Yavuz Selim - Haber Ajanda
Transkript
Yavuz Selim - Haber Ajanda
Bir y aylıketimin mas r af ı ₺90 Bir yetime de “siz” sahip çıkın www.cansuyu.org.tr ANKARA 0312 473 44 77 İSTANBUL 0212 521 65 65 İZMİR 0232 264 44 45 BURSA 0224 223 06 06 KONYA 0332 236 15 05 HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi ÖZEL SAYI 2015 YIL 9 SAYI 101 15 TL www.haberajanda.com.tr haber DOÇ. DR. SİNAN CANAN Haberin Ajandası M. SERHAT BIÇAK Önümüze dağlar sıralansa da… FİKRİ AKYÜZ Haber Ajanda ve Yavuz Selim’e dair PORTRE NESRİN ÇAYLI Yüreği nasır tutmuş bir adam Yavuz Selim Yayınları haberajanda İçindekiler ÖZEL SAYI: 101 // NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2015 BAŞYAZI // DOÇ. DR. SİNAN CANAN Haberin Ajandası 12 Krizler, kumpaslar, darbe girişimleri, operasyonlar ve daha nice gündem sarsan sürprizler gördük. Türkiye’de zaten bir elin parmakları kadar olan benzer dergiler birer birer kepenklerini kapatırken, Haber Ajanda yoluna devam etti. Kimi zaman bir sonraki sayıyı hangi parayla çıkartacağımızı düşünürken, diğer yandan da “hür tefekkürün” neredeyse “tek kalesi” misali kalan Haber Ajanda’yı ayakta tutmanın yollarına kafa yoran birileri vardı. KAPAK 1 32 SERVET HOCAOĞULLARI 32 Sistem ve rejim sorunundan doğruyu çıkarmak Türk usûlü başkanlık sistemi Devletin içerisine, belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar. Dolayısıyla üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür. 40 AHMET YOZGAT Beyaz Türk ve Müslümanların gizli kodları: Rizorto Planı Lakin canının derdine düşmüş olan Kemal Paşa, “Kulağı engelli bu adam, milletin başına bela olacak!” fikrinde sabitti, öutlaka gereğinin yapılmasını istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı “sakinleştirmek” için tek nüshalı bir gazete bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin manşeti şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü vefat etti!” 60 METİN KÜLÜNK 52 40 2 60 özel sayı 101 2015 52 Küresel üst akıl ve taşeronları Paralel ihanet çetesinin içerideki uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki eylemlerinin önünü bilerek ve planlı şekilde açmıştır. Daha düne kadar hiç ses yokken veya herhangi bir eylem gerçekleşmiyorken böyle bir vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren ispat etmiştir. M. SERHAT BIÇAK Paralel ittifak-paralelde ittihat Türkiye’de, ancak Erdoğan’sız olunca Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin hangi ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel görüntüsüdür bu düşünce. Zira Erdoğan kölelerin özgürlüğü için savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp bağırma arzusundalar… 10 EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK 12 BAŞYAZI / DOÇ. DR. SİNAN CANAN Haberin Ajandası 14 HABER AJANDA Ayın Olayı 16 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 20 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 26 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 32 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI Sistem ve rejim sorunundan doğruyu çıkarmak: Türk Usûlü Başkanlık Sistemi 40 AHMET YOZGAT Beyaz Türk ve Müslümanların gizli kodları: Rizorto Planı 46 TURGAY ALKAN Birincil Milletler Kuşağı ve Sınır boylu kavimlerin kompleksi 52 MEHMET SERHAT BIÇAK Sezaryen devleti evlat edinmek: Paralel ittifak-paralelde ittihat 60 METİN KÜLÜNK Küresel üst akıl ve taşeronları 63 LOKMAN AYVA Yeni Türkiye yolunda farkındalıklar 64 ORHAN MÜCAHİT Küresel düzenin prangalarından kurtulan Türkiye 66 ORHAN RUFAT KARAGÖL Antik Çağ ilkelliğinden Martaval Paşa bilgeliğine 68 ZİHNİ ÇAKIR Parlamenter oligarşi 71 NADİRE YILDIRIM Muhalefetin on yıldaki ortak tanımı: “Anti AKP” 72 SERVET HOCAOĞULLARI SÖYLEŞİ / Gençler “Başkanlık Sistemi” diyor 76 SABRİ ÖĞE MHP nedir, ne yapmak istiyor? 79 CÜNEYT AKAR Onunla diğerleri arasında kocaman bir fark var! 80 PROF. DR. SERHAT ATABEY Siz neden milletvekili (aday) adayı olmadınız? 82 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Muhsin 84 MEHMET SERHAT BIÇAK SÖYLEŞİ / Ali Fuat Taşkesenlioğlu: “Türkiye ekonomisi, hedefleri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir” özel sayı 101 2015 3 haberajanda İçindekiler KAPAK 2 SÖYLEŞİ: FİKRİ AKYÜZ “Üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür!” 140 Seküler bir hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat” diyebilirdik. O yüzden din terminolojisindeki “cemaat” kelimesini de bunlar için tam olarak oturtamıyorum ben. Devletin içerisine, belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar. 102 102 118 KAPAK 3 NESRİN ÇAYLI Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim İzin verseniz eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?!” sorusuna vereceğiniz cevabın tâ kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin olursunuz onun varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır ama siz gibi, sizden gibi, ayrı değil aynılığa talip olandır! Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak zordur. Ne o kalabilir; ne de o tip insanlar, hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilir. SÖYLEŞİ: PROF. DR. S. MEHMET ŞEN “Şu üç şeyi kaçırma: Tarif, ölçü ve değer!” 92 Hamdolsun bu zihniyet terk ediliyor, ancak yine de yapılacak çok iş var. İşte tam da bu noktada, özellikle de oldukça zahmetli bir çaba olan bir dergi çıkarmak ve 100. sayıya ulaşmak, takdir edilecek örnek bir davranıştır. Özellikle bir cemaat, güç veya grup desteği olmadan, büyük bir gönüllü fikir hareketi içinde varlık gösterilmesi de ayrıca önemli bir özelliktir. SÖYLEŞİ: PROF. DR. REFİK TURAN “Tarih boyunca bütün devletlerimizin insan merkezli olduğunu dünyaya göstereceğiz” 124 Haber Ajanda için “ilk göz ağrım” deyimi hafif kalır benim için, bağlı bulunduğum, parçası olduğum bir bütün zira. Görmesem özlediğim, uzakta olduğumda hayıflandığım bir yapı… SÖYLEŞİ: PROF. DR. TURAN GÜVEN “İlham kaynağı Kur’an olan eser, değerinden bir şey kaybetmez!” 118 4 92 özel sayı 101 2015 124 Bir dergi “hür tefekkür” için bir ortam yaratıyorsa, artık orada kale duvarları yıkılır ve dünyaya açık bir hale gelir. Bugün bizim istediğimiz de kale duvarlarını yıkıp dünyaya açılmaktır. Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer uzun ömürlü olmak istiyorsa, siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir. 92 ULUĞ BAYINDIR SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Refik Turan: “Tarih boyunca bütün devletlerimizin insan merkezli olduğunu dünyaya göstereceğiz” 100 FİKRİ AKYÜZ Haber Ajanda ve Yavuz Selim’e dair 102 NESRİN ÇAYLI PORTRE / Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim 118 ÖMER BEKİR SADIK SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen: “Şu üç şeyi kaçırma: Tarif, ölçü ve değer!” 124 SELÇUK KAYIHAN SÖYLEŞİ / Prof. Dr. Turan Güven: “İlham kaynağı Kur’an olan eser, değerinden bir şey kaybetmez!” 129 MESUT EMRE BALCI Tarihe düşülmüş sempatik bir not 130 AYŞE YAŞAR UMUTLU El-Medinetü’l Fâzıla ve Mukaddime’yi okuyan siyasetçi de gerek! 132 MEHMET ŞEKER Biz de “Der Şipigel” gibi mi yapalım? 135 AYTEKİN ATASOYU Medyadan uzak durma, ama oyununa da gelme 136 AYTEN ÇALIŞ “Yeni denklem”de sürpriz kart: Kürt-Türk Açılımı 138 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Katilini yetiştirme sanatı 140 YAVUZ SELİM SÖYLEŞİ / Fikri Akyüz: “Üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür!” 156 NESRİN ÇAYLI SÖYLEŞİ / Hilmi Türkmen: “Ensar olmanın şükrü nasıl edâ edilir?” 166 CAHİT TUZ Suudi Arabistan kaldığı yerden devam mı edecek? 170 MEHMET FATİH ÖZTARSU Ermenistan’ın oligarşiyle başı dertte 172 YAHYA KURT İran kim için çalışıyor? 174 MURAT İLKTER Vezir bol, şah kim? 176 AHMET TURGUT Kutlu bir doğum beklerken 180 DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Damardan parçalar 182 DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI SÖYLEŞİ// Prof. Dr. Selami Bakırcı: Neden Osmanlıca? 186 SÜNDÜZ KONURALP “Cevabı olmayan soruların peşinde tükeniyor ömürler” 188 CANSU DEMİRCİ / KİTAPLIK 192 AHMET YOZGAT / KARİKATÜR özel sayı 101 2015 5 haberajanda İçindekiler SÖYLEŞİ: ALİ FUAT TAŞKESENLİOĞLU “Türkiye ekonomisi, hedefleri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir” 84 “Başarılı ve istikrarlı büyüme rakamlarıyla dikkat çeken Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın en büyük 16. ekonomisi olarak küresel ekonominin önemli aktörleri arasında yer alıyor. Ülkemizin bugün geldiği noktada bankacılık sistemimizin küresel krizlere karşı direncinden aldığımız gücün de önemli bir katkısı var. Küresel ekonomilerdeki dalgalanmaların Türkiye ekonomisi üzerinde büyük bir etki yaratmayacağını ve ülkemizin, hedeflerinden taviz vermeyeceğini düşünüyorum.” 100 68 63 136 132 76 176 166 FİKRİ AKYÜZ Haber Ajanda ve Yavuz Selim’e dair ZİHNİ ÇAKIR Parlamenter oligarşi Adalet, nesafet, nefaset, zarafet gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı ne yazık ki çok az! İşte aşağıdaki paragraflarda yer alan pozitif vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir. O, ismiyle müsemmadır. Hem “yavuz”dur; yani merttir, yiğittir. Hem “selim”dir; yani sağlamdır, samimidir. Kurduğu bu dergi de öyledir… AK Parti, mevcut rejimin, elitist bir azınlığa hizmet eden ve bilhassa muhafazakâr mütedeyyin kesimlerle farklı dil ve etnik kimliklere sahip zenginlikleri ötekileştiren yönünü ön plana çıkarırken, başkanlık sistemi ile tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının tesis edilebileceğini öne çıkarmalı. 100 68 MEHMET ŞEKER Biz de “Der Şipigel” gibi mi yapalım? Şimdi biz de Der Şipigel gibi yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir karton taşıyan bir Alman genç kızının fotoğrafını kapağa koysak mı? Bir başka fotoğrafta “Widerstehen” (Direnin!) yazısı bulunsa, nasıl olur? SABRİ ÖĞE MHP nedir, ne yapmak istiyor? Bu gün itibariyle MHP’nin fikir ve siyaset bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında hemen hemen hiçbir fark kalmamış gibidir. Mademki MHP’nin inançlı bilinen tabanı da boynunu büküp liderine tabi oluyor, bu üç partinin birleşip iktidar alternatifi olabilecek ciddi bir muhalefet partisi meydana getirmeleri, belki ülkemiz... 132 76 6 özel sayı 101 2015 LOKMAN AYVA Yeni Türkiye yolunda farkındalıklar Gereğini yaptıklarımın sonunda, onun mutluluğunu yaşamak, yeni meselelerle tanışmak ve onlar için kafa yormak, başarılar elde etmek… Günlük hayat koşuşturmasında bunları sistemli bir şekilde yapamıyor, bazen de toplumsal ve siyasî anlamda dünde kalıp bugünün farkına varamıyoruz. Gerçekten “Yeni Türkiye”yi yaşamaya başladık mı? 63 AHMET TURGUT Kutlu bir doğum beklerken Muhammedî tebliğin ana düsturları olan bu hassasiyetleri görmezden gelen bizlerse, ekseriyetle hedef kitleyi “Bizimkiler” ve “Onlar” diyerek önce ikiye ayırıyor ve “bizimkiler”i muştunun, “ötekileri” ise ikazın muhatabı sayıyoruz. Üstelik müjdelemek yerine vaatler/ayrıcalıklar sunuyor, uyarmak yerine de tehdit ediyoruz. AYTEN ÇALIŞ “Yeni denklem”de sürpriz kart: Kürt-Türk Açılımı Rusya, İran, Irak ve Körfez olarak özetlenebilecek temel enerji sahasının neredeyse içinde olan ve de petrol ve gaz gibi iki temel enerjinin vanasını elinde tutacak olan bir Türkiye var artık. Bu zamana kadar tam kapasite değerlendirilemeyen coğrafî konum avantajından maksimum düzeyde faydalanacak farklı ve dinamik bir Türkiye… 136 CAHİT TUZ Suudi Arabistan kaldığı yerden devam mı edecek? Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle açıklamamız mümkündür. Birincisi, Suudi Arabistan’ın izlediği geleneksel ve kuşatıcı olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise birinci politikanın bir sonucu olarak kapalı ve savunmacı politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır. 176 166 haberajanda İçindekiler SÖYLEŞİ: HİLMİ TÜRKMEN Ensar olmanın şükrü nasıl edâ edilir? 156 Neticede, iktidarın hizmetleri ve bizlerin yereldeki hizmetleriyle boy ölçüşemezler, öyle bir ufukları yok! Bu millet de bunu görüyor. Düşünebiliyor musunuz, bir parti, 2001’in 14 Ağustos’unda kuruluyor, kurulduktan 14 ay sonra, 3 Kasım 2002’de seçiminden tek başına iktidar olarak çıkıyor. 12 yıldır iktidarsınız, içinizden iki Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız ve yine Allah’ın izni ile bu iktidar devam ediyor. Dünya siyasî (partiler) tarihinde böyle bir başarı yok! Bu kolay bir iş değil ki... 46 66 80 130 64 71 82 174 TURGAY ALKAN Sınır boylu kavimlerin kompleksi O. RUFAT KARAGÖL Antik Çağ ilkelliğinden Martaval Paşa bilgeliğine Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen. 46 ORHAN MÜCAHİT Küresel düzenin prangalarından kurtulan Türkiye Maalesef dost saydığımız ülkeler gerçekleri göremiyor ve henüz bizler kadar cesur değiller. Evet, doğrudur, Türkiye’nin itibarı azalıyor. Çünkü Türkiye, “Dünya beşten büyüktür!” diyerek mevcut nizama başkaldırmış durumda. İtibar karnesini düzenleyenler bu bozuk nizamın kucağındayken, verilen notun herhangi bir önemi yok. 64 8 özel sayı 101 2015 Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen. 66 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Muhalefetin on yıldaki ortak tanımı: “AntiAKP” Bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur, ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi? 71 PROF. DR. SERHAT ATABEY Siz neden milletvekili (aday) adayı olmadınız? Çoğu insan, içindeki makam ve mevki hırsını sorgulama yerine gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de, insan kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır. Hatta farklı psikolojik yöntemlerle kendi kendine “iyi işler” yaptığının propagandasını yapar. Bazen buna kutsiyet de atfeder. Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin farkına varacak o hassasiyeti kaybeder. 80 MEHMET ZİYA ÜSKÜDARLI Muhsin Bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur, ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi? 82 AYŞE YAŞAR UMUTLU El-Medinetü’l Fâzıla ve Mukaddime’yi okuyan siyasetçi de gerek! Sayın Başbakan Davutoğlu’nun, İslam filozofu Farabi’nin eseri “El-Medinetü’l Fâzıla”yı valilere önerdiği gün, arzu ettim ki İbni Haldun’un eseri Mukaddime’yi de tüm siyasetçilere önersin. Fakat öte yandan büyük bir paradoks ile yüzleşmek zorunda olduğumuzun da farkında olmalıyız 130 MURAT İLKTER Vezir bol, şah kim? Çünkü biz Almanlarla savaşırken, onların müttefiki olan Ruslar da bu arada Karadeniz’e donanma indirerek Ozi Kalesi’ni işgal etmiş, ardından da Odesa’ya girerek Kırım’ı elimizden çıkarmışlardır. Bu savaş neticesinde Osmanlı artık Kırım hanlarını atama yetkisini yitirmiş, Ruslar neredeyse tüm Kırım bölgesine hâkim olmuşlardır. 174 1 Numara Otel Tefrişleri Çok yakında Ümitköy mağazamız açılıyor. haberajanda Editör Özel Sayı: 101 Nisan - Mayıs - Haziran 2015 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR TEMSİLCİLİKLER BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ HABER AJANDA BASKI Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Serkan Selim Dilek / Bravadziluk 8/71000 Sarajevo Bosnia and Hercegovina Ofis Tel : 00 387 33 225526 Cep : 00 387 62 225526 Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp Skopje - Macedonia Ofis Tel : 00 389 23 220337 Cep : 00 389 70 451737 Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Nisan 2015 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara okur.haberajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL, kurum ve kuruluşlar için 360 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 10 “Haber Ajanda” denince, akıllara, bünyesinde yıllarca kalem oynatan şöhretli isimler gelmez. Ancak “Yavuz Selim” ismi ille de anılır. Bütün ailesi ile beraber büyük yükü omuzlayan “Ağabey”, her nedense kızgın hallerine rağmen hep “şekerliliği” ile hatırlanan, bir tür ikna makinesi olarak karşısındakini orta yola getirebilen, muhatabında bir yanlış gördü mü uyaran, uyarmasına rağmen devam edildi mi üçüncü hakkı israftan sayan bir delikanlıdır. Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. özel sayı 101 2015 Önümüze dağlar sıralansa da… D İNLEDİĞİM ses kaydında bir “ara” oluyor ve Sevgili Ağabeyim Fikri Akyüz’den şu güzel türküyü dinliyorum: “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüze dağlar sıralansa da!/ Sermayem derdimdir, servetim âhım/ Karardıkça bahtım karalansa da…” 2006 yılında yayın hayatına girerken kim bilir hangi türkü dolanıyordu dudaklarda. Ama sus pus haldeki çenesini sadece heyecanını bastırmak için sıkıca kapayan genç, babasıyla birlikte Meşrutiyet Caddesi’ndeki Meşrutiyet Apartmanı’nı ararken hiçbir türkü geçirmiyordu içinden. Öncesinde şiirlerini ve birkaç düz yazısını gönderdiği Yavuz Selim’le ilk buluşmasıydı bu. Yazdıklarını gönderdiği onca insandan tenezzül edip de cevap veren, hem de “Yazmaya devam!” diyen tek isimle buluşacaktı yani. Hiçbiri yayınlanmamıştı o yazıların ama bir cevap gelmişti ya, yeterdi… Şimdi rahmetle yâd ettiği ve hayranı olduğu birçok isimle tanışma fırsatı bulabilir miydi? Peki, ya onlarla birlikte aynı mecrada yazmak?! Hayal mi şimdi bu? Babanın menajerlik haklarını, annenin gözlerinde Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com nasıl da parıldadığını düşünmek için erken miydi? Ya şöhret?! Birkaç ay sonra ilk yazısı yayınlandı. Artık “Ağabey”i olan Yavuz Selim’i, bu kez yazısının yayınlandığı dergisini almak için ziyarete gitti. Önündeki yazı, secde eden insanlarla dolu iki tam sayfayı kaplıyordu. Heyt be! Nasıl da yazmıştı! Dışarıya çıktığında binanın önünde şöyle bir durdu… Hayır, gelen limuzini beklemiyordu. Soluklandı ve devam etti. Metro kapısından geçti, istasyonda bekleyen trene bindi, elinde sıkıca tuttuğu dergiyi kaldırıp kapağına baktı… E? Hiç kimse dönüp bakmıyor, kimsecikler “Yazılarınızı severek okuyoruz” demiyor, yahu biri çıkıp da “Pardon! Saat kaç?” diye bile sormuyordu. İşte şöhret oracıkta bitivermişti! Kendini yalnız kendi tanıyordu… Babası ve annesinin had bildirme konusunda üstüne yoktu. Eve geldiğinde büyük sırıtmalarla doldurduğu yüzünü acaba ne bekliyordu? “Filanca falanca yazarlarla şu yaşımda birlikte yazıyorum” demenin cezası, babanın verdiği ve annenin “Baban doğru söylüyor!” diye tasdiklediği cevapta patlamıştı: “Fatih İstanbul’u fethettiğinde kaç yaşındaydı? 21! Sen?” “Ben de gönüller fethedeceğim!” edebiyatı yapmanın zamanı değildi, “Haklısın baba!” deyip kenara oturmak en evla işti. Zaten babası götürmüştü Yavuz Ağabey’i ile buluşturmaya, cakası kimeydi? *** İşte o 2006, döne gele 2015’e erdi. Yani 9 yıl geçti. Türkiye’de okumaya dair basılan yayın organlarının belki de okunması ve dolayısıyla basılması en zor ve cesaret isteyen türü olan “dergi” öyle isimlerle sahneye çıkmıştı ki, dudaklarında bir türkü yoktu ama bir türkü onlara işte böyle yakışıyordu: “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüze dağlar sıralansa da!/ Sermayem derdimdir, servetim âhım,/ Karardıkça bahtım karalansa da…” Haber Ajanda, yukarıda ilk gününü kısaca anlattığım yeni yetmenin, yani benim hayatıma o gün her şeyiyle girdi. Ve o günden beridir dudaklarım bu türküyü mırıldanır oldu. Öyle ya, sermayesi yalnız derdi, serveti ise âhı olduğu halde, bahtının belki de bundan sonra daha çok karalanacağını bile bile, önüne sıralanan dağları aşmak için didinenlerin işiydi bu iş… “Haber Ajanda” denince, akıllara bünyesinde yıllarca kalem oynatan şöhretli isimler gelmez. Ancak “Yavuz Selim” ismi ille de anılır. Bütün ailesi ile beraber büyük yükü omuzlanan “Ağabey”, her nedense kızgın hallerine rağmen hep “şekerliliği” ile hatırlanan, bir tür ikna makinesi olarak karşısındakini orta yola getirebilen, muhatabında bir yanlış gördü mü uyaran, uyarmasına rağmen devam edildi mi üçüncü hakkı israftan sayan bir delikanlıdır. “Delikanlıdır”, zira hep delikanlı kalabilmek için Haber Ajanda’yı bir okula çevirmiştir. Bu ülkede bu yüzden “ekol” hüviyetiyle hatırlanacak birkaç dergi varsa, Haber Ajanda onların arasında muhakkak yerini ayarlamıştır. Keza altyapı ve özkaynak yatırımı için uğraşır, bonservis meseleleriyle uğraşmaz. Sözü çok da zorlamayıp ağdayı tavında bırakmak gerek tabiî. Bu haddi belirleyip eyleyelim işimizi… Eğer bir nostaljiyi yaşatmak istiyorsanız, konuyu evvela ajite eder, dramatik hale getirirsiniz. Hele yaptığınız işin ulvî melekelerinden bahsetmek ve “Bu işi de ancak bizim gibiler yapabilir!” demekse kastınız, ilahî nitelikteki yardımlardan bahseder, bütün eksiklik ve yanlışlıkları Rabbü’l-Âlemîn’in gideriverdiğini ve işleri her seferinde O’nun yoluna koydu- Haber Ajanda, bütün bu 9 yılı en duru, en sade, en temiz hizmet aşkına sahip olarak, “Kargaşaya gerek yok, alternatif var!” demenin ölçüsünde yaşadı. Ajanda, geçmiş günlerin notlarının biriktirildiği hesap defteri değil, gelecek günlerin programlarının tutulduğu ati defteridir; Haber Ajanda, işte bu şuurla tuttu 101 sayı boyunca takvimini. Ve bunu ne bilinmek, ne de sevilmek için yaptı… ğunu anlatır durursunuz… Bu tür bir dil kullanmayı âdet edinip bahsini ettiğimiz tavrı sürdürmeyi alışkanlık haline getirdiğinizde, bilmelisiniz ki o işi hep eksik yapıyorsunuzdur. Öyle ya, bu da yaptığınız işin tarafınızca bile bile eksik ve yanlış bırakıldığını gösterir. Kusura bakmayın ama bu, hem kendinize, hem de ortaya koyduğunuz ürünü tüketecek olana saygınızın olmadığına işaret eder. “Olur mu, basılı eser hiç tükenir mi?” demeyin, eğer eksik ve yanlış bırakmışsanız, o da tükenir. Ya dönemlik kürler içeren zayıflama reçetesi olursunuz, ya yeni gelinin annesinden apardığı yemek tariflerini tutup da çeyizine kattığı “Ajanda”sı… Yavuz Selim, Haber Ajanda ile bu tür bir edebiyat cakasından kaçınıp en dar imkânlara rağmen “Allah yoluna koyuyor” deme küstahlığından kaçınarak, yanlışlığı veya eksikliği her defasında kapata kapata en titiz eserin ortaya çıkması için didindi. Tabiî onun en “şeker” hallerini çayında eritip hem bilgisi, hem de emeğiyle karıştıran Müzeyyen Abla’yı hep başa kondurmalı. Haydar Alp, Hilâl ve Mustafa Eren’inse bu dergide yazan her ismi mutlaka ağabey, abla yahut da kardeş edindiklerini öğrenmek için samimiyetlerine bir lahza bakmak yeterlidir. Haber Ajanda, bütün bu 9 yılı en duru, en sade, en temiz hizmet aşkına sahip olarak, “Kargaşaya gerek yok, alternatif var!” demenin ölçüsünde ya- şadı. Ajanda, geçmiş günlerin notlarının biriktirildiği hesap defteri değil, gelecek günlerin programlarının tutulduğu ati defteridir; Haber Ajanda, işte bu şuurla tuttu 101 sayı boyunca takvimini. Ve bunu ne bilinmek, ne de sevilmek için yaptı… Efendimiz (sav), Hazreti Ömer ile Hazreti Ali’ye hırka-i şerifini emanet ederek Yemen’deki Üveysî’ye teslim etmelerini söylemişti. Karen’e vardıklarında Hazreti Ömer, hırka-i şerifi teslim ettikten sonra Üveysî’ye şöyle dedi: “Resulullah’tan hakkınızda çok güzel sözler işittim. Bana bir öğüt verir misiniz?” Böyle bir sahabeden gelen bu isteğe karşı boynu bükük Üveysî, “Ahali sizi bilir mi?” diye sordu. “Elbette” cevabını alınca, “Öyleyse kendinizi unutturun, Allah bilsin, yeter!” dedi. Hazreti Ömer “Bir tane daha!” deyince, bu kez “Ahali sizi sever mi?” diye sordu. Yine “Evet!” cevabını alınca, “Öyleyse kendinizi yine unutturun, Allah sevsin, yeter!” dedi. “Bal rengi gözlerin kapı şahidinin” verdiği bu nasihat, Hazreti Ömer gibi adaletiyle tanınan dev bir isme değil, elbette bizlere verildi. Ömer’ce yaşayanlar, ancak “adalet fikri” ile hemhâl olur, Allah’ın dostluğunu kazanıp O’nun ilmiyle donanmaktan başka bir şey istemezler. Ve gittikleri yolda önlerine dağlar sıralansa da yürümekten vazgeçmezler… Bana inandığı için Yavuz Ağabey’e, sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum… Haber Ajanda! Nice dalyalı sayılara… özel sayı 101 2015 11 haberajanda Başyazı Haber Ajanda’nın yayında olduğu dokuz yıl boyunca bu ülke nice acayip dönemlerden, nice zihinsel dönüşümlerden geçti. Krizler, kumpaslar, darbe girişimleri, operasyonlar ve daha nice gündem sarsan sürprizler gördük. Türkiye’de zaten bir elin parmakları kadar olan benzer dergiler birer birer kepenklerini kapatırken, Haber Ajanda yoluna devam etti. Kimi zaman bir sonraki sayıyı hangi parayla çıkartacağımızı düşünürken, diğer yandan da “hür tefekkürün” neredeyse “tek kalesi” misali kalan Haber Ajanda’yı ayakta tutmanın yollarına kafa yoran birileri vardı. 12 H AYAT, üzerinde düşündüğünüz takdirde hakikaten tuhaf bir macera; kıvrımlı ve karmaşık bir yola benzer aslında. Nice hadiseler, nice tanışıklıklar, nice denk gelmeler, neticede sizi siz olduğunuz insana dönüştürür yavaş yavaş. Bu macera, ayrıca ileri düzeyde kaotik ve hesaba kitaba gelmez niteliktedir. Mesela, yeni tanıştığınız insanlardan hangisinin hayatınızın çizgisini değiştireceğini pek bilemezsiniz. Herkes hayatınızı bir şekilde etkiler ama bazılarının etkisi yıllar sonra geriye bakıp “Vay be!” demenize neden olur. Yıllar evvel doktoramı bitirmek üzereyken tanıştığım Yavuz Selim de böylelerinden biri oldu benim için… >> O zamanlar kendi çapında bir internet güncesine yazan, okumaya meraklı ve tuhaf ilgi alanları olan biriydim. Ailevî tanışıklıklar neticesinde bir araya geldiğimizde, daha ilk tanışmamızda Yavuz Selim bana, “Bir dergide yazmalısın” deyivermişti. Fikir ilk başta bana çok uzaktı; öyle ya, aklına estiği zaman aklına eseni yazan, kimin okuduğunu pek umursamadan kendi kendine notlar alan biri için belli aralıklarla, düzenli olarak yazı yazma, deyim yerindeyse “millete akıl verme” fikri biraz yabancıydı tabiî. İlk tanıştığımız gün de dâhil olmak üzere, sürekli olarak “yazmanın gerekliliği” konusunda beni uyaran bu adam, bugün bir şeyler yazıyorsam, işte o süreci başlatan kişi oldu! İlk yazacağım dergi, Yavuz Selim’in çıkartacağı Kırmızı Çizgi dergisi olacaktı. Tabiî bende heyecan doruktaydı. Önce en iyi bildiğim yerlerden başladım; bilim, bilim felsefesi, sinirbilimleri ve sinema gibi konularda ilk yazarlık deneyimlerimi yaşadım. Yazımın basıldığı ilk dergiyi elime aldığımda bir tuhaf özel sayı 101 2015 olduğumu hatırlıyorum. O sayfalar arasında sözlerimi görmek, garip hisler uyandırmıştı içimde. Çok kısa bir sürede kendimi “dergi yazarı” havasına girebileceğim bir ortamın içinde buldum ve “dergi” denen şeyin nasıl bir mecra olduğunu belki de ilk defa yakinen deneyimlemeye başladım. Türkiye’de dergi çıkartmaya kalkmanın delilik olduğunu, yazarlığa başladığımın ilk aylarından itibaren duyar olmuştum. Fakat bunun gerçekten ne düzeyde bir delilik olduğunu anlamam için birkaç ay geçmesi gerekti. Önce Kırmızı Çizgi dergisinden muhtelif nedenlerle ayrıldık. Hemen ardından, ben artık “Bu iş bitmiştir!” diye düşünürken Yavuz Selim yeni bir projeyle geldi. Yeni bir dergi çıkartacaktı ve adı da “Haber Ajanda” olacaktı. Daha önce yaşadığımız deneyimimizdeki zorlukları kısmen de olsa bildiğim için, elbette önce onu böyle bir girişimde bulunmaması hakkında ikna edesim geldi. Fakat daha bu düşünce aklımdan geçerken, Kırmızı Çizgi için girdiği Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com maddî ve manevî bütün sıkıntıları yeni bir derginin düşüncesi sayesinde unutmuş ve iştiyakla bu fikre yoğunlaşmış birini böyle bir engellemeyle karşı karşıya bırakmaya gönlüm razı olamadı. Dergiciliğin önemini o zamanlar pek bilmiyordum; Türkiye’deki zihinsel durumlarla dergilerin ilişkisinin farkında değildim. Neden -çoğu abur cubur malumatla dolu- birkaç tanesi dışında güncel siyasî dergi bulunmadığını hiç düşünmemiş, bunu bir eksiklik olarak bile görmemiştim. Ama Yavuz Selim’in binbir sıkıntıya rağmen “Dergi!” demesinin altında önemli bir şeyler olduğunu hissediyordum. Ayrıca artık bu maceradan uzak duracak halim yoktu. Zira “dergi” tutkusu, sanırım benim de kanıma karışmaya başlamıştı. Neticede, şu an elinizde tuttu- ğunuz Haber Ajanda’nın ilk sayısını dokuz yıl önce elimize aldık. Elimdeki derginin şekli ve görüntüsü ile arka planındaki “ekip” bilgisi ciddi bir tezat içeriyordu. Dergide onlarca yazar vardı. Ama elimizde tuttuğumuz dergi, başta Yavuz Selim ve eşi Müzeyyen Selim olmak üzere, sadece üç-dört kişinin çalışmasının neticesinde ortaya çıkmış inanılmaz bir işti. Herhangi bir grup, oluşum, parti yahut sermayeye bağlı olmadan bu işin pek fazla ilerleyemeyeceğini ben dahi anlıyordum. Sadece binbir zahmetle –ama eğilip bükülmeden- alınan iki veya üç reklâmla böyle kaliteli bir iş ne kadar sürdürülebilirdi ki?! Azmin adı Hesaba katmadığım şeyin “azim” ve “kararlılık” olduğunu da zamanla öğrenecektim elbette. Haber Ajanda’nın yayında olduğu dokuz yıl boyunca bu ülke nice acayip dönemlerden, nice zihinsel dönüşümlerden geçti. Krizler, kumpaslar, darbe girişimleri, operasyonlar ve daha nice gündem sarsan sürprizler gördük. Türkiye’de zaten bir elin parmakları kadar olan benzer dergiler birer birer kepenklerini kapatırken, Haber Ajanda yoluna devam etti. Kimi zaman bir sonraki sayıyı hangi parayla çıkartacağımızı düşünürken, diğer yandan da “hür tefekkür”ün neredeyse “tek kalesi” misali kalan Haber Ajanda’yı ayakta tutmanın yollarına kafa yoran birileri vardı. Türkiye gibi “kimin nereden konuştuğunun” hemen anlaşılması gereken bir yerde, yazarlarının sonuna kadar hür bir platformda yazabildikleri böyle “garip” bir dergiye destek bulmanın ne kadar sıkıntılı bir iş olduğunu tahmin edersiniz. En büyük sıkıntı da her zaman bu oldu. Ama Haber Ajanda dostları her zaman oradaydılar ve onlar için bu iş devam etmek zorundaydı. İsim vermeden de olsa, bir anektodu anlatmadan geçemeyeceğim... Bugün Türkiye’nin yakından tanıdığı sivri dilli yazarlarımızdan biri, bir dönem Haber Ajanda dergisinin de yazarları arasındaydı. Kendisiyle şahsen hiç tanışmamıştım ama Türkiye’nin değişen zihinsel kodlarından o da etkilenerek uzak noktalara savrulup her şeye muhalifleşenler arasına katılmıştı. Daha sonraları bir vesile ile bir araya gelip tanıştığımızda, kendisine derginin yeni sayılarından birini de götürmüştüm. Dergiye baktı ve bu ekibin hikâyesini anlatmaya başladı. Dediğine göre önceleri “samimî bir dergi” olarak başlayan Haber Ajanda artık “Cemaat”e yaslanmış ve paraya para dememeye başlamıştı. Kendisini şaşkın bir gülümsemeyle dinlerken, o sırada Haber Ajanda Genel Yayın Yönetmeni olduğumu ve elinde tuttuğu sayının, bankadan alınan kredilerle basılabildiğini söylemedim. Sadece dinledim ve Türkiye’nin bir “kanaat önderi”nin haline acıyarak bu derginin neden önemli olduğunu bir kez daha fark ettim. Birkaç yıl sonra ise, HükümetCemaat restleşmesinde aynı arkadaşımızı yılmaz bir cemaat savunucusu olarak konuşurken görünce kanalı değiştiriverdim... Buraya kadar olan kısımdan sanki ben de bu sıkıntıları yaşamış biriymişim gibi bir mesaj verdiysem hemen düzelteyim: Hayır, ben sadece bir kısmına şahit oldum. Şahit olduğum kısım bile, “Türkiye’de dergi çıkartmanın nasıl bir delilik olduğu” konusunda yeterli deneyim edinmemi sağladığı kanaatindeyim. Yavuz Selim ve ailesi, ciddi bir maddî yükün altında, ancak bir davaya gönül vermiş insanların yapabileceği şeyi yaptılar ve yapmaya devam ediyorlar. Sadece Haber Ajanda ile de sınırlı kalmadı bu çabanın meyveleri. Geçtiğimiz yıl, uzunca bir zamandır hayâlini kurduğumuz Kültür Ajanda dergimiz de yayın hayatına geçti. Şimdi sırada “Balkan Ajanda” var. İnşallah böyle giderse daha nice “Ajanda”larla gündemin kaydını tutmaya, tarihe not düşmeye ve müstakbel medeniyetimize katkı yapmaya devam edeceğiz. Neticede insanın hayatı kıvrım kıvrım dönüşlerden, acayip tevafuklardan ve hesap kitap tutmaz desenlerden örülüyor. Laboratuvarına kapanmış bir bilim adamından yazıp konuşabilen bir fikir sevdalısına dönüştüren şahsî kavşaklarımda Haber Ajanda ve Yavuz Selim’in payı bu yüzden çok büyük. Allah’tan dileğim, bu bitmeyen enerjisinin bu ülkeye ve bütün insanlığa ışık olacak nice hizmetlere vesile olmasıdır. Ajanda’ya gönül verenler dâvâlarına bu azimle devam ettiği sürece, -sebepler dairesinde- bunun olacağına eminim; bence siz de emin olabilirsiniz… Nice yüzüncü sayılarda görüşmek umuduyla... özel sayı 101 2015 13 AYINOLAYI Ayın Olayı Haber Ajanda Adalet, şehadet, namus: Mehmet Selim Kiraz Ö YLE süreçler geçirdik ki son bir buçuk yılda, bu ülkede Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri bile genel seçimlere denk bir havada yürütüldü. Söz konusu seçimlerde başarı yakalayan isimler, çalıştıkları kurumlardan davullu zurnalı uğurlandılar, siyasî liderler gibi kalabalıklarla karşılandılar. >> O günlerde adaletle yaşayıp adaletle yaşatacakların da iki kutba bölündüğünü gördük. Hâlbuki adalet tekti, orası veya burası, hâsılı iki yakası olmazdı. Ancak bu ülkede adaletin dahi iki yakası bir araya gelmiyorsa, ekonomik enflasyondan değil, ihanet enflasyonundandır. HSYK’ya dair seçimler sırasında söz konusu iki kutbun bir yanı, AK Parti ve dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her kuvvete uzandığını, ülkede hegemonik bir sultanın yerleşmek üzere olduğunu, adaletin bile bir tarafa göre işleyeceğini iddia edip, başta Erdoğan olmak üzere kendilerinden olmayan bütün yargı camiasını suçladı. Şimdikinden daha küçük yaşlardayken bir söz duymuş ve çok şaşırmıştım. O söz şöyleydi: “Bu ülkenin en güvenlikli ve en korkulan insanları savcılardır.” Bu söze neden şaşırdığımı şöyle anlatayım: Epey küçükken siyasî bir büyüğüm, onların yargılama anında hüküm verici değil, sadece sav üretici olduklarını, bu sebeple 14 özel sayı 101 2015 aslında durumun hiç de söylenen gibi olmadığını öğretmişti bana. Öyle ya, en korkulan ve en güvenlikli insanlarsa savcılar, 24 Mart 1978 günü Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz nasıl öldürülebilmişti? Öz’ün ölüm yıldönümünden tam 37 yıl 1 hafta sonra, yani 31 Mart 2015 günü ise başka bir Cumhuriyet Savcısı hedef alındı. Mehmet Selim Kiraz, 1969, Siirt doğumlu bir savcıydı. Zor şartlar altında tahsilini tamamlayan Kiraz, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ilk olarak 2010’da Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Savcılığı’na atandı. Burada 4 yıl bulunan Kiraz, HSYK’nın 2014 yılı yaz kararnamesiyle İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na atandı ve Başsavcı tarafından Memur Suçlarını Soruşturma Bürosu’nda görevlendirildi. Bu görevi yerine getirirken karşısında bulduğu dosyalardan biri de Gezi kalkışmasında başına isabet eden gaz fişeğiyle yaralanarak 269 gün komada kaldıktan sonra hayatını kaybeden 15 yaşındaki Berkan Elvan hakkındaki soruşturmaya aitti. Elvan’ın 11 Mart 2014 günü hayatını kaybetmesinin hemen ardından, 12 Mart 2014 günü İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından olaya dair soruşturma açıldı. Şüpheli sıfatıyla ifadesi alınan 18 polis memuruna rağmen Savcılık, konuya ilişkin güvenlik kamerası görüntülerine ulaşamadı. Zira polis tarafından bu olaya dair hiçbir görüntünün olmadığı ifade edilmişti. Ancak 17 Nisan 2014 günü, Savcılık güvenlik kamerası görüntülerine ulaştı ve soruşturmayı derinleştirdi. Bilirkişi incelemesine sunulan görüntülerle ilgili henüz bir karar çıkmamışken, soruşturmayla ilgilenen ve konuyu derinleştiren savcının adı, az önce kısaca kariyer silsilesini aktardığımız “Mehmet Selim Kiraz” idi. Bir gerçek ve savunulacak yanı olmayan bir mazeret Üniversitelerin en cafcaflı bölümleri, politik ürün çıktısının en görünür alanlarıdır. Siyasal bilimler, iktisadî ve idarî bilimler veya hukuk, bu söylediğimiz alanların örgütsel çıkarım ve yönlendirmelerinin yapıldığı fakülteleri oluştururlar. Elbette diğer fakültelerde de politik açılım ve gelişim söz konusudur; fakat ilk üç örnek, ileride siyasî manevrayı belirleyecek, çizgi çekecek kalemin sahibidir. Buralarda yetişenin yetişme tarzı, gelecekte kendi adına belirleyece- ği vicdan ve adalet kurumunun adresini belirletir insana. İşte kim ne derse desin, hakikatte bu tarzda yetişip adaleti tesis edecek mekanizmaların adamları olsalar da hiçbiri bağımsız değildirler. Yalnız bu ülkede değil, dünyanın her yerinde kendi fikrî altyapısıyla yaşayan yargı insanları vardır. Türkiye’de AK Partili, sosyalist, ülkücü, akıncı, komünist veya ulusalcı gibi türlerle sayabileceğiniz yargı mensuplarının ABD’deki muadili cumhuriyetçi veya demokrat, Almanya’daki muadili yeşilci, Hıristiyan-demokrat veya liberal olabilir. Bunların aşırıları da diğerlerinin bulunduğu “yargı” dairesi içerisine mensup olabilirler. Türkiye’de DHKP-C, TİKKO, İBDA-C veya Hizbullah tipi örgütlerin sempatizanı kimseleri de yargı mensubu olarak görebilirsiniz. Bunların ABD’deki muadili KKK, Almanya’daki muadili NSU sempatizanları olabilir. Hatta sempatizan değil, doğrudan üyesi dahi olabilirler. Mehmet Selim Kiraz’ın şehadetiyle ilgili olarak yapılan yetkili açıklamalarının ortak paydası, teröristlerden birinin Çağlayan Adliyesi’ne avukat cüppesiyle girmesiydi. Ek detaylarda örgütle birlikte hareket eden avukatlardan da bahsedilmişti. Ancak her nedense bütün avukatlar zan altında kalmışçasına, “Saldırıyı yapanların avukatlıkla ve baromuza kayıtlı avukatlarla bağ ve ilgileri yoktur” özetinde bir açıklama geldi İstanbul Barosu’ndan. Zaten Baro Başkanı Ümit Kocasakal, teröristlerin isteği üzerine ikna konuşmaları için rehin alma olayı esnasında adliyeye de gelmişti. rı şiddet ve nefret” göstererek eleştiren ve adliye koridorlarında olay çıkaranlar, kendilerinde hangi hakkı bulabiliyorlar? Yoksa onların dertleri “yardımcı olmak” değil mi? yeni kaosların, yeni cinayetlerin ortaya çıkması için ellerinden geleni yaptılar, yapıyorlar. Bir savcı onların tuzağını bozacaktı ki, o da Dracula’nın sol tetikçisi DHKP-C’nin hedefi oldu. Berkin Elvan’ın ölümü üzerine Okmeydanı’nda yapılan gösteri çatışmaya dönüşmüş, bu sırada Burakcan Karamanoğlu adında başka bir genç hayatını kaybetmişti. Burakcan, gösteri sırasında taşkınlık yapan DHKPC’li teröristlerle karşı karşıya gelmiş ve vurularak öldürülmüştü. Bu detayları doğrudan DHKP-C yayınlamış, cinayeti üstlenmişti. Madem bu meselenin avukatlık kurumunu en küçük bir noktasından, paçasından dahi tutan bir yanı yoktu, öyleyse 2013’te Çağlayan Adliyesi’ni basıp örgüt sloganları atan avukat örnekleri ile meşhur Danıştay saldırısını gerçekleştiren ve Danıştay İkinci Başkanı’nı öldüren Alpaslan Arslan hakkında ne söylenebilirdi? Bu tür örnekler ortadayken, Savcı Kiraz’ın şehit edilmesinin üzerine güvenlik önlemlerinin arttırılmasını “aşı- Peki, her şey Berkin’in intikamı için miydi? “İntikam” ne demekti? İntikam için ne gerekliydi? “Burak” yetmemiş, yeni “can”lara mı ihtiyaç duyulmuştu? Bu ne yobaz bir vampirlikti böyle?! Bu ne biçim bir kudurmuşluktu?! Savcı Mehmet Selim Kiraz, 31 Mart 2015 günü şehit oldu. “Çözüm’ü bulduk, şükür ki artık şehit haberi almayacağız” derken, askerden değil, adalet bekçilerinden verdik şehidi. Ancak milletler, feda insanlarının varlıkları üzerine yaşarlar. Nitekim o güzel şehidin babası da böyle diyor: “Vallahi ben sakindim; ‘Allah’tan geldi’ dedim, ‘Takdir-i İlahî’ dedim. ‘Kaderimizde bu var’ dedim. Oğlum bunu hak etmemişti, ama kaderde bu varsa boynumuz kıldan incedir. Biz inanan insanlarız; hamdolsun gayrimeşru bir yolda değildi. Namusuyla, alnının akıyla, şerefiyle, onuruyla, haysiyetiyle görevinin başında takdir-i İlahî oldu. Ben memnunum, şükrediyorum. Yüreğimde yanıyor ama şükrediyorum…” Berkin Elvan, Türkiye için kutup oluşturmanın sembol isimlerinden biri oldu. “Sanatçı”, “gazeteci” veya “siyasetçi” unvanlı ajan-provokatörler, onun adeta kartvizitini kullanarak Şehidimizle, şehadetinin hakkını vererek haşret bizi Allah’ım! özel sayı 101 2015 15 Türkiye Ajanda Selçuklu kartalı, Hoca’sına kavuştu YAYIN hayatına girdiğimiz ilk günlerden beri her daim yanımızda olan ve “ağabey” endamıyla yazılarının yanında bizlere yol gösteren kıymetli yazarımız ve Hocamız Prof. Dr. Refik Turan, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı görevine getirildi. >> Ülkemizde ve dünyadaki ender Selçuklu tarihi duayenlerinden biri olan Hocamız hakkındaki karar, Resmî Gazete’de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un imzalarıyla yayınlandı. Atama kararına dair yayınlanan tebliğde, “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu’nda açık bulunan 1’inci derece kadrolu ve 4800 ek göstergeli Türk Tarih Kurumu Başkanlığı görevini yürütmek üzere Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Refik Turan’ın görevlendirilmesi, 2547 sayılı Kanunun 38’inci maddesi ile 664 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 24’üncü maddesi gereğince uygun görülmüştür” denildi. Prof. Dr. Refik Turan Türk Tarih Kurumu Başkanı 16 özel sayı 101 2015 Yüce Mevla’dan kendisine hizmetlerinde yar ve yardımcı olmasını ve de muvaffakiyetler nasip etmesini dilediğimiz Hocamızı biz de Ajanda Yayınlar Grubu olarak tebrik ediyoruz. Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com Kozmik Oda’da paralel kodlara doğru ANKARA Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast girişimi iddiası ile başlatılan Kozmik Oda Soruşturması’nda verdiği takipsizlik kararında dikkat çeken detaylar ortaya çıktı. Bölge Başkanlığı’na ait 11 ve 16 nolu odalarda ikinci kez yapılan aramalarda elde edilen silinebilir CD-RW, flashdisk, hafıza kartı, fotoğraf makinesi ve içindeki hafıza kartının çözümlerinin yapılması bilirkişilerden istenmiş ve imajları çıkartılarak bilirkişilere teslim edilmiştir.” Kararda, Seferberlik Bölge Başkanlığı personeline verilen Albay Baki K.’yı takip emrinin askerî mevzuata aykırı olduğu, ancak şüphelilerin söz konusu adreste bulunma nedenlerinin Bülent Arınç’ı takip etmek ya da saldırı gerçekleştirmek olmadığı belirtildi. Paralel kodlar gösteriyor ki, Da Vinci gibi çalıştıkları imajlar üzerinde dördüncü boyut alt resimler oluşturmakta yıllardır profesyonelleşenler, saf ve başka alt görüntüleri olmayan resimleri “alt görüntülere sahipmiş” gibi göstermekten geri kalmamışlar. Öyle ya bu maharet, devletin en mahrem noktalarına sızıntı kaynakları oluşturmuş ve aldatmayı dahi aldatmakta şeytana pabucunu ters giydirmeye vesile olmuş. Balyoz beraat etti >> Genelkurmay Seferberlik Bölge Başkanlığı’ndaki kozmik odada yapılan aramada el konulan ve Genelkurmay’ın “devlet sırrı niteliğinde” olduğunu belirttiği 1 buçuk terabaytlık veri içeren sabit belleklerin “bilirkişilere teslimi sırasında imajlarının alınması ve bu imaj alma işleminin kimler tarafından yapıldığı ile ilgili tutanak bulunmadığı” belirtildi. 125 milyon MS Office Word sayfasına denk gelen içeriğe sahip belgelerin bazı başlıklarına da yer verilen kararda “vali ve belediye başkanları, siyah personel, yeşil personel, turuncu personel, beyaz personel, yardımcı kuvvet olarak gösterilen çizelge, koruculardan faydalanma, halk, oy tabanındaki hareketlilik, partiler sistemi, tarikatlar, azınlıklar, yeni kurulması gereken gerilla birlikleri, grup ve bireysel gayrinizamî harple ilgili yönergeler ve rektörler” gibi başlıklar tasniflendi. Söz konusu sabit belleklerin Genelkurmay Başkanlığı’na iade edildiği belirtilen takipsizlik kararında, soruşturmayı başlatan telefon ihbarının sahte olduğu, ihbar tutanağında belirtilen saatte herhangi bir telefon görüşmesi yapılmadığı, tutanağı tutan polis hakkında da soruşturma açıldığı kaydedildi. Kararda, 38 kişi hakkında “cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs, silahlı terör örgütü kurma veya yönetme, silahlı terör örgütüne üye olma, kişiyi yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle öldürmeye teşebbüs” suçlarına yer verildi. 20 Ocak 2010’da son verilen aramalarda bulunan ve imajları alınan 1 buçuk terabaytlık sabit belleğin TÜBİTAK BİLGEM uzmanlarına teslim edildiği belirtilen kararda şöyle denildi: “16 Mart 2013 tarihinde savcıya teslim edilen 1 buçuk terabaytlık imaj hard disk ile 18 Eylül 2013’te Ankara Seferberlik ANADOLU 4. Ağır Ceza Mahkemesi, yeniden görülen Balyoz Planı Davası’nda Çetin Doğan, Halil İbrahim Fırtına ve Engin Alan’ın da aralarında bulunduğu 236 sanığın hepsinin beraatına karar verdi. Mahkeme, kapatılan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 236 sanık hakkında verdiği mahkûmiyet hükmünün iptaline karar verirken, dijital verilerle ilgili “sahtecilik” iddiasına ilişkin kuvvetli suç şüphesi bulunmasından ötürü ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunulmasına da hükmetti. Bu davaya ilişkin birkaç yorum yapılarak akla gelen tahminleri muallakta bırakabilme ihtimalini kuvvetlendirebiliriz, ancak bekliyoruz ki asıl yorum yapılacak saf görüntüler daha net ortaya çıksınlar. özel sayı 101 2015 17 Türkiye Ajanda “Türkiye IŞİD’in destekçisi” diyenlere şok nazire 17 ARALIK süreci, Türkiye’nin dünya ülkeleri “T” hesabında “teröristler beraber ülke” olarak algılanması için yapılan ahlaksız taarruzlarla dola dola bugüne ulaştı. Londra hükümetinin derdi ortaya çıktı. İlk açıklamayı Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu yaptı ve üstü örtülü şekilde “Üç kızın Suriye’ye geçişine ilişkin aracılık eden kişi yakalandı. Bu kişi DEAŞ’a karşı oluşturulan koalisyonun bir üyesi adına çalışıyor” bilgisini verdi. >> Bu süreçte ille de DEAŞ (IŞİD) ile ilişkilendirilmek istenen Türkiye’nin her hamlesi başka bir yakasından çekiştirilmeye çalışıldı düşmanlar, hainler, işbirlikçiler ve paraleller tarafından. Sünni kodlarla IŞİD’ci yapılmaya zorlanan Türkiye, Şii kodlar taşıyan söylem veya tavırlara girmeyegörsün, hemen Tevhid-i Selam’la ilişkilendirildi. Ancak Türk İstihbaratı’nın bunların altında kalmaya niyeti yoktu ve maskelerin düşeceği gün için hazırlanıyordu. İngiltere’den Suriye’deki DEAŞ kamplarına doğru yola çıkan İngiltere vatandaşı üç kıza dair haberler uluslararası medyada dönedursun, Türk yetkililer bu kızların nasıl Suriye’ye sokulduklarını sıkı operasyon sonucunda ortay çıkardılar. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirilen bu üç kızla ilgili hem zamanında bilgi paylaşımı yapmayıp, hem de “THY açıklama yapmalı! Olayı araştırmak için İngiliz polislerini göndereceğiz!” gibi skandal açıklamalar yapan Bölgedeki istihbarat kaynaklarından “Mehmet Reşit” kodlu kişinin Suriye uyruklu “Mohammad Al-Rashed” adlı şahıs olduğunu belirleyen güvenlik güçleri, Şanlıurfa’da yapılan operasyonla bu kişiyi gözaltına aldı. İlk sorgusunda her şeyi itiraf eden Al-Rashed, “Kanada İstihbarat Servisi için çalışıyorum. Zaman zaman servisin aldığı biletlerle Ürdün’e giderek Kanada Başkonsolosluğu’nda topladığım bilgileri ilgililerle paylaşıyorum. Son olarak Shamina Begüm, Anira Abase ve Kadiza Sultana adlı kızları İstanbul’dan alıp Gaziantep otogarı yakınına getirerek eleman aktarımı yapan şahıs- larla irtibata geçtim ve Suriye’ye götürmek üzere teslim ettim. 21 Şubat 2015’te Kanada istihbarat görevlilerine bu konuda bilgi aktardım. Tüm bunları Kanada vatandaşlığını elde etmek için yaptım” ifadelerini kullandı. ABD ve İngiltere gizli servislerinin son 50 yılda konuşlandırdığı ajan ve muhbir tipi servis elemanlarının aynı yöntemle bölgelerde tutulduğunu ve Kanada’nın İngiltere için ne demek olduğunu bilince her şey çözülüyor. Peki, Türkiye’yi ya IŞİD’ci, ya Tevhid-i Selam’cı yapma derdinde olanların bu konuya dair herhangi bir tepkileri var mı? Beklemiyoruz da… Bu arada Türkiye, Hatay’da, sınırda yakalanan 9 İngiliz’i de sınırdışı etti. Türkiye’den Suriye’ye yasadışı yollarla geçmeye çalışan İngiltere uyruklu 9 kişi, yakalanmalarının ardından sınırdışı edildiler. Belki bu kimseler masum insanlardı, zira 9 kişiden 4’ü çocuktu; ancak girmek istedikleri yer Suriye ve giriş yolları yasadışı… Yani… Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yiyor. Kadro vampiri paralelin KPSS mağaraları gün yüzüne çıkıyor BİNLERCE gencin umutlarının söndüğü 2010 yılındaki KPSS sorularının çalınmasının tespitinin ardından, sorular çalındığı için iptal edilen 2010 KPSS Eğitim Bilimleri Sınavı gibi Genel Yetenek ve Genel Kültür Sınavı sorularının da çalındığı tespit edildi. >> Üç buçuk yıl uyutulan soruşturma dosyasında savcı değişikliğinin ardından paralel yapının oyunları ortaya çıkıyor. Soruşturma kapsamında soruların kendisine gönderildiği tespit edilen B. S.’nin bilgisayarında, eğitim bilimleri bölüm sorularının yanı sıra genel yetenek ve genel kültür soruları da bulundu. Yalvaç Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 31 Ağustos 2010 tarihinde başlattığı soruşturmada alınan kararla şüpheli adaylardan bir kısmı dinlemeye alındı. Bu dinlemelerden birine takılan B.S.’ye, tüm soruların Ankara Turgut Özal Düşünce ve Hamle Derneği’nde çalışan B. K. tarafından e-posta aracılığıyla 18 özel sayı 101 2015 gönderildiği tespit edildi. Soruşturmayı yürüten Yalvaç Cumhuriyet Başsavcısı Ayhan Gökalp, aldığı ifadeler ve yaptığı incelemeler sonucu KPSS sorularının Fethullah Gülen Cemaati’ne yakın kişilere servis edildiğini ortaya çıkardı. Bunun üzerine paralel yapı Başsavcı’yı tasfiye ettirmeyi başardı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, ÖSYM’nin Ankara’da olması ve daha geniş çaplı soruşturma başlatma bahanesiyle ısrarla dosyayı istedi ve dosya, alınan yetkisizlik kararı ile 22 Haziran 2011 tarihinde Ankara’ya gönderildi. Bu tarihten sonra soruşturma Ankara Başsavcı Vekili Şadan Sakınan’a verildi ve uykuya alındı. YÖK Denetleme Kurulu, 10-11 Temmuz 2010’da gerçekleştirilen KPSS’de soruların çalınmasıyla ilgili o dönem incelemelerde bulunmuş ve rapor hazırlamıştı. 7 kişilik bilirkişi heyetinin önemli tespitlerde bulunduğu raporun Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği, ancak soruşturma savcısı Şadan Sakınan’ın raporda yer alan şüpheli adayların çok az bir kısmının ifadesine başvurduğu ve bu ifadeler doğrultusunda hiçbir işlem yapmadığı tespit edilmişti. Söz konusu sınavda 100 ve üzeri soruya doğru cevap veren aday sayısı 3 bin 227. Eğitim Bilimleri Sınavı iptal edildikten sonra büyük başarıya imza atan adayların birçoğu ikinci sınava girmedi. Öğretmen olmak için sınava giren adayların büyük çoğunluğu, Genel Yetenek ve Genel Kültür alanından aldıkları puanlarla kamuda memur olmayı tercih etti. Dolayısıyla “hırsız” birçok memur halen görevini yürütüyor. Selçuk Kayıhan Panik yok, çimenlere bir şey olmadı! 17 ARALIK darbe teşebbüsünün ardından AK Parti içerisinde bir “tuzluk, aktif, pasif, profesyonel, uyuyan hücre” kazanı kaynatılmaya başlanmıştı. 17 Aralık’ın üzerinden iki önemli seçim geçmişti ki, kimsenin aklına gelmeyeceği bir anda iki önemli isim ve dolayısıyla bu iki ismin etrafında oluşan gruplar arasında bir düello gerçekleşti. Süreci” hakkındaki düşünceleri nedeniyle çeşitli eleştiriler getirmesi tüm kamuoyunca şaşkınlıkla karşılanırken, ABB Başkanı Melih Gökçek’ten ise bir sosyal paylaşım mesajı aracılığıyla tepki aldı. Gökçek’in, “Arınç’ın çıkışı paralel yapının talimatıyla oldu. Artık AK Parti’nin sözcüsü olamaz, bizi temsil edemez, görevden alınmalı! Başbakan Yardımcılığı ve Hükümet Sözcülüğü’nden istifa etmeli! Bülent Arınç, seni istemiyoruz!” şeklindeki mesajları politik gündemde büyük yankı uyandırdı. >> AK Parti’nin malum üç dönem kuralının 7 Haziran 2015 itibariyle sadece “aktif” görünümü “pasif” görünüme dönüştüreceği isimlerden olan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, yine gelecek dönemki yerel seçim- lerde bu kuralın üzerinde etkili olacağı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı ile karşılıklı beyan düellosuna girişti. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “Çözüm Kimi çevreler tarafından 7 Haziran itibariyle bu görevlerin hepsini zaten bırakmış olacak olan Arınç’a böyle bir tepkinin aşırı abartılı ve şahsî menfaatleri arttırmak amaçlı olduğu yönünde yorumlarken, kimi çevrelerce ise Gökçek’i destekleyerek Arınç’ın artık bardağı taşırdığı ve haddini tamamen aştığı vurgulandı. Gökçek’in Arınç’ı kızı ve dama- dı üzerinden “paralelci” olmakla itham etmesi, doğrusu her fırsatta Fethullah Gülen’e duyduğu hürmet ve hayranlığını dile getiren Arınç için çok da önemli görünmüyordu. Zira Arınç, kendisini istifaya çağıran Gökçek’i, “Gökçek, benim görevden alınmamı isteyecek kadar haysiyetli bir adam değildir” diyerek yanıtladı. Gökçek’i, adaylığı sırasında paralel yapının “kucağı”nda oturmak ve bu yapıya Ankara’yı parsel parsel “satmak”la suçlayan Arınç, 2009 ve 2014 seçimlerinde Gökçek’in adaylığına itiraz ettiğini, “Yeter artık, Ankara’ya yakışmıyor!” dediğini, ancak partinin aday göstermesi üzerine onu desteklemek zorunda kaldığını da beyan etti. “Filler dövüşünce çimenler ezilir” derler ya, bu sözlü düello sırasında kiminin telaşı, kiminin beklentisi vardı. Zira bir taraf AK Parti’nin bundan zarar görmesini, bir tarafsa konunun hem AK Parti’yi bölmemesini, hem de hemen yakındaki 7 Haziran’da sandığa yansımamasını istiyordu. Ancak meseleye el konuldu ve konu kapanmasa da ağızlar kapandı. Dinlendikten sonra yeni bir kapışmanın gelmeyeceğinin garantisi yok, ama şimdilik çimenlere bir şey olmadı… TANAP’ta ilk adım TRANS Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nde tarihî adım atıldı. Temel atma merasimi, Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan Cumhurbaşkanlarının ortak katılımıyla gerçekleştirildi. >> Azerbaycan gazını Avrupa’ya taşıyacak olan Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi’nin (TANAP) Türkiye’deki ilk borusu Kars’ta indirildi. Türkiye’de yapılan en büyük boru hattı projesi olma özelliğini taşıyan TANAP ile Gürcistan sınırımızdaki Türkgözü’nden girecek olan doğalgaz, Kars’ın Selim ilçesinden boru hattı ile Edirne’nin İpsala ilçesine uzanacak ve oradan da Yunanistan’a geçecek. TANAP’ta ilk gaz akışı 2018 yılında sağlanacak. Avrupa’yla şu sıralar -ki uzun süre devam edecek şekildearası bozuk olan Yunanistan’ın sırf İpsala ayağından sonra kendisiyle Avrupa’ya taşınacak doğalgazın büyüsüne kapıldığını belirttikten sonra, Ortadoğu kaynaklarının yıllardır o övündüğümüz ama maalesef bir işimize yaramadığını sandığımız jeopolitik konumumuzla birlikte nasıl kıymetlendiğini görmemek mümkün değil. TANAP, 2023’ün en önemli hazırlayıcılarından olacak. özel sayı 101 2015 19 Dünya Ajanda Kral öldü, yaşasın Yeni Kral! Suriyeli SUUDİ Arabistan’da Kral Abdullah’ın vefatıyla tahta oturan Kral Selman, bölgede süregelen politikalar yerine yeni iletişim mekanizmaları kurmaya ve Suudi Arabistan’ın bilindik imajını kurtarmaya çalışan görüntüler veriyor. Ve Kral Selman bu konuda öyle hızlı ki, Kral Abdullah dönemi politika yürütücü şahıs ve grupları dağıtmakla ilk icrasını yerine getirerek büyük dikkat çekiyor. muhalif imam ölü bulundu LONDRA’daki bir camide imamlık yapan Suriye doğumlu Abdul Hadi Arwani, bir sabah İngiliz polisi tarafından bir otomobil içerisinde ölü olarak bulundu. Arwani, Beşar Esed’e muhalif yönüyle tanınıyordu. >> Türkiye ile ilişkilere de daha önceki ikili ilişkilere göre daha çok ağırlık vereceğini somut adımlarla gösteren Kral Selman, örneğin Mısır politikasında darbeci Sisi’ye parasal kaynak sağlamak yerine, Türkiye’ye daha yakın duruyor. Elbette onu Türkiye’ye yakın tutan sadece Mısır konusu değil, Yemen ve Irak’taki İran yapılanması ile IŞİD terör örgütünün bölgedeki varlığı da bu durumu oluşturan diğer faktörler. Zira Musul’a gerçekleştirilen operasyon konusunda da IŞİD’in bölgeden temizlenmesi planında Türkiye’ye ihtiyaç olduğunu yine önce Yeni Kral’dan işittik. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kral Selman’ın daveti üzerine yaptığı Riyad ziyareti sonrasında beyan ettiği “Suudi Arabistan’ın atacağı hamlelerle Mısır’da devran dönebilir” açıklaması ise bütün 20 özel sayı 101 2015 bu değişimin en önemli verilerinden. Dolayısıyla “Suudi ArabistanTürkiye ilişkilerinde yeni bir dönem başlıyor” demenin hiçbir sakıncası yok. Kral Selman’ın geleceğe dönük gerçekleştirilmesini istediği birçok konu Türkiye ile ilişkilerine dönük. 2013’te yapılan Riyad-Ankara ortak projeleri bilindiği gibi iptal edilmişti, ancak bu projeler Yeni Kral için öncelik arz ediyor. Söz konusu projelerin en önemlisi, askerî içerikli anlaşmalar. Yeni Kral Selman bin Abdülaziz, veliaht prens olduğu Mayıs 2013’te Ankara’ya resmî bir ziyaret gerçekleştirmiş, iki ülke arasında askerî ve ekonomik anlaşmalar dizisi imzalanmıştı. Ancak Mısır’daki darbenin üzerine görüş ayrılığına düşülmesi sebebiyle bu anlaşmalar iptal edilmişti. Peki, Kral Abdullah’ın iptal ettirdiği bu anlaşmalar Kral Selman ile yeniden ve derhal imzalanıp uygulamaya dökülebilir mi? Kraliyet Ailesi içerisinde Mısır’daki darbeyi destekleyen ve finanse eden grupları tasfiye etme yoluna giden Kral Selman, ilk adımı Sisi’nin en önemli destekçilerinden biri olan Kraliyet Divan Başkanı Halit el-Tuveyciri’yi görevden alarak attı. Hatta Mısır’daki darbeye karşı çıktığı için 2013’te görevden alınan Kâbe İmamı Suud eş-Şureym de Kral Selman yönetimince görevine iade edildi. Bu hamleler de gösteriyor ki, az önce sorduğumuz sorunun cevabı kısaca “Evet!” olabilir. Bu durumu fark eden Arap medyasının Türkiye karşıtları bile ülkemiz yönetimine övgüler düzen yayın anlayışını benimsediler. >> Arwani’nin ölümüne dair çıkan haberler arasında şöyle bir iddia dikkat çekiyor: “Cami cemaatinden biriyle arasındaki tartışma sebebiyle öldürüldü.” Bu iddianın Batı İslamofobisi için ne büyük bir çapta olduğunun farkındayız elbette. Zira ortaya çıkacak sonuç şu: “Müslümanlar, yan yana ibadet dahi edemeyen vahşilerdir!” Daily Mail gazetesi, 6 çocuk babası olan 48 yaşındaki Arwani’nin, Londra’nın batısında kalan Nur Camii eski imamı olduğunu aktarırken, “Sokakta, gün ortasında işlenen bu cinayetle ilgili Suriye rejiminden şüpheleniliyor” yorumunu yaptı. Gazete ayrıca, Arwani’nin Esed rejimine muhalif olmasıyla tanındığına ve Londra’da daha önce yapılan rejim karşıtı birçok protestoya destek verdiğine dikkat çekti. Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com Yemen’e askerî operasyon YEMEN’de yaşanan Husi ayaklanmasına karşı Yemen Cumhurbaşkanı Hadi, Suudi Arabistan’ı açıkça Yemen’e müdahaleye davet etmişti. Bu çağrıya uyan Suudi Arabistan yönetimi, Yemen’e yönelik askerî operasyon başlattı. 10 ülkenin katıldığı operasyonda İran destekli Şii Husilerin denetimindeki Başkent Sana havadan bombalandı. Sana’daki hava operasyonuna karşı Husi militanlar, uçaksavar bataryalarıyla jetlere ateş açtılar. “Musul’u terk etmemizi söyledi” TERÖR örgütü IŞİD’in lideri El-Bağdadi, rüyasında Hz. Muhammed ile görüştüğünü ve Musul’dan çekilmeleri konusunda telkin aldığını söyledi. >> Bu haberi, söz konusu durumun bizim için ne kadar normal ve bugünlere dair ne çok şey anlattığını hatırlatmak için sayfalarımıza alıyoruz. Öyle ya, El-Bağdadi’nin bu açıklaması bize ne kadar da tanıdık geliyor, öyle değil mi? Tabiî söz konusu haberin Musul’a yapılacak operasyonun hemen öncesinde servis edildiğini de belirtmeliyiz. IŞİD’den kurtulan Musul, operasyonu gerçekleştirenler tarafından değil, bu açıklamaya göre IŞİD’in çekilmesinden ötürü rahatladı yani. Tamam, “IŞİD Musul’dan çekildi” diyelim istedikleri gibi. Peki, El-Bağdadi’ye üfleyen gerçekte kimdi? >> Suudi Arabistan’ın bu operasyonuna birçok ülkeden destek var. Türkiye’nin de destek verdiği operasyonla ilgili olarak ABD Başkanı Obama, lojistik ve istihbarat alanında Suudi Arabistan’a destek olduklarını beyan etti. Suudi Arabistan, Yemen sınıra 150 bin asker yığınca, bunun bir kara operasyonuna işaret ettiği yorumlandı. Suudi Arabistan’ın öncülüğünde 10 Arap ülkesinin katılımıyla düzenlenen hava operasyonunda Husi Ensarullah Hareketi ve devrik lider Ali Abdullah Salih’e bağlı askerî üslere “gece baskını” düzenlendi. Operasyonda isabet alan bazı sivil yerleşim yerlerinde 25 sivil hayatını kaybetti. Birçok askerî unsur bu operasyonlarla etkisiz hale gelir- ken, Deylemi üssü, İhtiyat Komutanlığı ve Reyme Humeyd Komutanlıkları bünyesinde yer alan hava savunma sistemleri, uçak savar bataryaları ve 4 savaş jetinin de vurulduğu kaydedildi. Sadece Sana ile sınırlı kalmayan operasyonların, Husilerin dün büyük bir ilerleyiş kaydettiği güney bölgelerinde de yapıldığı bilgileri geliyor. Aden’e 60 kilometre mesafedeki el-Aned askeri üssünün de bombalanmasının ardından, Husilerin üssü terk ettiği öne sürüldü. Yemen’deki bu hava operasyonunu Suudi Arabistan başta olmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Ürdün, Sudan, Kuveyt, Mısır ve Fas yürütüyor. Körfez ülkelerinden yalnız Umman bu operasyonda yer almıyor. Ürdün, Fas, Mısır, Pakistan ve Sudan, ileri bir kara harekâtında da yer alacağını şimdiden duyurdu. Bilindiği gibi bütün bu süreç, Ocak ayında Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçiren Şii Husi milislerin, Yemen Cumhurbaşkanı Mansur Hadi’nin bulunduğu Aden kentine yaklaşmasının ardından başladı. Husi milisler, Suudi Arabistan’ın müdahalesinin bölgede daha büyük bir savaşa neden olacağını belirtiyor. Ancak İran ve Lübnan Hizbullah’ından gelen açıklamalar, uzlaşma içerikli olmak yerine havayı daha da geren nitelikler taşıyor. İran Dışişleri Bakanlığı, Yemen’e yapılan askerî hava operasyonunu kınayarak, saldırının derhal durdurulmasını talep ediyor. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Merziye Afham, Yemen’e başlatılan askerî operasyonu “tehlikeli bir adım ve ülkelerin milli egemenliğini zedeleyen uluslararası sorumluluklara aykırı bir eylem” olarak değerlendirdiklerini belirtti. İranlı sözcü, “Bu saldırı, terörizm ve aşırıcılığın yayılmasından başka bir sonuç vermeyip, güvensizliği bölge geneline yaymış olacak” diye konuştu. Demek ki İran da, ABD de şunu öğrenmeli: Başkalarının içişlerine karışmamalı ki terörizm ve aşırıcılığın önüne geçilsin ve güvensizlik ortamından kurtulsun insanlık… Bu arada bir dipnotu da ekleyelim: Yemen’deki bu operasyon sırasında Yemen El-Kaide’si ile IŞİD, hem koalisyona, hem de Husilere karşı neredeyse birleşmiş durumda. Hava saldırılarını fırsat bilen iki terör örgütü, Yemen’de cezaevinde bulunan 300’ü aşkın mahkûmu bünyelerine kattılar. Yemen’den yeni bir Suriye mi çıkar bilinmez ama birilerinin bütün bu durumları önceden hesap ettikleri kesin! özel sayı 101 2015 21 Dünya Ajanda 2 7 özgürlükçü hakkında idam kararı çıktı NSU tanığı olmanın kaderi: Sebebi bilinmeyen ölüm! MISIR’da, aralarında İhvan-i Müslimin lideri Muhammed Bedii ve 13 yöneticisinin de bulunduğu 27 kişi hakkında idam kararı verildi. tan, hükümet karşıtı gösterilere katılmak ve yalan haber yaymakla suçlandığı davada müebbet hapse çarptırıldı. >> Sisi’ye göbeğinden bağlı Kahire Ceza Mahkemesi, Mısır kamuoyunda “Rabia Operasyonları Birimi” olarak bilinen davada yargılanan ve idam cezasına çarptırılan Bedii ile 13 sanığın dosyasını ele aldı ve görüşünü almak üzere dosyayı Devlet Müftülüğü’ne gönderdi. Müftülüğün onayladığı idam kararı, Kahire Ceza Mahkemesi tarafından uygulanacak. Bu da demek oluyor ki, sadece mahkemeler değil, Müftülük de Sisi’ye göbekten bağlı. Mısır’da yasadışı ilan edilen Müslüman Kardeşler’in önde gelen üyelerinden ve aynı zamanda bir ABD vatandaşı olan Vaiz Salih Sultan’ın oğlu Muhammed Sultan, 2013’ten bu yana tutuklu olmasını ve hapis şartlarını protesto etmek amacıyla 14 aydır açlık grevi yapıyordu. Babası hakkında verilen idam cezası da onanan 27 yaşındaki Muhammed Sul- Elbette ABD vatandaşı olması sebebiyle Muhammed Sultan hakkında ABD’den tepki de geldi. Her zamanki gibi “Kaygılıyız!” serzenişini yineleyen ABD, davanın sonuçlarıyla ilgili “derin” endişe taşıdığını bildirdi. Muhammed Sultan, 2013’ün Ağustos ayında babası Salih Sultan için eve gelen polisler tarafından babası evde bulunamayınca tutuklanmıştı. Zaten sırf bu manzara dahi Mısır’daki darbe yönetiminin hangi boyutlarda olduğunu göstermeye yetecektir. Haklarında idam kararı çıkan 27 kişiye daha birçok ek listeler ekleneceği ortada. Ve bu 27 kişi, “14 Ağustos 2013’te Rabiatu’l-Adeviyye gösterilerinin dağıtılması sırasında ülkede kaos çıkarma, polis karakolları, kamu malları, devlet kurumları ve özel kuruluşlar ile kiliselere saldırı planı hazırlama” gibi suçlamalar sebebiyle tutukluydu. Peki, plan nerede? Papa’dan soykırım iddialarına destek KATOLİK lider Papa Francesco, 1915 olaylarını anmak için Vatikan’da düzenlediği ayinde 20. yüzyılın ilk soykırımının Ermeni toplumuna karşı yapıldığını söyledi. Papa’nın yönettiği ayin yaklaşık bir buçuk sürerken, genel duaya Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Dünya Ermenileri ruhanî lideri ve Ermeni Apostolik Kilisesi Katolikosu II. Karekin ve de Kilikya Katolikosu I. Aram da katıldı. Papa ayinin hemen başında yaptığı konuşmada, “20. yüzyılın ilk soykırımı Ermenilere yapıldı” dedi. Papa’dan Katolik ve Ortodoksların Avrupa’nın ortasında, Bosna’da yapılan “hakikî” soykırım için ne diyeceğini merakla bekliyoruz. 22 özel sayı 101 2015 ALMANYA’daki Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü (NSU) davasında tanık olarak yer alan bir kişi daha ölü bulundu. Evinde bulunan 20 yaşındaki tanık hakkında otopsi için incelemeler yapılıyor. Peki, herhangi bir cinayet şüphesi dillendirilecek mi? >> 2013 yılında NSU Araştırma Komisyonu’na ifade vereceği gün esrarengiz bir şekilde arabasında yanarak ölen Florian H. adlı Neo-Nazinin eski sevgilisi olduğu öğrenilen 20 yaşındaki tanık hakkında Alman emniyeti ve savcılıktan yapılan açıklamaya göre, evinde arkadaşı tarafından kasılmış halde nöbet geçirirken bulunan tanık, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Genç kadının söz konusu komisyona verdiği beyana göre çok korktuğunu ve kendisini tehdit altında hissettiğini söylediği belirtiliyor. İddialara göre, NSU Araştırma Komisyonu’na ifade vereceği gün esrarengiz bir şekilde arabasında yanarak ölen Florian H. adlı Neo-Nazi, 2007 yılında Heidelberg’te NSU terör örgütü tarafından öldürülen Michele Kiesewetter adlı polis memurunu kimin öldürdüğünü biliyordu. Savcılık, şüpheli bir şekilde hayatını kaybeden Florian H. adlı Neo-Nazinin dosyasını, ailesinin yanan arabada delil olabilecek silah ve anahtarlar bulması ve NSU Komisyonu’na ulaştırılması üzerine geçtiğimiz günlerde yeniden açmıştı. Polisin, 2013 yılında yanan arabada söz konusu silah ve anahtarları nasıl görmediği ise hâlâ esrarını koruyor. Velhâsılıkelâm, Almanya bir yüzkarası yaşıyor! Ömer Bekir Sadık O n ayl ı b a r ı ş ç ı l nü k le e r s i l a h P5+1 ülkeleri ve Tahran, İran’ın barışçıl nükleer program izlemesini garanti altına almak ve karşılığında yaptırımları kaldırmayı öngören çerçeve anlaşma kapsamında sonunda uzlaştı. “Sonunda” dediğimize bakmayın, sadece oyunun perdeleri uzun tutulmuştu. Yani bu son zaten gerçekleşecekti. Artık İran da “barış” için nükleer silah üretebilecek “rahatlıkla” ve kimse kendisine ambargo uygulamayacak. dönüştürülecek. Yabancı bilim insanları da bu merkezdeki araştırmalara katılacak. Tahran, en ısrarcı olduğu konulardan biri olan yeni nesil santrifüj geliştirmek için AR-GE çalışmalarına devam edebilecek. Ancak bu, P5+1 ülkelerinin onayladığı parametreler kapsamında olacak. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, İran’ın tüm tesislerini denetleyebilecek. Ayrıca ABD, AB ve BM Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu İran’ın kararlaştırılan tüm adımları attığını onayladığında, nükleer programla ilgili tüm yaptırımlar kaldıracak. ABD’nin İran’a yönelik “terörizm, insan hakları ihlalleri ve balistik füzeler” alanlarındaki yaptırımları ise sürecek. >> İran’da “zafer” olarak kutlanan uzlaşma, İran’a karşı bazı sınırlamalar ve haklar getiriyor. Şöyle ki, İran uranyum zenginleştiren santrifüjlerinin sayısını üçte iki oranında azaltacak. 10 yıl boyunca bunların tamamı ilk nesil santrifüjlerden oluşacak ve 15 yıl boyunca uranyumu yüzde 3,67’den fazla zenginleştirmeyecek. İran, mevcut durumda 10 bin kilogram olan düşük ölçüde zenginleştirilmiş uranyum stoğunu 15 yıl boyunca zenginleştirilmiş şekilde 300 kilograma düşürecek ve bunun yanında yine 15 yıl boyunca yeni uranyum zenginleştirme tesisi kurmayacak. Mevcut durumda İran’ın bir nükleer silah için gereken maddelere ulaşması adına gereken süre 2-3 ay; getirilen sınırlamalarla İran, 10 yıl boyunca atom bombasına ulaşmaya 1 yıl daha uzak olacak. Kom kentinde -yeraltında bulunan ve bu nedenle askerî bir müdahaleden etkilenmeyeceği düşünülen- Fordo Tesisi’nde en az 15 yıl boyunca uranyum zenginleştirmeyecek. Bu tesis, nükleer, fizik ve teknoloji araştırma merkezine Söz konusu uzlaşıya dair en sert tepki elbette İsrail’den geldi. İsrail Stratejik İlişkiler Bakanı Yuval Steinitz, “Lozan’daki gülümsemeler, İran’ın nükleer konuda hiçbir ödün vermediği, İsrail ve Ortadoğu’daki diğer ülkeleri tehdit ettiğine dair korkunç gerçekten kopuktu. Dünyayı kötü bir nihaî anlaşmadan vazgeçirmek için çabalarımız sürecek” dedi. Öyle ya, kalıcı metin 30 Haziran 2015 günü hazırlanacak. Bakalım o güne kadar neler olacak? Avrupalı bankaların kara para hezeyanı nıldığı şüphesiyle dava açıldığı bildirildi. KARA para aklama iddialarıyla anılan İngiltere merkezli HSBC’nin Cenevre Şubesi, söz konusu iddialara dair yapılan soruşturmanın ardından ceza olarak 1 milyar avro ödemeye mahkûm edildi. HSBC’nin “varlıklı müşterilerinin İsviçre’deki hesapları üzerinden vergi kaçırmalarına yardımcı olduğu” iddiasını destekleyen belgelerin, bankanın eski bilgi işlem çalışanı Herve Falciani tarafından sızdırıldığı ortaya çıkmıştı. Paris Savcılığı, Mart ayında iddialarla ilgili bir de soruşturma başlatmıştı. Fransız Le Monde gazetesinin öncülüğünde toplanan Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu tarafından ortaya çıkarılan skandal ile “Swissleaks” adı verilen belgelere göre yaklaşık 9 bin Fransız vatandaşının söz konusu bankada 5 milyar avro civarında gizli hesabının bulunduğu biliniyor. para aklandığına dair iddialara ilişkin yürüttüğü soruşturmanın ardından bu tür bir cezaya başvurduğu belirtiliyor. Tabiî söz konusu bir İngiliz bankası olunca, 17 Aralık darbe teşebbüsü sürecindeki ahlaksızlıkla bir ülkenin ekonomisine kast edilmiyor ve bu tür haberler görmezlikten geliniyor. >> Konuya dair doğrudan İsviçre’de yapılan yorumlarda, bir Fransız mahkemesinin, HSBC Cenevre Şubesi’nde kara HSBC kendisine verilen bu cezayı “yersiz ve aşırı” bulduğu bildirdi ve davayı temyize taşıyacağını belirtti. HSBC’nin yaptığı bu beyan, Türkiye’de “HSBC ile Halkbank’ı karıştırmayalım, bunlar sadece iddia!” diyen hainlere de ayrıca duyurulur! Tabiî HSBC’ye dair bu karar bir Fransız mahkemesinden çıkınca, Fransız müşterilerin kara para aklama faaliyetlerine yardımcı oldukları gerekçesiyle HSBC tarafından da bir dava açıldı. HSBC’den yapılan yazılı açıklamada, 2006-2007 yılları arasında bankanın Fransa üzerinden İsviçre’deki şubelerinin kara para aklama ve vergi kaçakçılığı faaliyetleri için kulla- özel sayı 101 2015 23 Dünya Ajanda Avustralya’da İslam karşıtı gösteri Av u s t r a l y a l ı l a r c a e n g e l l e n d i Üniversitede katliam AVUSTRALYA’nın Melbourne kentinde İslam karşıtı gösteri yapmak isteyen “Reclaim Australia” (Avustralya’yı Geri Alın) adlı grup, eyleme tepki gösteren bir başka grup tarafından engellendi. EL-KAİDE bağlantılı Somalili terör örgütü EşŞebab, Kenya’da yüzlerce öğrenciyi rehin tuttuğu üniversitede, güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine vahşi bir katliam gerçekleştirdi. >> Teröristler, sabah saatlerinde yaptıkları baskın sonrasında Müslüman öğrencileri ayıklayıp Hıristiyan öğrencileri rehin aldılar. Bunun üzerine operasyon düzenleyen Kenya güvenlik güçleri ile Eş-Şebab militanları arasında çatışma çıktı. 4 terörist öldürülürken, 143 üniversite öğrencisi hayatını kaybetti. Tabiî bunun yanında birçok yaralan da mevcut… Afrika’daki Eş-Şebab ve Boko Haram tehdidine karşı neden bir ses çıkarmıyor dünya? Yoksa birilerinin Afrika için de demokrasi ve özgürlük planları mı var geleceğe ilişkin? >> İslam karşıtı bu gösteri, ülkedeki bütün sivil toplum kuruluşları ve insan hakları savunucularının tepkisini çekti. Söz konusu gruba karşı çıkan Avustralyalılar, “Irkçılığa yer yok!”, “Müslümanlar hoş geldiniz!”, “Irkçılara hayır!”, “Korkuya hayır!” gibi sloganlarla Müslümanlara destek oldular. “Avustralya’yı geri alın!” şeklindeki bir sloganı İslam karşıtı bir grubun kullanması ise aklımıza şunu getirdi: Bu grup, belli ki zamanında Aborijinlere karşı haksız ve vahşice davranan, NSA binasına şok baskın girişimi ABD Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) Fort Mead’deki merkezine baskın girişiminde bulunuldu. 1 kişi hayatını kaybetti, 2 kişi yaralandı. >> Sabah saatlerinde bir araçla gelerek merkez kampüsüne giriş kapısını kırıp içeri girmeye çalışan 2 kişi, güvenlik güçlerince vuruldu. Aracın bina giriş kapısına çarpması sonra- 24 özel sayı 101 2015 sında güvenlik güçleri silah kullanırken, araçtaki şahıslardan biri öldürüldü, diğeri yaralandı. Olayda bir güvenlik görevlisi de hafif şekilde yara aldı. Araçtaki kişilerin kadın kıyafeti giymele- onların topraklarına arsızca konan atalarından utanmış ve ülkenin asıl sahipleri olan bu kabileye karşı bir pişmanlıkla “Avustralya’yı geri alın!” çağrısı yapmış olsalar… Bu hayalin gerçekleşmeyeceğini biliyoruz ama “Ya tutarsa?” dünyası işte! ri ise dikkat çekiciydi. FBI’dan yapılan açıklamaya göre “olayın terörizmle alakalı bir girişim olduğuna inanılmıyor”. İşte bu düşünce, konuya dair birçok komplo teorisini peşinden getiriyor! NSA’nın da bulunduğu Fort Mead’deki bu bölgede ABD’nin silahlı güçlerine ait 95 güvenlik birimi bulunuyor. Yaklaşık 11 bin askerî personelin yanı sıra 29 bin sivil memurun da bulunduğu alanda 6 bin kişi sürekli ikamet ediyor. SİNAN CANAN KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER Bilmek isteyeceğiniz şeylerle dolu bir kitap! özel sayı 101 2015 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 Bir kalbe iki sevgi sığmaz! C UMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’a düşmanlık, hakaret ve nefret kusma yarışında ilk sırayı alanların daha önce gizli, 17 Aralık darbe teşebbüsünden sonra ise aşikâr yaptıkları bir iş var ki, o işin adı “düşmanlık sırasında neye sığınılacağını şaşırmak” şeklinde konulabilir. özel sayı 101 2015 en insanî ve en somut tecrübedeki hâlidir. Yaklaşık bir buçuk yıldır ABD senatörlerine, AB temsilcilerine, Avrupalı devlet yetkililerine, topyekûn Batı’nın kalemşörlerine mektuplar gönderip mikrofonlar uzatılarak yapılan Türkiye kötülemesinin mimarının kalbini işte bu söz çerçevesinde değerlendirmek için aşağıya aldığımız 14 Mart 2015 tarihli Zaman gazetesinin haberine göz atmamız yeterli olacak: “NY Times: ‘Otoriterleşen Türkiye NATO’dan uzaklaşıyor!’ Amerika’nın saygın gazetesi New York Times, Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin giderek artan bir şekilde otoriterleştiğini ve NATO ile bağlarının kopmaya başladığını yazdı. Gazetede yayınlanan başyazıda ilk olarak, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın resmî internet sitesinde ülkenin güvenliği ve önem verdiği konularda NATO’nun ‘merkezî rol’ oynadığının ifade edilmesine rağmen Türkiye’nin birliğe bağlılığının hiçbir dönem böylesine ikircikli olmadığı vurgulandı. Türkiye’nin IŞİD ile mücadelede yeterli adım atmaması, Çin’den NATO sistemine uymayacak savunma sistemleri almayı planlaması ve Rusya’nın Ukrayna işgali konusunda net tavır sergilememesinin NATO ile ilişkilerine zarar verdiğine dikkat çekildi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Hükümet’in NATO ile tam bir işbirliği yapmadığı ve NATO’nun öncelikleri ve menfaatlerine açık bir şekilde karşı gelen bir tavır sergilendiğinin dile getirildiği başyazıda, ‘Gerçek şu ki, Türkiye Erdoğan’ın liderliği altında giderek artan bir şekilde otoriterleşiyor. Ayrıca ülkenin, anlaşmada ‘Demokrasinin prensipleri üzerine kuruldu’ denen birlikten (NATO) giderek bağını kopardığı su yüzüne çıktı’ ifadelerine yer verildi. Başyazıda, aylardan bu yana Batılı müttefiklerinin Türkiye’ye, binlerce yabancı militanın Suriye’ye girerek IŞİD’e katılmasına neden olan ‘geçirgen sınırını’ kapatması için baskı yaptığı belirtildi. Her ne kadar Türk hükümeti geçişleri zorlaştırmak için birtakım adımlar atmış olsa da bunun yeterli olmadığının ifade edildiği başyazıda, ‘Uzun bir sınırı tamamen kapatmak imkânsız olabilir. Ancak ülkenin dev ordusuna ve saygıdeğer istihbarat servisine bakacak olursak, Türkiye’nin daha iyi bir iş çıkarmaması mazur görülemez’ ifadesi kullanıldı. >> Tasavvufî kaynaklara dayalı pek kıymetli bir cümledir “Bir kalbe iki sevgi sığmaz!” sözü... Bu sözü hayatının her safhası ve her kategorisi için ilke edinebilir insan. Zira bu söz Allah’ın, kuluna kaldıramayacağından fazlasını yüklemeyeceği vaadinin New York Times muhabirleri Tim Arango ve Eric Schmitt’in geçtiğimiz haftaki haberlerine değinilerek Türkiye’deki sınır nöbetçilerinin kaçakçıların geçişlerini görmezden geldikleri, hatta kaçakçıları gördüklerinde başlarını başka yöne çevirdikleri iddiası da bu yönde atılan adımların yetersiz olduğuna Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com örnek gösterildi. Başyazıda ayrıca Türkiye’nin Çin’den radar ve uzun menzilli hava savunma füzelerini içeren 3,4 milyar dolar değerinde hava savunma sistemi almayı düşünmesi eleştirildi. Amerika ve Avrupalı müttefiklerin kendileri yerine Çin’den böylesi bir askerî teçhizatı satın almayı risk olarak gördüklerinden karşı çıktığı belirtilerek, ‘Türkiye’nin onlardan savunma sistemi almamasından rahatsızlar, çünkü Türkiye’yi Suriye saldırılarından korumak için Türkiye topraklarına Patriot füze bataryaları yerleştirdiler’ ifadesi kullanıldı. Mukayesenin daniskası kökten değil, paralelden çıkar H ABERİN başlığını görüp de içeriğine bakmak istediğinizde hemen bir notla karşılaşıyorsunuz: “ABD’de espri, biz de tutuklama!” NATO’nun kendi sistemlerini Çin’den gelenler ile entegre etmek istemeyeceğine dikkat çekilen başyazıda, ‘Çin’in sistemi riskli bir yazılıma sahip olabilir ve ABD’li Kongre üyeleri buna karşı’ denildi. New York Times’in Türkiye’yi eleştirdiği bir diğer konu ise Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri. Türkiye’nin Rusya ile bu yıl doğalgaz boru hattı anlaşması imzalaması beklendiğine dikkat çekilen başyazıda, Ukrayna’yı by-pass edecek bu anlaşmanın, Erdoğan hükümetinin Batı yaptırımlarına kulak asmadığını gösterdiği vurgulandı. Makalede son olarak, Amerikalı yetkililerin Türkiye’nin hiçbir şekilde NATO’dan ayrılacağını düşünmediği belirtildi. Ancak ‘Böyle bir hareket tabiî ki felaket bir hata olur. Ama gerçek şu ki, bu ihtimalin yükseldiğinin düşünülmesi bile, bir krizde Türkiye’ye güvenmek konusunda müttefiklerinin nasıl kaygılı olduğunu ortaya koydu’ ifadeleri kullanıldı.” ABD Başkanı’nın okuduğu mesajlardan birinde şöyle diyormuş: “Obama’yı dünyanın öbür ucundaki bir golf sahasına götürüp orada bırakmanın bir yolu var mıdır?” Obama da buna “Bence harika fikir!” diye karşılık vermiş. Dertten kurtulmak için elbette harika fikir! Ancak bunca derdin arasında Erdoğan’a bunu sorun, “Dert adamı söyletir” karşılığını bulursunuz. Haberi hep birlikte baştan sona okuyup gördük ki, her satırında tehdit, her satırında kötüleme, her satırında karalama olan NYT menşeli bir yazıyı kendi kanallarını köpürtme ve kara propaganda malzemesi olarak kullanmaktan geri kalmayan bir paralel çeteyle karşı karşıyayız. “Bir kalbe iki sevgi sığmaz!” sözünü hatırlattıktan sonra bu haberi okuyunca insan merak ediyor ve şöyle soruyor: “Paralel çetenin liderinin de, profesyonellerinin de, medyatörlerinin de birer kalbi var haliyle; peki, bunların o tek kalplerinde yer tutan sevgi kime ait? Türkiye’ye mi?” Bu sorunun cevabı, haberi okuduğunuzda asla “Türkiye’ye ait” şeklinde karşımıza çıkmıyor, çıkamıyor. Derdi ki bağıra çağıra gözyaşları içinde, “Canım çıksın!”. Kusura bakma “h”efendi ama canın çıkalı, hatta yerine başka can koyalı çok olmuş! Ve sen, O’nun (cc) yüklemediğinden fazlasını kaldırmaya yeltenmiş, haddini çoktan aşmışsın. Sırtlandığın yükün altında ezileceğini sen de biliyorsun! da olunca “La bebe!” diye başlayası geliyor insanın ama kendi kendini teskin ederek bir “Ulan!” çekip bodoslama dalıyor konuya: Obama, kendisiyle alay eden mesajları okuyup seyircilere yaşattığı keyifli anları başına çalsın! Onun göz yumduğu coğrafyalarda, Myanmar’da, Kandahar’da, Gazze’de, Halep’te kimsenin keyifli bir an yaşadığı yok! “O da böyle olsun!” dediğiniz Erdoğan’ın insanlara keyifli anlar yaşatmasını bekliyorsunuz kendisiyle dalga geçip? Kusura bakmayın, milletin başına ördüğünüz çorapları sökmekle uğraşmaktan, Obama’nın görmezlikten geldiği coğrafyalara uzanmaktan keyifli anlar yaşamıyor, dolayısıyla yaşatamıyor da… >> ABD Başkanı Obama, her özgürlükçü taklidi yapabilen ABD’li gibi, popülarite kulvarı olan bir “talk show” programına konuk olmuş. “Jimmy Kimmel Live” adlı programda Obama, kendisiyle alakalı sosyal paylaşım mesajlarını okuyarak “yüksek özgüveni ve kendiyle barışık şahsiyeti” (!) sayesinde kendisiyle dalga geçmiş. Tabiî bu durumu haberleştiren paralel yapının medyatörleri öyle imrenmişler ki bu hâle, “Neden bizim başkanımız da böyle kendiyle dalga geçmiyor?” diyerek hayıflanmışlar. Bu medyatörler Erdoğan’ı çok seviyorlar yahu! Kendisiyle dalga geçmesinde ne büyük hayırlar görüyorlar ki hazırladıkları haberle bu tip bir liderliğin daha sevecen olacağını ileri sürüyorlar. Yoksa bunlar başkanlık sistemini de mi destekliyorlar acaba? Habere göre ABD Başkanı Barack Obama, Twitter’de kendisiyle alay eden mesajları okumuş ve programdaki esprili ifadeleriyle seyredenlere keyifli anlar yaşatmış… Serde az Ankaralılık Obama’ya yollanan bir diğer mesaj ise, “Obama’nın gözlerini nasıl ışıldatırsınız? Kulaklarından içeri el feneri tutarak” şeklindeymiş. Bu mesajda herhangi bir hakaret var mı paralel medyatörler? Sırf size söylendiği için en ufak sözden hakaret çıkartan sizler, Erdoğan, yakınları, sevdikleri ve onu sevenler hakkında yazdığınız hakaretlerin aynılarını sıkıysa Obama’ya gönderin! Ondan sonra haber başına not düşersiniz: “Biz de tutuklama ve sonra salıverilme, ABD’de Guantanamo!” özel sayı 101 2015 27 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 28 Sümeyye Erdoğan’dan paralel “cihat” tanımına uymayan tarif “S ÜMEYYE Erdoğan’dan olay ‘cihat’ tanımı” başlıklı haberi görür görmez okudum. Acaba nasıl bir tarif yapmış olabilirdi Sayın Cumhurbaşkanı’nın kerimesi ki “olay tanım” şeklinde sunulmuştu haber? >> Sümeyye Erdoğan, Katar’da toplanan Empower Gençlik Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “cihat” kelimesi üzerine yaklaşımlarını sıraladı. “Cihat kelimesinin anlamı ‘çabalamak’tır. Bir yönetmen, dünyaya gerçek İslam’ı anlatan bir film sunarak cihat yapabilir. Cihadı sadece ‘savaşta çarpışmak’ olarak algılamak, bu yüce anlayışın sadece bir karikatürü olabilir” ifadelerini kullandı. özel sayı 101 2015 Bu ifadeleri haberde okuduktan sonra paralel bir empati kurarak bu haberi şöyle düşünerek yazabileceklerini hissettim: “Yahu ‘cihat’ adam öldürmek değil miydi? Hoşgörü ve diyaloğa göre bizde cihada yer yok! Öyleyse Sümeyye Hanım, babası gibi cihadistlerin gittiği yolu sırf sevimli göstermek için böyle entelektüel bir yorum getirmeye çalışmış. Ama yemezler Sümeyye Hanım! Biz ciha- dın ne olduğunu gayet iyi biliriz…” Konuşmasını şu pasajlarla sürdürmüş Erdoğan: “İdealler popüler kültürle değil, kendi inançlarımız ve değerlerimizle olur. Popülaritenin hâkimiyeti, insanoğlunun vasıflarını, özelliklerini, zenginlik ve benzersizliğini öldürüyor. Dürüst olmak gerekirse bundan çok bıktım. Bir kitap mağazasına girdiğimde, ‘çok satan’ diye isimlendirilen kitaplara bakmak bile istemiyorum. Unutmayın ki popüler olan, dışarıda birinin amaçlarına hizmet eden bir araçtır... Dürüst olalım, haberlerde gördüğünüzün çoğu, sosyal medyada okuduklarınız, hatta kitaplar gerçek değiller. Bu yüzden şüpheci olun ve bilgi kanallarınızı çeşitlendirin. Elinizdeki bilginin perde arkasını görmeye çalışın; “Yazarı kimdir, düşünce biçimi nedir, ne gibi çıkarları, amaçları olabilir?” diye düşünün… Herkesin bir motivasyonu vardır; yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, hatta entelektüellerin de. Bu yüzden gazetecilik veya akademisyenlikte tarafsızlık çoğunlukla tatlı, hatta acı bile denilebilecek bir yalandır. Batı’nın gelişmiş ülkelerinin, basın özgürlüğü veya akademik tarafsızlığı hakkında size üstten konuşmalarına izin vermeyin. Çünkü kamu algısını şekillendirmeye ve oynatmaya gelince asıl profesyonel ‘Batı dünyası’. Bu yüzden ana akımla yetinmemelisiniz. Zira medyada, akademide, finansal kurumlarda olsun, ana akımın diğer bir kötü yanı da sistemin devam etmesini sağlamasıdır. Ana akım, koltuklarını kaybetmemek için genellikle risk almayan ve politik olarak konuşan insanlardan oluşur. Bu yüzden doğruyu öğrenmek istiyorsanız, ana akımın bilgi kanallarının dışına çıkın. Ancak o zaman doğru mesaja ulaşabilirsiniz...” Anladım ki ihanetin ana akımı, kendilerine bağlı müntesiplerin bu sözleri benimseyerek kendi varlıklarını sorgulama ihtimallerinden rahatsız olmuş ve Erdoğan’ın açıklamalarına “Olay!” demiş. Biz ise kendisini tebrik ediyor, her nedense “Kimin kızı işte?!” demekten kendimizi alamıyoruz. Uluğ Bayındır Vampir medyanın terör iştiyakı 31 MART 2015 günü yaşanan elim olayla bir savcımızı Beka âlemine yolcu ettik. Savcı Mehmet Selim Kiraz, iki teröristin İstanbul’daki Çağlayan Adliyesi’ne avukat kılığında sızmasıyla önce rehin alındı, ardından şehit edildi. Demokrasiye göre hareket etmek, paralel lügatte “suç” TARAF gazetesinin yayınladığı bir haber, Türkiye’de parti kapatma vakalarının önüne geçme noktasında tek başına hareket eden AK Parti’ye karşı yapılmış başlı başına bir iftiralar manzumesiydi. Söz konusu habere göre AK Parti, parti kapatmalarını kendisine dert edinmiyor, yalnız kendi lehine çalışıyor, hatta aslında kendisi dışındaki bütün partilerin kapatılması için uğraşıyordu. Yayınlanan bu haberin ardından haftalarca konuşulan “AK Parti bütün partileri kapattıracak!” iddiası, Türkiye’de siyasî gerilimin ne tür yalanlarla kolayca arttırılabileceğinin deliliydi. Peki, bu süreçte millet birbirini yerken paralel dillerini konuşturarak yalan ve iftira dolu haberleri servis edenlerde -özür dilemeyi veya tekzip çekmeyi geçtik- hiçbir utanma emaresi gördük mü? Elbette hayır! Böyle haberlerle daha çok karşılaşacağımızın belgesidir bu! >> Şehit Kiraz’la çekindikleri aşağılık fotoğrafları sosyal medyada paylaşan teröristler, imansız merkez medyanın bu fotoğrafları yayınlamasıyla istediklerine ulaştılar. Sosyal medyada konu üzerine mesajlarını yayınlayan ölü sevicisi ve gizli terör destekçisi “gazeteci” veya “sanatçı” unvanlı ajan-provokatörlerse bu teröristler aleyhine tek kelam etmezlerken, Nasrettin Hoca’yı yerinden kaldırıp “Hırsızın hiç mi günahı yok?” dedirtecek yönlendirmeler yaptılar. Şehit Savcımızın defnedileceği gün, Başbakanlık tarafından cenaze merasimine dair bir akreditasyon uygulaması yapıldı. Zira millet nezdinde anti-psikolojik baskılar oluşturacağı, Şehit Savcımızın özellikle ailesinin kötü etkileneceği belirtilmesine rağmen bu fotoğrafları yayınlayan medya organlarının cenaze törenine alınma- ları istenmemişti. İşte bu durum karşısında dahi çirkeflikten vazgeçmeyen imansız merkez medya, Şehit Savcımızın ailesinin dahi uyarılarına rağmen bu fotoğrafları yayınlamayı sürdürmekten çekinmedi, bundan ufacık bir hayâ dahi etmedi. Yalnız bu fotoğrafları yayınlayan ama daha sonra bir özür metniyle hatasını açıklayan Milat gazetesi de merasime alınmadı. Öyle ya, ne olursa olsun adaletli olunmalıydı. Milat gazetesinin özür metni şöyleydi: “Milat gazetesi olarak tüm milletimizden özür diliyoruz. Dün Çağlayan Adliyesi’nde yaşanan elim ve vahşi olayı sayfalarımıza aktarırken, gazetecilik refleksinin verdiği heyecanla merhum Savcımız Mehmet Selim Kiraz’ın görüntüsünü teröristlerle beraber yayınlamak gibi tarihî bir hata yaptığı- mızı kabul ediyor, başta Savcımızın eşinden, çocuklarından, ailesinden olmak üzere okurlarımız ve tüm Türkiye halkından özür diliyoruz. Yaptığımız hatanın farkında olduğumuzu biliyor ve ‘beşer’ olduğumuzun altını çizerek aynı hatayı bir daha tekrarlamayacağımıza söz veriyoruz.” Milat gazetesini bu onurlu davranışından tebrik ediyor, imansız merkez medyayı ise kınıyor, teröre verdiği destekten ötürü de lanetliyoruz. özel sayı 101 2015 29 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 30 Söz sığıntı kalınca kalem ne etsin? N AZLI Ilıcak, 12 Mart 2015 tarihli Bugün gazetesinde yazdığı “Gül ve G günü” başlıklı yazısıyla ilginç bir şekilde dikkatimizi çekti. ve şöyle yazıyor: “Hakan Fidan’ın yeniden MİT Müsteşarlığı’na dönmesi, kolay kabul edilebilecek bir olay değil. Ahmet Davutoğlu “İhtiyacım var” dedi ama buna rağmen direnemedi, Fidan’ı yeniden MİT Müsteşarlığı’na atamak zorunda kaldı. Peki, Tayyip Erdoğan eskisi gibi Hakan Fidan’a güvenebilir mi? Hiç sanmıyorum! Belki artık böcek konusunda tuzağa düşürüldüğünü de yavaş yavaş idrak eder. Bütün deliller, böceğin prize polisler tarafından yerleştirilmediğini ortaya koyuyor. Şüpheler Mustafa Varank ve MİT görevlileri üzerinde yoğunlaşıyor. Hakan Fidan’ın MİT’e atanmasından sonra, Tayyip Erdoğan’ın giderek herkese kuşkuyla baktığına ve yalnızlaştığına şahit olduk. Erdoğan, o tarihten sonra yolunu şaşırdı. Ama en sıkışık zamanında Hakan Fidan’a sahip çıkmasına rağmen, Fidan kolayca ona sırtını dönüp siyasete girdi. Bu davranışının Cumhurbaşkanı ile arasında bir güven bunalımı yaratmaması mümkün mü? Benim Erdoğan’a bir tavsiyem var: Son gelişmeler ışığında geçmişte yaşananları biraz sorgulasın. Mesela böcek bulunduktan sonra önemli bir güvenlik zaafı yaratan bu durum neden hemen savcılığa intikal ettirilmedi de 2 yıl boyunca kapalı devre bir soruşturma yürütüldü? Ve niçin BİLGEM eski Başkan Yardımcısı Hasan Palaz’ın belirttiği gibi, birileri TÜBİTAK’tan böceğin yerleştirildiği tarihin geriye alınmasını istedi?” >> Zira o günlerde Abdullah Gül’ün siyasete dönüp dönmeyeceği, AK Parti’den milletvekili adayı olup olmayacağı, aday olursa davullu zurnalı bir karşılamanın yapılıp yapılmayacağı tartışılıyordu. Bakalım o günleri Nazlı Hanım nasıl değerlendirmiş. “Abdullah Gül’ün bir yakınıyla, neden bu aşamada onun aktif siyasete dönmek istemediğini konuştum. Gül, özel sayı 101 2015 Tayyip Erdoğan’ın davetinin samimi bir talep olmadığının farkında. Diyelim ki milletvekili seçildi… Bugünkü şartlarda partide iki kanadın çarpıştığı inkâr edilemez bir gerçek. Gül, ister istemez bir grubun adamı haline gelecek, kendisini bir çekişme ve tartışmanın içinde bulacaktır. Ayrıca Tayyip Erdoğan’ın başkanlık sisteminde ısrarlı olduğu biliniyor. Gül buna da karşı. Diyelim ki milletvekili oldu, ya suskun kalmak mec- buriyetinde ya da tepki göstererek taraf olacak. ‘Peki, neyi bekliyor?’ derseniz… Siyasetin topyekûn ona ihtiyaç duymasını... Bunun için de zaman gerekiyor. ‘Sabrıyla -siyaset de biraz sabır işi olduğuna göre- G gününe hazırlanıyor’ diyebiliriz.” Bu yazının devamındaki alt başlıklar içerisinde Dr. Hakan Fidan’ın aday adaylığı ve sonrasında geri çekilişini de değerlendiriyor Ilıcak Bu yazı, paralel yapının hiç kimseyle milletin aklını çelemeyeceğini itiraf edişinin somut bir halidir. Milletin Erdoğan’dan başkasına itimat etmeyeceği gerçeğini bilen ve hatta daha çok kabullenen paralel çete, nifak, fitne ve belki de efsunlu oyunlarıyla Erdoğan’dan ne denli medet umduğunu ayan beyan ifade etmelidir artık (!). Ey paralel çete! Yenildin, yenildin, yenildin… Batı ve dünya tarihinde Mill, bir özgürlük kahramanı olarak görülürken, Spencer, büyük ününün yanında katı bir sosyal darwinist olmakla itham edilmiştir. Her ikisi de Amerika ve İngiliz toplumunun en etkili şahsiyetlerden olmuş, mevcut devlet sistemlerini kuran önemli isimlerdendir. Mill çok geniş kesimler tarafından okunurken, Spencer sadece elit ve yönetici bir kesimin okuduğu bir isim haline gelmiştir. Spencer’ı, üniversitelerde okumak ve okutmak söz konusu olduğunda, tehlikeli görülmüş, Yale gibi bir üniversitede dahi büyük tartışmalara ve bazı öğretim elemanlarının görevlerinden olmasına sebep olmuştur. Türkiye’de 1907’de Prof. Mehmet Ali Avni, Süleyman Nazif’e yazdığı bir mektupta “Spencer’ın sosyolojisini ve eserlerini içimizde anlayacak kimseleri fevkalâde az görüyorum”, demiştir. Bu kitap, o zamandan bu yana, ülkemizde Spencer’ın adalet anlayışı üzerine yazılmış ilk kitaptır. Bu kitaptan amacımız, Mill’in felsefesini eleştirerek kendi felsefesini ortaya koyan Spencer’ın adalet anlayışını incelemek ve mevcut demokratik sisteme etki ve eleştirilerini sorgulamak için bir kapı aralamaktır. özel sayı 101 2015 31 haberajanda Kapak Dosyası Meseleye aslında “başkanlık sistemi” ve “parlamenter sistem” hakkında konuşurken ve bunları kıyaslarken şu düşüncelerle başlamalıyız: “İnsan olarak insan hakları gibi, seçmen olarak siyasetten beklentilerim bağlamında temel siyasî haklarım neler? Bu haklarımı bana verme iddiasında olan sistemi dinlemek ve bu iddiada olan sistemlerin ülke karnelerini görmek istiyorum. Ayrıca toplumumda bir sistem varsa ve bazı sorunlar çözülmüyorsa, diğer sistemleri de tanımak ve değerlendirmek istiyorum. Bunu konuşalım!” *** Özellikle siyasî sistemlerin özünde “kendine özgü olmak” vardır. Tabiî ki siyasal sistem Türk usulü olacak. Nasıl Amerikan usulü, İngiliz usulü veya Fransız usulü normal karşılanıyor ve hatta onların usulü ile ortaya çıkan başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem birer model olarak örnekleniyorsa, aynı şekilde Türk usulü deyimi de usule uygundur. Ayrıca Türklerin tarihinin kendilerine ait bir model geliştirecek zenginlikte olduğu gerçeği bilinmeldir. *** Neden Özal, Demirel ve Erdoğan ısrarla “başkanlık sistemi” tanımında ısrar ettiler ve ABD örneğinden yola çıktılar? Bunun cevabı çok basit aslında. Üç lider de sistem kıyaslaması yapmak yerine ekonomi, güvenlik ve özgürlük alanlarında gelinmesi gereken nokta olarak bir rolmodel sunuyorlar. Yani “sistem” değil, sistemlerden amaç olan “yaşam kalitesi” mevzuundan söz açıyorlar. Peki, bu yaşam kalitesi İngiltere ve Fransa’da da varken neden ABD üzerinden gündeme alınıyor? *** 32 özel sayı 101 2015 “İ NSAN hakları” denince aklımıza ne geliyor? İnsan hakları için toplanmış insanları gördüğümüzde ne hissediyoruz? Tabiî ki “Herkes için iyi olan, hak olan ve adil olan yaşansın!” talebi dile geliyor. Neden biri çıkıp “İnsan hakları nedir? Faydalı mı, zararlı mı?” diye sormak ihtiyacı duymuyor? Çünkü insan hakları, dünyanın ağır bedeller ödeyerek tecrübe ettiği ve herkes için, herkes tarafından benimsenmiş ortak değerleri anlatmaktadır. Öyle ki, bu hakları ihlal edenleri dünya kınıyor; bu konuda zaaf gösteren ülkeler uyarılıyor ve hatta tazminata mahkûm ediliyor. Dolayısıyla iyi bir gelecek arzu edenler ve vadedenler, insan haklarını bir ölçü, bir değer olarak benimsiyor ve istiyor. Peki ya demokrasi? Demokrasi de büyük savaşlardan ve can yakan olaylardan sonra insanlığın en önemli kazanımlardan biri olarak benimsendi ve geliştirildi. Bugün “Demokrasi istemiyoruz!” diyene itibar eden veya destek veren kaldı mı acaba? Hayır, insan hakları gibi en temel haklardan biri olarak talep ediliyor. İnsanların “iyi gelecek” listesi içinde kaydedilmiş birçok değer, imkân, hedef ve en önemlisi de insan için yaşansın istenen hak- lar vardır. Peki, konu “başkanlık sistemi”olunca neden tartışmalar, suçlamalar, itirazlar ve ısrarla “Bize iyi gelmez, bunda hayırlı sonuçlar yok!” tepkilerine başlanıyor? Acaba henüz tecrübe edilmediği veya ihtiyaç duyulmadığı halde başkanlık sistemini isteyen toplumlar bundan zarar mı gördü? Örneğin bu konu gündeme geldiğinde çok tekrarlanan “Başkanlık sistemi bir tek tam anlamıyla ABD’de var ve istisnadır!” sözlerini düşünelim: Acaba ABD’de yaşayan başka tür canlılar mı var? Orası uzaydan gelen yaratıkların kurduğu bir ülke mi? Tabiî ki değil, sonuçta insan var ve insan için geçerli her unsur orada da mevcut. Üstelik “ABD” deyince dünyanın aklına iyi bir gelecek için birçok şey bir arada geliyor. Peki, başkanlık sistemi olmayan yerlerde mutsuzluk, başarısızlık, kötülük mü var? Kuşkusuz bunu iddia etmek hem doğru değil, hem de kimseye bir fayda getirmez. O zaman şu tespiti yapmamız gerekiyor: Konuşmak, tartışmak ve değerlendirmek herkes için gereklidir ve sonuçta tercihlere saygı duyma durumu ortaya çıkar. Ancak görünen o ki, Türkiye’de “yasakçı” anlayışa sahip ve “Halk için en iyi olanı biz biliriz” diyen bir azınlık, ısrarla bazı şeylerin konuşulmasını, bilinmesini ve tartışılmasını istemiyor. S. Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com Her türlü sistemde bu üç unsurun varlığı mümkün, bunun şartları ve unsurları da başka. Asıl “hazır olmak” ise şu anlama geliyor: “Türkiye, insan hakları gibi siyasî haklar noktasında da bilgili, bilinçli, örgütlü mü? Türkiye’ye özgü siyasî hakları yorumlayacak ve yapılandıracak eğitilmiş, dünya görgüsüyle yetişmiş insan kaynağı ne durumda? En önemlisi de, alışılmış yüz yıllık parlamenter sisteme dair bilinçaltı nasıl transfer edilerek dönüştürülecek ve bunun için resmî ve sivil kuruluşlar, AB müzakereleri ve fasıl açmalar gibi bir program hazırlandı mı?” Recep Tayyip Erdoğan T.C. Cumhurbaşkanı özel sayı 101 2015 33 haberajanda Kapak Dosyası Başkanlık sistemini bir “teklif ” olarak sunanları dinlemek yerine hemen “Padişah olmak isteyenler var! Bazıları saraylarda yaşamak istiyor! Tek adam dönemi geliyor! Geleceğimiz bir tek kişinin dudak hareketine, keyfine bırakılıyor!” gibi suçlayıcı, konuyu karartıcı tutum ve tepkilere girişiliyor. Neden? Sebep noktasında iki ihtimal var: Başkanlık sistemini isteyenler konuyu herkesin anlayacağı açıklıkta anlatamıyor ve faydalarını, geleceği “iyi” kılacak sebeplerini örnekleyemiyorlar. Ya da anlatılsa da mevcut toplum kendine bunu uygun görmüyor; daha iyi olan ve toplumun “iyiler arasında en iyi” şeklinde gösterdiği başka bir tercihte bulunularak örneğin “parlamenter sistem”, “İyiler arasında en iyisi bu!” şeklinde tercih ediliyor. Eğer durum bundan ibaretse, o zaman şu gerçeği kabullenmek durumundayız: Toplum bilinçli, tercihlerin farkında, değerlendirmeyi sonlandıracak tecrübeye sahip ve sonuçta karar verip yoluna devam ediyor, öyle mi? Sonda “Öyle mi?” dediğimizde bir “sessizlik” oluşuyor. Çünkü bu noktada toplumun bir eksikliğini, zaafını, hazırlıksızlığını dillendirmek biraz “riskli” görünüyor. Çünkü toplum tarafından azarlanmak ve toplumun verdiği bazı haklardan olma endişesi devreye giriyor. Bir anlamda hem toplum, hem de topluma iyi olanı hatırlatmaktan sorumlu olanlarda bir “özgüven” çatışması beliriyor. Doğrusu özellikle politika yapanlar buna cesaret edemiyorlar. Hatta akademisyenlerin içinden bile -ki tarafsız ve özgüvenin sesi olmak durumunda olanlar bilim adamlarıdır- bazıları çıkıp “ABD’de yaşayanlar bilinçli oldukları için başkanlık sistemi işliyor ve faydalı. Fakat bizim toplum henüz bu bilinçte olmadığı için parlamenter sistem daha iyi!” diyebilmektedirler. Ne talihsiz ve gerçekçi olmayan yorumlar bunlar! Oysa meseleye aslında başkanlık sistemi ve parlamenter sistem hakkında konuşurken ve bunları kıyaslarken şu düşüncelerle başlamalıyız: “İnsan olarak insan hakları gibi, seçmen olarak siyasetten beklentilerim bağlamında temel siyasî haklarım neler? Bu haklarımı bana verme iddiasında olan sistemi dinlemek ve bu iddiada olan sistemlerin ülke karnelerini görmek istiyorum. Ayrıca toplumumda bir sistem varsa ve bazı sorunlar çözülmüyorsa, diğer sistemleri de tanımak ve değerlendirmek istiyorum. 34 özel sayı 101 2015 Bunu konuşalım!” Şimdi bir parmak kalkıp söz hakkı istiyor ve başkanlık sistemini anlatmaya hazırlanıyor. Bir bakıyorsunuz, hemen söz hakkını vermek istemeyen bir irade devreye giriyor ve bırakın konuşturmayı, parmak kaldıranı azarlamaya kalkıyor. “Acaba başkanlık sistemi geldiğinde birileri bir şey mi kaybedecek, bazı kazanımlar yok mu olacak yahut gerçekten kötü adamlar başkanlık sistemi sayesinde daha da büyük kötülükler yapma fırsatı mı bulacaklar?” diye insanın kafası karışıyor. Oysa kafa karışıklığı için ortada bir neden yok. Ortada olan tek şey, bütün dünyanın insan hakları gibi siyasî hakları da konuşuyor ve talep ediyor, aynı zamanda da bu hakları en iyi sunan “sistemin” tercih ediliyor olması. Siyasî haklardan söz açılınca çok verilen bir örnek var: “Bu elbise bize dar geliyor…” Doğrusu bu örnek de eksik bir niteleme var. Elbisenin dar gelmediğini düşünelim: Yine bedene uyan, ama daha kaliteli kumaştan bir elbise var önümüzde. Mevzuyu doğru okumak ve yorumlamak gerekiyor. Çünkü başkanlık ile parlamenter sistemi hem toplumun bedenine uygunluk, hem de hak ettiği kalite açısından değerlendirmek lazım. Çok ilginçtir, bazı siyaset bilimciler çıkıp şu tespiti yapıyorlar: “Efendim, başkanlık sistemi kaliteli kumaş olabilir ama bu kumaşı ancak zenginler giyebilir. Biz bedenimize ve bütçemize uygun elbiseyi giymek zorundayız, bu ise bize lüks gelir.” Oysa ABD gibi zengin olup da parlamenter sistemde ısrar eden ülkeler ve toplumlar da var. Demek ki konuyu derli toplu, objektif ve tercihi topluma bırakacak şekilde anlatmak gerekiyor. Eski bir deyişle “yangından mal kaçırır gibi” panik konuşmalarla bu mesele çözülmez. O zaman meseleyi “konuşmak” başlangıcına alalım ve dünyanın konuşması gibi biz de “başlayalım”. Temel siyasî haklar Bütün sistemlerin itiraz etmediği ve ana başlıklar hükmünde olan siyasî haklar şunlardır: Kuvvetler ayrılığı: Yasama-yürütme-yargı, kendi alanında bağımsız hareket edebilsin. Demokratik düzen: Her aşamada seçme oranının atama oranına göre fazla olmasına dikkat edilsin. Âdem-i merkeziyetçilik: Yerinden yönetimin merkeziyetçiliğe oranının fazla olmasına uyulsun. Denetleme (check-balance): “La yüs’el” (sorulamaz) durumların olmaması ve sorumluluğu takip eden birimlerin varlığı şart; ihlale izin verilmesin. Çoğulculuk: (Bu hak, insan ve toplum ta- S. Servet Hocaoğulları biatı gereği farklı ve çeşitlidir. Zamanla her toplum bu fark ve çeşitliliği bir arada tutmayı öğrenir ve “kendine özgülük” niteliğine sahip olur.) Kendine özgülük unutulmadan çoğulculuk yaşatılsın. bilir veya bu maddeler birkaç başlık altında toplanabilir. Önemli olan, neyin konuşulduğunu anlamaktır. Niyet olarak derdimizse üzüm yemek olsun, bağcıyı dövmek için bahane üretmek değil. Kuşkusuz siyasî hakları ana başlıklar altında toplarken başka başlıklar da eklene- Bu siyasî hakları birey veya topluma çok gören, buna itiraz eden çıkar mı? Hayır! Çünkü insan hakları gibi bu haklar da büyük bedeller ödenerek elde edilen tecrübeyle sabit ölçülerdir. Ayrıca bu haklar, birbirlerini etkileyecek dizayna sahip canlı organlar Dinamik yapı: Sistemin etkin olması ve bir yeri kilitlendiğinde -adeta jeneratör gibidevreye girecek unsurların varlığı önemlidir; sistem aynı anda çökmesin. gibi bir bütünün parçalarıdır. Dolayısıyla bir kısmı verilip diğerlerinden mahrum bırakmak olmaz. Bu bağlamda “Başkanlık sistemi siyasî hakların tamamını veriyor, fakat parlamenter sistem bazılarından bizi mahrum bırakıyor” denemez -ya da tersi iddia edilemez-. İki sistem de bu hakları vermek durumunda ve dünyadaki bütün örnekler de bu çaba içinde. Diktatörlük ise bu hakların çoğunu vermeyen bir anlayıştır ve artık dünya bu an- Belki de Sayın Erdoğan’ın eksik bıraktığı bir şey var: Yürütme unsuru ile ilgili teklifini gerekçelendirebiliyor, ancak diğer tüm unsurlarla ilgili teklif ve analize dayalı örneklemeleri erteliyor. Nitekim Sayın Erdoğan’ın ertelediği ve “konuşulsun” dediği unsurlar hakkında neredeyse konuşan tek kişi, Prof. Dr. Burhan Kuzu. Sayın Kuzu bile sadece denetleme unsurunun ve yasama-yargı pozisyonları ile -sınırlı bir anlamda ekonomi, güvenlik, özgürlük unsuruna adaleti de ekleyen çıktı analizi ile tamamladığı- hukukî çerçeveyi anlatıyor. Çoğulculukla ilgili siyasal sosyoloji, âdem-i merkeziyetçilik noktasında kent-fedaral karakteri ve en önemlisi de demokratik düzene katılım kodları hakkında açıklama yapan yok. Olanlar da akademik çalışmalar ve ülkelerdeki uygulamaları raporlandırmakla sınırlı. Öyleyse sistem veya öntakıdan daha önemli bir eksiklik var, o da “hazırlık”... özel sayı 101 2015 35 haberajanda Kapak Dosyası Acaba “Demek ki Türkiye’nin serüveni İngiltere’ye benzer aşamalar geçirmiş, biz de parlamenter sisteme böylece karar vermişiz. Eğer ABD veya Fransa gibi süreçlerden geçseydik biz de başkanlık veya yarı başkanlık sistemine sahip olmuş olacaktık” dememiz mümkün mü? layışı kınamaktadır. Diktatörlüğün dünyaya ödettiği bedeller ve yaşattığı büyük acılar olmuştur. Siyasî hakları vermek istemeyen her türlü uygulama ve anlayışın “geleceği” olmadığı gibi, “iyi bir gelecek” senaryosunda yeri ve rolü de yoktur, zira olmamalıdır. O zaman iletişimi doğru kurmayı sağlayan soru şudur: Sistemler bu hakları veriyorsa, sistemleri farklı isimlendirmenin sebebi ve tercih nedeni nedir? Neden bir toplumda başkanlık sistemi, birinde parlamenter sistem, bir diğerinde de yarı başkanlık vardır? Bunun çok net bir cevabı var: Toplumların bu hakları elde etme serüveni ve bu hakları korumak için geliştirdiği araçlar, yöntemler, anlayışlar farklı. Örneğin ABD’nin kuruluş serüveni ve şartları öyle gelişmiş ve sonuçta bu haklar öyle bir sistem içinde yaşatılmış ki bu sisteme “başkanlık sistemi” denilmiş. İngiltere’de ise farklı tecrübeler, farklı dokular devreye girmiş ve “parlamenter sistem” 36 özel sayı 101 2015 dediğimiz yapı ortaya çıkmış. Fransa’nın “yarı başkanlık sistemi” diye tanımlanan aşamaya bambaşka yolculuk serüveniyle gelmesi de böyle. Nitekim Türkiye’de yüz yıldır parlamenter sistemle sonuçlanan bir süreç yaşanmış ve mevcut sistem bu olmuştur. O zaman sorun ne? Acaba “Demek ki Türkiye’nin serüveni İngiltere’ye benzer aşamalar geçirmiş, biz de parlamenter sisteme böylece karar vermişiz. Eğer ABD veya Fransa gibi süreçlerden geçseydik biz de başkanlık veya yarı başkanlık sistemine sahip olmuş olacaktık!” dememiz mümkün mü? Eğer durum bundan ibaretse ve toplum buna inanıyorsa, ortada mutlu, huzurlu parlamenter sistem varsa ve durduk yerde başkanlık sisteminden bahsediliyorsa, o zaman ülkemizi ABD veya Fransa’ya çevirmeye kalkışanlar var demektir. Sonuçta biz, “biz” olmaktan çıkarız ve kaos olur. Hatta ABD’deki gibi ülke küçük devletçiklere bölünür, oradaki gibi federe devletler var olur ve ABD şartları bizde olmadığı için önce siyasî haklar kaybolur, sonra da ülkemizi paramparça buluruz. Gerçekten parlamenter sistemden memnun muyuz? Halk “sistem” tartışmalarına ancak büyük krizler veya ihtilal, devrim, kaos sonrası girer. Fakat sistem değişikliğine girmese de üç konuda sıkıntıya düşülür ve bunlar kısır döngü içinde kalıp çözülmezse, halk bu kez hem arayışa girer, hem de diğer seçenekleri dinlemek ister. Bu üç önemli kırılma noktası şunlardır: Ekonomi, güvenlik ve özgürlük... Ekonomi, güvenlik ve özgürlük için şöyle diyemeyiz: “Başkanlık sistemi olursa bu üç alanda sorunlar neredeyse biter ama başka sistemlerde her zaman bu alanlarda kriz olur…” Bu hem bilimsel değildir, hem de dünya örnekleri ile ispatlanamaz. Nitekim Türkiye’de parlamenter sistemin devamın- S. Servet Hocaoğulları dan yana olanlar bu üç alandaki sorunların neredeyse yüz yıldır Türkiye’de bir türlü çözülemeyişini şöyle izah ederler: “Sorun sistemde değil! Çünkü başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede parlamenter sistem var ve bu üç alanda bizdeki gibi uzun süren krizler yok. Bizde bu üç alanda kısır döngü olma sebebi, parlamenter sistemin kurallarını işletemeyişimiz, siyasî haklara hep müdahale edilmesi ve en önemlisi de toplumun dünya ile eşzamanlı olarak kendini siyasî haklar noktasında geliştirememesidir. Dolayısıyla sistemin aksayan yanlarını çözerek, yolumuza gerçek parlamenter sistemle devam etmeli, başka serüvenlere ise girmemeliyiz. Siyasî haklar pekâlâ, hem de bizim şartlarımıza göre parlamenter sistemle yaşanabilir.” Demek ki sistemle ilgili olarak değil, -ama hangi sistem olursa olsun- sonuçta bu üç önemli alanda uzun süren kriz var olduğunda ortaya huzursuzluk ve mutsuzluk çıkıyor. Çözüm “sistem değişikliğine” giderek aranmayabilir, ama aynı sistem içinde bir an önce ve ivedi olarak bu konuların çözüme kavuşması gerekiyor. İlginçtir, Türkiye hem sistem değişikliğine direniyor, hem de bu üç alandaki krizi çözemiyor. Neden? Böyle tuhaf ve anlamsız bir kilitlenmeyi hak etmediğine ve yüz yıldır bu üç kırılma noktasında durmadan depremler yaşadığına göre bilmediğimiz başka bir şey mi var? Yoksa gerçeklerle yüzleşmekten mi korkuyoruz? Örneğin parlamenter sistem İngiltere’de doğdu ve bu üç alanda kriz yaşamıyor. Peki, şartlarımız benzemediği halde İngiltere’yi taklit ettiğimiz için mi bu kısır döngüye giriyoruz? Nitekim 12 Eylül Darbesi sonrası yapılan anayasa ile adı “parlamenter” ama gerçekte “yarı başkanlık” sistemine geçildiği söyleniyor. Yoksa biz yüz yıl sonra Fransa’ya benzediğimiz için bu sefer de Fransa’ya mı benzemeye çalışıyoruz? Şimdi de başkanlık sistemiyle “ABD’ye benzeyelim” teklifi mi geliyor? Biz hiç Türkiye olamayacak mıyız? Veya “Türkiye olalım” derken dünyada ilk defa ve bizim tarafımızdan geliştirilmiş bir yeni model sahibi mi olacağız? “Türk usulü” derken bu mu kast ediliyor? Türk usulü “çözmek” Bir inceliktir, ama “Türk usulü” derken, aslında bıyık altından gülümseyerek “Türk, işini bilir!” (işgüzarlık iması ile) anlamına gelen bir vurgu yapıyoruz. Dolayısıyla bir şeyin önüne veya ilgili konuda ara cümle olarak “Türk usulü” deyimi yerleştirildiğinde, işin içinde en kaba tabirle bir “hinlik” olduğu, kılıfına uydurmanın denendiği havası veriliyor. Keza özünde eksiklik ve zaaf içeren tarzda “Türk usulü” diye bir niteleme yapmak başlı başına bir hata ve ayıptır. Aksine, özellikle siyasî sistemlerin özünde “kendine özgü olmak” vardır. Tabiî ki siyasal sistem Türk usulü olacak. Nasıl Amerikan usulü, İngiliz usulü veya Fransız usulü normal karşılanıyor ve hatta onların usulü ile ortaya çıkan başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem birer model olarak örnekleniyorsa, aynı şekilde Türk usulü deyimi de usule uygundur. Ayrıca Türklerin tarihinin kendilerine ait bir model geliştirecek zenginlikte olduğu gerçeği bilinmeldir. Ancak bu tarihî fırsat Osmanlı sonrası değerlendirilmedi ve kendine özgülük “dünyadan kopmak” sanılarak, hatta “İngiliz usulü eşittir evrensel, bilimsel, doğru” kabul edilerek kopyalandı. Öyle ki, temel konuların bir kısmı İngiliz, bir kısmı da Fransız usulü olarak olduğu gibi kopyalanıp uygulandı. Sonuçsa ortada! Dünyaya benzemeyen, dünya gibi olamayan, ama kendisi de olamayan, iki arada bir derede ve de üç alanda kriz içinde kriz yaşayan, bir dönem içinde bile orijinaliyle parlamenter sistemi yaşayamamış bir tarih var önümüzde... Şimdi de deniyor ki, “Tam performans noktasında ömrü ortalama yüz yıl olan parlamenter sistemi 25 yılda Türk usulüyle kendimize benzettik ve çıkmaz sokağa girdik. Şimdi daha az ömürlü olan başkanlık sistemini Türk usulü yaparsak, iflah olmaz, krizler labirentine düşeriz”. Fakat bunların hepsi psikolojik ve politiktir. Ne gerçeklerle ilgisi var, ne de buna “konuşmak” denir. Esas olan şudur: Temel siyasî hakların sağlamasını -hiçbirini atlamadan- tek tek yapmak ve bu hakları tam da Türk usulü bir modelleme ile geliştirmek… Peki, acaba bunu denersek ismi ve içeriği başka bir sistem mi ortaya çıkar? Ayrıca neden Özal, Demirel ve Erdoğan ısrarla “başkanlık sistemi” tanımında ısrar ettiler ve ABD örneğinden yola çıktılar? Bunun cevabı çok basit aslında. Üç lider de sistem kıyaslaması yapmak yerine ekonomi, güvenlik ve özgürlük alanlarında gelinmesi gereken nokta olarak bir rol-model sunuyorlar. Yani “sistem” değil, sistemlerden amaç olan “yaşam kalitesi” mevzuundan söz açıyorlar. Peki, bu yaşam kalitesi İngiltere ve Fransa’da da varken neden ABD üzerinden gündeme alınıyor? Parlamenter sistemi savunanlar, bu gerçeklerden yola çıkarak bu liderleri suçluyor ve bu suçlamayı şu cümlelerle özetliyorlar: “Ekonomi, güvenlik ve özgürlük siyasal sistem unsurları değildirler. Yani bizim altı maddede topladığımız siyasî haklar kapsamına girmezler. Tüm sistemlerin kurulma amacı, yaşam kalitesi ile ilgilidir. Bu standartlara parlamenter sistemle de ulaşabiliriz. Özal, Demirel ve Erdoğan’ın aynı standartları ABD örneği, dolayısıyla başkanlık sistemi üzerinden gerçekleştirme ısrarı, tamamen kendi siyasî güçlerini arttırmak ve hayattayken kendi şahsî yaşam kalitelerini yükseltme hırsından ibarettir. Türkiye’nin ne tarihî geçmişi, ne de ABD usulüne benzer bir siyasal dokusu var. Evet, parlamenter sistemin eksik uygulanmasından kaynaklı sorunlar var ve dünyadaki gelişmelere göre kendini yenilemesi gerekir. Ancak bu durum, sistem değişikliği gerektirmez. ABD de zaten dünyada istisna örnektir ve çok çok özel şartları vardır.” İşte tam da bu noktada can alıcı, yol ayrımı olan ve Özal ile Demirel’in, şimdilerde de Erdoğan’ın sorduğu kilit açıcı bir cevap anahtarı var: “Değişen dünyaya ayak uydurmak noktasında en değişken, en hızlı, en etkin, en stratejik unsur olan ve siyasî haklar içinde eskiden eşit, fakat artık tüm dünyanın kabul ettiği gibi eşitler içinde birinci olan bir unsur var ki onun adı “yürütme”… Evet, “yürütme”... “Eşitler arasında birinci” esprisine yaslanarak şunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz: “Sistem, siyasî hakların gerçekleştirilmesi demektir. Ancak bu gerçekleştirmede siyasî hakların bir veya daha fazlası topluma özgü yapılandırıldığında veya değişen dünyayı doğru okuma önceliğine göre tercih sıralama farkı gözetildiğinde ortaya çıkan tarz nedeniyle “sistem” kelimesinin önüne, onu “tanımlayan” bir unsur gelmektedir. Örneğin “parlamenter” veya “başkanlık” sıfatını getirme nedenimiz, ikisi arasında bambaşka siyasî haklar olması değildir. İkisi de yukarıda zikrettiğimiz hakları gerçekleştirmek durumundadırlar ve ikisinde de aynı haklar mevcuttur. Bir anlamda “sistem”, ortak tanımdır. Ancak bu hakların gerçekleştirilme şekli, bizim Anadolu deyişiyle “her yiğidin yoğurt yeme özel sayı 101 2015 37 haberajanda Kapak Dosyası İlginçtir, Türkiye hem sistem değişikliğine direniyor, hem de bu üç alandaki krizi çözemiyor. Neden? Böyle tuhaf ve anlamsız bir kilitlenmeyi hak etmediğine ve yüz yıldır bu üç kırılma noktasında durmadan depremler yaşadığına göre bilmediğimiz başka bir şey mi var? Yoksa gerçeklerle yüzleşmekten mi korkuyoruz? 38 özel sayı 101 2015 S. Servet Hocaoğulları şekli” gibi bir tarz farkını işaret eder. Nitekim siyasî haklar içinde farklı nitelemeye sebep olan ve olmazsa olmaz hükmündeki unsurlar vardır. Bu noktadaki kilit unsur da “yürütme”dir. Zaten bir toplumun şuna karar vermesi lazım öncelikle: “Yürütme şekli ne olsun?” Yani hayatı kolaylaştıracak her şeyi, hizmeti veya icra alanını seçtiğimiz bir kişiye ve ekibine mi, yoksa bir meclise mi vereceğiz? Eğer “Kişi ve ekibi yürütmenin patronu olsun” derseniz, o sistem adı kaçınılmaz olarak “başkanlık” öntakısını alır. Yok, eğer “İcra meclise teslim edilsin” derseniz, bu kez o öntakı “parlamenter” olur. “İcra meclis ile bir kişi arasında pay edilsin” denirse, ona da yarı başkanlık denir. Bunun anlamı şudur: Siyasî haklar içinde olan kuvvetler ayrılığı, demokratik düzen, âdem-i merkeziyetçilik, denetleme, çoğulculuk ve dinamik yapı unsurları içinde bir sistemin önüne farklı bir sıfat getirmemizin ilk ve keskin sebebi, önce “yürütme” unsurunun patronunu tayin etmektir. Keskinliğin ucuna hemen örnek verelim. Sayın Erdoğan tüm konuşmalarında, herkesin anlayacağı sadelikte ve gayet net bir hatırlatmada bulunuyor: “Hayatı kolaylaştıran hizmetlerden ben sorumluyum. İcranın başıyım; hizmetin hesabını ben veriyorum. Yani yürütmenin başı benim. Ancak ne zaman bir köprü, tünel, havalimanı, hastane veya kentsel dönüşüm işine girsem, bu hizmetlerin dünya standartlarındaki normal süresinin en az iki katı daha fazla süre içinde binbir türlü zorlukla yapabiliyorum. Neden? Çünkü bürokraside bir sürünceme, Meclis’te ayrı bir sürünceme… İlgili yasayı değiştirmek ayrı bir süre… Say, say bitmez! Artık dünyada yürütme öyle bir noktada ki seçmenin siyasî hakları içinde, eşitler arasında birinci olan bu unsurun verimli ve etkin olması için kaçınılmaz bir yol var: Bir an önce yürütmeden sorumlu kişinin, ekibini kurup engellere takılmadan icraya yönelmesi, vatan hainliği ve yolsuzluk dışında rahat bırakılması lazım. Bunun adı, ‘Yürütmenin patronu meclis değil, seçilen başkan olsun’ demektir. Ben bu hakkı alıp işime baktıktan sonra, yasamayargı-âdem-i merkeziyet-çoğulculuk gibi diğer konularda ille de ABD gibi olmak zorunda değiliz. Tüm sistemler incelenir ve kendine özgü, Türk usulü bir model çıkabilir. Yeter ki konuşalım!” Sayın Erdoğan’ın “yürütme” öncelikli talebine hemen tepkiler geliyor: “Sistem bir bütündür. Kuvvetler ayrılığında başkanlık, âdem-i merkeziyette parlamenter, denetlemede yarı başkanlık olmaz! Veya bir melez ya da karma olsun, dünyada olmayıp ilk defa Türkiye’nin deneyeceği bir şey olamaz. Bu intihardır, kabul edilemez! Kaldı ki, ‘Başkanlık’ dedin mi diğer tüm unsurların da kökten değişmesi lazım. Yüzyıllık parlamenter sistemle ortaya çıkmış kurum, kuruluş, hukuk, anlayış, tarz, refleks, hâsılı her şey tepetaklak olacak!” Gördüğünüz gibi “konuşmamak” için sebep çok. Oysa konuşmak şudur: “Tüm siyasî hakları tek tek ve sonrasında aralarındaki etkileşimi dikkate alarak bütünü ile izah et, önerilerini söyle, gerekçelendir ve ikna et!” Belki de Sayın Erdoğan’ın eksik bıraktığı bir şey var: Yürütme unsuru ile ilgili teklifini gerekçelendirebiliyor, ancak diğer tüm unsurlarla ilgili teklif ve analize dayalı örneklemeleri erteliyor. Nitekim Sayın Erdoğan’ın ertelediği ve “konuşulsun” dediği unsurlar hakkında neredeyse konuşan tek kişi Prof. Dr. Burhan Kuzu. Sayın Kuzu bile sadece denetleme unsurunun ve yasama-yargı pozisyonları ile -sınırlı bir anlamda ekonomi, güvenlik, özgürlük unsuruna adaleti de ekleyen çıktı analizi ile tamamladığı- hukukî çerçeveyi anlatıyor. Çoğulculukla ilgili siyasal sosyoloji, âdem-i merkeziyetçilik noktasında kent-fedaral karakteri ve en önemlisi de demokratik düzene katılım kodları hakkında açıklama yapan yok. Olanlar da akademik çalışmalar ve ülkelerdeki uygulamaları raporlandırmakla sınırlı. Öyleyse sistem veya öntakıdan daha önemli bir eksiklik var, o da “hazırlık”. Türkiye başkanlık sistemine hazır mı? Başkanlık sistemi ile ekonomi arasında doğrudan, parlamenter sistemle ekonomi arasında ise ters bir orantı yok. Veya “Özgürlükler başkanlıkla genişler” diyemeyiz. Dolayısıyla “Türkiye başkanlık sistemine hazır mı?” sorusu, “Türkiye ekonomik açıdan güçlü mü, özgürlük noktasında tahammülkâr mı, güvenlik noktasında bölünmeden birlik içinde kalır mı?” anlamına gelmez. Her türlü sistemde bu üç unsurun varlığı mümkün, bunun şartları ve unsurları da başka. Asıl “hazır olmak” ise şu anlama geliyor: “Türkiye, insan hakları gibi siyasî haklar noktasında da bilgili, bilinçli, örgütlü mü? Türkiye’ye özgü siyasî hakları yorumlayacak ve yapılandıracak eğitilmiş, dünya görgüsüyle yetişmiş insan kaynağı ne durumda? En önemlisi de, alışılmış yüz yıllık parlamenter sisteme dair bilinçaltı nasıl transfer edilerek dönüştürülecek ve bunun için resmî ve sivil kuruluşlar, AB müzakereleri ve fasıl açmalar gibi bir program hazırlandı mı?” Eğer cumhurbaşkanını halkın seçmesini “Yürütmenin patronu seçilmiş bir kişi ve onun kuracağı ekip olsun!” diye tercüme ediliyorsa, 2015 seçimindeki vekil profilinde “Yürütmeyi unut, yasamaya odaklan! Bunun için çoğunluk avukatlardan oluştu” pozisyon alışı vardır ve bu duruş, dışarıdan atama ile Meclis karması oluşturularak tamamlanacaksa şu itiraf edilmelidir: Siyasî haklarımızdan olan kuvvetler ayrılığı hakkının “yürütmenin bağımsızlığı” şıkkı gerçekleşiyor. Yani Sayın Erdoğan “başkanlık” öntakısına hazır, peki ya “sistem”? Sayın Erdoğan “Başkan” sıfatını aldıktan sonra, örneğin yargı birebir ABD’deki gibi yüksek mahkeme yapısı olmak zorunda değil, bize ait başka bir türde olabilir. Denetleme mekanizması, gensoru, hükümet düşürme veya Sayıştay ve Danıştay yapısı değişirken ille de ABD tecrübesi tek seçenek değil; İngiltere, Fransa veya başka bir ülke örnek alınabilir. Çoğulculuk ille de ABD gibi federatif olmak zorunda değildir; âdem-i merkeziyetçilik, Bütünşehir Yasası geliştirilerek farklı bir aşamaya getirilebilir. Bu gibi değerlendirmelerle sonuçlandıracağımızı düşünmek ister misiniz? Bu noktada mesele “yürütme”de mi kilitleniyor? Parlamenter sistemde başkanlık gibi etkin ve hızlı bir yürütme kurulamaz mı? Nitekim tüm bunlara karşılık “Ya hep, ya hiç!” diyen muhalefete de hazırlıksız yakalanacakları şu soruyu sorabiliriz: “Yüz yıldır ekonomik, güvenlik ve özgürlük krizinde bu milletin acı çekmesine çözüm bulamadığınız halde ne konuşuyorsunuz, neyi konuşuyorsunuz? Başkanlık sisteminin bile konuşulmasına tahammülünüz yoksa siz ‘ne’ konuşuyorsunuz?! Bırakın, konuşalım!” Konuşma sonunda bir önerimiz var: “Hayatımızı kolaylaştıracak hizmetleri geciktirene hakkımızı helal etmiyoruz! Biz siyasî haklarımızı insan hakları gibi tam şekilde ve hemen istiyoruz!” özel sayı 101 2015 39 haberajanda Öteki Sır Projeyi planlayanlar, pratik içerisinde bu “minik sorunun” olmaması ve ortadan kalkması gerektiğine kaniydiler. Bir yol bulundu ve entolojik sorun çözüldü: Balkanlarda yüzyıllardan beri yaşayan bir grup Türkmen vardı ve bunlar, vakti zamanında bölgenin Türkleştirilmesi amacıyla Anadolu’nun değişik yörelerinden göçtürülüp bilhassa Bulgaristan ve Makedonya’ya ve tabiî Trakya’ya yerleştirilmiş “Esmer Türk Müslümanlar”dı. Bunların arasında Kocacık Türkmenleri olarak Mustafa Kemal Paşa’nın akrabaları da bulunuyordu... *** Esefle yazıyorum ki, Mustafa Kemal, 1918-1933 arasındaki yaşananların perde arkasında bir ya da birkaç gizli el olduğunu anlayamamış olmalı. Olmalı mı? Daha doğrusu, üstün zekâsından kuşku duymadığımız Gazi Paşa’nın, işin arkasındaki gizli parmağı anlamamış olmasının imkânı yok. Ancak o, sıfırlanmış devlet gücünün yeni organizasyonu ayağa kaldıramayacağının bilincindeydi elbette; elzem olan gücün tesisi noktasında, belki de “Abdülhamid aklı ve siyaseti”ni kullanmaktaydı. Bu siyaset, tüm güç odaklarından azamî derecede faydalanma ve oralardan güç devşirmekti. Bu tekniğin Mustafa Kemal Paşa’nın mücadelesindeki en belirgin örneği, Rusya ile kurduğu bağda kendini göstermişti. *** Meclis’in ekartasyonunun da tam söyleniş şekliyle Beyazlatılmış “Rizorto Planı”nın fikri olduğunu fark edemedi. Belki de onun en büyük hatası bu oldu. Moda deyimle “Paralel Rizorto” da diyebileceğimiz planlamanın mühendisleri, Birinci Meclis’i Gazi Paşa’nın ikbali için değil, kendi istikballeri için kapattırmışlardı. Zaten ondan sonra Rizortocuların yönetim üzerindeki etkileri, daha hızlı bir şekilde artmaya ve açıktan açığa hissedilmeye başlandı. 40 özel sayı 101 2015 Beyaz Türk ve Müslümanlar RIZORTO P Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com ın gizli kodları “BEYAZ LANI TÜRKLER” diye diye tamlamanın önüne getirilen ve bu yapısıyla tam bir şifre/cifir olan “beyaz” kelimesinin anlamındaki daralmanın bize nelere mâl olduğunu anlamamaya devam ediyoruz... Kastedilen şu: Beyaz Türkler, Osmanlı’nın Selanik ve civarında mukim “Sefarad İbraniliği”nden sadır olan “Mesiyanik bir dönmelik” şeklinde kendini gösterirken “Mesih”leri sebebiyle adlarına Sabetaistler/Sabetaycılar denilen azınlık olarak biliniyor. Evet, onlar bir azınlıktılar ve ülkeye geliş tarihleri 1492’den itibaren birkaç yıl sürdü; bir bakıma 1500’de bu göç tamamlandı. Kendilerine has bir İspanyolca konuşuyorlardı ve bu dile Yahudi İspanyolcası anlamına gelen “Judio” veya “Jidio” (Yidiş) deniyordu. >> Buradaki Yahudiler, 1492 yılına kadar Endülüs Emevilerinin son hali olan Ben-i Ahmer Sultanlığı’nın tebası oldular ve mutluydular. İberya’nın Hıristiyan kralları İspanyol Birliği’ni kurmaya karar verince, Endü- lüs Müslümanlarıyla onlara da “Ya git, ya mürted ol, ya öl!” tercihi göründü. Bunun üzerine Sefarad zenginleri, yeni krallarla çalışma yoluna girdiler. Ancak ülkeden ayrılma sırasında kullanılan gemi ücretini verecek parası olan orta kuşak Akdeniz’e açıldı, fakir İbraniler ise döndü ve konvers oldular. Ülkeden ayrılan Sefarad İbranilerine o zamanki Osmanlı Padişahı İkinci Bayezid Osmanlı’ya sığınma hakkı verdi. Kemal Reis’in Akdeniz’den topladığı Sefaradlar, başta İzmir olmak üzere Selanik ve Edirne’ye yerleştirildiler. “Geldiklerinde ne kadardılar?” sorusunun cevabı muğlak; 50 binden başlatan ve abartılı bir şekilde 1 milyona kadar çıkaranlar var. Selanik merkezli Sefarad Yahudileri, 1650 yaklaşırken bir kriz yaşadılar ve toplum ikiye ayrıldı. O çağda yaşamakta oldukları siyasî ve bağlı olarak ticarî ve sosyal sıkıntılar nedeniyle bir grup ana gövdeden ayrıldı ve Mesihleri Sabetay Sevi’nin arkasından giderek “göreceli olarak din değiştirip” Müslümanlaştılar. Fakat Osmanlı halkı, bunların hidayetini samimi bulmadı ve onları “Selanik Dönmeleri” olarak kendinden ayrı tuttu. Onlara “Osmanlı Avdetî” diyordu halk; daha sonra Mesihlerine gönderme yaparak “Sabetayist” veya “Sabetaycı” yakıştırması da yapıldı. Az topluluk, yoğun güç Peki, Musevilikten ayrılan bu özel cemaatin mensup sayısı ne kadardı? Bilinen bir kayıt olarak Selanik nüfus defterlerinde, İmparatorluğun yıkıldığı esnada Avdetîlerin sayısı 6-7 bin kadar geçiyor. Bununla beraber, sayılarına oranla sıkletleri oldukça faz-laydı söz konusu cemaatin, zira ticarî ilişkileri ve işleri nedeniyle yeterince sermaye biriktirmişlerdi. Bunun bir uzantısı olarak, Selanikliler bir bakıma Osmanlı toplumunun Batı’ya açık en geniş penceresinin önünde otu- özel sayı 101 2015 41 haberajanda Öteki Sır İddia o ki, en yakın adamı İsmet Paşa’nın Rizorto’yla muvazi hareket ettiğini anlayarak onun ölüm emrini verdi. Bu sırada İstanbul’daydı ve İnönü’yü oraya çağırdı, fakat koca kulaklar, küçük ve derin ağızlarıyla Malatyalı’yı “Gitme!” diye uyarmışlardı. Zaten o da gitmedi. Lakin canının derdine düşmüş olan Kemal Paşa, “Kulağı engelli bu adam, milletin başına bela olacak!” fikrinde sabitti, öutlaka gereğinin yapılmasını istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı “sakinleştirmek” için tek nüshalı bir gazete bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin manşeti şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü vefat etti!” ruyor, Batı dillerini biliyor ve Batı mekteplerinde okuyorlardı. Bu sebeple Fransız baronları, İngiliz sörleri ve Latin senyörleriyle yakın temas içindeydiler. Tabiî geniş bir çerçeve içindeki çeşitlikleri sebebiyle Beyaz Türkler, sadece bir avuç “Avdetî”den müteşekkil değildi. “Beyaz” unvanını onlarla paylaşan başkaları da vardı. “Kriptoist” biçimleriyle onlara benzeseler de orijinleri başka azınlıklar da mevcuttu koalisyonun içinde. Bakalım kimler vardı Avdetîlerin dışında… Plan 1: “Madem Avrupa’dan geldik, Avrupalı kök buluruz…” Osmanlı, 14. asrın ortalarından beri teba edindiği Balkanik popülasyonun Hıristiyan ekalliyetleri içerisinden asker devşiriyordu. Devlet-i Aliyye, ana babaları Hıristiyan olan bu çocukları kızıl börklü “turnacıbaşları” marifetiyle tek tek seçiyor, Gelibolu’ya getiriyor, sünnet ediyor, Kelime-i Şehadet getirtiyor ve “Müselman” yapıyordu. O devlet, “acemi oğlan” yapmadan evvel, bu oğlancıkları Anadolu yakasındaki belli başlı Türk ailelerinin yanına “yanaşma” olarak koyuyor ve Türkleştiriyordu. Böylece Dersaadet ve çevresinde kara kaşlı, kara gözlü, yağız ya da esmer Müslümanların yanında sarışın, beyaz tenli, renkli gözleriyle yadırgı duran bir insan tipolojisi de oluşuyordu. Kavramın düz anlamıyla bunlar, “Beyaz Türk Müslümanlar”dı. Ancak zamanla (yüzyıllar içerisinde) evlenmeler sebebiyle kavramın düz anlamının 42 özel sayı 101 2015 Ahmet Yozgat bir önemi kalmadı; toplum kumrallık ve ela gözlülükte benzeşti. Fakat bu benzeşme, toplum katmanlarını idealde aynılaştıramadı ve buna bağlı olarak “Beyaz Türk Müslümanlar” kavramı saklı bir mecaza büründü. Daha sonra kavramda yer alan “din hanesi” boşaltıldı ve elde kaldı “Beyaz Türkler” ifadesi. Yıkılış esnasında bir projeydi ve bu proje doğrultusunda adları “Selanik Dönmesi”nde sabitlenmiş olan “Osmanlı Avdetîleri”nin sayılarını arttırmak ve baskın bir “kadro nüfusu” oluşturmak maksadıyla iki taraf da “Beyazizm”de buluşturuldu ve o zaman asıl anlamıyla “Beyaz Türkler” kadrosu teşekkül ettirilmiş oldu. Fakat... Şunu söylemenin zamanının geldiği kanaatindeyim: Evet, Avdetîler ve “Devşirilmişoğulları” Beyazizsttiler, lakin Osmanlı toplumunda Bulgarlar, Hırvatlar ve benzerleri gibi bir ırkî etikete sahip değillerdi. Bu itibarla ve zoraki olarak Türk ve Müslüman gibi sayılıyorlardı. En azından onlar gerçek kimliklerini ancak evlerinde kullandıkları için, sokağa çıktıklarında Türk ve Müslüman gibi davranıyorlardı. Bununla birlikte “Esmer Müslümanlar” tarafından -açıkça dillendirilmese de- biliniyor ve isimlerinin altına rezerv konuluyordu. Her şeye rağmen her iki taraf da Türk ve Müslümandı, ama nüansı işaretlemek için “Beyaz” ve “Esmer” nitelemesi, bu kelimelerle olmasa da bir biçimde yapılageliyordu. Kuruluş esnasında gerek duyulan “Beyaz kadro projesi”nin sorunu buradaydı. Projeyi planlayanlar, pratik içerisinde bu “minik sorunun” olmaması ve ortadan kalkması gerektiğine kaniydiler. Bir yol bulundu ve entolojik sorun çözüldü: Balkanlarda yüzyıllardan beri yaşayan bir grup Türkmen vardı ve bunlar, vakti zamanında bölgenin Türkleştirilmesi amacıyla Anadolu’nun değişik yörelerinden göçtürülüp bilhassa Bulgaristan ve Makedonya’ya ve tabiî Trakya’ya yerleştirilmiş “Esmer Türk Müslümanlar”dı. Bunların arasında Kocacık Türkmenleri olarak Mustafa Kemal Paşa’nın akrabaları da bulunuyordu. “Evlad-ı Fatihan” olarak da bilinen Balkan Türkmenleri, zaman içerisinde anavatandan ayrı düştükleri için, bölge halklarından hususiyetle Boşnak, Pomak ve Torbeş gibi Müslümanlaşmış unsurlarla tesis edilen evlilikler sebebiyle açık tenli bir görünüme kavuşmuş, bir bakıma beyazlaşmış ve Devşirmeoğullarıyla ayırt edilemez görüntüye bürünmüşlerdi. Tabiî bu arada Osmanlı’nın Balkanlara verdiği önem nedeniyle asırlar evvel vedalaştıkları Anadolu Müslüman Türklerine göre yukarıda söylendiği gibi hem “rengen”, hem okumuş yazmışlık oranının yüksekliği sebebiyle “zihnen”, hem de Avrupa’yla temas kolaylığı hasebiyle “mentalen” Beyaz sayılıyorlardı. Bu bir hususiyetti ve plancıların işini çok kolaylaştırıyordu. Selaniklilerin etkisi, devletin kuruluşuna kadar sondayken, kuruluştan sonra en öne geçti. Sıralayalım: Lakin fakirin ve bu makalenin derdi bu değil. Yolculuğa “Beyaz Türk Müslümanlar” olarak başlayan kadro daha sonra “Beyaz Türkler” düzleminde sabitlenince nitelemenin Müslümanlarına ne olduğu, “Beyaz Müslümanlar”ın serüveninin nasıl geliştiği ve tabiî buna bağlı olarak nitelemenin antitezi olan “Esmer Müslümanlar”ın durumudur asıl derdimiz. Selanikliler, 1930’lu yıllara gelirken sistemi oturtma işlemini tamamladıktan sonra ülkede bile ikamet etme gereğini duymadılar ve Evropa’ya gittiler. Onların varlıkları ekonomi ve sanayide temerküz etmişti -tabiî bir de bankacılık sektöründe-. Söz konusu Yidiş kavminin kaymak tabakası ülkenin burjuvazisini oluştururken, orta tabakası “Dışişleri”ne yerleştirildi ve “Beyaz Memurlar” hepimizin bildiği monşer tipolojisini oluşturdular. Bir de –kendilerine göre- yoksul alt katman vardı. Onlar da ülkenin sinemacı veya medyacısı oldular. Onlar da kavmin döküntülerinden kotardıkları kayrılmış yeteneksizlerden aktör, aktrist, yazar, ressam ve genel anlamda sanatçı çıkararak ülkenin “büyük sanatçılar klanı”nı şekillendirdiler. Proje sahipleri, Avdetîleri de Devşirilmişoğullarına kattıkları gibi bu karışımı da alıp “Rumeli Yörükleri”ne kattılar. Bu karışımın en meşhur prototipi olmasa da ideal tipolojisi Mustafa Kemal’di: Beyaz tenli, mavi gözlü, sarı saçlı, Türk, Müslüman, okuryazar... Oluşturulan Beyaz gruba lider olabilecek ileri bir zekâya da sahip olması, “Ali Rıza Bey’in Oğlu”nu oy çokluğuyla “bir numara” yaptı. Daha sonra söz konusu projedeki parlak başarısı nedeniyle Selanikli Mustafa, “birinci adamlık” düzlemine tartışmasız biçimde çıkınca isminin “Atatürk” olması da tartışılmadı. Durum bu! Büyük pastayı pay etmek Malum, Oda TV davasından dolayı bir süre hapse düşen yazar Soner Yalçın, asrın başında kerpiç kalınlığında iki kitap yayınlamıştı. “Efendi” baş ismiyle neşredilen bu kitaplardan biri “Beyaz Türklerin Sırrı”, diğeri de “Beyaz Müslümanların Sırrı” alt başlıklarını taşıyordu. Bu yazıda fakir, Soner’in efendilerinin özetini çıkarmak niyetinde değil, şahsi gözlem ve tefekkür edinimlerini kayda geçirmek üzere masa başında. Bu arada, Soner’in iddialarının arka planını bir başka yazıda, “Efendi-3”te yazmaya çalışacağımı da duyurmuş olayım. Devam edelim… Elbette söz konusu o “Türkoslar”, kendilerini sadece “Beyaz” diye etiketlenecek bir dizi pratik ve devrimle ayrı bir yere taşıdıklarında içlerindeki “Müslim” unsur da eriyip yok olmadı; geri çekildi ve Müslümanın Beyazları “arazi” oldu. Peki, hangi arazide? Bilindiği gibi sözünü ettiğimiz Beyaz çatının ilk, sayıca en az ve çekirdek unsuru olan Çatı, Millî Mücadele sırasında “Balkan Türkleri, Devşirmeoğulları ve Selanikliler” şeklindeydi. Bu sıralama Birinci Meclis sıralarında da devam etti. Fakat İkinci Meclis’le birlikte sıralama değişti ve şöyle oldu: Devşirmeoğulları, Selanikliler ve Balkanlı Türkler... İkinci sıralamanın ömrü de uzun sürmedi ve devrimlere geçildiğinde türbülans tamamlandı. “Selanikliler, Devşirmeoğlulları ve Türkmenler” olarak son şeklini alan sıralamada Selanikliler, kendilerini resmî organizasyonun beyni olarak konumlandırmışlardı ve çok sonraları “derin devlet” şeklinde tarif edilir oldular. Ancak bu tarifin içini dolduranların Selanikliler olduğunu geniş halk kitleleri asla bilemedi, sadece dar bir “erbab” çevresi farkındaydı saklı hakikatin. Geniş kitlelerin akıllarına, “derin devlet” deyince başta TSK, MİT ve devletin bir kısım bürokratları geliyordu. “Beyaz kader”in zoraki sonucu sebebiyle ikinci katmanını oluşturan Devşirmeoğullarına devletin üst düzey bürokrat ve ona bağlı amir kadroları oluşturma görevi düşmüştü. “Beyaz çatı”nın alt katındaki Balkanlı Türklerin pasta bölüşümünde dışlandıkları söylenemez. Nüfusları “mübadele anlaşması” ile çoğaltılarak devletin memur kadrolarının bekçiliğinde istihdam edilmek de onlara çıkarılmıştı. Ya bizimkiler, zavallı Anadolulular? Onlar için biçilen urba, Osmanlı’nın 1453’ünden beri savaşta erat, hazerde çiftçilikti ve öyle devam edeceklerdi. Ha bir de memurin ta- özel sayı 101 2015 43 haberajanda Öteki Sır kaldırılamaz ağırlığını sırtlandı ve canla başla uğraşarak bir devletin kuruluşunda başat rolü oynadılar. Galiba o an yapılacak en iyi şey buydu, zira yangından ilk kurtarılacakları kurtarmak bile namümkündü. Buna rağmen yedi düvelin pençesinden hiç olmazsa Anadolu’yu almayı becerdiler. Yoksa sıfırlanmak mukadderdi… Burada şunu yazmadan geçmek mümkün değil: Yukarıdaki cümlede “rol” sözcüğünü kullandım. “Rol” diyorum, zira gerçekten de o uğursuz aralıkta yaşananlar tam da birer roldü. Ancak esefle yazıyorum ki, Mustafa Kemal, 1918-1933 arasındaki yaşananların perde arkasında bir ya da birkaç gizli el olduğunu anlayamamış olmalı. Olmalı mı? Daha doğrusu, üstün zekâsından kuşku duymadığımız Gazi Paşa’nın, işin arkasındaki gizli parmağı anlamamış olmasının imkânı yok. Ancak o, sıfırlanmış devlet gücünün yeni organizasyonu ayağa kaldıramayacağının bilincindeydi elbette; elzem olan gücün tesisi noktasında, belki de “Abdülhamid aklı ve siyaseti”ni kullanmaktaydı. Bu siyaset, tüm güç odaklarından azamî derecede faydalanma ve oralardan güç devşirmekti. Bu tekniğin Mustafa Kemal Paşa’nın mücadelesindeki en belirgin örneği, Rusya ile kurduğu bağda kendini göstermişti. “Führerizm”e karşı kazanılan ikinci savaşın galibi Amerika olarak ortaya çıktığında, “Milli Şef” de bir bakıma kaybetmişti. Onun kaybı, vasallarında yeni bir düzen dikte eden Amerika’nın yanında konumunu yeniden belirleyen Rizortocular tarafından terk edilmesiydi. Üstelik İkinci Paşa’yla yollarını ayıran Rizortocular, İnönücülük ya da İsmetizmi de çekip almıştı ellerinden. İnönücülük, bundan böyle “Atatürkçülük” olarak adlandırılacak, İsmetizm de “Kemalizm” olacaktı. kımına “efendi” aşağılamasıyla “odacı” kadrosu lazımdı; “çiftçilik mahkûmiyeti”nden yırtanlar da oda işleriyle vazifelendirildiler. Bu sayede “Milletin efendisi köylüdür” sözünde görev aldılar, “efendi” olarak tabiî. Mustafa Kemal’in Abdülhamid siyaseti Mühendislik anlamında ta Abdülhamid devrinin sonlarına doğru uzanan ve Selanik’te planlanan “Beyaz hurucu”, Sultan’ın halliyle 1908’de hayata geçirildi. Artık tam adını koymak gerekirse, bütün bunlar bir “Neo - Turqei Planı” idi ve mühendislik çalışması da,militarik etüdü de Makedonya Ri- 44 özel sayı 101 2015 zorto mahfilinin eseriydi. Eserin adım adım yürütülerek nihaî noktaya eriştirildiği 1930’lu yılların başına kadar işin başında -samimiyetinden kuşku duymadığımızMustafa Kemal vardı. O, Makedonya Debre’nin Kocacık (Konyacık) nahiyesinde yerleşik olan atalarına bağlı, genetik yapısı nedeniyle ve bir Kocacık Türkmeni olarak yaşamaya devam etti. Evlad-ı Fatihan olarak da bilinen ceddine asla ihanet etmedi. “Ya yaptıkları, ettikleri?” diye sorulduğunu duyar gibi oluyoruz; bu fısıltılara vereceğimiz yegâne karşılık şudur: Ne yazık ki Mustafa Kemal ve arkadaşları, mevcut şartların tabana vurmuşluğunun Şöyle ki, 1919 Samsun’undan sonra Havza’ya geçen Gazi Paşa, küçük ilçede gözden ırak olarak yirmi gün kadar kaldı -hatta 22-. Orada geçirdiği bunca gün, Paşa’nın, Padişah’tan aldığı kısmî gücüne Abdülhamid’in ruhundan devşirdiği enternasyonal gücü eklemledi. İddia o ki, Paşa’nın ilçede görüştüğü şahsiyetler arasında İngilizler, bir Amerikalı general ve bir de Rus diplomat vardı. Lenin’in görevlisi olarak Havza’da bulunan diplomat, Gazi’ye kuracağı devletin “Bolşevik temeller” üzerine bina edilmesini önermeye gelmişti. Paşa “Neden olmasın?” diyerek muğlak bir cevapla işi bitirmiş ve Sovyetlerin desteğini kapmıştı. Bu destek, daha sonra silah ve altın olarak geldi Erzurum’a. Karabekir Paşa’nın söz konusu yardımı bizzat aldığını yazıyor kaynaklar. Bununla birlikte Mustafa Kemal, Bolşevik diplomata verdiği muğlak sözü yerine getirdi ve Türkiye Komünist Partisi’ni arkadaşlarına kurdurdu. Ama ne yapsın Paşa, halk o partiden hazzetmedi, bu parti kısa sürede tabela partisine dönüşerek sessiz sedasız terk etti siyaset sahnesini. Bunun gibi, Amerikalıların önemsediği yapısıyla bir bakıma Ahmet Yozgat liberal sayılabilecek Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırkası da onun eseri, 1931’de hayata geçirdiği Serbest Fırka da… Özel bir manşet Geriye dönelim… Kocacık Türkmenlerinden Kızıl Hafız’ın torunu son kahraman Mustafa’nın “Ankara Projesi”ne ecinnilerin karıştığını peyderpey sezinlemesi, yol haritasını da değiştirmesini gerektirmedi. Galiba o, tıpkı Abdülhamid gibi “Güçlerinden istifade ederim; ta ki amacıma ulaşana kadar…” diye düşünüyordu. Bu tekniği hayata geçirmekte başarılı da oluyordu. Tıpkı Ruslara yaptığı gibi Birinci Meclis’i de saf dışı etmişti. Ancak Birinci Meclis’in ekartasyonunun da tam söyleniş şekliyle Beyazlatılmış “Rizorto Planı”nın fikri olduğunu fark edemedi. Belki de onun en büyük hatası bu oldu. Moda deyimle “Paralel Rizorto” da diyebileceğimiz planlamanın mühendisleri, Birinci Meclis’i Gazi Paşa’nın ikbali için değil, kendi istikballeri için kapattırmışlardı. Zaten ondan sonra Rizortocuların yönetim üzerindeki etkileri, daha hızlı bir şekilde artmaya ve açıktan açığa hissedilmeye başlandı. Ankara’nın çekirdek kadrosu içerisinde burnu en keskin olan da Mustafa Kemal Paşa’ydı; Rizorto’nun kokusunu da ilk o aldı ve lakin keskin “Selanikli kokusu”, Çankaya sofralarının anason rayihası arasında kaynadı gitti. Haddizatında “Çankaya sofrası” da Rizortoyenler tarafından Gazi Paşa’ya karşı Gazi Paşa için alınmış birer önlemdi ve başarılı olundu. Belki de Mustafa Kemal’in en son çözdüğü komploydu o sofralar. Durumu anladığında takvimler 1930’ları bulmuş ve iş işten geçmişti Mustafa Kemal için. Kuruluşun ardından on yıl geçmiş, “Paralel Rizorto” devletin dizginlerini eline almıştı. Yapılacakların birçoğu Zübeyde Hanım’ın Oğlu eliyle yaptırılmıştı. En kötüsü de, Zübeyde’nin üzerine titrediği Sarı Paşa’sının vücudu alarm vermeye başlamıştı. Buna rağmen Mustafa Kemal, girdaptan bir çıkış rotası aradı ve ilk çare olarak “Rizorto”yu yasakladı. Tarihler bunu, “Mustafa Kemal Paşa, Masonların derneğini kapattı!” diye yazıyor. Bu karardan sonra Gazi’nin hastalığının bir anda sıçradığı ve sarılığın siroz şekline yükseldiği biliniyor. Garip bir şekilde Paşa’nın hastalığını tedavi eden de bir başka “dul kadının evladı” idi: Dr. Mim Kemal Öke… On yıllık kuşatılmışlığın nihayet künhüne eren Mustafa Kemal, o yıllarda o kadar bunalmıştı ki önünün kapatıldığını ve hızla ölüme itildiğini fark ettiğinde geriye dönmeyi ve işi sil baştan başlatmayı bile düşündü. İddia o ki, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi’ni konutuna çağırdı ve ona makamını teslim etmeyi önerdi. Yine iddia o ki, en yakın adamı İsmet Paşa’nın Rizorto’yla muvazi hareket ettiğini anlayarak onun ölüm emrini verdi. Bu sırada İstanbul’daydı ve İnönü’yü oraya çağırdı, fakat koca kulaklar, küçük ve derin ağızlarıyla Malatyalı’yı “Gitme!” diye uyarmışlardı. Zaten o da gitmedi. Lakin canının derdine düşmüş olan Kemal Paşa, “Kulağı engelli bu adam, milletin başına bela olacak!” fikrinde sabitti, öutlaka gereğinin yapılmasını istiyordu. Etrafındakiler Paşa’yı “sakinleştirmek” için tek nüshalı bir gazete bile bastılar “Hakimiyet-i Milliye” matbaasında. Özel baskı Ulus gazetesinin manşeti şöyleydi: “Eski Başvekil İnönü vefat etti!” İkinci basamaktan gizli birinci basamağa Hiç olmazsa işitme engelli adam ölmüştü. Artık Mustafa Kemal, kısmen rahat yatağında ölebilirdi. Bu itibarla “sürgün edildiği Savarona yatı”ndan Dolmabahçe’ye taşındı. Paşa’nın -devletin istikbali için- attığı son imza, Dersim isyankârlarının yok edilmeleri hususundaydı. Rizorto paralelizminin, Kızıl Hafız’ın Torunu’nun omzuna yüklediği son günah da bu oldu. Neden mi? Bu bir başka yazının muhtevası olmalı, şimdi yerimiz dar… Galiba 1938 yılının 10 Kasım’ı, Rizorto Planı’nın başarısının zirvesi oldu. Ve “İlk Türkiye darbesi 11 Kasım 1938’de yapıldı” ya da “Cumhuriyet dönemi darbeler tarihimizin ikincisi” mi deseydik bu cümleye. Bir evveli daha var ama neyse… İsmet Paşa’nın, “velinimeti”nin koltuğuna oturması ile 1930’lu yılların ortasında tamamlanan “Mustafa Kemal devrimleri”nin yerini alan “İsmet İnönü devrimleri”nin su yüzüne çıkması, resmen ve geride kalan yılları telafi edercesine süratli bir şekilde başladı. Devir, savaş devriydi. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay sonra başlayan İkinci Dünya Savaşı şartlarının uygunluğu nedeniyle “İnönü devrimleri”ne itiraz edecek bir babayiğit çıkmadı ülke evladı arasından. Elbette devlet dairelerinden Atatürk resimlerini kaldırtan, boşalan yere kendi portresini taktıran, paralara kendi suretini bastıran İsmet İnönü, hayata geçirdiği şahsî devrimleri nedeniyle hamuru yeniden yoğrulan devletin resmî ideolojisini de “Milli Şef ” olarak kendi adıyla etiketleyecek ve “İsmetizm veya İnönücülük” diyecekti ki “savaş bitti”... “Führerizm”e karşı kazanılan ikinci savaşın galibi Amerika olarak ortaya çıktığında, “Milli Şef ” de bir bakıma kaybetmişti. Onun kaybı, vasallarında yeni bir düzen dikte eden Amerika’nın yanında konumunu yeniden belirleyen Rizortocular tarafından terk edilmesiydi. Üstelik İkinci Paşa’yla yollarını ayıran Rizortocular, İnönücülük ya da İsmetizmi de çekip almıştı ellerinden. İnönücülük, bundan böyle “Atatürkçülük” olarak adlandırılacak, İsmetizm de “Kemalizm” olacaktı. Ya İsmet Paşa? O, yeni sistemin siyasî düzleminde kendisine Führer’den çakma “Milli Şef ” adını takanların yanındaydı ve bu durakta hevesi kursağında kalan “İsmet ideolojisi”ni ortanın solunda yeniden tanzim edebilirdi. Hayatı oradan oraya savrulmakla geçen İsmet Paşa, bir kez daha savrulurken hayatının yeni dönemini Mustafa Kemal’in Havza’da kurgulayıp “Türk Bolşevik Partisi” kandırmacasının durduğu 1925’ten ve de tekraren başlatıyordu. Ona da yetmedi hayatı, 1932 Serbest Fırka ve Menemen darbesindeki tecrübesini 1960’da denedi, kısmen başarılı oldu. 1971’de bir kez daha denedi ama yeni nesil darbeciler tarafından 9 Mart mezarlığına gömülen siyasî hayatı, iki yıl sonra “Anıtkabir’in varoşu”nda son durağına ulaştı. Vefa bizde kalsın, eğer layıksa, kendisine Yüce Rahim’den rahmet dileriz… Sonuç Rizorto’nun ikinci doğumu 1950’de oldu. Makedonya Selanik Rizorto’sunda kurgulanan planın yol haritası üzerindeki adım adım yolcuğuna “Beyaz Türk Müslümanlar”ın “Beyaz Türk” kısmıyla devam edişlerinden yola çıkarak… Peki, bu arada “Beyaz Müslümanlara ne oldu?” diye sormuştuk ya, işte manşet olarak şu oldu: “Yeter, söz milletin!” mottolu 1950 seçim zaferi… Ve bu yazının nihaî hedefinin ayrıntılarıyla Beyaz Müslümanlara ne olduğunu anlamak olduğunu belirtmiştik ya, sözümüz söz, dediğimizden caymış değiliz, maceranın o bölümünü bir sonraki yazıda anlatmaya çalışacak ve detaylandıracağız inşallah… özel sayı 101 2015 45 haberajanda Kökler Teolojik hikâyeler, gerek Kur’an ve gerek Tevrat’ta birbirini tamamlayacak nitelikte seyrediyor. Hatta Sümer, Akad, Elam gibi Ortadoğu uygarlıklarına ait ezoterik hikâyelerde yer alan belli belirsiz anlatımlar da semavi kitapların retoriğiyle senkronize bir durum arz etmekteler. Bu kutsal menkıbelere göre Nuh Peygamber, ilahî planlar dâhilinde ve kendisine vahiyle emredilen gemisini yapmaya başladığında, kırk yıl sürecek bir dülgerlik macerasına girişmişti. Bu hummalı çalışmalar sırasında kendisine yardımcı olan üç oğlu vardı: Yafes, Sam ve Ham… 46 özel sayı 101 2015 M ADEM isimlendirelim: Diyariçi (ülkeiçi) milleti… yazının başlığında “sınır boyu milleti” diye bir tarif yaptık, sınır boyluların karşısındakini de Turgay Alkan turgayalkan.ajanda@gmail.com >> Aslında bu kategorizasyonda millet, ülkeiçi adlandırılmasında saklı. Sınır boylular ise “millet” kelimesinin tam karşılığı sayılmasa gerek. Hani ilkokul matematiğinde “kümeler” başlıklı bir tema/ ünite dersi okutulmakta ya, örneğimiz oradan olsun. Aritmetikte akıllı çocuklara bu küme konusu, “birbirine benzeşen varlıklar topluluğu” olarak tarif edilmekte ve söz konusu varlıklar “eleman” şeklinde isimlendirilerek eliptik bir grafik kutu içerisinde gösterilmekte. Konu, daha sonra kümelerin birbiriyle ilişkisi şeklinde devam etmekte. Kümeler ayrı, aynı ve kesişen şeklinde üç biçimde sınıflanıyor. Adı üstünde, ayrı ve aynı kümeler, benzer ve farklı varlıklar ihtiva eden grupları ifade ediyorlar. Kesişen kümelerse, içlerinde benzeyen ve benzemeyen varlık bulunduran kümelerin ilişkisi üzerine kuruluyor. İki küme, -benzemeyen varlıklar dışarıda kalmak şartıyla- benzeyen varlıkların ortak alanda işaretlenmesi şeklinde resmediliyor. Bir bakıma iki ayrı parça, sınır boyunda çakıştırılıyor ve oluşan ara bölgede benzeyen unsurlar işaretleniyor. Bu ara bölgede yer alan her varlık, aslında iki tane ama küme grafiği içerisinde bir tane gösteriliyor. Bir bakıma benzer varlıklar eşleştirilerek evlendiriliyor ya da iki varlıktan bir eleman çıkartılıyor. Bu eleman, her iki ana kümenin özelliklerini taşıyor, ancak ortak alanın malı/ varlığı sayılıyor. Bir bakıma iki kümenin ortak elemanı veya iki eşin çocuğu gibi. Her iki eşin ortak özelliklerini taşıyan bir “üçüncü eleman” da denilebilir onun için, melez yani o. Söz konusu melez yavru, haddizatında ne o, ne bu; lakin hem onun, hem bunun birer parçası sayılabilir. Küme örneği, sınır boyu milletlerini anlatmak açısından açıklayıcı sanırım, hem bununla birlikte bir durumu da aydınlatmış oldu: Yazının başlığının yanlışlığını…Bir daha bakalım yazının başlığına: “Sınır boyu milletleri”… Burada dikkat çektiğimiz kelime “millet”; birinci paragrafın son cümlesini tekrar ve eğip bükmeden yeniden yazmamız şart oldu: “Sınır boylular “millet” kelimesinin tam karşılığına sahip değiller; bu bağlamda özgün bir ırk saymanın imkânı da yoktur onları, zira ortada melez bir grup var.” Melez olma durumu, sınır boyluların kanıyla sınırlı değil, haliyle dilleri, kültürleri ve fizikî görüntüleri de orta karar, dinleri ve inançları da. Ancak inançları zamanla baskın olandan ya da (haksızlık etmeyelim kendilerine) doğru zannettiklerinden yana evrilebiliyor. En kötüsü, bu kabil grupların insanî ve dolayısıyla sosyal duygu dünyalarında da bir “ortadanlık” fluluğu oluşuyor kanaatimizce. Şurası bir genel geçerdir ki, iki güçlü kimlik ve kişilik arasında gelişen üçüncül alan, kendi özgün kimlik ve kişiliğine sahip olamıyor. Biliyorsunuz, bu satırların yazarı bir çiftçi oğlu, bu sebeple gençliğinde tarla tapanla haşır neşir olmuş biri. Yani biz, çiftçilik yaptığımız zaman içerisinde, yan yana gelen buğday ve çavdar ektiğimiz tarlalarımızın sınır sınıra çakışan kısmında, buğday ve çavdarın aynı alanda büyüdüğüne şahit olurduk. Zira ekim anında karşılıklı olarak tohumlar sıçrardı birbirine. Ve biz çiftçiler, o alanın ürününü ne buğday, ne çavdar sayardık. Zira hasat edilen ürün, yakın oranda karışık olurdu. Bu karışımı ancak hayvan yemi olarak kullanırdık. Çünkü o karışımdan ne un olurdu, ne de tohumluk. Bir başka tarifle, biraz ondan, biraz bundan husule gelen ürün karışımı, gözden dışarı olduğu için çuvallara konulmaz, ahırdaki hayvan musullarındaki yerini alırdı. Dedik ya, biraz ondan, biraz bundan… Her şeye en baştan başlayalım İşte sınır boyluların halet-i ruhiyesini özetleyen tarif de bu! Yani “biraz ondan, biraz bundan” hali… Bu şekildir ki, sınır boyu ya da “tampon bölge insanları”nın özgün kimlik ve kişilik inşasını engelleyen yegâne/temel unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bu nedenle orijinal kimlik ve kişilik yoksunluğu, millet olmama durumuna sebep olmakta ve bu durum, sınır boyluların temel kaderi olarak süregitmektedir. Haklı olarak soruyorsunuz “Kim bu sınır boylular?” diye… Bu kabil arkaik kavimler, hususiyetle kökü tarihin derinliklerine dayanan, çoğunlukla imparatorluk kurmuş ya da imparatorluklarla bir şekil- özel sayı 101 2015 47 haberajanda Kökler Asyalı Yafesîlerin başında Türkler geliyor; sonra Moğollar, Mançular ve Koreliler… Bunların dışındaki Kuzey, Orta ve Güneydoğu Asyalıların tamamının ikinci ve üçüncü kuşak kavimler olma ihtimali oldukça yüksek. Asya’da Yafesoğlu olmayan tek millet grubu, Hint kıtası ve çevresinde yaşayanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu grubun Samî ve Hamî kırması üçüncül soy oldukları kanaatindeyiz. Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen. de muhatap olmuş milletlerin varoşlarında yaşayan vasal ırklardır. Doğudan başlamak gerekirse, Çin’in etrafındakiler, Orta Asyalı Bozkır Türklerinin etrafındakiler, İran’ın, Arap coğrafyasının çevresini kuşatan azınlıkların tamamı bu tarifin içine girer. Örneklemeyi biraz daha müşahhas şekle 48 özel sayı 101 2015 getirmek gerekirse, mevzuya “Kimler sınır boylu olmayan milletlerdir?” diye sormalıyız. Bir insanı tarif için neden babasının üzerinden iz sürülürse, milletlerin menşei araştırılırken de baba ya da ataya gitmek şarttır. Bu durumda hangi milletin babasını bilip de ona gideceğiz? Bu mümkün değil! Ama babaya, yani “en baba”ya gitme olasılığımız var. O halde gidelim… İnsanoğlunun dip babası olarak pozitivist bilim her ne kadar bir hücreyi tarif etse de işin o kadar küçüğü bize kılavuzluk yapmaya yetmez. (zaten yaptırmayız da.) İkinci önerme olarak maymunu da Darwin’e havale eder geçeriz. Bizim için aslolan tek seçenek “yaratılış” hakikatidir ve bu itibarla dip ata Âdem’dir. Ancak makalenin aradığı ilk ata ve ilk peygamber olarak Havva’nın kocası da değil, Nuh’tur. Zira Hz. Nuh, ilk kez kavimleşen insanlığın babası olarak Hz. Âdem’den farklı bir konuma sahiptir bizim için. Yani Hz. Nuh, daha belirgin ve belirleyici bir isim... Teolojik hikâyeler, gerek Kur’an ve gerek Tevrat’ta birbirini tamamlayacak nitelik- Turgay Alkan te seyrediyor. Hatta Sümer, Akad, Elam gibi Ortadoğu uygarlıklarına ait ezoterik hikâyelerde yer alan belli belirsiz anlatımlar da semavi kitapların retoriğiyle senkronize bir durum arz etmekteler. Bu kutsal menkıbelere göre Nuh Peygamber, ilahî planlar dâhilinde ve kendisine vahiyle emredilen gemisini yapmaya başladığında, kırk yıl sürecek bir dülgerlik macerasına girişmişti. Bu hummalı çalışmalar sırasında kendisine yardımcı olan üç oğlu vardı: Yafes, Sam ve Ham… Aslında “İnsanlığın İkinci Atası” unvanlı Peygamber’in oğul sayısı üç değil, daha çoktu. Dördüncü oğlun adı Kenan’dı. Ancak o, babasına yardım etme niyetinde olan biri sayılmazdı. Zira Baba’nın eşi ya da eşlerinden biri gibi o da inananlardan değildi. Bilmiyoruz, belki de ana-oğul birlikte reddediyorlardı kadim hakikati. Her neyse… Kader yolculuğu Gemi, Baba, üç oğul ve bir ya da birkaç inananla tamamlandı. Bu hususta fakirin kanaati, gemiye emeği geçen Nebi’nin yanı sıra sadece üç oğluydu. Ve o üç oğul, insanlığın tufan sonrasındaki birinci kuşak babaları olmaya hak kazandılar. Tufandan sonra yaşayan Âdemoğullarının tamamı, o üç oğulun belinden indi. “Peki, bu üç genç dülger eratının evlatlarını veren kadınlar kimdi?” şeklindeki bir soruya gerek görmüyoruz. Elbette eşleriydi. Yani üç genç adam, gemiye eşleriyle binmiş olmalılar. Ve tabiî anneleri ve babalarıyla beraberce, maaile yani… Buna göre Yafes, Sam, Ham ve onların eşleriyle beraber Baba Nuh, Nuh’un eşi ya da eşleri: Kader gemisinin yolcuları… Tabiî bir de hayvanlar âlemi, ilk transatlantiğin şanslı müşterileriydi. Hatırlarsanız, hayvanlar âleminin gemiye dâhil olan çiftlerinin tefekkürünü Kültür Ajanda’nın 10’uncu sayısında “Nuhoğullarının Serencamı” adlı makalede yapmıştık, girmiyoruz bu itibarla. Kavimleşmeye doğru “Tufan gemisi”, bir yılı aşan bir süre boyunca yerden ve gökten üzerine fışkıran seller arasında, tam 367 gün yaşam savaşı verdi. Sürenin sonunda sakinleşen yeryüzünün sivri uçlarından birinin -Kur’an’ın dediğine göre Cudi dağının- zirvesine oturdu ve ilahî planda murat edilen yolculuğunu tamamladı. Geminin oturduğu Cudi için, “Anadolu’nun güney doğusundaki Cudi dağıdır” diyenler de var, “Cudi kelimesi ‘herhangi bir dağ’ anlamında kullanılmıştır” diyenler de. “Cudi, bölge halklarından birinin şivesinde zirve ya da dağ anlamında kullanılan bir kavramdır” diyenlerin iddiasını çok anlamlı ve üzerinde durmaya değer görmediğimiz için geçiyoruz. Ayrıyeten Cudi’nin ne olduğu çok da mühim değil, nasıl olduğu daha önemli. Nasıldı peki? Cudi, demir atmaya en uygun yapıdaydı ve bölgeye hâkim olması, onun olmazsa olmazlardandı. Yani kıyıda köşede kalmış bir Cudi, ikinci grup yeryüzü konargöçerlerinin işini zorlaştırırdı. “Eski Dünya” diye adlandırılan üç kıtanın tam ortası, Cudi’nin koordinatlarını verebilir bize, haritaya bakmak lazım. Cudi’ye demir atan geminin yolcuları, dağ etrafında uzanan düzlükler belirginleştiğinde elbette karaya ilk adımı atma zamanının geldiğini anladılar. Bu an, Baba Âdem’in Serendip adasındaki Adem dağına ayak basışından daha anlamlıydı, zira dünyanın kıyamete kadar uzayan formatının ve “popülasyonik şemaili”nin ilk fırça vuruşuydu. Acun, Âdemoğullarının kategorisiz hazırlık evresini tamamlıyor ve “kavim kavim” yapıldığı devreye giriyordu. Bu devre, kısa bir süre aile aile, uzun bir süre sülale sülale, daha uzun bir süre aşiret aşiret devam edecek, sonra kavimler ortaya çıkacaktı. Kavimleşme, 1789 Fransız Devrimi’ne kadar gri alanda yürüyecek ve söz konusu devrimle birlikte siyah beyaz keskinliğinde karar kılıp milletleşecekti. İnsanlığın ilk aileleri belli: Yafes ailesi, Sam ailesi ve Ham ailesi… İşte bu aileler, insanoğullarının fideliği oldular! İlk kavmî çekirdek, görevini yerine getirdi. Yani kavimlerin büyükbabaları Yafes, Sam ve Ham’dı, ancak öz babaları, bu üç kardeşin oğulları oldu. Büyük bir ihtimalle ilk kavimler, adlarını da Nuh’un torunları olan bu babalardan aldılar. Bir soru daha: “Dünya yüzündeki milletler, sayıları her kaç ise, ikinci evrenin üçüncü kuşağı olan Torun-u Nuh’tan mı doğdular?” El-cevap: Hayır! Onlardan doğanlar, birinci kuşak kavimler olarak tarihteki prototip durumlarıyla yerlerini aldıktan epey sonra yeni kavimleri doğurdular; ikinci, üçüncü ve daha sonraki kavimlerin rahmi oldular. Buraya, daha alt paragraflarda devam etmek niyetiyle bir virgül atalım. Irklar Aradan geçen zaman içinde, gerek birinci kuşak kavimler, gerekse daha sonra tarih sahnesine çıkan tali toplumlar arasında varlıklarını devam ettirenler bulunduğu gibi, kaybolup gidenler de oldu. Yaşantısına kısmen evrilerek devam edenler olduğu gibi, hâlâ değişim üzerinde olanlar da var. Sonuçta kavimler de birer kader üzere halk ediliyor ve o kader dairesi içinde hayatiyetlerini devam ettiriyorlar. Aralarında uzun bir ömre sahip olanlar da var, olmayanlar da. Kadim efsaneler, bir Atlantis ülkesinden ve o masal ülkede yaşayan Atlantisli soydan söz eder. “Hani, şimdi neredeler Atlantisliler?” diye sormakta bir mahzur yok, hatta sormak lazım. Cevabı, flu bir efsanenin satır aralarında saklı. Onlar gibi, Hint Okyanusu’ndaki kıtalarında oturan “Mu ırkı”nın da alacakaranlık bir efsanesi var, ancak kendileri yoklar. Geçtik efsanelerden ve efsanevî kavimlerden, tarihin bahsettiği Fenikeliler, Kartacalılar, Hitityalılar, Sümerler neredeler? Bu saydıklarımızı zaman içinde yok olan ya da kaderlerini tamamlayan ve ilahî planda yaşamalarına gerek görülmeyen kavimler olarak algılamak mümkün, bir de bu ara zamanda yaşamış kavimler var. Mesela fakirin yazılarında sık sık sözünü ettiği “Tötonlar”… Günümüzde kendini “Töton ırkı”ndan sayan birileri yok, ancak ona nispet eden bazıları bulunmakta; Almanlar, İngilizler ve Fransızlar gibi… Bu ulusların tarih sahnesine çıkış tarihleri biliniyor. 0 (sıfır) tarihinden itibaren ve Tötonlar olarak var olan çakır gözlü, sarışın insan toplulukları, 0’la 500 arasında Tötonken, 500 ile 1500 arasında ayrı ayrı milletler olarak kendi dillerini konuşup kendi devletlerini oluşturdular. Bir başka de örnek “Ruslar”… Tarih sahnesine çıkışları daha dün gibi bilinen bu ırkın bidayetinde “Korkunç İvan” diye bir knezin dirayeti yer tutmakta. Misal, Portekiz halkı da tıpkı Ruslar gibi en yeni özel sayı 101 2015 49 haberajanda Kökler Yazının birincil amacı, ilk kuşak kavimlerin izini sürmek... Bu itibarla çoğalarak kendi geniş ailelerini kuran ilk üç oğul olarak Yafes, Sam ve Ham’ın Baba Hz. Nuh yaptıkları muhtemel jeostratejik toplantıyı çok önemsiyoruz. Diyor ki artık iyice yaşlanmış ve belki 900 küsur yaşına gelmiş olan Nebi Nuh, “Bakın evlatlarım! Artık bu dağın etrafına sığınamayacak kadar çoğaldınız. Bu durumda alın ailelerinizi yanınıza ve sürülerinizi sere serpe otlatacağınız yeni meralar bulmaya gidin”. milletlerden biri olarak örnek teşkil ediyor bize. Bu halkın geçmişi birkaç yüzyıl öncesine gitmiyor. Tıpkı Portekiz gibi bütün Latin Amerika halkları da İspanyol rahminden doğmuş durumdalar ve henüz gelişmemiş, “milletimsi” topluluklar olarak kendilerini tarife ve tarihe hazırlıyorlar. Cudi ve sonrası İki üst paragrafta virgül attığımız yere geri dönelim ve kaldığımız yerden devam edelim. Tahmin edileceği gibi bu yazının birincil amacı, ilk kuşak kavimlerin izini sürmek... Bu itibarla çoğalarak kendi geniş ailelerini kuran ilk üç oğul olarak Yafes, Sam ve Ham’ın Baba Hz. Nuh yaptıkları muhtemel jeostratejik toplantıyı çok önemsiyoruz. Diyor ki artık iyice yaşlanmış ve belki 900 küsur yaşına gelmiş olan Nebi Nuh, “Bakın evlatlarım! Artık bu dağın etrafına sığınamayacak kadar çoğaldınız. Bu durumda alın ailelerinizi yanınıza ve sürülerinizi sere serpe otlatacağınız yeni meralar bulmaya gidin”. Evet, mealen buna benzer bir konuşma geçmiş olmalı İkinci Baba ve üç oğlu arasında. Ondan sonra Yafes’i kuzeye giderken, Ham’ı güneye yol alırken gördü yeryüzü. Sam ise babasına en yakın yer olan Ortadoğu coğrafyasının sahibi oldu. Asyalılar, Afrikalılar ve Avrasyalılar kendi biogenetiklerini ve tabiî kültogenetiklerini oluşturma işine koyuldular. Kur’an’ın ifadesiyle “Birbirleriyle tanışsınlar ve bilişsinler” ilahî muradı üzere kavimleşme böylece başlamış oluyordu. İnsanlık tarihinin ikinci sahnesinde ve Cudi dağının etrafındaki geniş düzlüklerden yola çıkarak bu seyir yol buluyordu. 50 özel sayı 101 2015 Turgay Alkan Nuh Baba’dan ayrılan oğullar, ikinci ayrışmayı gittikleri kıtalarda yaşamış sayılmalılar. “Kıta babaları” diyebileceğimiz üç Nuhoğlu’nun genç evlatları, kendi aileleriyle bir yan bölgeye geçerken ilk sülalelerin de temelini atmış oluyorlardı. İşte bu ilk sülaleler, kısa bir süre sonra ilk kabile ya da aşiretlerin, onlar da birincil kavimlerin su basmanı olacaklardı. Bunlar üç aşağı, beş yukarı günümüzde de belli. Mesela Afrikalı Ham’dan türeyen ilk milletlerin sayısı çok değil, diğer kardeşleri gibi az ve bu skalada Habeşliler, Koptlar ve Sudaniler yer alıyor. Ancak bugün Afrika’da mekân tutan onlarca ulus için “bu üçlüden türeme” denilebilir. Yani tali uluslar olarak Berberiler, Orta Afrika kuşağında Tuarekler ve daha güneyde yer alan Kush ırkları Pigmeler filan… Hamî ırklar gibi Samîler de bidayette üç beş taneydi. Bunların başında Fenikeliler, Aramiler ve Amelikalılar yer tutuyordu. Ancak zaman içinde bunların özgün takipçileri kalmadı ve talî ırklar türeyerek Samî geleneğini devam ettirdiler. Günümüzde bunların en belirginleri, Hz. İbrahim’in –ki kendisinin Arami olduğu ihtimal- iki oğlunun babalık yaptığı İsmailoğulları ve İshakoğullarıdır. Yani Araplar ve İsrailliler... Fenikelilerin devamı olarak da Rumlarla başlayan Akdeniz esmerlerini sayabiliriz. İçtimaî devinim Çıkalım Kuzeye ve Asyalılara bir göz atalım. (Yani Yafes’in sulbundan gelen birincil milletlerin kimliklerinin peşine düşelim.) Asyalı Yafesîlerin başında Türkler geliyor; sonra Moğollar, Mançular ve Koreliler… Bunların dışındaki Kuzey, Orta ve Güneydoğu Asyalıların tamamının ikinci ve üçüncü kuşak kavimler olma ihtimali oldukça yüksek. Asya’da Yafesoğlu olmayan tek millet grubu, Hint kıtası ve çevresinde yaşayanlar olarak karşımıza çıkıyor. Bu grubun Samî ve Hamî kırması üçüncül soy oldukları kanaatindeyiz. Hindistan’dan yola çıkan ve Kavimler Göçü şeklinde batıya yürüyen ve günümüz Kuzey ve Batı Avrupa halklarını oluşturan grupların genetiği, dördüncül ve Hindistan çıkışlı grupların Yafesîlerle eşleşmesinden, sondan bir önceki formata evrilmiş olmaları muhtemel. Son şekilleri de bugünkü tarifleri olarak dünya milletler skalasında yer alan halleridir tahminen. Tekrar geri dönelim ve “Her şeyin doğrusunu Âlim olan bilir” diyerek bir ara özet yapalım. Nuh Dede’nin üç oğlunun belinden inen ve sayıları birkaç elin parmakları adedince olan birincil milletlerin dışında kalan tüm ırklar, “sınır boyu halkı” sayılabilir. Ancak hayatlarının belli bir döneminde sınır boyu tamponları olan halklar, zaman içinde kavimleştiklerinde kendi varoşlarına devrettikleri yaftalarından kurtulmanın heyecanıyla skaladaki yerlerini alıyorlar. Bu evrilme tarih boyunca devam edegeldi ve her devir, kendi sınır boylusunu kavimleştirme vazifesiyle tarihe katkıda bulundu. Bu “içtimai devinim” hiç durmadı ve günümüze kadar süregeldi -süregidecek de-. Lakin şunu söylemeden geçmemeliyiz: Tarihin bir noktasında sınır boyu halkı olarak ortaya çıkmış her sosyal grup için “İlle de kavimleşecek!” diyerek bir postülat ortaya koymak da sosyolojiye uygun düşmez. Sonuçta burada işlenen hususun matematiğe dair bir kesinlik değil, sosyal ilme ait bir çıkarsama olduğunu unutmamak lazım. Sonuç Devam edelim ve gelelim günümüz sosyo-devlet yapısı içinde yer alan sınır boyu milletlerine. Yazının baş kısımlarında söz edildiği gibi, dünyanın siyasî haritasında Hindistan’ın etrafını kuşatan bir sınır boyu kuşağından söz edebiliriz. Bunun gibi, Çin’in güneydoğusunda milletimsi sınır boylulara da rastlanıyor. Rusya’nın Avrupa bölgesinde de “sınır boyu kavimcikleri” haddinden fazla. Ve tabiî Asya’da İran’ı unutmamak gerekiyor. Bunun gibi, Türkiye’nin güneyinde, doğusunda ve güneydoğusunda ciddi sayıda sınır boyu sosyal gruplar mevcut. Afrika’ya geçince, orada da “sınır boyu sosyalitesi” açısından zengin bir müktesebatla karşılaşmak olası. Keza Latin Amerika’nın da ciddi sayıda sınır boyu topluluklarını bağrında barındırdığı görülüyor. İçinden yeni çıktığımız 20. yüzyıl, sınır boyu yapıları belirginleştiren bir turnusol gibi davrandı ve bütün kabile, aşiret ve boy oluşumlarını kavimleştirme hususunda kışkırtıcı bir rol oynadı. Lakin aynı yüzyıl, milletleri ve sınır boyu kavimlerini ve aşiretleri oldukça sağlam hudutlar içine hapsetmişti. Hani ulus devletler yüzyılıydı ya, o minvalde… İşte bu hapsedilmişlik halidir ki, mevcut milletleri topyekûn bir savaşın eşiğine, sınır boyluları ise terörvari eylemlerin ortasına getirip bıraktı. Bu yıllarda yaşananların tarifi şöyledir: İnsanoğlu, sosyal bataklığın ortasında debelene debelene girdaptan kurtulmaya çalışıyor ya da çırpına çırpına daha da batıyor balçık bahrine. “Kurtuluş imkânı var mı, varsa ne kadar mesafede?” sorusu hak oldu burada. Ya da toptan keselim tren biletini, çare ne? Kestirmeden söyleyelim: “Yeniden imparatorluklar çağına dönmek…” Eğer böyle dersek ayıplamayın lütfen! Sözünü ettiğim “imparatorluklar çağı”ndan kasıt, imparatorlukların kavimler üstü yaklaşımıdır. Bu yaklaşımı günümüzde kısmen hayata geçiren ülke ABD’dir, ancak en başarılı örnek Osmanlı olarak duruyor tarihte. Zaten ABD’nin Osmanlı’yı örnek aldığı iddia edilir ki, eğer öyleyse, orada ortaya konan örnek olabildiğince kötü olarak gözlemleniyor. Zira Osmanlı bu kadar berbat olamaz! İnsanlık tarihini bir çıkmazın başına çakan “sınır boyu topluluklar enflasyonu” sonucunda sorun yaşayagelen Türkiye’nin bizatihi Osmanlı mirasçısı olması, 21. yüzyılı anlama ve yorumlamada Ankara’ya kolaylık sağlayacaktır. Yeter ki topyekûn olarak Anadolulular, 1999’u, hatta daha öncesini yaşamaya devam etme anakronizminden kurtarılıp 2000’in ilerisine geçme becerisini göstersinler, o zaman iş çok kolay olacaktır. Ha gayret Anadolu halkı! Irkî planda Türklük, Kürtlük veya Çerkezlik gibi, inanç düzleminde Sünnilik ve Alevilik gibi ayrışmaları yaparken bakılması gerekenin ana millet ve tali millet tarifinin iyi yapılması gerektiğini de anımsatarak “sınır boyu kalabalığı” sendromuna kapılmamak gerektiğini hatırlatmak isterim. Herkes kendini son babaya göre değil de Dip Baba’ya giderek tarif eder ve ona uygun bir gelecek koordinatı belirlerse, kendisi için yaptığı bu belirleme, herkes için son derece pozitif bir sonuç doğurur. O halde haydi en yakın ortak babada ya da Dip Baba’da birleşmeye! Ve Allahualem… özel sayı 101 2015 51 haberajanda Gündem Agatha Christie romanlarından çizgi roman karakterlerine, Hollywood yapımlarından Star Trek serilerine, şarkı isimlerinden ABD, Kore, hatta Bangladeş’te dahi bulunan müzik gruplarına, kara deliklerden savunma sistemlerine birçok mecrada kullanılan bu ismin en çok kullanıldığı yer, “İngiltere menşeli savaş gemileri”. Bunları şöyle özetleyebiliriz: HMS Nemesis, (İngiltere’deki çeşitli Kraliyet donanma gemileri), USS Nemesis (ABD donanma gemisi), Nemesis (Doğu Hindistan Şirketi’ne ait bir Britanya savaş gemisi), OPV Nemesis (New South Wales Polis Kuvvetleri tarafından kullanılan devriye gemisi). *** Yine üç ciltten biri olan “Cehennem” adlı bölümde ise, Dante’nin tasavvuruna göre “Inferno” şeklinde isimlendirilen cehennemin dokuz katı vardır. Bu dokuz katın yedi ve dokuzuncu katına yerleştirilenlerin arasında ise ilginç bir ilişki bulunmaktadır. Inferno’nun yedinci katına zalimler, dokuzuncu katına ise hainler yerleştirilmiştir. Bu iki zümrenin “paralel” hali ise düşündürücüdür. Zira zalim, devletin kudret ve imkânını kendi hegemonyası altına alarak millete zulmedendir ki bu, milletten alınan yetkiye ihanettir. Öyleyse zalim, aynı zamanda haindir. Hain ise, devletine ihanetle etmekle millete zulmetme düşüncesindeki düşmanlara arka çıkmakta, dolayı- 52 özel sayı 101 2015 Sezaryen devleti Paralel ittifak-p evlat edinmek: aralelde ittihat “S IC samper tyrannis!” En başa alarak imgelerle süslenen kadim savaşın anahtarlarından birini hatırlatmak istediğimiz bu Latince cümle son dönemde karşımıza oldukça fazla seçmelerle çıkarılsa da, dehşet verici tarihî derinliğiyle muhalif ruhun en belirgin adrenalin pompalarından biri olma özelliğini taşıyor. >> Bu yazı da yayınlandıktan sonra Türkiye’nin 2023 vizyonunu nihaî demde şekillendirecek kulvara girmiş olacağız. 7 Haziran 2015 günü yapılacak “format” seçimine bir aylık süreç kalıyor bu aralıkta. Yalnız söz konusu bu aralığa doğrudan değinmek yerine başkanlık sistemi üzerine kurulu olsa da bazı yavan tartışmalarla geçirilen Türkiye gündemini tam da bu konu üzerinde biraz yönlendirmek isteriz. Bilindiği üzere başkanlık sistemi, her nedense hep bir tekel yönetim ve hükümdarlık düşüncesiyle bir arada sunularak konuşulur muhaliflerince. Peki, başkanlık sistemi düşüncesi gerçekten de kendisine yönelik ithamları hak ediyor mudur? Yoksa bu sisteme dair konuşulan muhalif eleştiriler, iftira sınırını aşan iddialara mı dayanıyordur? Bilim insanlarının ulaşabildiği ve dolayısıyla tahlilleri arasına aldığı en eski siyasî tarihe baktığımızda Sümerlerde de, Babillerde de, Akatlarda da, Hititlerde de, Urartularda da, Lidyalılarda da, İyonyalılarda da, Spartalılarda da, Mısırlılarda da, Türklerde de, Romalılarda da, Perslerde de, Çinliler veya Japonlarda da aynı tip yönetim sistemleriyle karşılaşılıyor. Belli ki bu yönetimler, bulundukları bölgelerde diğer insanlara liderlik edenlerce oluşturulan ve bu liderliği “hükmetmek” seviyesine çıkararak çeşitli kurumlarla kendine bağlayan bir biçimle formatlanmışlar. Bu yönetim tiplerini oluşturan liderliğin unvanı kimi yerde lugal, kimi yerde pal, kimi yerde kral, kimi yerde li, kimi yerde sin, kimi yerde han, kimi yerde hakan, kimi yerde firavun yahut Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com sıyla zulmetmektedir. Öyleyse hain, aynı zamanda zalimdir. *** Ancak bütün bu suikast sırasında geçen diyaloglardan en önemlisi, tarihe de yüzyıllardır mâl olmuş durumdaki Sezar-Brutus diyaloğudur. Sezar’ın son sözlerinin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir, bu konu hakkında bilim adamları da oldukça tartışmışlardır; ancak bazı ciddi veriler, bu diyaloğun doğruluğa daha yakın olduğunu gösterir. Sezar, üzerine çullananların arasında Servilia Caepionis adlı metresinden olan oğlu Brutus’u görünce “Sen de mi Brutus? (Sen de mi çocuğum?)” diye sorar. Brutus’tan gelen cevap, o en baştan beridir değindiğimiz ve tarih boyunca kullanılacak ama burada ilk kez dillendirilecek olan tümcedir: “Sic samper tyrannis!” *** Şimdi başkanlık sistemi ve kulvarında yürüdüğü Yeni Türkiye tartışmalarında hep aynı sloganı kullanıyorlar: “Yaşasın Cumhuriyet!” Robespierre’nin Luis için söylediği “sic samper” sloganı da böyle bitiyordu: “Louis doit mourri! Que la république peut vivre!” Türkiye’de, ancak Erdoğan’sız olunca Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin hangi ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel görüntüsüdür bu düşünce. Zira Erdoğan kölelerin özgürlüğü için savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp bağırma arzusundalar… özel sayı 101 2015 53 haberajanda Gündem da ceasar (kayser) olmuş. Hatta bu unvanlar, belirli dönemlerde doğrudan liderliği elinde bulunduran kimseyle birebir örtüştürülüp doğrudan bir liderin ismiymiş gibi kullanılmış da. Asurbanipal, Naram-Sin, Zhin Han, Oğuz Han, (Hz. Musa’yı takip ederken Kızıldeniz’de boğulan) Firavun veya Jül Sezar, bu kullanımlardan birkaçı. Peki, modern başkanlık sisteminin uygulandığı ülke ve rejimlerde “başkan” unvanının doğrudan bir isimmiş gibi yapışıp kaldığı bir şahsı örnek vermek mümkün mü? Bu örneği vermekte zorlanacağız, hatta belki de bulamayacağız. Belki aklımıza yakın tarih itibariyle “Bilge Kral” lakabıyla (Rabbim ruhunu şad eylesin) Aliya İzzetbegoviç gelecektir. Ama belirttiğimiz üzere o, başkanlık sisteminin işlediği bir yerde başkan değildi. Hem onun için kullanılan, bir unvan değil, lakaptı. Ayrıca bu kullanımın “Bilge Kral” değil de en azından “Bilge Başkan” şeklinde dillendirilmesi lazımdı. Madem böyle bir örnek bulamıyoruz, öyleyse günümüz başkanlık sisteminde lider hükmündeki şahsiyetlerin değerlendirmesini yapmak yerine, başta değindiğimiz Latince vurgunun köklerine inelim. Nemesis Bu konuya girer girmez, mitolojide “Nemesis” isimli bir figürle karşılaşıyoruz. Nemesis, adaleti sağlamak için intikam almayı savunan merhametsiz bir tanrıça, Roma’da “Ultio” adıyla da karşımıza çıkıyor. “Merhametsiz tanrı mı olur?” demeyin; mitoloji, bugün de yaşatılmaya çalışıldığı kendi gerçekliğinde iyi hasletlerin de, kötü hasletlerin de tanrı veya tanrıçalarıyla dolu. Peki, Nemesis nasıl tanınmış? Aşırı gurur ve bencilliğe düşenleri cezalandırarak… İşte bu yüzden intikamı savunuyor! Dolayısıyla kindar ve merhametsiz… Bu tanrıçanın tasvirinde kullanılan işaretlerse ilginç! “Kılıç ve kum saati” şeklindeki iki materyalin kullanımı, sanırım intikamın nasıl soğuk yenen bir aş olduğunu açıklamaya yetmekte (!). “Nemesis” isminin hangi alanlarda kullanıldığına bakalım mı? Edebiyat, sanat, müzik, film, oyun, illüzyon, astroloji, bilgisayar sistemi, yarış aracı (otomobil ve uçak), askerî ve gayrimeşru operasyon, hava savunma sistemi, eğlence… Agatha Christie romanlarından çizgi roman karakterlerine, Hollywood yapım- 54 özel sayı 101 2015 larından Star Trek serilerine, şarkı isimlerinden ABD, Kore, hatta Bangladeş’te dahi bulunan müzik gruplarına, kara deliklerden savunma sistemlerine birçok mecrada kullanılan bu ismin en çok kullanıldığı yer, “İngiltere menşeli savaş gemileri”. Bunları şöyle özetleyebiliriz: HMS Nemesis, (İngiltere’deki çeşitli Kraliyet donanma gemileri), USS Nemesis (ABD donanma gemisi), Nemesis (Doğu Hindistan Şirketi’ne ait bir Britanya savaş gemisi), OPV Nemesis (New South Wales Polis Kuvvetleri tarafından kullanılan devriye gemisi). ABD’nin başlangıçta bir İngiliz kolonizasyonu olarak doğduğunu düşünürsek, söz konusu gemilerin hepsinin de İngiltere mühürlü olduğunu görmek sizce de ilginç değil mi? HMS grubunun aritmetik sıralamalı birkaç gemisi, doğrudan İngiliz Kraliyet donanmasının. OPV’nin, bir İngiliz prensliği olan Galler’in güneyindeki emniyet güçlerince kullanılması da tamam! İngiliz sömürgesi olmasıyla bilinen Hindistan’da kaim bir şirketin savaş gemisi sahibi olmasını da anladık. Tüm bunlar varken ABD’ye de bir Nemesis yakışırdı zaten (!)… Bu ismi öyle bir yerde görürüz ki, eyleme geçirilen kurgusu üzerinde de ayrıca konuşulmalıdır ki bu konu, Ermeni Taşnak Partisi’nin 1919 yılında alınan kararla başlattığı silahlı eylemler bütünü olan “Nemesis Operasyonu”dur. Nemesis Operasyonu, Ermeni tehciri kararının alınmasını sağlayan Osmanlı İmparatorluğu ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin devlet adamlarını hedef almıştır. Operasyon için öncelikle yaklaşık 650 kişinin listesi çıkarılır. Operasyonu yönetmek için özel bir birim oluşturulur ve tüm yetki bu birime bağlanır. Birimin yöneticisi, Ermenistan’ın ABD Büyükelçisi Armen Garo’dur. Finansal destek için özel bir fon oluşturulmuştur. Operasyonun yasal engellerle karşılaşmaması için bir dernek kurulur ve kooperatif statüsünde çalışarak yardım balolarında eğitim ve hayır işleri için para toplanır; toplanan paralar, silahlı birimin fonuna kaynak olarak aktarılmıştır. Tehcir kararında etkisi olanların bazılarının yanı sıra, Türklerle birlikte hareket eden bazı Ermeniler de bu operasyonla hayatlarını kaybettiler. ASALA mı? Nemesis’ten bir ASALA doğmuş olabilir mi bilinmez, onu Zeus’a sormak lazım (!)… Dante’nin Inferno’su Tarihteki hiçbir zaman zarfında unutulmayacak olan Nemesis’in bu kadar çok hatırlanmasının sebebi ortada. Peki, konumuz olan “Sic samper tyrannis!” şeklindeki sloganla ne tür bir ilişkisi olabilir? Bunun için 1200’lü yılların sonlarında yaşamış önemli bir edebiyatçıyı, Dante’yi (Durante Alighieri) anarak başlamamız gerekecek. Dante’nin en bilinen eseri, “Commedia” başlığıyla yazdığı üç ciltlik manzumeler bütünüdür. “Cehennem”, “Araf ” ve “Cennet” olarak üçe ayrılan bu ciltlerde Dante, İtalyancayı şaha kaldıran bir üslup kullanmıştır. Tabiî eserin “Commedia” olan ismi, eser yazıldıktan 100 yıl sonra -Giovanni Boccaccio tarafından- başına “La Mehmet Serhat Bıçak Divina” getirilerek “La Divina Commedia”, yani “İlahi Komedya” haline çevrilmiş ve Kilise tarafından “ilginç bir biçimde benimsendiği” için böylece Hıristiyanlaştırılmış. Dante’nin İlahi Komedya’sında, az önce değindiğimiz üzere üç ayrı bölüm vardır. Bu bölümlerden ikincisi olan Araf ’ta, yeryüzündeki günahları birer birer sıralar. Bu günahların en başındaysa “kibir” vardır. Yine üç ciltten biri olan “Cehennem” adlı bölümde ise, Dante’nin tasavvuruna göre “Inferno” şeklinde isimlendirilen cehennemin dokuz katı vardır. Bu dokuz katın yedi ve dokuzuncu katına yerleştirilenlerin arasında ise ilginç bir ilişki bulunmaktadır. Inferno’nun yedinci katına zalimler, dokuzuncu katına ise hainler yerleştirilmiştir. Bu iki zümrenin “paralel” hali ise düşün- dürücüdür. Zira zalim, devletin kudret ve imkânını kendi hegemonyası altına alarak millete zulmedendir ki bu, milletten alınan yetkiye ihanettir. Öyleyse zalim, aynı zamanda haindir. Hain ise, devletine ihanetle etmekle millete zulmetme düşüncesindeki düşmanlara arka çıkmakta, dolayısıyla zulmetmektedir. Öyleyse hain, aynı zamanda zalimdir. Bu iki katın sahipleri, kibrin, yani en büyük günahın ortakları oldukları için cehennemin de en dibindedirler. Öyleyse onlar, yaptıklarının bedelini en ağır şekilde ödemek zorundadırlar. Bu bedeli tahsil edecek bir vücut şarttır; hem de vakit geçirmeden, kılıcını her an keskin tutarak… Rönesans’ın en ünlü yapıtlarından biri olan İlahi Komedya’nın müessiri Dante, siyasî anlamda Papalık makamıyla birçok kez karşı karşıya gelmişti. Bu dönemde Papalığa karşı yapılanan Tapınak Şövalyeleri ile birçok araştırmacı tarafından ilişkilendirilen Dante, bazılarınca Fede Santa, bazılarınca da Fedeli D’Amore adındaki bir ezoterik derneğin üyesi kabul edilmiştir. Zira İlahi Komedya ve diğer eserlerinde Latince ve İtalyanca kullanırken müthiş derecede sembolizme başvurmuş, Tapınakçı imgeler kullanmıştır. Ayrıca Dante, bir şövalye olan dedesinin hayranıdır ve onun soyunun “Roma”ya dayanmasıyla övünmektedir. “Roma” demişken, onun övündüğü Roma’da ortaya çıkan “Sic samper tyrannis!” cümlesinin hikâyesine bu kadar hazırlığın arkasından geçebiliriz. özel sayı 101 2015 55 haberajanda Gündem “Sen de mi Brutus?” Gaius Julius Ceasar, kendisine Latince “rex”, yani bizim bildiğimiz anlamıyla “kral” şeklinde hitap edilmesinden hoşlanmıyor ve “Ben kral değil, Sezar’ım” diyordu. Aslında onun bu çıkışı, gayet siyasî idi. Zira Roma’nın en tepesindekinin unvanı idi “cesear”, yani bizim dillendirişimizle “kayser”. Dolayısıyla onun bu cevabı, ne yanından bakılırsa bakılsın doğru bir görüntü veriyordu. Şimdi kendisine “kral” denilmesinden hoşlanmayan Gaius Julius Ceasar’a ( Jül Sezar) yapılan suikasta gelelim ve bu sahneyi biraz tahayyül edelim. Kendilerine “Liberatores” (Özgürlükçüler) ismini veren bir grup senatörden bir kısmı, -suikast planı dâhilinde- daha önce Senato’nun yetkilerini kaldıran Sezar’dan Senato’ya gücünü geri vermesi hakkında Sezar’dan ricada bulunmak için hazırladıkları dilekçe taslağını okuması için Sezar’ı Forum’a çağırdı. Suikast haberini alan Sezar yanlıları Forum hamlesine düşerken, Sezar’ın yolu Campus Martius’daki Pompei Tiyatrosu’ndan geçerken başka bir Liberator grup tarafından kesildi ve Doğu Portikosu’na bitişik bir odaya yönlendirildi. Tuzağın bir parçası olan dilekçeyi okumaya başladığı an Sezar’ın, dilekçeyi arz eden Liberatores mensubu Tillius Cimber tarafından togası aşağı indirildi. Sezar’ın Cimber’e “Bu bir vahşet!” şeklinde çıkıştığı sırada başka bir Liberator Casca, hançeriyle Sezar’ın boğazını kesti. Casca’nın kolunu yakalayan Sezar bu kez de ona “Casca, seni hain! Ne yapıyorsun?” deyince Casca afalladı ve yardım çağırdı. Marcius Junius Brutus’un da bulunduğu geri kalan kırk kişilik grup bir anda Sezar’ın üzerine çullanıp onu bıçaklamaya başladı. Sezar’ın burada can vermesinin ardından Brutus ve beraberindekiler, bağıra çağıra Capitol tepesine yürüdüler ve Roma’ya şöyle seslendiler: “Roma halkı! Bir kez daha özgürüz…” Ancak bütün bu suikast sırasında geçen diyaloglardan en önemlisi, tarihe de yüzyıllardır mâl olmuş durumdaki Sezar-Brutus diyaloğudur. Sezar’ın son sözlerinin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir, bu konu hakkında bilim adamları da oldukça tartışmışlardır; ancak bazı ciddi veriler, bu diyaloğun doğruluğa daha yakın olduğunu gösterir. Sezar, üzerine çullananların ara- 56 özel sayı 101 2015 sında Servilia Caepionis adlı metresinden olan oğlu Brutus’u görünce “Sen de mi Brutus? (Sen de mi çocuğum?)” diye sorar. Brutus’tan gelen cevap, o en baştan beridir değindiğimiz ve tarih boyunca kullanılacak ama burada ilk kez dillendirilecek olan tümcedir: “Sic samper tyrannis!” Shakespeare, Julius Caesar adlı oyununda işte bu diyaloğa yer verir. Elbette diyalog, edebiyatın tarihe kattığı yoğurmalar içerisinde mayalanmıştır. Shakespeare’nin kullandığı “Sic samper tyrannis!” tercümesi, İngilizce “Thus always to tyrants!” şeklindedir. Kuvvetle muhtemel, Türkçeye çevirisinde yine edebî bir kaynaştırma yapılmak istendiği için bu İngilizce cümle “Öyleyse yıkıl Sezar!” şeklini almıştır. Ancak bu kaynaştırma zorlaması, Türkçede bambaşka mecralara akmış ve sonunda “Tiranlara (zorbalara) ölüm!” biçimine evrilmiştir. Bu çeviride Fransız İhtilali’nin hırçın delikanlısı Ropespierre’nin “Louis doit mourir”, yani “Luis ölmeli!” cümlesinin yattığını düşünebiliriz. Ancak “Sic samper tyrannis!” yahut İngilizce formuyla “Thus always to tyrants!” cümlesi, “Tiranlara hep böyle (olur)!” anlamına gelir. Karnak rahiplerinin intikamı “Tiran” kelimesi, döneminin krallarına, kayserlerine, prenslerine, imparatorlarına, diktatörlere, hâsılı yöneticilere verilen bir unvan olarak kullanılmıyordu. “Gücüne mahkûm eden kibirli, müstebit (istibdatçı)” anlamındaki bu kelimeyi biz, siyaseti yönlendirecek platformlarda gördük. Bu platformların temel zemini ise inanç sistemleri oldu. Ancak inanç sistemleri ilahî temellerden çıkarılıp şahsî fikirlerin tasdik edici enstrümanları halini alınca, “inanılan” değil, “kullanılan” oldular. Antik Mısır veya Pagan Roma’nın Hıristiyanlıkla tanışmaya başladığı yıllarda bu hikâyeyi görürüz. İkisine de değinmekte fayda var. Antik Mısır’da Amon ile Ra şebi eylenmeden evvel, en büyük olarak Amon’a inananların çok tanrılı bir inanç sistemleri vardı. Amon, “razı olan” anlamındaki ismiyle yaratıcı (baş)tanrı hükmündeydi. Elbette ona inanan Mısırlıların Amon’a tapındıkları mabetlere de “Amon Tapınağı” deniyordu. Bu tapınaklara mensup rahipler, Mısır firavunundan korksalar da “din adamı” rüt- beleriyle firavun karşısında dahi dokunulmaz kimselerdi. Mısır firavunları, bugün kullanılan “Abdullah”, yani “Allah’ın abdi” veya “Tanrıkulu” şeklinde tercüme edilebilecek bir isimlendirmeyle “Amon Huteph” ismini özellikle tercih ediyorlardı. Dolayısıyla saltanatın devamı da hep aynı isimle devam ediyordu; I. Amon Huteph, II. Amon Huteph gibi… Bu ismin kullanımındaki derinlik, Amon Tapınağı etkisi altındaki kralların halka gösterdikleri tahakkümü din üzerinden kurgulamak ve firavun olarak ölümsüzlük, yani daha ilerisinde tanrılık örgüsüyle kuvvetlendirmeden kaynaklanıyordu. Antik Mısır’da bu geleneği bozan ilk hükümdar, IV. Amon Huteph olan ismini değiştirerek tek tanrı inancını kabul etmiş şekilde Mısır halkının da çok tanrılı inançtan vazgeçmesini isteyen “Achen Aton” olmuştu. Yani Achen Aton, firavunluğu elinin tersiyle itiyor, tanrılıkta gözünün olmadığını belirtiyordu. Achen Aton, “Aton’un hizmetkârı” anlamına geliyordu. “Aton”, Antik Mısır’da tekliği bildiren ve güneşle simgelenen tanrının adıydı. Achen Aton’un bu inanç bildirisini en ileri düzeyde destekleyense eşiydi. Onun adı, Mısır tarihinin en meşhur kadın hükümdarlarından biri olarak “Nefertiti” şeklinde anıldı. Ancak Achen Aton’un bu devrimi uzun sürmedi ve kendisinin vefatıyla geliştirdiği inkılabın bütün izleri büyük bir hınçla alelacele silindi. Bu hıncın arkasında, tek tanrıya inanan sisteme geçişi sağlayan Achen Aton’a duyulan nefret vardı. Zira Achen Aton, Karnak’ın (Amon Tapınağı) “Dinimiz (kazancımız) elden gitti!” telaşındaki rahiplerince “sapkın hükümdar” ilan edilmişti. Achen Aton’un ölümüyle tahta çıkan genç hükümdar, bugün lanetiyle meşhur Tutankhamon’du. Tutankhamon’un yetişmesinde Amon Tapınağı’nın gizli çalışmaları oldu. Öyle ya, Tutankhamon’un asıl adı, tek tanrıya inanan babası tarafından “Tutankh Aton” olarak konulmuştu. Fakat o bu dini benimsemediği için ismini değiştirdi ve “Aton’un yaşayan resmi” yerine “Amon’un yaşayan resmi” anlamına gelen o meşhur ismi aldı. “Diz çök ve itaat et!” Pagan Roma’nın Hıristiyanlıkla tanışma- Mehmet Serhat Bıçak ya başladığı yüzyıl içerisinde, tarihteki ilk halk devrimlerinden biriyle yine Mısır’ın İskenderiye şehrinde karşılaşıldı. Bu devrim, pagan asillerinin ve devlet yöneticilerinin asi Hıristiyan köleler ve yoksullar karşısında nasıl diz çöktürüldüğünü en çarpıcı detaylarıyla gösterir. Bu detaylardan bir örneği buraya kaydetmek lazım... Hypetia, İskenderiye’de yaşayan önemli filozoflardan biriydi ve bir hanımefendiydi. Öğrencilerinden biri olan Orestes, Roma’nın asillerinden birinin oğluydu ve ona âşıktı. Hıristiyan İskenderiye devrimi gerçekleşip de paganlara karşı üstünlük sağlanınca, İskenderiye Senatosu’nda Hıristiyan senatörler de yerlerini aldı ve bir baskı gücü oluştu. Bu sırada Orestes, elindeki gücü kaybetmeme düşüncesinin de gösterdiği hamleyle Hıristiyan oldu. Hıristiyan olmanın da verdiği kuvvetle Orestes, daha sonra İskenderiye Valisi oldu. Ancak Hypetia’ya aşkı devam ediyordu ve bu sebeple de kendisiyle sürekli olarak görüşmeye çalışıyordu. Mütefekkir hanımefendi, bölgedeki sosyal karışıklığın önüne geçmesi için Hıristiyanlığı kabul et- memiş biri olsa da Vali Orestes’i etkisi altına alabilmişti. Ancak Hıristiyan piskoposlar tarafından bu durum kabullenilemiyordu. Bu konuda bir hamle yapma kararı alan piskoposların lideri Cyril, Vali Orestes’i “çağırarak” bağlılık yemini ettirmek istedi. Vali, bu çağrıya uyup uymama arasında kalmıştı doğal olarak. Zira davet küstahça idi ve geleneklere aykırıydı. Fakat Cyril’in ayağına gitti Orestes. Karşısındaki Vali’yi İncil’den sözlerle karşıladı Cyril. Bu sözler kısaca diyordu ki, “Kadından akıl almayacaksın, yoksa…”. özel sayı 101 2015 57 haberajanda Gündem Vali, kendisine verilen mesajı almıştı. Fakat Cyril’in hamlesi daha bitmemişti. Eline İncil’i aldı ve Vali’nin karşısına geçip şöyle dedi: “Diz çök ve itaat et!” (Hypetia, tarihte Hıristiyan din adamlarının “cadı” ilan ettiği ilk kişidir.) İleride Pope Alexandria namıyla anılacak Cyril, tarihin bildiği ilk papalardan biriydi ve Roma’da teşkilatlandırdığı yapıyla gelecek nice yılların en önemli lider örneklerinden biri oldu. Çünkü o, Vali’ye diz çöktürdüğü anda inanç sistemlerini tahakkümü altına alarak kamuyu yönlendirebilmenin yöntemini bulmuştu. Vali’yle birlikte İncil karşısında eğilmemiş, İncil’in “sahibi” (ve sözcüsü) olarak kendi önünde de diz çöktürmüştü. Amon rahiplerinden beslendiği bu politik şifre, günümüz tahlillerinin aydınlatıcı feneri hükmünde. “Sezaryen” kelimesi, bütün dünya dillerinde aynı kökle kullanılagelmiştir. Ancak “Sezar’a ait” şeklinde bir anlam ifade eder. Brutus, Sezar’ın metresi Servilla’dan dünyaya gelmiş ve Sezar’ın miras ve saltanatını bıraktığını ilan ettiği Octavius’a düşmanlıkla Sezar’a kastetmiştir. Liberatoreslerin savunduğu özgürlük düşüncesi, Sezar’a karşı geliştirdikleri paralel yapılanmanın halk nezdindeki enstrümanları olmuştur. Ancak Octavius ve Markus Antonius’un tarihî konuşmalarının ardından halk, onların düşündüğü yapılanmaya hayat hakkı tanımamıştır. İttifak-ittihat Bir televizyon kanalının ana haber bülteninde şöyle bir başlıkla karşılaştım: “CHPParalel Yapı ittifakı”… Başka bir kanalda ise başlık daha ilginç, hatta saçmaydı: “AKP-MİT’le ittifak mı yaptı?” Ortak kelime “ittifak” olunca, tarihî tüm ittifakların geçmişi ve o günkü diğer haberlerin nelerden bahsettiğiyle tek tek ilgilenmek elzem oldu. Bu satıra kadar belirtilen ittifaklara yeni örnekler de vereceğiz ama bugünün simge “cezaevi ziyaretleri”nin aynı isimler tarafından yapılması, ittifakın boyutlarının hangi hücrelerle sağlandığını ayrıca görmemiz açısından önemli ipuçları veriyor. Patrona Halil’den tutun da Gezi’ye, Ergenekon soruşturmasından tutun da paralel yapı davalarına kadar bütün serencamın ortak noktaları, “Sic samper tyrannis!” cümlesinin sadece “paralel” şekilde ifadelendirilmesinde yatıyor. Ergenekoncuları ziyaret edenlerle paralelcileri ziyaret edenlerin dedeleri Patrona Halil ve 31 Mart vakasında “Müstebit Padişah!” repliğini kullanırlarken Osmanlıca biçimde; Cumhuriyet mitingleri, Gezi ve paralel yapının profesyonelleri tarafından “Latin” Türkçeyle “Tiranlara boyun eğmek yok!” repliği kullanılıyor. Zira “Tiranlara ölüm!” demenin kendileri açısından nasıl kayıp getireceğini elbette çok iyi biliyorlar. Nemesis tapıcıları, Hüseynî rol almanın sahtekârlığı içindeler. Sezaryen “Sic samper tyrannis!” cümlesinin binlerce yıllık serüveninde, cümlenin ilk defa kullanılıp da aynı tip vakalarda farklı dillere çevrilerek nasıl aynı referanslar kullanıldığını aktarmaya çalıştığımız dosyamızda, kendilerini Nemesis’le bütünleştiren Tapınakçıların bu imge üzerine kurulu son vuruş hamlelerine örnekler sunmaya gayret ettik. Cümleyi ilk kullanan Brutus’un ardından Tapınakçılara mâl olmuş bu mottonun sezaryenle ilintiye uğramasına gelince… Bilindiği gibi Jül Sezar ile meşhur bir “sezaryen” tarihçesi vardır. Yalnız bu kelimenin etimolojik altyapısında tarihî bazı yanlışlıklar silsilesi gelişir. Eski Roma’da, doğum sonrası hayatta kalmayacağı düşünülen anneye şöyle bir yöntem uygulanırdı: Fetüsü koruma amaçlı karın kesimi. Bu yöntemle fetüs, rahimden çıkarılırdı. Jül Sezar’ın bu yöntemle doğduğu söylenmişse de gerçek 58 özel sayı 101 2015 Mehmet Serhat Bıçak olmadığı ortaya çıkmıştır. Zira bu yönteme göre hiçbir anne yaşamını sürdüremezken, Sezar’ın annesi hayatını sürdürmüştür. (Aksini Allah bilir…) “Sezaryen” kelimesi, bütün dünya dillerinde aynı kökle kullanılagelmiştir. Ancak “Sezar’a ait” şeklinde bir anlam ifade eder. Brutus, Sezar’ın metresi Servilla’dan dünyaya gelmiş ve Sezar’ın miras ve saltanatını bıraktığını ilan ettiği Octavius’a düşmanlıkla Sezar’a kastetmiştir. Liberatoreslerin savunduğu özgürlük düşüncesi, Sezar’a karşı geliştirdikleri paralel yapılanmanın halk nezdindeki enstrümanları olmuştur. Ancak Octavius ve Markus Antonius’un tarihî konuşmalarının ardından halk, onların düşündüğü yapılanmaya hayat hakkı tanımamıştır. Ahırdaki tiyatrocu “Tapınak” kelimesinin önüne ne koyarsak koyalım, gösterdiği refleksler açısından ortaklıklarla dolu bir tarihle karşılaşırız. Bu tarihin “Sic samper tyrannis!” tümcesine doğrudan rastlayan en son iki halkasını ABD’de görürüz. Tam da 2015’in bugün yaşadığımız günlerinde başlayan 1861 Savaşı, ABD tarihinde “Amerikan İç Savaşı” veya “KuzeyGüney Savaşı” ismiyle bilinmektedir. Washington’daki yönetimle bu yapıdan ayrılmak isteyen 11 Güney eyaleti arasında çıkan bu savaşın sebebi, köleliğin kaldırılması düşüncesinin, Abraham Lincoln’un ABD Başkanı seçilmesiyle zirve yapmasıydı. Bu savaşta 600 bini aşkın insan hayatını kaybetti. 1800’lü yıllarda, ABD’nin güneyindeki bölgelerde büyük çiftlikler ağırlık kazanmıştı. Bu çiftliklerde pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte, gerekli işgücü ise Afrika’dan gemilere doldurulup doldurulup getirilen ve memleketinde özgürken ABD’de köle yapılan insanlar kullanılarak sağlanıyordu. Kuzey ABD’sinde ise kölelik ortadan kaldırılmıştı. Batı yeni eyaletler kurulurken, bu eyaletlerde köleliğe yer verilmiyordu. Güneyde bulunan yaklaşık 200 bin civarındaki köle sayısı, 1800’lerin ortalarına yaklaşıldığında 4 milyona ulaşmıştı. ABD’de yapılacak bu Başkanlık seçiminde Abraham Lincoln adlı avukat yine adaydı. Bu seçimi nihayet kazanan Lincoln, ülkenin bütününde köleliğin kaldırılmasını savunuyordu. Bu düşünce Güneylileri çıldırtıyordu. Sonunda 11 Güney eyaleti bir araya gelerek Amerika Konfedere Devleti’ni kurdu ve bağımsızlığını ilan etti. Kuzey bölgesi, Amerika Birleşik Devletleri adıyla hayatına devam ediyordu. Savaştan, köleliğin kaldırılmasını savunan Lincoln liderliğindeki Kuzeyliler galip çıktı. Ancak Güneylilerin hıncı bitmiyordu. Zaferin ilanından bir hafta sonra, Ford Tiyatrosu’nda (Pompei Tiyatrosu Roma’daki idi) sahnelenen “Amerikalı Kuzenimiz” adlı oyunu izlemek üzere Lincoln ve eşi de oradaydı. Tiyatro binasına gelip de yerine oturduktan sonra Lincoln’un başına, alkış gürültüsünden faydalanmak üzere iki el ateş edildi. Bu saldırıyı düzenleyen kişinin adı “John Wilkes Booth”tu. Booth, kendisine hamle yapmak isteyenlerin arasından sıyrılarak balkondan sahneye doğru atladı ve bağırdı: “Sic samper tyrannis!” Kölelerin özgürlüğünü savunan adam, Booth ve yandaşlarınca “tiran” ilan edilmişti meğer. Booth, kaçtığı Virginia’daki bir ahırda kıstırılarak öldürüldü. Onun öldürüldüğü şehrin ambleminde, bugün dahi aynı sembol yer almaktadır; bir Roma özgürlükçüsünün ayağının altında ölü yatan kayser ve altlarında yazan o cümle: “Sic samper tyrannis!” Peki, John Wilkes Booth bu sloganı nereden öğrenmişti? Öncelikle Booth, dönemin en meşhur tiyatrocularından biriydi. Tam bir Güney fanatiği olan Booth’un Dante’nin İlahi Komedya’sı ile Shakespeare’nin Julius Ceasar’ını okuması, hatta sahneye taşıması, hatta yaşaması çok normaldi. Peki, Dante gibi dedesinin şövalyeliğinden çok etkilenen biri olması?.. Oklahoma 19 Nisan 1995 günü ABD, Oklahoma’da tarihinin en kanlı eylemlerinden birini yaşadı. Alfred Murrah Federal Binası önünde otomobile yerleştirilmiş bir bombanın patlaması sonucu binanın yarısı enkaza dönüşürken, ikinci kattaki yuvada bulunan çocuklar dâhil, 168 kişi can verdi, çok sayıda yaralanan oldu. Eylemi gerçekleştiren eski asker Timothy McVeigh, saldırıdan üç gün sonra yakalandı.Yakalandığında eylemi ABD’nin Körfez Savaşı’ndaki tutumuna tepki olarak yap- tığını söyleyen McVeigh’in üzerinde Lincoln figürlü bir tişört vardı ve şöyle yazıyordu: “Sic samper tyrannis!” “Que la république peut vivre!” Şimdi başkanlık sistemi ve kulvarında yürüdüğü Yeni Türkiye tartışmalarında hep aynı sloganı kullanıyorlar: “Yaşasın Cumhuriyet!” Robespierre’nin Luis için söylediği “sic samper” sloganı da böyle bitiyordu: “Louis doit mourri! Que la république peut vivre!” Türkiye’de, ancak Erdoğan’sız olunca Cumhuriyet’in yaşayacağını söyleyenlerin hangi ufuksuzluklarda kaldıklarının paralel görüntüsüdür bu düşünce. Zira Erdoğan kölelerin özgürlüğü için savaşırken, kölelerini kaybetmekten korkanlar, Capitol tepelerine çıkıp bağırma arzusundalar… Annenin karnı yarılmış olabilir ama birileri diyor ki, “Anne öldü!”. Hayır, anne hayatî emareler gösteriyorsa, yaşıyor demektir. Öyleyse hınçla hareket etmek ve “yaşayana ölü, ölüye canlı” demenin kendisi cinayet değil mi? Bu devlete çok sezaryen doğumla karşı karşıya bırakıldı. Bu memlekette medyanın önümüze sunduğu ve adına “derin devlet” dedikleri bütün fetüsler çetelere aitti, gayrimeşruydular. Tarih boyunca bu böyle oldu. İttifakta da, ittihatta da paralel yapılanmaların adına “derin” diyerek gerçek tiranları gözümüzden kaçırdılar. Paralel yapılanma, yalnız bugünün gündemine mahsus bir örgütlenme değildir, bir tarihçedir, süreçler bütünüdür. Adına “derin devlet” denilerek devleti itibarsızlaştıran bu tür yapılanmaların bütünü, aynı sloganı sayıklayan tiyatro oyuncularının sahne oyunudur. Yani FG ile başlamaz, ama FG ile bitebilir. Bunun için uykudaki hücrelere kâbuslar yaşatılmalıdır. Çözüm; ahırda sıkıştırmak değil, kâbusu göstererek göğüs kafesini çatlatmaktır. Bunun için de psikolojik referanslarımızın yeniden kodlanmasıyla başlanmalıdır. En iyisi Erdoğan’ın sezaryene dair bir konuşmasıyla bitirelim yazımızı: “Sezaryenle ilgili doğumlara karşıyım. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Buna kimsenin müsaade etme hakkı olmamalı. Ha anne karnında bir çocuğu öldürmüşsünüz, ha doğduktan sonra, hiçbir farkı yok! Buna karşı çok daha duyarlı olmaya, el birliği yapmaya mecburuz!” özel sayı 101 2015 59 haberajanda Siyaset MİT’e operasyon, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimi ve Kobani olayları gibi vakıalar, aynı karanlık elin hamleleridirler. Yaşanan tüm bu süreçlerin sonrasında küresel aklın büyük satranç oyunundaki yeni hamlesi, doğrudan suikastlar olarak karşımıza çıkmıştır. Savcımızın şehit edilmesinde karşılaştığımız kirli akıl, işte bu akıldır! Yaşanan vakıa, anonim bir terör saldırısıdır. Birden çok ülkenin bu olay üzerinden fayda sağlamak ve Türkiye’ye bir mesaj vermek istedikleri açıktır. Bu olayın görünür sebebi, Berkin Elvan olayıdır. Ancak bu, aysbergin sadece görünen kısmıdır. Asıl mesele, o yavrucağın ismi altına saklanan gizli hesaplardır. 60 Küresel üst ak Ö NCELİKLE Şehit Savcımızı rahmetle yâd ediyor, kederli ailesine, yakınlarına ve ülkemize başsağlığı diliyorum. Bu elim olayı değerlendirirken, ülkemizin ve coğrafyamızın ne tür tehlikeli planlara konu edildiğini açıklamaya gayret edeceğim. >> Küresel üst aklın Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve Erdoğan’sızlaştırma hedefini gerçekleştirmek için attığı adımlardan biri de İstanbul Cumhuriyet Savcılarımızdan Mehmet Selim Kiraz’ı şehit etmek oldu. Küresel üst akıl, Türkiye’de devlet sisteminin değişmesini, Türkiye’nin kendi iradesiyle terörü sonlandırmasını ve bu coğrafyada Kürtler- özel sayı 101 2015 le yaptığı ittifakı güncelleyen bir Türkiye’yi istemiyor. Küresel üst akıl, Türkiye’nin enerji bölgelerine ilgi göstermesini de bu bakımdan hazmedemiyor. Küresel üst akıl, Türkiye için geçmişte olduğu gibi her söylediklerini yapan, global ilişkilerini millî değil, üst aklın belirlediği minvalde şekillendiren bir yapıyı arzulamaktadır. Ankara’nın, 13 yıl öncesinde olduğu gibi, iç dinamiklerinde yeniden bir Baas mo- deli kuşanmasını istiyorlar. Oysa son 13 yılda köprünün altında çok sular aktı. Türkiye, geldiği nokta itibariyle başkaları tarafından tarif edilen, istikameti dışarıdan belirlenen bir ülke değildir. Zira Türkiye, kendini tanımlamaktadır. Hatta yalnız kendini tanımlamamakta, bunun da ötesinde bir gelecek tanımı yapmaktadır. Bu kendini tanımlama ve gelecek tasavvurunun merkezinde ise “demokrasi merkezli olarak kendi insanı ve tarihî birikimiyle barışmak” bulunmaktadır. “Farklılıkların birliği” ilkesi üzerinden hareketle işlenen bu tanımlamada, iç dinamiklerde yeni bir devlet sistematiği oluşturma kodu vardır. Metin Külünk* info@metinkulunk.com ıl ve taşeronları Küresel üst akıl, -Mısır’da yaptığı şekilde- Türkiye’yi de Ortadoğu’yu tarif ettiği gibi tarif etmek istiyor. Mursi’den Sisi’ye geçiş, küresel üst aklın demokrasi, özgürlük ve hukuk kavramlarından ne anladığının en net göstergesidir. Bu kavramlar, küresel üst aklın kendi hegemonyası için kullandığı ve içini kendi menfaatleri doğrultusunda doldurduğu bir zemine sahiptir. Bu zeminde gerekirse diktatörlüğe dahi yer vardır. Çünkü Mursi’den Sisi’ye geçiş, bu durumun en net ispatıdır. Darbeler dönemi bitti, suikastler dönemi başladı Bizimle küresel üst aklın “demokrasi ve özgürlük” kavramlarından anladığı farklıdır. Biz bu kavramlardan bahsederken, bir halkın kendi dinamikleriyle kendi geleceğini ikame etmesini algılıyoruz. Ancak onlar, bir milletin ancak üst akla hizmet ettiği ölçüde demokratik ve özgür kalabileceklerini düşünüyorlar. Bu akıl, geçmişte darbeler üzerinden sistemleri regüle ediyordu. Yani bir ülke bu aklın kontrolünden dışarı çıkma yoluna girdiğinde veya kendileri açısından bir istikrarsızlık gördüklerinde, o ülkeyi darbelerle regüle ediyorlardı. Ancak dünyada “darbeler dönemi bitti” ve bundan sonra söz konusu operasyonlar şekil değiştirdi. Küresel üst akıl, ekonomik, siyasî ve terör odaklı operasyonlar üzerinden egemenliğini sürdürmenin peşine düştü. Darbeler döneminin sonlanmasına rağmen Türkiye’de gerçekleş- tirilen örneğin Cumhuriyet mitingleri, işte bu talebin açığa çıkış noktalarından biriydi. Fakat boşa düştüler ve demokrasi galip geldi. Özellikle 28 Şubat post-modern darbesiyle birlikte klonlanan ve organik laikçilik üzerinden form tutan ulusalcılık düşüncesi geliştirildi. Soğuk Savaş sonrası Gladyo yapılanmasının muhafazakârlık soslu boyutu olan “paralel yapı”, devlet içerisinde, özellikle yargı ve güvenlik bürokrasisinde kadrolaştırıldı. Bu iki aks üzerinde de “One minute!” süreciyle beraber Türkiye’yi istikrarsızlaştırma ve Erdoğan’sızlaştırma çalışmaları hızlandı. Bu çalışmaların ilk adımı Gezi, ikinci adımı 17-25 Aralık, üçüncü adımı da 17-25 Aralık sonrası algı operasyonları yahut deyim yerindeyse siyasî itibarsızlaştırma suikastlarıdır. 30 Mart seçimleri ve sonrasında yapılan, özellikle Devlet Başkanımız Erdoğan’a yönelik başlatılan algı operasyonları, Gezi sürecinden daha üst şiddette sürdürülmüştür. Sokağa dönük bir aksiyondan ziyade kalemle yapılan bu itibarsızlaştırma kampanyası daha derinden ilerletilebilmiştir. Bu süreç, gelecekte üzerinde çok düşünülecek bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir. Belirttiğimiz üç adıma en son eklemlenen operasyon ise “Kobani eylemleri” olmuştur. Kobani ile 17-25 Aralık veya Kobani ile Gezi arasında amaç ve nitelik açısından herhangi bir fark yoktur. Zira sokaktaki eylemcinin şekli değil, amaçlanan gaye ve sonuç önemlidir. MİT’e operasyon, Gezi kalkışması, 17-25 Aralık darbe girişimi ve Kobani olayları gibi vakıalar, aynı karanlık elin hamleleridirler. Yaşanan tüm bu süreçlerin sonrasında küresel aklın büyük satranç oyunundaki yeni hamlesi, doğrudan suikastlar olarak karşımıza çıkmıştır. Savcımızın şehit edilmesinde karşılaştığımız kirli akıl, işte bu akıldır! Yaşanan vakıa, anonim bir terör saldırısıdır. Birden çok ülkenin bu olay üzerinden fayda sağlamak ve Türkiye’ye bir mesaj vermek istedikleri açıktır. Bu olayın görünür sebebi, Berkin Elvan olayıdır. Ancak bu, aysbergin sadece görünen kısmıdır. Asıl mesele, o yavrucağın ismi altına saklanan gizli hesaplardır. Bu hesapları iyi tetkik edebilmemiz için Suriye’deki gelişmelere bakmamız gerekir. Bir el, ısrarla gelecek 50 yılda Türkiye’nin Ortadoğu’ya çıkmasını engellemek, bugüne kadar olduğu gibi yalnız Anadolu’ya hapsetmek, İran’a bir Akdeniz koridoru açmak hususunda hesaplar yapmaktadır. Ve bunun için çalışırken yine ısrarla Kürt kardeşlerimizi kullanmak, onlar üzerinden bunu gerçekleştirmek istemektedir. Süleyman Şah operasyonu bir oyunu bozmuştur! Gerek Suriye, gerekse Irak merkezli olarak yürütülen kirli savaş ve bu savaş etrafında şekillenen bölgesel nüfus dengeleri ve silahlı alan hâkimiyeti mücadelesi, Türkiye’nin Kürtlerle gerçekleştireceği stratejik ittifakı Gerek Suriye, gerekse Irak merkezli olarak yürütülen kirli savaş ve bu savaş etrafında şekillenen bölgesel nüfus dengeleri ve silahlı alan hâkimiyeti mücadelesi, Türkiye’nin Kürtlerle gerçekleştireceği stratejik ittifakı bozmanın ve Türkiye’yi tıpkı Sevr’de olduğu gibi belirli bir bölgeye sıkıştırma planının parçalarıdır. Türkiye, artık her istenildiğinde üzerinde operasyon yapılabilecek bir ülke değildir. Artık gerektiğinde yapılan operasyonlara operasyonla cevap veren, oyun kuran bir Türkiye vardır. özel sayı 101 2015 61 haberajanda Siyaset Paralel ihanet çetesinin içerideki uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki eylemlerinin önünü bilerek ve planlı şekilde açmıştır. Daha düne kadar hiç ses yokken veya herhangi bir eylem gerçekleşmiyorken böyle bir vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren ispat etmiştir. bozmanın ve Türkiye’yi tıpkı Sevr’de olduğu gibi belirli bir bölgeye sıkıştırma planının parçalarıdır. Türkiye, artık her istenildiğinde üzerinde operasyon yapılabilecek bir ülke değildir. Artık gerektiğinde yapılan operasyonlara operasyonla cevap veren, oyun kuran bir Türkiye vardır. O sebeple Devlet Başkanımız Erdoğan, büyük Türk-Kürt ittifakını engelleme oyunlarını bozmuş ve Süleyman Şah operasyonu ile oyun kurucuların oyunlarını yıkmıştır. Tüm bu bölgesel gelişmelere eklenen son hadise ise Yemen’de patlak veren iç savaştır. İran’ın Yemen’e müdahalesi, Fatımilerin Abbasilere yaptıklarını ve Çaldıran öncesinde Akdeniz’e çıkan Safevileri hatırlatmaktadır. Lakin görünen o ki, İran’ın bu işi tek başına kotarması mümkün değildir! Türkiye’nin kendi iradesiyle Kürtlerle ittifakını güncellemesi, ABD’yi ve tabiî 62 özel sayı 101 2015 Batı’da yine bize dost görünen ülkeleri panikletmiştir. Bu durumu gören Batılı akıl, “İslâm dünyasını terbiye etmek ve Türkiye hedefini fokuslamak için İran’ın önünü açmaya” başlamıştır. İran’ın, Lozan’da yürüttüğü nükleer çalışma görüşmelerinde vardığı anlaşma ve ABD ile geliştirdiği sıcak ilişkiler, oluşturulan bu geniş hareket alanının Yemen’de değerlendirildiğini göstermektedir. Kısa bir süre sonra aynı hareketlerin Lübnan’da yaşanmayacağına ise kimse garanti veremez. Bütün bu faktörleri değerlendirdiğimizde, Savcımızın şehadetinden çoklu fayda üreten küresel üst akıl her açıdan belirginleşmektedir. Bu küresel aklın ülkemizdeki bugünkü uşağının adı ise “Paralel İhanet Çetesi”dir. Paralel yapı, çatı bir terör örgütüdür! Paralel ihanet çetesinin içerideki uzantıları, DHKP-C’nin özellikle İstanbul’daki eylemlerinin önünü bilerek ve planlı şekilde açmıştır. Daha düne kadar hiç ses yokken veya herhangi bir eylem gerçekleşmiyorken böyle bir vahşetle karşılaşılması, paralel örgütün hiçbir kutsalının olmadığını tekraren ispat etmiştir. Paralel yapı, kendi Stalinist örgütlenmesinin menfaati uğruna hiçbir güçle ittifak etmekten çekinmemektedir. Devlet Başkanımız bir televizyon konuşmasında, “Bu bir MOSSAD projesidir!” diyerek konuyu açıkça özetlemiştir. Dolmabahçe, Sultan Ahmet ile alışveriş merkezi bombalamaları ve son olarak da Çağlayan Adliyesi’nde birileri, terör örgütü üyelerinin İstanbul içerisine girmesine izin vererek bu eylemlerin önünü açmış olabilirler mi? Bu soruyla bahsi kapatmak ve son olarak şunu hatırlatmak istiyorum: “Paralel yapı, çatı bir terör örgütüdür!” * AK Parti İstanbul Milletvekili haberajanda Toplum Lokman Ayva la@lokmanayva.net >> Yeni Türkiye’yi yaşamaya başladığımın her gün farkına varıyorum. Bizim gibi çok hızlı değişim gösteren ülkelerde bunu fark etmenin ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Öyle konulara giriyoruz ki, çok eski değil, 10 sene önce, “Sahi ya, biz o günlerde tam bunu tartışıyorduk” deyiveriyoruz. Yaşı 25’in üstünde olan herkesin çok rahatlıkla hatırlayacağı üzere, 1999 yılında seçimi kazanmış başörtülü bir milletvekilinin yemin edip edemeyeceğini konuşuyorduk mesela, televizyonlar, gazeteler, adliyeler hep bunu tartışıyordu. Yeni Türkiye yolunda farkındalıklar D ÜNMÜŞ gibi yaşamak veya bugünü yaşamak… Bugünün başladığının farkına varmak… Farkına vardıklarımın gereğini yapmak… Gereğini yaptıklarımın sonunda, onun mutluluğunu yaşamak, yeni meselelerle tanışmak ve onlar için kafa yormak, başarılar elde etmek… Günlük hayat koşuşturmasında bunları sistemli bir şekilde yapamıyor, bazen de toplumsal ve siyasî anlamda dünde kalıp bugünün farkına varamıyoruz. Gerçekten “Yeni Türkiye”yi yaşamaya başladık mı? ailemizden, işyerimizden, gönüllü çalışmalarımızdan çıkarıp atmamız lazım. Parlamentomuzun dünü ve bugünü değil, geleceği planlaması, geleceğin sorunlarını çözüyor olmak için daha vizyoner bir yapılanmaya girmesi de gerekiyor. Üniversitelerimizin sadece Türkiye’ye yönelik değil, öncelikle Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz havzası, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinde araştırmalar yapar hale gelmesi, sinemalarımızın, kitaplarımızın ve dergilerimizin, konularını yine bu bölgelerden seçebiliyor olması lazım. Bugünkü manzara gösteriyor ki, öyle bir tartışma yapay, uydurma, zorla dayatılan bir tartışmaymış ve gereksiz yere acılar çekmişiz. Sahi, en son ne zaman milyon TL vererek bakkaldan ekmek almıştık? Biliyor musunuz, 2014 başında hiçbir kişi gelip benden şöyle bir ricada bulunmadı: “Bizim çocuğun dershane ücretlerinde biraz indirim yaptırabilir miyiz?” Bu sorunlar ortadan kalkıyor ama başka sorunlarımız başlıyor. Yurtdışında yaşadığı dönemlerde uluslararası pazarlama ve satış ile meşgul olmuş bir beyefendiyle tanıştık. Fark ettik ki, özellikle savunma ve bilgisayar yazılımı sanayinde ne kadar büyük bir uluslararası pazarlama sorunumuz varmış. Bunların çözülmesi lazım! Sinema sanayinin uluslararası satış sorunu, bildiğim kadarıyla büyük ölçüde çözüldü. Şimdi de sağlıkta ve üniversite eğitimlerinde uluslararası satış ve pazarlama sorununu çözmeye çalışıyoruz. Bu uluslararası pazarlama ve satış konusu tabiî ki bunlarla sınırlı değil, mesela elinizdeki Haber Ajanda Yeni Türkiye’de gelin, bir de şunu yapalım: Hayallerimize, çalışmamıza, düşünmemize, sevmemize, paylaşmamıza sınır koymayalım, bunları olabildiğince sınırsız yapalım. dergimizin Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya, Avrupa, Acem, Arap ve Afrika versiyonlarını da okuyabiliyor olmalıyız. Kitaplarımız, müzik eserlerimiz, oyuncaklarımız, eğitim materyali ve metodlarımız da dünyada dolaşmalı. Dolaşması gereken bir grubumuz da Türkçeyi yabancı dil olarak öğretecek öğretmenlerimiz. Siyasî, idarî ve hukukî yönden de Yeni Türkiye’de olduğumu anlıyorum. Bir bakıyorum, Türkiye’nin en başarılı politikacısı, partisinin başında 13 sene kalmış. Eski Türkiye’de öyle mi ya? Başarısızları bile 15-20 sene partisinin başında kalabiliyor. Ya genel başkan değişimi? Skandallar, kasetler veya “Allah düşman başına bile vermesin” türünden sıkıntılarla yapılabiliyordu. Hatırlayınız İsmet Paşa ile Ecevit’in genel başkan değişimini... Bugün iktidar partisinin genel başkanlığı bile son derece huzur ve mutluluk verici bir tabloda devroldu. Biz günlerce bu değişim nedeniyle çıkan kavga ve hakaretleri izlemek durumunda kalmadık, demek ki böyle de olabiliyormuş. Sanırdık ki, bu tür güzellikler sırf Batı’da olur; bunlar için “Batılılaşma”yı bile istemiştik. “Elin adamı” diye başlayan cümleleri az kurmadık. Bunların farkında olmak çok güzel, insanı mutlu ediyor. Ama birtakım sorumlulukları da beraberinde getiriyor. Öncelikle bu sürecin sürdürülmesi ve aynı şekilde kısır çekişmeleri bireysel manada bizim de Yeni Türkiye böyle bir şey işte! Verimlilik ve etkinliğin yükselmeye başladığı, kalitenin arttığı, sorunun da, çözümün de, mutluluğun da, acının da insana yaraşır olduğu bir aşama… Bu dönemin tehlikelerinden biri de insanın kendi içine dönmesi, kendisiyle başbaşa kalmaya zaman ayırmaması olacaktır. Samimiyet ve doğallığın azalma ihtimali de diğer tehlikeler… Sabır, tevazu, diğerkâmlık tekrar tekrar yaşanmaya çalışılmalı bu dönemde. Bu değerler yaşanmazsa, -Allah muhafaza- o değerlere mecbur kalma durumumuz her zaman kapıda bir tehlike olarak bekler. Yeni Türkiye’de gelin, bir de şunu yapalım: Hayallerimize, çalışmamıza, düşünmemize, sevmemize, paylaşmamıza sınır koymayalım, bunları olabildiğince sınırsız yapalım. özel sayı 101 2015 63 haberajanda Siyaset Evet, doğrudur, Türkiye bölgesinde yalnızlaşıyor, çünkü prangalarını attı ve artık eskisi gibi küresel çetenin esiri değil. Evet, doğrudur, Türkiye’nin dostları azalıyor, çünkü artık mevcut düzene “One minute!” diyecek cesareti kendinde bulabiliyor. Maalesef dost saydığımız ülkeler gerçekleri göremiyor ve henüz bizler kadar cesur değiller. Evet, doğrudur, Türkiye’nin itibarı azalıyor. Çünkü Türkiye, “Dünya beşten büyüktür!” diyerek mevcut nizama başkaldırmış durumda. İtibar karnesini düzenleyenler bu bozuk nizamın kucağındayken, verilen notun herhangi bir önemi yok. 64 özel sayı 101 2015 Küresel düzenin pran G EÇTİĞİMİZ ay Financial Times’te, “Türkiye’nin, dostlarıyla beraber Ortadoğu’yla ilgili hayalleri de buhar olup uçuyor” başlıklı Daniel Dombey imzalı bir makale yayımlandı. Makale, Türkiye’nin şu anki dış politikasını eleştirerek Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef alan görüşler içeriyor. >> Mr. Dombey, Türkiye’nin, yürüttüğü dış politika ile son yıllarda bölgesinde yalnız kaldığını, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da sorunlar yaşadığını, ABD dâhil, Batı nezdinde itibarının kalmadığını iddia ediyor. Mr. Dombey ilgili makalesinde diyor ki, “Türkiye’nin büyük güç olma hayalleri buraya kadarmış. Bundan daha 3 yıl önce, o Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com galarından kurtulan Türkiye zamanki Dışişleri Bakanı ve şimdiki Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin yeni Ortadoğu’nun efendisi, lideri ve hizmetçisi olmasıyla övünüyordu. Ama ülkenin müttefikleriyle ve komşularıyla ilişkileri, ağırlıkla Erdoğan’ın kişiselleşmiş diplomasi tarzı nedeniyle bozuldu. Ankara’nın Mısır, İsrail ve Suriye’de büyükelçisi yok. Kahire, Türk tırlarının Afrika ve Körfez’e ulaşmasına izin veren değerli bir anlaşmadan vazgeçmek üzere. Libya geçen hafta, bir zamanlar Türk inşaat sektörü için büyük bir gelir kaynağı olan firmaların devlet sözleşmelerine artık alınmayacağını açıkladı. Geçen hafta da Türkiye, Yemen’deki elçiliğini kapayarak vatandaşlarından ülkeyi terk etmelerini istedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de Türkiye’nin gerilemekte olan uluslararası itibarının bir göstergesi”. Türkiye’nin aynı zamanda ABD ile olan ilişkileri ve Afrika’daki paralel yapılanmaya karşı sürdürülen mücadele de yazıda ele alınmış: “Başkan Barack Obama’nın, Erdoğan’ı güvenilir beş uluslararası liderden biri gördüğü günler geride kaldı. Erdoğan’ın söylemi, giderek artan bir şekilde İslamî bir havaya bürünüyor. Erdoğan, Afrika ile ilişkileri geliştirmekle övünüyor ama bu konuda da çok iyi sayılmaz. Cumhurbaşkanı, Fethullah Gülen Hareketi tarafından açılan, çoğu Afrika’daki okulların kapatılması için diğer ülkeler nezdinde kampanya yürütüyor. Ancak sadece birkaç ülke Gülen okullarını kapattı, diğerleri bu okulları savundu. Hatta geçen hafta da Afrika Birliği, Gülen’in başlıca vakıflarından biriyle işbirliği anlaşması yaptığını açıkladı. Erdoğan da ülkesinin yalnız kalmasına şaşırmış görünüyor…” Bu makaleyi önemseyişimin sebebine gelince… Bildiğiniz gibi, yurtdışında olduğu gibi ülkemizde de -başta muhalefet olmak üzerepek çok insan buna benzer iddialarla Hükümet’e yükleniyor. Peki, bu iddialar doğru mu? Dostlarımızın azaldığı, iyice yalnızlaştığımız, itibarımızın azaldığı, diğer ülkelerle sorunlarımızın arttığı doğru mu? Prangadan kurtulmak, yalnızlık değil, özgürlüktür Açıkçası ben bu analize ve düşüncelerin birçoğuna katılıyorum. Bu sorular bana sorulsaydı, vereceğim cevap direkt “Evet!” olurdu. Ancak ben bu cevabı ezilerek veya bir kızgınlıkla değil, bilakis gurur duyarak verirdim. Evet, altını çizerek söylüyorum, ben ülkemin şimdiki yalnızlığı ile gurur duyuyorum. Aslolan şu ki, bu tespitin pek çok açıdan doğru olması, bize Türkiye’nin yanlış yolda olduğunu ya da yanlış yaptığını göstermez, aksine -mevcut düzen düşünüldüğünde ve bu eleştirileri yapanlara baktığımızda- çok doğru bir politika izlediğimizi ve dosdoğru yolda olduğumuzu belirtir. Mevcut kurulu düzen, zaten baştan aşağı yanlış... Hâkim düzen, baştan aşağı hain, alçak ve zalimane… Kim bu mevcut düzeni savunuyor ve bu düzenden memnun oluyorsa, emin olun ya kör ve sağırdır ya da bu düzenin kölesidir. Evet, doğrudur, Türkiye bölgesinde yalnızlaşıyor, çünkü prangalarını attı ve artık eskisi gibi küresel çetenin esiri değil. Evet, doğrudur, Türkiye’nin dostları azalıyor, çünkü artık mevcut düzene “One minute!” diyecek cesareti kendinde bulabiliyor. Maalesef dost saydığımız ülkeler gerçekleri göremiyor ve henüz bizler kadar cesur değiller. Evet, doğrudur, Türkiye’nin itibarı azalıyor. Çünkü Türkiye, “Dünya beşten büyüktür!” diyerek mevcut nizama başkaldırmış durumda. İtibar karnesini düzenleyenler bu bozuk nizamın kucağındayken, verilen notun herhangi bir önemi yok. Türkiye bugün, küresel çetenin kurulu sermaye düzenini deşifre etti ve haksız kazanç içeren faiz sistemine karşı açıkça savaş açtı. İşte bu yüzden haramzade sermaye sahipleri kudurdular! İşte bu yüzden satılık kalemleri devreye girdi ve bu yüzden hakikati söylemiyor, yalan haberlerle nefret ve kin kusuyorlar! Türkiye masumu ve mazlumu gözetiyor, güçlü olanı değil, haklı olanı savunuyor. Bu yüzden Türkiye, küresel çetenin kuklası olan hükümetlerle, krallarla, rejimlerle, sistemlerle sorun yaşıyor. Bu yüzden Türkiye, kukla liderler nezdinde itibar kaybediyor. Bu yüzden ticarî ilişkilerinin gelişmesi engellenmeye çalışılıyor. Suriye’deki rejimle kötüyüz, çünkü kendi halkını gözünü kırpmadan katleden bir katile karşı çıkıyoruz. Mısır’daki hükümetle kötüyüz, çünkü darbe ile meşru hükümeti deviren, binlerce insanı katleden bir diktatöre karşı çıkıyoruz. İsrail hükümeti ile kötüyüz, çünkü hemen her gün Filistin’de katliam yapan, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirmek için sürekli planlar yapıp uygulayan bir zihniyete karşı çıkıyoruz. O zaman yeniden sormak lazım: Bütün bunlar gerçek olduğuna göre yanlış yerde duran kim? Türkiye düzenin dışına çıktı, kurulu sistemi bozdu. Elbette bunun bir bedeli var ve bugün bu bedel ödeniyor. Ancak ümitvar ve emin olunuz ki çok yakın bir zaman içinde dünya, Türkiye’nin politikalarının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacak. Bunun işaretleri gelmeye başladı. DEAŞ ile beraber Suriye konusunda Türkiye’nin haklılığı görülmeye başlandı. ABD-İsrail ilişkileri gittikçe kötüleşiyor. Sisi, arkasındaki desteği yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Biz anlık menfaatler üzerine kısa vadeli, çıkar odaklı ve onursuz bir siyaset yerine, uzun soluklu, sağlam temeller üzerine inşa edilen, dürüst bir siyaset yöntemi izliyoruz. Türkiye, yavaş ama derin ve sağlam bir yol üzerinde ilerliyor. Atılan tohumlar yakında filizlenecektir. Bekleyin ve görün, bugün Erdoğan ve Davutoğlu’nu yerden yere vuranlar, yakın bir zamanda kendilerine methiyeler düzeceklerdir. Bekleyin ve görün, yakın bir zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak bile bir ayrıcalık haline gelecek! özel sayı 101 2015 65 haberajanda Akıl Fikir İşleri Psikolojik harbin sonuçları, düşmanın eğitim ve bilgi düzeyiyle doğru orantılıdır. Ve daha fazlası için biraz kitap oku! Bugün, yani içinde yaşadığın şu gün, sadece tek bir ülkenin kırka yakın istihbarat servisi varsa ve sen hür bayrağının altında martaval okuyabiliyorsan, bu, atalarının ve dininin sana karşı müsamahasındandır. Hani evlatsın ya, o açıdan... 66 özel sayı 101 2015 Antik Çağ ilkelliğind D ÜELLONUN kuralıdır, şartlar her iki taraf için de eşit olmalıdır. Taraflardan birinin, karşıdakinin gözüne kum atmasından sonra yapacak bir şey yoktur. Hileyle de olsa ölüm kaçınılmazdır artık. Hayat sona erdikten sonra ise paylaşılacak söz Münker ve Nekir ile olacaktır. Bu sebeple düşmanın varlığı, görmesini bilene bir fırsattır. Düşman, kişiyi daima zinde ve tetikte kılar. Orhan Rufat Karagöl orkaragol.ajanda@gmail.com en Martaval Pasa bilgeliğine >> “Göze kum atma geleneği” aslında Antik Çağa dayanır. Örneğin M.Ö. 600’de Atinalı diktatör Solon, insanların içme suyuna Helleborus bitkisi köklerinden yapılan ve aktif dienoller içeren zehirli kimyasallar karıştırmıştır. M.S. 960’da Çinliler arsenik buharı kullanmaya başlamışlardır; mesela Avusturyalı Şövalye Senftenberg, Belgrad savunması sırasında Türklere karşı arsenik dumanı kullandıklarını rapor etmiştir. Daha neler neler... Veba mikrobu taşıyan kadavralar mancınıklarla düşman askerlerin üzerine bile fırlatılmıştır. Peki, cepheye düşen birtakım gazların askerler üzerinde eşcinsel eğilimler gösterdiğini duymuş muydunuz? Geçmiş zaman, tarih kâtiplerimizden nakledilir ya, dünyanın akıllı başlı adamları Lahey’de toplanıp, konferanslar düzenleyip kimyasal kullanımına karşı birtakım kararlar almışlarmış. Kararlar da özetle bunları yasaklamak işte! Sonra ne olmuş? İlk olarak Birinci Dünya Savaşı’nda yeni kimyasallar vitrine çıkmış. 1915-1918 yılları arasında “gergin Germenlerin” peş peşe geliştirdikleri zehirli gazlar, kısa bir süre içinde İtilaf Devletleri tarafından da yapılıp kullanılmaya başlanmış. Ocak 1915’te Almanlar, ilk kez Polonya’da Ruslara karşı kullandıkları klor gazı ile başarılı olamamışlar, ama 22 Nisan günü Flandrea’da İngiliz ve Fransızlara karşı aynı gazı kullandıklarında beklentilerinin ötesinde bir başarı kazanmışlar. İtilaf Devletleri geri kalır mı? Onlar da klor gazı üretip, yanı sıra gelişmiş gaz maskeleri üzerinde çalışmışlar. Sen misin bunu yapan, Almanlar bu sefer de öldürücü bir gaz olan Fosgen ve toplarla atılan gaz mermilerini icat etmişler. Hazır “gaz”a gelmişken, hemen peşinden de son derece zehirli bir gaz olan Hardal gazını sürmüşler dünya piyasasına. Sonra da bunu İngilizler üzerinde kullanarak binlerce insanın ölümü geliyor tabiî -yıl 1917-. Her iki taraf da bir yıl sonra bu gazı birbirleri üzerinde kullanarak boylarını arşa uzatmışlar... - E hani Lahey? - Boş ver hocam Lahey’i, elinde yeni bir şeyler var mı, ondan haber ver! Sonra ne mi olmuş? Yine bu akıllı başlı adamlar 1925’te, “Bu sefer bir değişiklik yapalım” deyip Cenevre’de toplanmışlar. Ne güzeldir Cenevre!.. Giderseniz gölün hemen kenarında bulunan kafelerden birine oturup (sanırım su saatinin oraları en güzel kısımlarıydı) şu dünyanın bilmem kaçıncı büyük su fıskiyesini izlerken güzel kahvelerinden tadın... Konuya dönelim; 1925’te, Milletler Cemiyeti öncülüğünde Cenevre Protokolü imzalanmış. O günün akşamında aman Allah’ım, ne eğlenceler, ne eğlenceler… Çok kapsamlı yasaklar getirmişler ya, “Vur patlasın! Çal oynasın!”… İlk çeken mi, en alengirli mi kazansın? Yazının gidişatına uydurmak için söylemiş olsaydım keşke, fakat yine 2. Dünya Savaşı’nda çok daha alengirli silahlar boy göstermiş. Ancak bu kez daha farklı yöntemler de ortaya çıkmış hava bombardımanı ve yeni uygulama metotlarıyla birlikte. Koruyucu aygıt ve maske üreten çalışanların tezgâhta ne konuştuklarını bilmiyoruz… Yeryüzünden kaybolup gittiğine inandığımız doğal hastalıklara, yeni biyolojik silahlara ve bu alana giren her türlü saldırı sistemlerine daha fazla girmeyelim. Ne oldu şimdi, geldik mi düelloya, şartlara? “Hangi şartlar, koşullar ve kimler?” diye sormak gerekmez mi? “Rabbin kim?” sorusuna verilecek cevap kadar önemli olan, hatta “fer’i meselenin” önünde yer alan “bazı” konular üzerinde de düşünmek gerekmez mi? Sözümüz martavalcılara elbette! Bu noktada bugün “modern savaşlar” olarak isimlendirilen konulara da değinmek icap ediyor biraz: Psikolojik savaşlar... Adına her ne kadar “modern” denilse de, bundan 2 bin 500 yıl önce Çinli bir general olan Sun Tzu, psikolojik savaşın maddelerini kaleme alırken şöyle diyordu: 1. Düşman ülke liderlerinin başarılarını küçük düşürün ve şöhretlerine gölge düşürerek zamanı geldiğinde kendi halkının onları hor görmesini sağlayın. 2. Aşağılık ve bozuk karakterli insanların işbirliğinden mutlaka yararlanın. 3. Düşman ülkelerdeki iyi şeyleri daima karalayın. 4. Düşman halkın arasına nifak tohumları serpip kavgalarını büyütün. 5. Düşmanın geleneklerini gülünç duruma sokun. Şimdi Martaval Paşa’ya soruyorum: Şu yukarıda yer alan maddelerin kaçı sana tanıdık geldi? Türkî devletlerin parçalanma sürecinde kullanılan psikolojik savaş yöntemi bugün rafa mı kaldırıldı? Haritayı önüne koy ve şöyle bir göz gezdir, bir Türkiye vatandaşı olarak, aslında elini kolunu sallaya sallaya gezebileceğin Türkî devletlerin yol haritasının daha başlangıç noktasında karşına milimetrik sınırlarla çizilmiş olan Ermenistan çıkıyor olabilir mi? Ne sürpriz değil mi?! Psikolojik savaşın en büyük saldırı silahı propaganda ve provokasyondur. Çünkü insanları ikna etmek ve onları değiştirmek şarttır. Bunun için görünmez alanlarda birtakım görünmez kişiler tarafından insanların zevkleri ve istekleri değiştirilir. Algılarla oynamak için binlerce metot vardır. Aptalı “akıllı” olduğuna ikna etmek kolaydır; biraz akıllı içinse pek fazla hipnoz yöntemi mevcut. Psikolojik harbin sonuçları, düşmanın eğitim ve bilgi düzeyiyle doğru orantılıdır. Ve daha fazlası için biraz kitap oku! Bugün, yani içinde yaşadığın şu gün, sadece tek bir ülkenin kırka yakın istihbarat servisi varsa ve sen hür bayrağının altında martaval okuyabiliyorsan, bu, atalarının ve dininin sana karşı müsamahasındandır. Hani evlatsın ya, o açıdan... Sizden yukarıdaki mecburî ayrılışımızı şöyle noktalamak isteriz: “İyi uykular Türkiye’m!” şeklinde sayıklayanların başuçlarına kıpkızıl elmalar koyun, uyandıklarında belki canları çeker de birer ısırık alırlar. “Karanlık seni örtemez AK Sakal!/ Güç bizdedir, Şura’da hayat var!..” özel sayı 101 2015 67 haberajanda Derin Plan Hal böyleyken, 7 Haziran seçimlerini aynı zamanda sistemsel bir değişim vaadi üzerine oturtan AK Parti, başkanlık sistemi ile ilgili klasik argümanlar yerine “demokratik katılım” ve “parlamenter oligarşi”yi kullanmalı. Mevcut rejimin, elitist bir azınlığa hizmet eden ve bilhassa muhafazakâr mütedeyyin kesimlerle farklı dil ve etnik kimliklere sahip zenginlikleri ötekileştiren yönünü ön plana çıkarırken, başkanlık sistemi ile tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının tesis edilebileceğini öne çıkarmalı. PARLAMENTER OLİGARŞİ 7 HAZİRAN, asla sıradan bir seçim olmayacak. Hukuksal tanımı itibarıyla 25. “Dönem Milletvekili Genel Seçimi” olsa da bir nev’i “Kurucu Meclis”in seçimi bu seçimler. >> Türkiye, ya parlamenter oligarşiye veda edip demokratik katılımın en üst seviyede olduğu başkanlık sistemini tesis edecek bir Meclis’ten yana irade belirleyecek, ya da tüm temel sorunların ana sebebi olan parlamenter oligarşinin devamından yana. Konuyu “bölünme korkusu” üzerinden ele alalım… Ülkedeki farklı grupların kaynaşması ve dayanışmasıyla aynı masa etrafında toplanabilmesini engelleyen de bu gruplar arasındaki ayrışma ve çatışmayı körükleyen de mevcut parlamenter sistemin ta kendisi aslında. Cumhuriyet rejimini koruma ve kollama amacıyla girişilecek her türlü hukuksuzluğu meşrulaştırma maksadıyla geliştirilen bu temel korku algısı, Kürt toplumunu potansiyel hain ilan eden bir devlet anlayışının da sebebi değil mi? Kürtleri ötekileştirip başkalaştıran bu sakat mantığın ürünü olarak gelişen “inkâr politikalarına” rağmen, yapılan tüm anket çalışmalarında “bölünme” gibi bir talebin yüzde 100’lere dayanan bir oranla reddedildiği ortaya çıkmadı mı? Biliyorum, “Hoppala! Bu nasıl bir tanımlama?” diyecek çoğunuz. Ama gerçek bu! Parti liderlerinin taassubuna dayalı bir seçim sistemiyle halka “seçilmişleri seçme” hakkından öte bir katılım yetkisi vermeyen parlamenter sistemde, farklılıkların ayrı ayrı örgütlenmesine dair bir yönlendirme de söz konusu. Dil, din, etnik ve hatta kültürel farklılıkları ayrı siyasî örgütlenmelerle karşı karşıya getirme, marjinalleşmeyi tetikleme gibi bir misyonu var parlamenter sistemin. Bu haliyle bile ayrıştırma ve çatışmaya yönelik bir oligarşinin merkezi aslında. Oysa başkanlık sistemi, bütün bu farklılıkları aynı masa etrafında toplanmaya ve uzlaşmaya yönlendiren ve hatta bunu zorunlu kılan bir çark. Başkanlık sistemine karşı çıkanların temel iki argümanı var: Birincisi bölünme korkusu, ikincisiyse otoriterleşme… 68 özel sayı 101 2015 Muhalefet direncini bu argümana dayandıranlar, bölgesel yönetim anlayışının federatif düzeni tetikleyeceğini ve bunun da bir süre sonra bölünmeyle sonuçlanacağını öne sürüyorlar. En somut örnekleri de Güneydoğu ve Kürtler... Daha enteresan bir anekdot aktaracak olursak, Kuzey Irak Kürt toplumundaki genel eğilimin Türkiye ile ekonomik olarak sağlanan entegrasyonun siyasî olarak da gerçekleşmesinden yana göründüğünün alenen ortada olduğunu inkâr edebilir miyiz? “Başkanlık sistemi bölünmeyi getirir” söylemlerinin ne siyasî, ne de sosyolojik açıdan bir karşılığı var. Ve hatta en kötü olasılık durumunda bile bu söylemleri tersine çevirecek ekonomik karşılıklar fazlasıyla söz konusu. Bugün Kuzey Irak petrollerinin dış pazara dağılımı noktasında bile bölgesel yönetimin güvendiği ve işbirliği yaptığı ülke “Türkiye”. Irak Merkezî Hükümeti ile Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasındaki çatışma ve kavganın Türkiye ile ekonomik entegrasyon adımlarına dayandığını bilmeyen kalmadı. Bu kadar somut veriye rağmen başkanlık sisteminin bölünmeyi tetikleyeceğini söylemek, sadece mevcut rejimin üzerine oturduğu 3 temel korku algısından “bölücülük” paranoyasına esir olmaktan başka bir şey değil. Türkiye’de Türk milliyetçiliği akımının lideri merhum Başbuğ Alparslan Türkeş’in, “Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti, dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde bunu uyguladı. Bu, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkün. Tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz” ifadeleriyle sahiplendiği bu sisteme “bölünme” korkusuyla karşı çıkmanın reel hiçbir dayanağı yok. Belki birilerine ütopik gelecek ama başkanlık sistemi, temelde bölünmeyi değil, coğrafyayı genişletmeyi ve Osmanlı’nın son haritasını yeniden çizmeyi tetikleyecek bir sürecin de mihenk taşı olabilir. Ortadoğu, Balkanlar ve Türk cumhuriyetlerinde oluşan toplumsal algıyı sosyo-politik olarak tahlil ederseniz ne demek istediğimi daha iyi kavrarsınız. Bu bölgelerde, bilhassa ABD kontrolündeki çeşitli grupların ve “cemaatlerin” Türkiye’ye yönelik toplumlarda oluşan heyecanı köreltme ve Türkiye’yi güçsüz gösterme çabalarına esir düşmeyin yeter ki! Zihni Çakır zihnicakir.ajanda@gmail.com Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu özel sayı 101 2015 69 haberajanda Derin Plan Sistemin inşası için sosyal kabul var mı? Başkanlık sisteminin bir otoriterleşmeye sebep olacağını öne sürenler, bu sistemin inşası için sosyal ve ulusal bir kabulü hep göz ardı ediyor, yine böyle bir sistemin işlerliğinin en temel gereksiniminin, farklı fikirleri, inanç gruplarını ve de etnik yapıları temsil edecek bir liderin varlığı olduğunu bilmiyor ya da dikkate almıyorlar. Cumhuriyet rejimini koruma ve kollama amacıyla girişilecek her türlü hukuksuzluğu meşrulaştırma maksadıyla geliştirilen bu temel korku algısı, Kürt toplumunu potansiyel hain ilan eden bir devlet anlayışının da sebebi değil mi? Kürtleri ötekileştirip başkalaştıran bu sakat mantığın ürünü olarak gelişen “inkâr politikalarına” rağmen, yapılan tüm anket çalışmalarında “bölünme” gibi bir talebin yüzde 100’lere dayanan bir oranla reddedildiği ortaya çıkmadı mı? Başkanlık sistemi ile bir otoriterleşmenin geleceğini öne sürenlere gelince… Otoriterleşmeden kasıt, halkın yönetime katılması ve farklılıkların temsiliyse, mevcut sistemin oligarşik yönü bu katılıma daha düşük seviyede izin veriyor. Parlamenter sistemin bir sonucu olarak 50’yi aşkın parti örgütlenmesinden sadece 3 veya 4’ünün Meclis’te yer alması bile kendi başına bir garabet değil mi? Bunu Siyasi Partiler Kanunu ve seçim sistemine dayandıranlara tavsiyemse, baraj uygulamasının olmadığı bir sistemde, neredeyse 2 yılda bir seçimi zorunlu kılacak istikrarsızlık hatırlatması yapmak yeterlidir sanırım. Aslında bir zenginliğe dönüştürülebilecek farklılıkların siyasî örgütlenmeler üzerinden marjinalleşmesini tetikleyen parlamenter oligarşi, bu farklılıkları bir çatışma aracı haline dönüştürmeyi amaçlayan karanlık yapılara da malzeme sunuyor aynı zamanda. Oysa başkanlık sisteminde bütün farklılıkları aynı masa etrafında toparlayan bir uzlaşma kültürü hâkim. Yine bu uzlaşma ve anlaşma sonrasında her farklı grubun yönetime katılımını kolaylaştıran bir çark söz konusu. Kuvvetli, adil ve daha hızlı bir icra sürecinin işlerliğini otoriterleşme olarak tanımlamak, ülkedeki sorunların ve kalkınma hamlelerinin önündeki bürokratik ve sistemsel tıkanmalara “otoriter” kılıf uydurmaktan 70 özel sayı 101 2015 başka bir şey değil. Başkanlık sisteminin en temel özelliği, güçlü ve karizmatik lider(ler)e ve halkla teması en üst seviyede olan, halkın talep ve beklentilerini okuyup ona göre siyaset ve söylem geliştiren parti örgütlerine olan ihtiyaç… Türkiye’de başkanlık sistemine karşı çıkanların “otoriterleşme” söylemleri ile örttükleri asıl korku da budur kanımca. Mevcut siyasî yelpazeyi okuduklarında, Recep Tayyip Erdoğan dışında “güçlü ve karizmatik lider” profiline karşılık gelecek bir lider profili, -AK Parti haricinde- halkla teması en üst seviyede olan ve halkın beklentilerini okuyup siyaset söylem ve eylemlerini de bu merkeze oturtan siyasî bir örgüt yok. CHP, iktidar hedefini sandık dışı iradelere dayandırıp bu uğurda “öteki gündeme sahip” paralel yapılarla bile ittifaka girişebilecek seviyelere düşmüş durumda. Aynı parti, siyaset anlayışını ceberut devlet ve farklılıkları ötekileştiren rejimi koruma ve kollama söylemlerine oturtmuş. MHP ve Kürt siyaseti ise etnik milliyetçilik ve ayrımcılık temelinde bir siyaset anlayışına esir düşmüşler. Bu handikaplara sahip muhalefetin başkanlık sisteminden yana tavır sergilemesi tabiî ki beklenemez. Gücünü istikrarsızlık ve terörize edilmeye müsait marjinal çoğulculuktan alan siyaset dışı vesayet bloklarının başkanlık sisteminden yana bir irade ortaya koyması da kendi ayaklarına sıkmak olacaktır. Mevcut rejimin inşası sırasında olmayan bir sosyal ve ulusal kabulün İstiklal Mahkemeleri üzerinden idam sehpalarında tesis edildiğini örtmeye çalışıyorlar. O dönemin toplumsal realitesinin reddedilerek kılık kıyafetinden, dinî inanç ve kültürel farklılığından dolayı insanların ötekileştirilip başkalaştırıldığını ve hatta rejimin tesisi için darağaçlarında katledildiğini göz ardı etmemizi bekliyorlar. AK Parti, söylemini “demokratik katılım” ve “parlamenter oligarşi” üzerine kurmalı Hal böyleyken, 7 Haziran seçimlerini aynı zamanda sistemsel bir değişim vaadi üzerine oturtan AK Parti, başkanlık sistemi ile ilgili klasik argümanlar yerine “demokratik katılım” ve “parlamenter oligarşi”yi kullanmalı. Mevcut rejimin, elitist bir azınlığa hizmet eden ve bilhassa muhafazakâr mütedeyyin kesimlerle farklı dil ve etnik kimliklere sahip zenginlikleri ötekileştiren yönünü ön plana çıkarırken, başkanlık sistemi ile tüm farklılıkların aynı masa etrafında toplanıp uzlaşma kültürüyle yönetime direkt katılımının tesis edilebileceğini öne çıkarmalı. Bugün AK Parti’ye yönelik yüzde 50’yi aşan destek ve yüzde 65’lere varan sempatinin altında yatan sosyolojik gerçeklik, hâlihazırdaki rejimin ötekileştirip nimetlerini elitist gruplara dağıttığı düzeni tersine çevirme hamleleri iken, bu rejimin yerine vaat edilen başkanlık sistemi ile elde edilecek kazanımları doğru ve anlaşılır bir propaganda süreciyle anlatabilmek, AK Parti için 7 Haziran’da yüzde 55’leri getirebilir. Kendine yüzde 35’leri hedef koyan bir ana muhalefet ve etnik siyasetin dışına çıkamayan diğer muhalefetle girişilecek yarışta böyle radikal bir vaadin altının doldurulması durumunda yeni anayasa için gerekli sayısal çoğunluk bir yana, Sayın Cumhurbaşkanı’nın koyduğu “400” hedefi bile uzak olmaz. haberajanda Siyaset N Nadire Yıldırım nyildirim.ajanda@gmail.com İCEDİR gündemi takip etmiyordum; birkaç gündür “Son iki ayda neler olmuş?” diye bakıyorum da, beş yıl da geçse çok şey kaçırmayacağımızı anladım. Şaşırtan veya değişen bir şey yok. Sanırsınız 2015 değil, bir önceki seçim zamanları… Davutoğlu Başbakan, Erdoğan seçilmiş Başkan; fark bu! “Şaşıracak bir şey yok” dedim, özür dilerim; neredeyse düşüp bayılacaktım… “Siyasete giren insanın başarıyı hedeflemesi, eğer başarısız olursa siyaseti bırakması lazım. Bu gayet doğal bir şey, hepimiz için geçerli” diyen kişinin adı “Kemal Kılıçdaroğlu”. İşte bu söze inanamadım, ya siz? Muhalefetin on yıldaki ortak tanımı: “AntiAKP” BU ÜLKENİN bir on yılını daha yazacak bir partiden söz ediyorsak, “yapılarındaki mevcut aksaklıklar ve olası sorunlar, sadece parti içi meselelermiş gibi düşünülemeyecektir” sanıyorum. Seçim sıcakları artacak ve muhtemelen bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHP-MHP koalisyonu bizi bekliyordur, ne dersiniz?! Sizin anketleriniz ne söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi? nü hızlandırmalı. İktidar garantili parti oluşunun getirdiği doğal fırsatçılıklara karşı hızlı bir temizleme ve dönüştürme sürecine sahip olmalı. “Kılıçdaroğlu” demişken onunla başlayalım. Listelerindeki isimler umurumda değil ama vaatler süper! Anadolu çocuğuyum ya, İstanbul burjuvası ile aynı oya sahip olsam da yazık ki beni enterese eden şey bu işte! Ne öğretmenin sorunu kalacak, ne çiftçinin. Gelsin CHP iktidarı! IMF de ardından koşacak mı peki? Vaat zengini olan CHP, plan fakiri! Hep söylüyorum, “Erdoğan rüzgârı ve Davutoğlu sempatisi ile prim yapan partililer, teşkilat ve belediye başkanları bir an önce gerçek vizyon sahipleri ile yer değiştirmeli”. Bugün bunca sorunu bunca engelleme ile bu denli aşabilen bir parti hâlâ kemik oyları kazanmada başarısızsa, bunun sebebi sadece kronik ayrışmalarda aranmamalı. Kendi bünyelerinde nelerin kaybettirdiği de esas konu olmalı. AK Parti, dönülemez bir eşikte yeni bir seçim zaferine gidiyorken artık alt başlıklara da yoğunlaşmalı. MHP sahip olduğu kimliği nasıl bu kadar silikleştirdi ve bu ne zaman bu kadar hazmedildi ki kemik oyun hiç değişmiyor olduğunu çok merak ediyorum. Sosyologlardan ciddi bir siyaset okuması gelse ne güzel olacak! Tabiî bir aşağılama ve yönlendirme çabası olmadan… Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde hayretler içinde izlediğim ve “Gelecek yirmi yılda ilk on siyasetçiden biri olur” dediğim Demirtaş, gelecek okumada başarısızlık haneme bir puan daha yazdırdı. Diyarbakır olaylarından bu yana taban yapmış performansının eksilere mi vuracağını göreceğiz. Oysa HDP’nin ve kendisinin temsil edilmediğini düşünen Kürt vatandaşlarımızın umudu olacak bir vizyonu sırtlamış gibiydi. Meğer sadece seçim stratejisi imiş. Oysa yeni bir seçim daha var ve barış sürecinin gerçek takipçileri, yazık ki olması gerekenin neden oldurulmadığını anlıyorlar. “Koalisyon” sözcüğünü unutalı çok olmuştu; temcit pilavsız olmaz bu seçim yemeği de, buyurun buradan! Yerseniz... Bunca yıldır seçim kaybetmemiş bir parti, ne oldu da yüzde 30’lara düştü acaba. Anketler öyle diyormuş. “Destekli at!” derdi babam, ümitler de var elbette: Ya tutarsa? Ya yüzde bilmem kaç olan kararsızlar bunu da yerlerse? Ne güzel! Diyorum “Size göre değişen bir yok!” diye. AK Parti’nin seçim beyannamesi, temel ilkelerin ne olması gerektiği konusunda evrensel bir anlayış ve gerçek demokrasi yolunda ümit veriyor. Ancak iktidarın uzun yol yorgunluğu artık geçmeli. Üç beş yıldır konuşulan ve hayata geçmeyen projeler bir an önce uygulanmalı. AK Parti, içsel dönüşümü- Bu ülkenin bir on yılını daha yazacak bir partiden söz ediyorsak, “yapılarındaki mevcut aksaklıklar ve olası sorunlar, sadece parti içi meselelermiş gibi düşünülemeyecektir” sanıyorum. Seçim sıcakları artacak ve muhtemelen bir kez daha artan bir Tayyip Erdoğan düşmanlığı etkisinde, projesiz ve seviyesiz söylemlerle dolu bir “iki ay” yaşayacağız. Adını bile bilmediğim onca parti ile AK Parti bir kez daha karşı karşıya. Kim bilir, belki de bir CHPMHP koalisyonu bizi bekliyordur, ne dersiniz? Sizin anketleriniz ne söylüyor, yüzde 39 mu, 51 mi? özel sayı 101 2015 71 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ Her ne kadar bazı çevreler biz gençleri bilinçsiz bırakmak, kötü emellerine alet etmek, ülkedeki huzursuzluk ve çatışma hesabını yapanlara taşeron kılarak suistimal etmek istiyorlarsa da, biz, “Taşkınlık değil, başkanlık!”, “Kan değil, başkan!” diyerek gençlerimizi, konuyu değerlendirecek ve destekleyecek noktada tutan projeler geliştiriyoruz. Bunu da oldukça basit bir hatırlatmayla, can alıcı bir soruyla gündeme taşıyoruz: “Bütün dünya sistemleri halka hizmet ve gençlere gelecek noktasında ‘yürütmenin güç ve önemi’ni kabul ediyorlar; yürütmenin gücü, halk tarafından seçilen bir başkan ve ekibi tarafından mı, yoksa partilerin oluşturduğu bir meclis tarafından mı en iyi uygulanır?” İşte bu kadar net düşünüyoruz! *** Biz, Gezi olaylarındaki gibi gençleri taşkınlığa, provokasyona, yanlış maceralara sürükleyen ve bundan çıkar sağlamak isteyen şer güçlerden ders alan gençleriz. Hafızasını kaybetmiş, milli ve manevi değerlerden uzak, amaçsız ve eğlence dışında hayatın gerçekleriyle yüzleşmeden büyütülen, ergen travmalar üzerine uyuşturucu ve seks ticareti yapan ahlaksız odaklara karşı uyanık olan gençleriz. Biz, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in umudu Âsım’ın nesli ve Üstad Necip Fazıl’ın gençliğe hitabındaki gibi sağa sola bakmadan “Ben varım!” diyen kutlu davanın neferleriyiz. 72 özel sayı 101 2015 Mahmud Esat Kurtulmuşlar Gençler “başk B AŞKANLIK İçin Gençlik (Bİ Gençlik) Hareketi, start verdiği aksiyonla 48 saat içinde Türkiye hareketine dönüştü. Manifestoları, logoları, iddiaları, aldıkları destek ve kampanya yöntemleriyle fenomen haline gelen hareketin kurucu öncülerinden iki gönüllü gence ulaştık ve sıcağı sıcağına sorduk, onlar da gençliğin doğasındaki sıcaklık, hız ve dinamizmle cevap verdiler... “Gençler dünyayı takip ediyor” • “Başkanlık İçin Gençlik Hareketi”, büyük bir gönüllü gençlik hareketi olarak start verdi ve kısa sürede tüm Türkiye’de 7’den 77’ye destek gördü. Kuşkusuz bu hareketin gönüllü de olsa kurucu öncüleri oluyor. Sizler de bu kurucu öncülerden ve ilk sözcülerindesiniz. Öncelikle sizleri kısaca tanımak isteriz… Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Ailenin altı çocuğundan üçüncüsü olarak 1990’da, Bursa’da doğdum. Üniversiteyi okumak için geldiğimiz Ankara’da kaldık, 7 yıldır da aktif siyasetin içindeyim. Evli, bir çocuk babası olarak TBMM çatısı altında danışmanlık hizmeti yapıyorum. Siyaset kültürümü, Refah Partisi Bursa Teşkilatı kurucularından olan babamdan aldım. AK Parti ilçe ve il teşkilatları sonrasında Genel Merkez’de, farklı kademelerde görevlendirildim. Dolayısıyla siyaset-gençlik etkileşiminin birçok yönünü tecrübe etme imkânı buldum. Bu tecrübemi genç arkadaşlarla paylaşacağım ve birlikte gençlik sorunlarına çözüm arayacağım. Servet Hocaoğulları // servethocaogullari.ajanda@gmail.com Muhammed Burak Gültekin anlık sistemi” diyor Her sivil hareketi önemser ve katkıda bulunmaya çalışırım. “Başkanlık İçin Gençlik Hareketi”nin gönüllü kurucu öncülerinden biri olmak da hayatımda verdiğim önemli kararlardan biri olmuştur. Muhammed Burak Gültekin: Üniversite okumak için Amasya’dan Ankara’ya 2007 yılında geldiğim günden beri gençliğin ruhuna uygun birçok sosyal projede yer aldım. Ulusal haberlere konu olacak birçok gençlik hareketinin içinde aktif ve öncü rol aldım. 2009 yılında tanıştığım AK Parti Gençlik Kolları çatısı altında birçok siyasî projede yer aldım. 2012 yılında, Gençlik Kolları Genel Merkezi MKYK üyesi oldum. Politik dil ve teşkilat disiplini içinde birçok hareket tecrübem olmasının yanı sıra, özellikle sivil gençlik hareketlerinin önem ve etkisini bilen biri olarak Başkanlık İçin Gençlik Hareketi’nin öncü kurucu üyelerinden biri olmanın bir mesajı olduğunu düşünüyorum. Bu mesaj şudur: “Gençler dünyayı takip ediyor; ülkenin geleceğine ilişkin fikirleri ve önerileri var. Gençleri dinlemek ve destek vermek gerekiyor, özellikle de sivil hareketler ise…” “Bİ Gençlik, biriken enerjinin bir yansımasıdır” • Anladığımız kadarıyla sadece sivil destek alan bir gönüllü hareket değil, geniş katılımlı ve sivilaktif siyaset uyumunun olduğu bir gençlik hareketi olarak başladı ve “başkanlık sistemi”nin önemini anlatmak ve bu noktada gençliğin öncü rol almasını hedeflemek için yola çıkıldı. Peki, zor olan bu uyumu nasıl sağladınız? Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Siyaset zaten sivile hizmet için var; sivilin seçtiği meşru iktidar yolu siyasettir. Ayrıca her zaman sivil alanla temasta ve işbirliği içindedir. Dolayısıyla bizim için bir parti içinde olmak, her zaman politik ve kapalı dil kullanacağımız anlamında gelmez. Özellikle de AK Parti içinde bu mümkün değil, çünkü 12 yıldır iktidar olmayı, özünde sivil siyaseti merkeze almasından kaynaklanıyor. AK Parti, gençlik yapılanması bağlamında toplumun her kesimini kuşatan tek partidir. Başkanlık İçin Gençlik Hareketi bu nedenle start alırken, gönüllü, sivil ve en önemlisi de gençliği önemseyen aileler tarafından desteklenen bir hareket olması özelliği ile “kuşatıcı” ve “etkin” olmuştur. Özellikle çocuklarını politikadan uzak tutmaya çalışan, endişe duyan aileler, huzurla ve teşvik ederek bu projeye destek veriyorlar. Kuşkusuz bu özgüven, bu tür sağlıklı bir ortamı sağlayan AK Parti’nin hizmeti, başarısı ve özel sayı 101 2015 73 HABERA JANDASÖYLEŞİ gençlere verdiği önemden kaynaklanıyor. Vekil olma yaşını 25’e, oy kullanma yaşını 18’e indiren irade, bu siyasî harekettir. Bu bağlamda gençliğin ufkuna, akleden kalbine başkanlık sistemini koyan da aynı siyasî zekî ve iradedir. Nitekim Başkanlık İçin Gençlik Hareketi’ne destek veren binlerce genç ve aile, aktif olarak partide, teşkilat içinde görev alanlardan oluşmadı. AK Parti’ye oy veren sosyal tabakalardan sıcak tepkiler gelmesi doğal. Diğer siyasî parti tabanlarındaki gençler de her konuda olduğu gibi sırf hareketin kaynağı AK Parti olduğu için manipüle edilmek isteniyor. İnanıyorum ki başkanlık sisteminin ne olduğu objektif olarak öğrenildiğinde, bu harekete destek de geniş kitlelere ulaşılacaktır. Muhammed Burak Gültekin: Aslında dünyadaki örneklere de baktığımızda, toplumsal değişimlerin, büyük kararların özü ve öznesi her zaman sivil güçler, halk hareketleri olmuştur. “Arap Baharı” olarak bilinen Ortadoğu’daki hareketin halk hareketi olması ve öncülüğünü 74 özel sayı 101 2015 gençlerin yapması, aynı şekilde Mısır’da yaşanan büyük hareketin en güçlü yönünün genç bir hareket olması ve “Rabia Hareketi” olarak bizde de karşılık bulan destek hareketi açıkça gösteriyor ki, sivil hareketin özü “gençlik hareketleri”dir. Bu bağlamda Başkanlık İçin Gençlik Hareketi de sivil güce inanan gençlerin ortak aklını ifade etmektedir. Nitekim yıllardır dillendirilen başkanlık sistemi konusunda AK Parti dışındaki siyasî partilerin ağızlarına sakız olarak koydukları “Yaptırtmayız! Muhtar bile olamazsın! Başbakan olamazsın! Cumhurbaşkanı olamazsın!” söyleminin şimdi de “Başkan olamazsın!” gibi, anlam ve bağlam içermeyen yasakçı zihniyet ürünü cümlelerine gençler itibar etmiyorlar. Gençler biraz da merak ve tepki enerjileri sebebiyle, bir şey kendilerinden gizlenmek istendiğinde ona yöneliyor, araştırarak veya hemen gerekli sivil tepkiyi veriyorlar. Gençlerde büyük bir “başkanlık sistemi” merakı var; en azından ne olup olmadığına ilişkin sorgulama içindeler. Özellikle başkanlık sistemi ile yönetilen ABD örneğindeki gücü, etkinliği, hızı ve sonuçları bildikleri için konuya ilgililer. Fakat muhalefet ve anlam veremediğimiz bazı akademisyenler, gençleri bilinçlendirmek yerine “Padişahlık gelecek!”, “ABD özel koşullara sahip” ve (daha üzücü olan yanı “aşağılık kompleksi ile”) “Türk usulü olmaz!” gibi izahlarla gençlerden bir şeyler kaçırmaya çalışan kampanyalar yürütüyorlar. İşte Bİ Gençlik, yani Başkanlık İçin Gençlik Hareketi, kaçırılmak ve örtülmek istenen gerçekleri ortaya çıkarmak ve ülkemiz geleceğinin sıhhatine “iyi gelecek” reçeteleri almak için bu hareketi başlatmaya karar vermiştir. Üstelik bu karar, aylardır sohbet ortamlarında dertleşen gençlerin ve ailelerin biriktirdiği enerji sonucunda doğaçlama ve farklı illerin ortak aklı ile gerçekleşmiştir. “Taşkınlık değil, başkanlık” • Peki, siz başkanlık sistemini çözdünüz mü? Gençler bu hareketi topluma, seçmene anlatabilecekler mi? Bir de seçimlere çok az zaman kaldı, sizce geç kalmadınız mı? Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Başkanlık sistemini ilk defa gündeme getiren biz değiliz; Özal döneminden bu yana Türkiye bu sistemi gündem yapıyor ve tartışmaya açıyor. Fakat ısrarla ne olduğu, özellikle “Geleceğimiz” denen gençlerin bu konuda bilinçlendirilmesi noktasında bir türlü sonuç alınamıyor. Kuşkusuz bunun siyasî ve sosyolojik sebepleri var. Ancak özellikle AK Parti’nin kurucu lideri ve Yeni TürkiyeYeni Vizyon ufkunun mimarı, cumhurun başı, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yoğun olarak gündem oluşturduğu 2007’den bu tarafa başkanlık sistemi, toplumun bilgisi ve desteği dâhilinde her zaman konuşuldu. Ancak bu gündem, “rejimanayasa değişikliği” sınırlarını aşamadı ve tüm muhalefet partileri ısrarla yeni anayasa çalışmalarını sabote ettiler. Hatırlanacağı üzere önemli iyileştirmeler içeren anayasa referandumuna bile “Hayır” kampanyası düzenleyerek karşı çıktılar. Neden? Çok basit bir nedeni vardı Servet Hocaoğulları bunun: “İyi geleceği” AK Parti kurarsa hiçbir zaman iktidar olamayacaklardı... Halk bunu gördü ve onları cezalandırdı. AK Parti yerelde ve genelde 12 yıldır iktidarda. Şimdi dünya klasmanında söz sahibi olan güçlü bir Türkiye var. 2023 ve 2071 hedefleri olan Türkiye için başkanlık sistemi şart! Çünkü bu hedeflerdeki ekonomik, siyasî ve kültürel güç için en doğru sistem, “başkanlık sistemi”. Başkanlık İçin Gençlik Hareketi’nin heyecan dalgaları oluşturması da bunun en büyük kanıtı. 24 saatte hareketin sembolü olan selamlama ve logomuzun binlerce insan tarafından paylaşılması bizi mutlu çok etti ve doğru yolda olduğumuzu gösterdi. En çok da başkanlık sistemi hakkındaki meraklı soruların gelmesi bizi mutlu etti. Çünkü bu alanda bilinçlendirmek için planladığımız etkinlikler, tanıtım broşürleri ve kitapçıklarımız hazır durumda. Yeter ki gençlere güvenelim ve destek verelim! Muhammed Burak Gültekin: Kuşkusuz gençlerimize başkanlık sistemini anlatmak noktasında sade, etkin ve somut önerileriniz olmalı. Yasama detayları, bol istatiksel karşılaştırma, felsefî soyutlamalar sadece kafa karıştırır. Bunları ciddiyetsiz bulduğumuz veya önemsemediğimiz için söylemiyoruz; biz hızlı, pratik, somut, risk alan ve en önemlisi de işin özünü görmeyi ve göstermeyi seviyor ve istiyoruz. Her ne kadar bazı çevreler biz gençleri bilinçsiz bırakmak, kötü emellerine alet etmek, ülkedeki huzursuzluk ve çatışma hesabını yapanlara taşeron kılarak suiistimal etmek istiyorlarsa da biz, “Taşkınlık değil, başkanlık!”, “Kan değil, başkan!” diyerek gençlerimizi, konuyu değerlendirecek ve destekleyecek noktada tutan projeler geliştiriyoruz. Bunu da oldukça basit bir hatırlatmayla, can alıcı bir soruyla gündeme taşıyoruz: “Bütün dünya sistemleri halka hizmet ve gençlere gelecek noktasında ‘yürütmenin güç ve önemi’ni kabul ediyorlar; yürütmenin gücü, halk tarafından seçilen bir başkan ve ekibi tarafından mı, yoksa partilerin oluşturduğu bir meclis tarafından mı en iyi uygulanır?” İşte bu kadar net düşünüyoruz! Neredeyse yüz yıldır parlamenter sistemle yönetilen ülkenin başına neler geldiğini tarih kitaplarından okuyoruz. Biz tabiî 12 yıldır istikrarlı bir hükümet tarafından yönetildiğimiz ve belki eski günleri gençler olarak yaşamadığımız için tam kıyas yapamıyoruz; belki bu yaşanmışlıkları bilmeyen birçok gencimiz başkanlık sistemine karşı önyargılı ve/veya diğer partilerin manipülasyonlarından etkilenmişlerdir. İşte Bİ Gençlik, bu noktada bilinçlendirme ve kıyaslama imkânı sağlayacak bir etkinlik ve projeler dizisi sunacak, gerçekler öğrenilecek ve gençlere, ülkeye iyi gelecek çözümlere kavuşacağız. Sürprizlerimiz var yani... “Bu, sadece başlangıç!” • Ne gibi sürprizler bunlar? Gençliğin ihtiyaçlarına cevap veren, sorunlarını çözen sürprizler mi? Mahmud Esat Kurtulmuşlar: Kuşkusuz… Biz, Gezi olaylarındaki gibi gençleri taşkınlığa, provokasyona, yanlış maceralara sürükleyen ve bundan çıkar sağlamak isteyen şer güçlerden ders alan gençleriz. Hafızasını kaybetmiş, milli ve manevi değerlerden uzak, amaçsız ve eğlence dışında hayatın gerçekleriyle yüzleşmeden büyütülen, ergen travmalar üzerine uyuşturucu ve seks ticareti yapan ahlaksız odaklara karşı uyanık olan gençleriz. Biz, İstiklal Şairimiz Mehmet Akif ’in umudu Âsım’ın nesli ve Üstad Necip Fazıl’ın gençliğe hitabındaki gibi sağa sola bakmadan “Ben varım!” diyen kutlu davanın neferleriyiz. Bu kutlu dava, özünü İslam dininden alan ve Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!” felsefe ve tecrübesiyle imparatorluk kurmuş ecdadın, İstanbul’u fetheden “genç başkan” Fatih Sultan Mehmed Han örnekliğini düstur edinmiş ve Recep Tayyip Erdoğan gibi yaşayan lider rehberliğinin kıymetini bilen bir gençliğiz. Başkanlık sistemini bir heves ve moda için istemiyoruz; geleceğimizi gerçekler ışığında görüyoruz. Kuşkusuz bu noktada bizim de destek kadar çok yönlü eğitilmeye ve rehberliğe ihtiyacımız var. Biz bir sivil harekete katılan gençleriz. Türkiye’nin tamamında bu harekete gönül vermiş ve çalışan gençler, onlara destek veren aileler var. Tıpkı bize kıymet veren Haber AjandaKültür Ajanda ailesi gibi… Bu noktada bu iki dergiye, özelde de size (Servet Hocaoğulları) teşekkür ediyoruz. Zira 17 Aralık operasyonuyla hedeflenen “Erdoğan’sız Türkiye” projesini deşifre eden ve bildiğimiz, sevdiğimiz, rehber kabul ettiğimiz Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı her yönüyle anlatan, başkanlık sisteminin gerekçelerini sıralayan kitabınız “Yeni Türkiye-Yeni Vizyon: Zamanı Geldi-Recep Tayyip Erdoğan”, bize yol haritası sunmuş ve ışık tutmuştur. Muhammed Burak Gültekin: AK Parti döneminde, her alanda olduğu gibi gençlik alanında da birçok sorun çözüldü ve örnek projeler geliştirildi. Başta imam-hatip okulları olmak üzere meslek liselerindeki katsayı zulmü, insan haklarının en temel ve onurlu hakkı olan eğitim özgürlüğü sağlandı ve büyük bir yara olan başörtüsü problemi çözüldü. Gençlerin işsizlik kâbusu ve güven krizi normalleştirilerek hızlı bir şekilde çözülmeye başlandı. Tabiî ki her normalleşme sürecinde ülkeyi karıştıran dış güçlerin ve içerideki uzantılarının yaptığı provokasyonlar, yer yer yaşanan ekonomik krizler, darbeci-vesayetçi-faiz lobileri sebebiyle akamete uğrayan birçok süreç ve proje oldu. Elbette “Gençlerin tüm sorunları çözüldü” diyemeyiz. Ancak çözüm yoluna girildi ve bunu hızlandıracak en etkin sistem de “başkanlık sistemi”. Bir anlamda karanlık geride kaldı ve aydınlık ufukla beraber beyaz günlere yol almaya devam ediyoruz. Bir anlamda Zamanı Geldi! Beyaz ip, siyah ipten ayrılıyor”. İnanıyoruz ki Başkanlık İçin Gençlik Hareketi, sadece başkanlık sitemini talep eden bir hareket değil, başkanlık sistemiyle çözüleceğine inandığımız her konuda beyaz projeler üreten bir harekete kısa sürede dönüşecektir. Çünkü bunun için gerekli tüm alt ve üst yapıya sahip, herkesin katıldığı bir harekete zaten dönüştü. Gençliğe ve geleceğe hayırlı olsun! Bu arada bir çağrımızı tekrar etmek istiyoruz: Ellerini kalpleri üzerine koyarak fotoğraf çekip sosyal medyadaki paylaşımlarımıza eşlik etsin milletimiz ve sitemizi ziyaret ederek desteklerini belirtsinler. Bizi takip etsinler; çünkü bu, sadece başlangıç! • Bu gençlik hareketi karşısında ne diyelim elimizi kalbimizin üstüne koyup “Hayırlı olsun!” demekten başka? Kutlu yolunuzda, sizin şahsınızda tüm gençleri kutluyoruz… özel sayı 101 2015 75 haberajanda Analiz Mevcut MHP yönetimi fikriyatı itibariyle 1960’lardaki seküler yönetime benzemekte, bir farkla ki, o eski yönetimin başı iktidar olabilmek için yanıp tutuşmakta iken, şimdiki “lider” bunun tam aksine, iktidar olmayı asla istememektedir. 1999 seçimlerinden sonra hükümeti kurma fırsatı ayağına kadar gelmiş iken, bundan paniğe kapılıp bu imkânı altın tepsi içerisinde tarihî hasmına nasıl sunduğu, milletin vermediği iktidarı kendi eliyle sola nasıl teslim ettiği hatırlardadır. Türk siyasî hayatında ilk defa bir parti iktidar olmaktan ürküyor, korkuyor. Şayet MHP iktidar olmayı hedeflemiş olsaydı, kendi kadim tabanının da içinde bulunduğu ana gövde muhafazakâr merkez sağ seçmene yönelmesi gerekirdi. Oysa tamamını alsa dahi iktidar olmaya yetmeyecek olan CHP tabanına yöneliyor, sadece davasını değil, onlarca yıl diş-tırnak bir çabayla elde etmiş olduğu bütün kalelerini bilerek bir kalemde siyasi rakibine terk ediyor. Bu gün itibariyle MHP’nin fikir ve siyaset bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında hemen hemen hiçbir fark kalmamış gibidir. Mademki MHP’nin inançlı bilinen tabanı da boynunu büküp liderine tabi oluyor, bu üç partinin birleşip iktidar alternatifi olabilecek ciddi bir muhalefet partisi meydana getirmeleri, belki ülkemiz için daha faydalı bir davranış olacaktır(!). 76 özel sayı 101 2015 MHP nedir, ne yapmak istiyor? Muhafazakâr CKMP’den seküler MHP doğdu M İLLİYETÇİ HAREKET, 1965 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’ni Alpaslan Türkeş’in ele geçirmesi ile beraber, seçmen tabanında herhangi bir talep ve siyasî boşluk olmamasına rağmen, “Türkçülük” olarak ifade edilen seküler ırkçı milliyetçiliğin siyasî temsilcisi olarak siyaset alanına dâhil oldu. >> Adını daha sonra 1969 yılında MHP olarak değiştirdi. O zamanki seçmen tercihleri bakımından merkez sağın ana partisi olan Adalet Partisi (AP) ve öbür tarafta solcu değil ama seküler olmanın da ötesinde İslâm dinine hasım, otoriter anlayışa sahip Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi yer alıyordu. 27 Mayıs rejimiyle beraber ortaya çıkan diri bir Marksist hareketin siyasî temsilcisi olan Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 seçimlerinde millî bakiye seçim sistemi sayesinde parlamentoya 15 milletvekili ile girmeyi başarmıştı. Bu tablo içerisinde MHP, kendi seküler anlayışı ve liderinin ters konumu bakımından paradoks da olsa, hedef seçmen kitlesi olarak 1965 seçimlerinde yüzde 50’nin üzerinde oy alarak tek başına iktidara gelmiş olan AP’nin üzerinde oturduğu muhafazakâr merkez sağ seçmeni hedef almıştı. Bilindiği gibi AP, Demokrat Parti’nin devamı ve aynı seç- men kitlesinin temsilcisi durumunda, Türkeş ise Demokrat Parti’yi deviren cuntanın önde gelen aktörlerinden birisi idi. Siyaseten CHP’yi, seçmen tabanı bakımından AP’yi ve ideolojik olarak TİP’i hedef alan MHP, bütün iddialı çabalarına rağmen, seçmenden 1965, 69 ve 73 seçimlerinde olumlu bir karşılık göremedi. Bunun sebebi, siyasî tabloda bir boşluk olmaması, partinin lideri olan Alpaslan Türkeş’in 27 Mayıs askeri darbesindeki öne çıkan rolünün merkez sağ seçmen üzerindeki olumsuz etkisidir. İktidar hedefinde en önemli unsur gençlik; ideolojik kök İslam öncesi İdeolojik bir parti olan MHP, uzun vadeye matuf bir iktidar yürüyüşüne çıkmıştı. Bu yolda seçmen desteği önemli bir faktör olmakla beraber, yegâne unsur olarak görülmemiştir. O yıllarda de- mokrasimiz henüz çok ham olduğu için, iktidar erkini ele geçirmede seçmen iradesi dışındaki güçlerin ağırlıklı rolü, toplum tarafından adeta normal kabul ediliyor ya da kabul etmek zorunda kalınıyordu. Nitekim yüzde 50’nin üzerinde bir seçmen desteği ile iktidara gelmiş olan AP, başta asker olmak üzere vesayet güçlerine vermekte olduğu onca tavize rağmen, her an alaşağı edilme tehditleri ve korkuları altında icraat yapmaya çalışıyordu. O zamanki tabirle “iktidarsız iktidar”dı. MHP, gerçek iktidar olabilmek için seçmen desteğinden başka, hatta onsuz, başka çevik kuvvetlere sahip olmak gerektiği inancı ile kendi kadrolarını yetiştirmek amacıyla toplumun her kesimine, özellikle de toplumun en dinamik kesimi ve gelecekteki kadroların ana kaynağı olduğu düşüncesinden hareketle gençlik üzerine yoğunlaştı. Yakın ve güçsüz iktidar yerine, uzak fakat güçlü bir iktidarı hedefleyen “Milli devlet, güçlü iktidar!” sloganını geliştirdi. Ancak burada gençliğe yüklenen misyon sadece geleceğin kadrolarının hazırlanması ile sınırlı olmayıp, demokrasi dışı metotların söz konusu olabileceği bir ortamda iktidara el koymanın önemli bir unsuru da olmaktı. MHP lideri için iktidar olmak, daima metottan önce gelen bir Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com hedef olmuş, bunu, partisinin bir genel kurulunda partililere hitaben açıkça “Ben sizi sokakta ıspanak fiyatına satılan demokrasiye çağırmıyorum…” ifadesiyle açıklamış, vereceği fikir ve heyecanla peşine takacağı Türk gençliğinin önünde hiçbir gücün duramayacağına inanmıştı. Gençliğe sunulan “Tanrı Türk’ü korusun!” sloganı ve partinin görüşlerini anlatan “9 Işık” adı verilen metindeki 9 rakamı, İslam öncesi Türk toplumunun kült değerlerinden mülhemdi. Türkçülükten İslamcılığa geçiş 1960’lı yıllarda MHP, gençlik tabanında istenildiği gibi olmamakla beraber, daha ziyade devrimci solun azgınlığına tepki olarak bir kıpırdanma sağlasa da, seçmen tabanında hiçbir karşılık bulamadı. 69 sonunda partinin fikriyatında ve siyasetinde bir ma- kas değişikliği oldu. MHP seküler milliyetçilikten vazgeçiyor, milliyetçiliğin yanına İslâm kelimesini ekleyerek bunu, “Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar Müslümanız!” sloganıyla ifade ediyordu. Ancak bu sloganın gençlik üzerinde olumlu bir etkisi olmuş olsa da, 1973 seçimlerinde sandığa yansıyan önemli bir getirisi olmadı. O seçimde MSP’nin 48 milletvekiline mukabil MHP ancak üç milletvekilliği kazanabildi. Siyasette İslâmlaşma eğiliminin hayat bulabilmesi, soğuk savaşın en kızıştığı o yıllarda Sovyetlerin komünizm vasıtasıyla güneye doğru yayılma hamlelerine karşı ABD’nin uygulamaya çalıştığı “Yeşil Kuşak” projesinin sağladığı imkân sayesinde olmuştur. Dış kaynaklı da olsa, seçmen tabanı ve gençlik bu ortamı sevdi, sağ siyaset de bu yörüngeye girmek zorunda kaldı. O dönemde MHP tabanı ve gençliği İslâmlaşma yolunda ken- di yönetimini zorlayarak ve aşarak, o yılların acımasız sağ-sol çatışmasının da tesiriyle 70’li yılların ortalarında “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın!” noktasına gelmiş oldu. MHP artık İslâmcı bir parti idi. Siyaset stratejisindeki kırılmalar MHP liderliği, 1969 seçimlerinden sonra iki kırılma daha yaşadı. Siyasette merkez sağın patronu durumundaki AP’ye muhalefet etmekten vazgeçip tam aksine ona destek olmak ve ona tutunmak yoluna girdi. O kadar ki, AP iktidarının 1969 seçiminden sonra kurduğu hükümete Meclis’teki tek sandalyesiyle güvenoyu verdi, 1975 ve 1977 MC koalisyon hükümetlerinde bu parti ile uyum içinde el ele beraberce yer aldı. Gençlik siyasetinde ise, görüldü ki MHP’nin Ülkücü gençliği, umulanın aksine her şeyi ol- özel sayı 101 2015 77 haberajanda Analiz yor, yalnız girdiği 95 seçimlerinde ise Meclis dışında kalıyordu. Devlet Bahçeli’nin MHP’si milletin verdiği krediyi boşa harcadı MHP, tarihinin en yüksek oyunu 1999 seçimlerinde Demokratik Sol Parti’den çok az bir farkla ikinci parti olarak aldı. Bu defa bir reaksiyon partisi olarak değil, fakat buna mukabil bir aksiyon partisi olarak da değil; bu defa 90’lı yıllardaki siyasi kaoslara ve sorumlusu partilere karşı oluşan reaksiyon ve yeni bir lidere sahipliği sebebiyle ve bir nevi çaresizlikten dolayı denenmeye değebilecek son bir umut olarak değerlendirilmişti. Seçmen, ihtiyaten vermiş olduğu bu desteğin, MHP’nin göstereceği performansa göre devamını da getireceğinin işaretini vermiş iken, MHP onca esip gürlemesinin aksine o kadar korkak, basiretsiz ve aciz bir iktidar örneği ortaya koydu ki, seçmen, verdiğini 2002 seçiminde hemen geri alıp MHP’yi seçim barajının altında bıraktı. “Devletin başına Devlet gelecek”miş! duğu gibi önüne katıp silip süpürememekte ve fakat iki taraf arasına giren yabancı karanlık ellerce körüklenen kardeş kavgasını çatışma unsuru olarak kullanmakta... Bunu önlemek için MHP liderliğince devrimci gençliğe karşı sert mücadele yerine diyalog yolu arandı. Lakin bu konuda çoktan iş işten geçmişti. MHP her ne kadar kendisini bir aksiyon partisi olarak takdim etmiş ise de, toplum tarafından daima bir reaksiyon partisi olarak algılanmış, seçmen tarafından öyle değerlendirilmiştir. 1977 seçimlerinde ilk defa olarak seçmen tabanından kısmen de olsa olumlu bir tepki almış, Meclis’e 17 milletvekili sokmuştu. Bu olumlu tepki, ihtilalci komünizme karşı büyük bedeller ödeyerek gösterdiği reaksiyona karşı küçük bir jestten ibaretti. 78 özel sayı 101 2015 MHP lideri Alpaslan Türkeş, iktidar mücadelesinde sırtını daima devlete ve özellikle askere dayamaya çalışmışsa da, partisinin İslâmcı niteliğinden dolayı askerin öfkesini celbetmiş olduğundan, sonuçta en büyük darbeyi 12 Eylül’ün askeri cuntasından aldı. Yeniden eskiye dönüş: Laikçi MHP 1980 sonrasında MHP, darbeden edinmiş olduğu tecrübeyle konjonktüre uygun olarak rotasını bir kere daha değiştirip İslâmcı siyasete kesin olarak sırtını dönüyor, laik cepheye yanaşıyor, ABD ve İsrail yanlısı bir siyaset izlemeye başlıyordu. MHP’nin bu politikası, partinin tabanında ve gençlik içerisinde rahatsızlıklara ve kopmalara yol açıyor, merkez sağ seçmenin tavır almasıyla 90’lı yıllarda bir dönem Refah Partisi’nin listesinden Meclis’e girmeye muvaffak olu- Mevcut MHP yönetimi fikriyatı itibariyle 1960’lardaki seküler yönetime benzemekte, bir farkla ki, o eski yönetimin başı iktidar olabilmek için yanıp tutuşmakta iken, şimdiki “lider” bunun tam aksine, iktidar olmayı asla istememektedir. 1999 seçimlerinden sonra hükümeti kurma fırsatı ayağına kadar gelmiş iken, bundan paniğe kapılıp bu imkânı altın tepsi içerisinde tarihî hasmına nasıl sunduğu, milletin vermediği iktidarı kendi eliyle sola nasıl teslim ettiği hatırlardadır. Türk siyasî hayatında ilk defa bir parti iktidar olmaktan ürküyor, korkuyor. Şayet MHP iktidar olmayı hedeflemiş olsaydı, kendi kadim tabanının da içinde bulunduğu ana gövde muhafazakâr merkez sağ seçmene yönelmesi gerekirdi. Oysa tamamını alsa dahi iktidar olmaya yetmeyecek olan CHP tabanına yöneliyor, sadece davasını değil, onlarca yıl diş-tırnak bir çabayla elde etmiş olduğu bütün kalelerini bilerek bir kalemde siyasi rakibine terk ediyor. Bu gün itibariyle MHP’nin fikir ve siyaset bakımından CHP ve Ulusalcılarla arasında hemen hemen hiçbir fark kalmamış gibidir. Mademki MHP’nin inançlı bilinen tabanı da boynunu büküp liderine tabi oluyor, bu üç partinin birleşip iktidar alternatifi olabilecek ciddi bir muhalefet partisi meydana getirmeleri, belki ülkemiz için daha faydalı bir davranış olacaktır(!). haberajanda Analiz Ö Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com NCEKİLERDEN farklı bir cumhurbaşkanı profili çizeceğini bilerek ve bekleyerek seçtik Erdoğan’ı. Mustafa Kemal’den sonra devleti doğrudan yönetmeye talip olan ilk cumhurbaşkanı olacaktı belki de. Başkanlık sistemine -bir an önce- geçişin bu şekilde olması da kaçınılmazdı elbette. Ne var ki, ne iktidar, ne de muhalefet siyasetindeki tecrübelerimiz bu değişimin bu kadar sert oluşunu hazmetmeye yetti. Erdoğan, mitingler düzenleyerek vatandaşa teşekkür konuşmaları yaparken paralel savaş nutukları atmaya devam etti, amenna… Açılışlara, konferanslara, törenlere katıldı, muhalefete verdi veriştirdi, eyvallah… Çankaya’ya çıkmadı, Ak Saray’a taşındı, biraz abartsa bile ülkemize yakıştı… Kader arkadaşı Abdullah Gül’le farklı frekanslarda konuştu, zaten alışmıştık… Yurtdışı gezilerine herkesten çok çıktı ve hiçbiri turistik mahiyette kalmadı, işe yaradı, o da tamam… Bakanlar Kurulu’na başkanlık etti, sebebini çözemedik ama kabullendik… Her şey iyi hoş da, Merkez Bankası’nı da düşman ilan etmesi, parti tabanına bile “Gerekli miydi?” dedirtti. Gerçekten gerekli miydi? Erdoğan Başçı’ya vurdukça doların ateşi yükseldi. İşte biz buna alışık değildik. Erdoğan bugüne kadar ekonomik krizleri ülkeden uzak tutmakla prim yapmış bir politikacı iken, nasıl oldu da devletin ve vatandaşın cebine kur akrebini sokmaya çekinmedi? Muhtemelen Merkez Bankası Başkanı Başçı da paralel örgüt üyesi ve bunu öğrenen Erdoğan, onu köşeye sıkıştırmak, gerekirse istifa ettirebilmek için her platformda üzerine oynamaya başladı. Garip olan da bu zaten; yani iki kere üst üste kendi seçtiği Başkan’a savaş açmış olması. Başçı ise açık-kapalı önemli destekler buldu Hükümet’ten. Bir gariplik de Hakan Fidan konusunda yaşandı. Onunla diğerleri arasında kocaman bir fark var! AK PARTİ 366 sayısını aşarsa, sonbaharda ya da en geç 2016 kışı bitmeden yeni anayasa ile yaşamaya başlarız. HDP Meclis’e girerse aritmetik çok değişir ve bence bu, CHP’nin sandalye sayısına olumlu yansır. Belki AK Parti ve HDP toplamı bile yeni anayasa yapmaya yetmeyebilir. Öyleyse bu seçimin memleket için en hayırlı sonucu, Kürt siyasetinin bir dönem dışarıdan yürütülmesindedir. MİT Müsteşarı’nın siyasete girmek isteği Erdoğan tarafından veto edildiği halde Davutoğlu bu vetoyu görmezden gelebildi. Ve Erdoğan, hiç alışık olmadığı şekilde, belki de siyasî hayattaki en kritik yenilgisini almak üzereydi. Tüm muhalefetin “kukla” yakıştırması yaptığı Başbakan, Fidan için politik bir kariyer hedefi çizdi ve Erdoğan’a rağmen bu yoldan sapmama gayreti gösterdi. Aslına bakarsanız, Hakan Fidan’ın MİT’in başında kalması bence de en doğrusuydu. Zira o görevi layıkıyla yerine getirdiğine inananlardanım. Onun yerini dolduramama riskini almazdım ben olsam. Nitekim Erdoğan, bir Bakanlar Kurulu’nda istediğini yine aldı ve Fidan, siyaset sahnesine çıkmadan MİT’in başında kaldı. Haziran’dan beklediklerimiz 2002’den bu yana yapılan tüm seçimler, sonucu önceden belli, getirecekleri kestirilebilen seçimlerdi. AK Parti yükselirken muhalefet kan kaybediyor, iktidarın önü her defasında biraz daha açılıyordu. Bu seçimlerden önce de sonuç üç aşağı beş yukarı belli. En azından biliyoruz ki AK Parti, yüzde 40 bandının üzerindeki bir oyla tek başına iktidara gelecek. Ancak bu seçim, iktidar için değilse de muhalefet için yeni ve kritik bir test anlamı taşıyor. Kendi kulvarında rakipsiz olan iki parti, CHP ve MHP, sonuç ne olursa olsun, özel bir değişiklik geçirmeyecek. Çünkü onların kaybedecek bir ideolojileri bile kalmadı. Bu seçim, Kürt siyasetinin seçimi olacak. Ağustos 2014’te Demirtaş’ın adaylığında girdikleri Cumhurbaşkanlığı yarışında neredeyse yüzde 10 barajını bulan Kürt oyları, HDP’yi cesaretlendirdi ve seçime bağımsız adaylarla değil, parti çatısı altında girmeye karar verildi. Bu cesaret, onları bir dönem Meclis dışında da tutabilir. Ancak İç Güvenlik Paketi’ne şiddetle karşı çıkan HDP, Çözüm Süreci’ne verdiği destekle “Demokratik siyasetin içinde ben de varım!” diyerek hem radikal, hem ılımlı, hem de devletçi Kürt oylarına ambargo koyma hedefinde. Anketlere göre barajın altında kalıyor gibi görünseler de onları parti olarak Meclis’te görmemiz sürpriz olmamalı bence. Eğer Meclis’e giremezlerse, AK Parti’nin Meclis’teki sandalye sayısı, anayasa değişikliği barajını aşabilir. AK Parti 366 sayısını aşarsa, sonbaharda ya da en geç 2016 kışı bitmeden yeni anayasa ile yaşamaya başlarız. HDP Meclis’e girerse aritmetik çok değişir ve bence bu, CHP’nin sandalye sayısına olumlu yansır. Belki AK Parti ve HDP toplamı bile yeni anayasa yapmaya yetmeyebilir. Öyleyse bu seçimin memleket için en hayırlı sonucu, Kürt siyasetinin bir dönem dışarıdan yürütülmesindedir. özel sayı 101 2015 79 haberajanda Siyaset Çoğu insan,içindeki makam ve mevki hırsını sorgulama yerine gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de, insan kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır. Hatta farklı psikolojik yöntemlerle kendi kendine “iyi işler” yaptığının propagandasını yapar. Bazen buna kutsiyet de atfeder. Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin farkına varacak o hassasiyeti kaybeder. Zaman geçtikçe bataklığın içine daha çok girdiği ve alışkanlık kazandığı için çıkış da zorlaşır. SİZ NEDEN mil etvekili (aday) adayı olmadınız? 80 özel sayı 101 2015 Prof. Dr. Serhat Atabey serhatatabey.ajanda@gmail.com M ALUM olduğu üzere, her seçime doğru milletvekili olabilmek için adaylar arasında kıyasıya bir mücadele başlar. Bu süreç çeşitli yönleriyle incelenmeye muhtaçtır. Çünkü içinde, aynı parti için bile olsa akla hayale gelmedik oyunlar bulabilirsiniz. 2015 Haziran ayı seçimleri için sürecin başladığı şu günlerde etrafımız öyle çok adayla kaynadı ki bu işe şaşmamak elde değil. Ufak bir umudu olandan tutun da bu bahaneyle gündeme gelmek isteyene kadar hayli aday adayı ortaya çıktı. Tabiî ki adayların hangi partiye doğru hücum ettiği, bir anlamda seçimi kimin kazanacağına dair ipucu da vermektedir. Konjonktür hangi partiyi işaret ediyorsa, kazanma ihtimali hangi partideyse, aday akını da o tarafa doğru olmaktadır. Bu dönemki aday adayı yoğunluğunun ortaya çıkmasında, iktidar partisinin “üç dönem kuralı” sebebiyle birçok ağır abinin siyasetten çekilecek olmasının da etkisi var. >> Önce “İnsan neden milletvekili adayı olmak ister?” sorusuyla başlayalım. Adaylara sorarsanız “Hizmet için”, “Birikimlerimi siyasete aktarmak için”, “Memlekete daha faydalı olmak için” gibi cevaplar verirler. Gerçek öyle mi? Ya da gerçekten kaç kişinin gerçek niyeti bu? Tartışılmaya muhtaç… Tabiî temiz sicilli ve iyi niyetli insanların da siyasete soyunduklarını görebiliyoruz. Lakin bu süreçlerde makam mevki, şan şöhret ve mal mülk hırsıyla dolu olduğunu bildiğimiz insanların milletin karşısına çıkıp bozuntuya vermeden “Milletime hizmet etmek istiyorum” deyişlerini gördükçe siyasetten de, siyasetçiden de uzak durmak istiyor insan. Milletvekilliğinin, aslında herkesin çok tercih etmeyeceği bir iş olması lâzım. Çünkü milleti temsil edip ona hizmet etmek ciddi bir fedakârlık gerektirir. Ayrıca milletin emanetinin ağırlığı da öyle herkesin kolay kolay taşımayacağı bir mesuliyettir. Buna rağmen ufak bir ışık gören, “Bu işe benden daha layık kim ola ki?”, “Şu ankilerden benim neyim eksik?” diyerek gözüne kestirdiği yüksek makamlara talip olmaktadır. İşin arka planına baktığımızda makam ve mevkilere, diğer insanların önüne geçme ve de tanınma arzusu, insanın fıtratında olan kötü hasletlerdendir. Yani içimizde böyle nefsanî bir motivasyon mevcut. Bu kontrol edilemediği takdirde her fırsatı değerlendirmeye çalışır, her yeni durumda “Benim için bir şey çıkar mı?” sorgulaması yaparız. Burada kendimizi frenlemek adına sormamız gereken soru şu: Bu makamı elde edince neyi kazanıp neyi kaybetmiş oluyoruz? Bu boyuta Homo economikus varlık olarak baktığınızda kârlı bir iş gibi görünür. Çünkü bu tür pozisyonlar mal mülk, para ve güç gibi birçok dünyalık nimet sunmaktadır. Hele çalıp çırpma niyetiniz ve istidadınız varsa fırsat, bu fırsattır. Lakin bu şekilde kazandıkça, bir taraftan da hem öbür dünyamızı, hem ahlakî değerlerimizi kaybedip gidiyoruz, nerede kaldı “İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun?” diyen Peygamber’in (s.a.v.) ümmeti olmak? Bu sorgulama, tabiî ki perspektifi sadece bu dünya olmayanlar içindir. Aksi halde söylediklerimizin bir manası yok! Sağdan yaklaşan kim? “Öbür dünya” gibi bir derdi olanların, makam ve mevkinin bir imtihan vesilesi olduğunun şuurunda olmaları gerekiyor. İnsanların belli makamları tuttuktan sonra nasıl da başkalaştıklarına dair tarihten ve günümüzden yüzlerce misal bulmak mümkün. Çünkü insanın içindeki nefsanî ve şeytanî potansiyelini ortaya çıkarmak için gerekli ortam oluşmuştur. Bir muhtarlık, belediye başkanlığı, valilik, milletvekilliği nasip olmuşsa, hele bir de sonradan görme ise o insan, dünyalık ne varsa onlara tamah etmişse… Çoğu insan, içindeki makam ve mevki hırsını sorgulama yerine gizleme eğilimindedir. Diğer insanlardan zaten gizlenir de, insan kendisi ile yüzleşmekten de kaçınır. Hatta farklı psikolojik yöntemlerle kendi kendine “iyi işler” yaptığının propagandasını yapar. Bazen buna kutsiyet de atfeder. Kısaca “şeytanın sağdan yaklaşması” ile tehlikenin farkına varacak o hassasiyeti kaybeder. Zaman geçtikçe bataklığın içine daha çok girdiği ve alışkanlık kazandığı için çıkış da zorlaşır. Kabul etmek lazım ki, siyasetin tabiatı kirlidir. İyi niyetli, gerçekten insanlara faydalı olmak için bu işe girişenlerin de bu çetin sınanma sürecinde zorlandıkları vakidir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi, nefsanî ve şeytanî hırsla oralarda bulunan onca kişi arasında siyasete girip de kirlenmeden çıkabilmek fevkalâde bir maharet gerektirir. Hele Türkiye’de çevreden merkeze doğru sosyal hareketliliğin devam ettiği şu 10-15 senede muhafazakârların ortaya koydukları tavır ve davranışlar problematiktir. Bu değişim dönemlerinde birçok insan, iyi niyetinden, saf ve masum özelliklerinden uzaklaşıp gitmektedir. “Keşke eskisi gibi kalsaydı” diyeceğimiz çok insan vardır, var olmaya da devam edecektir. “Peki, kim milletvekili olacak, nasıl olacak?” Bu soru herhangi bir makam ve mevki için de sorulabilir. Aslında bu konuyla ilgili bir kriterimiz var. Hazreti Peygamber (s.a.v.), ashabından birine şu tavsiyede bulunuyor: “Ey Abdurrahman, amirlik isteme! Eğer sen istemeden bir makama getirilirsen, Allah yardımcın olur. Eğer kendi arzunla amir olursan, Allah’ın yardımından mahrum kalabilirsin.” Siyasette de böyle olamaz mı? Aday adayları kendi istekleriyle ortaya çıkmak yerine, parti yetkilileri hem partilerine değer katacak, hem de millete hizmet edecek potansiyeli olanları bulsalar, onları partilerinde siyaset yapmaya davet etseler ve böylelikle Allah’ın yardımından mahrum kalmasalar olmaz mı? Siyasete böyle girenlerin çıkışları da kolay olacaktır. Şimdi böyle bir manzaradan hayli uzağız. Entrika, aldatma, hile, yalan, torpil veya iltimas gibi ne kadar menfi yol varsa, daha aday adaylığı sürecinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yol önce seçimde rakip partililere karşı, seçildikten sonra da bakanlık ve benzeri pozisyonlar, hatta bir sonraki dönemde de yeniden seçilebilmek için gidilen bir yoldur. Sistem bu yolu kullananı dışarı atıncaya kadar da devam etmektedir. Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı süresi bitiminde “5+5” mücadelesini, kaç tane seçim kaybettiği halde hâlâ partilerin başından gitmeyen liderleri, bazı illerdeki kronik milletvekillerini hatırlayın. Ey aday adayı arkadaşlar! Hâsılı hem sizi, hem de bizi zor günler bekliyor. Keşke partiler çok göze batmaya çalışanları değil de gerçekten millete hizmet edecek adamları bulup getirseler… özel sayı 101 2015 81 haberajanda Toplum Yerli araba üretmenin tam zamanı! Alman’a, Fransız’a daha iyi bir cevap verilemez. Arabanın markasını da buldum: “MUHSİN”. Neden mi? En az üç sebebi var: Birincisi, kelime Kur’an’dan: “Allah muhsinlerle beraberdir.’’ İkincisi, tahmin ettiğiniz gibi büyük bir şehidimizin ismi. Telefondaki muhaveremiz hâlâ kulaklarımdadır. Üçüncüsü, biz bu arabayı yapıp komşulara ihraç edeceğiz; bana itimat edin, “Muhsin’’, komşularımızda herhangi bir kuş isminden (!) çok daha makbul ve matlubdur. Araplar özel isim olarak çok severek kullandıkları gibi, Arapça’daki manası itibariyle de çok tutulur, iyi satar. MUHSİN B OKSTA da var sol gösterip sağ vurmak. Güreşte de oyunlar olur; rahmetli Yaşar Doğu’nun en güzel oyunlarındandı, kasten sol bacağını rakibine kaptırır, sonra da onu doğduğuna pişman ederdi. Koskoca Kanuni dahi bu oyuna geldi. Hayır, Yaşar Doğu’ya karşı değil elbette, Fransa’ya karşı. “Almanya’nın bacağını kapacağım’’ diye Fransa’yla yakınlaştıkça yakınlaştı. Neticeyi hepimiz biliyoruz, tekrara gerek yok. >> Şimdi de öyle… Fransa’yla bir işbirliği, bir anlaşma, “Aman iyi ilişkilerimiz olsun’’ gayretleri… Herkesle iyi ilişkilerimiz olsun da yine kündeye gelmenin âlemi yok. Fransa’da Röno adlı firma Fransız halkına araba satışı yapabilmek için neredeyse üzerine para veriyor, bizde ise Klio’ya ödenen parayla Fransa’da Avdi alırsınız. Başkan Fransuva’nın “Perşembe’si’’ bu “Çarşamba’dan’’ belli oldu, Başkan gidici… Ayni şekilde Sarkozi’nin gelişi de neredeyse tescillendi; Sarkozi Türkiye’ye yatırım yapmaya karşı, pek münasip, yapmasın. Türkiye bu otomobil montaj “sanayiinden ve sanayicilerinden’’ az çekmedi. Parasını yiyenler sefasını sürüyor. Bir tanesi dahi bu “teneke trampet’’ arabalardan birini sürmüyor. Alman arabasının konfor ve emniyeti içerisinde milletin haline bakıp bakıp gülüyorlar muhtemelen. Memlekete avdet ettiğimde bu “teneke trampetlerden’’ bir tane kiraladım, arabayı park ederken iki defa direksiyon simidi kilitlendi. İyi ki park ederken… Ya çevreyolunda seyr-ü sefer esnasında kilitlenseydi? Alman deyince… Yukarıdaki Kanuni ör- 82 özel sayı 101 2015 neğini beyhude vermedim. Folksvagen firması Türkiye’ye yatırım yapmıyor ya, bakın Almanlar nereye yatırım yapıyorlar: Bemeve ile Mersedes adlı firmalar, yatırımlarını Mısır’a yaptılar. Yanlış okumadınız, “Mısır”a… Fabrikalar Mısır’a kuruldu. Biz Röno montajlamaya devam ederken, zaten Amerikan Çiroki cipleri montajlayan Mısır, şimdi en lüks Alman arabalarını montajlayacak. Biz “teneke trampetlere’’ devam… Şimdi ne malum Alman’ın Fransız’la anlaşıp da Türkiye’ye yatırım yapmadığı, kasten Mısır’a yatırım yaparak Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü kesmek ve ayrıca Ortadoğu’da bir tevhide mani olmak istemediği? Bakınız, yukarıdaki Kanuni örneği. Dikkat! Kündeye gelmeyelim. Aman yine tuş olmayalım! Şu son zamanlarda, Sisi iktidara oturtulduğundan beri Mısır’a yapılan yatırım dudak uçuklatır. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda büyükçe bir proje yapan Dubai merkezli Emaar inşaat ve taahhüt şirketi, Kahire’de halen inşaat esnasındaki “Uptown Cai- ro’’ isimli projesinin yanında “projecik’’ kalır. Sisi’ye şimdi “birileri’’ bir de ferman buyurdu, yeni bürokratik-administratif bir başkent inşa edilecek ve Kahire yakınlarında “Şuruq’’ tabir edilen mıntıkada yeni bir başkent vücut bulacak. Muazzam bir proje! Pek çok şirketle beraber Emaar, önde gelen müteahhit firmalardan. Beş senede teslim! Biz Kanal İstanbul projesi sebebiyle hâlâ birbirimizi yiyelim, yapılmaması için kırk dereden su taşıyalım, Mısır ikinci Süveyş Kanalı’nı ilerletiyor… Bayılıyoruz vakit ve enerji israf etmeye. Hâlâ Başkanlık sistemi tartışılıyor. Çünkü Amerika, Rusya, Fransa ve diğer hepsi geri bir zekâya sahip, bir bizim muhalif kesim akıllı… Maaşallah! Büyük Britanya Krallığı’nın anayasası bile yok değerli kardeşlerim ve bacılarım! Onlar da mı geri bir zekâya sahipler? Kuvvetler ayrılığı diye bir tonoza bağlanmışız, yerimizden kıpırdanamıyoruz. Niçin ayrı olacakmış yahu bu kuvvetler? Devlet şizofren mi olsun? Dedim ya, vakit israfı… Birilerinin işine yarıyor kaybettiğimiz bu vakit. Biz Türkiye’de bu türlü “işlerle’’ oyalanırken, yatırımcı bu arada Mısır’a para akıtıyor. Mısır deyince bakın aklıma ne geldi: “El Gouna’’ tabir edilen bir mıntıka var Kızıldeniz sahilinde, pek çok Avrupalı yabancının (Alman, Belçikalı, İngiliz vs.) burada emlaki mevcut, Mısır onlara bir komünote kurma hakkını vermedi. Ne onlara mahsus kilise Mehmet Ziya Üsküdarlı mzuskudarli.ajanda@gmail.com var, ne de mezarlık. Bunu yazmamın sebebi boşuna değil. Alanya’daki Almanlar bir komünote teşkil ettirdiler; kendileri için papaz getirttiler, kilise kurdurttular, mezarlık tahsis ettirdiler, Türk kaymakamını ayaklarına bile getirttiler. Mısır’da bunu yapamazlar. Üstelik Mısır, onların her kuruşuna muhtaç tatbik ediyorsunuz?’’ Cevaba dikkat! “Onlar da bize vize tatbik ediyorlar.’’ Neyse, biz önümüze bakalım, müspet ve muhsin şeyler düşünelim. Arabayla başlamıştık, arabayla itmam edelim. Tam zamanı! Biz Röno montajlamaya devam ederken, zaten Amerikan Çiroki cipleri montajlayan Mısır, şimdi en lüks Alman arabalarını montajlayacak. Biz “teneke trampetlere’’ devam… Şimdi ne malum Alman’ın Fransız’la anlaşıp da Türkiye’ye yatırım yapmadığı, kasten Mısır’a yatırım yaparak Ortadoğu’da Türkiye’nin önünü kesmek ve ayrıca Ortadoğu’da bir tevhide mani olmak istemediği? durumda; Mısır her türlü yardıma muhtaç. Buna rağmen Mısır, yabancılara vize tatbik ediyor. Mısır’a gitmek isteyen Avrupalı turist, kendi memleketindeki Mısır konsolosluklarında vize kuyruğuna giriyor. Dostum Mısır Sefiri’ne sordum: “Siz bunların himmetine muhtaç iken nasıl vize Yerli araba üretmenin tam zamanı! Alman’a, Fransız’a daha iyi bir cevap verilemez. Arabanın markasını da buldum: “MUHSİN”. Neden mi? En az üç sebebi var: Birincisi, kelime Kur’an’dan: “Allah muhsinlerle beraberdir.’’ İkincisi, tahmin ettiğiniz gibi büyük bir şehidimizin ismi. Telefon- daki muhaveremiz hâlâ kulaklarımdadır. Üçüncüsü, biz bu arabayı yapıp komşulara ihraç edeceğiz; bana itimat edin, “Muhsin’’, komşularımızda herhangi bir kuş isminden (!) çok daha makbul ve matlubdur. Araplar özel isim olarak çok severek kullandıkları gibi, Arapça’daki manası itibariyle de çok tutulur, iyi satar. Yazımı Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inden iki beyit ile bitireyim. Sanki bugünün AB memleketlerine ve onların memleketimizdeki temsilcilerine sesleniyormuş gibi hissettim: “Bir gün gelecek, sen de perişan olacaksın/ Ey gonca! Bu cem’iyyeti her dem mi sanırsın?/ Namerd olayım çarha eğer minnet edersem/ Cevrinle senin, ben keder etsem mi sanırsın?’’ özel sayı 101 2015 83 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ “Başarılı ve istikrarlı büyüme rakamlarıyla dikkat çeken Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın en büyük 16. ekonomisi olarak küresel ekonominin önemli aktörleri arasında yer alıyor. Ülkemizin bugün geldiği noktada bankacılık sistemimizin küresel krizlere karşı direncinden aldığımız gücün de önemli bir katkısı var. Küresel ekonomilerdeki dalgalanmaların Türkiye ekonomisi üzerinde büyük bir etki yaratmayacağını ve ülkemizin, hedeflerinden taviz vermeyeceğini düşünüyorum.” *** “Halkbank olarak ‘enerji sektörü’nü, kaynak aktaracağımız öncelikli sektörler arasında değerlendiriyoruz. Enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanında hem bankamız kaynaklarını, hem de Avrupa Yatırım Bankası, Dünya Bankası ve Fransız Kalkınma Ajansı (FKA) gibi yabancı finans kuruluşlarından sağladığımız fonları kullanıyoruz. Bu kapsamda Enerji Verimliliği Kredisi, Yenilenebilir Enerji Kredisi, Lisanssız Elektrik Üretim Kredisi ürünlerimizi uygun vade ve faiz oranlarıyla sunuyoruz.” 84 özel sayı 101 2015 Ali Fuat Taşkesenlioğlu Halkbank Genel Müdürü Mehmet Serhat Bıçak // msbicak.ajanda@gmail.com Halkbank Genel Müdürü Ali Fuat Taşkesenlioğlu: “TÜRKİYE EKONOMİSİ, hedefleri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir” R İVAYET odur ki, daha “Fatih” namını almadan evvel İkinci Mehmed Han, bir av köşkü yapma ricasıyla Bizans İmparatoru Konstantin’e başvurur. İstediği, bir miktar toprak parçasıdır. İmparator Konstantin, genç Türkmen Beyi ile dalga geçer ve bir öküzden yüzülen deriyi İkinci Mehmed Han’a gönderir. Konstantin’in ettiği alay, İkinci Mehmed’in deri büyüklüğünce bir toprak parçasında söz konusu köşkü yapmasına izin verdiği yönündedir. >> Ancak İkinci Mehmed Han, cebir ve geometriyle yoğrulmuş zihnini müthiş bir mimari hisle bezemiştir. Gönderilen deriyi derhal ince sicimler haline getirtir ve birbirine ekletir. Genç Türkmen Beyi’nin, verdiği deriyi ne yaptığını merak eden Konstantin, birbirine eklenen sicimlerden muazzam bir arazinin çevrildiğini ve Rumeli Hisarı adıyla anılacak burçların yükseldiğini gördüğünde dehşete düşer. İkinci Mehmed Han’dan bir haber gelir Konstantin’e ki, o haber şöyledir: “Gönderdiğin deriden başka sicim katıldıysa, yaptığım her şeyi yıkarım!” Bu eşsiz zihnî birikim, tarihin en bilinmez dehlizlerinde yalnız bırakılmış, su alarak kabarması, çatlaması yahut da çürümesi için terk edilmişti belki de... Son 13 yılını düşündüğümde ülkem, vurgunlar yiyeceğini bile bile o dehlizlere daldı, su almış, kabarmış, çatlamış ve çürümüş kimliğine sarıldı ve son bir derin nefesle suyun yüzüne çıkmayı başardı. Yazarkasalar, “çırınk!” sesleri yerine parçalanma seslerine alışmıştı. Sokakta günün başladığını ve bittiğini bildiren kepenkleri duyan yoktu. Ne verenin, ne alanın yüzü kalmıştı istemeye; suratlar asık, sîretler renksizdi. “Hayırlısı!” demeyi diline pelesenk eden ülkem, geleceğini son bir hamleyle bağlayıp bu kez “Hayır!” demişti, “Aldatılmaya hayır!”… O günlerde biricik devlet babasına sığınan vatan yavrucakları, karşılarında ufuklardan medet bekleyen bir adam buluyorlardı. Ancak ülkem, o son derin nefesi almış ve suyun yüzüne çıkmıştı bir kez. Ecdadı da suya erişemeyince kalyonlarını karadan yürütmemiş miydi!? Hayır, benden ekonomik terimler duymayacaksın ülkem! Zaten onun da hepi topu iki kelime değil mi? İş, aş… Paritesini, kurunu, enflasyonunu, deflasyonunu, devalüasyonunu, krizini ve daha birçok terimini her gün işitmesine rağmen, ülkemin ekonomik terminolojiden anladığı iki söylem, “iş ve aş” idi. Zira ülkem, obasında konaklarken bir imparatorluğun alaylı bakışlarla gözetlediği bir gençti. Ancak madem iş ve aş gerekliydi, öyleyse üretmek gerekti. Peki, neyi? Üretmek için önce üretimi yapacak tesisi üretmek lazımdı, tabiî o tesisin üretimini gerçekleştirmek için de “tahsil görmüş” üretici... Peki, madem değirmen vardı, suyu nereden gelecekti? Taşıma suyla değirmen döner miydi? Madem özel sayı 101 2015 85 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Şube ve personel sayımızı da arttırarak ürün ve hizmetlerimizi daha fazla kanaldan müşterilerimize ulaştıracağız. Bu kapsamda, yıl içinde bankamıza bin 500 kişinin daha katılmasını ve 50 yeni şube açmayı planlıyoruz.” üretim için daha çok fabrika, üretici için mühendis, işçi, ama ille de bunları yetiştirecek öğretmen lazımdı; bu yüzden fabrikalar ve okullar daha da çok üretildi. Değirmene su sağlamak için daha çok baraj inşa edildi. Fakat önemli olan baraj yapmak değil, şehri su baskınlarından korumaktı. Bunun için barajlara nitelik kazandırıldı. Öyle ya, daha on yıl önce kriz sendromunun kas seyirten dalgalanmaları yaşanıyordu madem, öyleyse üreten Türkiye’ye, üreten bankalar kazandırılmalıydı. “Kazandırılmalıydı” dediğimize bakmayın, o bankalardan biri, Türk ekonomisinin “Zümrüd-ü Anka”sı küllerinden doğdu. Üreten Türkiye’nin bankası Halkbank, bir zamanlar ümit kesilmiş 86 özel sayı 101 2015 Mehmet Serhat Bıçak HALKBANK I. ÇEYREK (MART 2015) BİLGİLERİ ekonominin dinamosu hüviyetine büründü. Esnafın, küçük ve orta ölçekli girişimlerin, teknolojinin, eğitimin, sporun ve daha birçok platformda “halk”ının yanında oldu. Bir zamanlar “Batar mı!?” şeklinde konuşulan, asparagas haberlerle karanlık dehlizlerin vurgunlarına hedef olan Halkbank, halkıyla büyümeye, halkı için üretmeye, teknolojiden spora her alanda üretimi desteklemeye devam ediyor. Marifet iltifata tâbidir; öyleyse Türk ekonomisinin “Zümrüd-ü Anka”sı, üreten Türkiye’nin bankası Halkbank’a biz de iltifattan geri durmayalım ve bu marifetin en ileri uç beyi, Halkbank Genel Müdürü Sayın Ali Fuat Taşkesenlioğlu ile yaptığımız ekonomik alan söyleşisine sizleri de davet edelim… *** “Dünyanın en büyük 150 bankası arasında yer almayı hedefliyoruz” • Sayın Genel Müdürüm, öncelikle Halkbank’ın gelecek vizyonuna ve hedeflerine dair birkaç ipucu alabilir miyiz? Halkbank olarak, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da KOBİ bankacılığın- HALKBANK I. ÇEYREK (MART 2015) BİLGİLERİ Mar-14 2014 Mar-14 88.921 2014 101.767 65.610 88.921 23.311 65.610 76.545 101.767 25.222 76.545 81.834 108.380 26.545 81.834 5.290 6.613 1.323 5.290 6,9 6,5 5,2 6,9 26.658 23.311 115.579 26.658 8,1% 115.579 32.779 25.222 134.546 32.779 8,0% 134.546 34.668 26.545 143.047 34.668 8,0% 143.047 1.889 1.323 8.502 1.889 5,8 5,2 6,3 5,8 29.928 8,1% 26.844 8,0% 26.619 8,0% 8.502 (225) 6,3 (0,8) Menkul Değerler Mevduat 29.928 100.159 26.844 103.708 26.619 106.894 (225) 3.186 (0,8) 3,1 Özkaynaklar Mevduat Aktif Toplamı Özkaynaklar 14.527 100.159 145.524 14.527 16.536 103.708 155.423 16.536 17.045 106.894 161.273 17.045 509 3.186 5.850 509 3,1 3,1 3,8 3,1 Aktif Toplamı 145.524 155.423 161.273 5.850 3,8 Nakdi Krediler Ticari Krediler Nakdi Krediler Bireysel Krediler Ticari Krediler Gayri Nakdi Krediler Bireysel Krediler Toplam Krediler Gayri Nakdi Krediler Nakdi Kredi Pazar Payı Toplam Krediler Menkul Değerler Nakdi Kredi Pazar Payı Mar-14 Mar-14 Net Kar Net Kar 2014 530 Kredi / Mevduat 2.206 584 2014 Mar-15 Mar-14 88,8% 201498,1% Mar-15 101,4% 61,1% 88,8% 2,67% 61,1% 65,5% 98,1% 3,55% 65,5% 67,2% 101,4% 3,38% 67,2% 2,67% 3,55% 3,38% Reeskontlar dahildir. Takipteki Krediler / Toplam Krediler 53 10,0 Reeskontlar dahildir. “Cacanska Banka’nın satın alımına yönelik sözleşmenin imzalanması, Balkanlardaki büyüme stratejimiz doğrultusunda attığımız ilk adım değil. Bu konudaki ilk adımı Halkbank AD Skopje ile Makedonya’da atmıştık ve bugün ülkenin en büyük üç bankasından biriyiz. Hedefimiz, ülkemizde sahip olduğumuz gücü ve deneyimi tüm Balkanlara taşımak ve bölgenin güçlü bankalarından biri olmak...” daki liderliğimizi sürdürürken, bankacılığın her alanında fark yaratacak ürün ve hizmetler geliştirmeye devam edeceğiz. Bu kapsamda reel sektör, öncelik verdiğimiz alanlar arasında yer almayı sürdürecek. Türkiye’nin üretim ve ihracat alanında yaptığı yatırımların finansmanında bankacılık sektörünün rolü düşünüldüğünde, özellikle ticarî kredilerde önemli gelişmeler yaşanacağını öngörüyoruz. Biz de bu alanda- ki uzmanlığımızla reel sektörün ihtiyaçlarını doğru analiz edecek ve “KOBİ” denilince akla gelen ilk banka olmaya devam edeceğiz. 2015 yılında aktif toplamın- ! ! 5/ ! 139.9 02 ! 39.2 99.2 155.4 83.4 91.1 30.7 55.2 9.. 2002 2005 2008 2011 2013 2014 5%/ 3%3 4%- 4%2 5%. 4%5 " !(9) 20.0 9.6 25.0 26.9 1.2 " !(9) 2.206 2014 Mart'a Göre 2014 Mart'a Göre Mar-15 Fark Fark % 2014 Mart'a Göre 2014 Mart'a Göre Mar-15 Fark Fark % 10,0 584 53 Mar-14 Kredi // Mevduat Aktif Kredi Takipteki Krediler / Toplam Krediler Kredi / Aktif 5 ! 17.4 2014 530 ! 51.1 Milyon TL Milyon TL 2014 Sonuna Göre 2014 Sonuna Göre Mar-15 Fark Fark % 2014 Sonuna Göre 2014 Sonuna Göre Mar-15 Fark 6.613 Fark % 108.380 6,5 9/5 10.4 5.4 6.2 1.1 2002 2005 2008 2011 2013 2014 /%1 1%- 3%5 5%. 5%- 5%- 2002 " !(9) 2005 2008 2011 2013 2014 ./%0 ./%0 ..%0 ..%4 & & özel sayı 101 2015 87 HABERA JANDASÖYLEŞİ C M Y CM MY CY CMY K da yüzde 13 ilâ 15 arasında, kredilerde yüzde 16 ilâ 18, mevduatta ise yüzde 13-15 arasında büyüme elde etmeyi hedefliyoruz. Verimliliği merkeze alarak yürüteceğimiz bu çalışmalar sonucunda, 2015 yılında özkaynak kârlılığımızın yüzde 20’nin üzerinde gerçekleşmesini hedefliyoruz. Şube ve personel sayımızı da arttırarak ürün ve hizmetlerimizi daha fazla kanaldan müşterilerimize ulaştıracağız. Bu kapsamda, yıl içinde bankamıza bin 500 kişinin daha katılmasını ve 50 yeni şube açmayı planlıyoruz. Diğer yandan bireysel bankacılık alanında da Paraf ’la yaptığımız atılımı sürdüreceğiz. Üç milyon 400 bin kart adedine ulaşan Paraf, müşterilerine sunduğu Katlı ParafPara, ParafGünüm, Cumartesi Restoran indirimi gibi, kredi kartı sektöründe fark yaratacak pek çok kampanya ile özellikle iki yılda, sektörde rakiplerinden farklı bir yer edindi. Bu alandaki başarımızı 2015 yılında da sürdürecek, Paraf ’ın özellik ve kampanyalarına yenilerini ekleyeceğiz. Halkbank olarak önümüzdeki dönemde gerçekleştireceğimiz atılımlarla “Halkbank” markasını yurtiçinde ve yurtdışında daha yükseklere taşımayı hedefliyoruz. Bu doğrultuda 88 özel sayı 101 2015 2015-2020 yılları için yol haritamızı yeniden belirledik. Gerçekleştireceğimiz çalışmalarla bilanço yapımızı ve uluslararası piyasalarda sahip olduğumuz itibarı daha da güçlendireceğiz. Güçlü sermayemizle gelecek 5 yılda da önemli başarılara imza atmayı ve Türkiye’nin en verimli bankası olma yolunda emin adımlarla ilerlemeyi sürdüreceğiz. Bu çalışmalarımız sonucunda Halkbank’ın, dünyanın en büyük 150 bankası arasında yer almasını hedefliyoruz. “Endişelere karşın pozisyon alınmış olması, etki şiddetini azaltabilir” • 2014 yılına kıyasla 2015’te Türkiye ve dünya ekonomisini nelerin beklediğine ilişkin yorumlarınızı öğrenebilir miyiz? FED’in faiz artırım kararı beklentisi piyasalarda birtakım dalgalanmalara yol açsa da, ECB’nin parasal genişleme politikasının, likidite endişelerinin ortadan kalkmasını ve FED kararının etkilerinin daha kısıtlı olmasını sağlayacağını söyleyebiliriz. Bu etkinin görece kısıtlı kalmasında FED’in faiz artırım kararının uzun süredir beklenmesinin ve piyasalarda buna göre pozisyon alınması- nın da önemli etkisi olacağını düşünüyoruz. Dolayısıyla bu durumun Türkiye ekonomisi üzerinde olumsuz bir etkiye neden olmasını beklemiyoruz. Türkiye ekonomisi, hedefleri doğrultusunda sonuçlar elde etmeyi sürdürecektir. “Türkiye, hedeflerinden taviz vermeyecektir” • 2013’le başlayan küresel sıkışmanın oluşturduğu izlenimlere Türkiye’yi dâhil etmenin türlü yollarına girişildi. Sizce Türkiye bu buhranı hangi ölçülerde yaşıyor, zarar görüyor mu? Türkiye’nin kalkınma ve büyüme planında bir aksaklık yaşanacağını bekliyor musunuz? Üzerinde önemle durulan “Orta Vadeli Plan”ın başarıya kavuşması için önüne çıkan engelleri aşabilecek kuvvete sahip mi Türkiye? 2001 krizinde ekonomisi ve bankacılık sektörü ciddi hasar Mehmet Serhat Bıçak “Girişimci Kredisi ürünümüzden üniversite mezunu olup deneyim kazandığı ve eğitimini aldığı iş kolunda kendi işyerini açmak isteyen ‘cesur’ girişimciler ile teknokentlerde faaliyet gösteren, patenti alınmış her türlü buluş, icat ve yeni fikri faaliyete geçirmek isteyen ‘mucit’ girişimciler ve KOSGEB, TÜBİTAK, TTGV gibi kurumlardan hibe almaya hak kazanmış girişimciler, 48 aya kadar vadeyle faydalanabiliyorlar. gören Türkiye, ekonomik anlamda bir yeniden yapılanma sürecinden geçti. Bu süreç sayesinde istikrarlı sonuçlar elde etmeye başlayan ülkemiz, 2008’de patlak veren küresel ekonomik krizi yara almadan atlatırken, kamu bankaları dâhil hiçbir bankaya sermaye yardımı yapmak zorunda kalmayan çok az ülkeden biri oldu. Başarılı ve istikrarlı büyüme rakamlarıyla dikkat çeken Türkiye ekonomisi, bugün dünyanın en büyük 16. ekonomisi olarak küresel ekonominin önemli aktörleri arasında yer alıyor. Ülkemizin bugün geldiği noktada bankacılık sistemimizin küresel krizlere karşı direncinden aldığımız gücün de önemli bir katkısı var. Küresel ekonomilerdeki dalgalanmaların Türkiye ekonomisi üzerinde büyük bir etki yaratmayacağını ve ülkemizin, hedeflerinden taviz vermeyeceğini düşünüyorum. /--/'/-.1 .&-0-&--- 06%2! 2.7 0.2 0.2 2002 2005 100.4 110.4 1.5 90- ! 5 ! 5.5 3.1 Bankamız, yılın ilk çeyreğinde toplam kredilerini 2014 yılsonuna göre yüzde 6,3 artırarak 143 milyar TL’ye, nakdî kredilerini 108,4 milyar TL’ye, toplam mevduatını ise 106,8 milyar TL’ye yükseltti. Bu süreçte KOBİ kredilerimizi de içeren ticarî kredilerimiz yüzde 6,9 artışla 81,8 milyar TL’ye ulaştı. 132.0 4.7 1.6 • Bankanızın 2015 yılı ilk çeyrek sonuçlarını öğrenebilir miyiz? 22 ! 7.0 9.6 “İlk çeyrek hedeflerimize ulaşmanın memnuniyetini yaşıyoruz” ! 8.1 12.5 5. ! Güçlü bankacılık sistemimiz ve istikrarlı ekonomi politikalarımızla ekonomik büyümemizi bundan sonra da sürdüreceğimize ve dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasındaki yerimizi koruyacağımıza inanıyorum. 2008 2011 2013 2014 2002 2005 2008 2011 2013 66.0 73.1 2014 103.3 * & 255 245 286 125 2.4 100 50 64 " !(9) 25 5 2002 2005 2008 2011 2013 2014 2002 2005 2008 2011 2013 9/- 31.8 150 318 227 39.9 11.5 8.3 2002 2005 2008 2011 2013 2014 /%2 0%4 3%1 5%. 5%- 5%. " !(9) 90 20.9 2002 2005 2008 2011 2013 2014 5%0 5%0 5%5 6%2 .-%3 6%5 2014 & & özel sayı 101 2015 89 HABERA JANDASÖYLEŞİ Aktif toplamında, üç aylık dönemde yüzde 3,8 artış elde eden bankamızın ilk çeyrek kârı, 584 milyon TL olarak gerçekleşti. Özkaynaklarımızdaki artış ise yüzde 3,1 oranında. Mart sonu itibariyle elde ettiğimiz bu sonuçlarla yılın ilk çeyreğini hedeflerimiz doğrultusunda tamamlamaktan memnuniyet duyuyoruz. “Halkbank, KOBİ’lerin en büyük destekçisi” • Halkbank’ın sloganı, “Üreten Türkiye’nin bankası”… Halkbank’ın bireysel ve kurumsal anlamda üretime dönük proje ve stratejilerine dair bilgi alabilir miyiz sizden? Halkbank olarak çağdaş bankacılığın tüm alanlarında müşterilerimizin ihtiyaçlarını doğru analiz ederek yeni ürün ve hizmetler geliştiriyoruz. Bu kapsamda bireysel ve kurumsal müşterilerimize yönelik kredi ürünlerimizle ihtiyaç duydukları her an onların yanlarında olmayı hedefliyoruz. KOBİ bankacılığı tarafında sektörel ihtiyaçlara yönelik özel ürün ve paketler geliştiriyoruz. “KOBİ İhracat Atılımı Paketi” ile standart ihracat kredi paketlerinden farklı bir yaklaşımla faiz ve/veya döviz alış kur oranlarına duyarlı müşterilerimize özel kredi çözümleri sunuyoruz. Halkbank olarak “enerji sektörü”nü, kaynak aktaracağımız öncelikli sektörler arasında değerlendiriyoruz. Enerji verimliliği ve yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanında hem bankamız kaynaklarını, hem de Avrupa Yatırım Bankası, Dünya Bankası ve Fransız Kalkınma Ajansı (FKA) gibi yabancı finans kuruluşlarından sağladığımız fonları kullanıyoruz. Bu kapsamda Enerji Verimliliği Kredisi, Yenilenebilir Enerji Kredisi, Lisanssız Elektrik Üretim Kredisi ürünlerimizi uygun vade ve faiz oranlarıyla sunuyoruz. KOBİ’lere en uygun finansal desteği sağlamanın yanında, onların ihtiyaçlarını doğru analiz edip danışmanlık ve eğitim hizmetleri vererek finansman dışı desteklerle de yanlarında olmayı amaçlıyoruz. KOBİ’lere özel olarak tasarla- ALİ FUAT TAŞKESENLİOĞLU, 1964 yılında Erzurum’da doğdu. Atatürk Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nden 1985 yılında mezun oldu. Daha sonra Beykent Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Finans Bölümü’nde yüksek lisansını tamamlayan Taşkesenlioğlu, halen aynı üniversitede İşletme Yönetimi Ana Bilim Dalı’nda doktora eğitimine devam etmektedir. İş hayatına 1988 yılında, Yenidoğan Yayın Dağıtım Şirketi’nde başlayan Taşkesenlioğlu, 1988-1996 yılları arasında Faisal 90 özel sayı 101 2015 Finans Kurumu A.Ş.’de Baş Uzman, 1996 yılı Ekim ayında göreve başladığı Asya Katılım Bankası A.Ş.’de sırasıyla Proje Pazarlama Müdür Yardımcılığı, Merter ve Sultanhamam Şube Müdürlüğü, Kredi Tahsis Birim Müdürlüğü ile Kredi Tahsis Genel Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 30 Mart 2012 tarihinde Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Taşkesenlioğlu, Türkiye Vakıflar Bankası T.A.O. Denetim ve Kredi Komitesi Yedek Üyeliği, 20 Nisan 2012 ile 7 Şubat 2014 tarihleri arasında Vakıf Portföy Yönetimi A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı, Vakıf Finans Factoring Hizmetleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkan Vekili ve Vakıf Menkul Kıymetler Yatırım Ortaklığı A.Ş. Yönetim Kurulu Başkan Vekili görevlerini yürüttü. 7 Şubat 2014 tarihinden itibaren Türkiye Halk Bankası A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Müdürü olarak göreve başlayan Ali Fuat Taşkesenlioğlu, aynı zamanda Halk Sigorta A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürütmektedir. Mehmet Serhat Bıçak C M Y CM MY CY CMY K dığımız “www.halkbankkobi. com.tr” platformundaki “Uzmanına Danışın” adlı köşe ile KOBİ’lerin ticarî faaliyetler, hukuk, vergi ve benzeri konularda uzman danışmanlardan danışmanlık hizmeti almalarına olanak sağlıyoruz. Ayrıca KOBİ’ler, yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve otel yatırımları gibi projeler için de uzmanlarımıza başvurabiliyorlar. Bu platformda KOBİ’ler, bilançolarındaki dengesizlik ya da olumsuzlukların giderilmesi ile ilgili sorularına cevap bulabilirken, yatırım teşviki ile ilgili yeni yatırım ya da kapasite arttırımı konusunda ücretsiz danışmanlık hizmeti de alabiliyorlar. “İstihdam ve ekonomik büyüme için Halkbank hazır!” • “Üreten Türkiye” tamlamasının kalkınma hedefindeki ülkemiz için önemli bir yer tuttuğunu, bu açıdan özellikle teknoloji ve ağır sanayi konusunda Halkbank’ın desteklerinin yadsınamayacağını ve de devamının geleceğini düşünüyorum. Halkbank’ın bu iki kulvarda yaptığı katkılara ilişkin çalışmalarınızı öğrenebilir miyiz? Halkbank olarak sektörel ihtiyaçlara yönelik sanayi, iş ve meslek kollarına özel ürün ve paketler geliştiriyoruz. Bu kapsamda ihracat, makine imalatçıları, teknoloji, imalat, AR-GE, inovasyon, medikal, turizm, taşımacılık, tarım ve benzeri sektörlere yönelik pek çok ürünümüz bulunuyor. Bu ürünlerimizle reel sektöre destek olurken, girişimci ruha ve yeni iş fikirlerine sahip, özellikle yazılım, donanım geliştirme veya mobil uygulamalar gibi teknolojik ürün ve uygulamalar alanında projesi olan, patenti alınmış her türlü buluş, icat ve yeni fikri faaliyete geçirmek isteyen genç girişimcileri destekliyoruz. “Girişimci Kredisi” ürünümüzden üniversite mezunu olup deneyim kazandığı ve eğitimini aldığı iş kolunda kendi işyerini açmak isteyen “cesur” girişimciler ile teknokentlerde faaliyet gösteren, patenti alınmış her türlü buluş, icat ve yeni fikri faaliyete geçirmek isteyen “mucit” girişimciler ve KOSGEB, TÜBİTAK, TTGV gibi kurumlardan hibe almaya hak kazanmış girişimciler, 48 aya kadar vadeyle faydalanabiliyorlar. Üniversite mezunu, deneyimsiz, mezun olduğu bölümle ilgili kendi işini kurmak isteyen “genç” girişimciler ile meslekî kuruluşlardan eğitim sertifikası veya belgesi bulunan, deneyimli ve kendi iş yerini açmak isteyen “usta” girişimciler ise bu krediyi 36 aya kadar vadeyle kullanabiliyorlar. Bu ürünümüzle istihdam oranlarının artmasına ve ekonomik büyümenin hedeflerle uyumlu ilerlemesine destek olmayı ve ülkemizde girişimcilik oranlarının yükselmesine katkı sağlamayı hedefliyoruz. Kuruluş misyonumuz doğrultusunda reel sektörün en büyük destekçisi olmaya bundan sonra da devam edeceğiz. “Güç ve birikimimizi Balkanlara da taşıyacağız” • Sırbistan’da faaliyet gösteren Cacanska Banka’nın yüzde 76,6’sını devraldınız. Türkiye’nin bankalarının yurtdışında bu tür yatırımlara girişmeleri çok önemli. Yurtdışı şubeleri açmaya ve bu tür yatırımlara devam edecek misiniz? Böylesi bir hamleyi Sırbistan’da yaparak başlamasının sebebi nedir? Bir Balkanlar yatırımı mı bu? Cacanska Banka’nın satın alımına yönelik sözleşmenin imzalanması, Balkanlardaki büyüme stratejimiz doğrultusunda attığımız ilk adım değil. Bu konudaki ilk adımı Halkbank AD Skopje ile Makedonya’da atmıştık ve bugün ülkenin en büyük üç bankasından biriyiz. Hedefimiz, ülkemizde sahip olduğumuz gücü ve deneyimi tüm Balkanlara taşımak ve bölgenin güçlü bankalarından biri olmak. Bu satın almanın Sırbistan’daki Türk yatırımlarının artmasına ve piyasanın büyümesine katkıda bulunacağına inanıyoruz. Halkbank olarak Türkiye ile Sırbistan arasında bir köprü görevi üstlenmeyi hedefliyoruz. Cacanska Banka ile hem KOBİ, hem de bireysel müşterilerimize hizmet verecek, farklı segmentlere farklı ürün çözümleri sunacağız. Cacanska Banka’nın, Bankamızın kârlılığına ve büyüme hedeflerine de katkıda bulunacağına inanıyoruz. özel sayı 101 2015 91 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ Türklerin tarihiyle ilgili hangi konuda çalışma varsa, dünyanın hangi noktasında araştırma yapılıyorsa kurumumuz onunla alakadardır. Hakkımızdaki kanun ve yönetmeliğimiz de bu şartlara müsaittir, hatta teşvik edicidir. “Nerede Türk tarihine temas eden, nerede tarihimize dair araştırılan bir nokta varsa, TTK da orada!” diyebilirim. *** Bu noktada Selçuklu, işte o Osmanlı’yı doğuran anadır, atadır. Hatta Osmanlı’nın arka planına baktığımızda, yani kurumsallaşması ve devlet yapısına bihakkın inkılabın sahibi Selçuklu’dur. Çok basit bir örnek vereyim: Selçuklu Malazgirt Savaşı’nda medeniyet devirmiştir. Zira Bizans bir devdir, bir medeniyetin temsilcisidir. Mukayese edilemez ama Osmanlı medeniyetler yenmiştir, ancak devirmemiştir. Bunu şöyle izah edeyim: Alparslan az sayıda askeriyle Bizans’ı alt etti ama bu zaferin temelinde, Selçuklu’nun Bizans’tan matematik hususunda daha ileri olması vardı. Sadece matematikte değil; ilim bir bütündür, dolayısıyla tıp ileri, astronomi ileri, devlet 92 özel sayı 101 2015 Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, ilk söyleşisini Haber Ajanda’ya verdi “Tarih boyunca bütün devletlerimizin insan merkezli olduğunu dünyaya göstereceğiz” Prof. Dr. Refik Turan Türk Tarih Kurumu Başkanı Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com Haydar Alp Selim I NSAN, bazı insanları başkalarından daha evvel tanıdığı için kendince haklı bir gurura, bir sevinç ve mutluluğa kapılır. Prof. Dr. Refik Turan, bizim için hem bir hoca, hem bir ağabey, hem de bir rehber olarak böylesi isimlerden biri. >> Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’na geçtiğimiz ay içerisinde atanan kıymetli Hocamızı Haber Ajanda ve öncesinde tanımak, elbette bizler için gurur verici. Onu, bulunduğu makamla anlatmak, anlatıyı eksik bırakır. Daha önceleri babam ve SOGEV vasıtasıyla tanıdığım Prof. Dr. Refik Turan’ı, aslında bir toplantılar manzumesi için bir araya geldiğimiz Bolu’da “öğrendim”. Evet, “Öğrendim” diyorum; zira yalnız tarih akademisyeni olarak değerlendirilemeyecek ölçüdeki derinliğine ya da sadece toplum rehberi olarak yorumlanamayacak kadar bütünlük kuracak zihnî ve kalbî birikimine orada şahit oldum. Selçuklu tarihine dair birikimiyle ülkemizde ve dünyada ender akademisyenlerden biri olan Turan, tarih, medeniyet, devlet ve insan unsurları bakımından ihtiyaç duyduğumuz birçok sahada geçmişle şimdiyi buluşturacak ve ileride tarihiyle bütünleşmiş, önceki zaaf ve hatalardan arınmış sağlam bir gelecek hazırlayacak temellere önemli katkılar sunacak değerlerimizdendir. Hayatını Selçuklu’ya adayarak Selçuklu gibi arka planda yer edinmiş, ancak yine Selçuklu gibi, meselelerin köklerine ve temellerine sahip biri olarak başrolde bulunmuş bu büyük tarih insanını Türk Tarih Kurumu Başkanlığı makamında görmekten tekrar ve tekrar gurur duyduğumuzu belirtiyor, samimî sohbeti için teşekkür ediyor ve gerisi bizde kalan güzel söyleşimizle sizleri baş başa bırakıyorum. Allah yâr ve yardımcınız olsun Hocam… *** “TTK, Cumhuriyet tarihindeki en köklü kurumlardan biridir” • Öncelikle yeni görevinizin size ve ülkemize hayırlı olmasını, tarihimiz adına güzel kazanımlar getirmesini diliyoruz. Türk Tarih Kurumu’nu kısaca izah ederek başlayabilir miyiz sohbetimize? Teşekkür ederim… Malûm olduğu üzere Türk tarihi, Türkiye Cumhuriyeti kaydını 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve 1923’te Cumhuriyet’i ilânı ile açtı. Türk Tarih Kurumu, Cumhuriyet tarihi içerisinde köklü kurumlardan biridir. 1931’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti adıyla kurulmuş, bilahare şimdiki ismini almıştır. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün bizzat verdiği direktif ve bu direktifin üzerine devletin çeşitli kademelerinin harekete geçmesiyle kurulan Türk Tarih Kurumu, o günden bugüne yaptığı çalışmalarla prestij toplamış, isim yapmış ve popüler olmuş bir yapıdır. Bugünkü halini 1984’te alan kurumumuz, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” adındaki çatı kurum içerisine dâhil edilmiştir. Başkan, Başkan Yardımcısı, Bilim Kurulu, Yayın Kurulu ve diğer üyeleriyle idarî bir teşkilat yapısına sahiptir. Çalışma alanlarımızı şöyle aktarayım: Türklerin tarihiyle ilgili hangi konuda çalışma varsa, dünyanın hangi noktasında araştırma yapılıyorsa kurumumuz onunla alakadardır. Hakkımızdaki kanun ve yönetmeliğimiz de bu şartlara müsaittir, hatta teşvik edicidir. “Nerede Türk tarihine temas eden, nerede tarihimize dair araştırılan bir nokta varsa, TTK da orada” diyebilirim. • Peki, Türk Tarih Kurumu ne yapar, nasıl çalışır? Kurumumuzun olağan işlerinden biri, mevcut çalışmaları yayınlamak ve kamuya kazandırmaktır. Bu hizmetin en başında kitap ve makale yayınlamak vardır. Bu yayınları da “kaynak eser yayını” ve “telif eser yayını” diye ikiye ayırabiliriz. “Kaynak eser”, tarihî belge niteliği taşıyan, tarihî olayları bulundukları zaman ve zeminde kayıt altına alan belgesel yapıttır ve doğrudan veriler içerir. Belli bir konuyu esas alarak tarih araştırmacıları tarafından okuyucuya sunulan analiz-sentez türüne de “telif eser” denir. Tabiî olarak bu çalışmalar, Türk Tarih Kurumu’nun benimsediği belirli kriterlere göre yayınlanırlar. TTK ayrıca, gerek Türkiye’de, gerekse uluslararası çerçevede çeşitli bilimsel toplantılar yapar; kongreler, konferanslar, sempozyumlar, paneller düzenler. Bunu bazen ortak, bazen de münferit biçimde yerine getirir. 4 yılda bir uluslararası bir kongre düzenler ki bu kongre çok önemlidir. Bu kongre, en az 1 yıllık hazırlık evresi gerektiren değerli bir kongredir. “İnkılabın sahibi Selçuklu’dur” anlayışı ve siyaset ileri… En önemlisi de Selçuklu’da hukuk ileriydi. *** Günümüzde yaşatılmaya çalışılan Ermeni tehciri meselesi, çeşitli boyutları olan bir meseledir, ancak Türkiye’nin tek meselesi değildir. Şu çok önemlidir ki, bu mesele Ermenilerle Türkler arasındaki bir konu değildir. Zira bundan çok daha ötede, küresel boyutta siyasî bir çerçeveye sahiptir. Dikkat ediniz, bu konuda arka arkaya alınan kararların hepsi siyasîdir. *** Vatikan’ın “Ben de buradayım!” şeklindeki çıkışı, elbette yeni bir tarafı daha gözler önüne getirdi. Papa Francis’in konuşması, bu açıdan şaşkınlık vericidir. Galiba Türkiye’nin karşısında yer alan koroda boş bulunan kadroyu böylece doldurmak istemişler. *** Seyrine yüzde yüz şekilde sadık kalınarak tarihî bir olayın sahneye aktarılması çok zordur; dolayısıyla bunu beklemek de yanlıştır. Ancak tahayyülün, gerçeğin özüne uyması gerekir. Gerçek dışı bir olayın hayal de olsa gerçeğin kendisi gibi verilmesi doğru değildir. özel sayı 101 2015 93 HABERA JANDASÖYLEŞİ Örneğin sorduğunuz sorudaki iki örnek arasında niyet ve kurgu açısında çok büyük farklar vardır. “Diriliş: Ertuğrul” adlı yapım, bu noktada hem iyi niyetli, hem de kurgu olarak başarılıdır. Diğeri olan “Muhteşem Yüzyıl”ı ise niyet olarak kötü, kurgu açısından da başarısız buluyorum. Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin tek başarısı, popüler olmasıdır. • TTK’nin ambleminden hareketle, güzel haberinizi aldığımızda “Kurum, Hocasına kavuştu!” dedik, zira önemli bir Selçuklu uzmanısınız. Selçuklu bizim için hep gizemli kaldı; TTK bundan sonra Selçuklu tarihine daha çok ağırlık verecek mi? Türkiye’de Selçuklu Devleti neden hiçbir zaman anlatılmadı? Hâlbuki onu anlamak ve bilmek, özellikle bugün karşılaşılan bazı durumları aydınlatması açısından çok önemli olmaz mıydı? 94 özel sayı 101 2015 Tarih konusundaki çalışma hayatıma Genel Türk Tarihi Kürsü’ sünde başladım. Genel Türk Tarihi çerçevesini göz önüne alınca Selçuklu ile ilgili çalışmaya başladım. Kendi çalışma alanım olduğu için diğer alanlardan daha yakın geliyor bu konu. Zira insan, çalıştığı alanla duygusal bir bağ da kuruyor. Selçuklu ile hemhâl oldum, günlerim onunla geçti. Onu düşündüm… O yüzden geleceğe dair o beklentinizde haklı olabilirsiniz. Yani Selçuklu’ ya dair çalışmalara da ağırlık verilebilir. Tabiî öte yandan Selçuklu’nun gizemi ve açıklanamayan mahiyeti söz konusudur şüphesiz. Bunu irdelemek önemli mi? Hem de çok önemli… • Selçuklu’nun bu önemi nereden geliyor? İngiliz düşünür ve tarihçi Arnold Toynbee diyor ki “ Dünya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük üç imparatorluğu vardır. Bu üç imparatorluk, diğer imparatorluklara göre en büyükleridir. Bu imparatorluklara Osmanlı da dâhildir (diğerleri Roma ve Birleşik Krallık). Toynbee, bu isimleri bir sıraya koymuyor. Bu tespite güçlerini, yüz ölçümleri, hacim ve nüfusları dâhil ediyor. Bu imparatorlukların teşkilat ve kurum yapılarına, getirdikleri kanunlarla, dünyaya sundukları nizamata dikkat edilmiş bu tespit ortaya koyulurken. Bunun doğrultusunda sayısız denecek çapta Osmanlı tarihi araştırması yapılmıştır Batı’da. Bu noktada Selçuklu, işte o Osmanlı’yı doğuran anadır, atadır. Hatta Osmanlı’nın arka planına baktığımızda, yani kurumsallaşması ve devlet yapısına bihakkın inkılabın sahibi Selçuklu’ dur. Çok basit bir örnek vereyim: Selçuklu Malazgirt Savaşı’nda medeniyet devirmiştir. Zira Bizans bir devdir, bir medeniyetin temsilcisidir. Mukayese edilemez ama Osmanlı medeniyetler yenmiştir, ancak devirmemiştir. Uluğ Bayındır Bunu şöyle izah edeyim: Alparslan az sayıda askeriyle Bizans’ı alt etti ama bu zaferin temelinde, Selçuklu’nun Bizans’tan matematik hususunda daha ileri olması vardı. Sadece matematikte değil; ilim bir bütündür, dolayısıyla tıp ileri, astronomi ileri, devlet anlayışı ve siyaset ileri… En önemlisi de Selçuklu’da hukuk ileriydi. Selçuklu medreseleri, kendi içlerinde bambaşka bir inkılaba sahiplerdi. O kadar değerli, o kadar çalışkan ve üretken, bugün isimlerini ve eserlerini saymakla bitiremeyeceğimiz birçok âlim ve bilgin yetiştiren büyük bir ihtişama sahipti. toplumsal, hem bilimsel, hem askerî, hem ekonomik alanda zafer… Osmanlı dahi böyle bir oranla fark atamamıştır kendi dönemindeki diğer ülkelere. Selçuklu’ya dair söylenecek çok şey var. Selçuklu’nun arkasından oluşturduğu nizam, Osmanlı’nın ne denli önemli bir mirasçı olduğunu, bunun kıymetini ne büyük bir derecede bildi- • Tam da 100’üncü yılında, Ermeni tehcirinin sözde diaspora tarafından daha da ateşleneceği bir zaman diliminde, Nisan arefesinde bu göreve getirildiniz. Türkiye, sözde soykırım iddiaları karşısında nasıl davranmalı? Ermeni tehciri konusunun şimdiye kadar bu denli büyümesinin önüne geçil- maalesef karşılık verilemez. Çünkü bu konudaki gündemi maalesef biz ayarlamıyoruz. Bu ayarlamayı yapanı “küresel akıl” şeklinde tanımlayabiliriz. Elbette Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu ayarlamada tek başına muktedir olmayabilir ama aciz de değildir. Günümüzde yaşatılmaya çalışılan Ermeni tehciri me- Şunu kesinlikle Osmanlı’yı tenzif etmek için söylemiyorum, bilakis onur duyuyorum: “Osmanlı medresesi” denir ama Selçuklu’nun Bağdat’ta kurduğu Nizamiye Medreseleri, ardından gelen bütün medreselerin kökü mahiyetindedir. Yani kök Selçuklu’da… Selçuklu eğitiminde yer alan dersler, programlar ve kitaplar, Osmanlı’da aynıyla devam ettirilmişlerdir. Bunun yanında ordu şekli, ekonomi, maliye sistemi, siyaset, bilim veya sosyolojik kurgu gibi tüm özellikler, Osmanlı’da Selçuklu’dan uyarlamadır. Selçuklu’daki “gulam”, Osmanlı’da “kapıkulu” olur. Yahut Selçuklu’daki “ikta”, Osmanlı’da “tımar sistemi” adını alır. Bu yüzden “İnkılabın sahibi Selçuklu’dur” diyorum. Size basit bir gerçeği daha açıklayayım: Türk tarihinin -kendi zamanındaki ölçütlerine göre- ekonomik bakımdan diğer ülkelere oranla zirve yapan bir numaralı devleti, Selçuklu Devleti’dir. Somut bir örnekle ele almak gerekirse, 13. yüzyıl Anadolu’sunun yıllık geliri bugünkü bir rakamla mesela 30 milyon dolar ise, aynı dönemde İngiltere’nin 4, Fransa’nınsa 3 milyon dolar idi. Yani hem ğini de ayrıca gösterir. Muhafaza, geliştirme, daha geniş alanlara ulaştırma, bunu uzun süreli bir sistematiğe oturtma becerisini Osmanlı ortaya koymuştur. “Soykırım söylemi isnatlar, iftiralar, yalanlar ve hikâyelerle doldurulmuştur” mesi hususunda eksik mi kalındı? Toplumda şöyle bir algı var: “Tarihçilerimiz hep aynı şeyleri söylüyorlar, bu safsatayı tamamen ortadan kaldıracak bir hamleyi ortaya koymayacak mı devlet?” Dilerseniz en sondan başlayayım… “Her seferinde karşımıza çıkan bu sorunu kökten çözmeliyiz” şeklindeki öneriye selesi, çeşitli boyutları olan bir meseledir, ancak Türkiye’nin tek meselesi değildir. Şu çok önemlidir ki, bu mesele Ermenilerle Türkler arasındaki bir konu değildir. Zira bundan çok daha ötede, küresel boyutta siyasî bir çerçeveye sahiptir. Dikkat ediniz, bu konuda arka arkaya alınan kararların hepsi siyasîdir. özel sayı 101 2015 95 HABERA JANDASÖYLEŞİ Elbette savaşlarda askerler can verebilirler; buradaki detay, Kanunî’nin insanî yönünü çok iyi ortaya koyar. Selçuklu da, Osmanlı da, diğer Türk devletleri de “ümen”, yani “insan merkezli” devletlerdir. Türk Tarih Kurumu olarak bu hassayı bütün dünyaya öğreteceğiz. “1915’te Ermeniler katledilmişlerdir” cümlesi etrafında şekillenen söylemi, bazı hızlarını alamayanlar “genocide”, yani “soykırım” kelimesiyle şiddetlendirmektedirler. Bu söylemi kabullenmediğim gibi anlayamıyorum da. “Belli amaçlarla, kasıt niyetli olarak üç kişiyi dahi öldürmek soykırımdır” şeklinde BM’nin kabul etmiş olduğu bir tanım var ama adı üzerinde zaten, “soykırım”. Hukukî tarifi bir tarafa, propaganda boyutu çok dehşet verici bu söylemin. Bel- 96 özel sayı 101 2015 ge ve kaynaktan uzak, güvenli bir telif eseri dahi bulunmayan bu söylem, isnatlar, iftiralar, yalanlar ve hikâyelerle doldurulmuştur tamamen. “Diaspora, karar merkezinin belli olmaması sebebiyle başka şeyler düşündürüyor” Biz ise bu konunu bilimsel boyutuyla meşgulüz. Bu boyutta istenen seviye yakalanamamış olabilir, ancak ellerinden geldiği kadarıyla bu konu üzerinde gayret sarf eden bütün araştırmacılarımıza teşekkür ediyorum. İnşallah daha yeterli ve daha disiplinli çalışmalarla meseleye netlik kazandırmaya çalışacağız. Konuya iki taraftan bakmak mümkündür. İlk taraf “Türkler”dir. Bu tarafı daha büyütmenin veya genişletmenin maalesef imkânı yoktur; zira İslâm dünyası, bu konuya karşı hayli bigânedir. Ne yazık ki, Türkiye’nin yanında olup da ses getirecek çapta bir tepki görünmemektedir. Tabiî bu görüntüde Azerbaycan’ı istisna tutabiliriz. İkinci tarafsa kalabalıktır ve kendi içinde taraflara sahiptir. Bu taraflardan ilki, Ermenistan Devleti’dir. Bununla beraber “diaspora” diye tarif edilen ve ne Türkiye’de, ne de Ermenistan’da yaşayan, herhangi bir sınıra sahip olmayan propaganda grubu vardır. Diaspora konusunda bir muğlaklık da mevcuttur aslında. Ne bir dernek, ne bir teşkilat, ne bir muhtar cumhuriyet, ne de bir devletten bahsedebiliriz. Bu konuda sistematik bir şeyden söz edilemez. Şehir efsanesi değil, sanki küresel bir efsane(!)… Sınırları ve karar merkezi belli olmayan bir şeyin bu kadar etkin olması, başka düşünceleri de peşinden getiriyor. Bu noktada aklımıza yeni bir taraf olarak topyekûn büyük devletler, Osmanlı tabiriyle Uluğ Bayındır “düvel-i muazzama” geliyor. Küresel sistemin ana aktörleri, bu konuda bize karşı taraftırlar. Ancak bütün bunların dışında kalan, küresel sistem ve diasporadan uzak duran, derdi sadece kardeşçe yaşamak olan Ermeni vatandaşlarımız vardır. Bunlara Ermenistan ve başka ülkelerde yaşayıp da sadece barışı düşleyen insanları da ekleyebiliriz tabiî. • Peki, Vatikan’ın bu konuda hakkında yaptığı açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Vatikan’ın “Ben de buradayım!” şeklindeki çıkışı, elbette yeni bir tarafı daha gözler önüne getirdi. Papa Francis’in konuşması, bu açıdan şaşkınlık vericidir. Galiba Türkiye’nin karşısında yer alan koroda boş bulunan kadroyu böylece doldurmak istemişler. Türk halkı ise böyle çıkışları yadırgamıyor; çünkü bu konuda rahatsız edileceğini biliyor. Aslen bir din kurumu olan Vatikan’ın böyle bir baskı aracını kullanması, yalnız siyasî bir tabloyu önümüze sunuyor. Bu noktada Papa’nın Katolik dünyanın lideri olmasının yanında Vatikan Devleti’nin “Devlet Başkanı” unvanına sahip olduğunu hatırlamalıyız. Bu çıkış, içerik açısından ne dinî, ne de ilmîdir. Papalık gibi bir merkezden böyle bir beyanın paylaşılması, yadırganacak bir durumdur. Bu çıkışı tarih yargılayacak ve Papalığın önüne getirecektir. Çünkü bu beyan sadece iftira, yalan ve hilaf-ı hakikate dayalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığımız tarafından karşı taraf hakkında böyle bir çıkış gelse, onu da yadırgardım. “Algı projelerine ancak daha iyi yapıtlarla cevap verilebilir” • Türkiye’de toplum, tarihini televizyon dizilerinden öğrenir oldu. Bir yıl önce Şehzade Mustafa’nın nasıl öldüğünü merakla bekleyenler, şimdi Halime Sultan’ın Ertuğrul Gazi ile evlenip evlenmeyeceğini heyecanla takip ediyorlar. Hem bu tür projelere dair yorumlarınızı, hem de ülkemizde bu konuya nasıl yaklaşılması gerektiğini öğrenebilir miyiz? Ekranın gücü hepimizce malum… Sinema icat edildikten sonra filmlerin çeşitli kategorilerde yayınlandığını görüyoruz ki bunlardan biri de “tarih”. Tarihî filmler, ötede beri kimlik ve şuur inşasında kullanılan araçlardandır. Bütün insanlara aynı ayarda kitap okutamazsınız, dolayısıyla aynı ayarda düşündüremezsiniz de. Ancak istemeseler de, farkında olmasalar da bir sinema filmiyle tek tip bilgilendirme yapabilir, aynı şeyi düşündürebilirsiniz. Maalesef Türk tarih öğretiminde tarihî filmlerin kullanımı pek içimize siner şekilde olmamıştır. Daha önceleri başrollerinde Cüneyt Arkın veya Kartal Tibet gibi isimlerin oynadığı Tarkan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battal Gazi veya Suat Yalaz’ın senaryolaştırdığı Karaoğlan serileri gibi filmler, iyi niyetli çalışmalardır. • Tarihî film çekerken bilimsel mânâda nelere dikkat edilmeli sizce? Seyrine yüzde yüz şekilde sadık kalınarak tarihî bir olayın sahneye aktarılması çok zordur; dolayısıyla bunu beklemek de yanlıştır. Ancak tahayyülün, gerçeğin özüne uyması gerekir. Gerçek dışı bir olayın hayal de olsa gerçeğin kendisi gibi verilmesi doğru değildir. Tarihî içeriğe sahip bir film çalışmasının, konu edilen olayın ana hatlarını aşmaması gerekir. Mesela Osmanlı’nın hem Müslim, hem de gayrimüslim hukuku mevcuttur; ancak yapıtta “Osmanlı gayrimüslimlerin hakkını yiyordu” şeklinde bir görüntüye yer verilmesi doğru olmaz. Bu varsa, başka bir niyet vardır. Örneğin sorduğunuz sorudaki iki örnek arasında niyet ve kurgu açısında çok büyük özel sayı 101 2015 97 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Fethü’l-gulûb”, “kalplerin kazanılması” demektir. “Fethü’l-ebvâb” ise “(kale/şehir) kapıların kazanılması” demektir. Ve bu iki deyim de birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Yani ancak birbirleriyle anlam bulurlar, bir olmazsa diğeri yarım kalır. Savaş tarihinde zapt veya işgal etme vardır ama “fetih”, bunlardan apayrı bir anlam taşır bu yüzden. Fethin hedefinde insanları, yani gönülleri kazanmak vardır. farklar vardır. “Diriliş: Ertuğrul” adlı yapım, bu noktada hem iyi niyetli, hem de kurgu olarak başarılıdır. Diğeri olan “Muhteşem Yüzyıl”ı ise niyet olarak kötü, kurgu açısından da başarısız buluyorum. Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin tek başarısı, popüler olmasıdır. Muhteşem Yüzyıl’ı izleyip de Kanunî Sultan Süleyman’a sempati duyan bir insanın olduğuna inanmıyorum. Bu, kabul edilebilir bir şey değildir, faciadır! Dizideki bütün karakterler, entrika peşinde koşan, birbirleri hakkında sadece kötü düşünen, fitne kaynatan, sürekli birbiriyle çekişen şahsiyetler olarak canlandırılmışlardır. Fitne ve fitnenin kaynadığı 98 özel sayı 101 2015 haremden başka bir unsura yer verilmemiştir. Ve bütün bunların ortasına da kendisini sadece haremine adamış bir padişah vardır diziye göre. Böylece moda deyimle bir “algı” oluşturulmuştur. Bu proje, elbette emek verilmiş bir çalışma ürünüdür. Zira dünyada da tutuldu. Bilimsel anlamda çok büyük yanlışları ihtiva ediyordu. Bu yanlışlıklar silsilesi daha isminden itibaren başlıyordu. Sırf “Muhteşem Süleyman” isminden mülhem “Muhteşem Yüzyıl” adının konulmasında matematik mânâda dahi yanlışlık vardır. Ancak bu eleştiriyi geçmeli ve imkân oluşturularak böyle bir algıyı temizlemek için yeni bir proje hazırlanmalıdır bence. Zira bu tür algı projelerine ancak daha iyi yapıtlarla cevap verilebilir. “Kanunî, at sırtında ruhunu teslim etmiş bir şehittir” • Kanunî ile oğlu arasında bir tercih yaptırıldı ve “Kanunî sapık, Şehzade masum” tercihine yönlendirildi toplum… Kanunî’nin oğluyla yaşadığı olay gerçekten de çok dramatiktir. Ancak Kanunî, beni adeta çarpan hasletlerinden birini Korfu Seferi’nde gösterir. Şöyle ki, Korfu birinci değil, ikinci seferde alınmıştır. Sebebi de şudur: İlk kuşatma esnasında Kanunî’nin yakınında yer tutan dört askerimiz, şarapnel isabet etmesi sonucu şehit düşerler. Buna doğrudan şahit olan Kanunî, bir refleksle “Bu ada benim tek askerim dahi etmez!” der ve kuşatmayı iptal eder. Elbette savaşlarda askerler can verebilirler; buradaki detay, Kanunî’nin insanî yönünü çok iyi ortaya koyar. Selçuklu da, Osmanlı da, diğer Türk devletleri de “ümen”, yani “insan merkezli” devletlerdir. Türk Tarih Kurumu olarak bu hassayı bütün dünyaya öğreteceğiz. • Az önceki Ermeni tehciri konusundaki sorumuza güzel bir ek cevap oldu bu, teşekkür ederiz Hocam… Bu olay, yalnız Kanunî’nin değil, bütün devletlerimizin insana ve dünyaya bakışını izah eden bir durumu ortaya koyar. Dizide saraya hapsedilen Kanunî, Mohaç Zaferi gibi Uluğ Bayındır “ilk göz ağrım” Haber Ajanda için “ilk göz ağrım” deyimi hafif kalır benim için; bağlı bulunduğum, parçası olduğum bir bütün zira. Görmesem özlediğim, uzakta olduğumda hayıflandığım bir yapı… bir dünya rekorunun birinci aktörüdür. Kanunî, at sırtında ruhunu teslim etmiş bir şehittir. Şehadetin ne demek olduğunu anlatmaya lüzum yoktur sanırım… “Fethü’l-gulûbun inceliklerini anlatacak, daha iyi toplum için çalışacağız” • Bu soruya adlığımız cevapla Türk Tarih Kurumu’nun gelecek vizyonuna dair görüntüsünü de almış olduk aslında. Peki, sadece savaşlar ve barışlarla bilinen tarih çalışmalarına yeni bir nesil yetiştirme açısından toplumlar imar eden, kütüphaneler geliştiren, temizliği aşılayan, hâsılı medeniyet kuran o büyük düşünce ufkunu da dâhil edecek misiniz? Gayet tabiî… “Devlet-i ebed müddet” felsefesinden yola çıkarak, devletlerimizin devamlılığının altında yatan aslî ilke ve unsurları halkımıza ve tüm dünyaya sunmaya gayret edeceğiz. Örneğin Selçuklu inkılabının, uzun ömürlü devletler kurmanın ve fetihlerin nasıl gerçekleştirildiklerinin altyapısını anlatmaya dair çalışmalar yapacağız. Bu noktada yeri gelmişken “fetih” kelimesinin üzerinde durmak isterim. Bu kelimeyi ben çok severim; akla evvela cenk etmeyi getirse de, özellikle iki kullanımıyla çok derin anlamlar barındıran bir kelimedir “fetih”. “Fethü’l-gulûb”, “kalplerin kazanılması” demektir. “Fethü’l-ebvâb” ise “(kale/ şehir) kapıların kazanılması” demektir. Ve bu iki deyim de birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Yani ancak birbirleriyle anlam bulurlar, bir olmazsa diğeri yarım kalır. Savaş tarihinde zapt veya işgal etme vardır ama “fetih”, bunlardan apayrı bir anlam taşır bu yüzden. Fethin hedefinde insanları, yani gönülleri kazanmak vardır. Dolayısıyla “fetih” kelimesinin tarihteki karşılığı budur. Mesela Anadolu Selçuklu Devleti’ne bağlılıklarını bildirmek üzere, Bizans’tan bağını koparmış Rum ve Ermeniler bizzat Konya’daki Selçuklu Sultanına gelmişlerdir. Fethü’lgulûb budur! Timur, Ankara Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın Anadolu’daki idarî teşkilatını sarsmıştır. Bursa, Kütahya ve Isparta gibi beyin merkezlerini özellikle vurmuştur. (Mesela Isparta Uluborlu-Eğirdir’deki Hamitoğulları’nın Osmanlı’ya farklı bir katkısı ve aralarında önemli bir işbirliği vardır. Timur’un buraya gidişi boşuna değildir.) Trakya’ya gitmemiştir Timur, ancak Balkanlardaki Osmanlı tebaası buna rağmen Osmanlı’ya bağlılığını bozmamıştır. Devletin idare merkezi dağılmışken bağımsızlık kovalamak yerine, Boşnak, Arnavut, Sırp, Makedon ve Hırvat tebaanın bütünü Osmanlı’ya bağlanmış, sadık kalmıştır. Fethü’l-gulûb budur! Podolya, Lehistan, Balkanlar ve Kafkasya’nın bazı bölgeleri, askerle değil, gönüllü olarak Osmanlı’ya bağlanmış, “Sana tâbiyim” demişlerdir. Bu, daha iyi koşullarda yaşama isteğinin getirdiği bir durumdur; kimlik değiştirme değil, daha ideal olana tâbi olmakla ilgilidir. Bu noktada şunu diyebiliriz: Tebaa olmak başka, devletin halkı olmak başkadır. Hüviyet sahibi olmak başka, kimlik sahibi olmak başkadır. “Haber Ajanda, benim kültür evim…” • Son olarak bize dair bir soru sormak istiyorum: Dergimiz Haber Ajanda’da en başından beri hem hocalık, hem ağabeylik yaptınız. Ve Haber Ajanda 101’inci sayısına erişti 9’uncu yılında. Neler söylemek istersiniz bu konuda, hislerinizi öğrenebilir miyiz? Haber Ajanda, Türkiye’de samimî insanların bir araya gelmesinden oluşan bir müessese. Kendi açımdan değerlendirdiğimde benim kültür evim… Yıllardır yazı yazdığım, bir araya geldiğimizde fikir serdettiğm, yeni şeyler öğrendiğim, çizgisini değiştirmeden, samimiyetle yoluna devam eden bir dergi Haber Ajanda. Bunda, başta Yavuz Selim ve mutfaktakilerin büyük emeği var. Haber Ajanda için “ilk göz ağrım” deyimi hafif kalır benim için, bağlı bulunduğum, parçası olduğum bir bütün zira. Görmesem özlediğim, uzakta olduğumda hayıflandığım bir yapı… Can-ı gönülden başarılar diliyorum… • Biz de size başarılar diliyor ve samimî sohbetiniz için teşekkürlerimizi sunuyoruz Hocam, Allah başımızdan eksik etmesin sizi… özel sayı 101 2015 99 haberajanda Bize Dair Adalet, nesafet, nefaset, zarafet gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı ne yazık ki çok az! İşte aşağıdaki paragraflarda yer alan pozitif vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir. O, ismiyle müsemmadır. Hem “yavuz”dur; yani merttir, yiğittir. Hem “selim”dir; yani sağlamdır, samimidir. Kurduğu bu dergi de öyledir… Haber Ajanda Y AKLAŞIK 25 yıldır, düzenli olarak günde 7-8 gazete, ayda 4-5 dergi okurum. Kitaplar da cabası... Ama 12 yıl öncesine kadar herhangi bir mecrada makale, deneme veya şiir gibi dallarda tek bir satır dahi yazmamıştım. >> Pardon, yazmıştım! 1991 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin tuvaletinde son sınıfta okurken… Yine pardon! Cümleyi “tuvaletinde son sınıfta okurken” diye yazdım, amfi tuvalette olmadığına göre, elbette “Son sınıfta iken, fakültenin tuvaletinde” demem lazımdı. Evet, son sınıfta iken, fakültenin tuvaletine 6-7 satır yazmışlığım vardı. Hatta bu “köşe yazımın” altına iki, üstüne de bir adet yorum gelmişti. O zaman Twitter, Facebook, Whatsapp veya Instagram “neyin” yoktu tabiî. Ama interaktif yorum o zaman da vardı. O yazımı çok iyi hatırlıyorum, demiştim ki: “Cumhuriyetçiliğe evet, jakobenliğe hayır! Laikliğe evet, din düşmanlığına hayır! Milliyetçiliğe evet, ırkçılığa hayır! Halkçılığa evet, popülizme hayır! Serbest teşebbüse evet, vahşi kapitalizme hayır! İnkılapçılığa evet, ihtilalciliğe hayır! Ağırbaşlılığa evet, pasifliğe hayır! Ciddiyete evet, somurtkanlığa hayır! Nükteye evet, cıvıklığa hayır! Dobralığa evet, patavatsızlığa hayır! Cömertliğe evet, savurganlığa hayır! Tutumluluğa evet, cimriliğe hayır!” Evet, tuvalet duvarına yazdığım ilk ve tek köşe yazım buydu. Gelen yorumlardan birinde “Helal olsun!”, diğerinde “Hoşt!”, üçüncü ve son yorumda ise “Türkiye laiktir, laik kalacaktır!” yazıyordu. 100 özel sayı 101 2015 İkinci köşe yazımı ise 11 yıl aradan sonra, yani 2002’de, İstanbul’daki “Aydınses” isimli yerel bir gazetede yazdım. Bu, işin yazma kısmı, bir de okuma kısmı var tabiî... Fikri Akyüz fikriakyuz.ajanda@gmail.com // Twitter.com/akyuzfikri ve Yavuz Selim’e dair Annemin okuma yazması yoktu, hâlâ yok. Babam ilkokulu okumamıştı ama askerde okuma yazma öğrenmişti. Mahallemizde üniversiteye giden bir kişi bile yoktu. Akrabalarım arasında ise üniversite okuyan sadece dayımdı. Dolayısıyla eve gazete gelmezdi… Aslında gelirdi! Ama içinden pırasa, mandalina, bulgur filan çıkardı. Çünkü annem pazardan gelmiş olurdu. Çünkü o zamanlar yiyecekler kesekâğıdına konulurdu. Annem pazardan geldiğinde “Aha eve gazete ve dergi geldi!” der, içindeki meyveyi bir güzel yedikten sonra gazete ve dergi okuma keyfine başlardım. Güzel günlerdi! O kadar güzel günlerdi ki… Evimiz gecekonduydu, üç odalıydı. Kışın sobanın yandığı oturma odasında küçük kardeşlerim yaramazlık yaptığında ders çalışamaz, kesekâğıdı okuyamazdım. Anne babamın yatağına giderdim ama yatak buz gibi olurdu. Annem sobanın üstünde bir tuğla ısıtır, tülbentle sarar ve yorganın içine koyardı. İşte o tuğla var ya o tuğla, sert görünürdü ama annemin kucağı kadar yumuşak, annemin ellerinin içi kadar sıcaktı. O tuğladan ve o tuğlayı yatağıma koyup beni ısıtan, rahat rahat ders çalışmamı sağlayan annemden, yokluk içinde beni okutan babamdan ve ağabeyimden Allah bin kere razı olsun... Mert, yiğit, sağlam, samimî Evet, bunları niye yazıyorum? Şunun için: Okumaya meyyal, bu arada dergi okumaya da eğilimli biri olarak bugün burada, şu anda, şu yazıyı yazmaktaki heyecan, arzu ve iştiyakımı sizlerle paylaşmak için… Aslında yazıya Haber Ajanda dergisiyle, daha doğrusu Haber Ajanda dergisinin kurucusu Yavuz Selim Ağabey ile nasıl tanıştığımla başlayacaktım. Ama Yavuz Ağabey’le beni tanıştıran iki kişi var ki, önce okurum, sonra hem okurum, hem arkadaşım, daha sonra hem okurum, hem arkadaşım, hem de dostum olan bu iki kişiden bahsetmezsem yazı eksik kalır. Bu kadim ve vefakâr dostlarım, İnternet Haber’de yazdığım günlerden beri daimî okurlarımdan olan Murat İlkter ile Muhteşem Tıraş’tır. Zor zamanlarda hep yanımda olan bu iki dostum, bir gün “Fikri! Ankara’da ‘Haber Ajanda’ isimli bir dergi var, sahibi Yavuz Selim… Kalender, çelebi, anî parlamasıyla biraz da seni andıran bir arkadaşımız… Orada yazmanı isteriz!” dediler. O zamanlar yazacak bir mecram vardı, Yeni Şafak’ta yazıyordum. Kaldı ki, Yeni Şafak’ta yazdığım günler, askerî vesayetin yoğun olarak yaşandığı günlerdi. Demokratik açılımlar bir taraftan savcı-yargıç “cüppesi”yle, diğer taraftan patron “cukkasıyla”, öte taraftan asker “cuntasıyla” engellenmek isteniyor ve Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de bu üçlüye büyük destek vermesiyle bir şekilde sıkıştırılıyordu. Bu dönem öyle alengirli, öyle netameli, öyle çetrefil konuların yoğun olduğu bir dönemdi ki, 2006 yılının Mayıs ayında Danıştay’taki cinayet, 2007 yılının Ocak ayında Hrant Dink cinayeti, yine 2007 yılı NisanMayıs ayında 367 krizi, 2008 yılı Mart ayında AK Parti’yi kapatma davası gibi kritik konular hep bu sürece aitti. Ben de bu konularda bu “üçlü paralel yapıya” karşı çok sert yazılar yazıyordum. Demokrasilerde başörtüsü nedeniyle eğitim ve çalışma hakkının ortadan kaldırılamayacağını, başörtüsüne geçit vermeyen yargıçları öldürme hakkının olamayacağını, partilerin şiddete doğrudan buluşmamak kaydıyla kapatılamayacağını, askerin siyasete müdahale etme hakkı ve görevi olamayacağını, dolayısıyla 27 Nisan E-Muhtırası’nın millî iradeye suikast girişimi olduğunu yazıp duruyordum. “İşte böyle bir konjonktürde acaba Haber Ajanda’da yazarsam, genel yayın politikalarıyla çelişir bir durum hasıl olur mu?” diye doğrusu endişe etmedim değil… Önce dergiyi karıştırdım. (Hayır, dergide ortalığı karıştırmadım, sadece derginin sayfalarını karıştırdım!) Baktım, ben ne düşünüyorsam bu dergi de aynı fikirleri önceliyor. Üstelik cesurane ve merdane bir şekilde yayın yapıyor. Yavuz Ağabey’in teklifine “Evet!” dedim ve yazmaya başladım. Sonra gazeteden bir şekilde ayrı kaldım. Ama boşta kaldığım o günlerde Haber Ajanda yazı yazma arzumu karşılıyor ve “muhafazakâr medyadan” dışlanmama rağmen Yavuz Ağabey arkamda bir kale gibi duruyordu. Bir ara, “Ağabey! Bazı muhafazakâr gazete yöneticileri beni istemiyor, ben burada da yazmayayım. Sana benim üzerimden zarar gelmesini istemem” demiştim. Ben bunu der demez, “Bu cümleyi bir daha kurarsan seni kovarım!” dedi. İşte Yavuz Ağabey böyle bir adamdı! Bu adamla “yola çıkılırdı”. Çünkü bu adam, ikbal kaygısı ve rant beklentisiyle “yoldan çıkmayan” bir adamdı. Bu medyada pek çok temiz arkadaş gördüm. Ama at gibi kişneyen, it gibi ürüyen, attan düşünce “Zaten inecektim” diyen, kibri şaha kalkmış, yalakalığa doğru dörtnala koşan güruha da bu medya “cangıl”ında rastladım. Yazma hevesi olan, bu hevesini tatmin etmek için “Şu an nasıl olsa bu iktidar çok güçlü, bari yalakalık yapayım da bir gazetede yazayım” diye düşünen insanların ahlakî zafiyetleri beni ürkütüyor. Ya da tam tersi, “Madem bu iktidarın karşısında halkın yarısı var, o halde bu kesime oynayayım” diye düşünen bir başka “cingöz” gazeteci grubu da var. Bu gruptaki kişiler de, sanki bu iktidar 12 yıl boyunca tek doğru bir iş yapmamış gibi, iktidara söverek kariyer elde etmeye ya da kariyerlerini muhafaza etmeye çalışıyorlar. Berbat olan, vahamet arz eden husus zaten tam da burası! Zira her iki grup da “bir şekilde” tutunuyor, çünkü yırtınıyor. Yırtınıyor ama acımıyor. Acımıyor; çünkü yırtınmadan önce zaten ar damarı çatladığı için “acıyı bal eylediğini” zannediyor. Ve olan, diğerlerine oluyor… Adalet, nesafet, nefaset, zarafet gibi kavramların hakkını bihakkın yerine getirenlerin sayısı ne yazık ki çok az! İşte yukarıdaki paragraflarda yer alan pozitif vurguların tekabül ettiği isimlerden biri de Yavuz Selim’dir. O, ismiyle müsemmadır. Hem “yavuz”dur; yani merttir, yiğittir. Hem “selim”dir; yani sağlamdır, samimidir. Kurduğu bu dergi de öyledir… özel sayı 101 2015 101 HABERAJANDA Nesrin Çaylı İzin verseniz eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?!” sorusuna vereceğiniz cevabın tâ kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin olursunuz onun varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır ama siz gibi, sizden gibi, ayrı değil aynılığa talip olandır! Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak zordur. Ne o kalabilir; ne de o tip insanlar, hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilir. *** Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın çirkinliğine göz yuman, ne gelecek zamanların süfli hayâllerine kapılan bir adamdır bana göre Yavuz Selim. Söylemez, eyler... Fakat çokça dinler... Varsa doğru bildiğine abes gelen, aykırı düşen bir beyan, hiç ertelemez düşüncesini ânında söyler. *** Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi sinirli bir adamdır aslında Yavuz Selim; fakat onu böylesi sinirli kılan acaba nedir?! “Rüzgâr” imgesinin tam karşılığıdır benim için “Yavuz Selim” ve benim hayatıma tam da portre dosyamda bahse değer satırlardaki tahlil gibi girivermiştir. 102 Derindir bu sorunun cevabı onda... Görünene çabuk aldananlar, yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu tespit. Nasıl dergimizin künyesinde bir isim olmaktan öte gösterisi yoksa, Selim’i yakından özel sayı 101 2015 H AYAT, pek çoğumuz için çoğu zaman belli yüzler, belli isimler ve rutin akışlarla şekillenir. Gittiğimiz yerleri, bize gelenleri bilir, tedbir yahut rahatlığa dair içimizde bir yerlerde düşünce olarak, duygu olarak kendimizi hazırlarız. “Yaşamak” denilen, kendimize münhasır menkıbemizin ana kurgusunu aslında kısmen tayin edebildiğimiz bir akıştan mülhemdir hayatlarımız. İstisna olaylar ve müstesna kişiler müdahil olunca bu menkıbemize, bir parça şaşkınlık yaşarız. Çok nadirdir hazırlıksız yakalanışlarımız... Ve tuhaftır, rutin olan yaşanmışlıklarımızın süresi çok olsa da istisnai zaman, mekân ve kişiler kaderimizde daha etkili bir rol oynar. >> Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com İlker Kırmızı tanımayanlar bilmez o sinirli görüntünün ardında saklı derin merhamet denizini. O da pek umursamaz aslında bunu. Varsın çekinsinler etrafındakiler. Yanılsınlar, yadırgasınlar ne gamdır onun için.... Çünkü dost zannettiği, gülümseyip varını yoğunu paylaştığı çok insan(cık)lardan yaralanmıştır kalbi. *** Öyle az uz değildir yaralarının derinliği. Büyük dostlukların kabristanını ağırlar yüreği. Anlatmaz, susar... O susuyorsa, kavgasını rafa kaldırmışsa, bir dost cenazesi daha kalkıyordur hayatın görünmez musallasından onun için. *** Dile kolaydır 9 yıl, 101 sayı... İşte bu süre içinde kalem tutan elleri nasır tutmaz fakat kelimeleri yoğuran zihni, tutkusunu ağırlayan kalbi şikâyetinden imtina ettiği bir başınalığı, terk-i diyar eyleyen dost vurgularıyla nasır tutar. Sert eser dergicilik dünyasında rüzgârlar; önüne geleni savurur lakin Yavuz Selim eğilip bükülmeden, yıkılıp devrilmeden dik duruşuyla meydan okur esen rüzgârlara dostlarının kopardığı fırtınaya, maddî manevî tipiye tayfuna... Kim bilir, belki de etrafını bir hortum gibi saran bu keskin rüzgârlara direnirken öğrenmiştir kalbi rüzgâr olmayı, esmeyi, savurmayı... *** Rüzgâr dedimse öyle latif, öyle zarif, öyle yaz sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani öyle yumuşacık bir adam hiç değildir. Dur durak bilmez, çalışır. Evet o çalışır, dışarıdan seyredenler sadece gördüklerinden ibaret sanırlar da, “Derdin nedir, bize düşen bir şey var mıdır?” diye hiç mi hiç sormaz, gördüklerini bilir, görmediklerini merak bile etmezler. Hatta gün sayarlar, ha bu gün, ha yarın kapanacaktır özel sayı 101 2015 103 HABERAJANDA elbet önünde sonunda Yavuz Selim’in Haber Ajanda’sı. Öyle olmaz işte... Ve onlar da bir süre sonra bıkarlar saymaktan sayıları... Artık, dostları da düşmanları da hem Yavuz Selim’in sırra kadem basmış kederlerinden bihaberdirler, hem Haber Ajanda’nın başarısına kani olup el-nihaye takdirlerini sunabilmişdirler. *** İşte bu 101 aylık sürecin ardından Yavuz Selim, ellerine bakar nasırsızdır; içini dinler kalbi ve zihni bir kendisinin bildiği, hatıraları dokundukça canını yakan nasırlarla kuşanmıştır. Bu sebeple hatırlamak istemez maziyi, canı yanmasın, yanan canı can yakmasın diye! *** Ah bir de estiren yanı vardır Yavuz Selim’in... Hani rüzgâr gibidir demiştim ya... Ilık bir keşişleme ile eserse, tez atlatabilirsiniz olup biteni... Fakat, güçlü eserse kasırga gibi cereyanda kalma ihtimaliniz de muhtemeldir. *** Şöyle durup bir düşününce aslında onunla çalışmak zorluğunu samimiyetle kabul ediyorum. Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki, görünenin ardında saklı olan Yavuz Selim’in merhameti, adaleti ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları bir bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi sağlıyor. *** Dokuz yıllık bir süre içerisinde dergicilikte kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri bana aktardığı için, 150’ye yakın yazar arkadaşını bana dost kıldığı için, beni bu kocaman kalpli insanlardan oluşan büyük aileye dahil ettiği için kendisine kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. *** Yavuz Selimle tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak kadar çoğalmaktır. O, dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur, ağabeyi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız artık, hayatınızda sahici bir insanınız olur! *** Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru bazen yumuşak bir tebessümle, bezen de sert bir esiş ile sizi savurur! Onunla yola çıkmışsanız -hangi alanda olursa olsun- bilin ki onun niyeti hayr, sizin akıbetiz hayr olur!.. 104 özel sayı 101 2015 Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayet-el Kürs’yi unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren şefkatli bir rüzgâra benzetirim. Kimi zaman kar ve soğuk getiren bir poyraz gibi eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen şiddeti 130 kilometreye ulaşan, etrafında kim var kim yok rüzgârında savuran lodos olma ihtimali yüksektir. Nesrin Çaylı >> Hayatınıza beklenmedik bir biçimde, gayet özgüvenli hatta biraz tanıdık(mış) gibi ve olabildiğince rahat bir üslûp ile biri giriverir ve siz neye uğradığınızı anlayamadan o kişinin rüzgârıyla savrulduğunuzu fark edersiniz. Ömrünüzde hiç olmayan ve son dakika haberi gibi aniden hayatınızın merkezine düşen bir isim vardır artık ömrünüzde. Gündemi belirleyen, hayat akışını kendi mecraına doğru sürükleyen bir adamdır o... Tâbiri caiz midir bilmiyorum, afallarsınız bir an... Bu yeni isim hızlıdır, tez canlıdır, ezber bozdurucudur. Biriktirdiğiniz hiç bir şey yoktur onunla. Aslında o bir yabancıdır. Aniden karşınıza çıkıvermiştir ve siz tedbirlisinizdir. Evet yabancıdır, hatta yabancısı olduğunuz bir şehrin üslûbu vardır dilinde, hâlinde... Fakat öyle tuhaftır ki, bir o kadar da âşinasınızdır ona... Tedbirlerinizi bozdurmaya meylettirecek bir âşinalıktır bu. Yine de temkini elden bırakmazsınız. Önceleri sıradan deneyimlerinizle tahlile yeltenir, sonraları bunun beyhude bir uğraş olduğu kararı ile daha çok yaşanmışlığa ihtiyaç duyarsınız o kişi hakkında bir tahlil yapabilmek için... Hayatınıza âniden teşrif eden bu yabancı, aynaya bakmak kadar size tanıdık gelebilir. Kendinizi bildiniz bileli onu tanıyormuşçasına kabulleriniz değişir. O ezber mi bozuyor, siz de bozarsınız... O yabancılığı sahiciliğiyle izale mi ediyor, siz de öyle yaparsınız... Onu tahlil etmek için yaşanmışlık biriktirme gayretinizin de beyhudeliğine şahit oluverirsiniz; çünkü ilk sizde uyandırdığı intiba ne ise, onu tanıdığınız günlerin sayısı artsa bile ilk günkü izleniminize kattığınız pek bir şey olmamıştır fazladan. O, doğal ve samimidir... Kâinattan bir betimleme ile onu ifade etmek istediğinizde aklınıza ilk gelen teş- YAVUZ SELİM bih, “rüzgâr” olur. Elest Meclisi’nde başlayan tanışıklık Ne vakit tanıştığınızın hesabını yapmaya kalktığınızda bir kaç yıllık takvimin bir yanılsama olduğuna karar verip tanışıklık takviminin ilk yaprağının aslında “Elest Meclisi”nde koparıldığına inanırsınız. Bu isim, hayatınızın, yazgınızın bir parçacısıdır; bir gerekçeye mebnidir karşınıza öyle aniden çıkışı. Şaşkınlığınız sürüyor olsa da, kadere amentünüzü tazelersiniz. Râm ve râzı olup ömrünüze yeni katılan bu isimle, ideanızla, inancınızla, dâvânızla, sevdalarınızla hayra dair bir yolculuğa çıkmak için sözleşirsiniz. “Allah’ım, dingin hayatıma ikram ettiğin bu rüzgârın(!) vardır bir hikmeti elbet ve bana uzaktır hikmetinden sual etmek!” dersiniz. Evet, son tahlilde “Rüzgâr” imgesinin tam karşılığıdır benim için “Yavuz Selim” ve benim hayatıma tam da yukarıda bahse değer satırlardaki tahlil gibi girivermiştir. Rüzgâr dedimse öyle latif, öyle zarif, öyle yaz sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani öyle yumuşacık bir adam hiç değildir. Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayet-el Kürs’yi unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren şefkatli bir rüzgâra benzetirim. Kimi zaman kar ve soğuk getiren bir poyraz gibi eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen şiddeti 130 kilometreye ulaşan, etrafında kim var kim yok rüzgârında savuran lodos olma ihtimali yüksektir. Uzun yıllardır portre çalışmaları yapıyorum. Pek çok ismi kısa gözlemler, ucu açık sorular- la çözmem ve kelimelerle resimlemem hiç de zor olmadı. Fakat benim için Yavuz Selim, müstesna yapısı, farklı birikimleri ve “saklı adam” unvanı ile resmedilmesi zor bir isim doğrusu. İstanbul ikliminden Ankara’da mukim Yavuz Selim’i kelimelerle ne kadar doğru resmedebilirim, henüz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da, “İslâm” ve “Ümmet” kavramlarını hayatında temel esas olarak kabul eden, hani “ilmek ilmek” derler ya, harf harf “Hakk”ın ve “hakkaniyet”in sesi, sözü olmakta dikkate değer bir biçimde gayret sarf eden Yavuz Selim ile tanış olmak, şükredilesidir... Yazacağım satırlar ise şükrümün tezahürüdür. Çünkü zordur zor olmasına ama güzel bir adamdır Yavuz Selim. Üç yıl gibi bir süredir tanışıyor olmakla birlikte, adalet, şefkat, merhamet, ahde vefâ gibi insanî vasıfları had safhada barındırıyor olmasaydı, bu satırları yazıyor olmayacaktım belki de... Zor bir adam; meselâ... Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz Selim zor, onu yazmak daha zor! Efendim, aklınızda “zor!” ifadesinin bir izah aradığını tahmin edebiliyorum. Meraktasınızdır Yavuz Selim’i böylesi zor kılan ne diye? Bir kere, portresini yazmak için bir saat 52 dakikalık ses kaydı alırsınız ve çözümlemek için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız. Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, dokuz yılını doldurmuş elinizdeki Haber Ajanda dergisinin künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir bilgiye haiz olmak için elinizden geleni ardınıza koymazsı- nız; gazetecilik tecrübelerinizi, dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu zorluk değil midir? Anlatıverse kendini bir çırpıda “Ben...” diye başlayıverse cümleleri, bir paragrafta tam altı defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım meselâ! Bitmedi! Leb demeden leblebiyi anlamasa, sözün nereye varacağını kestirivermese, hadi kestirdi diyelim, sinirlenmese, “kolay” kelimesini daha çok kullanabilirdim. Bu da ikinci meselâ... Öğrenmenin ilk ve önemli anahtarıdır merak. Ve bu huy meleke hâline gelmiştir Yavuz Selim’de. Peşi sıra sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla çekiştirmese, her şeyi öyle önemseyip merak etmese kolay bir adam olabilirdi meselâ... Olası sorunları hesaplamasa, bu hesaplardan sebep tedbir gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile ahret sualine tâbi tutmasa, hayatınızı özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine vurmasa kolayın kolayı olabilirdi. Bu da dördüncü meselâ... Aklına geleni istemese, bir günde beş dosyayı derleyip toparlamanızı beklemese, onun gibi yatıp onun gibi kalkmanızı önermese, sizden kendi tarzında iş beklemese, disiplinli, titiz, planlı ve programlı bir hayata sizi davet etmese kolay bir insan olabilirdi meselâ... Yanlış gördüğünün üzerine gitmese, doğru bildiğini alenen söylemese, muhatabı hatada ısrar edince fırtına olup esmese, hadi esti diyelim, şefkatinin cenderesinden geçip size gelmese, sözüyle yahut kollarıyla -adam gibi adam dostlarına sarılıp gönül aldığına şahit ol- özel sayı 101 2015 105 HABERAJANDA muşluğum vardır!- sizi sarmasa, gönlünüzü almasa, hayatınızda kalmaya devam etmese işiniz kolay olabilirdi meselâ... lecek zamanlarda sayılı güzel adamdan biri olarak anılacak bu güzel insanla tanış olmak elbet zor olacak! Öyle ya, ömrünüzün beklenmedik bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı eğer kıymet bilenlerdenseniz, ne kadar sinirli, ne kadar tez canlı olursa olsun hayatınızdan bir çırpıda çıkarma konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan çıkarmanın bir kayıp olduğunu bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir geliştiriyor olduğunu, kendisini sizin yerinize koyduğunu okursanız onun ahvalinden bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu kaçıncı meselâ!? Üstelik ona sorsanız, zor biri olduğunu kabul etmez. Hatta sizin hayatınızı kolaylaştıracak kadar sizinle ve sizin etrafınızdakilerle ilgilenen, kederlerinizi keder edinen, çare üretmek için yol yöntem belirleme gayretine düşen bir adamdır. Öyledir hakikaten de... Ama unuttuğumuz vasıflardır ya hani bunlar ve sorarsınız “Niye böylesine benim sorunumu sahipleniyor ki?” diye kendinize... “Ona ne”dir ki sizin müşküllerinizden? Onda zorluk addettiklerimiz aslında bu tür yadırgamalarımızdır! Çünkü her geçen gün Batı’nın, Peygamber toprakları olan bu vatanın güzel insanlarına empoze ettiği bireysellik ve bencillik kriterlerine istemesek de yenik düşmüşüzdür. Ve sizin adınıza kaygılanan, bu kaygısını aktaramadığında, anlaşılamadığında sinirlenen bir adamdır Yavuz Selim. Hattab’ın oğlu Ömer (ra) kadar zor... Hâsılı, işte böylesi zordur ve böylesi güzel bir adamdır Yavuz Selim. Dosttur, sizin adınıza kaygılanacak kadar... Arkadaştır, sizinle aynı yolu sabırla kat edecek kadar... Sırdaştır, kör bir kuyunun sağırlığı kadar... Mü’min ahlâkına sahip mücadeleci bir ihvandır, Hattab’ın oğlu Ömer kadar! Şiddetiyle, hiddetiyle, adaletiyle, merhametiyle, zahmete talip oluşuyla ve gayretiyle tam da Hz. Ömer (ra) meşreplidir! Verseler omzuna un çuvalını taşır mı bilmem ama un çuvalından daha ağır kaygılar taşıdığını bilirim. Gençlerin geleceğinden kendini mesul tutan bir adamın zorluğuna tahammülü ben ibadet telakki ederim. Dergisinin sayfalarını yeni kalemlere tedrisat mahallî olarak sunan, uzak şehirlerden isimleri buluşturan, onları zaman zaman bir araya getirip kardeş sayımızı arttıran bu güzel fakat zor adamı anlamayanın sevemeyeceğini çok rahat söyleyebilirim. Evet, sözüyle değil, hâliyle okunabilecek bir adam Yavuz Selim. Bu gün “yedi güzel adam”dan söz ediliyor, ge- 106 özel sayı 101 2015 İzin verseniz eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?!” sorusuna vereceğiniz cevabın tâ kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin olursunuz onun varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır ama siz gibi, sizden gibi, ayrı değil aynılığa talip olandır! Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak zordur. Ne o kalabilir; ne de o tip insanlar, hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilir. Sadece bugün, yani yarım asırlık ömrünün bu deminde böyle değildir Yavuz Selim. Çok küçük yaşlardan itibaren zordur aslında... Daha doğrusu hayatın zorlu şartları onu rüzgâr kılmıştır. Ezberi önce hayat bozmuştur da, Yavuz Selim de ezber bozmayı hayatın kitabından okumuştur. Dokuz on yaşlarında annesine verdiği sözü yetişkinliğinde tutan, bir hayâle sadık kalarak ahde vefânın imzasını hayatına atan, ondört yaşında “sürgün” edilen kaç çocuk vardır etrafınızda? Sürgün edildiğini bilen bir çocuğun ruh hâlini tahmin ne de zordur. İşte böylesi anlaşılması, tahmini, tahayyülü zor bir serüvendir Yavuz Selim’in hayat menkıbesi. Kars’ta bir ağa kızı Uzun yıllar öncesidir. Genç bir adam Artvin’den düşer yollara. Elinde bir bavul, bavulunda mesleğinin gerektirdiği aletler, yüreğinde hayata dair umutlar olan bir adamdır o. Adı Haydar... Kars’a gelir. İyi bir marangozdur Haydar (Baba). Geldiği şehrin bir köyünde okulun ahşap işlerini yapacaktır. Kış gelmeden, sayılı yaz günlerinin kadrini bilip çalışacaktır ki, okul açılıncaya kadar yetişsin penceresi kapısı. Çalışkandır. Namazlı, niyazlıdır bu genç adam. Genç adamın geldiği bu köyün çok güzel bir kızı vardır: Mahmut Ağa’nın güzeller güzeli torunu Firdevs... Henüz ondört yaşındadır Firdevs. Genç adam Firdevs’i görür görmez âşık olur. Ona türküler yakar. Sonra köyün imamına açar derdini. Zira niyeti ciddidir. İmam aracı olur bu abdestli namazlı genç adama. Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle evlenir Firdevs (Anne) ve Haydar (Baba). Ve Mahmut Ağa’nın torunu Firdevs’in kaderine bir er sevdasıyla birlikte beş çocuk yazılır. İşte Yavuz Selim, Haydar Baba’nın ve Firdevs Anne’nin -Rabbim rahmet buyursun kendilerine- en küçük oğullarıdır. (Diğer anneden olan dört ağabeyle be- raber) dokuz çocuğun en küçüğü olmanın tüm nimetlerinden faydalanır. Çok seviliyordur. Hâlleri vakitleri yerindedir. Çünkü Haydar Baba, Kars’ta ehil bir marangozdur. Ablaları ve ağabeyleriyle mes’ud bir çocuktur o... İkinci annem dediği büyük ablası Makbule Hanım’ın -Rabbim rahmet buyursun kendisine!- biriciğidir. İki kadının şefkatini aynı anda hissetmekten olsa gerek yeşil gözlü, kumral bu çocuğun özgüveni erken gelişmiştir. Yedi yaşında okula başladığı ilk günün sonunda eve dönünce ablası Makbule Hanım “Bir arkadaşın oldu mu?” diye sorar. “Evet” der Yavuz Selim. “Nasıl biri?” diye ikinci soruyu yöneltir ablası. O kumral çocuk, iki küçük eli arasına yüzünü alıp “Çok güzel bir kız, tıpkı benim gibi...” der. Barışıktır Rabbi’sinin kendisine verdiği yüzle ve mutlu olur bahtına düşenle.. Yaşa ve yaşat metodu Öyle fazlaca sözlü tembihlerin, nasihatlerin olmadığı, “yaşa ve yaşat” metodunun esas alındığı bir aileye sahiptir Yavuz Selim. Bugünkü disiplinli çalışma prensiplerini ne bir kitaptan okumuştur, ne de sesli, sözlü tembihlerle öğrenmiştir. O, yalnız ve yalnız gözlemleyerek, kendisinin bugün istikrarlı bir başarı grafiği çizmesine vesile olacak ilk terbiyeyi babasını seyrederek almıştır. İş disiplini ve başarının yaşayan örneğidir babası. Ve Yavuz Selim, tembihlenmeden öğrenecek kadar duyarlı bir zekâya sahiptir. Dikkatlidir... Haydar Baba, sabah namazını mutlaka camide edâ eder, eve dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra marangoz dükkânını açarmış. Öğle vaktine kadar çalışır, namazını camide edâ eder, yemek için evine ge- Nesrin Çaylı YAVUZ SELİM Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz Selim zor, onu yazmak daha zor! Efendim, aklınızda “zor!” ifadesinin bir izah aradığını tahmin edebiliyorum. Meraktasınızdır Yavuz Selim’i böylesi zor kılan ne diye? lir ve sonra dükkânına dönermiş. Sadece ikindi namazını dükkânında kılarmış. Akşam yine ezanla birlikte dükkânını kapatır, namazını edâ eder, evine öyle gelirmiş. Yemek akşam namazından sonra yenirmiş. Sonra yatsı namazı için tekrar camiye gidiş ve eve dönüş... Bu hiç değişmeyen sessiz bir eğitim modeliymiş... Onun kulağına öğretmeye dair hiç bir şey fısıldanmadığı halde kendi merakı, gözlemi ve dikkati ile yol kat etmiş. İşte, Yavuz Selim’in bu hâline işaret eden güzel bir hatıratı: Bir gün Firdevs Anne ile Makbule Ablası kendi aralarında sohbet ediyorlardır. Anneciğinin küçük bir sitemi vardır diğer çocuklarına: “Onca erkek tornumuz oldu ama hiçbir kardeşin, babanın adını vermedi oğullarına!” der. Bu konuşmaları odada sessizce oynayan Se- lim duyar ve annesine “Üzülme annem, kısmet olur da bir oğlum olursa, söz veriyorum, babamın adını koyacağım!” der... İşte bu hatıratın ilerleyen satırlarda iki erdemin bir karakterde nasıl şekillenip vuku bulduğuna şahit olacaksınız. Tıynetinde var olan dürüstlük ve vefa yıllar sonra alan bulur bulmaz tezahür eder Selim’in hayatında, delikanlı olduğu bir çağda... Ezber bozan bir çocuk! İşte böyle, her şey güzeldir, düzenlidir. Tâ ki, ilkokul dördüncü sınıfa geldiğinde Makbule Ablasının nişanlanmasına kadar... Annesinden çok ablası ile olan Yavuz Selim, bugün dahi net bir biçimde tahlil edemediği bir ruh hâliyle ablasının kitaplarına yönelir. On yaşındadır ama iki küçük eli ara- sında, Kerime Nadir’in, Oğuz Özdeş’in, Yaşar Kemal’in kitapları vardır. Ablasının bir yıl süren nişanlılık süresince, kim bilir belki de ablasına ait daha çok hatıra biriktirmek, onun meşgul olduklarıyla meşgul olmak gibi bir eğilimle okuma alışkanlığını o yaşta kazanır. Sevdiğinin sevdiği şeylerle uğraşarak, ablasının evlenip gidecek oluşuna teselli devşirmenin zekice bir yöntemidir bu aslında. Dedim ya, kendine münhasır, ezber bozan bir çocuktur o. Ve ablası evlenip ayrılır evden. Okuyup bitirdiği kitaplar da yoktur artık, raflar boştur. Ancak tam da bu aralarda mahalleden bir ağabeyin vasıtasıyla Tercüman’ı tanır. Kars’ın merkezinde, Orduevi’ne yakın bir gazete bayiinin müdavimidir artık. Her sabah, erken saatlerde o bayinin önünde yeşil göz- lü onbir yaşlarında kumral bir çocuk görülür. O çocuk, Tercüman gazetesini satın alıp kazağının içine saklar. Buna mecbur olduğunu bilir o yaşta. Çünkü Kars, o yıllarda (1976) siyasî olarak çok karışıktır. Yavuz Selim, kısa zamanda iyi bir Tercüman okuyucusu olur. Annesi, “Gözlerin okumaktan kör olacak, çık sokağa arkadaşlarınla oyna. Kirlen, toza toprağa bulan” diyerek onu evden dışarı kovsa da o ısrarla okumalarını yapar. Bir kısmını kendi başına okurken, kalan kısmını babası işten eve gelip yemeğini yedikten, namazını edâ ettikten sonra babasına okuyarak tamamlar. Yavuz Selim onbir yaşındadır ve elleri arasında neredeyse boyu kadar bir gazeteyi açıp, yeşil gözleri Ahmet Kabaklı, Rauf Tamer, Mukbil Özyörük ve Yavuz Donat gibi köşe özel sayı 101 2015 107 HABERAJANDA yazarlarının satırlarına dokunuyordur. İşte bugünün başarısı, bugünün hikâyesi aslında tâ o yıllarda başlar. Çünkü o, daha onbir yaşındayken gazeteci yazar olma kararını almıştır. Genç bir idealist! Ortaokul yıllarında okumaları biraz daha ciddileşiyor diyeceğim ama olmayacak. Zaten ciddi okumalar yapan bir çocukken buraya ne tür bir tanımlama getireceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşıyorum. Ve ancak sonunda dimdik bir ünlem koyacağım şu cümleyi yazıyorum: “Yavuz Selim 13-14 yaşlarında siyasi düşünce refleksini geliştirici okumalara yöneliyor!” Kars’ta küçük bir alana sıkıştırılmış, solcuların baskısının keskin olduğu ülkücü ağabeyleriyle tanışıp hemhal olmaya başlıyor. O ağabeyleri ona Türk-İslâm birliğini anlatan kitaplar veriyor. Ve böylece ilk siyasî rol modellerini kitap sayfalarında bulan Yavuz Selim, Ortadoğu ve Hergün gazeteleriyle de tanışıyor. Kars, komünistler tarafından kurtarılmış bölge ilân edilmiştir ve kalesinde orak çekiçli Rus bayrağının salındığı dönemlerdir. Tevekkeli değil, kimi zaman onun inanmışlığına, İslam ve ümmet kavramlarının dilinde ve fiillerindeki yansımalarına baktığınızda bir roman kahramanını izler gibi oluyor insan! Bugün bile o ideal kahraman duruşuna biz şahit oluyorken, o henüz 13-14 yaşlarındayken, bir arkadaşıyla birlikte, komünist öğrenciler tarafından hazırlanan duvar gazetesindeki yazıları, akşamdan hazırladıkları Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi millî şairlerimizin şiirlerini okula erkenden giderek değiştiriyorlar. Bu sebeple neredeyse hergün ko- 108 özel sayı 101 2015 münist çocuklardan dayak yiyiyorlar. Yaşıtlarından çok değişik ve çok farklı olan bu yeşil gözlü çocuk, geceleri yaşının küçüklüğüne aldırmadan sokağa çıkıp duvarlara sloganlar yazıyor. Ülkücü ağabeylerinin ondan yazmasını istediği klişe sloganlar vardır. Fakat Selim, o beklenen sloganlar yerine küçük ellerine aldığı büyük fırçalarla ve renkli boyalarla duvarlara hep “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın olacak!” sloganını yazıyor. Ülkücü ağabeylerinin keskin bakışları arasında “Neden bizim söylediğimizi yazmıyorsun?” sorusuna ise gayet emin bir cevapla “Çünkü bu sloganı çok seviyorum!” diyor. O, henüz gençlik yıllarına adım atmadığı çocuk yıllarında bile kendinden emin bir kararlılıkla yol alır. Paraya hiç ihtiyacı olmadığı halde, babasının yaptığı ayakkabı boya sandığı ile boyacılık yapar Selim. Çekirdek, çiklet satar. Neden böyle şeyler yaptığını sorsanız, “Eğlenceli ve işe yarar bir şeylerdi” der. Erken büyümüş bir çocuktur ve kocaman bir adam kalbi vardır göğsünde. Sorumluluk bilinci gelişmiş, tecrübe eğitimini kendi belirlemiş bir küçük adam... “Ya git, ya öl!” tehdidi Yıl 1979’dur ve pek çoğumuzun ihtimal veremeyeceği bir gerçeğin tam içindedir Yavuz Selim. Yaşadığı şehrin komünistleri tarafından “sürgün” yemiş bir çocuktur o artık. Makbule Ablasının eşi Bahattin eniştesi, komünistlerin yaptığı baskıya karşı onu artık koruyamayacaktır. Mesaj, nettir: “Ya bu şehri terk edecek, yahut Yavuz öldürülecek! Üç gün müsaade size!” denir. Bu ihtar yetmezmiş gibi, dört katlı “Sarı Köşk” unvanlı, mahallenin o vakitler en güzel evi Yavuz Selim’in ailesine aittir ve kurşunlanmıştır. Duvarlarına tehdit sloganları yazılmıştır. Gitmekten diyemeyeceğim, ailesi tarafından korumak için gönderilmesinden başka çare kalmamıştır. Bir arkadaşı vardır Selim’in kendisi gibi erken yaşlarda Hakk, hukuk, dâvâ, ülkü, ümmet, kavramlarını ezber ettiği bir küçük çocuk... Onun da yazgısına sürgün düşmüştür ve ikisine de artık Kars’tan yol görünmüştür. Bu iki küçük çocuk mu desem, boyları ve yaşları küçük ama kalpleri kocaman taze delikanlılar mı desem bilemediğim, ortaokul mezunu bu çocuklar, bir şehirden sürgün olmanın istisnai hatırasını doldurup hafızalarına düşerler yola... İlk durağı Ankara olur Selim’in. Ağabeyisi Mehmet Selim gözetimindedir artık. “Sarı Köşk, anneciği, babacığı, annesi kadar canına can katan Makbule Ablası, Ayşe Ablası ve onu kayırıp kollayan Bahattin Eniştesi” ardında kalır. Yüksünmez, söylenmez, “keşke” biriktirmez bu ilginç tecrübeyi yaşadığına dair. Evet, o, “Ya git, ya öl!” tehdidine maruz kalmış ve kimi varsa ardında bırakıp ilk gurbetine çıkmıştır. İşte hayatındaki ilk tembihi de o vakitler almıştır. “Sessiz, suskun, göze batmayan bir lise öğrencisi olacak!”tır. Henüz 1980 Darbesi olmamıştır. Selim, derslerini çalışan sıradan bir öğrenci olma gayretiyle okuluna devam eder. Çok çalışmalıdır. Çünkü darbe öncesi Kars’ta ortaokulda ders değil, siyasî olayların pratiğine şahit olmuştur. Ankara’da yazıldığı lise ise, eğitimi hayli iyi olan Kurtuluş Lisesi’dir. Öyle yapar... Fakat fiilen sükûnet hâlinde olsa da Selim, zihnî “kelimelerin” ustaca kullanımı ile zamana meydan okuyacak bir hare- Nesrin Çaylı ketliliktedir. Tarih ve edebiyat sınavlarında verdiği cevaplarla, kompozisyon derslerinde yaptığı tahlillerle dikkatleri çeker. Tarih Hocası, ülkücü hareketin önde gelen isimlerinden –Allah rahmet eylesin- Ayvaz Gökdemir’in kardeşi Ender Gökdemir’dir. Selim, En- YAVUZ SELİM der Hocasını çok sever. Edebiyat hocası ise dürüst bir solcudur. Her iki hocası da ağabeyeni okula çağırırlar ve Yavuz Selim hakkında “Bu güne kadar, tarih ve edebiyatta böyle derin ve tutarlı tahlil yapabilen bir öğrencimiz olmadı!” derler ve taktirlerini belirtirler. Yavuz Selim, o yılı, Kars’ta iyi bir eğitim gör- memiş olmasına rağmen teşekkür belgesi alarak tamamlar. Dilini kaybeden dinini kaybetmeye mahkûmdur! O yılın Eylül ayında darbe olur. Hemen sonrasında, Bursa’ya amcasının yanına gi- der Selim. Henüz 16 yaşındadır ve kaderin rüzgârında savrulurken, rüzgâr olmayı, esince savurmayı öğreneceği yaşlardadır. Artık sağ-sol kavgaları son bulmuştur. Okullarda sinsi bir asayiş berkemaldir. Silahların gölgesi kalkmıştır eğitim gören öğrencilerin üzerinden. Fakat Bir kere, portresini yazmak için bir saat 52 dakikalık ses kaydı alırsınız ve çözümlemek için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız. Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, dokuz yılını doldurmuş elinizdeki Haber Ajanda dergisinin künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir bilgiye haiz olmak için elinizden geleni ardınıza koymazsınız; gazetecilik tecrübelerinizi, dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu zorluk değil midir? Anlatıverse kendini bir çırpıda “Ben...” diye başlayıverse cümleleri, bir paragrafta tam altı defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım meselâ! özel sayı 101 2015 109 HABERAJANDA Leb demeden leblebiyi anlamasa, sözün nereye varacağını kestirivermese, hadi kestirdi diyelim, sinirlenmese, “kolay” kelimesini daha çok kullanabilirdim. Bu da ikinci meselâ... 110 özel sayı 101 2015 Nesrin Çaylı daha nitelikli ve kayda değer bir kavgası vardır şuurlu gençlerin. Siyasî tercihlerini, kullanılan kelimeler üzerinden belirleyen ve doğru olanın izini sürmeye gayret eden taraftadır Selim. “Uydurukçaya hayır!” diyenlerdendir. Olasılık da ne? İhtimal demek varken... İmkân dururken olanak demenin âlemi neymiş? Hayatmış tercih edilen, yaşam değil! Dilini teslim eden, dinini de teslim eder! Dilini kaybeden, dinini de kaybetmeye mahkûmdur! Müstear isimli genç bir yazar Lise ikinci sınıftan üçüncü sınıfa kadar dil üzerinden kurulmuş, üstü örtülü çekişmeleriyle, nitelikli mücadelesiyle tarih ve felsefe hocalarının olumsuz tepkilerine maruz kalırken, Ali Şaylan isimli edebiyat hocasının dikkatini çeker Selim. Hocası ona Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ve Peyami Safa’nın kitaplarını tavsiye eder. Tarık Buğra’yı ve Nihat Sami Banarlı’yı okumasını ister. Nurettin Topçu’nun bütün eserlerini şart koşar. Bahaeddin Özkişi’nin “Sokakta” ve “Göç Zamanı”, Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye”, “Bir Tereddüdün Romanı”, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” ve özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” adlı romanların kahramanları Yavuz Selim’in genç yaşında “rol modeller” oluşturur. Aynı zamanda, denemeler yazar, günlük tutmaya lise sona kadar devam eder. “Dede ve Nasihat” isimli bir hikâyesi okulunda birincilik ödülü alır ve Kayseri’de neşredilen Erciyes Dergisi’nde yayımlanır. Siyasî yazılarını ise Yeni Düşünce dergisine “Kürşat Bozkurt” imzası ile gönderir. Yıllar sonra dergiye uğradığında Ya- YAVUZ SELİM vuz Selim’i bilen kimse yoktur ve “Kürşat Bozkurt” Yeni Düşünce dergisinin yazarlarındandır. Yavuz Selim, sanki o genç yaşlarında “saklı adam” olarak kalmaya karar vermiştir. Üniversite yıllarında 33 dergiyi gözlemi altında tutar Yıl 1983’tür. Lise yılları geride kalmış, üniversite yılları başlamıştır. Yavuz Selim’i Ankara’ya çeken bir his, içinde dolaşmaktadır. Tercihleri arasında, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Edebiyat Bölümü vardır. Kazanır... Fakat kendi ifadesi ile ilk üç ay sonrasında “Duvara toslamış gibi” hisseder. Büyük bir hayâl kırıklığı yaşamaktadır. Çocuk yaşında sürgün edilişinde bile yaşamadığı bir şaşkınlığın içindedir. Çünkü, edebiyat adına beklentilerinin çok gerisinde olan bir müfredat vardır okulunda. Tam burada bu hayâl kırıklığına dair kendi fikrimi ifade etmeden geçemeyeceğim. İlkokul dördüncü sınıftan lise sona kadar “baba” kitaplar ve üç dört gazete okuyunca 11, 12 dergiyi takip edip yazınca bu şaşkınlığın mesuliyetini sisteme yüklemek haksızlık olur doğrusu. Yavuz Selim’in erken okumalarının, kendi dünyasında yarattığı hezeyandır bu bence. Ve Selim’in üst aklının, sıra dışı şekillenişinin ispatıdır. Öyle yahut böyle... Çok sıkılır Selim. Derslere girmez, vize ve finalleri zar zor verir. Bir gazetede muhabir olarak görev yapıyordur. Yani çocuk yaşlarında olduğu gibi yine hem okuyor hem harçlığını kazanıyordur. Şimdi dikkat kesiliniz: Size abartı gibi gelebilir ama Selim, üniversite yıllarında 33 dergiyi gözlemi altında tutar. Zamanla azalsa da takip ettiği dergilerin sayısı 10’un altına hiç düşmez. Resmedilmiş bir sevda! Aşkın bir enerjisi, sıra dışı tercihleri ve erken gelişmiş bir kimliğe sahiptir Yavuz Selim. Gazeteci olacaktır, edebiyatçı değil. Kararı kesindir. Ve ömrünün en büyük “keşke”si üniversitede edebiyat okumuş olmasına aittir. “Yazık ve kaybedilmiş zamanlarımdı!” diye belirtmekten de hiç imtina etmemektedir. Fakat Ankara’da o fakültede okumasının kader nezdinde farklı bir gerekçeyi barındırığını belirtir. Çünkü şu anda 27 yılı doldurduğu evliliğinde hayat arkadaşı da aynı üniversiteden mezundur ve belki de o üniversitede okumasının yazgısında isminin yanına eş olarak “Müzeyyen Hanım”ın isminin yazılmasından başka gerekçesi de yoktur. Müzeyyen Hanım’ı Ankara otobüs terminalinde görmüştür ilk kez. Başını otobüsün camına yaslamış uzaklara giden bir portredir Müzeyyen Hanım Yavuz Selim’in gözünde. Arkadaşları farkedince, Müzeyyen Hanım’ın sınıf arkadaşları olduğunu söylerler. Etkilenmiştir bu anlık, bu kısacık enstantaneden Selim. Yarı dönem tatilinde bir hikâye kaleme alır. Ankara’ya döndüğünde de gözündeki enstantaneyi arkadaşına kara kalemle çizdirtir. Ve bu hikâye “Bizim Ocak” dergisinde yayınlanır. Böyle başlar uzun yıllar yanyana kat edilecek hayat yolculuğunun ilk adımı. Ancak Yavuz Selim, üçüncü sınıfın Mart ayına kadar Müzeyyen Hanım’dan hep uzak durur. Küs gibidirler, hiç konuşmazlar, selamlaşmazlar bile... 1986’nın Mart ayı, Yavuz Selim ile Müzeyyen Hanım’ın hayatlarının dönüm noktasıdır. Sınıf arkadaşları Recep Çınar’ın aracılığıyla Kurtuluş Parkı’nda bir araya getirilirler. Ama Müzeyyen Hanım, Yavuz Selim’i görünce şaşırır. Çünkü bu durumdan habersizdir. Recep Çınar, müsaade alıp ayrılır. Artık başbaşa kalmışladır. Yavuz Selim, direkt evlilik teklifinde bulunur. Müzeyyen Hanım, kabul etmez. Yavuz Selim, bir hafta müsaade ister kendisini tanıtması için. Ve Müzeyyen Hanım, dördüncü gün evlilik teklifini kabul eder. 20 Aralık 1987’de de evlenirler. İsmi ile müsemma bir adam... Yıllar sonra, bugün Müzeyyen Hanım’a Yavuz Selim sorulduğunda, “Yavuz Bey, hayatının merkezinde olduğumuzu her zaman hissettirdi. Allah’a şükürler olsun, sevgisinden ve ilgisinden hiç mahrum olmadık. Yavuz Bey, ismiyle müsemma biri. Çok güçlü ve çetin bir karakteri var. Bunu onu tanıyan herkes bilir. İlk başlarda sert tavırlarından rahatsız olanlar daha sonra, sevdiklerini ve dostlarını nasıl sahiplendiğini görünce onu sevmeye ve ona güvenmeye başlar. Belki de Haber Ajanda dergisini kurup 150’ye yakın yazarı ‘gönüllü’ olarak bu derginin etrafında toplamasının ana sebebi budur!” diye anlatıyor. Peki Haber Ajanda dergisi diye sorunca ise, “Çocuklar, baba 100’üncü sayıyı görecek miyiz, diye şakalaşırlardı. Yavuz Bey de, hedefine kilitlenmiş bir inançla, Allah izin verirse göreceğiz, derdi. Dergi hazırlanır, baskıya verilir, matbaadan eve gelir; Yavuz Bey istisnasız her sayıda heyecanla paketleri açar, dergiyi eline alır, okşar... O an, görünmeye değer en güzel andır. Sanırsınız, kucağına yeni doğan bir bebeği vermişler. Yüzündeki ifade aynen öyledir. Haydar’ı, Hilâl’i, Eren’i ilk kucağına aldığı an ki ifadenin aynısı... Bu dergiler Yavuz Bey’in 4’üncü ve 5’inci çocuklarıdır. O bizden çok şey beklemedi. Sadece, yanımda olun, bana özel sayı 101 2015 111 HABERAJANDA ne duygusal karşılıyor ki isteğimi, hiç vakit kaybetmeden bilgi aktarımına başlıyor. Telefon görüşmemizde peşi sıra anlattığı pek çok hatırasının hepsini aktaramayacağım için üzgünüm. Yavuz Selim, Haydar Alp’in babası ama aynı zamanda beni vuruş sayısı ile sınırlayan, sayfaları etkili ve yetkili kullanmayı öğreten Ajanda Yönetim Kurulu Başkanım(!). (İtiraf ediyorum, iş paylaşımı yaptığım, emir komuta zinciri kurduğum bir başkandan çok dost bildiğim güzel bir insandır Yavuz Selim benim için.) İşte bu açıdan bakınca Haydar Alp’in kısaltmaya kıyamadığım anekdotlarını sizlerle paylaşacağım. Fakat uzun hatıralarını bir başka çalışmada değerlendirmek üzere sakladığımı da bilmesini istiyorum. Şöyle anlatıyor Haydar Alp babasını: Öğrenmenin ilk ve önemli anahta- rıdır merak. Ve bu huy meleke hâline gelmiştir Yavuz Selim’de. Peşi sıra sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla çekiştirmese, her şeyi öyle önemseyip merak etmese kolay bir adam olabilirdi meselâ... güç verin, dua edin, dedi. En büyük yükü o üstlendi. Allah emeklerini boşa çıkarmasın! Çocuklarım ve ben onunla gurur duyuyoruz!” diyor. Müzeyyen Hanım’ın küçük bir sitemi var aynı zamanda. Sitemini zarif ve hassas bir soru ile ulaştırıyor bizlere: “Güzel işler yapan insanların sağlığında kıymetleri bilinse, takdir edilseler çok mu!?” Güzel evladın, güzel babaya, güzel duası... Müzeyyen Hanım ve Yavuz 112 özel sayı 101 2015 Selim, üç güzel evlada sahip oluyorlar. Önce ilk oğulları geliyor dünyaya (1988). Hani yukarıda bahsini ettiğim “sözünde durma” ve “ahde vefa” erdemlerinin vuku buluşuna hayat şahitlik ediyor. Çünkü Selim, erkek doğan ilk yavrusunun adını annesine 10 yaşındayken verdiği sözü unutmayarak tutuyor ve oğlunun adını “Haydar Alp” koyuyor! Bu çalışmayı yapma hazırlıklarındayken, diğer kardeşlerden daha fazla zaman geçirme imkanına sahip olduğum Haydar Alp’ten yardım istiyorum. Öylesine heyecanlı ve öylesi- “Babamın en önemli özelliklerinden biri azimli ve kararlı olmasıdır. Dokuz yıllık dergi serüveni ve daha öncesinde başarısızlığı asla kabul etmeyen yapısıyla bize verdiğimiz kararların arkasında durup sonuna kadar mücadele etmeyi öğretti. Sabırlı olmanın bir erdem olduğunu yine ben babamdan öğrendim. ‘İstediğin bir şey varsa sabredeceksin, bekleyeceksin. Zamanı geldiğinde hayırlısıysa senin için olur zaten’ der her zaman. Yaşadığı tecrübelerden olsun, ileriyi görme yeteneğinden olsun, olayları ve kişileri çok iyi analiz edebilme meziyetine sahiptir. Çabuk sinirlenir, istediği gibi olsun ister her şeyi. Bunda titizliğinin de payı büyük tabii ki... Mesela dergi paketleme işleminde dergilerin sırtları aynı tarafta olmayacak. Kültür Ajanda ön tarafta, arka tarafta da Haber Ajanda’nın reklâmı olacak. İyi yapıştırılacak, uçlarında boşluk olmayacak. Burada bile işine verdiği önemi görebiliyoruz. Keşke herkes onun kadar işini önemseyip ciddiye alsa baştan sona. Babam evine bağlı birisidir. Onun için ev en önce gelir. Ailesi, çocukları vazgeçilmezdir. Bu zamana kadar ne yaptıysa, ne için uğraşıp çabaladıysa sırf ailesi ve bizim içindir. Ben veya kardeşlerim, çocukluğumuzdan bugüne kadar, bundan mahrum kaldık, şuna hiç sahip olamadık, diyebileceğimiz hiç bir şey yok. Çok paramız olduğu zaman da aynı harçlığı alırdık, az olduğunda da bu bize hiç yansımadı. Küçükken bir gün babama ‘Baba, Allah’a şükür paramız var, neden harçlığımızı artırmıyorsun?’ diye sormuştum da ‘Az parayla idare etmeyi öğrenin. Belli mi olur, gün gelir yokluk çekeriz, o zaman da o hayat size zor gelir!’ diye cevap vermişti. Belki de tutumlu olma alışkanlığım babamın bu sözleri sayesinde oldu. Babamın bize en çok söylediği sözlerden birisi de ‘Şer görünür hayr çıkar, hayr görünür şer çıkar!’ sözüdür. Babamın sözünün ne kadar geçerli olduğunu çok defa yaşayarak gördüm. Ne zaman babamı dinlemezsem işim rast gitmez. Dinlediğimdeyse hep güzel şeyler ortaya çıkar. Böyle bir sürü şey var. Biz, bize düşkün olan bir babaya sahibiz, bunu etrafımızdaki başka babalara bakınca daha iyi anlıyor insan. Allah onu başımızdan eksik etmesin! Allah ona sağlık ve güzel bir ömür nasip etsin inşallah!” Haydar Alp’in bu güzel duasına ben de gönülden “amiin!” diyorum! Bir Hilâl doğuyor! Haydar Alp’ten 11 ay son- Nesrin Çaylı ra Hilâl teşrif ediyor dünyaya (1989). Selim’in biricik kızı Hilâl’e babasını sorduğumda... “Babam için hayatta önemli olan üç şey, eşi, evlatları ve mesleğidir. Babamın hep güzel hayâlleri olmuştur ve bunları hep gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bana bunlar hep imkansızmış gibi gelirdi. Ama benim babam hayallerini hep gerçekleştirdi. Biz daha hayatta yokken başlamış tabii bu hayâllerini gerçekleştirmeye. Annemle evlenmesi, sonra üç evladına mükemmel bir baba olması ve son olarak da hayâlindeki dergileri çıkarması... Daha tabii ki gerçekleştirmek istediği hayâller var. Rabbimin izniyle onlar da inşallah gerçekleşecek. Bu zamana kadar mesleğine olan bu büyük sevgisini anlayamamıştım. Zaman geçtikçe anlıyorum ancak. Çok özel, güzel yazar arkadaşları, ağabeyleri ve kardeşleri var; çok güzel iki dergimiz var. Etrafıma bakıyorum da mesleğini bu kadar bü- YAVUZ SELİM yük aşkla yapan insan sayısı çok az. Babamın sevgisi sonsuzdur; çok sinirliymiş gibi görünse de yüreği yumuşacıktır. Bize, Ajanda Ailesi’ne ve dostlarına verdiği değer bambaşkadır!” diyor... Bir güzel tahmin, bir gönülden âmin! Hilâl’den 15 ay sonra (1991) bir erkek evlatları daha oluyor Selim çiftinin. Mustafa Eren geliyor dünyaya. Kısa ve fakat babası hakkında detayları kapsayan cümleleriyle Eren bize babasını bakın nasıl anlatıyor: “Babam bizim için her zaman cömert, yol gösterici ve sevgisini gösteren, kısacası çok iyi bir baba olmuştur. Bizimle yani çocuklarıyla olan ilişkisi de her birimizin kişilik özelliklerine göre belirlemiştir. Hepimizle ayrı ayrı özel olarak ilgilenmiştir. Hayatı boyunca yaşadığı zorlukların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Çok mücadeleci ve pes etmeyen bir duruşa sahip olmuştur. Sert bir mizaca, çabuk sinirlenen bir yapı- ya sahiptir; ancak çok merhametli, kocaman bir kalbi vardır. En önemli işi Haber Ajanda olmuştur. Derginin ilk çıktığı zamanlarda hedefinin 100’üncü sayıya ulaşmak olduğunu söylüyordu. Ne yalan söyleyeyim, buna pek ihtimal vermiyordum ama o pes etmeyen mücadeleci yapısıyla bu hedefe ulaştı. Sanırım, Allah izin verdikçe birkaç 100 sayı daha devam edecek gibi duruyor Haber Ajanda...” Eren’in bu güzel tahmininin dua hükmüne geçmesini canı gönülden diliyorum. İşte böylesi güzel evlatların babasıdır Yavuz Selim. Peşi sıra doğmuş üç yavrusu ve hayatını tezyin eden eşi Müzeyyen Hanım ile saklı bir saadet köşkünün reisidir o... Bu güne kadar saklı olan sadece bu saadetleri değildir. Haber Ajanda dergisinin ardında var olan enerjide bu çalışma ile kısmen âşikâr olsa bile kıymet ve anlam noktasında hakkıyla izahı mümkün olamayacak bir gü- zellik bütünüdür Selim ailesi. Basiret açıklığının tezahürü Yıl 1994’tür. Üç çocuklu Selim ailesi Yalova’da mukimdirler. Yavuz Selim, Ankara gazeteciliğinin verdiği farklı bir tecrübeyle körü körüne bir siyasî algıya sahip değildir. 1994’te mahallî seçimler gerekçesiyle sık sık Yalova’ya gelen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Recep Tayyip Erdoğan’ı ve Refah Partisi Genel Başkanı – Allah rahmet eylesin- Necmettin Erbakan’ı tanır. Tanışma yoktur, yakından dinleme vardır. Yakından dinleyerek, seyrederek tanır bu iki ismi. Çocuk yıllarından bu yana emek verdiği, şekillendiği “ülkücü” çizgisi önce Refah Partisi’nden başlar, 2002’de AK Parti ile netleşir ve gönlüne Recep Tayyip Erdoğan sevgisi perçinlenir. Rahmetli Necmettin Erbakan’ı da çok sever Yavuz Selim. AK Parti, Erbakan’ın başlattığı dâvânın Olası sorunları hesaplamasa, bu hesaplardan sebep tedbir gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile ahret sualine tâbi tutmasa, hayatınızı özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine vurmasa kolayın kolayı olabilirdi. Bu da dördüncü meselâ... özel sayı 101 2015 113 HABERAJANDA devamıdır; Recep Tayyip Erdoğan da Erbakan Hoca’nın talebesidir ona göre... “Ülkücü abilerle büyüyen, Türk-İslâm Birliği hakkında yığınla kitap okuyan, çok küçük yaşlarda ülkücü bir idealist olarak şekillenen, üstelik siyasî partiler muhabirliği yaptığı dönemler- de Milliyetçi Çalışma Partisi’ni takip eden, nikâh şahidi Alparslan Türkeş olan Yavuz Selim, nasıl böylesi köklü bir değişime kani olabilir?” sorusunu sormadan edemiyorum. Soruma verdiği cevap, hamd edilesi bir basiret açıklığının şerhi hükmünde oluyor doğru- su: “Ben, İslâm ve Ümmet bilinci çerçevesinde İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna hiç tereddüt etmeden başını verebilecek ağabeylerimden –Allah onlardan razı olsun- etüt ettim ülkücülüğü. Hilâlcilerden oldum. Körü körüne bir itaat, sorgusuz-sualsiz bir kabul değildi benimkisi. O yılların karmaşıklığı arasında ehven olan bir tercihti. Üstelik Hak din İslâm’a mugayir bir yanı yoktu inandıklarımızın. Bugün Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ismi ile izah edilebilir bir anlayışın savunucularıydık!” diyor. Selim, o günleri anlatırken bugünkü inanç ve hayat perspektifini izah eden önemli bir hususun altını da şöyle çiziyor: “Ben ülkücü çizgide yol alırken de İslâmî değerlerin esas alındığı bir siyasî anlayışa sahiptim. İslâm’ın men ettiği hiç bir şeyi meşru görmüyordum geçmişte. Bu gün de öyle... Yani imânî perspektifte değil, siyasî cihette bir değişimdir benim yaşadığım. Ve bunun için de Rabbime şükrediyorum...” Böylesi bir basiret açıklığının, bir insanda ancak ihlas ve sabr ile tezahür edebileceğini düşünüyorum. Asr Suresi’nde geçen, “...salih amel işleyenler ve sabredenler müstesna!” ayeti kerimesinde dikkat çekilen ihlas ve sabrın, insanı nasıl “hüsran”dan muaf kıldığının şerhini okur gibi(!) oluyorum. Aklına geleni istemese, bir günde beş dosyayı derleyip toparlamanızı beklemese, onun gibi yatıp onun gibi kalkmanızı önermese, sizden kendi tarzında iş beklemese, disiplinli, titiz, planlı ve programlı bir hayata sizi davet etmese kolay bir insan olabilirdi meselâ... 114 özel sayı 101 2015 Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın çirkinliğine göz yuman, ne gelecek zamanların süfli hayâllerine kapılan bir adamdır bana göre Yavuz Selim. Söylemez, eyler... Fakat çokça dinler... Varsa doğru bildiğine abes gelen, aykırı düşen bir beyan, hiç ertelemez düşüncesini ânında söyler. Bu özelliklerini ve daha fazlasını 2002 yılı itibariyle yayınladığı kitaplarında gözlemlemeniz mümkün. “Milli Görüş Hareketi’ndeki Ayrışmanın Perde Arkası: Yol Ayrımı” ve hemen ardından kaleme aldığı Sayın Abdullah Gül’ün biyografi kitabı “Gül’ün Adı” dikkate değerdir. Afganistan’a giderek, üstelik en tehlikeli dönemde orada 36 gün yaşayarak sahici müşahedeleri ile kaleme aldığı “Ah Afganistan” ve “Afganistan ve Dostum”da yaptığı söyleşiler, onun aileye, çocuklara ve onların hissedişlerine verdiği değerin küçük temsillerini barındırır. “Ulusalcılığın Anatomisi” isimli kitabı ise editoryal titizliğini tespitte zorlanmayacağınız bir çalışmadır. İşte Yavuz Selim, çocuk yaşlarda kurduğu hayâllerine dokunabilen bir adamdır. O, bugün hem iyi bir gazetecidir ve hem de iyi bir yazardır. Dik duruşuna dair pek çok şahidi olduğum olay anlatabilirim. Ancak ne kadar anlatırsam anlatayım, eksik kalacağından da eminim. Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi sinirli bir adamdır aslında Yavuz Selim; fakat onu böylesi sinirli kılan acaba nedir?! Büyük dostlukların kabristanıdır onun yüreği Derindir bu sorunun cevabı onda... Görünene çabuk aldananlar, yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu tespit. Nasıl dergimizin künyesinde bir isim olmaktan öte gösterisi yoksa, Selim’i yakından tanımayanlar bilmez o sinirli görüntünün ardında saklı derin merhamet denizini. O da pek umursamaz aslında bunu. Varsın çekinsinler etrafındakiler. Yanılsınlar, yadırgasınlar ne gamdır onun için.... Çünkü dost zannettiği, gülümseyip varını yoğunu paylaştığı çok insan(cık)lardan yaralanmıştır kalbi. Öyle az uz değildir yaraları- Nesrin Çaylı nın derinliği. Büyük dostlukların kabristanını ağırlar yüreği. Anlatmaz, susar... O susuyorsa, kavgasını rafa kaldırmışsa, bir dost cenazesi daha kalkıyordur hayatın görünmez musallasından onun için. Görünenlere çokça değinmediğim bu çalışmada, dergilerimizin saklı adamının suretinden ziyade siretine dair ipuçları vereyim istedim. Evet, istedim... Hatta uzun ısrarlarla ve 101’inci sayıyı önemli bir gerekçe göstererek onu ikna etmeye çalıştım. Aslında itiraf etmeliyim, biraz da Yavuz Selim’in böylesi saklı duruşuna şaşkınım. Bu şaşkınlığımı körükleyen tecrübelerim bana şunları hatırlatıyor mesela: Necip Fazıl Kısakürek bir dergi çıkarır, adı Büyük Doğu... Sezai Karakoç Diriliş dergisine soluk verir... Cahit Zarifoğlu Mavera’ya... Bu örnekleri arttırabilirim. Ve bu dergiler öncelikle sahiplerinin çalışmalarını ağırlar. Selim’e bu tecrübeme binaen hayret ve merakla şu soruyu yöneltmiştim: “Gazetecisin, siyaset birikimine haizsin, neden yazmıyorsun dergilerinde?” O gülümsemişti bu sorumu duyunca. “Yazarlarımız yazıyor ya her şeyi...” Bu cevap bile çok söze hacet bırakmaksızın onun nasıl değişik kabulleri olduğunun izahıdır aslında. Onu bilen anlar, anlayan sever! Evet, elleri kalem elidir Yavuz Selim’in. Hiç hoyrat işlere dokunmamış, hiç güneşte kavrulmamıştır teni. Fakat hayata yansıyan görüntüsünün ardında ismi kadar saklı kederleri vardır. Aslında onu yakından tanımayanlar için o bir yanılgıdır. Ellerinde hiç nasır yoktur fakat kalbi nasır tutmuş bir adamdır o. Yavuz Selim, dergicilik yol- YAVUZ SELİM culuğuna ilk önce “Kırmızı Çizgi” ile çıkar. Sekiz sayı sonra Kırmızı Çizgi’nin tüm sorumluluğunun rahmetten çok zahmetinin kendi omuzlarında olduğunu görür ve pek de iyi tanımadığı 7 isimle yollarını ayrılır. Yavuz Selim’in etrafında kim varsa bu süreçten sonra içinde Selim’in olduğu bir derginin hayatta olabileceği ihtimalini dahi düşünmezler. Evet, kısa ömürlü bu dergi ile dergicilik hayatının sonlandığını sanıyordur herkes. Zira bir yığın maddî külfet, bir o kadar manevî sarsıntının ardından dergi çıkarmak, ancak Donkişot’un yel değirmenlerine karşı açtığı savaş kadar imkânsız görünür dostlarına, derdiyle dertlenen yakınlarına... Evet, onu seven için de sevmeyen için de, hele hele 2006 yılında ülkenin şartları da göz önünde bulundurulunca imkân dışı görünmektedir. Fakat etrafındaki herkes için bu büyük bir yanılgıdır... Bir haftalık dinlenmenin ardından beş kişilik ortak bir yapıyla çalışmalarına başlar ve Nisan 2006’da “Aylık Siyasi, Strateji ve Toplum Dergisi: Haber Ajanda”nın ilk sayısını hem şirket ortağı, hem de Genel Yayın Yönetmeni olarak çıkarır. Kırmızı Çizgi’de 6 veya 7 yazar hariç kendisinin oluşturduğu yazar ekibinin tamamı Haber Ajanda’ya geçer. Takviye isimlerle muazzam bir kadro oluşur. Hani, “Selim, zor!” dedik ya buraya kadar, şimdi de “Zor işler, zor olanın harcıdır!” demenin tam yeridir. Evet, Selim bir başına, tutkusuyla, inancıyla, ideasıyla bütün zorlukları göğüsler. Haber Ajanda o gün bu gündür bu tutkunun semeresi olarak ülke siyasetinin nabzını tutar. İşte bugün, 9 yıldır tecimsel egemenlere baş eğmeden, reklâm verecek ticarî firmalara değmeden bir iki reklâm ile matbaa masraflarını karşılayarak 101’inci sayıya ulaşır Yavuz Selim’in “Haber Ajanda”sı... Dile kolaydır 9 yıl, 101 sayı... İşte bu süre içinde kalem tutan elleri nasır tutmaz fakat kelimeleri yoğuran zihni, tutkusunu ağırlayan kalbi şikâyetinden narak ve tutkun olarak ısrarcı oldum. Fakat istikrarı önemsediğim için maddî ve manevî sıkıntılar beni yıldırmaya güç yetiremedi!” cevabını verir. Tesadüfi bir istikrar değildir bu. Bu başarının hikâyesi, tâ o çocuk yaşlarında kendisini savuran rüzgârların öğrettiğidir. Bir de, sabah namazı ile başlayan ve akşam eza- imtina ettiği bir başınalığı, terk-i diyar eyleyen dost vurgularıyla nasır tutar. Sert eser dergicilik dünyasında rüzgârlar; önüne geleni savurur lakin Yavuz Selim eğilip bükülmeden, yıkılıp devrilmeden dik duruşuyla meydan okur esen rüzgârlara dostlarının kopardığı fırtınaya, maddî manevî tipiye tayfuna... Kim bilir, belki de etrafını bir hortum gibi saran bu keskin rüzgârlara direnirken öğrenmiştir kalbi rüzgâr olmayı, esmeyi, savurmayı... nına kadar süren çalışmalarındaki istikrarla oğluna rol model olan Haydar Baba’nın sessiz, sözsüz Yavuz Selim’e öğrettikleriyle başlar bu ısrar ve istikrarlı başarının menkıbesi... Israr mı, istikrar mı? “Bu başarının formülü ısrarın mı, istikrarın mı?” diye sorsanız, “Körü körüne bir ısrar değil. İna- Dur durak bilmez, çalışır. Evet o çalışır, dışarıdan seyredenler sadece gördüklerinden ibaret sanırlar da, “Derdin nedir, bize düşen bir şey var mıdır?” diye hiç mi hiç sormaz, gördüklerini bilir, görmediklerini merak bile etmezler. Hatta gün sayarlar, ha bu gün, ha yarın kapanacaktır elbet önünde sonunda Yavuz Selim’in Haber Ajanda’sı. Öyle olmaz işte... Ve onlar da bir süre sonra bıkarlar saymaktan sayıları... Artık, dostları da düşmanları da hem özel sayı 101 2015 115 HABERAJANDA Yavuz Selim’in sırra kadem basmış kederlerinden bihaberdirler, hem Haber Ajanda’nın başarısına kani olup el-nihaye takdirlerini sunabilmişdirler. İşte bu 101 aylık sürecin ardından Yavuz Selim, ellerine bakar nasırsızdır; içini dinler kalbi ve zihni bir kendisinin bildiği, hatıraları dokundukça canını yakan nasırlarla kuşanmıştır. Bu sebeple hatırlamak istemez maziyi, canı yanmasın, yanan canı can yakmasın diye! Evet bu 101 aylık süre içinde nice güzel dostları vardır ki, en iyi onlar bilir Yavuz Selim’i... Ve bilen anlar, anlayan sever... Ömrünüzün beklenmedik bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı eğer kıymet bilenlerdenseniz, ne kadar sinirli, ne kadar tez canlı olursa olsun hayatınızdan bir çırpıda çıkarma konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan çıkarmanın bir kayıp olduğunu bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir geliştiriyor olduğunu, kendisini sizin yerinize koyduğunu okursanız onun ahvalinden bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu kaçıncı meselâ!? 116 özel sayı 101 2015 Haber Ajanda’da yıllarca yazan, Selim’in ağabeyisi, dostu, sırdaşı olan pek çok isimden müstesna “üç ağabeyi”den biri olan –diğerleri Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen ve Prof. Dr. Turan Güven’dir; her ikisini de dergimiz bu sayısında söyleşileriyle ağırlıyor- Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan... Refik Hocamıza Yavuz Selim’i sorduğumda, yalın bir dostluğun tanımını alıverdim. Yüksüz, zahmetsiz, sevgi ve hürmet yüklü bir tanımdı bu, ki bilirim dağa nasıl bağırılırsa öyle yankı alınırdı. “Yavuz, ailesi ve dergileriyle bütünleşmiştir. Toplumu ve milleti ile kaynaşandır. Meyve ağacına benzer. Mesela şeftali gibi... Rengi vardır, kokusu, dokusu vardır. Dostluğunun lezzeti vardır. İnsanlara iyilik yapma kaygısıyla yaşar. En güzeli de mesleğine olan vefasıdır!” Ona nasıl hitap ediyorsunuz diye sorduğumda, işte o yalın ifade dökülüverdi Refik Hocamızın dudaklarından: “Yavuz! Sadece ismi ile hitap ediyorum. Duvarları olmayan, engel tanımayan bir biçimde...” Böylesi kabûllü ve süslü cümlelerden uzak, net ifade edilebilen bir sevginin sahiciliği tesirinde saklıydı. Tanı- Nesrin Çaylı mış, anlamış ve sevmiş bir dostun kabûllü ifadeleriydi bunlar... Anladım, güzel adamları, güzel adamalar anlar ve onlar birbirini ihlasıyla varlığıyla, sözleriyle, hisleriyle sarar sarmalar! Malûm olduğu üzere, bu çalışmaya Yavuz Selim’i sığdırmak maalesef namümkün! Belki bir gün gençlere, inananlara, başarıyı yakalamak isteyenlere kahramanı rol model oluşturacak bir roman yazılabilir onun hakkında. Ve belki o zaman Selim hakkında hakkıyla tanım, tasvir, tahlil ve tanışıklık gerçekleştirilebilir. Bu sayfalara ancak bu kadarını yansıtabilmeyi bile önemsiyorum. Çalışmayı sonlandırmadan önce kısacık da olsa Yavuz Selim ile çalışmanın ve benim hayatıma yansıyan özünden, sözünden bahsetmek istiyorum. Ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir adam Yıl 2012 Eylül ayıydı. Telefonum çaldı. Ve Yavuz Selim, Haber Ajanda’ya yapılacak olan AK Parti 4. Kongresi’nin ardından sanat ve kültürel boyutunu değerlendirerek bir dosya hazırlamamı istemişti. Böyle başlamıştı tanışıklığımız. Ve aradan sekiz ay geçmiş, Yavuz Selim İstanbul’a geleceğini bildirmişti. Atölyeme -Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi’ne- davet etmiştim. Sanat dersi yaptığımız bir akşam katılmıştı bize. O gün, bana ve öğrencilerime yansıyan Yavuz Selim ile aradan geçen üç yıla rağmen ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir Yavuz Selim oldu. Dost edinirken dikkat kesildiğim iki prensibimin karşılığını bulmuştum. Birincisi aile mefhumuna olan saygı ve hassasiyet, diğeri çocuklara olan duyarlılık... Eğer bir adam yahut kadının kalbinde çocuklara dair bir hassasiyet yoksa, ço- YAVUZ SELİM cuk sesi neşe değil, gürültü ifade ediyorsa, çocukları erteleyip kendini eyliyorsa benim hayatıma girme şansı yoktur o kişinin. Çünkü çocuk kalbini ağırlayamayanın beni inciteceğinden korkarım. Çocukların sevemediği büyüklerden imtina eder, onlarla ne iş ne aş paylaşımında bulunmam. Çünkü kandırılmaktan korkarım. İşte Yavuz Selim o gün, telefonunda yüklü olan fotoğrafları öğrencilerime ve bana göstererek eşi Müzeyyen Hanım’ı, Bosna’da tahsil görmüş Haydar Alp’ini, güneş gibi gülümseyen Hilâl’ini ve incecik, uzun örgü saçı ile farklı bir tarzı olan Eren’ini bize fotoğraflarından tanıştırmıştı. Atölyemize yalnız başına bir adam gelmiş, ailesi ile birlikte etrafımızı sarıvermişti. Tek başına büyük kalabalıkları barındıran bir adamdır çünkü o... 10 yaşında sanat dersi alan ve ilk tablosunun çerçeveciden gelmesini bekleyen Şeyma’cığımın telaşına şahit olmuş, heyecanının nedenini merak etmiş sormuştu. “İlk tablosu gelecek, çerçeveci geciktikçe, telaşı artıyor!” demiştim. Ve az sonra gelmişti küçük sanatçımın tablosu. Yavuz Selim Şeyma’cığımın tablosunu satın almak istedi. Şeyma bana baktı. İzin verdim, hem tekniğini anlattı, hem maliyetinden söz etti ve telif miktarının nasıl belirlediğimizi söyledi. Yavuz Selim Tabloyu satın aldı. Küçük bir çocuğun kahramanı olmak! Öğrencilerime zamanın dilinden söz ederken, “Sanatınızın kıymet bilinmez hâle gelmemesi için minicik de olsa telif hakkınızı saklı tutun. Çünkü ülkemizde profesyonellik ne yazık ki aldığınız para ile ölçülüyor; para almıyorsanız hep amatör muamele görüyorsunuz. Annelerimi- zin yaptığı iğne oyaları ve danteller çok zahmetli, çok sanatlı ve çok zor fakat işte bu disiplin olmadığı için kıymetsiz bir muamele görüyor” derim. Bunu bilen ve hatırlayan Şeyma, kulağıma “Ben artık Yavuz Abi sayesinde profesyonel oldum, değil mi hocam?” sorusunu fısıldamıştı. Bir çocuğu mutlu edişine Selim’i tanıdığım ilk gün şahit olmuştum. Üstelik o tablonun ilk olması nedeniyle tekrar, “Bu tablo ilk emeğin, sanatta ilk göz ağrın. Onu sana emanet ediyorum, ömrün boyunca sakla olur mu?” diyerek yine Yavuz Selim tarafından Şeyma’ya armağan edilmesi de ayrı bir güzellikti. Sadece Şeyma değil, o gün atölyede bulunan sekiz öğrencimin hepsi onu sevmişti. İki yılı aşkın bir süre olmasına rağmen, İstanbul’a geldiğinde eğer programı uygunsa o gün tanıştığı sanat öğrencilerimle görüşmeyi diler. Ve öğrencilerim onu sevdikleri kadar onunla zaman geçirmeyi de çok sever. Bu hatıra Yavuz Selim’in gülümseyen yüzüne ait, şefkatinin, merhametinin, nezaketinin örneğidir. Eğer bir zaman sonra Kültür Ajanda hayâlini bana açmışsa ve ben o hayâlin rüzgârına müdahil olmuşsam, işte o ilk tanışıklığımızda yapılmış, sonrasında yanıltmamış tahlillerin hatırınadır. Bugün Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığım Kültür Ajanda’mızın 18’inci sayısını birlikte hazırlıyorsak, yine o görünenin ardında saklı olan güzel adamın başarısıdır. Ah bir de estiren yanı vardır Yavuz Selim’in... Hani rüzgâr gibidir demiştim ya... Ilık bir keşişleme ile eserse, tez atlatabilirsiniz olup biteni... Fakat, güçlü eserse kasırga gibi cereyanda kalma ihtimaliniz de muhtemeldir. Çalışırken, zaman zaman tansiyon yükselmiyor değil. Kapak dosyası belirlemele- rimizde, sanat anlayışımızın zaman zaman farklılığı nedeni ile seçtiğim fotoğrafların eleştirilmesinde, kültür ve sanatın siyaset ile olan mesafesine dair girdiğimiz tartışmalarda, literatür ve gelenek kabulleri üzerine yaptığımız teatilerde gerildiğimiz anlar oluyor. Şöyle durup bir düşününce aslında onunla çalışmanın ne kadar zor olduğunu samimiyetle kabul ediyorum. Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki, görünenin ardında saklı olan Yavuz Selim’in merhameti, adaleti ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları bir bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi sağlıyor. Hem üstelik bana bu titizlikleri de hiç yabancı gelmiyor. Ben de kendi uzmanlık alanımda ondan geri kalır tarafımın olmadığını yeni yeni keşfediyorum. Erik ne kadar ekşiyse o kadar ekşi, şeker ne kadar tatlıysa o kadar tatlı olmak gibi bildik lezzetlerin çarpışmasını hayret ile seyrediyorum. Dokuz yıllık bir süre içerisinde dergicilikte kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri bana aktardığı için, 150’ye yakın yazar arkadaşını bana dost kıldığı için, beni bu kocaman kalpli insanlardan oluşan büyük aileye dahil ettiği için kendisine kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Yavuz Selimle tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak kadar çoğalmaktır. O, dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur, ağabeyi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız artık, hayatınızda sahici bir insanınız olur! Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru bazen yumuşak bir tebessümle, bezen de sert bir esiş ile sizi savurur! Onunla yola çıkmışsanız -hangi alanda olursa olsun- bilin ki onun niyeti hayr, sizin akıbetiz hayr olur!.. özel sayı 101 2015 117 HABERA JANDASÖYLEŞİ Hamdolsun bu zihniyet terk ediliyor, ancak yine de yapılacak çok iş var. İşte tam da bu noktada, özellikle de oldukça zahmetli bir çaba olan bir dergi çıkarmak ve 100. sayıya ulaşmak, takdir edilecek örnek bir davranıştır. Özellikle bir cemaat, güç veya grup desteği olmadan, büyük bir gönüllü fikir hareketi içinde varlık gösterilmesi de ayrıca önemli bir özelliktir. *** Maalesef biz tariflerini kaybetmiş bir ülkeyiz. Her zaman şunu hatırlatırım: “İlim tasniftir, tariftir…” Ancak bu âriflik hali kaybolunca, aydın geçinen tipler ortaya çıkıyorlar. Bu (sözüm ona) aydınlar, halkın iradesini inkâr eden, çıkarlarını önceleyen örgütlenmelere giriyorlar. Bu çeteciliktir! Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen: “Şu üç şeyi kaçırma: TARİF, ÖLÇÜ VE DEĞER!” 118 özel sayı 101 2015 Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Mustafa Eren Selim V AN’da görev yaptığı yıllarda bir akrabamızdan duymuştum evvela adını. Yazdığı makaleler ve yayınladığı kitaplarla bulunduğu makamda bambaşka bir görüntü veriyordu. Öyle ya, bu ülke darbe isteyeni, rant ilişkileri kuranı veya şovmenleriyle birçok üniversite rektörüne şahit olmuş, ancak onun gibisini, hem de o yıllarda hiç görmemişti. >> 28 Şubat sürecinin bütün vahşi ruhunu hisseden, yazdığı kitaplarla –kendi deyimiyle“Ne mutlu Türkleri” cereyan cereyan çarpan, ancak bütün saldırılara rağmen ilim ve idareciliğini Türkiye’ye güzel örneklerle yansıtan, bugünün rektörlerini, dekanlarını, hâsılı büyük hocalarını yetiştiren bir “insan”dır Seyit Mehmet Şen… lum ahvalini konuştuğumuz sohbetimizi buraya aktarmak. Ancak şunu söylemeliyim: Seyit Hocamın sohbetine asla doyum olmaz! O konuştukça sevginin, muhabbetin, temizliğin, ahlakın ve en önemlisi de Müslüman olmanın, yani insan olmanın ne büyük nimet olduğunu tekrar ve tekrar anlarsınız. İsminin başına “Prof. Dr.” yazmadığıma bakmayın, o bu unvanla birlikte öyle güzel sıfatları hak ediyor ki, bu yüzden isminden evvel özellikle tırnak işaretiyle belirttim “insan” kelimesini. Zira o, en çok bu kelimeyi sever. İnsan, ona göre “İslâm” demektir. İnsanı İslâm’da arar, bulur, gösterir ve yaşar, yaşatır. Onun için en güzel unvan, “Müslüman insan”dır. “Peygamber” deyince hisleri coşan, “Hatice” deyince gözleri dolan, “Fatıma” deyince dudaklarını ısıran, “Gökteki Yıldızlar”dan tek tek ışık alan bu münevver insanın her sözü, o veya bu yana eğip bükmeden, yalnız ve yalnız saf gönlünün zihin imbiğinden süzülen cümleleridir. Portre veya biyografik bir türde yazı yazıyorsanız, konu edindiğiniz kişinin tarihçesi üzerinden aktarırsınız verileri. Ancak bu, Seyit Hoca için daha farklıdır; onu bir Müslümanlığı, bir de hanımıyla anlatmalısınız. Eşimi ve kızımı daha ilk tanışmalarında adeta muhabbet bağına sokan bu güzide çift, kendilerini tanıyan herkes tarafından yalnız hayır dualarla anılacak ender bir ailedir. Tabiî benim derdim, şu an bir portre veya biyografi kurgusu ortaya koymak değil, kıymetli Hocamız ile 100’üncü sayısına erişmiş dergimizi ve dergimiz üzerinden genel top- Kendisine söylememişimdir ama kitaplarını yudum yudum okuduğum gibi, yıllarca çeşitli gazete ve haftalık mecmualarda çıkan yazılarını kesip kesip sakladığım “Müslüman”ı tanıdığım için Rabbime şükrediyorum. Allah başımızdan eksik etmesin! *** “Bir cemaat, güç veya grup desteği olmadan, büyük bir gönüllü fikir hareketi içinde varlık gösterilmesi çok önemli” • Kıymetli Hocam, yazarı da olmanızdan iftihar ettiğimiz Haber Ajanda’nın 100. sayısına eriştik, bu noktada değerlendirmelerinizi ve hislerinizi almak isteriz... Maalesef nüfusu artışına rağmen okuma oranının düştüğü, gazete okuyucularının bile 3-4 milyonu geçmediği bir ülkedeyiz. Hatırlayacağınız gibi, yıllarca ilkokullarımızda, adı “Okuma” olan metinlerde bile “Uyu uyu yat, yat yat uyu” deyip durdular ve gerçekten de bizi uyuttular. Başka ülkelerde böyle mi? Örneğin Amerika’da okuduğum zaman dikkatimi çekmişti; çocuklarımın gittiği okulda okutulan kitapta bir cümleyi hem unutmuyor, hem de birçok konferansımda misal veriyorum, zira bu söz bana, Efendimiz’in “Hikmet, müminin yitiğidir” sözünü hatırlatır her zaman: “Erken kalkarsanız sağlıklı, akıllı ve zengin olursunuz.” Kim sağlıklı, akıllı ve zengin olmak istemez ki? Bugün ABD’nin ilkokullarında bu cümlelerle büyüyen çocukları bir düşünün. Bizdeyse uyku, karga ve ot konulu yazılar hâkimdi. Hatta “A. Gül Açar” vardı; aslında adı “Agop Gül Açar” idi de “A.” ile kısaltılırdı “Agop” ismi. İlginç değil mi? Aslında bu tarzda kullanılan kelime ve sözlerin peşine düşseniz, bize nasıl davranıldığına dair çarpıcı örneklere rastlarsınız. Bir de olumsuz başlarsa insan, motivasyon da bozulur. Bizde “okuma, yazma, düşünme, (hatta) oturma” gibi, bilinçaltını edilgenleştiren sözcükler baskındı. Hamdolsun bu zihniyet terk ediliyor, ancak yine de yapılacak çok iş var. İşte tam da bu noktada, özellikle de oldukça zahmetli bir çaba olan bir dergi çıkarmak ve 100. sayıya ulaşmak, takdir edilecek örnek bir davranıştır. Özellikle bir cemaat, güç veya grup desteği olmadan, büyük bir gönüllü fikir hareketi içinde varlık gösterilmesi de ayrıca önemli bir özelliktir. Her yıl genişleyen yazar kadrosu ve de öğrenen ve paylaşan ciddi okur kitlesiyle bugünlere gelmesi, 101. sayısını çıkaran Haber Ajanda’nın yanı sıra 17. sayısına kavuşan Kültür Ajanda ile zenginleşmesi çok güzel! Yavuz Selim Bey başta olmak üzere, sizin ve değerli kardeşimiz Aykut’un mutfaktaki gece gündüz çabalarını, gizli kahraman Müzeyyen Selim Hanımefendi başta olmak üzere tüm hanımefendilerin fedakârlıklarını, yazar kardeşlerimizin katkısını takdir ve tebrik ediyorum. “Maalesef tariflerini kaybetmiş bir ülkeyiz” • Toplumu okutmayan ve düşündürtmeyen zihniyetin bugün geldiği nokta nedir? Onlar hâlâ güçlü ve hâkimler mi? Öncelikle biz de bir “devlet” geleneği vardır, bir de “çeteler” vardır. Çetelerin de hesapları ve iktidarları vardır. Bir 12 Mart, 12 Eylül, 27 Mayıs, 27 Nisan veya 28 Şubat’ın hep birer çete hareketidir. 28 Şubat sürecinde “DevletSistem-Rejim İlişkileri” başlığı altında konferanslar verdim. Hatta çekinip konferansı iptal etmek isteyenler olabiliyordu; kabul etmiyor ve konferansımı veriyordum. Oysa devlet başka bir şeydir ve kendi içinde geleneği, disiplini, değerleri vardır. Kurucu irade vardır, öğrenir. Örneğin Osmanlı’da kurucu irade, bir iman, ahlak ve adalet iradesidir. Bu sebeple Osmanlı’da deli ve günahkâr vardır, ancak “kâfir” yoktur. Oysa bu kurucu irade yok edilmek istenmiştir. Bu saldırıyı yapan isimlere bakın, çok kâfir bulursunuz. Bu bağlamda kurucu irade- özel sayı 101 2015 119 HABERA JANDASÖYLEŞİ nin önemini, bağlamını açalım ve örneğin Cumhuriyet kurulduğunda da kurucu iradeye bir bakalım… Ne denilmişti? “Hâkimiyet milletindir.” Bu ne demektir? “İktidar halkındır.” İktidarın halka ait olmasının Yunancası “demokrasi”, Rusçası “repablika”, İslâm’daki karşılığı ise “hilafet”tir. “Cumhuriyet” kelimesi de aynı şeyi anlatır. Cumhuriyet’in kurucu aklı “Halkın hâkimiyeti” demiş, ama bakıyorsunuz ki sadece kâğıt üstünde kalmış. Olabilir, ama bu prensip söylenmiş ve yazılmış. Nitekim Menderes döneminde bu, kâğıt üstünden çıkıp halkın arasına girmiş, halk tarafından sahiplenilmiş ve 120 özel sayı 101 2015 uygulanmış. Devlet şart, ama onu tanrılaştırmak, kutsamak doğru değildir. Devlet “birlik, dirlik ve düzen”i temsil eder. Hamdolsun, benim milletim tarih boyunca devletsiz kalmamıştır. Ancak esas olan, meşru olan bu birlik ve düzen adına halka hizmet etmektir. Gün gelir, sistem çökse de devlet devam eder. Tıpkı her koşulda suyun yatağını bulması gibi yatağını bulur yani. Ama siz devlet adına hareket ettiğinizi söyler de halka hizmet etmez, halkın tercihlerine karşı çıkar, halkın seçmesini engellerseniz, orada “devlet” adı altında çeteleşiyorsunuz demektir. Dolayısıyla halkın iktidarı yerine kendi iktidarını geçirme çabası- na “çeteleşme” denir. Çeteleşme, devletin varlığını tehdit eder. Birileri devlet adına hareket ettiğini iddia ediyor, ama sonuçta halkın iradesine karşı çıkıyorsa, ancak ve ancak çetedirler. Bu nedenle bizim tarih boyunca devleti önemseyişimiz, aslında ve özünde halkın iradesini sahiplenmemizdendir. Bizde devletsizlik dönemi yoktur. Ayrıca devletin bir sistemi vardır ve sistemde değişik içerik ve şemalar olabilir. Bu nedenle bir dönemin adını “Selçuklu”, bir başka dönemin adını “Osmanlı” koyabilirsiniz, ancak söz konusu devlet aynıdır, devlette devamlılık esastır. Bu nedenle birtakım yapılanmalara “derin devlet” diyenlere itiraz ediyo- rum. Hayır, o çetedir! Ancak devletin derinliği vardır. Bu noktada devlet biriciktir ve derinliği vardır; tıpkı köklü ağaçlar gibi... Devletin görünür hali sistemdir. “Vefası az olanın imanı da azdır” Maalesef biz tariflerini kaybetmiş bir ülkeyiz. Her zaman şunu hatırlatırım: “İlim tasniftir, tariftir…” Ancak bu âriflik hali kaybolunca, aydın geçinen tipler ortaya çıkıyorlar. Bu (sözüm ona) aydınlar, halkın iradesini inkâr eden, çıkarlarını önceleyen örgütlenmelere giriyorlar. Bu çeteciliktir! Dolayısıyla tarihimizdeki Ömer Bekir Sadık görkemli dönemleri neden kaybettiğimiz üzerine düşündüğümüzde şu gerçekle karşılaşıyoruz: Önce kavramlarımızı, tariflerimizi kaybettik. Tarihimizde onur duyacağımız çok şey var. Adalet, çeşitlilik ve çoğulculuk var. Çünkü kurucu irademizde İslâm var, adil devlet var. Kurucu akıl ve kurucu ahlakında İslâm ve adil devlet olan ve de bunu gelenekli kılan bir tarihimiz var. Ancak öyle dönemler gelmiş ki, çeteleşenler halkın bu kurucu mayasını inkâr edip kendi iktidarlarını ikame etmeye kalkmışlar. Düşünsenize, gün gelmiş “Faiz haramdır” diyenlerin suçlandığı, baskı altına alındığı dönemler olmuş, Allah’ın haram dediğini dillendirenleri baskı altına alanlar çıkmış… Kim bunlar? Çete! Bunların devlet veya milletle ilgileri yoktur. Bunlar alçak, hatta rahmetli Necip Fazıl Üstad’ın dediği gibi “çukur”durlar. Hatırlayalım: Batı’nın bize “Türkler” dediği dönemde, biz “Türk milleti” derken bir ırkı kast etmedik, bir ırkı üstün tutmadık. Çünkü Allah ırkçılığı reddetmiştir, üstünlük takvadadır. İslâm’ı kurucu akla yerleştiren bir ahlak, başka ırkları nasıl aşağılar? Terminoloji çok önemli! Ke- lime ve kavramları yerli yerinde kullanmamız gerekir. Burası karışırsa eğer, önce tarihe vefasızlık başlar ve bunun sonu her şeye vefasızlığa döner. Zaten insan Allah’a vefasızlık gösterme cüretinde bulundu mu, her şeye hayli hayli vefasızlık eder, şirretleşir, şerefsiz olur. Vefası az olanın imanı da azdır. “İnsana sevgiyi kaybettik, vefa kalmadı, değerlerden uzaklaştık, tariflerimiz yok…” • Peki, nereden başlamak lazım? Öyle hallere düşürüldük ki, ucundan tutup başlamamız gereken çok şey var. Bugün en ciddi sorunların başında eğitim geliyor. Bu eğitim kaliteli insan yetiştirmediği gibi, “aile” gibi temel değerlerimizi ayakta tutan güçte de değil. AK Parti döneminin, tüm umutlarına rağmen örneğin bir tefekkür, mütefekkir ve fikir gelişimi noktasında başarısına, projesine rastlayamadık. Bugün, dokuz yıl gezip dolaşan, hatta birlikte yaşayan, sonra resmî olarak evlendiğinin dokuzuncu gününde birbirini öldüresiye dövüp öldürmeye kalkan insanlar var. Evlilik ve boşanma konusunda o kadar çok örnek var ki, geldiğimiz noktanın dehşet düzeyini betimliyor bu. Yazık! Oysa Elest Bezminde -ruhlar yaratıldığı zaman- bizi yaratan Rabbimiz “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediğinde, biz “Bele/Öyledir!” dedik, “Neam/Evet!”demedik. Burada bir incelik var; içinde cevabını da saklayan daha geniş bir kabul var. Sadece söylenen şeye baş sallayıp “Doğrudur” demiyoruz, “Bizim Rabbimizsin; şahidiz ve buna vefalıyız” demişiz. Biz bununla Müslümanlığı önceden kabul ettik; doğduğumuzda bu şahitliğe vefa göstermek durumundayız. Kuşkusuz bu noktada eksikliklerimiz, hatalarımız olacaktır. Günahlarımız da var olacaktır. Günah da insan içindir; melekler günah işlemezler. İnsan günah işlediğinde ağlar, tövbe eder, Rabbine yönelir. Ama günahın, hatanın da bir sınırı vardır. Bu sınırlar da aşılırsa, buna Kur’an’ın dediği gibi “Belhum edal/Hayvanlardan da aşağı” diyoruz. Hatırlayalım: “Özgecan” adında bir hanım kızımızı öldüren aşağılık biri vardı -ki bu aşağılık tipler çoğaldı-… Vefa yok, “mütefekkir” kişilerse yok denecek kadar azlar. Elbette Hükümetimizin değerli hizmetlerini takdir ediyoruz, ancak kabul etmek ve görmek gerekir ki aile, gençlik ve kültür noktalarında çok da başarılı olunamadı. Çünkü mütefekkir yetiştirmediler. Evlilikler noktasında korkunç örnekler var, cinayetler arttı. Neden? Çünkü insana sevgiyi kaybettik, vefa kalmadı, değerlerden uzaklaştık, tariflerimiz yok… Bu noktada Haber Ajanda dergimiz “vefa sayıları” yapmalıdır. Gerçi hamdolsun yüzüncü sayıya kadar hakkı tavsiye, özeleştiri ve öneri noktasında büyük hizmetler de verdi, inşallah sayılarımız aynı zaman da değerlerimizle birlikte artar. “Başarının bir sırrı da vefadır” • Hocam, bu devlet geleneği içinde mütefekkir yetiştiren, medeniyet kurmaya yönelik ekoller vardı. Hatta yakın tarihimizde Sezai Karakoç veya Necip Fazıl gibi güzel örnekler de var. Dolayısıyla sizin gibi değerli mütefekkir insanlar çıktı. Bugünse hata yapa yapa ve bunları tecrübe ede ede yol almaya çalışıyor, bir anlamda rehbersiz ve örneksiz yürümeye çalışıyoruz… Yakın tarihimize şöyle bir baktığımızda, hemen şunu özel sayı 101 2015 121 HABERA JANDASÖYLEŞİ Talebelerime, “Riyazu’s-Salihin’i kaç defa okudun?”, “Hasan Basri Çantay’ın mealini kaç kere okudun?” diye sorarım. “Okudun mu?” değil, “Kaç defa okudun?”. Bu önemli! Çünkü sürekli bir okuma vardır. “Kütüb-ü Sitte”, yani ana hadis külliyatımızı ömrümüzde bir kere bile okuduk mu? Muazzam bir bilgi ve erdem doludur bu eser. Bir Cemil Meriç, Bir Mehmet Akif, Bir Necip Fazıl olmak lazım; mütefekkirliği onlarda görüyoruz. Okumak bilgi ve belge ile başlamalı, böylece devam etmeli hayat. Bilgi ve belgeyi istişare eden, kazanımı arttıkça tevazuu da artan bir geleneğimiz var. Google tıklayıp, gördüğünü bilgi sanıp sosyal medyada caka satan tipler türedi. Olmaz böyle! Bu kafadan tefekkür çıkmaz! fark ederiz: Başta okumak var, okuduklarını tartışmak var, beyin fırtınası ve istişare var, devletin de hatası olduğunda iyi niyetle düzeltmek, şerre karşı itiraz, hayırlı olanı sahiplenme var… 122 özel sayı 101 2015 Talebelerime, “Riyazu’sSalihin’i kaç defa okudun?”, “Hasan Basri Çantay’ın mealini kaç kere okudun?” diye sorarım. “Okudun mu?” değil, “Kaç defa okudun?”. Bu önemli! Çünkü sürekli bir okuma vardır. “Kütüb-ü Sitte”, yani ana hadis külliyatımızı ömrümüzde bir kere bile okuduk mu? Muazzam bir bilgi ve erdem doludur bu eser. Bir Cemil Meriç, Bir Mehmet Akif, Bir Necip Fazıl olmak lazım; mütefekkirliği onlarda görüyoruz. Okumak bilgi ve belge ile başlamalı, böylece devam etmeli hayat. Bilgi ve belgeyi istişare eden, kazanımı arttıkça tevazuu da artan bir geleneğimiz var. Google tıklayıp, gördüğünü bilgi sanıp sosyal medyada caka satan tipler türedi. Olmaz böyle! Bu kafadan tefekkür çıkmaz! Kur’an, “Onların kalpleri var, anlamazlar!” diyerek duygusal zekâya işaret eder. Kur’an Efendimiz’e, “Sen onlara merhametli davranmasaydın, etrafından dağılıp giderler miydi?” der; zekânın duyguyla meczi var burada. Maalesef bazı tipler ortaya çıkıyor ve nere- Ömer Bekir Sadık deyse kendini Nebi gibi değerli sanıyorlar. Etrafında kendisine sanki nebi ve vahiy gelmiş gibi yönelen gruplar oluşuyor, ondan sonra da “Rüya gördüm, bize işaret var” diyenler, “Benim Hocaefendim/Şeyhim, gece yarısı sağıma soluma döndüğümü bilir” gibi sapkın ve çarpık inanışlara sahip oluyorlar. Oysa Ashab-ı Kiram bile “Ya Resulallah, bu vahiy mi?” diye sorarlardı. Müthiş bir şey bu! Bu, hürriyetin tarifidir. Hz. Ebu Bekir’in, “Kur’an’a, Sünnete uymadığımda bana itaat etmek zorunda değilsiniz! Beni düzeltin!” demesi, hürriyeti korumaktır. Hz. Ömer’in bazı konulardaki itirazlarına Efendimiz “Sus!” dememiştir. Öyle olsaydı, hayatı boyunca susacak kadar vefalıdır. Efendimiz’in Hz. Ebu Bekir’e övgüleri ve sahiplenişi hep vefa örneğidir. Çünkü en zor günlerinde o vardı. Efendimiz’in, “Ebu Bekir’in olduğu yerde başkasının imam olması şık düşmez” sözü, vefanın tanımıdır. Bu noktada Sayın Erdoğan’ın da özellikle siyasî vefası iyi bir örnektir. Belediye Başkanlığı döneminde çalıştığı ekibini kendisiyle beraber taşımıştır. Demek ki vefa varsa, değerli kılma, güven duyma ve kemale erme de vardır. Başarının bir sırrı da vefadır. “Tarif yok olmuş, ruh çekilmiş, metot unutulmuş, ölçü kaçırılmış!” • Hakikatleri haykıracak özü sözü bir hareket için tarihî referanslarımız ve özün yolu nedir? Öz, hakikat peşinde olmaktır. Muhalefet etmekten kastımız, özü korumak ve hakikati haykırmaktır; değilse, geçici itiraz etmek değildir. Öz, kuşatıcılıktır. “Ben, ben, ben” demeyeceksin, “Benim cemaatim”, “Benim tarikatım”, “Benim hizbim” dersen, senden olmayanı bağrına basmayacaksan, o zaman kardeşlik nerede? Bizim medeniyetimiz, gönülden gönle akma medeniyetidir. Şekilcilik değildir. Soft olma halidir, ama şekilci softalık değildir. Allah ve Resulü’ne itaat esastır. (“Halife” dediklerimiz bile aslında Emirü’lMüminin”dirler.) Yerli yerince konuşmak lazım! Onun için, daha önce söylediğim gibi derginizde yazıların tamamı olmasa da bir kısmı hürriyet ve vefa gibi konuları ele almalı. Hürriyet ve vefa, şu âna kadar konuştuğumuz gibi çıkar ilişkileri üzere kurulan adam kayırma, hak etmeyeni ciddi görevlere getirme veya istediği her şeyi yapma değildir. Bir de illet olan ve kulluğu yok eden “putperestlik” gibi bir küfür vardır. Bir bakıyorsunuz, cahiliye dönemindeki gibi (kendi elleriyle helvadan put yapıp canı acıkınca onu yemesi gibi) bazen bir popçuyu veya topçuyu, siyasetçiyi, şeyhi put edinenleri görüyorsunuz. Neden? Allah’ı sever gibi bir şeyi sevmek, kalplerde Allah sevgisine eşdeğer bir şeye sevgi duymak putçuluktur. Günümüzde şeyhine böyle bakıp, “Şeyhin ayak izine boynumuzu uzatıp kendimizi ona kurban etmeliyiz” deme sapkınlığı var. Esas olan Nebi’nin sünneti, yani O’nun ahlakı, hayatı yorumlayışı, örnek yaşamı, değerler dünyası ve bu değerlerin her bir olayda vücut bulmasıyken, sadece cübbe takıp sarık giyme, yiyip içmeyle, hâsılı günlük pratiklerini şekilcilikle ele alıp uygulayanlar var. Tarif yok olmuş, ruh çekilmiş, metot unutulmuş, ölçü kaçırılmış! Bu nedenle siyasetten ekonomiye, aile hayatından eğitime kadar her alanda yaşadığımız çarpıklıklar çoğalmış. “Dervişlik dedikleri tâc ile hırka değil./ Gönlü derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!” diyen Yunus Emre’nin de hayat pınarı olan kaynaklarımızı kaybetmişiz. Ehl-i dünyayı İslâm’a çağıracağı yerde kendi cemaatine çağıran çarpık yollar oluşuyor. Müritlerin sırtından geçinene şeyh denir mi? “Yitik değerlerimizi bulacak ve yeniden medeniyet yolunda örgütleneceğiz” • Ölçüler ve tarifler tekrar geldiğinde, eskisi gibi medeniyet ve büyük cihan devletine de sıra gelecek mi? Esas olan ölçüdür, “abd” olmaktır, niyettir; sonuçsa Rabbimizin takdiridir. Bu noktada en önemli şey şudur: “Birlikte olmak”… Birlikte olup kardeşlik hukukunu geliştirmek ve korumak durumundayız. Abidliğimizi İslâm’ın ölçüsüne göre yaşamalıyız. Kulluk, “kişinin, efendisinin dediğini yapması” demektir. Abidliğe, yani ubudiyete kulluk denmez! Abd, Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmektir. Kulluk ise, insan cinsinden bir efendinin dediğini yapmaktır. Birini diğerinin yerine ikame etmeyelim. Bir bakıyorsunuz, bir ilahiyatçı çıkıp, “Hıristiyan ümmeti ile Müslüman ümmeti, kıyametten önce Hz. İsa geleceği için Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında toplanmalıdır” diyebiliyor. Kur’an’ın reddettiği şeyleri savunan ilahiyatçılar var. Demek ki bir yerde bir sapma, bir ölçüsüzlük var. Allah, “Başkalarının ilahlarına sövmeyin!” diyor. Öyle ya, “O da kalkar, senin ilahına söver”. Bu, şirk olan putları olumlamak değil, “kaba saba küfürle saldırmamak” anlamındadır. Her şeyin ölçüsü var; İmam-ı Azam, İmam Şafii, İmam Malik veya İmam Hanbel gibi isimleri değerli ve örnek kabul ettiren unsur, “hiçbir zaman ölçüyü kaçırmamalarıdır”. Özellikle bu ruh ve ölçüyle gençlerimizi yetiştirmeliyiz. Böyle yaparsak, inşallah bir gün cihan devletine, büyük medeniyete kavuşuruz. Bu yolda gönüller kurmalıyız. İnsanların hataları da, günahları da olabilir, biz doğru olanı gösterecek, hayatımızla örnek olacağız. Ölçülü davranacak ve bunun kaynağının Kur’an olduğuna tanık ettireceğiz. Kur’an okumayı bıraktık, onunla bağımız koptu. “Kîl u kâl” dedikleri “O dedi, bu dedi” yolunun peşine düşerseniz, Kur’an’da anlatılan toplum olamazsınız. Yitik değerlerimizi bulacak ve yeniden medeniyet yolunda örgütleneceğiz. Hataları sebebiyle insanları dışlamayacak, kucaklayacağız. Gençleri eğitecek ve onlara beş önemli hedef vereceğiz ölçü ve değer kazandırdıktan sonra tabi -bir anlamda duygusal zekâya kanatlar takacağız-: Düş, hayâl, heyecan, aşk ve tasa… Düşlemeyen, hayal kurmayan, heyecanları hayra yönlendirmeyen, aşk ile çalışmayan ve tasalanmayan bir gençliğin hali, milletin geleceğini tehdit eden sorunlarla dolu olacaktır. Dileğim odur ki, Haber Ajanda gibi düşleri, hayâlleri, heyecanı olan ve aşk ile yola koyulan, tasaları olan çabalar artsın. Allah, nice yüzüncü sayılara tarifi, ölçüyü ve değeri kaçırmadan ulaşan hizmetler nasip etsin… • Amîn! Çok teşekkür ediyoruz Hocam… Ben teşekkür ederim… özel sayı 101 2015 123 HABERA JANDASÖYLEŞİ Öğrencilik yıllarımdan beri çeşitli dergilerde yazı yazdım. Yazı yazmayı, insanın zihinsel ve entelektüel gelişimine büyük katkı yapan bir eylem olarak görüyorum. Deniz kenarındaki yüksekçe bir yerde oturup elinizdeki küçük yiyecek parçalarını denize atarsınız ya, yazı yazmak da tıpkı böyle bir şey. Nasıl ki denize attığınız yiyecek parçalarının hangi balık tarafından alınacağını bilmek mümkün değilse, yazılmış bir yazı da insan denizine atılan fikir kırıntılarıdır ve kimlere ulaşacağı bilinmez. *** Entelektüel, kültürel ve bilimsel bir altyapı olmadan medyanın ifsat edici ince taktik ve stratejilerine karşı koyabilmek mümkün değildir. Entelektüel yetersizlik ve manevî boşluk insanın ayağına dolaşır, olaylar karşısında aciz bırakır. İşte Haber Ajanda ve benzer, dergiler, dünyadaki değişim ve dönüşüm süreçlerini anlaşılabilir bir dille topluma sunarak bu konuda kendi üzerine düşen görevi yapmış oluyor. 124 özel sayı 101 2015 “İlham kaynağı Kur’an olan Prof. Dr. Turan Güven Selçuk Kayıhan selcukkayihan.ajanda@gmail.com Haydar Alp Selim eser, değerinden bir şey kaybetmez!” D AHA, çocukken ismini duymaya başlamıştım kendisinin. “Hoca mı, başkan mı, ağabey mi?” diye düşünürken daha tanışamadan ayrılmıştım Ankara’dan. O zamanlar bana göre en ulaşılmayacak yerlerin insanıydı. Herhangi bir açıklamasını okuduğum veya dinlediğim zaman, “Hiç politik bir kimlikten bu kadar sivil bir beyan çıkar mı?” diye düşünürdüm. Öyle ya, siyasî bir partinin yüksek makamlarını doldurmasına rağmen ille de bütünleyici ve bütünleştirici olmanın geleceğe dair birlik vurgusunda olduğunu anlardım söylediklerinden. >> Uzaklarda devam ederken hayata, bir gün elime geçen kitabıyla düşündüm: “Hakikaten de insan gelecekte mi yaşar?” O güne kadar onlarca kitap ve yüzlerce makale yazmış, hem de yaş itibariyle büyüklük payesi almış birinin “İnsan Gelecekte Yaşar” demesinin sebebini kendi yaşadıklarım sayesinde günbegün fark etmeye başlamıştım. Ankara’ya gidiş gelişlerim sırasında sonunda tanıştığım ama başkanlık payesini politik alanda bıraktığını gördüğüm bu sakalsız aksakallı, ne büyük şeref ki bu kez nikâh şahidim de olmuştu. Evet, Prof. Dr. Turan Güven’den bahsediyorum. Bilimsel veya akademik manada hiç dersini almadığım halde kendisi kabul ederse talebesi olmakla övündüğüm kıymetli Hocam ile bir güzel sohbet ettik, çoğu bize kaldı... Hani başta “O zamanlar bana göre en ulaşılmayacak yerlerin insanıydı” şeklinde bir cümle kullanmıştım ya, o cümle benim için hâlâ geçerli. Ya ben büyümedim, ya Hocam bir türlü gençliğini bırakmıyor… Çok teşekkür ederiz Hocam, iyi ki bizimlesiniz… *** “Böyle bir dergide yazı yazmak, var olan tecrübemi daha da geliştirdi” • Haber Ajanda 100’üncü sayısına erişti; en başından bugüne içerisinde bulunduğunuz bu uzun süreç hakkında neler hissediyorsunuz? Her şeyden önce, bir dergi için önemli bir başarı olduğunu düşünüyorum. Türkiye gibi az okuyan ülkelerde her ay bir kitap hacmindeki dergiyi -hem de 9,5 punto ile- çıkarmak ve bunu yaşatabilmek önemli bir başarı hikâyesi olsa gerek... Şüphe yok ki bu hikâyenin ayrıntılarını derginin mutfağındaki insanlar -yani sizler- ya- zarlardan daha iyi bilir. Emeği geçen tüm arkadaşları kutlamak lazım… Benim en çok merak ettiğim konu şu: Acaba okunuyor muyuz? Yoksa kendimiz çalıp kendimiz mi oynuyoruz? Bu konuda içten bakışla dıştan bakış arasında mutlaka fark olacaktır. Gerçekçi ve nesnel bir değerlendirme için bu iki görüşün kesişim noktalarını almak gerekiyor. Böyle bir dergide yazı yazmak, var olan tecrübemi daha da geliştirdi. “Çocuklarınızı sizin yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacağı zamana göre yetiştiriniz...” • Geçmişte de birçok yayında yer aldınız, makalelerinizle tecrübe ve bilginizi aktararak bizlere hem hocalık, hem ağabeylik ettiniz; bütün bunları değerlendirince günümüz neslini ve yayın hayatını nasıl yorumladığınızı öğrenebilir miyiz? Öğrencilik yıllarımdan beri çeşitli dergilerde yazı yazdım. Yazı yazmayı, insanın zihinsel ve entelektüel gelişimine büyük katkı yapan bir eylem olarak görüyorum. Deniz kenarındaki yüksekçe bir yerde oturup elinizdeki küçük yiyecek parçalarını denize atarsınız ya, yazı yazmak da tıpkı böyle bir şey. Nasıl ki denize attığınız yiyecek parçalarının hangi balık tarafından alınacağını bilmek mümkün değilse, yazılmış bir özel sayı 101 2015 125 HABERA JANDASÖYLEŞİ gibi nice aydınlarımızı okuyup anlayacak düzeyde değiller. Tabiî ki bardağın dolu tarafına da bakmak lazım gelirse, maneviyatımızı güçlendiren manzaralar da yok değil. Kültürümüzdeki yozlaşma ve dünyevileşme konusunda ortaya çıkan problemlerin baş sorumluları olarak bizden sonraki nesilleri suçlamak büyük haksızlık olur. Aydınlar, entelektüeller, bilim insanları, eğitimciler ve aileler olarak bizler ne yaptık? İşte bu ağır soru hâlâ cevabını beklemektedir. Eğitim sistemimiz dökülüyor. Galiba bizler, Hz. Ali’ye atfedilen şu sözü eğitim sistemimizdeki yerine koyamadık: “Çocuklarınızı sizin yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacağı zamana göre yetiştiriniz...” Bir dergi “hür tefekkür” için bir ortam yaratıyorsa, artık orada kale duvarları yıkılır ve dünyaya açık bir hale gelir. Bugün bizim istediğimiz de kale duvarlarını yıkıp dünyaya açılmaktır. Bunu başarabilmek için vıcık vıcık politize olmamak, olaylara bir partinin ve iktidarın gözüyle bakmamak lazım. Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer uzun ömürlü olmak istiyorsa, siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir. yazı da insan denizine atılan fikir kırıntılarıdır ve kimlere ulaşacağı bilinmez. Bazı insanlarla karşılaştığımda, yıllarca önceki yazılarımı okuduklarını ve hiç unutmadıklarını söylemeleri benim için gurur verici bir şey... Bir entelektüel ve aydın olarak ülkemin ve dünyanın beşerî meselelerine dair düşüncelerimi yazarken hep belli bir seviyeyi tutturmaya özen gösterdim. Bugüne kadar yazdıklarını beğenen biri olmadım. “Bunu daha güzel yazılabilirdim” demediğim hiçbir yazım olmamıştır. Bulamayacağımı bile bile hep mükemmeli aramayı sürdürdüm ve sürdürüyorum. 126 özel sayı 101 2015 Günümüzün nesli ile ilgili düşüncelerimi sormuştunuz, bu konuda söylenecek çok şey var. Her şeyden önce, bugünkü neslin yaşadığı zaman ve mekânla bizim neslin yaşadığı zaman ve mekân çok farklı. Bizim neslin hayatından fakruzaruret içinde geçen çocukluk ve yaşanamayan gençlik yıllarını çıkarırsanız, geriye çok az bir zaman kalıyor. Ama bugünkü nesil hem çocukluklarını, hem de gençliklerini bizden daha iyi şartlarda yaşıyor. Ama bunun kıymetini derinden idrak ettikleri kanaatinde değilim. Her şeyi hazır bir şekilde kucaklarında buluyorlar -veya bulmak üzere beklentileri var-. Çabaları yok, beklentileri çok... Post-modern çağın sanal âlemine kendilerini kaptırmış, zorluklara karşı dirençsiz, hayatın gerçekliğinden kopmuş durumdalar... Hele “öbür dünya” diye bir kavramı neredeyse hayatlarından çıkarmış görünüyorlar. Doymak bilmeyen, tatminsiz ve şükürsüz bir nesil görüyorum. Kültürümüz ve dilimiz her geçen gün irtifa kaybediyor. Nesillerin kültür taşıyıcı vasıfları yok oluyor. Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç, Necip Fazıl, Mehmet Akif, Osman Turan, Erol Güngör ve bunlar Medya, var olduğu günden beri gerçeğin anlaşılması için değil, hep toplum mühendisliğinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Yaşadığımız çok önemli tarihî olaylar karşısında, medyanın yönlendirmesiyle yeni neslin nasıl tepkiler verdiğini hepimiz gördük. Bu görüntüler bize, bugünkü neslin medya tarafından nasıl mankurtlaştırıldıklarının da bir tescili oldu. Gençlik, medyanın yıkıcı yayınlarına karşı bilimsel, entelektüel ve zihinsel bir donanıma sahip değil ve dil üzerinde oynanan oyunlarla tam anlamıyla bir beyin patinajı ve idrak gecikmesi yaşamakta. İşin kötüsü, yeni nesil bunu da idrak edebilmiş değil. Entelektüel, kültürel ve bilimsel bir altyapı olmadan medyanın ifsat edici ince taktik ve stratejilerine karşı koyabilmek mümkün değildir. Entelektüel yetersizlik ve manevî boşluk insanın ayağına dolaşır, olaylar karşısında aciz bırakır. İşte Haber Ajanda ve benzer dergiler, dünyadaki değişim ve Selçuk Kayıhan dönüşüm süreçlerini anlaşılabilir bir dille topluma sunarak bu konuda kendi üzerine düşen görevi yapmış oluyor. “Artık yerlimilli unsurlar da çıkıp bir iki laf söyleyebiliyorlar” • Türkiye’de, medyadaki haber-yorum manzaralarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İtibar edilebilir bir ortalama var mı sizce? Gerçekten çok güzel bir soru sordunuz. Bunca dertlenmemize rağmen, medyadaki “haberyorum” programlarına baktığım zaman gelecekten ümitli oluyorum. Dünyada “medya” deyince kimlerin ve hangi mahfillerin akla geldiğini biliyorsunuz; küresel güçlerin elindeki medya, dünyayı yönetmek isteyen belli ailelerin tekelinde bulunuyor. Paraya hükmeden ve doymak bilmeyen bu medya baronları, kendilerinin, dünyayı idare etmek için yaratıldıklarına inanıyorlar. Bildikleri ve yaptıkları en iyi iş, insanların arasına fitne tohumları ekmek, savaşlar çıkararak kan dökmek... Onlara sorarsanız, “Biz ıslah edicileriz” derler, oysa yaptıkları her şey ortada! Kendileri dışında kalan insanların köle olarak yaratıldıklarına inanıyorlar. İşte bu sapık zihniyetli insanlar, bugün paralarını sadece medyaya değil, yüksek teknolojiye de harcıyorlar. Yani para, medya ve yüksek teknoloji kimdeyse, dünyayı en fazla onlar etkiliyor. Başarılı olmalarının önündeki en büyük engel, yine kendileridir. Neden? Çünkü ellerindeki bu imkânları insanlığın mutluluğu için kullanmıyorlar; fıtratı zorluyorlar, doymak bilmiyorlar, paylaşmıyorlar, kendileri dışındaki insanları “köle” olarak görüyorlar ve herkes onlara hizmet etsin istiyorlar. Yani kısacası, adaletsiz bir dünya düzeni kurma peşin- deler. Ama başaramayacaklar! Onların karşısında, gerçekleri insanlara ulaştıran alternatif bir medya oluşuyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin TRT’leri bile onlar için korkulu birer rüya... Dünya medya baronlarının Türkiye’deki uzantılarına baktığımızda, onların karşısında da alternatif özel medya kuruluşları oluştu. Bunların güçleri ve etkileri sınırlı olsa da bundan rahatsızlık duyduklarını biliyoruz. Eğer Türkiye’de siyasî irade bu yolu açmamış olsaydı eski düzende devam edilecekti. Sorduğunuz “haber-yorum” programlarını seyrederken iki şeye seviniyorum. Birincisi, medya tekelinin kırılmış olması; ikincisi de dünyadaki değişim ve dönüşüm süreçlerini iyi anlayan yetişmiş insanlarımızın sayısının artmış olması... Eskiden medya baronlarının borusunu öttürenleri dinleyip dünyayı da onların gözüyle görüyorduk. Ama şimdi onların karşısında yerli ve milli unsurlar da var. Ne zaman ki yerli-milli unsurlar toplumda kritik bir oranın üzerine çıkarsa, işte o zaman küresel bir etkileme gücüne erişebileceğiz. Yani demek istiyorum ki, medyadaki “haber-yorum” programlarında medya baronlarının sözcülerinin karşısına yerli-milli unsurlar da çıkıp bir iki laf söyleyebiliyor artık. Bana göre bu çok önemli bir gelişmedir. “Eskiye özlem duyanlara katılmıyorum” • Daha evvelinde Büyük Doğu, Diriliş, Serdengeçti, Tercüman veya Hergün gibi gazete ve mecmuaları okuyarak büyük ustalardan fayda edinebildiniz; o yayınları değerlendirince bugünün yayınlarında neyin eksik, neyin fazla olduğunu kıyaslayabilir misiniz? Genellikle bizim kuşaklar hep eskiye bir özlem duyarlar. Yaşadıkları zaman dilimini idealize ederek günümüzde olan her şeyi de yerden yere vururlar. Oysa herkes yaşadığı çağın ruhuna göre hareket eder. Belki 50 yıl sonra, bugünkü kuşaklar da bizim bu eskiye özlem duyan ihtiyarların durumuna düşecek ve kendi geçmişlerini kutsayacaklar. Ben bunlara hiç katılmıyorum; çünkü geçmişin neyini özlediklerini anlamış değilim. Geriye dönüp baktığımda “Ah geçmiş!” diyecek bir şey göremiyorum. Yurtiçinde bir mektubun bir hafta gibi uzun bir zamanda alıcısına ulaşmasını mı özleyeceğim? Yaklaşık 200 kilometre uzaklıkta bir şehre gittiğiniz zaman sanki dünyanın öbür ucuna gitmiş gibi gurbetlik çekmenin neresi güzel ve iyi? Eve bir telefon bağlatmak için dünyanın parasını harcamanın da özlenecek bir yanını göremiyorum. Yukarıda belirttiğiniz dergiler ve gazeteler, bence var oldukları çağın ruhuna göre hareket ettiler ve tarihî görevlerini yaptılar; ama bugünün insanına verecek- özel sayı 101 2015 127 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bir de dar bir ihtisas alanında kalıp da körlük yaşamayanlar yapabilir bu işi. Ayrıca güzel yazabilmek ve meramınızı anlatabilmek için çok okumalı ve dilimize de hâkim olmalısınız. Bugün birçok resmî akademisyen, kendi dilinde bir sayfa yazıyı yazmaktan acizdir; ama yabancı dilde yazılmış onlarca, bazılarının da yüzlerce makalesi var. Hafta sonlarını pişpirik oynayarak geçirenlerin aksine, ben de zamanımı hiç boşa harcamadan kitap okurum ve yazarım. Bir konu hakkında tefekkür eden, kafa yoran insan, düşünmeyen insandan her zaman bir adım öndedir. Bunu unutmamak lazım! “Siyasetin de eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir” • Geleceğin ve elbette günümüzün düşünürlerinde hangi özelliklerin olması gerekli sizce? leri fazla bir şeyleri yok. Hepsi “Soğuk Savaş” döneminin kalın duvarlarla birbirinden ayrılmış ideolojik toplum kompartımanlarına hitap ediyorlardı. Birbirine karşı söz düellosu ve polemik için vardılar. Peki, evrensel mesaj verenler yok muydu? Elbette vardı! O da vahyin aydınlattığı akılla hareket edenlerde görülüyordu. Bugün Mehmet Akif merhumun “Safahat” adlı eseri değerinden neden bir şey kaybetmiyor? İlham kaynağı Kur’an olduğu ve yaşayan toplumun sorunlarına vahyin aydınlattığı akılla baktığı için... “Gerçek aydını, gerçek entelektüeli ve gerçek bilim insanını arıyorum” • Dergi hayatında eksik 128 özel sayı 101 2015 gördüğünüz, “Şu da olsa...” diye düşündüğünüz şeyler var mı? Bütün dünyada etkili olacak düzeyde fikir ve düşünce üretimi yapacak dergilere ihtiyacımız var. Bir derginin, gazetenin veya medyanın vıcık vıcık politize olması, güvenilirliğini kaybettirir. Bu tuzağa düşmemek lazım! Ülkenin siyasî, sosyal, beşerî ve ekonomik sorunlarına nesnel, bilimsel ve üst düzeyde bir bakışı benimsemeliyiz. • Türkiye’de entelektüel hayat sizce hangi seviyede? Seviyeyi yükseltmek için neler yapılmalı? Türkiye’de herkes kendi kozası içinde yaşıyor ve bir şeyler yapıyor. Dışa açılma, fikir paylaşımı ve seviyeli eleştiriler olmuyor. “Aydın”, “entelektüel” ve “bilim insanı” dediğimiz kişilerin çoğunun bir yerlere kafadan bağlı olduğunu görünce, bunların gerçeklerini arıyorum. Yani gerçek aydını, gerçek entelektüeli ve gerçek bilim insanını arıyorum. • Akademik dili kırarak doğrudan toplumsal cümlelerle topluma hitap edebilen bir kaleminiz var Hocam, bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Fenciler lafı fazla dolandırmazlar. Temel bilimcinin, aslında nötr doğa olayları ile ilgilendiği için gayet basit ve güvenilir bir yöntemi vardır: Bilim metodu... Nesnel olmayı ve indirgenemeyecek kadar karmaşık olayları herkesin anlayabileceği bir formata sokmayı başarır. Bu durum, teknisyenlik boyutunu aşarak bilimi tefekkürle birlikte yürütenler için geçerlidir. Bizim dünyamıza ait bir düşünürde aradığım ilk özellik, özgür olmasıdır. İnsanlığın en güvenilir bilgi ve ilham kaynağı olan vahyi dışlamamalıdır. • “Hür tefekkürün kalesi” deyişi sizin için ne ifade ediyor? Sanırım bu söz, merhum Cemil Meriç’in dergiler için söylediği bir söz... Bir dergi “hür tefekkür” için bir ortam yaratıyorsa, artık orada kale duvarları yıkılır ve dünyaya açık bir hale gelir. Bugün bizim istediğimiz de kale duvarlarını yıkıp dünyaya açılmaktır. Bunu başarabilmek için -az önce de söyledim- politize olmamak, olaylara bir partinin ve iktidarın gözüyle bakmamak lazım. Bilim, eleştiri ile gelişir; eğer uzun ömürlü olmak istiyorsa, siyasetin de bu eleştiri kültürünü geliştirmesi gerekir. haberajanda Toplum >> Kazım Amca’nın bu görüntüsü, fotoğraf karesindeki askerler de dâhil olmak üzere herkesi hem şaşırtıyor, hem de keyiflendiriyor. Mesut Emre Balcı memrebalci.ajanda@gmail.com “Torunlarıma hatıra kalsın istedim” diyor kendisine soran gazetecilere. Yaşlı ve sempatik bir amcamız için mevzu gayet güzel ve anlamlı, ancak geniş perspektifte baktığımızda mesele bu kadarla sınırlı değil. Kazım Amca sadece “selfie” çekmiyor, aslında bir bakıma tarihe not düşüyor. Çok değil, on yıl önce -kendisine sorsanız bir onur vesikası sayacağını tahmin ettiğim- sakalı ve takkesiyle devlet aklı için mücrim sayılabilecek bir dış görünüşe sahip Kazım Amca. O dönemde devletin o ildeki en üst yöneticilerinin katıldığı böylesi bir organizasyonda ciddiyeti bozabilecek en ufak bir harekete dahi izin verilmeyecekken, bu mücrim (!) duruşuyla aynı pozu vermesine müsaade edilir miydi? Bu bir tartışma konusu… Başörtüsü sebebiyle oğlunun yemin törenine katılamamış ve o gurur gününü izleyememiş annelere şahit olduğumuzda aynı karenin on yıl önceki akıbetiyle alakalı kafamız karışıyor doğal olarak. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” mantalitesini devlet idaresinin ve medeniyetinin şiarı kabul etmiş tarihsel birikimin zamanla kendi vatandaşından korkar vaziyete gelmesi nasıl bir evrilmenin sonucu olduğunu insan merak etmiyor değil. Kendi halkına yabancı, vatandaşının değerlerinden korkan, korkmanın ötesinde bu değerleri kendisi için bir tehlike olarak da gören anlayış, şükür ki Türkiye’de artık tarih oluyor. “Ulan öküz Anadolulu! Sizin milliyetçilikle, komünizmle ne işiniz var? Milliyetçilik lazımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi çiftçilik yapıp ürün yetiştirmek, ikincisi Tarihe düşülmüş sempatik bir not Y ER Erzurum, düşman işgalinden kurtuluşun 97’nci yılında tören düzenleniyor. Törende askerler, siyasetçiler, sivil toplum kuruluşu temsilcileri, öğrenciler, kısacası toplumun her kesiminden oluşan bir katılımcı kitlesi var. Sonra biri çıkıveriyor kalabalığın arasından ve askerlerin önüne geçerek cep telefonunu çıkararak gündelik tabirle “selfie” çekip kendisini ve arkadaki askerleri görüntülüyor. Başında takkesi, parmağında yüzüğü, uzun beyaz sakallarıyla bizden bir dede 63 yaşındaki Kazım Yılmaz… yerine zenginlik gözüyle bakan bir anlayış, toplumsal huzurun sağlanmasında en önemli faktör olacaktır. de askere çağırdığımızda askerlik yapmaktır…” 1929-1946 yılları arasında dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın Osman Yüksel Serdengeçti’ye hitaben kullandığı bu ifadeler, bir dönem devlet mekanizmasının ve devlet aklının nasıl çığrından çıktığının en net göstergesidir. Anadolu toprağının sahibi ve Anadolu coğrafyasının yetiştirdiği milletine -ne gariptir ki- yine Anadolu’yu korumak ve kollamak adına bu şekilde hakaret edebilen bir devlet adamı… Farklı kültür, etnisite, anlayış ve ideolojilerden oluşan bir toplumu bir arada tutabilecek bir dil ve ortak bir yaşam alanı sağlayabilmek, toplumsal refah ve huzur sağlamak açısından en önemli kriterdir. İşte bu dili oluşturmak, vatandaşlarını ortak bir zeminde refah üzere kurulu anlayışla bir araya getirebilmek de devletin görevidir. Dolayısıyla kuralları belli bir zümre tarafından konulmuş, ulusal ve uluslararası stratejisi dar bir çerçevede hazırla- nan bir devlet anlayışı bu açıdan yeterli olmamaktadır. Birey-devlet ilişkisinde, vatandaştan devletin karşı konulamaz kurallarına göre şekillenmesi değil, devletten muhatap olduğu halk kitlesinin gerçeklerine göre şekil alması beklenmektedir. Güvenlik mekanizmaları elbette içeriden ya da dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı mevcut yapıyı koruyacak şekilde temellendirilir. Ancak burada önemli olan, devlet açısından neyin tehlike olarak addedilip neyin tehlikesiz görüldüğüdür. Bütün vatandaşlarını tek tipleştirmek isteyen ve bir kalıptan çıkma nesiller görmeyi düşleyen anlayışın günümüz dünyasına ayak uyduramadığı aşikârdır. Bu nedenle buradaki o çok hassas denge, büyük önem teşkil etmektedir. Toplumdaki her farklılığı kendi varlığı için bir sorun olarak gören bakış açısından ziyade, bunları bir renklilik olarak gören ve bu farklılıklara sorun Vatandaşları arasındaki her farklılığı kendisi için bir tehlike olarak gören bakış, bir süre sonra paranoyak bir hal alacak, sistemle halk arasındaki mesafe gittikçe açılacaktır. Dolayısıyla ortak dil ve ortak yaşam koşulları üzerine yoğunlaşılmalı ve ceberrut devlet anlayışından vatandaşıyla bütünleşen, onu kendi varlığıyla kabul eden, ülkenin her tarafına yayılmış adalet anlayışıyla hükmeden bir devlet fikriyatına geçilmelidir. Türkiye’nin son yıllarda devlet aklı olarak yaşadığı değişimin halktaki olumlu yansıması da toplumun devletle barışık ruh haline ne kadar hasret çektiğini ve buna ne kadar hazır olduğunu net bir biçimde göstermektedir. İşte Kazım Amca bu hareketiyle hepimizin zihnine böyle derin manaları olan bir hatıra kazıdı! Devletinden korkmayan, aksine onu sahiplenen, kendisinden gören vatandaş ve bu vatandaştan çekinmeyen, korkmayan, onun yaşam tarzına ve fikrine saygı duyan devlet… Bin yılı aşkın süredir gelişerek devam edegelen devlet aklımızın temelinin dayandığı bu anlayışa her gün daha fazla yaklaştığını görmek, şu dönemin şahitleri olarak bizleri umutlandırmaya fazlasıyla yetiyor. özel sayı 101 2015 129 haberajanda Siyaset Felsefesi Ayşe Yaşar Umutlu ayumutlu.ajanda@gmail.com El-Medinetü’l Fâzıla ve Mukaddime’yi okuyan siyasetçi de gerek! S AYIN Başbakan Davutoğlu’nun, İslam filozofu Farabi’nin eseri “El-Medinetü’l Fâzıla”yı valilere önerdiği gün, arzu ettim ki İbni Haldun’un eseri Mukaddime’yi de tüm siyasetçilere önersin. Fakat öte yandan büyük bir paradoks ile yüzleşmek zorunda olduğumuzun da farkında olmalıyız. Maalesef bu eserlerin nasıl bir yöntemle okunup nasıl eleştirileceği bilincine çok da haiz olmayan zihinlerin toplumuyuz. Çünkü bizim eğitim sistemimizde ve hâlâ yönetici yetiştiren kurumlarda, bahsi geçen siyasî ve felsefî sistemlerin ne üzerine kuruldukları etkin bir biçimde öğretilmiyor. >> Bu teorilerin bireyi, toplumu ve devleti yöneten sistemler olarak nasıl yapılandırılmış olduğu bütüncül bir disiplin anlayışı ile izah edilmiyor. Ezber edilecek şekildeki bir aktarmacılıkla nakledilmeye çalışan bu anlayış, herhangi bir idraki kaçınılmaz olarak geliştiremiyor. Bu yazının gayesi, kadim metinleri okuyacak ve anlayacak toplum olmaz ise, yöneticinin de olamayacağını işaret etmektir. Nitekim “layık olduklarımızla yönetiliriz”. Zira ne El-Medinetü’l Fâzıla, ne de Mukaddime, takdir edersiniz ki zihinsel örgüsü yahut inşası, felsefe disiplini ile yapılandırılmamış kişilerde idrak tesis edecektir. Bu anlamda çok kıymetli eserler, önemli mevkilerdeki insanlar için anlaşılması zor, hatta imkânsız, güncelliğini yitirmiş birer eski kaynak kitaptır. Hâlbuki bu kadim eserler, Başbakan’ın dikkat çektiği gibi hâlâ bize bir medeniyet 130 özel sayı 101 2015 inşasında rehber olabilecek, üstelik uyarıp ibret alınacak, aynı zamanda tarih, din ve dünya işlerinde geçmişten ders ve örnek almak isteyenler için yararlı ve elzem eserlerdir ve olup bitenlerin nedenlerini, nasıl başlayıp nasıl geliştiğini son derece güçlü deliller ile ortaya koyarlar. Malumunuz, yönetim yetkisinin kime ait olacağı insanlığın uğraştığı en eski konulardan biri olmakla birlikte, hâlâ değişmeyen konulardan da biridir. Medeniyet yerine İbni Haldun’un deyişi ile “Umran”dan söz edebilmek için, “Öncelikle hem bu toplumda, hem de yönetime talip olanda hangi idrak olmalı?” sorusu ile vakit geçiren taliplerin olup olmadığını merak ediyorum. Kanaatimce insanların inşa ettiği her tür kurumun da “nedensellik ilkesi” ile belli bir düzeyde bağlı olduğu teorisi yönetmeye talip olanların zihinlerinde olsa idi, eminim ki yapılanlar ve hedeflenenler daha çok incele- nirdi. Çünkü bir toplumun yaptıklarının ve ortaya koyduklarının hepsi bir bütün olarak analiz edilip birbirinden kopuk görülmediğinde, atılan her düğümün hangi toplumsal uzvu kangren edeceği en azından tahmin edilebilir ve tedbirli olmaya gayret edilirdi. Mukaddime’de dikkat çekilen beş aşama Nereye talip olduğunun farkında olan insanlar, en azından zihinlerini bir süre şu sorularla meşgul edebilmeliler: Bütün tarih boyunca insan, neden “sosyal bir varlık” olarak tanımlanmış? Yönetim şekilleri sınıflandırılırken, mevcut sistemler içinde en etkin olanlar ne zamandan beri değişmemiş? Bu sistemlerin bozulmaları halinde ne tür tehlikelerle yüzleşebilineceğini neye dayanarak ifade etmişler? Tarihî ve sosyal olayların tek başına bir varlığı ve anlamı olsa da, ancak ve ancak nedenleri ve sonuçları ile -yani önceki ve sonraki olaylarla ilişkileri bağlamında- kendiliğinden ilkeler kurdukları iddiası ne kadar tutarlıdır? Böylesi sistemlere paternalist yönetimler öneren âlimlerin en büyük dayanağı “gönüllü birliktelik ile kurulmuş olması” iken, bu olmadığı takdirde monarşiye dönüşeceği iddiasının temelleri nelerdir? Demem o ki, “giren hesap borçlu, çıkan hesap alacaklı” düzenini öğrenmeden önce, yöneticiler için bu soruların zihinsel meşguliyeti öncelendiği gün, daha çok umut besleyebiliriz. Bu konuda Başbakan’la hemfikir olduğumuzu farz ediyorum. En sarsıcı teorilerden biri de İbni Haldun’un Mukaddime’sindeki “her devlet için öngörülen beş aşamalık yaşam süresi”dir. Çünkü ona göre devletler de canlı bir organizma gibi doğar, yaşar ve ölürler. Bu teoride bir hakikat payı görmemek imkânsızdır. “Tarih tekerrürden ibarettir” düşüncesine yakın bir söylemdir bu. Arz etmeye çalıştığım gibi, acaba bu minvalde sorular ve sorunlar, günümüz yöneticileri için zihinsel bir meşguliyet midir? Çünkü şöyle diyordu İbn Haldun: “’Zafer’ aşaması, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele geçirildiği, fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir. ‘İstibdat’ dönemi, hükümdarın yönetimde dizginleri tamamen kendi eline aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı dönemdir. Burada artık kurum ve kurallarıyla bir devlet vardır. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘ferağ’ adı verilen üçüncü devrede ise, artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya başlanılmaktadır. Bu dönem, rahatlık Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu T.C. Başbakanı ve sükunet çağı ve bir yandan da gösterişin, şatafatın arttığı, ilimlerin, sanatların geliştiği dönemdir. Kısacası bu dönem, dinlenme ve rahatlık dönemidir. Dördüncü dönem, ‘müsalemet’ (huzur, barış) devresidir. Bu dönemde kanaat ve barış hâkim olup, önceki hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de kanaat edilir. Beşinci dönem ise ‘israf ’ çağıdır. Devlet yavaş ya da birden gelen bir sona doğru ilerlemeye başlar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin biriktirdiği serveti telef ederler; görevler ehil olmayanlara dağıtılır, ordu bozulur, şecaat ve atılganlık kaybolur, zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler giderleri karşılayamaz, düşman devletler cesaretlenmeye başlar. Zevk düşkünlüğünün arttığı israf dönemi sonrası, bedevî toplumun hadarî (kentli) toplumu savaşla mağlup ederek onun yerini alması söz konusudur. Bu durum, döngüsel olarak sürekli bu şekilde devam etmektedir.” (İbni Haldun, 2009: 399-401.) Üzerinde defalarca, yine ve yeniden düşünülmesi gereken ifadelerdir bunlar. Ve bir diğer önemli kavramı da “asabiyet”tir. İnsanların akrabalık ilişkileri ve soy bağı ile kendi soyundan olanlarla yardımlaşmaya, onlara karşı doğal olarak beslediği şefkatten dolayı daha çok önem verdiğini, bu duygunun dayanışmaya neden olduğunu söyler. Böylece düşmanlarına korku salanın da bu olduğunu ifade eder. Bunun tabiî bir durum olduğunu, yani içgüdüsel bir tavır olduğunu savlar. Böylesi bir iddiayı okuyup anlamak, bu tür iddiaların her birini ırkçılık kılıfına sokmaya meyilli zihinler için sakıncalıdır. Fakat bir filozofu kendi sistemi içinde okuyup anlamak gerektiğini bir metot olarak öğrenmiş kişi için İslam ahlakı ve Tevhid inancını bir ilke olarak önceleyen filozofun teorisinin böyle bağdaştırılamayacağını bilir, konuyu ırkçılığa indirgemeden, yerinde bir hakikat algısına zihnini açar. Değinmeden geçmek istemem; aslında El-Medinetü’l Fâzıla’da, Farabi’nin toplum liderini hem öğretmek, hem de öğrenmekten sorumlu tutmasının nedenlerini idrak etmek son derece önemlidir. Ahlaken ve fikren yetkinleşmemiş insan için toplumda herhangi bir liderlik konumunu layık görmemesi bir mana ifade etmeli. Bizde böyle bir tespit için kriterlerimiz yeterince inşa edilebilmiş midir? Yepyeni bir dönemde yeni konumlara talip idarecilerin, Farabi’nin işaret ettiği “yetkin insan” olmanın ne demek olduğu kaygısını taşıyıp taşımadıklarını tespit edebiliyor muyuz? Bir siyasî lider için çeşitli özellikler sayar Farabi. Örneğin der ki, “İyi bir anlama yeteneğine sahip, hafızası güçlü ve de zeki olmalıdır. Öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmeli ve öğretimin getirdiği zorluklara karşı sabırlı olmalıdır. Güzel bir ifade yeteneğine sahip olmalı, şehvetine düşkün olmamalı ve yeme, içme ve cinsel arzularına düşkün olmamalıdır. Doğruluğu ve doğruları sevmeli, yalandan ve yalancıdan nefret etmeli, onurlu ve cömert olmalı, her türlü bayağı şeyden kendisini uzak tutmalı, altın ve gümüş gibi dünyevî şeyleri basit görmeli, adaleti ve adil kimseleri sevmeli, insanlara adil davranmalıdır. Haksızlık yapılması istendiğinde karşı koyabilmeli, azimli ve kararlı olmalı, amaçlarına ulaşma hususunda cesur olmalıdır”. Böylesi bir yaklaşım, yöneticin ahlakî yetkinliğini kesinlikle zorunlu bir hale getirmektedir. Bu yaklaşımla gücün yanlış kullanımları ve dahası, suiistimallerin bile kontrol altına alınmaya çalışıldığı iddia edilebilir. Farabi’nin işaret ettiği vasıfların bir “insan-ı kâmil” tanımlaması bakımından “filozof yönetici” olmanın ne derece yüksek bir mevki olduğu anlaşılabilir. Sonuç olarak, işte tüm bu sistemleri okuyup anlayabilecek bireyler, toplumlar ve o toplumdan çıkacak yöneticiler üretebilmek, üniversitelerin lise düzeyindeki skolastik dayatmacılıkla sağladığı ezbercilikten kurtulup, dünyanın konsantre olduğu sosyal ve felsefî deneyleri yapabilen kadrolar üretebilmeleri, gereksiz bürokratik yığınlardan kurtulabilmelerine bağlıdır. İbni Haldun (2009), Mukaddime, Cilt 1 (çev. Süleyman Uludağ), 6. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul. Farabi (1990); El-Medinetü’l Fâzıla, M.E.B. Yay., Terc.: Nafiz Danışman, İstanbul. Farabi (2012); Tahsilu’s-Sa’ada, Divan Yay.,Terc.: Prof. Dr. Ahmet Arslan, Ankara. Ali Çiftçi, Nihat Yılmaz, “İbn Haldun’un Siyaset Teorisi ve Siyasal Sistem Sınıflandırması”, Turkish StudiesInternational Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/7 Summer 2013, p. 83-93, Ankara-Turkey özel sayı 101 2015 131 haberajanda Yorum Şimdi biz de Der Şipigel gibi yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir karton taşıyan bir Alman genç kızının fotoğrafını kapağa koysak mı? Bir başka fotoğrafta “Widerstehen” (Direnin!) yazısı bulunsa, nasıl olur? Cevap veriyorum: Hak ediyor olabilirler fakat bize yakışmaz. Sadece o günleri hatırlatabiliriz. Bize nasıl davrandıklarını yüzlerine vurabiliriz. Fakat Der Şipigel gibi yapamayız. Bosna Savaşı zamanında, Sırplar Boşnaklara saldırırken, insanlık dışı muamelede bulunurken, işkence uygularken, bazı askerler Aliya İzzetbegoviç’e gelerek, misilleme yapmayı teklif eder. Rahmetli Aliya şiddetle reddeder. Açıklama basittir: “Biz de onlar gibi mi olalım?” Savaşın da bir hukuku vardır. İnsanlık dışı hareketler, bize uymaz. Savaşta nasıl davranılacağı, kitapta bellidir ve bize iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.v.)’in yolundan yürümek yaraşır… Biz de “DER ŞİPİGEL” gibi mi yapalım? O GÜN, kahramanlar diyarı Maraş’taydık. Şiir festivali çerçevesinde düzenlenen programların birinden diğerine yetişmek için koşturmaktaydık. >> “Siz buradasınız ama İstanbul kaynıyor” dedi bir arkadaş. Yanlış hatırlamıyorsam Yasin Mortaş’tı söyleyen. “Nedir, ne oluyor!?” demeye kalmadı, Gezi Parkı’nda yer değiştirilecek birkaç ağaç için gösteriler başladığını öğrendik. Tivitır yıkılıyordu… Sanal âlemde yayınlanan fotoğraflar, yazılan yazılar öylesine bombardıman havasına bürünmüştü ki insaf sahibi kim varsa “Bu kadar da olmaz!” diyordu. Sonrası malûm… Taksim, savaş alanına döndü. Gezi olayları aldı başını yürüdü. Devlet ve hükümet karşıtı eylemler hüviyeti kazandı. Kılıf çok güzel hazırlanmıştı. Görünen yüzüyle, birkaç masum gencin yeşilden yana tavır koyması; görünmeyen yüzüy- 132 özel sayı 101 2015 le ise gizli bir elin ülkeyi karıştırması, altını üstüne getirmesiydi. Camlar kırılıyor, taş ve molotof atılıyor, polis araçları, belediye otobüsleri devriliyor, can kurtaran araçları bile ters çevrilip yakılıyordu. Polisler başlangıçta ölçülü davranırken, daha sonra şiddete şiddetle karşılık vermeye başlamıştı. İstanbul Emniyet Müdürü’nden haber alınamıyor, nerede olduğu bilinmiyor, telefonla bile ulaşılamıyordu. İstanbul’da başlayan olaylar kontrolden çıkmış, diğer şehirlerde de kopyalayıp yapıştırma yapılmıştı. İş makineleri ile saldıranlar, Başbakanlık ofisini kuşattı. Dolmabahçe Camii, işgale uğradı ki içeriye ayakkabılarıyla girenlerin orayı revire çevirdikleri görüldü. Görüntü- lerde bira kutuları ile ilaç kutuları, sargı bezleri, izmaritler bir aradaydı. Sanal ortamda yayınlanan sahte fotoğrafların kimi yurt dışından, kimi başka tarihlerden, kimileri de montajlı şekilde servis edilmekteydi. Profesyonel desteğe rağmen, o kadar alel acele yapılmıştı ki bazı görüntülerde polislerin sırtında “Police” ve “Polizei” yazıları değiştirilememişti. Belki de zaman bulunamamıştı. Devrim oluyordu. Devrim beklemezdi. Acele etmek gerekirdi. Hükümet devrilecek, Tayyip gidecekti. Nereye? Yurt dışına kaçabilirdi pekâlâ. Ya da tutuklanabilir, ellerine kelepçe takılıp hapse gönderilebilirdi. Devrim bu! Ne yapılacağı olayların akışına bağlıdır, önceden tam kestirilemez. Bazen planlansa bile tutmaz. Mesele ağaç değildi, hâlâ anlamayanlar vardı. Üçüncü köprüye hayır diye bağırıyordu kendilerini Taksim Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com Platformu diye ortaya atanlar. Üçüncü havalimanına hayır diyordu. Üçüncü ne varsa karşıydılar. Üçüncü çocuk bile onlara göre olmamalıydı. Çılgın proje Kanal İstanbul da derhal durdurulmalıydı. Ağlak sesli Can Dündarlar canlı yayına bağlanıyor, oğlunun orada olduğunu söylüyorlardı. Kısa sürede oğlunun Ankara’da olduğu ve yalan beyanda bulunduğu anlaşıldı. Fakat sıcak açıklama, olayları körükleme işlevini yerine getirmişti. Adnan Keskin isimli şahıs, CHP’nin bilmemnesi sıfatıyla çıkıp açıklama yapıyor, Ankara’da Aylin isimli bir genç kızın polis panzeri altında ezilerek öldüğünü söylüyordu. Hükümetten hoşlanmayan bütün eski tüfekler bir araya gelmişlerdi. Aktörü, artizi, şarkıcısı bir aradaydı. Gezicilere destek vermek artık bir racon sayılıyordu. Ne de olsa hükümet devrilmek üzereydi. Koroya katılmak, cephede yerini almak gerekiyordu. Yoksa yarın açıkta kalınabilirdi. Kabataş’ta bir genç kadın çok çirkin bir saldırıya uğramıştı. Ne var ki kamera kayıtları yok edilmiş ve o işin sahibi şirketin paralel bağlantısı çok sonradan ortaya çıkmıştı. Zira Gezicileri masum göstermek gerekiyordu. Onlar kimseye saldırmazdı. Onlar insancıl tiplerdi. Yeşilden yanaydılar... Bize öyle pazarlamak isteyenlerin hepimizi akılsız, hafızasız sanmaları muhtemeldir. Lakin, meydanlarda yaşanan savaş provalarını ve o görüntü kayıtlarını ne yapacağız? Kırmızılı kadınlar türedi, sembolleştiril- mek üzere pazarlandı. Duran adamlar çıktı, orada burada durmaya başladılar. Semboller savaşında yeni taktikler geliştiriyordu Gezici kadrolar. Batı’dan da güzel destek geldi doğrusu. Endişeli açıklamalar yapıldı. İtidal çağrısı ne kadar masum görünmekteydi. Provokatörler devredeydi, onu bilmeyen yoktu. Ama hem casuslarını gönderip hem Gezicilere destek verip, hem de barış yanlısı mesajlar vermek nasıl bir şeydir? Batı’nın klasik iki yüzlü tavrının en bariz belgesidir, ne olacak başka! Der Şipigel isimli Alman dergisi özel sayı hazırlamıştı. Özel, Türkçe özel sayı. Kapakta bir genç kız fotoğrafı vardı. Elindeki kartonda “Boyun eğme” yazıyordu. özel sayı 101 2015 133 haberajanda Yorum nistan ve İtalya’dan da insanların geldiğinin tespit edildiğini söyledi. Gösterilerin sabah 05.30’da başladığını ve şiddet yanlısı grupların sokaklarda barikatlar kurduklarını, kısmen de bunları ateşe verdiklerini anlatan Maiziere, polise de taş ve maytap atarak saldırıldığını söyledi. Polisin insan olarak değil “nefret objesi” olarak görüldüğünü ifade eden Maiziere, “Kim bu şekilde özgürlük hakkını istismar ederse bunu hoş göremeyiz” ifadesini kullandı. “Burada siyasi bir tartışmadan söz edilemez. Polisleri hedef alarak taşlar atmanın, araçları yakmanın gösteri yapma özgürlüğüyle herhangi bir ilgisi yok” diyen Maiziere, bu olayların aylar öncesinden planlandığını ifade etti. Bu olayların küçümsenmeyeceğini belirten Bakan, içinde 2 polisin bulunduğu aracı kundaklamanın adam öldürmeye teşebbüs suçu olduğunu, bunu yapanların hukuk devletinin tüm sertliğini hissetmesi gerektiğini kaydetti. Maiziere, olaylar sırasında devlete ait 55 hizmet aracının zarar gördüğü, 7 polis aracının da kundaklandığı, bazıları ağır olmak üzere 150 polisin yaralandığı bilgisini verdi. O sayıyı bulup saklamak gerekirdi. Tarihî bir belgeydi o. Yarın iki yüzlü Almanların iki yüzüne birden çarpmak için. İşte ben burada bir yüzüne çarpıyorum. Diğer yüzüne de siz çarpın… *** Gezicilerin ve onları destekleyen organizatörlerin, kışkırtmak için elinden geleni ardına koymayanların planları tutmadı. Millet olayı gördü, anladı… Aptal zannettikleri millet, her şeyin farkındaydı. Devirmek istedikleri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı yurt dışından dönüşünde havalimanında yüzbinler karşıladı. Erdoğan oyunu gördüğünü açıkça ifade etti. İstanbul’da birkaç yerde ve ardından Ankara’da muazzam kalabalıklara hitap ederek Gezicilere resti çekti. Mümkün olsa da burada o konuşmaların hepsini yayınlayabilsek… Kalabalıkların görüntüsüne hareketli şekilde yer verebilsek… Böyle bir imkân olmadığı için özet geçiyor ve gerisini hafızanıza bırakıyorum. *** Gelelim bugüne… Şimdi Almanya’da olaylar başladı. Kelimenin tam anlamıyla “Almanya Gezisi” diyebiliriz. Oturduğumuz yerden ekranlara bakarak Almanya’nın Gezisini takip edebiliyoruz. Yola düşüp oraya 134 özel sayı 101 2015 kadar gitmek gerekmiyor. Frankfurt’ta yaşanan olaylar, Türkiye’dekinin ikizi sanki. Gezi eylemlerine sonuna kadar destek veren Almanya, Türk hükümetine endişelerini iletmiş, Alman medyasında polisin eylemcilere şiddet uyguladığı yönünde yayınlar yapılmıştı. Hatırlayalım, Taksim meydanında bikinili Alman bir kadın dakikalarca sarhoş vaziyette dans etmiş, Türkiye’yi aşağılamış, Türkiye’ye medeniyet getirdiğini söyleyerek gülünç duruma düşmüştü. Bu rezillikler yetmezmiş gibi, Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth (Ben ona Klodya Rot diyorum, yoksa başka bir şey diyenler var mı!?) da Gezi olayları esnasında İstanbul’a gelmiş, eylemcileri övmüş, Türk polisine ise sert tepki göstermişti. Rot, “Olanların canlı tanığıyım. Savaş gibiydi. Kadın ve çocuk demeden gaz bombası atıldı” ifadelerini kullanmıştı. Kendince Türkiye’ye “Rot ayarı” yapıyordu. Ne ilginçtir, Federal Meclis’te Frankfurt’taki olayların gündeme alındığı oturumu Federal Meclis Başkan Vekili Klodya Rot yönetti. Alman İçişleri Bakanı Maiziere, gösterilere İsviçre, Hollanda, Danimarka, Yuna- Yeşiller Partisi Milletvekili İrene Mihalic de, polislerin insanları ve toplanma özgürlüğü gibi yüksek değerleri koruduğunu belirterek, polisi “nefret alanı” olarak görmenin kapitalizme değil topluma zarar vereceğini söyledi. *** Öhö, öhhööö... Birden öksürük geldi, bakar mısınız? Şimdi biz de Der Şipigel gibi yapsak mı? Elinde “Die Einreichung” (Boyun eğmeyin!) yazan bir karton taşıyan bir Alman genç kızının fotoğrafını kapağa koysak mı? Bir başka fotoğrafta “Widerstehen” (Direnin!) yazısı bulunsa, nasıl olur? Cevap veriyorum: Hak ediyor olabilirler fakat bize yakışmaz. Sadece o günleri hatırlatabiliriz. Bize nasıl davrandıklarını yüzlerine vurabiliriz. Fakat Der Şipigel gibi yapamayız. Bosna Savaşı zamanında, Sırplar Boşnaklara saldırırken, insanlık dışı muamelede bulunurken, işkence uygularken, bazı askerler Aliya İzzetbegoviç’e gelerek, misilleme yapmayı teklif eder. Rahmetli Aliya şiddetle reddeder. Açıklama basittir: “Biz de onlar gibi mi olalım?” Savaşın da bir hukuku vardır. İnsanlık dışı hareketler, bize uymaz. Savaşta nasıl davranılacağı, kitapta bellidir ve bize iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.v.)’in yolundan yürümek yaraşır… haberajanda Medya K Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com İTLE iletişim araçları, gazete, televizyon, internet ve sosyal platformları ile toplum içerisinde çok geniş bir ağa sahiptir. Sahip olduğu bu ağ ile toplumun tüm kesimlerine en çabuk ve en kolay şekilde ulaşabilen tek aygıt konumundadır. Anadolu’nun birçok yerinde eş dost, hatta akraba bile olsa bir eve misafir olunduğunda yatak odası kapalıdır ve gelen misafirler ev sahibine ne kadar yakın akraba olurlarsa olsunlar, yatak odasına girmezler. Bunu “mahremiyetin ihlali” sayarlar. Günümüzde medya, televizyon ve internetiyle en yakın arkadaş ve dostumuzun girmediği bireyin en mahrem yeri olan yatak odasına kadar girmiş durumdadır. Bu özelliğinden dolayı medya, siyasal, sosyal ya da toplumsal olarak iktidar iddiası taşıyanların, mensubu oldukları ideolojileri topluma hâkim kılmak isteyenlerin topluma ulaşmak için kullandıkları aygıtların en başında gelir. “Haber” kavramı da toplumu bilgilendirmesi ve eğlendirmesi gibi özelliklerinden dolayı medyanın en önemli çıktısı konumundadır. Haber, toplumu bilgilendirme ve eğlendirmenin yanında kimi zaman açık, kimi zaman örtük şekilde -medya yapılanmasının özelliğine bağlı olarak- belli bir ideolojiyi de topluma sunar. Medya, sahiplik ilişkisi, medya organizasyonunun ekonomik ve siyasî yapısı, medya organizasyonunu yönetenlerin sahip olduğu siyasî, sosyal ve ideolojik aidiyetler de medyanın ideolojik sunumlarına tesir eder. Medyanın, ideolojileri topluma sunarken hep nesnel ve objektif olması beklenir. Ama nesnel ve objektif olabilme, yukarıda saydığım nedenlerden dolayı çok mümkün olmaz. Hatta bazen medya, yukarıdaki nedenlerden dolayı taraf olmayı seçer. Medya, taraf olduğu durumlarda kamuoyunu manipüle etmekten çekinmez, manipülatif haberler yaparken kimi zaman toplumsal Medyadan uzak durma, ama oyununa da gelme! BİLİNÇALTI, psikolojik bütünlüğü korumak için kişiyi tek bir yayını takip etmeye ya da hiçbir yayını takip etmemeye yönlendirebilir. Eğer gerçeği arıyorsanız takip etmekten uzak durmayın, çok sayıda medyayı birlikte takip edin. Kanaatlerinizi oluştururken sadece televizyon ve gazete yayınları ile yetinmeyin, internet ve sosyal medyayı da takip edin. Bunun yanı sıra tartışma konuları ile ilgili diğer yayınlara da başvurun. Aksi halde medya, ideolojik sunumlarla kanaatlerinizi rahatlıkla manipüle edebilecektir. tepkileri azaltmayı, kimi zaman da bu tepkilerin tetiklenmesini amaçlar. Gezi olayları sırasında bazı basın yayın organları ile özellikle sosyal medyadan yapılan yayınlar, bu türden yayınlardı. Kamuoyu medya yayınları sayesinde şekillenirken, bireysel kanaatler de bundan etkilenir. Bu etki çoğu kez diğer değişkenlerden daha fazla etkiye sahiptir. Çünkü toplumsal yaşamda çok sayıda bireyin tek bilgi kaynağı medyadır. temel faktörken, sonuçları belirleyecek olan seçmenin nasıl karar vereceğini de medya yayınları belirleyecektir. Özellikle kararsız seçmenlerin tercihlerinde medya yayınlarının içeriği fazlasıyla etkili olacaktır. Bu nedenden dolayı seçmenler, medya yayınlarını takip ederlerken, doğru tercihlerde bulunmak istiyorlarsa medya içeriklerini iyi analiz etmek durumundadırlar. Aksi takdirde manipülatif yayınlar, seçmenleri kolaylıkla yönlendirebilirler. Haziran ayında genel seçimler ve bu seçimlerin çok sayıda gündem maddesi var. Yeni anayasa, başkanlık sistemi tartışmaları, HDP’nin barajı geçip geçemeyeceği de bu başlıklardan sadece birkaçı. Hiç şüphesiz seçim sonuçları, bu tartışmaların nasıl noktalanacağı konusunda temel belirleyen olacaktır. Seçim sonuçları bu tartışmaların nasıl sonlanacağını belirleyen Bunun önüne geçmek için birkaç noktaya dikkat etmek gerekir. Bol metaforun kullanıldığı haberler, genellikle kitleyi belli bir kanaate doğru sürüklemek veya kitle üzerinde duygusal etkiler yaratmak için yapılırlar. Bu nedenle bu tür haberleri okurken veya dinlerken duygu durumunuzda müspet veya menfi kabarmalar olabilir. Okuduğunuz ya da dinlediğiniz haberlerde millî, manevî, etnik veya ideolojik söylemlere çok fazla yer veriliyorsa, bilin ki bu haberler ideolojik veya etnik aidiyetlerinizi harekete geçirerek sizi etki altına almayı amaçlamaktadırlar. Bu tür içeriklerle etki altına alınan kişilerde kanaatlerin değişmesi veya var olan kanaatin pekiştirilmesi amaçlanır. Bilinçaltı, psikolojik bütünlüğü korumak için kişiyi tek bir yayını takip etmeye ya da hiçbir yayını takip etmemeye yönlendirebilir. Eğer gerçeği arıyorsanız takip etmekten uzak durmayın, çok sayıda medyayı birlikte takip edin. Kanaatlerinizi oluştururken sadece televizyon ve gazete yayınları ile yetinmeyin, internet ve sosyal medyayı da takip edin. Bunun yanı sıra tartışma konuları ile ilgili diğer yayınlara da başvurun. Aksi halde medya, ideolojik sunumlarla kanaatlerinizi rahatlıkla manipüle edebilecektir. özel sayı 101 2015 135 haberajanda Analiz Rusya, İran, Irak ve Körfez olarak özetlenebilecek temel enerji sahasının neredeyse içinde olan ve de petrol ve gaz gibi iki temel enerjinin vanasını elinde tutacak olan bir Türkiye var artık. Bu zamana kadar tam kapasite değerlendirilemeyen coğrafî konum avantajından maksimum düzeyde faydalanacak farklı ve dinamik bir Türkiye… Ayrıca Kırım meselesi yüzünden Avrupa-Rusya hattının kopma düzeyinde ciddî bir sarsıntı yaşaması da Türkiye için önemli bir avantaja dönüşmüş durumda. Zira gaz ve petrolün büyüttüğü Rusya, zaten Avrupa için bir tehdit oluşturmuştu; Kırım, bir diğer alarm oldu. 136 Ayten Çalış aytencalis.ajanda@gmail.com “Yeni denklem”de sürpriz kart: KÜRT-TÜRK AÇILIMI Eski Türkiye’nin terör enkazı E TNİK ve mezhebî kozları birer sinir ucu olarak kullanıp sürekli mevcut dengeleri değiştirmek, köklü bir küresel gelenektir, malum. Türkiye’nin yaklaşık otuz yılına mâl olan, maddî manevî çok ağır kayıplar vererek “bölgede varlık göstermemizi engelleyen bir takoz” işlevi gören terör hadisesi de bu kirli geleneğin en etkin aparatlarından biriydi şüphesiz. >> İş bölünmeye geldiği zaman herkesin ayağa kalkacağı ve buna asla müsaade edilmeyeceği gayet iyi biliniyordu. Ancak Türkiye’yi bölgede “yaralı” tutup ayağa kalkmasını engellemek için de bundan daha iyi bir formül yoktu. Bize uzun yıllar “Buna ‘Kürt meselesi’ denilmeli mi, denilmemeli mi?” sualini tartıştıran bu tarihî açmaz, nihayetinde Kürtlerle değil, “marjinal Kürtler”i manipüle ve provoke eden bilindik adreslerle ilgili bir durumdu, ama yine de Türklerle Kürtleri karşı karşıya getirdi. Ve Türkiye ile terör odakları arasında yaşanan bu uzun vadeli çarpışma, 2013 tarihli Meclis raporuna göre 35 bin 576 insanın hayatını kaybetmesine neden oldu. Aynı rapora göre, son otuz yılda şehit olan kamu görevlisi sayısı 7 bin 918. 1984-2012 yılları arasında hayatını kaybeden sivil sayısı ise 5 bin 557. Yine aynı yıllar arasında ölü olarak ele geçirilen terörist sayısı da 22 bin 101. Tabiî örgüt içi infaz sayısı hariç… Bölgenin terör olayı ile verdiği göç ise 386 bin 360 olarak yansıyor demografik haritaya ve bu süreçte yaşanan malî kaybınsa haddi hesabı yok! özel sayı 101 2015 “Kürt Açılımı” değil, “Kürt-Türk Açılımı” Sonuçta bölgeyi dengede (!) tutmak ve Türkiye’nin belirli bir etki alanının dışına çıkmasını engellemek için kullanılan bu otuz yıllık çomağın ne Kürtlere, ne Türklere, ne de beraber yaşadığımız bu coğrafyaya bir hayır getirmediği ortada bugün. Aslında hep ortadaydı, ama “konunun hassasiyeti”, “çözümü dile getirebilecek bir iradenin ortaya çıkmaması” ve “çözümsüzlükten gıdalanan adreslerin gücü” gibi faktörler bir araya gelerek gözlerimize kalın bir perde çekti. Bu perdenin arkasından birçok şey söylendi ve zaman zaman karşılıklı barış çığlıkları filan atıldı, ama taraflar birbirlerini net göremedikleri için hiçbir zaman realist bir noktada buluşamadı. Arada hep birileri ya da birbirimize dokunmamızı ve güvenmemizi engelleyen bir tampon bölge vardı çünkü. Ve hâlâ var. Fakat fark şu ki, bu sefer aynı çukura düşüp düşüp yara alan tarafların yorgunluğu ve kurguya uyanmışlıkları, bu işe cesaretle soyunan güçlü bir siyasî irade ile birleşmiş durumda. Bu önemli birleşim ve “yüzyıllık bir eşiği aşmaya azmetmiş yeni bir Tür- kiye”, aradaki tamponu iyiden iyiye zorlamaya başladı ve çok ciddî bir aşamaya gelindi. Eğer bu kritik eşiği aşabilirsek, konu “Türkiye’deki Kürt açılımı” olmaktan çıkacak ve “dünya genelindeki bir Kürt-Türk açılımı” haline dönüşecek. Zira meselenin esası da bu aslında! Bölgede belirli bir çıkar birlikteliği ile hareket etmeyi başarabilen bir Kürt-Türk hattı oluşturulabilecek mi, yoksa bilindik adreslerin küresel sömürüsü bir “kara düzen” misali sürüp gidecek mi? “Kara düzen”in sonu Bu temel soruya “Yerleşik düzen devam etmeli, bu düzeni devam ettireceğiz!” şeklinde cevap veren adreslerle Oslo sürecinden rahatsız olan, Gezi ve 17-25 Aralık organizasyonlarını yürüten, İran’la olan ekonomik yakınlaşmayı büyük bir tehlike olarak pompalayan, Bağdat’ın Türkiye’ye yönelik müspet yönelimlerini tehdit gören ve Rusya ile olan ciddî paslaşmalardan kaygı duyan adresler aynı. Dolayısıyla Çözüm Süreci’nin neticeye ulaşmaması için arada bir tampon işlevi gören yapının haritası ortada. Zaten bu mevcut haritanın ana kodları, uluslararası platformda “Dünya beşten büyüktür!” haykırışıyla da gayet güzel özetlendi. Peki, şimdi ne olacak? Sürecin zorladığı kapı ortada; yavaş yavaş mevcut “kara düzen”in sonuna doğru geliyoruz. Zira “değişen enerji denklemleri”, klasik ifade ile “kartların yeniden karılması”na sebep oluyor. Rusya, İran, Irak ve Körfez olarak özetlenebilecek temel enerji sahasının neredeyse içinde olan ve de petrol ve gaz gibi iki temel enerjinin vanasını elinde tutacak olan bir Türkiye var artık. Bu zamana kadar tam kapasite değerlendirilemeyen coğrafî konum avantajından maksimum düzeyde faydalanacak farklı ve dinamik bir Türkiye… Ayrıca Kırım meselesi yüzünden Avrupa-Rusya hattının kopma düzeyinde ciddî bir sarsıntı yaşaması da Türkiye için önemli bir avantaja dönüşmüş durumda. Zira gaz ve petrolün büyüttüğü Rusya, zaten Avrupa için bir tehdit oluşturmuştu; Kırım, bir diğer alarm oldu. Hal böyle olunca, Çözüm Süreci’ni aşmış bir Türkiye’de Kuzey Irak ve Bağdat petrolü, Rusya ile arası bozuk olduğu için mecburen Ankara’nın kapısını çalacak olan Avrupa’ya bizim üzerimizden akacak. Bu da Avrupa’daki enerji pazarının Türkiye tarafından kontrol edilmesi demek! Arkasından İran’ın enerjisine köprü olarak ikinci bir dev adımı atmamız da mümkün. Bu önemli açılımlara 1923-2023 itibariyle yükü üzerimizden kalkacak yüzyıllık anlaşmaları da eklersek, Türkiye’nin Ortadoğu’da hatırı sayılır bir büyümenin içine girmesi ve mevcut “kara düzen”in son bularak bölge halklarının rahatlaması kuvvetle muhtemeldir. Zira tarihin aktığı yön, başka bir yön artık! Roller yeniden dağılırken… Sonuç olarak dünya üzerinde değişen enerji dengeleri, nice zaman sonra harekete geçen fay hatları, çok ciddî bir coğrafî konum avantajını elinde bulunduran Türkiye için büyük fırsat! Dahası, bu bereketli süreçte Erdoğan gibi dominant bir lidere sahip olmak, yani titiz hamlelerle avantaja çevrilmesi gereken böylesi bir süreci güçlü bir lider eliyle yürütebilmek oldukça önemli ki başkanlık sistemi tam da bunun için gerekli! Kafa kafaya vererek çözüm meselesini tüm engellere ve engellemelere rağmen nihayete eriştirebilmiş bir Kürt ve Türk gücü, çok ciddî bir enerji piyasası oluşturan mümbit bölgede figüranlıktan başrole terfi etmiş fevkalâde kilit bir blok demektir. Zira mevcut konjonktür gereği Avrupa’yı arkasında bırakıp zarurî olarak Çin’e yönelecek olan Rusya Avrupa’daki pazar açığını kapatabilmek için doğuya doğru genişlerken, Avrupa pazarına enerji akışı sağlayacak olan Türkiye de aynı zamanda etki alanını güneye doğru taşıyacaktır. Ve Rusya ile doğan fıtrî paslaşma ve doğal denge gereği İran da bu çok yönlü işbirliği içinde yer alacaktır. Bu da yerleşik “kara düzen” ve Batı tandanslı emperyal dengelerden yeni bir konsepte geçmek, yeni rollerin getireceği yeni statülere kavuşmak demektir. Dolayısıyla artık “çözüm” meselesine “reel parametreler” ile yaklaşıp “Eski Türkiye”nin sürekli olarak düşürüldüğü o karadeliği atlayarak farklı bir etaba geçmenin zamanıdır. Zira bu tarz konjonktürel fırsatlar, şüphesiz ki her zaman kapıyı çalmazlar. Bundan elli yıl sonra ne bugün üzerinde tartıştığımız isimler, ne “Kandil mi, İmralı mı?” gibi sorular, ne de Demirtaş-Arınç polemiğinde geçen cümleler kalacaktır elde. O zamanki sorun, “bizden sonraki kuşakların bölgedeki güvenliği ve refahı” olacaktır şüphesiz. Onun için zaman, “çözüm” meselesinin Türkiye’deki bir “Kürt Açılımı” değil, dünyadaki yeni denklemde ciddî bir denge unsuru oluşturacak olan “Kürt-Türk Açılımı” olduğunu kavrama vaktidir. Kavrama ve oyunu kurallarına göre oynama vakti!.. Zira çok oyalandık… özel sayı 101 2015 137 haberajanda Toplum İyinin ne olduğunu bilmeyen bir topluluk, iyi talep edemez. Özgürlüğü aile terbiyesi, toplumsal ahlak normları ve son olarak hukuk sistemi içerisinde yasalarla tanımlanan bireyden bir öz denetimde bulunmasını beklemekse gayet tabiî olacaktır. Neyin yasal, neyin gayriahlakî olduğunu algılayabilen bireyler, ilkel güdülerini bastırabildikleri gibi devleti yönetenlerin hatalı davranışlarını da denetleyebilecek, gerektiğinde yasal haklarını sonuna kadar kullanarak en iyiye giden yolda meşale vazifesi görebileceklerdir. Katilini yetiştirme sanatı “B İLMEM ki nasıl anlatsam,/ Nasıl, nasıl size derdimi…/ Bir dert ki yürekler acısı,/ Bir dert ki düşman başına.../ Gönül yarası desem.../ Değil!/ Ekmek parası desem.../ Değil!/ Bir dert ki.../ Dayanılır şey değil.” (Orhan Veli) >> Bu dert hepimizin... Her sabah toplumsal olarak iç acıtan, yürek burkan, bizleri derinden yaralayan olaylarla güne başlıyoruz. Yaşanan kıyım, tecavüz ve vahşetin karşısında ansızın öfkeye bürünüyor, cezalandırdığımız zaman bizi rahatlatmasını umduğumuz günah keçileri arıyor ve bir an önce hissettiğimiz bu öfkenin son bulması için sürekli birilerini suçluyoruz. Sorumluluklarımızdan kaçıyor olmayalım? Ya bu kötü tablodan hepimiz sorumluysak, yaşanan akıl almaz olaylarda her birimiz aynı ölçüde pay sahibi isek? 138 özel sayı 101 2015 Taş devrinden bugüne, doğal afetlerin, vahşi yaşamın, açlığın ve kıtlığın, kısacası var olma kavgasının gölgesinde bir arada barınma zorunluluğu bugün farklı nedenler etrafında hâlâ geçerliliğini koruyor. Dilerseniz önce insanları ilkel devirlerden yola çıkarak sosyal bir toplum olmaya iten nedenleri araştıralım, bu toplulukların neden yönetilmeye ihtiyaç duyduklarını gözden geçirelim. Evet, bir arada yaşamalıyız ama nasıl? Dünya kurulalı beri sürekli tartışılan bir konudur: En ideal yönetim biçimi nedir, ne olmalıdır? Hangi medeniyet fikri bizleri güven içinde müreffeh bir geleceğe taşır? Neden devlet var ve neden yasalar bizlere gerçek anlamda güvence sağlayamıyor? Aile-devlet helezonunda çocuk Klanlardan köylere, şehir devletlerinden imparatorluklara, insan ve devlet arasında gelişen binlerce yıllık organik bağı hangi sosyolojik kuramlarla açıklayabiliriz? İnsan Muhammed Lütfü Avcı mlutfuavci.ajanda@gmail.com topluluklarını bir arada yaşamaya iten yasalar ve bu yasaların üstel kapsayanı devlet midir, yoksa devletler, doğa yasalarının bir arada kalmaya ittiği insan topluluklarının geliştirdiği soyut barınaklar mıdır? Aile hayatıyla başlayan temel birliktelik duygusu, ilkel insanın devleti bir yuva tasavvuruyla imar etmesine yol açar ve ilk dönemlerde devlet, dört tarafı ahşap yahut taş surlarla çevrili bir arazide anlamını bulur. En azından ilk devirlerde algı bu yöndedir. Fakat binlerce yıl tekrarlanan bu algı, gen haritalarımızda bir bakıma yer etmiş olamaz mı? Yani devletin evle özdeş kabul edilmesi, psikolojik olarak bizlerin doğasıyla bütünleşmemiş midir? Bir düşünelim: Neden bizler “devlet teyze, devlet amca” değil de “devlet ana” deriz? Yahut devleti neden “vatan” sözcüğüyle tanımlarız? “Vatan” sözcüğü, tanımı itibariyle “kişinin doğduğu yer” anlamına gelir. Yani aile, otağ, yuva... “Devlet” kavramının temelinde korunaklı bir ev, evin içerisinde varlığını sürdüren aile birlikteliği, şefkatli bir anne ile koruyucu bir baba figürü bulunur. Devlet, amca veya teyze olamaz. Ancak anne yahut baba kavramları, bizlere evimizde olduğumuz duygusunu verebilir. Şimdi mikro aileden devlet çatısı altındaki makro-sosyal aileye, bireyin tutum ve davranışlarını belirleyen ana nedenlerden bazılarına gelelim… Ülkesinin sınırları içerisinde kendini evinde hissedemeyen veya devletin yasalara dayanan otoritesiyle problem yaşayan bireylerin aile yaşantılarına derinlemesine inmek gerekebilir. Ev bezgini çocuklarımız varsa dikkatli olalım; evinde durmaya, anne babası veya kardeşleriyle vakit geçirmeye tahammülü olmayan çocuklarımız, insan sevgisinden habersiz büyüyorlar demektir bu. Kendisi gibi düşünen arkadaş gruplarıyla sürekli aynı kaygılar üzerinden kurdukları iletişim aile tarafından sevgi ve bağlılık duygusu ile takviye edilmiyorsa, bu, çocuğun aileden bağımsız hareket etmesine, sorumluluk duygusunu yitirmesine neden olabilir. Her istediğine ulaşmasına rağmen sevgisiz ve sorumluluk bilincinden yoksun bir yaşam, çocuklarımıza mutluluk getirmeyecektir. Yalnız test çözüp çözmemeleriyle ödüllendirilen ya da cezaya çarptırılan, ahlakî eksiklikleri görmezden gelinen, kendilerine sorumluluk aşılanmayıp her ihtiyaçları anne babalar tarafından karşılanan çocuklar, bir gün toplum için büyük problemlere dönüşebilirler. Son dönemde tanık olduğumuz kan donduran cinayetleri işleyen, tecavüz ve gasp olaylarına karışan, başkalarının malında, özgürlüğünde ve canında hak iddia ederek soğukkanlı bir tavırla suça bulaşan bireyler de bir zamanlar çocuktu. Onlara dikkatlice bakarsak, birçoğunda cahil tavırlar sergileyerek şiddetle sorunlarını çözmeye çalışan anne babanın izlerini görürüz. Birçoğunun da aile yaşamları boyunca aile otoritesiyle frenlenmemiş, otokontrol gelişimini sağlayan terbiye ve ahlak kurallarından nasibini almamış bireyler olduklarını mütalaa ederiz. Bu şahıslar, çocukluk devrelerinde aile şefkatinden ve kurallarından yoksun kaldıkları için daha geniş kapsamlı bir aile kurumu olarak tanımlanabilecek devlet çatısı altında sürdürülen makro-sosyal aile hayatının yasalarına da uyum sağlayamazlar. Onları aşırı derecede fiziksel ve duygusal baskı altında tutmak, öğretileri, ahlakî değerleri şiddet yoluyla aşılamaya çalışmak da çocuklarımızı şiddete meyilli fertlere dönüştürecektir. Yani mikro yuvada otoriteyi temsil eden anne ile ahlakî bağ kuramayan çocuk, makro yuva olan devlet mekanizmalarıyla da uyumlu bir bağ kuramayacaktır. İyi talep, iyiyi talep Tam bu noktada yönetilme güdüsünün de bizlere doğal yollardan aşılandığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bir annenin bebeğini emzirmesi kadar doğal ve binlerce yıllık tabiî kanunlarla tahkim edilmiş yasalara uyma ve idare edilme prensipleri, biz insan topluluklarını bir arada tutabilen mayayı oluşturmaktadır. Ancak bu yönetilme hali içinde şiddet barındırıyorsa, çocuk her şeyi şiddet yoluyla çözüme kavuşturmaya çalışacaktır. Yasaların çizdiği sınırların ihlal edilmesi durumu, normal gidişata aykırılık olarak algılanır. Toplumsal düzene aykırı duruşlar, insan yaşantısını ve topluluğun menfaatlerini zedeleyebilir. İşte bu yüzden “ceza” kavramı, devlet birlikteliğini muhafaza eden yasaların geçerliliğini sağlamak üzere anlam kazanır. Tabiî kaftanına bürünen gösterişli bir başkaldırı, çoğu insan için özgürlük olarak tanımlanabilir. Ancak diğer fertlerin özgürlükleri gasp edildiğinde yasaların zarureti belirir. Diğer taraftan yasaları kendi gayesi etrafında tornadan geçiren güç sahipleri, insanları köleleştirmekten haz duyabilirler. “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” diyen Rousseau, devleti elinde bulunduran erklerin yasaları kullanarak keyfî uygulamalara imza atabilecekleri gerçeğini hatırlatır bizlere. Nurettin Topçu da “Devlet ve Demokrasi” adlı kitabında bu durumu, “Devletin temeli kültür, kültürün kaynağı insanlık sevgisi ve ebedîlik ihtirasıdır, ebedilik yolunda yürüyen ruhlara hürmettir. Monarşi gibi demokrasi de bu hürmet esasını kaybettikten sonra zulüm ve tasallut oluyor” sözleriyle ifade ediyor. Krallık yahut demokratik parlamento fark etmez, zorbalık, ahlakî mekanizmaların kaybolduğu her ortamda kendini gösterecektir. Despotik durumlar yaşandıkça, “yönetici erkleri” denetleyen mekanizmalara olan ihtiyaç artar. Bu ihtiyacı da yine bireyin edindiği ilkeli yaşam pratiğiyle karşılayabiliriz. İyinin ne olduğunu bilmeyen bir topluluk, iyi talep edemez. Özgürlüğü aile terbiyesi, toplumsal ahlak normları ve son olarak hukuk sistemi içerisinde yasalarla tanımlanan bireyden bir öz denetimde bulunmasını beklemekse gayet tabiî olacaktır. Neyin yasal, neyin gayriahlakî olduğunu algılayabilen bireyler, ilkel güdülerini bastırabildikleri gibi devleti yönetenlerin hatalı davranışlarını da denetleyebilecek, gerektiğinde yasal haklarını sonuna kadar kullanarak en iyiye giden yolda meşale vazifesi görebileceklerdir. İnsanlığa ve ülkesine sevgi besleyen, fazilet ve erdem sahibi örnek bireyler yahut katiller yetiştirmek sizin elinizde. Seçim sizin! Çocuklarımızı sevgi ile kuşatıp onları şiddetten uzak yöntemlerle manevî, ahlakî ve anenevî kurallarla büyütmek, bunu yaparken onlara sorumluluk aşılayacak davranışlar kazandırmak, gelecekte kendilerinden emin olduğumuz güvenilir, dürüst ve vicdanî değer yargılarına sahip fertler olmalarını sağlamak hepimizin görevi. Bu görevi binlerce yıl boyunca hakkıyla yerine getirmiş bir milletin ferdi olarak geleceğe umutla bakıyorum. özel sayı 101 2015 139 HABERA JANDASÖYLEŞİ Fikri Akyüz, milliyetçidir ama ırkçı değildir; muhafazakârdır ama mutaassıp değildir; Cumhuriyet’i benimsemiştir ama jakobenist değildir; serbest piyasa ekonomisine inanır ama vahşi kapitalizmi reddeder; laikliğin teorik anlamda doğru bir sistem olduğunu düşünür ama din düşmanlığı ya da toplumdan dini soyutlama anlayışına karşı çıkar. *** Benim ölçüm, Maide Suresi’nin 8’inci ayetidir. Bu ayette mealen şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin! Adaletli olun! Çünkü o takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” *** Avukatlığı bırakmamalı, medyaya fazla güvenmemeli, Yeni Şafak’tan hiçbir sebep yokken istifa etmemeliydim. Takvim ve Akşam’dan istifalarımda haklı gerekçelerim vardı. Ancak Yeni Şafak’tan istifa etmemi gerektirecek hiçbir şey yoktu. *** Bizim muhafazakâr medya, biraz kafasını uzatan adamın kafasını kesmekte çok mahir. 12 yıl boyunca Hükümet, bir Türkiye’ye bir Türkiye daha kattı; ama bu dönemde bizim medyamızda ne bir entelektüel yetişebildi, ne de yetişmiş olanların önü açılabildi. Devşirmelerle muhafazakâr medyanın idamesi mümkün değildir ve Türkiye’nin bugün yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de budur! 140 özel sayı 101 2015 Fikri Akyüz Mehmet Serhat Bıçak Yavuz Selim // yavuzselim.ajanda@gmail.com Fikri Akyüz, “İl e de meşru devlet!” diyor ve Fethullah Gülen ve arkadaşları için son sözünü söylüyor: “Üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür!” FİKRİ AKYÜZ, Haber Ajanda’nın kıdemli yazarlarından biridir. Aynı zamanda ilk sayıdan itibaren Kültür Ajanda’nın da hem İstişare Kurulu Üyesi, hem de yazarıdır. >> Fikri Akyüz, zaman zaman “kendisiyle ilgili” aldığı kararlarda beni üzen bir arkadaşımdır ama benim en değerli üç beş kadim dostumdan biridir. Fevridir, duygusaldır, tez canlıdır; ama merttir, dürüsttür, samimidir, dâvâ ehlidir... Çok güzel bir aile babasıdır... Benim amacım uçaklara binmek değildi, bu toplum bunca badire atlatırken yanında olmaktı. Başındaki örtüden dolayı öğrencisini üniversiteden atan bir Türkiye vardı. “Hamdolsun!” kelimesini kullandı diye Sayın Erdoğan’ın partisinin kapatılması istendi. İşte bunlara karşı benim bir tavrım olmalıydı. Ama o günler, yani üç beş sene evveline kadar bu idareye her türlü hakareti yapanlar, toplumun moral ölçütlerine, değerlerine her türlü lafı eden adamlar, para ve koltuk sevdası için Hükümet’e yanaştılar. Tuhaf karşıladığım husussa şu: Bu kimseler bugün iltifat görüyorlar. Bu duruma başka ne denebilir ki!? *** SkyTürk 360, Akşam ile aynı grubun televizyonuydu. Bu kanalda 7 ay boyunca program yapmama ve bu program kanalın en çok izlenen yapımı olmasına rağmen, yazarı olduğum Akşam gazetesinde programımızın adı dahi zikredilmiyordu. Bir olur, iki olur, 7 ay boyunca geçmez mi? Gazetede programım “Kara Kutu”ya yer verilmiyordu. Bu sebeple şunu düşündüm: Önemli bir referansla alındığım için beni itemediler, ama çekemediler de... *** 17 Aralık darbe teşebbüsü olduktan 9 gün sonra, yani 25 Aralık’tan da 2 gün sonra 27 Aralık 2013’te, Haber Türk’teki Balçiçek Pamir’in programına Today’s Zaman Genel Yayın Müdürü Bülent Keneş ile katıldım. Birtakım kesimler “Türkiye’de Hükümet ha gitti, ha gidecek!” nöbetindeyken, ortaya koyduğum net tavırla o özel sayı 101 2015 141 HABERA JANDASÖYLEŞİ programda, “Burada Hükümet’e yapılmış özel bir operasyon vardır!” özetinde bir değerlendirme yaptım ve bu değerlendirmem üzerine Fethullah Gülen’e yakın kesimlerce eleştiri yağmuruna tutuldum. *** Partiden samimi olduğum bazı arkadaşlar, “Daha sonra seninle ilgili bir kaseti ortaya atmasın bunlar?” diye uyarıyorlardı. İstifamın ardından aynı kimseler arasında dahi “Yahu Fikri’nin gerçekten kaseti mi var!?” gibi soruları yöneltmişler birbirlerine. Oysa tavrınız netse, adalet ve hakkaniyetten uzakta değilseniz, korkacağınız mercii Cenab-ı Allah’tır, ikinci olarak da vicdanınızdır. *** Birebir genel yayın yönetmenlerinden değil ama orada çok güçlü olan bir isim tarafından hem TV, hem de gazetelerden herhangi birinde yer almam için 15 bin lira gazete, 15 bin lira da TV programı maaşı teklif edildi. O ücreti alsaydım, şu an belki kirada oturmayacaktım. Ancak bu teklife cevaben ilk cümlem şu oldu: “Benim ağzımdan söz bir kere çıkar. Sizinle çalışmayı düşünmüyorum...” *** MİT tırlarının durdurulması hadisesiyle ilgili olarak paralel yapıya yakın veya mensup bazı isimler şunu diyorlardı: “El-Kaide’ye giden silahlar vardı o tırlarda…” Aradan bir ay geçti, gündeme şu oturdu: “O tırların içinde Kısıklı’daki villadan çıkarılan dolarlar dolduruldu ve yurtdışına götürüldü…” Daha sonra da başka bir iftirayı taşıdılar gündeme. Aynı konuya farklı deliller üretmek zulümdür! *** Ergenekon ve Balyoz dâvâları esasen doğru yürütülüyordu. Kuddusi Okkır hakkında “Paranın başındaydı!” diye haber yapıldı. Ancak sonrasında gerçek ortaya çıktı. O konuda da o isme zulmedilmişti. Bütün bunları söylemek, “oraya buraya sinyal çakmak” değildir. Hem oraya, hem buraya sinyal çakan adam, iki tarafın da yanlışlarını görmeyen adamdır. *** Mesele, insan meselesi değil, devletin bekası meselesidir. Ben “Meşru devlet mi, paralel mi?” diye sorulduğunda bu yüzden “İlle de meşru devlet!” derim. *** Seküler bir hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat” diyebilirdik. O yüzden din terminolojisindeki “cemaat” kelimesini de bunlar için tam olarak oturtamıyorum ben. Devletin içerisine, belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar. Dolayısıyla üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür. 142 özel sayı 101 2015 >> Fikri Akyüz, samimi bir AK Partili’dir. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı çok sever ve takdir eder; lider olarak sadece onu bilir, onu tanır... Ve Fikri Akyüz, devletine, milletine ve ümmetine ölümüne bağlı yiğit bir adamdır. Şahidim... Onu tanıyan bütün yazarlarımız da şahittir: Fikri Akyüz, “paralel örgüt”ün görünen veya görünmeyen bir mensubu değildir. “İlle de meşru devlet!” diyen Fikri Akyüz, Fethullah Gülen ve arkadaşları için “Üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür!” net ifadesiyle “ne olduğu” hakkındaki şüpheleri kökünden kesip atacak kadar berrak ve saftır! Yıllar sonra yaptığım söyleşiyle Fikri Akyüz’ü “anlaşılır” kılmaya çalıştım. Sordum, üstüne üstüne gittim, sıkıştırdım, net cevaplar istedim. “Paralelci” diye etiket yapıştıranlar... Şüphesi olanlar... İşte Fikri Akyüz... Ne olur, artık daha fazla günaha girmeyin! *** “Mizacım, avukatlığı daimî olarak yapmaya müsait değildi” • Uzun zamandır Haber Ajanda ve Kültür Ajanda’da yazıyor, Kültür Ajanda İstişare Kurulu’nda yer alıyorsun. Yazarlarımız seni çok iyi tanıyor, okurlarımız da tanıyor seni. Yine de “Fikri Akyüz”ü senden dinlemekle başlayalım söyleşimize... 1970 yılında, İstanbul’da doğdum. Aslen Erzurum İspirliyim. 1992’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. Evliyim, 18 ve 12 yaşında olan iki kız babasıyım. Şu an avukatlık değil ama aktif olarak hukuk danışmanlığı yapıyorum. Fikri Akyüz, milliyetçidir ama ırkçı değildir; muhafazakârdır ama mutaassıp değildir; Cumhuriyet’i benimsemiştir ama jakobenist değildir; serbest piyasa ekonomisine inanır ama vahşi kapitalizmi reddeder; laikliğin teorik anlamda doğru bir sistem olduğunu düşünür ama din düşmanlığı ya da toplumdan dini soyutlama anlayışına karşı çıkar. Bunlar, fikrî mânâda Fikri Akyüz’ü tasvir eden hususlardır. Karakteristik yönümü belirtmeyi burada doğru bulmuyorum, onu okurlar değerlendireceklerdir. • Pekâlâ, hukukçu olmayı seçmenin özel bir sebebi var mıydı? Bölüm tercihleri yaptığım sırada, ağabeyim bir trafik kazası geçirdi ve bu sebeple bir çocuk yaralandı. Ağabeyimin kullandığı kamyonette ben de bulunuyordum. Tanık olarak mahkemeye çağırıldım. Tanıklık yaptığım duruşma sırasında hâkim ve avukatları görünce hukukçu olmaya karar verdim. Bir hafta sonra tercihimi hukuk fakültesinden yana kullandım. Ancak, dershaneye gitmemiştim ve çevremde de üniversite bitiren kimse yoktu; dolayısıyla hukuk fakültesine dair hiçbir detay bilmiyordum. Fakültenin Beyazıt Meydanı’nda olduğunu biliyordum ama yerini bilmiyordum. Kazanıp da kayıt yaptırmaya gittiğimde, meşhur merkez kapısının önünde duran birine “Hukuk Fakültesi nerede?” diye sormuştum, o da kapıyı gösterip, “Aha bu kapı!” demişti. • Avukatlık mesleğini kaç yıl devam ettirdin? Yaklaşık 13 yıl... Fakat mizacım, avukatlığı daimî olarak yapmaya müsait değildi. “İlk yazıma hiç tepki alamadım” Medyanın hiçbir zaman istikrarlı olamayacağını düşünmeliydim, ama düşünemedim... • Yazma sürecinden evvel avukatlık sonrası bir arayışa girdin mi hiç? Hayır... Zaten yapabileceğim başka bir şey de yoktu. Bir şekilde hayatımı idame ettiriyordum. Gazetecilikse aklımın ucundan bile geçmiyordu. Kaldı ki gazeteci olduğumu iddia etmem, çünkü bir muhabir olarak veya editöryal alanda çalışmadım. Ancak yazar olduğumu kabul edebilirim. • Peki, yazarlık serüvenin daha sonra nasıl şekillendi? Açıkçası avukatlık yaptığım ve “Mesleğimde biraz daha ilerleyebilir miyim?” düşüncesinin oluştuğu günlerde, bölgemizde yerel yayın yapan “Aydınses” isimli aylık bir gazetenin sahibiyle tesadüfen tanıştım. Amacım, o gazetede hukuk köşesi yazmaktı. Gazete sahibi Murat Aydın’a, “Gazetenizin her sayısında hukuk yazıları yazabilir miyim?” diye sordum, “Tabiî!” dedi ve ilk yazımı soru-cevap tarzında ve boşanma dâvâlarına ilişkin kaleme aldım. O zamana kadar hiçbir yerde tek satır yazmadım. Bu yazının ardından hiç geri dönüş olmadı; ikinci yazım da ceza davalarıyla ilgiliydi, ona da dönüş olmadı. Sonra Murat Bey’e, “Hukuk yazıyoruz ama ne arayan var, ne soran!? Yazdığım yazmadığım belli değil. Demek ki bu yazılar etkili değil! Ben en iyisi siyasî içerikli bir yazı yazayım!” dedim. Üçüncü yazımı siyasî içerikli yazdım ve o gün gelen telefon sayısı 40’ı aştı. Aydınses’te üç ay gibi bir süre yazdıktan sonra “internethaber.com” adlı haber sitesinin sahibi Hadi Özışık, yazılarım dikkatini çektiği için orada yazmamı istedi. Tabiî bu arada avukatlığa devam ediyordum. Bu sitede yazmaya başladıktan iki ay sonra Yeni Şafak Genel Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu aradı. Öneren, kendisiyle hiçbir temasım olmayan Mehmet Barlas’mış. Gittim, “Haftaya başlayacaksın” dedi, fakat o haftanın sonu gelmedi; iki sene sonra Mustafa Karaalioğlu aynı gazeteye Genel Yayın Yönetmeni olunca, onun daveti üzerine Yeni Şafak’ta yazmaya başladım. Tabiî aradaki o iki yıl boyunca hep “internethaber. com” sitesinde yazdım. Bu sitede ilk yazımı 92 kişi okumuştu. İkinci yazı 200 civarını, bir ay sonra 10 bini bulan okunma oranı, siteden ayrıldığımda ortalama 25 bini bulmuştu. Bu ayrılık, Yeni Şafak’ın başlangıcı oldu. Konuştuk, başlangıç gününü belirledik Selahattin Bey’le. Murat Bey ve Hadi Bey’den sonra tanıdığım üçüncü gazeteciydi Selahattin Bey, dördüncü bir gazeteci tanımıyordum o güne kadar. Selahattin Bey’in odasına ilk gittiğimde odasında Ahmet Kekeç, Hüsnü Mahalli ve Fehmi Koru vardı. Bu isimlerle ilk defa orada tanıştım. Ancak Selahattin Bey, ne olduysa artık, çağırmadı beni bir daha. İki yıl sonra Karaalioğlu, haftada bir yazmam için davet etti. İlk hafta bir yazı yazdım, ikinci haftada “İki yazı olsun” dedi, üçüncü hafta “Haftada üç yazı olsun” dedi ve nihayet bu şekilde yazmaya devam ettim. • Yeni Şafak’la baştaki iletişimsizlik sürecini hızlı geçtin. Biraz daha detay verir misin? Aslında çok sevdim. Fakat dediğim gibi, avukatlığı daimî şekilde yapmaya mizacım müsait değildi. “Öz’ün fotoğrafını ilk ben vermiştim” • Hukukçuluğu sevemedin mi? özel sayı 101 2015 143 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bir siyasî lider formatından da üst bir seviyeye bürünerek her alanda aktif olduğunu görmek, açıkçası büyük bir aldatılmışlık hissi verdi. Bu ülkenin yüzde 52’sinin desteğini almış birine karşı “firavun” diyen birinin saygı ile karşılanacak bir durum olduğu kanaatini taşımıyorum. Keza, bir cemaate yakın bazı yetkililerin yanlışını dile getirirken, o cemaate gönül vermiş insanlara “sülük” demenin de saygıyla mukabele göreceğini düşünmüyorum. *** Bana bir Twitter mesajımı gösterip “Sen paralelcisin!” diyemezler. Aynı şekilde başka bir mesajımı gösterip “Sen yalakasın!” da diyemezler. Kaldı ki, iki hitaptan da nefret ederim. Nefret ettiğim bir söylemi hak edecek ne bir söz ederim, ne de bir yazı yazarım. *** Kumpas kurmakla suçlanan isimler ve daha sonra bu isimlere ekleneceklerin hak ettikleri cezalarla cezalandırılacakları kanaatindeyim. Ayrıca söz konusu paralel yapının gittikçe zayıflayacağını düşünüyorum. Tarih şunu kaydedecek: “Bu devlet içinde devleti ele geçirmek isteyenler vardı, ancak bu mücadeleden söz konusu kimseler mağlup ayrıldılar!” *** Bu 12-13 yıl içerisinde şekillenen medya, maalesef hakkında güzel düşünülebilir bir yapı kazanmadı. Bu toplumu sağlıklı şekilde bilgilendirecek ve entelektüel yetiştirecek minvalde gayret gösterecek bir medyaya ihtiyaç var. Bu konuda şimdikiler bir gayret göstermiyor ve devşirmelerle, nevzuhur isimlerle yürüyorlar. Koca bir dâvâ böyle yürütülemez! 144 özel sayı 101 2015 Farkındasınızdır, Sözcü’den ko- vulan, ertesi gün Cumhuriyet’te yazabiliyor. Cumhuriyet’ten atılan, Aydınlık’a geçebiliyor. Bizimkiler öyle değiller, “Bu da nereden çıktı?!” veya “Bu fazla sivrildi!” deyip önüne set çekiyorlar. Yavuz Selim • Peki, hâkim veya savcı olsaydın, bakışın farklı olur muydu? Hâkimlik sınavlarına hiç girmedim, bundan pişman da değilim. Ama hâkim veya savcı olsaydım, iyi bir hâkim veya savcı olabileceğimi düşünüyorum. Çünkü adalet duyguma güveniyorum. • Avukatlığa neden uymadı mizacın? Bağımlılık ve yüksek efor gerektiren bir meslek avukatlık. Toplum algısında “yalancı mesleği” diye bilinse de her mesleğin iyileri ve kötüleri vardır. “Çok kazanan avukat yalancıdır!” anlamının yüklendiği cümlelere karşıyım. Ancak dürüstlüğe son derece fazla ehemmiyet verdiğiniz takdirde çok para kazanacağınızı sanmıyorum. • Peki, hukukçu olmanın yazarlık hayatında faydasını gördün mü? Elbette, hem de çok… Açıkçası, hukuk fakültesini kazanana kadar evimizde Kur’ân-ı Kerîm ile mızraklı ilmihâl dışında üçüncü bir kitap yoktu. Annem ve babam, ilkokul mezunu dahi değillerdi. Mahallemde üniversiteyi bitiren sadece bir kişi vardı ve dolayısıyla kitap kültürü de, okuma imkânı da yoktu. Kitap okumaya üniversitede başladım. Hatta bu yüzden tahsil süremi biraz uzattım da... Akademik kitapların dışındaki kitapları da okuyordum. Okudukça kelime haznem daha da zenginleşti. Dolayısıyla hukukçulukla birlikte yazarlığımı değerlendirdi- ğimde, hukukçuluğumun yazarlığıma katkısını gördüğümü rahatlıkla ifade edebilirim. • Tahsil açısından aynı dönemi paylaştığın hoca ve öğrenciler arasında kimler vardı? Mesela Zekeriya Öz, Veli Küçük’ün kızı Zeynep Küçük ve Özel Yetkili Başsavcı Vekili Fikret Seçen ile aynı dönemde okuduk. Hocalarımız Erdoğan Teziç, Süheyl Batum ve Orhan Aldıkaçtı gibi isimlerdi. Süheyl Batum, fakülte döneminde muhafazakâr öğrenciler tarafından dahi çok sevilen liberal görüşlü bir isimdi. Daha sonraları keskin bir ulusalcı tavra büründü. Erdoğan Teziç de yine öğrenciler tarafından sevilen bir hocaydı. O da 1990 ve 2000’li yıllarda bambaşka bir çizgide yer aldı. • Zekeriya Öz?! Onunla tanışık değildim. Ancak popüler bir isim olduktan sonraki bir zamanda mezuniyet yıllığına bakarken Zekeriya Öz’ü farketmiştim. Hatta medyamızda yayınlanan o ilk fotoğrafını da yıllıktan ben vermiştim. “Yemeğin adını sorduğumda ‘maklube’ olduğunu söylediler” • Sevgili Fikri, üniversite yıllarında nasıl bir dünya görüşün vardı? İdeolojilerle aran nasıldı? Anlatır mısın biraz? Kenar bir semtte büyüdüğüm için Beyazıt’a bile ancak üniversiteye başladığımda gide- bilmiştim. Üniversiteyi kazandıktan sonra arkadaş edinme hissine kapılır insan… Bir arkadaş grubu, işte bu sıralarda (1987) Gedikpaşa’da bir eve götürdü beni. O zamana kadar ne Fethullah Gülen’in adını, ne “maklube” kelimesini duymuşum, ne de böyle bir ortama girmişim. Bir ara bir kaset koydular videoya, televizyonda Fethullah Gülen’i izletmeye başladılar. O gün, şu günlerde çok popüler bir savcının yapmış olduğu çok “popüler” bir yemek yedim. Yemeğin adını sorduğumda “maklube” olduğunu söylediler. Hayatımdaki ilk maklubeyi orada yediğimde daha iki aylık bir üniversite öğrencisiydim. O günlerde sigara içmeye yeni başlamıştım. O gün evdeki grubun içinde tek sigara içen bendim. Özgürlüğüne fazlasıyla düşkün olan biri olarak bu toplantı beni pek açmamıştı; sigara içmeme o gün itiraz edilmemişti ama tek başıma olduğum için rahatsız oldum ve toplantılara gitmedim. Belki sigara içmiyor olsaydım, şimdi bu söyleşiyi de yapmıyor olacaktık (gülüyor)... O iki aylık sürenin sonrasında hiçbir cemaat veya tarikata girmedim, toplantılarına iştirak etmedim. savcılarından biriydi. “Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” (Maide, 8) • Fikri Akyüz için “hakkaniyet” kelimesinin bambaşka bir yerinin olduğu her hâliyle belli. Bunu yakın dostluğumuzdan dolayı sadece biz değil, bütün arkadaşlarımız görüyor, biliyor. Peki, “tahammül” kelimesi, “hakkaniyet” kadar bir yer edinebildi mi sende? Hakkaniyete ziyadesiyle ehemmiyet veririm. Mesela “Patronlar ezer, işçiler ezilir!” şeklinde genel bir kanı vardır; ancak bir işçi, durup dururken “servet düşmanlığı” adı altında patronuna zarar verirse, burada ezilen kimdir? Tam bu an “ezilen” kişi patrondur, dolayısıyla patronun tarafındayım. Bir önyargı niteliğindeki “Patron ezer, işçi ezilir!” şeklinde bir kanıya sahip değilim. Normalde bir hoca, talebesinin rehberidir; talebe de hocanın gösterdiği yolda gidendir. Ancak talebe, hocanın da önüne geçebilecek birikime • Yemeği hazırlayan savcı kimdi? Pasif de olsa görevde olduğu için ismini burada vermek doğru olmaz. • Peki, onun “maklubeci” olduğu biliniyor mu? Tabiî… İki yıl öncesine kadar önde gelen Ergenekon Evet, bir patron veya bir CEO, herhangi bir yazarının yazısını beğenmeyebilir ama asla ve asla yazısını beğenmediği yazarına telefon açarak ağır hakaretlerde bulunamaz, telefonu suratına kapatamaz... Hiçbir yönetici bu hakka sahip değildir. özel sayı 101 2015 145 HABERA JANDASÖYLEŞİ O ismin referansıyla girdim gazeteye, fakat o isme danışmadan ayrıldım. Ona karşı büyük bir mahçubiyetim olduğu ve hakkında bir spekülasyona mahal vermemek için ismini vermemekte ısrarcıyım. erişmiş olabilir. Her zaman söylerim, benim ölçüm, Maide Suresi’nin 8’inci ayetidir. Bu ayette mealen şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin! Adaletli olun!Çünkü o takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun! Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” Ayetin mealine mealen yaklaştığımda şunu görüyorum: “Başkalarına karşı kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin!” Bu ayet, muhteşem bir ayettir! Ben “adalet” kavramını hukuk fakültesinde değil, Kitap’ın Maide Suresi’ndeki 8’inci ayetten öğrendim. Bir kimse, mesela Atatürk’ten nefret edebilir ama ona olan kini, Atatürkçülere karşı ada- 146 özel sayı 101 2015 letsizce davranabilmesinin mazereti olamaz! Bir cemaat liderine kin duyabilirsiniz, ama ona sempatiyle bakan insanlara zulmetmek, söz konusu ayetin yasakladığı bir unsurdur. Yahut bir cumhurbaşkanına kin duyuyor olabilirsiniz, ancak o cumhurbaşkanına oy veren insanlara -verdikleri oy sebebiyle- iftira atmak ve hakaret etmek, o insanın adaletsizlik üzere olduğunu gösteren temel bir işarettir. • İşte bu duruşun, her iki tarafa da mesajlar veren bir hâl içeriyor. Toplumda sana karşı oluşan kafa karışıklığı da buradan kaynaklanıyor... Ancak burada bir ara verelim ve yeniden başa dönelim... “internethaber. com”da yazdığın süre boyunca herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldın mı? Hadi Özışık, Yeni Şafak’a gitmem konusunda beni hep teşvik etti, hatta gitmeme mutlu oldu. Bugüne kadar yazdığım hiçbir mecrada müdahaleyle karşılaşmadım. Ne Takvim’de, ne Akşam’da, ne Yeni Şafak’ta, ne İnternet Haber’de herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kalmadım. • Yeni Şafak’ta ne tür yazılar yazmanı istemişlerdi? Siyaset ve gündeme dair… Yeni Şafak’ta başladığım (2006) gün itibariyle tanıştığım gazeteci sayısı beş veya altı olmuştur. Ama İnternet Haber’de yazdığım yazılardan Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak, Taha Akyol, Alper Görmüş veya Emre Aköz gibi tanınmış yazarlar alıntılar yapınca ciddi bir motivasyon kazanmıştım. Yeni Şafak’ta yazdıktan iki yıl sonra, 2008 Mart’ında, Yeni Şafak’ın dahil olduğu gruba ait olarak yeni kurulan TV Net’in Program Müdürü, “Fikri Bey, ana haberde beş dakika kadar yorum yapabilir misiniz? Diğer arkadaşımız gelemedi de...” dedi. İlk defa televizyona çıkarak ana haber bülteninde yorumumu yaptım; ertesi hafta Haber 7’de (Ülke TV’nin eski adı) bir saatlik bir programa davet edildim. Ondan sonraki hafta da rahmetli Mehmet Ali Birand, 32. Gün’e davet etti. O programa çıktıktan sonra, dört beş yıl boyunca yaklaşık 500 canlı yayına çıkmış oldum. Yani televizyon maceramız da TV Net’teki o beş dakikalık yorumla başlamış oldu. Ancak mesleğe profesyonelce, yani telif karşılığı girdiğim ilk yer Yeni Şafak oldu. Avukatlığı da 2009 yılında, Takvim gazetesinde yazdığım dönemde bıraktım. “Bunun adı literatürde kıskançlıktır” • Yeni Şafak süreci kaç yıl devam etti? İki buçuk yıl… O iki buçuk yıl boyunca pek çok gazeteci ve yazarla tanışma imkânı buldum. Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve bakanlarla tanışma imkânı da buldum. Şunu samimiyetle itiraf etmeliyim: Yeni Şafak’ta iki buçuk yıl boyunca yazdım; orada yazarken birdenbire televizyonlara çıkmak ve üst düzey insanlarla muhatap olmak, bana aşırı bir güven getirdi. “Fikri! Sana bu saatten sonra medyada çok daha iyi imkânlar sağlanır” diye kendi kendime düşündüğüm oldu. Zaten avukatlıktan soğumaya başlamıştım. Ama bunun hata olduğunu birkaç yıl içinde fark ettim. • Hata neydi, neredeydi? Avukatlığı bırakmamalı, medyaya fazla güvenmemeli, Yeni Şafak’tan hiçbir sebep Yavuz Selim yokken istifa etmemeliydim. Takvim ve Akşam’dan istifalarımda haklı gerekçelerim vardı. Ancak Yeni Şafak’tan istifa etmemi gerektirecek hiçbir şey yoktu. Buradan şuraya geliyoruz: Havalanmadım ama “Fikri! Sen artık medyada bir şekilde yer bulursun” şeklindeki özgüvenin ne kadar yanlış olduğunu bilahare anladım. Medyanın hiçbir zaman istikrarlı olamayacağını düşünmeliydim, ama düşünemedim... • Yeni Şafak’tan ayrılışın nasıl oldu? Bugün geriye dönüp baktığımda, aslında pek makul bulmadığım sebep şuydu: Haftada üç gün yazıyordum, gündemse çok yoğundu. 367 meselesi, AK Parti’ye açılan kapatma dâvâsı meselesi, Ergenekon dâvâsı derken, tâbiri caizse haftada üç yazı kesmiyordu beni. Genel Yayın Yönetmenim o sıra Yusuf Ziya Cömert’ti; Yusuf Bey’e “Haftada dört yazıya çıkabilir miyiz?” diye sordum, “Hayır!” dedi. Bir de televizyonlara, marka programlara sık sık çıkmaya başlayınca Yusuf Ziya Cömert bir gün beni yanına çağırdı ve “Artık televizyonlara çıkma!” dedi. “Neden çıkmayayım Ağabey? Gazeteye bir zararım mı var? Eğer varsa hatamı düzelteyim!” dedim. “Hayır, sadece çıkma!” dedi. Sonradan çok güvendiğim ve şu an grupta olmayan bir arkadaşımın olaya tanıklığıyla öğrendiğime göre, Yusuf Ağabey’i bu konuda yönlendiren kişi, bugün Takvim Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ergün Diler’miş. Daha sonra bu durumu öğrenince üzüldüm ve Yusuf Ağabey’e “Ben ayrılıyorum Ağabey!” dedim. Ancak geriye dönüp baktığımda, “Ayrılmamalıydım, mücadele edilecekse içeride etmeliydim!” diyorum. Bana televizyonlarda “Yandaş Fikri” deniliyordu, hiç de gocunmuyor ve “Evet, yandaşım!” diyordum. Bir fikriyatım ve bir partim var zira. Hem neden saklayayım? “Yandaş” atfından asla gocunmadım ama “yalaka” kelimesini duyduğumda tüylerim diken diken olur! Bu, sadece Yusuf Ziya Cömert veya Ergün Diler’in taşıdığı tıynet değil, “bizim” medyamızda şu kanaat çok yaygın –bu konuda somut birçok duruma maruz kaldım-: Bizim muhafazakâr medya, biraz kafasını uzatan adamın kafasını kesmekte çok mahir. 12 yıl boyunca Hükümet, bir Türkiye’ye bir Türkiye daha kattı; ama bu dönemde bizim medyamızda ne bir entelektüel yetişebildi, ne de yetişmiş olanların önü açılabildi. Devşirmelerle muhafazakâr medyanın idamesi mümkün değildir ve Türkiye’nin bugün yaşadığı en büyük sıkıntılardan biri de budur! • Bu konuyu biraz açmalıyız… Hakikaten farklı ve katıldığım bir tespit bu. Ancak şu sorunun cevabını merak ediyorum: Ergün Diler’in Yusuf Bey’i yönlendirme sebebi ne olabilir? İçimden geçen düşünceyi net şekilde söylemeyi seven biriyim, o yüzden kısaca şöyle diyeyim: Bunun adı literatürde “kıskançlık”tır. “Hakkımdaki düşünceleri, ‘Nereden çıktı bu adam?!’ şeklindeydi” • Peki, Yusuf Bey bunu nasıl algılayıp böyle bir tebligatta bulunmuş olabilir sana? O dönemde Sayın Gül, Sayın Erdoğan ve sair bakanlarla çok sık görüşen biriydim. AK Parti teşkilatının da sevdiği biriydim. Medyada okunuyordum. Açıkçası muhafazakâr medya camiasında en kaba hâliyle şu kanaatin hâsıl oldu- ğunu düşünüyorum: “Nereden çıktı bu adam?!” Bizim medyanın birçok yöneticisinde ve çalışanında hâlâ bu düşünce yıkılabilmiş değil. Sol veya liberal medyada bu anlayış çok azdır. Farkındasınızdır, Sözcü’den kovulan, ertesi gün Cumhuriyet’te yazabiliyor. Cumhuriyet’ten atılan, Aydınlık’a geçebiliyor. Bunların yönetmenleri “Bu kişi filanca gazeteden atıldı, oranın yönetmeni de arkadaşım, ayıp olur bunu alırsam…” diye düşünmüyor. Aldıkları kişinin tiraj veya reytingine bakıyorlar. Bizimkiler öyle değiller, “Bu da nereden çıktı?!” veya “Bu fazla sivrildi!” deyip önüne set çekiyorlar. • Kendi aralarında bir konsensüs mü var yani? Bir gettolaşma, bir kast sistemi var bence… • Yusuf Bey sana “Televizyonlara çıkma!” deyince senin ilk tavrın nasıl olmuştu? “Yusuf Ağabey, size saygı duyuyorum; fakat belli ki ben burada istenmiyorum, televizyona çıkmamı bile istemiyorsunuz. Oysa Yeni Şafak’ın patronlarına birileri televizyonlarda saldırırlarken, sırf patronum olduğu için değil, 2001 yılında yaşadıkları mağduriyetten dolayı onları savunan biri olarak karşılarında duruyorum. Dolayısıyla onlara bir zarar vermedim. Yanlış cümleler kullanıyorsam beni uyarın, düzelteyim kendimi!” demiştim. • Peki, o dönemlerde katıldığın televizyon programlarında veya yazdığın yazılarında Sayın Erdoğan’ı veya özellikle Sayın Gül’ü rahatsız edici bir hâlin mi vardı? Tam tersine, hem Sayın Gül, hem Sayın Erdoğan, hem de bütün bakanlar yazılarımdan dolayı –karşılaştığımızda- taltif edici sözlerle mukabele ederlerdi. Ancak şunu da bir parantez içinde söyleyeyim: O dönem içerisinde herkes “Fikri, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların ziyaretlerinin pek çoğuna katılıyor” zannederdi. Oysa şu söyleşiyi yaptığımız âna kadar dahi, medyaya girdiğim günden itibaren bu saydığımız makam sahiplerinin ne yurtiçi, ne de yurtdışı gezisine davet edildim. Bu duruma nefsaniyetle yaklaşacak olsaydım, 7-8 yıl boyunca bir kez de olsa bunu hissettirirdim. Bu durumu kafama dahi takmamama rağmen, bazıları benim son zamanlarda eleştirilere başladığımı söyledi. Benim amacım uçaklara binmek değildi, bu toplum bunca badire atlatırken yanında olmaktı. Başındaki örtüden dolayı öğrencisini üniversiteden atan bir Türkiye vardı. “Hamdolsun!” kelimesini kullandı diye Sayın Erdoğan’ın partisinin kapatılması istendi. İşte bunlara karşı benim bir tavrım olmalıydı. Ama o günler, yani üç beş sene evveline kadar bu idareye her türlü hakareti yapanlar, toplumun moral ölçütlerine, değerlerine her türlü lafı eden adamlar, para ve koltuk sevdası için Hükümet’e yanaştılar. Tuhaf karşıladığım husussa şu: Bu kimseler bugün iltifat görüyorlar. Bu duruma başka ne denebilir ki!? özel sayı 101 2015 147 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Köşeler, kimsenin babasının malı değildir!” • Yeni Şafak’tan istifa ettikten sonraki sürece geçelim... İki ay kadar bir yerde yazmadım. Daha sonra Takvim gazetesinden davet ettiler ve orada yazmaya başladım. Takvim’de 9 ay kadar yazdım. O sırada Medya Grup Başkanı Serhat Albayrak, bana telefon açarak “Sen benim yazarlarım Rasim Ozan’la Sevilay Yükselir’i nasıl eleştirirsin?” dedi ve de ağır bir hakarette bulundu, suratıma telefonu kapattı. Ramazan’ın birinci günüydü... • Kütahyalı ile Yükselir, o sıralar Sabah’ta yazıyorlardı. Onlar hakkında ne yazmıştın ki!? Rasim Ozan’ı, Nagehan Alçı ile beraber evinde Aydın Doğan’la buluşmasını eleştirmiştim. Aydın Doğan’ın buradaki maksadının, bu kişiler vasıtasıyla Serhat Albayrak üzerinden Hükümet’e yaklaşma çalışması olabileceğini belirtmiştim. Orada ne Albayrak’ı, ne de Sayın Erdoğan’ı eleştirdim. Sevilay Yükselir’i ise örneklendirme yaparken eleştirmiştim. Ama aynı grupta yazdıkları için bir patron, bir yazarının yazısını beğenmeyebilir, hatta onu yayınlamayabilir. Ertuğrul Özkök’ün yazdıklarına katılmam ama söylediği doğru bir söz var: “Köşeler, kimsenin babasının malı değildir!” Evet, bir patron veya bir CEO, herhangi bir yazarının yazısını beğenmeyebilir ama asla ve asla yazısını beğenmediği yazarına telefon açarak ağır hakaretlerde bulunamaz, telefonu suratına kapatamaz... Hiçbir yönetici bu hakka sahip değildir. O günlerde avukatlığı bıraktığım için tek gelirimi Takvim’den aldığım maaştı. Albayrak’ın, telefonu suratıma kapatmasından hemen sonra sekreterini aradım ve “O patronuna söyle, haddini bilsin!” dedim ve istifa ettim. Ondan sonra da muhafazakâr medyada tutunamadım. • İstifa etmeyebilirdin de değil mi? 2014 yılının Nisan ayının başıydı istifa tarihim. 17-25 Aralık darbe teşebbüsünün üzerinden üç aylık bir zaman geçmişti; bu tarihten istifa ettiğim Nisan ayına kadar arşivlerde duran yazılarıma bakarak Fikri Akyüz’ün nerede durduğuna bakılmasını isterim. 148 özel sayı 101 2015 Etmeyebilirdim ama kendime saygımı yitirirdim. Bana hakaret edilen yerde durmam mümkün değildi. Beş parasız kalsam da bunu göze almalıydım… • Takvim’de paylaştığın o eleştiriyi yine savunuyorsun… Yavuz Selim Bugüne kadar yazdığım tüm yazıların altına yine imzamı atarım! O gün hakaret etmek yerine sadece “İstifa et!” dese, “Sen bana nasıl ‘İstifa et!’ dersin?” deme hakkına sahip miyim? Hayır! Sayın Cumhurbaşkanı’nın damadının kardeşi olabilirsin, ama bunlar işgüzarlıktır. “Ambargo denilecekse eğer, o bir yıla denebilir” • Bundan sonra nasıl bir ambargo uygulandı sana? Takvim ve Yeni Şafak’tan istifa etmeme rağmen yine birçok televizyon programına katıldım, yani bir sıkıntı yaşamadım. Ancak ne olduysa son bir yılda oldu. Ambargo denilecekse eğer, o bir yıla denebilir. • Bir ara Aktüel dergisinde de gördük seni… Takvim’le aşağı yukarı eşzamanlıydı o…Takvim’den ayrılınca o da bitti. Takvim’den istifa ettikten sonra televizyonlara çıkıyordum ama yazı yazma konusunda yaklaşık bir buçuk sene boşta kaldım. Milletvekili aday adayı olduğum 2011 Haziran’ıyla (2011 Genel Seçimleri’nde AK Parti’den milletvekili aday adayı oldum. Temayülde, teşkilat dışında aday olanların arasında birinci seçilmeme rağmen aday gösterilmedim. Bunu tamamen saygıyla karşıladım. Çünkü mezarlıklar, vazgeçilmez adamlarla doludur diye düşünürüm.) Gezi olaylarının olduğu 2013 Haziran’ı arasında Hükümet’in icraatının büyük çoğunluğunu savundum. Ne bir kompleks yaşadım, ne de bir tepki gösterdim. 2013 Temmuz’unda, şu an adını vermek istemediğim, dönemin en kudretli siyasilerinden birinin referansıyla Akşam gazetesine çağırıldım. Şunu söylemezsem olmaz: 27 Nisan E-Muhtırası’nı alkışlayıp Hükümet’e salvo konuşmaları yaparlarken bazıları -ki isimleri bende mahfuz-, ben az önceki düşünceye göre sabah tutuklanacağımı bile bile veryansın ediyordum. E-Muhtırayı alkışlayanlar, işte onlar “yanaştılar”! Evet, yandaş yazar vardır, yalaka yazar vardır; bir de “yanaşma” yazar vardır… “Aklıma geldi, sorayım: Seni Mehmet Ocaktan mı davet etti?” • Takvim’den sonra, bizler şahidiz, büyük bir geçim sıkıntısı yaşadın. Peki, Akşam gazetesinden çağırılana kadar herhangi bir girişimin olmadı mı? Herhangi bir gazetede yazma adına bir talebim olmadığı gibi çağırılmadım da... 2013’ün Temmuz’unda, talebim olmamasına rağmen referans ile çağırıldım ve başladım. • Sana referans olan siyasiyi öğrenmek isterim… O ismin referansıyla girdim gazeteye, fakat o isme danışmadan ayrıldım. Ona karşı büyük bir mahcubiyetim olduğu ve hakkında bir spekülasyona mahal vermemek için ismini vermemekte ısrarcıyım. • Tamam, pekâlâ... Devam edelim... Akşam’daki süreç nasıl başladı? Akşam’la birlikte SkyTürk 360 dönemi de başladı tabiî. Çok ilginçtir, Akşam gazetesinde başladığım gün Ergün Diler beni aradı. Beş yıl boyunca hiç görüşmediğim Diler aradı ve “Fikriciğim merhaba! Hayırlı uğurlu olsun. Çok sevindim yazmana!” dedi. Kendisiyle beş on dakika konuştuk ki, şöyle ilginç bir soru yöneltti: “Ha kapatmadan… Aklıma geldi, sorayım: Seni Mehmet Ocaktan mı davet etti?!” Amacı şuydu: “Eğer Mehmet Ocaktan davet etmişse seni, bu- nun hesabının birileri tarafından Ocaktan’a sorulması lazım!” Akıllıca davrandığınızı sanabilirsiniz ama karşınızdakini aptal yerine de koymamalısınız. Bozuntuya vermeyerek şöyle dedim: “Talebim olmaksızın, önemli bir siyasînin referansıyla girdim.” Şunu da ayrıca belirtmeliyim: Ergun Diler’le bizim ayaküstü bir tanışıklığımız var, ötesi yok... • Diler’in sana karşı olan bu tutumunun nereden kaynaklandığını düşünüyorsun? Hiç bilmiyorum! • Sürece devam edelim lütfen... Akşam’da yazdığım süre içerisinde yazılarıma hiçbir müdahalede bulunulmadı, haftada iki gün yazıyordum. Bu süreç sırasında gündem yine yoğundu. “17 Aralık Operasyonu” olmuş, yerel seçimlere girilmiş, Cumhurbaşkanlığı seçimi takvimi belirlenmişti. Bu sebeplere binaen üç gün yazmak için Ocaktan’dan bir istekte bulundum, “Boş yerimiz yok” şeklinde bir cevap aldım. Bundan üç gün sonra gazetenin tepesinde bir anons vardı: “Turgay Güley, haftanın beş günü, yazılarıyla Akşam’da!” Tamam, haftada beş gün yazabilir bir yazar, bir şey söylenemez buna. Ama bana üç gün önce söylediğiniz söz belli… SkyTürk 360, Akşam ile aynı grubun televizyonuydu. Bu kanalda 7 ay boyunca program yapmama ve bu program kanalın en çok izlenen yapımı olma- sına rağmen, yazarı olduğum Akşam gazetesinde programımızın adı dahi zikredilmiyordu. Bir olur, iki olur, 7 ay boyunca geçmez mi? Gazetede programım “Kara Kutu”ya yer verilmiyordu. Bu sebeple şunu düşündüm: Önemli bir referansla alındığım için beni itemediler, ama çekemediler de... • Peki, sana referans olan ismi Ocaktan biliyor muydu, bu tavrın arkasında, aslında seni gazeteye davet eden isme bir tavır mı vardı acaba? Elbette biliyordu beni davet ettireni, başka türlü gazeteye girişim mümkün olmazdı ki… Beni davet eden isim olanları bilemez zaten; o, “Nasılsa bu adam yazıyor” diye düşünmüştür… “Yazdığım gazetenin politikası, partime zarar veriyordu” • İstifa sürecine gelelim istersen… Ben girdiğimde TMSF’de olan Akşam’ın yayın politikasının düzeleceğini düşünüyordum. Daha sonra gazeteyi Ethem Sancak Bey satın aldı. Sancak’ın alımından sonra düzeleceği inancımı muhafaza ettim. Ancak öyle zorlu bir yayın anlayışı egemen olmaya başladı ki, yıllarca savunduğum partime, demokrasiye, hakkaniyete ve adalete zarar veren bir çizgiye girilmeye başlandı. • Müsaadenle araya girmem lazım! “Partime zarar veren özel sayı 101 2015 149 HABERA JANDASÖYLEŞİ Ne paralelci, ne örgüt üyesi, ne de başka bir yapının müridiyim. Ben, mevcut tarikat ya da cemaatlerden Menzil’e sempati duyuyorum ama müritlerinden değilim. Mizacıma uygun olmadığını düşünüyorum. çizgi” diyorsun öncelikle… Evet “partime”… Bana televizyonlarda “Yandaş Fikri” deniliyordu, hiç de gocunmuyor ve “Evet, yandaşım!” diyordum. Bir fikriyatım ve bir partim var zira. Hem neden saklayayım? “Yandaş” atfından asla gocunmadım ama “yalaka” kelimesini duyduğumda tüylerim diken diken olur, çünkü o kelimeden nefret ederim! • İfadelerinin net olmasından, bir gazeteci olmana rağmen olumlu bir farklılığa sahip olduğunu her hâlinde, her duruşunda hissediyorum… Seni en çok rahatsız eden ve istifaya götüren sebep neydi? Öncelikle bir noktaya önemle vurgu yapmalıyım: 2014 yılının Nisan ayının başıydı istifa 150 özel sayı 101 2015 tarihim. 17-25 Aralık darbe teşebbüsünün üzerinden üç aylık bir zaman geçmişti; bu tarihten istifa ettiğim Nisan ayına kadar arşivlerde duran yazılarıma bakarak Fikri Akyüz’ün nerede durduğuna bakılmasını isterim. (O arşivi hâlâ orada tutan kişiye de teşekkür ederim.) 17 Aralık darbe teşebbüsü olduktan 9 gün sonra, yani 25 Aralık’tan da 2 gün sonra 27 Aralık 2013’te, Haber Türk’teki Balçiçek Pamir’in programına Today’s Zaman Genel Yayın Müdürü Bülent Keneş ile katıldım. Birtakım kesimler “Türkiye’de Hükümet ha gitti, ha gidecek!” nöbetindeyken, ortaya koyduğum net tavırla o programda, “Burada Hükümet’e yapılmış özel bir operasyon vardır!” özetinde bir değerlendir- me yaptım ve bu değerlendirmem üzerine Fethullah Gülen’e yakın kimselerce eleştiri yağmuruna tutuldum. “Dün neysem, bugün oyum; ama yanaşmaların varlığına da şahidim” • Peki, o günlerde örgütün darbe teşebbüsü üzerinden daha iki gün geçmişken, “Fethullah Gülen tarafı galip gelirse bu kavgada ben nerede durmalıyım?” muhakemesini yapmadın mı hiç? Orada iki gün geçmiş... Daha fenalarıyla karşılaştı bu ülke: 27 Nisan E-Muhtırası gece saat 23:20’de verildi, Yılmaz Özdil ve sair gazeteciler televizyonlarda “Tank geliyor!” çapında sözler sarf ediyorlardı. İhtimâl, “Tank” başlıklı yazılarına başlamışlardı. Daha internet sitesinde muhtıra ilânı yayınlanalı 20 dakika olmuştu ki Haber Türk veya CNN Türk’ten aradılar beni… Ben o zaman “Bu askerler galip gelirlerse ne yaparım?” diye düşünmedim, “17 Aralık’ın galibi bunlar olurlarsa ne yaparım?!” diye düşünebilir miyim? O zaman muhtırayı çekenlere de veryansın etmiştim. Şunu söylemezsem olmaz: 27 Nisan E-Muhtırası’nı alkışlayıp Hükümet’e salvo konuşmaları yaparlarken bazıları -ki isimleri bende mahfuz-, ben az önceki düşünceye göre sabah tutuklanacağımı bile bile veryansın ediyordum. E-Muhtırayı alkışlayanlar, işte onlar “yanaştılar”! Evet, yandaş yazar vardır, yalaka Yavuz Selim yazar vardır, bir de “yanaşma” yazar vardır… • İstifana ve ardından seninle ilgili etrafında gelişen olaylara temas etmek ister misin? Partiden samimi olduğum bazı arkadaşlar, “Daha sonra seninle ilgili bir kaseti ortaya atmasın bunlar?” diye uyarıyorlardı. İstifamın ardından aynı kimseler arasında dahi “Yahu Fikri’nin gerçekten kaseti mi var!?” gibi soruları yöneltmişler birbirlerine. Oysa tavrınız netse, adalet ve hakkaniyetten uzakta değilseniz, korkacağınız mercii Cenab-ı Allah’tır, ikinci olarak da vicdanınızdır. Belirttiğim gibi, darbe teşebbüsüyle istifamın arasındaki üç aylık süreçte söylediklerim ve yazdıklarım ortadaydı. Ancak durum öyle bir hâl almaya başladı ki, bir yerlere yamanmaya çalışan gazeteciler ya da bir koltuk kapma derdinde olan yahut kapmış olduğu koltuğu muhafaza gayretindeki bazı politikacılar ve bürokratlar, toplumda bir cadı avına başladılar. Bir gün kalktım ve yazımı yazmaya başlayacaktım, başlamada önce bir de baktım ki yazı yazdığım gazetenin duyurusunda “Paralelin silahlı örgütü: Ötüken” şeklinde bir başlıkla karşılaştım. Bu sadece bir duyuruydu, özel röportajsa ertesi gün verilecekti. Röportaj, Ergenekon sanıklarından Ahmet Zeki Üçok ile yapılmıştı ve Fethullah Gülen’in terörist örgütlenmesini anlatma ama- cıyla yayınlanacaktı. Bu anonsu görünce çok sinirlendim… • Neden? Fethullah Gülen’e yakın olan bu topluluk, iddianame ya da kalemle birtakım yanlışlıklar yapmadı değil. Ama siz, “silahlı örgüt” dediğinizde problemlerle karşılaşırsınız. Bir: “Ötüken” ismini kim kullanıyor? Bir Ergenekon sanığı… İyi de, bu Ergenekon sanıklarına bir zamanlar terörist diyorduk, terörist dediğimiz insanların laflarından medet umacak hâle mi düştük? İki: Evet, bir “örgüt” ile karşı karşıyayız, ancak “silahlı” değil. Hele Emniyet’e sızarak silahlı olduklarını söylemek külliyen yanlış; hem mantıken, hem vicdanen, hem taktik, hem strateji olarak yanlış… Ben bu iki perspektiften bakarak, belki ileride daha iyi anlaşılacak bir tepki gösterdim. O tepkiyi keşke bizim muhafazakâr yazarların hepsi vermiş olsaydı da karşı tarafa malzeme veren türde şirazeden çıkan bir durumla karşılaşmasaydık. Tekrar ediyorum: Mantıkî, vicdanî, taktiksel ve stratejik anlamda o haberi ve o tür haberleri sorunlu buluyorum. İşte bu sebeplerle istifa ettim… “Ne satlık kasetim var, ne ben satlığım!” • Konuyu köşende kaleme alıp tenkit etmek varken istifa etmeye mecbur mu hissettin kendini? Bu soruyu şu sebeple soruyorum: Seni gazeteye davet eden “referans” belliyken, yazdığın eleştiri yazısına da karışamazlar, dolayısıyla seni gazeteden de kovamazlardı… Bir yöneticinin kovma hakkına sahip olduğu gibi, çalışanın da istifa hakkına sahip olduğunu düşünüyorum. Bana uygulanan mobbingin yanında saçma manşetlerle demokrasiye, hukuka ve AK Parti’ye zarar veriliyorken anî bir karar vermek durumundaydım. Bugün 28 Şubat manşetlerini kim tasvip edebilir? Bir zamanlar Çiller’in “Öncü” adlı bir gazetesi bir BTV adında televizyon kanalı vardı, esâmesi bile okunmuyor şimdi. Çünkü tarihe, attığı manşetlerle geçti. Kime fayda sağladı Öncü?! • Fikri Akyüz, bu tip kararlar alırken fevrî mi davranıyor? Kişiliğim fevriliğe yakın, ama gözü kara biri değilim… • Diyorsun ki, “Tek sebep manşetler ve yayın politikası değil; istenmiyordum ve bu yüzden mobbing uygulanıyordu, TV programımıza dahi ambargo vardı ve hepsi birikti, manşetle patladı”. Peki, bu kararı alırken bir aile reisi olduğunu düşünmedin mi? Hayır, hiçbir şeyi düşünmedim! “İki çocuk büyütüyoruz, iki maaş elden gidecek” diye bir Belli makamlara gelen insanların çeşitli dünya görüşlerine sahip olmalarında bir problem yoktur. Öncelikle kendini saklayarak belli makamlara gelmek, etik bir problemdir. Geldikten sonra o makamı suistimal ve istismar etmek hukukî ve siyasî bir problemdir. Hele o makamı hileyle ele geçirme konusu varsa ortada, bu durum hem ahlakî (etik), hem hukukî, hem de siyasî bir problemdir. an bile düşünmedim. Ancak Allah’a iman eden adam, rızkın bir şekilde kendisine verileceğine de iman eden adamdır. Elbette sıkıntılar yaşayacağımı biliyordum ama istenmediğim yerde duramazdım… • Fakat seni ne Ocaktan, ne de Sancak çağırdı. Seni davet ettiren o “önemli” şahsa mahçup olacağın hiç aklına gelmedi mi? Maalesef istifa ettiğim an gelmedi, sonra geldi... Gerçekten mahçup olduğumu hissettim. Ayrıca bana güvenen o önemli siyasînin zihninden “Fikri istifa etti ama acaba karşı taraf onu kandırdı mı?” şeklinde bir sorunun geçmesi de muhtemeldi. “Zaman en iyi ilâçtır!” dedim, aradan 13 ay geçti... • Şimdi kısa kısa sorular sorarak net cevaplar isteyeceğim senden… Örgütün elinde kasetin var mıydı? Hayır! Ama bir türkü kasetim var, ailemden başkası dinlemedi. Yani ne o kaset satlıktı ne de ben satlığım… • İstifa aşamasına kadar örgütten herhangi bir tehdit aldın mı? Hayır, bir tehdit ya da şantajla karşılaşmadım. “O beyanatı Zaman’a vermeseydim daha doğru olurdu” • İstifadan sonra seninle buluşmuştuk, istifanın yanlış olduğunu belirtmiştim. Sonra ortalık bu kadar bulanıkken nasıl oldu da Zaman gazetesine beyanat verdin –ki manşete çekilmişti-? O beyanatı başka gazeteye de versem aynı cümleleri söylerdim, ki sözün kuvvetinin tesiri açısından tercihimi bu yönde kullansaydım, yani Zaman’a vermeseydim, daha doğru olurdu… özel sayı 101 2015 151 HABERA JANDASÖYLEŞİ İstifamı Twitter’de duyurduğum cümlelerin peşine, söz konusu yapının hiçbir yayın organında yazmayacağıma dair söz verdiğimi belirten bir cümle daha ekledim. Bu yemini orada belirttiğim için, Zaman’a vereceğim bir beyanatın yanlış anlaşılacağını düşünmemiştim. • Bu beyanatın aleyhte kullanılacağını tahmin etmedin mi? Zira Sayın Erdoğan’ı nasıl sevdiğini iyi bilen biri olarak, AK Parti’ye “partim” diyen birinin bunları düşünmesi gerektiğine inanıyorum ve her şey yangın yerine dönmüşken böyle bir kararı uygulamanı anlayamıyorum… Ben bununla alakalı olarak safiyane bir niyetle, o beyanattan sonra “AK Parti’yi savunan bir yazar, daha makul şeyler söylüyor!” diye düşünülebileceğini tahayyül ettim. Bu olay da bu düşüncenin tezahürüydü. • Pişman mısın? Söylediğim sözler için değil, ancak Zaman gazetesi yerine başka bir tercih konusu noktasında pişmanlığımı ifade edebilirim. • Bu beyanattan sonra bir de röportajın var Zaman’ın Pazar ekinde… Evet, orada yayınlandı. Ancak o röportajda şöyle bir cümlem vardı: “Cemaat’e yakın olduğunu düşündüğüm bazı savcılar ve Emniyetçiler, Ergenekon ve Balyoz gibi dâvâlarda bir takım hukuk ihlallerinde bulundular.” Ayrıca Bugün ve Zaman gazetelerinin 7 Şubat MİT krizindeki tavırlarına yönelik eleştirilerim de o röportajda yayınlandı. Herhangi bir bozma veya cımbızlama, ayıklama olmadı. “Benim ağzımdan söz bir kere çıkar!” • Twitter’da örgütün yayın organlarında yazmayacağına 152 özel sayı 101 2015 dair bir söz vermiş olsan da, onlardan teklif aldın mı? Birebir genel yayın yönetmenlerinden değil ama orada çok güçlü olan bir isim tarafından hem TV, hem de gazetelerden herhangi birinde yer almam için 15 bin lira gazete, 15 bin lira da TV programı maaşı teklif edildi. O ücreti alsaydım, şu an belki kirada oturmayacaktım. Ancak bu teklife cevaben ilk cümlem şu oldu: “Benim ağzımdan söz bir kere çıkar. Sizinle çalışmayı düşünmüyorum...” İki buçuk yıl işsiz kaldığımda, Aksiyon Genel Yayın Yönetmeni Bülent Korucu’ya “Aksiyon’da yazabilir miyim?” diye sormuştum -ki o dönem Ali Bayramoğlu da oradaydı-, “Yazara ihtiyacımız yok!” karşılığını vermişti. O an reddedilmek değil de, bu cümlenin üç kelimeden ibaret olması incitmişti beni. Kanal Türk’te de geçmişte program yapmış ve kovulmuştum. (Kovulduğum tek yer Kanal Türk’tür.) “Ters Cephe” adlı programda sırf “KCK operasyonları sırasında tespih taneleri gibi dizilen insanların görüntüsü hoş olmadı” ve “İlker Başbuğ’un tutuklanması doğru değildir” dediğim için, programdan sadece bir gün sonra kanalla yolumu ayırdılar. • Galiba bu kovulma, İpek Ailesi’nin istememesine rağmen olmuştu… Evet! Sonradan kulağıma geldi, Akın İpek’in annesi Hanımefendi beni çok severmiş, “Bu çocuğa yanlış yapıldı” diyerek üzüntüsünü dile getirmiş. • Sevgili Fikri, bu örgüt mensubu kişilerle hâlâ görüşüyor musun? Evet, hâlâ görüşüyorum. Ancak Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, çok sıcak sohbetler ettiğim o arkadaşlarla her bir araya gelişimizde Cemaat-İk- tidar kavgasını konuşuyor ve birbirimizi incitme noktasına geliyoruz. Kendi taraflarının hatalarını da gören ama bağını koparamayan, uzun yıllardır tanıdığım bu arkadaşlarımı ikna etmekle mükellef hissediyorum kendimi. Zira bu kişileri temiz insanlar olarak biliyor ve ne savcılarla, ne Emniyet’le ilgileri olduğunu düşünüyorum. • Sence fazla bir iyi niyet değil mi bu? Çünkü sadece kendi kanallarını ve gazetelerini takip ederek yaşayan ve aradan bunca zaman geçmesine rağmen hâlâ “Biz ne yaptık ki bize zulmediyorlar?” diyen insanlar var… Benim arkadaşlarım, Cumhurbaşkanımıza ve partime küfreden insanlar değiller. Dolayısıyla önümde iki şık var: Ya ben o arkadaşlarla konuşup onları ikna edeceğim ya da birbirimizi kıracağız… Bu insanlar, yolda görüp de “Dur şunu bir ikna edeyim” dediğim kimseler değiller, yirmi yıllık arkadaşlarım bunlar. Hem bazı noktalarda ikna etmeyi başarıyorum da. O yüzden konuşmanın bence bir zararı yok. Ama konuşulamayacak eski arkadaşlar da var. Zira bunlar, ağızlarını açar açmaz hakarete başlıyorlar. Bunlarla konuşmuyorum, konuşulmaz da... “Ey işgüzarlar! Sırf doğruyu söyledi diye bu adama zulmetmeyin” • Paylaştığın Twitter mesajları neden yanlış anlaşılıyor sence? 140 karakterle yazılan 10 mesaj yazıyorsam, ikisi öne çıkarılıyor ve karşı tarafça “Bu bizim talebe!” ilan ediliyorum. Sonra diğer 8 mesaja bakılıyor ve yine karşı tarafça “Vay yalaka! Hırsızı destekliyor!” deniliyor. Twitter’in bu yüzden oluşturduğu bir sıkıntıyla karşı karşıyayım. Günlük gazete köşem yok ki detaylıca anlatayım derdimi. • Açık bir soru sorayım: Sen bir “Paralelci Örgüt” mensubu musun? Ne paralelci, ne örgüt üyesi, ne de başka bir yapının müridiyim. Ben, mevcut tarikat ya da cemaatlerden Menzil’e sempati duyuyorum ama müritlerinden değilim. Mizacıma uygun olmadığını düşünüyorum. “Örgüt” kavramı kullanımına dair bir hamle yapmamı istiyorsan, şöyle bir kıyasla açıklamada bulunmak isterim: PKK, bir terör örgütüdür; HDP ise onunla ilintisi olduğuna inandığımız insanların bulunduğu legal bir siyasî partidir ve Türkiye’deki seçmenlerce desteklenmektedir. Şiddet, silah ve vahşet unsurlarını kullanmayan masum Kürt seçmenini bu noktada ayırıyoruz yani. Bunun gibi, “paralel örgüt” konusunda da temiz insanlarla görevini suiistimal veya istismar eden, birilerini jurnalleyen, belge kaçıran suçluları ayırt etmeliyiz. • Devlet’in onlara karşı güttüğü bir haksızlık veya zulüm mü var ortada? Devlet içerisinde bürokratlar ve siyasetçiler yer alırlar. AK Parti’yi destekleyen bütün bürokratların tamamının temiz olduklarını söyleyemeyiz, içlerinde işgüzarlar da vardır. Bu işgüzarlığa şöyle bir örnek vereyim: Bir tapu-kadastro memuru, sıkı bir AK Partili, ancak bu memur, -örneğin- Fatih Koleji’nin arsası hakkında yapılan bir işlemin yanlış olduğunu dile getiriyor; bunu duyan daire amiri, AK Parti’ye hiçbir bağlılığı yokken, sırf memura karşı tavra sahip olduğu için bu ifadeyi kullanıyor ve o memurun sürülmesini, ceza almasını sağlıyor. İşte bu, vicdanları yaralayan bir durumdur! Yavuz Selim Bu noktadan hareketle hedef kitlemin devlet aklı olmadığını belirteyim. İşgüzarlara karşı demek istiyorum ki, “Ey işgüzarlar! Bu açığa aldığınız adam iyi bir AK Partili. Sırf bir doğruyu söyledi diye bu adama zulmetmeyin”. Benim derdim baştan sona bu! MİT tırlarının durdurulması hadisesiyle ilgili olarak paralel yapıya yakın veya mensup bazı isimler şunu diyorlardı: “ElKaide’ye giden silahlar vardı o tırlarda…” Aradan bir ay geçti, gündeme şu oturdu: “O tırların içinde Kısıklı’daki villadan çıkarılan dolarlar dolduruldu ve yurtdışına götürüldü…” Daha sonra da başka bir iftirayı taşıdılar gündeme. Aynı konuya farklı deliller üretmek zulümdür! Ancak bir de şöyle bir örnek vererek sorayım: NT kitap-kırtasiyenin kasa görevlisi olan bir kızcağız, sülalece AK Parti’ye oy vermiş ve yine verecek biri. Hiçbir şeyle ilgisi olmaksızın ekmek parası için orada çalışıyor. Daha sonra KPSS’ye giriyor ve mülakata alınıyor. Çalıştığı iş yerleri sorulduğunda NT referansıyla karşılaşılıyor ve hakkı olan işe alınmıyor. İşte bu da zulümdür! Yani nasıl yalan delil üretmek zulümse, bu hakkı vermemek de zulümdür. gayret edip can kurtarmaya çalışan bir yapı (devlet) var. Bu kurtulma gayreti içindeyken etrafında olan bazı kimseleri yere düşürüyor bu yapı. Bu anda yere düşenler kurtulma gayretindeki yapıya (devlete) küsmeliler mi, küsebilirler mi? Elbette hayır! Benim tek isteğim, bu olurken hatâların minimize edilmesi. Zira küçük denilen hatâlar, her yerde küçük küçükken toplamda büyük zararlara işarettirler. • Söz konusu sürecin başlangıcından beri sırf soruşturmaları sulandırmak için ortaya atılan “Ona dokunma! Buna dokunma!” çıkışının bir izahı olabilir mi? Devletin karşısında şöyle bir yapılanma var: Yaptığı her hareketle devletin hamlelerinden boşluklar elde eden ve devleti her seferinde o hamlelere karşı savunma yapmakla uğraştıran bir örgüt… Konuya şöyle bakıyorum: Mesele, insan meselesi değil, devletin bekası meselesidir. Ben “Meşru devlet mi, paralel mi?” diye sorulduğunda bu yüzden “İlle de meşru devlet!” derim. Teşbihte hatâ olmaz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin PKK ile ettiği mücadeledede elbette devletten yanaydık. Ancak devletin imkânlarını, kudretini, ismini kullanan bir komutan, Cizre’nin bir köyünde yaşayan vatandaşlarımıza dışkı yedirmeye kalkarsa, ona tepkimi göstermemeli miyim? “Gösterme! Etme!” diye diye 30 yıl boyunca edilen mücadelenin geldiği boyutları hepimiz gördük. İşgüzar komutanların bu tür işkencelerinden dolayı PKK daha da büyüdü. Şimdiki girişimler o yüzden daha cesur ve daha etkin çözümler sunuyor bize. İstiyorum ki buradan yola çıkarak daha etkin çözümler bulunsun ve masumlara zulmedilmesin. “Paralel yapı, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür” • Bu söylediklerine katılıyorum. Ancak karşımızdaki bu örgütün hayâlet kadroları, arkasında da devasa güçler var. Verilen mücadelede birtakım eksikliklerin olabileceği ama bunların da telafi edileceği ihtimaline inanmamız gerekmez mi? Ben tabiî ki buna inanıyorum. Zira bu tür yapılar karşısında devlet ilelebet payidar kalacaktır. Herkes gider, bütün isimler geçer, ama devlet Ben Tayyip Erdoğan’a “firavun” veya “hırsız” demiş olsaydım, bugün bu örgütün gazete ve televizyonlarında olur, büyük paralar kazanırdım. Birileri gibi, uhreviyat izafe ederek Sayın Erdoğan’a methiyeler düzseydim, bazı işgüzar gazete yöneticileri tarafından yine bir yerlerde yazdırılırdım. Ama ben vicdanen müsterihim... Ergenekon ve Balyoz dâvâları esasen doğru yürütülüyordu. Kuddusi Okkır hakkında “Paranın başındaydı!” diye haber yapıldı. Ancak sonrasında gerçek ortaya çıktı. O konuda da o isme zulmedilmişti. Bütün bunları söylemek, “oraya buraya sinyal çakmak” değildir. Hem oraya, hem buraya sinyal çakan adam, iki tarafın da yanlışlarını görmeyen adamdır. • Bir tarafta bir millete, devlete kasteden birileri var. Namluya mermi sürülmüş, nişan alınmış, tetik çekilmiş… Diğer tarafta da mermiye hedef olmamak için özel sayı 101 2015 153 HABERA JANDASÖYLEŞİ payidar kalacaktır, hem de ilelebet… • Terör, yalnız silahlı şiddet eylemi içeren kamusal bir eylem değildir. Zira terörün amacı, kamuyu kitlesel araçları kullanarak ayaklandırmaktır. Velev ki karşımızdaki bir “silahlı terör örgütü” niteliğinden kendini sıyırıyor görünse de tetikçileri vasıtasıyla silah da kullanmıştır, cinayet ve suikast de işlemiştir. Tabanı bir tarafa bırakarak, onların hiçbir şey bilmediklerini, göremediklerini düşünüyoruz. Peki, yukarıdaki yönetici yapıyı bir dinî cemaat olarak mı, yoksa bir terör örgütü olarak mı niteliyorsun? “Örgüt” kelimesi tek başına, “teşkilat, yapılandırılmış organizasyon” demek... O yüzden terminolojiyi burada yaptığımız gibi doğru yerlere oturtarak kullanmakta fayda var. Ve bu terminolojiyi kullandığımızda bir örgütün terör örgütü olduğu sonucu çıkarılabilir. Ayrıca açtıkları eğitim kurumlarında verdikleri eğitimle çok başarılı oldular. Seküler bir hizmet vermemiş olsalardı kendilerine “cemaat” diyebilirdik. O yüzden din terminolojisindeki “cemaat” kelimesini de bunlar için tam olarak oturtamıyorum ben. Devletin içerisine, belli bir gayeye ulaşmak maksadıyla sızmaları ya da ülkenin millî menfaatleri doğrultusunda –bilerek ya da bilmeyerek- hareket etmemiş olmaları, bugüne kadar İsrail’e çok net şekilde tavır almamış olmaları nedeniyle bence bir ıslaha ihtiyacı var bu yapının. Bunu en azından kendi içlerinde yapmalılar. Dolayısıyla üst kademe, devleti ele geçirme gayesiyle hareket eden bir örgüttür. Bu örgütün belli makamları ele geçirme gayesi taşımasına 154 özel sayı 101 2015 şöyle bir açıklama getirmekte fayda var: Belli makamlara gelen insanların çeşitli dünya görüşlerine sahip olmalarında bir problem yoktur. Öncelikle kendini saklayarak belli makamlara gelmek, etik bir problemdir. Geldikten sonra o makamı suiistimal ve istismar etmek hukukî ve siyasî bir problemdir. Hele o makamı hileyle ele geçirme konusu varsa ortada, bu durum hem ahlakî (etik), hem hukukî, hem de siyasî bir problemdir. “Gülen’in her alanda aktif olduğunu görmek, büyük bir aldatılmışlık hissi verdi” • Fethullah Gülen’e dair düşüncelerini alabilir miyim? Hayatımın hiçbir döneminde Gülen’in vaazlarından etkilenen bir adam olmadım. Onun dinî ve millî çerçevede sarf ettiği söz ve tavırla benimkisi örtüşmüyor. 17 Aralık, bu mânâda kendisine bakışıma bir değişiklik getirmedi. Fethullah Gülen’in öncüsü olduğu okulları gezip görmüş, verdikleri eğitimi bilen biri olarak daha evvel onları öven yazılar kaleme aldım. Zira Fethullah Gülen ve oluşturduğu yapının, siyasetin bu kadar içinde olduğunu düşünmüyordum. Bir siyasî lider formatından da üst bir seviyeye bürünerek her alanda aktif olduğunu görmek, açıkçası büyük bir aldatılmışlık hissi verdi. Bu ülkenin yüzde 52’sinin desteğini almış birine karşı “firavun” diyen birinin saygı ile karşılanacak bir durum olduğu kanaatini taşımıyorum. Keza, bir cemaate yakın bazı yetkililerin yanlışını dile getirirken, o cemaate gönül vermiş insanlara “sülük” demenin de saygıyla mukabele göreceğini düşünmüyorum. • KPSS skandalı hakkındaki düşüncelerinin öğrenebilir miyim? Söz konusu KPSS 2010 yılında yapılmıştı, yani üzerinden 4 yıl geçti. O yıl hile yapıldığına dair veryansın edilirken, sırf Sözcü gazetesi yazdı diye bizler itimat göstermedik. Bu noktada ihmalkârlık gösterildiğine inanıyorum. Bizi aldatan ve devleti ele geçirmeye çalışanlar, işte bu noktada başarılı olmuşlar demektir. Güvendiğimiz insanlar da olsalar, haklarında öne sürülen iddiaları araştırmalı, bu iddiaları ihmâl etmemeliydik. “Bunların alnı secdeye değiyor, bunlardan zarar gelmez!” diyenleri çok duyduk, çok gördük. İster cemaat, ister AK Parti’den olsun, “Alnı secde gören”in hırsızlık yapması mubah değildir; puan çalmak da hırsızlıktır, ihalede para çalmak da... “Tarih, onların mağlup olduklarını kaydedecek” • Fikri Akyüz, “Bizim” dediği kesim tarafından neden yanlış anlaşılıyor? Neden bir kısım insan “Fikri Akyüz paralelci mi?” diye soruyor? Bu konu üzerinde bir özeleştiri yaptın mı hiç? Her zaman özeleştiri yapan biriyimdir. Dolayısıyla her söz ve yazımın arkasındayım. Hâlihazırda kaotik bir zemin var ve insanlar, manzaralara ve konulara görmek istedikleri gibi yaklaşıyorlar. Ben Tayyip Erdoğan’a “firavun” veya “hırsız” demiş olsaydım, bugün bu örgütün gazete ve televizyonlarında olur, büyük paralar kazanırdım. Birileri gibi, uhreviyat izafe ederek Sayın Erdoğan’a methiyeler düzseydim, bazı işgüzar gazete yöneticileri tarafından yine bir yerlerde yazdırılırdım. Ama ben vicdanen müsterihim. Bana bir Twitter mesajımı gösterip “Sen paralelcisin!” diyemezler. Aynı şekilde başka bir mesajımı gösterip “Sen yalakasın!” da diyemezler. Kaldı ki, iki hitaptan da nefret ederim. Nefret ettiğim bir söylemi hak edecek ne bir söz ederim, ne de bir yazı yazarım. • Gülen hakkındaki yargılama sürecine ilişkin ne düşünüyorsun? Hakkında dâvâların açılması zaten gayet doğaldır. Hukuken söylüyorum, hakkındaki tutukluluk istisna olmalıdır. İyi bir yargılama sonrasındaki mahkûmiyet veya beraat kararını bekleyeceğiz. Ancak önemli olan tutuklamak değil, yargılamak ve bu sürecin altyapısını iyi hazırlamaktır. Tutukladığınız kişi tahliye de olabilir, beraat de edebilir. Şu anki operasyonlarda, diğer önemli davalarda bunu görmüyor muyuz? • Bundan sonraki süreci nasıl değerlendiriyorsun? Erdoğan ve örgüt açısından bu silsile sence nasıl bir sonuca erecek? Kumpas kurmakla suçlanan isimler ve daha sonra bu isimlere ekleneceklerin hak ettikleri cezalarla cezalandırılacakları kanaatindeyim. Ayrıca söz konusu paralel yapının gittikçe zayıflayacağını düşünüyorum. Tarih şunu kaydedecek: “Bu devlet içinde devleti ele geçirmek isteyenler vardı, ancak bu mücadeleden söz konusu kimseler mağlup ayrıldılar!” “Ses getiren bir medya arzu ediyorum” • Hükümet’e yakın medyayı değerlendirir misin? AK Parti, altyapı ve hizmet noktasında Türkiye’de 80 yılda yapılanları 13 yıla sığdırdı. Ancak artık kültür ve eğitim noktasında gelişim politi- kalarına ihtiyaç var. 13 yılda büyük badirelerden geçildi. Ukrayna, Suriye, Mısır, Irak ve Yunanistan’la etrafımız büyük olaylara tanık oldu. Türkiye’de kapatma dâvâları, muhtıralar, suikastlar, başörtüsü ve “Çözüm Süreci” gibi birçok başlık konuşuldu. Böyle bir ortamda istikrarın oturtulması konusu öncelik kazanmalıydı. İşte bu yüzden kültür ve eğitim ayağının bugüne kadar eksik kalmasını anlayabiliriz. Ancak 7 Haziran seçimlerinden sonra 4 yıl seçim yok. 8 Haziran’dan başlamak üzere büyük ve devrimsel kararlar alınmasını temenni ediyorum. Bu 12-13 yıl içerisinde şekillenen medya, maalesef hakkında güzel düşünülebilir bir yapı kazanmadı. Bu toplumu sağlıklı şekilde bilgilendirecek ve entelektüel yetiştirecek minvalde gayret gösterecek bir medyaya ihtiyaç var. Bu konuda şimdikiler bir gayret göstermiyor ve devşirmelerle, nevzuhur isimlerle yürüyorlar. Koca bir dâvâ böyle yürütülemez! Ben 28 Şubat’taki yayınıyla bilinen Yeni Şafak’ı ve onun gibi etkili ve etkin gazeteleri arıyorum. Ses getiren bir medya arzu ediyorum. Bir adaya gidip topluma çıplaklıktan başka bir şey sunmayarak toplumun kodlarının altına dinamit döşeyenlerle olmaz bu iş! Hürriyet’in ekiyle muhafazakâr gazetelerimizin eklerinin birbirinden farkının olmadığını görmek, içimi acıtıyor. Taklitle bu işler yürümez! Hani yerli otomobil için bir babayiğit arıyoruz ya, adam gibi bir gazete için de bir babayiğit aramalıyız! • Peki, bu gazete ve televizyonların hiç mi faydası olmadı? Bazı badireler kolaylıkla atlatılamayabilirdi, dolayısıyla bu anlamda faydaları oldu. Hürriyet’in ekiyle muhafazakâr gazetelerimizin eklerinin birbirinden farkının olmadığını görmek, içimi acıtıyor. Taklitle bu işler yürümez! Hani yerli otomobil için bir babayiğit arıyoruz ya, adam gibi bir gazete için de bir babayiğit aramalıyız! Ancak ilâve oyların gelmesini de bu medya engelledi. Ben, Hükümet’i destekleyen medyanın daha tutarlı, ayakları en sağlam şekilde yere basan bir yapıya sahip olmasının istiyorum. Yandaşlıktan gocunmayan ama yalakalık da yapmayan bir medya benim istediğim… Eğer böyle bir medya oluşturulursa, muhtemel destek oranı yüzde 60’a daha kolay ulaşacaktır. “Esas oğlan ben miyim?” • Fikri Akyüz için bir hikâyemiz var: Esas oğlan, sevdiği kızı babasından istemiş ama baba, “Seni de severim ama onu başkasıyla sözledik, bu yüzden sana veremem!” demiş. Esas oğlan babaya, kızını nasıl sevdiği- ni mi kanıtlamalı, yoksa bu sevdadan vaz mı geçmeli? Esas oğlan ben miyim? • Evet… Bakalım o kız da esas oğlanı seviyor mu? O beni sevmiyorsa, ben de onu sevmiyorum. O kızın gideceği koca efendi, temiz, munis bir adamsa hayıflanmam ama beni almayıp bir psikopatla evlenirse zoruma gider… • Bir kitap çalışması yürütüyorsun, hakkında biraz bilgi verir misin? Oldukça büyük bir arşive sahibim. İnşallah Türkiye’de yeni bir tür oluşturacak ve ilk niteliği taşıyacak mukayeseli siyasî içeriğine sahip bir tarih çalışması içindeyim. Formatı çok farklı olacak. Hedef kitlemse bölümü ne olursa olsun bütün üniver- site öğrencileri olacak. Kitabı okuyan, son yüzyılı hatmetmiş olacak. • Son sorum Sevgili Kardeşim: Hayattan beklentilerin nelerdir? Hayata hep umutla baktım. Zifiri karanlıktan çıkma uğraşında, aydınlığın geleceğine kavuşma niyetinde olan biriyim. Türkiye’nin geleceği konusunda ise bir izahım olacak. Cumhurbaşkanımıza bu konuda çok kızıyorum, zira hedef olarak 2023 Türkiye’sini ilk 10’da zikrediyor. Neden ilk 5, hatta 2040’ta da zirveyi zikretmediğine hayıflanıyorum. Türkiye, potansiyelleri olan bir ülke ve bu ülkenin lideri olarak Sayın Cumhurbaşkanımız çok önemli bir role sahip... özel sayı 101 2015 155 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ Ama etrafımız ne yazık ki bir ateş çemberi! Biz de maalesef bu ateşin ortasında yaşıyoruz. Anadolu medeniyeti tarihimize bakıyoruz da, bu topraklarda çok fazla çatışmanın olduğunu, kan ve gözyaşının aktığını görüyoruz. Etrafımızdaki coğrafyalarda da tarih boyu böyle olmuş. O yüzden ülke olarak birbirimizi sevmek, iyi niyetlerle birbirimizi kucaklamak durumundayız. Bu ülke, sığınacak tek limanımız! *** Biz ev sahibiyiz ve “Ensar” tarafında olduğumuz için şükrediyoruz. Bizim geleneğimizde “Ensar” olmak, kucak açmak var. Suriye’de, 2011’de başlamış savaş. Esed’in zulmünden kaçanlar, Türkiye’yi bir güvenilir liman olarak görmüş ve gelmişler... *** Orada arkadaşlarla şunu dedik: Bu insanlar vatanlarında nasıl bir zulüm ve işkenceye tâbi tutulmuşlar da burada, bu şartlara razı oluyorlar, bu şartları tercih ediyorlar? Fakat bakıyorsunuz ki, onlar Urfa’da memnunlar. İnanılamayacak kadar kötü kış şartları, dört duvar arasında, hatta duvar bile değil, çadırlarda mes’ud olduklarını görüyorsunuz. Bir hanım üç gün önce doğum yapmış; hava 156 özel sayı 101 2015 Hilmi Türkmen Üsküdar Belediye Başkanı Nesrin Çaylı // nesrincayli.ajanda@gmail.com Ensar olmanın şükrü nasıl edâ edilir? B İR coğrafyanın göklerinde kuşlar kanat çırpıyorsa o coğrafyanın verimliliğine, çok çocuk varsa ve o çocuklar mutlu ise o coğrafyanın güçlü bir geleceğe sahip olacağına işaret ettiğine inanıyorum. Benim ülkemin göğünde kuşlar kanat çırpıyor Elhamdülillah! Çocukların ve gençlerin yüzü eskisinden daha çok gülümsüyor. >> Üsküdar Belediyesi, çocuklara ve gençlere yönelik ciddi çalışmalara imza atıyor. Yaşadığım semtin belediyesi muhalefetten olunca, yaşadığım semte uzak olmasına rağmen böyle güzel projeler gerçekleştiren belediyelerin çalış- malarını -örnek teşkil etmesi için- duyurma gayretine düşüyorum. Hele ki çocukları ilgilendiren ve onların tertemiz dünyalarını zenginleştirmeye yönelik yapılan işlerse bunlar, “Durmak olmaz!” diyorum. Yaklaşık 10 yıldır atölyemde, sanatın renkleri, şiirin ahengi ile çocuk dünyalara renkçe ve Türkçe konuşmanın nasıl güzel bir şey olduğunu öğretmek için çabalıyorum. Ve o masum kalplerden beslenerek, yanımızda yöremizde kol gezen çirkinliklere direnebiliyorum. Bu yüzden çok önemli buluyorum çocuklara yapılan her bir yatırımı, verilen tüm emekleri ve de gönülden kutluyorum. İşte Üsküdar Belediyesi, geçtiğimiz günlerde çocuklar ve gençlerle ilgili güzel çalışmalarına iki yeni proje daha soğuk, bebek ağlıyor beşikte; bebeğini emzirmesi gerek ama yeterli gıdaları yok… Soruyoruz bu manzarayı görünce “Burada olmaktan memnun musunuz?” diye... “Evet!” diyorlar, “Bizim ülkemizde zulüm var, katliamlar var, tecavüz var, şiddet var... Burada en azından güvendeyiz, huzurdayız”. *** Her yerde söylüyorum: Cumhuriyet’in 92. yılındayız, değil mi? 80. yılı, 2003... Cumhuriyet’ten sonra 80 senede yapılanları terazinin bir kefesine, son 12 yılda yapılanları da diğer kefesine koyun, hangi sahada olursa olsun, son 12 yılda yapılanlar kesinlikle daha ağır basar. *** Neticede, iktidarın hizmetleri ve bizlerin yereldeki hizmetleriyle boy ölçüşemezler, öyle bir ufukları yok! Bu millet de bunu görüyor. Düşünebiliyor musunuz, bir parti, 2001’in 14 Ağustos’unda kuruluyor, kurulduktan 14 ay sonra, 3 Kasım 2002’de seçiminden tek başına iktidar olarak çıkıyor. 12 yıldır iktidarsınız, içinizden iki Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız ve yine Allah’ın izni ile bu iktidar devam ediyor. Dünya siyasî (partiler) tarihinde böyle bir başarı yok! Bu kolay bir iş değil ki... özel sayı 101 2015 157 HABERA JANDASÖYLEŞİ Kartı teslim ediyoruz ve kolilerle dolu belediye araçları ve çalışanlarıyla görünmüyoruz bile. Gösterişten uzak, hakikî ihtiyacı karşılayabilecek bir yöntem bu. Gösterişe ihtiyaç yok! Orasında değiliz ki işin... Yaşlı, fakir ya da paraya muhtaç kimsenin de onuru ve gururu var. Onu kıramayız. Siyaset uğruna niçin yaşlı annemizin, babamızın, teyzemizin, ablamızın onurunu incitelim!? ekledi. Dergilerimiz Kültür Ajanda ve Haber Ajanda ise bu iki çalışmaya gönülden destek verdi. Atölyem “Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi”nin öğrencileri olan “Bahar Çiçekleri” de “Suriyeli mülteci kardeşlerine” oyuncak armağan eden Üsküdar Belediyesi’ne heyecanla desteklerini sundular. Evet, bu iki güzel projenin ilki, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganı ile başlatılan oyuncak kampanyasıydı. İkinci güzel proje ise, 7 dönümlük bir arazi yalnız çocuklara tahsis edilerek, onları sanal ortam oyunlarından ve ekran karşısından kurtaracak, toprakla hemhâl olmalarını sağlayacak bir proje. Sloganları ise harika: “Üsküdar’ın fidanları toprakla buluştu!” İşte beni heyecanlandıran bu 158 özel sayı 101 2015 iki projenin detaylarını öğrenmek ve genel seçim arefesinde Üsküdar Belediye Başkanı Sayın Hilmi Türkmen’in değerlendirmelerini almak üzere Sayın Başkan’la güzel ve samimî bir söyleşi gerçekleştirdik. Aynı zamanda AK Partili belediyelerde sayılı özel kalem müdirelerinden biri olan Üsküdar Belediyesi Özel Kalem Müdiresi Gülsüm Hasbal İsmailoğlu ile kampanyayı değerlendirdik. Evet, gündemimiz çocuk olunca, masum kalplerin ve zihinlerin hayatın çirkinliklerinden korunması için yapılan her çalışmanın birer fiilî dua olduğunu düşünüyor, sizleri söyleşimizle baş başa bırakıyorum. *** “Bu ülke, sığınacak tek limanımız!” • Yakın zamanda çocuklarla ilgili iki güzel projeyi hayata geçirdiniz. Bu çalışmalarınızdan söz etmeden önce, Hükümetimizin mültecilerle ilgili duyarlılığı hakkında neler söylemek istersiniz? Öncelikle, bu hayırlı çalışmamızdan insanların haberdar olmalarını sağladığınız için teşekkür ediyorum... Bizim medeniyetimiz, inançlarımız ve geleneklerimiz, bize yardımlaşmayı, “neme lazımcı” olmamayı, paylaşmayı, “komşusu açken tok yatmamayı” öğretir, tavsiye eder. Hele bu durum aç ve açıkta olanlarla, muhtaç veya savaş mağduru kimselerle ilgiliyse, hele hele de bunun içinde çocuklar varsa uyumamamız, bu işin peşine düşmemiz lazım. İnananlar ve Türk halkı ola- rak ne kadar hamd etsek azdır, zira cennet gibi bir vatanda yaşıyoruz. Memleketimizin her köşesi muazzam. Her şehrine, her köşesine gitmesek de, pek çok yere gidip gördük ki her yörenin kendine ait, muhteşem doğal güzellikleri var. Yerüstü ve yeraltı kaynakları, verimliliği, havası, suyu, bitki örtüsü ile Anadolu’nun her bir köşesi ayrı bir güzellik ve değere sahip. Ama etrafımız ne yazık ki bir ateş çemberi! Biz de maalesef bu ateşin ortasında yaşıyoruz. Anadolu medeniyeti tarihimize bakıyoruz da bu topraklarda çok fazla çatışmanın olduğunu, kan ve gözyaşının aktığını görüyoruz. Etrafımızdaki coğrafyalarda da tarih boyu böyle olmuş. O yüzden ülke olarak birbirimizi sevmek, iyi niyetlerle birbirimizi kucaklamak durumundayız. Bu ülke, sığınacak tek limanımız! • Evet, tasvir ettiğiniz bu coğrafyada yaşamanın şükrünü edâ etmeli... Doğru! Bugün Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da kan ve gözyaşı hâkim. Onlar için sığınacakları bir liman var; onlara Türkiye kapılarını açtı. Cumhurbaşkanımız, yetkililerimiz, Hükümetimiz, devlet büyüklerimiz, -sağ olsunlar- “serbest sınır-açık sınır” ilkesi uyguladılar ve savaştan, zulümden kaçanlar, kendilerini Türkiye’ye, Anadolu’ya attılar. Hamd ediyoruz ki huzurlu, zengin ve mümbit topraklarımız var. Ensar olmanın şükrü • Mülteciler hakkında muhalif görüşler ve memnuniyetsizlikler var. Sizce mültecilerin durumunu nasıl okumalıyız? Şu an ülkemizde, sadece Suriye’den savaş sebebiyle göç eden 2 milyon mülteci var ve bunun 500 bini çocuk. Bugüne Nesrin Çaylı kadar bu mülteciler için ödenen kaynak, 5 milyar dolar. Hamdolsun, var ki harcanıyor. Bir zamanlar çalışanlarımızın maaşını ödeyemeyen bir ülkeydik, bugünse yardımlardan söz ediyoruz. Helali hoş olsun! Keşke daha çok imkân olsa, daha çok yardımlaşsak... Biz ev sahibiyiz ve “Ensar” tarafında olduğumuz için şükrediyoruz. Bizim geleneğimizde “Ensar” olmak, kucak açmak var. Suriye’de, 2011’de başlamış savaş. Esed’in zulmünden kaçanlar, Türkiye’yi bir güvenilir liman olarak görmüş ve gelmişler, kapılarımızı açmışız. Başta sınır illerimiz olan Hatay, Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş ve o civarda olmak üzere bütün illerimizde Suriyeliler var. Hatta İstanbul’da da mevcutlar… Tabiî göçen ya da iltica eden mültecilerin hayat şartları zor; Suriye’de kim bilir ne güzel bir hayatları vardı... Bağ bahçe sahibiydiler belki de... Ama bir gece ansızın yollara düşüp geldiler, ansızın fakirleştiler. Bir günlük iş… O yüzden bu dünya kimseye kalmaz! Kimse “Ne oldum?” demesin! “Ne olacağım? Yarınımız ne olacak?” demeliyiz. Mülteci kamplarından kelimelerle bir resim • Son projenizden biri, Suriyeli mülteci çocuklara yönelik… Daha önce mülteci kamplarında bulundunuz mu? Bundan üç ay önce AK Parti İl Başkanlığı, Suriyeli mülteciler için bir yardım kampanyası düzenledi. Sloganımız şuydu: “Kış soğuktur, üşütür; İstanbul’un kardeşliği ısıtır...” Bu kampanyaya AK Partili belediyeler olarak destek olduk; 150 tırı aşan miktarda yardım toplandı. • Nasıl duygular yaşadınız? Suriyeli mülteci kardeşlerimizin hâlleri, tepkileri nasıldı? İçerisinde sobalar, ısıtıcılar, giyecekler ve yiyecekler, sağlık ve hijyen malzemeleri olan 150 tırla Şanlıurfa’ya vardık, kampları ve evleri ziyaret ettik. Ne yazık ki, gördüğümüz perişan hâlden ötürü insanlığımızdan utandık! Orada arkadaşlarla şunu dedik: Bu insanlar vatanlarında nasıl bir zulüm ve işkenceye tâbi tutulmuşlar da burada, bu şartlara razı oluyorlar, bu şartları tercih ediyorlar? Fakat bakıyorsunuz ki, onlar Urfa’da memnunlar. İnanılamayacak kadar kötü kış şartları, dört duvar arasında, hatta duvar bile değil, çadırlarda mes’ud olduklarını görüyorsunuz. Bir hanım üç gün önce doğum yapmış; hava soğuk, bebek ağlıyor beşikte; bebeğini emzirmesi gerek ama yeterli gıdaları yok… Soruyoruz bu manzarayı görünce “Burada olmaktan memnun musunuz?” diye. “Evet!” diyorlar, “Bizim ülkemizde zulüm var, katliamlar var, tecavüz var, şiddet var... Burada en azından güvendeyiz, huzurdayız”. • Ziyaretinizden bir resim istesek, o resmi kelimelerle nasıl çizersiniz? Ayakları çıplak çocuklar... İmkânsızlık, temizliğe dahi engel olmuş; yaralıları var, üşüyorlar... Küçücük bir oyuncak verince açlıklarını unutuyor, hemen oynamaya başlıyor ve gülümsüyorlar. Çocuk işte!.. • “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” şeklinde sloganlaştırdığınız kampanyanız bu ziyaretin sonrasında mı planlandı? Evet, o tecrübemizden sonra Üsküdar’a dönünce, bu çocukların mutluluk vesilesi olmayı istedik. 500 bin çocuktan söz ediyoruz; geldik ve hemen arkadaşlarla istişarelerimizi yapıp bir kampanya hazırlığına giriştik. Sloganımız da çok güzeldi: “Onları mutlu etmek çocuk oyuncağı!” Çocukları mutlu etmek isterseniz, bu iş, oyuncak kadar kolaydır aslında. Gerçekten alaka çığ gibi büyüdü. Oyuncaklar kumbaralarımızda birikti. Biliyorsunuz, 23 Nisan, çocuklara atfedilmiş tek millî bayram ve dünya çocuklarının bayramı. İşte biz de 23 Nisan günü, Çocuk Bayramı’nda, savaşın çocukları “mutlu olsunlar” diye Üsküdar’ın çocuklarıyla Urfa’ya gittik. Sabah 07:00’da başladı yolculuğumuz. İlk durağımız, Suriyeli çocukların eğitim gördüğü bir okul oldu ve orada 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamalarına katıldık. Üsküdarlı çocuklar, Suriyeli yaşdaşlarına kendi elleriyle bizzat teslim ettiler hediyelerini. Bayram işte bu! Alan bayram etti, veren bayram etti… En önemlisi de çocuklar bayram etti! Dahası, sebep olanlar ve emeği geçenler de bayram etti. Tam bir 23 Nisan Çocuk Bayramı oldu... “Çocuklar mutlu, biz mutluyuz!” • Kaç kumbaranız vardı ve bu kumbaralar nerelere konmuştu? Aslında Üsküdar sınırları içindeydi proje, 180-200 kumbaramız vardı; fakat duyan arıyor, biz de kumbaralarımızı farklı ilçe ve illere gönderiyorduk. Üsküdar Belediyesi’nin bir kampanyasıydı bu, fakat herkes sahiplendi. Devletin en tepesinden en ücra köşesine kadar ulaşan bir kampanya oldu. Sayın Cumhurbaşkanımız, Hükümetimiz, bakanlarımız, milletvekillerimiz, STK’larımız kumbaralarımıza oyuncak attı. • Oyuncakların kullanılmış veya yeni olması önemli miydi? “Kullanılmamış” olması konusunda hassasiyetimiz yüksekti. Bu anlamda uyarılarımız oluyordu. Paketinde ve yeni bir oyuncak olmalıydı. Daha önemlisi “Şiddet içerikli oyuncaklar gönderilmemeli!”ydi... • Kumbaralara atılan oyuncaklar için bir denetleme var mıydı, gelen oyuncaklar değerlendirilip uygunluğuna göre mi ayrıldı? Evet, oyuncaklar hem paketli, hem de hijyenik olması açısından, ayrıca yaş sınırlarına uygunluk bakımından değerlendirilip ayrıldı. Satranç takımları, bisikletler, bebekler, arabalar, kız ve erkek çocuklarının ilgi alanlarına göre sınıflandırıldı. Bunları güzelce koliledik ve içinde ne olduğunu ve miktarını kolinin üzerine yazdık. Ömrümüz kandilsiz kalmasın! • Bu yıl 23 Nisan’ın bir başka güzelliği daha vardı: Regaip Kandili... Evet, Regaip Kandili olması dolayısıyla Şanlıurfa’da Balıklı Göl’deki “Hz. İbrahim’in makamı” diyebileceğimiz camide bir de kandil programı icra ettik. Şanlıurfa Müftümüz ve Valimiz ile görüştük, Üsküdar’dan ülkemizin seçkin hafızları ve mevlithanlarıyla birlikte gittik, yanımızda da 10 bin paket kandil simidi götürdük ve çadırlarda, kamplarda, okullarda ve camide dağıttık. Böylelikle bir Üsküdar klasiğini de Şanlıurfa’ya taşımış olduk. Günübirlik, ama dolu dolu bir program oldu. • Sayın Başkanım, olmasını isteyip de sahip olmadığınız bir oyuncak oldu mu hiç? Benim hiç oyuncağım olmadı. Günümüzde oyuncak olarak gördüğümüz o güzel oyuncakların hiçbiri yoktu. Bizim köyde tahtadan yapılma bir kızağı- özel sayı 101 2015 159 HABERA JANDASÖYLEŞİ görüldüğü gibi, duyarlılığınızı belki de toprakla temas halinde olan çocukluğunuza borçlu olabilir misiniz? Çok doğru! “Toprak, çamur” diyoruz ya, biz, Üsküdar Belediyesi olarak bir ilki daha gerçekleştirdik ve bir örneği daha olmayan şu projeyi geliştirdik: Üsküdar Belediyesi Bilgi Evleri’nde 30 bine yakın çocuk eğitim görüyor. Kuzguncuk’ta vakıflara ait bir bostan vardı, orayı kiraladık ve yeniden 6-7 dönümlük alanı bahçe olarak düzenledik. Bu bahçeye bilgi evi çocukları geliyor; domates, salatalık, biber, patlıcan gibi fideleri dikiyorlar. Her bilgi evinin bir bahçesi var. Oranın sahibi de bilgi evi çocukları. Geçen haftalarda fidelerimizi birlikte diktik. • Dikilen fidelerin bakımından da çocuklar mı sorumlu olacak? Üsküdar Belediyesi, geçtiğimiz günlerde çocuklar ve gençlerle ilgili güzel çalışmalarına iki yeni proje daha ekledi. Dergilerimiz Kültür Ajanda ve Haber Ajanda ise bu iki çalışmaya gönülden destek verdi. Atölyem “Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi”nin öğrencileri olan “Bahar Çiçekleri” de “Suriyeli mülteci kardeşlerine” oyuncak armağan eden Üsküdar Belediyesi’ne heyecanla desteklerini sundular. mız vardı. Yaylada, özellikle bir dağın tepesine çıkar, 1-2 kilometre kayardık. Çok tehlikeli bir oyundu. Kızağımız iyi kaysın diye de annemize söylemeden, (bilirsiniz bizim tereyağımız meşhurdur Trabzon’da) dolaptan yağı alır, kızağımızın altına sürer, kayardık. Arabadır, bisiklettir, bu tür oyuncaklarımız olmadı bizim... • Zamane çocuklarından daha mı mutluydunuz acaba? Mutluyduk, ancak şöyle ifade 160 özel sayı 101 2015 etmeliyim: Çok doğal, çok sade bir hayatımız vardı. En önemlisi de toprakla iç içeydik. Şehirlerdeki beton yığınları arasında büyümedik. Çocukluğumuz dağda, bayırda, toprakta, çamurda geçti. Doğa ile iç içe geçti çocukluğumuz. Üsküdar’ın fidanları • Toprakla bağımız koptukça ve beton yığınları arasında kayboldukça kalplerimizin katılaştığını düşünüyorum. Şefkat projelerinizden de Birkaç günde bir gelip, bahçelerindeki fideleri sulayacaklar. Çocuklarımızı belediye imkânlarımızla oraya götürüp getireceğiz, toprakla haşır neşir olacaklar. Elleri toprağa değecek, üstleri başları toprak kokacak, çamurlanacaklar. Kitaplarda ve manavlarda, pazarlardaki tezgâhlarda gördükleri sebzeleri elleriyle, kendi emekleriyle yetiştirecekler. Bir de toprakta nasıl göründüğünü öğrenecekler. Onlara, “Çocuklar! Artık anne ve babanızın pazardan hazır alıp getirdikleri domates ve salatalığı yemeyeceksiniz. Burada kendiniz yetiştireceksiniz ve çok daha lezzetli olacak” diyorum; çok mutlu oluyorlar, adeta bu mutlulukla uçuyorlar. • Üretmeyi de öğretiyorsunuz... Tabiî… Tüketimden üretime bir güzel adım bu! Orada da sloganımız şu: “Üsküdar’ın fidanları toprakla buluştu!” • Ben bu tür projelerin siyasî olmaktan çok vicdanî olduğunu düşünüyor ve adına “şefkat projeleri” diyorum. Mark Twain, “Şefkat öyle bir dildir ki kör de görebilir, sağır da işitebilir” diyor... Çok doğru bir ifade! “Siyaset uğruna değerlerimizi harcamaktan kurtulmalıyız!” • Hangi duyarlılıkla hayata geçirilmeli bu tür projeler? Bu tür işler şovla, görüntüyle, gösterişle olmaz! Ancak gönüllülük üzere Allah rızası için yapılır. “Vatandaşın bir yarasına merhem olunabiliyor mu?” diye bakılmalıdır. O zaman bu tür işler bereketlenir. • Böylesi hassasiyetle hazırlanmış ve hayata geçirilmiş başka “şefkat” projeleriniz var mı? Biliyorsunuz, belediyeler fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine kumanyalar halinde paketler veriyor; biz bu işi kaldırdık ve kredi kartı gibi bir kart verdik. Üsküdar’da 5 bin ihtiyaç sahibi vatandaşımıza kartlarını teslim ettik. Kartın adı “Üsküdar Destek Kartı”. Vatandaşımız doğrudan kendisi market veya bakkaldan istediğini alıyor. Vatandaşımızın ihtiyacını ucuz gıdalarla sınırlandırmayalım, neye ihtiyacı varsa onu alsın istedik. Kartı teslim ediyoruz, işimiz bitiyor. Artık kolilerle dolu belediye araçları ve çalışanlarıyla görünmüyoruz. Gösterişten uzak, hakikî ihtiyacı karşılayabilecek bir yöntem bu. Gösterişe ihtiyaç yok! Orasında değiliz ki işin... Yaşlı, fakir ya da paraya muhtaç kimsenin de onuru ve gururu var. Onu kıramayız. Siyaset uğruna niçin yaşlı annemizin, babamızın, teyzemizin, ablamızın onurunu incitelim!? • Kart sahibi istediği her yer- Nesrin Çaylı de bu kartı kullanılabiliyor, dilediğini alabiliyor mu? Bu kartla istediği marketten, istediği ürünü alıyor. Mecbur mu bizim vereceğimiz makarnayı, pirinci, çayı, çorbayı tüketmeye? Gidip yumurta, et veya kahvaltılık ne ihtiyacı varsa almalı. “Şefkat Projesi” dediniz ya, işte budur! Böyle olması ve buna doğru gitmemiz lazım. Artık insanımız da bunu görüyor. Değer vermek, adam yerine koymak önemli. Siyaset uğruna değerlerimizi harcama yanlışlığından kurtulmamız gerekiyor. “Gençlerle ısrarla arkadaş olmalıyız” • Çocuklara yönelik oyuncak ve fidan projelerinizi yakından takip ediyorum. Peki, gençlere yönelik çalışmalarınız nelerdir? Üsküdar Belediyesi olarak gençlerle ilgili çok ciddi hamlelerimiz ve hedeflerimiz var. Ancak bunun yanında ne yazık ki onlara dair kaygılarımız da var. Bir sloganımız var: “Gençleri iyilerle, iyiliklerle arkadaş edeceğiz.” Her çocuğun arkadaşı, bir çevresi var. Fakat biz bu çevreyi iyi insanlardan oluşturmak istiyoruz. İyi insanların uğraşlarıyla uğraşmalarını istiyoruz. Nedir bu iyi uğraşılar? Kültürdür, eğitimdir, sanattır, spor aktiviteleridir, meslektir... İşte biz bu gençlerimizin iyi insanlarla buluşması adına çalışmalar yapıyoruz. Gençler için yeni bir anlayışla bilgi evlerimizde, çocuk akademilerimizde çalışmalar devam ediliyor. Parklarda spor tesisleri oluşturuyoruz, kafeteryaların muhabbet merkezleri hâlini almasını istiyoruz. Gençler futbolu çok seviyorlar; onlar spor tesislerinde top oynarken, aileleri gelecek, biz gideceğiz ve orada bir sohbet halkası oluşturacağız. Gençler bize gelmiyor, öyleyse biz onlara gitmeliyiz ki gidecekleri kötü alanlardan onları koruyabilelim. Gençlerle arkadaş olmamız lazım. Aksi takdirde uyuşturucu, hatta Bonzai gibi illetlerle, başka tür tehlikelerle karşı karşıya kalabilirler. Bu yüzden ısrarla arkadaş olmalıyız. Biz olmazsak, başka birileri muhakkak arkadaş oluyor. Yanlış insanlarla arkadaş olmalarını engellemenin tek yolu, onları bizim arkadaş edinmemizden geçiyor. Çevre çocuğu etkiliyor; “geleceğimizin teminatı” dediğimiz çocuklarla ilgilenmek, boynumuzun borcudur. Yüzme, futbol, hentbol, tekvando, güreş ve judo gibi pek çok faaliyet alanımız var. Geçenlerde, “Doğu sporlarıyla gençlerimiz ilgilensinler” diye Burhan Felek Kültür Merkezi’mizi hizmete açtık. Hâsılı, her işimiz çok önemli, ama gençlere yapılan yatırım çok daha önemli. Onları yok sayamayız! İşe adam değil, adama iş! • Bir yıl önce göreve geldiğiniz zaman görüştüğümüzde ÜSKİM projenizden söz etmiş, 5 yılda 5 bin işsize iş temini yapılacağını söylemiştiniz. Tam bir yıl sonra, “En az bin kişi işe girmiş olmalı” desem… Evet, diyebilirsiniz. Şu an ÜSKİM’e (Üsküdar İş Merkezi) tam 15 bin müracaat var. Daha bir yıl henüz dolmuşken 3 bin kişi işe başladı. Bunlar inşallah devam edecek. Bu önemli bir konu! Bazen iş arayan işe, işveren de iş arayana ulaşamıyor, doğru kaynaktan eleman temin edilemiyor. ÜSKİM aracılığı ile doğru işe doğru eleman yahut “yeteneğe uygun iş” bulma noktasında köprü görevi yapıyoruz. 3 bin kişi işle, iş veren de doğru kişilerle buluşturuldu. Hamdolsun, bir yıl dolmadan bu rakama ulaştık. Biz buna şükrediyoruz… “Hizmette sınır tanımıyoruz!” • Haziran ayında gerçekleşecek genel seçimler hakkında kısa bir değerlendirme yapmanızı rica etsem... Az önce de bahsettiğimiz gibi, güzel bir ülkemiz var. Demokratik ve laik bir hukuk devletiyiz. Demokrasi ile idare edilen bir Cumhuriyetiz. Seçim, hür irade ile yapılan bir uygulama; hamdolsun ülkemizde darbe dönemleri geride kaldı, vatandaş iradesini sandığa yansıtıyor ve sandıktan çıkan sonuca göre yönetiliyor. Şu an seçimlere iki aydan daha kısa bir süre kaldı, yine sandığa gideceğiz. Vatandaşımız son sözü söyleyecek, karar onun... • Geçmişten günümüze bir tablo çizseniz... Ülkemizde, son 12 yılda AK Partimiz hem genel idarede, hem yerel yönetimlerin çoğunda iş başında. Baktığımızda, 2002-2015 arası 13 yıllık yolculukta gerçekten de (hamdolsun) bir yerden çok önemli yerlere gelindi. Türkiye, artık hem içeride, hem dışarıda sözü edilen bir ülke hâline geldi. Eskiden ülkemizin gündemi dışarıda belirleniyordu. Şimdiyse ülkemiz gündem belirler bir hâle geldi. Dünyada konuşuluyoruz artık; kendi gündemimizi belirlemekle birlikte, dünyanın da gündemini belirliyoruz. Dolayısıyla siyasî anlamda itibarımız arttı, ekonomik anlamda zenginleştik. Dünyanın en büyük ekonomileri arasına girdik. Biliyorsunuz, ekonomik imkânlar yükseldi. Faizlere, enflasyona baktığımızda hayli ciddi bir başarıya ulaştık. Çift ha- neli enflasyon değerlerini hatırlıyorum da hayâl bile edemezdik tek haneli rakamlara ineceğini. Şimdi tek haneli rakamların 5’ini, 4’ünü beğenmez hâle geldik. Terazinin iki kefesine bir bakalım… • Seçmen de aynı şekilde mi okuyordur yapılanları? Siyasî ve ekonomik istikrar, birbiriyle etle tırnak gibidir, ayrılamaz. Milletimiz devamlı bu istikrara 12 yıldır “Evet!” dedi. Vatandaşımız ekonomik noktayı görüyor ve bu noktadan geriye dönmeyeceğine de inanıyor. Dolayısıyla bu seçimler, siyasî istikrar anlamında önemli ve sevgili vatandaşlarımız, bu hizmet yolculuğuna, bu proje anlayışına yine “Evet!” diyeceklerdir. Her yerde söylüyorum: Cumhuriyet’in 92’nci yılındayız, değil mi? 80’inci yılı, 2003... Cumhuriyet’ten sonra 80 senede yapılanları terazinin bir kefesine, son 12 yılda yapılanları da diğer kefesine koyun, hangi sahada olursa olsun, son 12 yılda yapılanlar kesinlikle daha ağır basar. Eğitim, sağlık, çevre, altyapı, üst yapı ve dilediğiniz herhangi bir alanı alıp kıyaslayın… 25-26 havalimanı vardı, bugün 52 havalimanı var. 75 üniversite vardı, bugün 176 adet var. Sadece trafiğe kayıtlı araç sayısı 2002’de 4 milyon, bugün 18 milyon… Hangisini sayalım?! Derslik sayısı şu an 450-500 bin civarında ki bunun 250300 bini son 10 yılda yapıldı. 850 bin öğretmen var Türkiye’mizde, bunun yarısı son 10 yılda atandı. Şimdi atama yaygarası koparılıyor maalesef, bunlar üzücü... Çocukların okul kitaplarının ücretsiz dağıtılması, FATİH Projesi ve ulaşımsa dünya standartlarını aşmış durumda. özel sayı 101 2015 161 HABERA JANDASÖYLEŞİ // 23 NİSAN URFA ALBÜMÜ Sosyal huzurun temini ve geleceğin inşası Hayrda yarışan, çocukların kalbine mutluluk, yüzüne taze bir gülüş armağan eden bütün projeleri önemsediğimizi belirtiyor, Üsküdar Belediyesi’nin, bu ve bundan sonra imza atacağı “Şefkat Proje”lerini yerel yönetimlerin, sanata, kültüre, gençliğe ve özellikle çocuklara yönelik yaptıkları ve yapacakları çalışmaların destekçisi olacağımızı ifade ederek başarılar diliyoruz. Zira biz, yerel yönetimlerin gençliğe ve çocuklara yapacakları her bir yatırımla sosyal huzurun teminine, geleceğin daha sağlam inşa edilebileceğine inanıyoruz. 162 Ü SKÜDAR Belediyesi’nin organize etmiş olduğu “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganıyla gerçekleştirilen Suriyeli çocuklar için oyuncak kampanyasının hayata geçirilişine bizzat şahit olduk. Dergimiz Kültür Ajanda’nın da yazarlarıyla birlikte gönül desteğinde bulunduğu bu etkinliğe 23 Nisan 2015 tarihinde Şanlıurfa’ya giderek iştirak ettik. >> Kampanya boyunca, dev kumbaralarda toplanan oyuncaklar 7 TIR ile İstanbul’dan hareket ederek 23 Nisan günü Şanlıurfa’ya ulaştırıldı. Etkinliğe, Yenice Mahallesi’nde bulunan Suriyeli Misafirler Bilgi ve Eğitim Merkezi’nin bahçesinde düzenlenen tören ile başlandı. Törene Şanlıurfa Valisi İzzettin Küçük, Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen, Şanlıurfa Büyükşehir Belediye Başkanı Celalettin Güvenç, Toplumsal Girişim Merkezi Başkanı Saadet Gülbaran ile STK temsilcileri ve vatandaşlar katıldı. Dergimiz adına ise Ajanda Yönetim Kurulu Başkanı Yavuz Selim, Kültür Ajanda Genel Yayın Yönetmeni Nesrin Çaylı, yazarlarımızdan Mehmet Şeker, Fikri Akyüz ve Nehir Aydın Gökduman katıldı. Şanlıurfa Belediyesi, Valiliği ve Müftülüğünün de katılımı ve katkıları ile düzenlenen bu etkinlik gün boyu sürdü. Mülteci kampları ziyaret edildi, Regaip Kandili olması nedeni ile Kur’an-ı Kerim tilaveti ve mevlit-i şerif okundu, kandil si- özel sayı 101 2015 mitleri dağıtıldı. Suriye’de ki iç savaş nedeni ile Türkiye’ye sığınan 2 milyon mültecinin 600 binini bağrına basan, onları her şart ve imkânları ile kucaklayan Şanlıurfa halkını, gösterdiği büyük gönüllüklerinden dolayı kutluyoruz. *** Üsküdar ve Şanlıurfa Belediye başkanlarının, yetkili katılımcıların yaptığı duyarlı konuşmalar, Suriyeli mülteci çocukların söylediği şarkılar ve dağıtılan oyuncaklarla duygusal anlar yaşandı. Türk bayraklarının, balonların, rengarenk bisikletlerin ve daha pek çok oyuncağın dağıtıldığı bu organizasyonda çocukların sevinci görülmeye değerdi. Bir çocuğun yüzünde tebessüm olmayı seçen, bu duyarlılıktan ecirden başka bir şey beklemeyen Üsküdar Belediye Başkanı Av. Hilmi Türkmen’e, Urfa Belediye Başkanı Celalettin Güvenç’e her iki belediyenin Sosyal ve Kültür İşleri Müdürlüğü’ne, emeği geçen bütün güzel çalışanlara, hassaten ve bizzat dergimizi ve ya- zarlarımızı davet ederek böylesi bir sevincin ve hayrın bir parçası olmanın huzurunu armağan eden Üsküdar Belediyesi Özel Kalem Müdiresi Gülsüm Hasbal İsmailoğlu’nu tebrik ediyor, teşekkürlerimizi sunuyoruz. Alternatif medyanın olumsuz yaklaşımlarını kınıyor, böylesi kalabalık ve çok kapsamlı bir organizasyonda olması ihtimal küçük aksiliklerin büyütülmesinin, yapılan çalışmanın niteliğine dair bir hazımsızlık işareti olduğunu düşünüyoruz. Son tahlilde, hayrda yarışan, çocukların kalbine mutluluk, yüzüne taze bir gülüş armağan eden bütün projeleri önemsediğimizi belirtiyor, Üsküdar Belediyesi’nin, bu ve bundan sonra imza atacağı “Şefkat Proje”lerini yerel yönetimlerin, sanata, kültüre, gençliğe ve özellikle çocuklara yönelik yaptıkları ve yapacakları çalışmaların destekçisi olacağımızı ifade ederek başarılar diliyoruz. Zira biz, yerel yönetimlerin gençliğe ve çocuklara yapacakları her bir yatırımla sosyal huzurun teminine, geleceğin daha sağlam inşa edilebileceğine inanıyoruz. Nesrin Çaylı özel sayı 101 2015 163 HABERA JANDASÖYLEŞİ ğin önemli. Bırak dedikoduyu, ne yapıyorsan onu göster! O yüzden 7 Haziran’da yapılacak olan seçim önemlidir. Sayın Cumhurbaşkanımız da bu yüzden, “Bize bu rejim dar geliyor artık!” diyor. Yeni, sivil bir anayasa ile başkanlık sistemine geçmemiz lazım. Yeni Türkiye’den bahsediyoruz; öyleyse bu, yeni anayasa ve yeni sistem demektir. Tabiî bugün buna karşı çıkıyorlar ama karşı çıktıklarının ne olduğunu bilseler üzülmeyeceğiz, körü körüne bir karşı çıkma var. Bu işi kişi nezdinde değerlendiriyorlar, ancak mesele kişilerle kaim değil. • Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” teorisine göre, ihtiyaçlar tamamlandığında kültür-sanat çalışmalarına ağırlık verilir; gördüğüm şu ki, AK Belediyeler bu anlamda güzel projeler hazırlıyorlar... Tabiî... AK Belediyeler olarak bizler, “Su getirdik!”, “Çöp topluyoruz” demiyoruz, bunları artık geçtik. Belediyecilik bambaşka bir mecraya doğru gidiyor. Kültür ve sanat adına yatırımlar yapılıyor. Mesela şu an bir şiir festivali yapıyoruz. Bundan 15 sene önce duysak, bir belediyenin şiir festivali yaptığına inanır mıydık? Şimdi hizmetin sınırı yok! • Bu anlamda başka ne tür çalışmalarınız var? Çok küçük bir örnek daha vereyim belediyeciliğin geldiği noktayı izah etmesi için: Ülkemizde bildiğiniz gibi memleketinin dışında vefat eden yakınları alıp doğduğu topraklara götürme geleneği vardır. Biz, ilçemizde vefat etmiş vatandaşımızın cenazesini de, yakınlarını da memleketine götürüyoruz. Hiçbir ücret talebimiz de yok bunun için. Rize’ye, 164 özel sayı 101 2015 Kastamonu’ya, Samsun’a; nereye isterse, oraya… Son bir iki aydır bir artı daha ekledik bu hizmetimize: Cenaze yakınları memleketine giderken, Bolu’da bir tesis ile anlaştık ve vatandaşımızın akşam yemeğini karşılamaya başladık. İnsanlarımız bundan çok memnunlar. Milyonluk projeler yapıyoruz ama inanın onları böyle anlatmıyoruz. Biz, vatandaşımızın mutluluğundan besleniyoruz; onların hoşuna giden, bizim de hoşumuza gidiyor. • Bir AK Belediye olarak muhalefeti nasıl değerlendiriyorsunuz? Bizim siyasî bir rakibimiz yok, kendimizle yarışıyoruz. AK Parti ile yarışacak kalitede, kalibrede, düşüncede, tarzda ve ufukta bir siyasî parti yok. Bakıyoruz muhalefete, söyledikleri ve ürettikleri ortada, bir projeleri dahi yok. Ancak Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımıza laf yetiştirme peşindeler. Proje üretmeleri gerekirken sadece söylem üzerinde duruyorlar. Millet boş konuşanla proje üreteni çok iyi ayırt ediyor. Neticede, iktidarın hizmetleri ve bizlerin yereldeki hizmetleriyle boy ölçüşemezler, öyle bir ufukları yok! Bu millet de bunu görüyor. Düşünebiliyor musunuz, bir parti, 2001’in 14 Ağustos’unda kuruluyor; kurulduktan 14 ay sonra, 3 Kasım 2002’de seçiminden tek başına iktidar olarak çıkıyor. 12 yıldır iktidarsınız, içinizden iki Cumhurbaşkanı çıkarmışsınız ve yine Allah’ın izni ile bu iktidar devam ediyor. Dünya siyasî (partiler) tarihinde böyle bir başarı yok! Bu kolay bir iş değil ki... “Paralel ihanet bile işe yaramadı” • Bunun sırrı nedir? Bunun sırrı, milletin tam içerisinden çıkmış bir Liderimizin olmasıdır. Vatandaşın, 2001’deki gibi, yani kurulduğu günkü gibi AK Parti’ye ve Liderimize güveni aynen devam ediyor; hem de hiç sarsılmadan… Paralel ihanetler, montajlar bile işe yaramadı. Yaramaz! Millet bir söylenene bakıyor, bir de yapılana. Vatandaşımız biliyor ki, ne dediğin değil, ne etti- Çokça boş işle uğraştık, gereksiz yere çok zaman kaybettik. Bu ülkede başörtüsü, imam-hatipler, katsayısı meselesi gibi konularla gündem geçirildi. Bu ülkede, yıllarca devlet dairesinin çay ocağında çalışan Ayşe Abla’ya müdahale edilmedi, ama başörtülü şefe, müdüre, doktora bunu çok gördüler… • Özel Kalem Müdireniz örtülü (Elhamdülillah); bu, imanlı bir kalbin özgürlüğü mesela... Gayet tabiî... Bu ülke hepimizin, öyleyse insanlar arasında bir ayrım yapmanın kime ne faydası var? Bugüne kadar bundan bir fayda gördük mü? Bunun faydasını bizi sevmeyen, iki yakamızın bir araya gelmesini istemeyenler gördü. Onlar mutlu oluyorlar. Güzel bir ülkemiz var; iklimimiz uygun hamdolsun, yağmurumuz güneşimiz, yeşilimiz, doğamız çok güzel... Bizi bize bıraksalar, bu güzel ülkede daha güzel günler göreceğiz! Daha güzel günlerin yakın olduğuna inanıyor, kabulünüz ve söyleşi için teşekkürlerimi sunuyorum. • Ben teşekkür ediyorum… Nesrin Çaylı Oyuncak kampanyasını yakînen takip etti Gülsüm Hanım. Fakat hiç şüphesiz, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” temalı kampanyaya emek ve destek veren çok insan vardı. Kampanyanın planlanmasından organizasyonuna, konumlandırılmasından yaygınlaştırılmasına kadar hemen her aşamasıyla ilgilenen Gülsüm Hasbal İsmailoğlu ile kampanya hakkında bilgi aldık. *** O daha ziyade, yapılan işin örnek teşkil etmesi, diğer yetki sahiplerinin de harekete geçmesi için dua ediyor. Çünkü gözleri ıslak, yüzünden tebessümü çalınmış çocukları görmeye dayanamıyor. Müdürlük makamında şefkatli bir anne: Gülsüm Hasbal İsmailoğlu G ÜZEL işler, takdir edilesi gayretlerin, kutlanası emeklerin ürünüdür kuşkusuz. Yetkilerin hayra vesile olacak projelere kanalize ediliyor olması ise müreffeh zamanların müjdesi. Bununla birlikte, kendisine verilen yetkiler dairesinde müdürlük makamında bir hanım oturuyorsa, kadına bahşedilen şefkat, merhamet ve hassasiyet gibi hassaları yitip gitmemişse, ne çok derde deva, ne çok acıya şifa olunacaktır. >> Bir de Allah korkusu ile oturuluyorsa o koltuğa, attığı adımın, kurduğu cümlenin hesabı tutuluyorsa inançla, var olan her bir yetki, huzur, mutluluk ve başarılı etkilerle tezahür edecektir. İşte böylesi duyarlılığa haiz bir hanımefendi, Üsküdar Belediyesi Özel Kalem Müdiresi olarak görev yapıyor: Gülsüm Hasbal İsmailoğlu... Hasbal, makamında misafirlerini tebessümüyle ağırlarken, hiç susmayan telefonlarını ihmâl etmemeye özen gösteriyor, kapısına uğrayan herkese çözüm üreten en az bir cümlesi oluyor. Vakit mefhumu biraz farklı işliyor Gülsüm Hanım’ın. “Mesaisi bitmiştir, evine gitmiştir, yemeğini yemiş, yorgunluk kahvesini içiyordur artık” dediğiniz bir vakitte arasanız ve saatler en erken gecenin 12’sini gösteriyor olsa, onun hâlâ işinin başında olduğunu öğrenebilirsiniz. Ramazansa iftar yemeklerinde, sabahları halka çorba servisinde, şiir festivalinde, spor salonunda ve daha pek çok yerde, tahminleri zorlayan zamanlarda onu bulabilirsiniz. Bununla da kalmayıp pek çok “şef- kat projesi”nin hayata geçmesi için büyük emek sarfediyor. İşte onlardan biri de “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganıyla yürütülen bütün bir kampanya. Suriyeli mülteci çocuklar için oyuncak toplanması üzere mümkün olan herkesi arayarak kumbaralara sevk eden de o. Pek çok insanla kampanya hakkında temasa geçmesinin tek nedeni, sadece daha çok oyuncak toplanmasını sağlamak değil, daha ziyade, yapılan işin örnek teşkil etmesi, diğer yetki sahiplerinin de harekete geçmesi için dua ediyor. Çünkü gözleri ıslak, yüzünden tebessümü çalınmış çocukları görmeye dayanamıyor. Oyuncak kampanyasını yakînen takip etti Gülsüm Hanım. Fakat hiç şüphesiz, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” temalı kampanyaya emek ve destek veren çok insan vardı. Kampanyanın planlanmasından organizasyonuna, konumlandırılmasından yaygınlaştırılmasına kadar hemen her aşamasıyla ilgilenen Gülsüm Hasbal İsmailoğlu ile kampanya hakkında bilgi aldık. Söze başlarken, “Onları sevindirmek çocuk oyuncağı!” sloganıyla yü- masumiyeti gayretimizi daha da artıyor, artırmalı da...” diyor. AK Partili İstanbul belediyelerindeki iki hanım özel kalem müdiresinden biri olan İsmailoğlu, böyle bir kampanyanın gerçekleştirilmesinden ve bizzat sorumluluk alarak gayret sarf etmekten büyük mutluluk duyduğunu belirtiyor ve ekliyor: “İçinde bulunduğum siyasetin tek bir amacı var, o da insana hizmet etmek... Birer üyesi olduğumuz topluma, ülkemize ve insanımıza hizmet... Bu yolda karınca kararınca bir şey yapabiliyorsak ne mutlu bize!” Çalışkan, samimi ve çokça gayretli Gülsüm Hanım’a, sorumluluğu yüksek, vebali ağır bu görevinde başarılar diliyorum. Gözlerindeki ışık ve gülüşündeki ihlas, bana bu başarının kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Kendisini kutluyorum... rütülen oyuncak kampanyasını destekleyen dergilerimiz Haber Ajanda ve Kültür Ajanda’ya, Nesrin Çaylı Sanat ve Okuma Evi öğrencisi olan “Bahar Çiçekleri”ne teşekkürlerini belirtiyor. Ülkemizde soluk alan bütün çocukların şefkatli insanlarla bağı olması gerektiğini düşünüyor ve bir liyakat, bir teveccühten çok, desteklerimizin bir görev olduğunu belirtiyorum kendisine. Bununla birlikte, Hasbal’ın zarif teşekkürlerini dergilerimiz ve Bahar Çiçeklerim adına kabul ediyorum. Gülsüm Hanım iki çocuk annesi, fakat müdürlük makamına oturduğunda çocuklarının sayısı artıyor. O hem Üsküdar’ın çocuklarının, hem uzak şehirlerde mülteci çocukların annesi oluveriyor. Üsküdar Belediyesi’ne yolumuz düştüğü her an yoğun bir çalışma temposu içerisinde gördüğümüz Hasbal, bir anne hassasiyetiyle gecesini gündüzüne katarak kampanyanın amacına ulaşması için gayret ettiklerini söylüyor. Harcadığı emeğe ve gösterdiği gayrete bakıp kampanyayla ilgili düşüncelerini merak ediyorum. Soruma, “En başta da yetim çocukları güldürmek, bir insanlık vazifesi… Bu noktada Suriyeli yetim çocuklar veya başka bir ülkenin çocukları olsun, onların gözyaşlarını silmek, yüzlerini güldürmek, insan olarak hepimizin vazifesi… İnsanlık namına yapılan her hayırlı iş önemlidir, ancak elbette söz konusu çocuklar olunca, kampanya bir kat daha önemli hâle geliyor. Çocukların özel sayı 101 2015 165 haberajanda Dünya Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle açıklamamız mümkündür. Birincisi, Suudi Arabistan’ın izlediği geleneksel ve kuşatıcı olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise birinci politikanın bir sonucu olarak kapalı ve savunmacı politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır. Ancak Kral Abdullah’ın vefatından sonra göreve gelen Kral Selman bin Abdulaziz’in jet hızıyla gerek iç politika, gerekse dış politikayı ilgilendiren 34 kararı hayata geçirmesi, “Yeni yönetim geleneksel politika çerçevesinin dışına mı çıkıyor?” sorusunu akla getirdi. SUUDİ ARABİSTAN KALDIĞI YERDEN DEVAM MI EDECEK? S UUDİ Arabistan, sahip olduğu coğrafik, ekonomik ve sosyal yapıdan dolayı bölgesinin, hatta dünyanın en önemli aktörlerinden biridir. Dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip olması, İslamiyet’in doğduğu topraklar ve dolayısıyla Müslümanlar için en kutsal mekânları barındırması ve 350 milyonluk Arap dünyasındaki etkinliği, Suudi Arabistan’ın temayüz eden başlıca özellikleridir. Özellikle İslam dünyasının en kutsal iki mescidi olarak kabul edilen Mekke’deki Mescid-i Haram ve Medine’de bulunan Mescid-i Nebevi’nin Suudi Aarabistan topraklarında yer alması, Suud rejiminin ülke içindeki ve İslam dünyasındaki prestijinde son derece önemli bir etkiye sahiptir. >> Ancak Suudi Arabistan’ın gerek bölgesel, gerekse küresel ölçekte sahip olduğu söz konusu bu prestije uygun ağırlığını hissettirdiğini söylememiz mümkün değildir. Zira Osmanlı’nın yıkılmasından sonra Arap ve İslam dünyasında bağımsızlıklarını ilan eden devletler, bağımsızlık sonrasında kültürel, siyasal ve ekonomik olarak sömür- 166 özel sayı 101 2015 geci anlayışa bağımlı kaldılar. Nitekim pek çok Arap düşünürü bu durumu, “kapitalist projenin dünya çapındaki başarısının bir sonucu”1 olarak değerlendirmektedir. Sömürgeci anlayış, 20. yüzyılda kurulan yeni dünya ülkelerini kendi kontrol mekanizmalarıyla idare yoluna gitmiş ve söz konusu bu ülkelerin modern çağa uygun reformları hayata geçirmede yardımcı olma kaygısını yaşamamıştır. Sömürgeci Batı dünyası, hiçbir zaman bu ülkelerdeki insan hakları sorununu veya demokrasinin yokluğu meselesini gündeme getirmemiştir. Diğer taraftan yaşanan Körfez savaşları ve bölgede sürekli krizlerin cereyan etmesi, başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkelerinin, kapasitelerine doğru orantıda hareket etmelerine engel olmuştur. Dolayısıyla bu durum, bölge ülkelerinin özgün ve kuşatıcı politikalar icra etmelerine imkân vermemiştir. Suudi Arabistan özelinde değerlendirme yapacak olursak durumu iki nedenle açıklamamız mümkündür. Birincisi, Suudi Arabistan’ın izlediği geleneksel ve kuşatıcı olmaktan uzak politika anlayışı; ikincisi ise birinci politikanın bir sonucu olarak kapalı Cahit Tuz* cahittuz.ajanda@gmail.com bazı adımlara imza atmış olsa da köklü ve dünya siyasetine entegre hamleler yap(a) madı. Ancak yeni Kral’ın göreve gelir gelmez attığı adımlar, ülke siyasetinin geleceğiyle ilgili değişim içerikli sorular ve buna bağlı olarak da sorgulamalara neden oldu. Zira Suudi Arabistan’ın sahip olduğu bölgesel ve küresel etki gücü, ülkede meydana gelen her tür gelişme karşısında bölgesel ve küresel devletlerin kayıtsız kalmamalarını gerektirmektedir. Yeni Kral Selman’ın göreve gelmesiyle hem iç, hem de dış politika açısından önemli mesajlar içeren adımlar atıldı. İç politika açısından devlet memuru, emekli, öğrenci ve engellilere 2 aylık ikramiye verilmesi ile elektrik ve su hizmetleri projeleri için 20 milyar riyallik (5,33 milyar dolar) bütçe ayrılması talimatı ve kamu haklarından dolayı ceza alan mahkûmlara yönelik genel af çıkarılması, bu bağlamda zikredebileceğimiz önemli hususlardır. Ayrıca Ekonomi ve Kalkınma Konseyi’nin kurulması kararı ve elektrik ve su hizmetlerine yönelik projelerde harcanmak üzere 20 milyar riyal tahsis edilmesinin kararlaştırılması ile ülkede kayıtlı tüm edebiyat kulüpleri ve çeşitli kategorilerde oynayan futbol takımlarına ikramiye verilmesinin karara bağlanması, iç politika açısından zikredebileceğimiz diğer önemli adımlardır. ve savunmacı politika anlayışının benimsenmiş olmasıdır. Ancak Kral Abdullah’ın vefatından sonra göreve gelen Kral Selman bin Abdulaziz’in jet hızıyla gerek iç politika, gerekse dış politikayı ilgilendiren 34 kararı hayata geçirmesi, “Yeni yönetim geleneksel politika çerçevesinin dışına mı çıkıyor?” sorusunu akla getirdi. Nitekim Arap basınında kaleme alınan pek çok makale, gerek başlık, gerekse içerik itibariyle yeni Suud yönetiminin ilk reflekslerini değişim sinyali olarak değerlendirdi. Ancak esas olan soru, yeni Suudi yönetiminin politika değişikliğine gidip gitmeyeceğinden ziyade, şu ana kadar süregelen ve bölge meselelerine beklenenden daha az yapıcı katkı sunan geleneksel politikanın değişmesi gerektiği idrakinde olup olmadığıdır. Zira Suudi Arabistan’ın icra ettiği geleneksel politikalar yerli değil ve dolaysıyla böylesi ölümler veya isim değişikliklerinden sonra ülke politikalarında etkin olan dinamikler devreye girmek suretiyle müdahale ediyorlar. Bu nedenle Kral’ın ölümünden sonra oluşan yeni yönetimin attığı adımları doğru analiz etmek için, doğru soruyu bulup ona cevap aramanın son derece önemli olduğu kanaatindeyim. Yeni Kral’a göre değişim gerekli mi? Kuşkusuz Suudi Arabistan Kralı’ının vefatı, Suud Hanedanı ve dolayısıyla Suudi Arabistan’ın geleceğiyle ilgili pek çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Özellikle yeni Kral’ın yaptığı atama ve aldığı kararlar, söz konusu tartışmaları daha da alevlendirdi. Suudi Arabistan şartlarında reformcu özelliğiyle bilinen Kral Abdullah, görevde kaldığı on yıl boyunca reform sayılabilecek Suudi Arabistan dış politikasının, geleneksel yapısı nedeniyle genelde muhafazakâr ve gelişmelere geç cevap veren bir politika olduğu malumdur. Ancak yeni Kral’ın göreve başlamasıyla gerek iç politika, gerekse dış politikada son derece önemli bir hareketlilik yaşandı. Şüphesiz bu bağlamda dış politikada atılan en önemli adım, Halid Tuvayciri’nin Kraliyet Divanı Başkanlığı’ndan alınmasıdır. Kral Abdullah döneminde Suud dış politikasında son derece etkin rol oynayan Tuvayciri, İslamcılara ve özellikle “siyasal İslamcı” hareketlere karşı düşmanca eğilimleriyle öne çıktı. Yine Tuvayciri (Birleşik Arap Emirlikleri Veliahtı Muhammed Bin Zayid ile birlikte), Mısır’da 3 Temmuz 2013 günü yaşanan darbenin ana dış aktörlerinden biri olmuş, Müslüman Kardeşler ve tüm muhaliflerine karşı kanlı bir kampanya yürüten Sisi’nin en büyük destekçisi olarak boy göstermişti. Dolayısıyla Halit Tuveyciri’nin görevden alınması sebebiyle Suud’un dış politikasında bazı restorasyonlara gideceğini söylememiz mümkündür. Yapılan görev değişiklikleri ve atılan bazı özel sayı 101 2015 167 haberajanda Dünya adımlarla ilgili imal-i fikir ettiğimizde, yeni Suud yönetiminin uzun vadeli bir strateji planı ve değişimi gerekli gören bir anlayışı benimsediğine dair ipuçlarını yakalayabiliriz ki bunların birincisi, Sudeyrilerin geri dönüşü olarak ifade edebileceğimiz atamalardır. Zira yeni Kral Selman, Sudeyri kardeşlerden Naif ’in İçişleri Bakanı olan oğlu ve amcası, eski Veliaht Prens Sultan’ın damadı olan Muhammed bin Naif ’i, yürüttüğü bakanlık görevine ilaveten Veliaht Yardımcısı olarak atadı. Dolayısıyla Veliaht Prens Mukrin’den sonra taht, yeniden Sudeyri kolunda kalacak. Kral Selman, ayrıca kendi oğlu Muhammed bin Selman’ı da, kendisinin daha önce yürüttüğü Savunma Bakanlığı ve Kraliyet Divanı Başkanlığı görevlerine getirmiştir. Gerek yeni Kral Selman’ın vefat eden Kral Abdullah döneminde üstlendiği önemli görevler, gerek Sudeyri koluna mensup bazı prenslerin üstlendiği önemli görevler ve Kral Abdullah’ın vefatından sonra yapılan atamalar, hanedanın Sudeyri kolunun ülke yönetimindeki nüfuzunun devam edeceğine işaret etmektedir. 168 özel sayı 101 2015 İkinci ipucu da Suud Hanedanı’nın üç neslini temsil eden yeni Kral Selman, Veliaht Prens Mukrin ve Veliaht Yardımcısı Prens Muhammed bin Naif ’in Obama heyetiyle yapılan görüşmeye birlikte katılmasıdır. Zira bu, ülke tarihinde ilk defa gerçekleşen bir durumdur. Dolayısıyla yeni Kral, düşündüğü uzun vadeli stratejilerini doğrudan Veliaht ve Yardımcısı ile paylaşmak suretiyle yapılan atamaların sadece birer isim değişikliğinden ibaret olmadığını, aynı zamanda politikalardaki değişim ve yeni yaklaşımı ifade eden temel unsurları da somut bir şekilde ortaya koyduğunu belirtmektedir. Bu durum, aynı zamanda sisteme ilişkin bazı değişikliklere de işaret etmesi bakımından önemlidir. Üçüncü ipucu, İhvan-ı Müslim’e karşı kullanılan yumuşak söylemdir. Bilindiği gibi Mısır’da yapılan askerî darbenin en önemli sonuçlarından biri de İhvan Hareketi’nin terör örgütü ilan edilmesi olmuştu. Özellikle darbeci Sisi’ye destek veren Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bu hususta öncü bir rol oynamıştı. Ancak Kral’ın ölümünden sonra üst düzeyde yapılan açıkla- malar, yeni Suudi yönetiminin bu konuda siyaset değişikliğine gittiğine işaret etmektedir. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, gazetecilerle yaptığı bir toplantıda İhvan Hareketi’yle ilgili yöneltilen soruya, “Bizim Müslüman Kardeşler ile hiçbir problemimiz yok. Bizim problemimiz, bu cemaate bağlı küçük bir grupla. Bu grup mürşide (genel başkan) biat sorumluluğu taşıyor”2 şeklinde verdiği cevap, bu bağlamda son derece önemlidir. Yine Şura Meclisi eski üyesi Ahmet etTuveyciri, katıldığı bir televizyon programında “İhvan Hareketi tüm ümmeti kapsayan büyük bir harekettir. İhvan’ı terör olarak görmek, aklıselimin işi olamaz ve Suudi Arabistan’a da küfretmek gibi olur”3 ifadesini kullandı. Dördüncü ipucu şudur: Yeni Suudi yönetiminin, Suriye sorununu çözme konusunda petrol fiyatları kartını kullanması. Nitekim New York Times gazetesinin Amerikan ve Suudi yetkililere dayandırarak verdiği bir haberde, Suudi Arabistan petrol piyasasındaki gücünü, Rusya’nın Esed’e verdiği desteği sonlandırmasını sağlamak amacıyla Cahit Tuz kullandığı yorumunda bulundu. Gazete, bir Suudi yetkilinin “Eğer petrol meselesi Suriye’ye barış gelmesine katkı sağlayacaksa, Suudi Arabistan’ın bir anlaşmadan uzak durması için sebep görmüyorum” ifadelerine yer vererek, Suudi yönetiminin petrol konusundaki nüfuzunu daha etkin kullanacağına işaret etmektedir. Beşinci ipucumuz, başta Suud medyası olmak üzere, tüm Arap medyasında yeni Suud yönetimini konu alan tartışmaların ülke politikalarında “değişim” ekseninde olmasıdır. Arap basını, yeni Kral Selman’ın gerek iç politika, gerekse dış politikayı yakından ilgilendiren atamalarını, yeni Suud yönetiminin değişimin idrakinde olduğu şeklinde yorumladı. Nitekim Suudi Arabistan’ın dünyadaki sesi olarak ifade edebileceğimiz Londra merkezli Şarqu’l Awsat gazetesi bu durumu, “Yeni Kral’ın imza attığı kararlar, geleceği öngören ve çağın değişikliklerini idrak eden vizyoner bir bakış açısını sunmaktadır”4 başlığıyla değerlendirdi. Yine aynı gazete, yeni Kral’ın kararlarını “Kral Selman, ‘Yeni Suudi Arabistan’ı kuruyor”5 şeklinde ve yeni Kral’ın engelli vatandaşlarla ilgili yayınladığı genelgeyle ilgili haberi de “Tarihî kararlar paketinde ‘engelliler’ için Kraliyet Ailesi’nin yönelimi6” ifadesiyle vererek “tarihî kararlar” vurgusu yapmıştır. Hatta bazı tartışmalar bir adım öteye gitmek suretiyle, “Suud Ailesi’nde darbe”7 şeklinde değerlendirilmiştir. (Bu tartışmalar daha çok Sudeyri kolunun yönetimdeki nüfuzunun artması etrafında yapılmaktadır.) Geleneksel politika anlayışıyla yönetilen bir ülkede, yeni yönetimin göreve gelmesinin hemen akabinde bu denli hızlı adımlar atılması ve yukarıda zikrettiğimiz hususlar dikkate alındığında yeni Suud yönetiminin mevcut geleneksel politika anlayışıyla bölgede baş döndüren hızlı gelişmeleri taşıması ve idare etmesinin mümkün olmayacağı idrakinde olduğunu söylememiz mümkündür. Ancak burada önemli olan husus, modern Suudi Arabistan üzerinde nüfuzunu devam ettiren Batılı güçlerin, yeni Kral’ın bu değişim idrakini hayata geçirmesine müsaade edip etmeyeceğidir. Özellikle Kral Abdullah’ın ölümü üzerinden kısa bir süre geçmesine rağmen, İngiltere Veliaht Prensi Charles’in Suudi Arabistan’a 16 gün arayla iki ziyaret düzenlemiş olmasını bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Türk-Suud ilişkileri için tarihî fırsat Türk dış politikasının son 12 yıldır sürekli genişleyen dış politika ufukları, Türkiye’yi küresel ölçekteki tüm gelişmeleri izlemeye ve artan imkânları ölçüsünde katkıda bulunmaya zorlamaktadır. Bu itibarla Türkiye, yeni dış politikasında önceliği bölgemizde bulunan tüm ülkelerle yakın ilişkiler geliştirmenin yolunu aramakta bulacaktır. Kuşkusuz Suudi Arabistan, yeni Türk dış politikasında önemli bir yere sahiptir. AK Parti’nin yönetime gelmesiyle birlikte Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde önemli gelişmeler yaşandı. Özellikle ABD’nin 2003 Irak işgali ile birlikte bölgede meydana gelen radikal değişiklikler sonucu ortaya çıkan yeni tehdit algılamaları, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde yeni bir süreç başlatmıştır. Ayrıca “Arap Baharı”, ABD’nin Irak’tan çekilmesi ve ekonomik krizin Avrupa devletlerini ve ABD’yi vurması, Suudi Arabistan’ı, stratejik tercihlerini yeniden gözden geçirmek noktasına yöneltmiştir. Dolayısıyla değişen şartlar ve anlayışlar giderek Türkiye ve Suudi Arabistan’ın birlikte hareket etmesini gerekli kılmıştır. Ancak Kral Abdullah dönemindeki Suudi yönetiminin bölgede değişen dinamikleri yeterince idrak edememesi ve geleneksel politikalardaki ısrarı, iki ülkenin söz konusu değişimi fırsata dönüştürmesine olanak vermemiştir. Kral Abdullah’ın ölümünden sonra kurulan yeni yönetimde zuhur eden değişim iradesi, bölgesel ve küresel konjonktür göz önüne alındığında iki ülkenin önünde tarihî bir fırsata işaret etmektedir. Zira iki ülkenin dış politika dosyaları (kısmen Mısır meselesi dışındaki) oldukça yakın tezleri savunmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan, son dönemde terörist saldırıların hedefi altındadır. Son olarak 7 Ocak 2015 tarihinde Irak sınırındaki Suveyf Sınır Kapısı’nda Suudi güvenlik güçlerine yönelik saldırıda üç hudut muhafızı hayatını kaybetmiş, saldırı IŞİD tarafından gerçekleştirilmişti. Bu radikal terör gruplarına karşı birlikte hareket etmek, iki ülke için hayatî bir öneme haizdir. İran’ın bölgede yayılmacı bir politika izlemesi, İran-ABD yakınlaşması, Yemen’deki gelişmeler, Suriye ve Irak dosyaları da her iki ülke için rahatsız edici gelişmeler olarak cereyan ediyor. Tüm bunların yanı sıra, bölgenin hızla bir Sünni-Şii çatışmasına sürüklenmesi de tüm İslam coğrafyası için belki yüzyıl sürecek bir kaos ortamı oluşturabilir. İşte tam da bu noktada, orta ve uzun vadede bölgedeki gelişmelerin bölge halklarının lehine ilerlemesini sağlayacak, İslam dünyasını toparlayabilecek yeni bir ittifak hamlesini gerçekleştirilebilir! Diğer taraftan iki ülkenin beraber hareket etmesini gerektiren pek çok husus da mevcuttur. Malikî sonrası oluşan Irak hükümetinin son derece zayıf ve her tarafın yardımına muhtaç durumda olması, Katar’ın Körfez İşbirliği Teşkilatı’na dönem başkanlığı etmesi (zira Katar’ın bölgedeki gelişmelerle ilgili düşünceleri Türkiye ve Suudi Arabistan’la örtüşüyor), Türkiye’nin İran gibi milis gücü olmaması ve ideoloji üzerinde siyaset yapmaması, iki ülkenin beraber hareket etmesine önemli fırsatlar sunmaktadır. Kuşkusuz bölgede hiçbir ülke tek başına dönüştürücü bir güce sahip değildir. Dolayısıyla bölgede yaşanan kaosun bitirilmesi ve muhtemel kaosların önlenmesi için gerek bölgesel, gerekse küresel anlamda son derece önemli bir nüfuza sahip olan Türkiye ve Suudi Arabistan’ın beraber hareket etmesi son derece önemlidir. Bu bağlamda yeni Suud yönetiminin “değişim idrakine” işaret eden adımları ve Türkiye’nin küresel ölçekte yüksek sesle dile getirdiği itirazları, kurulacak ittifakı küresel anlamda önemli bir güce dönüştürebilir. Kanaatimce böyle bir ittifakın doğuracağı en büyük sonuç, Suudi Arabistan’ı Batı’nın nüfuzundan kurtaracak ve Türkiye’nin de “itiraz eden bir güç”ten “dönüştürücü bir güc”e tahavvül etmesini sağlayacaktır. * SDE Ortadoğu Uzmanı Dipnotlar 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Abdullah Bilkaziz, “el- ‘Awleme ve’l haviyye esSaqafiyye” (Küreselleşme ve Kültürel Kimlik), elMustakbel el-Arabi, Mart 1998, s 92 http://www.salmogren.net/NewsDetails/TWOHOURS-WITH-1561 http://www.almokhtsar.com/node/430307 http://aawsat.com/print/278406 http://aawsat.com/print/278426 http://aawsat.com/print/278411 http://khadija-bengana.net/vb/showthread. php?t=1753 ve https://www.watan.com/ reports/4379-%D8%A7%D9%84%D8%B3%D9 %8A%D8%A7%D8%B3%D8%A9-%D8%A7%D 9%84%D8%AE%D8%A7%D8%B1%D8%AC%D 9%8A%D8%A9-%D8%A7%D9%84%D8%B3% D8%B9%D9%88%D8%AF%D9%8A%D8%A9%D9%81%D9%8A-%D8%B9%D9%87%D8%AF%D8%A7%D9%84%D9%85%D9%84%D9%83%D8%B3%D9%84%D9%85%D8%A7%D9%86% D 8 % A 8 % D 9 % 8 A % D 9 % 8 6 %D8%A7%D9%84%D8%A7%D9%86%D9%82%D9%84%D8%A7%D8%A8-%D9%88%D8 %A7%D9%84%D8%AA%D8%BA%D9%8 A%D8%B1-%D9%88%D8%B3%D8%B1%D8%BA%D8%B6%D8%A8-%D8%A7%D9%84 %D8%A5%D9%85%D8%A7%D8%B1%D8%A7 %D8%AA.html özel sayı 101 2015 169 haberajanda Hazar Rusya’nın tek söz sahibi olduğu Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyelik konusunda hiçbir tereddüt göstermeyen Serj Sarkisyan’ın, yaşadığı gerilimli siyasî atmosferde aldığı Türkiye kararı ile birkaç hamle ötesini hesapladığı belli oluyor. Şu an Batıcı muhalif kanada daha da yakınlaşan Tsarukyan’la birlikte hareket eden diğer servet gruplarının bitirilmesi, bir anlamda otoriterleşmenin göstergesi ve eksen kaymasının engellenmesi olarak yorumlanabilir. Tamamen Rusya güdümündeki bir ülkeye yakışır manzaraya kavuşan Ermenistan, Sarkisyan’ın tek adam olma hevesinin kurbanı olarak büyük sorunlarla karşılaşabilir. Nitekim Robert Koçaryan silsilesine bağlı olan servet grupları, bu duruma sessiz kalmayacak gibi görünüyor. 170 özel sayı 101 2015 Ermenistan’ın oligarşiyl E RMENİSTAN Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, pek de sürpriz olmayan bir kararla Türkiye-Ermenistan arasındaki protokollerin geri çekilmesi için Parlamento Başkanı Galust Sahakyan’a bir mektup gönderdi. Mektubunda 2009 yılında imzalanan protokoller konusunda Türkiye’nin gerekli adımları atmadığını ve bu konudaki sorumluluğun tamamen Türkiye’ye ait olduğunu belirten Sarkisyan, Türkiye’de siyasî irade eksikliği olduğunu ve durumun bu şekilde devam edemeyeceğini dile getirdi. İyi bir satranç oyuncusu olan Sarkisyan, bilindik yaklaşımlarını 24 Nisan öncesinde tekrar sergilemiş ve mevcut durumla ilgili olarak uluslararası camianın dikkatini çekmeye çalışmıştır. Karabağ meselesinde olduğu gibi, “masaya oturan ilk taraf olmama” ilkesini terk etmeyen anlayış, protokoller konusunda da Türkiye’nin devamı gelmeyen siyasetini usta biçimde kullanarak manidar bir adım atmıştır. Sarkisyan’ın bu hamlesinde hem kendisini Çanakkale’ye davet eden Türk tarafının aceleci yaklaşımlarının, hem de yakın zamanda Ermenistan iç siyasetinde yaşanan çalkantıların etkisi bulunmaktadır. Nitekim kısa bir süre önce başlayan oligarşi savaşı, bunun en önemli göstergesidir. Ülkenin en büyük oligarklarından olan Müreffeh Ermenistan Partisi lideri Gagik Tsarukyan’la başlayan savaş, Sarkisyan’ı daha da otoriterleştirebilir. Gagik Tsarukyan, halk arasında “Dodi Gago”, yani “Aptal Gago” lakabına sahip bir oligark ve önemli bir siyasetçi olarak uzun zamandır iktidar aleyhine yaklaşımlar sergilemekte ve Sarkisyan karşıtı bloğa desteklerini sürdürmekteydi. Yakın zamanda ele alınan vergi kanunu kapsamında vergi kaçakçılığını önleme kararı alan yönetimle arası daha da bozulan Tsaruk- Mehmet Fatih Öztarsu mfatihoztarsu.ajanda@gmail.com e başı dertte yan, sahibi olduğu devasa servetin kaybolacağı endişesini taşıyarak tutumunu sertleştirdi. Fakat eski bir asker olan ve herhangi bir güven kaybı yaşadığı kesime şiddetle mukavemet eden Sarkisyan’ın cevabı gecikmedi. Tsarukyan’ı devletin belası olarak niteleyen Sarkisyan, ilk aşamada bu kişinin Milli Güvenlik Konseyi’nden kovulduğunu açıkladı ve böylesi önemli bir kuruma sinemaya gelir gibi gelinmemesi gerektiğini ifade etti. Sarkisyan’a yakın kadrolar da zaman kaybetmeden Tsarukyan’ın bitirilmesi için harekete geçilmesi gerektiğini vurgulamaya başladılar. Sarkisyan’ın Tsarukyan silsilesindeki oligarşiye büyük bir darbe vuracağı bekleniyor. Bir başka önemli oligark olan Başbakan Hovik Abrahamyan da Sarkisyan’a tam desteğini sunduğu açıklamalarıyla Tsarukyan’ı hedef almaya başladı. Ülkenin sarsılmaz oligarşik yapısının önemli dayanaklarından olan ikinci Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ise, yeni baş- layan bu savaşın kısa zamanda sonlandırılması çağrısında bulundu. Açıklamasında, bu savaşın ülke ekonomisi, Karabağ meselesi ve soykırımın 100. yılı konusunda Ermenistan aleyhine döneceği vurgusunda bulunan Koçaryan, esasında savaşın kendisine dönmesinden duyduğu endişeyi dile getiriyor. Nitekim Sarkisyan ve Tsarukyan, fazla vakit geçmeden gizli bir görüşmeyle savaşı ertelediler. Tsarukyan’ın bilinmeyen sebeplerle barışa mecbur bırakılması, Tsarukyan’la birlikte büyük mitingler planlayan muhalefette hayal kırıklığı oluşturdu. Fakat yakın zamanda Ermenistan kaynaklarının bölüşümü konusunda savaş baltalarının yeniden çıkarılacağına şahit olabiliriz. İşte muhalefetin bir türlü harekete geçemediği Ermenistan’da iç siyasetin en büyük çıkmazı budur! Kim bu oligarklar? Ülkenin içinde bulunduğu vahim durumu bilmek ve mafyavari biçimde ülkeyi yöneten sarsılmaz oligarşiyi tanımak, son gelişmeleri anlamak açısından büyük önem taşıyor. Örneğin konuya endişeli biçimde müdahale etmeye çalışan Robert Koçaryan’ın mal varlığına bakarsak, meselenin vahameti anlaşılabilir. Cep telefonu ithalatının yüzde 80’ini elinde bulunduran Koçaryan, pek çok banka, maden ve dinlenme tesisinin tek patronu. Moskova’da alışveriş merkezi ve kumarhaneleri olan Koçaryan, “onursal ortak” olarak da sayısız şirketin yönetiminde yer alıyor. Savaşın önemli isimlerinden olan Gagik Tsarukyan ise, 1980’li yıllarda Rusya’da zaptiye olarak çalışmış ve bir süre sonra (güçlü söylentilere göre) tecavüz suçundan hapis yatmış bir isim. Hızlı yükselişi Robert Koçaryan dönemine rastlayan ve karakter olarak siyasetle pek ilgisi olmayan Tsarukyan’ın çimento ve içki fabrikaları, benzin istasyonları, mobilya imalathaneleri ve maden şirketleri bulunmaktadır. İhtişamlı sarayları olan Tsarukyan’ın aslanlar ve yırtıcı kuşlar beslediği de bilinmektedir. Elbette savaşın diğer tarafı olan Serj Sarkisyan ve taraftarlarının malî durumu da genel manzarayı görmek için göz önünde tutulmalıdır. Karabağ Savaşı döneminde komutanlık yapmış olan Sarkisyan, yakın zamana kadar ülkenin en zengin sekizinci kişisiydi. Büyük bir kumarbaz olan Sarkisyan, bu konuyla ilgili olarak 2013 yılında Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde bir suçlamayla karşılaşmıştı. Muhalif Miras Partisi’nden Zaruhi Postancıyan, Sarkisyan’a Avrupa’daki bir kumarhanede 70 milyon avro kaybedip kaybetmediğini sormuş ve bu konu dünya basınında yankı uyandırmıştı. Onlarca ev, bina, dinlenme tesisi, benzin istasyonu, çimento ve içki fabrikaları, mağazalar zinciri, futbol takımı ve kendine ait bankası olan Sarkisyan, çeşitli ortakları üzerinden servetini idare etmektedir. Önceki yıllarda Gagik Tsarukyan’la anlaşmazlıklar yaşayan kardeşi Saşik ise, ABD’ye taşıdığı servetiyle oradaki gayrimenkul varlığını korumaya devam ediyor. Giderken yanında götürdüğü 30 milyon dolar ise hâlâ gizemini koruyor. Ermenistan siyasetinde göze batmayan kişilerin diğerlerine göre çok daha büyük bir servet sahibi olduğu, bilinen bir gerçektir. Örneğin son tartışmalarda Sarkisyan’a destek olan “fare” lakaplı Başbakan Hovik Abrahamyan’ın muazzam serveti, şimdiye kadar adını saydığımız oligarkları geride bırakmaktadır. Benzin istasyonları, dinlenme tesisleri, madenleri, sayısız bahçeleri, gaz istasyonları, çimento ve içki fabrikaları, otelleri ve daireleri olan Abrahamyan, alelacele savaş ilan ettiği Gagik Tsarukyan ile dünürdür. Akrabalık durumuna rağmen Cumhurbaşkanı’nın yanında tavır alan Abrahamyan’ın bu seçimi, Ermeni medyasında en çok tartışılan konular arasında bulunuyor. Şu an ülke gündeminde tartışılan bu isimler dışında çok daha büyük bir oligarşi varlığı bulunmaktadır. Yıllardır her türlü yolsuzluğu meşru vasıta bilerek ülke kaynaklarını sömüren gruplar, siyasî görevlerle koruma zırhına alındığından dolayı herhangi sorun yaşamamışlardır. Arada bir muazzam servetin aralarında bölüşümü konularında sorun yaşayan bu yapı, herhangi bir siyasî krizin oluşmaması için sus payı verilerek sakinleştirilen onlarca isimle doludur. Fakat bu isimler üzerinde yaşanacak herhangi bir sarsıntı, ülke ekonomisine yönelik de büyük etkiler oluşturacaktır. Şu an görünense, çeşitli servet gruplarından bir kısmının bölüneceği ve yeni grupların ortaya çıkacağıdır. Rusya’nın tek söz sahibi olduğu Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyelik konusunda hiçbir tereddüt göstermeyen Serj Sarkisyan’ın, yaşadığı gerilimli siyasî atmosferde aldığı Türkiye kararı ile birkaç hamle ötesini hesapladığı belli oluyor. Şu an Batıcı muhalif kanada daha da yakınlaşan Tsarukyan’la birlikte hareket eden diğer servet gruplarının bitirilmesi, bir anlamda otoriterleşmenin göstergesi ve eksen kaymasının engellenmesi olarak yorumlanabilir. Tamamen Rusya güdümündeki bir ülkeye yakışır manzaraya kavuşan Ermenistan, Sarkisyan’ın tek adam olma hevesinin kurbanı olarak büyük sorunlarla karşılaşabilir. Nitekim Robert Koçaryan silsilesine bağlı olan servet grupları, bu duruma sessiz kalmayacak gibi görünüyor. özel sayı 101 2015 171 haberajanda Strateji IRAN kim için çalışıyor? T Irak ordusunun başında IŞİD ile mücadele etmek için Tikrit’e giren Kasımî de İran’ın bu bölgedeki çalışmalarını yoğunlaştırdığının ve daha görünür kıldığının delillerinden biri. Öte yandan Yemen’deki Husileri de destekleyen İran, orada da kendi projeleri için uygun bir ortam hazırlamaya çalışıyor. İran’ın Lübnan’daki etkinliğini bilmeyen yok. Özellikle de Hizbullah ile olan ilişkiler, İran’ın o bölgedeki etkinliğini destekleyen bir diğer unsur olarak karşımıza çıkıyor. 172 ARİHİN hemen her döneminde askerî ve siyasî anlamda hareketli bir bölge olan Ortadoğu, stratejik konumunun yanında enerji merkezi olması itibariyle son dönemde dünyanın siyasî, askerî ve ekonomik operasyonlarıyla yine karşı karşıya. Bölgede Körfez Savaşı sonrası askerî anlamda nispeten azalan hareketlilik, ABD’nin Irak’a “demokrasi” götürmesiyle yeniden hareketlenmeye başladı. Sonrasında bölgeye nispeten bir sakinlik gelse de yer yer gerçekleştirilen eylemler, saldırılar ve operasyonlarla bölge sıcaklığını hep muhafaza etti. >> Türkiye ise AK Parti’nin iktidarı ile bu bölgede bir itfaiye rolü üstlendi. Genel anlamda olumlu giden bu gelişmeler, “Türkiye eksen kayması yaşıyor” söyleminin ortaya çıkmasına neden oldu. Aslında Türkiye, sadece bu bölgeye sükûnet, huzur ve refah getirmeyi amaçlıyordu. Bunu da tarihî misyonundan hareketle kendisine bir görev telakki etmişti. Ve bu süreçte çok önemli mesafeler alındı. Özellikle Başbakan Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olduğu sürede başlattığı sıfır sorun politikası, bölgeye siyasî ve ekonomik anlamda epey bir canlılık getirdi. Sonrasında ise Arap Baharı ile ortaya çıkan ve halkın içerisinden yükselen hareketler, ümit ve gele- özel sayı 101 2015 cek beklentisine pozitif anlamda katkı sağlamaya başladı. Fakat küresel aktörlerin müdahalesi ve rekabet çatışması ile beklentiler akim kaldı. Özellikle Suriye ve Mısır örnekleri, maalesef Türkiye’yi ekonomik ve siyasî anlamda zor durumda bıraktı. Fakat Türkiye, bu durumda bile yaptığı insanî ve vicdanî sorumluluğu sayesinde bölgedeki kardeş halkların yanında oldu. Yaşanan tüm olaylar neticesinde bugün iyice kaynayan bir kazan haline gelen Ortadoğu’da Batı’nın sadece menfaat eksenli hareket ettiğini görmek zor değil. Buna özellikle de Müslüman dünyasını kontrol etmek ve bölgenin gerçek hâkimi olmak isteği eklenince bu durum oldukça kuvvet kazanıyor. Bu aynı zamanda İsrail’in o bölgede daha etkin ve güçlü olması için de elzem. Ortadoğu’da herkes bu güç mücadelesinin bir tarafından tutup menfaat koparmaya uğraşırken, İran sessiz ve derin bir şekilde bölgedeki nüfuzunu özellikle mezhepsel inancı önceleyerek etkili kılmaya devam ediyor ve her geçen gün etkisini biraz daha hissettiriyor. Irak’ı Maliki’ye emanet ederek Irak’ta etkinliğini kuran İran, Suriye’de Esad’ı desteklemeye devam ediyor. IŞİD’in bölgedeki Sünnî algısına verdiği zarar da İran’ın bu düşüncelerine son derece önemli katkılar sunuyor. Irak ordusunun başında IŞİD ile mücadele etmek için Tikrit’e Yahya Kurt yahyakurt.ajanda@gmail.com giren Kasımî de İran’ın bu bölgedeki çalışmalarını yoğunlaştırdığının ve daha görünür kıldığının delillerinden biri. Öte yandan Yemen’deki Husileri de destekleyen İran, orada da kendi projeleri için uygun bir ortam hazırlamaya çalışıyor. İran’ın Lübnan’daki etkinliğini bilmeyen yok. Özellikle de Hizbullah ile olan ilişkiler, İran’ın o bölgedeki etkinliğini destekleyen bir diğer unsur olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar, İran’ın bölge ile ilgili birçok plan ve projesi olduğunun kanıtı. Dışarıdan bakıldığında ise İran, kendi istikbali için hummalı bir şekilde çalışıyor görünüyor ki oldukça önemli mesafeler kat etmiş gibi bir izlenim de mevcut. Fakat burada iki husus ortaya çıkıyor. Birinci husus şu: Müslümanların ağırlıklı olduğu bölgede İran, çok yakın bir tarihte yalnız kalabilir. Bunun yanında, karşısında siyasî, ekono- TÜRKİYE, BUGÜN BÖLGEDE HER NE KADAR SİYASÎ VE EKONOMİK ANLAMDA ZOR OLSA DA MENFAAT SİYASETİ DEĞİL, HAK VE ADALET SİYASETİ GÜDÜYOR. BUGÜN İÇİN ZOR VE YIPRATICI GÖRÜNEN BU YÖNTEM, BÖLGENİN VE İSLAM DÜNYASININ GELECEĞİ İÇİN BİR UMUT FİLİZİ YEŞERTİYOR. mik ve askerî anlamda da bir cephe oluşması muhtemel. İkinci husus da şöyle: Bugün konjonktür gereği hem bölgede etkin bir birliğin oluşmasını engellemek, hem de Sünnî İslam inancını itibarsızlaştırmak için İran’ın önünü açan Batı, yarın İran biraz başarılı olduğunda yine İran’ı baskı altına almaktan vazgeçmeyecek. Bunun yanında İran’ın bu bölgede etkinliğini arttırma faaliyetleri, bölgedeki Müslüman bloğunun mezhepsel açıdan daha belirgin ayrılıklara ve kırılmalara da yol açacağı aşikâr. Bu da bu bölgede sadece İsrail’in işine yarayacak. Görünürde o büyük Pers İmparatorluğu rüyasını gerçekleştirmek için azamî gayret gösteren İran, aslında bölgede Batı ve İsrail çıkarları dışında bir şeye hizmet etmiyor. Son söz de Türkiye’ye… Türkiye, bugün bölgede her ne kadar siyasî ve ekonomik anlamda zor olsa da menfaat siyaseti değil, hak ve adalet siyaseti güdüyor. Bugün için zor ve yıpratıcı görünen bu yöntem, bölgenin ve İslam dünyasının geleceği için bir umut filizi yeşertiyor. özel sayı 101 2015 173 haberajanda Analiz VEZİR BOL, Orduya ihtiyaç duymayan devlet ŞAH KİM? Bu tanımlamalara en uygun devlet elbette “Almanya”, fakat o da şu an öyle bir açmaza girdi ki, hem avro bölgesini bir arada tutmak için kıvranıyor, hem de bu bölgedeki ekonomik krizlerin faturasını kendi halkına ödetmemek için uğraşıyor. O yüzden hem Yunanistan’a saldırıyor, hem de tarihsel şuur ile Ukrayna üstünden dünyada en fazla ticaret yaptığı Rusya ile hesaplaşıyor. Yaşadığımız zaman içinde yer alan jeopolitik boşluk alanlarındaki yaşanan krizlerde de bu güç parametreleri kullanılıyor. Küçük büyük tüm unsurlar (devlet ve örgütler) krizin içine çekiliyor. Bütün güç parametrelerinin birbirine girmesi neticesinde dünyanın “ta” öbür ucundan müdahil olunması Almanlar, gerçekten tarih boyunca tüm insanlığı şaşırtmış bir millet. İki dünya savaşından yenik çıksa da öyle bir mühendislik altyapısı mevcut ki çok kısa sürede tekrar eski pozisyonuna geri dönüp dünya siyasetine yön verebiliyor. Hem de bunu potansiyel G ÜÇ parametrelerini belirleyen unsurlar artık tek bir nokta ile ifade edilmiyor. Ekopolitik, jeopolitik, jeokültür, jeoekonomi, jeostrateji gibi tanımlamaların hemen hepsi bir arada kullanılıyor. Hiçbiri de birbirinden üstün değil… kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü dünya birbirine girmiş durumda. Nihayetinde bu güç unsurlarından en yenisi olan “ekopolitik”, 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde -ortaya çıkan küreselleşme ve globalleşme- ülkeler arasındaki bağımlılığı belirlemede ana unsur haline geliyor. TARİHÎ TECRÜBESİ OLAN MİLLETLER, İŞTE BÖYLE FİZİKÎ SORUNLAR YARATIP SAVAŞ STRATEJİLERİ OLUŞTURURLAR. ŞİMDİ ANLIYOR MUYUZ İTALYANLARIN, TRABLUSGARB’I İŞGAL ETTİKTEN SONRA NEDEN HİÇ ALAKALARI OLMADIĞI HALDE ON İKİ ADALARI NEDEN ALDIKLARINI? YA DA BİZ KIBRIS HAREKÂTI’NDA GİRNE, LEFKOŞE VE MAGOSA’YI ALIRKEN NEDEN YASAK MARAŞ VE GÜZELYURT’U DA ELE GEÇİRDİK? 174 özel sayı 101 2015 Almanya’nın tarih boyunca yapmak istediği jeostratejik açılımların önündeki en büyük engelin Rusya olduğunu artık bilmeyen yok. Ama bu öyle bir çetrefil ki, Almanya’da sadece Rusya’ya ihracat yapan 5 bine yakın şirket var ve hepsi de Merkel’in, Obama’nın peşine takılmasından rahatsız. Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com verilerin en önemlilerinden biri olan askerî güçten yoksun olarak becerebiliyor. Almanya, her zaman teknolojik kapasitesini her türlü silahı yapabilecek evrilmeye münasip bir yapıda tutar. Mesela bizim en güvendiğimiz Meko sınıfı firkateynlerle Ay ve Prezeveze sınıfı denizaltılar bu altyapının ürünü. Savaş uçağı üret(e)miyor ama “Airbus” üretiyor. Lufthansa ile dünyanın en güçlü ticarî filolarından birine sahip. Ordusunun var mı, yok mu olduğunu tartışmaya bile gerek yok, ama inanılmaz bir istihbarat gücü mevcut. Hedefine koyduğu ülkeleri bu istihbarat gücü ile vururken, üretim ve ihracata yönelik ekonomik gücü ile de her türlü siyasî pozisyona zorluyor. Bunu yaparken de o ülke içindeki meşru görünen stratejik araçlarını kullanıyor. Bilinmelidir ki, Gezi olaylarının ardında da bu güç vardır, Hürriyet’in arkasında da bu güç, Güneydoğu’daki olayların içinde de bu güç… Aynı güç, Ukrayna üstünden Rusya’yı vuruyor. Minsk’de Merkel, Hollande, Proşenko ve Putin bir araya geldiğinde, Putin’e “Hayatımın en mutlu günü sayılmaz elbette” dedirtebiliyor. Proşenko ise, suratı sirke satarak Kırım’ın kaybının üstünü örtmek için Donetsk bölgesindeki geril(e)meye dair “Federatif yapıyı kabul etmedik” diye kendi halkına moral takviyesi yapmaya çalışıyor. İran-Irak Savaşı gibi, kaybedeni yoksa kazananı kim? Almanya, artık tamamen ABD ile birlikte hareket ediyor. ABD 1990’larda Sovyetleri dağıttıktan sonra, Putin’le tekrar emperyalist hedeflere yürümeye kalkan Rusya’nın etrafını kuşatmak için bulabileceği en güçlü müttefikin Almanya olduğunu biliyor. Obama’nın desteğini alan Merkel de Putin’e yüklendikçe yükleniyor. Elbette kadim bir geçmişe sahip Rusya’nın da eli armut toplamıyor. Rusya neler yapıyor? Putin de avro bölgesini krizden çıkarmaya çalışan Almanya’yı hem 2014’deki Hamburg olayları ile vuruyor, hem de Kırım ile. “Zamanlama”, liderliğin ve stratejinin en önemli araçlarından biridir; Putin’de de bu kabiliyet fazlasıyla var. Savaş stratejisinde bir kural der ki, “İşgal ettiğiniz bölge ile birlikte ön hattı daha ileriye kurunuz ve pazarlıkları bunun üstünden yürütünüz”. Dolayısıyla Kırım burada ana hedef, Donetsk ise pazarlık havzasıdır. Rus coğrafyasını gezip incelerken bir şey fark ettim. 1990’larda Sovyetler dağılırken bile bu dağılmayı Rusya’nın planladığı o kadar açık ki… Zira her yeni kurulan devletin başına ileride sorun yaratacak ve bunu Rusya’nın hakemliğine mecbur bırakacak sorunlu hatlar oluşturulmuş. Donetsk de bunlardan biri, Abhazya da, Karabağ da, Kırgızistan ile Özbekleri birbirine düşman kılan Oşi de. Tarihî tecrübesi olan milletler, işte böyle fizikî sorunlar yaratıp savaş stratejileri oluştururlar. Şimdi anlıyor muyuz İtalyanların, Trablusgarb’ı işgal ettikten sonra neden hiç alakaları olmadığı halde On İki Adaları neden aldıklarını? Ya da biz Kıbrıs Harekâtı’nda Girne, Lefkoşe ve Magosa’yı alırken neden Yasak Maraş ve Güzelyurt’u da ele geçirdik? Böyle durumlarda pazarlık süreleri bilinçli olarak uzun tutulur. Çünkü süre uzadıkça tahkimat ve sosyal değişim için vakit kazanılır. Artık duruma göre ana hedefe ulaşıldıysa, pazarlık ana hedeften uzaklaşmış ve antlaşma zamanı gelmiş sayılabilir. Ön hattı da sorunlu bölgeye kaydırmak, zaferin tescilidir. Bu da maalesef Donetks havzasında insanların daha çok uzun süre ölmesi demektir. Ruslar ellerindeki enerji kozunu öyle kullanıyorlar ki, mesela bir yandan Macaristan’la nükleer işbirliği antlaşması yaparken,diğer yandan da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile donanmanın ikmali için anlaşıyorlar. Macaristan ile Avrupa’yı kuşatmanın hazırlıklarını yaparken, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın ekonomik kriz içinde kıvranmasını fırsat bilip Akdeniz’de, Batı’nın o çok güvendiği alternatif doğal gaz yataklarında “Ben de söz sahibiyim” demek istiyor. Rusya’da öyle bir inanmışlık mevcuttur ki, bu, tarih boyunca aynı kolektif şuur ile vuku bulur. Zor zamanlarda Rus milleti eğer güçlü bir liderlik yakalamışsa, hangi şartlar içinde olursa olsun, topyekûn direnişe geçer. Sanmasınlar ki Rusya teslim olur ve geri adım atar, Kırım’ın ilhakının bedeli ne ise, Ruslar ödemeye hazırdır. Bunu Napolyon’a karşı da ispat ettiler, Hitler’e karşı da. “Dünya beşten büyüktür!” BM’nin kurulmasındaki yegâne amaç, dünyadaki tüm sorunlara büyük devletlerin müdahil olup ortak politika belirlemesi içindi. Dünyanın beş büyüğüne bundan dolayı veto hakkı tanınmış ve sorunların önüne bu şekilde geçilebileceği varsayılmıştır. Fakat dünya yerinde durmuyor ve bölge güçleri artık bu karar mekanizması içinde yer almaya çalışıyorlar. Erdoğan da sürekli olarak “Dünya beşten büyüktür!” derken dünyada bir algı oluşturmak istiyor ki bunu başarmışa da benziyor. Daha üç beş gün önce (bugün 4 Mart 2015) İnsan Hakları Örgütü’nden bu slogana dönük bir açıklama geldi. Artık herkes biliyor ki, BM denen bu kurumun hiçbir işlevi kalmadı. Varsa bile, bu güç ancak ana devletlerin çıkarlarını sekteye uğratacak hamlelere cevap niteliğinde. Rusya bu beşte mi? Kâğıt üzerinde evet! Ama Putin de biliyor ki, kendisi bu beşin içinde değil. İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyaya nizam vermek amacıyla kurulan bu beş, artık birbiri ile didişmekle kalmıyor, birbirlerinin hâkimiyet sahalarına da müdahale ediyor ve acısını da tüm dünya çekiyor. Tarihte hiç ön plana çıkarılmaz ama bu millet, I. Abdülhamit döneminde Almanlarla da savaşmış ve ağır bir mağlubiyet tattırmıştır. Fakat bu savaşın sonucu bize oldukça pahalıya mâl olmuştur. Çünkü biz Almanlarla savaşırken, onların müttefiki olan Ruslar da bu arada Karadeniz’e donanma indirerek Ozi Kalesi’ni işgal etmiş, ardından da Odesa’ya girerek Kırım’ı elimizden çıkarmışlardır. Bu savaş neticesinde Osmanlı artık Kırım hanlarını atama yetkisini yitirmiş, Ruslar neredeyse tüm Kırım bölgesine hâkim olmuşlardır. Sonuç şu: Zamanlama mükemmel! Kırım tekrar Rusların eline geçti, bize de seyretmek kaldı. Kim seyretmedi ki? Son söz: Veziri bu kadar bol bir oyunda Şah kim? Ne olabilir ki? İnsanlık! özel sayı 101 2015 175 haberajanda Siyer-i Nebi Kutlu bir doğum Rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Habibinin (s.a.v.) aşkına, bizleri Sen’in kelimelerinle düşünen, Sen’den bir hikmetle akledip güzel işler ortaya çıkaranlardan eyle… Usve-i Hasane, Hatem, Şahid, Beşir, Nezir, Dai, Müzekkir, Sirac-ı Münir olan Resulün (s.a.v.) hürmetine, bizleri O’nun (s.a.v.) gördüğü, işittiği ve aklettiği yerden gören, işiten ve akleden kullarından kıl... Şüphesiz ki Sen, dilediğine dilediğince lütfedebilensin. (Âmin!) 176 özel sayı 101 2015 Ahmet Turgut ahmetturgut.ajanda@gmail.com beklerken M İLADÎ bir uyarlamayla Nisan aylarını “Kutlu Doğum Haftası” saydık ve Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) hatırla(t)manın vesilelerinden bir vesile edindik. Elbette bu vesileden muradımız, bin 444 yıl evvelki doğumdan ziyade, “güncel bir doğum” sayesinde kendimizdeki Muhammedîliği uyandırabilmek. Ve biliyoruz ki bunun yegâne yolu, Efendimiz’i (s.a.v.) yaşamın her sahasında rehber edinebilmekten, Kur’an terminolojisiyle O’nu (s.a.v.) “Usve-i Hasane”, yani “üretilebilir-yinelenebilir güzel örnek” almaktan geçiyor. Nitekim “Kişi, sevdiğiyle birliktedir” buyuran Efendimiz (s.a.v.), bu birlikteliğin en tabiî sonucunun da Sevgili’nin ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu bildirmişti bizlere. Evet, Rehberimizdir Efendimiz (s.a.v.). Bu rehberliğin birincil ilkesini, Ahzab Suresi’nin 40. ayetinde görüyoruz: “O, Al-lah’ın Resulü ve Nebilerin Hatemi’dir.” Dikkat edileceği üzere bu ayette Efendimiz’in (s.a.v.) hem resul, hem nebi olduğu zikredilmekte. Birçok sözlük her iki kelimeyi “elçi, haberci” misali tekli Türkçe karşılıklarla aynîleştirebiliyor. Vahye muhataplığın vurgulandığı bu iki kelimenin aralarındaki farkı araştırınca seçebiliyoruz ki, “nebi” kelimesinde “haberin kendisi” önemlidir. Ancak “resul” kelimesi ise ilgili yere/kişilere bu “haberi getirmesi için gönderilen kişi”yi anlatır. “Nebi” sözcüğünde “haberin intikal edişi”ne vurgu yapılırken, “resul” kelimesindeki vurgu ise doğrudan “haberi getiren kişi” üzerindedir. Başka bir izahla “nebi” haberin ilk elden alıcısı, “resul” ise aldığı gibi aktarıcısıdır. Haliyle her resul, aynı zamanda nebidir; lakin her nebi, resul olmak zorunda değildir. Hakeza Efendimiz’in (s.a.v.) Nübüvvetine dair ilk emir “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla...” ayetiyle1 gelmişken, Risaletine dair ilk emirse “Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar!” ayetinde2 geçmektedir. Hatemü’l-Enbiya Gelelim Ahzab Suresi 40. ayette yer alan “Hatemü’l-Enbiya” tabirine... Bu tabirde yer alan “hatem” kelimesi, Arapçada “mühür” anlamına gelir. Herhangi bir yazı, bildiri veya mektubun nihayete erdiğinin belgelendirilmesi ve içeriğinin özel sayı 101 2015 177 haberajanda Siyer-i Nebi tasdik edilmesi amacıyla en altına mühür basılması sebebiyle “hatem” kelimesi sonlanmayı ve evvelki ifadeleri tasdik etmeyi anlatır. Haliyle Efendimiz (s.a.v.), Resullerin ve Nebilerin “Sonuncusu”dur. Hem Risâlet, hem de Nübüvvet Kapısı, Efendimizden (s.a.v.) sonra başka hiçbir kimseye açılmamak üzere kapatılmıştır. Günümüzde güya kelime oyunları yaparak “Hz. Muhammed Son Nebi’dir ama Son Resul değildir” iddiasıyla yola çıkıp “Ben nebi değilim ama resulüm” durağına uğrayan tüm hezeyanlar, ilahiyatın veya etimolojinin değil, doğrudan psikiyatrinin ilgi sahasındadır. Yine Hatemiyetin sonucu olarak Efendimizin (s.a.v.) evvelki kitapların ve risaletlerin tasdikleyicisi olması özelliği, O’na (s.a.v.) verilen hüküm ve hikmetin hem maziyi, hem de geleceği kuşatıcılığını gösterir. Bu öyle bir kuşatıştır ki, bahaneler O’nun karşısında güneş görmüş kar misali erimeye mahkûmdurlar. Tebliğe dair ilkelerin propaganda veya algı operasyonu prensipleriyle değiştirildiği böylesi bir süreçte Efendimiz’in (s.a.v.) öğrettikleriyle aramızda beliren bir diğer fark ise, Efendimiz’in (s.a.v.) insanları “Hakk’a davet” etmesi, bizlerinse aynı hedef kitleyi “kendimize çağırmayı” tercih etmemizdir. Öyle ki, böylesi bir dejenerasyon neticesinde tebliğin tanımı, “adam kazanma sanatı” olarak değiştirilebilmiştir. Şahid, Müjdeleyici ve Uyarıcı Efendimiz’in (s.a.v.) rehberliğinin diğer bir ilkesi ise, O’nun (s.a.v.) davetçi, müjdeleyici ve uyarıcı olmasıdır. Nitekim ilahî mesaj ve nasihatler ile emir ve yasakların insanlığa ulaştırılması, O’nun (s.a.v.) aslî vazifesi olan hakikati tebliğ etme görevinin öncelikli gereğidir. Ahzab Sûresi 45. Ayet, Efendimiz’in (s.a.v.) bu amaçla gönderildiğini de dile getirmektedir: “Ey Nebi! Seni Şahid, Müjdeleyici ve Uyarıcı olarak gönderdik.” Bu ve benzeri ayetlerin3 ortak şahitliğiyle anlıyoruz ki, Efendimiz (s.a.v.) Kur’an-ı Kerim’de ilahî haberi alması ve aktarmasıyla “Resul ve Nebi”, ilahî haberlere muhatap kitleleri müjdelemesi yönüyle “Beşir/Mübeşşir”, onları uyarması yönüyle “Nezir/ Münzir”, hakikate davet edişiyle “Dai”, aslolan gerçeği hatırlatışıyla “Zikir/Müzekkir”, tüm bu emeklerine hem insanlığı, hem de Allah’ı tanık tuttuğu için “Şahid” vasıflarıyla adlandırılmıştır. Efendimiz’in (s.a.v.) hayatını anlatan Siyer-i Nebi kitaplarını ve bizatihi Kendisinin sözlerini etüt edince anlıyoruz ki, Efendimiz (s.a.v.), kendisine tebliğin ulaşmadığı kişiyi “davet ehli gayrimüslim” saymış, “kâfir” nitelemesini ise ancak kendisine ulaşan apaçık tebliğe rağmen hakikate teslim olmaya direnenler için kullanmıştır. Üstelik kâfirin değil, küfrün varlığını dert edinmiştir. Zira O (s.a.v.), failin terbiyesini fiilin ıslahına bağlamış ve mücadele önceliğini faile değil, fiile vermiştir. Öyle ki, yalan söylemenin zararlarını öğretmeden hiç kimseyi yalancılıkla itham etmediği gibi, zalimi değil, zulmü yok etmeye çağırmıştır. Yine aynı sebeple müşriklerin değil, şirkin düşmanı olmuştur. Mekke’nin fethedildiği gün, gücü yetmesine rağmen, üstelik de hukuken bunu yapmaya hakkı bulunduğu halde, Kendisine her türlü düşmanlıkta sınır tanımayan Kureyşli müşriklerle hesaplaşmak yerine şirki hedef göstermiş, Kureyş ekâbirlerini azat ederken, Kâbe’deki tüm putları kırmıştır. Yine O’nun (s.a.v.) temiz hayatını okuduğumuz vakit görebiliyoruz ki, Efendimiz (s.a.v.), Kur’an’ın da en belirgin üslubu olan ya müjdeleyip uyarmak ya da uyarıp müjdelemek yolunu seçmiş, her halükârda aynı hedef kitleyi hem müjdelemiş, hem de uyarmıştı. 178 özel sayı 101 2015 Ahmet Turgut Muhammedî tebliğin ana düsturları olan bu hassasiyetleri görmezden gelen bizlerse, ekseriyetle hedef kitleyi “Bizimkiler” ve “Onlar” diyerek önce ikiye ayırıyor ve “bizimkiler”i muştunun, “ötekileri” ise ikazın muhatabı sayıyoruz. Üstelik müjdelemek yerine vaatler/ayrıcalıklar sunuyor, uyarmak yerine de tehdit ediyoruz. Şahitlik bahsinden nasibimiz ise, kardeşlerimiz hakkında bir kenarda suç dosyaları biriktirip günü geldiğinde bunları tüm kamuoyunun tanıklığına sunmak şeklinde beliriyor. Ya biz? Tebliğe dair ilkelerin propaganda veya algı operasyonu prensipleriyle değiştirildiği böylesi bir süreçte Efendimiz’in (s.a.v.) öğrettikleriyle aramızda beliren bir diğer fark ise, Efendimiz’in (s.a.v.) insanları “Hakk’a davet” etmesi, bizlerinse aynı hedef kitleyi “kendimize çağırmayı” tercih etmemizdir. Öyle ki, böylesi bir dejenerasyon neticesinde tebliğin tanımı, “adam kazanma sanatı” olarak değiştirilebilmiştir. Adam olması beklenen kişiye Hakk’ın anlatılması yerine, “Bir adamımız daha olsun!” beklentisinin yol açtığı bu kirlilikten uzak kalmak isteyenler neye dikkat etmelidirler peki? Eğer muhataplarınıza kendilerini geliştirebilmeleri veya düzeltebilmeleri için onların muhtaç olduğu değerleri, bilgileri ve hükümleri veriyorsanız, şüphesiz ki bu, tebliğin gereğidir. Aksine, muhataplarınıza onların görmek/duymak istedikleri şeyleri veriyorsanız, bu, tebliğin değil, propagandanın gereğidir. Nitekim ilk tavırda “usul dairesinde” derdinizi anlatırken, kınayıcıların kınamalarından çekinmeme, yani izzet ve vakar hali belirgindir. Bu uğurda muhataplarınızın zihin/gönül konforunu bozmaktan ve bunun sonucunda bedel ödemekten çekinmezsiniz. Propagandist tavırlarda aslolansa “rağbet görebilmek”tir. Bu amaçla hedef kitlede mevcut olan önyargıları tekrar etmek veya onların bireysel/kimliksel egolarını okşamaktan geri durmazsınız. Kitlenizden elde edeceğiniz maddî karşılığı, emeğinizin değil, “uyumluluğunuzun doğal getirisi” addedersiniz. Üstelik bunu kâh yalanlar üzerine inşa edersiniz, kâh “seçilmiş doğrular” üzerinden. Beşerî sahadan bir misal ile bu ayrım açı- labilir sanırım: Farz edelim ki paylaşmayı sevmeyen bir insanla muhatabız… Propagandistler böylesi bir insanı ne tür argümanlar kullanarak kendi saflarına çekerler? “Aslolan insandır… Ne ararsan kendinde ara, zira kâinatın gözbebeğisin sen! İnsan olmazsa tüm bu âlemlerin hikmeti de olmaz…” vs. Duymak istediklerimiz ya da duyulması gerekenler Tüm bu cümleler, vazettikleri müstakil yargılar itibariyle doğrudurlar. Ama hepsi de hedef kitlenin hassasiyetleri gözetilerek seçilmiş olan doğrulardır. Örnekteki şahıs, cimri bir insan olduğu için paylaşmayı sevmeyen, kendisini merkeze almış egosantrik biridir. Haliyle -cümle itibariyle doğru yargılar barındıran- tüm bu ifadeler, ondaki enaniyet/ego damarını besler. Oysa aynı şahsa “Tüm mülkün mutlak sahibi Allah’tır. O, mülkünü dilediğine verir. Bununla da seni ve diğer insanları imtihan eder. Haliyle sana emanet edilen malı mülkü muhtaç kişilerle paylaşman gerekir. Eğer böyle yapmazsan, Allah’ın rahmetinden hissen azalır” derseniz, tüm bu sözler de doğrudur ki üstelik de cimri-egosantrik bir insanın iyi-güzel-doğru bir kişilik kazanabilmesi için “ihtiyaç duyduğu doğrular” da tastamam bunlardır. Nitekim bahse konu olan “hedef şahıs”, her iki sözü de dinler. İlk sözler egosuna hitap ettiği için onları aynen alır; aklı da bu söylenenleri doğrular. İlk argümanı dillendiren/yazan şahsı veya ekibi kendisine yakın bulur. Hele bir de sözüne ve tespitlerine güven duyulan bir kişiyseniz, muhatabınız sizin ilminize, bilgeliğinize iyiden iyiye hayran olur. İkinci grupta zikredilen argümanlara ise kulak vermek istemez ve bilakis bunları hatırlatanlardan uzak durmaya çalışır. Yukarıdaki örneği nazarî bir dille özetlersek şunları yineleyebiliriz pekâlâ: Sistemin nasıl ilerlediğinin farkında olan ve temel hedefleri “adam kazanmak” olan propagandacılar, hedef kitlenin duymak istediği yalanları ve/veya doğruları söyler ve bu sayede onlardan rağbet de görürler. Dertleri “adam kazanmak” değil, “adam olmak ve adam yetiştirmek” olan gönül erleri ise, rağbet kaygısından bağımsız şekilde muhatabına, onun hatırlamaya muhtaç ol- duğu doğruları anlatır ve gösterirler. Bu sayede muhatabının daha iyi-güzel-doğru bir insan olmasına çalışırlar ve propagandistler gibi, putların birini alıp yerine bir başkasını koymakla veya putları Kâbe’den çıkarıp Mescid-i Harâm’ın bir kenarına bırakmakla uğraşmazlar, Beytullah ve onun harimi temizlenene değin putları kırmak için didinir dururlar. Bu ilkesel farkları anladıktan sonra çevrenize ve medyaya yeniden bir bakın isterseniz! Kimlerin hangi sözleri/doğruları neden hoşunuza gidiyor? Veya neden size soğuk geliyor? Bu konuda kendimizi tartmak veya Kur’an’ın ifadesiyle nefsimizi “levm edebilmek”, şüphesiz ki Efendimiz’in (s.a.v.) ve O’nun bize aktardığı Kitap’ın ışığında sağlıklı, doğru ve temiz bir zemine oturacaktır. Belki de bundan sebep, mezkûr ayet şöylece devam etmektedir: “Ey Nebi! Seni Şahid, Müjdeleyici ve Uyarıcı olarak gönderdik. Ve Seni Allah’ın izniyle O’na davet eden bir Dai ve aydınlatan bir kandil (Sirâc-ı Münir) kıldık. İnananları, kendilerini büyük bir lütfün beklediğiyle müjdele! İnkârcılara ve ikiyüzlü davrananlara gelince, onlara itaat etme, ezalarına aldırma! Sadece Allah’a güvenip dayan! Vekil olarak Allah yeter…”4 Kendi doğumumuza niyaz Son sözümüz, kendi doğumumuza niyaz olsun... Rahmeti her şeyi kuşatan Rabbimiz! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Habibinin (s.a.v.) aşkına, bizleri Sen’in kelimelerinle düşünen, Sen’den bir hikmetle akledip güzel işler ortaya çıkaranlardan eyle… Usve-i Hasane, Hatem, Şahid, Beşir, Nezir, Dai, Müzekkir, Sirac-ı Münir olan Resulün (s.a.v.) hürmetine, bizleri O’nun (s.a.v.) gördüğü, işittiği ve aklettiği yerden gören, işiten ve akleden kullarından kıl... Şüphesiz ki Sen, dilediğine dilediğince lütfedebilensin. (Âmin.) 1. Alâk, 1. 2. Müddessir, 1-2. 3. Bakara, 119; Nisa, 79 ve 165; Fatır, 24; Sebe, 28; Ğaşiye, 21-22; Ahzab, 46. 4. Ahzab, 45-48. özel sayı 101 2015 179 haberajanda Toplum Medeniyet ve kültürümüz inanç eksenlidir. Bundan dolayıdır ki tarihimizde, yukarıda ifade edildiği anlamda bir sefalet yaşanmamış, insanımız yalnızlığa itilmemiştir. Çocukları birer emanet olarak gören zihniyetin onları ötekileştireceğini, hele hele istismar edebileceğini düşünemeyiz. Bizi ayakta tutan bu anlayış korundukça var olmuşuzdur. Bu anlayış zayıfladıkça başımıza gelenler ise ortadadır, damardan parçalarla parçalanmışızdır… DAMARDA B ÜYÜK kentlerin cazibesinin kendine çektiği taşralı insanların eritilişlerinin öyküsüdür son çağın bu hazin şarkısı. Son çağın parçalara ayırdığı cemiyet, bugün eriyik halde kayıplara karışmıştır. >> “Bir tek dileğim var: Mutlu ol, yeter!” En geniş açılımıyla aile kurumunun içine düşürüldüğü bataklığın yansımaları olarak bugün anne, baba, çocuk, kardeş ve akraba, birer kavramdan öteye gidemeyen değerlere indirgenmiştir. Toplumsal katmanları bir arada tutacak olan değer yargıları birer birer silikleştirilmiş, yerlerine uçucu, tutarsız, bol baharatlı kelimeler ikame edilmiştir. Baharatı bol tutmuşlardır, çünkü bu çürük etin kokusu ancak bol baharatla giderilebilirdi. “Kıvırcık marulun vardır inşallah;/ Bir salata yapsan, bol limon sıksan…/ Senin de iştahın iyi maşallah…/ İçim ürperiyor, ya evde yoksan?” Vahşi kapitalizmin kâra endeksli iş anlayışında, ucuz işgücü olarak kullanılacak bir meta olmaktan başka değerleri olmadıklarını gören, bilen ve yaşayan insanların içine düştükleri sefalet korkunç olmuştur. Cemiyetin içinde var oluşların (kapital patronlara para kazandıran insan kaynağı) olarak tarif edebilecek kadar kendini yoklukta, patronajlarını kulelerde kanıksayan fertler cehennemine çevirmişlerdir yaşamı. “Çaresiz kalmışım, gözlerim şaşkın…/ Çile rüzgârında savrulmuşum ben./ Dertler derya olmuş, ben de bir sandal,/ Devrilip bat- 180 özel sayı 101 2015 mışım, boğulmuşum ben…” İşgücü kavramı, daha da ucuza çalıştırılabildikleri için kadın ve çocukları da kapsamıştır. Böylece aile ortadan kaldırıldığı için, çocuklar sahipsizlik bataklığına düşürülebilmiştir. En tabiî sosyal hakların lafının bile edilmediği bu ortamda sistem, durmadan ve durdurul(a)madan uçurum insanlarını üretebilmiştir. Heyelanlar cehennemimiz, Batı dünyası için “kazançlar cenneti” diye tarif edilegelmiştir. Enkazlar, kazların yolunduğu çiftliklerde bir bir meydana gelmiştir. Uçurumlar, uçurtması vurulanlar ve uçurulanlar hiç bitmemiştir. “Uçurumun kenarına getirdin ömrümü,/ Harabeye döndürdün garip gönlümü…” Tecrit edilen bu insanlar için inanç bir lüks, aile biyolojik bir ortam, ahlak ise bir zaaftır. En yalın anlamıyla yaşamak için her şey yapılabilir ve mubahtır. Ölüm, bütün acı ve ıstırapları dindiren kurtarıcıdır. Cemiyeti bu hale getiren akıl, akılsızlık haline bu ülkeyi ustaca alıştırmıştır. Aklı tutulan ve aklıyla oynanan halk, çıkış yolunu aramaktan dahi uzak kalmıştır. Ve tarih tüm bunları bir bir yazmıştır. “Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum,/ Ömür boyu bitmeyen dert ile yoğrulmuşum…” İnancın medeniyet dokusundaki payı inkâr edilerek, yerine kâr ikame edildiğinde, gidişat, varoş kültürünün sahipsiz çocuklarının çoğalışından başka bir yere doğru olmamıştır. Engellenemez bu sürükleniş, duyarsız, kör, sağır ve umarsız bir neslin türetilmesiyle nihayete ermiştir. Lakin bu coğrafyada “arkası yarın” hep var olmuştur. “Martılar ismini gelir fısıldar;/ Sahilde sensizlik benimle ağlar./ Her tarafta senden bir hatıra var./ Baktığım, gördüğüm, duyduğum sensin…” Yukarıdaki tabloda ana hatlarıyla görüldüğü üzere, Batılı eksende yer alan düşünce sistemlerinin insanlığı ittiği uçurumlardaki en temel karakteristik öğe “yalnızlık” olmuştur. Yalnızlaştırılmış bireyler, duygu derinliği olmayan, dava, şuur, hedef ve ufuk gibi niteliklerin eylem alanından ziyade kazanç, hırs, ihanet ve çelme takma gibi vahşi kapitalizmin cehennemine esir düşmüş ya da düşürülmüşlerdir. “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş./ Tanrı istemezse insan ölmezmiş./ Sen tanrı mısın beni öldürdün,/ Eşime dostuma beni güldürdün?” Batı’ya göre her zaman Doğulu kalacak olan toplumumuz, böyle bir yalnızlığa düşmemek için medeniyet ve kültürüne sarılmalıdır. Medeniyet ve kültürün izleri bu toplumdan silindikçe, fertleri bekleyen akıbet, yalnızlıktan başka bir şey olmayacaktır. “Ayağıma prangalar taktılar,/ Gözlerimi dağladılar, yaktılar;/ İki koldan, bir alnımdan çaktılar,/ Çarmıha gerdiler sensiz iki gün…” Muhammed İkbal Bakırcı muhammedikbal.ajanda@gmail.com N PARÇALAR Yetişkinler olarak baş edemediğimiz ve edemeyeceğimiz bu yalnızlığa itilen, sosyal bir yara olarak kanayan, adına “sokak çocukları” denilerek etiketlenen çocuklarımızın içinde bulundukları hâl, yalnızlıktan başka bir şey değildir. İhmal edilmişlikten terk edilmişliğe uzanan süreçte yaşam mücadelesi veren bu çocukların yalnızlığı “yabancılaşmaya” dönüştüğünde, maalesef birer suç makinesi haline gelmektedirler. “Bugün yine bana ayrılmak düşer,/ Deli gibi döne döne savrulmak düşer./ Bugün yine bana of çekmek düşer…/ Of! Of! Of!../ Bugün yine bana ağlamak düşer,/ Çıra gibi yana yana kül olmak düşer./ Bugün yine bana ah çekmek düşer./ Ah! Ah! Ah!..” Medeniyet ve kültürümüz inanç eksenlidir. Bundan dolayıdır ki tarihimizde, yukarıda ifade edildiği anlamda bir sefalet yaşanmamış, insanımız yalnızlığa itilmemiştir. Çocukları birer emanet olarak gören zihniyetin onları ötekileştireceğini, hele hele istismar edebileceğini düşünemeyiz. Bizi ayakta tutan bu anlayış korundukça var olmuşuzdur. Bu anlayış zayıfladıkça başımıza gelenler ise ortadadır, damardan parçalarla parçalanmışızdır… Ne yazık ki, bugün kültürel çözülmenin neticesi olarak sahipsizlik batağında çırpınan çocuklarımız var.Bize ait olan ve kültürümüze kazandırmamız gereken bu çocuklar için neler yapabileceğimizi ortaya koymadıkça, onları yalnızlık uçurumuna düşmekten de koruyamayız. İnsan, yaptığı ve yapmadığı her şeyden sorumludur ve hesaba çekilecektir. Not: Kıymetli Ali Hocam’a katkılarından ötürü minnettarım. özel sayı 101 2015 181 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ Tarihe bakıldığında pek çok alfabe değiştirdiğimiz görülmektedir. Orhun Kitabeleri’nde görülen “Göktürk” veya “Orhun alfabesi”nin o dönemde pek çok Türk boyu tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Onun için bazı tarihçiler buna “Turan alfabesi” adını vermektedirler. Orta Asya Türklerinin kullandığı Uygur alfabesinin aslının da Aram yazısı kökenli Suğd alfabesi olduğu kabul edilir. İslamiyet’ten sonra ise, son İlhanlı hükümdarı olan Sultan Ebu Said (716-726) tarafından Arap alfabesinin kullanılmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. İşte Türklerin kültür ve medeniyetlerinin günümüze aktarılmasını sağlayan bu yazıyı Selçuklular ve Osmanlılar da kullanmışlardır. “Osmanlıca” şeklinde adlandırılan alfabenin aslı da buna dayanmaktadır. *** Osmanlıca, alfabe olarak her ne kadar Arapça kökenli olsa da anlam, mantık ve boyut açısından Türkçedir. Çünkü Osmanlıcadaki bir kelimenin anlamı, Arapçadaki anlamından farklıdır. Osmanlılar, Arapların kullandığı anlamı direkt olarak kullanmamışlardır. Ne var ki, bugünün insanı Osmanlıca ile Arapçayı sanki aynı dilmiş gibi biliyor. Osmanlıcanın bir Türk dili olduğunu bilenlerin sayısı çok az. *** İlhanlılar, Selçuklular ve Osmanlıların, kısacası tarihî geçmişimizin tamamı bu dille, yani Osmanlıcayla kaydedilmiştir. Harf değişimi, bilgi hazinesi ile bu milletin bağlantısını kesmiştir. Yerine yenisi hemen ikame edilemeyeceği için, besleneceği bilgi kaynaklarından millet mahrum bırakılmıştır. Bundan dolayıdır ki, uluslararası düzeyde, özellikle sosyal bilimler alanında ne bir bilim adamı, ne bir felsefeci, ne bir sosyolog, ne bir edip veya yazar, şair yetişmiştir. 182 özel sayı 101 2015 Ne Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Selami Bakırcı Dr. Muhammed İkbal Bakırcı // muhammedikbal.ajanda@gmail.com denB Osmanlıca? U lanetleme çağı her zaafı kurumsallaştırdı. Yanıyoruz hararetinden, suya hasretiz! Deniz suyu içenler gibi harareti geçmeyenleriz. Bu çağda kurumsallaştırıp zaaflarımızla bizi yöneten, küfre gardiyanlık eden her fert, elbette bir gün, ilelebet kendileri için mesken edindikleri ve bizi de esiri ettirdikleri bu zindanın bedelini ödeyecektir. >> Uyanışın uzun sürdüğü bir dönemdeyiz. Ayılıyoruz, lakin uyutulduğumuz yerden zor kalkıyor, uyanırken zorlanıyoruz. Bu bir yorgunluk alameti değil, sarhoş edilmiş bir cemiyetin sızdıktan sonraki sersem halidir. Bu dediklerim, meşum bir felaketin adeta hasar raporudur. Bu raporda en önemli yerlerden birini tutan bölüm de medeniyet mirasımızdan koparılışımızın can alıcı kesiği “Harf İnkılabı”dır. Osmanlıca bugün gençler için yabancı diller arasında tarif ediliyorsa, can alıcı kesiği atan Batı dünyasının bir başarısıdır bu. Buna mukabil, bizim için de tamire muhtaç, derman olunacak yaranın yerine işaret eden önemli bir ipucudur hem. Medeniyetimize ait bilimsel, sosyal ve kültürel arşivimizin saklı olduğu dâhiyane bir hafızayı barındırır Osmanlıca. Gönül dünyası imar ve restore edilen sosyal katmanlar için bugünlerde Osmanlıca ikram ediliyor. Bu konuyu saygıdeğer Hocamız, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Selami Bakırcı ile yaptığımız söyleşide farklı boyutlarıyla sohbet etme imkânı bulduk. Kendilerine bize kıymetli zamanını ayırdığı için öncelikle teşekkür ediyorum. Arzu ederseniz, Selami Hocamızla yaptığımız keyifli sohbetle sizleri baş başa bırakayım. *** “Osmanlıcanın bir Türk dili olduğunu bilenlerin sayısı çok az” • Sayın Hocam, öncelikle değerli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz. Söyleşimize bazı kavramları tanımlayarak başlayalım isterim… Hocam, bir toplum için “dil” nedir, ne önemi vardır? Dil, insanlar arasında ile- tişimi sağlayan toplumsal bir olgudur. Aynı zamanda insanın duygu, düşünce ve isteklerini ifade etmek için kullandığı yegâne araçtır. Onun için insan, “konuşan canlı” olarak tanımlanır. Bu itibarla dil, insanlığın inşa etmeye çalıştığı medeniyetin temel unsurlarından biridir. Güçlü ve sağlam medeniyetler, ancak güçlü bir dil ile ikame edilirler. • Bir medeniyetin olmazsa olmazlarından biridir dil. Osmanlıca özelinde bu konuyu ele alacak olursak ne söylemek istersiniz Hocam? Osmanlıca, Osmanlı Devleti’nin kullandığı dilin adıdır, yani Türkçedir. Bugünkü kullandığımız dilden farkı, sadece alfabesinin farklı olmasıdır. Tarihte, dilini kısmen veya tamamen değiştirmeyen hemen hemen hiçbir millet yoktur. Türkler de İslamiyet’i kabul ettikten sonra Arap alfabesini kullanmaya başlamış. Dolayısıyla bunu eleştirmenin fazla bir ehemmiyeti yok. Bu alfabeyi kullanmaya başlamış olmamız, gerilemeye neden olmamış, bilakis kültür ve medeniyetimizi geliştirmemize daha da yardımcı olmuştur. Bunu “Divan-ı Lügati’t-Türk” ve “Kutadgu Bilig” gibi ilk eserlerde görmekteyiz. Tarihe bakıldığında pek çok alfabe değiştirdiğimiz görülmektedir. Orhun Kitabeleri’nde görülen “Göktürk” veya “Orhun alfabesi”nin o dönemde pek çok Türk boyu tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Onun için bazı tarihçiler buna “Turan alfabesi” adını vermektedirler. Orta Asya Türklerinin kullandığı Uygur alfabesinin aslının da Aram yazısı kökenli Suğd alfabesi olduğu kabul edilir. İslamiyet’ten sonra ise, son İlhanlı hükümdarı olan Sultan Ebu Said (716-726) tarafından Arap alfabesinin kullanılmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. İşte Türklerin kültür ve medeniyetlerinin günümüze aktarılmasını sağlayan bu yazıyı Selçuklular ve Osmanlılar da kullanmışlardır. “Osmanlıca” şeklinde adlandırılan alfabenin aslı da buna dayanmaktadır. İlhanlılarla başlayıp Selçuklularla devam eden bu yazı, Osmanlılarla “lisan-ı Osmanî”, yani “Osmanlı dili” veya kısaca “Osmanlıca” adını almıştır. İlhanlılar döneminde bu dil -o dönemde Osmanlılar olmadığı için “Osmanlıca” demiyorum-, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde olduğu kadar estetik bir yapıda değildi. O dönemlerde daha çok “kufi” tarzda olan bir yazı şekli vardı. Osmanlıcada gördüğümüz onlarca şekil, sonraki Selçuklular ve özellikle Osmanlılar özel sayı 101 2015 183 HABERA JANDASÖYLEŞİ Osmanlıca eğitimin aslî olan boyutu, yani üçüncü boyutunu bilimsel alan oluşturmaktadır. Bu alan, diğer iki boyuttan çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Zira bu alan oldukça hacimli olduğundan, büyük bir ciddiyet de gerektirmektedir. Etkilediği tabakalara bakıldığında konunun hassasiyeti fark edilecektir. Bugün bilimsel anlamda yapılan Osmanlıca çalışmalar, hem kalite, hem de yetenek bakımından çok çok yetersiz kalmıştır. Milyonlarca adet evraka ve deftere sahip Osmanlı arşivini biliyorsunuz, bunlar sadece okunmayı değil, inceleme ve araştırmayı beklemektedir. döneminde eklenerek dili geliştirmiştir. Osmanlılar döneminin “hat” sanatının meşhur üstatları Maraşlı Hayreddin, Karahisarlı Hüseyin Çelebi, Erzurumlu Halid ve en son İstanbullu Hafız Osman’la, estetik olduğu kadar fonksiyonel bir yazı haline getirilmiştir. Öyle ki, yazının şeklini gördüğünüz zaman, bu belgenin ilgi alanını anlayabildiğiniz gibi, hitap şekliye yazının kimden hangi makama gönderildiğini de tahmin edebilirsiniz. Bu haliyle Osmanlıca, maliye ve ekonomiye ait özel yazı şekli bulunan tek dildir. • Osmanlıca ile Arapça 184 özel sayı 101 2015 arasındaki farklar ve benzerlikler hakkında ne söylenebilir? Osmanlıca, alfabe olarak her ne kadar Arapça kökenli olsa da anlam, mantık ve boyut açısından Türkçedir. Çünkü Osmanlıcadaki bir kelimenin anlamı, Arapçadaki anlamından farklıdır. Osmanlılar, Arapların kullandığı anlamı direkt olarak kullanmamışlardır. Ne var ki, bugünün insanı Osmanlıca ile Arapçayı sanki aynı dilmiş gibi biliyor. Osmanlıcanın bir Türk dili olduğunu bilenlerin sayısı çok az. Bakınız, dünyada iki medeniyet vardır: Batı medeniyeti ve Doğu medeniyeti. Doğu, diğer adıyla İslam medeniyetinin dili üç ayaklıdır. Bunlar Arapça, Farsça ve Osmanlıcadır. Osmanlıcanın akademik boyutu, bilim tarihi açısından oldukça önem arz etmektedir. Özellikle fen bilimleri, tıp, astronomi, mimari ve matematik biliminde derinlemesine bir araştırma yapmak istediğinizde, bunu Osmanlıcasız yapmanız düşünülemez. “Dünyanın aydınlanma çağına girdiği bir dönemde harf değişiminin yapılması, Türklerin medeniyet yarışından diskalifiyesidir” • Harf İnkılabı’nın etkileri muhakkak derin boşluklar oluşturdu. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Osmanlı’nın son dönemlerinde, her alanda olduğu gibi eğitim alanında, dolayısıyla yazıda da birtakım sıkıntılar bulunmaktaydı. O dönemki eğitim problemlerini yok saymıyorum, ancak bu problemleri ıslah etmek yerine, büyük bir tartışma içerisinde yeni bir harf sistemi getirmek, sadra şifa olmadığı gibi yarayı daha da derinleştirmiştir. Tam da dünyanın aydınlanma çağına girdiği bir dönemde, bilimde, fende, sanatta ve edebiyatta atılımın yaşandığı bir zaman diliminde harf değişiminin yapılmış olması, Türk milletinin medeniyet yarışından diskalifiye edilmiş olması demektir. • Bizim o dönemki medeniyet yarışında olmadığımızı Dr. Muhammed İkbal Bakırcı iddia edenler var. “Böyle bir yarış bizim için zaten yoktu” diyorlar. Bunun cevabı nedir? Herhangi bir yarışın “olmadığı” veya “yok” varsayıldığı döneme bir bakalım… Özellikle sosyal alandaki seviyeyi, edebiyat, bilim, düşünce ve felsefe alanındaki seviyeyi millet olarak hâlâ yakalayabilmiş değiliz. Ayrıca ilginç bir husus daha var: O tarihlerde Osmanlı’nın bir “vilayeti” olan bazı ülkeler, bu atılımı bizden önce yakalamışlardır. Çünkü onlar dil olarak böyle bir inkıtaya uğramamışlardır. “Harf değişimi, bilgi hazinesi ile bu milletin bağlantısını kesmiştir” • Millet olarak “Neden bizim bilim adamlarımız çıkmıyor?” sorunsalına bakacak olduğumuzda, Osmanlıcanın kaldırılması ile bir bağlantı bulunabilir mi? Dil, bir millet veya toplumun hafızasıdır, kültür ve medeniyet arşividir. Toplumlar her şeyini bununla kaydederler. Bu arşiv veya bellek ne kadar dolu ve zengin olursa, bilim, kültür, sanat, edebiyat, felsefe ve benzeri alanlarda o kadar ilerleme sağlanır. İlhanlılar, Selçuklular ve Osmanlıların, kısacası tarihî geçmişimizin tamamı bu dille, yani Osmanlıcayla kaydedilmiştir. Harf değişimi, bilgi hazinesi ile bu milletin bağlantısını kesmiştir. Yerine yenisi hemen ikame edilemeyeceği için, besleneceği bilgi kaynaklarından millet mahrum bırakılmıştır. Bundan dolayıdır ki, uluslararası düzeyde, özellikle sosyal bilimler alanında ne bir bilim adamı, ne bir felsefeci, ne bir sosyolog, ne bir edip veya yazar, şair yetişmiştir. 1930’lu yıllarda yaşamış bir tarihçimiz, bu acı gerçekler için şöyle demektedir: “Unutmayalım ki, selefimiz ne olursa olsun, biz onların halefiyiz; bugün iftihar ettiğimiz eserler, onların eserleridir, kendimiz daha bir şey ortaya koyamadık.” Osmanlıca, işte bahsettiğimiz bu sebeplerden dolayı önemlidir! Osmanlıca, her şeyden önce daha stenografik bir alfabeye sahiptir. Yani daha az karakter sayısıyla daha çok şey yazılır ve ifade edilir. Mesela bir sayfa Osmanlıca yazıyı günümüzde kullandığımız alfabeyle yazmak istediğimizde, bu, hacim olarak iki katına çıkmaktadır. Bu artık tarihe mâl olmuş bir özelliktir. Bugün bizim için tarihimizi ve kültür mirasımızı okuyup anlamamız gereken bir durum söz konusudur. Öz medeniyet mirasımıza yabancılaştırılmışız. O kadar yabancılaştık ki, Osmanlıca bir belgeyi yabancı bir dille yazılmış gibi gibi algılıyoruz. Hatta “Şu belgenin çevirisini yapınız” demeye başladık. Kullandığımız kurumsal terminolojileri dahi anlamaz hale geldik. Devletin memuru olan “mutemedi”, para dağıtan bir yer olarak görmeye başladık. Bugün başta maliye olmak üzere, hukuk, adalet, siyaset, eğitim, askeriye, meclis ve hatta tıp alanında kullandığımız terimlerin kahir ekseriyeti Osmanlıcadır. Özellikle hukuk alanında oldukça yanlış kullanımların bulunduğu görülmektedir. Çünkü dilin bizatihi kendisi, yani aslı bilinmiyor. “Milyonlarca belge incelenmeyi bekliyor” • Osmanlıca eserlerimiz, Osmanlıca koleksiyonlar bugün ne durumdadır? Osmanlıca koleksiyonumuzun en önemlisi, matbaanın gelişinden sonra Osmanlıca olarak basılmış Türkçe eserler koleksiyonudur. Bu da Erzurum’daki Atatürk Üniversitesi Kütüphanesi Seyfettin Özege Koleksiyonu’dur. Merhum Özege’nin, basılmış olan bütün eserleri toplayarak oluşturduğu bu koleksiyon, 50 bin civarında eserden oluşmaktadır ve Türkiye’deki tek koleksiyondur ki dünyada böyle bir koleksiyon bulunmamaktadır. Diğer taraftan yurtdışında, Osmanlı hâkimiyetinde kalmış pek çok coğrafyada bulunan Osmanlı vesikaları da yine kültür mirasımızın önemli bir kısmını oluşturmaktadır. • Son zamanlarda Osmanlıcaya olan ilginin arttığını müşahede ediyoruz. Eğitimlerin, kursların artmış olması hususunda ne düşünüyorsunuz? Bugün üniversitelerdeki pek çok bölümde Osmanlıca okunuyor ve öğretiliyor. Durum göründüğü kadar basit değil. Son dönem Osmanlıca bir metni okumak, Osmanlıca okumak demek değildir. Bu işin bilimsel bir şekilde ele alınması gerekir. Hatta bu durumun üç boyutu olduğunu düşünüyorum. Birinci boyutu şöyle: Ortaöğretimde en azından basit bir metni okuyabilecek Osmanlıca bilinmelidir. Zira devlet memuru olduğu zaman kullandığı kelimenin aslını bilebilen bir nesil yetiştirilmiş olur. İkinci boyutta Osmanlıca ile hemhal olan halk inşa edilmelidir. Kültürel anlamda büyük çoğunluk Osmanlıca bir eser okumak ister. Bu bir roman olabilir, hikâye olabilir, dinî veya tarihî bir eser olabilir; bu alanla ilgili eser bulmak ise çok zor. Bana kalırsa Kültür ve Turizm Bakanlığı bu manada Osmanlıca eserlerin tıpkı basımlarını yaparak satışa sunmalıdır. Osmanlıca eğitimin aslî olan boyutu, yani üçüncü boyutunu bilimsel alan oluşturmaktadır. Bu alan, diğer iki boyuttan çok daha büyük bir önem arz etmektedir. Zira bu alan oldukça hacimli olduğundan, büyük bir ciddiyet de gerektirmektedir. Etkilediği tabakalara bakıldığında konunun hassasiyeti fark edilecektir. Bugün bilimsel anlamda yapılan Osmanlıca çalışmalar, hem kalite, hem de yetenek bakımından çok çok yetersiz kalmıştır. Milyonlarca adet evraka ve deftere sahip Osmanlı arşivini biliyorsunuz, bunlar sadece okunmayı değil, inceleme ve araştırmayı beklemektedir. Medeniyet tarihimizin vesikaları olan vakfiyelerinse 25 milyonun üzerinde olduğu sanılmaktadır. Bunların büyük bir özveriyle incelenmesi gerekir. Aynı şekilde tapu ve kadastro kurumlarındaki milyonlarca vesikaya basit bir tapu belgesi olarak bakmamak, her birine aynı zamanda birer tarihî belge olarak yaklaşmak gerekir. Kaldı ki, bugün o belgelerin ve defterlerin bir kısmı henüz tasnif dahi edilmemiş ve bakımsız bir durumda kaderlerine terk edilmiş haldedir. İşte bu üç boyutu da titizlikle ele aldığımızda gerçek bir Osmanlıca eğitimi yapılıyor demektir. Aksi takdirde günübirlik bir heves olmaktan öteye gidemez ve toplumsal bir beklentiyi şekerleme verilen çocuğun eğlencesi gibi karşılamış oluruz ki bunu hiçbir şekilde kabul edemeyiz. • Sayın Hocam, konunun derinliğini ve kapsadığı alanın genişliğini biliyoruz; arzu ederiz ki Osmanlıca üzerine tüm başlıkları ele aldığımız daha geniş bir sohbet edelim; fakat anladık ve gördük ki, Osmanlıca üzerine ciddi bir yaklaşıma ihtiyaç var. Yüzeysel, günübirlik adımlarla aslında faydadan çok zarar verebileceğimiz bir mecraya gitme riski ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda sözünü ettiğiniz hususların dikkatlice ele alınması gerekiyor. Kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için tekrar teşekkür eder, saygılarımızı sunarız. özel sayı 101 2015 185 HABERA JANDA/SÖYLEŞİ “Cevabı olmayan sorular Saymakla bitmeyeceği için ve anlaşılmayı kolaylaştırmak adına bir örnekle iktifa edelim. “Elma mı daha kırmızı, yoksa armut mu daha ekşi?” türünde bir sorunun cevabı olamaz. Hayata dair her birimizin onlarca, yüzlerce yanlış sorusu var ve amansızca bunlara cevap arayıp duruyoruz. Huzursuzluk ve ümitsizliğin kaynağının bu tür yanlışlar peşinde koşmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Cevabı olmayan soruların peşinde tüketilen ömürler… 186 İ Ç İÇE midir hayatlar? Sorunlar iç içeyse, sorulan sorular da iç içedir. Kıymetli yazarımız ve sevgili ağabeyimiz Prof. Dr. Bünyami Ünal, herkesin kendine sorduğu, sordukça yenilerini doğurduğu sorularla hayatı kendi yorum perspektifinden bir roman üslubuyla anlattı, biz de kendisiyle “İç İçe Hayatlar” adlı romanı üzerine kısa ama hoş bir söyleşi yaptık. >>“Herkes eteğinde biriktirdiğiyle yüzleşiyor” • Yazmaya ne zaman başladınız? Hep söylerler ya, duyanlar da bu sözden biraz irrite olurlar: “Ortaokul yıllarından beri yazıyorum…” Bir deftere el yazısıyla yazmıştım ilk hikâyemi. Kemalettin özel sayı 101 2015 Tuğcu’dan etkilenmiş olmalıyım ki o tatta ama çok abartılmış, çocukça bir versiyonuydu. Daha sonraki yıllarda, nereden bulmuşlarsa kız kardeşlerim bu defteri bulmuşlar. Bu arada söylemeyi unutmayayım, hikâyenin adı “Ömercik” idi. Okuyup okuyup benimle dalga geçiyorlardı. Dalga geçmekle kalmayıp, zaman zaman yazdıkla- rımın komikliğini vurgulamak için “Ömercik”i başkalarına da okutturmakla beni tehdit ediyorlardı… • “Ömercik” nasıl bir hikâyeydi? Sonradan o defter kayboldu. Keşke şimdi elimde olsaydı ve yazdıklarıma bakarak o günlerdeki kendimi biraz daha yakinen tanıyabilseydim… Hatırlayabildiğim kadarıyla şerbeti çok kaçmış, kötü hazırlanmış bir tatlı gibiydi… • O halde “İç İçe Hayatlar”a ikinci romanınız diyebiliriz… Tam olarak değil, “üçüncü” desek daha doğru… • İkinci hangisi? Tıp doktoru olduğum için Sündüz Konuralp // skonuralp.ajanda@gmail.com ın peşinde tükeniyor ömürler” ikincinin durumunu kendi terminolojimle anlatmaya çalışayım. O roman prematüre doğdu, şimdi yeni doğan yoğun bakımda ve iyileşmeyi bekliyor, bakımı yapılıyor. Düzelince okuyucuyla buluşacak… • Peki, neden “prematüre” diyorsunuz? Kitap, son yıllarda ülkemizde yaşanan “fitneyi” ele alıyordu. Okuttuğum dostlarım yanlış anlaşılmalara sebep olabileceğinden endişe ettiler. Dostlarımın uyarılarını dikkate alıp yeniden yazdıklarıma bakınca haklı olabileceklerine kanaat getirip işi o haliyle durdurdum. Sakıncalı olabilecek, daha doğrusu rahatsızlık duyduğum, fitneye ilişkin bölümleri revize ederek yeniden kitabı ele aldım. • “İç İçe Hayatlar”da hangi konuyu işlediniz? Kitap, ilk bakışta romanın başkahramanı Mehmet’in bir iç hesaplaşma hikâyesi gibi görünse de, dikkatli bakıldığında Mehmet ile ilişkili diğer tüm kahramanların her birinin kendi iç muhasebelerini yaptıkları bir kurgu içeriyor. Kısaca her bir “kahraman”, birbirleriyle içi içe geçmiş hayatlarında, eteklerinde biriktirdikleri hatalarıyla yüzleşiyorlar. “Bu kitap, çok yazarlı bir romandır” • Biraz da “İç İçe Hayatlar”ı nasıl kaleme aldığınızdan bahseder misiniz? Bence kitabın en ilginç yönü bu mesele… Başka roman yazarlarının kitaplarını nasıl yazdıklarını tam bilemesem de bizim kitabın yazılış biçiminin diğerlerinden farklı olduğunu düşünüyorum… • Biraz daha detaylandırabilir misiniz? Dikkat ettiyseniz bir önceki soruya “Benim” yerine “Bizim kitap” diye cevap vermiştim. Hakikati bu olduğu için o şekilde ifade ettim. Şunu demek istiyorum: Bahsi geçen kitabın yazarlarından yalnızca bir tanesi benim… • Tam anlayamadım… “İç İçe Hayatlar”, çok yazarlı bir roman… Mesela romanda Mehmet’in ilki ortaokulda, ikincisi lise yıllarında olan sevgilisi Nilüfer’den aldığı iki mektup var. O mektuplardan birincisini bugün itibariyle, roman kahramanı Nilüfer’in romandaki yaşıyla uyumlu, dayımın torunu Sinem’e yazdırdım. Meseleyi anlattım ve Sinem’e “Sen olsan nasıl bir mektup yazardın?” dedim. Yazdığı mektubun neredeyse virgülüne dokunmadan romandaki ilgili bölüme yerleştirdim. İkinci mektubu da lise yaşlarındaki başka bir kıza yazdırdım… • İlginç! Daha bitmedi! Romanda Mehmet, karısından ayrılıyor; ayrılıp memleketine dönen eşi, günlüklerini kayda aldığı ajandasını unutup gidiyor. O ajandada olanları da eşim Deniz yazdı. Ona da mevzuyu anlattım ve “Böyle bir ilişki yaşasaydın hatıra defterine neler yazardın?” dedim, o da ilgili bölümleri yazdı. • Değişik olmuş… Durun, daha bitmedi! Dayımın kızı Yeşim ve yeğenim Özge’nin yazdığı yerler de var. Direkt akışa, kurguya ilişkin müdahaleleri oldu. Mesela Mehmet ile Nilüfer, kafamdaki kurguya göre boşanacaklardı, ancak müsaade etmeyip onları yeniden buluşturdular… • İlgimi çekti… İki doktora öğrencimin (Elif ve Zeliha) müdahaleleri de var ki, “Kitabın başından sonuna kadar hem edisyon, hem de kurgunun mantıksal tutarlılığını onlar başardı” desem yeridir. “Hiçbir yanlış sorunun mantıklı bir cevabı yoktur” • “İç İçe Hayatlar” romanının ana fikrini bir cümleyle özetlemenizi istesek, nasıl bir tanımlama yapardınız? Ana fikir, “hiçbir yanlış sorunun mantıklı bir cevabının olamayacağı” üzerine inşa edilmiş… • Biraz daha açabilir misiniz bunu? Bilmiyorum fark edebiliyor musunuz, insanlar mutsuz ve umutsuzlar. İşlerinde, ilişkilerinde, evlerinde derin, hem de çok derin hayal kırıklıkları yaşıyorlar. Her bir hüsran bir başkasını, bir başkası diğerini netice veriyor. Yine tıbbî jargonla söylemek gerekirse, buna biz “negatif feedback” ya da “olumsuz geri besleme” adını veriyoruz. • Tam anlayamadım… Demek istediğim şu: Eski tabirle “daire-i faside”, yeni dilde “kısır döngü” durumu… Daha anlaşılır biçimde söylemek gerekirse, “ilk düğmenin yanlış iliklenmesi” meselesi… İnsanlarımızın bahsettiğim durum derelerinde debelendiğini görebiliyorum. • “Yanlış soru” dediniz, örnek verebilir misiniz? Saymakla bitmeyeceği için ve anlaşılmayı kolaylaştırmak adına bir örnekle iktifa edelim. “Elma mı daha kırmızı, yoksa armut mu daha ekşi?” türünde bir sorunun cevabı olamaz. Hayata dair her birimizin onlarca, yüzlerce yanlış sorusu var ve amansızca bunlara cevap arayıp duruyoruz. Huzursuzluk ve ümitsizliğin kaynağının bu tür yanlışlar peşinde koşmaktan kaynaklandığını düşünüyorum. Cevabı olmayan soruların peşinde tüketilen ömürler… Bir başladı mı, “negatif feedback” (olumsuz geri besleme, daire-i faside, kısır döngü) terimiyle ifadesini bulan gerçeklikle karşılaşıyoruz. Ya bu çıkmaz bir yerden kırılacak ya da karanlık, sisli, korku ve endişe dolu dünya dağdağası içinde koca koca ömürler, hayatlar ziyan edilecek. Başka yol yok! • Kitabınızda bu tür yanlış sorularla nasıl yüzleşilmesi veya baş edilmesi gerektiğini mi ele aldınız? Bildiğim çareleri roman üslubu içerisinde tüm yaralı gönüllere derman olur ümidiyle kaleme aldım. Rabbim her birimizin maddî ve manevî dertlerine şifalar versin… özel sayı 101 2015 187 haberajanda Kitaplık Ajanda Grubu Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan, Tuti Kitap’tan çıkan “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” ile yine karşımızda. Bilmek istemek veya bilmeyi istemek üzerine bütün merak oklarını zihnî bir poligonda sırayla yayından çıkaran bu kitapla bilmek isteyeceğiniz ve tefekkür vadilerinde dolaşacağınız bir şükür gezisine çıkacaksınız. Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler Ü ZERİNDEKİ beyin figürlü tek soru işaretiyle dikkat çeken bir kitap çarpıyor gözümüze. “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” adlı bu kitap, günümüz popüler yayın çizgisinin bütün izlerini taşıyan tasarımıyla hayli göz dolduruyor. Ancak mesele kitap olunca, içinin ziyadesiyle zihin doldurması önem arz ediyor. Kimsenin bilemeyeceği bir şey var mıdır, yok mudur? “Vardır” demenin de, “Yoktur” karşılığını vermenin de hangi süreçlerle ilgili olduğunu düşünmenin, beyindeki soru işaretlerini teker teker noktalara dönüştürmenin imkânı ölçülebilir mi? 188 özel sayı 101 2015 “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler”, Tuti Kitap’tan çıkan sapsarı bir kitap. Peki, bir kitabı hiç okumadan değerlendirmek isteseniz, “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” hakkında neler söylerdiniz? “Sarı”, “Beyin figürlü soru işaretli”, “Beyinle ilgili bir kitap herhalde” filan mı? Bilmem dikkat ettiniz mi ama herhangi bir meslek erbabının başında durup da yarım saat kendisine çıraklık yapmak istediğinizde kendisinden izin alabilir yahut da diğerlerine göre küçük olan yaşta olup da sizden büyüklerin konuşmaları arasına girerek konuya farklı bir söylem getirirseniz belli bir sınırdan sonra hangi tepkilerle karşılaşacağınızı kestirebiliyorsunuzdur: “Bunlar herkesin bileceği şeyler değil!” Hele bu tepkilerin en acımasızı şudur: “Sen mi bilecen, ben mi bilecem?” Günümüz şartlarındaki bazı kulvarlar üzerinde ise bu tip durumlar tam bir toplumsal hipnoz seviyesindedir. O kulvarlar, kimsenin bilemeyeceği şeylerle doludur ve kaynağından öğrenmek yerine oligopol tarzı memba bayilerince farklı şişele- re konularak sunulur; o bayiler olmadıkça bilemez, anlayamazsınız. Düşünsenize, “Milyoner” tarzı bilgi yarışmalarının katılımcıları büyük kariyerlerle süslü hayatlarıyla tanıtılır ama ilgili olmadıkları birçok soruyla karşılaşırlar ve kamunun gözünde “E niye o kadar okudun o zaman?” mesabesindeki bir amiyane soruyla alaşağı edilirler. Onların sahip olduğu kariyerlerle asla ilişkisi olmamış kimselerin bu yarışmalardaki performanslarıysa “deha” formundaki lakırdılarda yol alır. Kimsenin bilemeyeceği bir şey var mıdır, yok mudur? “Vardır” demenin de, “Yoktur” karşılığını vermenin de hangi süreçlerle ilgili olduğunu düşünmenin, beyindeki soru işaretlerini teker teker noktalara dönüştürmenin imkânı ölçülebilir mi? Ajanda Grubu Genel Yayın Yönetmeni Doç. Dr. Sinan Canan, Tuti Kitap’tan çıkan “Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler” ile yine karşımızda. Bilmek istemek veya bilmeyi istemek üzerine bütün merak oklarını zihnî bir poligonda sırayla yayından çıkaran bu kitapla bilmek isteyeceğiniz ve tefekkür vadilerinde dolaşacağınız bir şükür gezisine çıkacaksınız. Son olarak Sinan Hoca’nın “Kimsenin Bilmeyeceği Şeyler” başlıklı bir makalesinden bir alıntı yaparak bitirelim yorumumuzu… “Çeyrek asırdan fazla oldu ama ben daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Yedi yahut sekiz yaşlarındayım, erkek kardeşim ise iki yaş daha küçük benden. Halının üzerinde oturmuş, meraklı gözlerle bakıyor ve dinliyoruz. Dedem anlatıyor her zamanki gibi. Sakalları, nur yüzü, vakur ama sevecen tavrı hep gözümün önünde… Belki daha evvel on kere anlattığı şeyleri yine heyecanla dinliyoruz. Hz. Musa’nın hikâyesi, Firavun’un zulümleri, Hz. Hızır ve akıl almaz maceraları ve daha neler neler... Bir yandan bu kadar şeyi nereden öğrendiğini düşünürken, bir yandan da adeta sinema filmi seyreder gibi anlattığı hadiselerin gözümde canlandığını ve heyecanlandığımı hatırlarım yıllardır. Yine anlatıyor dedem, sonra, muhtemelen ilgimizin dorukta olduğu noktayı takip ederek gözlerini gözlerimize dikip konudan konuya atlıyor ve bize temel olarak gördüğü bazı bilgileri de vermeyi ihmal etmiyor, ‘Beş şeyi insanlar bilemez!’ diyor otoriter ama sevecen bir ses tonuyla: ‘Kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını, doğacak çocuğun erkek mi, dişi mi, said mi, şaki mi (yani iyi huylu mu, kötü huylu mu) olacağını, kişinin yarınki kazancını ve nerede öleceğini Allah’tan başka kimse bilemez!’ Hayretle ve ürpererek dinliyoruz. Kardeşim çok şey anlamıyor, biliyorum, ama o da bu adamın anlatırkenki heyecanıyla aynı frekansa geçiyor ve çıt bile çıkartmadan dinliyor. Allah’ın ne kadar kudretli, ne kadar bilgili olduğunu kendimizce öğreniyor ve şaşıp kalıyoruz...” Sündüz Konuralp skonualp.ajanda@gmail.com Ermenistan’daki kayıp emanet MEHMET FATİH ÖZTARSU D IŞİŞLERİ Bakanlığı görevlisi Şevket Sami, ajan olarak bulunduğu Taşkent ve Bakü’den sonra Erivan’da Ermenistan siyasetini takip etmekle görevlendirilir. Erivan’a geliş amacı, hem devlet görevini yerine getirmek, hem de geçmişine ait izleri araştırmaktır. Erivan’da bulunduğu sırada asker kökenli yönetimi devirmek için kurulan Fedailer Örgütü ile yolu kesişen Şevket Sami, ister istemez devrim sürecine öncülük eder, Azerbaycan’ın Karabağ’ı ele geçirmesine şahit olur ve bu süreçte kayıp akrabalarına ulaşır. Şevket Sami’nin Erivan’da âşık olduğu Asya’ya olan yakınlığı, soykırım konusunda büyük bir iç muhasebe yaşamasına sebep olur. Devrim sürecinde yeniden kurulan ASALA oluşumuyla ilgili ipuçlarına da ulaşan Şevket Sami, bu örgütün Erivan’da gerçekleştirdiği bir terör saldırısından sonra konuyla ilgili çalışmak üzere yeniden bu şehirde görevlendirilir. Ermenistan’daki toplumsal dengelere ek olarak soykırım ve Karabağ meselelerinin farklı bir muhasebeyle ele alındığı roman, Türkiye, Rusya ve Azerbaycan’ın Kafkasya’daki siyasî ağırlığına yeni bakış açıları getirecek ve Ermenistan’ı konu alan ilk Türk romanı. Doç. Dr. Sinan Canan Kıymetli yazarımız Mehmet Fatih Öztarsu’nun kaleminin ürünü “Fedailer Devrimi”, Öteki Adam Yayınları’ndan çıktı. Tehcirin 100. yılında böyle bir romanı bir Kafkasya uzmanından okumak, kendi kendimize oturttuğumuz bazı köşe taşlarının yerlerini değiştirmemize vesile olacaktır. özel sayı 101 2015 189 haberajanda Kitaplık Özgürlük, Adalet ve Sosyal Evrim D ERGİMİZİN kıymetli kalemlerinden akademisyen-yazar Ayşe Yaşar Umutlu’nun eseri “Özgürlük, Adalet ve Sosyal Evrim”, Mana Yayınları’ndan çıktı. sıyla her düşünür, bu kavramları ele alırken doğal olarak kendi medeniyet ve kültürü içerisindeki birikimin doğrultusunda, yaşadığı dönemin şartları bağlamında yorumlayarak kendi felsefî sistemi içerisinde değerlendirmiştir. Elinizdeki eser de 19. yüzyılın çağdaş iki önemli filozofu olan John Stuart Mill ve Herbert Spencer’in adalet anlayışlarını -yine onların özgürlük ve hürriyet bağlamında- kendi eserlerine müracaat edilerek karşılaştırmalı olarak ortaya koymaktadır. >> Siyaset felsefesi alanındaki yazılarıyla önemli noktalar arz eden Umutlu, akademi hayatına eklediği bu yapıtla söz konusu üç kavram üzerine önemli notlar düşüyor. Umutlu’ya bu süreçte yol gösteren değerli akademisyen Prof. Dr. Bilal Kuşpınar Hoca, kitabın takdiminde şöyle diyor: “Siyaset ve ahlak düşüncesini yakından ilgilendiren konuların ve problemlerin başında şüphesiz hürriyet, özgürlük ve adalet kavramları gelir. Tarih boyunca bu konular üzerine fikirler, teoriler ve doktrinler üretilmiş ve özellikle kendine özgü bir sistemi olan düşünürler ve filozoflar, bunlar üzerine ayrı ayrı makaleler ve eserler kaleme almışlardır. Bu kavramların ideal anlamda ortak ve genel geçer-evrensel tanımlarının mümkün olmadığı da bilinen bir gerçektir. Dolayı- 190 özel sayı 101 2015 Yazar Ayşe Yaşar Umutlu’nun da gayet açık ve net olarak ifade ettiği gibi, ülkemizde John Stuart Mill ve onun adalet kavramı üzerine önceden yapılmış çalışmalar olmasına rağmen, Herbet Spencer ve özellikle onun adalet ve özgürlük anlayışı üzerine bilimsel nitelikte bir çalışma yapılmamıştır. Bu anlamda yazar, bu kapsamlı çalışmasıyla önemli bir boşluğu doldurmaktadır. En önemlisi de, Herbert Spencer’in, Stuart Mill’in gözlem ve emprik metotla yaklaşarak üzerine teoriler ürettiği adalet anlayışının ötesinde nasıl daha soyut ve irade bazında bu kavramı yorumladığını örneklerle irdeleyerek bizlere sunmaktadır. Umutlu, genelde felsefe, özelde siyaset düşüncesine damga vurmuş bu iki büyük filozofun bu bağlamda ayrıldıkları ve birleştikleri noktaları ve yönleri sıralayarak eleştirel yorumunu da özveriyle yapmaktadır. Bu nedenle kendisini kutluyor ve buna benzer daha nice önemli çalışmaları ileride kendisinden görmeyi ümit ediyoruz.” Muhtasaru’l-Kudûrî İ MAM Kudûrî olarak bilinen İmam Ebu’l-Hüseyn Ahmed el-Kudûrî’nin (d.973-ö.1037) kaleme aldığı ve “Muhtasaru’l-Kudûrî” adıyla bilinen bu kitap, Hanefî mezhebinin en çok güvenilen temel metinlerinden biri olduğu gibi, kendisinden sonraki eserlere de temel kaynaklık etmiştir. >> Muhtasaru’l-Kudûrî, zengin muhtevası ve sade üslûbuyla Hanefî fıkıh tarihinde hem ders kitabı, hem de temel başvuru kaynağı olarak şöhret kazanmıştır. Eser için birçok şerh yazılmış ve ilk dönem medreseleri başta olmak üzere Osmanlı medreselerinde de temel fıkıh kitabı olarak okutulmuştur. Eserde yaklaşık 12 bin mesele ele alınmış, diğer klasik fıkıh eserlerinde olduğu gibi kitap ve bab sistemine göre düzenlenmiştir. Birinci kitap “taharet”, son kitap “ferâiz” olup, genellikle taharet, namaz, oruç, zekât, hac, alışveriş, boşama, cinayetler ve dava gibi geniş muhtevalı konular çeşitli alt başlıklara (bab) ayrılmış, diğer bölümler ise “kitab” başlığı altında işlenmiştir. Eserde konular özlü bir şekilde ele alınmış, Hanefî mezhebi dışındaki mezheplerin görüşlerine temas edilmemiştir. Bununla birlikte muhtasar metinlerin genel özelliği “mezhebi diğer mezheplerden ayırt edecek temel hususlara da temas etmek” olduğundan, “Kudûrî’nin Muhtasarı”nda da diğer mezheplerin görüşlerine dolaylı göndermeler yapılmıştır. Eserde yaklaşık 12 bin mesele ele alınmış, diğer klasik fıkıh eserlerinde olduğu gibi kitap ve bab sistemine göre düzenlenmiştir. Birinci kitap “taharet”, son kitap “ferâiz” olup, genellikle taharet, namaz, oruç, zekât, hac, alışveriş, boşama, cinayetler ve dava gibi geniş muhtevalı konular çeşitli alt başlıklara (bab) ayrılmış, diğer bölümler ise “kitab” başlığı altında işlenmiştir. Kudûrî, teşekkül döneminin diğer muhtasarlarında olduğu gibi, öncelikle mezhebin ilk imamı Ebû Hanîfe’nin, daha sonra Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in görüşlerine yer vermekle birlikte, ihtilaf zikretmeyi mümkün olduğu kadar asgariye indirmeye çalışmıştır. Şöyle ki, Ebû Yusuf veya İmam Muhammed’den birinin Ebû Hanîfe’nin görüşünü benimsediği bazı yerlerde, Kudûrî, azınlıkta kalan görüşü zikretmek yerine, meseleyi ihtilaf yokmuş gibi aktarır, bazı yerlerde de sadece Ebû Hanîfe’nin görüşünü vermekle yetinir. Nadiren de olsa Ebû Yusuf ve Şeybânî’nin görüşünü alıp Ebû Hanîfe’nin görüşüne hiç değinmeden geçtiği de görülür. Mezhebin kurucu imamları arasındaki hiyerarşi gözetilerek Ebû Hanîfe’nin veya onun bulunduğu tarafın görüşleri birinci sırada ele alınmış, daha sonra Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’in ittifak ettiği hususlar, Ebû Yusuf’un veya İmam Muhammed’in tek kaldığı görüşler zikredilmiştir. Beka Yayınları tarafından yayın dünyamıza katılan bu çok değerli eseri Türkçemize kazandıran Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Soner Duman ve Doç. Dr. Osman Güman Hocalarımızı tebrik eder, ilim ve kültür hayatımıza katkıları yolunda başarılarının devamını dileriz. Sündüz Konuralp “Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber”, YENİ ÇIKANLAR yeni baskısıyla yeniden raflarda D EĞERLİ yazarımız Ahmet Turgut’un ilk eseri olan Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber, 31. baskısıyla yeniden raflarda. Karar Odası // Selman Kayabaşı TEŞKİLAT, Muhafız, Hanedan ve Operasyon kitaplarının yazarı Selman Kayabaşı’ndan yeni bir eser daha... Yüz yıldır Türkiye’yi yöneten ve deşifre edilmeyen gizli yapı: “Karar Odası”… Londra İktisat Okulu’ndan İstanbul’a uzanan finansal ahtapotun Millî Mücadele’deki ve Cumhuriyet’in kurulmasından sonraki operasyonları, Amerikan petrol tröstlerinin Mustafa Kemal Paşa ve Mehmet Akif’le yaptığı gizli plan ve yüz yıl sonra Sultanahmet’te işle- nen garip bir suikast… Öldürülen Sırp general Stefan Nikolic ve ardında bıraktığı karanlık ilişkiler… Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle evrim geçiren iktidar gruplarına karşı Türkiye’nin başlattığı Sancak Operasyonu... Kripto siyasetçiler, sömürgeci işadamları, Irak ve Şam’da kurulan yeni örgütler, ekonomik operasyonlar ve elbette Musul’u tekrar almak için başlatılan süreçte şehit düşen gizli kahramanlar… Selman Kayabaşı, Mustafa Kemal’den bugüne Amerikan ve İngiliz sömürge rekabetinin Türkiye’deki savaşını deşifre ediyor. Balkan Siyasetinde Kosova’nın Bağımsızlık ve Egemenlik Sorunu Murat Ercan & Zafer Pektaş >> Günümüz Türkiye’sinde Türklerin kadim gelenek ve hayat anlayışına dair soruları, hakikatte her kavme mutlaka ilahî çağrıyı hatırlatacak en az bir nebinin geldiğini düşünürsek muhtemel peygamberin kavmine o ilahî çağrıyı yaptığında nasıl tepkiler verdiğini ve de nasıl pozisyonlar aldığını düşünmenin en somut çıktısını gördüğümüz Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber, bizlere İslam öncesi ve İslam sonrasıyla derin kalbî hislerin aynı yörünge üzerinde işleyişini anlatıyor ve muhtemel sorulara alternatif cevapları müthiş bir edebî teknikle sıralıyor. “Üç bin yıl önce, Bozkırdaki yarı göçerler henüz ‘Türk’ adıyla bilinmezken doğdular… Erkek, ‘çadırı tutan ana direk’ olması için ‘Öktem’ diye çağrıldı. Yüz yirmi dört bin peygamberden biriydi o… İkizi, müjdelenen ‘Yoldaş’ın eşi ve ‘sırrın anası’ idi. Tarihçiler onu ‘Aşena’ diye andı…” Ahmet Turgut’un kaleme aldığı Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber, sağlam kurgusu, görkemli hikâyesi ve dilsel keşifleriyle bizleri Orta Asya bozkırlarına götürüyor ve törelerine sıkı sıkıya bağlı ve kendine özgü bir yaşam kurmuş Bozkır göçerlerinin her kavim gibi bir peygamber eliyle ilahî mesajla tanışmasını anlatıyor. Kapı Yayınları’ndan çıkan yeni baskısıyla soluk soluğa okuyacağınız, baştan sona “organik” bir hikâye... BALKAN coğrafyası, gerek coğrafî, siyasî ve ekonomik açıdan, gerekse kültürel ve insanî bağlar bakımından uluslararası sisteme yön veren güçler tarafından sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. I. Dünya Savaşı sonrası oluşan şartlar Yugoslavya’nın kurulmasına neden olduğu gibi, pek çok ulusun da bir arada, tek bir çatı altında yaşamasına imkân sağlamıştır. Fakat bu şartlar, 1990 yılının bitmesiyle değişiklik göstermiş, bu sefer de bu ulusların ayrılmasına ve parçalanmasına neden olmuştur. 1990 sonrası uluslararası sistem, Yugoslavya’yı etkisi altına alarak mikro milliyetçilik akımlarının da etkisiyle bu topraklar üzerinde yeni devletlerin kurulmasına olanak sağlamıştır. Kosova sorunu, bu sistemin ürünü olarak Balkanların çok boyutlu sorunu niteliğini kazanmıştır. Sisteme yön veren küresel güçlerin Balkanlar üzerindeki hesapları dikkate alındığında, bu sorun tüm Balkanları etkilediği gibi, Kafkasya ve Ortadoğu bölgesinin istikrarını etkileme özelliğine de sahiptir. Çünkü Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesi, Balkanlarda sorunu çözmediği gibi, diğer bölgelerdeki sorunlara örnek olmuş, kısa vadede Gürcistan-Rusya ve Rusya-Ukrayna çatışmasına, akabinde de Kırım’ın ilhakına giden süreçte adından bahsettirmiştir. Özellikle Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki başka çatışmalara emsal temsil edeceği endişesi de uyandırmaktadır. Nobel Yayınları’ndan çıkan kitap, Balkanlarda geliştirilecek stratejiler üzerine verimli bir tespitler bütünü ortaya koyuyor. özel sayı 101 2015 191 Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür 192 özel sayı 101 2015 I NTERNATIONAL U NIVERSITY OF S ARAJEVO ULUSLARARASI SARAYBOSNA ÜN VERS TES European University of 2014 in Western Balkans IUS fass g European University Association üyesi, ies üyesi, International Association of Universit ların en iyi Üniversitesi. ve 2014 Yılı Avrupa Hareketi Batı Balkan Faculty of Arts and Social Sciences Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi FENS Faculty of Engineering and Natural Sciences Mühendislik ve Doga Bilimleri Fakültesi FBA Görsel Sanatlar ve İletişim Tasarımı Genetik ve Biyomühendislik İktisat Sosyal ve Siyasal Bilimler Bilgisayar Bilimleri ve Mühendisliği İşletme Psikoloji Endüstri Mühendisliği İngiliz Dili ve Edebiyatı Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Kültürel Çalışmalar Makine Mühendisliği Mimarlık İstanbul İrtibat Ofisi Feshane Cd. No 21 Eyüp / İstanbul Tel: 0212 563 91 36; 563 91 56; 563 91 58; 563 91 59 Fax: 0212 563 91 79 iusistanbul@ius.edu.ba International University of Sarajevo Hrasnička cesta 15/ 71210 Sarajevo / Bosna i Hercegovina Telefon: + 387 33 957 101/102 , Fax: + 387 33 957 105 / info@ius.edu.ba Faculty of Business and Administration Ekonomi ve Yönetim Bilimleri Fakültesi Uluslararası İlişkiler Uluslararası Ticaret ve Finans ELS English Language School iIngilizce Dil Okulu A1 Beginner - Elementary A2 Pre-Intermediate B1 Intermediate B2 Upper-Intermediate www.ius.edu.ba