buraya - Edebiyathaber.Net
Transkript
buraya - Edebiyathaber.Net
Bölüm 1 Ter içinde uyandı. Kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı. Sanki zifiri karanlıkta ateş böcekleri uçuşuyordu. Halüsinasyon muydu bu yoksa gerçek mi? Birden hatırladı. Gençlik yıllarında Boston’da iki haftada bir gittiği çamaşırhaneyi görmüştü rüyasında. Sakin adımlarla kapıdan girmiş, yanında getirdiği madeni paraları yarıktan içeri atmış, mavi plastik torbasından çekip çıkardığı kirli çamaşırları makineye tıkıp kapağını kapatmıştı. Oraya kadar her şey yolundaydı. Karşıdaki sandalyede oturan kısa saçlı sarışın kız büyük bir dikkatle elindeki notları okuyordu. Bir süre sonra kurutucudan çıkardığı giysilerini alıp gitmiş, yerine hiç durmadan münakaşa eden iki üniversite öğrencisi gelmişti. Bir saat kadar sonra onlar da işlerini bitirmişler, akşamüstü olmuştu. Bu kez kızıl saçları beline kadar inen yanık tenli bir genç kadın elindeki torbadan çıkardığı çamaşırları boşta kalan makineye yerleştirip yanındaki sandalyeye ilişmiş, kulaklıklarını takmış müzik dinliyordu. Latin kökenli olmalıydı. Brezilyalı mıydı acaba? Yoksa Kosta Rikalı mı? Hava kararırken o da terk etmişti mekânı. Saatler geçmiş, gece yarısı olmuş, etraftan el ayak çekilmişti. Herkes işini bitirip gidiyor, bir tek onun çamaşırları bir türlü kirlerinden arınamıyor, bir tek onun makinesi, kurgusu 1 bitmek bilmeyen uğursuz bir oyuncak gibi, tuhaf sesler çıkararak bir o yana, bir bu yana yalpalayıp duruyordu. Şakakları zonkluyor, kalbi avını kıl payı kaçırmış dişi bir çitanınki kadar hızlı çarpıyordu. Derin bir nefes aldı. Bekledi, bekledi, bekledi. Nabız atışları normale dönünce yorganı başına kadar çekti ve yeniden derin bir uykuya daldı. * * * * * Bu kez de bir köpek havlamasıyla uyandı. Tavandan yere kadar uzanan kalın perdeler kapalıydı. Aralardan bıçak gibi sızan parlak ışığı fark etmese aldırmayacaktı. Odanın alacakaranlığında başucundaki komodinin üzerinde duran kol saatine uzandı. Rakamları seçemiyordu. Saatin kadranını ışığın geldiği yöne doğru çevirip bir daha denedi. Olabilir miydi? Saat neredeyse on bire geliyordu! Ağzında buruk bir tat, karanlığa alışan meraklı gözlerle etrafına bakındı. Odanın sağ köşesinde bir berjer koltuk, karşı duvara dayalı bir de antika çalışma masası vardı. Masanın üzerindeki dizüstü bilgisayarı ve önündeki kollu sandalye sahne dekorunu tamamlıyordu. Anlaşılan yine bir otel odasında uyanmıştı. Kaldığı oteli de, geceyi geçirdiği odayı da hatırlayamamıştı yine. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu. Son yıllarda çok seyahat ediyor, sık sık tanımadığı otellerde uyanıyor, mekânlar birbirine karışıyor, oda numaraları anlamsızlaşıyordu. 2 “Bakalım bu sabah neredeyiz” diye mırıldandı kendi kendine. “En azından birbirinin kopyası beş yıldızlı sentetik otellerden değil, bir tarzı var bu odanın, kendine has bir şahsiyeti. İyi de bu saate kadar nasıl uyuyakaldım ben?” Üzerinde bir ağırlık vardı, bir uyuşukluk hali. Yavaş hareketlerle yatağından doğrulup ayağa kalktı. Pencereye doğru birkaç adım atıp perdenin kanatlarını iki yana açtı. Güneşin göz kamaştıran ışığı odanın en kuytu köşelerini işgal ederken, onun da bedenini sarıp sarmalamak, içinde eritip yok etmek ister gibiydi. Kamaşan gözlerini kapatıp bir süre dinlendirdi. Göz kapaklarını yeniden araladığında aslında bir pencerenin değil bir balkon kapısının önünde durduğunu fark etti. Minik balkonun alçak duvarından yükselen ferforje korkuluklar barok motiflerle bezeliydi. İkinci katta olmalıydı. Odası da kaldığı otelin arka bahçesine bakıyordu besbelli. Yüzyıllara meydan okuyan ağır başlı, sarı-kızıl yayvan yapraklı ağaçlarların ortasında, dört yapraklı yonca şeklinde küçük bir havuz vardı. Sonbaharın dallardan usulca koparıp attığı akçaağaç yapraklarıyla kaplanmış fıskiyeli havuzun etrafındaki masalardan birinde genç bir çift kahvaltı ediyordu. Uykuda gezer gibiydi. Odayı bir uçtan ötekine sarsak adımlarla geçip banyoya girdi. Bir süre parmaklarıyla yokladıktan sonra bulduğu o düğmeye basıp ışıkları yaktı. Büyük bir ayna, modern hatlı armatürler, oval bir mermer lavabo duruyordu önünde. Musluğu açıp soğuk suyu avuç avuç yüzüne çarpmaya başladı. Su zerrecikleri teninden sekip dört bir yana saçılıyordu. Sarı pirinç halkaya geçirilmiş buzlu cam bardaktaki fırçaya macunu sıkıp düzgün hareketlerle yukarı aşağı, öne arkaya dişlerini fırçalamaya başladı. 3 Bir yandan da dünyaya yeni uyanan bir bebeğin şaşkın bakışlarıyla aynada kendini süzüyordu. Sıkı karın kaslarına, yüz metre kelebek finalinde yarışan yüzücülerin göğüs kafesine sahipti. Gergin vücut hatlarına bakılırsa otuzlarında olmalıydı. Kafasını yukarı kaldırıp yüz hatlarını inceledi. Sımsıkı dudakları, geniş bir alnı, ela gözleri, düzgün bir burnu vardı. Kumral saçları kulaklarını örtüyor, dalgaları ensesine kadar uzanıyordu. Peki, neden çatmıştı kaşlarını böylesine? Neden acı ve hüzün sinmişti gözlerine? Yeniden odaya dönüp o berjer koltuğa oturdu. Habis bir ur gibi beyin kıvrımlarını teker teker ele geçiren, amipler misali hiç durmaksızın bölünüp içini kaplayan paniği görmezden gelmeye takati kalmamıştı artık. “İyi, tamam, anladık” diye mırıldandı boğuk bir sesle. “Kaldığın oteli, yattığın odayı tanımıyorsun, peki nasıl geldin buraya? Ya ayın kaçı bugün? Geçen gün hangi otelde kalmıştın?” En çok sakındığı soruyu pas geçiyordu sürekli. En sonunda dayanamayıp patladı. “Peki, sen kimsin be adam?” * * * * * İşte şimdi o ürkünç gerçekle yüz yüze gelmişti. İlk uyandığı andan itibaren sinsice içine yayılan kaygılar meydanı boş bulur bulmaz ayaklanmış, aman vermeyen hınzır çocuklar gibi koro halinde ondan hesap soruyorlardı. “Adın ne senin, ya soyadın? Nereden gelip nereye gidersin?” Başını iki elleri arasına almış, sessizce oturuyordu orada. 4 Ne düşüneceğini, ne yapacağını, neyi nasıl yapacağını bilmeden… Tek başına! Bu tür hikâyeleri çok duymuştu geçmişte kalan hayatında. Ani hafıza kaybı üzerine yazılmış makaleler bile okumuştu üniversite yıllarında. Ama bu vakalar başkaları için yazılırdı hep. Öyle gelirdi ona. “Peki, neden ben?” diye bir altyazı akıp duruyordu zihninde. “Neden şimdi? Neden burada?” Yarım saate yakın bir süre koltuğun üzerinde kıvranmış, hiç değilse bir ipucu bulabilmek umuduyla belleğini sonuna kadar zorlamıştı. Dönüp dolaşıp başladığı yere geliyordu. Belleğiyle birlikte benliğini de yitirmiş olmanın yarattığı şok dayanılır gibi değildi. Sinir sistemini çökerten bir deprem, dalga dalga kabaran bir sel, özgüven namına ne varsa yıkıp geçen bir kasırga. Sandy kasırgasını hatırladı birden. Daha geçen gün Atlantik’ten gelip Kuzey Amerika’yı kasırgayı seyretmemiş miydi televizyonda? O amansız yıkımdan, insanların çaresizliğinden etkilenmemiş miydi? Peki, neredeydi o günlerde? Kiminle seyretmişti o sahneleri? Yanıt yok. Hayır, böyle olmayacaktı. Bir şekilde toparlanmalıydı, zihnine çökmüş bu tekinsiz sis bulutuyla, içini kemiren bu bilinmezlikle her ne pahasına olursa olsun mücadele etmeliydi. Dimağı hasar görmüş olabilirdi ama ruhu pes etmemişti daha. Oturduğu koltuktan doğruldu. 5 Kendine acıyarak geçireceği saatler ona bir şey kazandırmadığı gibi, direncini de zayıflatıyordu. Kararını vermişti. Madem beyninin kıvrımlarına sinmiş nöronlar onunla işbirliği yapmayı reddetmişti, o da çareyi başka yerlerde arayacaktı. Alıcı gözle etrafına bir kez daha bakındı. Yatağının başucundaki komodinin üzerinde az önce eline aldığı kol saati, ciltli bir kitap ve bir kurşun kalemden gayrı bir şey yoktu. Çalışma masasının üzerindeki dizüstü bilgisayarının kapağını kaldırdı ve açma düğmesine bastı. Olacağı buydu işte! Bilmediği o şifreyi soruyordu elektronik sırdaşı. “Onu hatırlasam sana ne gerek var zaten” diye söylendi içinden.”Geri zekâlı!” Birden zihninde bir ışık yanar gibi oldu. “Telefonum, ya cep telefonum nerede benim?” Feri kaçmış gözlerle çevreyi tarassut ediyordu. Yok, yok, yok... İçine bir şüphe düştü. Yoksa bir cep telefonu yok muydu? Nihayet gördü onu. Yerde, duvarın dibindeydi işte! O tarafa doğru bir hamle yaptı, yere çömelip eline aldı o yassı, siyah, kaygan nesneyi. Heyhat, kendi kimliğinin izini sürerken bu kez de kapağı bir yana savrulmuş, ekranı paramparça bir enkazla karşılaşmıştı. Yutkundu. Son bir umut, banyonun karşısındaki elbise dolabına yöneldi. Biri lacivert blazer, diğeri kahve-bej ekose, dirsekleri deri yamalı iki ceket asılıydı dolapta. Elleriyle yokladı. Ne bir cüzdan vardı ceplerinde, ne bir kartvizit, ne de kimliğine dair en ufak bir ipucu. Dolapta asılı gömleklerden, pantolonlardan da bir hayır gelemezdi zaten. Yerde duran tekerlekli el 6 valizini açtı heyecanla. İçinde yalnızca bilgisayarının çantası vardı, onun yan gözünde de bir şarj aleti. “Nafile” diye söylendi kendi kendine. En ufak bir ipucu bile yok. Tam o anda iç bölümdeki kasa ilişti gözüne. Aradıkları o kasada olmalıydı! 7 Bölüm 2 Ama ya kasanın şifresi? Artık yolun sonuna gelmişti. Odanın içinde bir süre dört döndükten sonra telefona uzanıp resepsiyonu aradı. “Buongiorno, Signor Adoni, nasıl yardımcı olabilirim size?” Zihinsel refleksi kendiliğinden devreye girmiş, o da tipik bir San Marino İtalyancasıyla cevap vermişti. “Sanırım kasamın şifresini unutmuşum Signora. Yardımcı olur musunuz lütfen?” “Hiç sorun değil efendim, ben gelip açabilirim.” Telefonu kapattı. Sakin bir sesle konuşmuştu ama şimdi avuçları terliyordu. Ağzı kupkuruydu. “Signor Adoni” dememiş miydi resepsiyondaki kız? Kulağı kirişte, yüreği daralarak bekledi. Tıklama sesini duyar duymaz kapıyı açtı ve gözleri hayretle büyüyen genç kıza zoraki gülümsedi: “İyi ki hemen geldiniz, sanırım başım belada.” “Ama Signor Adoni” dedi kız, muzip bir gülümsemeyle onu tepeden tırnağa süzerken, “henüz misafir kabul etmeye hazır değilsiniz sanırım.” Üzerinde yalnızca bir boxer şort olduğunu ilk o zaman fark etti genç adam. Bir yandan telaşla kapıyı örterken, bir yandan da laf yetiştirmeye çalışıyordu. “Ah, özür dilerim. Yeni kalkmıştım, başım çok ağrıyordu, ne kılıkta olduğumun bile farkında değildim. Bana bir dakika izin verin lütfen.” Tek eliyle dolaba uzandı. Bulduğu ilk gömleği sırtına geçirip pantolonunu da giydikten sonra yüzüne eğreti bir sırıtış kondurup kapıyı açtı. 8 “Oldu galiba, artık gelebilirsiniz içeri. Lütfen bağışlayın beni.” Alımlı genç kız koyu kahve gözlerini kaçırmadan cevap verdi: “Siz hiç merak etmeyin Signor Adoni, kimseciklere söylemem. Bu da bizim minik sırrımız olsun.” Zarif adımlarla yürüyüp dolabın önünde diz çöktü. Mahir parmaklarıyla önce kasanın arkasına gizlenmiş bir düğmeye basmış, ardından o sihirli dört rakamı peş peşe iki kere tuşlamıştı. Birkaç saniye geçmeden kasanın kapağı yavaşça kendini salıverdi. “Şimdi” dedi alçak sesle, yerinden doğrulurken, “kasanızı yeniden kapatmak istediğinizde hatırlanması zor bir şifre yerine 1-2-3-4 tuşlarına basmanız yeterli olacaktır. Merak etmeyin, şifrenizi bir tek ben bileceğim ve gördüğünüz gibi kasanızı istediğim zaman açabiliyorum zaten.” “Evet, farkındayım” diye söylendi mahcup bir edayla. Sonrasında söze nasıl devam etmesi gerektiğini kestiremiyordu. “Size zahmet oldu, çok teşekkür ederim.” Genç kız bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi ışıl ışıl. Lacivert ceketinin yakasında Maria Costa yazılıydı. “Rica ederim, benim için zevkti, bir sıkıntınız olursa yine aramaktan çekinmeyin lütfen.” Biraz duraksadı. “Demek bugün Profesör Bruno Moretti’yle buluşacaksınız. Ne heyecanlı!” “Profesör Moretti’yle mi? Peki, siz nereden biliyorsunuz bunu?” Maria Costa uzun siyah saçlarını eliyle arkaya atarken kendisine şaşkın şaşkın bakan adama bir daha gülümsedi. Biraz muzip, biraz sabırsız gibiydi. 9 “Siz söylemeseydiniz ben nereden bilebilirdim ki? Zaten Profesör Moretti ile görüşmeye gelen konuklar hep bizde kalır. Kayıt yaptırdığınız sırada buraya neden geldiğinizi sormuştum dün akşam. Siz de bugün saat beşte kendisiyle randevunuz olduğunu söylemiştiniz.” Yine duraksadı, sanki bir şey söyleyecekmiş de vazgeçmiş gibi. Sonra uygun sözcükleri arayıp buldu. “Yol yorgunluğu işte, unutmuşsunuz.” Bir sessizlik girdi aralarına. Her geçen saniye mesafe hızla açılıyordu. “Hazırlık yapmanız gerekiyordur herhalde. En iyisi ben görevimin başına döneyim. Kahvaltıya da inmediniz. Aç değil misiniz?” Adam boş gözlerle bakıyordu. “Doğru ya, kahvaltı... Ne yazık ki çok geç uyandım ben. Hem zaten aç da değilim. Şu işleri bir yoluna sokayım, aşağıya iner bir şeyler atıştırırım.” “Merak etmeyin Signor Adoni. Aşçımız burada. Yeter ki siz isteyin, damağınıza uygun bir şeyler hazırlayabileceğinden eminim.” Sonra usulca dışarı süzülüp kapıyı arkasından kapattı. Bölüm 3 10 Yalnız başına kalır kalmaz, kalbi çarparak kasaya yaklaştı. Elleri mi titriyordu yoksa? “Uzatma” diye söylendi içinden. “Anladık işte, başın belada. Bundan da beteri olabilir mi?” Ama eli bir türlü aralık kapağa gitmiyordu. Kendi kendini ikna etmek istercesine söylenmeye devam etti. “İçine düştüğün şu kör kuyudan seni kim gelip kurtaracak sanıyorsun? Sihirli değnekli periler mi? Hayır efendim, kendi göbeğini kendin keseceksin bu dünyada.” Ani bir hareketle kapağı ardına kadar açtı. Kasanın içersinde bir pasaport duruyordu, bir de siyah deri cüzdan. Ayrıca içi kâğıt paralar bir zarf, katlanmış bir kâğıt ve bir de ses kayıt cihazı. Beyni uğulduyordu. Hatırlamadığı kimliği bunların içinde saklı olabilir miydi? Tanrım, ne oluyor bana diye mırıldandı kendi kendine. İlk olarak pasaportu aldı eline. Kalın kırmızı kapağın üzerinde altın yaldızlı harflerle Unione Europea Repubblica Italiana yazılıydı. Demek bir İtalyan vatandaşıyım diye düşündü. Hemen sayfalarını çevirmeye başladı. Fotoğrafa gelince durdu. Soyadı Adoni, adı Erol olarak kayda geçmişti. 5 Nisan 1966, İstanbul doğumluydu. İstanbul mu? Evet, öyle yazıyordu işte, İstanbul. Pasaport 11 Kasım 2016 tarihine kadar geçerliydi. Bir sonraki sayfada yine şaşırdı. Boyu 1.82, gözleri ela, ikamet yeri İstanbul... Adoni ha! Erol Adoni… 11 Başına yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı. Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale dönmeye başladığında pasaportu kasaya geri koydu. Sıra cüzdana gelmişti. Kendi adına hazırlanmış iki kredi kartı vardı içinde, ikisi de Türk bankalarından alınmıştı. Bildik isimler. Yerleri, adları hatırladıkça panik duygusu hafifliyordu. Evet, okuduğu, izlediği şeylerden birçoğu aklındaydı galiba. Makaleler, romanlar, televizyon haberleri, seyrettiği filmler, dinlediği şarkılar, maç sonuçları. Ama iş kişisel bilgilere gelince tekliyordu hafızası! Kasada duran katlanmış kâğıdı eline alıp yine o mahut koltuğa doğru yöneldi. Bir hışımla terk etmişti onu yarım saat kadar önce, şimdi tıpış tıpış dönecekti yine o davetkâr kucağına. Sanki bir Sandy kasırgası da onun içinden geçmişti… Benliği, ruhu, düşünceleri her şey bir yerlere savrulmuştu. İçinde dış dünyanın çizgilerinin yer almadığı puslu bir boşlukta tutsak gibiydi. Derin bir nefes aldı ve okumaya başladı. Bir mektubun kopyasıydı bu. Paris Review antetliydi ve İtalyan Psikoloji Profesörü Bruno Moretti’ye hitaben İngilizce kaleme alınmıştı. Derginin eleştiri yazarlarından Erol Adoni’nin 12 Kasım 2012 günü kendisiyle gerçekleştireceği söyleşinin ana başlıkları özetlenmişti o mektupta. “Demek bugün 12 Kasım 2012” diye söylendi kendi kendine. Prof. Moretti’nin yeni kitabı Niccolo Machiavelli’nin Düşleri büyük ilgi uyandırmış, New York Times çoksatanlar listesinin başköşesine haftalarca konuk olmuştu. 12 Robespierre’in biyografisinden sonra romanlar da yazan Moretti’nin üçüncü eseriydi bu. Bu kitapları ne zaman ve nerede okuduğunu bir türlü anımsayamıyordu. Ama içerikleri bugün gibi belleğine kazılıydı. Bir meslektaşının geçenlerde Corriere Della Sera gazetesinde profesörle yaptığı röportaj da tümüyle aklındaydı mesela. Prof. Moretti o söyleşide özgürlük kavramı hakkında ne düşündüğü sorulduğunda Milan Kundera ve Ayn Rand’dan örnekler vererek dikta rejimlerinin baskısı altında yaşamış kişilerin özgürlüğe daha düşkün olduklarına işaret etmişti. Nitekim yirmi yıl Saint Petersburg’da yaşadıktan sonra Amerika’ya göç eden Ayn Rand’a göre fikir ve vicdan özgürlüğü, mülk edinme özgürlüğü gibi bireysel haklar her şeyin üzerindeydi. Hayatının büyük bölümünü Sovyet rejiminin zalim pençesi altında Prag’da geçiren Kundera ise, insanın kendisi için tasarlanmış bir hayatın içine doğduğuna ve özgürlüğünün peşinde koşması gerektiğine dikkati çekiyordu. Ve nihayet, Nazilerin Paris’i işgal ettikleri yıllarda bile kimsenin kılına dokunamadığı Sartre’dan bir alıntı yapmıştı Prof. Moretti: “İnsanoğlu özgürlüğüne yazgılıdır; çünkü bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden o sorumludur.” Kendi düşüncesini ise şöyle açıklamıştı İtalyan düşünür: “Başkalarının hürriyetlerine, düşüncelerine, özgürce yaşam hakkına saygı duymayan toplumlar er ya da geç bunun bedelini ödemek zorunda kalırlar. Kişisel özgürlük ise, elde edinilmesi en güç hak ve ayrıcalıklardan biridir. Zira özgür insan her şey ve herkesten önce kendine karşı dürüst olmak zorundadır.” 13 Bütün bunları neredeyse kelimesi kelimesine hatırlaması onu sadece şaşırtmıyor, aynı zamanda kendi kimliği hakkındaki boşluğu daha da korkutucu kılıyordu. Prof. Moretti’nin yaşamı hakkında pek çok detayı hatırlıyordu. Eserlerinin tümünü, bilimsel makalelerinin çoğunu okumuştu elbette. Bu söyleşi için ciddi bir hazırlık yapmış olması, önceden sorular hazırlamış olması gerekmez miydi? Peki, bu notlara nasıl ulaşacaktı? Daha önce inceden inceye kurguladığı bir söyleşiyi irticalen yürütebilir miydi? Geçmişini, bir yerde kimliğini kaybetmiş olmanın dayanılmaz baskısıyla bilek güreşine tutuşmuşken bir de çok saygı duyduğu düşünürlerden biriyle, hem de birkaç saat sonra söyleşi yapmasının bekleniyor olması içinde müthiş bir stres yaratmıştı. İmkânsızı dene ki, en zoru başarasın. Kim söylemişti bu sözü? Gerçekten de böyle bir söz geçmiş miydi kayıtlara? Yoksa kendi kendine mi uydurmuştu bu iddialı lafı? Bir süre gözleri kapalı sessizce oturdu o koltukta. Zihninin yarısı berraktı, yarısı karmakarışık. Söyleşiyi boş verip bir psikiyatri kliniğine mi yatmalıydı? Yoksa “hafızamı kaybettim, araştırın bulun benim köklerimi, ailemi” diyerek polise mi başvurmalıydı? * * * * * Yavaşça doğruldu koltuğundan. Artık sağa sola yalpalamıyordu. 14 Yeniden banyoya doğru yürüdü, bu kez daha kararlı adımlarla. Duşa girdi, soğuk suyu sonuna kadar açıp dakikalarca altında durdu, manastır keşişleri gibi, hiç kıpırdamaksızın. Bu bir ceza mıydı kendine reva gördüğü? Yoksa buz gibi suyun etkisiyle ayılmayı, titreyip kendine dönmeyi mi umuyordu? Bölüm 4 15 Acıktığını hissetti. Saatine baktı. 12.16 Lanet olsun, çok az zamanı kalmıştı. Soğuk duşun etkisiyle biraz kendine gelmişti. Hemen hazırlanmalıydı. Füme pantolonunu, açık mavi polo gömleğini ve lacivert ceketini hızla geçirdi üstüne. Ayakkabılarını da giydikten sonra yuvasında duran manyetik oda kartını alıp dışarı çıktı. Ahşap trabzanlı merdivenlerden aşağı doğru inerken birden gözleri karardı. Çevresindeki her şey dönüyordu. Soğuk bir ter boşandı sırtından. Tam sakinleşmeyi umarken kalbi yeniden hızla çarpmaya başlamıştı. Aşağıya iniyordu da sonrasında ne yapacaktı? Neyse ki resepsiyondaki esmer güzeli sıcak bir ilgiyle ona bakıyordu. “Ben de hiç acıkmayacak mısınız diye merak etmeye başlamıştım Signor Adoni, şimdi bir şeyler atıştırmak ister misiniz?” “Evet, ufak bir sandviçle bir fincan duble espresso iyi olur sanırım.” “Yanında biraz da dilimlenmiş meyveye ne dersiniz? Hepsi bizim bahçemizden.” “Fena fikir değil. Kahve sıcak olsun lütfen, gerisi kolay.” Bankoya dirseklerini dayayıp, Maria’ya dert yanmaya hazırlandı. Nereden girseydi lafa? Bilgisayarımın şifresini de unuttum dese iyice rezil olacaktı. “Kahvaltı hiç sorun değil” dedi kısık bir sesle. “Benim asıl derdim bilgisayarımla. Sanırım diski bozulmuş. 16 Belgelerim, isimler, adresler, hepsi içindeydi. Yardımınıza ihtiyacım var.” Maria alnını kırıştırdı. “Size nasıl yardımcı olabilirim acaba?” Bir hata yapıp her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmaktan korkuyordu. Hafifçe öksürüp boğazını temizledi. “En çok ihtiyaç duyduğum şey internet bağlantısı olan bir bilgisayar. Bu arada, Prof. Moretti’nin adresi sizde vardır nasıl olsa, değil mi?” “Başka?” “Hepsi bu kadar, yeter ki bir çözüm bulun” derken gözlerinde bir yakarış vardı. “Birkaç saat sessiz bir ortamda çalışabilmekten başka bir dileğim yok.” “O zaman” dedi Maria yüzünde kocaman bir gülümsemeyle, “şanslısınız doğrusu. Otel müdürümüz bugün izinli. Bu nedenle odası boş. Önce kahvaltı siparişinizi bir geçeyim, sonra bilgisayarı sizin için hazırlarım.” Erol’un gergin yüz hatları hafiften gevşemişti. Teşekkür ederek ofise doğru yürüdü. Aralık duran kapıyı itip içeri girince etrafına bakındı. Masanın üzerinde bir sürü klasör, evrak duruyordu. Kesilmiş faturalar, rezervasyon fişleri, fiyat listeleri, broşürler. Birden ayıldı. Peki, İtalya’nın neresindeydiler? Önünde duran broşürün kapağındaki adrese baktı göz ucuyla. Castello di Villa Via Casale 23, San Michele Alessandria Hmm, Alessandria kuzey İtalya’da, Torino ile Milano arasında bir yerlerde olmalıydı. Bunda şaşılacak ne var diye 17 mırıldandı kendi kendine, Prof. Moretti, Milano Üniversitesi psikoloji anabilim dalı başkanı değil miydi? Maria Costa beş dakika geçmeden ofise gelmiş, çalışma masasının üzerindeki bilgisayarı açıp şifresini girmişti. Kahvaltısının birkaç dakika içinde hazır olacağını söyledikten sonra da geldiği gibi sessizce odadan çıkmıştı. Artık yalnızdı. Birkaç saat sonra yıllardır hayranlıkla izlediği profesörle bir röportaj yapacaktı ve ne soracağına, hangi sırada soracağına dair hiçbir hazırlığı yoktu. Daha doğrusu vardı da, şifresinin ardına gizlenmiş bilgisayarı sırlarını paylaşmaya yanaşmıyordu. Korkuyordu. Bilinmezin karşısında duyulan korku... Bilmek ve olmak arasında gittikçe büyüyen uçurum… İçinde birbirine dolanıp ruhunu daraltan çelişkiler… Bir an için her şeyden vazgeçmeyi düşündü. Sonra derin bir nefes aldı. İradesi bir adım öne çıkıp onun adına karar vermişti. Pes etmeyecekti! Parmakları klavyede, gözleri ekranda, kahvaltısının usulca masaya bırakıldığını bile fark etmeden çalışmaya koyuldu. Başını kaldırdığında tam dört saat uçup gitmişti. Bir yandan karnını doyururken, kurulu bir robot gibi Google sayfalarında dolanmış, Prof. Moretti hakkındaki tüm güncel bilgileri taramıştı. Tabağındaki son elma dilimini ağzına attığında Maria’nın ona verdiği ince bloknotun neredeyse tamamı Türkçe, İngilizce, İtalyanca notlarla dolmuştu. 18 Şimdi geriye, odasına çıkıp kasada duran cüzdanını ve ses kayıt cihazını almak kalmıştı. Madem buraya bu söyleşi için gelmişti, programını bozmayacaktı. Önce işini yapacak, sonra da kendiyle, onu bırakıp giden belleğiyle, geçmişiyle hesaplaşacaktı. Biraz önce Erol Adoni adını Google’da sorgulamayı düşünmüş ancak eli bir türlü gitmemişti. Belli ki kendisi hakkında bir şeyler keşfetmeye hazır değildi. Henüz değildi. Mantığı ne derse desin ruhunun derinliklerinde o gücü bulamamıştı. Kim olduğunu araştırma düşüncesi buruk bir gülümseme yaydı yüzüne.“Önce ilk adım, sonra ikincisi” diye ikna etmeye çalıştı kendi kendini. Bebek adımlarıyla başlayacaktı yeniden yürümeye. Ofisin kapısını kapatıp yeniden resepsiyona yöneldi. Ona sürekli gülücükler saçan dilberden yeniden yardım isteyebilirdi. “Teşekkür ederim Maria, gerçekten çok yardımcı oldunuz. Şimdi hocamızın adresini de verirseniz sanırım yola koyulabilirim. Ha, bir de taksi bulabilirsiniz değil mi?” Genç kız bir kez daha hayretini gizlemeye çalıştı. “Ama Signor Adoni, dün akşam size yolun tarifini vermemiş miydim? Hatta haritada evin yerini bile göstermiştim. Arabanıza atlayıp önce ana caddeye çıkacak sonra da…” “Araba mı dediniz?” Bu kez genç kızın gözleri kocaman açıldı. “Signor Adoni, şaka yapıyorsunuz galiba. Dün akşam arabanızı yan taraftaki sundurmanın altına çekmemi rica edip, anahtarını da bana vermiştiniz ya?” Erol bu badireyi nasıl atlatacağını düşünmekle meşguldü. 19 “Tabii Maria, haklısınız. Size anahtarı vermiştim, ancak yolumu kaybedersem randevuma geç kalırım diye korktum birden. En iyisi bir taksi çağırmak sanki.” “Signor Adoni, hava henüz aydınlık, ben de arabanızın navigasyon sistemini ayarlarım, o size yolu gösterir.” Daha fazla itiraz etmedi. Milano havaalanından kiraladığını unuttuğu dört kapılı siyah Fiat Sedici’ye atladı. Tam o sırada bahçenin en dip köşesine oturmuş kitap okuyan bir adam çarptı gözüne. Aşina bir yüz. Bu saçlar, bu duruş… Zihnini yokladı. Boşluk. Can yakan bir boşluk. Dişlerini sıktı ve meraklı gözlerle onu süzen Maria’ya el sallayıp gaza bastı. Prof. Moretti onu bekliyor olmalıydı… 20 Bölüm 5 Mini bloknotuyla ses kayıt cihazını yan koltuğa atıp navigasyon sisteminin gösterdiği istikamette aracını sürmeye başladı. Birkaç dakika geçmeden iki katlı San Michele belediye binasına ulaşmış, parkın etrafından dolanıp kasabanın dışına çıkmıştı bile. Via Pazzola’ya gelince yavaşladı, üzüm bağlarıyla kuşatılmış bir köy yolundaydı artık. Bir süre ilerledikten sonra yolun sol tarafında sarmaşıklarla kaplı taş bir duvar göründü. Navigasyona bakılırsa varmıştı adrese. Bahçe duvarındaki kemerli, iki kanatlı ahşap kapısıyla bir bağ evi. Saatine baktı. Randevusuna on dakika vardı. Arabasının motorunu durdurdu, notlarına hızla göz gezdirdi, derin bir nefes alıp dışarı çıktı. Kapının ziline basıp beklemeye başladı. Kalbi hızla çarpıyor, sanki peşinde birileri varmış gibi sürekli sağına soluna bakınıyordu. Yaklaşan ayak seslerini duyunca toparlandı. Nefesini kontrol altına almaya çalışırken ahşap kapı yavaşça aralandı. Karşısında kırk yaşlarında, kızıl saçlı, yanık tenli, hoş bir kadın duruyordu. Sol yanaktaki derin gamze, dolgun dudaklar, ışıltılı sıcak gözler… Birden yüreği sıkıştı. Bu yüzü bir yerden tanıyor olabilir miydi? Rüyasındaki çamaşırhane sahnesi canlandı birden gözünün önünde. İçinden tarifsiz bir sızı geçti. 21 “Signor Adoni?” “Evet” diyebildi kısık bir sesle. “Prof. Moretti ile görüşmeye gelmiştim.” Gizemli kadın muzip bir bakış fırlattı Erol’a. “Bruno da sizi bekliyordu zaten. İsterseniz aracınızı evin önündeki düzlüğe park edin. Bu dar yolda başına bir iş gelmesin.” Arabasını bahçe kapısından içeri sürdü, dalları dört bir yana uzanan asırlık bir sakız ağacının altına park edip dışarı çıktı. Ufak tefek bir adam evin kapısında onu bekliyordu. Tıpkı resimlerindeki gibiydi. Geniş alnına düşen karmakarışık kır saçlar, çizgileri derinleşmiş ince bir yüz, kemerli bir burun. Elleri cebinde, metal çerçeveli gözlüklerinin ardından sessizce onu süzüyordu. Erol kapıya doğru yürüyüp önündeki birkaç basamağı hızla tırmandı. Dostça el sıkıştılar. “Bağ evime hoş geldiniz Signor Adoni, sizi Milano’dan buraya gelmek zorunda bıraktığım için beni bağışlayın, neden bilmem ziyaretçilerimi kendi çalışma mekânımda ağırladığımda sanki söyleşiler daha verimli geçiyor.” Erol gülümsemeye çalıştı, hoş bulduk kabilinden bir şeyler geveledi. Moretti’nin içten tavrı onu biraz olsun rahatlatmıştı. Evin kapısından birlikte içeri girdiler. Dört bir köşesi rahat koltuklarla döşenmiş loş bir salondan geçip yan odaya açılan geniş bir kapının önünde durdular. “İsterseniz görüşmeyi çalışma odamda yapalım, bu sayede ilgi duyduğunuz kitaplara da bakabilirsiniz.” Ne cevap vermesi gerektiğini düşündü. Bulamadı. Kapının karşı tarafında antika bir çalışma masası, önünde de karşılıklı iki koltuk duruyordu. Duvarlar yerden 22 tavana uzanan raflar dolusu kitapla kaplıydı. Çalışma masasının üzerinde bir laptop duruyordu, birbiri üzerine yığılmış kitaplar, dergiler, dosyalar ise masanın her tarafına yayılmıştı. Odanın bir köşesine de salıncaklı bir sandalye yerleştirilmişti. Üzerindeki şilteye azametle uzanmış, yemyeşil gözleriyle dünyaya meydan okuyan siyah kediye sorarsanız bu evin hâkimi o olmalıydı. “Bu çalışma odası dedeme aitmiş. Çocukluğumda buraya gelip kitapların tozlanmış ciltlerine baktığımı hatırlarım. Kısa bir süre de babam kullandı burasını, ne yazık ki ailemi genç yaşta, bir uçak kazasında kaybettim. Tek mirasçı olduğumdan bu ev de bana kaldı, her fırsatta Milano’dan kaçıp buraya sığınırım. Kapıda sizi karşılayan Andreana sağ kolum gibidir. Nur içinde yatsın beni büyüten de onun annesiydi.” Prof. Moretti misafirinin bir şey söylemesini beklemeden eliyle sağdaki koltuğu işaret etti. Kendisi de karşısına oturup bacak bacak üstüne attı. Gözlerindeki zeki pırıltı sıcak bir gülümsemeyle karışıp yüzüne alçakgönüllü bir ifade veriyordu “Andreana demişken… Ne içmek istersiniz? Bir kahve?” Erol hayatında ilk kez sözlü imtihana kalkmış acemi bir öğrenci gibiydi… Koltuğa oturmuştu bir şekilde, peki ya sonra? Ellerini nereye koyacağını, bacaklarına ne şekil vereceğini bilemiyordu. Elindeki bloknotu ve kayıt cihazını yanında duran sehpanın üzerine bıraktı. Yüzüne ateş bastığını hissetti. Saçlarının dibi ıslanmış, ağzı kurumuştu. Artık benim de bir şeyler söylemem lazım diye düşündü bölük pörçük. 23 “Profesör Moretti, her şeyden önce beni kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Çalışma odanızı bana açmanız da büyük incelik. Bu karşılaşmayı uzun zamandır beklediğimi itiraf etmek isterim… Eh, bir fincan espressoya da hayır demem.” “Vay be” dedi içinden, “demek hâlâ adam gibi laflar edebiliyorum.” “Değerli dostum, Profesör Moretti hitabı bu evde pek kullanılmaz. Bruno’ya ne dersiniz? Ve müsaadenizle ben de size adınızla, Erol diye hitap etmek isterim.” “Şeref duyarım Bruno, çok naziksiniz.” “Biliyor musun Erol, İtalyanlar hariç ziyaretime gelen tüm yabancılarla İngilizce konuşmaya o kadar alışmışım ki, seninle anadilimde konuşabiliyor olmak hoşuma gidiyor. Bana gönderdiğin mesajda annenin İtalyan olduğundan bahsetmiştin, öyle değil mi? Yanılmıyorsam adı da Silvia idi galiba.” Başı dönmeye, gözleri kararmaya başlamıştı. Oturduğu koltuk olmasa bir anda yeri boylayabilirdi. Dişlerini sıktı. Hayır, hayır, şimdi değil, bırak şu söyleşimi yapayım, sonra ne olacaksa olsun. Tüm gayretine rağmen, beti benzi atmış, kireç gibi solgun yüzü ruh halini ele veriyordu. “Bir şey mi oldu?” Kendisini toparlamaya, içinde kopan fırtınaları olabildiğince gizlemeye çalışoıyordu. “Hayır Bruno, iyiyim. Sanırım gün gece pek iyi uyuyamadım, ondan olmalı, bir an için başım döndü sanki.” Prof. Moretti insanları tedirgin etmeyi sevmeyen sakin bir kişiye benziyordu. 24 “Bak dostum, o halde sana farklı bir teklifim olacak. İstersen şu espressodan şimdilik vazgeçelim. Bence biraz takviyeye ihtiyacın var. Sanırım mahzenimizde Piedmont bölgesinin üzümlerinden yapılmış Barbaresco şaraplarından olacak, yanında da biraz peynirle kraker getirir Andreana.” Biraz düşünüp devam etti. “Ya da bizim Toskana’nın Chianti’sine ne dersin?” * * * * * Bir yandan profesörü dinlerken bir yandan da derin derin soluk almaya çalışıyordu. Evet, diye düşündü, biraz şarap içsem çok iyi olacak. “Teşekkür ederim Bruno” diye kekeledi. “Bir kadeh kırmızı şarap bence de çok iyi fikir. Açıkçası Barbaresco’yu tercih ederim.” Biraz duralayıp ekledi. “Özlemişim herhalde.” Ev sahibi Andreana’yı çağırıp neler istediklerini anlatırken Erol da toparlanmaya çalışıyordu. Prof. Moretti bile annesinin adını biliyordu. Oysa o sadece pasaportunda ve Paris Review’nun mektubunda yazılanları. Geçmişi nereye gitmişti? Keşke Google’a sorsaydı kim olduğunu. Kaçtığı yakıcı soru beyninde biteviye yankılanıyordu. Ben kimim, Tanrım, kimim ben? 25 Bölüm 6 26 Sehpanın üstü çeşit çeşit peynirler, susamlı, kepekli krakerlerle donanmış, bir şişe Barbaresco yanı başlarında, ilk kadehler dolmuş boşalmış. Prof. Moretti daha önceki söyleşilerde onlarca kez yaptığı gibi misafirinin başlamasını sabırla bekliyor, konu açılmadıkça kendiyle ilgili ayrıntılara girmiyordu. Floransa’nın Rönesans dönemindeki rolünden, Toskana’da yetiştirilen üzümlerin özelliklerine kadar birçok konudan bahis açılmış ama henüz sadede gelinmemişti. Zamanının her geçen dakikayla azaldığını fark eden Erol içten içe bir tedirginlik yaşamaya, zar zor toparladığı özgüvenini yitirmeye başlamıştı. Paris Review’da yayınlanan diğer söyleşileri zihninden geçirmeye çalıştı. Hatırladığı kadarıyla yazılar genelde görüşme mekânının tasviriyle başlıyor, yazarın fiziksel özellikleri, çalışma ofisinin mimari yapısı, hobileri kısaca özetlendikten sonra kitap eleştirmeni doğrudan konuya girip ilk sorusunu soruyordu. Öyleyse ben de bu minvalde bir giriş yapmalıyım diye geçirdi içinden. Kadehinden son bir yudum alıp elini yanındaki masaya uzattı. Artık kontrolü eline aldığını, görüşmeyi kendisinin yönlendireceğini ispat etmek istercesine, masanın üzerindeki kayıt cihazını ortalarındaki sehpanın üzerine yerleştirip düğmesine bastı. “Hadi bakalım” diye söylendi kendi kendine, “artık başlıyoruz”. “Sayın Profesör, yaklaşık otuz yıl boyunca dünya sizi bilimsel makalelerinizle, insan psikolojisi üzerine geliştirdiğiniz teorilerle, Jung’un öğretileri üzerine yaptığınız 27 yorumlarla tanıdı. Nasıl oldu da kendinizi birden yazar koltuğunda buldunuz? Roman yazmaktaki amacınız neydi?” İlk açılış hamlesi nihayet gelmişti. Profesör hafifçe arkasına yaslandı. “Modern psikolojinin bir bilim dalı olduğu, bilimsel yöntemlere bağlılığı tartışılmaz. Öyle konferanslara katıldım ki, bu dalda akademik geçmişi olmayan bir izleyicinin neler konuşulduğu hakkında en ufak bir fikri bile olamaz. Öte yandan şu da var ki, kendini daha iyi tanımak isteyen, insan davranışlarının nedenlerini sorgulayan her fani, psikolojiyle bir şekilde ilgilenmiştir. Nitekim bu konuda genel okur seviyesine hitap eden kitaplar daima ilgi görmüştür. Geçen yıl yitirdiğimiz James Hillman’ın “The Soul’s Code – Ruhun Şifresi” adlı başyapıtı İtalya’da aylarca en çok satan kitaplar arasında yer almıştı. Keza, Stanford’da onursal psikiyatri profesörü Irvin Yalom, akademik çalışmaları kadar yazdığı romanlarla da tanınıyor. Sanırım bir süre sonra bilimsel kavramları tartışmak yerine birikimlerini hayali karakterler ve olaylarla harmanlayabilecekleri romanlara yönelmek, birçok meslektaşımın tercihi olabiliyor.” Erol, söyleşiyi bir şekilde başlatabilmekten hoşnut, görüşmeye gelmeden önce bilgisayar başında tuttuğu notları zihninde toparlamaya çalışıyordu. “Tolstoy bir keresinde ‘Bütün büyük edebi eserler iki öyküden biridir; bir adam yola düzülür ya da kente bir yabancı gelir’ demişti. Siz ise daha çok geçmişte yaşamış düşünürlerin hayatlarını ele alan eserler kaleme alıyorsunuz, bu konuda ne diyeceksiniz?” Moretti hiç düşünmeden yanıt verdi. “İnsan hayatı esasen bilinmeze yapılan bir yolculuk değil midir? Eşi benzeri olmayan, yalnızca o fani için 28 tasarlanmış kısa bir yolculuk. Eğer yazdıklarınız tarih içinde uzun bir süreyi kapsıyorsa bu süre asırlarla ifade edilebilir. Evrenin sonsuzluğu içinde ikisi arasında bence pek fark yok. Ha birkaç yıl, ha birkaç asır. Siz de şu anda bir yolcu değil misiniz? Aynı zamanda da kentimize gelen bir yabancı… Kendine güvenen bir yazar yalnızca yek bir gün yaşadıklarınızı konu alan bir öykü, bir roman yazabilir. Meseleye bu şekilde bakacak olursak, roman yazmanın bir kuralı, ya da sınırlaması olmadığını düşünüyorum.” “Soljenitsin’in İvan Denisoviç’in Yaşamında Bir Gün adlı eseri gibi…” Moretti oturduğu yerde keyifle gülümsüyordu. “Bunu siz söylediniz dostum, ben değil!” “Demek siz kurallara fazla önem vermiyorsunuz.” “Büyülü gerçekliğin en seçkin temsilcisi Marquez olarak bilinir. Nobel ödüllü, benzersiz bir usta. Yazar olmaya karar verdiği anı nasıl anlatır bilir misiniz?” Erol, hayır bilmiyorum der gibi başını iki yana salladı. Bakışlarını Profesörün çerçeveli gözlüklerinden ayırmadan dinliyordu. “Marquez henüz üniversite öğrencisidir. Kafka’nın Dönüşüm adlı eseri eline geçer ve okumaya başlar. ‘Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.’ Ve sonra kendi kendine söylenmeye başlar. ‘Lanet Olsun! Kimse böyle yazılabileceğini bana söylememişti. Öyleyse ben de yazabilirim…’ Kurallar… Kurallar hayal edebilen, üretebilen kişiler tarafından konulmamıştır. Herkes o kurallara uysa Orwell’in Hayvan Çitliği bugün kütüphanelerimizin başköşesini süslüyor olmazdı…” Çok geçmeden loş ışıkların altında öne eğilmiş, birbirlerinin gözünün içine bakarak heyecanla konuşan iki 29 adam sohbeti iyice koyulaştırmış, Erol zihnini esir alan kuşkulardan, kuruntulardan sıyrılmış, tüm dikkatini o ana odaklamıştı. Aradan ne kadar zaman geçmişti acaba? En sonunda biraz şarabın, biraz da işi kotarmış olmanın sarhoşluğuyla “Teşekkürler, Bruno” dedi. “Değerli görüşlerini benimle paylaştığın için minnettarım. İzninle söyleşimizi burada noktalıyorum.” Kayıt cihazını durdurdu, derin bir nefes aldı ve bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslandı. Yüzüne olabildiğince sakin bir ifade yerleştirmeye çalışsa da elleri titriyordu. Kuruyan dudaklarını ıslatmak ister gibi önündeki bardağı başına dikip kalan şarabı bitirdi. Bruno da söyleşinin kazasız belasız bittiğinden memnundu. Oturduğu yerden gülümseyerek sordu: “Yalnızca son bir şeyi sormayı unuttun aziz dostum, neden acaba?” Erol’un gözlerinin önünden bir sis bulutu gelip geçti. Tam da kendini tebrik etmeye hazırlanırken! Düşünmeye çalıştı, hayır, bilmiyordu. Neyi unutmuş olabilirdi acaba? “Neyi sormayı unutmuş olabilirim sevgili Bruno?” “Çok kolay” diye cevap verdi Profesör Moretti. “Bugüne kadar Alessandria’ya benimle söyleşi yapmaya gelip de burada doğup büyümüş Umberto ECO hakkında tek bir soru dahi sormayan ilk ve herhalde en son kişi sen olacaksın aziz dostum. O halde ben sana sorayım: Neden bu konuya hiç girmedin?” Erol rahatlamıştı. “Özel bir nedeni yoktu Bruno. Sanırım konuştuklarımıza kendimi o kadar kaptırmıştım ki, bir an için aklımdan çıkmış.” 30 Durakladı. Zaten bu söyleşiyi yüzüne gözüne bulaştırmadan yapabilmesi bile düpedüz bir mucizeydi. Çabucak kendini toparlayıp söze devam etti. ”Tahmin edebileceğin gibi bir teki hariç tüm romanlarını okudum ustamızın. Onu da yanımda getirmiştim ama henüz başlayamadım. Oteldeki odamda, başucumda duruyor hâlâ.” Profesör Moretti merak etmişti. “Hangi romanı bu?” “La Misteriosa Fiamma della Regina Loana.” “Türkçeye de çevrildi mi bu eseri?” “Sanırım Türkçeye de Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi olarak çevrilmişti adı.” Profesörün gözlerinde bir ışık parlayıp söndü. “Yanında getirdin ama hiç okumadın öyle mi?” “Evet” dedi kendinden son derece emin bir edayla. “Henüz başlayamadım ama ilk fırsatta bitireceğimden emin olabilirsin”. Profesör bir an için bir şey söylemeye hazırlanıyor gibi öne eğildi, sonra vazgeçti, geriye doğru çekildi ve yumuşak koltuğuna yaslanıp sordu. “Madem öyle, işte sana İstanbul’a dönerken uçakta güzel bir roman okuma fırsatı. Bu arada, İstanbul demişken, itiraf etmeliyim ki değerli dostum, karısı doğum yapmak üzere olan bir adamın bunca yoldan söyleşi yapmaya gelmesi beni gerçekten duygulandırdı. Nasıl, son haberler iyi mi bari?” Doğum? 31 Sessiz bir çığlık… Kuşlar havalanıyor birer ikişer. Kara bulutlar ufku sarmış, bir fırtına koptu kopacak. Mahşerin dört atlısı koşuyor doludizgin. Karanlıklar prensi kahkahalar atıyor kamçısı elinde. Şimşekler çakıyor gökyüzünde. Kızıl alevler yükseliyor Kraliçe Loana’nın saçlarından. Dans eden alevler dönüyor, dönüyor… Önce başı eğiliyor öne doğru, sonra yere yığılıyor usulca. Karanlık… Her yer kapkaranlık… Bölüm 7 32 Gaipten sesler çalınıyordu kulağına... “Nabız normale dönüyor” diyordu biri. Yerde sırtüstü yatmış, neler olduğunu kavramaya çalışıyordu. Başını okşayan bir el hissetti. Göz kapaklarını aralamak istedi, başaramadı. Öyle güçsüzdü ki… Sonra, o yoğun sis usulca dağılırken zihninin berraklaştığını hissetti. Ayılmıştı. Tel gözlüklü, kır saçlı bir adam üstüne eğilmiş, “Haydi dostum, uyan” diye söylenip duruyordu. “Tamam Andreana, gözlerini açtı, bir bardak su getir hemen.” Bu kez üzerine eğilen bir kadındı. O hareli gözler, o kızıl saçlar… Başı döndü ve bir kez daha kararıverdi dünya. “Yine bayıldı, Bruno, fark ettin mi, tam ayılırken, beni görür görmez… Korkutuyor muyum ne? Keşke şarap ikram etmeseydik.” “Amma da yaptın Andreana! Şarap içen bir erkek olsa olsa sana aşık olur, boylu boyunca yere serilmez böyle.” Sonra kuşkulu bakışlarını yanına çömelmiş alımlı kadına çevirdi. “Belki de haklısındır, ona bir başka kadını hatırlatıyor olabilirsin, çok ani tepkiler verdiğine göre ciddi bir travma geçirdiği kesin. En iyisi su bardağını bırakıp git. Bir daha ayıldığında ilk seni görmesin karşısında.” Beyne yeterli düzeyde kan pompalanmayan bir insanın bayılacağını biliyordu Profesör. Genç adamın ayaklarını bir 33 yastıkla destekleyip yükselterek beyne daha çok kan gitmesini sağladıktan sonra yerinden doğrulup koltuğuna oturdu. Bu kez Erol’u kendi haline bırakmanın daha iyi olacağını düşündü. Piposunu ağır hareketlerle doldurup sehpanın üzerinde duran uzun kibritle yaktı, derin bir nefes çekip koltuğuna gömüldü. Artık bekleyecekti. Aradan birkaç dakika geçmeden Erol yattığı yerde kımıldanmaya, kirpiklerini oynatmaya, gözlerini açıp etrafına bakınmaya başlamıştı. Derin derin nefes alıp kafasını toparlamaya çalışırken Profesör de hiç istifini bozmadan piposunun dumanını havaya savurmaya devam ediyordu. Erol en nihayet doğruldu, sendeleyerek güç bela en yakın koltuğa çöktü. Misafirinin kalp atışlarının normale döndüğünden emin olunca, Profesör su bardağını uzatıp konuşmaya başladı. “Geçmiş olsun dostum, şimdi nasılsın bakalım?” Erol’un sesi güçlükle çıkıyordu. “Başım dönüyor, midem bulanıyor. Ne oldu bana?” “Ufak bir rahatsızlık, dinlen biraz, geçecek hepsi. Beni tanıdın mı?” Zoraki bir gülümsemeyle cevap vermeye çalıştı. “Tabii Bruno, bir… bir söyleşi yapıyorduk galiba.” “Peki, sana en son neler söylediğimi de hatırlıyor musun?” Duraksadı. Zihninden karmakarışık görüntüler gelip geçiyordu. Sis bulutları aralanmaya başlayınca cevap verdi. 34 “Evet, sanırım Umberto Eco’nun kitabından konuşuyorduk. Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi’nden. Sonra, sonra, ahh…” Erol’un yüzü acıyla kasılmış, alnında derin çizgiler oluşmuştu. Profesör ise sabırla bekliyor, bir yandan da misafirinin ruh halini çözümlemeye çalışıyordu. Bir süre sessizce oturdular. “Bak dostum, biraz önce üst üste iki kere bayıldın. İlk geldiğinde de başın dönmüş, sıkıntılı bir an yaşamıştın. Bu konuda bana söylemek istediğin bir şey olabilir mi? Hâlâ biraz yorgun ve halsiz görünüyorsun. Kendini zorlama, ben beklerim ama bir sakıncası yoksa neler olup bittiğini de öğrenmek isterdim.” Erol içinde bulunduğu durumu kavramaya, ne cevap vereceğini düşünmeye çalışıyordu. Tabii ya, bu sabah otelde tek başına uyanıp hiçbir şey hatırlamadığını fark etmemiş miydi? Demek şimdi de bu yabancı evde bayılmıştı, hem de iki kere… “Sorun şu ki” diye söze başladı Erol, yutkundu, derin bir iç çekip devam etti, “sorun şu ki Bruno, kendimle ilgili hiçbir şey hatırlamıyorum.” Söylediklerini kendi bile duymak istemiyordu sanki. Çaresiz bir fısıltı gibiydi sesi. Profesör bir süre bekledi, zor durumdaki bir insanın bu itirafı yapmasının ne kadar zor olduğunun farkındaydı. Acele edip bir kere daha Erol’un dengesini bozmaya niyeti yoktu. “Benimle söyleşirken neredeyse yazdığım tüm kitapları, benimle ilgili tüm detayları hatırlıyordun oysa.” Erol’un sesi biraz daha gür çıkmaya başlamıştı. 35 “Sorun da burada ya işte. Gördüklerimi, okuduklarımı hatırlıyorum ama daha dün ne yaptığımı sorsanız, hiçbir şey hatırlayamıyorum. Geçmişim kapkaranlık. Hafızamın ‘ben’ haznesi sanki bomboş!” Bruno misafirinin yaptığı açıklamalardan memnun olmuşa benziyordu. Tünelin ucunda bir ümit ışığı görünmüştü artık. Bu bir zaman meselesi diye söylendi kendi kendine, yeter ki misafirimizi ürkütmeyelim. “Peki, bu sabah uyandıktan sonra neler yaptığını hatırlıyor musun?” Erol o gün yaptıklarını, yaşadıklarını, gördüklerini birer birer zihninde canlandırmaya çalıştı. Odayı, kasayı, Maria Costa’nın ışıltılı gülüşünü, yaptığı kahvaltıyı, bilgisayar başında çalışarak geçirdiği saatleri, bu eve nasıl geldiğini… “Evet Bruno, bugün olup bitenleri oldukça net hatırlayabiliyorum. Ne yazık ki hepsi bu!” “Peki, kaldığın otele nasıl geldiğini, kiminle karşılaştığını?” “Maalesef hayır. Ama bu sabah konuştuğum resepsiyondaki kız dün akşam otele gelişimi, kiralık arabamın anahtarını kendisine verdiğimi hatırlıyor, hatta seninle randevum olduğunu bile söylemişim ona.” Profesör heyecanlanmıştı. İz süren bir av köpeğinin kokuyu aldığı zaman neler hissettiğini sezer gibiydi. “Bu iyi haber, Erol, demek oluyor ki dün akşama kadar her şey yolundaydı.” Birden hatırladı. “Başucunda duran o kitap. Henüz okumaya başlamadım demiştin. Emin misin?” Erol acı acı gülümsedi. 36 “Öyle söylediğimi hatırlıyorum, öte yandan, ne bildiğimi, neye güveneceğimi kestiremiyorum artık.” Profesör bakışlarını odanın en kuytu köşesine sabitlemiş, düşünüyordu. Yine sessizce oturdular bir süre. “Yorucu bir gün geçirdin dostum. İstersen bu gece burada kal. Bu halinle araba sürmen de tehlikeli olabilir.” Durakladı, söyleyeceklerini kafasında tartıyor gibiydi. “Hem şimdilik o odaya hemen dönmesen daha iyi olur. Üst katta bir misafir odamız var. Arzu edersen önce bir şeyler ye, ya da hemen odana geç ve biraz dinlen. Sabah olunca birlikte güzel bir kahvaltı yapar, sonra da kaldığımız yerden sohbetimize devam ederiz.” “Bir de” dedi Erol’un gözlerinin içine bakarak: “Bir de, eğer bir sakıncası yoksa otele gidip eşyalarını buraya getireyim.” Bölüm 8 37 Saat gecenin 10’u… Daracık karanlık yollar, uzaklarda tek tük ışıklar, adeta tekinsiz bir sessizlik… Profesör Moretti, misafirini çalışma odasında bitkin ve tedirgin bir halde bırakıp arabasını otele doğru sürerken hem o ana kadar yaşadıklarını hem de bir sonraki adımını düşünüyordu. Mesleki merakından çok ev sahibi olmanın sorumluluğu ağır basarak ziyaretçisiyle yakından ilgilenmiş, onu olabildiğince rahatlatmaya çalışmıştı. Uzun meslek hayatında böyle bir vakayla karşılaşmamıştı hiç. Daha bir gün öncesine kadar normalken Erol hangi nedenle kısmi bir hafıza kaybına uğramıştı acaba? Öteden beri hep tarihi kişilerin, ünlü filozofların hayatlarını ele alan romanlar yazmıştı. Oysa bugün yaşadığı sıra dışı deneyimi bir sonraki romanında işlemek ilginç olabilirdi. Öte yandan ilk kez karşılaştığı, üstelik hafızası sakatlanmış bir insanı ne kadar süre kimseye haber vermeden evinde misafir edebilirdi? Kararını verdi: Bu gece kendi araştırmasını yapacak, bulmayı umduğu ipuçlarından bir sonuca varmaya çalışacak, olmadı bir sonraki gün Paris Review dergisinin yöneticilerine bilgi verip ailesi ile irtibata geçilmesi için ricada bulunacaktı. Via Casale’ye gelince yavaşladı, ağaçların arasında iki katlı taş yapı görünmüştü. Arabasını otelin park yerine bırakıp hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Üç yıldır bu otelde çalıştığı halde ünlü profesörü ilk defa karşısında gören Maria heyecanlanmıştı. 38 “Hoş geldiniz Profesör” dedi, “İyi ki geldiniz, ben de şimdi sizin evi arayacaktım.” “Hayrola?” Genç kızın yüzünde endişeli bir ifade belirdi. “Signor Adoni size gelmedi mi?” Profesör hazırlıklıydı, zihninde tartıp tasarladığı cümleleri doğal bir tonda peş peşe sıraladı. “Signor Adoni beni ziyarete geldi, bu gece de misafirim olacak. Biraz başı dönüyordu, evden çıkamadı, ben de onun eşyalarını almaya geldim. Bir şey mi oldu?” Maria, bir çırpıda cevap verdi. “Evet efendim, Signor Adoni sizinle görüşmek üzere otelden ayrıldıktan hemen sonra bir kadın telefonla aradı onu. Anladığım kadarıyla epeydir yöredeki otelleri teker teker deniyormuş. Bizde kaldığını öğrenince sevindi, sizinle görüşmeye gittiğini söylediğimde ise çok şaşırdı, olacak iş değil kabilinden bir şeyler homurdanıp telefonu yüzüme kapattı.” “Peki, sonra?” “Aynı kadın beş dakika önce beni tekrar aradı. Signor Adoni’ye cep telefonundan ulaşamadıklarını, çok merak ettiklerini, bir an önce kendisiyle görüşmesi gerektiğini söyledi. Hatta sizin evinizin telefon numarasını istedi. Ama vermedim, onun yerine size ulaşmaya çalışacağımı söyledim.” Profesör işlerin giderek karıştığını mı, yoksa bir çözüm umudu mu doğduğunu kestiremedi. Acaba arayan kişi Erol’un annesi miydi? “Seninle İtalyanca mı konuşuyordu, İngilizce mi?” “İtalyanca konuşuyordu, telefon numarasını istedim ama vermedi, ‘adım Selin, söyleyin ona hemen beni arasın’ derken sesi çok telaşlıydı.” “O halde nereden aradığını bilmiyoruz.” 39 Maria’nın gözlerinden muzaffer bir pırıltı geçti. “Bizim santralimizde telefon numarası kayıtlı.” Profesör umut ve korku arasında bocaladı yine. “Bana söyleyebilir misin?” “Sizden gizli neyimiz olabilir Profesör! Bakın, işte yazıyorum. İlk iki numarası 90 olduğunda göre Türkiye’den arandığı kesin.” “Adı ne demiştin?” “Selin, bana harflerini kodlamıştı, numaranın yanına adını da yazıyorum.” Profesör fazla mütecessis görünmemeye çalışarak bir soru daha sordu: “Maria, Signor Adoni’nin halinde, davranışlarında bir gariplik sezdin mi bugün?” Genç kız sanki bu soruyu bekler gibiydi. “Kesinlikle evet, Signor Adoni kibar, sakin bir insana benziyordu, ama bugün beni hayli şaşırttı. Sabah ilk iş kasasının şifresini unuttuğunu söyleyip beni odasına çağırdı ve beni üzerinde iç çamaşırıyla kapıda karşıladı. Emin olun kılığının farkında değildi, sonra telaşlanıp defalarca özür diledi benden. Biraz sonra da bilgisayarının çalışmadığını söyleyip bizim müdürün odasını kullanmak için izin istedi.” Maria duraklayıp derin bir nefes aldı. Sonra kaldığı yerden devam etti. ”Şaşkın bir hali vardı. Ne yapacağına bir türlü karar veremiyormuş gibi. Kiralık arabası olduğunu hatırlamayıp benden bir taksi çağırmamı bile istedi…” Duydukları Erol’un anlattıklarını destekliyordu. Profesör daha fazla uzatmak istemedi konuşmayı. Telefon numarasının yazılı olduğu kâğıdı cebine koydu, odanın kartını da Maria’dan alıp teşekkür ederek ikinci kata çıktı. 40 İçeri girdiğinde ışıkları yaktı. Görünürde bir tuhaflık yoktu. Dolapta giysiler, bir ufak valiz, banyoda bildik eşyalar, çalışma masasının üzerinde kapağı açık bir bilgisayar. Yanında duran katlanmış kâğıdı eline alıp baktı. Kendisine Paris Review dergisi tarafından gönderilmiş olan mektubun bir kopyasıydı bu. Zihnindeki kayıtların silinmiş olmasına rağmen Erol’un kendisiyle yaptığı söyleşinin ana hatlarını nereden bildiği anlaşılmıştı. Sabah kalktığında bunu okumuş olmalı diye geçirdi içinden. Yatağın başucundaki komodinin üzerinde ise söyleşide adı geçen kitap duruyordu. Umberto Eco’nun ünlü eseri, La Misteriosa Fiamma della Regina Loana. Erol’un okumaya henüz başlamadım dediği o roman. Kapağını açtı, Erol’un elinden çıktığını tahmin ettiği Türkçe bir not yazılıydı kapağın iç tarafında. Kelimeleri dikkatle inceledi, bir şey anlayamadı. Bir sözlük kullansa bile işin içinden çıkamayacağını kestirebiliyordu, ne de olsa Türkçenin Latin dillerinden farklı bir yapısı vardı. Birden notun altındaki tarih dikkatini çekti. 11.11.2012 – 21.40 yazılıydı. Erol’un otele giriş yaptığı günün akşamı yazmış olmalıydı bu notu. Büyük bir ihtimal her şeyin yolunda gittiği saatlerde… Ya sonra? Eşyaları toplayıp, kitabı da bilgisayarla birlikte kılıfına yerleştirdikten sonra eve dönmeye karar vermişti ki parçalanmış bir cep telefonu gördü yerde. Başını kaldırdı. Çarpmanın izi vardı duvarda. İşte bu çok ilginç diye mırıldandı. Acaba hangisi önce olmuştu? Kitabın kapağının içine dokuzu kırk geçe not düşmüştü. 41 Peki, telefon ne zaman yere savrulmuştu? Kapağı bir yana dağılmış telefonun çalışır halde olmadığı açıktı. Onu da cebine atmadan önce sim kartını dikkatlice çıkarıp gömlek cebine yerleştirdi. Artık yapacağı bir şey kalmamıştı burada. Ya birkaç saat içinde bu bilmeceyi çözecek ya da Erol’a ulaşmaya çalışan o kadını arayıp, olan biteni anlatmak zorunda kalacaktı. Maria’ya veda edip, kararlı adımlarla arabasına yürüdü. Bölüm 9 42 Profesör Moretti arabasını park edip elinde Erol’un ufak valiziyle eve girdi. Andreana masanın başında oturmuş soyduğu elmayı dilimliyordu. “Merhaba Andreana, nerede bizimki?” “Sen gittiğinden beri çalışma odasında. Işıkları da söndürmüş, belki koltukta uyuyordur. Ya senden ne haber? Gittiğine değdi mi bari?” “Ben gitmeseydim otelden arayacaklarmış zaten. Anladığım kadarıyla İtalyanca konuşan sinirli bir kadın Erol’un peşinde. ” “Kim acaba?” “Bilmiyorum. İstanbul’dan arıyormuş.” Andreana soran gözlerle bakıyordu. Profesör, ‘hepsi bu kadar’ der gibi ellerini iki yana açıp çalışma odasına doğru yürüdü. Girişteki apliğin düğmesine basıp aralık kapıdan usulca içeri süzüldü. Erol, sorununun çözümü tavanda yazılıymış gibi kafasını arkaya atmış, gözlerini yukarı dikmiş oturuyordu. İçeri birinin girdiğini fark edince koltuğunda doğruldu. Profesör de ilk söyleşide yaptığı gibi karşısına oturdu. Bir süre kimse konuşmadı. “Şimdi nasılsın dostum?” Moretti’nin sesi yumuşak ve sevecendi. 43 “Bıraktığın gibi, belki daha da kötü Bruno. Bir boşlukta düşer gibiyim.” Sesi bezgin çıkıyordu. Kısa bir duraksamadan sonra devam etti: “Ne yapacağım şimdi ben?” Profesör bakışlarını karşısında oturan bitkin adamın gözlerine dikmişti. “Bu biraz da senin ne yapmak istediğine bağlı Erol. Bir gece öncesine dönmek istiyor musun? Neler olduğunu merak ediyor musun?” “Aslına bakarsan etmiyorum. Nasıl desem, sinirleri alınmış bir azı dişi gibiyim. Kalıp yerinde, içi bomboş.” “Yine de, müsaade edersen sana bir şey göstermek istiyorum.” Yanında getirdiği kitabı uzattı. “Bunu hatırlıyor musun?” “Elbette. Bu sabah başucumda bulduğum roman bu. Umberto Eco’nun romanı.” “Doğru hatırlıyorsun. Hatta henüz okumaya başlamadığını söylemiştin bana. Oysa içinde sana ait olduğunu sandığım bir not buldum. Hem de dün akşam yazılmış bir not. Bu senin el yazın olabilir mi?” Erol kapağın içindeki yazıya dikkatlice baktı. Yüzündeki ifade değişmemişti. “Bu sabah bilgisayarın başında çalışırken notlar almıştım. Bu da o yazıya benziyor, ben yazmış olabilirim.” “Sanırım Türkçe yazmışsın, bana tercüme edebilir misin?” 44 Erol, dudaklarında belli belirsiz bir titreyişle, kendisinden istenileni yerine getirdi. “Şöyle yazmışım, ‘Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yıl doldu. Ayrı yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Elveda…’ Sonra da altına tarih ve saati not etmişim.” Demek yirmi yıl diye mırıldandı Profesör. “Peki, sence bu kızıl saçlı prenses kim olabilir?” Erol oturduğu yerden acı acı gülümsedi. “En ufak bir fikrim yok.” Profesör kitabın ilk sayfasına baktı. İlk bölümdeki giriş cümlesinin altının çizildiğini fark etti. Sanki bunu bir şekilde tahmin etmişti. Bana kalırsa bu kitabı okumaya başlamışsın sen, dinle bak, altını çizdiğin bölümü sana okuyorum: ‘Adınız ne peki?’ ‘Bir dakika, dilimin ucunda.’ Umberto bu romanda Milano’da yaşayan bir sahafın hikâyesini anlatıyor. Kaza geçiren Giambattista Bodoni’nin kendi yaşadıkları dışında her şeyi hatırladığı roman bu.” “Tıpkı benim gibi” diye atıldı Erol. Erol’un bu son refleksi profesörü keyiflendirmişti. Umutla gülümsedi karanlıkta. “Sana birkaç soru daha sorsam, ne dersin?” “Yapacak başka şey yoksa zaten, neden olmasın?” “Çok iyi” dedi Profesör. Erol’un moralini yükseltip, onun güvenini kazanması gerektiğini biliyordu. 45 “Oteldeki odanda kırılmış halde yerde duran bir cep telefonu buldum. Senin olabilir mi acaba?” Erol cevap vermeden önce kısaca düşündü. “Evet olabilir, ben de sabah duvarın dibinde gördüm onu. Çalışmaz haldeydi.” “Duvarda da izi kalmış, o telefonu kim öyle fırlatmıştır dersin?” “Söyledim ya kafam bomboş, ama benden başka kim olabilir ki!” “Peki, neden?” Erol’un yüzüne bıkkın bir ifade vardı. “Dedim ya Bruno, zerrece fikrim yok. Ama illaki bir tahmin istiyorsan, bir şeye sinirlenmiş olabilirim, öyle değil mi?” “Haklısın Erol, büyük ihtimalle öyle olmalı. Bak, o notu gece saat 10’a 20 kala yazmışsın. El yazında bir anormallik yok, harflerin düzgünlüğü o sırada ruh halinde bir kırılma olmadığını gösteriyor. Demek seni sinirlendiren olay daha sonra meydana gelmiş.” Erol İçini çekti. “Bütün bunlar tahmin, Bruno, ne yazık ki hiçbiri derdime deva değil.” Profesör kontrolü kaybetmek istemiyordu. Konuyu değiştirmeye karar verdi. “Peki dostum, sence Selin kim olabilir?” “Kim dedin?” “Selin, ancak yanlış telaffuz etmiş olabilirim, şuraya yazayım.” Erol kâğıda yazılan isme baktı. 46 “Telaffuzun iyi sayılır Bruno, evet Selin yazıyor burada. Bir kadın adıdır Türkçede.” “Sana bir şey ifade ediyor mu?” Erol umutsuzca başını salladı. “Hayır, kesinlikle hayır.” Bir kere daha tıkanmışlardı. Ailesinden bir daha bahsederse Erol’un nasıl tepki vereceğini kestiremiyor, şu aşamada Selin’le telefonda konuşmasının da travmayı derinleştirmesinden korkuyordu Moretto. Son kozunu oynamaktan başka çaresi kalmamıştı. Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da yumuşak bir sesle konuştu: “Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek ister misin?” “Tabii Bruno, dinliyorum” “Senin de az önce söylediğin gibi bir hafıza kaybı yaşıyorsun. Büyük olasılıkla dün gece ağır bir travma geçirmişsin. Biliyorsun, bazen büyük bir fiziki acı insanları bayıltır. Sistemin kendini koruma amacıyla geçici bir süre kapanması diyebiliriz. Ancak söz konusu travma fiziki değil de duygusal ise, verilen tepkiler değişebilir. Dün gece, hafızasını kısmen yitiren bir roman kahramanının hikâyesini okurken aynı durum senin de başına geliyor. Burada sanki birbirini tetikleyen bir süreç var. Bu süreci başlatan ise aldığın sürpriz bir haber olmalı. Seni derinden yaralayan, kızdıran, üzen bir haber…” 47 Profesör bir an için susup karşısında oturan gizemli ziyaretçinin tepkisini ölçmeye çalıştı. Loş ışıkta yüz hatlarını iyi seçilemiyordu ama nefes alışı düzgün sayılırdı. Sözlerini tamamlamaya karar verdi. “Bak dostum, belli ki senin bir ailen var. Bu arada, Selin adında bir kadın İstanbul’dan seni arıyor. Cep telefonundan sana ulaşamadığını, seninle bir an evvel görüşmek istediğini söylemiş oteldeki kıza. Hatta benim evi bile aramak istemiş. Demek ki randevumuz olduğunu bilen bir kadın.” Yine sustu, sonra fısıldar gibi devam etti: “Sim kartın cebimde. Selin’in telefon numarası da yanımda. En önemli soru şu: Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mısın?” Birkaç dakika ikisi de konuşmadı. Erol’un derin nefes alışları duyuluyordu. En sonunda boğuk bir sesle konuştu: “Peki, sen düşünüyorsun Bruno? Aramalı mıyım o numarayı? Ya sonra ne olacak? Delirecek miyim ben? Yoksa çoktan delirdim mi?” Profesör teskin edici bir tonda yanıtladı. “Hayır Erol, kesinlikle deli değilsin, zihnin en az benimki kadar net, yalnızca yaralı bir insan olarak tanımlayabilirim seni. Derin bir yaranın acısını bilinçaltına gömmüş bir insan. Bu yaranın sebebini bilmeden ikinci bir risk almasak daha iyi.” Rüzgârla iki yana savrulan dalların hışırtısından başka hiçbir şey duyulmaz olmuştu. En sonunda o sessizliği yine Profesör bozdu. 48 “Sana bambaşka bir şey soracağım dostum. Hipnoz hakkında neler biliyorsun acaba? Bir fikrin var mı?” Erol’un sesi yine normale dönmüştü. Sözlü sınava kalkan çalışkan bir öğrenci gibi konuşmaya başladı: “Hipnoz, uyku ile uyanıklık arasında bir trans hali. Zaten ‘hypnos’ Yunancada uyku demekmiş. Telkinlerle yönlendirmeye imkân verdiği için her zaman ilgi odağı olmuş bir konu. Ancak terapi seanslarında ilk bilimsel denemeler 19. yüzyılda, Pierre Janet ve Sigmund Freud ile başlar…” Bir nefes molası verip devam etti. “Hatta, Harvard’da rüya ve hipnoz üzerine araştırmalar yapan Dr. Deidre Barrett’in Tales from a Hynotherapist’s Couch (Bir hipnoterapistin koltuğundan hikâyeler) adlı bir eserini de okumuştum.” Profesör, karşısındaki yabancının bilgisinden etkilenmişti. Demek bizim konulara hiç de yabancı biri değil diye düşündü. Bu iyi haber. “Öyleyse geçici hafız kayıplarına hipnozla çözüm arandığını da biliyor olmalısın.” “Evet Bruno, biliyorum” diye yanıtladı Erol. “Hatta çocukluğunda tacize uğramış ergenlerin sorunlarını çözmede kullanılan, kimi zaman da eleştirilen bir yöntem bu.” “Bravo dostum. Bu konuda hayli bilgili olman bizim için bir şans. Şimdi sana dosdoğru soracağım… ” Birden boğazına bir şey kaçmış gibi yutkundu, senelerdir kullanmadığı bu tekniğe başvurması doğru muydu acaba? Kalbi hızla atıyordu. Tüm cesaretini toplayıp sordu: 49 “Karar senin dostum, Selin’i mi arayalım, yoksa bilinçaltına bir yolculuk için bir hipnoz seansına var mısın?” Kısa bir sessizlik. Kuru bir öksürük. Kısık ama kararlı bir ses. “Sana güveniyorum Bruno, hadi başlayalım…” 50 Bölüm 10 Evet, Bruno bu işe niyetlenmişti ama kendisine ne kadar güveniyordu acaba? Daha bir dakika önce Erol’un bu cevabını duyabilmeyi çok istemişti, şimdi ise duygusal sol beyniyle kuşkucu bilim adamı beyni arasında gidip geliyordu. Ama geri dönülmez bir noktada olduğunun da farkındaydı. Ayağa kalktı, gidip kapıyı sessizce kapattı, yerine dönerken Erol’un omzunu kavradı sıkıca. “Bana güvenebilirsin Erol, şimdi senden rahatlamanı istiyorum” derken sesi farklılaşmış, kendini daha kararlı ve güçlü hissetmeye başlamıştı. Görsel efektler kullanmayı sevmiyordu. Masasının üst çekmecesinden çıkardığı eski kasetçalarını yanındaki sehpaya koyup tuşuna bastı. Odayı uzaklardan gelen yaprak hışırtıları, kuş cıvıltıları ve kumsala usulca vuran dalgaların sesi dolduruverdi. “Şimdi rahatça arkana yaslan” dedi o güven veren yumuşak sesle. “Gevşe… Bütün kaslarının çözülüp gevşediğini hisset… En tepeden parmak uçlarına kadar… Gevşe… Göz kapakların ağırlaşıyor… Ağırlaşıyor… Gözlerin kapanıyor…“ Bir süre sustu. Hipnoz altındaki süjesinin uyku ile uyanıklık hali arasındaki letarji konumuna gelmesini bekliyordu. Erol’un bu aşamayı hızla geçip katalepsiye girmesinden, yani donma haline geçmesinden, böylece onun üzerindeki hâkimiyetini kaybetmekten korkuyordu Profesör. 51 Letarjiye yani tam gevşeme haline geçen bir süjenin gerçekleri anlatmak yerine, olmadık hikâyeler uydurabileceğinin de farkındaydı. Travmaya neden olan anıyı birdenbire çağrıştırmanın risklerinden de çekiniyordu Profesör. Bu nedenle, başlangıçta kendince nispeten güvenli sularda dolaşarak Erol’u yavaş yavaş bir sonraki aşamaya hazırlamak istiyordu. “Şimdi rahat mısın Erol?” “Evet, çok rahatım.” “Neredesin?” “Senin evindeyim Bruno, çalışma odandaki koltukta oturuyorum.” “Hangi yılda doğdun?” “1966 yılında, 5 Nisan günü.” “Nerede doğdun?” Gülümsedi. “İstanbul’da doğmuşum, pasaportumda öyle yazıyor.” Demek Erol gerçek bir İstanbullu diye geçirdi içinden. Şimdi çocukluk çağından bir döneme geçelim. Yavaş yavaş, adım adım… “Bana yedi yaşındayken nerede olduğunu anlatmanı istiyorum, o yılı düşündüğünde ne hatırlıyorsun?” Erol sakin bir sesle konuşuyordu: “O yıl biz İstanbul’un Anadolu Yakasında, Moda’da otuyorduk. Tam Moda burnunun ucundaki bir apartmanın üçüncü katında. Bir üst katımızda da babaannem yaşardı. Moda İlkokulu’na gidiyordum.” Erol sustu. Hafifçe kıpırdandı 52 yerinde. “Bir gece aniden babam annemi alıp evden çıktı, beni de babaanneme bıraktılar. Üç gün sonra eve döndüklerinde annemin kucağında bir bebek vardı. Onu bir odaya koydular, annem de yanındaki kanepeye uzanmıştı. O kundaktaki bebeği kucağıma almak istedim, bana ‘şşşşt sakın dokunma kardeşine, Selin uyuyor’ dediklerini hatırlıyorum. O zaman anlamıştım, İstanbullu Adoni ve San Marinolu Sermonetta ailelerinin biricik Erol’u değildim artık.” Şimdi Erol’u İstanbul’dan arayanın kim olduğunu anladık diye düşündü Moretti, İtalyanca konuşuyormuş, eh, ne de olsa anneleri Silvia bir San Morinolu. Profesörün asıl derdi Erol’un çocukluk yılları değildi. O bir an evvel tam yirmi yıl önceye gitmek, 11 Kasım 1992 günü neler olduğunu öğrenmek istiyordu. Ama sabırlı olmalı, Erol’u o güne ağır adımlarla götürmeliydi. Ufacık bir hata, özenle dizdiği dominoları yerle bir edebilirdi. “Peki Erol, istersen şimdi de biraz gençlik yıllarına gidelim. Mesela üniversite yıllarından zihninde yer etmiş bir olay ya da kişi hatırlıyor musun?” Kısa bir sessizlik oldu, sonra Erol biraz tutuk, biraz hüzünlü, anlatmaya başladı. Başka bir yerden, uzak bir geçmişten gelir gibiydi sesi. “1989 yılının Mayıs ayıydı. Öğlen saatinde orta sahada futbol oynuyorduk. Sahanın bir yanında yatılı öğrencilerin yurdu, kale arkasında ana binaya giden merdivenler vardı. Kızlı erkekli öğrenciler çimlerin üzerine yayılmış ders 53 çalışıyor, sohbet ediyorlardı. İki gol atmıştım. Maçtan sonra terimizi silip derslere dağıldık. Son sınıftaydım, Mustafa Hocamızın Deneysel Psikoloji dersi vardı saat ikide. Mustafa Yılmaz’ı hepimiz çok severdik. Berkeley’de doktora yapıp kendi okuluna, Boğaziçi Üniversitesi’ne doçent olarak dönmüştü. Hocamızdı ama aynı zamanda bizim ağabeyimiz gibiydi. Derdi olan ona giderdi. Bir bacağı aksadığı için zaman zaman koltuk değnekleriyle yürür, hayata bir derviş gibi bakardı. Dersin sonunda kendisiyle bir konuda görüşmek istediğimi söyledim. Bıyık altından gülerken, her zamanki sakin sesiyle ‘Olur’ dedi, ‘söyle bakalım bu sefer hangi güzel kızımız kırdı kalbini.’ ‘Hayır Hocam, bu sefer konu farklı’ diye itiraz ettim. ‘Aslında psikoloji bölümünü ben seçmedim, kendi de bir psikolog olan babam karar verdi benim yerime. Ben de elimden geleni yaptım, hatta sınıf birincisi oldum, ama benim gönlümde yatan meslek bu değil’. En sonunda her zaman sükûnetini korumasıyla ünlü Mustafa Hocayı şaşırtabilmiştim. Gözlerimin içine dosdoğru baktı. ‘Sen şimdi dört yıl boyunca istemediğin bir bölümde mi okudun yani?’ diye sordu bana. Hayır hayır, aslında bazı dersleri, özellikle onun derslerini büyük bir zevkle izliyordum ama beni asıl büyüleyen, farklı diller, dillerin yapılarıydı. Boş zamanlarımda üniversite kütüphanesinde okuduğum kitaplardan, Latinceyi nasıl kendi kendime çalışıp bayağı öğrendiğimden bahsettim ona. ‘Söyleyin bana Hocam, siz olsanız benim yerimde ne yapardınız?’ 54 Erol durdu, soluklandı. Moretti pür dikkat dinliyordu. “Mustafa Hocanın yüzünden belli belirsiz buruk bir gülümseme geçer gibi oldu. ‘Ben senin yerinde olamam Erol’ dedi kısık bir sesle, ‘sen de benim yerimde olamazsın. Biliyorsun ben yetimim, liseyi de Darüşşafaka’da yatılı okudum. Hayatım boyunca hiç karışanım olmadı, özgür bir insanım ben. Ama benim de başka sınırlamalarım var hayatta, mesela senin gibi sahaya çıkıp futbol oynayamam, ya da bir kız arkadaşımı dansa kaldıramam.’ Nefes bile almadan dinliyordum. ‘Özgürlük ne tek başına olmaktır, ne de sağlam bir vücuda sahip olmak. Özgürlük bir haktır, ancak kazanılması zor, uğruna da savaşacağın, bedel ödeyeceğin bir hak. Unutma Erol, özgürlüğünü ancak sen kazanabilirsin, bedava dağıtılan bir şey değildir. En önemlisi de özgürlüğü kazanmak değil, onu elinde tutabilmektir. Zira gerçekten özgür olmak istiyorsan, önce hesabını kendine verebilmen gerek.“ Erol susmuştu. Sanki hem oradaydı hem değildi. Profesör bu beklenmedik söylevden etkilenmişti. Erol neden yalnızca o sohbeti anlatmıştı? Hem de bu kadar ayrıntılı ve net bir şekilde… Erol’u bu sözleri söylemeye iten bir telkinde bulunmuş olabilir miydi? Hayır, bu Erol’un kendi tercihi, belki itirafıydı. Kim bilir, belki canı o yüzden yanıyor, belki o cep telefonunu duvara fırlatırken özgür bir insan olamadığı için çocukça bir şiddetle isyan ediyordu… 55 Erol’un göğsü hızla inip kalkıyordu. Eğer eski haline dönmez, sakinleşmezse hedefine ulaşamayacağını biliyordu Moretti. Bir süre bekledi. Sonra ses tonunu daha da yumuşatıp alçak bir sesle konuşmaya başladı: “Tamam Erol, geçti… geçti... rahatlıyorsun… rahatlıyorsun... Her şey geride kaldı… Şimdi arkana yaslan, daha güzel günlere gidelim artık.” Moretti biraz düşündü. Üniversitenin son yılını böyle hatırlıyordu Erol. 1992 yılı Kasım ayının on biri ise en kritik gündü. Öyleyse bir yıl sonrasını deneyelim diye düşündü. Bakalım ne yapmış Erol? Babasının sözünü mü dinlemiş? Yoksa kendi bildiğini mi yapmış? “O anlattıklarının üzerinden bir yıl daha geçti Erol. 1990 yılına geldik. Bana neler anlatacaksın o yıldan?” Erol’un koltuğunda çözüldüğünü, yüzüne hoş bir gülümsemenin yayıldığını loş ışıkta bile görebiliyordu. “Yılın son günüydü” diye başladı Erol. “Boston’da, Harvard’ın dilbilim bölümünde lisansüstü öğrencisiydim. Anlambilim Teorisi dersinden tanıdığım, Kosta Rikalı, kafa dengi bir kız arkadaşım vardı. Lisa’ydı adı. O gece, bir arkadaşının evindeki yılbaşı partisine davet etmişti beni. Ben de, olur, tabii gelirim kabilinden bir şeyler mırıldanmış, bir bakıma başımdan savmıştım onu. Öyle tanımadığım kişilerin doluştuğu ev partileri açmazdı beni. Tek başıma bir bara takılmayı düşünüyordum. Geç saatte evden çıkıp yürüyerek Harvard meydanına gittim, gençler kaldırımlarda içki içmeye 56 çoktan başlamıştı. Neden bilmem, ayaklarım köşedeki Au Bon Pain’e götürdü beni. Kasadaki uzun kuyruğa aldırmadım, zaten bir acelem yoktu ki! Sıram geldiğinde bir çikolatalı kruvasanla sade bir kahve ısmarladım. Paketimi alıp dışarı çıktım. Öndeki minik meydanda hasır şapkalı çilli kovboy yine oturmuş birisiyle parasına hızlı satranç oynayıp, cep harçlığını kazanmakla meşguldü. Yanlarına dikilmiş, kovboyun karşısındaki kurbanının mecalsiz hamlelerini, acınası çırpınışlarını izliyordum. Birden Lisa’nın tanıdık sesi çarptı kulağıma. ‘Hani bizimle partiye gelecektin? Neden hâlâ buradasın? Hadi gel bakalım, bu gece bizimlesin’ derken elini koluma çoktan dolamıştı bile. ‘Bu arada sana kız kardeşim Leana’yı tanıştırayım, bir yıllığına buraya taşınıyor.’ Bir anda dünyam alt üst olmuştu. Tam karşımda duruyordu işte! Alev kızılı saçlar… Karanlıkta birer zümrüt gibi parlayan gözler… Kalbimi sıkıştıran o gizemli gülüş… Bana doğru uzanan narin, davetkâr bir el… Fırtına öncesi bir sessizlik… Oracıkta kalakalmıştım. Ne Au Bon Pain vardı, ne Harvard Square, ne elimde bir paket. Hiçbir şey yoktu artık bu dünyada. Hiçbir şey. 57 Yalnızca o, yalnızca Leana… Ortak Roman Bölüm 11 58 Erol’un en son anlattıkları Moretti’yi derinden etkilemişti. Demek Andreana’yı karşısında görünce yeniden bayılması bundanmış diye geçirdi içinden. Şimdi artık hikâyenin geri kalanını dinlemek istiyordu. Bu gizemli olayın, geçmişi bilinçaltına gömme çabasının ardındaki travmayı birinci elden öğrenmesine ramak kalmıştı. Ağzı kurumuş, nabzı hızlanmıştı. ‘Sakin ol Profesör’ diye mırıldandı, ‘kendine hâkim ol, heyecana kapılıp hata yapmanın sırası değil.’ Henüz 11 Kasım 1992 gününe bir yıl, on bir ay ve on bir gün vardı. Karşısında oturan adama bir daha baktı. Neredeyse altı saattir birlikteydiler ve yüzünde beliren bu çocuksu ifadeyi ile defa görüyordu. Yumuşamış hatlar, uçları hafifçe yukarı kıvrılmış dudaklar… Bekliyordu. Erol’un aşık olup her şeyi boş verdiği, hayata meydan okuduğu o anın keyfini doyasıya çıkarmasını bekliyordu. Bir süre sonra her zamanki sakin tonuyla sordu. “Peki, sonra ne oldu Erol, o gece partiye gittin mi?” “Evet, evet” dedi heyecanla, “başka ne yapabilirdim ki, umurumda mıydı partide kimler olduğu, umurumda mıydı dünya? Aşık olmuştum ben! Hiçbir şeyin önemi yoktu… Kızıl saçlı Leana’mdan başka.” “Demek birlikte gittiniz…” “Aslında Lisa’nın eli hâlâ kolumda. Gidilecek yeri bir tek o biliyor. Bense çoktan başka diyardayım… Daha içmeden 59 sarhoş… Ev kalabalık. Sevgililer sarmaş dolaş. Sonrası yok… Sabaha karşı Lisa’nın kaldığı eve birlikte yürüdük üçümüz. Ayrılırken ikisini de yanaklarından öptüm. Leana’nın yanakları alev alev… Bir an incecik elini hissediyorum yanağımda… Hayal gibi… Rüya gibi…” Erol gözleri kapalı, oturduğu koltukla bütünleşmiş, bir peri masalı okur gibi anlatıyordu. Moretti, bir süre sessiz kalması gerektiğini biliyor, sihri bozmamak neredeyse nefes bile almadan dinliyordu. “Lisa ile birlikte aldığımız dersi beklemeye başlamıştım. Dört gün bu kadar mı uzun olur! Bilmiyorum kaç defa saate baktım, kaç defa umutlandım, kaç defa cesaretimi kaybettim, kaç defa yüreklendim. Nihayet o gün geldi. Koşar adım anfiye gidip bir köşeye sindim. Lisa’yı bekliyorum. Gelecek ve bana Leana’dan haber getirecek. Bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Yok, yok, yok… Hoca gelir gelmez ben dışarı fırladım! O halde ne ders dinleyebilirim, ne not tutabilirim… Evlerine gideyim diyorum. Hayır, sokağın karşısında nöbet tutayım. Lisa’yı tanıyan bir başka arkadaşa sorayım. Telefon numarasını öğrenip evi arayayım... Sonra birden çözüldüm, soğuk bir ter boşandı üzerimden. Gücüm tükenmiş, bacaklarım titriyor. Eve kadar sürünerek gittim. En iyisi yatmak… Yorganı tepeme, bacaklarımı karnıma çekmek. Titremenin geçmesini beklemek… Uyumak… uyumak… uyumak…” 60 Erol’un gövdesi yana kaymış, omuzları düşmüş, elleri öne kenetlenmişti. Moretti bekliyordu, şimdi araya girmeyecekti. Bir parlayıp bir sönen kıvılcımlara üfleyip ortalığı daha da karıştırmayacaktı. “Sonra,” diye devam etti Erol. “Baktım, ev arkadaşım kapıma dikilmiş, soruyor hasta mıyım diye. Neredeyse 24 saattir yatıyormuşum. ‘Hayır’ diyorum. ‘Biraz yorgunum galiba.’ Bir sürü aptalca laf işte… Tuhaf tuhaf bakıyor suratıma. ‘Peki o zaman, sonra görüşürüz.’ Kaç saat geçti bilmiyorum, bir baktım saat beş buçuk. Neredeyse akşam olacak. Ama ne okul umurumda, ne dersler, ne notlar... Bir gayret kalkıp soğuk bir duş alıyorum. Aç olmam gerek ama hiçbir şey istemiyor canım. Sonunda çarşaf, örtü, atlet, şort, ne varsa dolduruyorum bir torbaya. Doğruca köşedeki çamaşırhaneye... Dalgın dalgın giriyorum içeri, boca ediyorum çamaşırları boş bir makineye… Oturup kalıyorum bir köşeye. Gözlerim kapalı. Yılbaşını düşünüyorum. Neden evin telefonunu almadım? Neden hemen buluşmayı teklif etmedim? Neden fazla ilgileniyor görünmekten kaçınmıştım? Aptal! Sonra bir ses… Billur gibi… Tanıdık bir ses. O’nun sesi! ‘Merhaba Erol, sen de mi buraya geliyorsun?’ Göz kapaklarımı açıyorum umutsuzca. Rüya mı görüyorum yoksa? Hayır, o işte… Tam karşımda duruyor. Leana! 61 Erol yine nefes nefese kalmıştı. Göğsü hızla inip kalkıyor, oturduğu yerde inliyordu. Moretti bir an için ne yapacağına karar veremedi. Uyandırmalı mıydı artık Erol’u. Bu kadar yükü kaldırabilecek miydi? Ya sonra bir daha hipnozu kabul etmezse, bütün bunları bilmeden yaşamaya devam ederse? Artık bir risk alması gerekiyordu. Erol’a bıraksa yaşadıkları her anı anlatacaktı besbelli. Moretti hesapladı, en çok yarım saat sonra onu uyandırması şarttı. Araya girmeliydi. Yumuşak bir tonda sormaya başladı: “Erol dostum. Ben Bruno. Beni hatırladın mı?” Erol birden toparlandı. Sanki bir dünyadan ötekine ışınlanmış gibiydi. Yüzü asılmış, kaşları çatılmıştı. “Tabii Bruno, çalışma odandayız, söyleşi yaptık ya seninle.” “Çok iyi” dedi Moretti. “Şimdi senden iyice odaklanmanı istiyorum. Bana 11 Kasım 1992 günü ne yaptığını anlat. O günü hatırlıyor musun?” Erol yerinde kıvranmaya başlamıştı. Ellerini nereye koyacağını bilemiyor, başını çaresizce iki yana sallıyordu. “O lanet olası günü nasıl unutabilirim ki. Tam yirmi yıldır her gün, tekrar tekrar yaşadığım o günü nasıl hatırlamam. Nasıl gittim o pizzacıya… Nasıl çıktım karşısına… Nasıl konuştum… Hangi yüzle?” Susmuştu… O ezik, pişman ifade yüzüne bir mask gibi oturmuştu Erol’un. Ruhunu, aşkını satmış olmanın verdiği acıyla 62 koltuğunda kıvranıyordu. Moretti’nin içi sızladı. Ama duygusallığa kapılmanın sırası değildi. Sormaya devam etti: “Ayrılmaya karar vermiştin öyle mi? İlişkinizi o gece mi noktaladın?” “Hayır” diye cevap verdi bezgin bir sesle. “Aslında o karar verdi ayrılmaya. Birbirimizi deliler gibi seviyoruz ama ailesi koyu Katolik. Baştan beri karşı çıkmışlar bu ilişkiye. İşler ciddileşince… biz aynı eve taşınıp evlenmekten konuşmaya başlayınca kızlarını çağırdılar. Leana da, onların yanına gitti bir haftalığına. O yedi gün asla geçmek bilmedi. Döndüğünde kurumuş bir çiçek gibiydi. Solgun… bitkin… Ailesinden izin alamamış. Evlenmemiz imkânsız deyip duruyor. Bense birer özgür insan olduğumuzu söylüyorum. Bu hayat yalnızca bize ait diyorum. Geleceğimizi biz belirleyeceğiz. Hem ben onsuz ne yapardım? Nereye giderse gitsin peşini bırakmayacaktım. Bütün gece birbirimize sarılıp ağladık. Sabah oldu… Beni son bir defa öptü. Veda etti. Ama gözlerinde tuhaf bir ışık vardı. ‘Onları nasıl razı edeceğimi artık biliyorum Erol, söz veriyorum geri döneceğim’ dedi… Ve gitti. Güzel Leana’m benim…” Yine nefes nefes kalmıştı. Yutkundu. Kelimeler ağzından sanki zorla dökülüyordu. “Peki, sonra ne oldu Erol” diye soru Moretti, “sevgilin geri geldi mi?” Erol bu kez hemen konuşmadı. Sanki kendi kendisiyle kavga ediyordu. Sonra tekrar konuşmaya başladı. “Üç gün sonra sabah erkenden aradı. ‘Sana dönüyorum sevgilim’ diyor. ‘Ölene kadar seninim artık. Bu akşamüstü 63 Logan Havaalanı’na iniyor uçağım. O bizim pizzacıya giderim doğrudan. Sen de oraya gel. Sana bir sürprizim var.’ Uçuyorum… uçuyorum… Ah Leana… Leana’m benim… Saatime bakıyorum. Dokuzu çeyrek geçiyor. İstanbul’da öğleden sonra saat dört. Numarayı tuşladım. Ders çalışıyormuş… Bana kızıyor önce. Zaten hep aksi olur ders çalışırken. ‘Sınava gireceğim yarın!’ diyor ters ters. Sonra ayılıyor birden. ‘Hayrola, bir şey mi oldu?’ Ne sınavları umurumda, ne başka bir şey. Sevinçle haykırdım. ‘Daha ne olsun Selin, Leana’yla evleniyorum. Şimdi ona yüzük almaya çıkıyorum. Bu akşam Boston’a dönüyor, takacağım yüzüğü parmağına… Hey, duyuyor musun?’ Şimdi sesi… Kızgın değil… donuk… uzak… ama tabii, kafası meşguldü… Ders çalışıyordu… Ondandı. ‘Tamam anladım’ dedi… ‘Senin için sevindim…’ Sustu. Sonra, ‘Tebrikler’ dedi… ‘Hadi artık ben kapatıyorum.’ Telefonu çat diye kapattı. Çat… Çat… Çat…” Erol’un yüz hatları bir kez daha gerilmiş, dudakları büzülmüş, bedeni kaskatı kesilmişti. Moretti yeniden devreye girip sordu. “Demek o gece pizzacıya gidip sevgilinle buluştun? Nişan yüzüğünü de götürdün mü yanında?” 64 Sanki Erol artık kimseyi duymuyor, dinlemiyordu. Kendi kendine konuşur gibiydi. Lafları ağzında yuvarlıyor, kimi zaman kekeliyor, kimi zaman heceleri yutuyordu. “Oraya nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Ellerim buz kesmiş... Yüzüm kasılmış… beynim uyuşmuş… İçeri girdim. Bir robot gibi… robot gibi yürüdüm… Boş sandalyeye çöktüm. Beni o halde karşısında bulunca gözleri söndü… dudakları titredi. Anlamıştı... Yine de… yine de ‘Anlat’ diyor… ‘Neler oluyor?’ Kıvranıyorum, sesim çıkmıyor. Nihayet inledim. Ahh… inledim… ‘Selin biliyordu seni’ diye başladım konuşmaya. ‘Ailem biliyordu… ama sormamıştım… Hiç konuşmamıştık. Bu sabah Selin’i aradım. Güya… güya müjde verecektim…’ Sonra bir gayret konuştum yine. Dedim ki… dedim ki… ‘O da annemle babama söylemiş. Onlar da… İtalya’yı aramışlar.” Moretti bu karmakarışık itirafı takip etmeye çalışıyordu. “Sana anlatmıştım… Annem… Silvia… Sermoneta’ların tek varisi… Benim umurumda değil… ama bizim Yahudilikte anneden geçer din. Nasıl bilebilirdim? İstanbul’da… çevremde… Müslümanla, Hıristiyanla evli Yahudi arkadaşlarım var… Annemin sülalesinin böyle karşı çıkacağın nasıl bilebilirdim? Bizimkiler de onların safında… Özellikle de babam. Lanet olsun… Lanet… Nasıl çırpındım… Ne dediysem olmadı… Tanrım… yapamadım… Beceremedim…” 65 Ağlayacak gibiydi, koltuğuna büzülmüş, utancını gizlemeye çalışıyordu sanki. Yüzü kıpkırmızıydı, boyun damarları şişmişti. Moretti konuyu kapatmaya karar verdi. Erol’un bütün enerjisini şu anda tüketemezdi, yirmi yıl öncesinde bırakamazdı hikâyeyi. “Sakin ol dostum, sakin ol.” Biraz durup bekledi, sonra devam etti: “Şimdi derin bir nefes al ve en son ne konuştunuz Leana’yla, onu anlat bana.” Erol’un yüzü acıyla buruşmuştu. “Bana dedi ki… dedi ki. ‘Demek beni unutmaya karar verdin.’ Sesi buz gibi, kırgın, çok kırgın... Kızmadı… Bağırmadı… Keşke… keşke kızsaydı, yüzüme tükürseydi… Gözlerindeki o bakışı unutamam… Baktı… baktı… ‘Demek öyle’ dedi… ‘Demek beni unutmaya karar verdin… Öyle mi? Peki, kaç gün sonra unutacaksın beni? Kaç gün… Beş… On? Bir ay? SÖYLE!’ O lâf ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum. Ve neden? ‘Yirmi yıl…’ diye kekeliyordum. ‘Yirmi yıl… her gün seni hatırlayacağım…’ Son bir defa yüzüme baktı, ‘Yirmi yıl ha?’ Sesi acı, çok acı. Sonra masadan kalkıyor. Yanımdan geçerken eğiliyor, kulağıma fısıldıyor. ‘Biliyor musun Erol, ben unutmayacağım… Ölene kadar…’ “ seni hiçbir zaman 66 Bölüm 12 67 Erol koltuğuna külçe gibi çökmüş, sessizliğe gömülmüştü. Yüzü tuhaf bir duygu karmaşasından tanınmaz haldeydi. Böyle bir finali sezinlemekle birlikte, Leana’nın son sözleri Profesörü yine de duygulandırmıştı. Kim bilir belki Bruno Moretti’nin geçmişinde de gönül yaraları, ayrılıklar pişmanlıklar vardı. Tik. Tak. Tik. Tak. Salondaki saatin sarkacı zamanın amansızca akıp gittiğini ilan etse de, dönüp bakan yoktu ona. Tam o sırada evin telefonu çaldı. Moretti ürktü. Bu tür beklenmedik uyarıcılar hipnoz sürecini olumsuz etkileyebilirdi. Andreana açmış olmalıydı, telefon sustu. Profesör bakışlarını Erol’un yüzüne dikti. Hayır, dünyadan habersiz, kendi geçmişine dalıp gitmişti o. Erol’un dramının üstündeki sır perdesi aralanmaya başlamıştı. Ama bir anda zamanı yirmi yıl ileriye sarıp Erol’u daha da hırpalamayı göze alamadı Moretti. “O geceden sonra neler yaptın? Lisansüstü programının sonuna gelmiştin, öyle değil mi?” Erol’un kaşları çatık da kalsa, nabzı az çok normale dönmüş, sımsıkı kilitlenen dudakları aralanmış, birbirine kenetlenen parmakları hafifçe gevşemişti. “Oradan nasıl çıktım, eve nasıl gittim, bilemiyorum… Yatağa yatıyorum… Dünya etrafımda dönüyor… dönüyor… Karanlık, kapkaranlık… Birden omzumu sıkıyor bir el. Sarsalıyor, sarsalıyor beni. ‘Uyan Erol uyan, yeter artık!’ Off… Lanet… Dimitri, ev arkadaşım… Eğilmiş bana bakıyor… ‘Dobra utra sultanım, Bu ne uyku! Tam 36 saat.’ Otuz altı 68 saat ha? Keşke bir ömür boyu uyusam, uyusam… uyusam… Yine sarsalıyor… ‘Defol git başımdan… Kör müsün, uyumak istiyorum.’ Suratıma dökülen su… Buzz gibi… ‘Tamam Dima, yeter, çek git başımdan’… Kapı kapanıyor… ayak sesleri… Gitti... Doğruluyorum. Göğsümdeki acı beynime sıçrıyor… Ne halt ettim ben? Tanrım… Tanrım… Robot gibi kalkıyorum yataktan. Robot gibi giyiniyorum… Eşyalarımı topluyorum. Soğukkanlı bir katil gibi… Ne yapıyorum ben? Neyim varsa odada, iki bavula tıkıyorum. Kitaplarımı, disklerimi, notlarımı kutulara koyuyorum... En üste bir not: ‘Desvidanya,yoldaş, hoşça kal… Kutular sana emanet…’ Sonra tek başıma bekliyorum evde. Hava kararsın, kimseye görünmeden kaçıp gideyim buradan… ama duramıyorum içerde. Nefes alamıyorum… Bavullar elimde, çıkıyorum odamdan… evimden… şehrimden… hayatımdan…” Erol konuştukça temposu artmış, en sonunda sözcükler birbirine karışır olmuştu. Her birini tek tek seçemese de neler olup bittiğini anlamıştı Moretti. Üzerinde durmadı fazla. “Ya sonra Erol, nereye gittin öyle apar topar? İstanbul’a mı döndün?” “Ahhh İstanbul… Hayır, dönemem oraya bir daha, asla. Mümkün değil. Asla… Nereye mi gidiyorum? Ben de bilmiyorum. Önce gara... Bir bilet… Bir trene atlıyorum. Üzerinde New York yazıyor. New York… Neden?” 69 Moretti, Erol’a yardımcı olmaya çalışıyordu. “Neden New York, Erol? Bir arkadaşın mı var orada? Cana yakın bir dost?” “Orası tam bana göre galiba… kalabalık… çok kalabalık… kalabalığa karışmak… yok olmak istiyorum. Kimse tanımasın beni, bilmesin nereden gelip nereye gittiğimi…” Moretti ayrıntılarla zaman kaybettiklerini fark etmişti. Hem Erol’u sakinleştirmeye, hem de olan biteni bir an evvel öğrenmeye çalışmalıydı. “Demek New York… Peki, bir yıl sonra? Yine orada mısın?” Erol duraladı. Sonra o monoton sesle konuşmaya devam etti. “Evet, New York’tayım. Master bitti. Columbia Üniversitesi… Tarih ve Edebiyat bölümü... MacMillan yayınevindeyim… Yalnızım, çok yalnızım… Durmadan çalışıyorum… çok çalışıyorum… Leana hep içimde. Son sözleri her daim beynimde çınlıyor… Keşke o beni terk etseydi… Çekip gitseydi… Daha mı az olurdu acım? Korkaklığımın, bencilliğimin cezası bu… Ya o neler yaşadı… yaşıyor… kim bilir...” Durakladı. İçini çekti. Her şeyi unutmak ister gibi elini savurdu havaya. “Lisa’yı arıyorum birkaç ayda bir… İlk defasında çok kızdı, bağırdı, sövdü, ama kapatmadı telefonu. Eski dostluğumuzun hatırına belki… Adını anmadan soruyorum her defasında O’nu. Susuyor… Bazen, ne hakkın var diyor sormaya… Bazen bana acıyor… O da olmasa, yapayalnızım bu dünyada…” Tik. Tak. Tik. Tak. 70 Sarkacın o meşum sesi olmasa her anlatılanı dinlemek, her kelimesini duymak istiyordu Moretti, ama zaman daralıyordu. 11 Kasım 2012. O güne gelmeleri gerekiyor işler daha da karışmadan. “Hiç dönmedin mi İstanbul’a?” Erol’un yüzü yine kaskatı kesildi. “Hiç. Ne Silvia, ne babam. Bir tek Selin ile telefonlaşıyorum ara sıra. Birkaç kere New York’a geldi. Sarıldık… Dertleştik… ‘Dön artık, yeter’ diyor bana hep. Susuyorum. Sonra bir gün sabaha karşı aradı. Sesi boğuk. Zor konuşuyor… ‘Erol, Erol, babam… babam…’ Ağlamaya başladı… Ben de tutamıyorum kendimi… ‘Nasıl, neden, ne zaman?’ Hıçkırıklar arasında ‘Aniden’ diyor. ‘Kalp krizi…’ Sonra ekliyor, ‘hemen buraya gel, ilk uçakla…’ Hem acılı, hem öfkeli sesi. Babamı ben öldürmüşüm gibi… Babam yok artık suçlayacak… Ben sorumluyum her şeyden… O şehirden bu şehre. O işten bu işe… Özgür müyüm sanki? Ahh…” “Döndün mü peki İstanbul’a?” “Evet döndüm, ilk uçakla… Yetiştim babamın cenazesine. Aşkenaz Sinagogu’na gelmişti tüm yakınlarım, tanıdıklarım… Daraldım… Çok daraldım… Herkes ağlıyor… Ben… taş gibi… Ben… kaçmak istiyorum…” Moretti araya girdi. “O halde New York’a geri döndün hemen, öyle mi?” Erol bir eliyle yüzünü okşadı sanki. Çenesini sıvazladı. Yüzü aydınlanır gibi oldu yavaştan. “Dönerim sanıyordum… ama hayır... Annem yalnız. Selin evli ama düğününe bile gitmemişim. İki yeğenim olmuş, görmemişim. Çocukluk arkadaşlarım, dostlarım. Bırakmadılar beni… New York’a gittim, ama kalmaya değil… işimden ayrılıp, eşyalarımı toparlamaya… Selin eski evimizde 71 kalıyor Moda’da, annem de üst kata yerleşmiş… Ben de oraya yakın bir daire tuttum. Babamdan kalan parayla… yavaştan yeni bir hayat…” Tik. Tak. Tik. Tak. Moretti acele ediyordu, bitmeliydi artık bu seans. “Peki sonra? Evlendin mi İstanbul’da?” Gözleri parladı Erol’un. Sanki gülümsüyordu koltuğunda. “Bir gün Corbus Coffe’de gördüm onu… Berivan’ı… Önce arkadaş olduk, sonra sevgili… Sevdim onu. Bana iyi geldi… Bu kez dik duracaktım… Lisa’yı arıyorum yine arada bir, konuşuyoruz, ama söyleyemedim ona Berivan’la evlendiğimi, bir çocuk beklediğimizi…” Moretti sırtını koltuğa yavaşça yasladı. Anlaşıldı, diye söylendi kendi kendine. Erol sevdiği biriyle evlenmişti sonunda. Ve şimdi bir de çocuk bekliyorlardı. Ne yazık, diye geçirdi içinden. Şimdi her şey bir şekilde yoluna girmişken 11 Kasım’a gelmek zorundaydılar. Erol’un bilinçaltına gömdüğü gerçeği, o gece yaşadığı travmayı gün ışığına çıkarmak zorundaydı Profesör. Kendini bir cerrah gibi hissediyordu. Habis bir tümörü, çok kritik bir ameliyatla temizlemek zorunda kalan bir operatör gibi… O riski almasa 72 hasta zaten ‘ölecek.’ Peki, ya hastasını ameliyat masasında kaybederse? “Şimdi rahatla… rahatla… son bir şey anlatmanı istiyorum. Sonra seni uyandıracağım… İyi olacaksın… Her şey iyi olacak…” Erol’a baktı. Hiçbir şeyden habersiz bekliyordu o… Derinlerde sakladığı o uğursuz gerçek her neyse, birazdan açık edeceğinden, çırılçıplak kalacağından bihaber… “Şimdi Erol, bir gece öncesine gitmeni istiyorum. Dün geceye. 11 Kasım 2012 gecesine… Bana otele yerleştikten sonra neler olduğunu anlatmanı istiyorum. O kitaba neler yazdığını, neden yazdığını anlatmanı istiyorum. Sakin ol, seni dinliyorum. Unutma, her şey iyi olacak… Sakin ol.” Erol başını hafifçe öne eğdi. Daha önce hiç böyle yapmamıştı. “Evet, otele geldim. Resepsiyondaki kızla konuştuk. Ona arabamın anahtarlarını verdim… O da bana odamın anahtarlarını… Odama çıkıyorum. Yorgunum… Soyunuyorum… Eşyalarımı yerleştiriyorum dolaba… Laptopumu açıyorum. Yeni mesaj yok. Sonra o kitabı alıyorum elime. Alıp da iki yıldır kapağını açamadığım o kitabı… Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi. Leana’m… Prensesim… Kızıl saçlım… Gizemli alevim… Bugün tam yirmi yıl oldu. Leana… Leana… Kötü bir insanım ben. Bencil. Korkak. Hak etmiyorum seni zaten… Veda etme vakti geldi. Elime kalemi alıyorum… kapağı kaldırıp içine yazıyorum. ‘Kızıl saçlı prensesim, bugün tam yirmi yıl doldu. Ayrı yürüdüğümüz yolun sonuna geldik. Elveda…’ 73 Derin okumaya… bir nefes alıyorum… Ve başlıyorum kitabı ‘Adınız ne peki?’ ‘Bir dakika, dilimin ucunda.’ Okumaya kazılıyor.“ devam ediyorum… Her kelime zihnime Erol adeta ezberden okur gibiydi satırları. “ ‘Her şey böyle başlamıştı. Sanki derin bir uykudan uyanmıştım, ama hâlâ sütümsü bir grilikte salınıyordum. Ya da henüz uyanmamış, rüya görüyordum. Tuhaf bir rüyaydı, görüntü yok, ama ses vardı.’ Tam o anda telefonum çalıyor. Herhalde Berivan… Hayır, o değil… Selin… Sesi telaşlı… Öfkeli… ‘Lanet olsun Erol, Berivan hastanede… Hemen atla gel’ diye bağırıyor. ‘Neler söylüyorsun sen?’ ‘Duydun işte, hastanedeyiz hepimiz. Berivan’ı ameliyata aldılar. Hemen buraya gel…’ Dimağım uyuşuyor, ellerim buz kesiyor… ‘Ne demek ameliyat, Selin? Ne ameliyatı bu? Doğum mu?’… ‘Keşke öyle olsa… Kanama geçirmiş, bayılmış… Evde yalnızken. Annem tesadüfen telefonla aramasa... Neyse… aldık getirdik işte hastaneye… Doktoru geldi… çok kan kaybetmiş… nabzı zayıf… offff… ‘Umudunuzu kaybetmeyin, şimdi ameliyata alıyoruz’ dedi ve gitti!… Bekliyoruz Erol, bekliyoruz’ Başım dönüyor… Midem bulanıyor… ‘Peki, nasıl olmuş Selin, neden? Neden?’ diye bağırıyorum telefona… ‘Şimdi 74 olmaz’ diyor… ‘buraya gel sonra anlatırım. Şimdi söyle Selin! Yalvarırım söyle bana… ‘Önce buraya gel’ diyor yine…” Moretti, Erol’un iyice kontrolden çıktığını hissediyordu. Bu trajediyi bir an evvel sonlandırmalı, Erol’u uyandırmalıydı. “Erol, her şeyi anladım. Zorlama kendini… Rahatlamaya çalış, şimdi seni uyandıracağım… son bir soru. Selin anlattı mı sana neler olduğunu?” “Evet… sonunda… Tanrım… Ölüp kurtulayım bu acıdan… Bir mesaj gelmiş çalışma odamdaki faks makinesine. Lisa’dan. Ne bilsin evlendiğimi, karımın çocuk beklediğini? Berivan almış o faksı. Bulduklarında o kağıt varmış elinde... Bana yazmış Lisa… Leana… Leana’m bir araba kazası geçirmiş. Ölmüş prensesim. Bir de… bir kızım varmış benim… On dokuz yaşında… Lisa söyleyememiş. Bir türlü söyleyememiş bana... Leana’m yemin ettirmiş. Şimdi Boston’daymışlar… Kızım beni oraya çağırıyormuş… Annemin cenazesine gelsin babam…” Moretti bile sükûnetini kaybetmiş gibiydi. Bir süre ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Acaba bu hipnozu hemen bitirmeli miydi? Bırakmalı mıydı Erol’u kendi haline? Yoksa ilk başta planladığı gibi ona her şeyi hatırlamasını mı söyleseydi? Erol’a baktı, kamburu çıkmış, gözleri kapalı, yüzü bembeyaz. İstanbul’daki doktor o riski alıp ameliyata girmemiş miydi? Şimdi cesur olma zamanıydı. O da öyle yapacaktı. “Sakin ol Erol. Sakin ol. Derin nefes al, kaslarını gevşet. Rahatla… rahatla… hepsi geçti… Şimdi seni uyandıracağım. Beşten geriye sayacağım.‘Bir’ dediğimde gözlerini açacaksın. Uyandığında anlattıklarının tümünü hatırlamanı istiyorum. Unuttuğun her şeyi hatırlayacaksın. 75 Üzgünsün, biliyorum! Her şeye rağmen yaşamaya değer hayat. Her şeyin üstesinden geleceksin. İyi olacak her şey…” Şimdi rahatla… Uyanacaksın… Güçlü olacaksın… Hazır ol, başlıyorum…” Beş, dört, üç, iki… Hasan Saraç 20 Aralık 2012 Kalamış – İstanbul SON 76
Benzer belgeler
Ortak Roman Bölüm 9 Profesör Moretti arabasını park edip elinde
başka çaresi kalmamıştı. Koltuğunu Erol’a yaklaştırıp, daha da yumuşak bir sesle konuştu: “Sana anlatmak istediğim bir şey var. Beni dinlemek ister misin?” “Tabii Bruno, dinliyorum” “Senin de az ön...
DetaylıÖnceki bölümleri okumak için buraya
Adoni ha! Erol Adoni… Başına yan tarafa çevirip adını bir kez daha tekrarladı. Erol Adoni sözcükleri ağzından dökülürken merakla yüzünün aynadaki görüntüsünü izliyordu. Nabız atışları normale dönme...
Detaylı