altZine - Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Transkript
altZine - Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
altZine Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ücretsiz İlkbahar 2015 Şehir // Eğlence Sayı Editörleri Su Başbuğu Hande Ortaç Önsöz - Su Başbuğu&Hande Ortaç Yayın Kurulu Ümit Aykut Aktaş Su Başbuğu Sanem Bozkurt Özge Calafato Hande Ortaç Aylin Sökmen Engin Türkgeldi Gençliğim İzmir – Ayşegül Yaraman Tasarım&Uygulama Su Başbuğu Görsel Katkıda Bulunanlar Hekim Ali Babacan Sena Başöz Jean-Michel Bihorel Balca Ergener Levent Gönenç Sevecen Tunç Engin Türkgeldi altzine@altzine.net www.altzine.net Tunalı’da Bira İçmek – Yekta Kopan Yaşamın Akşam Suyu – Sevecen Tunç Marka Kentte Şehirli Eğlence – Aylin Sökmen Boş Zaman ve Eğlence Kültürü – Nial Tekin Şeyler 2.0 – Özge Calafato Başka Şehir Başka Sinema – Eylem Ertürk Pinyata – Sanem Bozkurt Yeni Hayat Üçgeni: Site-Plaza-AVM – Ali Ergur Taksi – Hande Ortaç Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent Ögesi Olarak Meyhaneler – Fikret İklima Yeşiltaş Namık – Hekim Ali Babacan Alternatif Müziğin İzleri Üzerine: Kod Müzik ve Gece Servisi - Ekin Sanaç Ankara Cidden Çok Eğlencelidir! – Tuğba Çelik Urfa Postası – Engin Türkgeldi altZine, 1998’den beri internet üzerinden yayın yapan bir edebiyat dergisi. Hatta bu konuda alanında ilk demek daha doğru olur. Başlangıç yıllarında altZine, hayal gücüne yeni bir boyut kazandıran, erişimin ve dağıtımın ucuz ve kolay olmasından dolayı daha demokratik olarak nitelendirilebilecek yapısıyla, internet’i deneyimleme hevesindeki yaratıcı insanları bir araya getiren bir platform oldu. 2010 yılına geldiğimizdeyse internet artık birçokları tarafından keşfedilmiş, blogların açılmasıyla kullanımı yaygınlaşmış ama ulaşılabilirliğin konforuyla elekten geçmeyen paylaşımlarla kalabalıklaşan ve bu sebeple nitelikli metinlere ulaşmanın güçleştiği bir hâl almıştı. Bu tarihlerde basılı edebiyat dergilerindeki editöryel elemeyi internette de uygulamak ve belli bir çizginin üstünde yazılmış metinleri içeren bir içerik havuzu oluşturabilmek için altZine, editöryel yaklaşımın ön plana çıkarıldığı bir platforma dönüştü. Dünyada internet erişiminde ve bilgisayar kullanımında üst sıralarda olan Türkiye, aynı performansı kaliteli ve özgün Türkçe kurmaca içerik için gösteremiyor ne yazık ki. Bu 15 yılı aşan yolculuk boyunca altZine’in, 292 yazarın 464 özgün metniyle yer aldığı bir platform olarak bu boşluğu önemli ölçüde doldurduğuna inanıyoruz. Zaman, sanal alemde gerçekte olduğundan daha hızlı geçiyor sanki. İmkânlar arttıkça ihtiyaçlar aynı hızda değişiyor ve dönüşüyor. İnternet üzerinde yayın yapan bir dergi ya da platformun bu değişime karşı koyması değil, akışla birlikte ilerleyerek gidişata uyum sağlaması hatta müdahale etmesi gerekiyor ya da biz kendimize böyle bir misyon biçiyoruz. altZine her ay belirlenen tema çerçevesinde ağırlıklı kurmaca yayımlayan fakat bağımsız tüm fikir ve yorum yazılarına açık olan bir metin deposuydu. Okunması 2 için keşfedilmeyi bekleyen yüzlerce metnin hevesli okuyucular tarafından titiz bir çalışmayla incelenmesi gerekiyordu. Okurlarımızın halen bu metinlere ulaşma şansı var. Yeni altZine tematik bir dergi olma özelliğini koruyacak. Fakat form olarak daha anlaşılır, içerik olarak üstüne biraz daha kafa yorulmuş, birbirini tamamlayan metinlerin kavramsal bir çerçeve içinde buluşabildiği bir yapıya kavuşuyor. Bir yıl boyunca 4 sayı olarak yayımlanacak olan altZine Edebiyat ve Kültür Dergisi, yılın başında belirlenecek olan bir tema etrafında şekillenecek. Bu 4 sayı, temayı 4 farklı açıdan irdeleyecek. Her şey çok hızlı akıyor dedik ya buna karşı durmanın da bir marifet olduğuna inanıyoruz. Bir yılı tek bir konu üstüne düşünüp didiklemek de; zamanın, teknolojinin, tüketim kültürünün anlık, geçici ve akışkan yapısına bir nebze de olsa direnmemizi sağlayacak. 4 farklı editör grubunun elinden çıkacak 4 farklı sayı, yılın teması üstüne derinlemesine düşünmemizi sağlayacak. Yıl içinde 4 sayı olunca yayın tarihlerimizi de mevsim dönümlerine denk getirmek istedik. 21 Mart, 21 Haziran, 23 Eylül ve 21 Aralık tarihlerinde yeni sayılarımızı yayımlayarak, başlayan mevsimin tazeleyici ve dönüştürücü gücünden faydalanmak istiyoruz. Yeni altZine’in ilk sayısını da baharı karşılarken yayımlıyoruz; 21 Mart 2015. İlkbaharın yenileyici nefesinden güç alarak yeni formumuzun altZine’in on yıllara yayılan serüvenine ömür katacağını umuyoruz. 2015 yılını kapsayacak ve tüm sayılarımızın üst başlığı olacak temamız ŞEHİR, ilk sayımızın konusu ise EĞLENCE. Bu iki kavram arasındaki ilişkiyi günümüz şehirlerinde hayat tarzı ekseninde, eğlencenin tüketimi çerçevesinde irdelemeye çalıştık. Kurmaca metinleri destekleyen anı-araştırma-tanıklık yazılarıyla birlikte; yeni kentlerin sosyolojik boyutlarını inceleyen ve hayat tarzı konusunda çözümlemeler içeren çerçeve metinlere de yer vererek, tarihsel arka plan ve altmetin çalışmalarımızı görünür kılmaya gayret ettik. Şehir//Eğlence sayımız, altZine’in kurucusu ve uzun yıllar yürütücüsü olan Yekta Kopan’ın selamıyla açılıyor. Yekta Kopan’ın metnini, yine eski bir altZine ve altKitap çizeri olan Levent Gönenç resimledi. Dostlukları gibi altZine’in yeni formunun da kalıcı ve yine onlar kadar üretken olmasını diliyoruz. Sadece şehirle kısıtlanamaz ama futbol, toplumsal eğlence endüstrisinin en büyük temsilcilerinden biri. Sevecen Tunç, İstanbul’da, sektörün henüz naif yıllarında geçen ve gerçek karakterlere dayandırdığı yarı kurmaca metniyle sayımıza katkıda bulundu. Şehirdeki eğlence kültür tüketimini kişisel tanıklıklarıyla zenginleştirerek anlatan, bir yandan da değişen eğlence anlayışlarını 3 tarihselleştiren ve farklılıkları ustaca ortaya koyan iki metnimiz var. İzmir’le ilgili olan metin Ayşegül Yaraman tarafından kaleme alındı. İzmir’in çehresini değiştiren aile tarihiyle de zenginleşen Yaraman’ın metni, İzmir için hem sözlü bir tarih çalışması hem de akademik bir çözümleme. Tuğba Çelik ise Ankara’nın eğlence tarihini titiz bir çalışma ve incelikli gözlemleriyle günümüze kadar getiriyor. Çelik, Ankara hakkındaki birçok önyargıyı yıkacağına inandığımız samimi bir yazıyla bu sayıya katkıda bulunuyor. Fikret İklima Yeşiltaş ise meyhane kültürünün Orta Asya’dan günümüze, toplumsal çelişkilerini ve sosyolojik katkılarını ortaya koyan bir yazıyla bu sayımızın yazar kadrosunda yerini alıyor. altZine’in Şehir//Eğlence sayısının kavramsal çerçevesini iki önemli metin üzerinden tartışmaya açıyoruz. Hayat tarzı kavramını inceleyen çerçeve metni Nial Tekin; şehirdeki yeni hayat formlarını ve bu formların tüketim motivasyonlarını ortaya koyan metni Ali Ergur kaleme aldı. Dergimizin tartışma konularını belirlerken, bu iki yazarımızın farklı metinlerinden faydalanmıştık, kavramsal arka planımızı görünür kılan bu yepyeni iki metini keyifle okuyacağınıza inanıyoruz. Eğlence deyince müzik ve sinemayı dışarıda bırakmak olmazdı. Dinamiklerin çok hızlı değiştiği bu iki sektörü, sektörün farklı kalmayı başaran oluşumlarıyla konuştuk. Sinema için Başka Sinema röportajını Eylem Ertürk; müzik için Kod Müzik ve Gece Servisi röportajını ise Ekin Sanaç gerçekleştirdi. Hekim Ali Babacan, Sanem Bozkurt, Özge Calafato, Hande Ortaç, Aylin Sökmen ve Engin Türkgeldi kurmaca metinleriyle; Hekim Ali Babacan, Sena Başöz, Jean Michel Bihorel, Balca Ergener görselleriyle bu sayıya katkıda bulunup içeriğimizi zenginleştirdiler. Çok kısa bir zamanda destek çağrımıza olumlu cevap veren tüm yazar, çizer ve sanatçı dostlarımıza çok teşekkür ederiz. Dostluğumuz altZine’in yıllar boyu bizleri bir araya getiren, birlikte okumaya ve tartışmaya imkân veren yapısından ve misyonundan kaynaklanıyor. Her zaman olduğu gibi derdimiz tüm sözü söylemek değil, ilk soruyu ortaya atıp birlikte düşünmemizi sağlayacak tartışmalar ve bunları özgürce konuşabileceğimiz mecralar yaratmak. Yeni altZine’in yeni dostluklara vesile olması dileğiyle… Sayı Editörleri Su Başbuğu § Hande Ortaç 4 Tunalı’da Bira İçmek Yekta Kopan Sulu bira içtiğimiz yıllarda bunlara paramız yetmezdi. Şimdi cebimiz iki kuruş para gördü, biraz palazlandık ya, vuralım dibine kafasındayız. Menüde kaç çeşit yabancı bira varsa hepsinden içeceğiz. İkişer şişe. Bir Levent’e, bir bana. Sevdiğimiz bir marka olursa birer tane daha patlatırız. Parkın girişindeki ağaçların dallarına kırmızı-beyaz fenerler asmışlar. Her fenerin tepesinde bir güvercin var; nöbetçi. İlk iki şişe Belçika’dan geliyor. İlk iki şişenin sohbeti de gençlik yıllarından. Tam da burada... bu parkın bir kuytusunda okuduğumuz bir şiir kitabı düşüyor aklımıza. Neyse ki, biraya ezberden şiir meze yapanlardan değiliz. Gençlik dersen... onu da kendi haline bırakmak lazım. Birileri Tunalı’nın romanını yazacak diye bekledik durduk yıllarca. Umutla salaklık arasındaki sınırda, üçüncü şişeyi Almanya’dan söylüyoruz. Beyaz bira. Tam da fenerler yandığında aşk düşüyor masaya. Konuşulacakların hepsini yıllar önce konuşmuş, sır tutmayı bilen kuğulara anlatmışız. Susup masayı parlatmaya devam ediyoruz. Müzikten konuşmaya başladığımızda Japonya’dan bir bira söylüyoruz. Taş gibi. Hani var ya, geceler boyu dinlediğimiz gitar sololarından hiçbir farkı yok. Yudum yudum akıyor, gırtlaktan. Nota nota beynimize akan şarkılar gibi. Yapamadığımız bestelere yer açıyoruz masada. Kızarmış patateslerle kokoreçlerin tam ortasına. Gece güzel iniyor Ankara’ya. Tunalı, hayal kokuyor. Cadde boyunca yürürdük. Çoğu zaman nereye yürüdüğümüzü düşünmeden. O yürüyüşün mezesi sohbetlerin tadına varmaktan başka amacımız olmadan. Yorulduğumuzda, oturur Kuğulu Park’ta bir banka, hayal kurardık. Cebimizde ne 5 varsa denkleştirip, biraya otururduk Kıtır’da. Hâlâ hayallerimiz var. Bizim için şehir, o hayallerin imkânsızlığı. Bizim için eğlence, o imkânsızlığa âşık olmak. Kaçıncı bira için elimizi havaya kaldırdığımızı bilmeden devam ediyoruz geceye. Şu parkta, şu parkların hepsi için ayağa kalkan çocuklara, zamansız ölümlere içiyoruz. Canımız acıyor. O çocuklar olmadan eğlenemez hiçbir şehir. Ben peçeteye bir şeyler karalıyorum, son biraları söylemeden önce. Levent, üstüne bir desen çiziyor. Fondip yapıyoruz. Gecenin bir vakti, Kuğulu’dan Tunalı’ya uzun yürüyüşümüze başladığımızda aklımıza geliyor, peçeteyi masada unuttuğumuz. Ne düşünüyorsak, ne hayal ediyorsak bir kez daha Ankara’nın kuru soğuğuna hediye ediyoruz. Gülmeye başlıyoruz. Çizim: Levent Gönenç 6 Yaşamın Akşam Suyu Sevecen Tunç Şeref Meriçli için... Şeref Bey Amca yıllar sonra yeniden bu sabah, uykusundan yorganı tekmeleyerek uyandı. Yetmiş altı yaşındaydı. Topa vurmayalı nereden baksanız bir yirmi senesi vardı. Çocukluğunda abisi ile sobanın kenarına serili dar döşeği iki ucundan paylaştığı zamanlar, tekmeleri arada abisinin yüzüne isabet eder, her ikisi de korku ve heyecanla yataktan fırlardı. Sabırlıydı Adnan abisi. Kardeşinin düşsel şutlarını canı çok yanmadıkça sineye çeker, ‘Ah, merkez muhacim, bu seferki gollük pası kime attın!’ diyerek alaya bile alırdı. Şeref Bey Amca’nın çocukluğu Karagümrük’te geçmişti. Ama o semtin takımını değil, hayranı olduğu Tahtabacak İsmet’in Vefa’sını tutardı. Abisine sorsanız Şeref Bey Amca vefasız mı vefasızdı... Mahallesinin takımı dururken, öte mahallenin takımını tutmak da ne oluyordu ki? Karagümrük çeyrek asırlık mazisiyle İstanbul’un ve Cumhuriyet’in en eski kulüplerindendi. Her biri millî takım namzeti futbolcusuyla İkinci Küme’de aslanlar gibi mücadele ediyordu. Ancak ilgisizlikten yakınıyordu Karagümrüklüler. Cihan Harbi bittiğinden beri kentte pıtrak gibi türeyen köksüz kulüplere bile devletin eli uzanırken, kırmızı-siyahlılar kaç yıldır Halk Fırkası’nın salonunu lokal olarak kullanıyordu. Üstelik o Halk Fırkası ki Maarif Vekili Hasan Ali Bey, Karagümrük’ün Çukurbostan namı ile maruf toprak sahasını Vefalılara peşkeş çekmişti de işte o günden sonra iki komşu semtin arası iyice açılmıştı. Ama tüm bunlar on ikilik Şeref’in umrunda mıydı? O, Tahtabacak İsmet’e takmıştı bir kere. Bir vurdu mu topa, beş minare boyu... Bir maç çıkışı Şeref’in ceketine Vefa’nın yeşil beyaz çubuklu, mineli rozetini iliştiren de İsmet’ti. Karagümrük fakirdi, Vefa okullu... Hem kaleci Faruk da doğma büyüme Karagümrüklü 7 olmasına rağmen Vefa’da oynamıyor muydu? Öyleyse Adnan abisi neden ona bu kadar kızıyordu? Futbol sevdası başına belaydı Şeref’in. Bir kere, futbolla dersleri beraber götüremiyordu. Okulla meşin top arasında muvazene kurmak, Vefa’nın İngiltere’den getirdiği ecnebi takım karşısında beraberlik golünü bulması kadar zordu. Sonra, bu iptila yüzünden en çok ana babasına zulmediyordu. Anası, mahalle maçlarında çamura batan okul formasını haftanın beş günü temizlemekten bir nebze şikayet etmiyordu da babası, yardım edeceğim diye geldiği yorgancı dükkânından futbol topu yapmak için elyaf ve pamuk aşırmasına tahammül edemiyordu. Celal Usta pamukları dövdüğü hallaç yayını alınca eline... “Profesyonel olunca,” diye bağırmaya başlıyordu Şeref. “Sana kapitone makinelerinden alacağım da beni dövdüğün için kendinden utanacaksın!” Gelin görün ki Celal Usta’nın utancı, oğlunun Vefa’nın B takımıyla Şeref Stadı’na çıktığı bir bahar günüyle sınırlı kaldı. O gün oğlunu izlemeye Karagümrük’ün amigosu Gardrop Fuat’la gitmişti. Stadın denize nazır ahşap tribününde az sayıdaki şakşakçı, kâh bezik kâh tavla oynayarak maçın başlamasını beklerken, Celal Usta’nın gözleri denizin sahayla, orta saha çizgisi doğrunca buluştuğu noktada bekleyen kayıkçıya takılıvermişti. Ta ki Gardrop, denize kaçan topları topla- makla mükellef bir görevli olduğunu açıklayıncaya kadar, Boğaz’ın akşam suyunda balık tutmak yerine beyhude bekleyen bu balıkçıya bir anlam verememişti. Şeref Bey Amca, daha maçın ilk dakikalarında, ahiretlik kahramanı Tahtabacaklığa soyunup beş minare boyu diktiği topu, Çırağan’ın pencerelerinden birine gönderdi. Celal Usta o an kendi kendine, bu saraya da bir top toplayıcı gerek, diye söylendi. Pencerenin geniş pervazına ilişmiş onlarca kuş bir anda havalanıp kanatlarınca yaracaktı göğü. İşte Şeref Bey Amca’nın, Vefa rozeti gibi ömrü boyunca taşıyacağı lakabına kavuşması da böyle oldu. O günden sonra Yorgancı Celal’in oğlu, Kuşçu Şeref namına mazhar oldu. O gün Şeref Stadı sanki toprak bir saha değil; gayyanın kuyusuydu. Yumruklar, tekmeler gırla gidiyordu. Tribünden ise hakeme yine o mahut terane okunuyordu. Ne olduysa maçın bitimine yakın, rakip takımdan iri kıyım bir oyuncunun ayağını uzattığı meşin yuvarlağa Şeref’in kafa topu diye yükselmesiyle oldu. Aldığı darbe göz sinir sistemini felç etti Şeref Bey Amca’nın. Aylarca açamadığı sol gözüne, Surp Pırgiç’teki en son ameliyattan sonra yeniden kavuştu. Bu maç böyle bitmeseydi belki de Kuşçu Şeref ismini bir Tahtabacak İsmet gibi, Mehmetçik Basri, Baba Gündüz, Tenekeci Garbis gibi herkes hatırlayacaktı! Hayat 8 Şeref Stadı Mecmuası’nın sayfalarında boy gösterecek, belki Varol Ürkmez gibi beyaz perdeye bile konuk olacaktı. Şeref Bey Amca isterdi ki Vefa’nın A takımına çıksın, yeşil-beyazlı mukaveleye çıngıraklı imzasını çaksın, aldığı transfer parasıyla da babasına kapitonesini alsın. Olmadı... Onun futbol serüveni de pür amatör olarak kaldı... *** Şeref Bey Amca geçmişini bu kadar berrak kılan şeyin futbol olmasına şaşarak yataktan kalktı. Yetmiş altı yaşındaydı. En yakın zaman, en uzaktı onun için. Çocukluğum, diye düşündü. Kör Galip ile Tahtabacak’ın pasları gibi seyyal... Ya şimdim? Geleceğim? İstanbul’da doğmuş, iki yıllık askerlik ve birkaç küçük seyahat dışında tüm anıları bu mavisel kentte birikmişti. ‘Bütün yaşamım’ dediği bir fotoğraf çerçevesi ise o fotoğraftaki en net yüz, İstanbul’un yüzüydü. Futbolun bir de... Gerisi bulanıktı. Şeref Bey Amca alelacele üstünü giyinip, Kalfaefendi Sokağı’ndaki evinden çıktı. Asmalı’dan aldığı sıcacık simitleri Surdibi’ndeki kıraathanede demli bir çay eşliğinde yemeyi düşünürken, aklına daha parlak bir fikir geldi. “Şimdi, akşamki Fener maçının kaç kaç biteceği kahve ahalisinin tek istifhamıdır. İddialara tutuşulur, bahisler oynanır. Kaldıracak kafam yok gayrı,” diyerek Mumhane’nin Ayvansaray Caddesi’ne bağlandığı dar sokaklar boyunca dola düşüne Haliç’e indi. Parktaki iki halı saha da doluydu. İlkinde Eyüpspor’un minik takımı antrenman yapıyor; diğerinde ise hafta sonu tatilini fırsat bilen bir grup veteran, Şeref Bey Amca’nın futbol demeye dilinin varmadığı bir top oyununu icra ediyordu! Minikleri izlemeyi tercih etti Şeref Bey Amca. Çocukluğunda Çukurbostan sahasındaki idmanları izlemek de en büyük zevkiydi. Hatırladığı kadarıyla sahayı salı, çarşamba ve perşembe günleri Vefa, pazartesi ve cumaları ise Karagümrük kullanıyordu. Ah, 9 nasıl sevdalıysa, Vefa’nın antrenörü Necdet Hoca’nın futbolcuları bile bıktıran kültür-fizik ve nefes idmanlarını dahi kaçırmıyordu. Seneler geçmişti... Acaba çocukluk rüyalarının yılmaz jönlerinden kaçı hâlâ yaşıyordu? Şeref Bey Amca, eski günlerde antrenmana dalıp akşam yemeğine geciktiği gibi, bu defa da kahvaltısını yapmayı unuttu. Soğuyan simidini Dolmabahçe’deki çay bahçesinde yemeye karar verdi. Aheste aheste yürüdü durağa doğru. Otobüsten Kabataş’ta indiğinde, Dolmabahçe istikametine bir insan selinin akmakta olduğunu gördü. Aynı anda Beşiktaş’ın da bugün Bursaspor’la maçının olduğunu hatırladı. ’Hey gidi, koca Mithatpaşa!’ dedi İnönü Stadyumu’na dönerek yüzünü. Duhuliyede Adnan abisinin omzunda izlediği maçları anımsadı. 75 kuruşluk toprak altı tribününden 125 kuruşluk açık tribüne ancak liseden sonra, fabrikada çalışmaya başladığı zaman terfi edebilmişti. Kapalıda maç izlemek için ise, senelerce beklemesi gerekecekti. Nerede olursa olsun, sol gözündeki görme kaybından ötürü, ve üstelik Gazhane’nin dumanları arasında, oyuncuları seçmekte hep zorlanıyordu. Stadyuma akın edenler arasında yeşil-beyaz atkılı gençleri gördüğünde, seneler sonra Vefa’yı Mithatpaşa’da izleyecekmiş gibi içi bir hoş oldu. Neden sonra aklına geldi; ‘Artık futbolun Vefa’sı yoktu...’ Tramvay yoluyla Dolmabahçe arasına kurulu atkı tezgahlarından birinin önünde durdu. Yüzlerce rengin arasında gözleri hâlâ Vefa’nın yeşilbeyazını arıyordu. Sonra bir başka yeşil-beyaz ilişti gözüne. Satıcıya on lirasını uzattı. Önce denizin kıyısına inip, saatlerdir bitiremediği simidiyle martıları doyurdu. Sonra boynunda Bursaspor atkısı, yakasında Vefa rozeti ile stadyuma doğru yola koyuldu. Gazhaneli İnönü, Galip Haktanır Arşivi Fotoğraf: Balca Ergener 10 Gençliğim İzmir Ayşegül Yaraman Yeniden samimiyet kurmaya çalıştığım doğum kentimi bana bütün kayıplara rağmen eğlenceli kılan İzmirli arkadaşlarıma... 1980’li yıllarda Paris’te Türkçe dersi verdiğim Yunan öğrencim, kökeni Yunanca olan nostalji sözcüğünün aslen memleket özlemi anlamına geldiğini öğretmişti bana. İster dönüştüğü haliyle geçmiş, ister aslıyla memleket özlemini anlatsın bu yazıda nostalji yapacağım. Hayatımda İzmirli kimliğimin vurgusunun artması konjonktürel mi bilemiyorum. Nostalji, hafıza ve İzmir’in kesiştiği son derece sübjektif anılar, aşağıda bir dönemin eğlence anıları/ anlayışı olacak. Otobiyografi, biyografi, anı ve statüsüne önem atfedilmeksizin kişilerin sözlü tarihinin; köşeli, kuru, olanı değil ideolojik egemenliğe göre olması gerekeni anlatan resmî tarihin karşısında hümanist, demokrat, hakiki ve en önemlisi bilimsel tarih olduğuna kariyerim boyunca ürettiklerimde de inandım. Ama bu sefer kendi tarihime yolculuğun çekiciliği ağır basıyor. Büyüklerin eğlencelerine tabi olduğum yıllar: 1960’lar Ailem İzmir’e İstanbul’dan erken Cumhuriyet döneminde göçmüş. İlk yerleşilen mahalle 1937’de Beyler Sokağı. Orası itibar kaybedince Köprü, Güzelyalı ve Alsancak ikametgâh mahalleleri olmuş. Ben Güzelyalı’yı çok az yakaladım. Temamız eğlence olduğuna göre parktaki, adeta film kareleri sıklığıyla çekilmiş fotoğraflarım; yazın Sahil, Vadi ve Gözümoğlu, kışın Köşk sinemaları; Dondurmacı/lokmacı Rıza; yoğun komşuluk ve ahbaplık; anne dedem Yüksek Mimar Mühendis Ferruh Örel’in 30 yıl ilk müdürü ve benim neslimi de belirleyen yapılarının mimarı olduğu 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açık kalan Fuar gezmeleri erken çocukluk anılarımdan. Neredeyse İzmir’den uzun soluklarla ayrıldığım 20’li yaşlarıma kadar eğlence deyince biz 11 İzmirlilerin aklına önce Fuar gelirdi. Lozan Kapısı yakınındaki ABD Pavyonu’nda lokmayı ilk kez çiçek yağında tatmıştık. SSCB Pavyonu, dedemin sere serpe uzanan kadın heykelleriyle belleklere kazınmış olan gölü geçince solda kalırdı ve iki kutuplu soğuk savaş yıllarının Amerikan etkisine rağmen mutlaka ziyaret edilirdi. Lozan Kapısı’nın sol yanındaki Pakistan Pavyonu’nun tipik mimarisi çekici gelirdi. İlk gençlik yıllarımda galiba diskotekti. Tam karşısında İtalyan Pavyonu olurdu. Tüketim yılları olmadığı için ülke pavyonlarında genellikle satış yapılmaz, bol bol bizim için o dönem çok lüks olan kuşe kağıtlara basılmış broşür dağıtırlardı. Dükkânlar, kendilerini aşağı bırakmak için önünde kuyruklara giren insanlara şaşırdığım Paraşüt Kulesi etrafına dizilirdi. Stantlara yaklaşmak, yürümek zordu. En büyük risk ise çığırtkanların reklam için üzerinize boca ettiği Gizli Çiçek ve Beyaz Zambak kolonyalarına hedef olmaktı; zira bu ağır ve sabit kokular üstünüzden günlerce çıkmazdı. Annem, bana her yıl muntazaman, genişleyen parmağıma göre mavi taşlı bir yüzük alırdı; tahaccümden dolayı bulana kadar akla karayı seçerdik. Tenceretava satılan bölgeler de vardı ama bu benim seçkim. Lunapark’ı es geçmek mümkün değil. Şimdiki gibi tüm yıl kurulu kaldığını hatırlamıyorum; galiba yalnızca aynalar sabitti. En önemlisi ise genellikle İtalya’dan gelen dünyaca meşhur sirklerdi. Ben o tarihlerden beri sirkleri pek sevmem. Hayvan, ahır ve tezek kokuları, benimle birlikte asgari dört nesildir büyük şehirli olan ailemin verdiği görgüden çok uzaktı. Trapezcilere ve her nedense palyaçolara ise çok acır, eğlencenin zevkini çıkaramazdım. Genelde Fuar, özelde Lunapark çok kalabalık olduğundan lafla taciz bir yana, elle sarkıntılık çok yaygındı. Bu yüzden fazla dolaşmaktan imtina ederdik. Tariş’in uzun kuyruğu kimseyi caydırmazdı, çünkü buz gibi şıra, manolya kokulu sıcak İzmir gecesinde herkesi ferahlatırdı. Ne mutlu ki şıra geleneği Fuar’da hâlâ devam ediyor. Büfelerde naylon torba içine pipet konarak satılan ayranlar artık yok. Bana zaten içirilmezdi. SEK Pavyonu açıldığında ilk pastörize ve kaymaksız yoğurdu orada tattım. Sunilik döneminin bu başlangıcı, kokuyor diye saf tereyağı yemeyen, sokak sütü ağır diye içemeyen benim gibi boğazsız bir çocuk için büyük bir mutluluktu. Genellikle Fuar’ın çıkışında her çocuğa alınan ve bileğe bağlandığı halde her nasılsa uçup karanlık gökyüzüne karışan balonları çoğumuz buruk bir hasretle hatırlarız. Birkaç renk olurdu da, her birinin tepe bölümü mürekkep gibi kokan bir başka boyaya batırıldığından daha koyuydu. Tavşan şeklindekiler çıktığında ben de çocukluktan çıkmıştım. Artık onlar da yok. Gazi İlkokulu’ndayken okul gezisi olarak gittiğimiz Hayvanat Bahçesi ve Sağlık Müzesi’ni de 12 Bu yazıyı okuyorsanız ve internet bağlantınız varsa tıklayın. Ateş Böceği - Yönetmen: Osman F. Seden - 1975 atlamayayım. Sağlık Müzesi’nin yolu, çevresinde Türk büyüklerinin büstlerinin bulunduğu havuzun oradan geçerdi. Bu bölgenin Fuar gecelerinde çok romantik bir aydınlatması olurdu. Hayvanat bahçesinin yine kokusu burnumu yakar ve melul mahzun dar alanlara kıstırılmış hayvanlar içimi acıtırdı. Çok daha sonraki yıllarda, kızımın Bahadır’dan dolayı İzmir’de en sevdiği yerlerden biri oldu. Fuar, sadece İzmirlinin değil, Ege Bölge halkının ve yerli turistlerin de buluşma noktasıydı. Ve dolayısıyla özellikle çocukluğumda Türkiye’nin tüm sınıfsal, kültürel farklarını birleştirirdi. Epeydir kalburüstü İzmirliler Fuar açıkken neredeyse hiç gitmiyor. Aslında karşılaşma noktalarımız azaldıkça kutuplaştık. Benim hatırladığım dönemlerin Fuar denilince akla gelen en önemli eğlencesi gösteri sanatlarında yoğunlaşırdı. Gazino kültürünü, klasik şarkıcıların dışında, iki-üç şarkı ezberleyerek sinemadaki ünlerini sahneye taşıyan film artistleri ve uvertür şarkıcıların yoğunluğuna bakarak gösteri sanatı olarak tanımlamam doğru mu bilemiyorum ama Kenterlerden Dormenlere, Sururi ailesinin İstanbul Tiyatrosu’ndan Nejat Uygur’a tüm tiyatrolar İzmir’e akardı. Çeşitli gazinoları/bahçeleri/gece kulüplerini/tiyatroları besleyen ünlülerin keselerine göre geceledikleri yerler değişse de en kalburüstü mekân Efes Oteli’ydi ve ilk gençlik yıllarımın arkadaşlarıyla havuz ve akşamüstü kokteyli saatlerinde bu açık gösteriyi kaçırmak istemezdik. Zeki Müren’i Manolya Bahçesi’nde neredeyse her yıl izlerdik. Gece yarılarına kadar süren program nedeniyle çocukken uyuklardım. En son Göl Gazinosu’nda 1979’da seyretmiştik ailece. Müzeyyen Senar Çamlık Senar’da olurdu genellikle. Onu son izleyişim ise üniversite yıllarının yaz tatilinde artık arkadaşlarımla birlikte, Kübana’dadır. O dönemde sahneye çıkan neredeyse herkesi seyretmişimdir, gece yarılarına kadar. Hatta kış aylarında Benelux Pavyonu’nda saz olurdu. Oraya da 13 ailece giderdik. Daha çok radyo sanatçıları çıkardı. Pop, alaturka müzik türlerine yatkınlığımda payı büyüktür ve küçümseyenlere inat, zenginlik sayarım. Alsancak’a taşındığımızda 7 yaşındaydım. İzmir Sineması henüz yoktu ama Tayyare Sineması kışın; Ar, Ünüvar, Dünya, Güneş, Kemahlıoğlu sinemaları yazın sıklıkla gidilen eğlence yerleriydi. Ar Sineması’nın önündeki seyyar çiğdemci pek meşhurdu da önünde kuyruklar olurdu. Kış geceleri yine komşuluklar, ahbaplıklar yoğundu. Sevinç Pastahanesi’nden alınan hazır salep koşa koşa eve getirilir, misafire ikram zenginleştirilirdi. Bir de yemek konusunda pek seçici olduğum halde Sevinç’in mozaik pastasını severdim. İlk olarak Kıbrıs Şehitleri’nde küçük bir mekânda açılan Efes Pastahanesi’nin hazır kekleri de ev ürünlerine taş çıkartan başka bir ikramdı. Reyhan’ın meşhur ve güzel iki katlı mekânında, yanılmıyorsam ikinci katında zaman zaman piyanoyla canlı müzik olurdu. Gündoğdu’da Pampam vardı ve kaşar rendeli domates çorbası ünlüydü. İlk Coca Cola’yı, Gündoğdu’dan Kordon’a çıkan sol köşedeki Burçak’ta içmiştim. Gerek Fuar gazinolarına gerek son söz ettiğim yerlere ahbaplar çoluk çocuk giderlerdi. Tabii kulüplerin bir de matineleri vardı. Kordon’da şimdiki limana yakın bölgede bulunan Sibel’de dans müziği yapan Alpay’ı izlemeye pazar gündüzleri beni de götürürlerdi. Çapa Öğretmen Okullu, Atatürkçü, muasır medeniyet tutkunu anneannemin arkadaşlarıyla bir çarşamba günü kadınlar matinesinde, 1960’lı yıllarda Fransa’nın ünlü revüsü Madam Arthur’un gösterisini izlediğini hatırlıyorum. O yıllar için çok aykırı olan travesti şovu o kadar çok anlatıldı ki. Yine Sibel’de striptiz gösterileri de olurdu galiba. Hafta sonu ise teyzemle yürüyerek Alsancak Stadı’na maça giderdik. Fuar Müdürü’nün kızını evvel ezel herkes tanıdığı için mi, yoksa o devrin nezaketinden mi bilinmez, 1955 golf şampiyonu teyzemi ve yanındaki küçük kız çocuğu olan beni kimse rahatsız etmez; futbol taraftarlığı üzerinden tatlı sataşmaları da kimse ihmal etmezdi. Söylememe gerek yok herhalde, o devirlerde rakip takımların taraftarları bir arada maç seyrederlerdi ve müsabakalar genellikle pazar öğleden sonraları olurdu. 1971’de İzmir’de yapılan Akdeniz Oyunları’nın da tadını yediden yetmiş yediye layıkıyla çıkardığımızı hatırlıyorum. İzmir’e pek yakışmış ve sporda, özellikle Akdeniz Oyunları’nın, 6 Ekim 1971’de, İzmir Atatürk Stadyumu’ndaki açılış gösterileri. 14 yüzmede çağ atlatmıştır. Ergenlikten İlk Gençliğe: 1970’ler Büyüyüp kendi eğlencelerimizi yaşamaya başladığımız ergenlik yıllarının en cazip ve kolay ritüeli Kordon’da tur atmaktı. Herkes aynı eğlenceyi tercih ettiği için yaşdaşların en harc-ı âlem karşılaşma noktalarındandı. Daracık bir kaldırımda sadece Sisi’nin, daha Heykel’e doğru da Ömerağa’nın masaları dururdu. Yol belli saatlerde trafiğe kapatıldığı için sere serpe tüm Akdenizliliğimizi yaşardık. Deniz ise şimdiki çimenlerin başladığı yere geliyordu henüz. Akşam saat 6’da, o zamanki NATO’da bayrak töreni olurdu ve o civardaysanız mıhlanıp kalmak zorundaydınız. Eve dönüş vakti yaklaştıkça turlanılan mesafe daha küçülür; Gündoğdu’dan başlayan tur neredeyse Tayyare Sineması’nın köşesinde bitmeye başlardı. Çok sık gitmemiş olmama rağmen Plevne Bulvarı’nda Gazi İlkokulu’nun arkasında bulunan Kantin’in mütevazı yapısıyla benim neslime çok hizmet verdiğini unutmamam gerekir. O zamanlar cumartesi de yarım gün okul olduğu için, kış hafta sonlarının en büyük eğlencesi olan 14:30 seansında İzmir Sineması’na gitmenin amacı da sadece film izlemek değildi. Hatta ne oynadığının da pek önemi yoktu. Söz konusu olan yine bir karşılaşma noktasıydı. O zaman hemen hemen tüm okullar erkek-kız ayrı eğitim verdikleri için de, özellikle erkek ve kızların karşılaşma mekânıydı. Bir adım ötesi flört edenlere buluşma imkânı. Alsancak’ın dışına hele hele şehir dışına, örneğin Narlıdere, Kilizman ve Çeşme’ye lisenin son yıllarında erkek arkadaşlarımızın da bulunduğu gruplarımız olduğunda çıkmaya başladık. Ama nadirdir. Karşıyaka’ya, Güzelyalı’ya, Hatay’a da gitmezdik. Oralarda oturanlar da Alsancak’a pek gelmezlerdi. Şimdiki gibi Alsancak tüketim ve eğlence çılgınlığının merkezi olmamıştı. Köhne Alsancak çarşısında (şimdiki Kıbrıs Şehitleri) dolaşmak aklımıza bile gelmemiştir herhalde. Topçu’nun, o zaman İzmir’in ünlü pavyonlarınca çevrili ‘sakat’ ve gariban mekânında hep aklımız kalırdı; zira ne ailelerimizle ne arkadaş grubumuzla gidebileceğimiz bir yer değildi. En yakın arkadaşımla, ikimizin de evlendiği ilk senelerde, ben İzmir’e gelip görüştüğümüzde ‘kocalarımız sayesinde’ hevesle oraya gittiğimizi hatırlıyorum. Yıllarca Altay Lokali olarak denize uzanan tahta iskele biz liseyi bitirirken Karina Disko olmuştu. Atatürk Spor Salonu’ndaki diplomalarımızı aldığımız kep töreninden sonra oraya gitmiştik. Çok uzun süre mi açık kalmadı, yoksa biz mi rağbet etmedik bilemem, pek sık gitmedik. Efes Oteli’ndeki mezuniyet yemeği sonrasında ise geleneksel olduğu üzere Mogambo’ya gidilmişti. Bir havuz üzerinde istiridye şeklin15 deki pistini dedem çizmişti ve Mogambo benim hep en sevdiğim mekân oldu. Onun uzantısı Disko Saffet’e de üniversiteliyken çok sık gider olmuştum. Hem arkadaşlarım artık mekânın yönetimini sahibi olan babalarından devralma sürecine girdikleri, hem de hepimizin yaşı oraya gidecek kadar büyüdüğü için. Yine Disko Saffet dönemimde geceleri İkiçeşmelik’teki çorbacılara dadandığımızı hatırlıyorum; çorba sevmezdim ama gece yarısının hafif alkollü açlığıyla kelleye bayılırdım. İstanbul’daki üniversitemden İzmir’e tatile geldiğim yazlarda İkinci Kordon’da SSK’nın apartmanının altında bulunan Bonjour’a takılır olduk. Daha önce doğum günü pastalarımızın ve Christmas çöreklerimizin alındığı bu ‘seçkin’ ve hafifçe ‘yaşlı’ mekânda Yaman Okay’la tanıştık. Ankara Sanat Tiyatrosu’nun en devrimci yılları. Yaz boyu İzmir’de kaldılar ve Elhamra’da Ana, Dimitrof, Nereye Payidar, Kanlı Düğün oyunlarını sergilediler. Oyunlar çok oturmuş olmasına rağmen, her gün en az birkaç sahneyi yeniden geçerlerdi ve biz de provaların müdavimi olmuştuk. Onlarla öğrendiğimiz yerlerin başında gündüzleri açık olan eski balık halinin içindeki salaş meyhaneler vardı. Bir de Özsüt’ün Kemeraltı’ndaki ekşi süt kokulu dükkânında peynir tatlısının üzerine kazandibi koyarak yemeği Yaman ve arkadaşları öğretmişti bize. O yıllardan sonra manen ve fiilen ve en önemlisi mecburen oldukça uzak kaldım İzmir’den. 1990’lardan sonra sık gelip gitsem de aile önceliğinin dışına çıkamadım. İki yıldır İzmir’i tekrar yakalıyorum. Bambaşka. Derslerde İzmir’in yerleşim düzenini anlatırken Bostanlı/Üçkuyular arasındaki hilalde yaşayanların içlerine pek göç sızdırmadıklarını ve de kendilerinin sahili bırakmadıklarını söylerim. Kentsel gerilimin önemli bir nedenidir bu durum ama paradoksal olarak aynı gerilimin günlük yaşamda değil, fiktif bir tehdit gibi kalmasına neden olur. Bu yerleşim şeklinin benim için en cazip yanı herkesi, üç aşağı beş yukarı, bıraktığım yerde bulmuş olmak. Çünkü onlardan başka hiçbir şey bıraktığım yerde değil. Başta annem ve deniz, ki deniz psikanalizde anne sembollerindendir. 16 Marka Kentte Şehirli Eğlence Aylin Sökmen “Ne güzel işte, ucuza gelecek bu tatil,” dedi kadın sevgilisine dönüp. Kalacakları otelden bedava araba yollamışlardı. Bir tek son dakika aldıkları uçak biletine aslında hak ettiğinden fazla para vermişlerdi çünkü alt tarafı Kars’a gidiyorlardı. Onları havalimanından karşılayan Hyundai marka metalik arabanın şoförü, “Nasıl İstanbul? Özledik biz de valla, bir ayağımız hep oradadır,” diyerek başladı konuşmaya. Osmanbey ve Avcılar’dan aldığı tekstil ürünlerini otelin altındaki dükkânında satıyordu. İş hanından bozma binanın üst katlarını bu sene otele çevirdiklerini, odalardaki tüm malzemelerin İstanbul’dan geldiğini ballandıra ballandıra anlattı. Sıra sıra kuyumcuların dizili olduğu kısa cadde üzerinde durduklarında, “Kars’ın en marka caddesindeyiz biz,” dedi. “İlk kışımızı geçiriyoruz bu sene...” Daha sonra odanın pencereleri yere kadar cam olduğu için geceleri yaşanan ısı kaybını iliklerinde hissedip, otel müdürünün o açıklamayı laf olsun diye yapmadığını anlayacaklardı. Otelin lobi olarak kullanılan asma katında işlemlerin yapılmasını beklerken, mesleği mimarlık olan adam etrafı incelemeye başladı. Altın varakla ve oymalarla bezenmiş çevirmeli telefonun fotoğrafını iPhone’u ile çekerken ‘Antika özentisi, biraz kitsch...’ diyerek kendi kendine mırıldanıyor, kadın da kalacakları odanın nasıl olacağını düşünüp ‘Temiz olsun yeter’ diyordu ki, otel müdürü suratı düşmüş bir şekilde yanlarına geldi. “Yalnız,” dedi ve kısa bir süre ikisine de ayrı ayrı baktıktan sonra “evlilik cüzdanı olmadan aynı odayı veremiyoruz, biliyorsunuz.” Bilmiyorlardı. Daha doğrusu akıllarının ucuna gelmişti 17 ama kırklı yaşlarının başında olduklarından böyle olası bir duruma kafa yormak istememişlerdi. “Söylemediler mi size yer ayırtırken?” Söylememişlerdi. Kadının sevgilisine, başka otel mi baksak bakışını yakalayan otel sahibi, “Bütün oteller böyledir burada,” dedi. “Yani İstanbul’da, Ankara’da da çoğu otel öyledir. Ama madem söylemediler, biz de sizi mahcup etmeyiz, tek oda parası alırız ayrı odalara. Yani kusurumuza bakmayın, ben izin versem de Karslı abilerim var, yani üstümüz var...” Daha sonra valizleri taşıyan genç otel görevlisi “En üst kata yerleştirelim sizi, bir tek kişilik, bir çift oda. Valizleri ayrı odaya yerleştirirsiniz sonra akşam kimse bakmaz zaten, istediğiniz gibi takılırsınız,” dedi göz kırparak. Gülümsediler. Müdürünün yanında mülayim ve sessiz gözüken gencin, takılırsınız, kelimesini kullanması hoşlarına gitmişti. Belli ki modern ve kafa biriydi. Çıkarken bahşiş veririz, diye düşündüler. Otel lobisinden aldıkları ‘Kars’ta görülecek yerler’ broşürünü takip ederek camileri, kiliseleri, hamamları, Rus mimarisi belediye binalarını gezerek Kars Kalesi’ne doğru çıkarken yan yamaca sıralanmış TOKİ evlerini gördüler. Kayak kıyafeti giymiş aileler, sırt çantalı gençler, birkaç tane de marka çanta taşıyan kadından oluşan yerli bir turist grubunun yanından geçtiler. Rehberin İnsanlık Anıtı’ndan bahsettiğini duyar gibi oldular. “N’oldu yıkıldı di mi sonunda?” dedi adam. “Evet öyle biliyorum. Rezillik ama resmen! ” Kale içinde piknik yapmak yasaktır tabelası gördüklerinde nefes nefese kalmışlardı ama buna değeceğine emindiler. Ne var ki, kalenin tepesinden çıplak gözle baktıkları karlı dağların kucağına oturmuş kent ve doğa manzarası, adamın iPhone kamerasıyla çektiği resimlerde bir türlü gerçekte gözüktüğü gibi güzel çıkmıyordu. Kendi gördüğünün tıpkısının aynısını başkalarına gösteremeyecek oluşunun hayal kırıklığını yaşayan adam bir anda arkadan gelen rocky şarkısıyla irkildi. Lunaparklarda kendine yer bulamayacak derecede dökük bir boks makinesi belli aralıklarla kendi kendine çalışıyor, rocky şarkısı çalarken kış aylarında terkedilmiş çay bahçesinin camlarına soluk renkler yansıtıyor ve bir anda susuyordu. Kaleden aşağı inerlerken turla gelen grubun anca tırmanmaya başlamış olduklarını gördüler. “Bak işte, onlar daha nerede, uzun uzun anlatıyor rehber, ne gerek var aynı şeyleri biz de gördük,” dedi adam. Taş köprünün karşısındaki tepedeki karlar erimeye başlamıştı. “Bak bak,” dedi, köprünün bitimindeki boyaları kabarmış duvarı gösterip. saçlarının tonu hangi kahveye ait bilmiyorum 18 ama, gözlerindekilerin hatrı 40 yılı aşacak gibi #şiirsokakta ben seni severim sen başkasını geberir gideriz #şiirsokakta İlerleyen iki gün boyunca şehrin sokaklarında floresan turuncu kayak montuyla dolaşırken üzerine çevrilen bakışlardan biraz utandı kadın. Orhan Pamuk’un Kar romanından sonra daha da bir merak etmişti Kars’ı. Kitabı çıkar çıkmaz satın almış ama yarısına gelmeden sıkılıp bırakmıştı. Sinema manyağı bir arkadaşı Kars’a gideceğini duyduğunda heyecanlanmış, Reha Erdem’in Kosmos’u da orada çekildi, demişti. Kadın internetten filmi araştırmış, afişindeki güzel ve gizemli kadın oyuncunun çığlık atan tuhaf hallerini görünce filmi izlemekten vazgeçmiş fakat sonradan Kars Çayı’nın kenarındaki yamaçlarda tıpkı onun gibi poz vererek resim çektirmeyi ihmal etmemişti. Kadın illa ki de bir köye gitmek istiyordu. Yakınlarda şöyle enteresan bir köy yok mu diye lobideki görevliye ve taksicilere sorduğunda her seferinde şaşkın bakışlarla karşılaşıyordu. ‘Yani napıcaksınız ki köyde abla?’ diyen bir taksiciye ‘Hayvanları, çocukları ve oradaki ahalinin resmini çekeceğim,’ diyemedi. Ertesi gün çevreyi gez- mek için kiraladıkları taksinin şoförüne İstanbul’dan geldiklerini söylediklerinde daha onlar sormadan, bir oğlunun Erzurum’da yabancı dil okuduğunu, zamanında her şeyi görsün diye ona çobanlık yaptırdığını, buralarda anca büyükbaş hayvancılık yapabileceğini, çocuklarına bir şeyi bir kere söylediğini ve onların da sözünden çıkmadığını, laf dinleyen akıllı kızının lisede bu sene takdir getirdiğini ve doktor olmak istediğini uzun uzun anlattı. Arabanın çamurlanmış camından etrafı görmeye çalışırken, şoforü bir antropolog edasıyla dinlediler ve duyarlı sorularıyla vicdanlarını rahatlattılar. Son senelerde özellikle Sarıkamış ve kışları tamamen donan karlı Çıldır Gölü’ne Türkiye’nin dört bir yanından turist geliyordu. Aslen Ardahanlı olan şoför, ‘Çıldır Ardahan’ın abla, hâlâ Kars diyen var,’ diye yakındı. Büyüleyici Ani Harabeleri’nin resimlerini çekip Instagram’a koyarken yer bilgisinde Ermenistan Sınırı demeyi de unutmadılar. Sınırdalardı çünkü. Ülkenin sınırlarında olmak havalıydı. Taaaa Doğu Anadolu’nun en ucuna kadar gitmiş olmanın verdiği haz, bir başkaydı. Taksi ile uçsuz bucaksız beyazlığın arasından geçerken uzaktan Ağrı Dağı’nın ucunu bile gördüler. Avrupa’ya herkes gidiyordu bir şekilde artık, ama az kişi ta İstanbul’dan kalkıp Kars’a gelirdi. Nitekim birkaç tanıdıktan ‘Ne işiniz var orada?’ diye şaşkınlık yorumu aldıklarında daha da gurur 19 duymuşlardı kendileriyle. Akşam yemeği için gittikleri meşhur kaz evinde etsiz mantı hengel, buğdaydan yapılmış haşıl yemeğine ek olarak paylaşmak üzere kaz ve dana kavurma istediler. Kadın etli kavurmanın tadına baktı ve suratı buruştu. “Bildiğin canlı hayvan kokuyor bu... Taze herhalde, yiyemeyeceğim ben.” Neyse ki kaz kokmuyordu, çok da lezzetliydi. Yemekten sonra sigara içmeye çıktığında yanına gelen lokantanın sahibi kadına döndü, “Gerçekten çok lezzetliydi, elinize sağlık. Orhan Pamuk’tan sonra çok insan gelmeye başlamış buraya, öyle mi?” dedi. “Ya evet, arttı biraz turist. Orhan Pamuk’un Kar romanının izinde, diye günlük turlar da var.” “Orhan Pamuk buradayken gördünüz mü siz? Tanıştınız mı?” “Yok, ben o ara buralarda değildim ama olsaydım kesin kaz yemeğe gelirdi lokantama. Bütün devlet büyüklerini, büyükelçileri ağırladık. Kaz işini ben başlattım burada, sonra herkes yapmaya başladı. Ta İzmir’e, İstanbul’a kaz yolluyoruz buradan özel siparişle. Köydendir kazlarımız, çok talep var ama kaz az, her yerden geliyorlar marketlere istiyorlar ama o zaman bu lezzet olmaz. Ben ticaret lisesi mezunuyum, dernek kurucusuyum, sürdürülebilir Kars Kazı diye bir de projemiz var inşallah, bu işi geliştireceğiz... Bu gece şanslısınız, âşıklar atışması var, birazdan başlarlar...” Âşıklar atışırken, onlar da porsiyonu 60 TL’den yedikleri enfes kaz yemeğini, 0’ları atmayı reddeden yerel bakkaldan beş buçuk milyona aldıkları Antep fıstığını, gecekonduların olduğu ara bir sokağa girdiklerinde peşlerine takılan ‘erkek kuaförü’ sahibini, kiliseden bozma camiyi gezerken yanlarına yanaşıp ‘Meryem Ana Meryem Ana buradan’ diyerek istavroz çıkardıktan sonra ‘Türkçe biliyor musunuz?’ diye soran adamı, kıraathanelere iki metreden fazla yaklaştıklarında içeriden birinin ‘buyrun’ diyerek ayaklanmasını, Çıldır Gölü’nde turistler için buzları kırarak balık avlayan köylünün en az 250 TL ücret talep ettiğini, çay boyunca peşlerinden korkakça yürüyen tatlı kangal yavrusu köpeği nasıl da İstanbul’a getirmek istediklerini, âşıklardan birinin vakti zamanında Turkcell reklamına çıkmış olduğunu, çalıp söylerken habire cep telefonunun çaldığını ve her defasında üşenmeden telefonunu açıp ‘He söyle, yok arıcam ben seni programdayım şimdi’ deyişini dönüşte arkadaşlarına anlatmak üzere zihinlerinin bir ucuna kazıdılar. *** Dönüş günü onları havalimanına bırakan otel müdürü “Nasıl, beğendiniz mi Kars’ı?” dedi. “Evet evet, çok güzel...” “Şu sınır kapımız bir açılsa... Güvenlidir de burası, kapkaçı hırsızlığı yoktur, bir utancımız geçen sene, duymuşsunuzdur, Mert Aydın.” 20 İsim hiç de yabancı gelmemişti ama duraksayıp birbirlerine baktılar. Son yıllarda sürekli hatırlanan diğer isimler arasından hangisi olduğunu tam çıkaramadılar. “E peki, nasıl buldunuz yeni binayı? Artık havaalanı değil havalimanıyız! Yurt dışı seferlerimiz de var,” dedi gururla. Ege ve Akdeniz’deki havaalanlarını düşündü kadın. Hakikaten de çoğuna kıyasla çok Avrupai duruyordu. “Evet evet, güzel olmuş, birçok şehirdekinden çok daha iyi!” dedi sevinçle. Arabadan indiklerinde havalimanına tekrar baktı adam: “Sonuçta Kars iyi hoş da, ne bileyim...” Kadın, son dakika yolda durup eşe dosta aldıkları Kars gravyeri paketlerini valize tıkıştırdı, zorla fermuarını kapadıktan sonra sevgilisine döndü: “Fena mı işte, gelişiyor onlar da... Hem herkesten farklı bir şey yapmış olduk!” dedi ve yanağına bir öpücük kondurdu. 21 Boş Zaman ve Eğlence Kültürü Nial Tekin Boş zaman, çalışma zamanına karşıt olarak konumlanmış modern bir kavramdır. Marksist çerçevede, iş gücünün yeniden üretilmesine karşılık gelen bu zaman birimi, birey tarafından, toplumsal bir etkinlik olan çalışmanın neden olduğu ‘yıkıntıların’ giderilmesi arzusuyla biçimlendirilir. Buna karşılık, şayet ‘boş zaman’ın ekonomik ve politik araçların etkisine girebileceğini kabul edersek, bu kavramın ideolojik anlamlara gebe olduğunu görürüz. Endüstrileşme süreciyle birlikte, kilisenin şekillendirdiği zamansallık, fabrikaların üretim disiplinine göre, rasyonel bir algı ile yeniden şekillendi. Eğlence ve dinlencenin, zaman israfı olduğu doktrinini benimseyen püriten ahlakın, rasyonelleşme karşısında etkisini yitirmesiyle1, sosyal hayat ve çalışma dışı zamanın düzenlenmesinde yeni eğlence ritüelleri oluştu. Bugün artık eğlence etkinlikleriyle anlamlandırılan iş dışı zaman birimi, yeni üretim alanları yaratarak, ekonomik olanın, operasyonel bir aracına dönüştü. Bir diğer anlatımla, insanın dünyaya çalışmak için geldiği yönündeki çileci söylemler yerini hayatın zevklerinden faydalanma anlayışına bıraktı. Zira, kapitalist üretim biçimi, üreten insan kadar tüketen insana da ihtiyaç duymakta. Yani, toplumsal örgütlenmede birey, artık sadece bir işgücü olarak değil; kültür, eğitim, boş zaman ve hatta hastalıklarıyla da yerini alır.2 Bir dönem ayrıcalıklı bir kesimin imtiyazında olan eğlence etkinlikleri, herkesin ulaşabileceği şekilde popülerleşti. II. Dünya Savaşı’nın ertesinde, OECD ülkelerinin yaşadığı ekonomik büyümeye paralel olarak, yasallaşan hafta sonu tatilleri ve ücretli izinlerle 1 Bu noktada, şüphesiz, ağır çalışma saatlerinin azaltılması yönünde yapılan önemli işçi hareketlerinin altı. 2 Laclau, Ernosto, Mouffe, Chantal, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çeviri Ahmet Kardam ve Doğan Şahiner, Birikim Yayınları: İstanbul, 1992, s. 197. 22 birlikte ücretli kesimin iş dışında geçirdiği zaman artarak düzenlendi. Hatta çalışan kesim, 1960’lardan itibaren, ücretlerin artışından ziyade, çalışma saatlerine dair düzenlemelere çok daha hızlı tepki verdi.3 Dolayısıyla, her ne kadar eğlence kültürü, sanayi sonrası toplumlardaki tüketimci ve hedonistik değerlerle analiz edilse de, özetlenen sosyotarihsel bağlamdan da anlaşılacağı üzere, boş zamanın şekillenmesine paralel olarak, eğlence tamamen endüstriyel toplumların üretimidir. Bu nedenle de, boş zaman etkinlikleri, üretim süreciyle eşbaşlı bir dönüşüm yaşar. Modern zaman çalışanının, emek sürecinin baskısından da kaçmak için eğlenceyi aradığını söyleyen Horkheimer ve Adorno, Kültür Endüstrisi kavramıyla, böyle bir kaçısın neden mümkün olmadığını anlatır: “Zira, (emek sürecinde) otomatikleşme, eğlenmeye yarayacak ürünlerin üretimini öylesine derinden belirler ki, insanoğlu, boş zamanında, bu sürecin kopyasından, yani emek sürecinin yeniden üretilmesinden başka bir şeye tutunamaz.”4 Dolayısıyla, boş zaman, çalışma zamanının karşıtı değil, onun ‘gölgede kalmış uzantısı’ halini alır.5 3 Teboul, René, Culture et Loisir Dans La Société du Temps Libre, Edition L’Aube: La Tour d’Aigues, 2004, s. 10. 4 Horkheimer, Max ve Adorno, Theodore, La dialectique de la raison, Editions Gallimard: Paris, 1974, ss. 145-146. 5 Adorno, T. W., The Culture Industry: Selected Essays On Mass Culture, ed. J. M. Bernstein, Routledge: London and New York, 2001, s. 194. Bugün artık, boş zaman endüstrileri, kendi başına bir ekonomik alan yarattı. Yani, eğlence etkinliklerinden oluşan ve önemli kâr oranları sağlayan, önemli bir hizmet sektörü oluştu ve bu sektör özellikle dünya metropollerinin merkezinde yerini aldı. Zira, farklı yaşam biçimlerine (life style) gebe olan kentler, bireyleri tüketim etkinliklerine yönlendirecek şekilde planlanmıştır. Üstelik, bu durum sadece 21. yüzyıla özgü değildir. Mesela, café bourgeois olarak adlandırılan sosyalleşme alanları 17. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, kentleşme, yeni kültürel kodların ve normların benimsendiği bir süreçtir aynı zamanda. Eğlence alanında yaratılan ürünleri anlatırken kullandığımız, endüstri kavramı sadece ilk anlamı olan üretim sürecini değil, kültürel ürünlerin standardizasyonu, dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesini ve tüketilmesini anlatmak amacıyla da kullanılır. Bu standartlaşma içerisinde, boş zamanını değerlendirmek isteyen rasyonel bireyin, maliyet/verimlilik üzerinden biçimlenen eğlence tatmini, aslında iş disiplinin bir uzantısıdır. En kısa zamanda en fazla kâra ulaşma prensibi, belirlenmiş olan boş zaman biriminde gerçekleştirilen tüketim etkinliklerinin de merkezindedir. Bauman, bu durumu anlatmak için bugün artık tüketimde ‘ihtiyaçlardan arzulara bir geçiş’ olduğunu söyler. İhtiyaç nesnesi temelde, bizi bizim 23 dışımızda var olan, nesnel bir gerçekliğe gönderir, oysa arzu nesnesi, arzunun kendisidir, tekrar tekrar arzulamaktır. Kapitalist üretim prensibi (Marx’ın anlattığı biçimiyle herhangi bir ihtiyacın tatmini değil, artı değerin artması prensibi) ihtiyaç yerine hiç doyurulamayacağına inanılan arzuyu tüketimin merkezine koyar. Arzu, nesnelerin yüzeyselliğinden öteye geçmeden, onlarda kendi yansımasını gördüğü kısa anın zevkini çıkarır. Hiçbir nesne, arzuyu tatmin edemez, zira yaşanan an çoktan bitmiş ve arzu bir diğer nesnede yansımasını bulmuştur bile. Dolayısıyla arzunun bu kaygan, değişken ve maddi olmayan temelinden ötürü kapitalist üretim ihtiyaçtan ziyade, kendisini ebediyen canlı tutacağına inandığı arzuya yatırım yapmaktadır. Bu bağlamda özne ise; zevk ve performans Bugün yaşanan, öznesidir.6 1960’lardaki şeyleşme (réification) eleştirilerinde sıkça yapıldığı şekliyle öznenin şey’e indirgenerek, yadsınması ya da reddi değil, tersine öznelliğe olan vurgunun artması, öznelliğin tikelliğinin teşvikidir.7 Öznelliğe yapılan vurgu ise; üretim boyutunda müşteri merkezli ürün metoduyla somutlaşır. Bugün her ürün bireysel bir hava taşır. Hatta bireyselliğin kendisi, şeyleştirilerek sunulan nesnenin yansımasında var olur. Fetişleşerek özneden 6 Laval, C., Dardot, P., La Nouvelle Raison du Monde, La Découverte, 2009. 7 Fischbach, F., La Privation de Monde. Temps, Espace et Capital, Vrin: Paris, 2011. bağımsızlaşan nesne, hayattan kaçıp saklanılacak bir sığınak yanılsaması yaratır ve bu nesnede yaşayan birey, kendi zamansallığından kopan, sonsuz bir şimdiye sıkışan öznedir. Zira, sermayeye özgü değerin zamanı zorlayıcı bir şimdidir. Bu algı içerisinde, genel eğilim, niteliksel zamanın, fiziki olanın zamanının genelleşmiş zorlayıcılığı içinde inkârıdır. Bir diğer anlatımla; yaşanan deneyimin zamanının, ölçülebilir, hesaplanabilir olan zamanda olumsuzlanmasıdır. Zira geçen zamanın, ona sayısal bir değer atfettiğimiz için kontrol edilmesi, kazanılması halinde elle tutulur bir şeye dönüştüğü algısı vardır.8 Yani, boş zaman etkinlikleriyle şekillenen yaşam biçimini anlatmak için, şöyle diyebiliriz: “Deneyim epizotlarında gittikçe zenginleşirken, yaşanan deneyimlerde gittikçe yoksullaşıyoruz.”9 Kontrolsüz bir ritimde yaşarken yaptığımız sadece bizde iz bırakmayan, kişiliğimizi oluşturacak anlatılar kurmayan deneyimleri biriktirmektir. 8 Hall, E. T., La Vie dans de la Vie. Temps Culturel, Temps Vécu, 1983, Points Seuil: Paris, 1992, s. 60-61. 9 Benjamin, Walter, Expérience et Pauvreté, Petite Bibliothèque Payot: Paris, 2011. 24 Şeyler 2.0 Yazı ve fotoğraflar: Özge Calafato Çok sıkılmıştık. Hayat üstümüze üstümüze geliyordu. Sıkıntı bir türlü bitmiyordu. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Halimize şükretmekle daha fazlasını istemek arasında gidip gelmekten başımız dönmüştü. Kendimizi mutlu hissetmemiz gerektiğine ikna olmuştuk ama daha fazla yaşamak istiyorduk, bu kesin. Bazen de hızla ölmek istiyorduk ki güzel şöhretimiz bozulmasın. Bir yerlerde tanıştık ama şimdi ikimiz de hatırlamıyoruz. Hafızamız kayboldu, tortusuyla avunuyoruz. Birbirimizi nasıl bulmuştuk? Böyle harika rastlantılara nasıl da bayılıyorduk. Sıkıntıdan sıyrılmanın tek yolunun her gittiğimiz şehri bir eğlence yerine çevirmek olduğunu çok başlarda anladık. Eğlendikçe her şehir bizim oldu. Eğlenmek için o kadar çok sebep vardı ki. Bize her yer panayır. 25 Şehrin yağmurları Şiddetle yağan yağmurda damlaları içerek sırılsıklam koşturup kahkaha atarken çok eğleniyorduk. Rio de Janeiro Şehrin sabahları Sabahın en erken saatlerinde yollara dökülüp mahmur ve meşgul şehirlilerin afiyetle yediği bütün kahvaltıları düşleyip acıkıyorduk. 26 Şehrin Geceleri Gece şehrin üzerine çöktüğünde dünyayı değiştireceğimize dair kuvvetli bir hisle içimiz titriyordu. Şehrin ara sokaklarında sürekli kaybolmak istiyorduk. Şehrin metinleri Şehri her an devrim oldu olacak hissiyle yaşıyorduk. Duvar yazılarının peşinde saatler harcıyorduk. 27 Şehrin sisleri Sisli günler favorimizdi. Bir gözün diğerini görmediği o irkilten günlerde adeta birer detektif gibi çözülmemiş cinayetlerin izlerini sürüp heyecanlanıyorduk. Her sisli gün bir korku filmiydi bizim için. Şehrin mantık hataları En büyük eğlencelerimizden biri nesnelerin kendisiydi. Dükkân dükkân gezip anlamlandıramadığımız her nesneyi kendimize eğlence konusu yapmakta üzerimize yoktu. 28 Şehrin insanları Şehrin insanlarının da şehrin nesnelerinden pek bir farkı olmuyordu bazen. Sokaklar en eğlenceli defilelerdi. Ama erkeklerden çok hep kadınlar ilgimizi çekiyordu. Şehrin mabetleri Şehrin deşifre edilmesi zor sanat sergileri otoportre çekmek için müthiş fonlar sunuyordu. Galeri açılışlarında bedava kokteyl kanepeleriyle karın doyurup sonu gelmez selfie’ler çekerek çok eğleniyorduk. 29 Sarmaş dolaş oldukça her şehri tekrar tekrar yaşıyorduk. 30 Başka Şehir Başka Sinema Söyleşi: Eylem Ertürk Zaman içinde değişen tüketim alışkanlıklarımız, şehirle olan ilişkimizi ve sinemaların durumunu da etkiliyor. Bir tarafta sayıları gittikçe azalan bağımsız sinema salonları var. Teknolojik değişikliklere uyum sağlayamayan tekil salonlar izleyici kaybediyor, ekonomik zorluklar kentsel dönüşüm baskısıyla birleşiyor, şehrin hafıza mekânları yavaş yavaş ortadan kayboluyor. Diğer yandan AVM’ler içinde yaygınlaşan yeni tüketim alışkanlıkları sinemaları da etkisi altına alıyor. Mekânları değişse de, sinema salonları şehirdeki kültürel hayatın, sanat ve eğlence tüketiminin önemli durakları olmayı sürdürüyor... İmre Tezel ve Emre Akpınar’la Türkiye’de sinema salonları, değişen film tüketim alışkanlıkları ve Başka Sinema’yı konuştuk. Film izleme alışkanlıkları, özellikle de son yıllarda, hızla değişti. İzleyiciyi ve sinema salonlarını etkileyen bu dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz? Aslında Türkiye’deki sinema bileti satışlarında kayda değer bir artış var. Mesela 2014’te 60 milyon bilet satıldı. Bunun %60’ını ticari yerli filmler oluşturuyor. Bu %60’ın %75’lik kısmını ise vizyona giren 108 yerli filmden 10 tanesi oluşturuyor. Bu da sinema salonlarının, öncelikli olarak bu ticari yerli filmleri tercih etmelerine sebep oluyor. Dijitalleşmeyle birlikte artık 35mm filmlerin yerini DCP dediğimiz hard diskler aldı ve kopya yaratmak için gerekli olan maliyetler düştü. Bunun da etkisiyle çok hasılat getiren filmler sinema salonlarında çok yaygın olarak yer alabiliyor. Eskiden 200 kopyayla vizyona giren ticari bir yerli film, bugün 800 salonda yer bulabiliyor. Türkiye’de 2000 sinema salonu olduğu gerçeğine dayanarak, 800 salonda ticari bir filmin gösterildiği bir ortamda, 31 geriye kalan 1200 salonu da 30-40 film alıyor. Sonuçta yüksek kopya sayısıyla vizyona giren yabancı ve yerli filmler nedeniyle, bağımsız filmlerin programlanabileceği salon sayısı gittikçe azalıyor. En büyük değişimi burada yaşıyoruz aslında. Bu da seyirciye sunulan seçeneğin azalmasına, art arda benzer filmlerin vizyona girmesine ve genele baktığımızda daha farklı bir kültürel yapının oluşmasına sebep oluyor. Öte yandan da bu dönüşüme ayak uyduramayan birçok bağımsız salonun kapandığını veya kapanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Başka Sinema elinden geldiği kadar bu işin yönünü değiştirmeye çalışıyor aslında. Şu an seyirciyle buluşan birçok film, Başka Sinema olmasaydı vizyona çıkma şansı bulamayacaktı. Bu hem yerli, hem de yabancı filmler için geçerli. Sinema salonları şehrin kültürel hayatının önemli bir parçası. İstanbul’da sadece Beyoğlu bölgesine baktığımızda bile, bağımsız filmlerin vizyona girebildiği eski sinema salonlarının kentsel dönüşüme direnemediğini görüyoruz. Sinema sektörünün içinden bakarak, bu değişimin şehrin kültürel hayatı üzerine etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yıllarca festivallere ev sahipliği yapan Emek Sineması akla geliyor ilk önce. Orada film izlemek apayrı bir deneyimdi, ama artık insanlar bu deneyimi yaşayamayacak. Hem tarihi ve mimari dokusu hem de uzun yıllar kültürel hayatın yapıtaşlarından biri olması nedeniyle, Emek Sineması’nın yok olması büyük bir kayıp. Bu yok oluş kültürel çeşitliliğin yok olmasına giden bir süreç aslında. Biz tekil salonlarda film izlemenin farklı bir deneyim olduğunu düşünüyoruz ve bu salonların yaşamasını destekliyoruz. Ama bir yandan da hayatımızın içinde var olan gerçekliği de kabul etmeliyiz. Artık ne yazık ki tekil sinema sayısı yok denecek kadar az. Bu nedenle de AVM’lerin içindeki salonlarda yer almak zorundayız. Çünkü ortada bir gerçeklik var ve biz bunun içinde bulunan insanları dışlamak yerine, o yapının içine katılıp oradaki insanlara da ulaşmak zorundayız. Başka Sinema’nın amacı en basit haliyle iyi filmleri her türden, her yerden, her bakıştan, her düşünceden insanla buluşturmak. Bu sebeple AVM’lerin içinde de varız. Bir şekilde oradaki tek tipleşmeyi kırmayı deniyoruz. Zaman içinde izleyici ilgisinin arttığını da gözlemliyoruz. Öte yandan, birçok AVM sineması da Başka Sinema’yı bünyelerine dahil ederek bu kültürü ve çeşitliliği tutmanın ve insanlara yeni seçenekler sunmanın peşindeler. Bu da bir yandan umut verici. Kasım 2013’te yeni bir program anlayışıyla hayatımıza giren Başka Sinema nasıl bir ihtiyaçtan doğmuştu? Yurt içi ve yurt dışındaki 32 festivallerde çok ses getiren ve izleyici tarafından büyük ilgi gören birçok film, ne yazık ki vizyonda yer bulamıyordu. Bunun nedeni de sinemalarda gişeye yönelik yerli filmlerin ve blockbuster Amerikan filmlerinin yer kaplamasıydı. Ya da arthouse diyebileceğimiz bu tür filmler bir hafta içinde vizyona girip kalktığı için seyirci bu filmlerden haberdar olamıyor, dolayısıyla bu filmler seyircisine ulaşamıyordu. Başka Sinema’nın öncelikli amacı, bu tip filmlerin hak ettiği süre vizyonda kalabilmesini sağlayabilmek oldu. Tüm dünyanın dijitale geçtiği ve 35mm teknolojisinin yok olduğu bir dönemdeyiz. Türkiye’deki sinemaların çoğu bu dijital teknolojiye yatırım yapabilmişken, tekil sinemalar böyle bir şansları olmadığı için zorlanmaya başlamışlardı. Başka Sinema’nın yapısını oluştururken amaçlarımız arasında tekil salonların bu filmleri göstermeye devam edebilmelerini sağlamak da vardı. Bu nedenle de sinema salonlarına gerekli olan yatırımı Başka Sinema kapsamında gerçekleştirdik. Aslında daha geniş bir açıdan bakarsak, yerli film yapımcılarının bu filmleri yapmaya devam edebilmeleri, yabancı film ithalatçılarının bu tip filmleri almaya devam edebilmeleri, M3 Film gibi dağıtımcıların bu filmleri dağıtmaya devam edebilmeleri ve bağımsız salonların bu filmleri gösterebilmesi için de böyle bir yapıya ihtiyaç vardı. Bir yaşam alanı açtık diyebiliriz belki de. Başka Sinema’ya benzer programlama modellerinin farklı ülkelerde de örnekleri var mı, yoksa bu tür alternatif arayışları Türkiye’ye özgü bir durum mu? Aslında var ama sinemalar özelinde: New York’ta IFC veya Paris’teki birkaç salon gibi. Arka arkaya birçok film izleyebileceğiniz, eski filmlerin ve kült filmlerin oynatıldığı salonlar var. Fakat bildiğimiz kadarıyla bir dağıtım modeli olarak Başka Sinema bir ilk. Çünkü Başka Sinema’nın içeriğini oluşturan şirket, M3 Film, bir dağıtımcı. Bir dağıtımcının bu yola girip bu işi yapması, sanırız dünyada bir ilk, en azından bildiğimiz kadarıyla. Türkiye’de şu anda 5 şehirde 13 sinemada Başka Sinema var. İstanbul dışında hangi şehirlerdesiniz? Bunu artırmayı düşünüyor musunuz? Farklı şehirler ve yeni salonları neye göre belirliyorsunuz? İstanbul dışında İzmir, Ankara, Bursa ve Eskişehir’deyiz. Tabii ki kuruluşumuzdan beri en büyük amacımız olabildiğince fazla şehirde olmak, İstanbul’da da salon sayımızı artırmak. Görüşmeleri devam eden şehirler arasında Diyarbakır, Mardin, Erzurum, Trabzon, Samsun, Kıbrıs gibi yerler var. Buralarda da olmayı çok istiyoruz. Öncelikle salonların yerlerine ve potansiyellerine bakıyoruz. Salonun yeri, kapasitesi, daha önce oynayan filmlere göre nasıl çalıştığı önemli 33 göstergeler. Şehrin kendi sosyopolitik ve ekonomik yapısını göz önüne alarak, hem Başka Sinema’nın seyirci potansiyelini geliştirmeye uygun olan şehirleri hem de kapasite açısından uygun olan sinemaları seçmeye özen gösteriyoruz. Tabii ki en önemli etkenlerden biri sinemanın da bizi istemesi. Dolayısıyla öncelikle bu yönde görüşmeler yapmamız gerekiyor. Bulunduğunuz şehirlerde sinema tüketim alışkanlıklarına nasıl bir etkiniz olduğunu düşünüyorsunuz? Başka Sinema’nın ana amaçlarından biri, izleyiciye yeni bir seçenek sunabilmek. Yani tamamen festival havasındaki bir programı, her ayın başında bir program dahilinde izleyiciye sunup onların tepkisini görmekti ilk amacımız. Başka Sinema’nın marka haline gelmesinin hem nedeni hem de sonucu seyircinin bu program altında gösterilen filmlere güven duyması oldu. Bir film Başka Sinema seçkisindeyse iyi olduğunu düşünüp o filme gelmesi ya da kendi zevklerine uygun bulması bizim için çok önemli. Seyirciye böyle bir seçki dahilinde çeşitlilik sunulmadan beğeniler konusunda yorum yapmak sağlıklı değil. Film izleme alışkanlığını yaratmak ve çeşitlendirmek önceliğimiz. Bu da bir kültürün kaybolmasının önüne geçmek demek. Çok daha yaygın hale gelmek istememizin de en önemli nedenlerinden biri bu. Aklıma ilk gelen örnek İzmir Karaca Sineması. Kapatıp başka bir yapıya dönüştürmeyi düşünüyorlardı sinemayı. Fakat hem bizim uğraşlarımız, hem oradaki kültür sektörünün baskıları, hem de seyircinin yoğun isteği üzerine bu sinema kapanmaktan kurtuldu ve şu anda çok iyi bir Başka Sinema salonu haline geldi. Bunda oranın programını yapan kişinin de çok büyük emeği olduğunu söylemek gerek. Hassasiyetle üstünde durup direndiğimiz zaman bu filmler Mall of İstanbul gibi, Haramidere gibi daha periferide yer alan bir sürü yerde de seyircisine ulaşıyor. Aslolan önyargılardan sıyrılıp denemek, hem filmlere hem de izleyiciye bir şans vermek, yeni bir alan açmak ve seçenekler sunmak. Sadece Beyoğlu gibi kemikleşmiş izleyici kitlesi olan yerlerde değil, Türkiye’nin birçok yerinde Başka Sinema’nın yaygınlaşacağına, izleneceğine ve alışkanlık haline geleceğine inanıyoruz. Seyirci geliştirmek de bu demek zaten. İleride bu dönüşümü daha açık ve güçlü bir şekilde göreceğimize inanıyoruz. Başka Sinema bundan sonra nasıl devam edecek, yeni planlar var mı? Amacımız daha çok şehirde ve sinemada olup, daha çok insana ulaşırken, bir yandan da içerik konusunda daha çeşitli olmak, programa yeni etkinlikler ve söyleşiler eklemek, beklenmedik 34 yerlerde insanların karşısına çıkıp Başka Sinema heyecanını sürdürmek. Tanıtım anlamında her filmle tek tek ilgileniyoruz. SineBebe, Başka Çarşamba gibi programlar yaratıyoruz. Örneğin SineBebe seanslarında Rexx dolup taşıyor. Büyük bir ekibimiz ve sonsuz bütçemiz olmadığı için yavaş yavaş ilerleyebiliyoruz, ama yaptığımız her şeyin iyi ve kalıcı olmasını hedefliyoruz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Başından beri birlikte ilerlediğimiz en büyük destekçimiz Kariyo & Ababay Vakfı’na, diğer destekçilerimize ve heyecanını yitirmeyen seyirciye çok teşekkür ederiz. Her türlü yeni fikre açığız. Bu yazıyı okuyorsanız ve internet bağlantınız varsa tıklayın. 35 Occupy Zvezda Editörlerin notu Belgrad’da Avrupa’nın en eski sinema salonlarından biri olan Zvezda (Yıldız) Sineması, Devlet tarafından özelleştirme kapsamında Sırbistan’ın en zengin iş adamına satılmış ve kaderine terk edilmişti. 21 Kasım 2014’te, bir grup genç film yapımcısı ve kültür sanat çalışanı, bu efsanevi sinema binasını işgal etti, temizledi, düzenledi ve Belgrad vatandaşları için ücretsiz film izleyebilecekleri bir salona dönüştürdü. Faturaları ödedikleri takdirde şu an için binada kalmalarına izin verildi. Bütçelerini gönüllerden toparladıkları bağışlarla oluşturuyorlar. Direnişi takip etmek için altcine’nin web sayfasını ziyaret edebilirsiniz. Akla harabe halinde yıkılmayı bekleyen Alkazar Sineması ve altZine’in bu sayısında da bahsedilen daha bir çok salon geliyor. Zveda (Yıldız) Sineması - Belgrad - 2014 Alkazar Sineması - İstanbul - 1944 36 Pinyata Sanem Bozkurt Banyodan su sesi geldikten sonra içinden yirmiye kadar saydı. Mutfağa geçip musluğu açtı. Yüzünde bir gülümseme belirdi. İçinden bu kez ona kadar saydı, Ali’nin kızgın ama çaresiz sesi yükseldi. “Musluk mu açtınız yine? Buz gibi oldu su!” “Hayır, musluk falan açık değil. Şofben bozuk. Oyalanma da çık bari.” “Hayret bir şey ya… ” diye başlayıp giden söylenmesi su sesinin içinde kaybolurken kendisine kahve hazırladı. Kahvesini yudumlarken musluktan akan suya bakarak duşun altında Ali’nin bir o tarafa bir bu tarafa kaçarak şampuanlı saçlarını durulamaya çalıştığını hayal etti. İçerde suyun sesi kesilir kesilmez musluğu kapatıp Damla’nın odasına doğru yöneldi. “Küçük prensesim. Kalk bakalım. ” “Kalkmak zorunda mıyım?” “Hımm, bir bakalım. İstersen uyuyabilirsin. Parti yapmayalım o zaman.” “Parti, parti partiiii!” diye yataktan fırladı Damla. “Giydirin beni hemen.” Bu sırada Ali giyinmiş ve bu kez parfümle duş almış şekilde odaya girdi. O gelince Damla kollarını uzatıp “Babaaa!” diye seslendi. Ali, nadide ve kırılgan bir vazo gibi dikkatle Damla’yı kucakladı. “Güzel kızım uyanmış mı? Saçlarını tarayalım mı prensesimin?” Pınar, “Kıyafetini hazırladım, koltuğun üzerinde,” diyerek uzaklaşırken cevap yerine ikisinin gülüşmesi geldi. Doğum günü partisi brunch olacaktı. Damla’nın sınıf 37 arkadaşları, kendi çocukları olan arkadaşları derken yirmi beş kişi olmuşlardı. Ali, ‘Nişan mı yapıyoruz mübarek amma para tutuyor,’ diye çok söylenmişti. Tabi Pınar’a söyleniyor Damla’ya ise ne isterse kızım onu yaparız, palyaço da olur, pinyata da, diyerek anlayışı sonsuz bir baba oluveriyordu. Henüz kimse gelmeden garsonlardan birinin eline tutturdukları telefonla, Ali’yle sıkı sıkı sarılıp Damla’yı kucaklayarak #BugüngünlerdenDamla pozu verdiler. Sonra gelenleri karşılama merasimi başladı. Damla dâhil sekiz prenses kıyafetli kız çocuğu, dört örümcek adam kıyafetli oğlan, iki tane de kovboy vardı. Damla kendisinden başka bu kadar prenses olmasından pek hoşnut gözükmüyordu, özellikle sınıf arkadaşı Nazlısu’nun maşayla kıvrılan saçlarını, renkli lipstickle kızaran dudaklarını ve pembe ojelerini gören Damla’nın yüz ifadesi fırtına öncesi sessizliği andırıyordu. Pınar’ın yanına gelerek “Ben de pembe oje istiyorum,” diye fısıldadı. “Şimdi nereden bulayım ojeyi sana? Eve gidince süreriz olmaz mı?” “Olmaz ben şimdi istiyorum.” “Damla’cım bak ne güzel bir parti. Bir sürü hediye getirdi arkadaşların. Haydi, gidip oynayın biraz.” Bu son cümleyle beraber Damla Pınar’ın eteğine yapışarak ağlamaya başladı. ‘Pembe oje istiyorum dedim!’ cümlesini oluşturan kelimelerin araya serpiştirildiği hıçkırıklarla ağlıyordu. Bunu duyan Nazlısu yanlarına gelerek, “Bu pembe değil ki Damla, fil dişi üzerine sürülmüş açık somon zaten,” demesiyle Damla’nın ağlama sesi biraz daha tiz bir tona taşındı. Pınar çaresizce etrafına bakındı, Ali yoktu. Damla’nın gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Birden “Pembe oje yok ama sana rimel sürelim istersen?” dedi. Eliyle gözyaşlarını silen Damla sakince “Tamam, haydi sür anneciğim,” diye cevap verdi. Tuvalete gidip ayna karşısında rimel sürdüler. “İşte bak, çok güzel oldu,” dedi Damla’ya. ‘Yaptığım doğru değil ama kriz yönetiminde bazen böyle tavizler gerekiyor,’ dedi kendine de. Böylece işlerini bitirip partiye katıldılar. Çocukların hiçbiri yerine oturmuyor, kimisi balonlarla oynuyor, kimisi birbirini kovalıyordu. Damla nihayet sakinlemiş, arkadaşlarının yanına gitmişti. Ali yanına gelerek kulağına eğildi “Şunlara bak!” diye Serap’ı işaret etti. “Kendi gelmiş, kocasını getirmiş, iki çocuk bir de bakıcı.” Gözlerini kısarak dudaklarını oynatmaya başladı. “Çok belli ediyorsun,” dedi Pınar. “Neyi belli ediyorum?” “Beşle yüz otuz beşi çarptığını.” 38 Bu sırada masaya içecek servisi başlamış, herkes mutlu gözüküyordu. Pınar “Şşişt” diye bir ses duydu, sağında solunda kimse yoktu. Aşağıya doğru bakınca, bir örümcek adamın kendine seslendiğini gördü. Gülümseyerek çocuğun hizasına eğildi. “Buyurun sayın süper kahraman?” “Hani palyaço yok mu? Kim eğlendirecek bizi?” diye sordu çocuk. Önce yüzündeki tükürükleri sildi Pınar. “Geliyor merak etme, yolda şimdi,” diye yanıtladı. Çocuk şüpheli gözlerle bakarak örümcek adam kalabalığının içine karıştı. Geliyor demişti demesine ama çocuk haklıydı. Çoktan burada olmalıydı. Çok kısa bir zaman içinde bu çocuk kalabalığı mekânın altını üstüne getirirdi. Verilen her zarar hesaba eklenir ve Ali ile sonsuza uzanan başka bir kavga konuları olurdu. Aceleyle şirketi aradı. “Metin Bey, merhaba… Hayır gelmedi… Nasıl başka birisi mi? O da iyidir diyorsunuz. İnşallah. Ama acil gelmesi gerekiyor… Ararsanız sevinirim. Bulamadıysa ben tarif ederim… Tamam, bekliyoruz.” Çok geçmeden kapıda göbekli, orta yaşı geride bırakalı epey olmuş, bıyıklı bir adam belirdi. Az önce son nefesini çekmiş olduğu sigaranın kalan dumanını savurarak içeri girdi. Burnunda kırmızı bir ponpon vardı. İnanmaz gözlerle bakan Pınar’ın yanına gelerek kendini tanıttı. “Merhaba. Muhsin ben. Animatörüm. Bana da geç haber verdiler, bu yüzden geciktim. Beş dakika içinde hazır olurum.” Pınar şok içindeydi. Ali’ye bakındı. Yoktu. Ne diyeceğini düşünüyordu ki yanlarına gelen Nazlısu Muhsin’in patlamaya hazır balon gibi duran göbeğini parmağıyla dürterek, “Palyaço sen misin yani? Bıyıklı palyaço olmaz ki ama…” dedi. “Sen bu işleri iyi biliyorsun herhalde küçük hanım. Zaten boyanmışsın da. İstersen sen ol palyaço. Ne dersin?” diye cevap verdi Muhsin. Fildişi üzerine somon ojeleriyle “Anneee!” diye bağırarak uzaklaştı Nazlısu. Tuvalet tarafını gösterdi Pınar, “Şu tarafta hazırlanabilirsiniz.” Pınar’ın yanına gelen Ali “Bu mu eğlendirecek çocukları? Şirketi hemen arıyorsun Pınar.” “Yeni birini gönderecek olsalar bile artık çok geç. Ona bir şans verelim bence. Şu anda elimizdeki en iyi seçenek bu zaten.” “Öff. Parasıyla rezil olmak böyle bir şey herhalde.” Cevap vermeden masaya geri döndü Pınar. Açlıktan bayılmak üzereydi. Damla da doğru düzgün bir şey yememişti daha. Kendine hızlıca bir tabak hazırladı. Bu sırada Muhsin kostümünü giymiş çocukları az ilerdeki boş alana toplamaya çalışıyordu. Nazlısu’yla olan konuşmasını duyan birkaç kız, 39 gelmelerini söyleyen Muhsin’in sözünü ikiletmeden peşine takılmıştı. Oğlanlarsa oralı olmuyor birbirlerini kovalıyorlardı. Koşarken bir tanesi gelip Muhsin’e tekme atıp “Şişko,” diye bağırarak uzaklaştı. Bu az önce Pınar’a palyaçoyu soran çocuktu. Muhsin sakince çocuğa dönüp “Omzundaki ne senin? Gel yaklaş bakayım,” dedi. Pınar merakla olan biteni izliyordu. Çocuk telaşla omuzlarına bakmaya başladı. Kafasını çevirdikçe “Öbür tarafa geçti. Şimdi sırtında. Bak diğer omzunda,” diyen Muhsin, “Aman korkma ya. Altı üstü örümcekmiş,” dediğinde çocuk zıplayarak “Örümcek, örümcek!” diye bağırmaya başladı. Kahkaha atan Muhsin, “Örümcekten korkan örümcek adam demek böyle oluyormuş. Korkma bir şey yok omzunda. Sana küçük bir şaka yaptım sadece,” dedi. Çocuk rahatlamıştı ama hâlâ öfkeliydi. Diğer arkadaşları da çocuğa “Sen nasıl örümcek adamsın?” diyerek Muhsin’in yanına doğru ilerleyince çaresiz peşlerinden gitti. Balondan at yapan Muhsin, kalbi kırık örümcek adama bunu hediye ettiğinde barışmışlardı. Pınar karnını doyurmuştu, çocukların sesi kesilmişti, Ali para ile ilgili konuşmayı bırakmıştı. Pınar neşeyle çayını yudumladı. Damla’nın sınıf arkadaşlarının anneleriyle sohbet etmeye koyuldular. Yanlarına gelen garson Pınar’ın kulağına pastanın ne zaman kesileceğini sordu. “Birazdan,” dedi Pınar. Bu huzur dolu dakikaların tadını çıkartmak istiyordu. “Damla bir şey yedi mi?” diye sordu Ali. “Pek sayılmaz canım ya. Bir şeyler hazırlayacağım onun için şimdi.“ “Sen burada kendi karnını doyur. Ben yediririm kızıma. Nasıl annesin anlamıyorum,” diyerek uzaklaştı Ali. Neye uğradığını anlamayan Pınar etrafındakilere belli etmemeye çalışarak lavaboya doğru yöneldi. Tuvaletlerden birine girip kapısını kapattı, klozetin kapağını kapatıp üzerine oturdu, sifonu çekti sesi duyulmasın diye. Sonra dışarı çıkıp yüzünü yıkadı. Masada herkesin keyfi yerinde gözüküyordu. Hava almak istedi. Mekândan dışarı çıktı. Soğuktan dolayı boş kalan masalardan birine oturup park etmiş arabaları izledi bir süre. “Oturabilir miyim?” dedi birisi arkasında. İrkildi Pınar. Dönüp baktı gelen Muhsin’di. “Tabii,” dedi. “İçer misin?” diye sigara uzattı Muhsin. Damla’ya hamileliği ile beraber bırakmıştı Pınar. Zaman zaman kaçamak yapıyordu ama Ali’nin asla haberi yoktu bundan. Kesinlikle yasaklamıştı sigarayı. Maazallah Damla’ya kötü örnek olurdu falan. “Evet,” dedi Pınar, “bir tane iyi olur.” Dışarıdan gören olsa ne der, diye geçirdi içinden. Palyaço kıyafetli bir adamla eksi beş derecede sigara 40 İllüstrasyon: Jean-Michel Bihorel içiyorum. Konuşmadılar. Pınar bir iki nefes alıp bu garip durumu uzatmamak için teşekkür edip içeri geçti. Masanın etrafındaydı herkes, happy birthday şarkısı çalıyor, Damla babasıyla beraber mumu üflemeye hazırlanıyordu. Pınar’ın üç hafta önce sipariş ettiği, kızına layık olanı bulmak için altı ay önceden yerli yabancı demeden onlarca blog takip ederek uğraştığı ve nihayet karar verdiğinde bu kez kimin en güzel yapacağını iki ay araştırdığı pastanın önünde, baba kız gülücükler saçıyorlardı. Yanlarına gitti. “Nerdesin sen?” diye çıkıştı Ali. “Neden beni beklemediniz?” “Bakındım sana aslında, göremedim.” “Büyük nezaket gerçekten bana bakınman.” “Hazırlanana kadar gelirsin diye düşündüm sonra. Damla da çok sabırsızlandı, ne yapsaydım?” “Buraya bakın!” diye seslendi Serap, “Bir de üçünüzü çekelim.” “Bari bugün asma şu suratını,” dedi Ali. “Hem ortadan kayboluyorsun hem de surat bir karış geliyorsun.” Başını Pınar’ınkine yaklaştırıp, “Sigara mı içtin sen?” dedi. Derin bir nefes aldı Pınar, “Defol git!” demek istedi ama sustu. “Pasta enfes olmuş şekerim. O ne güzel tasarım. Tadı da bir harika,” konulu tebrikleri kabul etti bir süre. Pastalarını bitiren çocukları Muhsin büyük sürpriz için çağırdı. Pinyata onları bekliyordu. Bütün çocuklar birer kez vuracak birkaç turun sonunda pinyatanın parçalanmasına yakın, sopa Damla’nın eline verilecek böylece doğum günü çocuğu eşek şeklindeki pinyatayı parçalayacak ve çocuklar da etrafa saçılan şeker, çikolata, küçük oyuncaklardan oluşan ganimetleri toplayacaklardı. Pinyata bu kadar sağlam çıkmasaydı olması gereken buydu. Dakikalar geçiyor pinyata bir türlü bana mısın demiyordu. Anne babalar daha hızlı diye tezahürata başladılar. Çocuklar var güçleriyle vuruyor ama olmuyordu. “Bozuk senin pinyatan,” dedi örümcekten korkan örümcek adam. Damla’nın yüzü asıldı. Gelecek olanı sezen Pınar ortaya atılıp Damla’nın elinden sopayı aldı. “Seni inatçı eşek!” dedi. “Gel bakalım.” Çocuklar, “Haydi, haydi!” 41 diye el çırpıp tempo tutmaya başladılar. Ali Pınar’a bakıyordu. Pınar da dönüp Ali’nin yüzüne dikkatlice baktı, fotoğrafını çeker gibi. Sonra dönüp eşeğe baktı ve hırsla vurmaya başladı. Bir yandan vuruyor bir yandan eşekle konuşuyordu. “Bunu nasıl buldun?” diyordu, “Başına bunun geleceğini tahmin etmemiştin herhalde?” Konuklardan neşeli kahkahalar yükseldi. “Alemsin Pınar.” “Eşeğin yerinde olmak istemezdik!” Vurmaya ve konuşmaya devam ediyordu Pınar, “Bunun için para ödemek zorunda değilsin üstelik. Tamamen bedava!” “Süper ya!” “Pınar’ın içindeki vahşi çıktı ortaya.” “Bir tane de bizim için vur o haddini bilmez eşeğe.” Bir tek Ali’den ses çıkmıyordu. Kollarını kavuşturmuş Pınar’ı izliyordu. “Ne oldu sevgili eşek hiç sesin çıkmıyor?” dedi Pınar ve tekrar vurdu. Pinyata’nın karnından şekerler etrafa saçıldı. Büyük bir alkış koptu. Çocuklar heyecanla yerdekileri toplamaya başladılar. Pınar sopayı Muhsin’e uzattı. Vedalaşma faslı kısa sürdü. Çoğunun yetişmeleri gereken tenis, piyano ve bale dersleri vardı. Ali hesabı öderken Pınar da parasını ödemek için Muhsin’i aradı. “İyi idare ettiniz gerçekten,” dedi Pınar. Gülümsedi Muhsin ve bir kutu uzattı. “Pinyatanın parçalarını koydum. Sizin için anlamı olduğunu düşünüyorum,” dedi. Pınar başını sallayarak kutuyu aldı, çantasına koydu. “Sopayı da hediye edebilirim isterseniz.” “Teşekkürler,” dedi Pınar. “Hiç gerek yok. Bana bu yeter.” El sıkışarak ayrıldılar. Arabaya bindiklerinde Damla’nın kucağı şekerlemelerle doluydu. “Ne partiydi! Çok eğlendim!” dedi Damla “Siz de eğlendiniz mi?” Pınar arkaya Damla’nın oturduğu araba koltuğuna döndü, eline uzandı. “Tatlım, çocuklar iyi vakit geçirince anne babalar da mutlu olurlar biliyorsun. Sen eğlendiysen biz de çok eğlendik,” dedi. Önüne döndü, gülümseyerek çantasına sarıldı. 42 Yeni Hayat Üçgeni: Site - Plaza - AVM Ali Ergur Hermetik Yaşam Döngüsünde Lefebvre’i Yeniden Okumak Kentsel mekânın dönüşümü, küreselleşme sürecinin içinde ve finans kapitalizminin yönlendiriciliğinde yeni bir siyasi olan-toplumsal olan bağlamı oluşturmuştur. Buna göre, Veblen’in, o dönemde henüz yalnızca yükselmekte olan bir finans burjuvazisinin özelliği olarak teşhis ederek 19. yy. sonunda duyurduğu tüketim-temelli yaşam biçimlerinin, genel bir toplumsal özellik haline geldiğini görmekteyiz. Üretimin görünmezleşmesi, üretim ilişkilerinin ve sömürünün de görünmezleşmesi, hatta tam tersi görüntüye bürünmesi, sanayi-sonrası çağın temel özelliklerindendir. Bu yazıda, finans kapitalizminin cinsinden yeniden yapılanan kent mekânının, Foucault’nun modern çağın özelliği olarak kuramlaştırdığı kapatma, öz-disiplin ve merkezi gözetim özelliklerinin ötesine geçerek, atomlaşmış gözetim haline geldiğini iddia edeceğiz. Sanayi modernliğinin denetim unsuru, üretimin merkezi gözetimi idiyse, sanayi-sonrası modernliğininki tüketim eksenli sıvılaşmış ya da bulutsu bir gözetim sürecidir. Buna mukabil, kurumsal kapatmanın yerini alan ya da onunla birlikte işlemeye başlayan gönüllü katılıma dayalı bir hermetik yaşam döngüsünün ortaya çıktığını iddia edebiliriz. Tüketim-gözetimmekân ilişkisini yeniden değerlendirirken, çağımızın kentbilim yazınına temel katkıları olmuş bir düşünürün, Henri Lefebvre’in, yapısalcılığa da, kültüralizme de mesafeli duran dengeli tavrının felsefi izdüşümlerini izlemeye çalışacağız. Türkiye’nin yapısal dönüşümlerinin önemli bir dönüm noktası 1945 sonrası tarımda makineleşme olgusuysa, bir diğeri 1980’lerden itibaren küresel ekonomiyle bütünleşme aşaması olmuştur. Tarımda makineleşme kısa sürede emek arzı fazlası 43 açığa çıkarmış, böylece kırdan kente denetimsiz bir göçü tetiklemiştir. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllar, bu sürecin kentte maddi ve maddiolmayan sonuçlarının açıkça görülmeye başlandığı dönemdir. Tarımsal üretim ve köylülükten çıkış olarak adlandırılabilecek bu süreç, 1960’lı yıllarda özel sermayenin sanayi atılımları ve küresel ekonomiyle ilk buluşma girişimleriyle birleşince, başlangıçta kırın itmesiyle ivmelenen göç ve kentleşme, 1960’lardan sonra kentin çekimini de içinde barındırmıştır. Kentlerin fiziksel yapılanmasındaki iç içe geçen sayısız sorunun yanı sıra, bu sürekli göç ve yeniden yerleşme hareketinin üst derecede siyasileştirilmesi, hızlı bir toplumsal heterojenleşme, kültür yaşamının çeşitli boyutlarında yeni bileşim ve çatışmaların izlerinin git gide daha kuvvetli bir şekilde yansıması gibi sonuçlar gözlemlenmiştir. 1980’lere gelindiğinde ise, bu karmaşık ve çatışmalı dönüşüm süreci önemli bir mecraya girmiştir. Neo-liberal politikaların dünya çapında yaygınlaşması, 24 Ocak 1980 kararlarıyla Türkiye’de de yankı bulmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi ise, emekçi kitlelerinin, özellikle 1961 Anayasası sonrasında kazandıkları hakları ellerinden alabilecek, sermayeye hızlı büyüme sağlayabilecek uygun siyasi ortamı sağlamıştır. 1983 sonrasında Turgut Özal hükümetleriyle başlayan neoliberal politikaların benimsenmesi ve küresel kapitalizmle bütünleşme süreci, Türkiye’nin toplumsal yapısının bir kez daha köklü bir dönüşüme girmesine yol açmıştır. Artık toplumsal dönüşüm yalnızca iç değişkenlerle değil, aynı zamanda, hatta daha ziyade dış değişkenlerle belirlenir hale gelmiştir. Hatta iç ve dış kavramlarının anlamsızlaşmaya başladığı bir küresel eylem mantığının, bu bağlamda ortaya çıktığının altını çizebiliriz. Buradaki tartışmamızda, bu sürecin çok boyutlu sonuçlarının her birine girmek gibi bir iddiamız olmamakla birlikte, küresel kapitalizmle bütünleşmenin sonucu olan, dünyanın farklı toplumlarında da benzer bir şekilde gözlemlenen yeni bir toplumsal katmanlaşmanın yol açtığı, kent mekânının ayrışma sürecine dair mütevazi bir çözümleme yapmayı hedefliyoruz. Bugün İstanbul’un bir çeşit ideal-tip oluşturduğu kentsel dönüşüm süreci, Türkiye’nin irili ufaklı birçok kentinde son derece hızlı ve çatışmacı bir gelişim izlemektedir. Bu sürecin genel yönünün tedrici olarak daha kapalı hale gelen, gönüllü katılıma dayalı bir kapanma sahaları oluşumuna doğru olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Hermetik yaşam döngüsü adını verdiğimiz bu model, insan-insan ve insandoğa ilişkisini önemli ölçüde (1) bireyselleştirmekte, (2)arzulanan bir ayrışmaya dağıtmakta, (3)iyi denetlenen, belli sınırlarda kendi kendine yeterli yaşam alanları olan kapalı site, kapalı işyeri ve alışveriş 44 merkezi üçgenine sıkıştırmaktadır. Bu sistemin ateşleyici gücü tüketimgözetim eklemlenmesidir. Bu üçlü kapalı alan modeli yine üç temel araçla birbirine bağlanır: Otomobil, kredi kartı, cep telefonu. Hermetik yaşam döngüsü, kendi içinde git gide daha çok kapanma eğilimi gösterirken, kentin bütün aktörlerini, farklı toplumsal ekonomik özellikleri olan ve farklı kapalılık dereceleri arz eden kapanma sahalarına kapatma eğilimindedir. Böylece kentle steril temas adını verdiğimiz bir mekânsal ayrışma ve kentin organik dokusuyla temasın yitimi olgusu, insan-mekân ilişkisini kökten dönüştürmektedir. Hermetik yaşam döngüsünün temel özelliklerini, Lefebvre’in kentin dönüşümünü anlamak için geliştirdiği kavramsal araçlardan bazılarını takip ederek tartışmaya çalışacağız. Lefebvre, öncelikle Marx’tan ödünç aldığı tümellik (totalité) kavramı ekseninde kenti ve onun gündelik yaşamını tartışır. Buna göre, kapitalist kent, yalnızca insanın mekânla kurduğu ilişkiyi düzenlemekle kalmaz, gerçeği (gerçek olanı – le réel) tanımlayarak insanı manevi anlamda da kuşatır. Bir anlam dünyası ya da kısaca dünya olarak saydam bir ideoloji haline gelir. Böylece bütün etkinlikler yani onların aktörleri olmaları hasebiyle bireyler şeyleşirler; bu onların diğer şeylerden farklı olarak, birbirlerinden ayrılmalarını getirir. Hermetik yaşam döngüsü, homojenleşme eğiliminde kapalı Görseller: Sena Başöz, Doctoring, 12’09’’, 2010 45 dünyalar kurarak bu şeyleşmenin hızlandırıcısı niteliğini kazanır. Kapalı sitenin dışında güvenilir bir kentsel varoluş, kapalı işyerinin dışında verimli bir çalışma biçimi, alışveriş merkezinin dışında özgür bir toplumsallaşma tahayyül edilemez hale gelir. Lefebvre, ekonomi politiğin insani olanı bir üretim aracına indirgediği kanısındadır. Hermetik yaşam döngüsü, böyle bir araçsallaştırmayı içerir; ancak onu daha öteye taşıyarak, bireyi tüketim faili olarak varolma seçeneğinin plebisitine yönlendirir. Kapatma kurumlarının baskınlığından kapanma sahalarının yükselişine geçen sanayi-sonrası toplum koşullarında Lefebvre’in de altını çizdiği tümellik iradesi (la volonté de totalité), gönüllü katılımın temel ideolojik zeminini döşemektedir. Zira bu irade ya da istek sayesinde üretimin görünmezleşmesine katkıda bulunup kentsel ayrışmaların, sahte-dünyaların (pseudomondes) kurulmasına, hakikatin tematikleştirilmelerini yasallaştırmaya katkıda bulunmaktadır. Hermetik yaşam döngüsü, kent mekânının organik ilişkiselliğini kırarak, onu tematikleştirilmiş (ikamet, çalışma, toplumsallaşma, tüketme, eğlenme, vb.) bir işlevselliğe bölmektedir. Lefebvre, insanın tümelliği kavramının birincil özelliği olarak gereksinimi sayar. Ona göre insan bir gereksinim varlığıdır (un être de besoin). Hatta insan gereksinimlerle insanileşir; çünkü gereksinimler, onun doğaya oranla yapay özelliğini belirler. Böyle bir saptama bizi kolaylıkla salt tüketimin meşruiyetine götürebilirdi. Ancak Lefebvre, gereksinimin bu insanileştirici özelliğini, insanın çalışması bağlamında anlamlandırır. Çalışma ise, diğer türlerde gördüğümüzden farklı olarak yalnızca maddi emek değil, emeğe katılan anlamı da barındırır. Sanayi-sonrası çağda üretimin görünmezleşmesi; yapılan işlerin doğasının, maddeden kopuş üzerine olduğu kadar, sanallık, varsayımsallık ve erekselliği kendisinden başka bir şey olmayan bir dolaşım ekseninde tanımlanmasıyla doğrudan ilişkilidir. Diğer yandan, Lefebvre, gereksinimin toplumsal bir kategori olduğu kanısındadır; onun bireysel deneyimlenişi arzu yoluyla olur. Diğer bir deyişle bireyselleşmiş gereksinim arzudur. Ancak bu sonsuz ve ben-merkezli bir arzu değildir; zira biçimlenişi sırasında kontroller, izinler, ket vurmalar, olanaklar etkili olur; bunlar, toplumsalın sınırlarını bireye hatırlatırlar. Arzu, belirsizlik ve sınırlılıklar arasında bir diyalektikte oluşur. Oysa hermetik yaşam dünyasını harekete geçiren arzu, önemli ölçüde öznelleşmiş, toplumsalın rasyonel çerçevesinden dışarı taşan, ben-merkezli salt yöneltimdir. Tüketimin nesnesi olan şey ya da etkinlik, hatta belki insan, regresif bir itkiyle arzulama eyleminin hedefidir. Bu anlamda arzu ya da arzulama, bir üretim 46 sürecinin içerdiği emeğin hak ettiği ödül olmaktan ziyade, kendinde tanımlı, kendi söylemsel ekseninde meşrulaşan ve salt öznellik ifadesi olan bir duygu durumudur. Özetle Lefebvre, insanı gereksinim-çalışmaarzu üçlemesinin bileşimi olarak kavramsallaştırır. Hermetik yaşam döngüsünde bu üçlüden çalışma (üretim) eksiltilmiştir. Geriye gereksinim ve arzu ikilisi kaldığı zaman, varlık alanını imleyecek yegâne strateji, üretimden bağlantısı kopmuş tüketim olacaktır. Lefebvre, hazza (la jouissance) yönelmemiş bir çalışmanın kuru bir eylem olduğunu, ama çalışmanın sonucu olmayan bir hazzın da asalak bir yaşam anlamına geldiğinin altını çizer. Oysa hermetik yaşam döngüsü, modern kentin ölümü dışlaması gibi, çalışmayı hazdan uzaklaştırır. Lefebvre, mekân kavramına, fizik gerçeklik ve işlevsel yapılanma olma özelliklerinden öte, bir toplumsal boyut katan toplumbilimcilerdendir. Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında, modernliğin ileri aşamasında, artık mekân toplumsal mekândır; üstelik toplumsal zamandan ayrı düşünülemez. Bu noktada toplumsal mekân, bir dizi yapısal ve anlık ilişki biçiminin sürekli olarak etkileşerek diyalektik bir yaşam kurgusu oluşturması anlamına gelir. Bu noktada, mekân ve onun simgelediği gerçeklik ne De Certeau’nun iddia ettiği kadar anlıksallığa ve kendiliğindenliğe dayanır, ne işlevselcilerin ortaya koydukları gibi yapılanmıştır. Lefebvre hem bu iki zıt güç hem zaman ve mekân arasındaki diyalektik ilişkinin önemini vurgular. Ancak hermetik yaşam döngüsü, bu ilişkiselliği önemli ölçüde parçalar. Lefebvre’in toplumsal mekânda var olduğunu düşündüğü öznel ve nesnel boyutları, ikinci lehine bütünleştirir. Özel grubun varlık alanı olarak toplumsal mekân, git gide küçülmekte, gözetim ve teknolojik olarak sarılmışlık, öznel toplumsal mekânı tedricen daraltmaktadır. Zaman ve mekân ise, hermetik yaşam döngüsünde diyalektik bir tamamlayıcılıktan ziyade, zamanın mekânı biçimleyen bir çeşit plastik malzemeye dönüşmesine neden olur. Cep telefonu, bu anlamda, bireysel stratejiler içinde, mekânı model hamuru gibi yoğurabilme olanağını sunar. Kapanma sahaları, kendilerini var eden kurucu mantık olan gönüllü katılım süreci içinde praxis’in içerdiği düşünümsellik ve anlıksallık diyalektiğini silmektedirler. Onun yerine, Lefebvre’in altını çizdiği yapmanın (le faire) otomatikleşmesi yaygınlaşmaktadır. Hermetik yaşam alanı, çeşitliliği ticari hareketliliği sağlayacak kadar çok ve tüketim merkezli, toplumsallaşmayı indirgeyecek kadar az ve eğlence güdümlü hale getirir. Görüntüsü çeşitlilik, renklilik, duyusal uyarı, zamanın hem fazla boş hem fazla dolu biçimlenmesine dayalı bir alışveriş merkezi, sayısız benzerinin yalnızca bir biçimsel çeşitlemesidir; öngördüğü toplumsallaşma modeli, 47 hayli indirgenmiş, homojenleştirici ve toplumsal tahayyülü şemalaştırıcı özelliktedir. Hermetik yaşam döngüsü, üretimi yüceltmez ancak eylemselliği öne çıkartır. Mekânın kuruluşu ve kapanma sahası olarak işleyişi, münhasıran performansın yegâne geçerlilik ölçüsü haline gelmesiyle mümkün olur. Lefebvre, bireysel pratik eylemi başarı ölçütüyle değerlendiren pragmatizmi eleştirirken, günümüzün performanskaygılı eylem düzlemini de işaret etmiş oluyordu. Zira ona göre, bu pragmatizm, toplum yaşamında olduğu kadar birey yaşamında da çok önemli bir boyutu, dramı, sorunların derinliğini sistemli olarak göz ardı eder. Her zaman yüksek performansta olmak, hermetik yaşam dünyasının en önemli esaslarındandır. Aynı dramatik unsur Bachelard tarafından da, başka bir bağlamda vurgulanmıştır; ânı damgalayan özellik, dramatik olana açılan bir derinlik sağlamasıdır. Performansın yegâne varoluş ölçüsü ve kimlik stratejisi aracı olduğu bağlam, teknolojik olarak inşa edilmektedir; buna Lefebvre teknokratik pozitivizm adını vermektedir. Lefebvre praxis’in toplumsal ilişkiler üretmek anlamına geldiğinin altını çizer. Üretmek yalnızca dolaşıma değişim ve tüketim fırlatmak değildir; aynı zamanda toplumsal ilişkiler üretmeyi de içermelidir. Hermetik yaşam döngüsü, üretimin yalnızca maddi boyutunu göz önüne alarak, kentin organik dokusuyla, öngörülmemiş, anlıksal olanla ilişki yerine, kapanma sahasının kendi içindeki (hermetik) ilişkisellik biçimlerini cesaretlendirir; bunların büyük çoğunluğu tüketim eksenlidir. Bu ilişkilerden ya da ilişki olasılıklarından tüketimi çektiğimiz zaman, geriye neredeyse maddi olmayan hiçbir şey kalmaz. Bu noktada Lefebvre, üretici güçlerle maddi doğa üzerindeki eylemi birbirinden ayırmanın, diğer bir deyişle praxis’i diğer bazı nesnelerden, onları ayrıcalıklı kılarak ayırmanın, o nesneleri fetişleştirmek anlamına geldiğinin altını çizmiştir. Metâ ve para bu ayrıcalıklı nesnelerin başında gelir; kapanma sahaları ise bu ayrıcalıklılaştırma ve fetişizm üzerine inşa edilmişlerdir. Üretim, Lefebvre’e göre yalnızca üretilen ve yeniden üretilen ürünler anlamına gelmez; toplumsal gruplar ve onların ilişkileri de üretilmiş olur. Bu bağlamda mekânın üretimi, ona içkin toplumsal ilişkiler yumağının da üretimi anlamına gelecektir. Bununla birlikte, hermetik yaşam döngüsündeki praxis, değişim değerini öncelediği hatta onu yegâne geçerlilik ve üretim koşulu haline getirmeye kurgulanmış olduğu için, ürettiği toplumsal grup ilişkileri, tüketimin anlıksal, uçucu, tarih-dışılaştırıcı karakterinin cinsinden tanımlanır. Lefebvre, bireyin kendisinin dışında kalan gerçekliği tanımlamak için kullandığı ‘dış dünya’ kavramının yanıltıcı olduğundan bahsetmiştir. Buna göre bireyin bilinci, ona 48 dışsalmış gibi görünen, praxis tarafından üretilmiş bir dünya yansıtır. Oysa praxis, iç ve dış dünyalar yaratmaz; bunların ayrımını vurgulamaz. Praxis bir insani dünya (monde humain) biçimler. Yapmalarla oluşan bu insani dünya insani olanı barındırdığı kadar, insani olmayanı da (nesneleri, eserleri, anlamları) içerir. Hermetik yaşam döngüsü Lefebvre’in işaret ettiği bütünlüğü hem içerir hem dışlar. Zira kapanma sahalarında toplumsallaşma, praxis’i sayısız işlevin organik bütünlüğü ile bireyin bu öz-yeterlilik balonu içindeki varoluş deneyimiyle özdeşleştirdiği için bütüncül bir dünya kurmaktadır. Ancak bu bütünsellik münhasıran tüketimin, üstelik gözetimle desteklenmiş olarak, bir çeşit hakikat rejimi haline gelmesiyle mümkün olur. Bununla birlikte, Lefebvre’in işaret ettiği türden bir bütünlükten tam anlamıyla da bahsedemeyiz; çünkü o praxis’i belirgin bir şekilde üretim paydasında tanımlamaktadır. Diğer yandan kapanma sahaları, doğaları gereği, üstelik yaygın bir gönüllü katılıma dayandıkları için, çok kesin bir iç ve dış ayrımı yaparlar; varlıkları ve toplumsal meşruiyetleri, bu ayrımı, hem de çok keskin maddi ve maddi-olmayan göstergelerle yapmaları sayesinde mümkün olur. Mimari tasarımlarının git gide daha cüretkâr, kentin kapalı olmayan ilişkiler dünyasına aşamalı olarak daha fazla kapanan, estetik iddiası daha meydan okuyan bir özerkliği (hermetizmi) işaret etmesi, bize bu eğilimi gösterir. Ankara’daki, özellikle Söğütözü civarındaki birçok yeni alışveriş merkezi, İstanbul’da özellikle Zorlu Center bu iddiayı fazlasıyla barındırır. Devasa boyutlar, genel bir kapsayıcılığı işaret ederler. Buradaki temel iddia, bir dünya yaratmanın ötesine geçer; dünyanın ta kendisi, dünyanın tamamı olduğu önermesinin altı kalın çizgilerle çizilir. Hermetik yaşam döngüsünde, praxis’in, Lefebvre’in vurguladığı bir diğer özelliği de belirsizleşmektedir: Yineleyici praxis (praxis répétitive) ile yaratıcı praxis (praxis créatrice) arasındaki fark, hermetik yaşam döngüsünde görünmez hale gelir. Toplumsalın üretimi, kapanma sahasının kurucu mantığında, yineleyici praxis’i öne çıkarır; kapanma sahası bildik yinelemelere, bunların epeyce yapılaşmış eylem kalıplarına, öngörülmez ve anlıksalın mümkün olduğunca sistemli bir dışlanmasına dayanır. Örneğin sanat, sermayenin kamusallığı kapsamında, kapanma sahalarında çok büyük oranda piyasanın mutlak yönlendiriciliğinde ortaya çıkabilir. Bir kamu hizmeti olarak İstanbul’da bir konser salonu inşa edilemeyip mevcut en büyük ve görkemlisinin Zorlu Center’da içerilmiş olması bu açıdan önemlidir. Bütün bu yalıtma arzusuna karşın, elbette dışarıda hep yeni ve muhalif unsurlar kalır (sokak müzisyenliği, flash-mob’lar, grafiti, street art vb.). Ancak kent toplumsallaşmasının git gide daha ağırlıklı bir kısmı hermetik yaşam döngüsüne dâhil olduğu için, 49 onun (1)sayısal bir üstünlüğü, (2) iç ve dış ayrımını keskinleştirerek, muhalefeti münhasıran dışta bırakması yönündeki eğilim, Lefebvre’in insani dünya kavramının yarılmasını işaret eder. Kentsel alan, bugün ciddi anlamda ayrışmakta, gündelik yaşamın mekânda örgütlenen maddi ve maddi-olmayan unsurları, gönüllü katılım esasına dayalı bir kapanma sahaları gelişimiyle, değişim değeri cinsinden yeniden yapılanmaktadır. Tüketimin kimlik stratejisi olduğu böyle bir hermetik yaşam döngüsünde, anlıksallık, tarihdışılama ve en önemlisi üretimden kopuk bir iç-dış ayrımı esastır. Kentin mekânı zaten homojenleşen parçalar halinde ayrışmaktayken, bunların üzerine, ayrıca hermetik yaşam döngüsü eklemlenerek, mekân-insan ilişkisinin organikliğinin aşındıran bir yalıtma/gözetim çemberi oluşmaktadır. Kaynakça Lefebvre, Henri, Critique de la Vie Quotidienne II, Fondements d’une Sociologie de la Quotidienneté, Paris: L’Arche Éditeur: Paris, 1961. Lefebvre, Henri, La Vie Quotidienne dans le Monde Moderne, Gallimard: Paris, 1968. Lefebvre, Henri, Le Droit à la Ville Suivi d’Espace et Politique, Éditions Anthropos: Paris, 1974. Lefebvre, Henri, Espace et Politique, Le Droit à la Ville II, Paris: Anthropos, 2000. 50 51 Resim: Sena Başöz Taksi Hande Ortaç Arnavutköy’ün dar yokuşlarından ince topuklarının izin verdiği hızla sahile indi. Arkasında yoğun bir parfüm bulutu bırakıyordu. Birkaç kedi kokunun cazibesine kapılıp kadının peşine düştü. Sonra sıkıldılar. Karanlık bir köşede buldukları ne olduğu belirsiz kemikleri sıyırmayı tercih ettiler. Kadın tenha sokaklarda yankılanan topuk sesinden sıyrılıp Boğaz’ın ışıklı görüntüsüne daldı. Ana caddeye inmesiyle boyut değiştirmişti sanki. “Vay! Boğaz’ı övdükleri kadar varmış!” Elini bile kaldırmasına fırsat vermeden yoldan geçen taksilerden ikisi önüne kırdı. O da en yakında olanın arka koltuğuna kuruldu. Her yeri görmek istiyordu, tam ortaya oturdu. Oturduğu gibi dikiz aynasından sarkan maşallah’ı gördü. Gözlerini biraz yukarı kaldırınca çember sakallı şoförün aksiyle karşılaştı. “Selâmün Aleyküm,” şoför taksimetreyi çalıştırıp gaza bastı. “Kuruçeşme’ye lütfen.” “Ooo! Abla o tarafa çok trafik var, yukardan dolanalım.” “Yok ben manzarayı seyretmek istiyorum, sahilden gidelim.” “Hasupannallah!” derken kafası seyiren şoför, radyonun sesine abandı. Taksinin içi arka hoparlörlerden yükselen bir ilahiyle doldu. Dikiz aynasından sarkan maşallah deli gibi sağa sola sallanıp çırpınıyor, adamın gözleri sinirden kısılmış, kadına aynadan kesik atıp duruyordu. Kadın oralı olmadı. Keyfini bozmaya hiç niyeti yoktu. Yıllar boyu takside içilmiş sigaraların; sarhoş yolcuların hiç istemeyerek çıkardıkları kusmukların; şoförün oturmaktan kilitlenen bağırsaklarından yanlışlıkla ve sessizce kaçan gazın; 52 sıcaktan ya da trafiğin stresinden terleyen vücutların; yollarda yenmek zorunda kalınan dürüm döner, dürüm çiğ köfte, dürülmüş lahmacunun ve aracın bagajının üçte ikisini kaplayan lpg tüpünün içeri yayılan sarımsaksı kokusunu bastırmak için kullanılan en ucuz araba kokusu kadının parfümünü bastırmıştı bile. Ama kadın hiçbir şeyi umursamadı. Sol yanında davetkâr bir şekilde akmakta olan İstanbul manzarasının tadını çıkarıyordu. Ara ara ağaçlarla ve binalarla kesilen Boğaz’ı izledi. Sadece iki dakika için… Sonra araç yavaşlamaya başladı, yavaşladı, yavaşladı ve korna seslerinin arasında durdu. Kadının suratı stop lambalarıyla kırmızıya boyanmıştı. “Neler oluyor burada şoför bey?! Kaza mı olmuş?” dediği anda şoförün sinirli ne kazası yahu düpedüz trafik, biz de boka batar gibi battık içine bakışları ok olup aynadan fırladı. Kadın bozuntuya vermeden yanlarında duran araçları izlemeye başladı. Bu arada radyodaki ilahi sona ermiş, sesi yapmacıklı derecede arınmış bir adam ‘İçinizin temizliği yüzünüze yansımış üstadım ama ne acıdır ki dinleyenlerimiz nur yüzünüzü görmeye nail olamıyorlar,’ diyerek stüdyo konuğuyla hoşbeşe başlamıştı. Kadın taksimetrede yanıp sönen kıpkırmızı 7 TL’yi gördü. Taksi durduğu gibi farların beyaz koridorlarından sıyrılan, yüzlerini stop lambalarının kırmızıya boyadığı savaşçılar gibi camsilci çocuklar araçların etrafını sardılar. Bir tanesi de taksiye yanaşmış, şoförün yanındaki aynayı kara bir bezle silmeye başlamıştı. Şoför kaşlarını çatıp camı tıklattı. “Sittir hadi!” dedi belli belirsiz. Çocuk bu uyarıyı umursamadan yaptığı işe devam etti. Elindeki şişeden şoförün camına biraz sabunlu su fışkırttı, adamın gözünün içine baka baka köpüklü suyu, kara bezle güzelce camın yüzeyine yaydı. Bu pervasızlık karşısında şoför yerinde hopladı. “Piç! Sittir dedim,” diye camın ötesine bağırdı. Çocuk duymadı ya da duymamazlıktan geldi, istifini hiç bozmadan devam etti. Beline sıkıştırdığı cam çekme sopasını çıkarıp pisliği camdan sıyırmaya başladı. Şoförün ağzı açık kalmış, şaşkın şakın çocuğu izliyordu. Radyodaki günahlarından arınmış ses temiz temiz anlatmaya devam etti, ‘İçimizin güzelliği dışımıza sözlerimizle yansır, bizler de sözlerimizle karşımızdakini kucaklamalıyız.’ “Bozuk yok, yok işte! Yok! Senin gibi piçe verecek PARA YOK!” Şoförün sesi camda patladı. Çocuğun suratında hâlâ en ufak bir tepki oluşmamıştı. Adam hızını alamadı, otomatik camı indirdi ve camdan sarkıp çocuğu ittirmeye çalıştı, yetişemedi. Bu sefer de kapıyı açtığı gibi biraz önce kaçmayı başaran çocuğu yakalayıverdi. Çocuğun suratına bir tane tokat patlattı. Çocuk ağlamadı bile, sadece diziyle adamın apış arasına bir tekme 53 geçirdiği gibi koşarak kaçtı. ‘Ellerimiz birbirinin içine geçmiş, ruhlarımız zikir coşkusuyla buluşmuş, hak yolunun neferleri olarak …’ Şoför zar zor toparlanıp çocuğun peşinden koşmaya başladı. Kadın hayretler içindeydi. Arabanın anahtarı kontakta ve araç çalışır vaziyette trafiğin ortasında duruyordu. Kadının gözü taksimetreye takıldı. 8,15 TL. 1 lira 15 kuruş arasında her şey kontrolden çıkmıştı. Şoför çocuğu iki araba ötede yakaladı. Kulağından tuttuğu gibi bir tokat daha patlattı. Kadının ağzı açık kalmıştı ki şoförün yanındaki yolcu koltuğunun kapısı açıldı. Kareli gömlekli, kotlu bir adam araca girip ön koltuğa yerleşti. “Pardon,” dedi kadın, “görmüyor musunuz, yolcu var?!” “Hanfendi, gördük tabii, görülmeyecek gibi değilsiniz maşallah! Korkmayın canım, sizin güvenliğinizi sağlamak için yanınıza geldim.” “Şu anda yardıma ihtiyacı olan ben değilim. Herif ulu orta çocuk dövüyor! Baksanıza!” Kadın dehşet içinde parmağıyla şoförün çocuğu tartaklamasını gösterirken, koltukta oturan adam hiç istifini bozmadan cevap verdi. “Merak etmeyin, benim sizi koruduğum gibi o çocuğu da koruyup kollayanlar vardır.” Biri “Eşşoğluu!” diye seslenince şoför dehşet içinde arkasını döndü. Bir elinde kocaman bir sopaya tutturulmuş pamuk helvalar olan bir satıcı, diğer elinde tuttuğu satırla şoförün üstüne doğru koşuyordu. Şoför çocuğu bıraktı. Çocuk aynı ifadesiz suratla adamlara boş boş baktı sonra ortadan kayboluverdi. Şoförse kaçması gerektiğini ancak idrak etmişti. Koşmaya çalışırken ayakları birbirine girdi. Önce yere kapaklandı, beli açıldı. Pantolonunu toparlamaya çalışırken yerlerde süründü. Kalkmayı becerip kaçmaya başladı, araç selinin içinde kayboldu. Artık sadece onu takip eden pamuk helvacının sopası görülüyordu. Sopanın üstünde pamuk helvalar hoplayıp duruyorlar ve sanki zıplaya zıplaya trafiğin derinlerine doğru kendi başlarına ilerliyorlardı. Radyoda yeni bir ilahi başlamıştı ki arabaya yeni binen adam, radyoyu sert bir hareketle kapattı. Kadın pamuk helva sırığından gözünü almayı başardığında, ön koltukta oturan adamın iyice arkasını dönmüş kendine baktığını gördü. Herif enikonu kadını süzmeye başlamıştı. Önce V yakalı bluzundan belli belirsiz gözüken dekoltesine, sonra dizlerini açıkta bırakan eteğine ve biraz kaykılıp ayakkabılarına kadar kadını derinlemesine tetkik etti. “Beyefendi benim korunmaya ihtiyacım yok, lütfen beni yalnız bırakır mısınız?” Adam kadına doğru biraz daha eğildi ve kaykılınca belindeki tabanca ortaya çıktı. “Aaa bu istediğinizi yapa54 mam çünkü bu, görevimi ihmal etmem demek.” Gözü tabancaya takılmış olan kadın, “Polis misiniz?”diye sordu. “Şişt!” dedi adam fısıldayarak “sivil görevdeyim.” Suratında sinsi bir ifadeyle, “Şoförün araca döneceğini zannetmiyorum artık. Biz nereye gidelim fıstık?” derken adamın eli kadının dizine doğru uzanıyordu. Kadının kalbi küt küt atmaya başladı. Taksimetre 9,30 TL’de yanıp sönüyordu. Kuruyan bir meyve gibi gövdesini içine çekmeye çalıştı. 9,35 TL. Nefesini tutup görünmez olmak istedi. Adam yavaş yavaş ona doğru eğildi. İkisi birden alevlenen korna sesleriyle irkildi. Adamın dışarıdaki bu yeni hareketliliğe odaklanmasını fırsat bilen kadın kapıya doğru yöneldi. Tam tutup kapıyı açacağı sırada sürücü kapısı açıldı, içeriye bol makyajlı bir kadın girdi, panik içinde arabanın kapılarını kilitledi. “Hemen buradan gitmeliyiz! Hemen! Bana yardım edin!” İçeri atlayan kadın çığlık çığlığa bağırıyordu. Sivil polis kadına bir tokat çarptı. “Sussana orospu!” Bağırıp çağıran kadın sakinleşti birden, bir karşısındaki adama baktı, bir arkada oturan diğer kadına ve sinirleri boşalıp bu sefer de ağlamaya başladı. “Süleyman abi ya elini ayağını öpeyim yardım et bana.” “Neriman, bak iş üstündeyim, hadi kızım çek arabanı.” “Abi vallaha benim suçum yok.” Bir yandan hıçkırıyor, bir yandan da kesik kesik anlatmaya çalışıyordu. “Önce ful muamele, sonra sikiş, eee, ödemeye gelince yarım yövmiye! Neden?! Ben de çektim bıçağı çizdim herifi!” “Kızım neresini çizdin adamın?” “Ayy ay geliyor abi, geliyor valla! Saklayın beni!” “Ah Neriman vah Neriman!” Kadının paniğinin tersine sivil polisin sesi sakindi, dalga geçiyordu. “N’aptın yavrucum sen? Her elin adamını böyle böyle yola getirecek miyim sandın?” Süleyman’ın eli bu sefer hayat kadınının baldırına yöneldi. “İşimi yaptım hakkımı arıyorum Süleyman abi!” “Nerde şimdi it?” Süleyman’ın sesi iyice yumuşamıştı, Mini etekli hayat kadınının baldırlarını okşuyordu. Kadınsa iki elini direksiyona koymuş, açık bir yolda hızla ilerliyormuş gibi ileriye bakıyor, sanki kendine dokunulduğunu hissetmiyordu. “Arkamdan geliyordu. Saklanmak için arabaya atladım.” Hayat kadını takip edildiğini hatırlamışçasına arkasına baktı. “Geliyor! Geliyor! Alacak beni.” Elini vitese attığı gibi gaza bastı. Hoop ne oluyor demeye kalmadı, önlerinde bekleyen araca bindirdiler. Sivil polis kapının koluna tutunmuş bas bas bağırıyordu. “Ulan orospu, ulan aklı kıt. Dursana!” Neriman durmadı, bu sefer 55 vitesi geriye taktı ve yine gaza bastı. Bu sefer de arkadaki araca küt diye bindirdiler. Süleyman korkudan ödü patlamış halde kadına bir tokat daha attı. Direksiyondaki bileğini kavradı ve kadının elini simitten ayırmaya çalıştı. Neriman çıldırmış gözlerle polise baktı. Diğer elinde minicik bir şey parıldadı. “Öldürecek beni anlamıyor musun?!” Tek hamlede adamın suratını çizip arabadan dışarı atladı ve kaçmaya başladı. Süleyman önce ne olduğunu anlamadı. Sonra yüzündeki sıcak ıslaklığı hissetmiş olacak, parmaklarıyla yarasına dokundu. Gözlerinden alev saçarak, “Ben senin ananı da ebeni de bellerim,” deyip arabadan atladı ve Neriman’ı takip etmeye başladı. Kadın arabanın arka koltuğunda oturup kalmıştı. Olanlara inanamıyormuş gibi boş gözlerle karşıya bakıyordu. Eteğini dizlerine doğru çekiştirdi, oturduğu yere biraz daha yerleşti. Derken sağ ve sol arka kapılar açılıp içeri birer adam girdi. Kadının iki yanına oturdular. İyi giyimliydiler, ekşi ve keskin kokulu parfümleri kadının başına saplandı sanki, hafif bir ağrı başladı. Biri iç cebinden bir sigara çıkarıp kadına ikram etti. Kadın istemediğini söyledi, diğeri sigarayı kabul etti. Kadının üstünden sigaralarını yakıp içmeye başladılar. “Eğlenmeye gidiyorsun değil mi?” dedi biri. Diğeri “Hem de en iyi gece kulüplerinden birine.” “Henüz varamadım ama amacım öyle. Başarabilirsem.” “Önemli olan mekân değil biliyorsun değil mi?” “Önemli olan nasıl bir eğlence aradığın?” “Nasıl yani?” Sağındaki adam ceketinin cebinden deri bir portföy çıkardı. Portföyü açtı, farklı büyüklüklerde elle sarılmış sigaralar yan yana dizilmişler, ince bir lastikle portföye tutturulmuşlardı. Solundaki adam “Turuncu rengi mi seversin, yoksa lacivert rengi mi tercih edersin?” diye sordu. Kadın anlamaz gözlerle bakıp “Turuncu” diye cevap verdi. Portföydeki hazır sarılmış sigaralardan orta büyüklükte olan bir tanesini kadının dudaklarına yerleştirdiler. Çakmağı çakıp ateşi sigaranın ucuna yaklaştırınca sigara bir anda alev aldı, arabanın içi sarı bir ışıkla aydınlandı. Kadın sigarayı içine çekip alevi tütüne hapsetti. Sigara için için yanmaya başladı. Yoğun turuncu bir duman sigaranın ucundan ağır ağır yükseliyordu. Kadın sigaradan derin bir nefes daha aldı ve nefes ciğerlerini ağır ağır işgal ederken aracın dışından gelen sesleri daha iyi duymaya hatta anlamaya başladığını fark etti. Arka araçtaki şoförün çişi gelmiş söyleniyordu, yan arabadaki kızın çorabı kaçmıştı, naylon çorabını pürüzsüz bacağından aşağıya doğru yavaşça sıyırdı. Çıt diye bir çantanın tokası açıldı. Çorap hışırtıyla çantanın dibine koyuldu. Ön arabadaki 56 adam ciklet çiğniyordu, Boğaz’da minik bir balıkçı teknesi karanlığa saklanarak pancar motorunu patlatarak yol almaya çalışıyordu. İki adam da kadının gözlerinin içine bakıyorlardı. Beğendi mi acaba? Kadın tam sigarayı dudağına bir kez daha götürüp sigaranın tadını çıkaracak, sol yandaki cam tıklatıldı. O tarafta oturan adam konuşmak istemedi ama dışarıdaki ısrarla camı tıklatmaya devam etti. Gelenden böyle kurtulamayacağını anlayan adam camın otomatik düğmesine dokundu, cam aşağıya kayarak açılırken kıpkırmızı güllerle dolu bir buket camdan içeri girdi. “Bu güzel ablaya bir demet çiçek almak ister misiniz abilerim?” “Hadi çek arabanı! Görmüyor musunuz meşgulüz!” “Abicim bu güzel ablanın hatrına! Kadınlar çiçektir.” “Uzatma da git, uğraştırma, kötü olur!” Kadın tam turuncu dumandan bir fırt daha almak için sigarayı ağzına yaklaştırırken buket dışarı çekildi ve aynı anda çiçekçi kadının başı camdan içeri girdi. “Ablacım ucuza gitme, amma güzelsin ablacım, bu abiler senin kıymetini bilsin, sana çiçek gibi davransın, benim öküz gibi davranmasınlar ablacım, sen istersen alırlar, bir demet gül ablacım sana layık değil ama, bak bütün gece burada dikildim, bir bu demet kaldı ablam, Allah aşkına bak Allah’ın adını ağzıma aldım, eğer bir kötülük varsa kafamda almam vallaha almam, ama daha eve gideceğim, son buket ablam, çocuklar evde aç bekler, hadi güzel gözlü ablam, bırak da sana bir kıyak yapsınlar, ha ablam…” Solda oturan adam hızla ve kuvvetle çiçekçinin başını içeri uzattığı kapıyı açtı, kadın ne olduğunu anlayamadan geri çekilmeye çalışırken kapının çerçevesi başına şiddetle çarptı. Çiçekçi arabanın dışında acıyla kıvranırken, otomatik cam yukarıya doğru sessizce kapandı. “Uğraşma dedik, anlamadı!” Çiçekçi küfredip uzaklaştı. Arabadaki kadınınsa daha fazla sabrı kalmamıştı. Eğlenmek istiyordu. Hazırlanmış gelmiş bir taksinin arka koltuğunda kapalı kalmıştı. Tuzak gibi… Oooff. Şu sigaradan bir fırt daha alacak ve gecesinin bundan sonrasını harika bir şekilde geçirecekti. Yanında yakışıklı sayılabilecek eğlenceden anlayan iki adam vardı. İşte tam sırasıydı. Kadın bir nefes daha almak için sigarayı dudaklarının arasına oturttu. İçine çekmeye çalıştı, çekti, çekti duman filan gelmedi. Kadın yanındaki adamlara umutsuzca baktı. Tekrar tekrar denedi, ama bir türlü olmuyordu. Sonra birden her yer çiğ bir ışıkla oldu. Çok uzaklarda bir yerde 15,00 TL kırmızı kırmızı parladı ve söndü hemencecik. Yoğun ışıkta gözleri kamaşmıştı. Etrafındaki her şey bir anda yok olmuştu. *** “Neler oluyor?!” diyerek yattığı yerden doğruldu. Bembeyaz bir odanın ortasındaydı. Ön tarafında 57 gözlük şekli verilmiş bir ekran olan başlığı kafasından çıkardı. “Neden bitti anlayamıyorum?” diye tekrar seslendi. “Daha eğlenmeye bile başlayamadım.” Metalik bir ses duvarların ötesinden cevap verdi. “Üzgünüm, ödediğiniz para ancak bu kadarına yetti.” “Ama nasıl olur? 2010’lu yıllar İstanbul’u çok eğlenceli dediler bana. Siz de izlediniz işte, daha hiçbir şey olmadı ki!” “Hanımefendi biliyorsunuz bu modellemeler on binlerce kişinin hafıza kayıtlarından gerçeğe uygun olarak yaratılıyor. Bizim bir müdahalemiz olmuyor. Bu tarihler için yaratılmış olan modelimizde bu ücret aralığında ancak bu kadar bir eğlence alabiliyorsunuz. Devamı için bir bu kadar daha ödeme yapmanız gerekli.” “Yani bu gecelik bu kadar, öyle mi?” Çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu, sinirli bir şekilde çantasını kaptığı gibi kapıya yöneldi. “Bir dahakine aynı yıllardaki Uzak Doğu eğlencelerini deneyeceğim. Umarım beni İstanbul gibi hayal kırıklığına uğratmaz,” diye söylenerek uzaklaşırken topuk sesleri koridorda yankılanıyordu. 58 Osmanlı’dan Günümüze Bir Kent* Kültürü Ögesi Olarak Meyhaneler Fikret İklima Yeşiltaş “Kalbi âşık gibi viran ettiler meyhaneyi Bivefalar ahdına döndürdüler peymaneyi” 1 Nevî Türkler Anadolu’ya göç etmeden ve hatta yerleşik hayata geçmeden evvel, pek çok hastalığın şifası olarak niteledikleri kımızın eser miktarda dahi olsa alkol barındırması nedeniyle, İslamiyet’in kabulünden önce alkol tüketiminden tamamıyla uzak değillerdi. Buna rağmen, ilk dönemlerde göçebe hayatın etkisi, ardından da İslamiyet’in kabulü ile meyhane kültürünü içselleştirememiş; ancak İstanbul’un fethiyle beraber, Bizans İmparatorluğu’ndan miras alınanlar içerisinde meyhanelerle yakından tanışma fırsatı bulmuşlardır. İlber Ortaylı İstanbul’da meyhanelerin o dönemlerde nerelerde bulunduğunu “Sanıldığının aksine, sadece Galata Beyoğlu’nda değil, İstanbul’un her semtine dağılmıştı. Kuşkusuz her köşeye meyhane açılamazdı. Dini yerlere, mezarlık, tekke, türbe, cami civarına bugün de içkili lokanta açılamıyor.”2 şeklinde açıklamış, bir yandan ne kadar yaygın olduklarına dikkat çekerken; öte yandan da Müslüman halk tarafından kabul görmüş olsa dahi, inanç sistemleriyle meyhaneler arasındaki sınırın korunması için çabalandığının altını çizmiştir. Şüphesiz bu dönemden Tanzimat Devri’ne kadar meyhanelerin yöneticileri çoğunlukla gayrimüslimlerden; özellikle Ermeni ve Rumlardan oluşmuş; lakin bütün dinlerin mensupları İmparatorluk süresince içki yasakları ve serbestisi arasındaki gelgitlerden etkilenmiştir. İçki içmek ve meyhane açmak birçok padişah döneminde defaten yasaklanmış; ancak * Kent sözcüğü burada sosyolojik anlamda sanayileşme sonucu ortaya çıkan yerleşim birimini değil, ticari, kültürel, toplumsal yönüyle kırsal ile benzerlik göstermeyen yerleşim birimini işaret etmektedir. 1 “Aşığın kalbi gibi meyhaneyi viran ettiler Vefasızlar kadehi kendilerine benzettiler “ 2 Ortaylı, İlber, İstanbul’dan Sayfalar, Hil Yayınları: İstanbul, 1986, s.170. 59 İstanbul’da Bir Meyhane, 17.Yy., Minyatür zaman zaman Yeniçerilerin yasağa ilişkin hoşnutsuzluğu ve meyhanelere konan ağır vergilerin hazineye sağladığı gelir göz önünde bulundurulduğunda, tekrar serbest bırakılmak durumunda kalmıştır. Bu yasaklar çoğu zaman Anadolu’da Bektaşi fıkralarının doğmasına olanak hazırlamış; ayrıca Ankara yöresinde alkol ihtiyacını gidermek için bozahanelere gidenlerin sayısında kayda değer artışlar gözlemlenmiştir.3 Tüm bu süreli yasakların asıl sebebi İslam’ın içkiyi haram kılmasından ziyade, meyhanelerin zaman içinde politik eleştiri merkezleri haline gelmesi olmuştur. Öte yandan, İstanbul meyhaneleri ilerleyen vakitlerde bazı 3 Oğuz, Burhan, Türkiye Halkının Kültür Kökenleri 1, İsis Yayınları: İstanbul, 1976, s.733734. ritüellere sahip olmaya başlamış ve bu ritüellerin görünür bir şekilde devam ettirilmesi Müslüman çoğunluğun da bu durumu içselleştirdiğinin göstergesi olarak ele alınmıştır. Ortaylı, “Ramazanın bitiminde, yani arife günü meyhaneci gedikli müşterilerine özel bir davetiye gönderirdi. Midye yahut uskumru dolmalarından oluşan bu davetiyeye unutma bizi dolması deniyormuş. İstanbullu alkolik değildi, ama töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve meyhane hayatını severdi.”4 diye aktarırken bu aleniliğe dikkat çekiyor. Meyhanelerde şimdilerde görmeye alışık olmadığımız bir başka adet ise, fiske şamdanı yakmaktır. “Saki meyhaneye gelen müdavimleri kulağında bir çiçek olduğu halde karşılar, ‘Buyurun efendim, buyurun’ diyerek içeriye davet ederdi. Bu arada tanıdığı misafirlere adlarıyla hitap ederdi. Sofra kurulduktan sonra barba5 kendi eliyle fiske şamdanı sofraya koyar, sofradakileri ‘Ağalar, sefa geldiniz!’6 diyerek selamlardı.” Ardından meyhanedeki çubuktârın7 getirip yaktığı tütün çubuğu, mezelerin dizilişi, meyhane ustasının akşamcılar masasına ‘derdinize yanın’ diyerek diktiği mum; İstanbul meyhanelerinin kendilerine has niteliklerinin göstergeleridir. Bugün hâlâ kullandığımız 4 Ortaylı, İlber, ibid, s.88. 5 Meyhane sahibi, yöneticisi. 6 Zat, Vefa, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Meyhaneler maddesi, C.5, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayınları, s.437. 7 Bazı kaynaklarda ateşoğlan diye geçiyor. 60 pek çok kelime ve söz öbeğinin kökeninde de İstanbul meyhanelerinin bu ritüelleri bulunmaktadır. İçkiyi fazla kaçırıp yürüyemeyecek halde olanları evlerine götürmek için, meyhane önlerinde bekleyen hamalların olması ‘küfelik’ tabirini; aslan kabartmalı bardaklarda sunulan rakının renginin de süt rengine benzemesinden ‘aslan sütü’ dolaylamasını ve sarhoş olan kişinin, normalde konuşmaktan imtina edeceği meseleleri açıklıkla anlatabildiği rakı sofrasına ‘çilingir sofrası’ isminin verilmesi bu zengin ritüeller sayesinde gerçekleşmiştir. 18. yüzyılda, Batılılaşma hareketlerinin ivme kazandığı dönemde, Osmanlı Devleti, özellikle İstanbul’da altyapı, onarım ve şehirleşme çalışmalarına yönelmiştir. Böylelikle kent hayatı dönüşmeye, yeni mekânlar gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.8 Tanzimat Döneminin görece özgür ortamı içerisinde meyhane sayılarında artış görülmüş, ancak genele bakıldığında bu artış yalnızca meyhanelerle sınırlı kalmamış, Batı tarzı ve hatta Batılılarca açılan içki mekânlarına da ilk kez bu dönemde rastlanmıştır. Böylelikle, artık meyhanelerin ticari anlamda rekabet etmek zorunda kaldığı yeni oluşumlar, yavaş yavaş meyhane kültürünün de dönüşmesine yol açmış; sözgelimi, Batılı yaşam tarzına öykünmenin arttığı bu dönemde, 8 Hamadeh, Shirine, Public Spaces and the Garden Culture of Istanbul in the Eighteenth Century, Cambridge University Press: Cambridge, 2007 s.283. gedikli9 meyhanelerin geleneksel sini-tabure düzeni, yerini çağdaş masa-sandalyelere bırakmıştır. Bu yeni gelişmelerin meyhaneler açısından önemini ise Ortaylı şöyle anlatıyor: “1850 yılı Ocak ayında, İstanbul meyhanecileri sadrazama başvurdular; ağır vergiler veriyorlardı, bu vergilerin taksite bağlanmasını ve bir bölümünün affını istiyorlardı. Asıl önemlisi şehrin dört bir tarafını, punçci denen ve bazılarını yabancı uyrukluların işlettiği dükkânlar sarmıştı. Punçci dediğimiz; bildiğimiz İngiliz punch’ını, yani çay ve sıcak şerbeti romla karıştırıp satan dükkânlardı. Aynı işi şekerlemeciler de yapıyormuş. Meyhaneciler; punçci ve şekerlemecilerin içki sattığından, ama kendileri gibi vergi vermediklerinden, hele bazılarının yabancı uyruklu olup adamakıllı yükü tuttuklarından şikâyet ediyorlardı.”10 Cumhuriyet’in ilanıyla beraber, alafranga ve alaturka arasındaki çatışma her alanda olduğu gibi eğlence ve toplumsal mekânlarda da kendisini göstermiş; toplumsal yaşama, üst sınıfların rağbet ettiği birer alafranga meyhane formu olarak giren gazinolar ve birahaneler alaturkalaşmış ve gelenekselden neredeyse tamamen kopuk yeni meyhanelerin ortaya çıkışına da zemin hazırlamıştır.11 Zira Cumhuriyet 9 Osmanlı’da 3 tür meyhane vardı. Gedikliler, devlet izni ile açılanlar; Koltuk Meyhaneleri, izbe yerlerde, kaçak işletilenler ve son olarak; sokakta kıyafetinin iç bölümüne sakladığı içki dolu hazne ile içki sunan Ayaklı Meyhaneler. 10 Ortaylı, İlber, ibid, s.172. 11 Zat, Erdir, Yay. Yön., Rakı Ansiklopedisi, 61 Hatay Meyhanesi Defterleri, Kapak, Yapı Kredi Yayınları, 2003. Dönemi’nin eğlence hayatına baloları taşıyan üst sınıflar, bu dönüşüm içinde tercihlerini pahalı mezelerin satıldığı sosyete meyhanelerinden yana kullanmış; böylece meyhane, hemdem sofrası12 olmaktan çıkmış, onun yerine yemek için gidilen gurme mekanlar haline gelmişlerdir. Meyhanelerin eski ritüelleri zaman içinde tamamen ortadan kalksa da sanat çevreleriyle ilintisi, Cumhuriyet döneminde de tam anlamıyla kopmamış, nasıl Divan Edebiyatı’ndan pek çok şair onlara methiyeler düzmüşse; Cumhuriyet Dönemi şairleri için de meyhaneler hep önemli olmuştur. Öyle ki, aralarında Cemal Süreya gibi pek çok şair, ressam ve yazarın bulunduğu, İstanbul Bostancı’daki Hatay Meyhanesi müdavimlerinin, meyhanenin defterine tuttukları notlardan Hatay Meyhanesi DefterOverteam Yayınları: İstanbul, 2010, s.381 12 (genellikle sohbet kastedilerek) paylaşılan, kaynaşılan sofralar. leri isimli bir kitap dahi derlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin geleneksel meyhanelerinin padişahlarca birçok kez kapatılmasına neden olan ‘devlet sohbetleri’ yani siyasal olanın eleştirisi; bugünün meyhanelerinde yerini bulamaz yahut meyhaneler artık bireylerin toplumsallaştığı ender alanlardan olmadığı için göze çarpar nitelikte değildir. Aynı şekilde, geçmişte sahip olduğu ritüel ve anlam bütünlüğüyle karşılaşmak da günümüzde pek mümkün değildir. Meyhaneler artık, yerel-maddî unsurların bir imaj etiketi olarak kullanıldığı (bardak, sini, alaturka müzik, vb.) yerelin/ gelenekselin yalnızca bu maddî unsurlar üzerinden iyi ya da kötü, basit ya da karmaşık bir biçimde taklit edildiği ve pazarlanabilirliğinin önemsendiği ticarî eğlence, yemeiçme mekânlarına dönüşmüştür.13 Tüm bunlara rağmen, Vefa ZAT; İstanbul’da meyhane geleneğini yaşatmaya çalışan yerler arasında Tepebaşı’nda Despina, Asmalımescit’te Refik ve Yakup, Balıkpazarı’nda Cumhuriyet, Kumkapı’da Kör Agop isimlerini saymıştır. Yine de adı geçen meyhanelerden pek çoğunun tabelalarında meyhane değil, Restaurant ibaresinin yer alması; bu mekânların da mevcut dönüşümden tam anlamıyla kaçamadığının ibaresi olsa gerektir. 13 Özdemir, Nebi, Cumhuriyet Dönemi Türk Eğlence Kültürü, Akçağ Yayınları: Ankara, 2005, s.110. 62 Namık Hekim Ali Babacan Beş saattir elinde tutmaktan 40 derece olmuş şişedeki ‘yerli içki’ ancak yarılanmıştı. Son 20 lirasını ‘giriş artı bir yerli içki’ için harcamıştı ve başka parası yoktu. Abartma değil gerçekten 50 kuruşu dahi kalmamıştı. Eve de yürüyerek gidecekti. ‘Keşke Bağlar’dan tutsaydım evi’ diye düşündü. Bütün öğrenciler öyle yapıyordu halbuki. Emek’teki evi rahmetli babasının bir arkadaşı tutmuştu o gelmeden. Bir senelik kontrat olmasa şimdi bırakır çıkardı o evi. Pek de anlaşamadığı iki arkadaşı daha vardı evde. İkinci yıl daha kafa dengi birilerini bulmaktı planı. Şişesini kaldırıp iki saattir dans etmekte olan kıza kaldırdı. Bu üçüncü denemesiydi. Kız yine oralı olmadı. Kıvırcık kızıl saçlarını savurarak arkasını döndü. Belki de geldiğinden beri aynı şişede olduğu için ilgisini çekmiyordu kızın. Halbuki arada bir ortadan kaybolup yeni bir şişe alıp gelmiş gibi yapıyordu ama belli ki kız bu numarayı yutmamıştı. Eskişehir’in musluk suyu içilse tuvaletten su doldurup onu içecekti midesi şişene kadar ama içilmiyordu ki işte meret! Ne olursa olsun çok eğlenmeliydi o gece. En belalı dersleri bile hallettiyse finallerde, eğlenmek onun da hakkıydı. Sahnedeki grup ara verdiğinde o da bir ara verip sigara içmek için dışarı çıktı. Neyse ki nerdeyse dolu bir paketi vardı. O geceki tek dayanağı dolu paketiydi. Daha yeni yakmıştı sigarasını ki “Ateşi verebilcen mi?” diyen sesi duydu. Kıvırcık kızıl saçlı kızdı bu. Yanında da kısa mavi saçlı bir kız vardı. Kızı tanıyordu. Mimarlık’tandı. Daha cebine koymamış olduğu çakmakla iki kızın da sigaralarını yaktı. “Kaçıncı bu?” diyerek elindeki şişeyi gösterdi kız. Dudağının kenarından alaycı bir gülümseme gelip geçti inceden. 63 Çizim: Hekim Ali Babacan Mimarlık’taki kız da hafiften kıkırdadı. Kafa buluyorlardı onunla. Kimsenin gecesini mahvetmesine izin vermeyecekti. Eğlenmeye gelmişti ve eğlenecekti. İçkisi olsun ya da olmasın. “Yedi galiba,” dedi tereddütsüz. “Hiç yedi tane içmişsin gibi değil halin,” dedi mavi saçlı kız ve yine kıkırdadı. “Alkol eşiğim yüksektir,” dedi yine tereddütsüz ama sert bir şekilde. Bir süre konuşmadılar. “Yalnızsın galiba,” dedi kızıl saçlı olan. Cevabı dikkatli vermeliydi. İçki ısmarlatmaya çalışıyor olabilirlerdi. Normalde ısmarlardı elbette ama şimdi hovardaca davranılacak bir gece değildi. Ustaca bir cevap vermeliydi. “Evet, yalnızım. Kendime özel bir kutlama,” dedi. Pek ustaca bir cevap olmamıştı ama işe yaramıştı galiba. Çünkü kızlar sigaralarını aceleyle bitirip içeri girdiler. Derin bir oh çekti. Aslında ev arkadaşlarıyla çıkacaktı dışarı. Akışkanlar’a nispet yaparcasına geceye beraber akacaklardı. Ama biri finaller biter bitmez memlekete gidecek kadar ana kuzusuydu. Diğerinin ise iki gün önce teyzesi vefat etmişti. Arkadaşları olsaydı gecesi elbette daha eğlenceli olacaktı. Onlar kendisine göre daha paralı kimselerdi. Para bakımından da kendilerince gayet cömerttiler. Oysa onun annesi ev hanımıydı. Babasının maaşıyla zar zor geçiniyordu kadın. Bağkur emeklisi dedesinden ise para isteyemezdi. İstese verirdi adam ama istemezdi işte. Aksi gibi Başbakanlık bursu da geç kalmıştı. Her şey üst üste gelmişti. Ama bu gece eğlenmeye kararlıydı. Hem de çok… Grup tekrar sahneye çıkmıştı içeri girdiğinde. Deminki kızları aradı gözleri. İki çocuğun yanında olduklarını gördü. Kızlara asılan çocukların yanında başka bir kız daha vardı. Yancı gibi onların gülüşmelerine erken veya geç ama bir türlü senkronu tutturamayarak gülüyordu. Bir süre sonra kız da 64 gözleriyle etrafı kesmeye başlamıştı. Yavaştan dörtlünün yanından ayrılıp bara doğru geldi. Kız yaklaşınca onu da gözünün bir yerden ısırdığını fark etti. Ama çıkaramıyordu. Gözlerini kısmış hatırlamaya çalışırken elinde bir birayla yanına yaklaştı kız. “Tanıyamadın di mi?” diye sordu. “Efendim?” dedi. Gülümsedi kız. “Sanat tarihi almıştık bir ders. Bizden başka seçen olmayınca ders açılmadı ya,” diyerek göz kırptı. Parmağıyla işaret etti kıza. Amerikan filmlerindeki ‘bingo’ işareti gibi yaparak. “He. Şimdi hatırladım,” dedi. “Hangi bölümdeydin sen?” “İktisat,” dedi. “Sen?” “Makine.” Elindeki şişeyi kaldırıp tokuşturalım dercesine bir hareket yaptı. Tokuşturup şişelerinden birer yudum aldılar. “Hangi dersi seçtin sonra?” diye sordu kız. “Beden,” diye yanıtladı kan sıcaklığındaki birasını sıkıca kavrarken. “Sen?” “Teknoloji.” Kız fena değildi aslında. Ama onunla ilgilenir gibi değildi. Biraz muhabbet ilerler diye umut etmişti ama tıkanmıştı mevzu. Bir süre konuşmadan boş boş oturdular. Sonra telefonu çaldı kızın; açtı. “Naptın?... Ne zaman?… Hemen gelirim nolcak… Yemin et!... On dakkaya ordayım.” Kız telefonu cebine soktuğu gibi ayağa kalkıp, başını hafifçe ileri iterek “Görüşürüz,” diyerek uzaklaştı. Şişenin dibine baktı. Ancak iki parmak bira kalmıştı. Hırsla kafasına dikti şişeyi. İçindeki sıvı o kadar azdı ki sanki boğazına değmeden kayıp gitmişti midesine. Çay gibi sıcaktı bira. Memnuniyetsizlikle buruşturdu yüzünü. Ayağa kalktı. Dans konusunda dünyadaki en yeteneksizlerden biriydi muhtemelen. Ama eğlenmeliydi. O da eğlenebilirdi. Tamam, sıkıcı biriydi ama o da eğlenebilirdi. Hem bunun için öyle çok paran olmasına da gerek yoktu. Kötü dans ettiğinin bilincindeydi. Muhtemelen dışarıdan bakıldığında daha kötü görünüyordu ama aldırmadı buna. Yerine oturduğunda ter içinde kalmıştı. Tuvalete gitti. O kadar az bira içmişti ki çişi bile yoktu. Atması gereken vücut ifrazatını zaten dans ederkenki terlemesi sonucunda dışarı atmıştı. Elini yüzünü yıkayıp, ağzını çalkalayıp tuvaletten çıktı. Bir arkadaşına “Yarın dışarı çıkalım mı?” diye mesaj attıktan sonra çıktı dışarı. Hava çok güzeldi. Çoğu uyuyan ama tek tük açık olan tekellerin önünde az da olsa hâlâ gezinen köpeklerin arasından üniversitenin ters yönünde ilerlemeye başladı. Doktorlar’ın ortalarına geldiğinde “Namık!” diye seslendiğini duydu birinin. Arkasını döndü. Rasta saçlı bir çocuk ve kız 65 arkadaşı vardı arkasında. “Bana mı dedin?” diye sordu. “Yok moruk,” dedi rastalı. “E Namık dedin…” “Köpeği çağırdık biz hacı,” dedi kız. Sarı bir köpek yanaştı çiftin yanına. Kız diz çöktü. “Namık! Ooo çirkin bu çirkiiin,” diyerek köpeği sevmeye başladı. Köpek olan Namık kızın kolları arasında mest olurken asıl kızların yanında olması gereken insan olan Namık dönüp yoluna devam etti. Emek’e gidene kadar daha çok yolu vardı. Eve girdiğinde saat dördü biraz geçiyordu. Sokaktaki köftecinin dumanı, açık olan balkon kapısından içeri dolmuştu. Uykusu zaten yoktu. Televizyonu açtı. Kendini kanepeye fırlattı. Kanallar arasında gezinirken bir magazin programının tekrarına rastlayınca durdu. Adamlar iyi eğleniyordu. Kanal değiştirdi. Siyah beyaz bir film buldu. Daha önce izlediği bir filmdi. Yeni başlamış sayılırdı. Bu sırada bir mesaj geldi: “Olur. Çıkabiliriz.” Gülümsedi. Kanepeye daha da yayıldı. Yarın çok eğlenecekti. 66 Alternatif Müziğin İzleri Üzerine: Kod Müzik ve Gece Servisi Söyleşi: Ekin Sanaç Kod Müzik’in dükkânı Atlas Pasajı’ndaydı. Benim ortaokul lise yıllarında okul çıkışlarımda gidip başka yerde olmayan bir dolu müzikle tanıştığım, kaset çektirdiğim, plak aldığım yer. O zamanlar underground müzik keşifleri birkaç müzik dükkânı ve o müzik dükkânlarındaki kişilerin rehberliğiyle yapılırdı. Başka bir yolu yoktu. Ve müzik her şeydi. Müzikle nefes alır, müzik üzerinden arkadaşlıklar kurar, her şeyi müzikle yaşardık; ben ve arkadaşlarım. Dolayısıyla bizler için Kod Müzik’in önemi büyük. Kod Müzik organizasyonuyla 1996’dan beri eskiden hayalini kuramayacağımız çok fazla isim Türkiye’ye konsere geldi ve halen gelmeye devam ediyor. Çok uzun yıllar özel seçki müzikleri buradaki insanlarla buluşturmuş, bu müziklere duyduğu tutkuyu paylaşmış ve dinleyiciyi bu yönde beslemiş olan bu oluşumun, Kod Müzik Plak Şirketi olarak da çok iyi isimleri basmışlığı var. Kod Müzik’ten iki önemli isim, Müge Turan ve Necati Tüfenk 10 yılı aşkın bir süredir Gece Servisi isimli rock’n roll müzik ağırlıklı bir radyo programı yapıyorlar Fakat bu uzun soluklu programı artık sonlandırmaya karar verdiler. Bu kararlarını ve on yıllara yayılmış müzik piyasası hakkındaki gözlemlerini konuşmak için buluştuk. Ekin: Lisedeyken sokaklarda benim dinlediğim müzikleri dinleyen insanların gittiğini düşündüğüm yerler vardı. Kadıköy’de, Beşiktaş’ta... Hatta insanları görünce, ayakkabısından, saçından, müzik dinlediğinin anlaşıldığını düşünüyordum. Müziğin dışavurumları vardı. Şu an düşününce çok yadırgadığım düşünceler bunlar elbette ama o zaman resmen öyleydi... Hiç unutmuyorum, Orta 2’de takip ettiğim yabancı dergilerin birindeki 67 okuyucu mektuplarını okuyordum. Bir genç şöyle yazmıştı: “Bir grubu seviyorsan onu mutlaka canlı izlemiş olman gerekir. Bir grubun konserini izlemeden o grubu seviyorum diyemezsin, hayranı olamazsın”. Bunu okuyunca o kadar sinirlenmiştim ki çünkü o zaman dinlediğim grupların konserine gitmek aklımda olan bir kavram bile değildi. Sinirlenmem de çok saçma tabii, sonuçta İngiltere’den bir dergi! Ama içimi çok büyük bir öfke kaplamıştı. Sonrasında o gruplar İstanbul’a konser vermeye gelmeye başladı. Bu güne kadar sayısız konser organizasyonu yapan Kod Müzik bana böyle bir şeyler ifade ediyor işte. 20 yıldır konser yapıyorsunuz. Yaşadığımız yer için çok uzun bir süre. Dolayısıyla hislerinizi, nasıl dönüşümler gözlemlediğinizi merak ediyorum. Konserlerin, festivallerin, genel anlamda eğlencenin tekelleştiği bir süreçten de geçiyoruz. Çoğunlukla İstanbul’da organizasyonlar yaptınız, ama mesela Ankara üzerine düşüncelerinizi de merak ediyorum. Müge: Bir grubu konserinden tanımak, albümünü almak gibi mevhumla büyümedim. Bırak sevdiğimiz toplulukları izlemeyi, konser nedir bilmiyorduk. Bir grubun gelip de sahne efektleri, ışıklarıyla konser vermesi… Ben de çok geç keşfettim ama belki de çok çabuk alıştık. 3-5 konser olunca tabii ki de ‘konsere giden insanlar’ olduk, ama aslında o ilk gidilen konserler unutulmaz konserler oluyor. Stadyum konseri de olabilir, küçük bir mekândaki pub konseri de. Dolayısıyla bir kuraklıktan, kıtlıktan çıktık diyebiliriz. Bunun tarihi de tespit edilebilir. 1990, 1991, 1993’tür aslında. Şimdi herkes hep birden girişiyor. Mekânlar açılıyor. Biri küçük biri büyük grupları getiriyor. Farklı müziklere yöneliyor. Müzik türleri gelişiyor. Eskiden kaç müzik türü çalıyordu ki barda? Bırak canlı müziği, bir yerde rock çalar, bir yerde metal, ya da dans müziği çalan kulüpler vardı. Ortası yoktu. Çok farklı müzik türlerin çalındığı yerler yoktu. Biz gençler olarak hep bir yerlerdeydik ama müziğin belirlediği yerler değildi onlar. Belki bir kimliği vardı ama bir Karga değildi örneğin. O yüzden o kuraklıktan sonra böyle bir dönem yaşadık. Bugün mekânların seyirci potansiyellerini tam olarak ölçemiyorum. Bu çok çeşitlilikte bir konsere kaç kişinin geleceğinin algılayamıyorum, bunun sinyallerini alamıyorum. Necati: Bence seyirci potansiyeli anlamında herhangi bir şey değişmedi. Herhangi bir şey büyümedi. Bir kere bunu kesinlikle masaya koymamız gerekiyor. Yani arz fazla ama talep artmadı. Diyeceksin ki o zaman neden bu kadar grup gelebiliyor. İşte arz fazla ve buradaki talebe göre daha fazla grup getiriliyor. Cepten para harcanıyor. Hep aynı büyüklükte, belirli bir kesim var. 20’li 22’li yaşlarda gençler de var, ama aynı oranda 30-35 yaşında, aileye karışıp kopanlar da 68 var. Kimisi kopuyor, kimisi ekleniyor. Aslında sayı hep aynı. Türkiye’de eğlence anlayışının aslında çok tutucu olduğunun düşünüyorum. Yani metalciler de çok tutucu. Dans müziği dinleyenler de çok tutucu. Maceracı olmak isteyenlerin sayısı çok az. Hep majör, ortalama isimler geliyor. Ankara ve İzmir’i düşünecek olursan, orada oranlar daha da düşük. İstanbul’daki durum hem nüfus büyük olduğundan, hem de teknik olarak daha kolay. Bir de ben eskiden İzmir’e, Ankara’ya birilerini getirdiğimde insanlar daha bir aç olurdu. Şimdi daha zor. Kültür hayatı, eğlence hayatı İstanbul’da daha bir aktif oldu. Ankara’ya eskiden konserleri daha rahat götürürdük, şimdi riskli. Ekin: Benim birkaç sene önce İzmir’de olan arkadaşlarımın neredeyse hiçbiri şu an orada değil, hepsi kaçtı. Necati : Bu işler nasıl devam eder, bilemiyorum? Müge: İnsanlar günün sonunda yine bir şekilde dışarı çıkıp müzik dinleyecekler. Ekin: Bana aslında hep birçok şey değişirken bir yandan da bazı şeyler hiç değişmiyor gibi geliyor. 15 yaşımda gündüz punk konserlerine gidiyordum. En son 2004’te gitmiştim bir gündüz punk konserine. Ve şimdi bu hafta sonu Peyote’de de bir gündüz punk konseri var. Müge: Altkültürler küçük de olsa kendilerini koruyorlar. Hip hop örneğin, eminim girişin 3 lira, 5 lira olduğu hip hop etkinlikleri oluyordur. Necati: Hip hop zaten çok başka bir şeye evrilmiş, güçlü bir alan. Müge: Kulüp kültürü de böyle bir şey mesela. Kulüp kültürünün de bir geçmişi var. Necati: Tabii, 19 ve 20 gibi mekanlar vardı. Ekin: Bir de onların efsaneleşmiş bir yazlık mekânları varmış 2019 diye. Tabii ben yaş itibariyle hiç gitmedim. Müge: Araba hurdalarının içinde. Mad Max gibi bir ortamdı. Tabii bizim de yaşımız çok küçüktü, 16 filandı. Ateşler yanar, meşaleler... Çok güzel fikirdi. Avrupa’nın en büyük açıkhava gece kulübüydü. Necati: Aslında zaten Radyo Eksen, Radyo 2019. Kullanılan mikser de 2019’un mikseriydi. Ekin: Kimindi o? Necati: Radyo 2019 Kaya Çilingiroğlu’nundu. Müge: Bazı mekânlar var bir daha var olamayacak mekânlar... Ekin: Ne çalıyordu bu mekânda? Necati: DJ’ler dışarıdan geliyordu. Herhâlde daha çok Hollanda house’u denebilir. Sadece DJ’ler değil, şov yapan kadın dans grupları da vardı. Müge: Ben neler gördüm orada, drag queen şovları... Necati: Peki şu anda orası ne oldu biliyor musunuz? Maslak Venue oldu. Sonic Youth’un çaldığı yer 69 yani. Müge: Böyle tikel şeyler üstünden bakarsak, aslında bir endüstriden bahsedemeyiz, sadece girişimci birtakım adamlar var diyebiliriz. Ekin: Ve kadınlar! Müge: Evet. Ve böyle birtakım DJ’leri getirmek için varını yoğunu ortaya koyanlar ve batanlar vardı. Necati: Şu an dans müziğinde neler oluyor ben bilmiyorum, o defteri kapattım. Müge: Dans müziği kültürünü bildiğimiz şekliyle sürdüren Mini Müzikhol var. Ama konuştuğumuz bu eski mekânların kayıtları YouTube’da var mıdır diye merak ettim. Hani biri hayır için koymuştur belki. Çok istedim o günleri bir daha görmek. Çünkü insanın kafasında görüntü parçacıkları var. Şimdi ne kadar gerçek ne kadar doğru ondan bile emin olamıyoruz. Ekin: 15 yıla yakın bir süredir radyoda yapmakta olduğunuz müzik programı Gece Servisi’ni sonlandırıyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız? Neden bu doğru bir karar? Ne hissediyorsunuz? Müge: Gece Servisi’ni sanırım Ekim 2001‘den beri yapıyoruz. Yola çıkış sebebimiz sanıyorum net; müzik dinlemektense müzik paylaşmak. Radyo bunun için her zaman iyi bir araç oldu. Radyo Eksen’de başladık ilk olarak, sonra Açık Radyo’da devam ettik. Radyo Eksen’de 2 saatlik bir program yapıyorduk ve o 2 saati özene bezene hazırlardık gerçekten. Şimdi gururla tekrar arşivlere baktığımda görüyorum ki güzel programlarmış. Eksen’in açılışına denk gelmesi aslında bir anlamda iyi oldu. Eksen de alternatif rock müzik dünyasında bir yenilik olarak çıkmıştı o zamanlar. Necati: Barbaros Devecioğlu da oradaydı o zaman. Yani onun şekillendirdiği, her şeyi baştan belirlediği bir radyo olarak çıkmıştı. Müge: Doğuş Holding’in bir yayını olduğunu bilerek orada başladık. Ama yine de belirli bir duruşu olan çizgisini koruyan, en azından korumaya niyetli bir radyo kanalıydı. Bizim program her ne kadar Barbaros tarafından fazla akademik bulunsa da... Necati: Akademik bulunması derken belirlenmiş şarkı formatının dışına çıkıyorduk. Ya iyice gürültülü şeyler ya da 6-8dk’lık parçalar çalıyorduk. Müge: Veya Türkçe parça çalıyorduk. Ekin: Eksen’de Türkçe parça çalmak yasaktı nitekim. Necati: Evet, aynen öyleydi. Radyo ve eğlenceyi konuşacak olursak… Ekin: Mesela radyo benim için ortaokul, lise zamanları akşam dışarı çıkıp arkadaşlarımı görmeye iznim olmadığı için, resmen bir 70 buluşma alanıydı. Pazartesi şu program, salı bu program, cuma o program... Aslında odamda tek başıma radyo dinlerken sosyalleştiğimi filan zannediyordum. Müge: Radyo bir anlamda çok da kişisel bir şey. Müzik dükkânından o anlamda çok farklı. Kod Müzik’te birebir buluşma, direk bir iletişim vardı. Tepki gibiydi bizim dükkân. Ben de müziği hep kendi odamda dinleyen biriyken, dört duvar arasında bir deneyimken dükkâna gitmek orada takılmak, müzikle hafiften kafayı yormuş sıyırmış tiplerle konuşmak çok daha başka bir şeydi. Necati : Çok güçlü bir şey. Ekin: Evet Kod Müzik’in dükkânı ben ve bazı arkadaşlarım gibi kaset toplayarak başlayıp üniversitede MP3’le tanışan arada kalmış kuşağın doğrudan bağ kurduğu yerdi. Necati: Açıkçası radyo biraz ölmekte olan bir format. Şuraya bak burada bir tane cd çalar, pikap ve amfi var. Radyo yok. Eskiden vardı. Ama radyo artık çok dijital olmuş ve kişiselleşebilmiş bir şey. Müge: Şu anda herkes bir radyo programcısı olabilir. Her blogger aynı zamanda bir DJ’dir. Kendine ait bir programı vardır denebilir. Necati: Yapılabildiğinin örnekleri de mevcut. Mesela Mete Avunduk’un kurduğu Standart FM ya da Radio Fil. Müge: Ama artık insanlar müziği bilgisayardan dinlediği için belki kendini ayrıksı bir yere koyamıyor radyo. Necati: Elinin altında her zaman dinleyebilir. Atacak soundcloud’a sonra açarım diyecek. Yani biz her çarşamba gidiyoruz Açık Radyo’ya ama o eski hissini kaybetti. Yani insanlar çarşamba günü saat 19:00’da radyonun başına geçmiyorlar. Müge: Ya da daha doğrusu biz afaki konuşuyoruz. 10 yıl önce bizi kaç kişi dinliyordu. Şimdi kaç kişi dinliyor. Bunu bilmiyoruz. Necati: Biz hiçbir zaman popüler radyo sanatçıları olmadık. Müge: Nefesimiz biraz tıkanmış durumda. Öyle bir şey var. Biz bu programı günün sonunda yine öncelikle kendimiz için yaptık. Hep bence öyle oldu. Bizim gibi birileri de varmış oralarda, biz de o insanlara ulaştık. Bizim yorulmamızda kişisel sebepler de vardır. Yani programcılar olarak belki başka bir yola girmek istedik diyebiliriz. Necati: İnsanların eğlenme ya da müziği tüketme şekli de değişti. Bu yüzden algı da değişti. Müge: Ama yine de birilerinin senin için seçtiği müzikleri dinlemek gibi bir ihtiyaç yok mudur? Bir yandan müzikle olan ilişki aslında değişmedi. Müziklerini dinleyenler var, keşfedenler var. Hani o keşif sürecinde radyo bir araç. Bu durum korunuyor ama eğlence dünyasının o organı çürümüş durumda. Paylaşma ortamı zayıfladı. Kimliğini kaybetti. 71 Rengini kaybetti. Değiştirilebilecek bir şey ama yine de ben bunu değiştireyim desem nasıl bir şey yaparım bilmiyorum. Sanki o ivmemizi kaybettik. Ekin: Ben birçok konuda şöyle benzer bir duygu yaşıyorum. Genel olarak toplum olarak hafızamızın olmaması üzerine yetiştirilmemizin etkisini hissediyorum. Mesela 33 yaşındayım ama sokağa çıktığımda 17 yaşındayken gittiğim herhangi bir yeri bulma ihtimalim yok. Oralar artık yok çünkü. Hiçbir şey süremiyor gibi. Hastalık gibi. Beni hep bu düşündürüyor. Bir şeylerin izini sürmek istiyorsan aşırı mesai harcamak zorundasın. Müge: Böyle her şeyi evinde küçük dolaplarında saklayacaksın, her şeyi koruyacaksın. Öbür türlü çok mücadele vermen gerek. O yüzden böyle yazıp çizenler o her şeyi bilenler not alanlar vardı ya, onlar daha doğru yapmışlar. Çünkü kayıtlı hiçbir şey yok. Yani bizim hafızalarımızdaki bir takım eski şeyler bir takım hatıralar var ve onlar üzerinden konuşuyoruz. Sadece herkesin birbirine anlattığı hikâyeler var gibi. Belki terapi grubu gibi bunların konuşulduğu gruplar olabilir! ‘Hatırlayalım grubu’. Çünkü yoksa her şey hep unutmaya yönelik gibi... Ekin: Mekanlarda DJ’lik yapma nasıl gidiyor? Çalıyor musunuz? Oradaki hissiyatınız nasıl? Nasıl etkileşimler yaşıyor, geri dönüşler alıyorsunuz? Necati: Ben DJ’liğe dön- düm. Siyah müzik çalıyorum. Geçtiğimiz cumartesi çaldım. Bambaşka şeyler bence. Müge: Geçen gün Earth konserinden önce bir saatlik bir seçki çaldık. Bayağı bir insan konser öncesinde dinledi. Necati: Çünkü senin o anda çaldığın şey ambiyansı belirliyor. Müge: Gelip ne çaldığımızı soruyorlar. Dükkânın amacı da buydu aslında. Birine bir şeyi sevdirmek, heyecanını görmek çok müthiş bir şey. Necati: Beyza’yı hatırlar mısınız? DJ Beyza. Hatta onun üzerine bir arkadaş belgesel yapmıştı. Beyza da buralarda Moda’da otururdu. 1997’den beri DJ’lik yapıyor. Elektronik müzik alanında önemli işler yaptı. Beyza’da mücadele ruhu vardı. Bana anlatmıştı hatırlıyorum, Beyza Maltepe’de falan DJ’lik yapıyordu. Müge: Günün sonunda bir erkek dünyasıydı. Sabah 4’lere kadar dans plaklarını taşı, koy, çal. Hani DJ’in tanrı konumunda olduğu zamanlar o zamanlar. Kendisi büyük mücadele verdi. Aslında bir yandan kadınlığını korumaya çalışıyorsun bir yandan da kadınlığını kullanıyorsun. Kulüp ortamında bikiniyle DJ’lik yapılırdı. O dünyada kendin olmaya çalışmak bence başlı başına bir savaş. Şimdi daha farklı tabii ki. Şimdi kadınlar birçok yerde çalabilir. Ama o zamanlar öyle değildi. Beyza’yı o yüzden hepimiz çok iyi tanırız. Dinlememiş olan bile tanır tabii ki. 72 Ankara Cidden Çok Eğlencelidir! Tuğba Çelik Ankara’nın adı çıkmış; gri, sıkıcı, soğuk, beyaz yakalılar… Bu söylenenlerin doğruluk payı yok değildir. Ancak geçmişten beri eğlenceli bir kent olmak için çok uğraştığı da gözden kaçmamalıdır. Devlet kurumlarıyla iç içe bir kent ne kadar eğlenebilirse; o da o kadar eğlenir işte. Ankara’nın başkent olmasıyla başlayan modernleşme öyküsü, onun eğlence anlayışına da yön verir. Ankara’nın modern eğlence tarihi çok uzakta değildir, daha dünle yani 1920’lerle başlar. Onun öncesinde, Ankara’nın kendi halinde bir yerleşim yeri olduğunu hepimiz biliriz. Kent merkezi 1923’ten 1950’ye kadar Ulus’tu. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Meclisi, Sümerbank gibi devlet binaları Ulus’taydı. 1950’den sonra ise kent merkezi şimdi Kızılay dediğimiz Yenişehir’e doğru kayar. Bu semte zamanla bu adın verilmesinin nedeni, buraya Kızılay binasının yapılmasıdır; 2011’de Kızılay binasının yerine çok katlı bir AVM yapılmış olsa da neyse ki semtin adı aynı kalır. 1980-2000 yılları arasında Ankara’nın kalbi Çankaya-Gaziosmanpaşa’ya kayar. 2000’den sonra ise Çayyolu eksenli yeni bir kent merkezi oluşumundan söz edebiliriz. Kent merkezinin sürekli yer değiştirmesi insanların birbiriyle etkileşim biçimini değiştirdiği gibi Ankaralıların ürettiği eğlence anlayışının da gelenekselleşmeyip sık sık değişmesine neden olur. Batılılaşmayı seçen Türkiye Cumhuriyeti, Batılı eğlence anlayışını da tanımaya çalışır. Bu süre zarfında ülkenin lideri Mustafa Kemal, rol modeldir. Onun öncülüğüyle başlatılan cumhuriyet balolarında, kadın erkek dans etmeyi dener. Seçkin ailelerin genç kızları, delikanlıları bu balolara ebeveynleriyle katılır, müzik dinleyip dans ederler. 73 Milletvekillerinin, sanatçıların, memurların gidebilmesi için Ankara’da açılan ilk lokanta-gece kulübü, Ulus’taki Sümerbank binası olarak bilinen yapının yerinde bulunan ve Taşhan’ın iç avlusuna bakan Şehir Lokantası’dır. Sahibi Bolşevik İhtilalinden kaçıp ülkemize gelen Juri Georges Karpovitch’tir. Karpovitch daha sonra Ulus’ta Merkez Bankası’nın yanına Karpiç Restoran’ı açar. 1950’lere kadar Baba olarak anılan Karpiç, Ankara’nın en gözde eğlence yeri olur. Müşteriler, yer ayırtma çabasına girmeden eşleriyle birlikte ya da yalnız başlarına akşam yemeğine buraya gelirlerdi. Çünkü müşterilerin hepsi birbirini tanır ve tıka basa dolu mekânın kapısından girenlere ‘Gelin, bizimle oturun’ teklifinde bulunurlardı. Beyaz masa örtü ve peçeteleri, orkestra müziği, güzel yemekleriyle o devirde Karpiç’in rakibi yoktur. 1928’de Eski Meclis’in karşısına açılan Palas Otel’deki bütün çalışanlar Fransız’dır. Söylenenlere göre burada Avrupa’nın bütün yemeklerini, ünlü şarap markalarını, Bomonti Birası’nı, Erenköy – Çankaya – Kavaklıdere Şaraplarını, Karahisar Madensuyunu bulmak mümkünmüş. Orta düzey gelirli Ankaralılar ise özel günlerde Karaoğlan Mahallesi’nde bulunan Zevk, Smyrna, Lezzet, Yıldız, Gümüş Kepçe lokantalarına Türk mutfağının yemeklerinden tatmaya giderler. Ankara, pastanelerle de bu dönemde tanışır. Atatürk Bulvarı’nın üzerinde açılan Özen, Kutlu adındaki pastaneler, sokağa kadar taşırdıkları masa ve sandalyelerle bugün açık havayla temas eden kafelerin temelini atarlar. Cumhuriyet’in ilk yıllarında halka açık, ücretsiz pek çok eğlence ortamı yaratılmıştır. Çağdaş Türkiye’de ulaşılmak istenen şey, yaşamayı seven, açık görüşlü, eğlenerek dünyayı saran ülke insanları yetiştirmekti. Bu nedenle yoksul halkın çabucak ulaşacağı eğlence ortamları tasarlanmaya özen gösterildi. Çabaların boşa gittiği söylenemez. Pembe Köşk’ün önünde yapılan at yarışlarına halkın ilgisi her zaman çok yoğun olmuştur. Ulus Meydanı’nın yakınındaki Millet Bahçesi’nde çalan hafif batı müziğiyle gençler dans ederlerdi. Memurlar da iş çıkışında Anafartalar’da yürüyüş yaparlar, eve gitmeden önce bir kahveye oturup bir şeyler içerlerdi. Bugün dolmuşlarla, düzensiz yapılaşmasıyla kaotik bir görünüm çizen Bentderesi’nde, geçmişte Cumhuriyet Bahçesi bulunurdu. Yine Hamamönü’ndeki bayram yeri de eski Ankaralıların gezip dolaşmaya, çocuklarıyla koşup oynamaya gittikleri bir yerdi. 1925 yılında ise koca bir bataklık Mustafa Kemal’in talimatıyla yemyeşil hale getirilerek Atatürk Orman Çiftliği (AOÇ) kurulur. Böylelikle çorak bir kasabadan başkente dönen Ankara’ya uçsuz bucaksız bir mesire yeri kazandırılır. Genç kızlar ve erkekler AOÇ’de ata binerler, yürüyüş yaparlar, top oynarlar. Bugün bile Ankara’da 74 önce 1930’larda Orhan Veli, Ankara Erkek Lisesi’nden arkadaşları Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la Garip şiir geleneğini başlatır Ankara’da. Yani siz bakmayın griliğine, durgunluğuna; Ankara insana fena halde şiir yazdıran bir kenttir. Orhan Veli’nin en sık gittiği iki meyhane Ulus’taki Kürdün Meyhanesi ile Anafartalar yokuşundaki Üç Nal’dır. Kürdün Meyhanesi herkesin birbiriyle samimi olduğu, veresiye defteri tutulan, hesabı ödemeyi geciktirenlere garsonun servisi yavaşlattığı meşhur bir meyhanedir. Orhan Veli’nin dışında meyhanenin müdavimleri arasında Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat, Ahmet Muhip Dıranas, Aka Gündüz, Cahit Sıtkı Tarancı, İlhan Berk, Nurullah Ataç, Çetin Altan ve Fikret Otyam vardır. Meyhane, şiire, yazıya ilk başlayan gençlerin de kendini gösterme yeridir. Ankara’nın entellektüelleri buraya geldiğinden burada sivil polis eksik olmazmış. Üç Nal Lokantası ise dönemin Ankara’sında kadınların da gelip içki içebildikleri yerlerden biridir. Kürdün Meyhanesi’ne devam eden yazar ve sanatçıların hemen hepsi buraya da gelir. Kadınlardan söz açıldı madem, Üç Nal’a Azra Erhat’ın, Cahide Yeni Hayat Lokantası (Kürdün Meyhanesi) geçirebileceğiniz en sakin hafta sonu seçeneklerinden birisi, AOÇ’ye gidip bir şeyler yemek, yürüyüş yapmak ve TİVMAŞ’tan alışveriş yapmaktır. 1930’larda Ankaralıların piknik yapmak için seçeneği az değildir. İncesu deresinin yakınları, Çubuk barajı... Varlıklı Ankaralıların ise bugün apartmanlarla, işyerleriyle dolu olan Çankaya, Dikmen, Keçiören, Ayrancı, Etlik’te bağ evleri vardı. 1930’larda insanların rahatça gezip görmeleri için toplu taşıma seçenekleri oluşturulmaya çalışılır. Örneğin otomobillerin rahatça ulaşım sağlaması için geniş bulvarlar yapılmış ve yollar asfaltlanmıştır. Böylelikle Cebeci, Kızılay, Ulus, İstasyon, Etlik arasında otobüs işletilmeye başlanmıştır. İnsanlar toprak yoldan asfalt yola geçerek, otobüs kullanarak evlerinden ya da işlerinden çıkıp gezmeye başlamışlardır. 1930’lardan 1960’lara kadar meyhane kültürü Ankara’da devam eder. Meyhane deyip geçmeyin, buralarda Türk edebiyatının iki önemli şiir dönemeci yani I. Yeni (Garip) ve II. Yeni şiiri doğar. Cemal Süreya’nın ‘17 dergi batırdım. İşte Papirüs, üç kez batırdım,’ dediği Papirüs dergisinin kuruluşu 1960’ta Ankara’da gerçekleşir; derginin her sayısı iki yaprak halinde çıkar. Turgut Uyar, Cemal Süreya, İlhan Berk şiire Ankara’da başlarlar; yazdıklarını birlikte yiyip içtikleri kahvelerde, meyhanelerde paylaşırlar. Onlardan 75 Sonku’nun da geldiğini söyleyelim. 1930’da Ankara’da sinema dönemi başlar. İlk sinema filmleri önce Taşhan’da izlendi, sonra Yeni Sinema açıldı. İçinde Mustafa Kemal’e ayrılmış bir loca da bulunan bu sinema, 1956 yılında yıkılır. Yeni açılan TRT radyosunda fasıllar, tangolar, konçertolar çalmaya başlar. 1930’da bugün için şaşırtıcı olabilecek bir başka mekân Gar Gazinosu’dur. Avrupalı sahne yıldızlarının ve revü gruplarının sahne aldığı bu gazinoya yalnızca kravatlı ve takım elbiseli erkekler ile şık giyimli bayanlar müşteri olarak kabul edilir. 1946’da açılan Gençlik Parkı Ankara’ya ‘deniz getirme’ girişimlerinin ilkini oluşturur. 1950’li yıllara kadar hafta sonları Gençlik Parkı’nda halk, sandal ve plaj eğlenceleri yapardı. Gençlik Parkı, aynı zamanda halkın dönemin önemli müzisyenlerini ücretsiz dinleyebildiği bir yerdi. Aynı dönemde Dikmen’de buz pateni gösterileri yapılır, halk bu gösterilerin de takipçisi olurdu. 1949’da Ankara Devlet Tiyatrosu, Büyük Tiyatro ve Küçük Tiyatro olmak üzere iki sahneyle perdelerini açar. Şinasi, Akün, Altındağ sahneleri daha sonraki yıllarda adım adım açılır. Devlet Tiyatroları Ankara’da bir gelenek oluşturmuştur. Yıllar içinde oyunculuk, yönetmenlik, sahne tasarımı gibi pek çok meslek Ankara’da derinleşmiş, çeşitlenmiştir. Şimdilerde sahnelerin birer birer kapatılması söz konusu olsa da bugün Ankaralılar tiyatrolarının izleyici koltuklarını ısrarla tıka basa doldurmaktadırlar. 1950’lerle bütün ülkeyi etkileyen köyden kente göçler Ankara’yı da etkiler. Bu dönemde Ulus’ta pavyonlar, tavernalar açılır. Ancak buralar Cumhuriyet Ankara’sının ideallerine uymaz. Dar gelirli, modern eğlence dünyasına yabancı, daha çok erkeklerin doldurduğu pavyon ve tavernalar, kentin devlet destekli çağdaşlaşma eğilimli kurgulanan sosyal yaşamını olumsuz anlamda değiştirir. Elektro bağlamayla söylenen türküler ve arabesk bu mekânlarda dinlenen esas müzikleri oluşturur. Bu dönemde Gençlik Parkı’ndaki eğlence anlayışı da değişir, giriş ücretli hale gelir. Bunun anlamı halkın nitelikli eğlenme ortamlarına bundan böyle erişemeyecek olmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında nitelikli eğlenceyle iç içe olan halk artık kendi haline terk edilmeye başlanır. Kalabalıklaşan nüfusla birlikte kentte tüketim artar, daha fazla konut, işyeri planlamasıyla Kızılay, Maltepe ve Sıhhiye popüler semtler haline gelir. Bu yeni semtlerde hızla 76 gerçekleştirilen yapılaşma ve bu şok yapılaşmanın içine eklemlenen restoran-eğlence mekânları doğar. 1960’lar tüm dünyanın rock müzikten etkilendiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönemde Ankara’da rock müziğin dinlenebileceği mekânların da arttığı görülür. Bu dönem Ankara’daki ‘aile ile birlikte eğlenme’ geleneğinin değişip ‘gençlerin tek başına ya da arkadaşlarıyla’ eğlenmeye başladığı, anne babanın eğlencesiyle gençlerin eğlencesinin ayrıştığı bir dönemi oluşturur. James Brown, Beatles, Led Zeplin, The Jackson Five, Rolling Stones, Ray Charles, Stevie Wonder, The Doors dünyayı sallarken Ankara da bu müzikten etkilendi. 1970’lere gelindiğinde Ankara arabeske teslim olur. Bu yıllarda fantezi müzik yaygınlaşır. Ferdi Özbeğen, Ümit Besen orglarının başında her telden şarkılar, türküler çalarlar tavernalarda. Buna karşın 1970’lerde televizyonun Türkiye’ye gelmesi, dünya kültürünün de Ankara’ya ulaşmasının kapısını aralanmış olur. Japon ve Çin restoranları açılır Çankaya’da. TRT televizyonunda ekrana getirilen yabancı müzik gruplarının şarkıları ise gece kulüplerinde çalınmaya başlanır. Artık gece eğlencelerinde canlı orkestra müziği yerine kayıttan müzik dinlemeye geçilir; bugünkü DJ müziğine giriş yapılır diyebiliriz. Türkiye eğlence tarihinde uzun süre konuşulacak olan gazino geleneği de Ankara’da çok etkili hale gelir bu yıllarda. Fahrettin Aslan Ankara’da bu dönemde üç gazino açar: Maksim, Başkent ve Göl gazinoları. Yine de 70’lerde de Ankaralı entellektüellerin sığınacakları bir iki liman kalmıştır. Tavukçu ve Körfez Lokantası. Esnaftan memura, öğrenciden piyango bileti satıcısına uzanan müşteri portföyüyle iç içe kurulu bir aydınlar lokalidir bu iki yer. Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncularının çok sık gittiği Tavukçu’ya Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Ahmet Arif, Yaşar Kemal, Uğur Mumcu, Rutkay Aziz gibi değerli insanların çok sık uğradığı bilinir. 1980’lerde Yüksel Caddesi ve Sakarya’da barlar, kafeler açılır. Buralara yetişkinlerden çok gençler gelir. Bu semtlere Tunalı, Bahçelievler 7. Cadde de eklenir. Buralar gelir durumu daha yüksek bir genç kitlenin hedefi haline gelir. Düşündürücü olan durum, yetişkinlerin ilgisini çekecek eğlence duraklarının giderek azalmasıdır. Bir zamanlar eğlence, her yaştaki Ankaralı için bir ihtiyaçken 80’lerden sonra yalnızca gençlere has bir eyleme indirgenir. 1980 darbesiyle devlet, eğlenceye dönük politika geliştirmekten çok uzaklaşmıştır. Ankara başkent olduğundan devlet politikalarından en çok etkilenen kent olmuştur ama Ankara da tüm halet-i ruhiyesini, İç Anadolu Bölgesi başta olmak üzere tüm Anadolu’ya yayar. Ankara’nın ve Ankaralının kaygılı yüzü bu iletkenlik ve sorumluluktan ileri gelir. 1990’lardan itibaren zengin 77 ve eğitimli ailelerin çocuklarının gittiği özel üniversitelerin Ankara’da açılmasıyla birlikte yeni açılan mekânlar daha çok üst gelir grubuna ait gençlere yönelik olmaya başlar. 1990’lar hamburgerin Ankara’da franchising sistemiyle yaygınlaştığı bir dönemdir. O zamandan beri Ankara’daki yemek merkezleri her yıl katlanarak artar. Herkes bilir ki Ankara’da aç kalmak mümkün değildir. Her cebe, her ağız tadına uygun yemekler yiyebilirsiniz Ankara’da. Gelelim bugünlere, yani 2000’lere. Anlatacak büyük bir hikâyeniz varsa ve bu hikâyeyi yalnızca arkadaşlarınıza değil, daha başka insanlara da anlatmak isterseniz adresiniz Kızılay Konur Sokak’taki Mülkiyeliler ve çevresidir. Ankara’nın kent merkezi şimdilerde başka semtlere kayıyor görünse de Ankaralı entelektüellerin Kızılay’dan ayrılması şimdilik olanaksızdır. Yazarlar, ressamlar, gazeteciler hâlâ orada çok koyu sohbetlere dalarlar. Parlak fikirler bulup, başka yerlerde yazıp söylemeye devam ederler. Orhan Veli gibi, Turgut Uyar gibi, Azra Erhat gibi… Ankara yıllardır bir okul kentidir. Bu nedenle kentin eğlence dünyasını özellikle üniversitelilerin ve liselilerin belirlediğini söyleyebiliriz. Eğlence için önce okuldan çıkmak gerekir ama. Saat 16.00 sularında Ayrancı, Kızılay, Tunalı, Ulus öğrenci kaynar. Otobüsler, dolmuşlar yollar gırla eğlencedir. Hoca taklitleri, maç tahminleri, yeni çıkan rock müzik grubunun cep telefonu kulaklığı marifetiyle tanıtımı, cam kenarında test çözeni dürtme ya da elinden testi alıp saniyesinde çözme, ardından kopan kızlı erkekli kahkaha tufanı. Gürültüden başı beyni patlayan memur emeklisi Ankaralı bir hanımefendi ‘Evladım, birazcık sessiz olabilir misiniz?’ diye sesleniverir. Bir anlık susulur ama tümden sessizlik sağlamak imkânsızdır, yeniden başlar bu döngü. Ankaralı hanımefendi de bilir sonucun böyle olacağını, ama ne yapsın! Baktı olmuyor o da çıkarır cep telefonunun kulaklığını, başlar dinlemeye alaturkaları. Ankaralı emekli hanımefendiler yenilikleri sever, izler; giyimlerine özen gösterir; düzgün bir dille çevrede olup biten yanlışlarda seslerini çıkarmayı iyi bilirler. Rengârenk sesler, otobüsün camlarından Atatürk Bulvarı’nın üzerindeki gökyüzüne dağılır. Bir de bahar mevsimiyse ağaçlar çok mutludur, tepelerinde kuşlarla. Kızılay çok güzeldir, kalabalığıyla. Kızılırmak Sineması’ndan Kocatepe’ye tırmanırken sağlı sollu uzanan, mütevazı, iyi müzikler çalan kafeler vardır. Bu kafelerde kitaplar konuşulur, filmler tartışılır. Kafelerde oturan sinemacılara, öykü yazarlarına, şairlere rastlarsınız. Ankara okumuş yazmış insanların birbirine kolayca değebildiği, sohbetle eğlenen insanlarla doludur. İtalyanca kursuna gitmek, Olgunlar’dan kitap almak, Karanfil pasajında fotokopi 78 çektirmek, tez bastırmak işte neyse gerekçeniz Karanfil’de sevgilinizle ya da arkadaşınızla buluşursunuz, Dost Kitabevi’nin, Mülkiyeliler’in, metronun Yüksel Caddesi çıkışının önünde. Sonra sarmaş dolaş olursunuz buluşulanla, derken ver elini sokaklar. Ankara sokak doludur tıkış tıkış. Kızılay’da eline gitarı kapan gençlerin sahne aldığı küçük mekânlar vardır. Bu müzikli mütevazı yerler alkollü ya da alkolsüz olabilirler. Günün en popüler Türkçe pop şarkıları ile başlayan gece, Yeni Türkü ve Ezginin Günlüğü ile devam eder, Ankara’nın Bağları ile sona erer. Buralar daha çok şarkı söylemeye, gerekirse kalkıp dans etmeye ‘müsait’ yerlerdir. Kurstan çıkışta eve gitmeye üşenip biraz da arkadaşlarla takılayım, yerleridir. Eski tüfekler Sakarya’daki barlara takılırlar. Öğleden sonra başlanıp gece yarılarına kadar süren politik tartışmalar, şiirin hası toplumcu mudur ikinci yeni midir, kadınlar neden bu kadar karmaşıktır meseleleri tartışılır durulur. Her gece bir ders çıkarılır, bir şeyler öğrenilir, bu zorlu ülkenin yeni maceralarına da güç toplanır. Buralar daha çok muhabbet, tartışma mekânlarıdır. Müzik arkadan belli belirsiz akar, sözünüzü kesen arkadaşınızın sözü bitince lafa nereden başlayacağınızı bilirsiniz. Bir gecede birbirinize fikren düşman olup aynı gecede kucaklaşır kardeş olursunuz. Buralarda çok iyi bildiğimiz yazarlara, şairlere, gazetecilere rastlamak pekâlâ mümkündür. Onları görünce yadırgamazsınız, fakat yanına oturup iki çift laf etmek isteseniz ters de karşılanmazsınız. Ankara’da herkes biraz ‘çok bilir’ olduğundan sizin onların sözüne karışmanız dert değildir, lakin bu işi adabıyla, nezaketle yapmalısınız. Tunalı’dan Akay’a inen Bestekar Sokak bugün çoğunlukla lise ve üniversite öğrencilerinin gittiği rock barlarla doludur. Red Hot Chili Peppers’tan Freddie Mercury’ye, Abba’dan Arcade Fire’a uzanan ve sokaklara yayılan müzik sesleri kaldırımda bile kendi eğlencenizi, muhabbetinizi yaratmanıza izin verir. ‘Buradan nereye gidiyoruz?’ sorusunun sorulabileceği bir sokaktır ismiyle müsemma Bestekar Sokak. Ankara maalesef aynı zamanda bir AVM kenti. Her yıl daha büyük bir AVM yapmak isteniyor. AVM eğlencesi nasıl mı yapılır? Cumartesi ya da Pazar günü erkenden kahvaltı yapılır. Bol trafikli uzun bir araba yolculuğu yapılır. Uzun süre AVM’nin otoparkında park yeri aranır. Bütün mağazalar tek tek gezilir, gerekli gereksiz dünyanın masrafı yapılır. Alışveriş poşetleri arabaya bırakılıp geri gelinir. Spotlar, aşırı para harcamanın suçluluğu baş ağrısı yapar. Gişe filmlerinden biri seçilip gidilir. Çıkışta, tatsız tuzsuz bol patatesli, hamurlu bir yemek yenir. Evin yolu tutulur. Eğlenceden çok, eziyettir AVM. AVM eğlencesinden sıkılan 79 kadınlar giderek çoğalıyor mu, bana mı öyle geliyor bilemiyorum. Günlerden cumartesiyse bir duş alıp Tunalı’ya koşan kadınlar var hâlâ. Pasajlarda kısacık etekler, taşlı tuşlu bluzlar, küçük şık şapkalar arıyorlar. Dönüp dolaşıp o beyaz tişörtü alıyorlar ama maksadın gezmek olduğunu bildiklerinden mutlular. Tepedeki güneşi görüyorlar, ağaçtan yere dökülen yaprağı görüyorlar. Ankara’nın bazı semtlerinin çocukları yaşadıkları kentten korkmazlar. Mesela Cebeci. Bağrış çağrış top koşturur; susayınca büfeden su, köşedeki simitçiden simit alırlar. Fakat çocuklar ara sokaktadırlar, görmek için başınızı uzatmanız gerekebilir. Sokakların iki tarafı da dizi dizi arabalarla doludur; kendilerine kalan ip gibi yolda da olsa futbol, yakan top vs. oynayan ‘Ankara bebeleri’ sokağın sakinlerinin kafalarını şişmeye devam ediyorlar. Cebeci gibi, Ayrancı gibi semtlerde maç günleri erkekler kızlarla kafede maç izlemeye giderler. Derbi günleri her kafe aslında bir mini stadyuma döner. Küfür edenden ters bakış esirgenmez. Kızların yanında küfretmek olmaz Ankara’da. Bazı erkekler ve kadınlar, hatta lise öğrencileri yalnızca Akün Sahnesi’nde, AST’ta Büyük Tiyatro’da, Küçük Sahne’de tiyatro izlemek için evden çıkıyorlar. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın konserleri hiç boş geçmiyor. Ayakta alkışlıyorlar oyuncuları, müzisyenleri... Devlet Opera ve Balesi’nin konser tak- vimini kol çantasında, ofisinin çekmecesinde saklayan Ankaralı çok. İstediği oyuna gitmek için aylarca bilet arayan gençler tanıyorum. Bu insanlar, cumhuriyetin ilk yıllarındaki Ankaralıların eğlence anlayışı ruhunu taşıyorlar. Eğlenmeyi öğrenmekten ayırmıyorlar. 80 Urfa Postası Engin Türkgeldi Fotoğraf: Engin Türkgeldi İlk kez şehre iniyorum. Çarşı izni. Stabilize yolun uğultusu tüm minibüsü dolduruyor. Koltuklar dolu. Son anda bindiğim için sandıktan bozma bir tahtanın üzerinde oturuyorum. Pencereden dışarı baktığımda uçsuz bucaksız fıstıklıkları görüyorum sadece. Düzenli aralıklarla ekilmiş kısa ama güçlü fıstık ağaçları. Ova boyunca başka hiçbir şey yok. Sanki bir kaç dakikalık bir film pencerede tekrar tekrar oynuyor. Sıkılıyorum. Minibüsün içine dönüyorum. Şoför mahalli ile yolcu bölümü arasındaki kirişi Atatürk barajı, karınca duası, bir çift kadın gözü, çayırda seken bir kuzu, turkuaz renkli tropik bir deniz, İbrahim Tatlıses ve her sarsıntıda sallanan kehribar bir tespih süslüyor. Bir de hava karardığında tüm bunları mora boyayacak siyah lamba. 81 Urfa’ya üç-dört kilometre kala iki genç minibüse el ediyorlar. Duruyoruz. Kapı açılıyor. Önce bir çuval ve bir Çikita muz kutusu, ardından yirmilerinde iki adam minibüse biniyorlar. Ayakta seyahat ediyorlar. Yüzleri gülüyor. Bıyıklı olan boştaki eliyle çuvalın ağzını kavramış, diğeri kutuyu bacaklarının arasında sabitlemiş. Yeniden yola koyuluyoruz. Çuvalda bir hareketlilik farkediyorum. Bir sağı bir solu inip kalkıyor. Kulak kabartıyorum. Derinden bir ‘guuu’ sesi. Çikita kutusundan da aynı sesin geldiğini duyuyorum. “Ne var bunların içinde?” diye soruyorum bıyıklıya. Tavuk, civciv, veyahut tavşan gibi bir yanıt beklerken adam “Güvercin,” diyor. Şaşırıyorum. “Ne yapacaksınız bunları, satacak mısınız?” deyince dünyanın en doğal olayından bahseder gibi “İddiaaa,” diyor. Yabancılığım bir damga gibi üzerimde. Ben sormadan anlatıyor. Posta güverciniymiş bunlar. Çuvaldakiler kendisinin, kutudakiler arkadaşının. Şehir girişine geldiklerinde güvercinleri havaya salacaklarmış. Eve ilk dönen kuşun sahibi iddiayı kazanacakmış. “Para var mı işin içinde?” diye soruyorum. “Yok,” diyor bıyıklı ama ben inanmıyorum. ŞANLIURFA Nüfus: 498000 Rakım: 518 Tabelayı geçtikten az sonra, adamlar şoföre inmek istediklerini söylüyorlar. Bıyıklıya yarışı izleyip izleyemeyeceğimi soruyorum. Başıyla onaylıyor. Beraber minibüsten iniyoruz. Selim’le buluşmamıza geç kalacağım ama olsun. Yol kenarındayız. Bekliyoruz. Neyi bilmiyorum. Bu sefer leb demeden leblebiyi anlayan diğeri oluyor, “Biraz bekleyelim ağabey, kuşlar sakinleşsin.” Konuşacak bir şey bulamıyorum. Yanımızdan geç vuran rüzgârlarıyla kamyonlar geçiyor. Keskin bir yanık mazot kokusu. Derken, uyarmadan veya hazırlık yapmadan bir anda çuvalın ağzı ve kutunun kapağı açılıyor. Beyaz, gri, lekeli, siyah, kahverengi, çeşit çeşit kuş havalanıyor. On beş-yirmi tane kadar. Kanatlarını gürültüyle çırpmalarında bir şaşkınlık hissediliyor. Tam olarak ne yapacaklarını bilmeden yükseliyorlar. Sonra bir kaç kez daireler çizerek tepemizde dönüyorlar. “Bir ikisi hâlâ şaşkın,” diye mırıldanıyor bıyıklı, “Hepsi dönmez geriye.” Üçümüz de başımızı arkaya atmış halde kuşları seyrediyoruz. 82 Gözümü onlardan ayırmadan “Sık olur mu bu?” diyorum. “Bazen,” diye cevaplıyor öbürü “İki üç tanesi kaybolur gider.” Biz konuşurken güvercinler geldiğimiz yere, kuzeye doğru yöneliyorlar. Ellerimi siper edip kuşları takip etmeye çalışıyorum. Diğerlerinin dürbünlerini çıkarmalarını, yarışı takip etmelerini bekliyorum. Fakat ikisi de başlarını tekrar yere indiriyorlar. Güvercinler siyah noktalara dönüşüp gökyüzünde kayboluyorlar. Yarışı neden izlemediklerini, yanlarında neden dürbün getirmediklerini soruyor, yakından takip etmenin daha eğlenceli olacağını anlatıyorum. İzlenmeyen yarış mı olurmuş! “İşin eğlencesi orada değil ki ağabey,” diyor bıyıklı. Ses tonunda kendilerini asla anlamayacak yabancılara duyulan hoşgörü var. Çabuk bir ‘Allaha ısmarladık’tan sonra hiçbir şey olmamış gibi ellerinde boş bir çuval ve muz kutusuyla yolun diğer tarafına geçiyorlar. Geri dönmek üzere minibüs beklemeye başlıyorlar. Yüzlerindeki mutluluk bu taraftan bile seçiliyor. 83 84