SEDAT PAKAY`IN NEW YORK`U VE PORTRELERİ Otuz be
Transkript
SEDAT PAKAY`IN NEW YORK`U VE PORTRELERİ Otuz be
[Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi, Sayı 28, 15 Mart-15 Mayıs 2003] SEDAT PAKAY’IN NEW YORK’U VE PORTRELERİ Otuz beş yılı aşkın bir süredir Amerika’da yaşayan fotoğrafçı ve film yapımcısı Sedat Pakay’ın ‘New York 1966-2002’ başlıklı fotoğraf sergisi, 21 Şubat-29 Mart tarihleri arasında Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu’nda fotoğrafseverlerle buluştu. Uzun yıllar boyunca Türkiye’de herhangi bir sergi açmaması nedeniyle genç fotoğrafseverlerin pek de tanımadığı Pakay’ın fotoğraflarında, fotoğrafçının New York’a bakışının değişimi hemen göze çarpıyor. İlk günlerde kendini kente teslim edip akıntısında sürüklenen ama daha sonra kenti uzaktan izleyip gözlemlemeyi yeğleyen bir tavrı var Pakay’ın. Kent yaşamı ve mimarisini olduğu kadar, New York’ta yaşayan ünlü isimleri de fotoğraflayan Pakay “Mezar taşıma ne yazılsın diye sorsalar portreci yazılsın isterim” diyerek bu portrelerin belki de yaptığı en önemli işler olduğunu vurguluyor. Söyleşi Serdar Darendeliler Uzun yıllardır yurtdışında yaşadığınızdan özellikle genç kuşak fotoğrafseverler sizi çok fazla tanımıyor. Bu nedenle öncelikle sizi biraz tanıyalım. Fotoğrafa nasıl başladınız? 1960’ların başında, ortaokulda (Robert Kolej) okurken, fotoğrafa merak sardım. Fatih’te siyah beyaz filmlerimi banyo ettirdiğim bir fotoğrafçı vardı. Bir gün karanlık odasına girdim ve orada ilk defa fotoğraf banyosunu gördüm. Kırmızı ışık altında, geliştiriciye bırakılan kağıtta yavaş yavaş ortaya çıkan görüntü, o anda bana sihir gibi gelen bu durum, benim herhangi başka bir şey yapmakla ilgili tüm bağlarımı kopardı. O zamanlar Türkiye’de fotoğraf yok gibiydi. Bir iki arkadaş bir araya gelip, okulda bir fotoğraf kulübü kurduk. Küçük bir karanlık odamız da vardı. Hocalardan fotoğrafla ilgilenenler de kulubün danışmanı oldu. Birtakım fotoğrafçıları davet ettik. Gültekin Çizgen’i filan getirdik, gelip ateşli konuşmalar yapardı. Kimi zaman da National Geographic fotoğrafçıları İstanbul’a geldiğinde kulübe uğrar çekim stillerini filan anlatırdı. Tüm bunlar heyecanımızı bir kat daha artırırdı. 1964’te liseden mezun olduğunuz sene, John Freely ile birlikte bir çalışmanız oldu sanırım. Bir de ressam Aliye Berger ve yazar James Baldwin üzerine bir sergi açtınız aynı senenin sonbaharında... Liseden mezun olduğum yaz, Profesör John Freely bana dedi ki: “İstanbul üzerine bir kitap yapıyorum, gel sen de fotoğraflarını çek”. Freely ile İstanbul’un tüm semtlerini dolaşıp görüntüledim. O benim için büyük bir şans oldu. Tarihi mekânlar, Freely’nin tanıdığı Beyoğlu’nda yaşayan insanlar, arkeolojik yerler… O yaz yaptığımız çalışmalar sonucunda, 1973 yılında yayımlanan ‘Stamboul Sketches’ isimli kitap ortaya çıktı. Aynı dönemde kolejde tanıştığım Aliye Berger ve James Baldwin’le dost oldum. Özellikle durmadan Aliye’nin evine gidiyor, fotoğraflarını çekiyordum. Aliye harika bir konuydu. Keza James Baldwin de... Onun da elimde iki bine yakın fotoğrafı var. O sıralar Amerika’dan yeni dönen ressam Özer Kabaş’ın da ısrarlarıyla Robert Kolej’in yükseğine başladığım sonbaharda ‘Aliye ve Jimmy’ diye bir sergi açtım. Ve kısa bir süre sonra Yale Üniversitesi Sanat Okulu’na başvurdunuz. 1964’ün son aylarında Şehir Galerisi’nde bir sergim olmuştu. Henüz on dokuz yaşındaydım, ama herkes çok olgun bir çalışma olarak nitelendirdi, genç bir adamın sergisi olduğuna inanamadılar. Bunun üzerine ve yine Özer Kabaş’ın da etkisiyle Yale’e müracaat ettim. Kabul edildim ama kabul edildiğim program bir yüksek lisans programıydı. Bu nedenle bir iki sene beklememi söylediler. Kolejde bir sömestr mühendislikten okuduktan sonra edebiyata geçtim, bunun büyük etkisi oldu üzerimde. Yale’e gidene kadarki iki sene deli dolu fotoğrafla geçen bir dönem oldu benim için. Yale günlerinden bahsedelim biraz da… Yale’e girebilmiş olmak benim için büyük bir şerefti. Yale Sanat Okulu’nun yetiştirdiği çok önemli insanlar var, sadece ismi bile bir prestij. Tüm bunlara ek olarak Walker Evans ders veriyordu. Ben 1966’da gittiğimde onun Yale’deki ikinci senesiydi. Yale’de o dönem fotoğraf bölümü yoktu. Grafik tasarım bölümünün bir parçasıydı fotoğraf ve beni de o bölüme almışlardı. Sınıftakilerin hepsi üniversiteyi bitirmiş, grafik tasarım konusunda uzmanlaşmak isteyen kişilerdi. Bir ben vardım fotoğrafa düşkün, o yüzden Evans’la hemen bir bağ kuruldu aramızda. İlk tanıştığımızda karşıma kültürlü, çok zarif İngiliz takım elbiseleri giymiş, aristokrat bir adam çıktı. İlk sınıfta karanlık oda üzerine bir ders vardı, tabii ben onu atladım ve direkt Evans’ın dersine başladım. Walker Evans, fotoğraf anlayışınıza nasıl bir etkide bulundu? Konuştuğumuz fotoğraf değildi genellikle. “Ben fotoğraf öğretmiyorum, hayat öğretiyorum” derdi. Haftada bir, yaptığım fotoğrafları ona gösteriyordum, fikirlerini söylüyordu. Evine gidiyordum sık sık hafta sonları. Herkesin aklında olan fotoğrafçı tipinde bir adam değildi, çok entelektüel biriydi. Fransız romanından Osmanlı tarihine kadar birçok konuda konuşurduk. Evans’ın görüşü beni çok etkilemiştir. Bugün baktığın şeyi yarının geçmişi olarak görmek, benim için çok önemli bir düşünce bilhassa. Çok yalın bir görüntünün ne kadar kuvvetli olabileceğinin farkına ve inancına vardım. Direkt, hilesiz, oyun oynamadan fotoğraf çekmek… Bu da benim yapıma çok uygun. Sanırım gençliğimde sezgisel olarak hissettiğim şeyi bilinçli bir biçime geçirdi Evans. Yale’deki son günlerinizde, fotoğrafın yanı sıra film çekmeye başladınız. Neydi bunun sebebi? Fotoğraf artık sizi tatmin etmemeye mi başlamıştı? O sıralarda fotoğraflarım yıllıklarda basılıyor, koleksiyonlara alınıyordu. James Baldwin portrelerimden biri Smithsonian Müzesi’ndeki portre sergisine dahil edilmiş, daha sonra da müzenin koleksiyonuna alınmıştı. Fakat yirmi dört yaşında fotoğraf bana artık tekrar gibi gelmeye başlamıştı, fotoğrafta yapabileceğim her şeyi yaptığımı düşünüyordum. İstanbul’dayken Onat Kutlar’la yakın dostluğumuz vardı, Sinematek’in üyesiydim, Sinematek dergisine yazılar yazıyordum ara sıra. Filmci olmaya karar verdim. Ve Walker Evans’a ilk filmimin konusu olmasını önerdim. Biraz mırın kırın etti ama sonunda kabul etti. O dönemde Evans ile ilgili pek fazla bilgi yoktu, dünya bu adamın kim olduğunu bilmiyordu, ta ki 1972’de John Szarkowski MOMA’da Evans’ın retrospektif sergisini yapana kadar. 1968 yazında Yale’ın kamerasını aldık, bir arkadaşım da sesi yaptı. Sonuçta 1969’da yirmi iki dakikalık ‘Walker Evans: His Life His Presence His Silence’ filmi ortaya çıktı. Ondan sonra da yoğun olarak reklam ve belgesel film işine girdiniz ve zamanla fotoğraf arka planda kaldı… 1970’te Türkiye’ye döneceğim sırada, Evans filmi yayına girdi. İstanbul’da James Baldwin’le ilgili bir film yaptım. Film, görüntü olarak tamamen bir Türk realitesini barındırıyordu ama içerik olarak Baldwin’in hayatı, Amerika ile ilgili düşünceleri ve homoseksüelliği üzerineydi. 1973’te ‘James Baldwin: From Another Place’ ismiyle tamamlanan film çeşitli festivallerde gösterildi. Aynı dönemde yazar/yapımcı Arnold Perl, Malcolm X üzerine bir film yapmaktaydı. Paris ve Tunus’a gidip bu film için malzeme topladım. 1972’de tekrar Amerika’ya döndüm ve ara ara kesintilere uğrasa da film yapımcılığı ve serbest fotoğrafçılığa devam ettim. 1995’te İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesi’nde açılan retrospektif sergime kadar herhangi bir sergi açmadım, çünkü sergi açmak büyük bir külfet gibi geliyordu bana. Ama o sergiden sonra, sergilerin arkası çorap söküğü gibi geldi. Bu dönem, Evans üzerine yaptığınız ikinci film olan ‘Walker Evans: America’ ile de aynı döneme denk düşüyor. Tekrar fotoğrafla ilgili bir şeylerle uğraşmak fotoğrafın yeniden gündeminize gelmesine neden olmuş olabilir mi? Evet, ikinci Evans filmiyle uğraşmam, fotoğrafa olan sevgimi tekrar ortaya çıkardı. 1992 yılında National Endowment for the Arts’tan aldığım prodüksiyon teşviğiyle filmi hazırlamaya başladım. Otuz sene önce çektiğim Walker Evans filmi, yeni filmi hazırlarken birçok kapıyı açtı. Museum of Modern Art’ın eski küratörü John Szarkowski, National Gallery’nin fotoğraf küratörü Sarah Greenough, Metropolitan Museum of Art’ın küratörü Maria Morris Hambourg, Evans ve fotoğraf yaşamı üzerine konuştular. İlk karısı 1930’lu ve ‘40lı yılları, ikinci karısı ise 1960’ları anlattı. Evans’ın fotoğrafı üzerine bu kadar yoğunlaşmak beni fotoğraf konusunda tekrar bir heyecan içine sürükledi. Ve uzun yıllardır turşuladığım fotoğrafları ortaya çıkarıp basmaya başladım. Gelelim ‘New York 1966-2002’ sergisine… Nereden çıktı New York fotoğraflarınızdan oluşan bir sergi açma fikri? Fikir Yapı Kredi Kültür Merkezi’nden geldi. Kentler üzerine bir dizi sergi yapmak istediklerini söylediler ve bana da New York’u önerdiler. Esasında New York fotoğraflarımın büyük çoğunluğunu ilk defa bu sergi için bastım. 1966’da çekip turşuladıklarım da var sergide. Bu arada turşulamak sözü Walker Evans’ın: “You take a photograph, pickle it for thirty years, then it becomes a historic document” (Bir fotoğraf çekersin, onu otuz yıl turşuda bırakırsın ve sonunda tarihi bir doküman haline gelir). 1966 ve sonrasındaki ilk birkaç yılda çektiğiniz fotoğraflarda insanlara daha yakınsınız, Washington Square Park’ta şarkı söyleyenlerin ya da metroda uyukluyanların arasına dalmışsınız. Ama daha sonra kendinizi geriye çekip mimari detaylara, alışveriş merkezlerinin dev ışıklı panolarına çevirmişsiniz kameranızı. Bunu neye bağlıyorsunuz? İlk gidişimde New York’u İstanbul’un bir devamı gibi algılamış, özlemle fotoğraflamıştım. Sanki Vezneciler ya da Kasımpaşa’da fotoğraf çekiyormuşum gibi… Mimariyi filan önemsemiyordum. Kente ve insanlara bir saldırışım vardı, tabii ki açlıktan. Sanırım on dokuz yaşında olmanın da bir heyecanı vardı. O zamanki fotoğraflarımda Robert Frank’ın çok etkisi var. Biraz gerilla tipinde sokağa çıkıp Garry Winogrand, Lee Friedlander gibi fotoğraf yapma ihtiyacı ve istemi… Ama sonraları kenti daha tok olarak görmeye başladım. Şimdi insanlara biraz daha uzağım, aksine insan elinin değdiği işler daha ilginç geliyor. Artık kameramı insanların burnunun içine sokmuyorum; daha bir mesafe var, mahalle aralarına girmiyorum ve girmek de istemiyorum. Zaman geçtikçe, olgunlaştıkça birtakım rahatlıklara kavuşuyor insan, eskisi gibi binlerce kare çekme ihtiyacı olmuyor. Görmeyi çok çabuk işlemden geçiriyorsun. Çekeyim de otuz sene sonra farkına varayım olayı kalkıyor. Özelikle son dönemdeki kimi fotoğraflarınızdaki metin kullanımı akla hemen Walker Evans’ı getiriyor… Evet, beni fotoğraftaki tekst daha çok ilgilendiriyor artık. Evans’la tanışmadan önce de görüntüde harfler olması beni çok etkiliyordu. Biçimi öne çıkaran, geometrik desenler, numaralar barındıran fotoğraflar… Zaten son iki senedir, 11 Eylül’den sonra, pek tadı tuzu kalmadı New York’un. Washington Square Park’ta şarkı söyleyenler yok artık. Eski heyecanı kalmadı, daha mesafeli bir yer oldu New York. Sergide New York’u mesken tutmuş André Kertész, Andy Warhol, Robert Frank, Burhan Doğançay ve Mary Ellen Mark gibi birçok ünlü ismin portresi de bulunuyor. Bütün bu isimlerle tanışmış olmak, özellikle New York’taki ilk senelerinizde sizin için çok önemli deneyimler olmalı? Evet, sanki oyuncakçı dükkânına düşmüş bir çocuk gibiydim. İlk Walker Evans filmimi gerçekleştirdiğimde, filmi tamamlamak için Holiday dergisine fotoğraf çekiyordum. Örneğin koreograf Eliot Feld, dergi için çektiğim fotoğraflardan bir tanesi. Gordon Parks ise babalar ve oğulları üzerine bir seri hazırlayan Status dergisine yaptığım bir çalışma. Portrelerin bir kısmını ise 1968’de Yale Sanat Okulu’ndan mezun olmak için hazırladığım tez için çektim. Portrenin geçmişi, resim sanatında portre, fotoğrafın çıkışıyla portre olayının daha demokratik bir düzleme inmesi gibi konular o dönem kafamı meşgul ediyordu. Bunun üzerine insanları kendi çevrelerinde fotoğraflamaya karar verdim. Edward Steichen, Walker Evans, André Kertész, Robert Motherwell ve karısı… On iki fotoğraftan oluşan bir portre serisi hazırladım. Richard Avedon, James Baldwin’in yakın arkadaşıydı, onun ziyaretine gittim, Robert Frank keza. New York’ta yaşamanın en büyük avantajı sanırım yıllıklarda okuduğum, fotoğraflarını gördüğüm insanlarla tanışma fırsatını yakalamamdı. Bunlar genç bir insan için unutulmaz hatıralar. Bence portreler, yaptığım en önemli işler. New York mu İstanbul mu? İstanbul’a aşkım hâlâ devam ediyor. New York, İstanbul gibi benim yıllardır aşık olduğum bir şehir değil. New York’ta hâlâ yabancı bir gözlemciyim. New York’u hiçbir zaman İstanbul’u seyrettiğim gibi izlemedim. Ayrıca İstanbul’un altın sarısı, tozlu ışığı da hiçbir zaman New York’ta yok. O ışığı Amerika’da bulamadım, bir yerde haksız bir arayış benimkisi tabii ki. Peki fotoğraf mı, film mi? 1972’den bu yana yaptığım filmler (belgesel veya ticari) masraflarımı ödüyor. Fotoğraftan para kazanmak hâlâ çok zor. Ama fotoğraf gönlümün aslanı. Fotoğrafın sıfırdan yüze kadar tüm kontrolü benim elimde, bu beni çok tatmin ediyor. Bu sergi için New York fotoğraflarımı basarken duyduğum hazzı hiçbir filmden almadım. Ama filmlerimi binlerce hatta milyonlarca insan görüyor. Fotoğraf küçük bir çevre: Hem bu işi yapanlar, hem de takdir edenler. Filmin yaygın görücüsü keşke fotoğraf için de geçerli olsa. Bu aralar neler yapıyorsunuz? Yeni projeleriniz ve sergi hazırlıklarınız var mı? 1980’lerin sonunda çıktık New York’tan, iki saat yukarıda Hudson şehrinde 1818 yapımı bir konak aldım. Etrafımız çiftlikler ve elmalıklarla sarılı. Bir de kilise satın aldım, üst katı stüdyo alt katı karanlık oda. Çevremdeki doğayla ilgili bir seri yapıyorum, portreler çekiyorum. İki sene önce Hindistan’daydım bir film çekimi için, elimde Rolleiflex sokaklarda dolaştım, New York’taki ilk devrelerime benzer fotoğraflar çıktı. Hudson’da çok antikacı var onlar için reklam çekimleri yapıyorum kimi zaman. Ama esas olarak film işi devam ediyor. Son olarak Yale Sanat Okulu’nun eski yöneticisi Joseph Albers ile ilgili bir belgesel hazırlıyorum. Tez için onun da fotoğraflarını çekmiştim. Walker Evans filmi PBS’te yayımlandıktan sonra, Albers’ın vakfından böyle bir teklif geldi. İki senede biter inşallah. Tabii bir de 2004 sonbaharında İstanbul’da açılacak retrospektif sergimin hazırlığına giriştim.