gidebilir, pasaportunu geri alabilir. Ancak Yeni Hayat Gazetesi sahibi Süleyman Güven’e PKK’lı olduğu gerekçesiyle 16 yılda göçmenlik verildiği, bir defa elinden alınıp tekrar mahkeme kararıyla geri verildiği düşünülecek olursa, Güven gibi geçmişi karanlık olan Güney’inde oldukca uzun süre göçmen kartını beklemesi güçlü olasılık. Türkiye’ye dönmeyi asla düşünmeyen Güney’in Kanada vatandaşı olması için daha önünde çok engel var. İltica mahkemesini kazandığı tarihten itibaren üç ay içinde Güney ‘ Conventional Refugee’ ( Kabul edilmiş Sığınmacı) mektubu alacak. Bu mektubun gelmesi bazen şahsın durumuna göre bir yılı bile bulabiliyor. Bu belge Güney’e Kanada’da resmi oturma ve çalışma izni verir. Mektup gelmesede artık sınır dışı edilme korkusu sona erdi. Gelecek mektup Güney’in otomatik Kanada göçmeni olduğu anlamına gelmiyor. İçeriden göçmenliğe başvuru ücretini öderse formu doldurup başvurma hakkı verir. Bu işlem en az 10 ay, en fazla 2 sene sürer. Çünkü güvenlik soruşturması, sağlık raporu alması gerekiyor. Geçmişinde teröristlik olanlara Kanada göçmenlik vermiyor. Göçmen PR kartı aldıktan sonra Güney’in Kanada’da 4 sene daha geçirmesi şart. Kabul edilmiş sığınmacılıkta geçen sürenin yarısı sayılıyor. Bu 4 sene içinde yurt dışına çıkmadan 1090 günü doldurursa Kanada vatandaşlığina ücretini ödeyerek başvurabilir. Yine form doldurması ve Kanadalı bir kefil bulması zorunlu. Bu işlemde en az 10 ay sürer. Eğer terör ve suç geçmişi varsa hiç kabul etmeyebilirler. Veya güvenlik soruşturması 2 yıl sürebilir. Kısacası Güney’in Kanada vatandaşı olmasına daha en iyi ihtimalle en az beş yıl var. 2011 yılına girerken Tuncay Güney’in öldüğü iddia edildi. Birinci Ergenekon Davası sanıklarından SESAR Başkanı İsmail Yıldız,bir Ergenekon duruşmasında Tuncay Güney‟in öldüğünü ortaya attı. Anadolu Ajansı Toronto muhabiri Seyit Aydoğan‟ın, Tuncay Güney ile temas kurmak için, yaşadığı Kanada'nın Toronto kentinde yaptığı tüm araştırmalar sonuçsuz kaldı. Toronto Polisi'nin 5 Kasım-1 Aralık 2010 arası kayıtlarında Daniel Levi, Daniel Güney ya da Tuncay Güney ismine ait herhangi bir olayın kaydına rastlanmadı. Tüm aramalara rağmen Güney'in ev ve cep telefonları da açılmadı. Kamuoyuna daha önce Güney'in çalıştığı sinegog olarak açıklanan adreste ise tadilat yapıldığı ve binanın tamamen işyeri haline geldiği görüldü. Muhabir Aydoğan çareyi bana baivurmakta buldu. Güney ile en son görüşen gazeteciydim. "Güney'le bir ay kadar önce telefonda görüştük. Moralman çökmüştü. `Bana dokunanın hayatı kararıyor. Eşi, benim yüzümden ablamı boşadı. Annem hasta ve beni özledi ama göremiyor. Çok bunalıyorum' demişti" diye konuştum AA muhabirine. Ayrıca şunları da belirttim: "Güney, görüşmemizde bana, adını değiştirmeyi düşündüğünü söylemişti.Türklerin yaşamadığı ya da az olduğu başka bir yere taşınmak istediğini, tanınan biri olmaktan artık sıkıldığını anlatmıştı. Normal bir hayat sürmek ve rahatsız edilmek istemiyordu. Kendisine ulaşamıyor olmamız, sanırım bu yüzdendir. Ben yaşadığını düşünüyorum. Kendisini medya budalası gibi hissediyordu. Bu yüzden de ne telefonlarımıza ne de elektronik postalara cevap vermiyor" Bu haber tüm Türk medyasına yine haber oldu. Güney telefonla aradı ve teiekkür etti. Annesi telaşlanmış ve gerçekten öldüğünü sanmış. Türk medyası adamı diri dirimezara sokar dedim Tuncay‟a ve medya ile ilişkisini kesip küçük bir Kanada kasabasına yerleşmesini önerdim. Evlen, isim değiştir ve namaza niyaza baila dedim artık. Bırak bu Mossad ayaklarını. Din değiştirme ve Rabay numaralarını. Ahirette bunlar seni kurtaramaz. Haklısın dedi Tuncay, tavsiyene uyacağım. Zaten göçmenlik kartını dört aya alacağım... Daha Kanada vatandaşı olmaya üç yıl var. En erken 2014‟de kısmetse... HAHAM YARDIMCISI OLDUĞU SİNAGOG İlk zokayı Şaban Arslan ve Saygı Öztürk yuttu. Güney’le Toronto’da yapılan röportajlarda, Sabah’a Haham olarak konuştu, kendisinden haham olarak bahsedildi. Sabah Gazetesi’nde 22 Nisan’da sürmanşetten yayınlanan ve Kanada’da yapılan röportajda da, Güney’in ismi önünde “haham” sıfatı yer aldı. Türkiye Hahambaşılığı kayıtlarında adı yer almayan Güney, 22 Mart’ta Yeni Şafak’ta yayınlanan röportajında ise “Doğuştan Musevi” olduğunu ve babasının Sabetayist olduğunu söyledi. Toronto’da sinagogda din görevlisi olarak çalıştığını anlatan Tuncay Güney, “Tanrı’nın İsraili için çalışıyoruz” dedi. 17 Ağustos’da 32. Gün programına dini kıyafetlerle katılan Güney için bu kez haham yardımcısı sıfatı kullanıldı. Güney’le röportajını kitaplaştıran gazeteci Şaban Arslan’ın kitabının adı da “Rabay Kurye Tuncay Güney“ idi. Tuncay Güney’in hayatında en önemli adam Rabay Yakup Can. Vaftiz olan Güney'in sonradan Yahudiliğe geçmesi ve bugün Toronto'da Jacob House (İbranice B'nai Yakov) adlı Yahudi toplum merkezinde rabbi (haham yardımcısı) olarak çalışması hakkındaki görüşleri Newsweek tarafından Can’a sorulduğunda, "Buna asla inanamam. O Kanada'ya geçtiğinde bazı Yahudi arkadaşlar edindi, onlara İsa Mesih'i anlatıyordur. Tuncay bana bir gün şunu söylemişti: "Yakup birader, artık annem bana dese ki, "Oğlum dön bu yoldan, yoksa sana sütümü helal etmem, anne artık sütüne ihtiyacım yok" derim. Bunu söylemiş insanın inancından asla şüphe etmem." diyor, Güney’i gerçekten çok seviyor. Güney'in gerçekten Yahudi olduğuna, rabbi olarak çalıştığı kurumun ciddiyetine inanan yok. Ne o, ne de Jacob House adlı kuruluş, Toronto'daki Yahudi Cemaatleri Federasyonu'na (UJAFED) veya Toronto Rabbiler Komitesi'ne kayıtlı. Zaten bu kuruluşun aslen bir sinagog olmadığını Güney de kabul ediyor. ABD'de ve Kanada'da pek çok örneğine rastlanan, insanlara dil eğitimi verilen, spor, kültürel faaliyetler vs. yapılan bir tür sosyal merkez burası. Ancak Güney verdiği röportajlarda hem sözleriyle hem görüntüsüyle Yahudi olduğuna vurgu yapıyor. Güney'in eski bir ev arkadaşına göre "Güney'in çalıştığı sinagog görünümündeki bu oluşumu, onu Kanada'da çalışıyor gösterebilmek için Yahudi avukatı kurdu." Avukatı konuşmayı kabul etmiyor. Güney'i tanıyan pek çok kişi, Yahudi kimliğinin Güney'in Ergenekon soruşturmasıyla korkarak sırtını güçlü bir yere dayamak istemesinden kaynaklandığı yorumunu yapıyor. Toronto Rabbiler Komitesi'nin yöneticilerinden Michal Shekel, kendi kuruluşlarına ve uluslararası planda kabul gören kuruluşlara kabul edilen bir rabbi olmak için, üniversite eğitimi sonrası 4-6 yıllık özel bir eğitim daha gerektiğini vurguluyor. Ancak Güney'i 2004'te Kanada'da tanıyan bir grup Türk, kendisinin daha ziyade koyu Hıristiyanlar ile birarada olduğunu hatırladıklarını belirtiyorlar. Hatta Güney'in o dönem yakınında olan bir arkadaşı Güney'in arkadaşlarının kendisine İncil verdiğini de hatırlıyor. Lise 1’bile yarı yılında terk eden Güney’in hahamlık okulu okumadığı açık. Çalıştığı sinagogun on beşi geçmeyen özel bir cemaati var. Büyük bir gazetecilik başar ısı gösteren (!) Hürriyet’in muhabiri Tolga Tanış, sadece posta kutusunu bulabilmişti. Oysa adresi belli bu sinagogu küçük bir mahalle camisi gibi düşünün. Güney’in avukatı Tim, bir sinagog kurdurmuş, finanse ediyor. Aylık sabit masrafı düşüktür. Üç işçili sinangogda Güney, ucuz işçi. Cemaati zaten yok. İngilizcesi ve İbranicesi olmayan Güney, sadece Cumartesi günleri yapılan ayinde eline verilen kağıtta yazılanları okuyor. ‘Şaşırmıyor musun’ diye soranlara, ‘idare ediyoruz’ diyor. Yaptığı iş için çok fazla ilme ihtiyacı yok. Haham yardımcılığı da böyle. AraştırmacıYazar Moşe Grosman şunları söyledi: “Haham yardımcısı olmak için fakülte bitirmek gerekir. Bu adam güzel rol yapıyor. Orijinali rabi olan, Amerikalıların rabay dedikleri haham yardımcılığı için ilahiyat fakültesi bitirmek gerekir. Bunun dışında da eğitimler gerekir ve bu eğitimlerle yaklaşık 8-10 yıl sürer rabay olmak. Acaba tüm diğer söyledikleri de bunlar gibi mi merak ediyorum. Ayrıca, Yahudi olduğunu söylüyor. Sonradan Yahudi olunmaz. Yahudilik tıpkı Türklük gibi doğuştandır. Musevilik ise İslâmiyet gibi sonradan seçilebilir. Türk Musevi Cemaati, Güney’in görev yaptığı öne sürülen Toronto’daki Beith Jacob Sinagogu’na gönderdi. Ancak sinagogda Güney’e ait bir kayda rastlanmamış. Yahudi dinine geçmenin çok zor olduğunu vurgulayan Silvyo Ovadya şöyle konuşuyor: "Yeşiva adlı din okullarında 4-5 yıl eğitim almamış bir kişinin haham olması, yani din alimi olması çok mümkün değil. Bunun örneği ne Türkiye ne de başka bir ülkede var. Türkiye’de yaşadığı süre içerisinde Tuncay Güney’in Yahudilik’le hiçbir ilgisi olmamıştır. Hahambaşılık kayıtlarımızda böyle bir kişinin adına rastlanmamıştır. Türkiye’nin gündeminde olan bazı önemli olaylarla ilgili en kilit adamın, Yahudi din adamı kisvesi altında olması, tabii ki ters bir olay. Hiç ilgisi yokken, bazı olayların Yahudiler tarafından yapıldığı dile getirilecek. Bu bizim için düşündürücü." Güney'in köyünden adlarının açıklanmasını istemeyen kişilerse "Onun ailesi Sabetayist değil Alevi'ydi" iddiasında. Ergenekon soruşturması sırasında daha güvende hissetmek için Güney Sabetayist bir kimlik oluşturmaya çalışıyor. Sabetayizm konusunda kitapları bulunan ve adının gizlenmesini isteyen bir uzman, Çorum'da Sabetayist yaşamadığını belirtiyor. 'Çorum'da ayrımcılık vardır. Müslümanlar ile bizimkiler arasında kavgalar çıkarmış, namaz kılmayıp oruç tutmadığımız için bizlere 'gavur' der, kız vermezlermiş" diyor Güney. Annesi köklerinin Mısır'a uzandığını doğruluyor. Güney, "haham" olmadığı yolundaki iddialara, "Kimseye belge gösterme gibi bir zorunluluğum yok" sözleriyle yanıt verdi. Güney’in Kanada’da ilk geldiği yıl olan 2002 başında sadece 6 ay Bathurist ve Wilson’da Ukraynalı bir Yahudiye ait olan ekmek fabrikasında çalıştığını hatırlatalım. 7 yıl içinde çoğu zaman ise devletden aldığı işsizlik parası ile zar zor geçindi. 10 tane kredi kartına 40 bin dolara yakın borcu olan Güney’i devletden yardım aldığı Sosyal Ofise eski bir arkadaşı ihbar edince sosyal yardımı kesmişler. Tercümanı Süleyman Güven, çok uğraşsada 10 kredi kartı taşıyan yoksul olamaz diyen görevlileri ikna edememiş. Güney, yaşamını bir kredi kartından para çekip öbürüne yatırarak sürdürüyor. Çoğu zaman bir misyoner kilise kurumu olan Salvation Army’nin yoksullar için kurduğu 2. el eşya ve gıda satan dükkanlarından alışveriş yapıyor. Sinagog onun için kebap, rahat bir iş, o kadar. Ara sıra Yakup Can, ABD’den para göndermese iyice yolsuz kalacak. Geçtiğimiz yıl Basur ameliyatı için acilen hastaneye kaldırıldığında kimse aramamış. CanadaTürk’ten Hasan Yılmaz’a şu sitemde bulunuyor: “Ben ABD’de de, Kanada’da da ne inşaatta, ne de temizlik işinde çalıştım. Bu insanlarla (Şu anda birlikte olduğu Yahudi kuruluşu) tanıştım ve şu anda çalışıyor çekimi alıyorum. Rabbalık yapıyorum diye beni eleştireceklerine, becerdim, kendime bir Sinagog’da iş buldum diye sevinsinler.” (Yılmaz, Ağustos 2008) Güney’in Kanada’da ilk geldiği yıl olan 2001’de sadece altı ay, Bathurist ve Wilson’da Ukraynalı bir Yahudiye ait olan ekmek fabrikasında altı ay çalıştığını hatırlatalım. Yedi yıl içinde, çoğu zaman devletden aldığı işsizlik parası ile zar zor geçindi. Sinangog onun için rahat bir iş, o kadar. Habertürk, “Güney’in sinagogu da sahte çıktı” diye, bir haber yaptı. Hemen olayı anlamış: Amaç Yahudilik üzerinden para vurmak! Sevilay Yükselir'in 25 Temmuz 2008’deki özel haberini, yukarıdaki bilgiyi unutmadan okuyalım: “Ergenekon Soruşturması’nın kilit ismi Tuncay Güney’in bir sinagogda haham olarak görev yaptığı sanılıyordu ancak Güney’in görev yaptığı sinagog sanal, hahamlığı da yalan çıktı! 2001 yılında gözaltına alındıktan sonra evinde ele geçirilen belgelerden ve polisteki ifadesinden yola çıkarak başlatılan Ergenekon Operasyonunun kilit ismi Tuncay Güney’in hahamlık yaptığını iddia ettiği sinagog sanal çıktı. Güney’in, haham yardımcılığı yaptığını iddia ettiği ‘Jacop House Sinagogu’ sadece internet ortamında var olan bir web adresi. Sanal sinagogda haham yardımcısı olarak görev yapan Tuncay Güney’in ise tek bir amacı var. O da kendisini Musevi olarak gösterip, Musevi organizasyonlardan faydalanmak. Söz konusu sanal sinagog Jacop House’un internetteki adresi ise bir postahanenin içerisinde bulunan posta kutusu. Sayfada verilen telefonu aradığınızda ise karşınıza çıkan ses, bir telesekreterden ibaret. Sitede varolduğu söylenen diğer görevliler de tıpkı Tuncay Güney gibi Musevi kökenli olmayan ancak bu kimliği kullanarak Musevi dünyasının nimetlerinden faydalanmak isteyen kişiler. Örneğin sitede, ‘Chairman’ yani ‘Başkan’ sıfatını kullanan Weston Joslin, İrlanda kökenli bir Hıristiyan. Joslin, tıpkı Tuncay Güney gibi herhangi bir sinagogda fiilen çalışmıyor.. President Timothy M. Stevens ise İngiliz kökenli bir Hıristiyan. O da diğerleri gibi herhangi dini bir misyona sahip değil. Rabbi yani yine Tuncay Güney gibi haham yardımcısı olarak geçen isim Mevaser Yochanan’ın ise kim olduğu bilinmiyor. Sanal Jacop House sinagogun ekibi Kanada’daki günlerinin çoğunu Evangelistlerle birlikte geçiriyor. İddialara göre ekibin buradaki asıl amacı evangelistliği yaymak değil, bu kanalı kullanarak sanal sinagoglarına bağış toplamak. Ancak resmi kayıtları bulunmadığı için bağış toplamakta zorluk çeken sanal hahamlar, Bed Haderech adlı sinagogun statüsünü kullanarak kendilerine fayda sağlamaya çalışıyorlar. Yine internette, ‘746 Pape Ave.’ adresinde faaliyet gösterdiği iddia edilen ‘Life İnstitute For English’ adlı uluslararası İngilizce okulu aslında bir binanın bodrum katında bulunan paravan bir okul. Okulun web sitesindeki bina fotoğrafına da aldanmamak lazım. Çünkü bu fotoğrafta photoshop kullanılarak elde edilmiş bir görüntüden ibaret. Sitedeki, ‘Teachers’ bölümüne girdiğinizde ise tanıdık iki isimle karşılaşıyorsunuz. Weston Joslin ve Timothy M.Stevens! Yani sanal sinagog Jacop House’un iki önemli adamı. Aslında kısa bir süre öncesine kadar Çorumlu sanal haham Tuncay Güney’in adı da bu öğretmenler arasında geçiyordu ancak ‘Ergenekon Soruşturması’ gündeme geldikten kısa bir süre sonra Güney’in ismi bu sayfadan kaldırıldı. Ekibin tek amacı var o da, bir binanın küçük bodrum katında faaliyet gösteren bu dil okulu ile Kanada’ya gelmek isteyen yabancılara öğrenci vizesi alınmasını sağlamak. Yani göçmen ticareti ile gayri meşru para kazanmak. Güney, Toronto’da Stevens’a ait Life School of English adlı bir İngilizce okulu için çalışmış. Burası, Stevens’ın Kanada’da yaşayan yabancı öğrencilere yönelik yürüttüğü misyonerlik faaliyetinin dışında İran’dan, Irak’tan, Türkiye’den gelen mültecilere dil eğitimi vermek için kurduğu ayrı bir şirket. Kanada Hükümeti’nin mülteciler için ayırdığı fonlardan yararlanıyor. Okulun geçen yıl ağustostan ekime kadar kaldığı Calvary Kilisesi’nin müdürü, Güney’in okul kiliseye taşınırken duvarları boyadığını söyledi. Daha çok Stevens’a bu tür işlerde yardım ediyormuş. 4 ay sonra ayda 400 dolar kirayı çok buldukları için okulu kiliseden taşımışlar. Life Institute adlı okulun Tuncay Güney ve ekibine faydası sadece öğrenci vizesi almakla kalmıyor. Tim ve Tuncay, okul adına Kanada’da yaşayan mültecilerden para karşılığı Business English/TOEFL diplomaları satarak büyük gelir elde etmeyi başarıyorlar. Ayrıca İngilizcesi yeterli olmayan mültecilerin kurslardan faydalanmasını sağlamak amacıyla Kanada Hükümetinin kanuni yardımlarının da bir bölümünü yine gayri meşru yollarla ceplerine indiriyorlar. Sözde okula giden ve devletten yardım alan mültecilerle anlaşma yoluyla yapılan bu işlem için vergisiz kazanç elde etmeyi başaran sanal hahamlar ekonomik gelirlerin büyük bölümünü bu yolla elde ediyorlar. Dünyanın birçok ülkesinden olduğu gibi Türkiye’den de yoğun talep alan Kanada’da çalışma ve yaşama hakkının şartlarının son yıllarda çok sıkı kurallara bağlanmasını fırsat bilen Tuncay Güney ve ekip arkadaşlarının aslında sahte musevi kimliği kullanmasında temel sebep burada yatıyor. Kanada’da önemli derecede söz hakkına sahip olan Yahudi Lobisinin avantajlarını değerlendirmek isteyen sanal hamamlar, Kanada’ya sığınma başvurusunda bulanan ancak red yanıtı alan birçok Türk’e bu kimliklerinin gücünü anlatıyorlar. Anlaşmalı avukatlar aracılığı ve Yahudi Lobisi’nin gücünü kullanarak sığınma taleplerinin yerine getirileceklerine inanan mülteciler Tuncay Güney ve ekibine 10 bin dolara kadar komisyon veriyor. Çoğu mültecinin talebini yerine getiremeyen sahte Jacop House Sinagogu’nun yönetici kadrosunun kısa bir süre öncesine kadar işlerinin kötüye gittiği bilgisini veren haber kaynakları, gündeme gelen Ergenekon ile birlikte Tuncay Güney’in hakkında yapılan haberlerle sahte kimliğinin güçlendiğini ileri sürüyorlar. Halen Kanada’da oturum hakkını alamayan Tuncay Güney’in soruşturmanın gündeme gelmesi ile birlikte basına kendini açmasındaki amaç ise oldukça açık. Bugüne kadar kendisinin bu talebini yerine getirmeyen Kanada İmmigration’unu yani göçmen bürosunu, kendisinin Türkiye’de önemli bir adam olduğunu ve ülkesine dönmesi durumunda da can güvenliğinin tehlike altına gireceğine ikna etmeye çalışan Güney, hakkında yayımlanan tüm haberlerden hükümeti haberdar ediyor. Güney’i yakından tanıyan haber kaynaklarına göre Tuncay Güney Savcı Zekeriya Öz’ün hakkında İnterpol kararıyla arama emrinin çıkartılmasını dört gözle bekliyor. Kaynaklar, Ergenekon Savcısı’nın talimatı vermesi durumunda otomatik olarak Kanada vatandaşlığına geçecek olan Tuncay Güney’in bu kararla da Kanada’da iltica talebine olumlu sonuç alarak çok rahatlayacağı iddia ediliyor. (Yükselir, 2008) Yükselir, bununla yetinmedi, Güney’in “Anneannem gerçek bir Yahudidir” diyerek dayanak gösterdiği, Osmanlı dönemine ait olduğunu iddia ettiği, belgenin sahte olduğunu da ortaya çıkardı. Eski Osmanlı belgesinin aslında düzmece olduğunu söyleyen bir Osmanlıca uzmanı, “Bu gerçek belge üzerindeki bilgiler silinmiş ve üzerine acemice yeni sözler yazılmış. Ama biraz eski Türkçe bilen bir kişi belge üzerindeki yazıların imla hatası ile dolu olduğunu ve o dönemde böyle hatalar yapılamayacağını bilir” dedi. Uzmanlar belgenin düzmece olduğunu gösteren hataları şöyle sıraladılar: 1) Osmanlı döneminden kalma eski ama bir gerçek bir nüfus cüzdanı alınmış, belgenin üzerindeki el yazıları silinmiş ve yeni bir Arapça daktilo ile imla hataları ile dolu olarak yeniden doldurulmuş. 2) 1914’den kaldığı iddia edilen belgede Arapça daktilo kullanılması olanaksızdır. 3) Osmanlı döneminde hiçbir şekilde olmayacak imla hataları yapılmış. Örneğin; “Hı” harfiyle yazılması gereken, ”Kağıthane” kelimesi, “H” ile yazılmış. “Ayşe” kelimesinde 4, “Mehmet” te 3, “Fatma” da da yine dört harf hatası var. 4) Osmanlı döneminde Yahudiler Ayşe, Mehmet ya da Fatma gibi Müslüman isimleri alamazlardı. Düzmece belgeyi hazırlayan kişi, bu çok basit kuralı da bilmiyor. 5) Belgede, “Mehmet’in çocuğu Ayşe” anlamına gelen, “Aişe veled-i Mehmet” ibaresi yazılı. Halbuki “Mehmet’in çocuğu Ayşe” sözü, bütün Osmanlıca belgelerde, “Aişe binti Mehmet” şeklinde yazılır. 6) Düzmece belgenin en ilginç yanı ise tarihi. Belgenin altındaki pulun üzerinde Rumi 1321 yani Miladi 1905 yazılı ancak uydurma belgenin adına düzenlendiği Ayşe’nin doğum tarihi Rumi 1330 yani Miladi tarihle 1914 görülüyor. Bu durumda belgenin Ayşe’nin doğumundan 9 sene öncenin tarihini taşıması gibi bir tuhaflık taşıması söz konusu. 7) Sahte nüfus belgesinin arkasına iliştirilmiş olan sözde yeni Türkçe tercümesinde tarih olarak Rumi 1334 yani Miladi 1924 yazılmış Osmanlıca metinde ise 1905’e karışlık gelen 1321 yazılı. ( Yükselir, Temmuz 2008) Güney’in lüks içinde yaşadığı yönündeki bilgiler gerçekleri yansıtmıyor. Güney kendisini paraya ihtiyacı olmayan, hali vakti gayet yerinde biri gibi tanıtsa da, onu tanıyanlar bu manzaranın tam da aksini anlatıyor. Çevresindekiler, Güney’in yeri geldiğinde duvar boyadığını, eşya taşıdığını söylüyor. Güney'in devletten zaman zaman sosyal yardım aldığı, mütevazi evlerde oturduğu, onun durumundakiler için düzenlenmiş yardım kuruluşlarından kıyafet, yiyecek aldığı doğru. Ne özel şoförü, ne korumaları ne de süper lüks villası var. Toronto'da Yahudi mahallesi Bathurist Caddesinde yaşıyor. Sıradan bir mülteci. Ne CSIS nede MOSSAD koruyor. Ergenekon, tetikçi gönderir diye korkuyor. Kendilerine saldıranlara cevap vermek için konuşuyor. Tuncay’ın hayatındaki en önemli kadın annesinden sonra Melis. Ermeni olduğunu iddia eden Melis, aslında İzmirli ve kesinlikle Ermeni değil, yaptıkları ayıplanmasın diye ecnebi takılıyor. Melis’in Toronto’daki akrabalarını tanıyanlar Ermeni olmadığını söylüyorlar. Güneyle 1.5 yıl aynı evi paylaşmasına rağmen cinsel ilişki kurmamış. Halbuki Melis, Toronto’da elliden fazla erkek arkadaş değiştirmiş bir kız. Tuncay, hemşire olan evlendiği kız Rabia ile de fazla vücut ve doku uyumu sağlayamamış, adeta zorla aynı yatağı paylaşmışlar. Rabia kara çarşaflı değil başı açık Almanya görmüş güzel bir kız. Eşinin fotosunu ve mektuplarını görmüş bir arkadaşı Güney’in bu kızla neden anlaşamadığını anlayamamış. Halbuki Tuncay’ın, herkese yardım eden, sevecen, sıcakkanlı bir kişiliği var. Kanada’da oturum alabilmeleri için onlarca Türk’ün Toronto’da iltica hikayelerini yazmış, iş bulmuş. Askerlikten yırtması için bazı kişilere İstanbul’da homo raporu almış bir arkadaş canlısı. Hayatında önemli rol oynayan Handan ve arkadaşı Sıdkı ile ilgili anılarını izinlerini almadığım için anlatmıyorum. Sıdkı’nın bir akrabası Mehmet Ali Birand ile yakın akraba. Eminim Güney’in gerçek portresini Türkiye’ye giderse anlatacaktır. Güney, en son olarak Toronto’da, kentin yukarısında müstakil bir evde yaşıyor. Kentin kuzeydeki son metro durağı olan Fitch Caddesi’nde, 4 yatak odalı, 2 banyolu bir dublekste. Evin sahibi, Nazanin Shams adlı İranlı bir doktor. Shams, Güney’in evde birkaç aydır yaşadığını ama aylık 1600 Kanada doları (2 bin YTL) olan kirayı ödemediğini, bu yüzden kendisine mahkeme yoluyla evi boşaltması için ihtarname yolladıklarını söylüyor. Shams’in evle ilgili işlerini takip eden İranlı Mohamad Mazaheri, evin maksadı dışında kullanılmasından rahatsız oldukları için mahkemeye verdiklerini doğruluyor.. Yaşadığı ev, 3 hafta önce 690 bin dolara satılığa çıkarıldı. Satışla ilgilenen kişi, Shams’in kayınvalidesi İranlı Shahla Ashtari. İsrail, her yıl öğrenci değişimi projesi çerçevesinde Kanada’ya 30 bin Yahudi öğrenci gönderiyor. Bunlar ‘ Homestay’ denilen evlerde kalıyor. Güney, kiraladığı evin her odasını öğrenci yatakhanesine çevirmiş, yani Homestay’e. Öğrenci başı 400 dolar alıyor. İçlerinde Yahudide var, Türkte. Böyle geçiniyor. Güney, evin bir Yahudi topluluğuna ait olduğunu, güvenlik nedeniyle orada kaldığını, içeri hahamların girip çıktığını, yazları İsrail’den öğrenciler geldiğini anlatıyor. Güya güvenlik nedeniyle sürekli ev değiştirdiği için taşınıyor. Her konuda olduğu gibi yaşadığı ev konusunda da kıvırtmayı, yalan söylemeyi sürdürüyor. 2009 yılında Tuncay, homoseksüel Türk arkadaşı Ayhan’ın evine taşınıyor. Zaten tek Güney’in beyanlarına dayanılarak ne haber nede kitap yazmak sağlıklıdır. Tek taraflı yazanları aldatmayı hep başardı. İltica hikayesini yazıp kısa sürede göçmen olmasını sağladığı ve York Üniversitesinde bekçilik işi ayarladığı dostunun ismini, istemediği için vermiyorum. 8 ay aynı evi paylaştığı gazeteci Ayhan Kılıç’a göre, Güney dediği ‘ hiçbir şey değil’, ama mükemmel bir yalancı, oyunbaz, sahtekar. Güney’e göre ise Ayhan, ‘tembel bir nankör.’ Uzatmalı kız arkadaşı Melis’le ortak arkadaşlarından edindiğim bilgiyi, Güney’in portresinin iyi anlaşılması ve kerizleri uyarmak açısından anlatmak zorundayım. Melis’in eski erkek arkadaşına zarar vermemek için Mr. X olarak bahsedelim. Mr. X’e Güney’in oynadığı oyun, Dallas dizisini aratmayacak Bizans oyunları ile dolu. Çok sayıda erkek arkadaşından çektiği paralarla Toronto’da çalışmadan bedava yaşayan Melis, en fazla Mr. X’i soymuş soğana çevirmiş. Tuncay ile Melis aynı evi paylaştığı için 1.5 yıl Mr. X’den gelen paralardan Güney’de nemalanmış. Mr. X, evlenmek için nişanlısından ayrıldığı Melis’in nasıl bir kız olduğunu bir gün Melis’in email hesabına girince anlıyor. Melis’in email şifrelerini o farkında olmadan alıyor ve kontrol ediyor. Melis’e gelen o kadar çok erkek arkadaş emaili var ki, Mr. X beyninden vurulmuşa dönüyor. Çünkü ondan fazla erkek Melis’e ‘ bugün yatalım, kudurdum senin için, özledim ne zaman uçacağız’ mahiyetinde seksi davetiyeler gönderiyor. Sabah başka akşam başka erkekle beraber olan Melis, Kanada kadınları gibi cinsellikte fazla özgür takılıyor. Melis’in çıktığı erkekleri Mr. X’i yakından tanıyor, çoğu arkadaşı. Hatta Melis kolunda aynı ortamları paylaşmışlar, hepsi Melis’i tanıdığı için ciddi bir ilişki kurmayı hayal ettiğini akıllarına getirmemişler. Onlarla konuşuyor. Hatta en yakınındaki iş arkadaşları Mr. X’in Melis ile evlenmek için değil gönül eğlendirmek için gezdiğini zannetmiş, bu nedenle uyarmamışlar. Melis’in aşk mecaralarını daha fazla anlatıp saf zihinleri bulandırmayalım.. Mr X’den özür diliyorum, ama Melis’i tanıtmak mecburiyetindeyim. Mr. X’in Melis’ten ayrılması en fazla Güney’i etkiliyor, bedava yaşam sona eriyor. Bu duruma çare bulan Güney, Melis’e İstanbul’dan enayi koca avlamayı öneriyor. 12 senedir Kanada’da yaşayan ve Kanada vatandaşı olmuş Melis ile evlenmek isteyen bir enayi hemen bulunuyor. MSN’de görüntülü sohbetler sonrası iş ciddileşiyor. Bu saf ve paralı vatandaşı Güney, öğrenci getirdiği dil kursuna ortak yapmak için anlaşıyor. İşleri kesat olan Kanadalı dil kursu bu ortaklığa olur veriyor, hatta yeni ortağının kolay vize alabilmesi için Kanada Konsolosluğu’na birde referans mektubu yazıyor. Tüm belgeler hazırlanıyor ve Melis İstanbul’a gidiyor. Kanada Konsolosluğu vize vereceklerini bildiriyor. Ancak Melis’in resmiyetde evli olması, eski kocasından henüz boşanmamış olması işlerini bozuyor. Buna rağmen Toronto’ya gitmeyi kafasına koyan Türk, Güney’e 10 bin dolar kapora göndererek işlemleri tamamlamasını istiyor. Bu paranın 3500 dolarını, kendine 3500 dolarını dil kursu müdürüne, 3000 dolarını da Melis’e veren Güney, Kanada konsolosluğunun son anda vize ve çalışma izni vermekten vazgeçmesi üzerine parayı iade etmiyor. Melis, bu olaydan sonra bir yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra beş parasız olarak 2008’de Toronto’ya dönüş yapıyor. Amacı yine Mr.X’i ayartmak. Ancak Mr. X evlenmek üzere ve Melis’le buluşmayı ret ediyor. Daha doğrusu Melis’in aracı olması için rica ettiği arkadaşı, Mr. X’in ancak yüzüne tükürmek için kendisini görebileceğini söylüyor. Mr. X büyük adammış, beni affetsin, ona dönmek istiyorum hikayelerine ortak dostları inanmıyor ve yeni bir hayat kuran Mr. X'i rahat bırakmasını talep ediyor. Melis halen Toronto’da yaşıyor ve Güney’in tüm sırlarına vakıf ender isimlerden biri. Tuncay Güney’in “sahte haham” olması ve sahip olduğu dejenere kişilik “derin devlet”le ilgili iddiaların önemini azaltmıyor. O, sadece kendini düşünen bir ‘ antikahraman’. Ama unutulmamalı antikahramanlarda kahramandır. UYUŞTURUCU TRAFİĞİ VE JİTEM İçindeki üç ton eroinle batırıldığı açıklanan Kısmetim-1 gemisiyle ilgili Veli Küçük gerçekleri, Güney’in şok açıklamalarıyla gündeme geldi. Polise verdiği ifadede yakalanacağını anlayan uyuşturucu kaçakçıları tarafından içindeki üç ton eroinle batırıldığı açıklanan Kısmetim-1 gemisiyle ile ilgili şok bilgiler verdi: “Gemi boşaltıldıktan sonra batırıldı. Eroini Ergenekon, iki kamu görevlisi ve uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş paylaştı.” Ergenekon operasyonun kilit isimlerinden Tuncay Güney’in 2001′de gözaltına alındığında polise verdiği ifadede örgütün parasal kaynakları üzerine açıklamalar yaptığı ortaya çıktı. Güney, uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş’a ait Kısmetim-1′in resmi kayıtlara geçtiği şekliyle içindeki üç ton 100 kilo eroinle değil, boşaltıldıktan sonra batırıldığını iddia ediyor. Güney, Aralık 1992′de batan gemideki eroin parasının Daş, Daş’ın yakın olduğu JİTEM’in Ergenekon kanadı ve sonradan ortak olan iki kamu görevlisi arasında paylaşıldığını öne sürüyor. İşte Tuncay Güney’in Ergenekon’un uyuşturucu trafiğinin içindeki rolü ile ilgili anlattıkları: “Kendi edindiğim bilgiler ışığında söylüyorum. Ergenekon’un geliri bankalardan (usulsüz krediler), büyük işadamlarından (şantajla), mafya gruplarından, uyuşturucudan, şundan bundan. Kısmetim-1 gemisindeki eroinin sahibi uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş ve Ergenekon örgütüydü. Bir senaryo hazırlandı. Gemi Akdeniz’in ortasında boş batırılacak, eroin yurtdışına satılarak ve parası bölüşülecekti. O günlerde Daş polisin elindeydi. Üst düzey iki kamu görevlisi gemideki mala ortak olmak istiyordu. Pazarlıklara dahil edildiler. Ergenekon adına pazarlığı JİTEM’ci yüzbaşı yürütüyordu. Geminin delilleri yok etmek için kaçakçılar tarafından nasıl batırıldığı, İstanbul’dan götürülen gazeteciler tarafından kare kare görüntülendi. İki kamu görevlisinin ortak olduğu eroinin yerine ulaştırıldığını biliyorum. Küçük, iki kamu görevlisinin sonradan ortak olmasına çok kızmıştı. Ergenekon o yıllarda tamamen yeraltına inerek uyuşturucuya bulaştı. Doğu’dan gelen eroinin Türkiye üzerinden geçişini organize ediyordu. Bunun için, Irak’ta Talabani ve Barzani, İran’ın Gladiosu olan MOD, ABD’li CAK isimli firmayla işbirliği yaptı. Veli Küçük’ün MOD’la arası çok iyiydi. Yabancı şirket gibi olan CAK uyuşturucu ticareti yapıyordu. Talabani Afganistan’dan aldığı uyuşturucuyu Fransa, Almanya ve Hollanda üçgenine veriyor. Bunu Kürt işadamları sağlıyor. Barzani, İsrail Türkiye paralelinde CAK’a veriyor. Küçük, CAK’la sürtüştü. CAK uyuşturucusunu artık İran’dan yani kaynağından almaya başladılar yani. ABD’lilerle Ergenekon’un kavgasının ana teması bundan kaynaklanıyor.” Tuncay Güney ifadesinde Veli Küçük’ün Karadeniz Jandarma Bölge Komutanı olup Giresun’a taşınmasıyla birlikte Türkiye merkezli uluslararası uyuşturucu trafiğinin Karadeniz’e yöneldiğini öne sürdü. Güney şu bilgileri verdi: “Veli Paşa 4-5 tane dil bilir, Rusça da bilir. Küçük’ün uyuşturucu işini Fransızların OJD’si de biliyordu. Fransızların Türkiye’deki uyuşturucuyla ilgili raporunda bunlara yer verilmesi birçok şeyi frenledi. OJD daha sonra JİTEM Karadeniz’de uyuşturucu ticareti yapıyor diye belge de yayınladı.” Ünlü uyuşturucu taciri, mafya babası Hüseyin Baybişin kendi web sayfasından Güney’in Kısmetim-1 gemisi ile ilgili yaptığı şok açıklamaları şöyle değerlendirdi: “Kısmetim-1 gemisi ile ilgili olayın ciddi bir şekilde araştırılması gerekmektedir. Ergenekonun kilit isimlerinden Tuncay Güney’in, Kısmetim-1 ile ilgili yaptığı açıklamaların dikkate alınması gerekir.” Hollanda'da cezaevinden helikopterle kaçtıktan sonra Türkiye'de yakalanan 'Escobar' lakaplı Ramazan Yıldız'la Veli Küçük'ün irtibatlı olduğunu öne süren Güney, Yıldız'a cezaevinde sağlanan ayrıcalıkları şu şekilde anlattı: “Bayrampaşa Cezaevi Tabur Komutanı'nın yanına gidip, 'Veli paşamın selamı var. Bu arkadaşla görüşmem gerekiyor' dedim. Ramazan'ı cezaevi müdürünün odasına getirdiler. Cezaevi yönetimi onu sıkıyormuş. Mesela on kilo erik geliyormuş, üç kilosu sokuluyormuş. Veli Paşa'ya intikal ettirdim. 'Yardım etsinler o arkadaşa' dedi. İki kez gittiğimde sorunlarının giderildiğini söyledi. Odasına özel telefon hattı çekildi. Veli Paşa'yla 'Escobar Ramazan' birbirlerini bir yerlerden tanıyor ama bilemiyorum.” Güney'in çarpıcı iddialarından birine göre de Kısmetim-1 gemisinin eroinini çalarak satanlar arasında bulunan kamu görevlisi, ünlü bir siyasetçinin yakınının batırdığı bankadaki usulsüzlükleri bir bir anlatan Mehmet Urhan'ı öldürttü. Güney, Fransız narkotik birimi OJD'den bir görevlinin de Türkiye'ye gelip kendisiyle JİTEM ve Sami Hoştan'ın uyuşturucu trafiğiyle ilgili görüştüğünü anlattı. Görüşmeyle uyuşturucudan pay almak istediği anlaşılan Fransız istihbaratçıya Hoştan'ın telefonunu verdiğini ifade eden Güney şunları anlattı: "Pera Palas Oteli'nde Fransız istihbaratçıyla görüştüm. Dört beş saat adam, JİTEM ve Hoştan'ın uyuşturucu ticareti yaptığını, bunları OJD uyuşturucu raporlarında yayınlayacaklarını, Veli Küçük'ün bunları albaylığından bu yana yaptığını, askeriyede bir grubun bununla beraber olduğunu anlattı, tehdit etti. 'Bu konuda biz Sami Hoştan'la görüşmek istiyoruz' dedi. Yani Hoştan'ın üzerinden, bir grup askerin yıllardır uyuşturucu işi yaptığını söylüyordu. ‘Ben adamın yanında Sami Hoştan'ın cebini aradım anlattım' yanıtını verdi. Veli Küçük, OJD'nin yaptığı araştırmadan çok rahatsız oldu. Paşa dedi ki Perinçek'e söyle o şeyleri manipüle etsin dedi. Süper NATO, şucu bucular uyuşturucu ticareti yapıyor haberleri yapılsın, dedi. Geminin boş batırılması, batırılmadan önce gazetecilerin yapmış oldukları çekimleri Eski Devlet Güvenlik Mahkemesine gönderdiğim kasette vardı. Gazeteciler güvenlik gemileri ile Kısmetim-1 batırıldığı yere götürüldüğünü biliyoruz. Kısmetim-1 gemisinin Türkiye’de gümrük kaçakçılığından dolayı arandığınıda biliyoruz. Türkiye’de aranan bir geminin uyuşturucu yükü ile ülkeye gelmesi mantık dışıdır. Gemi batmadan önce Hürriyet gazetesinde haber çıktı. Oysa çıkan haberden bir süre sonra yani aradan 13 saat geçtikten sonra gemi batırıldı. Geminin batırılacağı organize ediliyor. Çıkan haberden 13 saat sonra gemi batırıldı. Olayın ciddi bir şekilde araştırılması savcılarımızın görevidir. Ben ve bir çok kişi mağdur edildi. Bu konunun ciddiyetle araştırılması arzumdur. İlgili yetkili görevlilerin bu konunun ciddiyetle üzerine gitmeleri gerekir. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir’in asrın olayı dediği olay entrikalarla kapatılmamalıdr. Gazeteci Uğur Dündar, gemi personeli göz altında iken onlarla röportaj yapıyor. Uğur Dündar’ın elamanlarının benimle yaptığı röportaj yasaklanıp yayınlanmadı. Hakkımda haber yapan haber kanalları etik ve ahlaki sorumluluklarını gözden geçirmelidirler. Bunları göreve davet ediyorum. Gazeteci Saygı Öztürk’ün bu konu ile ilgileneceğini sanmıyorum. Gazeteci Fatih Altaylı, Fehmi Köfteoğlu ve Ruşen Çakır’ın o dönemlerde yapmış oldukları doğru haberlerden dolayı bu dava ile ilgilenmelerini bekliyorum. Mehmet Ali Birand’ın ağzı laf yapar ancak doğruları yazmaktan ve söylemekten kaçınıyor. Birand’ın bu olayla ilgili kılının kıpırdatacağını sanmıyorum belki de yanılıyorum. 1990’lı dönemlerde bizi Türkiye’de günah keçisi ilan eden ahlaksızların ortaya çıkmış olmasını kamoyunun değerlendirmesine bırakıyorum. Kısmetim-1 ve uyuşturucu ile ilgimin, Kısmetim ve Lucks adlı uyuşturucu gemilerinin birinci derece operasyon sorumlusu sayın Necdet Menzir'in basın açıklaması olduğunu da anımsatırım. Yetkililerden ısrarlı ricam ve talebim tüm faili meçhul, cinayet ve uyuşturucu olaylarının ortaya çıkarılmasıdır. Konunun derinlemesine araştırılması gerekmektedir.” (Baybişin, 2008) Veli Küçük, Güney’in iddiasına göre, bir yandan sağ ve sol örgütleri kontrol ediyor, bir yandan da işadamlarını örgütlüyor. Güney’in anlatımlarına göre; Küçük, “Mustafa Kemal’in örgütlenme yöntemi”yle hareket ediyordu. İddiaya göre, Küçük, Sedat Peker ve onun gibi grupları kontrolü altında tutuyor, işadamlarını örgütlüyor ve soldaki örgütleri kontrol altına almaya çalışarak birbiriyle zıt gibi görünen gruplarla ilişki içinde bulunuyordu. Güney’in ifadelerine göre, Küçük’ün en önemli özelliği elemanlarını kontrol etmek amacıyla, grup içinden bir kişiyi kendisine bağlaması. Güney, Küçük’ün, seçtiği bu kişi aracılığıyla diğer elemanlar hakkında istihbarat aldığını öne sürüyor. Örgütün devamlılığının sağlanabilmesi için, uyuşturucusilah gibi her şeyin mubah görüldüğünü savunan Güney, Küçük’ün hücre yapılanmasını çok iyi bildiğini ve çok temkinli olduğunu, Korkmaz Yiğit gibi birinden bir şey almayı düşündüğünde Sedat Peker’i, gazeteci olarak da kendisini (Tuncay Güney) şahsın üzerine saldığını ve para koparacağı şahsı sıkıştırıp istediğini aldığını iddia ediyor. Güney’in iddianameye geçen beyanında, “Ergenekon yapılanması içerisinde Veli Küçük’ün yanında, Doğu Perinçek, Ümit Oğuztan, Adnan Akfırat, Levent Temizel (Ülkü Ocakları’nda), Turan Yazgan, Necdet Sevinç (Kurultay’ın Genel Yayın Yönetmeni), Zekai Ökte (Türk Tarih dergisi), Timur Kılıç, Atilla Tunç” bulunuyor. Güney, bunların yanı sıra Küçük’ün mafya grupları içinde Sedat Peker, Ali Yasak (Drej Ali), Sami Hoştan ve Mahmut Yıldırım (Yeşil) ile irtibatlı olduğunu, medya kuruluşları içinden Aydınlık dergisi, Akşam gazetesi, Cumhuriyet gazetesi ve Ulusal TV ile irtibatlı olduğunu, iş ve ticaret camiasından Kemal Özden’in başkanlığını yaptığı Ulusal Sanayiciler İş Adamları Derneği (USİAD), Ali Avni Balkaner, Korkmaz Yiğit ve Adnan Polat’la irtibatlı olduğunu savunuyor. Güney, Küçük’ün ayrıca JİTEM, Mesud Barzani, Amerikan Cat şirketiyle bağlantısı olduğunu, dernekler içinden Kemalist Hareket, Ulusal Gençlik Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği ile irtibatlı olduğunu iddia ediyor. Ergenekoncuları ömür boyu hapiste tutacak JİTEM cinayetleridir. Zaten devam eden davanın önü iki taraftan kapatıldı, geriye bir tek elimizde JİTEM kaldı. GÜNEY’İN İFADELERİNDEKİ SIRLAR Tuncay, medyaya 2007’den beri o kadar çok şey söyledi ki, kitabımızda hepsini incelememiz mümkün değil! Güney’in sırların üstünü açan şu şok açıklamaları günlerce konuşuldu: "Mehmet Ağar da Susurluk kazasında ölecekti. Ama nedense arabada yoktu. Abdullah Çatlı’nın çantasını (kayıp çanta) Veli Küçük’e getiren Drej Ali’dir. Susurluk kazası kurmaydı. Hasbelkader meydana gelmedi! Doğu Perinçek’in Susurluk yorumu: ‘Müttefik Kuvvetlerin’ Çatlı ve Ağar’ı Tasfiye Operasyonu’ biçiminde oldu. Doğu Perinçek’in hücre tipi yapılanmasını kimse çözemez. Ama iki isim Adnan Akfırat ve Ferit İlsever tüm yapıya hâkimdir. 3 Kasım’da Susurluk kazası meydana geldiğinde Veli Küçük ve ekibi âdeta kabuğuna çekilir. Küçük Paşa’nın meşhur bir sözü vardır o dönemlerde: ‘Ben iki darbe yedim, üçüncüsünü kaldıramam.’ İlki Özal’ın JİTEM’i bir gecede kapatmasıdır, ikincisi Susurluk kazasıdır. Hizbullah’ı Teoman Koman Paşa kurdurttu Veli Küçük Paşa yönetti. Dursun Karataş , Veli Paşa’ya mektup yollayıp, ‘Siz Giresun’dayken ben bölgede eylem yapmam’ demiş. Radikal gazetesinde ‘Nerede faili meçhul orada Veli Küçük’ manşeti çıkınca Veli Küçük, ‘Perinçek gitsin Aydın Doğan ile görüşsün’ dedi. Aydın Doğan, Perinçek’i dış kapıda karşıladı. Doğu Perinçek, Doğan’ın Milliyet gazetesinde haber yapmamaya gayret edeceğini; ama Radikal’e karışamayacağını, Hürriyet gazetesi her ne kadar benim gözükse de aslında Rahmi Koç’un dediğini anlattı bana. Veli Paşa İran gladyosu MOD ile çok iyiydi. Gay raporu almamı sağlayan Veli Küçük’tü. Doğu Perinçek, Ulusal TV için Avrupa’dan 500 milyar lira getirdi. Cumhuriyet demek derin devlet demektir, İttihat Terakkiciler demektir. Amerika ile girintili ilişkiler demektir. Uğur Mumcu’nun katilini bulmak istiyorsanız ofis boyuna sorulması lazım. (Tuncay Özkan’a dikkat çekiyor) Veli Paşa, bakın Mustafa Kemal bu ülkeyi çetelerle kurdu, derdi. Veli Paşa hücre yapılanmasını çok iyi bilir? Hiçbir birim bir diğerini tanımaz. Geçmişte Hasan Sabbah’ı, yakın tarihte Atatürk’ü örnek alır. Çok akademik örgütlenme yapıyor hem sağdan hem soldan. Bir yandan Fazilet’i bölmeye çalışırken bir yandan da Tansu hanımla farklı işler yapıyordu. Akın Birdal’ın vurulmasında da Veli Paşa vardı. Veli Paşa, Yeşil, Cengiz astsubay ve Semih Tufan Gülaltay bu işi organize eden ekipti. Yeşil, Veli Küçük’ün adamıydı. Onun talimatlarıyla sıkardı. Arandığı zamanlarda bile askerî tesislerde kalırdı. Veli Paşa koordinatör. Hepsiyle görüşür ama hiçbirinin bir diğerinden haberi olmaz. Ergenekon üyesi 12 kişilik bir şûra var. Atatürkçü Düşünce Dernekleri de bu yapılanmanın içinde. Ergenekoncular devletin sahibi olarak görüyorlar kendilerini. Devlet adına devleti ele geçirip yönetmek. Ergenekon lazım olan parayı her türlü gayrimeşru işlerden elde ediyordu. Veli Paşa Ergenekon’un sözcüsü. Veli Küçük’ün Kuzey Irak’ta bir radyosu ve bir de Tv’si vardı. Hizbullah’ı JİTEM organize etti. Veli Küçük’ün JİTEM‘deki kod adı Abbas’tır. Veli Paşa, Kuzey Irak’a giden silahlardan değil, Karadeniz’e, Elçibey’e giden silahlardan korkuyordu. gazetelere yazı yazdırdı Kuzey Irak’a giden silahları Çevik Bir göndertti diye.” (Aksiyon, Bugün, 2008) Turgut Özal’a suikast yapıldı. Ahmet Özal, ‘Veli Küçük babamı öldürtmek istemişti’ demişti. O günkü insanlar bu konuda bilgi sahibiler. Özal meselesi için söylüyorum. Bu açıklama ile Küçük’e sadece mesaj yolladım. Asla Küçük’e karşı saldırı daha yapmış değilim. Veli Küçük’ün Habur Sınır Kapısı’nda Yapı Kredi Bankası’nı kurmak istedi. Silopi küçük bir ilçedir. Banka Silopi içinde kurulacağına tam Habur Gümrük Müdürlüğü’nün alanında kurulması kararı alınmıştır. Eğer banka Silopi halkı için kurulsaydı, Silopi ilçe merkezinde kurulması lazımdı. Ancak banka şubesi Silopi’de Habur Sınır Kapısı’nda kuruldu. Çünkü o dönem Talabani ve Barzani’nin paraları başta olmak üzere Irak’taki sıcak paranın Türkiye’ye getirilmesi isteniyordu. Öldürülecek Kürt işadamları listesi Tansu Çiller’e bir bakanın kardeşinden geldi. Bunu Ayşe Önal bunu biliyor. Behçet Cantürk öldürüldükten sonra Ayşe Hanım bana aracı olmamı istedi. O zaman Veli Küçük İzmit İl Jandarma Alay Komutanı’ydı. Ayşe Nokta Dergisi’ndeydi. Saat onbirde gittik. Akşam altıya kadar tartıştılar. Bunu da gazeteci arkadaşımız Ayşe Hanım iyi biliyor. Ergenekon operasyonu başladığında Aydınlık Gazetesi Tolon ve Eruygur paşaların isimlerinin başta olduğu bir listeyi Amerika’ya ve Büyük Ortadoğu Projesine karşı olarak yayın yaptı bu iki paşanın Ergenekon üyesi olduğunu deşifre etmek muhbircilik değil de neydi? Rusya ve Çin’e Ergenekon’u TSK içinde yapılanma olarak bilgilendiren ve Ergenekon ile JİTEM’in Asya temsilcisi olduğunu söyleyen ve kendisini tebrik eden ilk ülkeyi Doğu bey açıklasın... Avrasya Konferansı düzenlediniz, İstanbul’da... Konferansa Putin ekibi nasıl mali ve fikri destek sağladı, Alexander Dugin’i Türkiye’ye kim yolladı, bu konferansa Demirel ile Denktaş’ın katılımı, desteği nasıl sağlandı? Sol gruplar arasında infial, çatışma yaratarak solun önünü tıkama adına dünyanın bütün emekçileri birleşin sloganı ile 1 Mayıs yürüyüşlerini, işçi bayramıdır, sabote etmek için işçi partisine 1 mayıs gösterilerine türk bayraklarıyla katılın emrini kim verdi? Anti-Amerikan çıkışlarıyla tanınan Perinçek yıllar önce Aydınlık Dergisi’nde tüm aktif solcuların kişisel bilgilerini isim adreslerini yayınlayarak solculara operasyon yapılmasını neden sağladı? Doğu Perinçek PKK’lılar için Yunanistan’da açılacak Lavrio kampı için nasıl bir girişimde bulundu? Susurluk’un iki Mehmet’in (Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar) kavgasıydı. Veli Küçük her ikisiyle görüştü ve “Bitirin bu kavgayı” dedi. “Susurluk’ta da Ergenekon’da olduğu gibi fatura Veli Küçük’e kesildi”. Amerikalıların Kuzey Irak’ta Türk askerinin başına çuval geçirilmesinin arkasında Irak Devlet Başkan Yardımcısı Tarık Aziz’den ele geçirilen arşiv belgeleri vardı. Amerikalılar, bu belgeleri görünce şok olduklar. Belgelerde Ergenekon’nun Irak’ta işbirliği yaptığı kurum, kişiler açığa çıktı, bu işten en çok Irak Milli Türkmen Partisi’nin zarar gördü. Çuval geçirme hadisesinin bundan sonra yaşandı. ( Çiçek, Ekinci, 2008). Perinçek'in Recep Tayyip Erdoğan'a suikast planı yapacağını söylüyordu. O dönem Recep Tayyip İstanbul Büyükşehir Belediye başkanıydı. Doğu Bey bir tez getirdi. Refah Partisi'nden yenilikçilerin ayrılacaklarını ve bir parti kuracaklarını söyledi. Bunu bir rahatsızlık olarak görüyordu. Doğu Bey'in 1996'dan beri Refah Partisi üzerinde bir çalışması vardı. Erdoğan'ın iktidara gelemeyeceklerini söyledi. Ve bu ülkede Menderes'i astık ne oldu, Turgut Özal'a suikast oldu ne oldu. "Bir de Erdoğan ölse ne olur?" dedi. Ama o zamanın bir numarası kabul etmedi. Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Hüseyin Karanlık, İstanbul Emniyeti'ndeki solcu polislerin müdürüdür, yurtdışına çıkmak isteyen PKK'lılara rüşvetle pasaport sağlıyor. Bir numara şu anda kendisi aktif halde değil. ( 32. Gün, Kasım 2008). Hürriyet gazetesi, 'kendileri hakkında açıklama yapmamı’ önlemek için üzerime geliyor. 'Ben hiç kimseyle çalışmadım. Eymür'ü basından tanıyorum. Ben 7 yıl onları ispiyonlamadım. Bu ifadeler ortaya çıkmışsa onların hatasıdır. Hani kapatmışlardı bu dosyaları. Adil Serdar Saçan'dan almışlardı. Veli Paşa New York'a geliyor benimle görüşmeye. Niye? Saçan’ın oyununa geldiler. Adil'i çok iyi anlamak, çözmek lazım. Adil bu işin içine nereden girdi, buna bakmak lazım. Bedrettin Dalan, Adil'e arka çıkıyor, neden. Bunlar kanlı bıçaklıydı. Ben yurtdışına çıktıktan sonra, bunlar kanka oldular. MİT'e saygı duyuyorum ama MİT elemanı değilim. ABD'ye gittiğimde cebimde 150-200 doları vardı. Citibank'a yatırdığım 4 bin 750 doları da çektim. Manhattan'da 39. Cadde'deki daireye aylık 900 dolar kira verdim. Keşke kiramı birileri ödeseydi. (Arslan, 2008). Kayıp belgeler arasında bulunan Ergenekon terör örgütünün bayrağını Yeni Şafak ele geçirdi. Sadece Ergenekon yöneticilerinin önünde gizli tören yaptığı öğrenilen bayraktaki simgeler dikkat çekiyor. Göktürk bayrağının içine oturtulan mavi kısım Türklüğü simgeliyor.Ergenekon bayrağındaki 'Davut Yıldızı' ile pergel ve gönye, masonluk simgeleri olarak biliniyor. Bayrağın sol köşesinde bulunan pergel ve gönye şeklindeki mühür ise Ergenekon'un büyümesini ve uluslararası arenada kabul görmesi anlamına geliyor. , İmralı’da tutuklu bulunan terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Ergenekon’a çalışıyor, görevine İmralı’dan devam ediyor. Apo daha fazla konuşursa ben de konuşurum. Apo’ya tavsiyem konuşmasın!.. Devem ederse ben de dosyaları açarım. Örneğin,Yaşar Büyükanıt’ı vur emrini kim verdi? Bunu açıklasın!.. Bir sessiz Kürt muhalefeti var. Bunlar konuşursa Öcalan daha iyi tanınır. Oysa, kimse konuşmaya yanaşmıyor. Herkes bananeci olmuş. Kimse bu soruna sahip çıkmazsa, Kürt meselesinde uluslararası kamuoyunda Öcalan muhatap olarak kalır. Bana sorarsanız PKK şişirilmiş bir balondur. Bir durum değerlendirmesi yaparsak şimdi herkesin bir PKK'si var. Osman sürüden ayrıldı. PKK Türk basınında gösterildiği kadar güçlü değil. Ayrıca artık uluslararası patronlar, Kürt meselesinde demokratikleşme adımı atmalı ve Türkiye’de bazı haklar verilmeli diyor. Sosyal ve demokratik platformda hareket etmeleri gerektiğini vurgulanıyor. Ve bu plan uygulanıyor. Barış türküsünü PKK veya Apo çıkarmadı. Bunu patronlar çıkardı. Öcalan Tanrı rolünde. Geçmişte de öyleydi. Sen ve cezaevinde olanlar bu durumu göremediniz. Sonra cezaevinden çıkınca muhalefet başladı. Ve sorunlar çıktı. Siz demokrasi dediniz, karşınıza Kürt faşizmi çıktı. Ben hayatım boyunca her türlü faşizme karşı oldum. Türk Faşizmine de Kürt Faşizmine de, her türlü faşizme karşı çıktım. Bunun yanı sıra PKK'nin ulusal derin ilişkilerini bilmiyorsunuz. Türkiye içinde veya yurt dışında Kürt gerçeğini basın ve yayın yoluyla yıllar önce servis yapan, reklam departmanını kuran Aydınlık’tır. Bugün PKK’nın o dönemdeki yayınlarından dolayı, Perinçek’e ve Aydınlık’a vefa borcu vardır. PKK'nin terör örgütü değil, Kürtler adına ulusal kurtuluş mücadelesi yapan bir ulusal kurtuluş hareketi olduğunu ortaya atan ve batıya dikte eden Doğu Perinçek ve Aydınlık’tır. Belediyelerin patronu Kürt olmayan Türk kraliçesi var. Veli (Küçük) Çanakkale’de görevli idi. Bir kadın Apo’ya yönlendirildi. Ben isim vermeyeyim. Araştırın. Biri Çanakkale’de görev yaparken diğeri Çanakkale’de Kürt basımevi sahibi. Ve danışmanlık düzeyinde. Bugün kraliçe. Ben Kürt insanının gözlerinin önüne bir perde çekildiğine inanıyorum. Apo ile tanışması ise ibretlik bir durum. Öcalan’ın eski eşi Kesire konuşsun, silahında mermi ters döndü. Dikkat etsin, kendi mermisiyle kendini vurmasın. Ters döndü mermi. Kesire kimseye bedel ödetemez, bedel öder. Bugün Kesire susuyor. Muhalefet suskun. Kesire havada gezen mikrobu içine çekmiyor. Doğrusunu yapıyor. Ergenekon akademik ve iyi bir yapılanma. Bize basit sunuluyor. Güngören’den bu yana bombalar susmuyorsa gerisini siz düşünün. Kürt Panzehiri“ yayınlanmadı gazetelerde. Yayınlanırsa kıyamet kopar. Ben edebiyat bilmem. O kadar marifetim olsa... Bir de 72 doğumluyum. Ergenekon’un manifestosunu eğer ben yazdım ise takdir de beklerim. Ödül beklerim. Ama doğu Perinçek yazdı. Ben yazmadım. Doğu Abi redakte ederdi. Çünkü ulusalcı ve Shanghai Beşlisi’ni düşünmek lazım. Yani “Batı olmazsa Doğu’ya yanaşırız.”. “Liman raporları”nı Doğu Abi redakte ederdi. Ferit, Doğu ve Adnan Abi. Beraber redakte ederlerdi. (Ferit İlsever, Doğu Perinçek ve Adanan Fırat). ( Vatan, 2008). Ergnekon terör örgütünün 1 numarası komünizmin kurucusu Karl Marks'a, 2 numaralı yöneticisi de Marks'ın takipçisi Engels'e benziyor. Engels, Ergenekon'a para yardımı yapan ünlü bir işadamıdır. ( Ergenekon’a yaptığı para yardımının Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e yönelik darbe girişiminde kullanılacağını öğrenince kesen, ve kestiği için Ergenekon tarafından 25 Ağustos 2001’de öldürtülen Alarko’nun sahiplerinden Yahudi İş adamı Üzeyir Garih’i kast ediyor.) Alarko Holding İthalat Koordinatörü Doğan Kasadolu'nun açıklamalarının ardından Üzeyir Garih dosyası açıldı. Şaban Arslan, istihbaratı ondan almasına rağmen Güney’i kaynak göstermeden Yeni Şafak’ta şunları yazdı. Bu bağışlar, zamanla çok ciddi meblağlara ulaşınca, Üzeyir Garih'le, ortağı İshak Alaton arasında sorun çıktı. Alaton, bu bağışlara, artık karşı çıkıyordu. Bu anlaşmazlık derinleşmeye başlayınca, Üzeyir Garih, Ergenekon'a yıllardır yaptığı para yardımını tamamen kesmişti. O günlerde, Ergenekon örgütünün, Azerbaycan'da büyük bir operasyon hazırlığı vardı. Örgüt, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'i devirip, Ebulfeyz Elçibey'i yerine geçirmeye çalışıyordu. 1993 yılında yine bir darbeyle görevden el çektirilen eski Cumhurbaşkanı Elçibey, Veli Küçük'ün akrabasıydı. Bu işi en çok, Veli Paşa istiyordu. Çünkü, örgütün Azerbaycan'dan çok ciddi geliri vardı ve bunun devamını sağlamak için bir şey yapması gerekiyordu. Hatta Veli Paşa, Azerbaycan'da Elçibey'i kullanarak yönetimi ele geçirmek, ardından da emekli olunca Bakü'ye yerleşmek istiyordu. Aynı günlerde, Ergenekon, irtibatlı olduğu işadamları ile cemaat ve gruplara, “Elinizi cebinize atın” haberi gönderiyordu. Veli Paşa, bu talebi iletmek için Alarko Holding'e bir kuryesini göndermişti. Üzeyir Garih, artık örgüte para veremeyeceğini net bir şekilde bildirince, üzeri çizildi. İ Veli Paşa, Üzeyir Garih'e, kuryeler aracılığıyla iki kez 'uyarı' yapmıştı ancak onu 'ikna' etmeyi başaramamıştı. Garih'in içinde bulunduğu grup, Ergenekon'a açıkça tavır almıştı, artık hiç para ödenmiyordu. Veli Paşa, bu tutumu yüzünden, Üzeyir Garih'i hiç affetmeyecekti. Azerbaycan'daki darbe planının yapıldığı 1995 yılında, Ergenekon örgütüne adını veren Albay Necabettin Ergenekon, Adıyaman Jandarma Alay Komutanıydı. Azerbaycan'daki darbe girişimini, İstanbul'dan, Necabettin Ergenekon yönetti. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Haydar Aliyev'e haber vermesi sonucu, Azerbaycan'daki darbe planları da Veli Paşa'nın Bakü'ye yerleşme hayali de bir başka bahara kaldı. 1995 yılının Mart ayında, Abdullah Çatlı ile Susurluk kazasından sonra adı ön plana çıkan özel timcilerden kurulan ekip, Türkiye'den Azerbaycan'a gitti. Özel timciler, Azerbaycan 'da darbe yapacak kişilere silahlı ve bombalı eğitim veriyordu. Haydar Aliyev'i devirip yerine Ebulfeyz Elçibey'i getirmek için her türlü hazırlık yapılmıştı. Ancak Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Haydar Aliyev'i uyarması üzerine, darbe planları son anda suya düşüyordu. Eken ve Çatlı'dan patlayıcı eğitimi Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev'e darbe girişiminde bulunan OMON birliklerini, özel timci Korkut Eken, İbrahim Şahin ile Abdullah Çatlı'nın eğittiği biliniyor. Eken, Çatlı ve Ayhan Çarkın'ın da aralarında bulunduğu bir grup özel timci, 15 Mart 1995'teki darbe girişiminden üç ay önce Azerbaycan'a gitti. Özel timciler orada Türkiye' deki Özel Harekâtçıların Azerbaycan'daki karşılığı olan OMON birliğine sıkı bir eğitim verdiler. Dönemin Özel Harekât Başkanı İbrahim Şahin'in ise darbeci Cevadov'un daveti üzerine daha sonra Bakü'ye gittiği ve orada özel timcilerin OMON'a verdiği eğitim çalışmalarına katıldığı öğrenildi. Özel Harekâtçıların Azerbaycan'a giderken yanlarında yüklü miktarda patlayıcı götürdükleri de öne sürüldü. Fikri Karadağ'ın askeri Yermez Üzeyir Garih'in katili Yener Yermez'in, Ergenekon davasının tutuklu sanıklarından emekli albay Fikri Karadağ'ın askeri olduğu ortaya çıkmıştı. Karadağ o dönemde Hasdal'da alay komutanıydı Üzeyir Garih'i öldürmek suçundan hüküm giyen Yener Yermez'in, Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli albay Fikri Karadağ ve Tuncay Güney'le 'change oto' işinde tutuklanan Teğmen Murat Oğuz'un askeri olduğu ortaya çıkmıştı. Teğmen Murat Oğuz ile Ergenekon davasının tutuklu sanığı emekli albay Fikri Karadağ, Üzeyir Garih'in öldürüldüğü 2001 yılında Hasdal Kışlası'nda görev yapıyorlardı. Fikri Karadağ MekanizeAlay Komutanı, (yalanladı, 2001’de Harbiye’de görevdeymiş) Murat Oğuz da Maliye Bütçe subayıydı. Murat Oğuz, iddialara göre Tuncay Güney gibi Veli Küçük'e kuryelik yapmış olmasına rağmen halen orduda görevli kalmayı başardı ve hakkında hiçbir tahkikat yapılmadı. Üzeyir Garih ve ailesinin yakın dostu, Alarko Holding eski İthalat Koordinatörü Doğan Kasadolu'nun iddiasına göre, Garih'in öldürüldüğü 25 Ağustos 2001 günü Ortaköy'deki Alarko Sitesi'ne gelen bir polis otosundan inen kişiler, Üzeyir Garih'in kızı Dalia'nın 14 yaşındaki oğlu Tal'i kelepçeleyerek kaçırmıştı. Tal'i kaçıranlar, “Eğer sesinizi çıkartırsanız ve istediğimiz parayı vermezseniz, Garih'i bu çocuğun öldürdüğünü açıklarız” demişlerdi. Garih'in ailesi, sessiz sedasız, istenilen fidyeyi ödeyerek, Tal'i kurtarmıştı. Cinayeti tehditle işledim Üzeyir Garih cinayetinde kullanılan delillerden 118. No'lu belge, soruşturma sırasında kaybolmuş, bu belge, Ergenekon Operasyonu kapsamında tutuklanan, Adli Tıp Farmakoloji uzmanı Doç. Dr. Ümit Sayın'ın bürosundan çıkmıştı. Zanlı Yener Yermez de cinayeti, bazı 'güçler' tarafından tehdit edildiği için işlemek zorunda kaldığını iddia etmişti. Ancak Yermez, bu iddiasını detaylandırmaya cesaret edemedi. Yermez'in avukatı Mustafa Yalçınkaya, müvekkilinin olayı kimlerin kendisinin üstüne yüklediğini açıklayamadığını, cinayetin birden fazla faille işlendiğini ve olayda ikinci bir kesici alet bulunduğunun Adli Tıp Kurumu tarafından açıklandığını iddia etti. 20 Eylül 2002 tarihli duruşmada ifade veren Yermez ise “Bu cinayet böyle muamma olarak gidecek. Son sözüm bu....” dedi. Mahkeme, Yener Yermez'i ömür boyu hapse mahkum etti. Mahkemeye göre cinayet, gasp ve adam öldürmeye yönelik bir saldırıydı ve örgütsel bir yönü yoktu. Garih'in vücudundaki yaraların iki ayrı kesici alete ait olduğu, cinayetin bir kişi tarafından değil en az iki kişi tarafından işlenildiği, Garih'in tırnak DNA'sının alınmaması ve Yermez'in kavgadan 20 dakika sonra bıçak alıp gelerek cinayeti işlemesi hiç mantıklı değildi. Garih'in 50 bin dolarlık Rolex saatine dokunulmaması ve cüzdanına el sürülmemesi, “Para istedim vermedi” diyen bir katilin anlattıklarıyla çelişiyordu. (Arslan, 2008). Hürriyet, Güney’in iddiasına göre susturmaya çalıştı, susması için para teklif etti. Muhabirleri Tolga Tanış’ı 'Yeni Şafak'ta yayınlanan 'Hürriyet'in korkusu benim konuşmam' (28 Kasım 2008) başlıklı haber üzerine gönderdi. Hürriyet gazetesi, "Para sıkıntısı çekmeyeceksin. Sadece Doğan grubu hakkında konuşma" teklifinde bulundu. Tolga Tanış'ın talebi üzerine 30 Kasım'da Toronto'da bir lokantada gerçekleşen görüşmeyi şöyle aktardı: Tanış: Beni Hürriyet yolladı. Sana bir teklifimiz var. Guney: Nedir? Buyurun dinliyorum. Tanış: Hayatın boyunca göremeyeceğin bir teklif bu. Ömrün boyunca rahat edeceksin. Ekonomik sıkıntı çekmeyeceksin. Sadece Doğan Grubu hakkında konuşma, birşey açıklama. Bu teklifi değerlendirmelisin, böyle bir fırsat karşına çıkmaz. Muhabir Tolga Tanış'ın teklifini komplo olarak nitelendirdiğini ve reddettiğini ileri süren Tuncay Güney, konuşmanın devamını şöyle anlattı: Tanış: AKP ve Tayyip, Doğan'ın karşısında duramadı sen nasıl dayanacaksın? Guney: Bu doğru, istediklerini iktidar yapıyorlar. Fakat ben sizin para teklifinizi, bu komplonuzu kabul edemem. Bu ülkede başımı belaya sokar, yani bu sizin teklifiniz bir oyun, komplo kuruyorsunuz. Tanış: Kabul etmiyorsun yani. Guney: Hayır. Tanış: Sanık olacaksın bu gidişle. Güney: Her türlü karara saygılıyım. (Arslan, 2008). BAŞKA BİR TUNCAY GÜNEY PORTRESİ Kenthaber’de yazan Mehmet Özbek’in kaleme aldığı başka bir Tuncay Güney portresini okuyalım: ”Hayat bazen hiç karşılaşmak istemeyen insanları bir araya getirebiliyor. İstemeseniz bile aynı yerde çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Eskiler buna hayatın cilvesi derler… Benim de başımdan böyle bir hadise geçti… Galiba 1994 veya 1995 yılı idi. Yeniden yayına başlayan, televizyon ve buzdolabı ile medyadaki promosyonu azdıran Mehmet Ali Ilıcak’ın Akşam gazetesinde yazı işleri yönetimi değişmiş, ben de yazı işlerinde çalışmaya başlamıştım.. Bir gün yeni yayın yönetmeni Behiç Kılıç, bir gazetecinin elinde bir iş olduğunu, kendisiyle benim ilgilenmemi istedi… Behiç Kılıç, ustası Rahmi Turan ekibinden yetişme Günaydın tipi gazetecilikten gelen bir kişiydi.. Onun için fotoğraf ve manşet önemliydi.. Gerisi laf… Derdi de ‘vatan hainleri’ydi. Bir taraftan Kardak krizi, bir taraftan PKK sorunu, bir taraftan da başta ABD olmak üzere AB ve onların yerli işbirlikçilerinin hain oyunları, yayın yönetmeninin en baş derdiydi… Derdin hikayesi, Batı karşısında güçsüz olan Türkiye’nin kimlik arayışından kaynaklanan korku ve telaş duygusuydu. Devir faili meçhul cinayetlerin azdığı Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Mesut Yılmaz’ın üçlü koalisyon . Başbakan Tansu Çiller yayın yönetmeni için ‘dişi Asena’, eşi Özer Çiller ise ‘abi’ydi… O nedenle bir süre sonra papaz olmaya başladık… Neyse… Daha tam papaz olmadan, aynı gazetede çalışan fakat ayağını sürüyen meslektaşımız Ayşe Önal, yönetim değişikliğinden önce Kuzey Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Lübnan’a giden bir gazetecinin tekrar işe alınmasına ricacı olmuştu hatırladığım kadarıyla… Yazı işleri odasına Ayşe Önal getirdi o kişiyi. Temiz yüzlü bir insandı odaya giren.. Temiz, pak, spor giyimli, sanki ana kuzusu sıcaklığından ormana düşmüşlüğünü çehresinde gizleyen soğukkanlılığı bir maske gibiydi. Adı Tuncay Güney’di… Hani Hürriyet’ten Saygı Öztürk’ün ‘Ergenekon’un hahamı’ diye haber yaptığı kişi… Tanıştık… Odadaki boş bir masaya iki iskemle yanaştırdım… Elindeki işi sordum…Daha önceki yönetim tarafından Kuzey Irak’a gönderilmiş, oradan Suriye’ye oradan da Lübnan’a gittiğini anlattı. Söylediği yerlere daha önce ben de gittiğimden, oradan buradan konuştuk… Bir süre Samanyolu’nda çalıştığını anlattı... Yaptığı gezi ile ilgili yazıyı verdi… Şöyle bir baktım… Yazısı iyi değildi. İçeriği de sığdı. Dişe dokunur pek bir şey yoktu. Zorlama ile 2-3 günlük bir dizi yapabilirdim. Yazıdan hatırımda kalan, Barzani'nin mi Talabani'nin mi, -pek ayırt edemiyorum- Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’a selam göndermesiydi o günlerden bugüne.. Fotoğrafları istediğimde, oradan buradan alınmış kareleri gösterdi. Örneğin görüştüğünü ve söyleşi yaptığını söylediği Talabani ve Barzani ile çektirilmiş fotoğrafları yoktu. Tuhaftı. Oralara kadar gideceksin, o bölgenin en önemli liderleriyle konuşacaksın ve fotoğraf çektirmeyeceksin! Lübnan gezisi ile ilgili fotoğrafları isteğimde ise bir sürelik yanımdan ayrıldı ve çok güzel dia (o zamanlar film olarak dia kullanılıyordu) kareleri getirdi. Gördüğüm gibi tanıdım fotoğrafları… Daha önceki dönemde Akşam’da çalışmış olan benim de iyi arkadaşım olan Sedat Aral’ın Lübnan ve Filistin ile ilgili büyük bir arşivi vardı… Gösterdiği dialar onun o bölgelerde çektikleriydi… Uyanık Güney, Aral’ın dialarını kendisininki diye yutturmaya çalışmıştı… Dakika bir gol bir… Ben de, saf saf, bir daha böyle bir şey yapmamasını, yaptığı şeyin emeğe saygısızlık olduğunu anlatmaya çalıştım.. O da kös kös dinledi… Nereden bilirdim adamın nelere bulaştığını… Güney’in içi boş, zorlamayla doldurmaya çalıştığım yazısı iki veya üç günlük bir dizi oldu sanırım… Meğer Güney’in dizileştirdiğim gezide neler olmuş neler… Gezi arkadaşları, Aydınlık muhabirleri ve görevlilermiş (acaba JİTEM’ciler mi?)… Güney bu gezi sırasında Veli Küçük’le Barzani’yi tanıştırmak istemiş, Barzani’ye ve Talabani’ye 12 bin, PKK’nın önemli liderlerinden Cemil Bayık’a da 6 bin silah teslim etmişler… Lübnan’dan da Apo ile Doğu Perinçek’in birlikte çekilmiş o meşhur fotoğrafını PKK’lılardan alıp MİT’e getirmiş… Bunlar, Ergenekon haberlerinin etrafa saçıldığı zamanımızda, Güney’in açıklamaları… Silahların PKK’ya verilmesi doğruysa tam bir skandal…Ve Güneydoğu’da nelerin döndüğünün nasıl oyunların oynandığının en hazin tarafı… Fakat o zamanki gezi yazısında bunların dirhemi bile yoktu. Ne bunlar ne de doğru dürüst bir Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan analizi… Tuhaf bir insandı. Gazetenin yazı işleri katındaki ziyaretçi yerinde, bilinen gazeteci camiasının tiplerinden farklı, daha çok İslami dünyanın badem bıyıklı, yüzleri kağıt gibi beyaz gençleriyle gördüm birkaç kez. Onun yeri istihbarat servisindeydi. Güney’i oradaki arkadaşlara birkaç defa sordum. Pek tanıyan ve huyunu suyunu bilen de yoktu. Bu arada, Güney, yayın yönetmeni Behiç Kılıç’ın koruyucu kanatlarının altına girdi. Kılıç, bana güvenmediği için Güney’i ve getirdiği haberleri şimdilerde Yeni Çağ gazetesinde yazarlık yapan ve samimi milliyetçi çizgisi ile tanınan Arslan Bulut’a teslim etmiş, beni de bu tuhaf insandan kurtarmıştı. Kılıç, zaman zaman Güney’i yanına çağırır, o günlerin gündemdeki konusu ilgili olarak, haber başlığı verir ve hadi git hemen haberi yap gel derdi… O da elinde bir müsvedde ile birkaç saat sonra gazeteye gelir, Akşam’ın manşeti oluşurdu… Başlık konuları hemen hemen birbirinin kopyası gibiydi: Vatan hainleri vatanı ABD’ye sattı, ABD ile PKK işbirliği yapıyor veya yerli uşaklar vatanı AB’ye satıyor… Kısa zamanda Güney’in haber kaynağı da ortaya döküldü… Ben MİT’e gittiğini sanıyordum… Meğer oraya değil de Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Doğu Perinçek’in liderliğindeki Aydınlık dergisi veya İşçi Partisi merkezine gidiyor, oradaki ağabeylerinden haberi alıyor ve geliyordu. Akşam yönetiminin hoşuna gidecek haberler Aydınlık’ta mebzul miktardaydı. Tek ki istenilsin… Artık, Aydınlık’tan Akşam’a açık açık haber servisi başlamıştı… Haberler hiç çek edilmiyor, esası bozulmadan yazı işlerinde senaryolaştırılıyordu. Benim için Güney tehlikeli adamdı. Gazeteci hiç değildi. Çünkü ismen Aydınlık da olsa kaynağı bana göre karanlıktı. Türkiye medyasının bir sorunu vardır. İstihbarat servisleri ile ilgili doğru dürüst uzman haberci yetiştireceklerine, istihbarat servislerinin gazetelere bilerek yerleştirdikleri görevlilere hep kucak açmışlardır… Bugün bile hemen hemen tüm gazetelere yerleştirilen elemanlar vardır. Yani bir anlamda basın istihbarat servislerinin, dolayısıyla hep devletin kontrolünde olmuştur. Bu nedenle istihbarat alanında uzmanlaşmış gazetecilerin yapacakları doğru dürüst haberler yerine, önemli zamanlarda okuyucu bu elemanların dezenformasyon (çarpıtma) haberlerine mahkum edilir. Benim teşhisim Tuncay Güney de onlardan biriydi… Emekli MİT’çi Mehmet Eymür’e göre, çift mesleklilerdendi. Fakat şimdiye kadar gördüklerimden, bildiklerimden veya işittiklerimden farklıydı… Büyük gazetelerde bu tip elemanlar memur kılıklı veya servise zaman zaman parça başı muhbirlik yapan meslekten kişilerdir. Bazıları ise, bu görevi gazetelerin köşelerinde yazarlık yaparak yerine getirirler… Ellerine önemli dosyalar verilir. Zamanla mesafeyi iyi ayarlayamayıp çizmeyi aşanların başlarına da olmadık işler gelir. Güney ise arka sokaklara düşmüş iyi aile çocuklarının korkaksılığına karşın bir militandı. Üzerinde memur hımbıllığı, yazar kibri yoktu. Gençti, dinamikti ve zekiydi. Bilgi olarak donanımlı mıydı? Onu bilemeyeceğim… Entelektüel bir dünyası olduğunu sanmıyorum…Yani Osmanlıya Arabistan’da kök söktüren bir İngiliz Lawrence gibi değildi. Herhalde, bilmesi gerekenleri biliyordu… Veya öyle yetiştirilmişti… Bizim gazeteler ortalama veya ortalamanın altı kalitede insanlara kapılarını açtıklarından, basına gazeteci olarak sızması da sorun değildi... Veya devşirilmesine müsait bir yapısı vardı… Ki bir zamanlar yol arkadaşlığı yaptığı Aydınlık’ın web sitesinde onun kişiliği ile ilgili ortaya dökülmen bilgiler, Güney’i hiçleştirmek, sıradanlaştırmak içinse de önemli… Çorum’un Kargı ilçesinde 1972’de doğmuş.. Babasını küçük yaşta kaybetmiş.. İmam Hatip Okuluna gitmiş.. Orada ağabeyler tarafından keşfedilip, İstanbul’a postalanmış. İstanbul’dayken dini cemaatlerde ırzına geçilmiş. İddiaya göre suç makinesi haline dönüştürülmüş… Hikaye böyle uzayıp gidiyor… Evet.. yine Akşam günlerine dönelim… Akşam’da ünlendikçe Güney’in eşcinselliğiyle ilgili dedikodular, gazete koridorlarında istihbarat servisinin şeytana pabucunu ters giydiren muhabirlerin eğlencesi olmaya başlamıştı. O sıralarda Güney’in Aydınlık’tan getirip, yazıişlerinde senaryolaştırılan haberlerden rahatsız olan ABD’nin İstanbul konsolosluğundan birkaç görevli gazeteyi ziyaret etmişti… Yani ABD’liler işi ciddiye almışlardı… Çünkü gazete ne kadar gayrı ciddiyse tirajı da o derece yüksekti.. O çılgın bozdolabı ve TV promosyonlarıyla gazete 1.5 milyon satıyordu. Tirajda birinciydi… Ben o sıralarda gazeteden ayrılmak zorunda kaldım. Bir süre işsiz kaldıktan sonra, yayın hayatına yeni başlayan Radikal’in özel haber servisinin ikinci yöneticisi oldum. 1996 yılıydı. Tirajı yerlerde sürünen Radikal, Susurluk olayını iyi değerlendirerek isminden söz ettirmeye başladı. Susurluk haberlerinin çoğu da Özel Haber Servisi’nin ürünüydü. Servise çarpıtma, yani dezenformasyon haberleri yağıyordu. Bu konuda hiçbirimiz uzman değildik. Çoğu işin altından, tartışarak, biraz da el yordamıyla çıkıyorduk. Ve tecrübe kazanıyorduk. Bu arada Tuncay Güney yeniden sahneye çıktı. Bir fotoğrafı Radikal’e yüksek bir fiyatla yedirmeye çalıştı.. Fotoğraf, Susurluk kahramanı Abdullah Çatlı ile Tansu Çiller’in birlikte çektirdiği fotoğraftı. Radikal bu oyuna gelmedi. Çünkü fotoğraf fotomontajdı. Radikal de fotoğrafı ‘asparagas fotoğraf’ olarak tersinden haber yaptı. Olay ortaya çıktığında Akşam da Tuncay Güney’in işine son verdi… Veya vermek zorunda kaldı. Bu arada Susurluk haberleri bizim de başımızı yemişti… Servis hemen hemen dağıtıldı. Arkadaşlarımızla işsiz kaldık… 2000’li yıllardı sanırım… Veya 1999… Gazetelerde Güney’le küçük bir haber ile karşılaştım Taksim’de dolandırıcılıktan gözaltına alınmıştı. İşyeri olarak kullandığı bürosunda JİTEM’ciyim diye iş bitiriyormuş. İş sarpa sarmış… İşlerini hallettirmek isteyenler, dolandırıldıklarını anlayınca iş polise intikal etmiş… Bundan 15-20 gün önce, Akşam’dan Güney’i tanıyan bir arkadaşıma sordum o olayı… Meğer Güney yalnız JİTEM’ci sahtekarlığı değil, OMO, piyango sahtekarlığı da yapıyormuş o dönem…. Tuhaf ilişkiler ağı… Fakat Susurluk olayından sonra işsiz kalanların piyasada çek-senet işi yaptığını da unutmayalım. Demek ki, Güney de aynı yolun yolcusu olmuş… Demek ki Güney yaptığı işlerden yeterli parayı kazanamamış…Ne de olsa burası Türkiye. Ve bilindiği gibi ünlü Ergenekon dosyası Güney’in işyerindeki bilgisayarında ortaya çıktı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlar ve Silah Kaçakçılık Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, tarafından sorgulanan ve 11 sayfalık ifade veren Güney, daha sonra serbest bırakılıp, eline de 10 yıllık ABD vizeli pasaport tutuşturulup ABD’ye postalanır… İlginç değil mi? Bu arada İstanbul Devlet Güvenlik Savcılığı bilgisayardan çıkan bilgileri yeterli görmez ve olayla ilgili dava bile açmaz… Bu da tuhaf değil mi? Elde Ergenekon yapılanması ile ilgili dosya var, Güney’in poliste verdiği yazılı ve videolu ifade var… Fakat ne Güney hakkında ne de Ergenekon yapılanması ile ilgili dava açılıyor.. . Bu daha ilginç değil mi? Tüm bu ilginçliklerin arkasından, Ergenekon dosyası tesadüfen bilgisayarında çıkan Tuncay Güney, normal vatandaşlara yapılmayan bir uygulama ile, serbest bırakılarak, 2001 yılında ABD’ye gönderiliyor… Aklıma bir soru takıldı: Acaba Tuncay Güney ABD veya başka devlet servisleri tarafından korunmaya mı alındı. Yani şunu söylemek istiyorum: Tuncay Güney öldürülmesin diye mi ABD’ye gönderildi… Poliste işkence gördüğünü söyleyen Güney, her konuştuğunda korktuğunu söylüyor… Ve, nasıl bir görevinin olduğunu devletin bildiğini de sözlerine ekliyor. Ne karışık.. Ne tuhaf bir dünya… MİT, JİTEM, Emniyet… Galiba devletin o katlarında büyük bir gürültü var… Acaba niye? Paylaşılamayan ne? Bir ilginçlik daha… Nedense gazeteler, Güney’in palavradan hamamlık ve kişisel cinselliğine ait olan eşcinselliğine ağırlık veriyorlar… Hem de koro halinde… Güney ne kadar tuhaf bir tip olsa da, ortaya çıkan Ergenekon yapılanması Türkiye’nin demokratik geleceğini tehlikeye sokacak türden bir örgütlenme… İyi ki Güney gibi sallapati adamlar var ortalıkta… Onun tedbirsizliği olmasaydı o korkunçluklar ortaya çıkmayacaktı… Bazen müsibetlerin de hayrı dokunur insanlığa… Binlerce insanın fişlenmesi, binlerce insanın öldürüleceği ile ilgili dosyadan sızan korkunç bilgiler nedir? Belden aşağı eşcinsellik hikayeleriyle Ergenekon dosyasının içi boşaltılmaya çalışılıyor... Bunun için de kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor… Ergenekon’un içine nüfuz etmiş olan Güney’in bilgisayarından çıkan dosyanın içinde neler var? Daha tam bilmiyoruz… Veli Küçük dışında daha başka isimler ortaya çıkacak mı? Onlar kim?…Boğazda oturan hangi işadamı, hangi bürokrat? Hangi emekli asker? Ayşe Önal ablasının elinden tutup Akşam’ın yazı işleri odasına getirdiği, abisi Behiç Kılıç’ın tepe tepe kullandığı Güney ciddiye alınmalı ve korunmalı… Hatta Türkiye’ye getirilmeli ve yargılanmalı, çünkü kendisi de o yapılanma içinde… Güney’in, kişisel güvenliği için sık sık konuşup, bir yerlere mesaj verme zorunluluğundan da doğan, kendine göre çarpıtmalarından ziyade, basındaki çarpıtmaya dikkat edilmeli... Ergenekon soruşturmasını sürdüren İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün işi gerçekten çok zor… Arkasındaki vefasız, belkemiksiz siyasi iradeden nasıl güç alacak... Şemdinli savcısının durumu ortada... Adamı ortada yapayalnız bıraktılar. Ben yine umutlu olayım ve acaba Ergenekon’un ucu, öldürülüp ortalıktan kaldırılan binlerce faili meçhul cinayetlere de uzanacak mı diye bekleyeyim? Tuncay Güney haberlerine dikkat…” (Özbek, Nisan 2008) Tuncay, JİTEM kartı taşıdığı iddialarını ret ediyor, gösterin inanayım diyor. Oysa olayı, vukuatı çok. Sene 2001. Sarıyer'de Kısırkaya diye bir köye gidiyorlar. Kendilerine 'JİTEM' süsü veriyorlar. Maşallah öyle güzel oynuyorlar ki zavallı köylüleri de muhtarı da kandırıyorlar. E tabii yanlarında Hasdal Kışlası'nda görev yapan bir de subay olunca gel de inanma.. Tuncay Güney 'JİTEM Albayı'nı oynuyor. Yanında Hasdal kışlasından bir teğmen, yanı sıra binbaşı kılığında bir arkadaşı daha. 'Kısırkaya Plajı'nı işletenlerin PKK'ya yardım ettiklerini belirledik. Derhal Mehmetçik Vakfı'na devredeceksiniz' diyorlar muhtara. Tesis çalışanlarını tekme tokat dışarı atıyorlar. Muhtara 'köy mührünü al gel kışlaya' diye tembihliyorlar. O da mührünü kaptığı gibi Hasdal Kışlası'nın nizamiye kapısından 'Albay Tuncay'la görüşece-ğim' diyerek giriyor. İnanabiliyor musunuz! Ekip odada hazır. Sahte Albay, sahte binbaşı ve sahte olmayan teğmen karşılıyor muhtarı. Devir işlemleri yapılıyor. Hatta bir kısım köy arazisinin sözüm ona Mehmetçik Vakfı'na devredilmesini sağlıyorlar. 'Albay Tuncay' o kadar kurnaz ki şeytana külahını ters giydirir. Sözleşmeye 'Mehmetçik Vakfı' yerine 'Mehmetçik İşletme Tesisleri' yazdırıyor. Köy arazisiyle ilgili devirler ise şahıslar üzerine yapılıyor. Kim anlayacak ki! Benzer bir sahtekarlığı Zekeriyaköy'de yapmaya kalkınca da yakayı ele veriyorlar. Mahkeme belgelerine göre Tuncay Güney kendisini her yerde JİTEM'ci olarak lanse etmiş, General Veli Küçük'ün adını da bolca kullanmış. Genelev patroniçelerinden Matild Manukyan'dan JİTEM adına kullanmak üzere Beyoğlu'nda bir ofis aldıklarını söylemiş, vs. Adamın ilişkileri geniş. Pis işlerine alet ettiği teğmenin kışladaki odasına Ulusal Sanayici ve İş Adamları Derneği başkanı Kemal Özden'in mobilya göndermesini falan bile sağlamış. Ve daha neler neler.. Sözkonusu dava dosyasında Veli Küçük'ten Yalçın Tanfer'e, eski polis şefi Ümit Bağbek'ten işadamı Korkmaz Yiğit'e, Ergenekon sanıklarından Ümit Oğuztan'dan Turgut Büyükdağ'a kadar pek çok isim geçiyor. Benim merak ettiğim husus, uluorta isimlerini kullanan ve menfaat temin eden Tuncay Güney hakkında resmi nitelikli kişi ve kurumların dava açıp açmadıkları Cumhuriyet’e verdiği röportajda şu satırları dikkatli inceleyelim: “Ergenekon’un çalışma planlarına bir bakın. Ergenekon meselesi Türkiye içerisinde, yani Misaki Milli sınırları içerisinde bir hareket değildir. Amerika’ya, Ortadoğu’ya uzanır bu ilişki. Amerika şu an bastırıyor bu işin açıklanması için. Bir söz vardır: ‘İngilizler adamı gıdıklayarak öldürür’. Amerika da aynen bunu yapıyor. Türkiye’yi gıdıklayarak öldürüyor. Gazeteleri okurken gülüyorum. Ergenekon’u Türkiye içinde aramaları çok komik. Ben çoğu zaman salağı oynardım. Duymamam gereken şeyler olduğunda ben zaten salak bir insanım, ne dediğinizi anlamıyorum derdim. ‘Siz beni o zaman tanısaydınız, şu adama bak, bununla konuşan herife ben..’ der küfrederdiniz. Bana o zaman derlerdi: ‘Seni gazeteci yapanın ben..’ diye. Ama şansa bakın ki bu kadar önemli dosyalar bana geliyordu. Veli Küçük kariyerli bir adamdır, entelektüel bir adamdır fakat diplomasi bilmez. Milliyetçi ya da ülkücü falan değildir. Atatürkçüdür. Ben birçok üst düzey insanla olduğu gibi Veli Küçük’le de tanıştım. Bana çok güvenirdi. Fikirlerime çok önem verirdi. Ama bu ‘Yeşil’ meselesinde, yani Veli Küçük’ün Yeşil olduğu meselesinde, hayret bu savcı çok iyi çalışıyor... Veli Paşa’nın bir özelliği vardır, hayâlî insanlar yaratır. Gider halktan bir tane elektrikçi bulur, ona dinleme cihazı bağlar, sonra onunla arkadaş olur. Nâzım Hikmet’in ‘Taranta-Babu’ya Mektuplar’ diye bir kitabı var. O kitapta Cezayirli bir çocuğa mektup yazılmıştır, ancak böyle bir çocuk yoktur ki. Bu yazarın hayalinde kurmuş olduğu bir şeydir. Veli Küçük de aynen bunu yapardı.” (Yılmaz, 2008) ÇİFTE AJAN GAZETECİLER Emekli MİT mensubu Mehmet Eymür’e ait olduğu bilinen “www.atin.org” adlı internet sitesinde, Güney gözaltına alınmadan yaklaşık bir yıl önce çıkan “çift meslekliler” başlıklı yazıda anlatılan, istihbarat servisleri için çalışan gazetecinin de Güney olduğu öne sürülüyor. Bunun nedeni MOSSAD’ın en yoğun çalıştığı darbe olan 28 Şubat sürecinde aktif rol üstlenmesi… Mehmet Ali Birand hazırladığı 32. Gün’e 17 Ağustos 2008’de çıkan Güney, Toronto’dan canlı olarak bağlandı. 2001 yılında verdiği ifadelerle, soruşturma sonucunda ele geçen belgeler ve ifadeler birebir örtüştüğü ortaya çıkan Tuncay Güney, Ergenekon’da bilinmeyenleri anlattı ve ve hakkında yapılan suçlamaları 32. Gün’de cevapladı... Bazı medya organlarında Tuncay Güney’in Mehmet Ali Birand hakkında “başka bir ülkeye çalışıyor” şeklinde bir iddiada bulunduğu haberleri yer aldı. 32. Gün bunun üzerine açıklama yapmak zorunda kaldı: “Başlığa çekilen bu iddia gerçek dışıdır. Tuncay Güney, böyle bir ithamda bulunmamış, sadece böyle bir belge ‘gördüğünü’ söylemiştir. 32. Gün yayınının tamamını izleyenler veya deşifreleri okuyanlar durumu anlayacaktır. Programda Tuncay Güney, Mehmet Ali Birand’ın ‘Ergenekon için çalışmayacak’ gazeteciler listesinde olduğunu, kendisi ve ailesi hakkında bir rapor hazırlandığını ve bu raporu ‘gördüğünü’ söylemiştir. Bunun üzerine Rıdvan Akar da bu raporun daha önce basına yansığını ve raporda çok sayıda gazetecinin adının yer aldığını; örneğin ismini yayında açıklamayacağı 10 gazetecinin de MİT tarafından yerleştirildiğinin iddia edildiğini ifade etmiştir. Güney, bu raporu Mehmet Eymür’ün hazırladığını ve aynı rapordan bahsettiklerini doğrulamıştır. 32. Gün Genel Yayın Yönetmeni Rıdvan Akar, stüdyoda bulunduğu için, Vatan Yazarı Can Ataklı’ya dönerek aynı raporda Ataklı’nın da MOSSAD ajanı gazeteciler arasında yer aldığını söylemiş. Bunun üzerine Can Ataklı, bu rapor ve iddia ile ilgili ‘işte bu sözün bittiği yer’ yorumunu yapmıştır. Sözü edilen ve bütünüyle hazırlayanın subjektif yorumuna dayanan, içindeki bu tür iddiaları destekleyen başkaca da hiçbir dayanağı olmayan ‘belge’, daha önce basında yer almıştır. Nitekim, Tuncay Güney de belge ile birlikte Mehmet Ali Birand’ın aile fotograflarının yer aldığını gördüğünü programda ifade etmiştir. Andıç’lar dahil olmak üzere çok görmüş geçirmişliğiyle Mehmet Ali Birand, edindiği bu bilgilere karşılık (!) ailesinin bütün fertleriyle gurur duyduğunu söylemekle yetinmiştir. Mehmet Eymür tarafından hazırlandığı iddia edilen ‘belgenin’ bir kopyasının Veli Küçük’ün evinde de bulunduğu iddia edilmektedir. ‘Belgede’ halen televizyon ve gazetelerin genel yayın yönetmenliği, baş yazarlığı ve yazarlığı görevlerini ifa eden 49 meslektaşımız hakkında CIA, MOSSAD, MİT (Sönmez Köksal ekibi, Hiram Abbas ekibi, Miktad Alpay ekibi) gibi istihbarat örgütlerine çalıştıkları iddiası yer almaktadır. İşin daha da garibi MOSSAD adına çalıştığı iddia edilen meslektaşlarımız arasında muhafazakâr ve İslâmi görüşleriyle tanınan yazarlar da mevcuttur. Programın bir bölümünde yer alan ifadeleri çarpıtarak veya kısaltarak kullanan meslektaşlarımızı bu konuda hassas olmaya davet ediyoruz. Zira bizim bu konuda hiçbir şüphemiz ve çekincemiz yok. Bunun en iyi göstergesi ise, program banttan yayınlanmasına rağmen bu bölümlerin tarafımızca çıkarılmamış olması ve yayın kaydına hiçbir biçimde müdahale edilmemiş olmasıdır. Çeşitli nedenlerle dayanağı kuşkulu da olsa, Mehmet Ali Birand’ın aleyhindeki her iddiaya gözü kapalı atlama eğilimleriyle bu ithamları bu kadar kolaylıkla yapanlar, beraberinde onlarca saygın gazeteciye de aynı ithamda bulunmaktadır. Bu konuda meslektaşlarımızın çok dikkatli olmasını rica ediyor ve bu durumun devamı halinde hukuki yollara başvuracağımızı kamuoyuna duyuruyoruz. Saygılarımızla.” (32. Gün, Temmuz 2008) Güney’in programda ortaya attığı taşlar, bir delinin dibi belirsiz kuyuya taş atması gibiydi: "Belki diğer gazeteci arkadaşlarla paylaşmam gerekirdi ama çift meslekli gazeteciler araştırmasını görünce bu belgeleri sakladım. Bugün de gazetecilerin bir kısmı Türk istihbarat birimlerine çalışıyor. Gazetecilerin beni Ergenekon örgütüne satacağını düşünerek kimseyle paylaşmadım. Türkiye'de bazı gazeteciler beni kıskanıyor. Veli Küçük'le ilişkim gazetecilik ilişkisidir. Veli Küçük'ün benim haber yapmamda bir çok yardımı oldu. Haberlerim o dönemde manşetlerde çıktı. Fakat ben sadece Veli Küçük'ten dosya almadım. Ben Doğu Perinçek'le de çalıştım. Veli paşadan da gazetecilikte manşet yapmak istediğim için haberler geliyordu. Elimde bir askeri kimliğimde yoktu. Bunu emniyet de iddia edemez. Korunuyorum yoksa bu stüdyoya rahatlıkla gelemezdim. Yaşadığım ülkenin demokrasisi gayet güzel. Güvenliğim konusunda beni kendi arkadaşlarım koruyor. Görmediğim statüde korunuyor muyum ben bilmiyorum. Yakınımdaki, grubumdaki inançlı imanlı insanlar beni koruyor. Benim dosyalarımda Birand'ın dosyası da vardı. O dosyayı ben bizzat kendim okudum. Dosyada Birand'ın aile resimleri var. Ayrıca Mehmet Ali Birand'ı yıllar boyunca Türkiye'de, Avrupa'da bir devletin kolladığı yazıyor. Yani Birand'ın başka bir devlet adına çalıştığı yazıyor. Burada RTÜK var bu nedenle bu ülkenin adını açıklayamıyorum. Bazıları doğru... Onların bir kısmı benim arşivimde var. Fakat herşey doğru demek yanlış olur. Be Türkiye'de şunu görüyorumki bu Ergenekon hakkında, Türk toplumu çok fazla birşey bilmiyor. Çift meslekli gazeteci arkadaşlarım bana ‘karnından konuşuyorsun’ diyor. Ergenekon global bir örgüt. Ergenekon içindeki insanlar MHP'li değiller, islamcı da değiller. Ergenekon yapılanması hakikaten güzel bir örgüt. Yurt içinde ya da yurt dışında falan başarılı bir örgüttür. Ergenekon Türkler'in Ergenekon'dan çıkışı yani destanı değil. Ergenekon destanıyla bir ilgisi yok. Ergenekon adı 197879’da İstanbul'da komutanlık yapan bir paşanın hocasının soyadı. Beni sorgulayan, bana işkence yapan Emniyet Müdürü de biliyor Ergenekon örgütünün liderini. O açıklasın bu ismi. Devlet ona maaş veriyordu, o niye açıklamıyor. Bu köyün delisi ben değilim. Bu Türkiye'nin iç sorunu. Benim sorunum değil, ben açıklayamam.” Bu arada, Mehmet Ali Birand, Tuncay Güney nihayet anlattı başlıklı yazısında şunları yazdı: ”Tuncay Güney’i Perşembe akşamki 32. Gün’de bilmem izleyebildiniz mi? Programa Kanada’dan katıldı. Konuşması, duruşu, yaklaşımıyla kendinden emin, ne yapmak istediğini bilen biri. Ergenekon belgeleri arasında, gazetecilerin büyük bir bölümünün yabancı devlet istihbarat örgütleri için çalıştığına dair notlar bulunduğunu da öğrendik. Ben kendimi merak ettim ve ‘Bir Avrupa ülkesi için çalıştığımı (!)’ öğrendim. Ali Kırca, Can Ataklı, Güneri Cıvaoğlu, Can Dündar, Soner Yalçın, Enis Berberoğlu, Tuncay Özkan, Fikret Bila, Ruhat Mengi, Sedat Ergin, Ruşen Çakır... daha kimler-kimler... Biri CIA, diğeri MOSSAD, öbürü MİT’in adamları. Pislik at, iz bıraksın... Yıllardır aynı teraneleri duyarım. Ciddiye de almam. Tuncay Güney, kendinin bir Ergenekon kazası kurbanı olduğunu söylüyor. Gazeteci olduğu için ona gelen belgeler başına bela olmuş, derin devletin çeşitli kesimlerinin arasında kalmış. Ancak, konuşmasına, sıraladığı mantık yapısına, ortaya koyduğu senaryolara bakınca, pek ikna olmadım. Yarattığı izlenim Ergenekon’un bir kurbanı değil, Ergenekon denen ve ne olduğu henüz tam belirlenemeyen bu garabetin kenarından veya köşesinden bulaşmış bir insan şeklinde. Tuncay Güney’i dinledikten sonra, Ergenekon dosyasının biran önce kesinleşip ortaya çıkması gerektiğine biraz daha inandım. Zira gizli kaldıkça bu olay sulanıyor ve işin ciddiyeti kaçıyor. Umarız, mahkeme bir iki gün içinde kesin kararını verir de, neyin ne olduğu, kimin neyle suçlandığı ve iddiaların inandırıcı olup olmadığı ortaya çıkar.” (Birand, Ağustos 2008). Medyada ne zaman ajan gazeteciler tartışması başlasa kulak kabartırım. Bu sefer tartışmayı Taha Kıvanç 29 Kasım’da başlattı. MİT ile bağlantılı 23 gazeteci listesinden söz etti ve iki ismi kodlayarak öne çıkardı. Herkes bu isimlerin, 'Siyah' kodlu Fatih Altaylı ve MİT'in kapsamlı tarihini yazan Ergenekon'un tutuklu sanığı Tuncay Özkan olduğunu anladı. Gerçekten MİT ajanı olsam “Evet MİT ajanıyım” demem mümkün mü? diyen ve Kıvanç müstearını kullanan Fehmi Koru'nun iddialarını ret eden Altaylı, 'Ben MİT ajanı isem, siz it ajanı mısınız' diye sordu. Altaylı'nın eşi “Boş ver takma kafana. Bunlar Uğur Mumcu için de MİT ajanı demişlerdi. Senin gibi ağzında bakla ıslanmayan adamdan ajan majan olmaz. Hemen kovarlar” demiş. Haksız sayılmaz. Kıvanç her ne kadar listeyi İç İşleri eski bakanı Saadettin Tantan'dan duyduğunu söylesede, bu listenin eski Başbakan Mesut Yılmaz tarafından kendisi ile görüşen iki gazeteciye Zafer Mutlu ve Hasan Cemal'e verildiğini gazeteciler 8 yıldır biliyor. Listeyi kim hazırlamış belli değil. Ama listenin başına gelenler trajedi olduğu kadar komikte. Altaylı'nın her hafta MİT'e uğrayıp zarf aldığını MİT'ci Mehmet Eymür daha önce açıklamıştı. Ancak Altaylı'yı ilk itham eden gazeteci Haluk Şahin idi. Şahin'in CIA elemanı olduğunu ise, 'Ergenekon'un Çöküşü Çöküşü 2' isimli kitabında Zihni Çakır yazdı. Ergenekon'un kara kutusu Tuncay Güney'e göre, Çakır'ın listesi, Veli Küçük'ün eline geçen meşhur kayıp çuvalından çalıntı. Peki nasıl oluyor bu? Güney'i sorgulayan polis Adil Serdar Saçan tarafından Emniyet dışına kaçırılan belgeleri teslim alması için, Saçan'a Küçük Tuncay Özkan'ı gönderiyor. Özkan bir kopyasını alıp, belgeleri gizliyor, Küçük'e başka kopyayı teslim ediyor. MİT, iddiaya göre, Saçan'ın gizli deposuna bir gece girip belgeleri kopyalıyor ve Genelkurmay'a rapor sunuyor. Depo, tevafuken 2004'de basılıyor ve belgeler tekrar Emniyet'in eline geçiyor. İstihbarat servislerimiz arasında tam bir liste kapmaca, saklambaç, körebe oynanıyor. Güney'e göre ise, Küçük'ün arşivi ve belgeler Emniyet'in eline geçmesinden sonra Çakır'a, kitabı için sızdırıldı. CIA ajanı damgası vurulan gazetecilerin isimleri şunlar: Erdal Şimşek, Kamuran Akkuş, Harun Odabaşı, Haluk Girti, Önder Şuşuoğlu, Mehmet Güç, Reha Muhtar, Necdet Açan, Güneri Civaoğlu, Cengiz Çandar, Mine Kırıkkanat, Haluk Şahin, Okay Gönensin, Bilal Çetin, Murat Birsel, Ali Bayramoğlu. Bunlar arasında, MİT tarafından hazırlanan ve eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden'in CIA ajanı olduğunu gösteren bir belge de var. Tek kelime ile 'çakma', saptırma bir liste bu. Bu isimlerin yarısını şahsen tanırım, hepsi sıkı gazetecilerdir. Susurluk skandalını ortaya çıkaran gazeteci olarak da ilan edilen Haluk Girti, "Susurluk olayından sonra işimden gücümden oldum, Yaklaşık 10 yıldır hiç bir medya kuruluşu beni derin devlet korkusundan işe almadı. Yıllarca tehdit telefonları aldım ama öldürülmedim. Bu işleri çorap söküğü gibi başıma saran, 1998 senesinde Akşam Gazetesinde, gazeteci olarak tanıdığım Tuncay Güney isimli şahıstır" diyor. Mehmet Ali Birand, Can Ataklı, Can Dündar gibi gazetecileride MİT elemanını bırakın yabancı servislere çalıştığına dair belgeyi gördüğünü söyleyen Güney'in bahsettiği liste, gayri ciddi. Babasının eski bir MİT elemanı olması Can Dündar'ı otomatik olarak istihbarat elemanı yapmaz. 28 Şubat sürecinde, Sabah gazetesinde Genelkurmay 2. başkanı Çevik Bir'in haber toplantılarına katılıp manşetleri atmasına ses çıkaramayan Can Ataklı, servis haberlere mecbur kaldığı için yer vermiştir. MOSSAD bu dönemde çok etkin diye ne Ataklı'yı nede işinden kovulup ABD’de Yahudi Strateji merkezlerinde iş bulan Genelkurmay andıçlı gazeteciler Cengiz Çandar ve mesleğin duayeni Mehmet Barlas'ı bir istihbarata yazabilirsiniz. 'Emret Komutanım' kitabını okuduktan sonra MİT elemanı olduğundan kuşkulandığım ve doğrusu yıllardır yabancı servisler ne diyor gözüyle okuduğum Mehmet Ali Birand, 28 Şubat döneminde Genelkurmay tarafından andıçlanınca, yanıldığımı anladım. Birand’ın Ermeni kökenli olması onu ajan yapmaz, ama Küçük gibilerin kara listesine düşebilir. Ahmet Hakan, Taraf gazetesi yazarı, The Economist temsilcisi, geçmişte bir çok saygın yabancı medyaya çalışmış gazeteci Amberin Zaman'ın yabancı istihbarat elemanı olabileceğini kibarca yazdı. Zaman, cevabi yazısında, babası Bangladeşli, kocası Erivan'da görevli bir Amerikalı diplomat olduğu için bu iddianın çıkartılmasından üzgündü. İyi gazeteci olmayan bu kadar saygın kurumlarda çalışamaz, kapıya hemen koyarlar. Kocası Amerikalı CIA veya diplomat diye suçlanan diğer gazeteciler Taraf gazetesinden Yasemin Çongar ve ünlü darbe ihtimali yarı yarıya ve Hudson skandalı mimarı Zeyno Baran. MİT servis haberlerin en yoğun olduğu Doğan medyasıdır. Buda normaldir. Harp Okulu'dan solcu olduğu için ayrılan Hürriyet'in yıllanmış gazetecisi Metehan Demir'in sık sık asker ve MİT istihbarat kaynakları kullanması gözümden hiç kaçmaz. Eski bir Deniz subayı iken atılan Ali Kırca'nın 28 Şubat sürecinde adı ' Düğmeci Paşa' idi. Radikal gazetesinde İstihbarat şefliği yapan, artık öğretim görevlisi bir akademisyen olan dostum Deniz Zeyrek, bence Anklara'nın en derin gazetecisidir. 40 yıllık gazeteci Sedat Ergin, Murat Yetkin, Enis Berberoğlu ve Muharrem Sarıkaya'nın Ankara'da istihbarat kaynakları edinmesinden doğal bir şey olamaz. Ergenekon kitabını yazması için Emniyet'den bilgi sızdırıldığı için yargılanan Star gazetesi Ankara temsilcisi Şamil Tayyar'ı, 2. Cumhuriyet söylemi nedeniyle yaftlanan Ahmet ve Mehmet Altan kardeşleri hiç saymıyorum. Liste uzayıp gidiyor. Ülkemizde ajan gazeteci yoktur demek istemiyorum. Yeni Formu çıkaran Aydın Yalçın gibi Amerikan NED’den yüz bin dolar aldığını bunu da totaliter rejimlerle mücadele ederek demokrasiyi yerleştirmek için yaptığını itiraf edenler çıktı. CIA, 1996 yılına kadar 400 gazeteciyi ajan olarak saflarına katınca 1996 yılında ABD Kongresi yasa çıkardı ve CIA'in gazeteci kullanımına yasak getirdi. 2003’de Irak savaşını desteklemek için para verilen 50 gazeteciden beşi Türkiye’de idi, biride Ertuğrul Özkök’tü diyen Eymür belki de yanılıyordur. Gazeteci, haber toplarken "önemli ve saygın" kişilerle görüştüğü gibi, "kanunsuz ve seviyesiz" kişilerle de irtibat kurabilir. Aynı yöntemler MİT için de geçerlidir. Temelde bir devlet ajanının ve gazetecinin yaptığı iş aynı. Her ikisi de bilgi peşinde koşar. Ancak hizmet ettikleri kişiler farklı! Demokratik bir toplumda gazetecilerin görevi devlete hizmet etmek değil devleti eleştirmektir. Sorun, kaynaklarının etkisinde kalan gazetecilerin sunduğu açık istihbaratların şaşırtıcı olmasındandır. Ankara gazetecileri ile İstanbul gazetecileri aarsındaki bariz farklar vardır. ABD'den dönüşünde Aslı Aydınbaş, gazetecilerin bildiklerinin yüzde 20'sini yazdığını, yüzde 80'ini sakladığını hayretle görmüştü. Bunun nedeni, tam tersi olsa o gazeteciye kaynakları bir daha bilgi aktarmazlar, gazetecilik yapamaz. Ankara, son 10 yıldır büyük devletlerin ana istihbarat üssü haline geldi. Gazetecilik yapanlar mutlaka yabancı misyonlarda görev yapan bu casuslarla karşılaşır, konuşur, bilgi alır. Yabancılar, Türkiye'yi çözmekte zorlandıkları zaman gazetecilerden kibarca açık istihbarat mahiyetinde bilgi rica ederler. Bu alış veriş şeffafdır, haber için karşı taraftan bilgi akışının sürmesi için gereklidir. Bu gerçeği bildiklerinden dolayı, MİT ve diğer istihbarat servislerimizin istihbarata karşı koyma faaliyeti için medya içine sızması kaçınılmazdır, engellenemez. Eymür, MİT gazetecisi var mıdır merakımızı aslında daha önce gidermişti. Şunları kendi web sitesinde yazdı: MİT'in, istihbari faaliyetler gerektirdiği takdirde gazeteci kullanması, yasal bir durumdur. MİT kanununa göre, "MİT'in kadrolu personeli" ile "MİT elemanları", bir bütün olarak "MİT Mensubu" olarak tanımlanırlar (Madde 2.b). "MİT Mensupları" arasındaki fark, "kadrolu personelin" açık ödenekten, elemanların ise "örtülü ödenekten" ücretlerini almasıdır. "Eleman" tanımı, istihbari faaliyet yürüten ve ücretini "gizli ödenekten" alan "Ajan" dahil çeşitli kategorideki hizmet grubunu temsil eder. MİT'in yurt içindeki istihbarat alanını kısıtlayan tek istisna Ordu'ya ait "İç hizmet Talimatı"dır. Bu talimat MİT'in ordu içinde istihbarat yapmasını "izne" bağlar. MİT'in "ihtilalleri haber alamama" gerekçesi olarak kullandığı bu kısıtlama, zaman zaman eleştirilere uğramışsa da halen geçerlidir. Genelde gazetecileri yönlendirmeye çalışan, bilgi sunan Türk istihbaratçılar kimliklerini deşifre etmezler, ama gazetecilerin anlamasını da sağlarlar. Bordrolu veya bordrosuz MİT gazetecisi mutlaka vardır. MİT elemanı olduğunu çaktıran iki kişi ile bu güne kadar muhatap oldum, derin haberler için bilgi aldım. Biri Başbakanlık Müşaviri makamında Yasin Aslandı, ki sanırım CIA'ye de çalışıyordu. İkincisi, Süleyman Demirel'in MİT'deki sağ kolu olduğu imajı veren, tasfiye edilen Gazi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Nurallah Aydın idi. Gazeteciler, bu bilgileri 'üst düzey kaynaktan edindiğim bilgiye' diye yazarlar. Türk medyasında sadece CIA bağlantılı gazeteciler yoktur. Birçok ülke ile yakından ilişki içerisinde olan ABD ve AB ülkelerinin politikalarına destek veren gazeteciler bulunuyor. MİT bağlantılı gazetecilerin kimler olduğunu merak edenlerin neden ABD ve AB bağlantılı gazeteciler üzerinde düşünmediğini merak ediyorum. Siz yazan değil yazmayan, bilgileri saptıran gazeteciden korkun. Bildiklerinin yüzde 80'ini yazmayan gazetecilerin azalması için TBMM yasa çıkararak MİT'in gazeteci kullanımına yasak getirmelidir. ERGENEKON’UN MASKESİ DÜŞTÜ Ergenekon davası, Cumhuriyet’imizin gövdesini kemiren tüm kurtları bir çırpıda temizleme iddiasında değil. Savcılar, iddianameyi yazarken davanın derin devleti yargılama davasına dönüşmemesi, ordumuzu ve MİT'i yıpratmaması için özenli bir dil kullandı. Bu kurumların kendi içinde sessiz temizlik yapmasına imkân tanıdı. En başta sorunun köküne inmeyi reddetmiş gözüken, sadece görünen cerahati kesip atmakla ilgilenen, bir dava ile karşı karşıyayız. Dava, derin devletin dört veya dörtbin beşyüz kişi arasında gizli kadroları bulunan elit, oligarşik, burjuva, milletvekili olmadığı halde dokunulmazlığı bulunan üst düzey ve alt kadrolarından bahsetmiyor. Onları ortaya çıkartıp temizlemeyi değil, gözdağı vermeyi hedefliyor. Dokunulmaması gereken bazılarına ilk defa dokunduğu için ise, farklılık arz ediyor. Yine de Ergenekon davası, yargılama sürecinde son 50 yıllık faili meçhulleri ortaya çıkaracak, hatta cumhuriyet tarihimizi yeniden yazdıracak gelişmelere gebe. Nihayet kara koyunlarımızın bir kısmı ayıklanıyor, kirli bağırsaklarımızın kör kısmı geçici de olsa temizleniyor. Ergenekon davasına yansıyan müthiş bilgiler, üç maymunu oynanayanları “maymunluktan” vazgeçirmedi. Dağın fare doğurmasını bekleyenler afalladı, ama halen fili sığdıracak çuval arıyorlar. Oysa görmezlikten geldikleri canavar, dudakları uçuklatan boyutta. “Sahte cumhuriyetçiler”, “numaradan ulusalcılar” ve Atatürk'ün arkasına saklanan “ihanet şebekesi” deşifre edildi. Ülkemizin altını oyanların şaşırtan kimlikleri, yılların “psikolojik savaş” ürünü ezberleri bozdu. İdeolojik körlüklerden dolayı halen 1970'li yıllarda yaşayanlar, Ergenekon'un kendi adamlarını ıskartaya çıkartıp öldürdüğünü yıllardır ıskaladılar. 1990'lı yıllarda Arif Doğan ve Veli Küçük'e JİTEM kurdurularak Ergenekon operativ hale getirildi. Son 20 yılda kurdurulan Hizbullah, İBDA-C ile aktifleştirilen TİT, DHKP-C ve bazı taşeron sağ ve sol terör örgütleri hep kontrollerindeydi. İddianameye göre, Küçük'ün Yeşil'in sağkolu Osman Gürbüz'e Hablemitoğlu'nu öldürme emrini verdiği belgelendi. 1990'lı yıllarda Doğu’da ve Batı’da binlerce faili meçhul cinayete azmettiren Küçük, Gazi olayları, Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet gazetesini bombalatma gibi siyasetin ve ülkenin dengesini bozacak sayısız provokasyona karıştı. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetlerine kadar sağ kesimlerin üzerine atılan tüm suikastların, iftiraların mimarıydı. Milliyete, inanca, düşünceye göre yaptığı fişlemeler onbinlerce can yaktı. İddianameye göre, Ergenekon terör örgütü, PKK, Hizbullah ya da DHKP-C gibi terör örgütlerinin tasfiye edilmesinden değil, kontrol edilmesinden yana. Ergenekon-PKK ilişkisinin kanıtlarından biri de Öcalan'ın avukatı Doğan Erbaş ile Perinçek arasında geçen bir görüşme. Veli Küçük ve Ümit Oğuztan'ın evinde ele geçirilen “Panzehir” adlı örgütsel dokümanda PKK'nın tamamen tasfiye edilmesi yerine Öcalan'la işbirliği yapılması ve Ergenekon'da kendilerine “genç subay” diyen kişilerin PKK'da üst düzey görevlere getirilmesi, PKK'nın Kuzey Irak'ta 3 bin militan sayısında tutulması gerektiği belirtiliyordu. Perinçek'in PKK ile ilişkiyi yürüten, hatta Aydın Doğan'a Küçük tarafından mesaj götüren elçi oluşu, sahte ulusalcı, eski Maocu’nun maskesini düşürüyordu. Perinçek'in Küçük'ün pek çok provokasyonunda ve terör eylemlerinde “katalizör”, “organizatör” veya “provokatör” rol üstlenmesi ilgi çekiciydi. ABD ve NATO düşmanı sanılan “binbir surat” Perinçek'in esasen Ergenekon'u yönlendiren Neo-Amerikancı merkezlere çalışması hayret verici bir pişkinlik olarak yorumlanıyordu. Güya kapitalizm, emperyalizm, ABD karşıtı İlhan Selçuk'un ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'e Ak Parti aleyhinde rapor sundurması, Oral Çelik’e 500 bin dolar vererek başbakana yönelik suikast işlenmesine dair bilgileri el yazısıyla not defterine geçirmesi, inanılmaz belgeler olarak algılandı. Selçuk ve Çelik isimlerinin yanyana gelmesi, ezber bozucu olduğu kadar ürkütücü de. Ergenekon davasında sanıkların profili, sanırım pazarlık için, kasten düşük tutuldu. Ankara'da biraz gazetecilik veya siyaset yapmış herkes, “Donkişotca” derin devletçilik oynayan söz konusu pervasız ekiple karşılaşır. Bir süre sonra gerçek sahipleri ve liderini tanır, gücünü bilir, kalemi yazmaz olur, yanlışa direnemez. Cesur gazeteci, polis ve savcılarımızın işbirliği ile nihayet yanlışa “dur” denildi. Tabii ki, yargılanacak yüz kişinin “günah keçisi” yapılmasıyla “derin devlet” çökertilmiş olmuyor. Fazla büyütmeyelim. Oluşan konjonktürel, siyasal ve dönemsel şartlar karşısında kamuoyunun tepkisini göze alamayan 'Beyaz Türkler'in direnci kırıldıda, işlevini tamamlamış Ergenekon çetesi kurban verildi. Eski Ergenekon yapılanmasının yenilendiği süreci yakından takip edip, ihbar niteliği taşıyan onlarca köşe yazısı yazmış, hatta 2006’de kitap haline getirmiş bir gazeteciyim. “Özel kuşlarım” olduğunu sanmayın. Elde ettiğim bilgiler tamamen “açık istihbarat.” Derin devletçi grupların kimseden korkusu yok, onlarca web sayfaları var, göstere göstere Ak Parti hükümetini devirmeye çalışıyorlar, eylem yapıyorlar. Sadece kimler olduklarını bilmeniz ve bilmeceyi çözmeniz için parçaları birleştirmeniz gerekiyor. Susurluk sürecinde kirli bağırsaklarımız tam temizlenseydi, ortaya çıkartılan illegal derin çeteler ve tepe organizasyonu Ergenekon, bu denli cesur olamazdı. 21 banka battı, ülkemiz 50 milyar dolar kaybetti, siyaset ve ekonomi çöktü, ama asıl sorumlular yargılanamadı. Susurluk’un arkasındaki “gulyabani”, 29 Ekim 1999-dan itibaren strateji değiştirdi. Daha önce bir araya gelmesi asla düşünülemeyen örgütler, gruplar, şahıslar, “Yeni Ergenekon” yapısı içinde “Ulusalcı”, “Kızılelmacı”, “Kuvvacı” temasında birleştirildi. Hücre yapıları kuruldu. Hiç bir Batı demokrasisi, böyle yapıları barındırmaz. 2002'den beri süren Ergenekon Terör Örgütü'nün Ak Parti'yi devirme operasyonu, 2003’le 2004’de Sarıkız, Ayışığı ve Eldiven isimli darbe tertipleriydi. Hedefe ulaşmak için her yolu mubah gören bu yapılanma, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa’yı yıpratmak için haberler ürettirdi, köşeler yazdırdı. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’dan bekledikleri desteği bulamayınca darbe umutları sonlandı. 22 Temmuzda (2007) sandıkta halk, Ergenekon’u tokatlayınca koalisyon umutları da suya düştü. Ak Parti, selefleri gibi geri adım atmayıp dik durunca kızılca kıyamet koptu. Bugün Ergenekon olarak ortaya çıkan “derin devlet”in başlangıcı Atatürk'ün ölümünden sonradır. Milli değildir, dışa bağımlıdır, Fransız Büyük Mason Locası’na hesap verir. En üst yapı olan Illimunati’nin önderi Henry Kissinger, Bilderberg veya başka özel toplantılarda CFR üyesi olan baronumuzla paslaşır. 1935 yılında mason localarını kapattıran Atatürk, devrimlerine karşı çıkan masonların ekonomiyi ve siyaseti tamamen ele geçirmesini mahzurlu bulmuştu. İnönü döneminde krallıklarını ilan ettiler, Atatürk’ü putlaştırıp arkasına saklandılar. Her on yılda bir askeri darbe tasarlayan yapılanma, amaçları doğrultusunda her kesimi kullanmayı becerdi. İstediklerini yıllarca üniversitelere rektör, kentlere vali, emniyet müdürü yaptılar. Hayatı İstanbul'da Bebek Otel Bar'ında, Caddebostan Büyük Kulüp'te geçen baştabipleri, başsavcılari, bürokratları, üst yargı üyelerini seçtiler. Medya ellerindeydi. Ergenekon, buzdağının görünen küçük bir kısmı. Hortumlama, hırsızlık düzeninin devamı için istikrarsızlık planlayan ve siyasetde boşluk arzulayan bu ülkemizin baronları, hep maşa kullandı, hiç yanmadılar, her zaman dokunulmaz kalmayı başardılar. Türk halkı uyanırsa böyle tatlı para kazanamazlardı, bu nedenle “ötekiler” diye aşağıladılar, varoşlarda hapsettiler. Böldüler, kamplaştırdılar. Birleştirici unsurlardan, dinden, kültürümüzden, değerlerimizden nefret ettiler. Kurtlar Vadisi, Şubat Soğuğu,Yağmurdan Sonra, Tek Türkiye gibi diziler, ipliklerini pazara çıkardı, rezil oldular. Halk desteğini alan Ak Parti başarılı oldu, farkında olmadan 2. Cumhuriyeti kuruyor. Atatürk'ün öldüğü günden beri Türkiye'yi yöneten derin devlet çöküyor, bitiyor. Bu arada sağduyu diyerek farkettirmeden, şantaj yapıyorlar. Her biri kaybettiğini hissetti, kaybedecek bir şeyi olmayan Türk halkından iyice korkmaya başladılar. Ergenekon’un demokrasiyle hesaplaşmasından ortaya yeni bir Türkiye çıkacaktır. Ergenekon’un gerçek sahipleri bu seferde yakayı kurtarabilir, tüm yapı deşifre edilmeyebilir. Uzlaşma sağlanacaktır. Lider ve dört binden fazla olan tam kadronun, listesi artık polisin elinde. Hep takip edilecekler. Eskisi gibi açıkca meydan okuyamayacak, yer altına çekileceklerdir. Kimisine göre, “derin devlet” yok, Ergenekon çetesi gibi devletin görevlendirdikleri var. İşin doğasından kaynaklanan bir illegal görünme söz konusu. Dava sürecini baltalayacak olan gerçek şu: Genelkurmay, Jandarma, Emniyet ve MİT yasalarının hepsi bu gizliliğe, gizli görev yapmaya izin veriyor. Devlet sırrı konsepti, bu zamana kadar korunmalarını sağladı. Derin devlete geçit veren yasal hükümler varsa, Ergenekon çetesi, neden bugün cezalandırılıyor? Davaya esas teşkil eden deliller, davanın derin devletle ilişkilendirilmeme politikasıyla çelişiyor. Bazılarına göre, “derin devlet” aslında her devlette olması gereken ancak Türkiye’de çeteleşen devlet. Türkiye'de artık kimse derin devletin olmadığını tartışmıyor. Ergenekon'a yıllardır efsane olarak yaklaşanlar bile yelkenleri suya indirdi. Ergenekon davasıyla ortaya çıkan örgütlenmenin derin devletin neresinde olduğuna cevap aranıyor. 1970'lerde Ergenekon denilen derin devlet yapılanmasını ilk defa telâffuz eden isim, emekli bir deniz binbaşısı ve yazar olan Erol Mütercimler’di. Ona bu bilgiyi veren, emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, “Ben de Ergenekon’un üyesiyim. Ergenekon Türkiye’de bütün kurumların üstündedir” demişti. 1980’lerde MGK bünyesinde oluşturulan Psikolojik Savaş biriminin kurucularından, emekli Kurmay Albay Tahir Tamer Kumkale, “Derin devlet vardır, gereklidir, bu mefhum devletin bütün kademelerinde yaşamaktadır” sözleriyle aslında şüphelere son verdi. O halde, Ergenekon çetesi kimlerin oluyor, birilerince kullanıldığı gerçeği, niçin ıskalanıyor? NATO ülkelerinde ABD-CIA patentli Gladio tipi yeraltı örgütlerinin Avrupa’da bir bir deşifre edilmesine karşın, Türkiye’de bunun çözülemediği, artık sır değil. NATO üyeliğimizle komünizme karşıt yapılandırılan Ergenekon’un düşmanlarına, 27 Mayıs askeri darbesi öncesinden itibaren “iç düşman” ibaresi eklendi. Bu iç düşmanlar kimi zaman bölücü, kimi zaman irticacı, kimi zaman ırkçı diye anıldı. Şu anda derin devlet dendiğinde herkesin aklına “çete” geliyor. Derin devlet yozlaştırıldı, bazen şahsî, bazen ideolojik çıkarları için her şeyi yapabilen çeteler haline getirildi. Ülkemizde çek senet kovalayan mafyanın bile, derinden yönlendirildiği, ve derin devlete çalıştığı zannı yaygınlaştı. Başbakan Erdoğan, “bunlar kendilerince kutsal saydıkları bazı şeyler uğruna harekete geçen çeteler” diyor. Eski cumhurbaşkanı Demirel’e göre, “derin devlet” denilen olgu, asker ve en belirgin derin devlet faaliyeti ihtilâllerdi. Kontrgerilla iddialarını dile getiren rahmetli Başbakan Bülent Ecevit'e göre, “derin devlet” Özel Harp Dairesi idi. Türk siyasi tarihinde “derin devlet”, kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, Özel Kuvvetler Komutanlığı çoğu yerde özdeşleştirilir. Oysa Özel Harp Dairesi, ordumuzun bir birliği olup, Millî Savunma Yüksek Kurulu’nun 17 numaralı kararıyla 1952’de kuruldu. Halen de, Genelkurmay Başkanlığına bağlı bir birim olarak, Özel Kuvvetler Komutanlığı adıyla görev yapıyor. Özel Harp Dairesi 1963-1974 arasında Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilâtı’nın kurulması, geliştirilmesi ve desteklenmesinde görev aldı; görevi 1974 Harekâtı ile sona erdi. 1990'lı yılların başında MİT eski Başkanı Teoman Koman tarafından, gazetecilere gezdirilene kadar, Özel Kuvvetler Komutanlığı, bilinen bir sırdı. Bu nezih birliğimizin adını Ergenekon’un cinayetleriyle kirletmek haksızlıktır. Ergenekon delilleri arasında, 1 Mayıs 1977’de Taksim meydanını kan gölüne çevirerek 36 kişinin katledilmesinde, yüzlercesinin yaralanmasında kimlerin rol aldığına telsiz konuşmalarıyla yer verilmesi, Ergenekon davasının derin devletin, geçmişin karanlık yerlerine de uzandığını gösteriyor. Fabrikatör lakaplı Doğu Perinçek yine başrollerde. 12 Mart öncesinde 1968 kuşağını yanlış yapmaya yönlendiren, yangına körükle giden ajan provokatörlerin, Ergenekon yöneticisi olduğu iddia edilen İlhan Selçuk tarafından yönlendirildiği artık sır değil. 1980 öncesi beş bin insanımızı kaybettiğimiz anarşi olaylarında, Ülkücü ve Dev Sol'un eline birbirini takip eden seri numaralarıyla el bombaları verenin Ergenekon olduğu belirlendi. Susurluk çetesiyle akrabalığı belirlenen Ergenekon-da, devletin sağ ve sol ellerini birbirine karşı tetikçi olarak kullandığı, “böl, parçala, kamplaştır, yönet” politikası izlediği anlaşılıyor. Maalesef 1990'lardan itibaren Türkiye’de her faili meçhulün “derin devlet” tarafından işlendiği kanaati yaygınlaştı. Akşam gazetesi eski genel yayın yönetmeni Serdar Turgut’un dediği gibi “ismi Ergenekon’da geçen herkesten nefret ediyorum.” Ergenekon davası, devletin kaybettiği itibarı kazanması, iç düşman olarak kategorize edilen, küstürülen halkından özür dilemesi için bir fırsattır. Derin devlet, tüm vatandaşların çıkarlarını kollar korursa, bütünlüğümüzü sağlarsa sevilir. BAŞKA SÖZE HACET VAR MI? Yeni Şafak’tan Ali Bayramoğlu’nun şu yazısı başka söze hacet bırakmıyor: “Haber şu: Danıştay davası sanıklarından Osman Yıldırım, Cumhuriyet gazetesine atılan bombaları Veli Küçük'ten aldıklarını açıkladı… Veli Küçük emekli bir general… Albay olduğu dönemlerde ünlendi. Adı ilk kez Hanefi Avcı'nın Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkan Yardımcısı olduğu dönemde Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede duyuldu. Avcı, Küçük'ün Cem Ersever'le birlikte Susurluk'un, yani ‘devlet merkezli gayri meşru araç ve eylemler sistemi’nin jandarma ve asker ayağını organize edip, temsil ettiğini söylüyordu. İddialar zamanla belgelendi. Örneğin Küçük'ün Çatlı'yla defalarca telefon görüşmesi yaptığı ortaya çıktı. Susurluk kazasında Çatlı'nın cesedini teslim alan ve gizli tutan Jandarma Alay Komutanı Veli Küçük'tü… Devletin hazırlattığı Susurluk raporunda faili meçhul cinayetlerin baş ismi olarak bilinen Yeşil'in cep telefon numarasının Veli Küçük üzerine kayıtlı olduğu iddia edildi. Küçük, TBMM Susurluk Komisyonu'na ifade vermeyi reddetti… Tüm bu tartışmalara rağmen albaylıktan tuğgeneralliğe yükseltildi. 2000'de emekli olduktan sonra adı yeniden siyasi olaylara karıştı… Türk Mafya Birliği'ni kurmaya çalıştı. 2001'de Bakü'de Azeri basınına ‘Türk ordusu yardıma hazır’ tarzı beyanatlar verdi. 301. madde davaları sırasında iyice görünür hale geldi. Kuvayı Milliye Derneklerinin mitinglerinde boy göstermeye başladı. Hrant Dink'in davasına müdahil olmak üzere dilekçe verdi ve duruşma salonunda yer aldı. Ergenekon operasyonları sırasında tutuklanan ilk isimlerden oldu. JİTEM olarak bilinen ve adı faili meçhul cinayetlerle anılan bir resmi yapının kurucusu olduğunu Ergenekon hakimi karşısında kabul etti. Aynı soruşturma kapsamında Çanakkale ve Antalya'da tutuklanan gençler Veli Küçük'ten kimi kişilere yönelik infaz emri aldıklarını söylediler. Ve en nihayet, Danıştay bombaları konusunda tekrar baş aktör olarak karşımıza çıktı… Başka bir şey eklemeye, başka bir şey söylemeye gerek var mı? Bugünlerde başka Jandarma Alay Komutanı gündemde… Trabzon'da görevliydi Ali Öz ve Dink cinayetinin en çok konuşulan isimlerinden birisi... Ali Öz, savunulacak tarafı kalmayınca, Trabzon'dan alındı önce Bilecik'e, sonra Bursa'ya tayin edildi… Nasıl? Etyen Mahçupyan'ın, konu üzerine Taraf'ta çıkan yazısına birlikte göz atalım: ‘Hrant Dink cinayeti ile bağlantılı olarak Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi'nde sıradışı iki beyanla karşılaştık. Sanıklar Veysel Şahin ve Okan Şimşek daha önceki yazılı ifadelerini reddettiler ve kendi üstlerini açıkça suçlayıcı bir biçimde konuştular. Şahin ve Şimşek Hrant Dink'in Yasin Hayal ve arkadaşları tarafından öldürülebileceğini 2006 yılının temmuz ayında Hayal'in akrabası olan Coşkun İğci'den öğrenmişler. Bunu şube müdürleri Yüzbaşı Metin Yıldız'a bildirmişler ama mesele haftalık rutin toplantılarında gündeme geldiğinde Albay Ali Öz konuyu sonra konuşacaklarını söyleyerek meseleyi kapatmış. Sonraki günlerde bu konuda hiçbir önlem alınmadığını gözlemleyen Şimşek yeniden Yıldız'la konuşmuş, ancak yüzbaşı, Şimşek'i başından savmış...’ Devam ediyor Mahçupyan: ‘Cinayet sonrasındaki soruşturmada Jandarma müfettişleri bu olayda Jandarma'nın hiçbir sorumluluğu olmadığına dair rapor vermişlerdi. Müfettişlerin böyle kolayca kandırılmasını mümkün kılan ortamın niteliği hakkında ne söylenebilir? Muhataplar mı çok zekiydi, yoksa Yıldız ve Öz'ün görev değişikliğini hayata geçirenlerin telkinleri mi kuvvetliydi? Sonuç birim amirlerini de aşan bir 'kasıtlı ihmalin' işlendiğidir... Bugün olan ise Ergenekon soruşturmasının genişleyen gölgesi altında Şimşek ve Şahin'in doğruyu anlatmalarını teşvik eden farklı bir ortama girilmiş olmasıdır...’ Başka söze, başka eke gerek var mı?” (Bayramoğlu, Mart 2008) On Dokuzuncu Bölüm KAYIP DOSYALARDAKİ JİTEM Tuncay Güney, 2001 yılında evinden alınan kayıp dosyalarla ilgili olarak, kendisini sorgulayan eski Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan’a verdiği ifadeleri ve bulunan dosyaları Taraf’a anlattı. Güney, uzun süre Taraf’a mülâkat vermemek için direndiği için bu haberi önemsiyorum. Çünkü Güney, hep Taraf’ı düşman olarak gördü, bir takım istihbaratlara çalıştığına inandı. Barıştıktan sonra Güney’e JİTEM ile igili açıklama yapması fikrini verdim. Güney, dosyaların Saçan tarafından birilerine verildiğini söyleyerek, bu dosyalar içerisinde yer alan ve Cem Ersever tarafından Veli Küçük’e verilen dosyanın Saçan’a sorulması gerektiğini ifade etti. Tuncay Güney’in 2001 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde, Organize Şube tarafından alınan ifadesini, o dönem Organize Şube’nin başında olan polis müdürü Adil Serdar Saçan, bizzat kameraya çektirmişti. Güney ifadelerinin işkence altında alındığını söylese de ortaya çıkan belgeler Ergenekon yapılanmasını ortaya çıkardı. O dönemde Güney’in evinde ele geçirilen belgelerin bir kısmı uzun süre bulunamadı.Bu belgelerin bir kısmı daha sonra bir ihbar neticesinde Gaziosmanpaşa’da bir depoda bulundu. Kayıp olan ve iki kasetten oluşan sorgu görüntüleri daha sonra Ergenekon soruşturmasını yürüten savcılar tarafından Fatih Adliyesi emanetinde bulundu. Depoda bulunan belgeler arasında Tuncay Güney’in evinde ele geçirilen ancak Adil Serdar Saçan’ın özel arşivine koyduğu iddia edilen belgeler vardı. 2001 yılında gözaltına alınmadan evvel tüm belge ve dosyalarını ABD’ye, güvenli bir adrese de ulaştırdığını söyleyen Güney, Adil Serdar Saçan’ın elinde bulunduğunu iddia etttiği kayıp dosyalarla ilgili Saçan’a bu dosyaların sorulması gerektiğini söyledi. Güney kayıp dosyaların içerisinde Hizbuttahrir örgütünün yapılandırılmasından, eski vali Rıdvan Yenişen’e yapılan seks şantajına, Hayyam Garipoğlu, Korkmaz Yiğit’le ilgili dosyalara kadar birçok dosya bulunduğunu, Doğu Perinçek’e Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e ait makam aracının verilmesi olayının da bu kayıp dosyalar içerisinde yer aldığını anlattı. Doğu Perinçek’in Ergenekon örgütüne gönderdiği raporlarla ilgili dosyaların da kayıp olduğunu söyleyen Güney, dosyalar içerisinde İran’lı Simko, Tarık Ümit ve Yeşil dosyalarının yanı sıra Cem Ersever tarafından Veli Küçük’e verilen ve bir fotokopisi de kendisinde olan dosyanın da kayıp olduğunu söyledi. Bu dosyanın da diğer dosyalar gibi Saçan’ın tarafından bilindiğini ve ona sorulmasını istedi. Tuncay Güney, JİTEM’in kurucularından Cem Ersever’in Ankara’ya gitmeden önce Adapazarı’nda Veli Küçük’le görüştüğünü ve kendisinin istifa edeceğini Küçük’e söylediğini, Küçük’ün de Ersever’e “istifa etme” dediğini aktardı. Ersever’in daha sonra Ankara’da Hüsamettin Cindoruk ile görüştüğünü de ifade eden Güney, Ersever’in Küçük’e verdiği dosyalar içerisinde herkesin isminin olduğu, ‘JİTEM ve faaliyetleri’ isimli dosya var” dedi. Bu dosyanın yanı sıra personel dosyasının da olduğunu söyleyerek bu dosyaların şu an nerede olduğunun sorulması gerektiğini söyledi. Ersever’in Küçük’e verdiği dosyalar içerisinde numara sistemine göre isimlerin kaydedildiğini de söyleyen Güney, Ömer Lütfi Topal cinayetinin de bu dosyalarda yer aldığını ifade etti. Ersever’in verdiği dosyada Güneydoğu’daki ilişkiler ve yapılan çalışmaların da olduğunu anlatan Güney, itirafçıların nasıl devşirildiklerinin de anlatıldığını söyleyerek “şimdi Kanada’da aynı dosyayı sil baştan okuyorum” dedi. MİT’e çalıştığı tüm gazeteciler tarafından tahmin edilen Tuncay Özkan’ın tutuklanması beklenmiyordu. Tutuklanmadan önce Özkan, bir süre önce siyasi yaşamına Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nde (BCP) devam etme kararı almıştı. Özkan, borçları nedeniyle zor günler yaşayan partinin genel başkanı Mümtaz Soysal’a “bu çatı altında siyaset yapmak istiyoruz. Kongreye gidelim” teklifinde bulunmuş ve olumlu yanıt almıştı. Özkan gözaltına alınmasaydı BCP Ankara’da olağanüstü kongreye gidecek ve Özkan’ı genel başkan seçecekti. Tuncay Özkan’ın yeni kanalı Kanal Biz’in Gültepe’deki ofisine yapılan baskında el konan CD’ler arasında, Özkan tarafından kurulan, Siyaset Okulu’nun İzmit Kartepe’de 1400 kişiye verdiği eğitim CD’leri de var. Eğitim verilen kişilerin çoğunluğu BCP üyesi. Eğitimlerde Özkan partililere eğitim, enerji, su ve kalkınma projelerini anlatmış. Okulda, Mümtaz Soysal ve Yaşar Okuyan da ders verdi. Ergenekon soruşturması kapsamında Ankara’da gözaltına alınan ve Danıştay 12. Daire Başkanı Yücel Irmak’ın koruması olan Adnan Kılıçarslan, daha önce de eski ASAM Başkanı Prof. Dr. Ümit Özdağ ile Yargıtay Savcısı Nuri Düzgün’ün korumalığını yaptı. Ümit Özdağ, son MHP kongeresinde Devlet Bahçeli’nin karşısına genel başkan adayı olarak çıkmıştı. Özdağ’ı, Bahçeli’nin karşısına Veli Küçük’ün çıkarttığı öne sürülmüştü. Küçük’ün telefon konuşmalarında, Özdağ’a verdiği destek de deşifre edilmişti. Danıştay’daki görevine bir yargıcın ölümü ve dört yargıcın yaralanmasıyla sonuçlanan Danıştay baskınından sonra, başladığı öğrenilen Kılıçarslan’ın, meslekten birkaç kez ihraç edilen Adil Serdar Saçan’ın Danıştay’daki dosyalarını takip etmek ve Saçan lehine karar çıkmasını sağlamakla suçlandı. (Taraf, 2008) İlişkiler derin, derine inildikçe pislik kokusu geliyor. HANİ NEREDE DIŞ İSTİHBARATLAR? Farklı bir kesimden, Vakit’den Abdurrahman Dilipak’ın Ergenekon’a bakış açısına yer vermezsek büyük eksiklik olurdu. Savcının değinmediği, kimsenin yazmadığı Ergenekon’un dış istihnaratlarla ilişkileri konusunda Dilipak şunları yazdı: “Bu Ergenekon işi, görüldüğü kadar basit bir iş değil. Bunun arkası çorap söküğü gibi gelir.. İşin içinde silah kaçakçılığı da var, eroin kaçakçılığı da, arazi mafyası da var, petrol kaçakçılığı da.. Kozmik belgelerin elden ele dolaştığı bir vadi burası.. Sınırları Türkiye sınırları ile sınırlı değil.. Kökü İttihat Terakki’ye kadar gider.. Ama en azından 1978’e gitmelisiniz bugünkü olayın iç yüzünü anlamak için.. Hatta 1971’e.. İşin içinde olmayan karar verici kimse yok gibi. Mesela 1 Mayıs’ın izini sürün, Şah’ın İran’ına kadar gidersiniz. SAVAK’ın bu işle ne alakası var demeyin. RCD, Cento, hepsi bu derin planın bir parçası.. İran’da duramazsınız, zaten Afganistan’a, Pakistan’a uzanırsınız. Beriye gel Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün. İsrail’in bu resimde ayrı bir yeri var.. Sovyetler’i alınca Balkanlar ve Kafkaslar’ı da işin içine dahil etmiş oluyorsunuz.. Bulgaristan’ın ayrıca özel ve önemli bir yeri var. Tabii Arnavutluk ve Romanya’nın da.. Çin doğrudan işin içinde olmasa da ‘Çinci’ler, ‘3. Dünyacı’lar sistemin bir parçası idi.. NATO zaten sistemde büyük oyuncu! Biraz Mısır’ı da katarız bu işe.. Bu Ergenekon işini, zamana yaymadan kısa sürede bitirmeniz gerekir.. Eğer zamana yayarsanız, bu kriz bölgeye yayılır.. O zaman da hiç toparlayamazsınız.. Şöyle bir ipucu vereyim: ‘Bizim iyi çocuklar’ Irak’ta, Suriye ve Lübnan’da, İran’da, Avrupa’da, Rusya (vd) operasyonlara gönderildiler, onların ‘iyi çocukları’ da burada ve diğer bölgelerde operasyonlara giriştiler.. Kanlı 1 Mayıs’ın arkasında SAVAK da çıkabilir mesela! Bu piyasada kimin eli kimin cebinde belli değil. Avrupa bir şekilde hesabı kapattı, defteri dürdü ama, bizdeki hesaplaşma devam edince, oradaki eski defterlerin de yeniden açılma riski ortaya çıktı.. Bizimkiler, ötekileri bu işe dahil etmeye çalışıyor. Ötekiler ise, bu işlerin bu şekilde uluorta tartışılmasından rahatsız. ABD, AB, NATO, bu işin kısa sürede halledilmesini istiyordu, gördüğüm kadarı ile. Hükümet bu işten çekindi, hep topu taca attı. Ama sonunda bu pimi çekilmiş bombayı kucağında buldu. Bu iş öyle 3-5 savcının altından kalkacağı bir iş değil. Ele geçen belgeler şimdilik, çok sınırlı bir zamanı, mekanı, kişileri kapsıyor. Peki, ana arşivlere ulaşılırsa, ana depolara ulaşılırsa ne olacak? Suriye yönetimi ve istihbaratı da, İsrail yönetimi ve istihbaratı da, Alman, Amerikan, İtalyan, Fransız yönetimi ve istihbaratı da bundan rahatsız olur. İşin içinde Masonlar da var, Tapınakçılar da, illuminati de, herkes, olmayan yok ki! Apo, muhaberattan habersiz mi kaldı Bekaa’da! Bizim birçok siyasi liderin kariyeri yara alır. Dini önderler, büyük iş adamları vs.. Kontrol dışı unsurlar, ‘Merkez’den umudu keser. ‘İş başa düştü’ diye, durumdan vazife çıkartacak olurlarsa, bütün bu bölgede istihbaratçılar arası iç savaş başlar. Burnuna yumruk yiyen başbakandan, ‘bizim çocuklar’dan ‘iyi çocuklar’a kadar birçok kişi susturulabilir.. Birileri sıranın kendine geldiğini, ya da eylem arkadaşının konuşacağını farkederse, düşünürse eski iş ortağının kafasına silahını dayayabilir. Gizli arşivler imha edilirse bir dert, ele geçse bir başka dert. Ama asıl büyük dert bu işin fazla uzaması.. Bakın yakında karşı informasyonlar gelebilir. Gördüğüm kadarı ile Almanya sıkıntılı. CHP’nin Alman vakıfları ile ilişkisi filan, öncü sarsıntılar. Mafia hesaplaşması vesilesi ile İtalyanların da başı sıkışacak. İşin Türkiye ayağı, İtalya’dakinden de büyük ve sıkıntılı. ‘Temizeller savcısı’ bile zor kalkar bu işin Türkiye ayağının içinden. Bakın son olarak Papa suikastında Ağca’nın kullanılmasının STASİ’nin planı olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Almanya’da yayımlanan Der Spiegel dergisi, eski Doğu Almanya istihbarat teşkilatı STASİ’nin Mehmet Ali Ağca’nın Papa 2. Jean Paul’e yönelik başarısız suikast girişimini Türk ülkücülere mal etmeye çalıştığını iddia etti. Ben yine aynı şeyleri söylüyorum: Petrol ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi para kaynaklarını kesin. Örtülü KİT’leri, derin devletin taşeron firmalarını, gazetelerini tasfiye edin. Silah depolarını kontrol altına alın, arşivleri ele geçirin, tetikçileri değil, derin devlet baronlarını yakalayın. TSK ile bu işin bağının kesilmesi gerek. Bu yapının Media, Sermaye, Siyaset, Bürokrasi, STK içindeki bağlarının kesilmesi şart. Sonra 50-100 kişi neyse tepedekiler dışında para ve silahlarını teslim eden ve pişmanlık duyanları şartlı şekilde serbest bırakın. Bu işte geç kalınıyor. Eğer böyle giderse, gün gelir olaylar bir patlak verirse arkasını zor toplarsınız. Birçok ülkede bombalar patlar, silahlar konuşur, çok kişi bu işten zarar görür. Sanıyorum biz Ergenekon’u gözümüze fazla yaklaştırınca, arkasında bir ormanı kaybediyoruz.. Bu, soğuk savaştan kalma, ABD’nin başımıza bela ettiği bir örgüt. Şimdi işleri bitti, kontrol dışına çıktılar, Sam Amca artık tasfiye edilmesini istiyor ama, bu güç buna direniyor. Aslında bu yapının kökleri bizde İttihat Terakki’ye kadar dayanıyor. Osmanlı’yı bu yapı ile çökertmediler mi? 3 yıl iki ayda bir imparatorluğu tasfiye ettiler. Biz o kadar sürede, Etibank’ı bile tasfiye edemedik. Bakın bunların gözü dönmüş. Zamanında kan hesabı yapmamışlar mıydı, 28 Şubat’ta? Saçan Kömürcü’ye ne diyordu: ‘Bizim birimiz onların ellisini haklar.’ Eski polis şefi ile gazeteci böyle düşünüyor! Ha, Avusturya seçimlerinin sonuçlarını biliyorsunuz değil mi? Radikal sağın oy toplamı, en büyük blok’u oluşturuyor. Avusturya’da Ergenekon kazandı, anlayacağınız. Ergenekon davasında gelişmeler böyle devam edecek olursa, Avrupa’da ve Türkiye’de görülen, görülmekte olan, faili meçhul kalmış, üstü örtülmüş bir çok dava tekrar açılmak zorunda kalabilir. Bu işin Şangay Platformu’na kadar uzanması mümkün. Çin ile Rusya, yani BÇG gösterip Doğu Çalışma Grubu oluşturmaya çalıştılar. Ateş Paşa boşuna İran ve Rusya’nın adından söz etmedi bir zamanlar. Batı biraz da bunun için Ergenekon operasyonu konusunda sessiz! Bu arada EPDK’nın petrol usulsüzlüğü ile ilgili cezaların tahsili yönünde adım atması da önemli.. Petrol kaçakçılığı, kamuya eksik satış, solvent, bozuk yemeklik yağın mazota katılması gibi daha birçok ayağı var. Yani petrol işi derin. %20 değil, toplamda %40’ı bulan bir kara sektör. Bizim bu işlerle ilgili tek şansımız, sistem içi güçlerden bir bölümünün artık bu işin böyle gitmeyeceğini görmesi ve yarın bu işin daha tehlikeli bir hal alacağını görüp, tasfiyeye razı olması. Öte yandan yapı içinde görünürde, sağ, sol, Kürt, Türk, dindar görünen, ateist, herkes bu yapıda olmasına rağmen, sokakta vuruştursalar da, merkezde bir araya gelip kadeh tokuşturabiliyorlardı. Maksat vatan kurtulsun. Kontrollü bunalım stratejisi dedikleri şey! Şimdi bir sürü 1 numara çıktı. Kendi aralarında kanlı bıçaklı oldular. El altından birbirleri aleyhine bilgi sızdırıyorlar.. Birileri bu işten yakasını sıyırmaya çalışırken, birileri, tehditle ve şantajla bir yerlere varmaya çalışıyor. Kimi aldatıldıklarını düşünüyor, kimi suçluluk psikolojisi ile karanlık hesaplaşmaların faturasını eski iş ortağına yamamaya çalışıyor. Yani kendi aralarında da bir iç savaş var. Önemli olan da bu. Ne olursa olsun, bu işlerin artık daha fazla böyle gitmeyeceği anlaşıldı. Bu önemli. Şimdi herkes kendini ve ekibini kurtarma çabasında. Birtakım baronlar ise kendilerine dışarıdan sığınacak ülke, örgüt arıyor sanki. Ve zaman kazanmaya çalışıyorlar. Dikkat. Şimdi daha tehlikeliler. Bu yapı tasfiye edilmez değil, ama dikkatli olmak gerek. Operasyondan önce strateji ve takdiklerin iyi hesaplanması gerek. Nihai hedefin iyi belirlenmesi gerek. Bana kalırsa hükümet, bu işi açık açık ABD ve AB ile görüşmeli. Soğuk Harbin başımıza bela ettiği bu yapının tasfiyesinde bilgi ve belge değişimi olmalı. Kertenkelenin kuyruğunu bırakın, gövdesi nerede ona bakın! Bayram sonrası piyasa kızışacak gibi..” (Dilipak, Ekim 2008) KİMDİR BU DERİN DEVLET? Derin devlet konusunda 'Milli Stratejik Konsept' adlı bir kitap yazan ve Çevik Bir tarafından mahkemeye verilip beraat eden eski akademisyen dostum Doç. Dr. Nurullah Aydın'ın 2000 sonbarında Çankaya'daki ofisinde anlattıkları, aslında “off the record” idi. 33. dereceden mason olan eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in en önemli özelliği MİT'de Aydın gibilerle sivil yapılanma kurabilmesiydi. Demirel’le birlikte Aydın da tasfiye edildi; zaten anlattıkları intikam almak içindi. Aydın'a yazdığı kitapdan dolayı Genelkurmay Başkanı'nından kuvvet komutanlarına tüm üst düzey askeri kesim tebrik mektubu göndermişti. Eğer mektupları gözümle görmesem inanmam mümkün değildi. Devlet sırlarını ifşa etmekten altı yıl mahkûmiyet cezası ile yargılanan Aydın, beraat etmişti. Aydın'a göre Çevik Bir'in kendisi ile uğraşmasının nedeni derin devletin emriydi. Nurullah Aydın, eline kalemi aldı, panonun karşısına geçti ve derin devletin şemasını çizmeye başladı: “Hiyerarşik bir yapılanmaya sahip gizli örgütlenme 4000 kişiden oluşur. İş adamı, gazeteci, asker, akademisyen hepsi saygın güya laik Kemalist büyük bir gizli örgüttür. Askerler sanıldığı gibi Konsey'de çoğu zaman başkan değildir, üyedir. Emekli olduktan sonra büyük holdinglerde danışman sıfatıyla yüksek maaşa bağlananları araştırırsanız kimler olduğunu bulursunuz. Korkmaz Yiğit'in danışmanı Güven Erkaya ve Cavit Çağlar-Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı Teoman Koman, Muhittin Fisunoğlu, Fenerbahçe Cumhuriyet'inden Atilla Kıyat bunlardan sadece birkaçı. Bu askerler TSK'yı temsil etmese de öyle görülür. Tüm MGK Genel Sekreterleri ile Nuretin Ersin, Tuncer Kılıç gibi derin devlet arasındaki askerler arasında direk ilişki olması düşündürücüdür. İlk defa Çevik Bir Genelkurmay 2. Başkanı olarak bu hiyerarşiyi bozdu ve başkanlığa adaylığını koydu. Bir, derin devleti yönetmeye çalıştı. 28 Şubat’ta aşırı çaba sarfetti. Esasen kararı verecek Konsey'in gizli başkanı Anadolu kaplanlarına savaş açan İstanbul dükalığının patronu, ülkemizin en zengin -Holdinginin sahibi Koç'tur. Koç’ların yanısıra, Sabancı, son yıllarda Karamehmetler, Kamuran Çörtük, tasfiye edilene kadar Uzanlar, Ayhan Şahenk-Doğuş Grubu, Eczacıbaşılar, Ulusoylar Konsey’de temsil edilir. 28 Şubat irticaya karşı mücadele değil, İstanbul dükalığına karşı ekonomik mücadele başlatan Anadolu kaplanlarını kafese sokma darbesidir. 5000 şirketin önü yeşil sermaye diye kesilmiştir. Bu grupların gazeteleri, derin devletin 28 Şubat operasyonunda provakasyonculuk yapmıştır. 28 Şubatla derin devlet, askerleri kullanarak Anadolu Kaplanı denilen ülkenin gerçek sahibi dindar kesimleri sindirmiş, Sebataycı sermayeyi rahatlatmıştır. Derin devletin liberal gazeteleri Hürriyet, Milliyet; sol eli Cumhuriyet kirli tetikçi sol eli Aydınlık, sağ eli ise kendileri bilmese de Akit-Vakittir. (Ahmet Hakan, 4 Aralık’taki köşe yazısında, 28 Şubat sürecinde Akit’den çıkmayan Albay’ın kim olduğunu sorguluyordu.) Sahte Profesör ve Kadiri Şeyhi Haydar Baş’a kurdurulan Mesaj ve Meltem Tv, Yeni Mesaj gazetesi derin devletin bilinen kirli sağ eliydi. Derin devletin gazetecileri tetikçilik yapar, ancak Uğur Mumcu gibi ileri gittiği için kalemi kırılanlar da olur. Necip Hablemitoğlu gibi ıskartaya ayrılanlarda. Bir dönem Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı tetikçilik yapar. 28 Şubat’ta olduğu gibi bir dönem gelir Dinç Bilgin'in gazetesi (geçmiş dönemde) Sabah'ın manşetlerini Sebataycı Çevik Bir sabah veya öğle toplantılarına katılarak atar. Hürriyet ve Akit'in bazı manşetleri taraflarından hazırlanır; biri gerer, diğeri tetiği çeker. Ülkücülere 1980 sonrası mafya görevi verilir ve yurtdışında suikastlar, darbeler ihale edilir. MİT'in derin adamları onları gizli operasyonlarda kullandığı için mutludur; ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayarak istihbarat yaparlar. Sebataycılar, hoşlanmadıkları Mehmet Eymür-Hiram Abbas-Korkut Eken-İbrahim Şahin, Hanife Avcı beşlisi Susurluk sürecinde çok yıprandığı için tasfiye ederler. Mehmet Ağar-Şengal Atasağun ikilisine bayrağı darbe ile devrederek yeni bir sayfa açarlar. Bu nedenle Susurluk'ta Abdullah Çatlı, daha sonra Yeşil tasfiye edilir; kullanılan eski tetikçiler Oral Çelik, Abdullah Argun artık yetim kalmıştır; vatanı için çalıştığını sanan aşırı heyacanlı gençlerdir, sonuçta hep kullanılarak paçavra gibi bir kenara atılmışlardır. Oysa bir dönem kara ticaret onlarla yürütülürdü, ancak nedense cepleri hep boştur. Mehmet Ağar, geleceğin parlayan gülüdür. Ağar, derin devletin joker adamıdır. Akademisyenlerde bu gruptadır, hata yapanın kalemi kırılır. Necip Hablemitoğlu gibi verilen görevde sapla samanı karıştıranların kalemi kırılır; düştüğü bataklıkta batar. Konseye üye 'Derin Akademisyenler' Atatürk ve laikliğin arkasına saklanarak ülkenin gerçek sahiplerinin önünü irtica safsatası ile tıkarlar. Başörtüsü, YÖK, İmam Hatip krizleri bir şal gibi, Konsey ve örgüt ortakları Sebataycı vurguncuların soygunlarını gündemden düşürür, üstünü örter. Ülkenin bankaları hortumlanırken gürültü çıkartırlar ve dikkatleri başka tarafa çekerler. Bankaları hortumlayanların çoğu Sebataycıdır ve derin devletin bilgisi dahilinde olmuştur. 2000 ve 2001 ekonomik krizlerini önceden haber alan baronlar yine köşeyi dönerken, vatandaş bir gecede %50 fakirlemiştir. Cumhuriyetimiz 19-23'de kuruldu, Ergenekon davasıyla geç de olsa 2008'de arınıyor. Derin devlet yapılanmasını, konsept, kadro, strateji ve yönetim anlayışı değişikliklerine göre, 1923 ile 1936, 1938 ile 1952, 1953 ile 1978, 1979 ile 1998 ve 1999 ile 2008 dönemlerine ayırmak mümkün. İttihat ve Terakki geleneğinin devamcısı bir ekip tarafından kurulan Türkiye'nin daha ilk yıllarında elit oligarşi, derin devletini kurmuş, zengin sınıfını seçmiş, köylü ile efendinin kimler olacağını belirlemişti. Bu süreç, 1936'da Atatürk'ün mason localarını kapatmasına kadar sürdü. Atatürk'ün mason tarafından zehirlenmesiyle İnönizm devri başladı. Tek parti döneminde CHP ve İkinci Adam diktası var iken, zaten derin devlete gereksinim yoktu. CHP, çok partili sisteme geçişi, demokrasiyi özümseyemedi. İkinci dönemde DP'ye karşı yaşanan hezimetlerden çıkış yolu bulamayan CHP'nin imdatına, NATO üyeliği ve Marshall yardımı yetişti. 1960 darbesini örgütleyenler düşük profilli subaylardı ve emir Washington'dandı. ABD'den gelen bir milyon dolarlık yıllık bütçe ile Ankara'da bir askeri binada 1974 yılına kadar faaliyetini başbakanlardan habersiz sürdürmüş olan Kontra'nın temel amacı, ülkemizi Sovyet’lerden gelen kızıl tehlikeden korumak ve siyasi balans yapmaktı. MHP ve Milli Selâmet'in kurdurularak siyasetin parçalanmasının ardında derinden koşan Faruk Gürler ve Muhsin Batur paşaların imzası vardı. Özel Harp Dairesi (ÖHD)'nin ilk kurucularından emekli albay İsmail Tansu, "Bunlar kendini milli vazifelerle yola çıkmış gibi gösterebilir ama faaliyetleri tamamen gayri milli. Yaptıkları Türkiye'nin çıkarlarına hizmet etmez." diyor ve kırılma noktasının 27 Mayıs darbesi olduğuna işaret ediyor.. İsmail Tansu, 1952-53 yıllarında Kore Türk Tugayı'nda savaşmış bir subay. Dönüşte, Tümgeneral Daniş Karabelen'le birlikte ÖHD'yi kurmuşlar. Daha doğrusu Seferberlik Tetkik Kurulu adıyla kurulan daire, olası bir Sovyet işgaline karşı muharebe amacıyla ABD’nin desteğiyle kuruldu, ancak kuru faaliyetlerini bir sure ABD’den gizli yürüttü. Oysa iki kurucuda NATO’da eğitim almışlardı. Rıza Vuruşkan ve Eyüp Mater de kendileriyle birlikte hareket ediyor. Kıbrıs'taki direnişi sağlayan Türk Mukavemet Teşkilatı'nın da kurucularından. Kıbrıs İstirdat Projesi'ni hazırlayan kişi. Aynı zamanda teşkilatın Ankara'daki genel koordinatörü. 27 Mayıs darbesine kadar hem ÖHD'de hem de Teşkilat'ta üst düzey görevler aldıktan sonra darbecilerle ters düşerek 1961 yılında emekli olmuş. 2001 yılında, Mukavemet Teşkilatı'yla ilgili anılarına yer verdiği 'Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu' adlı bir de kitap yazdı. Tansu, 'Ergenekon, Özel Harp Dairesi'nin sivil uzantılarının olduğu birime verilen kod isimdir' tezine itiraz ediyor. "Bu, kesinlikle yalandır. Olsa ben bilirim. Ne bizim zamanımızda 1960'a kadar olsun, 60'tan sonra bugüne kadar olsun, benim yakından incelediğim, bildiğim Özel Harp Dairesi ile Ergenekon'un bir ilgisi yok." Daire'nin sivil uzantılarının sadece savaş dönemleri için eğitildiğini, eğitimlerinden sonra memleketlerine gönderildiğini, dosyalarının tutulduğunu ve bir savaş hali oluncaya kadar 'uykuda' kaldıklarını anlatıyor. Bunun haricinde hiç kimsenin kullanılmadığını, teşkilatlandırılmadığını ve başlarında birinin bulunmadığını öne sürüyor. Bugün kendilerine Ergenekon ismini veren örgütü değerlendirirken 27 Mayıs'la bağlantılar kuruyor. (Dönmez, 2008). 1957'de Albay Turgut Sunalp'ında katılımıyla Kıbrıs'ta Rauf Denktaş ile Rumlara karşı sivil direniş örgütleme görevi veren bu kurum, operasyon finansını ABD'den almadığı için ülkemizin en zengini Vehbi Koç'un kapısını çaldı. 1970'lerde gençliğin Komunizme kayması, Türkiye'nin Brezenski tarafından Yeşil Kuşak kapsamına alınmasıyla aşıldı. Sunalp Paşa’nın kod adı ‘ Albay Rrgenekon’ idi, bu lakabı aynı kodu kullanan Alparslan Türkeş’ten devralmıştı. KGB'nin mantar gibi çoğalan sol örgütlerine ülkücü sağ örgütlerle cevap veren Kontragerilla, 30 bin insanımıza sokaklarda kıydı. 12 Eylül darbesiyle Ergenekon yeniden yapılandırıldı. Sağcı, solcu herkes devlet kurtarırken telef oluyordu, kazanan hep Ergenekondu. Siyasi iktidarlar muktedir olamıyordu. OPERASYONDAN İKİ YIL ÖNCE YAZDIĞIM ERGENEKON! Eski Ergenekon yapılanmasının yenilendiği süreci yakından takip edip, ihbar niteliği taşıyan onlarca köşe yazısı yazmıştım. İki buçuk yıl önce vardığım sonucu Yeni Ergenekon adıyla kaleme aldım. Derin devlet oluşumu, 3 Kasım 1996 Susurluk kazasından sonra bağırsaklarını temizleme yoluna giderken, 1999'dan itibaren bağırsaklarını bozacak yeni bir oluşumun içine sürüklenmişti. Yeni Ergenekon böyle doğmuştu. Ergenekon terör örgütüne yönelik operasyon yürüten savcı, 28 Şubat 2006'da yazdığım “Derinden koşan Kızılelma soslu yeni Ergenekon!” başlıklı eski bir yazıma, Ergenekon’un hackeri Erkut Ersoy’un bilgisayarında bulduğu için iddianamede değindi. Çünkü henüz buzdağının görünen yüzü ortaya çıkartıldı, diğer bir yüzüne bu yazıda yer verdim. Daha derin yüzlerini yazmaya benim bile cesaretim yetmiyor, çünkü tosladığımız isimler pek saygın, pek itibarlı ve oldukca zengin patronlar... Fikir babalığını İlhan Selçuk’un yaptığı oluşumun operasyonel komutanı; Emekli albay Hüseyin Mümtaz. MİT'in eski 2. adamı -eski Ergenekon’cular beğenmese de- Mikail Alpay, tarafından koordine edilen yeni oluşumun adı: Yeni Ergenekon. Devlet içinde aynı adı taşıyan güçlü bir örgüt geçmişte de vardı. Deniz kuvvetlerinden ayrılan Erol Mütercimler, "Ben ilk kez 1980'de varlığından haberdar olmuştum" demişti Ergenekon için. Can Dündar ile Celal Kazdağlı, belgeleri konuşturarak, 'Ergenekon' adıyla bir kitap (İmge Yayınları, Ankara) bile yazdılar... Kuvayı Milliye koalisyonu olarak ortaya çıkan sözde sivil toplum örgütü ismini kamuoyuna “Kızılelma Koalisyonu” olarak açıkladı. Bu müthiş yapılanmada kimler yoktu ki! Buzdağının su üstünde görülen kesimi şunlardı: TürksoluTöre-Ufuk Ötesi-Yeni Hayat dergileri-Yeniçağ gazetesiGökçe Fırat, Yekta Güngör Özden, Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi-Av.Zeki Hacıibrahim-oğlu, Şehit Aileleri Derneği-Saadettin Tantan, Yurt Partisi-Hanifi Altaş Yeni Hayat dergisi-Bedri Baykam, Ressam/yazar- Arslan Bulut, Yeni çağ gazetesi -Prof. Dr. Cihan Dura Erciyes Üniversitesi İktisat Bölümü-Hüseyin Özbek Ufuk Ötesi gazetesi-Prof. Dr. Mustafa Erkal Aydınlar OcağıProf. Dr. Tuncer Altuğ İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak.-Metin Aydoğan, A.R. Müdafaai Hukuk Dergisi-Sevgi Erenerol Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi-Öner Yağcı YazarHüseyin Mümtaz, Yeni Hayat-Mustafa Aykut Akşit, Kayseri Türk Ocağı-Yıldırım Koç, Türk-iş-Kemal Çapraz, Ufuk Ötesi-Doç. Dr. Yıldız Sertel iktisatçı/yazarS. Kemal Ermetin, Töre dergisi.. Bu isimlerden bazıları zımmen bu oluşuma imza alınarak farkına varmadan sokulduklarını e-mail atarak bildirdiler, bu nedenle geçen iki yılda pek çoğu olayın farkına vararak geri adım attı. Bazıları soruşturma başladı diye üzerilerine alınmasınlar, bu isimleri kendi web sayfalarından almıştım. Birde görünmeyen, ama varlığını aklı olan herkesin bildiği su altında duran ana kütle var ki, işte o kütlenin yoğunluğu aymazların oturdukları köşelerden asla hesaplanamazdı. Görünürde her şey Türksolu dergisinin 21 Temmuz 2003 tarihli özel sayısına, yukarıda adlarını saydığımız kişilerin, yetkilisi oldukları kurumlar adına güya ülkenin itilmekte olduğu uçurumun önüne birlikte bir set çekme girişimi, ulusal bir tepki olarak başladı. Görünürde ABD ve AB düşmanlığı yaparak emparyalistlere karşı ulusal direniş başlattıkları iddiasında olmalarına karşın, asıl ortak hedef 3 Kasım 2002 seçimiyle iktidara gelen Ak Parti'yi ABD ve AB nezdinde küçük düşürerek hükümetten indirmekti. Emekli albay Hüseyin Mümtaz, Yeni Mesaj'daki köşesinde şöyle buyuruyordu: "Aynı TBMM hükümetinin Kurtuluş Savaşı esnasında Kuvayı Milliye’yi canlandırmak için Anadolu’ya gönderdiği -İrşad Heyetleri- gibi.. Yeni Mesaj-Meltem TV ekibine, Yeni Hayat’a, Aydınlıkçılar’a, Hürriyet’ten Mümtaz Soysal, Cumhuriyet’ten Erol Manisalı’ya ve açıktan olmasa da – askere- büyük görev düşüyor..." Kıbrıs Türk Tarih Kurumu, Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı ve İLESAM üyesi olan Mümtaz'ın, çeşitli gazete (Hergün, Ortadoğu, Son Havadis, Günaydın, Birlik-KKTC, Yeni Mesaj) ve dergilerde (Töre, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Türk Edebiyatı, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Tarih ve Toplum, Tarih ve Medeniyet, Yankı, Yeni Harman, Yeni Hayat) yayınlanmış beş bine yakın makalesi bulunuyor. Önce Yeni Hayat ve Aydınlık, sayfalarını birbirlerine açarak paslaşmaya başladı. Ardından birlikte paneller düzenlediler. Son safhada yanlarına Azerbaycan'dan profesörlük unvanlı Haydar Baş'ı da aldılar. Mümtaz, Baş'ı koalisyona katmak için çok dil döktü; Baş'ın Erbakan’la kıyaslanamıyacağı konusunda garanti verdi. Ergenekon'un siyasi kanadı, Maocu-Türkçü-Tarikatçı kimliklerine bürünen kesimlerin birbirlerine tutkallanması tavsayınca kendisini daha net ortaya koyacaktı. Ergenekon ideali tekrar hayata geçirilmeye çalışılırken, bu oluşumun bağlanacağı üst kurum konusu muallakta kaldı. "Adını ben verdim/Yaşını Allah versin" demekle olmayacağı anlaşılan Ergenekon'un, ABD güdümlü eski "derin devlet"in devamı mı olacağı, yoksa tamaman milliyetçi/ulusalcı yeni bir kimlikle mi kurulacağı konusundaki belirsizlik sürüyordu. Son iki yıllık tarihçeyi çıkartmak polisin ve savcılığın işi. Uzun süren bir takipten sonra ulaşılan sağlam delillerle operasyon başlatıldıysa ve sorgulananlar çözülebildiyse, daha çok isme ulaşılacaktır. Her ne kadar bağımsızlık teziyle kurulsa ve Avrasya heveslilerini heyecanlandırsa da, kazın ayağı göründüğü gibi değildi. Ergenekon'un operasyon timinin başında başbakanlık danışmanlığı da yapan meşhur bir istihbaratçı vardı. Mikdat Alpay yeni oluşumu pazarlama gayretlerini sürdürüyordu. Oluşumun daha anne karnında iken ilk farkına varan Yenişafak gazetesi köşe yazarlarından Taha Kıvanç, henüz 30 Nisan 2001 tarihinde "Hayaller gerçek galiba" başlığı altında bir yazı yazdı. Yazı, Taha Kıvanç'ın eline geçen İstanbul, 29 Ekim 1999 tarihli, "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" ile ilgiliydi. (Kıvanç, Nisan 2001) Taha Kıvanç, yazı ile ilgili aldığı tepkiler üzerine ertesi gün, 1 Mayıs 2001'de köşesinde aynı konuya devam etti. "Deli saçması sanmayın” başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Sanki ben çıkarmışım gibi, ‘Bu Ergenekon da nereden çıktı?’ sorusuna cevap vermek zorunda kaldım. Bazısı onu 'mâlî' amaçlı bir örgütlenme sanmış; bazılarıysa, MHP'nin iktidarda bulunmasıyla irtibatlandır-mış...” (Kıvanç, Mayıs 2001). Oysa, "Yeniden kurulsun" diye hakkında rapor hazırlanan Ergenekon çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan 'devleti yapılandırma' amaçlı bir örgüt... Taha Kıvanç, esas ismi ile Fehmi Koru'ya en büyük tepki, zamanın Mao'cu, PKK yandaşı terörist örgütü, şimdinin ise ordu yanlısı, Kuvayı Milliyeci, Kemalist kuruluşu Aydınlık grubundan geldi. 6 Mayıs 2001 tarih ve 720 sayılı Aydınlık gazetesinde Hikmet Çiçek "CIA’nın “Ergenekon” yaygarasında Fehmi Koru başı çekti. Bütün bunlarla birlikte, piyasaya ‘Ergenekon’ dedikoduları da sürülüyor. Bilindiği gibi Can Dündar Türkiye SüperNATO’sunun (Kontrgerilla) ‘Ergenekon’ adıyla kurulduğunu anlatan kitap yazdı. Anlaşılıyor ki, ABD Türkiye’de kurdurduğu SüperNATO’ya bu adı koymuş veya bu adın konmasına izin vermiş. “...Türkiye ve Türk Ordusu büyük bir tertiple karşı karşıya. CIA, SüperNATO ve MİT şeflerinin işbirliğiyle Orduyu yıpratma kampanyası her alanda sürdürülüyor. Psikolojik savaşta sözde dosyalar ve raporlar imal ediliyor. “Ergenekon” hikayeleri de bu tertibin bir parçası." (Çiçek, Mayıs 2001) Fehmi Koru'ya hücum etti. Bu telâşlı tepkiye, bir bölümünü Fehmi Koru'nun yayınladığı, daha geniş bir şekilde de Aksiyon dergisinin yer verdiği (Aksiyon 12 Mayıs 2001, sayı: 336, Harun Odabaşı-Sivil Ergenekon başlıklı yazı) "Ergenekon: Analiz-Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" başlıklı ve "Emir ve tensiplerinize..." hitabıyla biten raporu, "bizzat Doğu Perinçek'in kaleme aldığı ve Ergenekon'un yeniden yapılanmasında önemli fonksiyonlar yüklendiği" söylentileri neden olmuştu. (Odabaşı, Mayıs 2001) İnternet'te yayın yapan Ergenekon Sayfası veya Gerçek Ergenekon isimli web sitesi Ergenekon yapılanması ile ilgili şu haber ve yorumlara yer vermişti: "NATO uzantısı eski ‘derin devlet’ yapılanmasının yerine geçmek üzere (!) ulusalcı/milliyetçi yeni Ergenekon, toplantılara başladı. Eski ‘derin devlet’in operasyon birimleri ilk toplantısını 2003 Haziran ayı içerisinde Akdeniz sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı. Yeni oluşumun başında, eski (!) bir MİT daire başkanı bulunuyordu. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT'ci lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir organizasyonun kurulmasının ‘rica’ edildiği ileri sürülüyordu.” (Gerçek Ergenekon, Haziran 2003) MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay bu oluşumda görevlendirilmesine karşın, grubun eski elemanlarının Alpay'a güvenmediği hatta, Alpay'ın da katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle katıldıkları, sitenin elde ettiği ilginç bilgilerdi. Yeni Ergenekon’cuların ulusal olmasını bekleyen eski Ergenekon’cu-lar, 11 Eylül'deki Amerikan kâbusu sonrasında, bu ekibin patronları tarafından büyük ölçüde yine ABD'nin hizmetine tahsis edildiğini öğrenmiş ve yeni oluşumu ifşaa etme telâşına düşmüştü. Uzun süredir, başbakanlık örtülü ödenekleri kesildiği için, harçlık bile alamayan ekibin yeniden düzenli aylığa bağlanması, 1974'de kesilen CIA yardımının yine başladığı anlamına geliyordu. Eski başbakan Bülent Ecevit, Sabah’ta yayınlanan bir röportajda “Özel Harp Dairesi’nden ilk kez 1974’te tesadüfen haberdar olduğunu ve o vakit kendilerine askerlerce brifing verildiğini” hatırlatmıştı... Daha önce bu konuda biraz daha ayrıntılı konuşmuştu; Ecevit: “1974’teki başbakanlığım esnasında zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar, Başbakanlık’ın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon lira istedi. Genelkurmay’dan bu paranın hangi amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. ‘Özel Harp Dairesi için istiyoruz’ yanıtı geldi. O vakte kadar bu dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD’nin karşıladığı, ancak artık ABD’nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık’ın örtülü ödeneğinden para istenmek zorunda kalındığı bana bildirildi. Özel Harp Dairesi’nin nerede olduğunu sordum. ‘Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada’ yanıtını aldım...” (Milliyet, 28 Kasım 1990) Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun Anti-Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları dezenformasyon şeklinde sunmasından belliydi. Aydınlık dergisinin "Ergenekon kuruldu" şeklindeki haber ve yorumları CIA dezenfarmasyonu şeklinde sunulmuştu. Kıskanç eski Ergenekon’cuların kuruluş toplantısına katılanlardan aldığı bilgiler ve organizasyonda görev aldıklarını duydukları kimselerin genel karakterlerinden hareketle, Ergenekon’cuların henüz Ergenekon ismi üzerinde dahi karara varamadıkları görüşündeydi. Onlara göre, ABD bu yapılanmayı bir süre izleyecek, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edecekti. Aslında Aydınlık Grubu'nun bir taraftan Süper NATO'yu deşifre etmeye çalışırken (!) diğer taraftan Ergenekon'u savunması da bu çerçevede anlam kazanıyordu. Ergenekon'un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar eliyle yürütülüyordu. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan gayrı, kimseye de güven duymuyorlardı. Aynı site "Perinçek'in Türkçüleri" bölümünde ise şöyle denmişti: “Ergenekon'un dayandığı ana tezler şunlardı; Ulusal Bağımsızlık, IMF karşıtlığı (hatta AB muhalifliği), AntiAmerikancılık, Amerika'nın dışlandığı bir Avrasya Stratejisi, Yeniden Kuvayı Milliye hareketi... Atatürkçü Düşünce dernekleri, ve eski Marxist organizasyonlarla içli dışlı çalışan bu grup, kimi zaman da Alevilik'i yalnızca bir kültür olarak yutturmaya çabalayan ‘ateist’ fakat ‘mezhepçi’ bazı derneklerle de işbirliği yürütüyordu.” (Gerçek Ergenekon, Haziran 2003) Anlaşılan, "Gerçek Ergenekon" Ergenekon'la ilgili gelişmelerden ve Perinçek'in bu organizasyon içinde bulunmasından pek memnun değildi. Enterasan gelişmeydi zira eskidüşman Perinçek, Ergenekon'daydı... Sedat Peker'in başını çektiği "Öz Türkler" veya Peker'in tanımıyla Pantürkizm (Turancılık) hareketinin gövde gösterisinin, "Ergenekon'un yeniden yapılandığı" söylentisi ile eş zamanlı olması ilginçti. Anlaşılan Türkler bundan böyle, "Öz Türkler" ve "Üvey Türkler" diye ikiye ayrılacaktı... İstanbul Hilton Oteli'nde 22 Mayıs akşamı yapılan "Öz Türkler" gününe, diğer bir tarifle Sedat Peker'in beyninde sembolize ettiği ismiyle "Birleşik Türk Devletleri"nin kuruluşuna, bir çok ünlü şahsiyetin yanısıra eski Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genel Kurmay Başkanlığı adayı Muhittin Fisünoğlu'nun katılması günün en dikkat çeken haberleri arasındaydı. Kartvizitinde Emekli paşa yazmasına rağmen Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlu’nun Sümerbank'ında, farkında olmadan "Yönetim Kurulu Üyesi" yapılmış eski bir komutanımızdı. Yargıtay'ın kararıyla 14 Nisan 2005'te Garipoğlu, Korkmaz Yiğit'le birlikte Türkbank davasından hapis yatmaktan zaman aşımı nedeniyle kurtulmuştu. Paşamız Hilton'daki davete de, yine Mehmet Ali Yılmaz ve Atilla Yıldırım davet edince farkında olmadan gitmiş ama, kapıdan içeri girince manzarayı anlamış. "Olmamam gereken bir yerdeydim. Ama ne var ki, bir kere içeri girmiş bulundum. Hemen dönüp çıkamadım" diyordu. Yönetim Kurulu Başkanı yapıldığının farkında değilmiş gibi yaptı. Muhittin Fisunoğlu'nun referans gösterdiği ve yemeği birlikte yediğini söylediği Mehmet Ali Yılmaz, Dündar Kılıç'ın eski iş ortağı, bir politikacıydı. Atilla Yıldırım da, Alaattin Çakıcı'nın işlerini takip eden ve bir çok kere gözaltına alınan bir isimdi. Paşa, herhalde Sedat Peker'den bir sitem aldı ki "Peker'i tanımaktan pişman değilim" diye düzeltme yapmak zorunda kaldı. Anlaşılan yeni dönemde Çakıcı'nın yerini Peker dolduracaktı. Kendi çizgileri ile "gönüllü zaptiye memuru anlamında" onurlu bir külhanbeyi olan Türkçü-Turancı Sedat Peker'in Aydınlık gibi, ipleri kimin elinde olduğu belli olmayan bir organizasyonla yakınlık kurmasının izah edilecek bir yanı yoktu. Sedat Peker, 19 Mayıs 2004’te Aydınlık'a büyük bir ilan vermişti. Çok profesyonelce düzenlenmiş web sitesi için ise söyleyecek bir söz yoktu. Bizce, düşüncesi ne olursa olsun, arkasında kim olduğu belli olan siteler, fikri gelişme ve değişik bir şeyler öğrenme açısından yararlıydı. Esasında legal platformlar içinde, "milliyetçi" duygularımızın kamçılanmasına ve tepkilerimizi açıkça beyan eden bireyler haline gelmemize ihtiyaç da vardı. Ancak, "Birleşik Türk Devletlerinin" kurulması, devlet içinde "Ergenekon" gibi illegal bir yapılanmaya gidilmesi fikirlerini ise, tehlikeli atılımlardı. Hele hele, Perinçek gibi ajan-provakatörlerin içinde bulunduğu oluşumlar hiç bir zaman Türkiye'ye fayda getirmezdi. Madem ki bu beyler ve/diğer beyler/akıllarına karpuz kabuğu düşmüş gibi “Kızılelma Koalisyonu” nitelemesi kullandılar, kavramın açılımını H. Nihal Atsız’ın 1947 yılında Kızılelma Dergisi 1. sayısında yazdığı bir yazıdan alıntılarla tamamlayalım: “Kızılelma, Türk Milletinin manevi besinidir!...Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşünce olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, adam kayırma ve namussuzluğun türlüsü alır yürür. Maddileştirilmiş bir insan vatanı için ölür mü? Milletine inanmayan bir adam, yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan biri çalıp çırpmaz mı? ” Bu ittifakın çalıp çırpacağı mazide yaptıklarından belli. Adama sormazlar mı; Allah'tan korkmayan, salon ülkücülüğü, kuru edebiyatla ahlâk timsali mi olacak. Maocu-Türkçü-Tarikatçı-Kemalist ittifakına bel bağlayan yeni derin devlet oluşumu Ergenekon yine yanlış ellerdeydi! Perinçekgiller'in Milliyetçi-Ulusalcı-Tarikatçı saçaya-ğı, Türkiye Amerikan düşmanlığı ve AB karşıtlığı organize etmek, daha doğrusu provoke etmek için, hassas noktamız bayrak yakma eylemiyle, fitne tohumunu ilk Mersin'de ateşledi. Perinçek, Aydınlık’ta Mersin'deki eylemi beş Amerikalı iki İsrailli ajanın kente 15 gün önce gelerek provoke ettiğini yazarak hedef saptırdı. Yeni Ergekoncu Ulusalcılar, derin devletin son ürünüydü. Bu müthiş kadrodan ancak yeni psikolojik savaşlar beklenebilirdi. Yeni Şafak'ta Ali Bayramoğlu 12 Nisan'da açıkca yazdı: "TAYAD'lıların dağıttığı bildiri öncesi Trabzon'daki yerel Kasırga televizyonunun üç kez alt yazı geçerek bayrak yakıldığını, PKK bayrağı açıldığını kamuoyuna duyurmasını" nasıl açıklıyor Trabzon valisi? Daha olaylar başlamadan önce Trabzon'un kimi çevre ilçelerinden gelen, bayrağı kim yaktı telefonlarını nasıl izah ediyor? Trabzonlular bilir... Kasırga TV daha önce önceden Kadırga TV adını taşırdı. Kadırga TV, MGK'nın bir dönem devşirdiğini açıkladığı, özellikle Trabzon bölgesinde yapılan her toplantıda, benim de birkaç kez şahit olduğum üzere provokasyon yapmayı adet haline getirmiş, bir dini cemaatin, Haydar Baş'ın televizyonuydu. Komedinin son halkası Trabzon'da 6 Nisan'da bildiri dağıttığı dört arkadaşıyla birlikte linç girişimine maruz kalan Zeynep Erduğrul (25)’dan geldi. Akşam'a kışkırtıcı olmadığını, ancak birileri tarafından kullanılmış olabileceğini söylemiş. Arkalarında kim ve kimler olduklarını yeterince izah ettim sanırım... Daha fazla söze ne hacet! İyi saatde olsunların yeni yüzüyle karşı karşıyayız. Biz bu filmi görmüştük desekte yine izletiyorlar... Yeni ergenekon başınızda paralansın! NOT: Trabzon'un ve Trabzonlunun adını karalayan terör eylemleri, rahip cinayeti, kitap evi misyoner cinayeti, Danıştay saldırısı, Ümraniye cephaneliği, ortaya çıkartılan 13 den fazla hücre evi şeklinde örgütlenmiş çeteler, Cumhuriyet gazetesinin güya bombalanması, Hrant Dink cinayeti... Liste uzun... Şehirlere taşan PKK eylemleri, araba kundaklamalar, PKK'nın silahlandırılarak azdırılması, ordumuzu Kuzey Irak'a sokup ABD ile çatıştırma telaşı, PKK'nın kirli eylemlerde kullanılması, şehitler üzerinden sömürü girişimleri, uyuşturucu ticaretindeki çetelerle PKK'nın derin izleri.. Orhan Pamuk ve Fehmi Koru'ya suikast planları son operasyonla ortaya çıktı. Bir hukuk devletinde buna dur demek gerekirdi. Veli Küçük, Fikri Karadağ, Kemal Kerinçsiz gibi dokunulmazlığı olduğunu sananlara dokunmak gerekirdi. Kirli bağırsaklarımızı bakalım bu sefer temizleyebilecek miyiz? Susurlukta yaşanan hayâl kırıklığı, umarım bu defa yaşanmaz. ON SORU-CEVAPLA ULUSALCILARIN İHANET ÇETELERİ! Danıştay saldırısıdan hemen sonra 3 Haziran 2006’da kaleme aldığım, sonsaniye.net ve platform dergisinde yayımlanan aşağıdaki yazım, sanırım Ergenekon operasyonu başlatan polislere, istihbaratçılara ilham kaynağı oldu: “Türkiye’deki yeni oyunun adı Ulusalcılık”: 1990’larda İBDA-C, Hizbullah ve Aczimendileri kullanmış olan ‘İhanet Örgütü’, bu sözde dinci örgütlenmelerin geride kalan kırıntılarını, sol örgütlerle ve sağ mafya ile birleştirerek 2001'den beri ulusalcı çatısı altında yeniden sahneye sürmeye karar verdi. Ancak, güvenlik güçleri tarafından ardı ardına operasyonlar yapılan bu sözde dinci örgütler ve çeteler, azınlık cuntacılarının kendilerine biçtiği misyonu henüz yerine getiremediler. Bu nedenle gücü artırılan ve yeniden yapılandırılan güya sivil ulusalcı örgütler, 2005'den itibaren hızla devreye sokuldu. Ak Parti, erken seçim diyene kadar İhanet Örgütü, dinci ve milliyetçi çizgideki gruplar, ocaklar, tarikatlar ve cemaatler adına yapılmış gibi gözükecek provokasyon eylemler devam edecektir. Şiddete bulaşmayan dini hassasiyeti olan ve milliyetçi grupların şiddete başvurmasını ve sokağa dökülmesini sağlamak için, bu kesimlerin önde gelen isimlerine karşı suikastların yapılması beklenmelidir. Kısa bir süre sonra, ister laik, ister dinci, isterse milliyetçi kesimden önde gelen birileri suikastlara kurban giderse, herhangi bir kritik kurumun personeline veya binasına büyük bir bombalama eylemi gerçekleştirilirse, bu duruma hiç şaşırmamak ve asla millet olarak paniğe kapılmamak gerekiyor. Soru-cevaplarımıza geçmeden önce, en son gelişmeleri hatırlayalım. Ankara’da, Atabey Grubu adını taşıyan, yeni bir çete oluşumu ortaya çıkarıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en seçkin birliği olarak gösterilen özel kuvvetlerden biri yüzbaşı iki subay, bir astsubay, beş siville birlikte 9 kişi gözaltına alındı. Baskınlarda çok sayıda el bombası, iki Glock tabanca ve C-4 bulundu. Yakalanan zanlıların ajandasında yer alan 9 adet kroki de Başbakan Erdoğan’ın evi ve Danışmanı Cüneyt Zapsu’ya yönelik silahlı eylem planları ve Zapsu'nun BİM marketlerine yönelik planları ele geçirildi. Başbakan Erdoğan'a suikast planı istihbaratı, zaten daha önce alınmıştı. Başbakan son zamanlarda yüze yakın korumayla geziyor. Emekli askerlerin ve istihbaratçıların çetelerde ortaya çıkması, Türk ordusunu bağlamaz. 28 Şubat’cı çete, kamuflajla yine ortaya çıktı. Danıştay provokasyonuna baştan beri yanlı yaklaşan, devletden daha devletçi, kraldan kralcı Hürriyet gazetesi, derin askerlerle ilintili olduğu açık bu olayı maskelemek için, habere ilginç bir yorum kondurmuştu. Güya Askeri çevreler kroki ve Atabey gerilla grubu kodları hakkında şu bilgiyi vermişler: "Özel kuvvetlerin eğitiminde bu tür hayali gerilla grupları kurulur. Ama eğitimden sonra bu belgelerin imhası gerekliydi. Krokiler ise yine eğitim amaçlı, savaş zamanında birliğin birbiriyle haberleşmesi gerekir. Krokilerle bu tatbikat yapılır." Yani ele geçirilenler çete değil istihbaratın çete kurma oyunu idmanı... Bu yeni çete ile gündem meşgul iken Danıştay'a saldırı ve Sauna Çetesi'yle ilgili soruşturmalarda adı geçen Ata Ocakları eski başkanı Ayhan Parlak, teslim oldu. Güya hiç yurtdışına kaçmamış. Serbest bırakılan Muzaffer Tekin ve cani Alparslan Arslan ile beş günde 60 küsur defa ne konuştuğu merak ediliyor. Boşuna heveslenmeyelim, nasıl ifade vereceği ezberletilmiştir. Kollanacağı garantisini alarak, derin ihanet çetesinin üstünü örtmek için ortaya çıkmıştır. 1. Soru : Son bir yılda sayısız eylem gerçekleştiren ve Danıştay provokasyonu ile dikkatleri üzerilerine çeken ulusalcıların görünürdeki akıl hocası kim? Cevap: 80'ine merdiven dayamış, köhne cuntacı, Sabetaycı, “gizli Yahudi” olan, Cumhuriyet başyazarı İlhan Selçuk. Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer ile özel görüşmeler yaparak hükümeti erken seçime götürmek için danışmanlık yapan Selçuk, bakın yakın geçmişte neler yaptı? “İhanet Örgütü” tarafından kullanılan aşırı sol terör örgütleri, yeni eylemler için daha çok insan kaynağına ihtiyaç duyuyordu. “Cuntacı örgüt” bu sebeple, hapisteki aşırı sol görüşlü militanların affedilerek tekrar örgütsel faaliyetlere dönmelerini sağlamak amacıyla, sabetaycı İlhan Selçuk kanalıyla, Cumhurbaşkanı Sezer’den talepte bulunmuştu. Bu talepler üzerine Sezer, bugüne kadar aşırı sol görüşlü yüzlerce militanı affetmiş ve tekrar illegal örgütsel faaliyetlere dönmelerini sağlamıştı. İlhan Selçuk'un babası Mehmet Kasım Selçuk bir ‘gizli Yahudi’ yani ‘sabetaydır’. (TC Kimlik Numarası: 39292926484), Eşi Handan Gör’ün babası ve annesi, ‘kayıtlı birer Yahudidir.’ Kayınbaba Hamdi Namık Gör (TC Kimlik Numarası: 52552159026) ile kayınvalide Şivekar Gör’ün (TC Kimlik Numarası: 52549159190) dinleri (dolayısıyla ırkları) nüfusta Yahudi olarak kayıtlıdır. Sabetaylarda, sabetay/Yahudi olmayan kadınla evlenmek büyük günahlar arasında sayılmaktadır ve lanetlenme sebebidir. Çünkü anaerkil olan Yahudilerde, soyun, kadınlar üzerinden devam ettiğine inanılır. Bu sebeple evlenilecek eşler, mutlaka sabetay asıllı olanlar arasından seçilir. İlhan Selçuk’un ailesinde de bu kurala hassasiyetle riayet edilmiş ve aileye alınan diğer gelinler de sabetaylardan seçilmiştir. Yengesi Sema Köymen’in akrabası olan Öykü Köymen gibi, akrabalarının pek çoğu sabetaylara ait olan Şişli Terakki Vakfı Özel Şişli Terakki Lisesi mezunudurlar. Bir diğer yengesi olan Ruhan Selçuk’un ninesinin isminin Yuhna ve yeğenlerinin isimlerinin Samuel ve Benjamin (Gümüşsoy olması, bir kanaat veriyor olsa gerek!) Selçuk’un akrabalarının soyadlarına bakıldığında tamamına yakınının sabetay asıllı oldukları görülecektir: Ertel, Köymen, Kiper, Oskay, Uzel, Yenersü… 2. Soru: Ulusalcı oluşumlar nasıl meydana geldi? Cevap: 2001 yılında Sedat Peker ile İP Lideri Doğu Perinçek, ulusalcılık adı altında “Kızıl Elma Koalisyon”u kurarak, oluşuma resmen başlattılar. Kısa sürede kimi milliyetçi, kimi solcu, kimi sağcı, kimi İslâmcı, kimi sosyalist, kimi Maocu bir çok grup, sözde ulusalcı Kızıl Elma çatısının altına, bir yerlerden talimat almış gibi, hızla girdi. Daha sonra eski MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın Avrasya’ya yaptığı atıfdan vazife çıkaranlar, Rusya’nın öncülüğünde stratejik birliktelik olan Avrasya Hareketi'ni 2004'den itibaren örgütlediler. Ulusalcılar olarak adlandırılan “koalisyon” da Avrasya'nın içine girdi. Ulusalcı harekette buluşan sol, Kemalist ve milliyetçi unsurlar şimdi bu üst şemsiyede, Avrasya coğrafyasının anti-Amerikancı unsurlarıyla bir aradaydı. Temel karakteri Amerikan karşıtlığı olan harekete katılmak için İslâmcı, solcu, sağcı olmak fark etmiyordu. Konunun sadece Doğu Perinçek’in hayâli değil, bir kısım sivil ve askeri bürokratın önemsediği, argümanlarını dile getirmekten çekinmediği, bir oluşum olduğu zamanla ortaya çıktı. Hareketin aktörlerinden Kemalist ulusalcı bir şahsın (adı bizde saklı) anlatımıyla, kırk yıllık NATO’cular, Özel Harpçiler şimdilerde Avrasya Hareketi’nin en hızlı neferleriydi. 3. Soru: Bu oluşumların önde görünen, teorik değil aktif iş görecek, sözde NGO'ları kimlerdi? Cevap: MGK, 1997’de ülkücü mafyalar nedeniyle iç tehdit kabul ettiği “aşırı sağ”ı, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nden, yani Kırmızı Kitap’dan 2005 sonbaharında çıkardı. Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek, sağ mafyadan yararlanılmak isteniyordu. Güya 1980'lerde ASALA'ya karşı kullanılan ülkücülerin toplandığı operasyonel bir birim olan TİT'in elemanları yeniden toplandı. TİT'in bugünkü devamcıları olan Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH) ve Ulusal Birlik Partisi'yle birlikte başka bir ulusalcı oluşum da, Türk Solu dergisiydi. Radikal milliyetçi-agresif yayın yapan Türk Ergenekon ve Ötüken gibi gruplar mantar gibi bitmeye başladı. Milyonların üye yapıldığı ulusal dernekler, Türk milliyetçiliğini kullanarak, binlerce dolar saçmaya başladılar. Emekli veya emekli gözüken özel haraket mensupları, operasyon yapacak vurucu timleri, hücre evleri halinde örgütledi. Kurulan 40'ya yakın çete, birbirini tanımıyordu; irtibatları sağlayan liderleri tanıyordu. Derin çete görüntüsü, istihbarat ayağını ortaya koyuyordu. Adam toplamaya başladılar ve bulmakta gecikmediler. 4. Soru: Değirmenin suyu nereden geliyor, nerede kullanılıyor? Cevap: Bir iddiaya göre, Başbakana bağlı olmayan, Orta Asya'da Türk milliyetçiliğine derinden yardım eli uzatan örtülü bir ödenekten geliyor. Diğer gelir kalemi ise, Peker grubu gibi, derinlerle çalışan mafya çeteleri. Söylemleri masonluk ve ABD karşıtlığı olmasına rağmen Soros Vakfı tarafından finanse edildikleri de ileri sürülüyor. Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH), bir yıl içinde 1,5 trilyon lira harcayarak, ülke çapında 190 şube açtı ve 3 milyona yakın üye kaydetti. İlçeler hatta köylerde bile örgütlendi. Meselâ, Mersin’de 70 bin üye kaydedildi. Dergileri Türkeli, 250 bin basılıyor. Bir milyondan fazla tüzük, teşkilâtlara gönderilmiş durumda. Giriş aidatları 40 YTL, yıllık üyelik aidatı ise 100 YTL. Başkanları Taner Ünal, MHP'den dışlanan, sözde bir ülkücü. İnternet ortamında “Özel Büro” ve “Kuvayı Milliye” isimleri altında örgütlenen başka bir grup ulusalcı, bir süredir coplu, telsizli, 1 milyon kişilik teşkilât kuruyor. Sözde Kürt mafyasına karşı harekete geçmeyi planladıklarını açıklayan ve kendilerini “Özel Büro” olarak tanımlayan gurubun başında, proje koordinatörü olarak, Ali Özoğul adlı kişi bulunuyor. Ali Özoğul, manifestosu deşifre edilen, Kuvayı Milliye Derneği’nin de genel başkan yardımcısı. Yani, Danıştay baskını soruşturması esnasında göz altına alınıp, günlerce sorgulanan emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in yakın dostu, emekli Nato Özel Harp Dairesi Başkanı Fikri Karadağ’ın yardımcısı. Tam 2000 motorize ekipten oluşan, telsizli istihbarat ekiplerini 2007 içinde faaliyete sokacaklardı. Bu 2000 kişilik ekip, öncelikli olarak İstanbul içinde ve iki yakada donanımlı olarak hareket edecekti. Asli işleri, istihbarat olan bu ekipler, başta Kürt mafyası olmak üzere her türlü mafya ve organize suç şebekesine karşı mücadele etmekle görevlendirilmişti. Emniyet ve diğer güvenlik birimleri ile eşgüdümlü ve koordineli olarak çalışacaklarını ileri sürseler de, bunlara kimin görev verdiği bir bilmeceydi. Acaba, devletin polisine güvenmeyerek özel istihbaratçılık ve poliscilik oynayanlar kimlerdi? Bu çapta bir faaliyet, MİT ve MGK'dan habersiz yapılabilir mi? 5. Soru: Bu grupların söylemleri nedir, nasıl üye kaydediyorlar; yaptıkları illegal değil mi? Cevap: Söylemleri ilginç. Halkın nabzına göre şerbet vererek yanlarına çekiyorlar. Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi , ABve PKK'ya karşı. İddialarına göre, Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin %93’ü dışarıdan destekleniyor. Bir tek kendileri millî. MİT'in yan kuruluşu gibi çalışan ASAM'ı, RAND ile işbirliği yapmakla suçluyorlar. Kim kimdir, kimin eli kimin cebindedir, yıllardır araştıklarını öne sürüyorlar. Bilgi kirlenmesi savaşı için ortam hazırlıyorlar. 21 bin tane büyük şirketin, 19 bininin Mason olduğunu belirtiyorlar. Erkut Ersoy, kendilerini Kuvayı Milliye grubunun bir alt kolu olarak tanımlıyor. Her türlü terör örgütüne karşı ve sözde Ermeni Soykırımı konularında mücadele ettiklerini söylüyor. Halen, gruplarında 6214 görevli olduğunu öne süren Ersoy, grupların içinde Genel Kurmay, MİT ve polisten de yetkililerin olduğunu iddia ediyor. Özel Büro kendisini, “PKK sitelerini çökertiyoruz, bilgi topluyoruz, Türk istihbaratına da bu bilgileri aktarıyoruz” diye anlatıyor. 2000 değil mümkünse, 1 milyon motorize ekip oluşturmayı planlıyorlar. İlk olarak İstanbul’da, 100 motor olarak, -aynen Yunuslar gibi; ama Vespa tarzı motorlarla- başlayacaklar. 30'u Ak Parti'den olmak üzere, çeşitli partilerden 80’e yakın milletvekilinin ve bazı işadamlarının projeye destek verdiğini ileri sürüyorlar. Gönüllü hareketi olduğu için, illegal olmadıklarını ve yasal izne ihtiyaç duymadıklarını iddia ediyorlar. Gizli bir ordu kuruyorlar. Çünkü ülke Sevr döneminde olduğu gibi işgal altındaymış. Kim işgal etmiş: Ak Parti ve dış güçler... 6. Soru: Muzaffer Tekin kim ve yapmak istiyor? Cevap: Danıştay olayında derin ilişkilerde kilit rol oynayan isimlerin başında, ordudan ihraç edilen yüzbaşı Muzaffer Tekin geliyordu. “Arslan'ın bağlantılarını kuran kişi" olarak ön plana çıkan, ordudan atılma Muzaffer'in, ev ve işyerinde yapılan aramalarda ele geçirilen "İstihbarat ve Gerillanın El Kitabı" adlı doküman, "Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi, 2005 Ankara" kaşeli bir kitapçık ile Türk Solu dergisinin bütün sayıları, Arslan adına düzenlenmiş VKGBH kimlik kartı, aslında tüm ilişkileri ortaya koydu. Sauna çetesinde ortaya çıkan yüzbaşı ile Tekin'in görevi birbirine benziyordu. Tekin, bu yapılanmanın irtibat elemanlarından olmasına rağmen, yargıya yapılan ağır ziyaretlerden sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Doğan medyası zil takıp oynadı. Derin bağlantıları bir kalemde siliverdi. Susurluk'ta beraat ettirilenlerini unuttu. Aynı zanlı eğer İslâmi hassasiyeti olduğu için ordudan atılan bir YAŞ emeklisi olsaydı, acaba bu kadar ucuz kurtulabilir miydi? Elbette hayır. 7. Soru: Arslan'la Tekin arasındaki irtibatı kuran ve yeni teslim olan Ayhan Parlak kim? Cevap: Ayhan Parlak'ın özelliği, ATA Ocakları eski genel başkanı olması. Milliyetçi Hareket Partisi'nden kopan Tuğrul Türkeş'in kurduğu Aydınlık Türkiye Partisi'nin gençlik kolu olan ATA Ocakları, bir anlamda ülkü ocaklarına alternatif olarak ortaya çıktı. Soruşturmada ismi gündeme gelen bir başka isim de, eski ATA ocakları başkanı, avukat Tarkan Toper. Avukat Arslan'ın Danıştay saldırısı için Ankara'ya gittiğinde Toper ile görüştüğü biliniyor. Toper, bu sebeple ifade verdi. Parlak, Arslan ve Tekin’le aynı periodda 60 küsur konuşma yaptı. Bir insan sevdiği insanı en fazla 5-10 defa arar. Bu samimiyetin bir anlamı olmalı. Sorgulanmasının sonucunda, Tekin gibi olursa kimse şaşırmasın. Olayın üstünü örtmek isteyen zinde güçler, Parlak'ı da kurtaracak ve Doğan medyasına atış yapmak için malzeme sağlayacaktır. 8. Soru: Destekçileri kimler, başka irtibatları var mı, ilişki içinde oldukları medyaları nasıl yayın yapıyorlar? Cevap: Yeniçağ ve Yeni Mesaj gazeteleri bunlara açık destek veriyor. Sözde ulusalcıları çatısı altında toplayan Perinçekgiller de destekçileri arasında. Medya organları hedef saptırtarak, hükümeti ve hiç ilgisi olmayan ve olayı derinlemesine araştıran Zaman’ı suçluyor. Olayları çözen polisi, onunla ilişkilendirerek karartma taktiği uyguluyorlar. Aydınlık ve Teori dergileri, Ulusal Kanal'ın yanı sıra Türk Solu grubu, Açık istihbarat, Hakimiyeti Milliye, Kuvva-ı Milliye gibi gruplar yanlarında yer alıyor. Suçlu olduklarını gizlemek için karalama yayını yapıyorlar. Türk-Kürt, Sünni-Alevi, laik-anti laik kamp-laşması için medyatik provokasyonlar yürütüyorlar. Bilgi kirlenmesi ile zihinler kirletiliyor ve bulanık suda balık avlanıyor. İrtica için malzeme sağlayacak Aczimen-dilerden, TAYAD grubuna, Hizbullah'a kadar pek çok derin ortakları bilerek veya bilmeyerek, vatanseverlik veya din elden gidiyor adı altında destek veriyor! 9. Soru: Aydın Doğan grubu medyası, neden olayın üstünü örtmeye ve iddiaları komplo teorisi diye geçiştirmeye çalışıyor? Cevap: İrtica haberleri Doğan grubu medyasında katlanarak büyüyor. Merkezi medya tetikçilik görevine geri döndü. Bangır bangır, türban için terör işlendiği önyargısı pompalandı; ortaya çıkan onca delile rağmen, ısrar ediyorlar. Medya, andıç lekesini üzerinden silememişken, psikolojik savaşın aleti olmayı kabul etti. Ertuğrul Özkök, ısrarla olayın derin bağlantılarını örtbast ediyor. Doğan Grubu, hükümeti erken seçime götürmeye ve cumhurbaşkanını bu meclise seçtirmemeye çalışıyor. Olayın istedikleri gibi yönlendirmede bu sefer başarılı olamadılar. Ya Kıskançlıktan yapıyorlar veya talimat gereği... 10. Soru: Süleyman Demirel ne yapmaya çalışıyor; derin provokatör ulusalcıların arkasında duran gücün ana hedefi nedir? Cevap: Ergenekon'u yakından tanıyan Süleyman Demirel, önce "türban tahriki", sonra da "darbe" imâsıyla, bir süredir kamuoyuna ilginç açıklamalarda bulunuyor. 82 yaşındaki emekli Cumhurbaşkanı Demirel, Ergenekon'un oyununun bir parçası izlenimini veriyor! Partisi olmamasına rağmen, sürekli erken seçim istiyor. Türbanı kullanıyor. Bir gün seçim talebi bir gün darbe fobisiyle hükümeti ve kamuoyunu geriyor, zorluyor; CHP'nin yapamadığı muhalefeti yapıyor. Ulusalcı oluşumlar, milliyetçi söylemleri nedeniyle DYP veya MHP'ye oy verecek bir kitle topluyorlar! Her seçim öncesi toplum mühendisliğine soyunan Ergenekon, muhtemel bir erken seçimde MHP ve DYP'yi Meclis'e sokup CHP ile üçlü koalisyon kurdurmak ve CHP'li bir cumhurbaşkanını yeni parlamentoya seçtirmek istiyor. Ak Parti iktidara gelmeden öncede Washington'da yazılan bir formül vardı, halen geçerliliğini koruyor. Washington, İran saldırısı öncesi, istediklerine boyun eğecek ve İran'daki Azerileri ayaklandıracak milliyetçi bir hükümete ihtiyaç duyuyor. Ak Parti, ABD'nin taleplerine olumlu yanıt vermezse, eylemlerin dozajı artabilir. Sonuç: Yıllardır birbiriyle kavgalı gruplardan insanlar, 2001 yılından beri, aynı karelerde görünmeye ve birlikte poz vermeye başladılar. Hoşgörü ortamı adına, sevinmemiz gerekirdi, ancak niyet samimi olmadığı için şüpheyle yaklaşıyoruz. Çünkü, tek bir merkezden idare edilmeye başlanmasının emrini Ergenekon verdi. 1999'dan beri yeniden yapılanan derin devletimizin üst birimi Ergenekon'un amacı, sözde ülkede bütünlüğü sağlamak, vatanı kurtarmak. Ak Parti'den ülkeyi kurtarmak vatan kurtarmakla eş anlamlı olarak görülüyor. Suları bulandırmadan bu neticeyi elde etmesi zor. Ak Parti, ekonomide ve dış politikada başarılı oldu ve alternatifi bulunmuyor. “Ulusalcılık” oyununun amacı, sosyal yapıda çatışma ve kavgalar çıkararak ülkede gerginliği tırmandırmak ve kardeşi kardeşe düşman etmek. Bu maksatla, son bir yıldır ülke genelinde provokasyonlar başlatıldı. PKK bile kullanılıyor. Ulusalcılık; ne Kemalizmdir, ne Atatürkçülük’tür, ne de milliyetçiliktir. Çünkü “ülkenin bölünmesi için” yola çıkarılan ulusalcılar, bugüne kadar Atatürkçülüğün ve milliyetçiliğin modasının geçtiğini savunmuşlardır. Ulusalcılık milliyetçiliğin değil, milliciliğin karşılığıdır. Türk insanı, yıllarca fişlenmiş, hor görülmüş, zorbalığa alıştırılmış ve “bizden adam olmaz”, “Türk işi”, “burası Türkiye” gibi söylemlerle aşağılanma psikolojisine itilmiştir. 1960, 1971, 1980 ve 1997 yıllarında darbeler ve derin oyunlarla ağır travmalar yaşatılmıştır. Bugün ise aynı emperyalist güçler ve içerdeki burjuva uşakları, Osmanlıyı parçaladığı gibi, ırkçı duyguları sömürerek, yoluna devam etmek istemektedir. Doğumuzda bir Kürt devletini kurma girişiminde oynanan oyunun adı, ulusalcılıktır. Amerikan yönetimi için önemli olan şey, Amerika menfaatlerine hizmet edecek ve Amerikan askeri operasyonlarına destek ve fırsat verecek sistemleri, siyasileri, diktatörleri, kadroları, burjuvaları ve oligarşik yapıları ülkelerin yönetimine getirmektir. Herhangi bir ülkeye, demokrasi gelip gelmemesi, ABD açısından kesinlikle ilk ve asıl tercih değildir. Vatanımızı bölmek için kullanılan en menhus oyun, ötekileştirme vurgusu yaparak, halkımızı birbirine karşı düşmanlığa iten ulusalcılıktır. ABD’nin güdümünde olan ulusalcılar, milliyetçilik duygularımızı sürekli körükleyerek, bizleri Türk-Kürt çatışmasının içerisine çekmek istiyorlar. 1980 öncesinde sokakta sağ-sol çatışmasını körükleyen bu çevreler, şimdi yeniden sokaklarda bir anarşi ortamı oluşturmak istiyorlar. Ulusalcılar, ABD ve Soros düşmanlığı kılıfı altında ABD ve Soros’a hizmet ettikleri gibi; Atatürkçülük kılıfı altında da Atatürk’ün mirasına ihanet etmektedirler. Antiemperyalist söylemin kılıfı altında, emperyalizme hizmet etmektedirler. Ulusalcılık kılıfı altında ulusa ihanet etmektedirler. Abartılı şekilde Türkçü gözükerek köklerinin ait oldukları azınlıklara hizmet etmektedirler. Solculuk kılıfı altında burjuva ve oligarşiye hizmet etmektedirler. Milliyetçilik kılıfı altında millete ihanet etmektedirler. Kontrgerillanın örgüt yapısının, çok geniş olduğu söyleniyor. Sadece bir kaç profesyonel askerden müteşekkil değildir. O, tam anlamıyla bir “devlet içinde devlet”tir. Belki de bu yüzden, onun ortaya çıkarılması son derece güç ve hatta imkânsızdır. Böyle bir örgütlenmenin, nasıl mümkün olduğu, İtalya'daki P-2 Mason Locası skandalı ve Türkiye'deki Susurluk kazası ile ortaya çıktı. Bir esrar veya kaçakçılık şebekesini ortaya çıkartıp çökertebilirsiniz. Bir mafya ya da terör şebekesini de ortaya çıkartıp çökertmek mümkün. Ama ya devlet içindeki bazı birimler, -polisinden savcısına, askerinden politikacısına, işadamlarından mafyasına, üniversitesinden sendikasına kadar-, her yere elemanlarını sokup onları istediği zaman belli bir amacı gerçekleştirecek şekilde örgütlemişse, böyle bir örgütü nasıl, ortaya çıkartıp da çökertebilirsiniz?.. Aslında bu statik bir örgütlenme değildir, tam tersine son derece dinamik ve esnek bir yapılanmadır. Her yere kol atmış bir örgütlenme olduğu için, buralardan gelen bilgiler tek bir merkezde toplanıp değerlendirilebilir. Bu tür bir örgütlenme sayesinde, her grubun içine girip onları etkilemek mümkündür. Kontrgerilla, gerektiğinde sol akımları, gerektiğinde de dinci akımları yönlendirebilir. Bütün mesele, oyuna gelmemekte. Kamhi suikasti “komedisinde” olduğu gibi, kontrgerillanın bazı heyecanlı gençlerin eline (sûret-i haktan görünerek) silah verip eyleme kışkırttığı iddiaları da, bu bağlamda düşünülünce akla yatmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesini en çarpıcı şekilde Abdurrahman Dilipak tasvir ediyor: "CIA, SAVAK, MOSSAD, Masonik örgütler, çok uluslu şirketler, politikacılar, mafya, emekli askerler ve emekli istihbaratçıların bir potada eritilerek, oluşturulmaya çalışılan yeni bir güç dengesi..." Kontrgerilla örgütlenmesi, sadece yurt içindeki genişliği ile de sınırlı değil. Kontrgerilla örgütlerinin kaynağı NATO. NATO ülkelerinin hepsinde Gladio benzeri örgütlerin var olduğu anlaşıldı. Kimisinin en üst düzey yetkilileri, bunu açıkça kabul etti, kimisininki ise zımmen kabul yolunu tercih etti. Ama sonuçta hepsinde ve hatta İsviçre, Avusturya ve Fransa gibi tarafsızlığı seçen ülkelerde bile var olduğu ortaya çıktı. Tüm bu birbirinin benzeri örgütler CIA tavsiyesiyle NATO bünyesinde oluşturulduğuna göre aralarında muhakkak bir ilişki olmalıydı. ( Dilipak, 1990) Mehmet Ali Birand'ın bir yazısında tanımlama yapılıyordu: "...Resmi ve resmi olmayan çevrelerin açıklamalarına göre, Gladio örgütünün kaynağında, 1950 yıllarının başında NATO'nun bir kararı yatıyor. Amerikan İstihbarat Örgütü (CIA) tarafından yapılan bir öneri üzerine NATO'da bir 'gizli koordinasyon komitesi' kuruluyor. Bu komite, üye ülkelerde oluşturulan ve her birinde ayrı kod adları verilen örgütler arasında irtibatı sağlıyor ve görevlerini saptıyor... Soğuk savaş döneminden bugüne kadar varlığını, hatta bir ay öncesine kadar NATO'daki gizli toplantılarını sürdüren bu örgüt ile ilgili ilk skandal İtalya'da patladı..." (Birand, 1990) Kontrgerilla Cumhuriyeti, yazarı Talat Turhan’a göre: "FM 31-16 simgeli Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekâtları) adlı Amerikan Talimnamesi'nin 34. sayfasında, azgelişmiş ülkelerdeki 'Temizlik Harekâtı'nın gerçekleştirilmesi için, Kontrgerilla örgütlenmesinin içinde, ek olarak CMAC (Civil Military Advisory Committee), Sivil-Asker İstişare Komitesi'nin kurulması da önerilmekteydi. Anılan talimatnameye göre, böyle bir örgütlenme içinde bulunması gereken kişiler: 1) Yerel Polis Müdürü 2) Okul idaresi ve müdürleri 3) Önde gelen din temsilcileri 4) Yargıçlar ve hukuk temsilcileri 5) Sendika lideri veya liderleri 6) Etkili basın yayın organlarının yayımcıları 7) Büyük iş ve ticaret kuruluşlarının temsilcileri 8) Diğer etkili kişilerden oluşmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesinin boyutu bu denli geniş kapsamlıdır." Bu kadar geniş çaplı bir örgütlenmeden gerçekten de kimsenin haberi yok muydu? Bu kadar uzun bir zaman nasıl saklanabildi bu son derece geniş ağ?.. Aşağıdaki satırlar galiba buna ışık tutuyor (Gladio, Leo A. Müller, S.38-39): "İlk aşama çoğu NATO ülkelerinde 'Gladio' yapılarının kurulmasıydı (50'li ve 60'lı yıllarda). İkinci aşama 'Gladio' yapılarının saklanmasının ve biçimlenmesinin yanında; etkin politikacıların rüşvetle susturulması ve elde edilmesiydi. Panorama'nın haberine göre yetmişli yılların sonuna dek CIA bunun için sadece İtalya'ya 60 milyon dolar aktarmıştı. Tüm Avrupa'ya dağıtılan ise 200 milyon doların üstündeydi. Üçüncü aşama 'etkin ajanların' eğitilmesi ve plase edilmesi, ekonomide ve siyasette, ama özellikle medyalarda ve iş dünyasında düşünce liderlerini, yoldan çıkmış politikacı ve hükümetleri sıkıştırmak, bazen ABD dostu politikaya yöneltmek ve bunu talep etmekti..." Gladioların birbirleriyle irtibatlı unsurlar olduğu önceki satırlarda verilen bilgilerden anlaşılıyordu. Gerçekte de öyle olması lazım. Madem tüm NATO üyelerinde bu örgütün varlığı ortaya çıktı ve hepsini Amerika kurdurdu öyleyse bu iddia mantıklıdır. (Turhan, 1990) 3 Kasım 1996’da Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasıyla ortaya çıkan ''devlet-mafya'' ilişkileri, devlete karşı müthiş bir güvensizlik noktasında yoğunlaşarak, halkın tepkisini çekmişti. Bu olayda -hakkını vermek lazım- basın iyi iş çıkardı. Eksik bıraktığı bir nokta vardı, o da devlet sırrı nedeniyle açıklanamayan militarist bağlantılı yapıydı. Devlet-mafya işbirliği elbette yeni bir durum değildi. Olan sadece, bu şekilde gelişen burjuva devletin artık kendini saklayamaz bir duruma gelerek, bütün ''kirli çamaşırlarının'' halkın önüne çıkmasından ibaretti. Derin devletin gizli operasyonlar yapılanması çok eskiye dayanıyordu. Osmanlı’da İttihat ve Terraki döneminin, ''Teşkilât-ı Mahsusa”sı', günümüzdeki gibi ''kontrgerillar'', ''JİTEMler'' ve ''gladiolar' benzeri operas-yonlar yönetti. Bütçesi, Harbiye Nezaretinin örtülü öde-neğinden ve Alman askeri misyonundan gelen paralarla oluşturulan ve ajan sayısı 1916'da 30 bin kişiye ulaşan bu gizli örgütün görevi, Panİslamizm, PanTürkizm amaçlarına ulaşma ve bu amaçla içeride eleman altyapısını yetiştirme, dışarıda ise Rusya ve İslâmi bölgelerde ayaklanmalar çıkarmak, İngiliz-Fransız sömürgelerinde örgütlenme, daha sonra işgal edilen yurdu, gayri nizami harp ile kurtarmaktı. Kurtuluş Savaşı’nın nüvesi olan bu teşkilât olmadan, Mustafa Kemal başarıya ulaşamazdı. Türk-İslâm sentezi diye adlandırılan, bu ideolojinin ilk vurucu örgütü olan ''Teşkilât-ı Mahsusa'' bu amaçlarını gerçekleştirirken, toplumun alt tabakasını kullanmıştı. Bu toplumsal kesimlerin önemli bir kısmı, hatta tamamı çeşitli suçlardan hüküm giymiş mahkûmlardan oluşuyordu. Bu işleri gördürmek için deli gibi aklını kullanmadan duyguları ile haraket eden, ölümden korkmayan vatanseverlere ihtiyaç vardı. Bügün de olduğu gibi geçmişte de MİT “temiz adamlarla” çalışmamıştı. Bu, işin tabiatında olan, bir gereklilikti. İttihat ve Terraki Partisi'nin sivil önderlerinden Ahmet Rıza Bey’in, “Teşkilât-ı Mahsusa Kıtaları” diye adlandırılan birlikleri yönelttiği, “katiller ve caniler orduda bulunmamalıdır” eleştirisine, Harbiye Nezareti ordu dairesi Resi Vekili Behiç (Erkin) Bey, “bu mahkûmlardan büyük kısmının orduya değil de, 'Teşkilâtı Mahsusa' emrine verildiklerini, bu bakımdan kıtadaki askerlerin ahlâkını bozmalarının mümkün olmadığını' söylemekteydi.'' (Parlar, 1990) Finansman kaynaklarına bakıldığında, Alman emperyalizminin desteği görülüyordu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hesapları içinde, müttefik devletlerin kirli savaşları finanse etme gereğinden kaynaklanmaktaydı. Bugün ise Amerikan emperyalizminin çıkarına uygun olduğu için, kirli amaçlara, kirli yöntemlerle ulaşmak için kirli savaşlar kirli paralarla finanse ediliyordu. Kirli amaçlara kirli yöntemlerle ulaşılır. 1980'li yılların sonuna kadar bu kanlı örgüt hakkında pek birşey bilinmiyordu. 1980'li yılların sonlarına doğru Avrupa, Gladio rezaletleriyle sallanınca ortaya çıktı. Halen de bu kanlı örgütün eylemleri, tam olarak bilinmemektedir. Bilinenler arasında, Belçikalı komünist lider Lahaut'un, İtalya başbakanı Aldo Moro'nun, İtalyan banker Roberto Calvi'nin, İsveç başbakanı Olaf Palme'nin öldürülmesi eylemleridir. Herşey, 1990 Kasım ayında İtalya başbakanı Gullio Andreotti'nin 1958'den itibaren İtalya'da faaliyet gösteren bir teşkilât olduğunu itiraf etmesiyle başladı. Bu itirafla, başta İtalya olmak üzere, Avrupa'nın bir çok ülkesinde soruşturmalar açılınca da, pekçok ülkede bu tip faaliyetler gösteren ''sol karşıtı örgütler olduğu'' ortaya çıktı. Yunanistan'daki 1967 Albaylar Darbesi’nde özel eğitimli CIA ajanlarının etkin rol oynadığı ortaya çıktı İskandinavya'da, 1973'de, CIA başkanı olan William Colby tarafindan, bir örgüt kurulduğu öğrenildi. 1985 yılında İsviçre'de P26 isimli bir örgüt kuruldu. P26 bünyesinde 400 ajanın yanısıra çok gelişmiş silah sistemleri de bulunuyordu. Fransa'da, Gallio adlı örgüt, bu olayların açığa çıkmasından sonra feshedildi. Daha dünyanın bir çok ülkesinden örnekler verilebilirdi. Türkiye'de bu örgütün varlığı, Özel Harp Dairesi adıyla duyuldu. 1980 öncesi bu kurumun başı, Turgut Özal’a 1983 seçiminde rakip olan ve derin devletin seçtirmek istediği Turgut Sunalp paşamızdı. MHP kadrolarının bu örgütün içinde planlı, sistemli katliamlarda kullanıldığı ileri sürüldü. CHP Lideri Bülent Ecevit, bu yapılanmayı illegal olarak nitelendirdi. Devlet tarafından beslenen bu sağcı tetikçiler, giderek devlet içinde üst düzeyde kadrolaştılar. Sovyetler Birliği, KGB’nin Türkiye’de örgütlediği illegal sol örgütler vasıtasıyla sol terör estirirken, kendini savunma refleksini kullanan, devlet destekli sağ gerillalar 1970'li yıllarda 12 Eylül darbesi öncesi bugün kitle katliamları, bilim adamı, sanatçı ve yazar kıyımı olarak nitelenen sayısız eyleme, icazetli olarak karıştılar. Zira, devlet elden gidiyordu ve Sovyetler’in uydusu olmak üzereydi. 1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi öldürüldü ve failleri bulunamadı! Bulunanlar da, zaten çıkartılan aflarla, devlet eliyle cezaevinden ya resmen çıkarıldı veya kaçmalarına göz yumuldu. Prof. Dr. Ümit Doğanay, 20 Kasım 1979 günü katledildi. Yakalanan katillerden biri itirafçı oldu. Bu kişi derin devlet örgütlenmesinin beyin kadrolarından olan Alaaddin Çakıcı'nın sağ kolu iken, çıkar çatışmaları nedeniyle, Çakıcı tarafından öldürülen, Nurullah Tevfik Ağansoy'du. Bu katil, devlet tarafından korunmuştu. Prof. Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979'da otobüs durağında katledildi. Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, Savcı Doğan Öz, Disk Genel Başkanı Kemal Türkler de bu terörden nasibini aldı. Sokak çatışmaları, binlerce can aldı. Gladio, sağ ve sol eliyle meydandaydı. PKK terörü 1990 sonrası, KGB’nin elinden Batılı güçlere geçince, derin devlet politikası tekrar sertleşti. Çünkü Batılı istihbaratlar, daha fazla lojistik destek sağlayarak, şiddetin dozunu artırmışlardı. Merhum cumhurbaşkanı Turgut Özal, ileriyi gören bir politikacıydı. Bir yandan Özel Tim kurulmasına öncülük ederken, bir yandan Kuzey Iraklı Kürt liderleri Ankara’da yüksek bir statüde ağırladı ve soruna siyaset çerçevesinde barışçı bir çözüm bulmak gerektiğine inandı. 1992 yılının başlarında MGK, PKK’ya yardım ve yataklık yapanlara, aman vermeme yönünde gizli bir karar aldı. Bu değişkliğin ardından PKK terörüne son vermek için Kürt köy ve mezraları boşaltıldı. 1992'nin sonlarında, bu strateji değisikliği MGK'nın gündemine bir kez daha geldi. Konu, bu savaşta kullanılmak için özel örgüt kurulmasını içeriyordu. Kurulacak bu örgütün şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri belirlendi. Abdullah Çatlı ve arkadaşları, Özel Tim'den seçilmiş bazı polisler ve özel eğitimli askerleri yer alıyordu. Bu organizasyonda yer alan kişiler konusunda Özal ve Bitlis paşa, devletin resmî olmayan kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı çıkıyorlardı.. Barış yanlısı Özal ve Eşref Bitlis, Gladio ile sopa gösterirken, devletin merhametli elini de uzatmak istedi. Ancak, derin Ankara ve derin askerler, buna karşı çıktılar. Kürt isminin bile kullanılmasına karşıydılar. Bu olaydan sonra Özal da, Bitlis de suikastla öldürüldüler. Maalesef bu konuda açıklama yapmak Doğu Perinçek’e düştü: ''Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün Türkiye alehindeki faaliyetlerini saptamış, gıda yardımı adı altında PKK'ya gönderilen silahları da yakalatmıştı. Çekiç güç hakkında iki kez rapor hazırlayıp Genel Kurmay’a gönderen Bitlis, özel harp uzmanı ABD'li subayları da Jandarma Genel Komutanlığı’ından attı. ABD'li casusların Kuzey Irak'a girişlerini de engelledi. Körfez Savaşı sırasında ABD'in Türkiye üzerinden ikinci cepheyi açma planını öğrenip Genel Kurmay ve Cumhurbaşkanına bildirdi. Özal da bu raporları ABD başkanı Bush'a iletti. Bu nedenle Bitlis'in ortadan kaldırılmasına 4 kişilik ABD komutan heyeti karar verdi. Genel Kurmay istihbaratınca saptanan bu 4 kişilik heyette, Çekiç Güç Kuzey Irak'taki komutanı Albay Naab ve Albay Wilson da bulunuyordu. ABD'li komutanların kararını da özel harpçi Türk subayları icraa etti.'' Perinçek'e göre JİTEM grup komutanı Binbaşı Cem Ersever liderliğindeki bir grup subay, Bitlis’in uçağının motoruna sabotoj düzenledi. Daha sonra, Ersever ve sabotoji gerçekleştiren ekibi, Abdullah Çatlı ekibi tarafından çok şey biliyorlar gerekçesiyle, atış alanında sorgulanıp öldürdüler. Özal'ın ölümüne gelince. Kanıtlanmış birşey yok ama diğer ülkelerdeki devlet başkanlarının Gladio tarafından öldürülmelerine ve emperyalizmin dünya genelindeki organizasyonuna baktığımız zaman bu olasılık çok güçlü duruyordu. (Yılmaz, 1992) 1990’ların sonunda, 28 Şubat süreci en büyük darbeyi, derin devletteki değişimle, kendi içinde gerçekleştirmişti. Önce hükümeti infaz emrinin nereden geldiğini irdeleyelim. Orgeneral Çevik Bir, 27 Şubat 1997 günü İsrail'den döner, daha önce ise ABD’ye uğramıştır. 28 Şubat’ta REFAHYOL hükümetine bir kararname dikte edilir, hükümet kabul etmeyince asker, basın, Tüsiad, Türk-İş, Disk, Tisk, Tobb, aşırı sol kesim ittifakı ile hükümet yıkılır. Sonradan gelen hükümetler, İHL, Kur'ân kursları, İslâmi sermaye-cemaatlerin en sivrisinden (Aczimendiler) başlayarak, en sonunda da en çok kullandıkları ilim grubuna (basının vermiş olduğu adla Hizbullah) dek, tüm İslâmi cemaatler geriletilir... Başörtüsü irticanın sembolü kabul edilir, memur , öğrenciler, eşi örtülü asker, bürokratlar görevlerinden alınır... Yolsuzluk, rüşvet, suistimal, vurgun, yalantalan, cinayet, faili meçhul, işsizlik, ahlâksızlık, riyakârlık, enflasyon, trafik kazası, ırkçılık, hukuksuzluklar, yapay irtica, bölücülük çığlıkları arasında kaybolur ve ülke batmanın eşiğine getirilir, Batı’dan yeniden kredi dilenilir hale getirilir. Bir ülke böyle batırılır. 28 Şubat, ABD ve İsrail’in Türkiye'deki taşeronları eliyle uygulanan bir kolaniyal operasyon, içteki derinlerin kullanılarak yapılan bir postmodern ihtilâldir. Derin devletin teşviyle meydana gelen 28 Şubat, Gladio’yu da dönüştürmüştür. Çünkü, 28 Şubat irtica safsatasıyla sadece dindar kesimlere karşı yürütülen bir psikolojik savaş değildi. Derin devlet, Susurluk’ta temizlenmesi gereken kirli bağırsaklarla birlikte Gladio’yu emekliye ayırmış, yeni bir oluşumun içine girmişti. Bu oluşumun adı yeni Ergenekon’du. LİDERİN ŞEMAİLİ VE BAĞLANTILARI Herkes ısrarla bir numaranın kim olduğunu soruyor. Herkesin bir tahmini var. Çoğu asker kökenli zannediyor. İddianamede sarı bıyıklı bir Rumeliliden bahsedildiğini görenler, Atatürk’ün portresini çizmiş diye savcıyı alaya aldılar. Hedef saptıracağım diye savcı fazla kendisini zorlamıştı. Biraz yardımcı olalım… Ne Ak Parti ne de başka bir iktidar, yakın tarihlerde “O” kişiyi karşısına alabilir. Bu nedenle epey kirlenen Ergenekon örgütünün tasfiyesine, zoraki de olsa, gerçek liderin izin verdiği görüşündeyim. Hatta ABD, Avrupa’dan konsensüs söz konusu. 2001’de “tükürdüğünü yalamak” zorunda kaldığı, hoşuna gitmeyen temizlik emrini daha büyük yerden aldığını bildiğim için “zoraki” diyorum. Ak Parti’yi ve liderini beğenmese de içeriye dört tane bakan seviyesinde “Truva Atı” sokacak kadar beceriklidir baronumuz. Burada Türkiye’yi hangi “derin ABD örgütleri” yönlendiriyor, sorusu ortaya çıkıyor. Bizim lider, neoconların en aşırı kanadına bağlı, Cumhuriyetçi, yani Bush taraftarı. Diğer derin Amerikan devletlerinin çatışması sırasında neoconlar, Irak savaşında yaşanan fiyasko sonrası etkinliğini göreceli yitirdi. Türk liderde geri adım atmak zorunda kaldı. Lider, ılımlı Washington’un uyarılarına rağmen, Ak Parti’yi devirmek için, söz konusu çeteyi ve generalleri 2001’de görevlendirdiğine pişman oldu. Gerçek liderin uluslararası bağlantıları ve güçlü ekonomik yapısı, isminin dile getirilmesini bile engelliyor. Görünürde hiç bir zaman illegal iş yapmayan, cep telefonu ve bilgisayar kullanmadığı için dinlenemeyen ve izlenemeyen lideri suçlamaları zor. Yaşı artık epey ilerledi. Asker olmadığını biliyorum. Dört kuşak öncesinden Rum dönmesi, cumalara gidiyor, ölümü hatırlattığı için cenaze namazlarını sevmiyor, gitmiyor. Dört defa hacca gitmiş biri. Berberi Atina’da ismi Alexo, her 15 günde bir tıraş olmak için Yunanistan’a gidiyor. Şık giyinmeyi sevdiği için sürekli Paris’te dolaşıyor. Netice itibariyle ailesinin kurduğu, geliştirdiği işini koruyor, siyasi iktidarını, gücünü kimseyle paylaşmıyor. Seçimle başa gelen iktidarların muktedir olamaması, söz konusu elit liderimizin karizmasından kaynaklanıyor. Koordinatlarını vereceğim liderin portresini anlamanız için mensup olduğu derin örgütleri ve etkisini kavramanız gerekiyor. Liderimiz sosyal demokrat gözüküyor ve asla bu özelliklere ulaşamayan CHP'ye, oy vermeye devam ediyor. Oysa bu doktrin, ilkelerini, sosyal adalet prensibinden alır. ABD ve Avrupa’da liberal geçinenler bu akımdandır. Liderimiz liberal, ama aslında Amerikalılardan beter bir “kapitalist.” Eski Türk sosyalist ve komünistler, liderimizin şirketlerinde üst düzey yönetici. Dünyadaki pek çok tüketim ve üretim malzemesini, medyayı, devletleri sistematik gizli örgüt ağına sahip bir elitler grubu kontrol ediyor. Dünyanın %40 servetine sahip 200 en zenginin yönlendirdiği grup, tüm dünyada 8 bin üst düzey elemanla koordineyi sağlıyor. Globalizasyon’un ve Yeni Dünya Düzeni'nin temel felsefesini ortaya koyan “Kaostan Düzen” mottosu ile ortaya çıkmış Illüminati, Skulls and Bones Society (SBS, Kuru Kafa ve Kemik Cemiyeti), Bohemian Grove (veya Bohemian Club) adlı gizli cemiyetleri var. Bu elitler grubun arkasında masonik gizli örgütlenmelerin olduğunu kimse yazamıyor. Bu uluslararası ağın, 20. yüzyılda bünyesine eklediği Council on Foreign Relations (Dış İlişkiler Konseyi), Trilateral Komisyon ve Bilderberg isimli örgütler bulunuyor. Bu örgütlere üye olan kişiler, istihbarat örgütlerinin, silahlı kuvvetlerin, NATO'nun veya Savunma Bakanlıkları’nın, bankaların, dev tröstlerin en tepesindeki insanlar. Bizim yerli liderimiz de CFR, Bilderberg ve Illüminati üyesi. Illuminati, üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklıyor ve bugün hemen her ülkede mevcut. Özel eğitim, tören ve alt mason kültüründen gelmeyenler Illuminatiye kabul edilmiyor. Başında Henry Kissenger bulunuyor, Türkiye'den sorumlu adamı Richard Perle, bizim liderle içli dışlı. NATO bağlantılı Gladyolar kurmak onların kararıydı. Yeraltı örgütleri ile ilişkiyi Trilateral Komisyon sağlıyor. Trilateral Commission (TC), Yeni Dünya Düzenini tüm dünyaya daha iyi yayabilmek için oluşturuldu. 1973'te David Rockefeller, Henry Kissenger ve Zbigniew Brzezinski tarafından kurulan gizli örgüt, CFR'yi Atlantik ötesi ülkelerde CIA ile örgütlüyor; siyaset, darbe, mafya mühendisliği yapıyor. CFR'nin uluslararası düzeyine taşınmış bir şekli olan ve 1954'de kurulmuş Bilderberg, her yıl gizli toplantılar düzenliyor. Türkiye'de son 50 yıldır başa geçen ünlü politikacıların çoğunluğu Bilderberg üyesi, bizim lider de toplantılarına katılır veya temsilcilerini mutlaka gönderir. Tüm dünyada TC, Bilderberg ve CFR birbirinin içine girmiş durumda. Her üçünün de üyesi olan Bill Clinton, Brent Scowcroft, John Mark Deutsch, Robert Strange gibi 50 kişi var, bizim lider de bunlardan biri, hem de çok güçlü biri. Küresel sermayeyi yöneten elitler, amacına ulaşmak için savaşlar çıkartıyor, değişmez sanılan ülke sınırlarını değiştiriyor, kaostan düzen çıkartıyor, ulus devletleri tehdit ediyor. Ergenekon’un gerçek liderinin neden yakayı sıyıracağı, isminin dahi açıklanamayacağı sır olmasa gerek. Ergenekon örgütünün kara kutusu olarak adlandırılan Tuncay Güney, TVNET'e verdiği röportajda çarpıcı açıklamalarda bulunacaktı. Altı saat süren ve ilk bölümü yayınlanan röportajda, Ergenekon soruşturmasında gelinen noktayı değerlendiren Güney, bugün gelinen noktayı buzdağının üst kısmı olarak tanımladı. Kanada'da TVNET Haber editörü Bedir Acar'a konuşan Tuncay Güney, şifreli cümleler kurarak, Ergenkon örgütünün “Cesur Hırsızlar Partisi”nin himayesinde olduğunu söyledi. Türk televizyonlarında ilk kez, ayrıntılı şekilde Ergenekon'u anlatan Güney, 1950'li yıllardan itibaren devlet içinde örgütlenen bir yapı olduğunu anlattı. Ergenekon için “Susurluk'un babası” diyen Güney, ilk bölümü yayınlanan röportajında, Ergenekon örgütü ve soruşturma ile ilgili olarak, şu çarpıcı bilgileri verdi: "Ergenekon çözülürse sistem çöker. Cesur Hırsızlar Partisi, Ergenekon'u himaye ediyor. Ergenekon'un sermaye boyutuna ve sistem içindeki uzantılarına dokunulmamıştır. Küçük parmağı kesilse ne olur. Örgüt kendini yeniler. Sistem devam eder." Güney’in kast ettiği ya TÜSİAD veya İstanbul Merkezli Masonik Büyük Klüp. Bu baronlarının yönettiği, bu derin gizli örgütün adı Ergenekon’du. Diğer tanımıyla NATO üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş Gladio. Tüm NATO ülkelerinde gizli operasonlar için kurulan ve önceleri Komünistlere ve Kürt ayrılıkçılara göz açtırmayan Gladio, 28 Şubat ve 11 Eylül sürecinden sonra dindar Müslümanları, daha doğrusu İslâm'ı hedef alır. MOSSAD'ın katkılarıyla Türkiye örgütlenmesinde yönetim zaten 1960'lardan beri Sebataycı eksenli masonik bir yapının elindedir. Çıkarları için sağ el veya sol el farketmez. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye yaparak “Türkiye Türklerindir” diyen gazete, medyadaki ana üsleridir; dolayısıyla Perde arkasındaki grubun çıkarları Türkiye'nin çıkarlarından önce gelir. Kemalizm ve laiklik oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı çıkanlar yok edilir veya sindirilir. Atatürk tarafından Selanik’ten mübadele ile getirilerek ayrıcalıklı konum verilen Sebataycıların yönetici, mafya konumundaki altdakilerin günah keçisi, sıradan işçi olduğunu, pek az insan farkedebiliyordu. Soner Yalçın, “Efendi” adlı kitabını boş yere yazmadı. Bu kitap; çifte dinle ve kimlikle yaşadıkları için su yüzüne bugüne kadar çıkamayan, hain, dönek damgası yemekten korkan ülkemizin gerçek yöneticileri Sebataycıların, Türkiye'nin AB'ne bağlanan umutlarıyla paralel su yüzüne çıkma girişimiydi. “Bu vitrini hazırlamak”, Yalçın'ın deyimiyle, “dincilere” bırakılamazdı. Artık herkes onlardan saygı ve korku ile bahsetmeliydi; şapka çıkarmalıydı. Sağcı Ergenekon’u gören, solcuları ıskalayan Yalçın'ın gayretkeşliği bu yüzdendi. “20. yüzyılda Yahudiler iki devlet kurdu biri Türkiye, diğeri İsrail'dir” diyen Sebataycıların ülkemizde kurduğu Ergenekon, bu ülkenin gerçek sahiplerine yeni tuzaklar kuracaktı. Sebataycıların “bizdendi” diye sahiplendiği Atatürk, mason localarını kapatmıştı ve komunist yapılanmalarına göz açtırmamıştı. Selanik'ten ülkemize getirdiği çoğunluğu yüksek eğitimli ve paralı 25 bin Sebataycının Türkiye Cumhuriyeti ve inkılâplarının çekirdek kadrosu olduğu doğru bile olsa, Atatürk'ün kökü dışarıda olan yapılanmalara soğuk yaklaştığı inkâr edilemez. Zaten Türkiye'nin gerçek Kurtlar Vadisi, Atatürk'ün ölümünden sonra TL'ye kendi resmini bastıracak kadar hoyratlaşan faşist ve manda taraftarı İsmet İnönü'nün hediyesiydi. Eşi Mevhibe Sebataycıydı, aynen Bülent Ecevit'in eşi Rahşan Ecevit gibi. Sebataycı Yakup Kadri, Halide Edip, Fatih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçiler’den bugüne geldiğimizde bu entellektüel misyonu taşıyan Orhan Pamuk gibi kalemler, bizi hep bizden uzaklaştırdı. Bir yandan kültürel yozlaşma, bir yandan asıl güçlerini barındıran iş dünyasıyla ortaklaşa ülkemizi sömürdüler. Siyaseti onlar belirledi ve bunlara ek olarak, medyamafyaasker-bürokrat bağlantılarını kullanarak demokrasimizin acı tarihine düşen dört askeri darbeyi onlar gerçekleştirdi. Buzdağının üst yüzeyinde gözüken, yani Susurluk’ta belirginleşen mafya-siyasetçi-iş dünyası ve gizli örgütler şeytan üçgeninin fotoğrafı, değişik bir açıdan çekilmeliydi. Buzdağının görünmeyen dev kütlesinde yer alanların, deşifre edilmesi için masonların deşifresi elzemdi. Derin Devlet-Derin Mafya-Derin Sebataycılar üçgeni ilişkisi hiç yazılmadı bugüne kadar. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, eğer zorla istifa ettirilmesiydi “Gümüşsuyu çetesi!” olarak nitelediği “Büyük Klüp”, yani “Manevi Cihazlanma Teşkilâtı”nı deşifre edecekti. Dünyanın her ülkesinde kendilerine özgü derin devletcikler bulunuyordu. İtalya, güya temiz eller operasyonu ile kendi derin devletinin derin mafya yapılanmasını temizledi. Türk derin devleti ve mafya yapılanmasının elbette dış bağlantıları çok güçlüydü ve süreklilik arz ediyordu. Bir ahtapot gibi kolları olan bu örgütün, ülkemizdeki yasal adı CIRCLE D’ORIENT: Büyük Klüp. İngilizce isminde geçen 'Circle' aynı zamanda Tapınakcıların yurtdışındaki yayın organının ismidir. Siyonizm, Sabataycılar ve Tapınak Şövelyeleri arasındaki gizli bağlantı Siyonist Tapınağı Tarikatı'na kadar uzanır. Üstad-ı âzamlarının unvanı “Denizci”dir. Güven Erkaya'nın bir dönem başkanlığını yürütmesi sadece eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olmasından kaynaklanmamaktaydı. Emekli deniz oramirali ve 12 Eylül sonrası başbakanlık yapan Bülent Ulusu, uzun süre Büyük Klüp'ün başkanlığını yürüttü, halen üyedir. Onun döneminde üye olan meşhurlar arasında babasından misyonu devralan Mehmet Ağar ve Beşiktaş'ın efsanevi başkanı Süleyman Seba sayılabilir. Seba, emekli olmadan önce MİT'in İstanbul Bölge Müdürüdür. Ünlü mafya babası Aladdin Çakıcı, Ulusu döneminde üye kabul edilir. Çakıcı, ülkenin en büyük uyuşturucu ve silah taciri Dündar Kılıç'ın damadıdır. Sebataycıların kullandığı mafya kolunu temsil etmektedir. Kara para onlardan sorulur. Hakkındaki onca delile rağmen, beraat ettirilir. Çakıcı, bu ülkede devletin adamı olarak derin devlete çalışan en derin adamdır. Konuşursa âlem karışır. Bu nedenle devlet eliyle kaçırılır. Beşiktaş Jimnastik kulübü eski genel sekreteri Sinan Engin sadece talimatı yerine getirmiştir. İngilizcesiyle "Moral Rearmament-Mr", Türkçesiyle "Manevi Cihazlanma Teşkilâtı"nın kökleri dışardadır. Tapınakcıların, zuhuruna vesile oldukları Protestan mezhebinin bağlısı (Lutheryan) Amerikan Pastor’u Frank Buchman tarafından, 1929’da "Oxford Group" olarak tesis edilir. Buchman daha sonra, İngiltere’de Evanjelik olur; yani Bush’un ve oğlunun, "Yeni Dünya Düzencileri"nin mezhebine duhûl eder!.. Bu derneğin Türkiye şubesi Beyoğlu’ndadır. Hatta oranın bir sokağında, "Asmalı Mescid” vardır; aynı sokakta, "B’nai B’rith-Ahdin Kardeşleri" teşkilâtı, "Fakirleri Koruma Derneği" adı altında faaliyet göstermektedirler. İşte bu sokakta, "Manevi Cihazlanma Teşkilâtı" da faaliyete başlar. "Toplum faydasına dernekler" listesinde olup, vergiden muaf ve üste "bütçe"den para da alan bu iki derneğin, kurucu başkanı, -mini mini vali- Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'dır... 33. dereceden mason olan Gökay’ın, Göztepe-İstasyon durağındaki köşkü teşkilatın toplantı yeri idi; bugünlerde kullanılan başka bir toplantı yeri ise İsmail Ağar’ın, Kadıköy’deki köşkü... Bu adam, 60 ihtilalinde idam edilen F. R. Zorlu’nun da akrabası ve Ayasofya'nın Ortodoks ibadetine açılmasını istiyordu. Heybeliada'daki Ruhbani okulunun açılmasıyla istekleri durulmayacaktı. (Er, 2003) Bu teşkilâtın bir diğer üyesi ise, Hazım Atıf Kuyucak; "Supreme Konsul”de Türkiye Masonlarını temsil eden iki kişiden biri; diğeri de "Ceza"cı meşhur dönme Sahir Erman’dı... Kuyucak, "Nur Locası"nın da Üstadı olan bir Mason; "Avrupa Birliği"nin "sevdalısı" biriydi.. Celâl Bayar, İ. Sabri Çağlayangil, bunun "altında" olan adamlardı.. Bu "Manevi Cihazlanma Teşkilâtı"nın bütün üyeleri aynı zamanda 'Büyük Klüp'ün de üyeleriydiler. Büyük Klüp’ün ismi, "Susurluk" meselesinde de geçmiş, hatta Başkanı Duran Kalkan gizlice giderek ifade bile vermişti. Derin devletin iki Yalçın’ını -Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ı- Sebataycılarla ilgili yazdıkları kitapları "maksatlı" bulmamın sebebi, "Geyik" muhabbeti ile kulaklarına üflenen malûmatları "deve" yapmaları ve bu sayede de Kemalist Oligarşi’nin hayatta kalması için "saf Müslüman avına" çıkmalarından kaynaklanıyor. Bu ülkenin sahibi Sebataycılar diyerek aba altından sopa gösteriyorlardı. Bu dizide onları ustaca pazarlayan, korkmamızı sağlayan psıkolojik bir savaş yapıtıydı. (Er, 2003) 12 Eylül sonrası birçok örgüt yöneticileri yurt dışına kaçtı, ancak 29 polisin elinden kaçan ve Nihat Erim, Gün Sazak, Hiram Abbas, Hulusi Sayın, Kemal Kaycan, Özdemir Sabancı suikastlarını gerçekleştiren Dursun Karataş’ın durumu farklıydı. Bu eylemleri savunduğu devrim adına mı, yoksa derin devletimiz Ergenekon adına mı yaptı belli değildi. Dursun Karataş’ın yakalanması için polislerin harekete geçirilmesi ve polislerin elinden kaçması devlet içersindeki feodal güçlerin çatışmasındandı. Özdemir Sabancı suikastı da, bu tür işlerin, devlet içerisindeki tam olarak kontrol edilemeyen çekirdek kadro tarafından DHKP-C’ye havale edilmiş haliydi. Sabancı’nın Kürt sorunu hakkında barış düşündüğünü açıklaması, devlet tarafından sert bir şekilde uyarılmalarıyla sonuçlandı. Dursun Karataş İnterpol tarafından 174 ülkede 50 ayrı suçtan aranmasına rağmen, bir türlü yakalanmaması 29 polisin baskınından kurtulması belli güçlerin göz yumması ve yönlendirmesiyle olabilirdi. Bu çekirdek kadronun her kesim içerisinden, ideolojik fark gözetmeksizin, kullandığı insanlar vardı; kimi zaman devrim için yanıp tutuşan Dursun Karataş, Paşa Güven; kimi zaman da kalbi vatan sevgisiyle dolu Abdullah Çatlı kullanabiliyordu. İçlerinde asker, emniyetçi, profesör bulunan, bulunduğu ülkede kontrol edilemeyen ancak belli güçlerin kontrol edebildiği bir güçtür. Rivayetlere göre, Gladio Konseyi’dir Ergenekon. Kurtlar Vadisi Konseyi, bu konseyi işaret ediyordu. Baronun öldürüldüğü İstanbul Merkezli Mason Locası, esasen Büyük Klüp ise daha üst karar merciydi. (Er, 2003) Büyük kulübe kimler üye değildi ki... Gündüz Kılıç, Bülent Ulusu, Cevher Özden (Banker Kastelli) Ali Rıza Çarmıklı, Alp Emin Yalman, (Tek Dünya Fikrini Yayma Cemiyeti’ni dahi kurmuştur.), Ömer Çavuşoğlu, -kardeşiNazlı Ilıcak ve kocası Kemal Ilıcak, Nejat Eczacıbaşı, Sabri Ruso, Duran Kalkan, (99’a kadar 13 sene başkanlığını yapmıştı), Çetin Emeç, Ahmet Fevzi Ellialtıoğlu (devşirme, babalarından biri yeniçeri ocağının "56. ortası"na mensup), Sadettin Bilgiç, Gazanfer Bilge, Atalay Coşkunoğlu, Yuda Leon Çukran, Mehmet Emin Karamehmetler, Ümit Aslan Utku, Nejat Tümer (emekli oramiral), Enver Necdet Egeran (muhteşem Salamon’a "mason değildir" belgesi veren TPAO’nun yıllarca başında oturmuştu), Başaran Ulusoy, Selçuk Maruflu, Faruk Arslan 303 (ANAP’lı, "Arı grubu", "Finans Klüp" ve "Mülkiyeliler Birliği" üyesi, DPT ve Eximbank’ta uzun süre çalıştı), Raif Dinçkök, Adem Ceylan (meşhur Ceylan Holdingin "para işlerine" bakan üyesi), Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Şerif Egeli vesaire... liste uzayıp gidiyor. “Büyük Klüp" idari heyeti Yönetim Kurulu, Başkan: Duran Akbulut sanayici, Gündüz Kaptanoğlu armatör, Türk armatörler birliği Koop.Bşk., Ercan Targay bankacı, Tevfik Altınok Hazine ve Dış Ticaret eski müsteşarı, M. Okan Oğuz sanayici, ihracatçı (TİM eski başkanı) Rıdvan Kartal avukat, ekonomist, armatör, Yağız Dağlı hukukçu, Uluslararası Avukatlar Birliği Yönetim Kurulu üyesi, Ergun Erez inşaat müteahhidi, Ferudun Pehlivan 19. ve 20. dönem Bursa milletvekili, Mehmet Özcan sanayici, Nuri Baylar işadamı. Yedek üyeler: Perviz Zekioğlu sanayici, O. Taylan Kendirli ekonomist, Çetin Yentur bankacı, İnan Şefkatlioğlu sigortacı, Hande Yılmaz ihracatçı, Murat Numan Erdem ekonomist, Nevhan Gündüz işletmeci. Balotaj Kurulu: Ali Rıza Özkan sanayici, Metin Selçuk bankacı, Halkbank Eski genel müdürü yardımcısı, Ahmet Malaz sanayici, Mehmet Seren Dinçler avukat, Ahmet Bedri İnce armatör, Koptagel İlgün Prof. Dr. eski başhekim, Selcuk Gökçe ihracatçı, Haşmet Olgaç kimya mühendisi, Melih Tavukcuoğlu müteahhit, Rıza Dedehayır işadamı, Ahmet Özbilge yönetici, Adem Ceylan sanayici, Misel Gülçicek sanayici, Burhan Sargın işadamı, Ugurman Yelkencioğlu yönetici, Tofaş eski genel. Müdürü. Yedek Üyeler: Serpil Bağrıaçık ekonomist, Coşkun Bekar gümrük müşaviri, Emir Berduk Marsan yönetici, Mehmet Güven endüstri ve kimya mühendisi, Atilla Tacir ekonomist. Disiplin Kurulu: Yekta Güngör Özden Anayasa Mahkemesi eski başkanı, Necip Kocayusufpaşa-oğlu Prof. Dr. (hukuk), Nezih İserı emekli amiral, yüksek mühendis, Nazmi Akıman emekli büyükelçi, Ahmet Serpil Prof. Dr. Yeditepe Üniversitesi rektörü, Erol Cihan Prof. Dr. , Sabi Ruso avukat, Sevgi Gümüştekin avukat, THY genel müdür eski muavini, Turgut İçten yeminli mali müşavir, Ersin Eti Dr. yüksek mühendis, Ertuna Yaşar avukat. Yedek Üyeler: Besalet Barım işadamı, Oktay Özcan ithalât-ihracat, İsmail Yıldız işadamı, Zeki Tanyeri sanayici, Tekin Akmansoy sanatçı. Denetleme Kurulu: Halil Gümüş yeminli mali müşavir, Alper Kuş İstanbul eski defterdarı, Engin Berker yeminli mali müşavir, Yedek üyeler: Sinan Kılıç doktor, Yiğit Tavukcu-oğlu ekonomist, Orhan Tuncer işadamı. (Er, 2003) Masonlar, Ergenekon'un her zaman tepesinde oldular. Mason localarının Türkiye'yi istikrarsız hale getirmek için devreye girdiği artık yazılıp çiziliyor. Hatta Fransız masonların Türklerden şiddet talep ettiği ortaya atıldı. Ergenekon Terör Örgütü'nün, operasyonda adı geçenlerle sınırlı olmadığını herkes biliyor. Dikkatden kaçan konu, dünyada masonluk çöküşte iken sadece Fransa ve Türkiye'de yükseliyor. İtalya’daki P2 mason locasının Gladio kontraterör örgütüyle bağlantıları vardı. NATO üyesi ülkelerde kurdurulan tüm derin devlet ve Gladio yapılanmalarında masonlar organizatördü. İtalya’da gerilim çıkararak, hükümetler değiştiren ve siyasi cinayetlerde parmağı olduğu ortaya çıkan P2 mason locasının üyeleri arasında devrin gizli servis sorumluları, polis müdürleri, hâkimler, savcılar, avukatlar, gazeteciler, iş adamları, adli tıp görevlileri gibi ülkenin önde gelen insanları vardı. O dönemde P2 locası üstadı Licio Gelli, emrinde 142 milletvekili ve senatörün olduğunu açıklamıştı. Ülkemizde durum bundan farklı değil, hatta daha da kötü... İtalya’yı yıllarca mafyavâri ve dış bağlantılı olarak yöneten P2 mason locasının ilişkiler ağı çözüldüğünde, gözler öteki ülkelerdeki mason localarına çevrildi. Türkiye’de çok fazla kamuoyunun önüne çıkmayan ve bu yüzden hep “esrarengiz örgüt” olarak kalan mason localarının, 28 Şubat’ta perde arkasında önemli rol oynadığı iddia edildi. Susurluk'un üstünün örtülmesi masonların becerisiydi. Şapkadan, ulusalcılık maskesiyle, Ergenekon adlı bir ucube çıkarmayı başardılar. Dünyada toplam 12 milyon mason bulunuyor. Son 15 yılda Anglosakson masonluğu İngiltere’den başlamak üzere 200 bine yakın üye kaybetti. Amerikan masonluğu ise, 11 Eylül'den sonra 1 milyon 150 bin üye kaybına uğradı. Peki Türkiye’deki durum nedir? Ülkemizde 198 locaya kayıtlı 14 bin mason var. Almanya Birleşik Büyük Locası’na bağlı 5 mahalli büyük locada gurbetçi Türkler mevcut, çoğunluk Türkay locasında yer alıyor. Dünya üzerinde buna benzer, yine TC uyrukluların çoğunluğu teşkil ettiği 6 adet loca bulunuyor. Biri Paris’te “Corn d’Or Locası”. İki tane Nur locasından birisi TelAviv’de diğeri Washington’da, ayrıca New York’ta Anatolia locası var. Romanya Bükreş’te Işık locası tamamı yine Türklerden oluşan ve Türkçe ritüelle çalışan bir loca. İlginç olan husus, Kıta Avrupa’sı masonluğu başta Türkiye Büyük Locası olmak üzere, her yıl yüzde 6.5’luk artış kaydediyor. Bu artışın büyük kısmını gençler teşkil ediyor. 30 yaş altı gençler oluşturuyor. Gençlerde “bu çevreye gireyim, iş ve sosyal çevremde gelişme sağlayayım” düşüncesi hâkim. Masonluğun büyük bir değişim geçirdiğini belirten Büyük Doğu'nun Fransa Büyük Üstad'ı Jean-Michel Quillardet, masonluğun iki ana geleneğinden birini oluşturan İngiliz masonluğunun düşüşe geçtiğini ve yaşlandığını, buna karşın Büyük Doğu'nun tarihî bir atılım içerisinde olduğunu açıkladı. Ak Parti'ye kapatma davasının temel sebebi, hiyerarşik olarak Türk masonların bağlı olduğu Fransız mason locasının başörtüsü kırmızı çizgisinin çiğnenmesiydi. Başörtü karşıtlığı için masonlar sayfa sayfa gazetelere reklam bile verecekti. Yargı kurumu, yıllardır en güçlü oldukları yer. Başörtüsü yasağının kaldırılması girişimi, kıta Avrupasının en eski ve en büyük mason locası olan Büyük Doğu'nun (Grand Orient) Paris'teki toplantısında gündeme gelmişti. Büyük Üstad Jean-Michel Quillardet, ilginç basın toplantısında, başörtüsünün serbest bırakılması için “geriye gidiş” ifadesini kullanmış, yasal düzenlemeyi “laikliğinin yeniden tanımlanması yolunda açılan tehlikeli bir gedik” olduğunu savunmuş, başörtüsünün "İslamî olmadığını, Kur’ân'da yer almadığını ve sonradan üretildiğini" ileri sürmüştü. Bir ülkenin iç işlerine nasıl karışıldığını ispatlayan, tarihî sözlerdi bunlar. Türkiye'deki masonlarla sağlam bir diyalog kurduklarını anlatan Büyük Üstad, halkın %80'inin başörtüsü yasağına karşı olmasını ise şöyle yorumluyordu: "Ben, kamuoyunun her zaman haklı olduğunu düşünmem. Halk yanılabilir, demokrasiye karşı olabilir." Büyük Üstad, hiçbir Avrupa ülkesinde üniversitede dînî sembol yasağının olmadığı hatırlatılınca, “Türkiye'deki yasak kalkamaz" diye kükremişti. Ak Parti'yı cezalandırma veya burnunu sürtme girişiminin kaynağı budur! Ergenekon soruşturmasında, örgütün dış istihbarat örgütleriyle ve masonlarla bağlantısı olduğuna polisin ulaştığını sanıyorum. Çarklar tersine dönüyor, masonların çöküşü, -Fransız mason locasının kapsama alanından kurtulabilirsek tabii- Ergenekon'u bitirebilir. EN GÜÇLÜ BARON ADAYI KOÇLAR Her ülkede derin devletin patronunun ülkenin en zengini olduğu yönünde, yerleşmiş bir görüş vardır. Bu nedenle alınmasın, gücenmesin, darılmasın; ülkemizin en zengini olan Rahmi Koç’un öncelikle özgeçmişine bir bakmak gerekir: Vehbi Koç, 1934 yılında İstanbul’da ilk teşebbüsüne başladı. Bu aynı zamanda onun ilk sanayi teşebbüsüydü. Haliç Sütlüce’de Hovagimyan Biraderler’in kurduğu boru fabrikasına ortak oldu. Ancak daha işin başında, hesaplar iyi yapılmadığı için, iş battı. Böyle bir iki tecrübe geçirdikten sonra, “Başkalarının kurduğu işe ortak olmam, kendi kurduğum işe ortak ararım” kararını verdi. 1937’de İstanbul’da ilk şubesini açtı. Fermenciler’de 100 bin lira sermayeli Vehbi Koç ve Ortakları Kolektif Şirketi faaliyete geçti. 1938’de de Koç Ticaret Anonim Şirketi’ni kurdu. Artık, ülkenin sayılı ticaret adamlarından biri haline gelmişti. 1930 yılında oğlu Rahmi Koç, 1938’de kızı Sevgi Koç (Gönül) ve 1941’de de kızı Suna Koç (Kıraç) doğmuştu. Artık üç çocuk babası bir ticaret adamıydı. 1944 yılı, yıllar boyunca başarılı bir şekilde sürecek bir işbirliğinin başlangıcı oldu. Otomobil işinde daha da gelişmek için, iyi bir yönetici arıyordu. Sonunda Bernar Nahum’la tanıştı ve onu transfer etti. 1944 başlarında, Bernar Nahum, Koç Ticaret A.Ş. Otomobil Şubesi Müdürü oldu. Böylece uzun yıllar sürecek bir işbirliği ve dostluk başladı. Bu arada İkinci Dünya Savaşı devam ediyordu. 1945’te savaş sonrası ticarette öncelik kazanmak için New York'ta Ram Commercial Corporation şirketini kurdu. Ama bu şirket istediği sonucu vermedi. Bu arada lastik firması U.S. Rubber (Uniroyal) firmasının temsilciliğini aldı. Savaş sonrası ilk Amerika seyahatine çıktı. 52 gün kaldığı bu ülkede, gördüğü herşey onu etkiledi. 102 katlı Empire State binası, yollar, binalar, fabrikalar, mağazalar, araçlar, herşey ama herşey bambaşka bir dünyanın görüntüsü gibiydi. Burada işadamlarının zamanı nasıl kullandıklarını, iş görüşmelerini nasıl yaptıklarını gördü. Amerika seyahati, bir anlamda “işadamlığı stajı” gibiydi. Bu seyahatte Ford’la ilişkilerini geliştirdi, ama Henry Ford’la görüşmeye muvaffak olamadı. General Electric’i Türkiye'de ampul fabrikası kurmaya ikna etti. 1947’de kendi sermayesiyle ilk sanayi teşebbüsüne girişti. Ankara Oksijen Sanayi Şirketi’ni kurdu. Ardından bir yıl sonra da General Electric Ampul Fabrikası’nı kurdu. Artık, ticaretten sanayiye kayıyordu. Bunda, çocukluk yıllarının etkisi büyüktü. O çok iyi bir gözlemciydi. Ticarete, ticareti çok iyi yapan gayrimüslimleri izleyerek girmiş, hep en kazançlı işleri seçmişti. Sanayiye girerken de, ülkenin, insanların ihtiyaçlarını gözledi. (Er, 2003) Türkiye’nin en büyük şirketler topluluğu Koç’un Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, 2002 başı itibariyle, babası Vehbi Koç’tan 54 yaşında devraldığı koltuğunu, 18 yıl sonra 41 yaşındaki oğlu Mustafa Vehbi Koç’a devretti. Koç Topluluğu’nun bir numaralı profesyonellik kadrosu Chief Executive Officer (CEO) görevi de, Temel Atay’dan 52 yaşındaki Bülend Özaydınlı’ya geçti. Son CEO ise, Bülent Bulgurlu. Holdingin kurucusu olan babasının 83 yaşında emekliye ayrılmasıyla, 30 Mart 1984 tarihinde İdare Meclisi Başkanlığı’nı üstlenen Rahmi Koç, 2002 yılında girdiği 72 yaşında bu görevi büyük oğlu Mustafa Koç’a bıraktı. Mustafa Vehbi Koç, 1960 yılında doğdu. İsviçre’de Lyceum Alpinum Zuoz’daki öğreniminin ardından ABD’deki George Washington Üniversitesi’nde işletme okudu. 1984 yılında Tofaş Oto’da satış elemanı olarak toplulukta görev alan Koç, Kofisa Ceneve’de Satış Müdürlüğü, Ram Dış Ticaret’te genel müdür yardımcılığından sonra, Koç Holding’de sanayi-enerjiticaret şirketleri başkanına yardımcı pozisyonuna getirildi. Rahmi Koç, tartışmasız olarak iş dünyasının bir imparatoru haline gelmişti. Türkiye'nin en zengini Rahmi Koç, 4.9 milyar dolar servetin sahibi ve bu servetle dünyada 103. sırada. AK parti döneminde servetini üçe katlasada, 2006’dan beri parasını ABD’de batan Hedge fonları ve borsaya yatırdığı için milyar dolarlar kaybetti. Yabancı sermayeye entegre Koç Grubu’nda Rahmi Koç CFR’ye üye olana kadar yalnızca BB üyesiydi. CFR'nin Şubat 2001'deki toplantısı, Koç Holding binasında Rahmi Koç'un ev sahipliğinde gerçekleşti. Bu toplantı Türk ekonomisinin küresel güç baronları arasında paylaşıldığı toplantılardan sadece birisidir. Ekonomi bu toplantıdan sonra battı. (Er, 2003) İlginç konuşmalarıyla sık sık gündeme gelen Koç, AB ve ABD yanlısıydı ve Washington'u herzaman savundu. “En iyisi akıllı diktatörlük, o da bu devirde olmaz.”, “Müslümanların tek dini lideri olmalı” gibi lâfları unutulmaz. Özellikle, 2001 yılı Ağustos ayında Koç Holding İcra Kurulu Başkanı Rahmi Koç’un CNN Türk’e yaptığı açıklama ilginçtir. Rahmi Koç, Erdoğan’ın bir milyar dolarlık bir servete sahip olduğunu belirtmiş ve bu servetin kaynağını sormuştur. Aynı şekilde Hürriyet Ankara bürosu şefi Sedat Ergin de 2 Ocak 2004 yazdığı yazısında Erdoğan’ın ortak olduğu üç firmadan söz etmiştir, ki bu firmalar Ülker ürünlerinin dağıtımı ile iştigâl etmektedirler. Koç grubunun servetini yaparken, devletin ve yurtdışı merkezlerin icazetini aldığı muhakkak. Gitmesi gereken yerlere gittiği için, yükselmişti Koç imparatorluğu. Perde arkasında durmayı seven azınlıkların servetlerini, baba Koç gibi, oğul Koç’lar da çok iyi kullandılar. Türkiye'nin en büyük şirketlerinden olan Arçelik'te ve Arçelik'in dağıtım ağı Atılım Pazarlama'da önemli bir hisse payına sahip olan Burla Biraderler bundan 500 yıl önce İspanya'dan Osmanlı topraklarına göç eden bir İspanyol Yahudi ailesidir. Can Kıraç'ın “Anılarımla Patronum Vehbi Koç” kitabını okurken, kitabın satır aralarında geçen bir soyisim dikkatleri çekiyor; Burla Biraderler. (Kıraç, 2003) Türkiye'deki kökleşmiş isimlerin yer aldığı “Kim Kimdir?” kitabına bakıldığında, Burla ailesi ile ilgili hiçbir bilgi kırıntısına rastlanmıyor. Musevi cemaatine ait aile fertlerine ulaşmak kolay değil. Yine medyatik bir umut ışığı var: Monik Burla. Burla Biraderler'in torunu, Avni Benardete ile evlendikten sonra, kamuoyu daha doğrusu sosyete dünyası onu Benardete soyadı ile biliyor. Fakat Avni Benardete daha sonra, genç bir hanımla başlattığı ilişki sebebi ile Monik Benardete'den boşanıyor. Monik ise şu anda bilinmeyen bir sebeple, Avni Bey'in amcazadesi Ceri Benardete ile beraber. Ortada karışık bir ilişkiler ağı var. Monik Burla mübalâğasız Burla ailesinin piyasa tarafından bilinen tek ismi. Gece hayatında, partilerde ve magazin dergilerinde boy göstermeyi çok seviyor. Saklı yapılar artık illegaliteyi akla getirir oldu. Masonluk bile belli ölçüde şeffaflaşmaya gitmek zorunda kaldı. Birçok azınlık gibi, Burla Biraderler de Türk milletinin üstünden çok büyük paralar kazanmış, otomotivden tekstile pekçok sektörde faaliyette bulunmuş bir aile olarak Türkiye'de çok önemli ticari işlere imza atmış ama kendilerini hep perde arkasında tuttular. (Dursun, 2008) Burla Ailesi İspanya Yahudilerinden ve Osmanlı topraklarına 1492 yılında göç eden bir aile. Bu sebeble 500. Yıl Vakfı'nın aktif üyeleri arasında Lori Burla da var. Aile şirketleri tekstilden otomotive, büro, kırtasiye malzemelerinden elektrik malzemelerine, oradan rulman ve fotoğraf makinesi pazarlamasına kadar birçok alanda faaliyet gösteriyor. Ailenin önemli isimlerinden Monik Burla ile Rahmi Koç arasında çok sıkı bir dostluk ilişkisi var. Monik hanımın verdiği tüm davetlere Koç ailesi tam kadro katılıyor. Ayrıca küçük bir grup her ayın ilk perşembesi basından habersiz bir araya gelerek gurme toplantıları yapıyorlar. Aşağı yukarı 10 ailenin bulunduğu bu süzme toplantılara öğrenebildiğimiz kadarı ile, Rahmi Koç ve Monik Burla'nın dışında Nuri Çolakoğlu, Tezcan Yaramancı, Hakko ailesi, Nursen Gündüz ve ailesi ve Ceri Benardete katılıyor. Burla Biraderler ile Vehbi Koç arasındaki ilişki, sadece ticari alanda olmadı. Vehbi Koç'un arkasındaki “gizli kahraman” olarak bilinen Bernar Nahum'un da Koç Grubu'na Burla Biraderler'den 1944 yılında transfer edildilmesi çok stratejik bir konumlanma örneğiydi. Bernar Nahum biraz zor verdiği bu kararın arkasından hayatının sonuna kadar Vehbi Koç ile beraber oluyordu. Şimdi de Nahum'un oğlu Jan Nahum Koç Holding'e ait Tofaş Grubu'nda murahhhas aza olarak görev yapıyordu. Nahum, Koç'tan sonra Koç Grubu'ndaki en önemli soyadı. Koç'un özellikle yurtdışı ilişkilerinin arkasında, hep Bernar Nahum'un uluslararası seviyede güçlü bağlantıları yatıyordu. Elektrik ampulü, taşıt lastikleri, buzdolabı, çamaşır makinesi, Anadol otomobili üretimi gibi başlangıçta çok zor gibi görünen sektörlere girilmesinde Nahum'un hayâl gücünün ve uygulama üstünlüğünün payı büyüktü. Bernar Nahum eğer Burlalarda kalsa idi Koç bu kadar büyüyebilir miydi bilinmez, ama doku uyuşmazlığı olmaması halinde Burla ailesinin şimdikinden daha büyük bir noktada olacağı muhakkaktı. 1960'lı yılların başlarında Vehbi Koç, beyaz eşya sektöründeki talebi karşılamak amacı ile çelik dolap işine girmek istiyordu ama Burla Biraderler de aynı şekilde bu işi yapmaya soyunmuşlar ve bir fabrika arıyorlardı. Bu durum Vehbi Koç'un hiç hoşuna gitmiyordu. Piyasanın iki üreticiyi besleyecek kadar gelişmediğini düşünüyor ya da rakip istemiyordu. Zaten Burla ailesi ile bazı sektörlerde kıyasıya bir rekabet yaşıyorlardı. Bu sefer Koç, Burla Biraderler ile ortak olarak onların piyasa tecrübelerinden yararlanmak istiyordu. Ve Burla Biraderler'e ince ve kurnaz zekâsı ile reddedemeyeceği bir teklif götürüyordu. Vehbi Koç, Burla Biraderler ile görüşerek fabrikayı birlikte kurmayı teklif ediyordu. Bilgi ve sermaye gücü nedeni ile çoğunluk hisselerine Koç grubu sahip olacaktı. Burla ailesine ise %20 hisse verildi. Bugün Burla Biraderler'in Arçelik içindeki payları %2,98'e inmiş durumda. Ama Arçelik Türkiye'nin en büyük özel şirketi ve cirosu 1 milyar 200 milyon dolar seviyesinde. Dolayısı ile %2,8lik pay bile bir aileye en üst seviyede yaşam standardı sunacak kadar önemli bir rakama tekabül ediyordu. Bugünkü değerlerle yaklaşık 100–150 milyon dolarlık bir pay demekti bu. Bir dönem kâğıt işinde de Türkiye'de belirleyici bir rol oynamışlardı. Hürriyet gazetesi ile Burla ailesi arasında da, ispatı bir çırpıda mümkün olmayan, bir finans ilişkisi olduğu biliniyordu. 150 milyon doların üstünde ciro yapan ve bu açıdan Türkiye'nin en büyük gazetesi olarak bilinen Hürriyet gazetesini destekleyen kurucu kadrolar arasında Burla Ailesi başı çekiyordu. Cumhuriyet gazetesine gelince... Cumhuriyet'in de, kurucusu Yunus Nadi. Mason olan Yunus Nadi, Arnavut kökenli yazar Naci Pelister'in "Türk Matbuatı Yahudilerin Kontrolü Altında" başlıklı bir yazısında bildirdiğine göre, aynı zamanda da bir "Karaim Yahudisi". Karaimler, 8. yüzyılda kurulmuş bir Yahudi tarikatı. Bu durumda Cumhuriyet'i bir "tarikatçı gazetesi" olarak tanımlamak mümkün olabilir; tabii İslâm değil Yahudi tarikati elbette. Cumhuriyet'in Millî Şef dönemindeki yükselişi ise, iki Yahudi şirketinden aldığı destek sayesinde oldu. O dönemde Türkiye'deki gazetelerin ilan işleri, "Yahudi şirketi" olan Hoffer'in, kâğıt işleri de Burla Biraderler'in elindeydi. Onların tutmayacağı bir gazetenin yükselmesi ve hatta yaşaması zordu. Bu bilgiden hareketle insanın aklına Burla ailesi acaba Karaim tarikatına mı üye, diye bir soru gelebiliyor. Burla Biraderler'in nasıl büyüdüğüne bakıldığında, iki şey dikkati çekiyor: Dışarıdaki bağlantıları ve içerideki rakipsizlikleri. Cumhuriyet’in başlarında, bazı ithal malların satılmasında ve devlet ihalelerinde Yahudi ailelerin çok büyük avantajları olmuştu. 1954 yılında Galata'da Üzeyir Garih ile İshak Alaton'un beş bin lira sermaye ile kurdukları Alarko Holding'in bugünkü gücüne ulaşmasında, 1958'de dönemin başbakanı Adnan Menderes'in kendilerine Ankara'da kurulacak olan bir para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini vermesinin önemli rolü olduğunu kimse inkâr edemezdi. Elektrifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile piyasaya giren Burla Biraderler'in de, gerek devletten aldıkları ihalelerle, ve gerekse Türk işadamlarıyla yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce ulaştıkları ortadaydı. Devlete yaslanmadan zengin olan kimse yoktu bu ülkede. Burla Birderler'in şirketleri Türkiye'nin en eski ticaret ve sanayi şirketlerinin başında geliyordu. Burla Biraderler'in en eski şirketi 1928 yılında kurulan Ottaş Otomotiv ve Taşınmaz Mallar Sanayii. Ottaş, Türkiye'nin en eski otomotiv şirketiydi. Ottaş'ın yönetim kurulunda şu isimler bulunuyordu: Lori Burla, Leon Hahanel, Sara Bornsten, Emil Franko, Nadya Sonman, Robert Sonman ve İvet Burla. Yine Burla Biraderler'e ait Burla Makine Ticaret ve Sanayi şirketinin yönetiminde de aşağı yukarı aynı isimler vardı: Lori Burla, Monik Benardete, Terry Sonman, Toni Hananel, Nadya Sonman, Sara Bornsten, İvet Burla, Leon Hananel ve Robert Sonman. 1975 yılında kurulan şirket, tezgâh makineleri, yedek parçaları ithalat ve ihracatı alanlarında faaliyet gösteriyordu. Power dergisinde Burla Biraderler ile çıkan bir haberde şu bilgiler yer alıyordu: “Burla Ailesi Arçelik'in yanı sıra Koç Holding'in beyaz eşya pazarlama şirketi Atılım'da da hisseye sahip. Lori Burla şirket yönetim kurulunda ve başkan yardımcısı olarak görev yapıyor. Atılım'daki hisse payı ise bilgiye kapalı yapıdan dolayı bilinemiyor. File Tül Makine ve File Tekstil Sanayii, Burla ailesinin tekstil sektöründeki şirketleri arasında yer alıyor. File Tül'ün yönetim kurulunda Yusuf ve Reyna Burla ve Eddi Anter isimleri var. File Tül Makine her türlü tel örgü, makine ve ipliğiyle mensucat imalatı alanlarında faaliyet gösteriyor. File Tekstil genel bir ticaret şirketi hüviyetinde. Bir başka tekstil şirketi Şen Triko da Yusuf Burla yönetiminde. Burla ailesinin şirketi olan Birol File de Birol Burla tarafından kurulmuştu.” (Odabaşı, Dursun 2001, 2008) Monique Bourla (Monik Burla) Burla biraderlerden büyük ağabeyin kızıdır. Evlenip ayrılmıştır. Evlilik ismi Monik Benardete idi. Ayrıldıktan sonra tekrar Burla soyadına döndü. Burla Biraderler, Türkiye'nin gizli zenginlerindendir. Belki Koç kadar servetleri olmasa da, Sabancı Holding kadar paraları vardır. Ülkenin ilk ihracatçılarındandırlar. 1990'lı yıllarda Amerikan Timken marka rulmanları temsilcileriydi Burla Biraderler. Monik Hanımın, Burla biraderlerin kızı olduğunu yıllar önce Ayşe Arman'a verdiği hafta sonu röportajda söylemişti. Aile içi ilişkileri araştırınca sır perdesi çözülüyordü. Vehbi Koç’un eşi Sadberk Hanım, Vehbi Bey’in teyzesinin kızı. Sadberk Hanım’ın baba tarafindan kuzeni de Hürriyet’i kuran Sedat Simavi. Sedat Simavi, Hürriyet’i kurarken bütün sermayeyi Eli Burla sağlamış. Eli Burla ile Vehbi Koç’un ortaklıkları malûm. Sadberk Hanım, Sadullah-Nadire Aktar çiftinin ikinci çocuğu. Birinci çocukları Adile Hanım, İhsan Mermerci’yle evlenmiş. İhsan Mermerci, Akfil’in kurucusu. İhsan-Adile çiftinin çocuk-larından Mehmet Ata Mermerci, Ender Mermerci’yle evlenmiş. Üzeyir Garih’in öldürülmesinden sonra Vehbi Koç’un kızı Sevgi Gönül, Hürriyet’teki Divit isimli köşesinde, Garih’in ziyaretine gittiği söylenen Nakşibendi Şeyhi’nin müritleri arasında "teyzezademin eşi Ender Mermerci’nin de olduğunu öğrendim" diyordu. Ender Mermerci, 2000 yılında Ermeni Soykırım Tasarıları gündeme gelince, jet sosyetenin milliyetçi güzeli olarak da ortaya çıkmış ve "Benim gibi insanlar çoğalsa, yurt dışında lobi yaparız ve bu tasarıları önleriz" demişti. Bu çiftin çocuklarının isimleri Yosun, Tansa ve Derin. Bu üç kişi de anneleri gibi paparazzilerin gözdesi. İhsan-Dile çiftinin çocuklarından Suha Mermerci, Gudrun Hanım’la evlenmiş. Çocuklarının ismi Yavuz Mermerci. İhsanAdile Mermerci çiftinin bir diğer çocuğu S. Nihal Hanım, Nihat Karaveli’yle evlenmiş. Nihat Karaveli, gazeteci ve Galatasaray Lisesi’nden Coskun Kırca, İlter Türkmen, Naim Tirali ile sınıf arkadaşı. Sadullah-Nadire Aktar çiftinin ikinci çocukları Sadberk Hanım’ı sona bırakıp üçüncü çocukları Melahat Hanım’a geçelim. Melahat Aktar, Prof. Dr. O. Cevdet Çubukçu’yla evlenmiş ve bu evlilikten doğan iki çocuktan Prof. Ender Berker, Mustafa Berker’le; Aydın I. Çubukçu da Nükhet Hanım’la evlenmiş. Bu soyadını unutmayınız, aşağıda bu soyadını inceleyeceğim. (Er, 2003) Sadullah-Nadire Aktar çiftinin dördüncü çocuğu Emin Aktar, Hüsniye Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten doğan Samih Aktar, Caroline Hanım’la evlenmiş. Diğer çocuğun ismi de Özmen Aktar. Gelelim ikinci çocuğun yani Sadberk Hanım’ın, Vehbi Koç’la olan evliliğine. En büyük çocuk Semahat Hanım, Nusret Arsel’le evlenmiş. Üçüncü çocuk Sevgi Hanım, Doğan Gönül’le evli. Sevgi Hanım, Hürriyet’te Divit isimli köşesinde, başörtüsü takan üniversiteli kızlara hakaretler yağdırıyor. Dördüncü çocuk Suna Hanım da İnan Kıraç’la evli. GS Yöneticisi Can Kıraç’ın kardeşi. Suna Kıraç, Bilderberg üyesi. İnan ve Can Kıraç’ın babaları, Mustafa Kemal’in ekibinden, Kıraç soyadı da Mustafa Kemal tarafindan verilmiş zaten. Kuru tarımla ilgili yaptığı çalışmalardan dolayı. Gelelim ikinci çocuğa yani Rahmi Koç’a Rahmi Bey, Çiğdem Meserretçioğlu’yla evleniyor. Bu evlilikten Mustafa, Ömer ve Ali Koç doğuyor. Mustafa Koç, İzmir’in ünlü zenginlerinden, İzmir Yün Mensucat’ın da sahibi olan Giraud’ların kızı Caroline ile evleniyor. Çiğdem Meseretçioğlu yine İzmir’in eski çok zengin ailelerinden sanayici ve armatör Avni Meserretçioğlu ile eşi Suat Hanım’ın kızı. Çiğdem Hanım, Rahmi Koç’tan sonra Erol Simavi’nin oğlu Günaydın’ın da sahibi Haldun Simavi’yle evlendi. Suat Hanım, ünlü armatör Kemal Sadıkoğlu’nun kızkardeşi. Armatör Sadıkoğulları’nın kızlarından Varlık Hanım, Alp Yalman’la, Berna Hanım bir diğer Bilderbergli Feyyaz Tokar’la, Rabia Hanım ise Boğaziçi Lisesi Yıllıkları’nın sponsoru (ve çocukları da oradan mezun zaten) Çapamarka’nın oğlu Vecdi Çapa’yla, Esin Hanım ise Milliyet gazetesi yazarlarından Yılmaz Çetiner’le evlenmiş. Meserretçioğlu çiftinin Çiğdem Hanım’ın dışındaki diğer iki çocuğundan biri olan Güldem Hanım da, İpragaz’ın sahibi Yücel Kurttepeli’yle evlenmiş. Şimdi dönelim, yukarıda döneceğimizi söylediğimiz Çubukçu soyadına. Şişli Terakki Lisesi, 1990-1991 mezunları listesine bakıyoruz. Merve Sadberk Çubukçu, İbrahim Aydın Çubukçu kızı. Kim bu İbrahim Aydın Çubukçu? Beko Genel Müdürü ve Sadberk Koç’un kızkardeşi Melâhat Aktar’ın Prof. Dr. O. Cevdet Çubukçu’yla evliliğinden doğan çocuğu. İ. A. Çubukçu’nun dedesi yani babası O. Cevdet Çubukçu’nun babası Tütüncü Mustafa Kâzım Efendi. Kâzım Efendi önemli birisi, önemi 1924 Mübadelesi’nden geliyor. O dönemde çok zengin olan bu zat, Sabetaycılar gemiyle gelirken parası olmayanların da tüm masraflarını karşılamış. Şimdi başa dönelim. Sadberk Hanım’ın annesi olan Nadire Hanım aynı zamanda Vehbi Koç’un da teyzesidir. Nadire Hanım’ın kızkardeşi Fatma Hanım, Vehbi Koç’un annesidir. Ancak akrabalık bununla sınırlı değil. Sadberk Hanım’ın erkek kardeşi Emin Aktar’ın evlendiği Hüsniye Hanım da, Vehbi Koç’un kızkardeşidir. Vehbi Koç’un diğer kızkardeşi Zehra Hanım, Halim Kütükçüoğlu’yla evlenmiş ve bu evlilikten doğan Gülgen Hanım, Kutlutaş’ın Yönetim Kurulu Başkanı Peyami Çağlar’la, diğer çocuk Nesteren Hanım ise Fuat Bayramoğlu’yla evlenmiş. En son 500. Yıl Vakfı kurucularından da olan meşhur Fuat Bayramoğlu, emekli büyükelçi, şair, araştırıcı, yazar; 1944 Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun Özel Kalem Müdürü olabilmiş bir entellektüel. (Er, 2003) Adı geçenlerin kim olduklarını tanıtmaya çalışalım. Vehbi Koç’un karısı Sadberk (Aktar) Hanım (Vehbi Koç ile Sadberk Hanim teyze çocuklarıdır) Simavi Ailesi’nin yakın akrabasıdır. Aydın Çubukçu'nun da dedesi olan Kâzım Bey'in oğlunu tüccar olmak için zorlamasının sebebi, ailenin baştan beri tüccar bir aile olagelmesidir. Babasının, tüccar olmasını istediği Osman Cevdet, doktor olduğu için, ailenin ticari işlerini yürütmek Osman Cevdet'in dört kardeşi içinde, tek erkek kardeşi (kız kardeşleri Zehra, Hatice, Hilmiye) olan Arif Çubukçu'ya kalır. Koç Topluluğu'nda Çubukçu'yu etkileyen bir kişi daha vardır: "Isak Eskenazi. Koç Holding'in ve Koç ailesinin mali işlerine bakardı. Bana örnek olacak o kadar çok şeyini benimsemişimdir ki. Dürüst, takipçi, tutumlu olmayı, yetki vermeyi ama o yetkiyi vereceğiniz kişiyi hiç olmazsa seçerken dikkatli olmayı." Zamanı geldiğinde ise, Melahat Hanım'la evlenerek yine Ankaralı bir aile olan Nadire-Sadullah Aktar çiftine damat olur: "Babam doktor olduktan sonra, Aktar ailesinden bir kızla evlendirilmek isteniyor. Teyzelerime de gösteriliyor veya ne şekilde gösteriyorlarsa... Fakat kısmet annemle evlenmesi imiş. Koçzade Hacı Mustafa Efendi ile evlenen Fatma Hanım Vehbi Koç, Hüsniye ve Zehra Hanım'ın annesidir. Nadire-Sadullah Aktar çiftinin de, Osman Cevdet Çubukçu ile evlenen Melahat Hanım dışında Adile, Emin ve Sadberk Hanım'lar, dünyaya gelen diğer çocuklarıdır. Koç Topluluğunun kurucusu Vehbi Koç, Nadire teyzesinin kızı Sadberk Hanım'la evlenir. Buna karşılık Aktar ailesi de oğulları Emin Aktar'ı, Vehbi Koç'un da kızkardeşi olan Hüsniye Hanım'la evlendirir. (Aktar ailesinin fertleri kamuoyunda, önde olmak istemediklerinden olsa gerek, isimleri hiç bir şekilde gündeme gelmez.) Böylece teyze çocukları 'dışarıya' gitmemiş olur. Bunun dışında Nadire-Sadullah çiftinin büyük kızları olan Adile Hanim, Akfil'in de kurucusu olan İhsan Mermerci ile evlenir (bu evlilikten dünyaya gelen Mehmet Ata, bugün sosyetede isminden söz ettiren Ender Mermerci ile evli idi. Magazin basınında adları sürekli gündemde olan Tansa, Derin ve Yosun Mermerci de, Ender-Mehmet Ata Mermerci çiftinin çocuklarıdır). Fatma-Koçzade Hacı Mustafa Efendi'nin diğer kızı Zehra Hanım ise Halim Kütükçüoğlu ile evlenmiştir. (Vehbi Koç'un da yeğeni olan çiftin çocuklarından Gülseren Kütükçüoğlu dışındaki Nesteren Hanım, emekli Büyükelçi, Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu ile, Gülgen Hanım da Kutlutaş Temel İnşaat ve Sondajcılık Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı Peyami Çağlar ile... (Er, 2003) Aydın Çubukçu, dedesi için Kâzım Efendi diyor. Sabetaycıların 1924’te Selanik’ten gelenlerinden maddi durumu iyi olmayanların gemi paralarını Kazım Efendi diye birisi ödemiş. Fuat Bayramoğlu da Bektaşi mason ve Sabetaycı. Şimdi bir başka Sabetaycı gazeteci Yılmaz Çetiner’in anlattıklarından, anlatılanlardan (Aksiyon’da) alıntı yapalım : "Trabzonlu Hocazade ailesinin bir ferdi olan Çetiner, eşi Esin Hanım vesilesi ile Koç, Tokar, Yalman ve Çapa aileleri ile de akrabadır. Bugünkü eşi olan Eser (Sadıkoğlu) ile evliliğini ise 8 ay süren uzun bir mücadeleden onra 1967'de yapan Çetiner'in bu evliliğinden Aslıhan (Tahsin Çifkur'la evlidir. Leyla çiftin tek çocuklarıdır) adını verdiği bir kızı gelir dünyaya. Eser (Evde diğer bir adı Esin olan Eser Hanım, armatör Kemal Sadıkoğlu'nun Vuslat Hanım'la evliliğinden doğan yedi çocuğundan biridir. KemalVuslat Sadıkoğlu'nun çocukları Türkiye'nin tanınmış simaları ile evlenmiştir. En büyük kızları olan Berna Hanım, gazeteci, yazar ve işadamı Feyyaz Tokar'la evlenir. Rabia Hanım, Çapamarka'nın kurucusu Nuri Çapa'nın Nafia Çapa ile evliliğinden doğan Tam Gıda Yönetim Kurulu Başkanı ve Beşiktaş'ın ünlü sagaçığı Vecdi Çapa ile, oğullarından armatör Celal Sadıkoğlu Hilal Hanım'la, diğeri, yine armatör olan Kahraman Sadıkoğlu da Julide Hanım'la birleştirir hayatlarını. Çiftin bir diğer kızı ve şimdi hayatta olmayan Varlık Hanım ise Galatasaray Başkanlığı da yapan Alp Yalman'la evlenir. Yilmaz Çetiner, kayınpederi olan Kemal Sadıkoğlu'nun kız kardeşi Suat Meserretçioğlu vesilesi ile Simavi ve Koç aileleriyle de hısımlık kurar. Türkiye'nin ilk armatörlerinden İzmirli Avni Meserretçioğlu ile evlenen Suat Hanım, Çiğdem Simavi (Rahmi Koç'la evliliğinden Mustafa, Ömer ve Ali Koç adında üç çocuğu olur), Güldem (İpragaz'ın sahiplerinden Yücel Kurttepeli ile evlenir, Emre ve Merve adında iki çocuğu vardır) ve Aslan Nuri Meserretçioğlu'nun (Aygen Hanım'la evlenir ve Ömer Nuri adında bir çocuk sahibidir) annesidir. (Odabaşı, Er, 2001, 2003) Koçlar, yükselmişler ve akrabalık ilişkileri kurarak ülkenin ekonomik yönetimini perde arkasından yürütmüşlerdi. Sadece servetiyle, siyasetin, devletin ve ekonominin asıl patronu olma hususiyetleriyle değil, akraba silsilesininden de anlaşılacağı gibi; kesinlikle Türkiye'de en etkin isim Rahmi Koç’tur. 2002 martında kendi isteği veya dış bağlantıları CFR ve BB'nin isteği ile emekliye ayrıldı. Baronu illegal mafya örgütlenmeleriyle irtibatlandırmak, başı gibi göstermek yakışıksızdır. Dedesi, babası, annesi ve kendisi hacca gitmiş biri olan Rahmi Koç, kimseyi öldürtmeyecek kadar insaflı bir kapitalist, gerçek bir İstanbul beyefendisidir!.. Alman ve Amerikan Gladioların savaşı! Soğuk savaş döneminde kurulan NATO‟nun Gladioları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm Gladioların finansörü Rockfeller Grubu‟dur. En güçlüleri Almanlarınkidir. Eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa Birliği dağılır. Uzun yıllar Alman Gladio‟suna Türk Gladiosu Ergenekon‟u kontrol ve idare görevi verildi. Bu nedenle ülkemizde en fazla ajana sahip ülke Almanya‟dır. CIA‟dan bağımsızlığını ilan etmek isteyen Almanların Gladiosu, Türk Ergenekon‟unda kanına girdi. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Ergenekon‟un Alman ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapsi boylarken, diğer kanadı Amerikan ve Alman Gladioları arasında ortada kaldı. 2. Dünya savaşından sonra Amerikalıların özel görevler verdiği Hitler‟in Gestapo‟su eski SS üyelerinin kurduğu bir örgüt olan ODESSA (Organisation Der Ehemaligen SS-Angehörügen) Murat Bayrak‟ı Yugoslavya‟dan Türkiye‟ye kaçırdı. Gladio eğitim kampları ve organizasyonunda etkin rol oynayan Nazi Generali Reinhard Gehlen ile irtibattaydı. Almanların BND‟sini ve derin devletini 1952‟de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de Gladioları örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000‟da açılan CIA‟nın gizli belgelerinde Gehlen ve eski Nazi subaylarıyla hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirildiği ortaya çıktı. Yazdığım bilgiler artık açık bilgidir, yıllarca kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgileri ders olması açısından yazmak gazetecinin kamu görevidir. Ülkücüleri gaza getirmekle görevli Murat Bayrak, Türkiye‟deki tüm faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürüttü. Bayrak, 12 Eylül darbesi sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi. Onun gibi serbest bırakılan diğer isimlerdi Özel Harpçiydi ve Gladio‟ya çalışıyordu. Yugoslavya göçmeni Bayrak aynı zamanda CIA ajanları ve Gladio yapılanmasında kilit rol oynayan Paul Henze ile Frank Terpil‟le de bağlantılı idi. Bayrak MHP‟den önce Adalet Partisi‟nde de milletvekilliği yapmıştı. 2. Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş‟in yakın dostu olacak olan Ruzi Nazar ABD‟ye götürüldü. Türkeş‟e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi isteği üzerine „Ergenekon‟ kod adını aldı. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordularına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi. Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliğine kadar yükseldi. Enver Altaylı gibi Özbek kökenlileri MİT‟de kritik görevlere getirdi. Türk Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi düşman görecek kodlarla robotlaştırdılar. Alman istihbaratı ülkemizde dört vakfı, şirketleri ve diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışır. Bu vakıflar, Hıristiyan Demokrat Parti‟nin (CDU) Kondrad Adenauer Vakfı, Sosyal Demokrat Parti‟nin (SPD) Friedrich Ebert Vakfı, Özgürlükçü Libera Parti‟nin ( FDP) Friedrich Naumann Vakfı ve Yeşiller Partisi‟ne ait Henrich Bölll Vakfı. Kürt sorununun siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam‟dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefide Türklerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemek. Alman vakıflarının istihbarat faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu‟nu öldürtmesi için Veli Küçük‟e kimin emir verdiği ortada! Küçük, Almanların sırlarına sahip kilit bir Silivri sanığı... Alman BND‟si nasıl çalışıyor? 1970 ile 2005 arasında Almanya‟da 42 bin 664 kişi, Alman derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman sayısı 9 bin 822‟dir. Almanya‟da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde kullandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı, etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri bulunuyor. Bayan kullanma, zenginleştirme ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları yöntemler. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı dinliyor. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyor. Türkiye‟de kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve “Tilki”. Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren yabancı ajan sayısı beş bini geçiyor. Almanlar doğu illerimize su arıtma tesisi, küçük barajlar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi. Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyor. İstihbarat organlarımız, bu ajanların çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve sınırdışı etmiyor. Geçtiğimiz günlerde rutin dışına çıkılarak 10 yıldır Diyarbakır merkez olmak üzere doğu illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı askeri istihbarat tarafından yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında okuyamadınız, çünkü daha kimseye servis yapılmadı! Gazeteciler zaten hiç bir zaman haber ele geçirmez, hep birileri tarafından avuçlarına konan servis haberlerle „süper gazetecilik‟ yaparlar! Özel kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak görüyorum. Mossad ajanı, ana dili gibi Türkçe ve Kürtçe biliyor. Sabaha kadar süren sorgu sonrası çözülmüş. Anlattığı bilgileri buraya yazsam, 12 Haziran seçimleri yapılamaz. Konu sadece Yüksek Seçim Kurulu‟nun adaylığına iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı adaylardan ibaret değil. Bölgede milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli milletvekillerimizin bazıları yabancı istihbarat örgütlerine çalışıyor. Kimi sempatizan, kimi etki ajanı, kimi ise kadrolu ajan. En fazla milletvekili adayı devşiren BND, CIA ve Mossad. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girecek ve çalıştıkları yabancı ülkenin politikalarını ülke gündemine taşıyacaklar. Onları suçlamayalım. “Hain”, “satılmış” diyerek aşağılamayalım. Yılllarca kendi ülkesinin vatandaşını „iç düşman‟ gören Gladio zihniyeti, onları yabancı istihbaratların kucağına itti. Bir suçlu aranacaksa, Ergenekon‟u ülkemizin başına bela edenleri önce bulalım ve cezalandıralım. Hiç kimse Türk milliyetçiliğini körükleyerek ve Kürt milletini küçümseyerek politika yapmasın. Alman ve Amerikan Gladiosunun filleri ve piyonları çarpışırken altında ezilenleri kurtarmak vatandaşlık görevidir! Ergenekon buzdağının tam resmi! Ergenekon‟un bir konseyi olduğunu sağır sultan bile duydu. Sivil ve askeri kanatta liderleri ve toplum mühendisliği ekipleri bulunduğunu da. Öyleyse CHP ve MHP‟nin kaset operasyonları ile yeniden şekillendirilmesine neden şaşırıyoruz? O kasetleri gizlice çekenlerin adresi belli, failler belli ama basiret gözleri bağlı olanlar, safca „Ergenekon yok‟ görüşünde! Siyaseti, yargıyı, medyayı, iş dünyasını ve bürokrasiyi yıllardır kontrol etmiş ve kadrolarını isim isim belirlemiş derin yapı çatırdıyor. Son kozlarını oynuyorlar. Soruşturmalar lider kadroya yakınlaştıkca gerginlik tırmandırılıyor. Dolaylı yazdığım yazılardan büyük resmi göremeyenler için en iyisi buzdağının tamamını özetliyeyim. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra oluşturulan 12 kişilik Milli Birlik Komitesi, hiç bir zaman dağılmadı. Konsey üyelerinden, MHP liderliğine oynatılacak Prof. Dr. Ümit Özdağ‟ın babası Muzaffer Özdağ paşa yaşasaydı, eminim tek kelime bu yapıyı bize anlatmazdı! İsmet İnönü, Muhsin Batur ve Tahsin Şahinkaya liderlik yaptı. Tamamen üst düzey paşalardan oluşan bu ekipden aşırı yaşlananlar bir alt komite olan Encümeni Danişte görevlendirilir. 40 kişilik bu ekip, Ergenekon‟un fikir ve proje teorisyenleri grubudur. İçlerinde sivil bürokratlar, akademisyen ve iş adamları da bulunur. Yaş ortalamaları 75‟in üstünde. Pek zararsız olduklarını ileri sürenler epey saf sanırım. Onlar, kimlerin kaleminin kırılacağına, kimlerin düşürüleceğine, kimlerin ise iktidar olacağına karar veren derin devletin büyük jurisi! Aşırı laik, despot bir tarikatta denebilir! Kararlarını üst kurula Milli Birlik Komitesine sunarlar. Onay alınan kararlar, Ergenekon‟un operasyon birimine havale edilir. Encümeni Daniş‟deki mevcut üyelerin ortak özelliği hepsinin Büyük Kulüb‟e üye olarak aktif faaliyetlerde bulunması. Üst düzey askerler buna dahil. Hatta ordu komutanı olanlara üyelik altın bir tepside sunulur. Geri çevirene rastlanmamıştır. Fransız Büyük Mason locasına bağlı olanların çoğunlukta olduğu bu kulübte, Cenevre‟deki İsviçre Mason locasına bağlı olanlar ayrı bir kliktir. İngiliz ekolünden gelenler ve Alman ekolüne bağlı olanlar bulunur. TÜSİAD‟a üye olan büyük İstanbul baronu dediğimiz işadamlarından Büyük Kulübe üye olmayan yok gibidir. Koçlar, 1943‟den beri koçun başıdır! Ülkemizde üçyüze yakın mason locası vardır ve bunlar iki ayrı mason teşkilatı ile yasal olarak örgütlenmiştir. Rotaryen veya Mavi Kulüb denilen localar, parlak, yetenekli, zeki gençleri avlamak için kurulmuş alt birimlerdir. Başarı, kariyer ve güç yollarını gençlere empoze ederler. Ergenekon‟un operasyon birimi, Özel Harp elemanlarından oluşur. 25 ayrı birime bölünmüştür. Henüz askeri lisede ve Harp okulunda iken en yetenekli, zeki, atletik ve başarılı öğrenciler arasından seçilirler. Kadroları MİT‟e alınarak sivil yaşama gönderilenler olduğu gibi kadrosu TRT gibi ilgisiz başka bir kurumda olanlara da rastlanır. İş, medya ve yargı dünyasında yerleştirilenler kendilerini gizlemeyi ustalıkla başarırlar! Operasyonel birimin başında bulunan Albay‟ın kod adı „Ergenekon‟dur. İlk „Albay Ergenekon‟ 1953‟de rahmetli Alparslan Türkeş idi. Tamamen vatanperver düşüncelerle bu yola girmişti. Ancak 1960 darbesinden sonra safdışı bırakıldı, dışlandı. İkinci „Albay Ergenekon‟ Turgut Sunalp‟ti. 1989‟da öldüğünde resmi görevi Garanti Bankası başdanışmanıydı. Üçüncü „Albay Ergenekon‟ Veli Küçük idi. JİTEM ve Hizbullah‟un kuruculuğundan, faili meçhul cinayetlere, derin siyasi suikastlara kadar karışmadığı pis iş kalmadı. Susurluk‟ta yakayı ele verdi, kurtuldu ama şimdi zor kurtulur. Veli Küçük‟ün görev süresi 2001‟de sona erdi. Haziran 2009‟da aslında dördüncü „Albay Ergenekon‟un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010‟da Gölcük Donanma'da ele geçirilen „Proje‟ adlı belge Çiçek‟in 2003‟den beri illegal işler içinde olduğunu ve „millete komplo planı‟nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli tanık Efe‟de zaten Çiçek‟in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk‟in suçunu netleştirdi. İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç „bir numara‟ gözüküyor! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış, Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç‟ın Milli Birlik Komitesi‟nde olup olmadıkları araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya‟da yargı önüne çıkartılmalıdır... Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen „Paşa Ergenekon‟ kodlu Engin Alan‟ın durumu en şaibeli olandır. Parlamentosunu ve hükümetini şiddet ve hile ile değiştirmek için terör örgütü kurmaktan yargılanan bir zanlı ve diğer Silivri zanlıları milleti temsil edemez. Alan, 12 Haziran seçiminde Silivri hapishanesinden milletvekili olarak çıkarsa, yeni MHP‟yi, „Başdanışman‟ ve „Genel Başkan Yardımcısı‟ sıfatlarıyla kuracaktır. Ekibine Özel Harbin uyuyan „çakma ülkücü‟ hücrelerini alacağı öngörülebilir! Önümüzdeki dört yılda ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı Kürt milliyetçilerinin meydan kavgalarına, savaşlarına sahne olacaktır. Türk ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasa değiştiğinde, Ergenekon‟un üst düzey yapısı sapır sapır dökülecektir. Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin yapılanmadan toplam yüzbin kişi nemalanıyor. Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! Bu nedenle ülke ekonomisinin yüzde 20‟sine sahip İstanbul‟un Koç baronu ve baronları telaşlanmaktadır. En büyük korkuları ise, 2001 ekonomik krizini nasıl çıkardıklarına ilişkin video veya ses kayıtlarının ortaya çıkmasıdır. Kayıtlar, birden fazla elde bulunuyor. Citibank, Deutchebank ve Bank of Amerika ile ortak yapılan devülasyon darbesinde „baş hırsız‟ konumundaki dönemin Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel başta olmak üzere, soyguna ortak olan 38 İstanbul baronu henüz hesap vermemiştir. Yeni dönem, ülkemizin yeni baştan kurulmasına gebedir, yaşanan sıkıntılar doğum öncesi ağrılar, sancılardır... Ejder ve Baronun Hakkari oyunu! Hakkari ve Diyarbakır‟dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi ulaşan bilgiler hoş değildi. Global Ergenekon‟un Suriye‟de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesine ve Hakkari‟de oynanan eşgüdümlü büyük oyuna daha fazla sessiz kalamayız. Çünkü düğmeye aynı merkezden basıldı. Ergenekon‟un baronu ve ejderi, global Ergenekon‟dan aldıkları cesaretle „Kürt kozunu‟ sahneye koydular. Kandil ve İmralı‟nın emirlerini CIA ve Mossad‟dan aldığı talimatlarla yerine getiren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan parlamentosu” kurmaya hazırlanıyor. Mesele Kürt sorununu çözmek değil çözdürmemek... Bu noktaya nasıl ve neden geldik? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global Ergenekon‟u rahatsız etti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki ayaklara yönelirken, işi maliyeleştirenleri bilerek ıskaladı. Medyanın propaganda ayağında tutuklananlar devede kulaktı. Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı kaos, seçim sonuçlarına gölge düşürmek için “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon‟dan aldığı onayla tasarlandı. Aslında onları kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlar. Servetlerine servet katmayı sürdürmelerinden rahatsız değilim ama Hakkari‟de oynadıkları oyunu artık deşifre etmek zorundayım. Hakkari için 3 yıl önce alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari‟de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla, zorbalıkla, şantajla dağa, PKK‟ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki Ergenekoncu komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK‟ya Hakkari‟den katılan insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Kimse inkar etmesin, elimde sağlam bir istihbarat raporu var. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkari‟de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan “kurtarılmış” Hakkari kotarıldı. Bundan sonra Şırnak ve Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye‟den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm oyu sadece PKK‟nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak. Bunun adı demokrasi değildir, diktatörlük, despotluktur. Hükümet acilen Yüksekova‟ya il statüsü vererek emniyet güçleri kadrolarını burada artırmalıdır veya bölgeye özel eğitimli tim birimleri kaydırılmalıdır. Diyarbakır‟da seçim öncesi ele geçirilen ve ağzı çözülen Mossad ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mı acaba? En kilit soruyu soralım: Hakkari‟den ve diğer Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP‟li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve devlete çalışıyorlar? Neden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep değil midir? Ülkemizde bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden sınırdışı edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ensest ilişkilerle nasıl çözümlenecek? Yeni anayasanın yapılmasına desteğe hiç niyeti olamayan CHP, MHP ve BDP‟yi kimler yanlış yönlendiriyor? Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve Suriye‟de ki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için devrede. Suriye‟deki Baas rejimi iktidarı, bizdeki cuntacı Ergenekoncularla aynı meşrepten (Nusayri Alevileri dine oldukca uzak bir Şiilik koludur) olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar? Çünkü İran‟ın Suriye ve Lübnan‟daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu. Bizde de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu değiştirdi. Yüzde 85‟i Sünni Suriye halkı, AK Parti‟ye ve liderine bayılıyor, er geç Türkiye‟nin izinden gidecektir. Kendilerine ulaşılamasın diye bu kadar fırıldak çevirmeye gerek var mı? Ergenekon‟da kod adı “Ejder” olan şahıs, 9 Haziran günü AK Parti Genel Merkezi'ne giderek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'la görüştü ve helalleşti. CHP‟nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan kodaman işadamımız, aslında baronun sağkoludur, özel ulakçısıdır. Rahmetli Vehbi Koç‟un milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979‟da Aydın Doğan‟a getiren isimdir o. Ergenekon yapılanmasında ilk ona giremese bile fitne çıkarmada üstad sayılır. Kim olduğu zaten basına yansıdı. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal‟daki köşe yazısında onu şöyle tanımladı: Yurtbank patronu Ali Balkaner‟in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası‟nı manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası‟nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi” diye tarif ettiği kişi. Çılgın fitne projeleri ile baronu etkileyen, AK Parti‟den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına kapacak kadar da uyanık bir iş adamıdır, Koçların damadı İnan Kıraç. Askerleri, siyaseti, medyayı, yargıyı, iş dünyasını hatta sendikaları yöneten, yönlendiren, dış bağlantıları güçlü ve oldukca masonik olan barondan bir kaç ricam var: Lütfen, kendi ülkenize Fransız kalmayı artık bırakın! “Bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam” dedirtiğiniz kitle ülkenin yarısı, yüzde 50‟si olduğunu tescilledi. Nostaljik özlemle Jön Türkler‟in ruhunu çağırmayı da bırakın! Ordumuza yazık oluyor. Genelkurmay‟ın boynuna taktığınız süslü püslü kementi de çıkartın, sırıtıyor! Milletimiz uyandı, emanetini teslim aldı. Size bir daha pabuç bırakır mı sanıyorsunuz? Kürt kartınızda boğulmadan kördüğüm haline getirdiğiniz sorunda ve Hakkari‟de ilmekleri açınız. Kürtlere ve Türklere, bu vatana yazık oluyor. Yamalı bohçaya dönmüş darbe anayasımızın değişmesi için sadece siz CHP‟yi ikna edebilirsiniz... Bugüne kadar ülkemizde milyar dolarlar kazandınız. Faili meçhul cinayetlerin altını kazırsak, emri veren eli ve elleri görebiliyoruz. Global Ergenekon‟da artık sizi kurtaramaz. Siz Hacısınız, toplum olarak barışalım, uzlaşalım, helalleşelim... KAYNAKLAR Acar, Bedir. 2008. TVNET. Cesur Hırsızlar Partisi. 27.07.2008 Ali Birand, Mehmet. 1990. Milliyet, 14 Kasım 1990 Ali Birand, Mehmet. 2008. Tuncay Güney nihayet anlattı. Posta. 19.07.2008 Atsız, H. Nihal. 1947. Kızılelma Dergisi, 1. Sayısı. Kızılelma ülküsü. 1947 Akşam. 2005. Kışkırtıcı değilim, birileri tarafından kullanılmış olabilirim, 15. Nisan 2005 Aksiyon, Bugün. 2008. Tuncay Güney'in sırları. 24.08.2008 Alus, Esra. 2008. Ayşe Önal, Güney'e dair bilinmeyenleri anlattı! Milliyet Arslan, Şaban. 2008. PKK’nın Hamiside Ergenekon Örgütü. Yeni Şafak. 17.07.2008 Arslan, Şaban. 2008. Hürriyetin korkusu benim konuşmam. Yeni Şafak. 28.11.2008. Aydınlık 2008. Tuncay Güney’in yalanları. Aydınlık, 3 Şubat 2008 Aydınlık. 2008. Tuncay Güney Türkiye’ye getirildi. 1 Ekim 2008, 29 Eylül 2008 Babahan, Ergün. 2008. Saçan’ın Ağzından Kaçırdığı Kirli İlişki. Sabah gazetesi. 4 Ekim 2008 Balıkçı, Faruk. 2005. PKK itirafçısı: Musa Anter'i biz öldürdük. Hürriyet. 04.02.2005 Bayramoğlu, Ali. 2008. Başka söze hacet var mı? Yeni Şafak. 28.03.2008 Bayramoğlu, Ali. 2005. Yeni Şafak, 12 Nisan 2005 Baybişin, Hüseyin. 2008. Basın Açıklaması. Güney’in Kısmetim 1 gerçekleri araştırmalıdır Birgün, Nasname. 2006. JİTEM'de Kalmamı Öcalan İstedi. Birgün gazetesi Bulut, Arslan. 2008. Tuncay Güney'in ifadeleri ve Akşam gazetesi! Yeni Çağ. 19.08.2008 Ceyhan, Bülent. 2008. 2008. Emekli Mitci Gündeş. Güney MİT elemanı değil. Zaman. 28.12.2008. CHA, İnternethaber. 2008. Ergenekon'u Savunan İsme Bak. 4 Ekim 2008 Faruk Arslan �__ Çelik, Ahmet Erhan. 2008. Güney’in KEY Alacağı. Odatv.com, 8 Ağustos 2008 Çiçek, Hikmet. 2001. "CIA’nın “Ergenekon” Aydınlık, Sayı 720. 6 Mayıs 2001 Çiçek, Nevzat, Ekinci Burhan. 2008. 32. Gün İddianamesi. Taraf Gazetesi. 02.12.2008. Çiçek, Nevzat, Kınay Emin. 2008. BOTAŞ kuyularını kazın. Taraf Gazetesi. 01.11.2008 Çongar, Yasemin. 2008. savcılar Eymür’ün ve Güney’in ifadesine başvurmalı. Taraf Gazetesi. 28.11.2008. Dilipak, Abdurrahman. 1990. Kontragerilla Paneli, Kasım 1990 Dilipak, Abdurrahman. 2008. Derin Devlet Bölgeye Yayılırsa. Anadolu’da Vakit. 03.10.2008 Dursun, Ahmet. 2008. Koç’un Gizli Ortağı Burla Biraderler. 03 Mayıs. 2008 Duvaklı, Melik. 2008. Öcalan PKK’yı kurarken örtülü ödenekten nemalandı. Zaman Gazetesi. 07.11.2008. Dündar, Can. 2008. Tuncay Güney’in arkasındaki teşkilat. Milliyet. 06.12.2008. Dönmez, Ahmet. 2008. Ergenekon gayri milli bir yapılanma. Zaman Gazetesi. 01.12.2008. Er, Tayfun. 2003. Gökyüzü. http://f27.parsimony.net/forum67623/messages/420.h Er, Tayfun. 2003. Gökyüzü. www.angelfire.com ve www.sabataysevi.de Er, Tayfun. 2003. Ötüken, 12 Ağustos 2003. www.angelfire.com/wy/yaw/Fikirler/Gokyuzu/Koc/koc.html Gerçek Ergenekon. 2003. "NATO uzantısı eski "derin devlet". 24 Haziran 2003 Gümüşel. Semin. Ergenekon’un Kara Kutusu aslında Kim? Nesweek. 09.11.2008. Grossman, Moşe. 2008. Tuncay Rabbe olamaz. Ceviz Kabuğu, Yeniçağ gazetesi . 28 Temmuz 2008 Hürriyet. 2008. "MİT’tense, kayıtta gözükmez.". 7 Ağustos 2008 Kanal D, 32. Gün. 2008. Basın Açıklaması. Çift Meslekli Gazeteciler Tartışması Deşifresi. 32. Gün, Kanal D. 17.7.2008 Karagül, İbrahim. 2008. Hem Ergenekoncu, hem Mossad’cı, hem İslam’cı. Yeni Şafak. 4 Nisan 2008 Karagül, İbrahim. 2008. İslam Mossadcısı ile Yahudi İmam. Yeni Şafak. 2 Nisan 2008 Faruk Arslan 325 Kıraç, Can. 1990. Anılarımla Patronum Vehbi Koç. Milliyet Yayınevi Kıvanç, Taha. 2001. "Hayaller gerçek galiba". Yeni Şafak. 30 Nisan 2001 Kıvanç, Taha. 2001. "Deli saçması sanmayın". Yeni Şafak. 1 Mayıs 2001 Kesler, Musa. 2008. Behiç Kılıç, Güney'i nasıl tanıdığını anlatıyor. Milliyet Milliyet. 28 Kasım 1990. Milliyet. Tuncay Güney’in bir kitapda söyledikleri delil gösterildi. 01.12.2008. Odabaşı, Harun. 2001. Aksiyon, Burla ailesi Odabaşı, Harun. 2001. Sivil Ergenekon. Aksiyon 12 Mayıs 2001 / Sayı: 336 Okay, Mehmet. 2008. Zaman. Kayıp yakınlarından savcılığa dilekçe: 'Asit kuyuları açılsın' 22.12.2008. Özbek, Mehmet Yüksel. 2008. Ergenekon'un Tuncay Güney'i. Kenthaber. 24 Nisan 2008 Parlar, Suat. 1990. Osmanlıdan Günümüze Gizli Devlet, Spartaküs Yayınları Perinçek, Doğu, 2008. Basın Açıklaması. Ulusal Kanal. 6 Mart 2008 Perinçek, Doğu. 2008. Başyazı. Aydınlık. 05.12.2008. Sabah. 2008. Veli Küçük 1 numara değil 8 numara. 22 Nisan 2008 Savaş,Vural, Onursal Yargıtay C.Başsavcısı. 2008 Tuncay Güney. Sözcü gazetesi 12.08.2008. Star Gazetesi. 2008. Ölüm kuyularında Ergenekon şüphesi. 05.12. 2008. Star Gazete. 2008. Tomris Özden: Eşim JITEM’e girmedi, öldürdüler. 03.12.2008. Şimşek, Abdurrahman. 2008. Güney MİTci çıktı. Sabah Gazetesi. 26.12.2008. Şardan, Tolga–Tahincioğlu, Gökçer. 2008. Güney’in fotomontaj hırsızlıkları. Milliyet Taraf. 2008. Saçan`a Ersever`in JİTEM dosyasını sorsunlar. Taraf gazetesi. 25.09.2008. Taraf Gazetesi. 2008. Güney’in ölüm kuyuları gerçek mi? 03.12.2008. Tempo. 2008. Ergenekon ve Tuncay Güney. Tempo Dergisi, 31.07.2008 Turhan, Talat. 1990. Kontrgerilla Cumhuriyeti, s.34 Faruk Arslan 326 Ulusal Kanal, Aydınlık, 2008. Ergenekon Savcısı, Haham Tuncay’ı Türkiye’ye kaçak soktu Vatan, Bugün. 2008. Tuncay Güney'in sahtekarlıkları. 24.04.2008 Vatan Gazetesi. 2008. Öcalan Görevine devam ediyor. 11.09.2008. Yeni Aktuel. 2008. Ergenekon’un Güneydoğu Şubesi JITEM. Yeni Şafak. 2008. Tuncay Güney, ‘ Birand Çifte Meslekli dedi mi?’ 18.07.2008 Yılmaz, Hasan. 2008. Tuncay Güney ve Ergenekon. Canada Türk. 1 Nisan 2008 Yılmaz, Hasan. 2008. Çorum'a heykelimi diksinler. Canada Türk. 1 Eylül 2008 Yılmaz, Hasan. 2008. Mehter Takımına Vize Ayıbı. Canada Türk. 1Ağustos 2008 Yılmaz, Güner. 1992. Tek Yol ileri Demokratik Halk Devrimi! Ya sosyalizm, ya ölüm! Yılmaz, Meltem. 2008. Tuncay Güney: Gülen'e çalışırım. Cumhuriyet. 06.08.2008 Yükselir, Sevilay. 2008. Sinagog da sahte çıktı Amaç Yahudilik üzerinden para vurmak! Habertürk. 25.07.2008. Yükselir, Sevilay. 2008. Yahudiliği de sahte çıktı. Habertürk. 25.07.2008 Zelyut, Rıza. 2008. Tuncay Güney’in kimliği. Akşam. 26.03.2008