Merhaba Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara
Transkript
Merhaba Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara
01 merhaba_sablon 2/5/15 1:55 AM Page 9 Merhaba Sahibi Tavır Yayınları adına Bahar Kurt Genel Yayın Yönetmeni Gamze Mimaroğlu Yayın Danışmanı Veysel Şahin Yazışma Adresi İstanbul Mahmut Şevket Paşa Mah. Mektep Sk. No: 4-B Okmeydanı - Şişli / İstanbul İletişim Tel-Faks: (212) 238 81 46 - 238 82 49 tavir2007@gmail.com tavirdergisi@yandex.com www.tavirdergisi.org Ankara İdilcan Kültür Merkezi General Zeki Doğan Mah. İmam Alim Sultan Cad. No: 12/19 Mamak Tel: 0 312 391 37 75 Hesap no (TL) 1043-0784672 Gizem İbak İş Bankası Paşabahçe/İST Hesap No (EURO) 1043-0539521 Gizem İbak İş Bankası Paşabahçe/İST Fiyatı (DÖVİZ) Almanya: 5 Euro Fransa: 5 Euro Hollanda: 5 Euro Avusturya: 5 Euro İsviçre: 7,5 Frank İngiltere: 4 Sterlin Posta Çeki Hesap No Gizem İbak 1195 28 23 Baskı: Yediz Ofset Yayın Türü: Yerel Süreli Adalet Sarayları diyorlar yaptıkları binalara ve Avrupa’nın en büyük adalet saraylarını yapmakla övünüyorlar. Soruyoruz bir kez daha hangi saraydan adalet çıkmış şu vakte kadar? Çıkar mı daha da? Çıkmaz! Dalından çiçeği koparır gibi kopardılar en gençlerimizi ve şimdi saraylarında mahkemeler kuruluyor. Yargılayan da yargılanan da aynı soydan ve haykırıyor oğulları öldürülen analar adalet diye. Peki adalet nerede? Adalet ellerimizdedir diyoruz, biz varsak bizim bitmek tükenmek bilmeyen adalet özlemimiz varsa işte ellerimizdedir ve yetmez güçleri bu özlemi dindirmeye.. Haykırıyor Abdocan’ın ağabeyi adalet sarayında ‘nasıl keseceğiz bu hakimin göbek bağını Aksaray’dan’ diye.. Evet onlar göbekten bağlı Aksaray’a.. Saraydaki soytarıya.. Fakat biz de varız ve biz göbekten bağlıyız gelecek güzel günlere, gelmesi mutlak! Dergimiz sayfalarında Ulaş Bardakçı’dan Hrant Dink’e, Ali İsmail Korkmaz’dan, Muaviye’nin Yeşil Sarayı’na, Charlie Hebdo’ya kadar birçok konuya değiniyoruz. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere Dostlukla.. 02 icindekiler_29-30 ellerimi tut 2/5/15 1:57 AM Page 30 3 6 8 10 12 14 15 17 19 21 22 24 MAKALE fazıl aktaş charlie hebdo katliamı ve gerçekler DENEME hazal kara yenemezsek ölürüz ne çıkar? DENEME deniz ekin başkan babamızın sonbaharı ÖYKÜ levent navruz muaviye’nin yeşil sarayı ile erdoğan’ın aksarayı MAKALE sevgi yüksel emperyalizmin sanatı da işkencedir! KELİMELERİN DİLİ fazıl aktaş insanlığından utanmak DEĞERLERİMİZ ayşenur yayla hakları için savaşan geleceğin yasasını belirler DENEME mehmet özer partili şair nazım hikmet ÖYKÜ deniz ekin kaç seferde teşekkür edilir size? ŞİİR nazım hikmet fevkalede memnunum dünyaya geldiğime ÖYKÜ gebze hapishanesi kızıllığın büyüttüğü yılmaz ŞİİR civan ekberad ağlama çocuk 25 26 27 29 30 33 34 36 39 42 43 45 46 DENEME hazal kara ali ismail’e atılan son tekme YILDÖNÜMÜ tavır ulaş bardakçı ÖYKÜ gebze hapishanesi silahımız, tarihimiz kadar eskidir AYIN FOTOĞRAFI ANI ankara fosem suçumuz çok fotoğraf çekmek! BİLDİRİ basın emekçileri basın emekçileri manifestosu GÜNCEL deniz ekin atilla taş üzerine TARTIŞMA deniz korcan beynimizdeki çöplük: televizyon ANI mehmet esatoğlu oyuncu ile mimcinin kesişen yolları TELEVİZYON derya doğan gözüm üstünde KİTAP eren buğlalılar bir kitabın öyküsü... SİNEMA leyla güney camp x ray HABERLER makale makale charlie hebdo katliamı ve gerçekler fazıl aktaş Dünya üzerinde korkunç bir yağma ve talan var. Yağmacılar, talancılar belli: Başta ABD olmak üzere tüm emperyalistler… Hiç doymayacakmış gibi sömürüyorlar kaynakların tümünü. İliğini, kemiğini kuruturcasına sömürüyorlar ezilen yoksul halkları… Doymayacaklar da; tarih sahnesinden silinene, o beğenmedikleri yoksullar onları ortadan kaldırana kadar doymayacaklar… Özel mülkiyet ortaya çıktığı, sınıflar belli olduğu andan beri ezen-ezilen, sömüren-sömürülen adı verilen bu uzlaşmaz çelişki bugün tüm hızıyla sürüyor. Sömürenin olduğu yerde sömürülenin direnmesi kadar meşru ve haklı bir gerçek yoktur. Çünkü adalettir bu kavganın aslı astarı ve adalet su gibi, ekmek gibi hayatın kendisi olmuştur ezilenler, sömürülenler için. Kavga her dilde, her renkte sürmüştür bugüne kadar. Dengesiz de olsa sürmüş, ezilenler adaleti sağlamak için zalime kafa tutmaktan korkmamıştır. Dünyanın tüm ezilenleri, deyim yerindeyse kanlarıyla beslemiş- 3-5 charlie 2.indd 1 tir bu koca gezegeni. Bugün hala oluk oluk kan akıyor dünyanın tüm topraklarına. Ezilenin, mazlumun, halk olmaktan başka bir “suçu” olmayanların kanı dökülüyor emperyalist katiller ve işbirlikçileri tarafından. Dedik ya, sömürene dur demek, direnmek hak! Bu hakkı kullanıyor ezilen halklar. Yaşananlara bakıp bir sorumlu ararsak, adımlarımız bizi emperyalistlere ve işbirlikçilerine götürür. En yakın örnekten yola çıkalım. Paris’te, Charlie Hebdo adlı mizah dergisinin bürosu, El Kaide’nin Yemen Kolu tarafından görevlendirilen Said Kouachi ve Chérif Kouachi adlı iki kardeş tarafından basıldı ve ikisi polis olmak üzere 12 kişi bu saldırıda hayatını kaybetti. El Kaide’nin başta ABD olmak üzere emperyalist güçler tarafından sosyalist ülkelere ve kendilerine direnen halklara karşı kullanılmak için korunup kollanan bir örgüt olduğunu hatırlatarak başlayalım analize… Charlie Hebdo, kendisine İslam da dahil olmak üzere tüm dinlere karşı olmak gibi bir misyon biçmiş bir mizah dergisi. Sınıfsal kökenleri ve savundukları düşüncelere derinlemesine dalmadan yaptıkları “mizahı” savunduğumuzu söyleyemeyiz, bu ayrı bir tartışma konusudur. Ancak ne olursa olsun, bir karikatürün karşılığı böyle bir katliam olamaz, olmamalıdır! Charlie Hebdo çalışanları, küçük burjuva kimlikleri ve Avrupalı kibirleriyle, hep savunalgeldikleri “Özgürlük, hem de sınırsız!” anlayışından hareket etmiş ve Müslümanların kutsallarına dokunmuşlardır. Hiçbir şey nedensiz değildir! Sovyetler Birliği’nin ve buna bağlı olarak sosyalist bloğun arka arkaya çöküşünden sonra ortaya atılan tez, Amerikalı siyaset bilimci Fukuyama’nın dile getirdirdiği “Tarihin, yani ideolojilerin sonu geldi, artık, liberalizm her yerde ve her şeye egemendir” anlayışıydı. Fukuyama, insanlararası farklılıkların artık ideolojilerde değil başka alanlarda 2/4/15 11:17 PM aranacağını belirtiyordu. Sonradan, bir başka Amerikalı siyaset bilimci, Samuel P. Huntington, Fukuyama’nın bıraktığı yerden aldı ve 21. yüzyılın din ve kültür ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini söyledi. Yapılmak istenen bellidir: Sınıfsal çelişkileri yok saymak ve halkları birbirine düşmanlaştırarak sömürü düzenlerini baki kilmak! 11 Eylül sonrası Huntington’un tezini doğrulamak adına Amerika’nın ve digger emperyalistlerin İslam dünyasına, Müslümanlara yönelik saldırılarını, körüklenen İslam düşmanlığını hatırlayın. Bir taşla binlerce kuş vurmak diye buna deniyor işte. Hedef şaşırtılıyor, halklar birbirine düşman ediliyor, birbirine kırdırılıyor ve emperyalist sömürü meşrulaştırılıyor. Burjuva ideologları hiç boş durmuyor. Charlie Hebdo katliamı, şimdi Huntington’un tezini yeniden doğrulayacak(!) bir saldırı dalgasına zemin hazırlamış görünüyor. Emperyalistler mal bulmuş Mağribi gibi atıldılar El Kaide’nin eyleminin üzerine. El Kaide, anlamını 3-5 charlie 2.indd 2 bulan deyimle, ekmeklerine yağ sürdü emperyalistlerin. Şim di gelsin Müslüman halklara yönelik saldırılar, İslam düşmanlığı… Yalanların bini bir para. Sözde herkes gerçek Müslümanların böyle bir katliam yapmayacağını savunuyor, buna Obama, Holland, Merkel de dahil. Ama Afrika’yı kana boğan Fransa, Irak açıklarına bir uçak gemisini gönderdi bile, Irak’taki halkların üzerine bombalar yağdırmak için. Adına PEGİDA denilen ırkçı örgütlenme, hayatında görmediği bir kalabalığa ulaşıp 20 bin ırkçıyı sokağa dökmeyi başardı. Başta Almanya olmak üzere camilere ve mescidlere yönelik saldırılar giderek yoğunlaşıyor. Yaşananların nedenlerine ve sonuçlarına birlikte bakmak gerekiyor. Ana halkayı yakalamak ancak böyle mümkün olabilir ve bu yakalanmadıkça da politik bir değerlendirme yapmanın olanağı yoktur. Emperyalizm kriz içerisinde. Sosyalist bloğun dağılması, yeni pazarların ortaya çıkması onları krizden çıkaramadı, sonuç bekledikleri gibi ol- madı. Rusya ve özellikle Çin’in emperyalist kampta kendilerine önemli yerler edinmesiyle kriz giderek derinleşti. ABD ve AB emperyalistleri önce Irak, ardından da Libya’yı sömürgeleştirerek nisbeten “rahatladı” iseler de, yine de krizden tam anlamıyla çıkmaları mümkün olmadı. Bu zaten hiç mümkün olmayacak, kapitalizmin yapısal krizden çıkmasının olanağı yok ne yazık ki! Şimdi sırada Suriye ve İran var yeni düşmanlar olarak emperyalist kamp için. Suriye’de baltayı taşa vurmaları ile dengeler altüst olmuş durumda. Silahlı İslami güçlerin emperyalistlerin tetikçiliğiyle beraber, bazen -El Kaide ve IŞİD gibi- denetimden çıkmaları da emperyalistlerin planlarını dönemsel olarak bozuyor. İslami örgütlerin adalet anlayışları, emperyalistler tarafından körüklenen İslam düşmanlığı, daha doğru deyimle halklar arası düşmanlğın güçlenmesine ne yol açacak kadtar sakattır. Hedef Hedefler muğlak ve uygulanan şiddet öz ve biçim olarak yanlıştır. Kafa kesmeler, 2/4/15 11:17 PM binalardan atmalar, diri diri yakmalar, taşlayarak öldürmeler ve buna benzer şiddet politikaları, emperyalistlerin elini güçlendirecek boyutta uygulanıyor İslamcılar tarafından. Adalet isteyenler, bunu İslamcılarda bulamayacaktır, çünkü İslam’da kapitalizm dışında bir ekonomik düzen yoktur; kapitalizm de sömürü üzerine kurulu bir düzendir. İslamcı örgütlerin çok önemli bir toplamı bizzat emperyalistler tarafından kurulmuştur ve hala da içli dışlıdırlar. İşbirlikçiliği meslek edinmiş onlarca İslamcı örgüt bugün mazlum halklara yönelik katliam saldırılarını sürdürüyorlar. İşte IŞİD… Bugün Suriye’yi kana buluyor, erkek kadın çocuk yaşlı demeden herkesi kurşuna diziyor, her gün onlarca kafa kesiyor. “Makul ve liberal” İslamcılar da aynıdır. Onlar da hırsız, arsız ve halk düşmanıdır. AKP gibi… Diğer Müslüman ülkelerdeki liberal İslami iktidarlar gibi… Hemen hepsi emperyalislerin işbirlikçisidir ve onların politikalarını uygulamakta, onların sömürü 3-5 charlie 2.indd 3 ve baskı rejimlerinin devamı için canla başla çabalamaktadırlar. Sonuç olarak; Charlie Hebdo katliamının da, dünya üzerindeki tüm katliamların da en büyük sorumlusu emperyalistlerdir. Başka suçlu arayan yalan söylüyor, hedef şaşırtıyordur veya apolitik değerlendirme yapıyordur. Dünya bugün kan gölüne dönmüşse bu emperyalistlerin eseridir. Dünyayı kana bulayanların hiç kimseyi eleştirmeye, kınamaya ve mahkum etmeye zerre hakları yoktur. Onlar işledikleri suçların karşılığını mutlaka göreceklerdir başta Fransız emperyalizmi olmak üzere… Emperyalistler halklar arası düşmanlığı körükleyerek, bu katliamın zemini hazırlamıştır ve bu politikaya devam ederek olası katliamlara davetiye çıkarmaktadır. İslamcı örgütlerin adalet ölçüsü yoktur, olmayacaktır da. Katliamda emperyalistlerin eline su dökemeyecek durumda olsalar da, adaletsizlikleriyle ve kör şiddetleriyle suç işlemekte masumların kanını dökmektedirler. Emperyalistlerle girdikleri ilişkiler boyutuyla da suçlarını büyütmektedirler. AKP iktidarı, katil IŞİD’e ve muadillerine verdiği destekle, bu katliamdan birinci derece sorumlular arasındadır. Tarih ve halklar bu suçu hiçç unutmayacak, af affetmeyecektir. Dünyada adaleti sağlayacak tek güç devrimcilerdir. İnançların özgürce yaşamak isteyenlerin yeri, din tüccarlarının veya emperyalistlerin kucağındaki İslamcı örgütlerin yanı değil, devrimcilerin omuz başıdır. Baskı, yasak ve sömürüden başka bir kurtuluş yolu yoktur, var diyen yalan söylüyordur! 2/4/15 11:17 PM deneme deneme yenemezsek ölürüz ne çıkar! hazal kara Her günün bir hikayesi var. Her hikayeninse bir anlatıcısı... Kimi zaman hep aynı hüzünlü haberi veriyor anlatıcının sesi... Üzülün istiyor belli ki. Bağrınıza taş basın, sakın ses çıkarmayın, yüreğinizin kuşu bırakın o kafeste kalsın ve unutsun uçmayı. Uçmak kuşun yaradılışında var demeden kapatın onu o kafese... Anlatıcının ses tonundan anladığımız bu. Oysa bizim kuş kırıp atar o kafesi de uçmak ister. Açıp kanatlarını yıllardır aradığı adaletin izini sürer. Kimi zaman yorulur göğe bakan kanatları, kimi zaman tehlikeli yerlerden geçer. Mesela yırtıcı kuşların arasından... yine de bakmadan açılan yaralarına devam eder yoluna. Sanki güç alır açılan yaralarından... Kuşun içini bilmeyiz ama gözündeki öfkeden anladığımız budur, kanadını daha sert çırpar usanmaz düşer yola. Bugün Pazartesi... Ve aylardan ocak, ocak 19, yıl olmuş 2015. Kalabalık bir sokak var bir gazetenin önüymüş orası. Evet hatırladınız o caddeyi, Halaskargazi. Bundan sekiz yıl önce yerde biri boylu boyunca serilmiş, vurulup düşmüş bir gazeteci, adı Hrant Dink. Hrant Dink, Türkiye Ermenisi gazeteci. 6-7 hrant 2.indd 2 19 Ocak 2007 tarihinde saat 15:00 sıralarında, genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin Şişli Halaskârgazi Caddesi üzerindeki binası önünde uğradığı silahlı saldırı sonucunda katlediliyor. Hrant yüreğinin kuşunu uçurmuş ve vurulmuş. Faşizm elindeki kanı damlata damlata geziyor ortalıkta. Doymak bilmiyor, elinin kanı kurumuyor. Hrant yere düşünce ayakkabısının altını görüyoruz. Tablo hiç değişmiyor. Anadolunun bir başka kentinde bu Hrant’tan yaşça büyük bir amcamız, onun d ayakkabısının altı delik. Eminim unutmamışsınızdır Ermenek’teki amcamızı. Lastik ayakkabısı delinmiş onunda. Bir de katiller ve hırsızlar var... Hrant Dink’e silahını doğrultup tetiği çeken eller var. amcamızın ekmeğini çalan hırsızlar var ki onlar saraylarına konuk edecekleri saygıdeğer misafirleri için 1000 liralık bardaklar düzerler ve elbet ipek dokuma halılara basar ayakları. Yüzme bilmeyen yavrularımızı bir madenin en karanlık yerinde suda boğarlar. Sonradan duyarız analarımızın “benim oğlum yüzme bilmez ki” nidalarını... o ananın yüreğindeki kuş şimdi durur mu yerinde? Bir bir göğe doğru havalandı kuşlarımız... Hrant’ı vuran, o tetiği çeken ele bakıyorum şimdi. O el faşizmin eli, tetiği çeken elin adının Ogün Samast olduğuna bakmayın. O el faşizmin eli daha kanı kurumadan bir başkasına cellat olan. O el bundan sekiz yıl önce Hrant Dink’e nişan aldı, bugün ise Berkin Elvan’ın kafasına. Berkin’imizin kara gözlerini, kara kaşlarını çizdik aklımıza... Berkin’e ağlayanların yası bitecek. O anne ve babanın acıları dinecek. Açlık, sefalet hayatı kaldığı yerden devam etmeyecek artık. Yeni Berkinlerin, Hrantların, Uğurların, Feritlerin ölüm haberiyle uyanmayacağız güne... Ve sadece böyle anlarda dökülmeyeceğiz sokaklara... Çünkü artık uçmak ister yüreğindeki kuş. “Hadi gidelim dostum, öcünü almak için haksızlıkların. Asi yıldızlar parlasın alnımızda yenemezsek ölürüz ne çıkar.” * diyerek düşeceğiz yollara... yol ki yürüyenindir, biz koşacağız, uçup konacağız hainin yuvasına. Varıp dayanacağız sarayların kapılarına! Bin odanın birinde bulacağız katili... 2/4/15 11:18 PM 6-7 hrant 2.indd 3 2/4/15 11:18 PM deneme deneme başkan babamızın sonbaharı* deniz ekin Başkan Babamızın Sonbaharı diye bir kitap vardır bilir misiniz? Gabriel Garcio Marquez tarafından kaleme alınmış olan bu kitap, bir türlü ölmek bilmeyen bir diktatörün başından geçenleri anlatır. Bizim yazımızın girişte anlattığımız kitapla ve kitaptaki karakterle herhangi bir ilişiği yok. Yalnızca böyle de bir kitap var demek için bahsettik. Biz yazımızda, bizim güzel memleketimize armağan edilen Aksaray’dan ve bizi dünya ülkeleriyle yarışacak konuma getiren yeniliklerden bahsedeceğiz. Bildiğiniz gibi Aksaray’da bin küsür oda var ve reisicumhurumuz her gece bir başka odada yatıyor. Bu bizi elbette ki ilgilendirmez. Biz bu durum karşısında elbette ki yalnızca kıvanç duyarız çünkü ülkemizin en başındaki insan dünya standartlarında bir yaşama kavuşmuştur ve elbette ki bizim sıramız gelince bizi de bu konfora ulaştırmaktan geri durmayacaktır. Recep Tayyip Erdoğan bizim başkan babacığımızdır ve her şeyin en iyisini hak etmektedir. Ve o konuklarının da her şeyin en iyisini hak ettiğini düşünen, düşünceli bir insandır. Mesela geçenlerde Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı Cumhurbaşkanlığı Saray’ın da ağırladı ve hatta ona bir karşılama töreni düzenledi. Bu tören için belki de ge- 8-9 2.indd 2 celerce sabahlayıp, ülkemizi en iyi nasıl temsil edeceğini düşündü. Bu törende on altı türk devletini temsil eden askerler yer aldı. Başkan babamız kesinlikle çok güzel bir mizansen tasarlamıştı ve sahiden de bu karşılama bir ilk olarak çoktan tarihe geçti. Başkan babamızın bu tasarımına Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı ön ayak oldu. Bu askerler; Osmanlı, Göktürk, Timur Hanlığı, Hazar Kağanlığı, Uygur Kağanlığı, Gazneliler, Altınordu Devleti ... toplam on altı türk devletini temsil ediyordu. Bu fotoğrafın internette yayılmasıyla kıvanç duyan cumhur, bir kez daha geçmişini anımsamış oldu. AKP’nin milletvekilleri tarafından da ‘’ 90 yıllık reklam arası sona eriyor. Osmanlı yeniden...’’ gibi açıklamalar yapınca elbette bütün bir hafta heyecanlı bir bekleyişle geçti durdu. Ardından Sinan Çetin, Türkiye’nin adının Osmanlı olarak değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Elbette ki bu da bir heyecan kattı... Aynı günlerde oyuncu Tamer Karadağlı verdiği röportajla, ‘’hepimiz cumhurbaşkanımızdan korkuyoruz’’ diyerek duygularımıza tercüman oldu. Karadağlı, cumhurbaşkanımızın herkesin hayatı hakkında söz söyleme hakkının olduğunu ve hepimiz ondan korktuğu için sustuğumuzu söyledi. Elbette ki haklı! Hem o başkan babamız, kızsa da sövse de bizi sever sayar. Biz bunu biliriz. Başkan babamızın büyük emeklerle düşündüğü karşılama törenine dair bir fotoğraf paylaşıp, üzerinde bornoza benzer bir kıyafet olan asker için ‘’bu asker de duşakabinoğullarından mı’’ diye soran, Pamukkale Tıp Fakültesi Dekanı Hasan Herken yaptığı espri başkan babamızı güldürmeyince istifa etmek durumunda kaldı. Elbette ki layığını bulmuş oldu. Biz üç tarafı denizlerle, dört tarafı hırsızlarla kaplı bir memlekette gül gibi yaşayıp gidiyoruz. Başkan babamızın icraatlarıyla dünya bizden haberdar oluyor. Bizim kendimizi, kendi bedenimizi, soyumuzu, sopumuzu düşünmemize gerek kalmadan başkan babamız bizim için de düşünüyor. Sanatçılarımız başkan babamızdan korktuğunu dile getiriyor. Dekanlarımız, yaptıkları espriler başkan babamızı güldürmeyince makamlarını devrediyor. Hak, hukuk, adalet dediğimizde adeta sinkaf yapmışız gibi başkan babamız elimize cetvelle vurmaktan geri durmuyor. Çünkü o en çok bizi düşünüyor.. Biz çok güzel bir memlekette yaşıyoruz mesela, hırsız katil diyorsun herkes kimden bahsettiğini anlıyor. *gabriel garcio marquez 2/4/15 11:20 PM 8-9 2.indd 3 2/4/15 11:20 PM öykü öykü muaviye’nin “yeşil saray“ı ile erdoğan’ın “aksaray“ı levent navruz Havanın yağmurlu olduğu bir gündü. Ara ara normal yağan yağmur bazen de karla karışık olarak düşüyordu toprağa. İş paydosuna az bir zaman kalmıştı. Şemsiyesi yoktu, sevmiyordu da kullanmayı. Beresini taktı, sıkıca giyinip çıktı. Büyük bir alışveriş merkezindeydi işyeri. İşyerinde dışarı görmüyorlardı. Dışarıdaki havadan bir haberdi. Bunun için dışarı çıkınca yağmura yakalandı. Hızlı adımlarla yürüdü. Metrobüse binecek, Altunizade’ye geçecek, oradan da otobüse binip evine gidecekti. Metrobüs ile Altunizade’ye geçmesi kolay oldu. Altunizade de durakta beklemeye koyuldu. Trafik durmuş vaziyetteydi. Durak da insanlarla dolup taşmıştı. Yarım saat olmuştu bekleyeli ama daha bir tek otobüs gelmemişti. Geleceği de yoktu. Yağmur da biraz duraklayıp, tekrar yağmaya başlamıştı. Sesli olarak isyan etti ‘’Bu nasıl bir devlet; bu nasıl belediye? Bir damla yağmur yağınca trafik alt üst oluyor.’’ Yanına bir vatandaş yanaştı.. -Öyle düşünme... Hükümetimiz de, belediyemiz de çok iyi çalışıyor. -Bu nasıl çalışma! Şu insanların çekti çileye bak. -Buna da şükür etmeliyiz. Herkes mutlu. Çalışıyor para kazanıyor insanlar. Bak metrolar,metrobüsler yaptılar. Hepsini Tayyip Erdoğan yaptı. Haksızlık yapmayalım. Yukarıda Allah var! -Herkesin mutlu olduğunu kim söyledi? Askeri ücretin 800-900 TL olduğu bir ülkede insanlar nasıl mutlu olur? İn- 10-11 ak saray 2.indd 2 sanlar çöplerden artık şeyleri toplayıp yaşıyor. Evet mutlu bir kesim var. Onlar da ayakkabı kutularına milyon paraları saklarken yakalandı. Senintanıdığın birinin hiç evinden para sayma makinesi çıktı mı? Çıkmaz, bir tane değil birkaç para sayma makinesi, birkaç para kasası çıktı onların evinden. Ne oldu, savcıları sürdüler ve kendilerini akladılar. Ama aklayamazlar ... Bu ülke insanın yarısından fazlası ‘’hırsız’’ diye sesleniyor senin Tayyip Erdoğan’a. Katil diye sesleniyor. -Tamam ben de çalmadılar demiyorum. Çaldılar ama sen de kabul et, hizmet de yapıyorlar. -Gerçeklere gözlerinizi kapatmış görmüyorsunuz. Tayyip Erdoğan ne dese ona inanıyorsunuz. Sana bir hikaye anlatacağım.. -Anlat anlat dinlerim... -Daha samimiyet olsun diye, adın neydi? Benim adım Fırat... -Benim adım Ahmet. -Peki Ahmet, vaktiyle padişahın biri düşmanlarıyla kavgaya girer. Bir sürü hakaret ve küfürler ederler birbirlerine. Düşmanlarından biri, padişah ‘’senin ağzın da çok kokuyor...’’ der. O kadar küfür ve hakaret zoruna gitmez ama bu sözler padişahın zoruna gider. Padişah, ağzımın koktuğunu bilse bilse kırk yıllık karım bilir diyerek kavgayı bırakıp koşarak karısının yanına gider. Kızgınlıkla sorar padişah: ‘’Hanım, hanım ağzımın pis koktuğunu söylüyorlar... Sen niye bana söylemedin daha önce....’’ Padişahın karısı: ‘’Beyim ben nerede bi- leyim. Ben tüm erkeklerinin ağzının pis koktuğunu sanıyordum... ‘’ Ahmet anlamayan gözlere bakındı Fırat’a... Fırat da kafasını salladı anlamadın mı diye sorarcasına. -Kadın burada ne demek istedi anlamadım Fırat, gerçekten anlamadım niye öyle bakıyorsun... Tamam, ben de söyledim. Çaldıklarını ben de kabul ediyorum. Ama siz de iyi şeyler yaptığını hiç kabul etmiyorsunuz. -Yaptığı hangi iyi iş var Allah aşkına... Metro yapmış, metrobüs yapmış değil mi? İnsanların açılığa ve ölüme mahkum olduğu bir ülkede her yer metro olsa ne olur? Bu ülkede açlıktan insanlar öldü biliyorsun değil mi? - Evet, gazetede okumuştum. Bir çocuk ölmüştü. -İşçiler iş kazası denilen katliamlarla katlediliyor. Soma’yı duydun değil mi? -Soma? Evet... -Ama Cumurbaşkanının oğlunun gemicikleri var. Dinden imandan bahseder...Ondan daha iyi Müslüman yoktur. Peki, Ebû Zerr el-Gifârî’yi bilir misin? -Yok ismini hiç duymadım. -Anlatmazlar sizlere. ‘’İki gömleği olan bizden değil...’’ demiş zamanında. O dönem de insanlar da bez parçaları ile örtünürlerdi. Ebû Zerr el-Gifârî İslamiyeti kabul eden ilk dört kişiden biri... Hz. Muhammed onun için, ‘’Gökte ve yerde ondan daha değerlisi yoktur.’’ der. Peki, İslamiyeti ilk kabul eden sahabi- 2/4/15 11:21 PM lerden Ebû Zerr el-Gifârî’yi neden bilmiyorsunuz? Neden İslam tarihçileri söz etmez? Ebû Zerr el-Gifârî İslam dininin tüm dinler gibi yoksulların dini olduğuna inanır ve haksızlıklara karşı çıkardı. Bunun için sürgünlere gönderildi. Bir gün Mekke’nin büyük zenginlerinden biri ölür. Geriye altınlar hanlar ve saraylar bırakmıştır. Şaşalı bir cenaze töreni ile defnedilir. Ebû Zerr el-Gifârî de, topladığı yoksullarla çıkar Muaviye’nin huzuruna. Der ki: ‘’ Muaviye, sen ölen bu adamın ardından Allah rahmet eylesin dedin mi?” Muaviye “dedim” der. ‘’Bu ayakları ve baldırları çıplak insanları görüyor musun? Onların hakkı var. Ben Allah rahmet etsin demiyorum’’ Ebû Zerr el-Gifârî her gün büyüyen bu zenginliklere karşı çıkar ve yoksulların yanında yer alırdı. Ölmeden önce Hz Ömer tarafından ailesiyle Rebeze Çölü’ne sürülmüştür. Çölde yiyecek bulamazlar. İlkin kızı hastalanır, ölür. Kendisinin öleceğini hisseder, karısını çağırır ‘’Ben öleceğim, yoldan geçen haram ekmeği yememiş, devlet görevlisi olmayan biri varsa, çağır gelsin birlikte mezarımı kazın... ‘’ Karısı yoldan geçenlere sorar, gelenler devlet görevlileri değildir ve Ebû Zerr el-Gifârî’nin mezarını birlikte kazarlar ve Ebû Zerr el-Gifârî oracıkta ölür. Ebu Zerr düşmanına mezarını bile kazdırmaz. Hz. Muhammed’in dediği gibi ‘’Ebu Zerr yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız haşredilecektir*...’’ Bir gün Ebû Zerr el-Gifârî Muaviye’nin Yeşil Sarayı’nın önünden geçer ve seslenir: ‘’Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yaptırıyorsan, israftır. Eğer halkın parasıyla yaptırıyorsan bu ihanettir. ‘’ -Sen şimdi Aksaray’a lafı getiriyorsun. Kötü mü böyle bir sarayın olması? Bak bizim ülke de büyük Avrupa devletleriyle yarışıyor. Siz bunu görmek istemi- 10-11 ak saray 2.indd 3 yorsunuz. -Saray yaparak mı yarışacaklar? Bu sarayları da başlarına yıkarlar. Bu halkın evlatları ellerini kollarını sallayarak gider, o sarayı onların başlarına yıkar. Duydun mu, geçen günlerde... -Evet, gazetelerde okudum. Televizyonda da izledim... -Ben kimsenin ölmesini istemiyorum. Kimse kimseyi öldürmesin. -İstemiyorsan bu adaletsizliğe sen de karşı çık. Senin çocuk var mı? -Var Fırat, Allah bağışlasın iki çocuğum var. -Uzun ömürleri olsun. Senin iki çocuğun var tırnağına zarar gelsin istemezsin ama bu memlekette çocuklar on dört yaşında katlediliyor o çocuğu on dört yıl büyüten ana, binlerce insana yuhalatıyor. Bir düşün... Sustu konuşmadı Ahmet. Sohbet ederken zaman da akıp gitmişti. Saate baktı, tam bir buçuk saat olmuş durakta otobüs bekliyorlardı. -Ahmed biz daha çok bekleriz. Burada minibüsler de geçmiyor ne oldu? Dur bak, minibüsler alt yoldan dönüp gidi- yorlar baksana Ahmet. Gel gidelim yoksa sabaha kadar bekleriz. -Dur 15-20 dakika da bekleyelim gideriz olmazsa… -Tamam bari bekleyelim biraz daha... Ebû Zerr el-Gifârî... Bu sahabenin hayatını araştır öğren Ahmet... Yarın cuma, sen cuma’ya gideceksindir sor bakalım camii hocanıza o da bilmiyor mu? -Tamam soracağım, söz soracağım. -Ahmet gel gidelim. -Benim akbilim var, biraz daha bekleyelim -Ahmet, herhal senin cebinde para yok. -Doğrusunu söylemem gerekirse yok. -Dert etme Ahmet, ama bak cebinde minibüs paran bile yok ama halen Tayyip Erdoğan’ı savunuyorsunuz. O hırsızı ve katili savunuyorsun... Fırat ile Ahmed bir süre sessiz kaldıktan sonra birlikte yürümeye başladılar. Ahmet düşünceli gözlerle hem Fırat’ı inceliyor hem de uzun uzun yola bakıyordu. Fıratsa susmuş düşüncelere dalmıştı. 2/4/15 11:21 PM makale makale emperyalizmin sanatı da işkencedir! sevgi yüksel CIA’nin Guantanamo’da uyguladığı işkenceleri rapor halinde haberlere konu oldu geçtiğimiz günlerde. Raporu açıklayan ABD Senatosu İstihbarat Komitesi. Rapor CIA’nin “sorgulama yöntemleri’” adı altında tutuklulara sistematik olarak işkence yapıldığını ortaya koyuyor. Bu durum bilmediğimiz bir durum değil, Amerika işkenceci yüzünü ne kadar kapatmak isterse istesin Irak’ı, Afganistan’ı ve Guantanamo Hapishanesi’nde daha önce ortaya çıkan işkenceleri unutmuş değiliz. Ki bu raporu hazırlayan da işkenceleri yapan da aynı, ABD kendini aklamak için bu yollara başvuruyor. Güya bu işkenceler bilgisi dışında yapılıyor. Raporun tümü de açıklanmıyor. Bir kısmı açıklanan raporda tutuklulara matkapla, Rus Ruleti oynatarak, yakınlarına tecavüz tehdidi yönelterek, kaba dayakla ve hatta rektum*dan besleyerek sorgulama yapıldığı, yüksek sesle saatlerce müzik dinletildiği yer alıyor. Ki psikologlardan işkence yöntemleri 12-13 cia 2.indd 2 konusunda bilgi aldıkları ve psikologların danışmanlığında belli işkence yöntemleri uyguladıkları da ortaya çıkmıştı daha evvelinden. Tüm bu işkence yöntemleri arasında dikkatimizi çeken bir yöntem müzikle işkence yapılması oldu. Hatta hangi şarkıları işkence aracına dönüştürdükleri de raporda not olarak geçiyor. Bu noktaya değinmeden evvel önemi üzerinde duracağımız en temel konu, müziğin işkence yöntemi olarak kullanılması oluyor. Çünkü, burada belki diğer işkence yöntemlerine göre bir insana bir şey dinleterek işkence edilmesi yönteminin tercihi daha masum durabilir fakat durum hiç de öyle değildir. Bu psikolojik, ideolojik ve kültürel saldırının üst boyutudur. Çünkü burada emperyalizmin sanatı da kendi çıkarları doğrultusunda güdümlemesi söz konusu. Sanat insan ruhunu yenileştirici, şekillendirici etkiye sahiptir. Yazımız özne- linde değineceğimiz müzik de insan ruhuna hitap eder, insanın kendini ifade etme aracıdır, yaşamı farklı boyutlarıyla farklı şekillerde anlatır. Tüm sanatlar gibi insan ruhunu besler, insanı geliştirir ve belli noktalarda yönlendirir. İnsanı bir boyutuyla beslemek ve geliştirmek gibi işlevi olan sanat bugün tamamiyle bu işlevlerinin dışında ele alınmaktadır. Sanat kültürel yozlaştırma aracı olarak kullanılmakta, günümüz sömürü sisteminin devam edebilmesi için var olmaktadır. Halktan kopuk, ne anlattığı belli olmayan eserler sanat eserleri olarak önümüze konulmaktadır. Gerçekte neyi anlattığını anlamadığınız bir tablo milyon dolarlara satılmaktadır. Kapitalizm sanatın da içini boşaltmıştır. Peki, neden işkence aracı olarak müzik? Müziğin doğrudan duyguları harekete geçirmesi onun bu şekilde kullanılmasına da yol açmıştır. Müziğin insanlar üzerinde psikolojik etkileri vardır, bu etkiler araştırılmakta yapılan araştırmalar sonucunda müziğin etkileri 2/4/15 11:21 PM ortaya konmaktadır. Bitkisel hayatta olan bir insana yaşama tutunması için sevdiği şarkıların dinletilmesi ya da bir çatışmanın ortasında en umudumuzu kaybettiğimiz anda duyacağımız bir marşın yaratacağı motivasyon müziğin etkilerine örnek olarak verilebilir. Tabi farklı müzik türlerinin farklı etkileri vardır. Yapılan araştırmalar hangi müzik türünün insanda nasıl bir uyarıda bulunduğunu, neye yönlendirdiğini ortaya koymaktadır. Örneğin arabesk müziği dinleyenlerin genelde bunalımlı bir havada olmaları, heavy metal dinleyenlerin agresif, tepkili olmaları gibi. Müziğin doğrudan duyguları harekete geçirmesi onu daha önemeli bir yere koymaktadır. Bir müzik eseri duyulduğu an itibariyle; sevinç, hüzün, kızgınlık, umut, coşku gibi duyguları yaratmaktadır. Müziğin insan psikolojisini bu denli etkilemesi onu işkence aracı haline de getirmiştir. Guantanamo’da dinletilen şarkılar, artık birer masum şarkı değil birer işkence aracıdır. Ve o şarkılarla işkenceye maruz kalanlar artık sonsuza 12-13 cia 2.indd 3 değin o şarkıları duyduklarında o anları anımsayacak ve acısını yaşayacaktır. Bu bizim ülkemizde de uygulanan bir yöntemdir. 1980 askeri-faşist cuntasından hemen sonra tutuklanan devrimci demokrat insanlara Ayten Alpman’ın “Bir Başkadır Benim Memleketim” şarkısı Gayrettepe işkencehanelerinde, Ziverbey Köşkleri’nde dinletilmiş, işkence esnasında İstiklal Marşı açılmış ve gözaltındakilerin söylemediği an da işkencenin dozu arttırılmıştır. Ya da F Tipi tecrit hücrelerine geçildiği 2000’li yılların başında tüm hapishane hücrelerine, o dönemlerin meşhur pop frekansları merkezi yayın yapılır ve tüm gün sabahtan akşama kadar dinletilmiştir. 1980’de de 2000’ler de bu müzikli işkenceye maruz kalanların ortak bir yanı hayatın hangi evresinde o şarkıya maruz kalırlarsa kalsınlar işkenceyi anımsamaları, yarattığı duygu durumuna tekrar girmeleri anlamına geliyordu. Türkiye’de devrimciler müziğin düşman tarafından işkence aleti olarak kullanılmasını devrimci yaratıcılıkları ve iradeleriyle aştılar. Düşmanın müziği karşısında kendi devrimci şarkılarını, marşlarını yarattılar ve düşmanın şarkıları merkezi sistemlerle haykırılsa da küçücük hücrelerde kendi marşlarını türkülerini söylemekten geri durmadılar. İşte bu çizdiğimiz tablo kapitalizmin vahşetine örnektir. Kapitalizm bu kadar acımasızdır ve her şeyi acımasızca tüketir. Her şeyin içini boşaltır, var olduğu işlevinden farklı bir işlev için kullanır, anlam karmaşası yaratır, insanı insan olmaktan çıkarır. Bu kültüre karşı çıkmadıkça tükenecek ve kaybedeceğiz, yaşamımıza farklı boyutlar kattığını düşündüğümüz her şey bir gün karşımıza bir işkence aracı olarak çıkmaya devam edecek. Yani mesele sadece CIA’nin birkaç şarkıyı işkence aracı olarak kullanması değil bunun bir kültür olması ve müziğe, sanata biçilen rolün açık olarak ortaya konması. Müzik halkları umudunu büyütmeye, onların şarkılarını, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini söylemeye devam edecek, ne kadar sanatı çıkarları uğruna kullanabilecekleri bir araç halline getirmeye çalışırlarsa çalışsınlar onlara karşı halk için sanat yapmaya devam edenler olacak, bedeli ne olursa olsun. 2/4/15 11:21 PM kelimelerin dili kelimelerin dili insanlığından utanmak fazıl aktaş Utanmak insanlıktır, insani bir duygudur yani. Yaptığın bir yanlıştan dolayı kendini sorguladığını, kendini ayıpladığını gösterir. Sorgulamak, kendini ayıplamak, doğruları hala savunduğunu ve yapılan yanlışı bir daha tekrarlamayacağına dair atılan adımları somutlar. Kısacası insana hastır utanmak. Utanılacak çok şey yaşanıyor dünya üzerinde. Ama bunları yapanlar ne yazık ki utanmıyor, yapılanlarda hiçbir dahli olmayanlar utanıyor nasıl oluyorsa. Açlıktan ölüyor insanlar yüzer yüzer örneğin; açlığın, yoksulluğun tek sorumlusu olan emperyalistler değil, kar hırsıyla gezegende ne kadar toprak varsa parselleyenler, tıka basa doydukları halde hiç doymayacakmış gibi tıkınanlar değil bizim “aydınlarımız” utanıyor insanlıklarından. O yüzden “insanlığımdan utanıyorum” cümlesi sık sık dökülüyor ağızlarından. Tamam kaybetmesinler utanma duygularını, tamam sorumlu hissetsinler insanların hala acılar içinde yaşıyor oluşlarından ama bu emperyalistlerin suçunu üstlenmeyi 14 kelimelerin dili 2.indd 2 gerektirmeden elbette. Niye biz sorumlu olalım insanların açlığından, acılar içinde kıvranmalarından, bir aşı bulamadığı için ölmelerinden, maden göçüklerinde katledilmelerinden... Bunlardan utanması gerekenler bizler değiliz, aydınlar değil, halk değil. Kimin sorumlu olduğunu herkes biliyor, bir bizim aydınlar, tatlı su solcuları, burjuva hümanistleri, kendilerini sol zanneden aklı evveller bilmiyor! Emperyalistler de bu durumdan ziyadesiyle memnun elbette... Taş atıp kolu yorulmadan hedef şaşırılmış oluyor çünkü ve bunu solcular yapıyor herkesten evvel. Adam işkence görüyor, kendisine yapılan işkenceler için işkenceciler adına utanç duyuyor insanlığından. Madenlerde göçüklerde, grizularda yüzlerce madenci ölüyor, kalkıyor o madencilerin insani koşullarda çalışmadıkları için utanıyor insanlığından. Kara Afrika’da toplu kıyımlar misali aç biilaç patır patır ölüyor el kadar bebekler, görüntülerine bakamıyor ve yine insanlığından utanıyor. Yalnız insanlar için değil, mesela balıklar ölüyor kimyasal atıklardan, batan tankerlerden sı- zan petrollerden bizim solcularımız hemen insanlıklarından utanmaya hazır. Hayır! İnsanlığından utanacak olanlar bizler değiliz. Para uğruna, siyasi erk uğruna dünyayı kana, acıya, yoksulluğa bulayanlar utansınlar. Hoş utanılacak insanlıkları kalmadığı için utanmıyorlar zaten. İşte bu nedenledir ki onların suçlarını üstlenmeye, onlar adına utanmaya ne niyetimiz var ne de eylemimiz. Utanılacak belki tek bir nedenimiz olabilir, o da bu dünyayı ve dünya halklarını neden hala emperyalist haydutların elinden kurtaramadığımızdır. Ama mücadele ediyor, direniyorsan zaten sorumluluğunu yerine getiriyorsundur, “utanılacak” bir şeyin yoktur! Hiç kimsenin insanlığından utanmayacağı bir dünya özlemiyle zalime karşı direnmek, yaşananlar karşısında “insanlığından utanmak”tan evladır ve dahi insanlık için daha yararlıdır! 2/4/15 11:22 PM değerlerimiz değerlerimiz hakları için savaşan geleceğin yasasını belirler ayşenur yayla İyiden, gerçekten ve gelecekten yana ne varsa onun mücadelesini veriyoruz bu topraklarda. Ve yalnız olmadığımızı biliyoruz; bu mücadelenin yalnızca bu topraklarla sınırlı kalmadığını görüyoruz. Bu mücadele ki artık dilleri, dinleri, renkleri aşıyor ortak bir kardeş sofrasında buluşuyor. Uğruna ölüp ölüp dirildiğimiz, bizim olanı kazanmak ve büyütmek için giriştiğimiz bu mücadelede en değerli yanlarımızdan biri de haklarımız için savaşmamızdır. Peki, nedir haklarımız? Hak sahiden de içi boşaltılıp ağızlara sakız yapılacak kadar basit bir kavram mıdır yoksa uğrunda yüzlerce kez ölünebilecek kadar dolu, gerçek midir? Hak, niteliği belirleyici olmayan herhangi bir varlığın kanuni ve ahlaki engellerle karşılaşmadan sahip olabileceği ve yapabileceği olağan şeyler olarak tanımlanıyor. Özünde, önünde ahlaki, kanuni engel olmayan her durum bir hak doğuruyor. Bizler bunun çerçevesini ise halktan, gerçekten, gelecekten 15-16 degerler 2.indd 1 yana olarak çiziyoruz. Evet okula başladığımız andan itibaren “anayasal haklar” ve “haklarımızın anayasa ile güvence altına alınması” durumları çeşitli dönemlerde aktarılır. İktidarlar ne kadar haklardan bahsederlerse o kadar ihlal ediyorlardır. Ve bu ihlallerini, gasplarını sonsuz özgürlükler varmış gibi göstererek gizleme yolunu seçerler. Anayasal olarak birçok hakkımız sahiden de vardır. Bunlara ilk anda verebileceğimiz örnekler; barınma hakkı, eğitim hakkı, düşünceyi açıklama ve yayma hakkı, düşünce ve kanaat hürriyeti, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, hak arama hürriyeti... Anayasal olarak ifadelendirilen haklarımızı biraz daha sayarsak sahiden de yaşadığımız toplumun sonsuz özgürlükler içerisinde olduğunu ve üç beş delinin, yalnızca eğlence ve macera için bu sistem karşısında mücadele etttiğini düşünmeye başlayacağız. Şimdi, yukarıda sıraladığımız anayasal haklarımızı ve doğduğumuzdan bu yana içinde yaşadığımız toplumda bunlardan hangilerine sahip olabildiğimizi düşünelim ve evet, şimdi anayasayı kaldırıp bir kenara bırakabiliriz. Bu andan itibaren onurlu, namuslu ve insan kalabilmenin koşulu olarak savaşmak çıkıyor karşımıza. Biz haklarımız için savaştığımız doğrultuda “yaşadım” diyebilir ve değerli kalabiliriz. Anayasa ve Gerçekler Anayasa da yaşam hakkı kavramı vardır. Her doğan canlı büyüme, gelişme ve yaşama hakkına sahiptir. Kimse bir başka kişinin yaşamına kasti olarak göz koyamaz, yaşama haline engel olamaz, ortadan kaldıramaz. Elbette ki, bu kitabi cümlelerin karşılığı bu topraklarda güçlü olanın iki dudağının arasındadır. Fakat güçlü olanın iki dudağının arasından çıkan daima duvarlara çarpmıştır. İktidar YAŞATMAYACAĞIM! dedikçe, YAŞAYACAĞIM! denmiştir bu topraklarda. Açlıktan erirken hücre hücre ve yahut, direnirken bir hastane odasında 2/4/15 11:23 PM ölüme YAŞAYACAĞIM denmiştir ve iktidarın yaşama hakkını sonsuz bir öldürme hakkına çevrilmesi karşısında bu hak için mücadele edilmiştir. Yaşadım diyebilmek için ölenlerin memleketinde, yaşama hakkını gasp etmek hiç de kolay olmamıştır. Belki hakikat için savaşanlar olmasa bizden birkaç asır sonra kitapları açıp okuyanlar bu topraklarda sonsuz özgürlükler olduğunu sanacaklar. Fakat, gerçekler o kadar keskindir ki, hiçbir yalan yetmez ortadan kaldırmaya. Anayasa da seyehat özgürlüğü ulaşım hakkı olduğundan bahsedilir. Ama metroya parası olmadığı için akbil basmadan geçmek isteyen Aykut Kelek metronun güvenliği tarafından katledilir. Fakat, iktidarın herhangi bir mitingi olduğunda bütün ulaşım araçları ücretsiz oluverir. Hatırlarız hepimiz üç buçuk yaşındaki Muharrem’in cenazesini babasının sırtında bir çuvalla taşıdığı görüntüleri.. Fakat, Fatih Terim’in kopan parmağı 15-16 degerler 2.indd 2 bir uçakla götürülür hastaneye... Tüm bu anlattıklarımızın özeti mahiyetinde ülkemizde barınma hakkına bakılabilir. Örneğin İstanbul’un yoksul gecekondu mahallelerinden Küçükarmutlu Mahallesi her dönem de yıkım tehditi altındadır. Burada yaşayan halkın barınma hakkı yok mudur? Elbette ki, bunu söylediklerine anayasa ile çelişmiş olacaklardır. Fakat Küçükarmutlu Mahallesi’nin bir manzarası, değerli bir konumu vardır. İşte iktidar tam da bu noktada “siz gidin, onlar gitsin! Orada bizim çocuklar oturacak. Siz de işte köyünüze dönün, orada da oturursunuz siz hem ne var” demektedir.. Eğer hak ihlallerini sayacak olursak dergimiz sayfalarının tümünü bu yazıya ayırmamız dahi yeterli olmayacaktır. Bunlar ülkemiz gerçekleridir. Birr taraf taraftan böyle gelmiş böyle gider diye yaşamak vardır bir de hakları için ölümü bile göze alarak yaşamak vardır. Anayasa tarafından “güvence” altına alınmış haklarımız için ölüyoruz. Devrimcilerin bulunduğu birçok mahallede okulda “söz yetki karar hakkı halkındır” diyerek Halk Meclisleri kuruluyor. Tarih boyunca süregelen birşeydir, örgütsüz halk güçsüzdür. Ne zaman ki halklar birleşir, sırt sırta verir o zaman hakkı olanı kazanabilir. Kazanılmış olan haklara baktığımız zaman bedelsiz kazanılan bir hak olmadığını görebiliriz. Biz onlardan dilenmedik, onlar vermedi haklarımızı bize. Biz bizim olanı aldık. Bir “sohbet hakkı” için yedi yıl hücre hücre eriyip, ölümü 122 kere haykırdık.. Biz bizim olanı, bize ait olanı, iyiden, güzelden, gelecekten yana olanı asla ve asla onlara teslim etmeyeceğiz. Biliyoruz, bu toprakların tarihi, okul kitaplarında yazmayacak; hücre hücre eriyenlerin, ölüme gülerek gidenlerin, bütün bir ömrünü hak ve adaletten yana geçirenlerin onurlu, namuslu, tertemiz gelenekleriyle yazılacak. 2/4/15 11:23 PM deneme deneme partili şair nazım hikmet mehmet özer Herkesin bir Nazım Hikmet’i var. Vatan şairi Nazım, devrimci Nâzım Hikmet, partili şair Nâzım Hikmet, yurtsever şair Nâzım Hikmet. Sadece bu kadar mı? Hayır. Devrimci bir şair çoğaltarak söyleyebileceğiniz her şeydir. Çünkü hayatın tüm akarsuları dolaşır onların bilincinde. Burjuvazi örgütlü mücadeleye ve onun örgütlü sanatçılarına karşı uzlaşmaz sınıf tavrını sürdürüyor ve sınıf kini azalmadan devam ediyor. Yenemediği, etkisini kıramadığı ya da satın alamadığı örgütlü aydınları örgüt bilincinden kopartarak sadece “sanatın” içinde değerlendirmeye ve öyle anlamamızı sağlamaya çalışıyor. Sınıf aydını olmak egemenlerin tahammül edemediği bir durumdur. Çünkü kitlelerin bilincinde, yaşamın soluk aldığı her yerde üretilen değerler hayatı örgütlemeyi sürdürüyor. 17-18 nazim 2.indd 1 Nâzım Hikmet’in partili bir aydın olması çok da dillendirilmiyor. Burjuvazini korkusu aydının örgütlü olmasıdır. Muhalif olması değil. Örgütlü mücadeleye uzak durarak örgütlü olmanın sanatçı yaratıcılığı baskı altına aldığını, yaratıcılığın engellendiği, örgütlü olarak sadece bir çevreye seslendikleri oysa ki, örgütsüz olarak söyledikleri ve yazdıklarının daha geniş kitlelerle kabul gördüklerini durmadan söylerler. Bunlar burjuvaziden ödünç alınmış safsatalardır. Gerçek durum bu değildir. Kavganı getirdiği yükleri taşıyamama, kendisi için bencil küçük dünyalar yaratma, sorumluluk duygusunun feda ruhunun zayıflayarak “eski solcu” olmayı seçmişlerdir. Bu telaş kendi korkularını gizleme telaşından başka bir şey değildir. Örgütlü aydınlar küçümsendikleri gibi kendileri de bu çemberin dışında dururlar. Oysa geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran aydınlar, sanatçılar, şairler örgütlü partili sanatçılardır. Herkes Nâzım Hikmet’ten bahsederken onun bir partili aydın olma özelliğine vurgu yapmaktan kaçınırlar. Çünkü bu kendi konumlarını yadsıyan bir durumdur. Nâzım Hikmet birçok şiirinde partisinden, yoldaşlarından söz eder. TKP tarihi bir anlamda Nâzım Hikmet’i kavranarak anlaşılabilir. Nâzım Hikmet’in eksikleri, hataları ve başarıları şiir serüveni bu partili süreç içinde değerlendirilmelidir. Bu bahiste Nazımın sanat parti ile ilgili düşüncelerini aktarmak istiyorum. Nâzım Hikmet’in şiirlerini tahlil ederek değil doğrudan doğruya kendi söyledikleri aktararak yapacağım bunu. Bunun için başvurduğum kaynak; Nâzım Hikmet, “Sie Haben Angst vor Unseren Liedern”. “ Türkülerimizden Korkuyorlar” kitabından yararlanacağım. Bu kitabın 1. Baskısı 1977 yılında yapılmış ve Kitap, Türkischer Akademiker und Künstlerverein e.v”, “ Türkiye Akade- 2/5/15 12:29 AM mikerler ve Sanatçılar Derneği” tarafından hazırlanmış. Derneğin başkanı Mehmet Aksoy kitabın editörlüğünü yapmış. Aslında kitabı yeniden basılmak gerekiyor. Nazım Hikmete adanmış bu çalışmanın içinde Nâzım Hikmet tüm yönleriyle incelenmiş. Değerli bir çalışma Nâzım fotoğrafları, desenler ve afişler fotoğraflarla şiirle görselliğin öne çıktığı bir çalışmaya dönüşmüş. Almancaya çevrilen şiirlerin yanı sıra birçok yazarın Nâzım’ın ölümü ve kavgasıyla ilgili değerlendirmeler sunuyor bize. Bu çalışma içinde benim açımdan öne çıkan 1958 yılında Paris’te Charles Dobzynski’nin Nâzım Hikmet’le yaptığı söyleşi öne çıkıyor. Söyleşi çeşitli konularda derinlikli bir tartışmadan sonra siyaset ve ozan tavrına geliyor ve Charles Dobzynski soruyor; “- Az önce, aynı zamanda ozan da olan siyasal bir yöneticinin, özel bir yazınsal sorun karşısındaki tutumundan söz ediyordunuz. Tersine, size göre siyasal sorunlar karşısında ozanın tutumu ne olmalı? Onun da oynayacak bir rolü, yerine getirilecek bir görevi olduğunu düşünür müsünüz? Kısacası, haksız olarak “bağlanma” ğlanma” (engagement) adı verilen şeyin zorunluluğuna inanır mısınız? -Biliyorsunuz, 1923’ten beri Komünist Partisi üyesiyim. ÖVÜNDÜĞÜM TEK ŞEY BU. Bana öyle geliyor ki, devletler arasındaki ilişkilerde yansızlık politikası yararlı ve etkili olabilir, ama yazarlarda olmaz. Dünya tarihinde, çağının sorunları karşısında büsbütün yansız ve ediğin kalmış bir tek büyük yazar göstermek kuşkusuz güç olacaktır. Yansız olduğu sanılabilir ve söylenebilir, ama nesnel olarak hiçbir zaman yansız olunamaz. Bana gelince ben kesinlikle yan tutmayı yeğlerim. Evet doğru, geçtiğimiz yüzyıla damgası vuran şairler, ressamlar, müzisyenler, edebiyatçılar bilim sanat insanlarının hepsi de örgütlü bir kavganın aydınlarıdır. Elbette ki onları büyük kılan sadece yetenekleri değildir, örgütlü olmak yaratıcılıklarını geliştirdiği gibi, insanın özgürleşme mücadelesi sanatlarını yeni içerikler kazandırarak biçimlendirir de aynı zamanda. Söyleşi sürüyor ve birçok konu yalın biçimde yanıtlanırken Nâzım “ kendime payıma ben kesinlikle bir parti edebiyatından yanayım” diyor ve Charles Dobzynski son sorusunu soruyor; “-Parti edebiyatından ne anlıyorsunuz?” Nazım yanıtlıyor: “-Ben konuyu Lenin’in anladığı gibi düşünmeye çalışıyorum. İşte bu da çok güç; çünkü tüm derin düşünceler gibi, Lenin’in düşüncesi görünüşte çok yalı. Önce yazar olarak, Parti üyesi olarak, parti ile benim aramda kurulan bağ, hiç de edilgin değil, ama etkin bir bağ var. Bir değişim var: Parti bana bir şeyler verir ve sıram gelince ben de ona bir şeyler vermeliyim. Ben partiye Kongre tarafından onaylanmış bulunan tüzük ve programı ile bağlıyım. Bu belli ilkeler dışında kimseden buyruk almam. Kuşkusuz partinin belgilerinden, tüm belgilerinden, onları halka yaymak için, esinlenirim: ama onları gerçekten sanatsal bir düzeye yükseltmeye çalışarak. Öte yandan Partinin halkımın ruhunu benim yapıtlarımdan öğrenip kavrayabileceği bir biçimde yazmaya çalışırım. “ozanlar geleceği önceden sezerler” diyordu Engels eğer onlar geleceği önceden sezmeye yetenekli iseler, o zaman bugünün sorunlarını hayd haydi haydi sezinleyeb nleyebilirler. Parti tarafından önerilen genel konular ile ozanın duyduğu şey ey arasında çel çelişki olamaz.” Yasadır bu, yeryüzünün her yer yerindedalgalar kıyıları dövmeye, aaşındırmaya devam ed ediyor. Biz de karanlığın kapılarını dövmeye devam edece edeceğiz, kapılar kırılana kadar. ği Doğum günün kutlu olsun ustam. 17-18 nazim 2.indd 2 2/5/15 12:29 AM öykü öykü kaç seferde teşekkür edilir size? deniz ekin Kendi kendine son bir kez düşündükten sonra önünde duran derginin tam da o sayfasını açtı. Açık olan sayfaya birkaç saniye bakıp hemen geri kapattı ve odadan hızlıca kaçtı. Ve Deniz o gün hiç kimseyle konuşmadı. -Sen hiç uçan balık gördün mu Deniz? -Merak etmiyorum! Deniz o gün daha evvelden ilgilendiği hiçbir şeye yüz vermedi ve de hiçbir şey yapmadı. Deniz o zamanlar yalnızca yedi yaşında, yaşıtlarına göre çok daha çelimsiz bir çocuktu. Sessiz sakin halleri daima hayal dünyasında bir yerlerde olduğunun işaretçisiydi. Deniz’in babası tır şoförüydü ve karların çok yağdığı bir vakit yine uzun yola çıkacaktı. Yola çıkmadan evvel evlerinin bahçesinde Deniz’le uzun uzun kartopu oynadı. Deniz de o zamanlar küçük bir kartanesi kadardı. Deniz, babası kendisini havaya fırlattıkça güler ve o dakikaların hiç bitmemesini dilerdi. Bir süre sonra Deniz’in babası yola çıkmak üzere evden ayrıldı. Babası ne zaman yola çıkacak olsa Deniz bir kenardan onu izler bakışlarıyla sarılırdı boynuna ve babası en son onun yanına ge- 19-20 gizem oyku 2.indd 1 lir onu uzunca göğsüne yaslardı ve Deniz daha gitmeden babası, özlemeye başlardı. sormuyordu. Murat bir gün Deniz’e bir kitap aldı ve bunu birlikte okuyabileceklerini söyledi. Bir kartanesi kadar küçük olan Deniz artık küçüKara kışa rağmen yola çıktı Deniz’in cük bir kara balık olmanın hayaliyle babası. Tırı zorlamıştı bu kez onu, yatıp kalkıyordu. Ve sahiden de küyol boyu defalarca lastiğindeki zin- çük kara balığın sonunu artık o da cir çıktı ve ilk vardığı dinlenme nok- merak ediyordu. tasında sıcak bir demli çay içerken dönüp arkadaşlarına “tam beş defa Deniz bir sabah aniden uyandı. Gözdeğiştirdim zinciri, beş defa” dedi... lerini tavana dikti ve hiç kırpmadan Yorgundu ve yürürken zorlandığı- uzun süre öyle kaldı. Babasını hanın o esnada orada olan tüm şoför- tırladı. Neden ölmüştü babası, kar ler farkındaydı. Yürüyordu Deniz’in yağarken kar topu oynamak varken babası arabasına doğru biraz din- neden yola çıkmıştı, neden yorlenmek umuduyla ama düştü elin- muslardı babasının kalbini... Soğukden çay bardağı ve Deniz’in düşle- lardan nefret ediyordu. Kesinlikle rinde kaldı babası. soğuklar ve kar çirkindi. Bir anda o dergi sayfasını hatırladı. Ee öyleyse Deniz balıkların uçabildiğini, herke- sıcaklar da kötüydü. Sıcaklar insanı sin eşit olması gerektiğini ve daha yakardı ve yanan insanlar o dergi birsürü şeyi babasından öğrenmiş- sayfasındaki gibi olurdu. Deniz kenti ve şimdi ilk kahramanını kaybet- dini çok çaresiz hissetti ve kafasını mişti. Hayata karşı çok savunmasız yastığın altına alıp hıçkıra hıçkıra kaldığını düşünüyordu Deniz. Artık ağlamaya başladı. Sonra ağlamakhayal dünyasından başka bir dün- tan vazgeçmeye karar verdi ve gözyası yoktu. Deniz artık kardan ve so- yaşlarını silip hemen aşağı indi. ğuktan nefret ediyordu ama sıcaktan da korkuyordu. Aklına o dergi Bu esnada Murat da evdeydi. Deniz Murat abisini görünce koşup boysayfası geliyordu Deniz’in. nuna sarıldı ve uzunca süre başını Murat Deniz’in bu halleri karşısında göğsüne yaslayıp sessizce durdu. çözümler arıyordu. Onun güçsüz bir Murat Deniz’e ne olduğunu sormaçocuk olmasını istemiyordu fakat dı ve onun anlatmasını bekledi. DeDeniz Murat abisine artık soru bile niz uzun süre Murat’ın göğsünde 2/5/15 12:32 AM kartoplarını ve o dergi sayfasını hiç hafızasından çıkarmadı. Deniz öğreniyordu. Yaşamın bir sanat eseriymiş gibi titizlikle işlenmesi gerektiğini, yaşadım diyebilmek için de mücadele etmek gerektiğini. Deniz her öğrendiği gerçek karşısında kendini biraz daha büyümüş hissediyor ve karlı bir yolda hiç düşmeden yürüyormuş gibi geliyordu. durduktan sonra kafasını kaldırıp kendisinin hemen büyümesi gerektiğini söyledi. Bu talep karşısında şaşıran Murat bunun nedenini öğrenmek istedi. Deniz ise anlamadığı şeyleri anlayabilmek için büyümek istediğini söyledi. Deniz hayata dair sorular biriktire biriktire büyüyordu. Son derece zor geçen zamanların ardından “hayat mücadelesi” denilen bir kavramın gerçekliğine inanmıştı. Deniz yaşıtlarına göre çelimsiz bir gençti. Gücünün yetmediği işlerde gücünün isterse yetebileceğini, başarısızlıklarını isterse başarıya çevirebileceğini, emek vermeyi, değer vermeyi, değer görmeyi ve de üretmeyi öğreniyordu Deniz ve her yeni öğrendiği şeyde kendine olan güveni artıyor artık geceleri gözünü tavana dikip düşünürken çoğunlukla umutsuzluğa kapilmiyordu. Deniz büyüdükçe küçük kara balığı, 19-20 gizem oyku 2.indd 2 Deniz çocukluk yıllarındaki sorularından şimdi gençliğine uzanan yolun nasıl bu kadar çabuk geçebildiğini düşündükçe şaşırıyordu. O hoşuna gitmeyen gerçekler karşısında hayal dünyasına kaçan ve orada yaşayan bir çocuktan, hoşuna gitmeyen gerçekleri değiştirme mücadelesi veren bir gence evrilmişti ve Deniz sordukça soru, aldıkça cevap büyüdükçe büyüyordu ve Deniz insanların neden aç olduğundan, babasının neden ölmek zorunda kaldığına kadar uzanan ve daima birkaç damla gözyaşıyla biten sorgulama süreçlerini artık ağlamadan, kendinden emin ve geleceğin güzel olacağına inanarak cevaplandırdığı için çok mutluydu. Deniz öğrenen insandı ve öğrendikçe büyüyebilendi. Deniz Murat’ı hiç unutmadı. Onu yıllar boyunca görmese de onun söylediklerini, anlattıklarını hiç aklından çıkarmadı ve hayatı boyunca onun anlattıklarını, öğrettiklerini kendisine klavuz olarak kabul etti. Yıllar sonra birgün Murat çıkageldi- ğinde yine koşarak onun boynuna sarıldı ve uzunca süre göğsüne başını yaslayarak durdu. Murat Deniz’i bu kadar büyük hayal etmemişti fakat Deniz öfke, özlem, umut ve daha adı konulmamış birçok duygu ve düşünceyle yoğrulmuş olgunlaşmıştı vaktinden evvel... Deniz ve Murat yıllar sonra kavustuklarından konuşacak çok şey vardı fakat ikisi de çok uzun süre konuşmadan öylece kaldı. Ve Deniz kaldırıp başını dikti dolu dolu gözlerini Murat’in gözlerinin ta içine, “binlerce kişiye kaç kerede teşekkür edilir” diye sordu usulca. Murat her zaman ki sakinliğinde anlamak için dinlemeye koyuldu Deniz’i ve Deniz devam etti cümlesine “Ben kuşlardan bile küçükken hani o dergi sayfasında gördüğümde diri diri yananları sıcaktan nefret etmişken, ölünce babam karlı bir havada kinlenince soğuklara kalmıştım çaresiz. Neden diye sora sora ya ağlardım ya öfkelenir ve hayrandım küçük kara balığa nasıl da kararlıydı ama... Elimden tutup büyüttüğün için, hayatı yaşanabilir kıldığın, ağız dolusu yaşadım diyebilmemi sağladığın için kişiliğimi yarattığın için, beni gerçekle tanıştırdığın için teşekkür ederim sana. Ama yalnız değilsin biliyorum ve ben işte bu yüzden soruyorum nasıl teşekkür edilir binlerce insana ve biliyorum öğrenmekten vazgecmezsem asla yarın teşekkür edilen binlerin arasında olacağım ben de” Ve cümlesinin sonlarına doğru sesi titredi Deniz’in dayadı burnunu Murat’ın göğsüne ve derin bir nefes aldı ve Murat sustu gözlerinden birkaç damla yaş boşaldı. 2/5/15 12:32 AM şiir şiir fevkalade memnunum dünyaya geldiğime nazım hikmet Fevkalâde memnunum dünyaya geldiğime, toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum. Kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı dünya, inanılmayacak kadar büyüktür benim için. Dünyayı dolaşmak, görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim. Halbuki ben yalnız yazılarda ve resimlerde yaptım Avrupa yolculuğumu. Mavi pulu Asya’da damgalanmış bir tek mektup bile almadım. Ben ve bizim mahalle bakkalı ikimiz de kuvvetle meçhulüz Amerika’da. Fakat ne zarar, Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var. Dostlar ki bir kere bile selâmlaşmadık aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz. Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar kanlarına susamışım. Benim kuvvetim: bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır. Dünya ve insanları yüreğimde sır ilmimde muamma değildirler. Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden, büyük kavgada açık ve endişesiz girdim safıma. Ve dışında bu safın toprak ve sen bana kâfi gelmiyorsunuz. Halbuki sen harikulâde güzelsin toprak sıcak ve güzeldir. 21siir 2.indd 1 2/5/15 12:43 AM öykü öykü kızıllığın büyüttüğü yılmaz... gebze hapishanesi Karlı soğuk bir okul gününün sonuydu. Şubat tatilinin son ders saati. Çantalarını takmışlar, montlarını giymişler öğretmenin karnelerini vermelerini bekliyorlardı. Acaba derslere kaç vermişti öğretmen, matematiğe kaç vermişti acaba... Akıllarından böyle onlarca soru geçiyordu. En son öğretmen gelince dikkat kesilip sustular. Hepsinin gözleri öğretmenin elindeki karnelerdeydi. Ayağa kalktı öğretmen, anlatmaya başladı. “Bu dönemin sonuna geldik, eksikleri düzeltme, iyi yaptıklarımızı devam ettirme zamanı. İyi bir tatili hakettiniz. Gönül isterdi ki herbiriniz güzel yerlere tatile gidin ama hepiniz bu mahallenin çocuklarısınız. Anneniz babanız yoksul. Yine de çok iyi değerlendirin. Bol bol okuyun tatil kitaplarınızı, bol bol oyun oynayın” dedi. Hepsi birden alkışlamaya başladılar öğretmenlerini. Sırayla tüm öğrencilerin isimleri okundu. İsmi okunan öğretmeninin elini öpüp karnesini aldı. Öğretmen nihayet onun da adını okudu; “Yılmaz Koru”... Yılmaz kalktı, öğretmenin elini öptü, karnesini aldı. Eh matematiğe bir not fazlasını vermiş, bunu görünce gözlerinin içi sevinç pınarı, baktı öğretmeninin yüzüne. Anlamıştı öğretmen bu sevincin kaynağını, “İkinci döneme bir not fazlasını sen alacaksın, ben vermem ona göre” diyerek güldü başını okşarken Yılmaz’ın. Yılmaz sırasına oturdu. Hepsinin karnesi bitince öğretmen kapıda bekledi. Her çıkan öğrencinin başını okşadı. Yılmaz arkadaşlarıyla karların içinden oynayarak eve geldi. Anası, babası hepsi, karnesinin iyi olduğunu görünce öptüler Yılmaz’ı. Yılmaz ertesi gün arkadaşlarıyla akşama kadar karda oynadı. Leğenlerin içinde kaydılar, birbirlerine kartopu attılar, kardan adam yaptılar. Sonra tekrar leğenleri kapıp yokuşa tırmanarak kaymaya başladılar. Birinci olanlar her seferinde sevinç çığlıkları içinde tırmanmaya başlayanların başını çekiyordu. Akşama kadar çocuk çığlıkları böyle doldurdu durdu mahelleyi. Anneler, işsiz babalar, neneler, dedeler camlardan çocukları izlediler gün boyu. Çocuk neşesi, çabuk bulaşan bir hastalık gibi bu seyredenlerin de hepsini sardı, gülümsemelerine neden oldu. Hava kararmaya yakın da birer ikişer evlerine dağıldılar. Yılmaz eve gidince, annesi hemen sobanın yanına aldı onu. Hemen üstün değiştirdi. Yılmaz hiç aldırış etmeden, gün içinde kaç kez kayak birincisi olduğunu, kimlerle oynadığını anlatıp durdu. Eldivenleri, pantolonu, çorapları sırılsıklamdı. Annesi üstünü değiştirdikten sonra sıcağın da etkisiyle uyuyup kalıverdi orda. Annesi üstünü örterken içinden geçirdi “nasıl da huzurlu uyuyor”... Neden sonra çorbanın keskin kokusunu duymaya başlayınca uyandı. Yere serilen sofradan gelen tabak-kaşık seslerine doğru yüzünü çevirince annesinin gülümserken okşayan gözleriyle karşılaştı. “Hadi sen de gel” dedi, “baban geldi, ellerini yıkıyor şimdi.” Oturdukları yerden sininin üzerindeki çorba ve ortadaki bulgur pilavına iştahla baktılar. Gün boyu o kadar acıkmışlardı ki... Babası da çok yorgundu. İşten gelip yemeğini yedikten sonra telvizyonun karşısında uyuya kalırdı çoğu zaman. Yemekleri bitince sofra toplandı, hep birlikte oturma odasında oturdular. Yılmaz salonun ortasında bilyeleriyle oynamaya başladı. Tam bu anın içinde dışardan bir takım sesler gelmeye başladı. Önce kulak kabartıp dinlediler, sonra pencereden bakıp balkona çıktılar annesiyle babası, Yılmaz da onların peşinden usulca balkona süzüldü. Sokakta, yüzlerinde kızıl maskeleri ve ellerinde çeşitli büyüklükte silahları olan 5-6 kişi gördüler. Yılmaz hepsinin erkek olmaları gerektiğini düşündü bir an. Bu silahlı adamların yanında yüzü açık ama kanlar içinde, iri yarı, siyah sakallı bir adam daha vardı. Takım elbisesinin üzerine siyah bir pardesü giymişti. Adamın elleri arkadan bağlıydı ve kızıl maskelilerden biri bu adamı tutuyordu. Bir diğer kızıl maskeli de elindeki silahı yukarı kaldırdığı haliyle konuşuyordu. Yalnızca sesi duyuluyordu. Bir de biraz bakınca gözleri ışıldıyordu, o kadar. Yılmaz bu siyah pardesü giymiş adamı anımsar gibi oldu. Arada okulun önünde gördüğü adama benziyordu. Bazen de köşedeki büfede tost-ayran alırken görmüştü. Silahını havaya kaldırmış olan kızıl maskeli konuşmaya devam ediyordu. “Bu adam küçücük çocuklarımızın çevresinde dolaşıp onlara hap satıyor. Şu biraz önce yakılan, okulun karşısındaki büfeye hap, bonzai bırakıp çoluğu çocuğu zehirliyor. Torbacılık yaptığını itiraf etti. Biz Cephe milisleri olarak şimdi- lik onu döverek cezalandırarak uyardık. Bu suçlarını bir kez daha tekrarlaması durumunda hak ettiği kurşun olacaktır. Hepiniz görün, iyi tanıyın bu zehir tacirini, kim ki bu suçları işlemeye devam ettiğini görür, gelsin hemen bize haber versin ki verelim yine cezasını...” derken bir alkış koptu sokakta toplanan kalabalık ve balkonlarında izleyenlerin arasından. Bu arada siyah pardesülü adama vurmak, taş atmak isteyenler oldu. Bu durumun bir lince yol açacağı bilinciyle engellediler kızıl maskeliler kalabalığın bu isteğini. Ağzı burnu zaten kan içinde kalmış adamın ellerini çözerek gitmesine müsade ettiler. Başı neredeyse boynunun içine gömülü, sendeleyerek uzaklaştı adam. Kızıl maskelelerden biri topalanan kalabalığa seslenmeye devam etti bu ara; “Mahallemizde uyuşturucuya, torbacılara izin vermeyeceğiz...” Sözlerini diğer kızıl maskelilerin sloganı kesti; “Yaşasın halkın adaleti!” Bu arada silahını havaya doğrultmuş olan kızıl maskeli balkondan bakanlara göz gezdirdi. Balkondan artık beline kadar aşağıya sarkmış olan Yılmaz’la yüz yüze geldi. Yılmaz kızıl maskelinin ona göz kırptığını hissetti. O da göz kıprtı. Toplanıp, alkışlar arasında sloganlarını atmaya devam ederek uzaklaştı kızıl maskeliler. Sokağın başına geldiklerinde birkaç el silah sesi duyuldu karanlığın içinden. Onlar gidince de alkışlayan kalabalık onları konuşarak dağılıp yittiler karanlığın içinde, balkondakiler girdiler evlerine. Kar yağmaya devam ediyordu. İstanbul’un mahallelerinin beyaz örtüsü en çok çocukların sevinciydi. Sabahtan akşama sokaklar sömestr tatilindeki çocukların meskeniydi. Burunları kızarır, akar, saçları, eldivenleri ıslanmış onlarca çocuk iki yanı iki-üç katlı bitişik evlerle sıralı sokaklarda şendir. Kar, beyazlığı bu çocuğun neşesine katık edince sokakların gelinliği olur. Öyle şen ve kaygısız. Yılmaz da müdavimidir gelin olmuş sokakların. Düğünü çocuk oyunuysa bu merasimin Yılmaz en coskulusudur. Günlerdir, oynadığı sokağın her sözcüğünün kulak misafiridir çocuklar. Şeker için gidilen bakkalda, akşama eve götürülecek ekmek için gidilen fırında, balkondan balkona, kapı önlerinde, otobüs duraklarında en baş konudur kızıl maskeliler. “İyi yaptılar, hakkettiydi”, “Soysuz adam, çoluk çocuğun başbelası”, “Sahipsiz sanıyorlar ya, en çok ona delleniyorum”, “Ah bırakaydı gençler bana, bak bir daha yapıyor mu?” cümleleri büyüklerin dilinden çocukların kulağına, belleğine akıyordu. Okul zamanı çabuk geldi. Erkenden okula giden Yılmaz, öğretmeni beklerken arkadaşlarıyla heyecanlı bir oyun oynuyordu. Bir arkadaşını kolundan çekti kendisi ve diğer arkadaşının yanına koydu, diğerlerini ona göre yerlere yerleştirdi. Sonra ortalarına aldıkları çocuğa; “Bak şimdi, sen kötü adamsın” dedi. Yanındakine de; “Sen de onun elinden tutacaksın” dedi. Sonra eline aldığı cetveli havaya kaldırarak, “Bu pis adam çocuklara hap satıyor” dedi. Ardı sıra önce kendisi sonra kalabalıkla beraber “yuuuuhhh, tühhh” diye bağırmaya başladılar. “Şimdi onu dövelim, bir daha yaparsa vururuz” dedi Yılmaz. Cetvelini silah yapıp doğrulttu. Hep birden ortadaki çocuğa vurmaya, takılmaya başladılar. Ortadaki çocuk da onlara vurmaya, boğuşmaya başladı. Onlar bu haldeyken öğretmen geldi. Yılmaz’ın kulağından tuttu; “Ne yapıyorsunuz” dedi kızarak. “Miliscilik oynuyoruz öğretmenim” dedi Yılmaz, sonra göz kırptı. Öğretmen ensesine bir tokat indirdi yavaşça, gülerek. Hepsi yerine oturdu. Bembeyaz karlara gömülmüş İstanbul’un yoksul mahallerinde bir kardelen boyverdi. Rengi kızıl... Gören maske sandı onu. Oysa hayattı; adı belki Hasan belki Ferit... Buzları kırıp çatlatan gündüzün güneşi değil, Ferit’in alnında ve sadece geceleri parlayan yıldızın ateşi idi... şiir şiir ağlama çocuk civan ekberad İnanma çocuk, inanma öldü derlerse Kalbini ümitle besle, döneceğim Güzel günleri doldurup ceplerime Geleceğim Üşüyen sırtına parka olmaya Yağmalanan sofrana ekmek olmaya Geleceğim Islak yanaklarına gülüş olmaya Gözü yaşsız sabahlarla geleceğim Zafer içmiş bayraklarla geleceğim Alnımda yıldız, dudağımda şarkılarla Döneceğim Bekle çocuk, bekle… 24 2.indd 2 2/4/15 11:26 PM deneme deneme ali ismail’e atılan son tekme hazal kara Hepimiz tanıyoruz Ali İsmail’i... Haziran Ayaklanması’nda devletin katlettiği evlatlarımızdan birisi o. Eskişehir’de Haziran Ayaklanması sırasında döve döve canına kastettiler ve kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi Ali İsmail Korkmaz. Henüz 19 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. cağını... Biliyorduk ki sadece para çalmıyordu bu hırsızlar... Ömrümüzden ömür çalıyorlardı aynı zamanda, bir de analarımızın gözyaşlarını... Önce Ali İsmail döküldü sokaklara binlerce insanla birlikte sokaklara, adaletin olmadığı bu ülkede adalet umuduyla. Sonra ise ‘Ali İsmail’in hesabı mahşere kalmaz’ diyenler. Aylardır devam ediyordu dava. Önce Kayseri’ye taşıdı mahkemeyi. Aylarca devam etti Emel Anne’nin adalet arayan mücadelesi. Ve en sonunda Ali İsmail’in davası da sonuçlandı. Davada polisler Mevlüt Saldoğan ve Yalçın Akbulut’a 10 yıl hapis cezası verildi. Üç fırıncı da 6’şar yıl 8’er ay ceza aldı. Üç kişi ise beraat etti. Onların adaletinden hiç medet ummadık zaten. Biliyorduk kan kokan o ellerin yine bizim boğazımıza yapışa- Bir ananın isyanını dinledik o gün ekranlarda “19 yaşında bir çocuğu döve döve öldürüyorlar ve 10 yıl hapis cezası 25 ali 2.indd 1 veriyorlar. Bu mu bu ülkenin adaleti? Bütün dünya gördü Ali’nin nasıl katledildiğini… Bütün dünya şahit oldu ben bakamadım. Bugüne kadar bakamadım. Bu kadar ucuz olmamalıydı oğlumun canı.” Ve tüm ülke yine sokaklarda… Biz biliyoruz Emel Anne Ali’nin canı bu kadar ucuz değil. Katillere ceza mı istiyorsun? Cezasız kalmayacaklar… Ne o ilk tekmeyi atan katiller ne de 10 yıllık cezaları verenler… Canımızı tenimizden söküp alanları unutmaz bu halk… Ali İsmail’i ne o katillerin vurduğu tekmeler öldürür ne de son tekmeyi atan gerçek katiller. 2/5/15 12:51 AM yıldönümü yıldönümü * yaşar kemal 26 ulas 2.indd 2 2/4/15 11:26 PM öykü öykü silahımız, tarihimiz kadar eskidir gebze hapishanesi Sobanın yüzü kızardı içindeki yangından. O ateş, sobanın boyunca kazanı soluğuyla kaynattı. Evin içini yumuşak bir sıcaklık doldurdu. Yaşlı kadın iki büklüm bir halde kucağına doldurduğu odunlarla içeri girdi. Biraz gürültülü bir şekilde odunları sobanın yanına döktü. Yaşlı adam bu gürültüyle uyandı. Kaşlarını çattı, gerindi. “Ne yapıyorsun kadın” dedi. Kaşları çatıktı ancak sesi sevecendi. Yaşlı kadın zor doğruldu, ellerini beline koyup derin bir soluk alarak cevapladı ömürlük hayat arkadaşını; “Suyu kaynattım, odayı ısıttım, suya tarhanayı da salarım, belki akşama bizim çocuklar gelir. Bu ayazda kışta, ısınlar.” Daha anlatacaktı ki yaşlı adam kuru bir gülüşle kadının sözünü kesti. “Kaç akşamdır böyle hazırlanıyorsun kadın”. Bu kez de beraber güldüler. Tütün sardı yaşlı adam, tütünden artık iyice sararmış parmaklarıyla. Derin bir soluk almasıyla öksürmesi bir oldu. “İçme şu zıkkımı adam” dedi kadın. Öksürüğün arasından gülümseyerek cevapladı yaşlı adam eşini; “Sen benim öksürüğümden mi telaş yaptın?” Sevimliydiler beraber. Karanlık, evin ufak pencerelerine abandı. Garip, kıvrılıp sokuldu evin yamacına. Az sonra yanına konulacak sıcak yal(*)ı düşünerek yalandı. Sonra da gözlerini dört döndürdü. Köyün birkaç evi kalmıştı içinde ışık yanan. Onlar da geceye sıcak sıcak açıldılar. Köyün etrafının karlarla kaplandığı çok 27-28 2.indd 1 oluyordu. Kar soğuk ve sessizdi. Ama içindeki yıldızlarıyla kıpır kıpır şenlenmeyi bekliyordu. Tıpkı yaşlı karı kocanın beklediği gibi. İzsiz bir yol vardı köyü kucaklayan dağın yamacında. Dersim’in dağları pek bir dikbaşlıdır. Kar kondurmaz başına. Gündüz güneşe, gece yıldızlara değsin ister başı. Köyü kucaklayan dağın yamacından aşağı yıldızların altından gizli bir nehir gibi incecik süzülüp köye vardılar. Garip çoktan yalını yemiş bir güzel yalanıyordu, ağzından buharlar çıkara çıkara. O tanıdık barut kokusu dolunca burun deliklerine, güçlü ön ayaklarının üzerine doğruldu. Bir iki nazlandı, süzüldü koştu gitti. Önden gelene süründü, etrafında dolandı. O bildik ellerin sıcaklığını sırtında hissedene kadar süründü onlara, vazgeçmedi. Karın içinden, dağların doruklarından gelmişlerdi. Ama hepsinin elleri sıcaktı. Yürüdün mü ısınırsın, ateş gibi. Garip’ten iyi kim bilir ki bunu? Yaşlı kadın iyice doğruldu. Yaşlı adamın gözlerinin feri parladı. Evin içine köyde kalan bir kaç genç ve yaşlılar da toplandı. Soğuktan gelenler sıcacık sohbetlere karıştılar. Yaşlı karı kocarnın asırlık damı yeniden şenlendi. Kaç zamandır gözleri yolda bekliyorlardı. Ne odunları ne de meyve kurularını esirgediler. Yaktılar, kaynattılar. Evlerini, yüreklerini ısıtıp beklediler. Bir yandan sofrayı kurdular, bir yandan da Tuncay’ı dinleyenlerin sayısı çoğal- dı. Tuncay mavzerini dimdik yanında tutuyordu. Onun yakışıklı edasına mavzerin endamı da pek yakışıyordu. Piro Amca, gözleriyle mavzerini süzdü namludan dipçiğe doğru. Bir iki öksürüp söze girdi Piro Amca, “Oğul, bu senin silah, bildiğin mavzer. Çok eski değil mi, ne iş görür bu silah?” Tuncay, bu soruya alınmış gibi, silahı sıkıca kucakladı, “Ne diyorsun Piro Amca, bu silah var ya bu silah, ‘38’in emanetidir. ‘38’de atalarım bu silah üzerinde can verdiler. Pir aşkına, oniki imamlar akına. Bu silah vurmaz mı hiç?” Tuncay iyice coştu, coştukça anlattı. Dinleyenler şaşkınlık içindelerdi. Bu hikayeyi Tuncay’dan ilk kez dinliyorlardı. Yaşlılar ise Tuncay “oniki imamlar aşkına...” dedikçe, ellerini yüreklerinin üstüne iyice bastırıyordu. Tuncay daha yirmisinde ya vardı ya yoktu. Genç bir savaşçıydı ancak heybeti, öfkesi, coşkusu saki ‘38’den kalmaydı. “Bu mavzer isyandır Piro Amca. İsyan eskir mi hiç, savaş eskir mi? Bu mavzeri ilk 1800’lerde icat ettiler. Yaşlı değildir, tecrübelidir. Gökte patpatik(**), bizim delikanlı mavzeri bir doğrulttun mu, delersin bağrını, patpatik tepetaklak yere çakılır.” Tuncay dedesinin mavzerini, ‘38’i öyle bir anlattı ki, herkes bu isyan mirasına, bu mavzerin kutsallığına ant içecek denli kendilerinden geçeceklerdi. Hayran hayran, bir mavzerine bir Tuncay’a baktılar sesiszce. Herkes kendi aralarında konuşuyordu. “Şimdi düşman bilse elimde elimde mavzer 2/5/15 12:54 AM var, küçümser, önemsimez ha. Onlar tarihin gücünü bilmezler, silahımız tarihimizdir. Düşmanın çok modern silahları olsa ne olacak sanki.” Mavzer sofrada da baş köşeye kuruldu. Bir yandan yenilip içilirken bir yandan da hala yan gözlerle mavzeri süzüyorlardı. Piro amca ise, özür diler gibi baktı mavzere. eski bir yoldaşına güvenmemiş gibi utangaçlaştı. Gözleri dolu dolu oldu, sonra birden yakalanmış gibi utandı da “istendir isten, sigara isindendir” dedi kendi kendine içinden. Acıyı öfkeyi tam da bu dağın koynunda yaşayanlardı onlar, anadan, babadan, atadan yadigar. Şimdi aynı isyanı Tuncay’ın gözlerinde, sözlerinde, mavzerinde gördüler. “Kardır kıştır, aman ha dikkatli olun, gözümüzü yollarda komayın.” Ağız birliği yapmış gibi böyle konuşup, sonra da sımsıkı kucaklaştılar. Vedalaşıp yollara düştüler. Kar beyazı, yıldız ışığı yollara düştüler. Naylonları bir güzel gerdiler. Köz sıcağıyla naylon çadırı ısıttılar. Tek tek silah- 27-28 2.indd 2 larını parlattılar. Tuncay sırtını çantasına dayamış, kulaklıkları takmış BBC’den haberleri dinliyordu. Gözleri yarı kapalı dinlerken birden öfkeyle doğruldu. “Arkadaşlar, İstanbul’da eylememiz var!”. Sessiz ama coşkulu ve öfkeli. Çadır kaynaştı. Nöbetçiler dışındaki tüm gerillalar haberi duyup çadıra aktılar. Tuncay eylemi anlatırken kendinden geçmiş, sanki oradan yeni gelmiş gibiydi. “Bak yahu, bir de kullandığı silaha eski diyorlar”. Böyle deyip o eski mavzerine sarıldı sımsıkı bir şekilde. O geceyi düşündü, gülümsedi. O gecenin hesabını nasıl vereceğini şaşırmıştı. Mavzer hikayesi gerçek miydi. “İllegalite gereği anlatılar yalan sayılmaz. Ayrıca benim mavzerimin örgütlenme gücü var” diyerek konuyu güzel bağladığını düşünerek sevindi. “Ne daldın Tuncay Yoldaş? Yoksa mavzerine yeni hikayeler mi uyduruyorsun? Bak onun kuzenlerinden biri haramilere korku saldı.?” Tuncay dinlerken bir yandan gülümsüyor, bir yandan da elindeki yağlı bezle silahının namlusunu parlatıyordu.. “Ben var ya ben, burada kuzenime de türküler yakarım” Durup biraz düşünür gibi yaptı Tuncay, sonra kleşiyle mavzerini karşı karşıya tutarak konuşmaya-konuşturmaya başladı. Kleş; “Duydun mu abi, bizim kuzen İstanbul’u sallamış” Mavzer; “Evet evet kardeşim, duymam mı hiç. Bir de yaşlı demişler. O tecrübeli savaşçı. Onu tutan el, o tetiği çeken bilinçte iş, bilmiyorlar bunu.” Kleş; “Bizim delikanlı asırlık kuzenin hiçbir yerde kaydı da yokmuş, helal olsun” Mavzer; “Helal olsun beklenir tabi.” Tuncay silahları konuşturmaya devam etti. O devam ettikçe, gerillalar karşısına dizildiler. İyi bir izleyici kitlesi topladı. Sessiz gülüşmelerin arasından korsan kahkahalar duyuldu... (*) Yal: Köpek yiyeceği, sıcak hazırlanıp verilen bir karışımdır (**) Patpatik: Helikopterin Dersim köylülerinin dilindeki adı. 2/5/15 12:54 AM ayın fotoğrafı ayın fotoğrafı 29 ayin foto 2.indd 1 2/4/15 11:30 PM anı anı suçumuz çok fotoğraf çekmek! fosem Suçum ne?. -Çok fotoğraf çekmişsin!.. Yıllar önce, “Karanlık Oda, Sosyalizme Giden Yolu Aydınlatacak..” başlıklı bir yazı okumuştum Tavır’da. “...Fotoğraf sanatının sınıfsal niteliğini gözardı edenler, burjuva ideolojisine denk düşen kaygılarla, anlaşılmaz görüntülerin elde edildiği, estetik kaygıların ön plana geçtiği, iletilmek istenen herhangi bir mesajı olmayan ürünler ortaya koymaktadırlar...” diyordu yazının bir yerinde. anlayış olan burjuva beğeni ve dünya görüşünden kurtarmanın yolu, onu sınıfsal niteliğiyle değerlendirmekten geçer. Her gün yeni bir katliamın, direnişin yaşandığı, Gezi Halk Ayaklanması’nda örneğini yaşadığımız milyonların onurlu direnişini, Soma’da, Ermenek’teki işçi katliamlarını, Kürdistan’daki devlet terörünü milyonlara anlatmak, tarihe not düşmek için, fotoğraf sanatını sınıfsal temelde değerlendirmek gerekir. Fosem olarak bizim de temel aldığımız bakış açısı bu temelde şekilleniyor. Ülkemizde yaşanan direnişleri, baskıları, halkımızın çektiği acıları, zulmü, sevinçleri, grevleri, işgalleri en çıplak haliyle milyonların görmesini sağlamak... Bunu yaparken de estetik kaygılara kapılmadan, yaşanılanları olduğu gibi yansıtmak... Fotoğrafçılığa adım attığım zaman, bu yazıyı tekrar tekrar okudum. Bana yol gösteren, ufkumu açan bir yazı oldu. Fotoğraf sanatı, ülkemiz koşullarında çok daha büyük bir özveriyle üzerine düşülmesi gereken bir konu. Yıllar önce okuduğum Halkların isyanını, direnişini katliyazıda da aynı şeylerden bahsedi- amlarla bastırmaya, toplumsal muliyordu. Fotoğraf sanatını egemen halefetin yükseldiği dönemlerde, 30-32 fosem 2.indd 2 daha da fazla baskı uygulayan, yeni baskı yasaları yayınlayan katliamcı devlet anlayışı, halkların onurlu direnişinin her zaman yanında olan biz fotoğraf ve sinema emekçilerine de aynı şekilde baskı uygulamaya, çalışmalarımızı yaptırmamaya, yaptıkları baskı ve zulmün günyüzüne çıkmasını engellemeye çalışmakta. Bunu, kimi zaman fotoğraf çekimi için gittiğimiz bir eylemde bize çıkarılan engellerle, kimi zaman çalışma yaptığımız kurumları basıp, ekipmanlarımıza el koyarak, çalarak, kullanılmaz hale getirerek, kimi zamansa evlerimizi basıp gözaltına alarak yapıyor. Bunları yaparken amaçlarının, bize baskı uygulayıp, fotoğrafçılığı sadece çiçek böcek çekmeye indirgememizi sağlamak olduğunu bilmekle birlikte, gerçekte olanın onların korkuları olduğunu da biliyoruz. Bunun en son örneğini geçtiğimiz Aralık ayında Ankara’da evi basıla- 2/5/15 12:56 AM rak gözaltına alınan Fosem üyesi bir arkadaşımızın gözaltında yaşadıklarını anlattığında gördük. Arkadaşımızın yaşadıklarını kısaca sizlerle paylaşıyoruz... “...Ankara’nın aşina olduğu “Salı gözaltıları” nın bir yenisini daha yaşadık geçtiğimiz günlerde. Ankara-Tuzluçayır’da ailemle birlikte oturduğum ev, 9 Aralık Salı günü sabah 06:00 sıralarında, ellerinde otomatik silahlar bulunan yaklaşık 15 polis tarafından basıldı. Daha önceden de defalarca gözaltına alındığım için, ne yapacağımı ve ne yapabileceklerini biliyordum. Evde annem ve babamla birlikte toplam üç kişi kalıyoruz. Operasyonun gerekçesinin, 2012 yılında başlatılan bir soruşturma olduğunu, ellerinde- 30-32 fosem 2.indd 3 ki gözaltı ve arama kararından öğreniyorum. Benimle birlikte başka arkadaşlar hakkında da yakalama kararı çıkarılmış. Toplamda 5 kişi gözaltına alındık o gün. Ankara’da çalışmalarımızı yürüttüğümüz, Tuzluçayır’da bulunan İdilcan Kültür Merkezi ve Hüseyingazi’de bulunan Hüseyingazi Kültür Araştırma Derneği içinde arama kararı çıkarılmış. Arama kararlarına rağmen bu kurumlara yönelik herhangi bir baskın yaşanmadı. Gözaltından bırakıldığımızda öğrendiğimize göre, haklarında arama-baskın kararı olan bu kurumlara, bu kararlardan haberdar oldukları halde çok fazla insanın gelmesi ve kurumları sahiplenmesi olmuş. Amaçlarına ulaşamadıklarının en büyük göstergesi olan bu olay, bizi daha çok mutlu etti. Polisler kibar görünmeye çalışıyorlar evde. Yaptıklarının göstermelik olduğunu, gerçekte kim olduklarını evdeki herkes ve aramaya şahit olmaları için sabahın o saatinde uyandırılarak evimize getirilen apartman sakinlerinden iki kişi de biliyor. Sabahın o saatinde onca polisle evimi basmaları da yaptıkları hukuksuzluğun en büyük kanıtı zaten. Evin diğer bölümlerinde “aramalarını” bitirdikten sonra, benim odama girdiler. Fotoğrafçı olduğum ve Anadolu Üniversitesi’nin “Fotoğrafçılık ve Kameramanlık Bölümü” nde öğrenci olduğum için, odamda ağırlıklı olarak fotoğrafla ilgili kitaplar ve yayınlar var. Odamdaki arama sırasında Tavır Yayınları’ndan çıkan ve hakkında herhangi bir toplat- 2/5/15 12:56 AM ma kararı olmayan “İdil” adlı kitaba, Boran Yayınları’ndan çıkan ve yine hakkında her hangi bir toplatma kararı olmayan “Mahir Yürekliler” adlı kitaba, farklı sayılardan oluşan 20 adet Tavır dergisine, üç adet başka kitaba, Hasan Selim Gönen’in ve Mahir Çayan’ın fotoğraflarına da el koydular. Kitaplar ve Tavır dergilerini almalarının hukuksuz olduğunu, keyfi olduğunu, sadece dosyayı şişirmek amaçlı olduğunu, hem ben hem ailem yüzlerine söyledik. Hasan Selim’in fotoğrafını gördüklerinde suratlarının şekli değişti. Hasan Selim ve Hasan Selim’ler her zaman korkuları olmaya devam ediyor-edecek... Evdeki arama yaklaşık 3,5 saat sürdü. Aramanın her anını ellerindeki kamera ile kaydettiler. Biz, halkın acılarını, direnişlerini, umutlarını, sevinçlerini kaydediyoruz kamera ile, onlarsa kendi hukuksuzluklarını, baskılarını, katliamlarını. Kamera kullananın eline göre onuru yada onursuzluğu temsil ediyor bir kez daha... Evden çıkarılıp, sağlık kontrolünden sonra tek tek emniyete getiriliyoruz. Hiç bir yaptırımlarına uymuyoruz. TMŞ hücrelerini türkülerimizle, marşlarımızla, şiirlerimizle inletiyoruz. Halkın avukatları bizi hiç yalnız bırakmıyor. Hücrelere getirilmemizden yarım saat sonra ziyaretimize geliyorlar. Getirdikleri şeker ve suyla açlığımızı gideriyoruz. Neyle “suçlandığımızı” da onlarla yaptığımız görüşmede öğreniyoruz. Suçlarımız oldukça büyük!.. İbrahim Çuhadar’ın cenazesine ve anma yemeğine katılmak, Hasan Ferit Gedik için düzenlenen yürüyüşe katılmak, pikniğe, konsere gitmek, basın açık- 30-32 fosem 2.indd 4 lamalarına katılmak, Soma katliamı ve Berkin için düzenlenen eylemlere katılmak, ODTÜ’deki ağaç katliamı ve yol inşaatını protesto etmek... Liste bu şekilde uzayıp gidiyor. Emniyetteki sorguda susma hakkımızı kullanıp, ifade vermedik. Savcılığa çıkarıldığımızda ise savıyla aramda şöyle bir diyalog geçti: -Mesleğin ne? -Fotoğraf sanatçısıyım. -Ankara - Tuzluçayır’da yapılan ve “Milyonlarca Hasan Ferit Gedik Olup, Bataklığı Kurutacağız!..” adlı yürüyüşte, kitlenin içinde-yanında-önünde elinizde fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekerken görülmüşsünüz. Bunu yaparken amacınız neydi, anlatır mısınız?.. üç, yedi, kırk ve yıl yemeği vardır. Biz geleneklerimizi uyguladık. Bundan sonra da uygulayacağız. Bunu suç olarak önümüze getirmekten vazgeçin artık!.. ... ...” Gözaltındaki diğer arkadaşlarıma da benzer sorular soruluyor. Onlardan aldıkları cevaplar da aynı. Hepimiz de meşruluğumuzu ve değerlerimizi savunuyoruz. Ben dahil üç arkadaş savcılıktan, diğer iki arkadaş ise tutuklanma istemiyle sevk edildikleri nöbetçi mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Mahkeme salonu ve adliye önünde dostlarımız, ailelerimiz karşıladı, sımsıkı kucakladı bizleri. Hep birlikte Karanfil Sokak’a gidip, bizim için kurdukları - Mesleğimi sorduğunuzda da söy- halaya katıldık, omuz omuza verdik ledim. Fotoğraf sanatçısıyım ben. dostlarımızla... Bizim için en güzel O günde oraya bunun için gittim. hediye de bu oldu...” Elimde fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekerken görülmüşüm işte. Arkadaşımızın anlatımları bu şeKendiniz cevaplıyorsunuz soruyu. kilde. Dün olduğu gibi bugün de, Fotoğraf çekmek suç mu?. Suç aleti yarın da halkın yanında olmaya, olarakta fotoğraf makinelerimizi ge- onların acılarına, sevinçlerine ortak olmaya, yaşanılan katliamları, diretirin o zaman... nişleri tarihe not düşmeye devam -Evinde çok sayıda Tavır Dergisi bu- edeceğiz. Fotoğraf makinelerimiz, lunmuş. Bunun için ne diyeceksin?. kameralarımız bir yüzü her zaman -Evet. Tavır dergileri benim evim- halka ve haklıya, diğer yüzü ise hakdeydi. Daha da çok vardı aslında sız ve yenilmeye mahkum olanlara ama o gün sadece 20 tanesi orday- dönük olacak. dı. Tavır dergisi okumakta mı suç?.. Yasal olarak basımı ve dağıtımı yapı- Yazımızı, alıntı yaparak başladığımız lan, gazete bayileri ve kitabevlerin- “Karanlık Oda Sosyalizme Açılan de bulunan bir dergiye el koymak Yolu Aydınlatacak!..” yazısından bir ve bunu suç unsuru olarak göster- cümle ile bitirelim... mek hangi hukuka sığıyor?.. “...Fotoğraf sanatı, karanlık odanın Ayrıca siz sormadan ben söyleyim. karanlığından yayılan bir ışığa döİbrahim Çuhadar için yapılan et- nüşmelidir. Sömürüsüz topluma gikinliklere katıldım. Kendisi benim den yolu aydınlatmalıdır...” arkadaşımdı. İbrahim’de ben de Alevi’yiz. Alevi geleneklerinde de 2/5/15 12:56 AM bildiri bildiri basın emekçileri manifestosu basın emekçileri Gerçeklik ile toplum arasında, kritik bir yerde durur gazeteci; bundan dolayı da toplum ve gerçeklik arasındaki ilişkinin nasıl olacağını önemli ölçüde etkiler. Olgular, yaşanan gerçekliktir. Algılar ise o gerçekliğin hangi bağlama oturtulacağı, nasıl çözümleneceği ve topluma “ne” olarak verileceğidir. Bir gerçeğin topluma sunuluş biçimi, toplumda yaşanan gelişmeler üzerinden yeni hareketlilikler oluşturabilir. Bir gazetenin manşeti, bir televizyon kanalının haberi o gün tüm ülkenin gündemini belirleyebilir, insanları harekete geçirebilir. Bu sebeple bir olayın nasıl haberleştirilip halka ulaştırıldığı önemlidir. Haberciler, ilk toplumlardan bu yana tarihin tanığı olmuştur. Tanıklık eder ve tarih için müsvedde tutarlar. Dolayısıyla hem kamuya hem de tarihe karşı sorumlulukları vardır. Firavunların, kralların, sultanların efsane yazıcıları vardır. Halkların ise habercileri. Kitle iletişim aracı olarak tanımlanan basın-yayının kapitalizm koşullarında iktidarlarla olan çıkar bağları bu basın yayın kuruluşlarının toplumu ilgilendiren haberlerde taraflı davranarak gerçekleri halktan gizlemeye hizmet eden bir habercilik politikası izlemelerine neden olur. Basın kuruluşları söyledikleri gibi en doğru, en gerçek haberi halka ulaştırabilirler mi? Medya kuru- 33 basin 2.indd 1 luşları belli tekellerin elindedir ve bu tekeller kendi çıkarları doğrultusunda algı oluşturmaya çalışırlar. Egemenlerle kol kola olan bu kuruluşlara ait televizyon, gazete, radyo veya haber sitelerinde gerçeğe olduğu gibi ulaşmamız çok zordur. Oysa haberciliğin belli değerleri vardır. Halkı bilgilendirmeye çalışan bizleriz ancak iktidarın ve medya patronlarının iki dudağı arasında habercilik yapıyoruz. Ola ki çalıştığımız kurum çıkarına ters söz söyleyelim, iktidarı eleştirelim tehditler alıyoruz. Yetmiyor işimize son veriliyor, olmuyor gözaltına alınıp, tutuklanıyoruz, haber peşinde koşarken ölüyoruz, öldürülüyoruz. İktidarlarını devam ettirebilmek için bizim yaptığımız haberler üzerinden halkı aldatmaya, kandırmaya çalışıyorlar. Ülkeyi kasıp kavuran tüm halkı ilgilendiren haberleri sansürlüyor, onlar hakkında konuşmamızı yasaklıyorlar. Dilimize kement takmak, kalemimizi kırmak istiyorlar. Her şeyin ötesinde emeğimiz üzerinden bu kadar kirli politikalar geliştirilirken, çoğu zaman emeğimizin karşılığını da alamıyoruz. Bir garantimiz yok, her an işten çıkarılabiliyoruz. Mesleki haklarımız çok geri, mesleki koşullarımızdan memnun değiliz. Tüm halk gibi biz de azgın sömürüden payımıza düşeni alıyoruz. Haklarımızı korumak için örgütlenemiyoruz, sendikalaşmak yasak. Bir sendikaya üye olduğumuzda işten atılma tehdidiyle karşı karşıya kalıyoruz. Onca soruna rağmen medyayı ayakta tutan bizler haber olamıyoruz. Peki, ne yapacağız? Haberlerimizin iktidarların çıkarlarını korumasına izin mi vereceğiz? Adaletsizliklere ve haklarımızın gasp edilmesine göz mü yumacağız? HAYIR! İşten atılmalara, görev yaparken dövülmelere, sessiz sedasız ölümlere izin vermeyeceğiz! Üniversitelilerden, stajyerlere, amatör gazetecilerden, profesyonellere, eskiden yeniye, deneyimli deneyimsiz basın-yayın alanında nerede kim varsa bir araya gelecek ve örgütleneceğiz. Gerçekleri olduğu gibi halk yararına alternatif alanlarımızı ve olanaklarımızı yaratarak anlatacağız. Üreteceğiz, doğruya sahip çıkacağız. Emeğimize sahip çıkıp faşizme karşı gerçeği savunacağız. İletişim: 0536 585 14 60 basinemekcileri@googlegroups.com 2/5/15 1:32 AM deneme deneme atilla taş üzerine deniz ekin Atilla Taş 90’lı yılların başında Ham Çökelek isimli türküyü düzenleyip yorumlamasıyla bir anda meşhur olmuştu. O yıllarda herkes Ham Çökelek şarkısı, şarkının klibini ve Atilla Taş’ı konuşuyordu. Çok da bilinmeyen bir türküye yaptığı düzenlemeyle bir anda ünlü olan Atilla Taş daha sonrasında birkaç şarkı daha yaptı ve fakat ikibinli yılların hızlı manevrasında savrularak o ilk yakaladığı şanı, şöhreti bir daha yakalayamayıp “gündem”den düştü. Milenyum rüzgarıyla yeni yetme popçular empoze edilirken halka, Atilla Taş ve muadili birçok popçu, arabeskçi vb. bir anda ekranlardan silindi. Artık televizyona çıksalar dahi kimse yüzlerine bakmıyor, kaldı ki kimse televizyona çıkarmıyor, adeta kullanıp kullanıp bir kenara bırakıyordu. Atilla Taş’ı ikibinli yılların başında çeşitli sansasyonal haberlerle televizyonda gördük fakat bu da tutmayınca bir süre sonra tamamen ortadan kayboldu. Çünkü tekelci medyanın kullanabileceği malzemesi kalmamıştı artık Atilla Taş’ın. Bu yok oluş ta ki 2012 yılına, Atilla Taş’ın Gangnam Style şarkısına rakip olarak Yamyam Style isimli bir şarkı yapmasına kadar sürdü. Bu şarkıyla aniden internet ortamında kendinden söz ettirmeye başlayan Atilla Taş için o dö- 34-35 2.indd 2 nemler mizahi kampanyalar başlatıldı. “Atilla Taş Türk değil Yunan’dır” şeklinde ki “Atilla Taş’ı Yunanistan’a itekliyoruz” isimli kampanyalar karşısında Atilla Taş’ın da kendisiyle alay etmesi internet kullanıcıları arasında bir sempati kazanmasını sağladı. Bu noktaya kadar çizdiğimiz tablonun dergimiz sayfalarıyla ne alakası olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Evet tam da bu noktada başlıyor zaten. Atilla Taş artık bir twitter kullanıcısıydı ve değişip gelişen gündemler karşısında hiç durmadan, yazıyor, eleştiriyor, taşı gediğine koyuyor ve kendiyle de alay etmekten geri durmuyordu. Evet Atilla Taş, yıllarca tekelci medyanın, burjuvazinin, kirli kar ilişkileriyle dönen müzik sektörünün kendisini kullanıp bir kenara atması karşısında adeta herkesten intikam alıyordu. Kendisine sunulmayan televizyon ekranlarına ihtiyacı olmadığını, yüzbinlere ulaşan takipçileriyle twitter üzerinden gösteriyordu. Atilla Taş’ı incelememize neden olan yanı twitter’da gündelik yazdığı mesajlar değil çok ciddi bir iktidar eleştirisi yapması, bunu korkusuzca yapmasıydı. Atilla Taş aslında şuan bir sanatçının sahip olması gereken duruşu gösteriyor- du. Verdiği bir röportajda “artık maymunluğu bırakıp, gözlerimi gerçeklere açıyorum” demişti ve sahiden de sanatıyla ulaşamadığı kitleye, koyduğu tavırlarla ulaşıyordu. Ve son olarak kendi deyimiyle ilk pop-protest şarkıyı yaptı ve youtube’dan paylaştı. “Hırsız” isimli şarkının bazı sözleri şöyle: bitmedi yemeleri/maduruz demeleri/yedi de bitirdi beni/arsızca gülmeleri/para dolu kara dolu ayakkabı kutuları/ama bunu bana/bunu bana yapma/beri bak beri bak/bi yerine kına yak/yandaşa akrabaya hep kıyak/hep para hep para hep para seni gidi hırsız! Evet, hırsıza hırsızdan başka bir şey denilemeyecek memlekette, birçok kişi susup sinerken Atilla Taş bunu yapmadı. Yaptığı şarkının sanatsal yönü ne kadar doludur tartışılır. Atilla Taş’ın duruşu şu vakte kadar ne kadar doğruydu ve şuan yaptıkları evvelden yaptığı hataları kapatmaya yeter mi bu da tartışılır fakat biz yazımızda son olarak Taş’ın twitter’dan yazdığı mesajlara yer veriyoruz ve sanat yaptığını iddia edip de bugün hiçbir şeye ağzını açmayan sanatçıların gereken mesajı almalarını umut ediyoruz. 2/5/15 1:08 AM 34-35 2.indd 3 2/5/15 1:08 AM eleştiri eleştiri beynimizdeki çöplük: televizyon deniz korcan kanala geziyoruz. Aslında rastgele gezmiyoruz. Her kanalda hangi dizinin başlayacağı belli. Onları biliyoruz ve çeviriyoruz kanalları. Bazen de utangaç bir edayla. “Amaan bu televizyonda da hiç bir şey yok.” Diyoruz. Eee yok biliyoruz da o zaman ne arıyoruz. Hiç. Kocaman bir hiç. Aman işte can sıkıntısı. Günlük maişet derdinden biraz kopuş... Yorgunca koltuğa bir uzanış. Ne yapalım başka. Ne var ki hayatımızda eğlencelik? Böyle mi diyoruz... Kendimizi mi kandırıyoruz? Kimi kandırıyoruz? Hepimizin evinde baş köşede oturuyor. Bir aile büyüğü gibi. Önemli bir yerde duruyor baş köşede. Saygıdeğer bir kişi gibi oturuyor. Hani eskilerde sözü dinlenen kişilere çevrilirdi ya bütün başlar, öyle yani. Etrafına diziliveriyoruz. Başlarımız 36-38 beynimdeki copluk 2.indd 2 Aslında durum bazen daha vahim. ona çevirili. Söyleyeceklerini dinli- Her bir odada bir televizyon ve yoruz. Kim mi? TELEVİZYON. karşısında bir aile bireyi. Herkesin dizisi kendi beğenisine göre. Aile Elimizde kumanda. İşimize geleni bireylerinin beğendiği diziler farkdinliyoruz izliyoruz. Tabii ki o hep lılaşınca farklı odalara çekiliveriyor. aynı şeyleri söylüyor aslında ancak Eskiden evlerimizde zde kurulan o sof sofbiz farklı sanıyoruz. O kanaldan bu 2/4/15 11:32 PM ralarda yenilen yemekleri ve mutlu aile görüntülerini sadece margarin, ramazanlarda (Ramazanla ne alakası varsa)iftar sofralarınd Koka kola reklamlarında görüyoruz. İşte böyle aramıza giriveriyor televizyon babamızın metresi gibi. Ağır mı oldu bu laf. Ama cuk oturdu... Kusura bakmasın Tavır okurları daha iyi oturan bir deyim bulamadım. Aynen böyle ailemizi bölüveriyor tıpkı o yazdıysa bozsun yuva dağıtan kötü kadın gibi. Yalan mı? sürekli fitne fesat yayıyor. Dedikodu kıskançlık entrika... Ne ararsan var yani. Aslında hep böyleydi bu fitne fesat aygıt ama biz farkında değildik. Bu yazıyı yazarken çocukluğumu hatırladım. Benim gibi kırklı yaşlarda birinin çocukluğunda televizyon yeni yeni yaygınlaşıyordu.. Bir memur ailesinin çocuğu olarak eve ilk televizyon giren şanslı kişilerdendim. Köyde yaşamayı tercih etmişti ailem. Daha doğrusu memuriyet ve mecburiyet meselesi... Köyde ilk televizyon bizim eve gelmişti. 36-38 beynimdeki copluk 2.indd 3 Tek kanal vardı ve hani Vizontele filminin meşhur sorusunu sorduğumuz yıllardı “Zeki Müren’ de bizi görecek mi?” Zeki Müren ve Zeki Mürenler bizi çok iyi görüyordu aslında o televizyon ekranından. Bizi görüyorlardı. Beynimizi aklımızın içini okuyorlardı. Bu konuya parantez açıyorum tekrar döneceğim. İşte biz o meşhur soruyu soranların saflığı ve temizliğinde televizyon ekranının başına dizilirdik menemen bardağı gibi. Ancak o kadar severdim ki ben o kalabalığı. Evimize bir sürü insan toplanırdı. Beyaz başörtülü köylü kadınlar. Ellerinde danteller Türk filmi izlerlerdi. Hem dantel örer hem TV ekranına bakar. Annem de elinde tepsi ile bütün salonu kaplamış bu misafirlerimize çay ikram ederdi. Pamuk tarlası gibiydi duruşları. Ben de her birinin kucağına otururdum. Şımarırdım. Ancak öyle bir doyar- dım ki sevgiye. Televizyon bi bizii bir araya geti getirirdi. irdi Velhasıl herkes birbirini görür toplaşılırdı bir evde ve sessizce o masum “zengin kız fakir oğlanlı” filmleri izleyip hayaller kurardı. Üvey anne Aliye Rona’ya lanet okur, Hüseyin Baradan’a söver, Erol Taş’tan tiksinir, Türkan Şoray ile Kadir İnanır’ın aşkına inanırdı. O zamanlar hakim Hulusi Kentmen’di ne “Paralel Yapının” ne “Tayyip’in” hakimiydi. Adaleti uygulardı o. Münir Özkul yoksul ama şerefli babamızdı. Zenginlerin içinde de iyiler vardı. İyi kalpliler olurdu. Sarışın kadınlar yuva yıkardı hep. Bizim esmer kadınlarımız namusluydu. Her şey daha masumdu o ekranda. Hayatta masum değildi hiç bir şey bu kadar. Ve biz o filmlere inanırdık. Sonra Amerikan filmleri gençliğimizin vazgeçilmezi oldular. Bol bol kola içtik hamburger yedik. Bencilleştik. İngilizce aksanla Türkçe konuşan bir kuşak yaratıldı bizden. Televizyon... Damarlarımıza zerk edilen bu zehir bugün televizyonda zyonda gördü gördüğümüz dizilerden, yarışma programlarından ibaret değil sadece. Yan Yani yukarda açtığ ğım ve kapattığım paranteze tekrar dönmek ist stiyorum. Zeki Müren biizi hep görmüş. O televizyonda bizler için lev her dönem b bir program ççizilmiş. Zenginlerin iyi olduğuna yoksul olsak oldu bile bu durumu kabul etmemiz gerektiğine inandırıldık. Bak biz yoksuluz ama böyle kalalım. Parayla saadet olmaz. Para adamı bozar... En iyisi yoksul olmak zaten kaderimiz böyle herkes şanslı değildir eşit değildir. İçten içe nele- 2/4/15 11:32 PM re inandırıldık nelere kandık kimbi- Bizi bağımlı hale getiriyor televizlir. yon. Dizilerdeki karakterler ile bağ kuruyor onlara kızıyor onlar için ‘80 sonrası fuhuşun patlama yaptığı üzülüp öfkelenebiliyor taraf olabiyıllardır. Ekonomik kriz beraberinde liyoruz. Kim haklı kim haksız.. kim yozlaşmayı da getirmiştir. Fuhuş ve şurada nasıl davranmalıydı... uyuşturucu kumar her türlü yozlaşma Özal iktidarı tarafından kö- Efsun... tam bir şeytan. Görmemiş rüklenmiştir. Sanat ve edebiyat ala- işte ne olacak. Ne kadar cahil kaba nında yozlaşma yaratılmış. Sanatçı bencil kıskanç. Hiç te şu zengin eve halka umut vermek yerine kendi iç yakışmıyor. Efsun kapıcı kadının kızı dünyasına gömülmüş hayal kırıklık- aslında ama iyi bir hayat yaşasın ları içinde bireyciliği övüp yılgınlık varlıklı olsun diye kapıcı kadın zenyaymaya başlamıştır. Örgütsüzlü- gin ailenin kızını kendi alıyor kendi ğün yılgınlığın teorisini yapanlar kızını da zengin aileye veriyor. Türgazetelerde köşeleri kapmış dönek lü türlü entrikalar oyunlar yalanlar solcular yeni düzenin reklamcıları dolanlar hırs kıskançlık...her gün olmuştur. da ‘80 sonrası Ahu Tuğ- her saat evde Efsun. Topu topu üç ba’lı, Serpil Çakmaklı’lı filmler hat- mekanda geçen bir dizi ve mantar ta sinema alanını bizzat porno film gibi bitiveriyor. Her saat var sanki... furyası esir almıştır. Sinema sanatçı- Nurgül... ayıp ettiler Nurgül’e o naları bu filmlerde oynamıştır. 37 ek- muslu bir kadın adamın parasında ran ekrandan akmıştır bütün pislik gözü yok. O sadece kızını seviyor evlerimize. evladına sahip çıkıyor. Birazcık hoşlandı mı adamdan ne.. ama kocasını Bugün de yine evimizin baş köşe- görmüyor terketiş gitmiş adam Alsinde oturuyor işte. manyalara yıllar önce.. öbür adam zengin ama namuslu. Karısı çok Sadece bu mu? Evlendirme yarış- sosyete. Nurgül temiz. Nurgulu sevmaları, karı koca yarışmaları, yete- mesi lazım. Karısını hemen aldatsın nek yarışmaları... ne olacak ki gerçek aşkı bulmuş. Bu karı da bi ömür çekilmez ki. EvimiBir şeyleri kanıksıyoruz zamanla zin içinde burnumuzun dibinde... olabilir ve meşru görmeye başlıyo- her türlü dizi hayatımızı parçalara ruz. 80 yaşında bir insanın televiz- bölüyor. Kara para aşk, Paramparyon şovunda evlenmek istemesini ça... Şeref meselesi... vb vb.. adını anlaşılır bulabiliyoruz. Ne dersiniz saysak sayfalar dolacak kadar dizi... yozlaşıyor muyuz? Kabul etmekte bizim namuslu hayatlarımızdan çalzorlanıyor muyuz. Evet. Böyle. Önce dıklarını tekrar bize satıyorlar. kanıksıyoruz sonra yozlaşıyoruz. Metropol gençlerine hitap etmiyor Üç dizide evlat karışması... zenginletelevizyon. Onların ellerinde akıllı rin dramları. Yoksulların cahillikleri telefonları var. İnternetle beyinle- hırsızlıkları... zengin ve orta ve küçük ri esir alınmış. Onların Zeki Müren’i burjuvaların dramları. Bize ne bunayrı yani. lardan... Neden iradi olamıyoruz. 36-38 beynimdeki copluk 2.indd 4 Onlar çok iradi ama... Bu ülkede kan oluk oluk akarken bizim önümüze penguen belgeselleri çıkarıveriyorlar. Medya tekellerinin bu yaptıklarına şaşırmıyoruz. Ancak o fikirleri o kadar çabuk benimsiyor düşünmüyoruz bile üzerinde. Hepsinde ince ince bir politika yürütülüyor. Bizim hayatımızın en namuslu yanı bize pazarlanıyor tekrar. Çünkü burjuvazinin bir değeri yoktur. O her şeyi pazara çıkarmış ve satmıştır çoktan. Her şeyin bir ederi vardır onun için. Bizim değerlerimizi de tüketmektedir. Ondan da para kazanmaktadır. Hayatın gerçekleri ustalıkla manipüle edilmekte ve tekrar bize sunulmaktadır. Yalan dolan ve çürümenin kokusu sarmıştır etrafı. Aileler ergenliğe geçmiş çocuklarıyla iletişim kuramazlardı eskiden. Şimdi ise ilkokula giden çocukları ile iletişim kuramamaktalar. Çocuklar kendi dünyalarında, gençler bunalımda, anne babalar ise ekran başında kendi dizisini programını kovalamaktalar... Çare ne? Çare belli. Önce o televizyonun düğmesini kapatmak ve aile bireyleri arasında başlayıp bütün mahalleye yayılan ortaklıklar kolektif sanat eğlence üretimleri yaratmak. İnanın çok zor bir şey değil. Gerçek bir dünyanın samimi çıkarsız ilişkilerini yaratmak çok zor değil. Bu düzendeki her şeyin bir alternatifi vardır. Gerisi yozlaşmadır çürümedir. 2/4/15 11:32 PM anı anı oyuncu ile mimcinin kesişen yolları mehmet esatoğlu Sahne sanatları içinde nde sözsüz oyun (Pantomim) ikinci Dünya Payla Paylaşım savaşı öncesi ve sonrasında dünyada ve ülkemizde zde sahne anlatımında de değişik yankılar uyandırmış, tiyatro, yatro, ssinema ve dansı etkilemiş birr sanat dalı. Sözsüz oyun benim m sanat ya yaşamımda da ilginç izler bırakmış birr sahne sanatı. Önceki ay ülkemizde zde sözsüz oyun ala alanına gönül vermiş birr sanat insanı Ulvi Arı, sağlık sorunları yaşamaya amaya ba başladı. Hiç sosyal güvencesi olmadı olmadığından sıkıntılı durumlarla yüz yüze geld geldi. Ancak sanatçı dostlarından 50 tanes tanesi onunla dayanışmak için bir etkinlik gerçekleştirdiler. Etkinlikte benden de birr konu konuşma istemişlerdi.. Bende sözsüz oyunun ben benim sanat yaşamımdan amımdan geçen izlerini anlattım. Geceye katılan yazar, ö öğretim üyesi Prof. Semih h Çelenk’ Çelenk’in önerisiyle de yaptığım konuşmayı bir yazıya döktüm. Yıl 1968. İstanbul’un stanbul’un Aksaray’ının orta yerinde bir lisede sede okuyorum. B Biraz ilerde üniversite binaları naları var. Tam okulun yanında Türkiye Öğretmenler retmenler Send Sendikası (TÖS). Bizz tam ortadayız. 39-41 tiyatro 2.indd 1 2/4/15 11:56 PM İstanbul kaynıyor. Hem politik olarak hem de sanatsal olarak. Biz liseli gençler olarak her birine ayrı ayrı koşturuyoruz. (Meraklısına not: Lisenin yanı başında TÖS salonunda yazar, yönetmen Sermet Çağan yeni yazdığı oyunu “Ayak Bacak Fabrikası”nı sahneliyor. Oyun dış emperyalist güçler tarafından ekonomisi abluka altına alınan bir ülkede insanların önce nasıl kötürüm edildiğini ardından da orada dış sermayenin nasıl ayak-bacak fabrikaları kurduğunu anlatıyor. Yönetmen Çağan oyunu var edebilmek için evinden eşya satıp o parayla dekor ve kostümleri var ediyor) Bizim okuduğumuz lisenin ise bir tiyatro kolu var. Sınıfların en iyi taklitçileri orada. Kolda öğretmen taklitçileri çok gözde. Anadolu’da konuşulan değişik şive taklitçileri de çok ilgi topluyor. Bir de eşcinsel, fahişe taklidi yapanlar gibi uç örnekler var. Tiyatro kolu haftanın hemen hemen her günü toplanıyor. Eğitim çalışması için kulaktan dolma bilgilerle ilerlenmeye çalışılıyor. Her gün çalışma öncesi oyunculardan biri gördüğü oyundaki bir anı önümüzde canlandırıyor. Büyük bir heyecanla izliyoruz. Tam alkışlarken o oyunu daha önce görmüş biri o sahneyi oynamaya koyuluyor. İki oynayan arasında sürekli “öyle değildi”, “böyle değildi” diyerek o sahne üzerine yoğun bir çekişme yaşanıyor. O günlerde hepimizi heyecanlandıran bir oyun var. Ulvi Uraz topluluğu Rıfat Ilgaz’ın “ Hababam Sınıfı” nı sahneliyor. Sahnede Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ahmet Gülhan, Ercan Yazgan, Suzan Uztan var. Uztan “İnek Şaban” rolünde. (Meraklısına not: Sahnede ilk kez eğitim sistemine yönelik eleştiriler var. İstanbul’da öğrenci gençlik oyunu iz- 39-41 tiyatro 2.indd 2 leyerek önce çok eğleniyor ardından okul sıralarında ülkedeki eğitim sistemini sorgulayan tartışmalar yapıyor. Bir başka yanıyla da ülke gençliği 40’kuşağı yazarlarından Rıfat Ilgaz’la tanışarak onun hiç bilmediği diğer yapıtlarını da okumaya yöneliyor. ) Bilecik günlerini anlattı bize. Bir kasap vitrinine girip mahalledekilere gösteriler yapma serüvenini dinledik. Bir kadının erkeği oynayışı bizi çok güldürüyor. Defalarca oyunu izlemeye gidiyoruz. Oyundaki tiplemeleri sahnede yineliyoruz. Herkes rollerden biri üzerine uzmanlaşıyor. Biz de kendi okulumuza özgü bir hababam sınıfı yapmak istiyoruz. Ancak bizi çalıştırmak için sonradan aramıza katılan Aytekin abi bunun yanlış olduğunu söylüyor, taklitçilikle bir yere varılamayacağı konusunda bizi ikna ediyor. Özellikle Bico’nun bir kadınla buluşma serüveni tümü erkek öğrencilerden oluşan bir lisede pornografik bir şova dönüşüverdi. Sean O ‘ Casey’in “Sağlık Yurdu” adlı metni o günlerde yeni basılmış. Onunla başlamamızı öneriyor. Tam bu kargaşanın ortasında okuldan bir genç prova öncesi salona dalıyor ve bize bir önceki gün izlediği bir gösteriden söz ediyor. Çocuk “bir oyun gösterisi ama hiç söz yok” diye başlıyor anlatmaya. Hepimiz “haa biliyoruz” havasındayız ama bir yandan da çocuğu dinliyoruz. Çocuk gittikten sonra herkes birbirine bakıyor. Bu işi kurcalamaya karar veriyoruz. Onun anlattıklarından kafamızda kalan iki isim var biri Ergin Kolbek diğeri ise oynadığı tip; Bico. Koca kentte Güzel Sanatlar okulunu arayıp tarıyoruz. Öğrencilere Kolbek’i soruyoruz. Hemencecik de buluveriyoruz. Boş bir derslikte prova yapıyor. Sessizce provayı izliyoruz. Kafamız allak bullak oluyor. Karşımızda bir oyuncu var. Söz kullanmadan oynuyor ve biz onun anlattıklarını algılıyoruz. Prova bitimi Kolbek’le sohbet ettik. Okulda günlerce “Sağlık Yurdu” provası öncesi Kolbek’in yaptıklarını yineleyip durduk. Bizim aramızda “pantomim” diye bir kavram yoktu. Biz Ergin’in yaptıkları, ettikleri diye aramızda konuşup duruyorduk. Bir gün Ergin Kolbek’in kendini akademinin damından attığı haberini duyduk. Okuldan kaçtık. Onu bulduğumuz okula koştuk. Bahçesinde dolandık. Prova yaptığı sınıfa baktık. Yoktu. Okuldaki öğrenciler de olup bitenle ilgili pek bir şey söylemediler bize. Yalnızca yerde gördüğümüz belli belirsiz kırmızı lekelere bakıp kalakaldık öylece. Kimbilir belkide o lekelerin Kolbek’le bir ilgisi yoktu. Dünyalar başımıza çökmüştü. Sahnede sözsüz harikalar yaratan biri vardı ve uçup gidivermişti aramızdan. Okul bittikten sonra birbirimizden kopmamak için Fatih Halkevi’ne gidip lisede yaptığımız çalışmaları orada sürdürüyorduk. O günlerde halkevi Fatih Camii’nin içindeydi. Yaz geceleri caminin avlusunda oyun gösterileri yapılırdı. Bizim aklımıza Kolbek düştükçe onun hareketlerini yinelerdik. 1974 yılında İstanbul Şehir Tiyatroları’nın “Deneme Sahnesi” çağrısıyla düştük yollara. Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nun yangından kurtulmuş marangozhanesinin kapısında bizi çok yakışıklı bir 2/4/15 11:56 PM adam karşıladı; Adı Beklan Algan’dı. Beklan Algan’ın çevresinde toplanmış İstanbul’un amatör tiyatrolarından 60 gençtik. Algan bize yapılacak çalışmaları anlattı. Bir yıl değişik eğitmenlerle çalışmalar yapacaktık. Bu çalışmaların sonunda “Adsız Oyun” adlı gösteriyi sergileyecektik. Çalışmalar başladı. Eğitmenlerimizden biri de Taner Barlas’tı. Barlas’ın ilk çalışmasında heyecanla birbirimize baktık. Karşımızda yeni bir Ergin Kolbek duruyordu. Biz Kolbek öldü. O yaptıkları da yok olup gitti diye hüzünlenirken şimdi karşımızda bir başka Kolbek vardı. Önceleri onunla konuşmaya cesaret edemedik. Bir süre sonra aramızda sıcak bir dostluk oluşunca ona Kolbek’ten söz ettik. Barlas bizim heyecanlı konuşmalarımızı dinledi. O gün çalışmadan sonra bize uzun uzun mim sanatını anlattı. Pantomim’in dünyadaki ve ülkemizdeki ustalarından Marcel Marceau’dan, Erdinç Dinçer’den söz etti. Deneme Sahnesi’nde Pantomim sohbetleri aylar süren seminerlere dönüştü. Pantomim artık yaşamımızın bir parçası olmuştu. Barlas o günlerde Şehir Tiyatroları bünyesinde “ Sırtımızdakiler” adlı tek kişilik bir mim gösterisi hazırlıyordu. Oyunda Barlas’ın sözsüz anlatımı çok çarpıcıydı. Bu çalışmanın ardından Oben Güney’in “Yük” adlı gösterisi geldi. Deneme Sahnesi günlerinde oradaki oyunculardan bazılarıyla amatör bir grup oluşturup adına da “Yol Oyuncuları” dedik. Yol Oyuncuları topluluğu o günlerde genç bir tiyatro öğrencisi olan Ayşın Candan yönetiminde Bertolt Brecht’in 39-41 tiyatro 2.indd 3 “Kural ve Kuraldışı” oyununu çalışmaya başladı. Ekipte Vecihi Ofluoğlu adlı bir oyuncu yer almakta ve “Kılavuz” rolünü oynamaktaydı. (Meraklısına not: Bertolt Brecht’in öğretici oyunları içinde yeralan “Kural ve Kural Dışı” adlı yapıtı 1962 yılında Sahne Kapısı yayınları tarafından yayınlandı. Oyun sınıfsal yaklaşımından ötürü mahkemece yasaklandı. Büyük şirketlere petrol alanları bulmak için yarış halindeki tüccarların kapitalist acımasızlığını konu alan yapıt, 60’lı yıllarda ülkemizde sahnelenen ilk Brecht oyunlarından biridir.) Provalar sırasında Vecihi’nin gövde kullanımı dikkatimizi çekiyordu. Süreçte yeni bir pantomimci bulmuştuk. Vecihi Ofluoğlu ile Yol Oyuncuları sürecinde başlayan dostluğumuz uzun yıllar sürdü gitti. Vecihi mim sanatı için gövdesini uzun süre eğitmiş bir sanatçıydı. Gösterileri salt bir mim gösterisinden öte belli bir politik içerik de taşıyordu. Mim gösterilerinde değişik ışık biçimleri ve dia kullanıyordu. sahneledi. Pantomim son 45 yılda kimi zaman ortadan kaybolarak kimi zaman ilginç sahnelemeler yaparak ilerledi. Oktay Anılanmert’ten Oğuz Aral’a, Sedat Küçükay, Ulvi Arı,Yaşar Nezih Eyüboğlu’na bir dolu insan bu alana önemli katkılar sundular. Onca serüvenin ardından 1991’de bir tiyatro semineri için gittiğimiz Zonguldak’ta bir maden işçisi ile karşılaştık. Gövdesine renkli boyalar çizerek sözsüz oyunlar oynuyordu. Adı Fahri Bozbaş’tı. Pantomim diye bir sanat dalından haberdar değildi. Ama sahnede yerin binlerce metre dibinde madencilerin dünyasında olup bitene dair inanılmaz öyküler anlatıyordu. Üzerinde yaşadığımız toprak böyleydi işte. Kökü binlerce yıl öncesine dayanan bir temaşa geleneği vardı. Bu toprağın çocukları da el yordamıyla onu bir yerlerden bulup çıkarıp keşfediyorlardı. Barlas ve Ofluoğlu 70’lerin ortasında bambaşka bir politik dili pantomim içine sokmayı başardılar. Gösterilerinde emek-sermaye ilişkisi, ezilen insanın çaresizliği, egemenlerin toplum düzeninde insanın düştüğü açmazları bir yanıyla eğlenceli bir dille anlatan öte yanıyla zihinsel bir faaliyeti kafamızda harekete geçiren Barlas ve Ofluoğlu Kolbek’ten aldıkları bayrağı başka bir zirveye taşımayı başardılar. Ofluoğlu bireysel gösteriler ve tiyatro çalışmalarıyla ilerlerken Barlas 80’li yılların ortasında bir pantomim topluluğu kurup 1989’a kadar Richard Bach’tan Kafka’ya bir dolu yazarın metninden yola çıkan mim gösterileri 2/4/15 11:56 PM televizyon televizyon gözüm üstünde derya doğan Dergimiz sayfalarında ısrarla yer verdiğimiz ve hiç aksatmadan yazmaya özen gösterdiğimiz bir köşe televizyon köşesi. Daha evvelinden dergimizi okumayanlar, bu köşede televizyonda izlenilecek herhangi bir dizi, program önerdiğimizi düşünebilir. Hayır tam aksine biz yaklaşık iki yıldır televizyon köşesinden siz okuyucularımıza sesleniyoruz, o televizyon kutusuna hapsolmayın diye. Belki de çok net ifade ettiğimiz bir cümle olarak geçiyor bu dergimiz arşivine. Bir televizyon programı üzerinden gidelim yine: Gözüm Üstünde. Gözüm Üstünde yarışma programı, İngiltere’de yayınlanan Gogglebox adlı yarışmanın Türkiye formatıdır. Bu format da, siz televizyon izlerken, televizyon da sizi izliyor. On iki aile normal ev hayatlarındaki halleriyle izledikleri televizyon programlarını, dizileri yorumluyor. Bu on iki aile televizyon izlerken, kendi evlerinde kendi yaşam alanlarındalar. Ve doğal olarak yaşam alanları ve özelleri de artık bir televizyon ekranında yer alıyor. Gözüm Üstünde programı bize Jim Carrey’in başrolünde oynadığı The Truman Show isimli filmini anımsatmaktadır. Filmde Carrey tam otuz yıldır yapay bir hayatı yaşayan ve yirmi dört saati dizi olarak yayımlanan bir adamın, etrafındaki her şeyin sahte olduğunu ve tüm hayatının aslında bir dizi olduğunu öğrenmesini konu alır. Bu yarışma programı da yukarıda anlattığımız filmden çok da farklılık gös- 42 tv 2.indd 2 termemektedir. İnsanlar televizyon izliyor ve izlediklerini değerlendirirken aslında bir televizyon programındalar. Ve aslında olay bu kadar çelişkiyle de sınırlı kalmıyor. Bu program için tercih edilen aileler de emperyalizmin yaratmak istediği toplumun prototipini oluşturuyor. Sorgulamayan, koşullara teslim olmuş, geri yanlarıyla var olan bir insan tipi. Evet, bize reva görülen... Programda çok çarpıcı detaylar var. Örneğin televizyon izleyen ailedeki kızlardan birinin, makyaj üzerine bir değerlendirmesi var. Tam olarak şöyle aktarıyor: “Ben ergenlikte Adana’nın en çirkin kızıydım. Şişmandım da 60 kiloydum. Yüzümdeki sivilcelerden gözlerim zor seçiliyordu. Kıvırcık saçlarla geziyordum tabi. O zamanlar saç düzleştiricisiyle tanışmamıştık. Annem de hiç makyaj malzemesi almamış. Bir insan nasıl böyle bir şey yapabilir çocuğuna ya? Erkeklerin de ölümüne kankasıydım” Burada dikkat çeken durum bir annenin kızına makyaj malzemesi almamış olmasının ölümcül olarak tanımlanması. Evet, her gün gözümüze gözümüze sokulan “sen her şeyin en iyisine layıksın” “değişime hazır ol, bir dokunuşla bambaşka olacaksın” ve daha binlerce örnek verebileceğimiz sloganlar dünyamıza giren makyaj genç bir kadının hayatında ergenlik evresinde annesinin kendisine attığı bir “kelek” olarak tanımlanıyor işte. Aslında bu cümleleri kuran kişi farkında olmasa da o esnada konuşan kendisi değil, konuşan emperyalizm. Programda hiç kimse doğal davranmıyor. Yarışmayı kazanmak için daha dikkat çekici ama birbirinden nden alakasız cümleleri hiç çekinmeden kurabiliyorlar. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu program bir günah keçisi midir? r? Elbette tek başına değil. Çünkü televizyonun içerisinde bulunan en iddialı kanallar dahi en büyük “günahkar”lardır. Televizyon, insanın benliğini çalıyor. Halkı, gerçekliğinden nden koparıyor. Yapay bir dünya yaratıp o dünyayı beyninin n içine kazıyor. Bu programda da gördüğümüz üzere bir evin içerisinde televizyon varsa koltukların konumu bile le televizyona uygun olarak belirleniyor. yor. Televizyon izlenilen bir ortamda kimse mse kimsenin yüzüne bile le bakmıyor. Hatta birisi birr cümle kuracak olsa, aklından örneğin gün içinde yaşadığı bir an geçse ve onu paylaşacak acak olsa hemen susturuluyor ve televizyona olan odağı kırması engelleniyor. Halkın kültüründe televizyon izleme kültürü diye bir şey yok. Bizler iyi birer hikaye anlatıcılarıydık, Anadolu topraklarında sözlü anlatımların değeri tartışmasızdır. Bizler iyi birer manicilerdik, birbirimize maniler okur, şarkılar arkılar söyler, bilmeceler sorardık. Buydu bizim kültürümüz... Ve şimdi, ancak elektirikler kesilirse aklımıza geliyor yor evde başka birilerinin de olduğu ve televizyon kapanınca aklımıza geliyor yor sohbet etmenin kıymeti harbiyesi.. 2/5/15 1:25 AM kitap kitap bir kitabın öyküsü... eren buğlalılar 2010 yılında Türkiye’deki politik tiyatrolar üzerine çalışmaya başladığımda, ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans öğrencisiydim. Zamanımı Milli Kütüphane arşivlerinde, odaklandığım dönem olan 1960-1972 yılları arasındaki politik tiyatrolara ilişkin araştırmalar yaparak geçiriyordum. Öğle molalarında Milli Kütüphane’nin kantininden kurumuş tavuk ızgara yiyor, benim gibi araştırma yapan birkaç sosyal bilimciyle kısa sohbetler ediyordum. Teorik çerçevenin oluşturulması, literatür ve arşiv taraması, yazım aşaması derken tezin yazılması iki yılımı aldı. İngilizce yazılan tezin Türkçeye çevrilip kitap formatına getirilmesi de yaklaşık bir altı ay sürdü. Tabii tüm bunlar bir yandan da para kazanmak için tercümeden tercümeye koştururken yapıldı. Türkiye’de sosyalizmin tarihini araştırırken insanın devlet bursu alası gelmiyor sevgili okur. İşte araştırma bittikten yaklaşık iki yıl sonra, kitabım nihayet yayımlandı. 43-44 2.indd 1 Sosyal bilimciler olarak tezlerimize başlık bulmak konusunda çok iyi olmadığımız doğrudur. Bu tezin de kuru, akademik bir başlığı vardı. “Kadife Koltuktan Amele Pazarına” isminin ilhamını bana yine arşivler verdi. Bunların ilki Haziran 1969 tarihli Milliyet gazetesi haberiydi. Devrim İçin Hareket Tiyatrosu (DİHT) isimli kumpanyanın İstanbul’un amele pazarlarında verdiği temsil Akal Atillâ isimli gazeteci tarafından haberleştirilmişti: Başlığın “kadife koltuk” kısmına ise DİHT’in kurucularından olan değerli tiyatrocu Mehmet Ulusoy‘un bir yazısı ilham verdi. 1970 Şubat’ında Tiyatro 70 dergisine yazdığı yazıda Ulusoy şöyle diyordu: Devrimci bir tiyatro yapıyoruz diyebilmek ancak devrimi yapabilecek sınıfların yanında, onun kavgasında yer almakla olanaklıdır. Bu insanları da ancak gecekondularda, fabrika kapılarında, çamurlu sokaklarda bulabiliriz, ücreti 10-15 lira olan kadife koltuklarda değil. Gerçekten de Türkiye’deki politik ti- yatronun tarihi, tiyatrocuların kadife koltuklu salonları terk edip, köylünün, emekçinin ayağına giderek, onlar için tiyatro yapmasının bir tarihidir. Tiyatro ve mekanın birbiriyle ne kadar ilişkili olduğuna bir örnek. Ben de bu dönüşümü anlatabilmek için kitaba “Kadife Koltuktan Amele Pazarına” ismini verdim. Kitabın gecikmesinin sorumlusu faşizm... Tavır Yayınları‘ndan dostlarım kitabı basmak istediklerini söylediğinde gerçekten çok heyecanlandım. Bu benim ilk kitabım olacaktı ve 30 yıllık tarihini, geleneğini bildiğim Tavırdergisinin kitabı sahiplenmesi benim gibi bir sosyalist araştırmacıya verilebilecek en güzel onurlardan biriydi. Faşizm bu heyecana gölge düşürdü. Ocak 2013’te İdil Kültür Merkezi’ne yapılan polis baskınında, kitapla ilgilenen Tavır Dergisi editörlerin de bulunduğu devrimci gazeteciler, aydınlar, sanatçılar gözaltına alındı, bazıları bir yılı aşkın süre tutuklu kaldı. Okmeydanı’ndaki 2/5/15 2:19 AM Baskı sadece devlet tiyatrolarıyla sınırlı değil. Haziran Ayaklanması’na destek veren sanatçılara sayısız baskı uygula uygulanıyor. Özel tiyatrolar ödenek alamıyor, ttiyatrocular tehdit edilip yurtdışına çıkmaya zorlanıyorlar. Müzisyenlerin sözsüz eserlerine dahi sansür uygulayan, gem gemi azıya almış bir düzenle karşı karşıyayız. Faşizmin sanattaki sansürü, kadrolaşması ya da baskıları Türkiye tarihinde yeni değil. Ancak 2000’lerden bu yana yen yeni olan ilginç bir şey var: Sanatçıların yen sessizliği, eylemsizliği. Oysa bu kitabın gösterdiği üzere, Türkiyeli tiyatrocuların bir direniş geleneği var. 1960’lar boyunca Türk Türkiyeli tiyatrocular baskılara karşı grevler örgütlemişler, demokratik haklarını talep etmişler ve kazanmışlardı. Dünyanın en uzun tiyatrocu grevini yapan Ankara Sanat Tiyatrosu oyuncuları buna bir örnektir. tiyatro oyuncuları ve yazarları, kend kendilerine getirilen sansür karşısında geniş çaplı bir boykot örgütlemiş, İstanbul Şehir Tiyatrosu’na sahip çıkmışlardı. Halk Oyuncuları da 1969 yılında pol polis işkencesine maruz kalmış, sonrasında bunu ülke çapında teşhir ederek büyük bir etki yapmışlardı. İdil Kültür Merkezi’nin duvarları yıkıldı, bilgisayarlarına ve kitaplarına el konuldu. Bunun ardından Tavır Yayınları’nın çıkarmayı planladığı bazı kitaplarla birlikte bu kitabın basılması da ertelendi. 2014 TÜYAP Kitap Fuarı gelip kapıya dayanınca yoğun bir çalışmayla, karşılıklı görüş alışverişleriyle birlikte birkaç hafta içerisinde kitaba son şekli verildi ve yayımlandı. Kitabın başında sabahlara kadar uğraşan tüm Tavır emekçilerine, dostlarına teşekkür ediyorum. Tiyatrocuların bir direniş geleneği var 43-44 2.indd 2 Sendikalı devlet tiyatrocuları 1965 yılında Ankara’da grev yapmışlardı. 1960 ve 1972 yıllarında olan bitenleri anlatan bir kitap bizi neden ilgilendirsin diye sorabilirsiniz. Bence tiyatrocularımızın bir an evvel geçmişi hatırlamaya ihtiyacı var. Geçen hafta Ankara’daki Akün ve Şinasi sahnelerinin satıldığı, yerlerine otel yapılacağı haberini aldık. Devlet Tiyatroları’nın özelleştirileceği, proje bazlı çalışan hükümet uydularına dönüştürüleceği söylentileri var. Geçtiğimiz ay DT Genel Müdürü olarak atanan hükümet yanlısı Nejat Birecik’in ilk icraatı, nedense, Macbeth oyununa sansür uygulamak oldu. Sanatçıların günümüzdeki eylemsizliğini işte bu nedenle yadırgıyorum. Kendi haklarını, sanatlarını savunmak konusunda hiç de yoksul bir tarihleri yok. Tek yapmaları gereken bu tarihe şöyle bir göz gezdirip onu hatırlamak, üzerlerindeki toprağı silkeleyip işe koyulmak. Umarım kitabımın buna bir katkısı olur. Yoksa bir sürü tiyatrosuz tiyatrocumuz olacak. 2/5/15 2:19 AM sinema sinema camp x ray leyla güney Guantanamoyu duymamış olamazsınız. Hani şu “özgürlükler ülkesi” Amerika’nın ünlü işkence merkezi Guantanamo. 180 saat uykusuz bırakılan tutsaklarla, çırılçıplak soymalarla, kafaya kukuleta geçirmelerla, kırbaçlamalarla, tecavüzlerle, dışkı yedirmelerle ve daha akla hayale gelemeyecek nice işkence yöntemleriyle anılan Guantanamo...2002 yılında açılan Guantanamo”da islami örgütlere mensup tutukluların kaldığı ve bu tutuklulara fiziki işkence yapıldığı yaygın bilinen bir gerçek. Camp X Ray filmi ise Guantanamo’nun yaygın bilinen yüzünün dışındaki bir yüzünü hatırlatıyor. “Film Guantanamo’yu anlatıyor” dendiğinde, “Şimdi bir sürü işkence sahnesi izleyeceğiz” diye düşünüyor insan. Ama beklenilen kanlı sahneler yok filmde. Tecrit var, psikolojik savaş var… Emperyalizmin kendine muhalif her insana, her örgüte, her ülkeye karşı yürüttüğü terörize etme, yalnızlaştırma politikası var. Akıl almaz işkencelerle amaçlananın aslında beyinleri teslim almak olduğunu hatırlatıyor film. Peter Sattler’in senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 2014 yapımı Camp X Ray, Guantanamo’nun “Camp Delta” bölümünde geçen bir hikayeyi anlatıyor. Hikaye, Guantanamo’daki tutsak Ali Amir ile askeri hapishanede gardiyan olarak görevlendirilen kadın asker Amy Cole arasında geçiyor. Ali Amir Alman- 45 film 2.indd 1 ya’da yaşarken El Kaide üyesi olduğu gerekçesiyle CIA tarafından kaçırılıp Guantanamo’ya getirilmiştir. Ali’nin Camp Delta’da tutulduğu bölüm, hiç bir şekilde uzlaşmayı kabul etmeyenlerin, direnenlerin tutulduğu bölümdür. Tutsakların dinlerini, kişiliklerini aşağılıyorlar ve her şeye boyun eğmelerini istiyorlar. Bu aşağılamalara boyun eğmeyip kimliğini koruyanları diğerlerine örnek olmaması için ve daha özel bir tecrit uygulamak için ayrı bir bölüme koyuyorlar. Amy Cole ise hayatında değişiklik yapmak isteyen Amerikalı bir kadın. Bu yüzden, Irak’a gitme hayaliyle orduya katılıyor. Ancak umduğu gibi Irak’a değil,Guantanamo’ya gönderiliyor. Amy, Camp Delta’ya geldiğinde Amarikan ordusunun kendisine verdiği eğitimin doğal sonucu olarak tutsaklara tiksinerek bakıyor ve onları terörist olarak görüyor. Amy, Ali’nin bulunduğu hücrenin küçücük mazgalından her gün usanmadan kendisini anlatması ve onların işkenceci olduğunu yüzüne vurmasına başlarda kulak asmasa da, zamanla kendisine öğretilenin dışında bir şeyler anlatan bu adamın sözlerine duyarsız kalamıyor ve onunla gizli gizli sohbet etmeye başlıyor. Neredeyse filmin tamamını oluşturan Ali ile Amy arasındaki diyaloglar Amerika’nın işkenceci, yalancı yüzünü anlatıyor izleyiciye. Film boyunca vurgu yapılan bir kaç nokta var. Birincisi; emirlere uymayan tutsağın saat başı hücresinin değiştirilerek cezalandırılması. Yani uykusuz bırakma işkencesi. Günlerce bir insanı 5-6 saat kesintisiz uykudan mahrum bırakarak beynini sarhoş etmek, düşünemez hale getirmek amaçlanıyor. İkincisi; Kütüphaneden okumak için kitap alan tutsaklara, cilt halindeki kitapların son cildi verilmiyor. Hiç bir kitabın sonunu getirmelerine izin vermiyorlar. Üçüncüsü; vardiya şeklinde çalışan nöbetçi askerler bir yıldan fazla kampta kalmıyor. Her yıl eskiler gidip, yeni askerler geliyor. Es kaza, askerlerden biri tutsakların kendilerine anlatıldığı gibi korkunç yaratıklar olmadığını görüp insani ilişki kurmuşsa da, bir kaç ay sonra gidiyor ve yerine, tutsaklara karşı öfkeyle doldurulmuş yeni askerler geliyor. Bu üç nokta bize şunu anlatıyor aslında; hayatta her şeyi yarım bıraktırılarak dipsiz bir kuyuda olduğun hissettiriliyor. Sonu merak edilen bir kitap, tamamlanamayan uyku, belirsiz bir gelecek... Bilinmezlikle kafayı yedirtmek istiyorlar tutsaklara. Hayata tutunacak her dalı kesiyor, yaşamanın coşkusunu öldürüyorlar. Fiziki işkenceyle teslim alamadıklarının, sistemli bir politikayla beyinlerini ele geçirmek istiyorlar. Amerika’nın beyinleri teslim alma politikasını nasıl ince ayrıntıları düşünerek ele aldığını gösteren çarpıcı bir film. 2/4/15 11:34 PM haberler haberler Hollanda, Grup Yorum Konserini Yasakladı Acizliktir. Ahlaksızlıktır. Avukat dostlarımızla yaptığımız baskı sonucu Amsterdam polisi geri adım attı fakat salon sahibini korkutmayı başarmışlardı. Bütün bunların üzerine enstrümanlarımızı alarak sokağa, konseri bekleyen insanlarımızın yanına indik. Burada bir açıklama yaparak Avrupa’da grubumuz üzerinde yoğunlaşan baskılara karşı boyun eğmeyeceğimizi, Türkiye’de faşizmin benzer yöntemlerini nasıl alt ettiysek burada da yasakları, engellemeleri yok edeceğimizi belirttik. Hollanda polisinin yasadışı yollarla salon sahiplerini nasıl korkuttuğunu, tehdit ettiğini anlattık. Grup Yorum’un 24 Ocak’ta Hollanda’da yapacağı konser iki gün içerisinde üç kez yasaklandı. Konserlerin yasaklanmasına gerekçe olarak Grup Yorum’un yasadışı örgütlerle bağlantısının olabileceği gösterildi. Grup Yorum elemanları konser günü ve saatinde konserin yasaklandığı salonun önünde dinleyicilerine bir açıklama yaptı ve şarkılarını söyledi. Konuya ilişkin Grup Yorum’un açıklaması şöyle: Hollanda konserimiz iki gün içinde polis tarafından üçüncü kez engellendi! Biz de türkülerimizle sokağa çıktık! Bu durum Hollanda devletinin ve polisinin acizliğini gözler önüne sermektedir. Bu durum Hollanda’nın hukuk devleti değil polis devleti olduğunu göstermektedir. Polis, Hollanda’da telefonla insanları tehdit etmekte, eşkıyalık yapmaktadır. Engellenen konserimiz için yeni bir salon bulduğumuzu, konserimizi ücretsiz olarak bu yeni salonda yapacağımızı duyurmuştuk. Salonda hazırlıklarımız sürerken polis konseri engellemek için bu salonu da aradı. Salon sahibini ‘’konser yapılırsa ruhsatınızı iptal ederiz’’ diyerek tehdit etti. Bugün konserimizin engellendiğini fakat yakında daha büyük konserlerde beraber olacağımızı söyleyerek sözü türkülere bıraktık. Hep bir ağızdan söyledik türkülerimizi. Tekrar ediyoruz. Hollanda ya da başka bir ülke... Mafyavari, haydutça yöntemler işe yaramayacak. Çünkü biz bu yöntemleri Türkiye’de çoktan yere serdik. Gözaltılar, tutuklamalar pahasına yendik faşizmin yasakların. Türkiye’de nasıl yüz binler olup stadyumları doldurduysak Avrupa ülkelerinde de stadyumları doldurup taşacağız. Irkçılığa maruz kalan, ezilen, sömürülen insanlarımız için konserler vermeye devam edeceğiz. Avrupa’da yükselen ırkçılığa ve yozlaşmaya karşı çıkmaya devam edeceğiz. Türküler Susmaz Halaylar Sürer! Grup Yorum Polisin bu tehditleri yasadışıdır. 46 haber.indd 2 2/4/15 11:35 PM 47-48 haber_29-30 ellerimi tut 2/5/15 2:13 AM Page 1 GRUP YORUM GÜNCE GRUP YORUM DUYURU !31 Aralık Halk Cephesi’nin Okmeydanı Altınsaray Düğün Salonu’nda düzenlediği yılbaşı etkinliğine katıldı. !27-28 Şubat-1 Mart Lübnan-Beyrut Uluslararası Tecrite Karşı Mücadele Platformu’nun sempozyumunda sahne alacak. !4 Mart Hasan Ferit Gedik’in Kartal Adliyesi’nde görülecek duruşmasına katılacak. !6 Mart Venezuella Büyükelçiğiyle İdil Kültür Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği Chavez Anması’nda, Fulya Sanat Merkezi’nde sahne alacak. !3 Ocak Eskişehir Gar Düğün Salonu’nda düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. !10 Ocak Berlin’de Rosa Luxemburg etkinliklerine katıldı. !11 Ocak Almanya Mannheim’da düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. !18 Ocak Almanya Dortmund’da düzenlenen konserde yaklaşık 1000 kişiye seslendi. !24 Ocak Hollanda’da yapılmak istenen konser toplam üç defa engellendi, yasaklandı. Bunun üzerine Grup Yorum üyeleri konserini dinleyicileriyle birlikte yasaklanan salonun önünde, sokakta gerçekleştirdi. İdil Halk Tiyatrosu’ndan İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin ve Berkin Elvan’ı tarih sahnesinde karşılaştırdığı iki perdelik tiyatro oyununda oynamak üzere, tiyatroya gönül veren herkesi davet ediyor. Bilgi için: 0 212 238 81 46 idilkultur@gmail.com www.facebook.com/idilhalktiyatrosu İdil Halk Tiyatrosu’ndan Açıklama İdil Halk Tiyatrosu, Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz’in ölümü üzerine Türkiye’de bir günlük yas ilan edilmesine ve Şehir ile Devlet Tiyatroları’nın perde kapatmasına ilişkin bir basın açıklaması kaleme aldı. Açıklamada şöyle denildi: lenen, kendi de ömrü boyunca hırsızlık, katillik yapmış olan Kral Abdullah için ülkemizde yas ilan edilmesi aslında AKP’nin bu katille olan kökten bağlarını ortaya koymuştur. Biz devrimci tiyatro sanatçıları olarak bu yasın karşılığında ülkemizdeki devlet ve şehir tiyatrolarının perde kapatmasının bir acziyet olduğunu savunuyoruz. Ve buna tepki gösteren sanatçıların da bir elin parmağını geçmemiş olmasını üzüntü ile takip ediyoruz. Fakat umutsuz değiliz, tiyatro sanatçıları, şehir tiyatroları, devlet tiyatroları oyuncuları olarak böylesi baskılar karşısında ancak örgütlenerek sözümüzü söyleyebiliriz. Suudi Arabistan Kralı Abdullah Bin Abdülaziz’in ölümü sonrasında Türkiye’de bir günlük milli yas ilan edildi. Ve bu milli yas sonucunda Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları perdesini kapattı. Peki, kendi ülkesinde dahi yas Savaş koşullarında dahi devam eden tiyatro, bir hırsızın, ilan edilmemesine rağmen bizim ülkemizde yas ilan et- bir katilin ölümüyle perde kapatmamalı. Örgütlenelim tirecek kadar önemi nedir Kral Abdullah’ın? ve sözümüzü söyleyelim. ! Bütün soyu halkların emeğini sömürmek üzerine şekil!UBAT 2015 | TAVIR | 47 47-48 haber_29-30 ellerimi tut 2/5/15 2:13 AM Page 2 haberler haberler kısa... kısa... kısa... kısa.. kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa... kısa...kısa... ! Fosem, Berkin Elvan İçin Resim Şenliği Düzenledi İdil Kültür Merkezi bünyesinde faaliyet yürüten FOSEM'in (Fotoğraf ve Sinema Emekçileri) hazırladığı resim şenliği 1 Şubat'ta Okmeydanı Sibel Yalçın Parkı'nda yapıldı. "Berkin İçin Çiziyoruz, Adalet İstiyoruz" başlığıyla çocuklar için hazırlanan şenlik gün boyu sürdü. Kimi zaman çocukların yanı sıra aileler de boyaları eline aldı ve Berkin'i, onun hayal ettiği dünyayı, yaşadığı mahalleyi resmetti. FOSEM ekibi çocuklarla ilgilenip onlarla birlikte sohbet ederek resimler yaptı. Çocuklar da büyükler de en çok Berkin'in resimlerini yaptılar ve onun katillerinin bulunması için taleplerini de kâğıda döktüler. Günün sonunda çocuklar hep birlikte "Berkin İçin Adalet İstiyoruz" yazılı bir pankartı boyayarak Sibel Yalçın Parkı'nda bulunanlara sergilediler. Resim Şenliği’ne Umudun Çocukları Orkestrası da katıldı. Onlar da hem resimler yaptılar hem de yanlarında getirdikleri enstrümanlarıyla küçük bir dinleti verdiler. Elvan'ı tarih sahnesinde karşılaştıran iki perdelik oyunlarının provasına başladı. Yaklaşık dört ay sürecek olan prova sürecinden sonra oyun Anadolu ve Avrupa turnesine çıkacak. İdil Halk Tiyatrosu, tiyatroya gönül vermiş herkesi Şeyh Bedreddin oyununda oynamaya davet ediyor. Ayrıntılı bilgi için: 0 212 238 81 46 !Yaşar Kemal Yoğun Bakımda Yaşar Kemal İstanbul Üniversitesi Hastanesi yoğun bakım servisinde 14 Ocak’tan bu yana tedavi görüyor. Doktorlarının açıklamasına göre çoklu organ yetersizliği ile karşı karşıya olan Kemal yapay solunum desteği ile hayata tutunuyor. Yoğun bir ziyaret akışının gerçekleştiği hastanede Grup Yorum elemanları da ziyarette bululndu. !Boran Yayınları’ndan “15’inde Bir Fidan Berkin Elvan” Kitabı Boran Yayınları Berkin Elvan’ın vurulduğu andan bu yana yayımlanan tüm yazı ve belgeleri derleiği 15’inde Bir Fidan Berkin Elvan isimli kitabını yayımladı. Kitabın dağıtımı mahallelerde gerçekleşirken polis kitabı dağıtanlara defalarca kez saldırdı ve gözaltına aldı. Şenlikte yapılan tüm resimler sergilenmek üzere toplandı. !R.Tayyip Erdoğan “Sanatçıları”nı Ağırladı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 29 Aralık’ta "bazı sanatçıları" Ak Saray'da ağırladı. Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda ağırlanan isimler arasında Muazzez Ersoy, Hülya Koçyiğit, Zerrin Özer, Burak Kut, Demet Akalın ve eşi Okan Kurt, Metin Özülkü ve eşi Eda Özülkü, Hakan Peker ve Esra Erol yer aldı. !113. yaşında Nazım Hikmet'in ilk defa yayınlanan yazısı: ''Hayal ediyorum'' Doğumunun 113. yıldönümü vesilesiyle mimarlar Nazım Hikmet için özel bir kitap hazırladı. Kitapta Nazım Hikmet'in Sovyet Mimarlığı dergisine yazdığı ve Türkçe'de ilk defa yayımlanan bir yazısı da bulunuyor. Yazıda Nazım Hikmet, "Sosyalist mimari her şeyden önce insanın içinde bir sevinç duygusu uyandırmalıdır demek istiyorum" diyor. !İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin Oyunu’nun Provalarına Başladı İdil Halk Tiyatrosu Şeyh Bedreddin ve Berkin !Ataol Behramoğlu 50. Sanat Yılı’nı Kutladı 48 | TAVIR | !UBAT 2015 Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var, Aşk İki Kişiliktir, Kızıma Mektuplar gibi şiirleriyle tanınan 72 yaşındaki şair Ataol Behramoğlu’nun 50. sanat yılı okuyucuları ve arkadaşları tarafından Beşiktaş Belediyesi Fulya Kültür Sanat Merkezi’nde kutlandı. Fuayede okuyucularıyla sohbet eden Ataol Behramoğlu daha sonrasında şiirlerini konuklarla paylaştı. Geceye ayrıca Grup Yorum, Tavır Dergisi, İdil Halk Tiyatrosu da katıldı. !Tarihi Rumeli Açık Hava Tiyatrosu’nun Yerine Mescit Yapıldı Rumeli Hisarı'nda başlayan restorasyon çalışmaları kapsamında konserlerin verildiği tiyatro alanına mescit yapıldığı ortaya çıktı. Koruma Kurulu projeyi onaylarken sanat tarihi uzmanları ve mimarlar ise bakımsızlık nedeniyle burç ve surları ziyarete kapatılan tarihi yapıda önceliğin mescit yapımına verilmesini eleştirdi. !Emek Sineması'nda Yürütmeyi Durdurma Kararı Verildi Hukuki süreç devam ederken yerine AVM yapılmak üzere Kamer İnşaat tarafından 2013'te yıkılan 100 yıllık tarihi Emek Sineması'yla ilgili İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, Serkildoryan ve Emek projesiyle ilgili 'kamu yararı olmadığı' gerekçesiyle yürütmeyi durdurma kararı verdi. Mahkeme ayrıca, aralarında Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan'ın da olduğu dört yetkili hakkında soruşturma açtı. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen Emek’teki inşaat hızlanarak sürüyor. !Cumhuriyet Gazetesi’ne Tehdit Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürleri yayımlaması üzerine tehdit edilen Cumhuriyet Gazetesi’ni basın emekçileri ve İdil Kültür Merkezi çalışanları ziyaret etti. !