82. sayıya ulaşmak için tıklayın
Transkript
82. sayıya ulaşmak için tıklayın
Bizi susturamazsınız! T ayyipgiller, iktidarları boyunca uyguladıkları zam, zulüm, vurgun, işkence, ölüm politikalarını açık eden, halkı uyaran, mücadeleye çağıran tüm kurumları yok etme yöntemini kullandılar ve kullanmaya devam ediyorlar. Bu konuda en çok baskı yapılan alanlardan biri de basın yayın alanıdır. Yapılan baskılar sonucu “Yandaş Basın” dediğimiz ve her gün Tayyipgiller’in reklamını yapan bir basın çıktı ortaya. Buna karşı duran antiemperyalist, yurtsever ve laik çizgide olan basın yayın organlarına ise cezalar veriliyor. İşte bu çizgide mücadele eden basın yayın organlarının başında Kurtuluş Yolu Gazetesi geliyor. Yıl: 9 Bugüne kadar hiçbir baskıya boyun eğmeyen, yıllarca çizgisinden hiçbir şekilde ödün vermeyen Kurtuluş Yolu Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Kubilay Akçay’a; Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a basın yoluyla hakaret etmek nedeniyle ceza davası açıldı ve İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 06.11.2014 tarihinde 11 Ay 20 Gün hapis cezasına çarptırıldı. Davaya Recep Tayyip Erdoğan da müşteki sıfatı ile katılma talebinde bulundu ve talebi Mahkemece kabul edildi. Yıllardır halkımıza en ağır hakaretleri eden, Sayı: 82 4 Aralık 2014 Siyasi Gazete “bakara, makara” diyerek inançlarıyla dalga geçen Tayyipgiller yargılanmazken, haklarında takipsizlik kararları verilerek ödüllendirilirken Kurtuluş Yolu vb. gazetelere verilen cezalar sindirme, yıldırma politikalarının bir parçasıdır. Ama bu cezalar Gazetemizi yıldıramayacaktır. Çizgimizden asla taviz vermeyecek halkımızın, emekçilerin, işçilerin sesi olmaya devam edeceğiz! 27.11.2014 Baskılar Bizi Yıldıramaz! Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır! Kurtuluş Yolu Gazetesi www.kurtulusyolu.org 1 TL ABD Emperyalizmi Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır! bu savaşlar, kırımlar artarak sürecektir. Bu nedenle AB-D, halkların kurtarıcısı hele kahramanı hiç değildir. AB-D’cilik yapmak da halkımızı, halklarımızı zehirlemek demektir. Tayyipgiller, ABD Emperyalistleri, Obamalar, Bidenler bu halkın kahramanları değil başdüşmanıdır” dedi. “İnsan soyunun başdüşmanı ABD Emperyalistleri”ne karşı ülkeler ve halklar özgürleşene kadar da mücadele edeceğiz” diyerek açıklamasını bitirdi. Eylemimiz slogan ve alkışlarla sona erdi. HKP’den Biden protestosu H alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak ABD Emperyalizminin Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Türkiye gelmesini protesto etmek amacıyla 21 Kasım Çarşamba günü saat 20.00’da Dolmabahçe’de protesto ettik. Kanlı elleriyle ülkemize gelen Joe Biden’in gündeminde Ortadoğu ve IŞİD meselesi var. Joe Biden bu çerçevede Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’yla görüşecek. Biden, ABD’nin emirlerini Erdoğan ve Davutoğlu’na iletecek. İşbirlikçi Tayyipgiller hükümeti de bu emirleri uygulamaya koyacaklar. Ortadoğu Halklarının kaderini belirleyecekler kanlı politikalarıyla. HKP olarak Biden’i biz de karşılayalım istedik. “Yankee Go Home”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganlarıyla Kabataş’tan Dolmabahçe’ye bir yürüyüş gerçekleştirdik. Dolmabahçe’de polisler yolumu- zu kesti. Çevik polis, özel tim ve TOMA’lar barikat kurarak eylemimizi engellemeye çalıştı. Engellemeyi ve baskıyı protesto ederek eylemimizi gerçekleştirdik. İl Başkanımız Av. Pınar Akbina yaptığı basın açıklamasında; “Halklarımızın kaderini AB-D belirledikçe Bakalım kaçabilecek misiniz?.. Filistin’de çocuk olmak Elektrikte vurgun… İnsanda biraz utanma olur yahu!.. 5’te 9’da Katil AB-D Ortadoğu’dan Defol! 3’te 7’de Yatağan Satılamaz!.. Özelleştirmeye karşı direnen Yatağan İşçilerine destek için 1 Aralık 2014 günü sabahından beri Direniş yerinde bulunan ve geceyi çadırda geçiren HKP Muğla İl Örgütü bir açıklama yaptı. Ş Gezi İsyanı Şehitlerinden Abdullah Cömert’in katilleri korunuyor Halkımıza u anda, AKP iktidarı tarafından yandaş Parababalarına peşkeş çekilen Yatağan Termik Santrali’nin önünde kurulmuş Direniş Çadırı’ndan sesleniyoruz. Pazartesi sabahından itibaren burada işçi kardeşlerimizin yanındayız. Yatağan Termik Santrali; Özelleştirilmesinin ardından 7 Aralık 2014 tarihine kadar yapılacak devir teslim işlemiyle birlikte el değiştirilecek. Bu kamu malının da Tayyipgiller’in yandaşı Parababalarına ve uluslararası tekellere peşkeş çekilmesi ile birlikte, işçi kardeşlerimiz işlerinden, ekmeklerinden, aşlarından olacaklardır. 12’de G ezi İsyanı sırasında 3 Haziran 2013 günü Hatay’ın Armutlu ilçesinde polis tarafından başından gaz kapsülüyle vurularak katledilen Abdullah Cömert’in katilinin yargılandığı davanın ikinci duruşması 4 Kasım 2014 günü Balıkesir Adliyesinde görüldü. Binbir türlü adaletsizliğin yaşandığı, hâkim ve savcıların alenen katili koruduğu dava sonuçsuz kaldı ve 3 Şubat 2015 gününe ertelendi. Sabah saatlerinde Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak davayı takip etmek, Abdullah Cömert’in sahipsiz olmadığını, Hatay’da gerçekleşen, tanıkları Hatay’da, sanıkları Mersin’de olan bir olayın duruşmasının Balıkesir’e kaçırılarak sahip çıkılmasının engellenemeyeceğini göstermek için Balıkesir’e doğru yola çıktık. Şehrin girişinde kontrol noktaları vardı ve polisler, araçları içindeki insanların üstlerine kadar arayarak duruşmayı takibe gelenleri terörize etmeye çalıştılar. Mahkeme önüne gidildiğindeyse adliye binasının etrafının polislerce ve barikatlarla çevrildiği bir manzarayla karşılaşıldı. 9’da Yankee Go Home! Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer 2’de Acısını bir ömür boyu yüreğinde taşıyan Mukaddes Ana Deniz’ine kavuştu… “Biz Türkiye’nin 2’inci Kurtuluş Savaşçılarıyız!” diyerek kendisini Türkiye Halklarının Kurtuluş Davasına adayan ve bu nedenle faşizm tarafından idam edilen Deniz Gezmiş Yoldaş’ın annesi Mukaddes Ana’yı kaybettik. Yıllarca oğlunun acısını yüreğinde taşıyan bu nedenle bir yanı hep eksik olan Mukaddes Ana, İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede 21 Kasım günü hayatını kaybetti ve Deniz’ine kavuştu. Mukaddes Ana’yı 23 Kasım günü binler Üsküdar Selimiye Camiinden uğurladı. Cenaze yürüyüşle, alkışlarla, “Rahat Uyu Anacığım, Evlatların Burada”, “Mukaddes Ana Ölümsüzdür”, “Deniz Gezmiş Ölümsüzdür” sloganlarıyla uğurlandı. Gezmiş ailesinin, çeşitli Demokratik Halk Kurumlarının ve öğrencilerin olduğu cenazede Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut, Başkanlık Kurulu üyeleri, yönetici ve üyeleri ile katıldı. Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü Ekim Devrimcileri ve Kuvayimilliye Devrimcileri hakkında 16’da Başyazı N Bu ne ya!.. e hukuk bıraktı memlekette, ne adliye. Ne ahlâk bıraktı, ne namus. Ne dağ, taş, orman, ağaç bıraktı ne şehirlerde arsa. Ne Tarihe saygısı var, ne insana, ne insani değerlere. Çalmaktan, çırpmaktan, ihanetten, zalimlikten, cinayetten başka hiçbir şey bilmiyor ve de yapmıyor. Amerikan ve Avrupa Emperyalistleri arkasında ya; onlara güvenerek ve onların gönlünü hoş etmek, onlardan aferin almak için komşu, dost ülke de bırakmadı. Ülkeyi cehenneme, yangın yerine çevirmekle kalmadı; bölgeyi de cehenneme çevirdi. Müslümanı Müslümana kırdırdı. Kardeşi kardeşe kırdırdı. Bu ne böyle ya… Ülke nasıl geldi bu hale, nasıl bu duruma düştü… Daha dün Kaç-ak Sarayında Milli Güvenlik Konseyi (MGK)’de yer alan Topukçu Gebeş Paşa ile NATO’nun çürütüp içlerini boşalttığı “Ordu Fosilleri” dediğimiz generalleri ağırladı. Onlara akşam yemeği verdi. Onlar da hiç utanıp sıkılmadan Mustafa Kemal’in kurup bir bataklıkken cennet gibi yeşil bir alana çevirip millete armağan ettiği Orman Çiftliği’nin talan edilerek her türden yasa, hukuk ayaklar altına alınarak yüzlerce ağaç katledilerek yapılmış Kaç-ak Saraya gittiler, Tayyip’in karşısında, Tarihi camilerimizdeki helâların yan tarafına dizilen ibrikler gibi uzun iki masa etrafına dizilip yemek yediler. Kuşkusuz, bir ziyafet sofrasıydı o. Karun sofrası kadar zengin. Nasıl geçti o lokmalar, o yağlı, lezzetli, etli yemekler boğazınızdan ve şiş göbeklerinizi doldurdu? Ama neden soruyoruz ki?.. Onlarda o şiş göbeklerden ve kalın enselerden, doldurma ve boşaltma deliklerinden başka geriye ne kalmıştır ki?.. Başka insanlık arama. Muhakkak ki onlar da bu utanç verici bir alçalmadan ibaret olan işi yapmakla açıkça suç işlemişlerdir. Hep söyledik ve söylemeye devam edeceğiz: Türkiye artık kanunla yönetilen bir devlet olmaktan çıkmıştır. Bir diktatörlüktür, bir Derebeyliktir şu an Türkiye’de “devlet” denen kurum. 8’de 2 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 ABD Emperyalizmi Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır! Baştarafı sayfa 1’de alkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Örgütü olarak ABD Emperyalizminin Başkan Yardımcısı Joe Biden’ın Türkiye’ye gelişini 23 Kasım Pazar günü ABD Büyükelçiliği önünde protesto ettik. Başhaydut ABD Emperyalizminin Ortadoğu ve özellikle de Suriye’de Esad yönetimine yapılacak olası müdahalelerinin emirlerini vermek üzere Türkiye’ye H ler Geldikleri Gibi Gidecekler” , “Hoşt Hoşt Amerika Puşt Puşt Amerika” sloganlarıyla Kennedy Caddesi üzerinde basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Açıklama sırasında yoldan geçen araçlar kornalarla eylemimize destek verdi. Bir kişi aracın camını açarak “Direne Direne Kazanacağız!” sloganı attı ve eylemimize destek verdi. Eylem sonrası yanımıza gelen vatandaşlar yaşanılan süreçte hâlâ doğruları görebilen ve dik durabilen gelen Joe Biden, işbirlikçi Tayyipgiller hükümeti ile görüşmeler gerçekleştirirken buna sessiz kalamazdık. HKP olarak Tunus Caddesi’nde oluşturduğumuz kortej ile sloganlarla ABD Büyükelçiliği önüne yürüdük. “Yankee Go Home”, “Emperyalistler İşbirlikçi- insanları görmek sevindirici, diyerek bizi tebrik etti. Vatandaşlarla uzun süre Parti Genel Başkan Yardımcımız ve İl Başkanımız sohbet etti. 23.11.2014 Ankara’dan Kurtuluş Partililer Ortadoğu’daki Savaşların Yaratıcısı Olan ABD Emperyalizmi Halkların Kurtarıcısı Değil Celladıdır! A BD Başkan Yardımcısı Joe Biden, ülkemize, İstanbul’a geliyor bu akşam. Önce Obama’nın ‘IŞİD temsilcisi’ John Allen’in Ankara ziyareti şimdi de Joe Biden’in İstanbul ziyareti… Gündem aynı: Ortadoğu, IŞİD’le mücadele… Joe Biden bu çerçevede; Ahmet Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan’la görüşecek. Başbakanlık Basın Merkezi’nden Joe Biden’in Türkiye ziyaretine ilişkin yapılan açıklamada, “Türkiye ile ABD, iki müttefik, ortak ve dost olarak birçok hayati konuda işbirliği yürütmektedir. Bu çerçevede konuk başkan yardımcısının ziyaretinde ikili, bölgesel ve küresel meseleler ele alınacak, işbirliğimizin her alanda daha da geliştirilmesi imkânları üzerinde durulacaktır” denildi. Halkların başı belada ve süper kahramanlarımız(!) Ortadoğu’yu bu kötü canavardan kurtarmak için bir araya geliyorlar. Bu canavarları, diktatörleri yok edip Ortadoğu’ya demokrasi, özgürlük getirecekler. Gerçi büyük kurtarıcı ABD’nin 50-60 yıldır mücadelesi henüz sonuç vermedi ama olacak elbette! Evet, oluşturulan, yıllardır da yürütülen psikolojik hareketle yaratılmaya çalışılan algı bu. En son örneği de IŞİD… Kurtarıcı, kahraman, uzlaştırıcı rolüyle Ortadoğu’da yine sahnede ABD. Ve bu aldatmacada maalesef yine başarılı oldular. Hâlbuki en son canavarı, IŞİD’i de yaratan bizzat ABD. Destekleyen, bu topraklarda barındıran da Tayyipgiller Hükümeti. Dünyanın her yerinden devşirilmiş Ortaçağcıları, şeriatçı ideolojiyle ve savaş araç-gereçleriyle donattılar. İşleri bitince ya da kontrolden çıkınca da “özgürlük savaşçı”lığından terörist statüsüne indirip yok etmeye girişiyorlar. ABD’nin BOP amacını gerçekleştirmesini sağlayan araçlardan biri IŞİD. Irak’taki Amerikan işgalinin ilk başladığı günlerden itibaren IŞİD’in tohumları atılmış ve bugünkü gücüne ulaşmıştır, emperyalistlerin desteğinde. ABD’nin emperyalist politikaları sonuncunda bugün artık yanı başımızda, komşu ülkede katliam var demiyoruz. Bu toprakları da artık içine alan büyük bir trajedi yaşanıyor. Ortadoğu zaten yıllardan bu yana bir kan gölü, gittikçe derinleşen... Halklar için tam bir cehennem. Bir yandan ölüm bir yandan acı, işkence, yoksulluk… Hiçbir deftere, hiçbir kitaba sığmayacak kadar çok ölüm ve acı… Bilfiil AB-D askerlerinin katliamlarının yanı sıra Müslümanların birbirini kırdığı, birbirine kırdı- rıldığı bir coğrafya… Ama bu savaş Ortadoğu Halklarının savaşı değildir. ABD Emperyalistlerinin bir savaşıdır bu. “Dünyayı bin ülkeli bir hale getirmek” ya da “şehir devletçiklerine dönüştürmek” için. Bölgemizdeki bu savaşı projelendirip yaratan ve başımıza bela eden, Ortadoğu Halklarına kan ağlatan hep ABD Emperyalistleridir; onların casus örgütleridir, ordularıdır. Ortadoğu’daki kendilerine direnç noktası oluşturabilecek büyük devletler ortadan kalksın, onun yerine tümüyle kendilerine uydu olmuş küçük devletler yani devletçikler oluşsun, ben de burayı gönlümce sömüreyim, amacıyla gerçekleşiyor bu savaşlar… İşte Yugoslavya, İşte Irak, İşte Libya işte Suriye... BOP’un öngördüğü parçalanmışlık ve oluşturulan yeni harita her geçen gün biraz daha pekiştirilmekte ve kalıcılaştırılmaktadır. Ve hedefteki ülkeler İran, Türkiye… BOP’un Türkiye payına düşen kısımda da bölünme vardır. Bu projenin yürürlüğe girdiği ülkelerde kazananlar; emperyalistler ve işbirlikçileri kaybedenler ise halklardır. Bu bölünmeler, savaşlar ABD Emperyalistlerinin ve uşaklarının bölgedeki tahakkümünü artırıp sömürülerine olanak sağlarken milyonlarca insanın hayatını kaybetmesine, ülkesine terk etmesine ve yaralanmasına yol açmıştır. Halklarımızın kaderini AB-D belirledikçe bu savaşlar, kırımlar artarak sürecektir. Bu nedenle AB-D halkların kurtarıcısı hele kahramanı hiç değildir. AB-D’cilik yapmak da halkımızı, halklarımızı zehirlemek demektir. Tayyipgiller, ABD Emperyalistleri, Obamalar, Bidenler bu halkın kahramanları değil başdüşmanıdır. Bu nedenle ülkemizde ve Ortadoğu’da sıfır toleransla AB-D Emperyalistlerine ve tüm projelerine karşıyız. Aynı zamanda Ortaçağcılığa ve her türlü örgütlerine sonuna kadar karşıyız. Ve tüm bölünme çabalarına, halkların birbirine düşman edilmesine karşı halkların kardeşliğinden, eşitliğinden, özgürlüğünden yanayız. “İnsan soyunun başdüşmanı ABD Emperyalistleri”ne karşı ülkeler ve halklar özgürleşene kadar da mücadele edeceğiz. Emperyalistler ve müttefikleri Tarihin utanç sayfalarında yerlerini mutlaka alacaklardır. 21.11.2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Mustafa Kemal neden ölümsüzdür? Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Birinci Kuvayimilliye’nin önderi, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’i bundan 76 yıl önce kaybettik. Ancak aradan geçen onca yıla rağmen Mustafa Kemal anılmaya devam ediliyor. Neden? Çünkü Mustafa Kemal Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderidir. Çünkü Mustafa Kemal Tam Bağımsızlığın savunucusudur. Çünkü Mustafa Kemal Laikliğin savunucusudur. Çünkü Mustafa Kemal kadınların koruyucusudur. Mustafa Kemal’in kişiliği Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemindeki olaylarla şekillenmiştir. Nedir bu olaylar diye soracak olursak şunları göze batırmamız gerekir: 1881 yılında doğan Mustafa Kemal, gepegenç bir subayı olduğu Osmanlı Ordusu’nun Afrika’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’dan Balkanlar’a kadar birçok cephesinde savaşmış, Osmanlı’nın hâkim olduğu toprakları kurt dalamış sürüye çeviren, o toprakları kendi aşağılık emperyalist çıkarları için sömürgeleştirmeye, yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirerek kendi pazarı haline getirmeye çalışan Batılı Emperyalistlerin acımasızlıklarını, vahşiliklerini, kan dökücülüklerini bizzat yaşamış ve bu saldırılara karşı kelle koltukta mücadele vermiştir. Mustafa Kemal, görev aldığı savaşlarda başarılı bir subay olarak sivrilmiş, emperyalist orduların korkulu rüyası olmuştur. Özellikle Çanakkale Savaşları sırasında gösterdiği büyük başarılarla, İtilaf Devletleri ordularının Çanakkale ve İstanbul Boğazlarına girmesini engelleyerek, İtilaf Devletleriyle Rusya’nın birleşmesini engellemiş, böylece Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesine büyük bir katkıda bulunmuştur. Arkasından yer aldığı Ortadoğu’daki savaşlarla da emperyalist orduları yenilgilere uğratmıştır. Ancak, bu başarılar Osmanlı’nın savaşı kazanmasına yetmemiştir bildiğimiz gibi. Ve sözde müttefiki olduğumuz Alman Emperyalistlerinin yenilgisiyle birlikte Osmanlı da yenilmiştir. Ve Osmanlı’ya önce Mondros Ateşkes Antlaşması imzalatılmış, sonra da Sevr Planı dayatılmıştır. Mondros Antlaşmasıyla birlikte Osmanlı, hâkim olduğu toprakların çok büyük bir kısmını kaybetmiş, Anadolu’da küçük bir bölgeye sıkıştırılmıştır. İşte Mustafa Kemal, bu acılarla dolu yılların sonunda görmüştür ki Batılı Emperyalistlere güvenilemez. Onlar kendi aşağılık çıkarlarının dışında hiçbir halka özgürlük, demokrasi ve eşitlik getirmez. Onlar sadece dünya pazarlarını ele geçirerek yağma savaşlarıyla kârlarına kâr katmanın peşindedirler. O zaman ne yapılmalıdır? 1071’den bu yana kader birliği yaptığımız başta Kürt Halkı olmak üzere kardeş halklarla, Batılı Emperyalistleri Anadolu’dan kovmak ve Tam Bağımsızlığı sağlamak gerekmektedir. Birinci Kuvayimilliye bunun savaşıdır. Bi- rinci Kuvayimilliye sonunda kurulan Cumhuriyet bunun sonucudur. Batılı Emperyalistlerle etle tırnak gibi kaynaşmış Padişah Vahdettin ve Damat Ferit’lerle birlikte Hilafet ve Saltanat ortadan kaldırılmış, (eksik de olsa), Laiklik getirilmiştir. Eğitimde birlik sağlanmış, Tekke ve Zaviyeler kapatılmıştır. Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkı verilmiştir. Bunun yanında birçok hak daha sağlanmıştır. Ancak Birinci Kuvayimilliye’nin sonunda Tarihsel şartlar sonucu iktida- ra Modern ve Antika Parababaları gelmiştir. Ve o Parababaları kendi sömürülerinden başka bir şey düşünmeyen soygunculardır. Üstelik de Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının kökleri bu topraklarda 7 bin yıldır varlığını sürdürmekte, sömürü ve zulmün âlâsını bilmektedir. Öyle de yapmışlardır zaten. Halklara soluk aldırmamışlardır, ekonomik ve siyasi planda bu Modern ve Antika Parababaları. Cumhuriyet’in sağladığı Laiklik gibi, Eğitim Birliği gibi, Kadınlara sağlananlar haklar gibi kazanımlar, bu Antika Tefeci-Bezirgânlar tarafından olmamışa çevrilmek için her türlü yol kullanılmıştır. Hilafet ve Saltanat özlemiyle yanıp tutuşan bu Ortaçağcı gericiler, Halkımızın temiz din duygularını sömürmüşler ve halkımızı Allah’la aldatmanın yollarını bulmuşlardır. Üstelik de bu çabaları, Batılı büyük emperyalist devletlerce canı gönülden desteklenmiş, Cumhuriyet’in kazanımlarının yok edilmesi için onlar da ellerinden geleni yapmışlardır. Birinci Kuvayimilliye Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasında, Sevr Planının yırtılıp, parçalanıp atılmasında ve Cumhuriyet’in kurulmasını sağlayan Lozan Anlaşmasının imzalanmasında biricik müttefikimiz, mazlum ülkelerin dostu, halkların gerçek yardımcısı Sovyetler Birliği ve O’nun önderi Lenin olmuştur. Sovyetler Birliği ve Lenin, Türkiye Halkının bağımsızlık mücadelesini sonuna kadar en içten biçimde desteklemiş, bu manevi desteğinin yanında maddi desteklerini de sonuna kadar sağlamıştır. Birinci Kuvayimilliye Savaşı’mız esnasında gerekli olan para, altın ve silah malzemelerinin çok büyük bir bölümünü Sovyetler Birliği sağlamıştır. Çünkü onlar, mazlum ülkelerin kardeşliğini, dostluğunu en ön planda tutmakta, Batılı emperyalistlere karşı ortak bir savaş sürdürmektedirler. Çünkü çıkarlarımız ortaktır. Biz de, Sovyetler de emperyalist yağmacılara karşı Bağımsızlık savaşı veriyorduk. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sanayinin gelişmesi için gerekli maddi ve teknik destek Sovyetler Birliği’nce sağlanmış, Sümerbank vb. fabrikaların tamamı Sovyetler’ce kurulmuştur. İşte Mustafa Kemal Sovyetler’le böylesine içten birlik sağlamıştır. O işbirliği sayesinde atılımlar gerçekleştirilmiştir. Bildiğimiz gibi Mustafa Kemal Sosyalist değildir. Burjuva görüşlere sahiptir. Ancak O’nun en büyük özelliği; Antiemperyalist, Antifeodal olmasıdır. Yurtsever, halksever, laik olmasıdır. Küba Halkı için Jose Marti neyse, başta Venezuela gelmek üzere Latin Amerika Halkları için Bolivar neyse, Mustafa Kemal de bizim için odur. Mustafa Kemal Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın önderidir. Sovyetler Birliği’nin en yakın dostudur. İşte bizim Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı da bu yüzden Birinci Kuvayimilliye’ye elde silah katılmış ve başarıları sonunda Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olmuştur. Ve Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, Mustafa Kemal’in yarım bıraktığı görevi tamamlamak üzere yola çıkmış, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın Teorik ve Pratik önderi olmuştur. Biz Halkın Kurtuluş Partililer, ABD ve AB Emperyalistlerine karşı vereceğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’yla, Birinci Kuvayimilliye’nin eksik bıraktığını tamamlayacağız. Birinci Kuvayimilliye’yi mantıki sonucuna ulaştırarak toplumsal kurtuluşu sağlayacağız, sınıfsız toplumu hayata geçireceğiz. Yukarıda da söylediğimiz gibi 1071’den bu yana en önemli Tarihsel süreçlerde (Çanakkale’de, Birinci Kuvayimilliye’de) kader birliği yaptığımız Kürt kardeşlerimizle birlikte İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başaracağız. Ve o zafer sonucunda kuracağımız Demokratik Halk iktidarıyla Kürt kardeşlerimizle gerçek eşitlik temelinde bir araya geleceğiz. Nasıl Birinci Kuvayimilliye’de bir araya gelmişsek… Kendilerini İkinci Kurtuluş Savaşçıları olarak adlandıran Denizler’in, Mahirler’in ideallerini de nasıl biz savunuyorsak, onların gerçek mirasçıları bizlersek, Mustafa Kemal’in Tam Bağımsızlık, Laiklik ve tabiî bugün için artık Demokratik Halk Devrimiyle şekillenecek olan Cumhuriyet ideali de Partimizde yaşamaktadır. 10.11.2014 Yaşasın Mustafa Kemal’in İdealleri! Yaşasın Batılı Emperyalistlere Karşı Verdiğimiz Birinci Kurtuluş Savaşı’mız! Yaşasın AB-D Emperyalistlerine Karşı Verdiğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli internet: www.kurtulusyolu.org Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz 3 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Bakalım kaçabilecek misiniz?.. Tayyip, Birinci Kuvayimilliye’nin önderi Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün de görev yaptığı Birinci Kuvayimilliye yadigârı bu binayı kullanmak istemiyor. Onlara sırtını dönüyor. Ve kendisine oy davarı haline getirilmiş kitlelere de mesaj verilmiş oluyor böylece; bakın, bizi dinimizden, imanımızdan, Kur’anımızdan eden adamlardan intikam aldık, denerek… T ayyip kendisine bir mezar yaptırdı. Bu mezarın resmi olarak adı: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı”. Gayri resmi adı ise: Aksaray. Sarayın 1000 odası var ve 1 milyon 370 bin TL’ye mal olmuş durumda. Ek olarak 250 odalı yeni bir bina daha yapılıyor. Ve maliyet yükseliyor. Binanın sadece aylık elektrik giderinin 700 bin TL’yi aşacağı söyleniyor bilim insanlarınca. Yine Tayyip’e son model (2015) özel zırhlı ve birçok özelliği bulunan Mercedes S600 alınmış. Söz konusu aracın 2014 model anahtar teslim fiyatı 1 milyon 157 bin liraymış. Sanıyoruz bu fiyat da zırhsız ve özel teçhizat içermeyen. Tam teçhizatlı halinin fiyatın varın siz düşünün… Yeni araç 6 bin cc motora ve 12 silindire sahip. Erdoğan’ın konvoyunda bulunan kimyasal ve biyolojik saldırılara karşı tam donanımlı ambulans da yenisiyle değiştirildi. Yine Tayyip’e yeni uçak alındı 436 milyon TL’ye. Cumhurbaşkanlığının 2015 yılı bütçesi, 445.556 asgari ücretlinin, 393.069 SGK emeklisinin ve 484.737 BAĞKUR emeklisinin bir aylık toplam maaşına denk. Ne kadar mı? 397 milyon TL. Ülkemizde şu anda işsizlik resmi olarak yüzde 10’u aşmış durumda. Gayri resmi olarak ise yüzde 25-30’lardan aşağı değil. Pahalılık ise ondan aşağı kalmıyor. O da yüzde 10’lara yaklaşmış hatta aşmış durumda resmi olarak. Yine gayri resmi olarak ya da gerçek hayatta yüzde 20’den aşağı değil. Sözde dünyanın en büyük 17’nci ekonomisiyiz ama Türkiye ekonomisi kimi ekonomistlere göre ilk beş, kimi ekono- kam aldık, denerek… mistlere göre de ilk üç en kırılgan ülke arasında. Ekonomistler büyük bir ekonomik krizin kapıda olduğunu söylüyorlar. Asgari ücret 891 TL. Yani “nerden baksan tutarsızlık nerden baksan ahmakça” bir harcama bu… Üstelik bunu yapan da sözde Müslüman, günde 5 vakit din alıp satan, halkı Allah’la aldatan, partisinin adı da Adalet ve Kalkınma olan birisi! Yani bunların adaleti de kalkınması da bu kadar. Ekonomisi böyle kötü bir ülkede, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kullanılan Çankaya Köşkü dururken ve ihtiyacı karşılamaya fazlasıyla yeterken bu masraf niye? Ve tüm bunlar neyin göstergesi? Pahalı Devletin, Parababaları devletinin göstergesi. Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) Programı’nda bu konu şöyle işlenmektedir: “UCUZ DEVLET “5- UCUZ YÖNETİM: Devlet, belediye, özel idare ve her türlü mahalli bütçelerle, her türlü Devlet ve yarı-resmi Ekonomi kurumlarında fuzuli, kırtasiyeci lükse, mirasyedice israflara son verilecek. “Bütçe, bugün olduğu gibi borç faizine, devletluların lüksüne ve Parababalarının vurgununa harcanmayacak. Yatırıma ve Halkımızın temel ihtiyaçlarının karşılanmasına gidecek. Böylece üretimimizle birlikte halkımızın mutluluğu da şahlanacak…” Bir Tayyip’in ve Tayyipgiller’in yaptıklarına bakın, bir de HKP’nin önüne koyduğu Demokratik Halk İktidarı ya da İkinci Kuvayimilliye Programı’na… İşin, konunun bir diğer yanı da şu: Tayyip, Birinci Kuvayimilliye’nin önderi Mustafa Kemal’in ve İsmet İnönü’nün de görev yaptığı Birinci Kuvayimilliye yadigârı bu binayı kullanmak istemiyor. Onlara sırtını dönüyor. Ve kendisine oy davarı haline getirilmiş kitlelere de mesaj verilmiş oluyor böylece; bakın, bizi dinimizden, imanımızdan, Kur’anımızdan eden adamlardan inti- lik sadece diğer kabilelere yönelikti. Evler de neredeyse bir örnekti. Bulunulan coğrafi bölgeye göre şekil alıyordu zorunlu olarak. Kimisi tek katlıydı, kimisi çift. Aşağıda soğuk havalarda hayvanlar kalıyordu üşümesinler diye. Yukarı katta da insanlar. Üstelik de o hayvanların sıcaklıkları da içeriyi ısıtmayı sağlıyordu kendiliğinden. Gelişen teknolojiyle birlikte binalarda da değişiklikler yapılmaya başlandı. Oda sayısı çoğalmaya, evlerin içine su getirilmeye, tuvaletler evlerin içine alınmaya başlandı. Oda sayısı da işlevine göre zamanla arttı. Günümüzde ise bildiğimiz gibi gökdelenler çağına girdik. Çok katlı binalar yapılıyor. Sonuç itibarıyla evin işlevi, doğadan kaynaklanan olumsuzlukları (yağmur, kar, sıcak, soğuk) engellemek ve yerleşik yaşamın sonucu olarak ihtiyaç duyulan yaşam malzemeleriyle donatılmış olmasıdır. İçinde yaşayan kişi sayısıyla orantılı olarak da büyüklükleri ve küçüklükleri değişmektedir. Ama normal şartlarda 2+1, ya da 3+1 denilen 80-120 m2lik evler zorunlu ihtiyaçları görmeye yetmektedir. Haa biraz daha büyük olursa örneğin 150 m2 gibi kötü mü olur? Elbette olmaz. Ama bunlar çekirdek aile diye ifade edilen anne-baba ve çocuklardan oluşan normal bir aile için yeterlidir. Ya ondan fazlası? O artık ihtiyaçtan çıkmakta, lükse kaçmaktadır. Lüksün sonu gelir mi? Gelmez elbette. İnsan Kapitalist Toplumun kaçınılmaz sonucu olarak hep daha fazlasını istemeye şartlanmaktadır. Parababalarının hep bana, hep bana; kâr, daha çok kâr, daha çok kâr anlayışının sonucu olarak zorunlu ihtiyaçlarını karşılamakla yetinmemekte daha fazlasını, daha lüksünü istemektedir. Dubleksler, tripleksler, villalar, havuzlu villalar, helikopter pistli evler vb. vb… İşte bir de bütün bunlarla bile yetinmeyenler var. Geçmiş çağlarda Konsüller, Kontlar, Senyörler, Krallar, Padişahlar için yaptırılan saraylarda yaşamak isteyenler Tayyip 1250 odalı sarayı neden ister? Saray hangi ihtiyaçtan kaynaklanır? Bildiğimiz gibi insanlık 1 milyon 700 bin yıldan bu yana var. Ve binlerce yıldır toplu bir hayat sürüyor. İlk insanlar, giysi olarak neredeyse çırılçıplak bir haldeydiler ve barınak olarak da mağaraları kullanıyorlardı. Ve hayvanları avlayarak beslenmelerini sağlıyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bu dönemi Avcılık olarak adlandırıyor bilim. Sonra insanlar hayvanları evcilleştirdiler ve hayvanlarını otlatmak ve Sürünün getirdiği maddi olanaklardan (et, süt, deri vb.) yararlanmak için sürülerinin peşinde o yayla senin bu yayla benim dolaşmaya başladılar. Bu dolaşma esnasında da barınma görevini çadırlar karşılıyordu. Bu döneme de bilim Sürü ekonomisi diyor. Gel zaman git zaman insanlık Tarımı keşfetti ve artık sürü peşinde koşmayı bıraktı. Tarım yapmak için oturuklaşmak gerekiyordu ve sabit barınaklara ihtiyaç vardı hem kendileri hem de hayvanları için. İşte ilk binalar böyle ortaya çıktı. İlk binalar insanların zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti ve çadır yaşantısının bir benzeriydi. Su, tuvalet vb. şeyler yine bina dışındaydı. İnsanlar sıcak havalarda yine dışarıda yatıyorlardı doğayla iç içe bir şekilde. Ve gökyüzündeki yıldızları seyrediyorlardı, doyasıya hayaller kurarak… Güvenlik diye bir sorun yoktu. Kapılar kapanmıyordu. Çünkü herkes aynı kabilenin, aşiretin, boyun üyesiydi. E, bunlar da birbirlerine zarar vermezlerdi ki… Güven- Osmanlı Tarihinin Maddesi eserinden Kişi Sarayı Yerine Kamu Yapısı Hikmet Kıvılcımlı “Göçebe Osmanlı, yerleşince Saray kurmadı mı? “Saray, toplum içinde bir tek kişi için: başka herkesinkinden muazzam yapı kurmaksa, ilk Osmanlı Türkü için böyle bir ayrıcalık yoktur. Klâsik Tarih, sanki Padişahın Sarayda oturmaması namusa dokunurmuş gibi, o gerçekliği kuşkulu deyimlerle sezdirir. O da ancak İkinci “Padişah” için. “Orhan Bey’in, Bursa’nın iç kalesinde bir Sarayı olduğu malûmdur. Lâkin, bunun Türklerden mi kaldığı, yoksa Rumlar tarafından mı yapıldığı belli değildir.” “Evliya Çelebi çağına dek Bursa’da başka bir Osmanlı “Saray”ı görülmez. Besbelli, Kale içindeki Saray, eski Bizans Tekfurundan kalmadır. Anlaşılan Orhan Gazi, boş duracağına, ele geçen Kale Sarayına ilk adımını atan Osmanlı İlb’idir. Medeniyet, eline esir düştüğü Tarihöncesi Toplumu böyle etkilemeye başlar yahut zehirler. “Osmanlı niçin “saraysız” kalmıştır? “Bir yol alıştığı çadırdan kolay ayrılamadığı ortadadır. Ama asıl neden: eşit Gaziler arasında kişi olarak sivrilmenin pek güç olduğudur. Medeniyette egemen sınıf eğilimi ve eğitimi bir insanın kişi olarak sivrilmemesini ayıp saydırabilmiştir. İlkel Sosyalist ahlâk için, kişi olarak sivrilmekten büyük ayıp, hatta günah olamaz. “Osmanoğulları, ilk yüzyıllar boyu Saray kurmayı hem kullara, hem Allaha karşı işlenmiş ayıp-günah saymıştır. Osmanlı, yapı düşmanı değildir. Yeter ki yapılacaklar, kişi sivriltmeye değil, kamu yararına olsun. Bunu, Bursa’nın ve ondan sonra ele geçecek bütün toprakların her yerinde sayısız örnekleriyle buluruz. “Bursa’da Osmanoğlu 3 hamam ile 600 dükkân yaptırmıştır. Ancak bu dükkânlar bile “Dar yerde yapıldığından bahçesi” bulunmayan yapılardır. “Kamu yararlığının en seçkin tipleri İnanç ve Ülkü alanlarında bulunur. Orhan Beyin içinden gelerek ilk yaptırdığı “Ev”, Tanrı evi: İğri Hoca’nın Mescididir. Osmanlı’da ilk kurulan “Zaviye” (Köşe: Tarikat yapısı): Şeyh Üdebâli’nin [Edebali’nin] kardeşi Ahi Şemsettin’in oğlu Ahi (Kardeş) Hasan’ın “Köşesi”dir. Ahi Hasan, Osman Gazi’nin Edebâli’ce cihangirliğe yorulmuş ünlü Rüya’sına karışmış bulunan Mal Hatun’un yeğenidir. “Ne var ki, Hasan, Padişah karısının yeğeni olduğu için değil, AHÎ (KARDEŞ) örgütten geldiği için, kendisine, Padişahların henüz hak edemedikleri bir özel yapı kurulmuştur. Bu Zaviye de gene Allahın gölgesinde, “Mescide bitişik” olarak yapılmıştır. “Kişi evi (Saray) yerine Kamu yapıları (Camiler, Medreseler, Yollar, Köprüler, Kervansaraylar, Kaleler, Hamamlar vb.) yaptırılması, Osmanlılığın Derebeyleşme çağına dek sürecektir. Bu eğilimin en canlı ör- nekleri, “Külliye”lerdir. Külliye’nin: ortasında Cami (İNANÇ EVİ), onun çevresinde Medrese (BİLİM EVİ) onun çevresinde Çarşı (İŞ EVİ) kurulmuştur. Böylece bütün insancıl ihtiyaçlar: (Ekonomi-Üstyapı) tümlüğü içinde maddeleşip sentezleşmiş bulunur. “KIR EVİ - KÖYLÜ DEVLETİ “Saraysız Devlet nasıl yürütülmüştür? “Herkes gibi Padişahın da oturduğu kendi “yükselmemiş” evinden... “1324 yılında Bursa’nın fethine ve Osmanlı Beyliğinin merkezi ittihaz edilmesine kadar, Osmanoğullarının Sarayları mevcut değildi. Bey, diğer Ümera gibi, kendi ailesi halkı ile birlikte bir evde oturur... Alelekser (çoğu) bir Kâtip, birkaç Çavuş ve Haberci ve bir kısım Muhafızdan ibaret yerdi. Yazın ise, ekseriya Bey evinin karşısındaki ulu çınarların serin gölgelikleri toplantı yeri olurdu.” “Burada bir “Devlet” var mı? “Var. “Kime karşı? “Açıkça: Dışarıya-Yabancılara karşı. Medeniyetin köleliğe yatkın sürüleri güdülecek. Dört yan Bizans keferesi dolu. O gibilere karşı birkaç muhafız. Toplumun bütün ocaklarına gerekli olayları duyuracak birkaç haberci. Ve Gaziler, “yazı” bilinmeyen bir Toplumdan geldikleri için, bir tek de Kâtip... “Cihangirliği, gökleri tutmuş ulu çınar gibi gönlünde yaşatan Osmanlılığın, bütün Devlet’i bu oldu. Ve bu gidiş, Bizans’ın ele geçtiği güne dek ana çizgilerinde değişmedi. Saray yok, Kır evi vardı. Devlet, her şeyiyle Köylü Devleti kaldı. (Osmanlı Tarihinin Maddesi Cilt I, Derleniş Yayınları, 2010, s. 173175) “A- PADİŞAH ve SARAY “(…) “Dünya Mezarı, Sınıflaşma Anıtkabiri Saray, derebeyleşmiş Osmanlılığın kardeş kavgası ile kurulur. Kardeş kanı içme ilkesi ile Bizans yıkıntıları içinde özentiyle geliştirilir. Tabu adam Padişah, tabu ortam Sarayın oyuncağına döner. Bu korkunç ve acıklı oyuncak Has Oda’lar, Enderun’lar, Birûn’lar gibi kat kat bohçalar içinde “Sakal-ı Şerif”e döndürülür. “Bostan korkuluğu Padişah, kendi “Devlet Sınıfları”na karşı bile, ancak ilkin Türk Kapucubaşılar, sonra hadım Haremağası Dârüssaâde ağaları ile kendisini savunma ve koruma kaygularına düşer. “SARAY: DÜNYA MEZARI “Osmanlı düzeninde Saray, ancak iktidar iyice Devletleştiği ölçüde saraylaştı. “Tam bağımsız” Osmanlı Hükümdarlığı kurulmadan Saray Saltanatı da sürülemezdi. İktidar için “Hükümdar nerede?” demiştik. Burada, Saltanat için de “Saray ne gezer?” demek yerinde olur. “Saltanat düşkünü Medeniyet yazar-bozarları, Osmanlılığı “Saray” da doğmuş, “Saray”sız olmaz bir Derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgân bunağı gibi var. İşte bunlardan bir tanesi de bizim Tayyip. Yukarıda da söylediğimiz gibi kendisine 1000 odalı (o da kesmedi 1250 odalı) “Saray” yaptırdı. Ve adına da saray dedi gerçekten: “Cumhurbaşkanlığı Sarayı!” Yaptırılan saray; Kremlin (Rusya), Buckingham (İngiltere) ve Beyaz Saray (ABD)’den daha büyük. Daha küçük devletlerinkini saymayalım bile… O zaman niye büyük, en büyük saray? Kendilerine; Tayyip’e ve Tayyipgiller’e sorarsanız: “Milletimizin ve Devletimizin itibarı” için. Yani “kendileri için bir şey istiyorlarsa namert”ler! İyi de “millet” orada yaşamayacak ki! Yaşayacak olanlar Tayyip ve Tayyipgiller. Devlet dediğin de soyut bir varlık. Bir maddesi, cismi yok ki. Madde, cisim kim? Her şeyden önce yönetim yani hükümet ve cumhurbaşkanı. Onlar da kim? Tayyip ve Tayyipgiller. Yani nerden baksan yine Tayyip! Üstelik itibar değiniz şey büyük saraylarda oturmakla kazanılmaz. Yaptığınız hizmetlerle, halkınıza sunduğunuz olanak- larla; sanayide, tarımda, kültürde, eğitimde gösterdiğiniz başarılarla, ülkenizi, devletinizi yükselttiğiniz seviyeyle ve halklara düşmanlık değil dostluklarınızla, mazlum ulus ve halklarla yaptığınız dayanışmalarla kazanılır. Küçük bir ülke, küçük bir devlet olabilirsiniz. Yüzölçümünüz küçük, yeraltı ve yerüstü servetleriniz az olabilir. Nüfusunuz az olabilir. Ama “itibarlı” bir devlet, bir ülke olabilirsiniz. “İtibarlı” bir lider olabilirsiniz. Yüzölçümünüz büyük, yeraltı ve yerüstü servetleriniz fazla, nüfusunuz çok olabilir. Ama eğer liderleriniz, ülkeyi yönetenler gerçek insan değil de sadece kendisini ve çevresini düşünenlerse, hırsız, vurguncu, soyguncu, talancıysa o zaman itibar kazanamazsınız. Üstelik de bütün o olanaklara rağmen ülkeniz her açıdan gelişmiş bir ülke değilse o zaman herkes tarafından hem eleştirilir hem de kınanırsınız. Alay edilir sizinle. Bu denli büyük olanaklara sahipler ama ülke geri diye. Burada fatura kime çıkar doğal olarak? Ülkeyi yönetenlere. İşte Küba. Küçücük bir ada ülkesi. 12 milyon nüfusa sahip. Yer altı ve yerüstü servetleri yok denecek kadar az. Ama Küba göstermeyi pek severler. Aslında “Saray”: her yerde, her zaman Medeniyet’in dünya “Mezar”ıdır. “Bütün Antika Medeniyetler, yarattıkları kanlı Sosyal Sınıf Savaşı yüzünden, “Mezar”ı dünya Sarayından çok süslemişler ve “Saray”ı, halktan kopuk, tabulaştırılmış ve tanrılaştırılmış zavallı “Baş”lara “Belâ” bir dünya Mezarı durumuna sokmuşlardır. “Sınıflı Toplum yeryüzünde kaldıkça, bunun başka türlü olması ne görülmüş, ne görülecektir. Devlet, toplumun üstüne sivrilen bir silahlı-cezaevli örgütçül tekel oldukça, üst-sınıflar zulme, alt-sınıflar soysuzlaşmaya mahkûmdur. İnsanoğlu, Toplumu bir Hapishane kılığına sokmuştur. Alt-sınıflar, Dünya Mezarı Bodrumların “pis Cezaevinde” mi kalıyorlar? Üst-sınıflar da, gene kendilerine kapalı bir dünya Mezarı yaptıkları Sarayların “süslü Cezaevinde” yaşarlar. “Bu bakımdan, silahlı, eşit, gerçekten hür İlkel Komuna insanı Göçebe Türk’ün, Medeniyet sürüleri içine girer girmez “Saray” yaşantısına büyük bir özenti duymayacağı kendiliğinden anlaşılır. Ancak özenmiş, özenmemiş ikinci meseledir. Osmanlı için, ilk Gazilik çağlarında, “Saray” diye ne bir olay, ne bir kavram yoktur. İlk Osmanlı’nın “Saray”ı bir Hapishane saydığı da bütün davranışlarından bellidir. “SARAY: SOSYAL SINIFLAŞMA ANITKABİRİ “Saray” nedir? “Siyasî iktidar Başını, halkın senli-benliliğinden uzak tutmak bahanesiyle halka düşman etmek için kurulmuş bir şatafatlı tuzaktır. Orada doğan, büyüyen insan, kendisini öteki insanlardan bambaşka bir yaratık durumunda bulur. Halk da kendisine o gözle bakar. “Bu durum, Tarihöncesi Toplumun Tanrı-Tapınak gelenek ve göreneklerinden kalmadır. İlk Sümer Kent’lerinde, “Kahramanların Ruhu” Tanrılaştırılıp Ziggurat tepesine oturtulmuştur. İlk Ziggurat, dağsız taşsız Irak düz bataklığı ortasında, balçık ve ziftten kat kat yükseltilmiş yapma tepeciktir. O tepeciğin üstü Tapınak olur. İçinde oturan Tanrı olur. Bu Halktan ayrılışın ilk kutsal sembolleşmesidir. “Saray: o Tapınak geleneğinden; Şah, Padişah: o Tanrı göreneğinden tıpa tıp taklit edilmiştir. Egemen sınıflar, Siyasi İktidar’larını popüler (halkça benimsenmiş) bir Kutsallık perdesi altında dokunulmaz kılmak için: O Tapınak-Tanrı gelenek-göreneklerini, bir zaman Tarihöncesinde doğarlarken, yerden göğe çıkartmışlardı. Şimdi Sınıflı Medeniyette bu yol gökten yere indirirler: Saray-Şah biçimine sokarlar. “Amaç yahut Eğilim apaçıktır: insanlığın sınıflara bölünüşünü bir daha geri dönülmez biçimlerde dondurup edebîleştirmek, meşrulaştırmak, kutsallaştırmaktır. Antika Toplumda Sosyal Sınıf Bölünüş, utançsızca elle tutulur biçimde objektifleştirilir ve somutlaştırılırdı. Bu Saray-Şah olurdu. “Demek bir yerde Saray ve Şah bulundu mu, orada kesince Sosyal Sınıflar bölümlenmiş demektir. O sınıflara parçalanışın, sınıfları birbirine düşürüşün ve toplum içinde insanı insana düşman edişin Anıtkabiri: Saray’dır. Bu “hazır mezarın bayat ölüsü” insan, yaşayan Devletin canlı Başkanı olan Kişi: Şah, Padişah vb. adlarını bir matahmış gibi takınır. “Bugün bize saçma ve gülünç gelen çalım, poz, Saray heveslileri hâlâ az mıdır?” (agy, s. 225, 227-228) hem ekonomik, hem siyasi, hem kültürel, eğitim, sağlık vb. alanlarda büyük bir gelişme içinde. Büyük bir “itibara” sahip. Hele liderleri? Hele liderleri?.. Fidel’i, Che’si… Herkes onlardan övgüyle söz ediyor. İnsanlık timsali önderler olarak söz ediyor. Niye? Çünkü onlar, ülkenin zenginliklerini kendi kişicil zevkleri için değil halkları için harcıyorlar da ondan. 1000 odalı, 1250 odalı saraylarda yaşamıyorlar. Lüks içinde değiller. Fidel, bir keresinde, devletim bana aylık 25 dolar maaş veriyor. Ve bu bana fazlasıyla yetiyor, diyordu. Ya bizimkiler? Ya Tayipgiller? Bana, hep bana, diyorlar. Fazla, daha fazla, diyorlar. Doymuyorlar. Yetinmiyorlar. Allah gözlerini doyursun desek doyarlar mı? Asla! Niye? Şundan: Bunlar asalak ve vurguncu bir Antika sınıfın, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcileridirler. Ve her egemen sınıf temsilcisi gibi kendilerini halktan, vatandaştan üstte tutmak, Devamı sayfa 15’te 4 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Daha ne desin?.. “Bugün kapitalizme canını, malını, namusunu teslim eden bir ülkenin yöneticisi kayıtsız şartsız Amerika’dır. Bağımsızlıkmış, Batı uygarlığıymış, özgürlük özerklikmiş, kişilik pişilikmiş, hukuk devletiymiş, sosyal devletçilikmiş, hepsi Emperyalizmin cebinde çıtırdattığı çerezdir. Siz Emperyalizmin etki alanına giren bir ülkeyi falan yaldızlı başbuğ ya da filan kılına dokunulmaz meclis mi güder sanırsınız? Aldanırsınız. Bugün kapitalist sömürünün hüküm sürdüğü her ülke, Amerikan PARA-CASUS-ORDU üçüzü dışında gık diyemez.” H ikmet Kıvılcımlı Usta, bundan 45 yıl önce: “1800 yılından beri Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor.” diyor ve kimin yönettiğini de şöyle yazıyordu: “Kapitalizmin egemen olduğu hiçbir ülkeyi kendisi yönetmiyor. Her milleti yaratan kapitalizm yönetiyor. Kapitalizm denen ejderhanın dizginleri 19’uncu Yüzyılda İngiliz’in elinde idi. 20’nci Yüzyılda Amerika’nın eline geçti. Bugün kapitalizme canını, malını, namusunu teslim eden bir ülkenin yöneticisi kayıtsız şartsız Amerika’dır. Bağımsızlıkmış, Batı uygarlığıymış, özgürlük özerklikmiş, kişilik pişilikmiş, hukuk devletiymiş, sosyal devletçilikmiş, hepsi Emperyalizmin cebinde çıtırdattığı çerezdir. Siz Emperyalizmin etki alanına giren bir ülkeyi falan yaldızlı başbuğ ya da filan kılına dokunulmaz meclis mi güder sanırsınız? Aldanırsınız. Bugün kapitalist sömürünün hüküm sürdüğü her ülke, Amerikan PARA-CASUS-ORDU üçüzü dışında gık diyemez.” (Hikmet Kıvılcımlı, Ya Birleşmek Ya Ölüm!) Bunun çok somut örnekleri var. Eşantiyon babından birkaç örnek verelim. Bildiğimiz gibi DP İktidarının Başbakanı A. Menderes atayacağı bakanları bile ABD Büyükelçiliği aracılığıyla ABD’ye sormadan atayamazdı. Özal döneminde IMF’nin (ABD’nin) onayı olmadan hiçbir yüksek bürokrat atanamazdı. Son bir yılda yaşanan iki olay da bunun yeni örneklerindendi. Bunlardan bir tanesi Türkiye’nin uzun menzilde ve alçak/orta/ yüksek irtifada hava savunmasını sağlamaya yönelik olarak almak istediği Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi idi. Buna yönelik ihale 26 Eylül 2013 tarihinde gerçekleştirildi. 3 firmanın katıldığı ihalede Amerikan Raytheon Co şirketinin ürettiği Patriot, Fransız-İtalyan ortak yapımı Eurosam SAMP/T, Rusya’nın ürettiği S-300 VM ve Çinli şirket CPMIEC’in ürettiği FD-2000 yarıştı. İhaleye Çin, 3.5 milyar dolar; Fransa-İtalya ortaklığı, 4.4 milyar dolar; ABD, 4.5 milyar dolar fiyat verdi. Çin, ortak üretim ve yüzde 30 yerli katkı önerdi; Fransız-İtalyan ortaklığı ve ABD ise ortak üretime yanaşmazken, yerli katkı oranını yüzde 10-12 arasında tuttu. İhaleyi 3.5 milyar dolar fiyat önerisi ve 80 puanla birinci sırada tamamlayan Çin, ortak üretim ve 1.1 milyar dolarlık iş payı sundu. Böylece en uygun teklifi veren Çin firması ihaleyi kazandı. Ama ihale birkaç ay sonra ertelendi. Bunun nedeni ise ABD’nin Çin füzelerini istemeyişiydi. Füzeyi Çin’le ortak üretmeyi planlayan Türkiye’nin asıl hedefi Yüksek İrtifa Gelişmiş Hava ve Füze Savunma Sistemi kurmaktı. Bu sistem Türkiye’nin de katıldığı bir üretim sürecini içerecekti. Bu ihalede de buna ilişkin şartlar vardı. Füzelerin tüm ekipmanlarının ortak üretilmesini ve sonraki süreçte de yerli hale getirilmesini istiyordu. ABD Emperyalistleri Türkiye’nin şart olarak öne sürdüğü ortak üretim konusunda, verdikleri 3 teklifte de buna yanaşmadılar. Patriotların denenmiş bir sistem olduğunda ısrar ettiler ve bunun yerine paket halinde satış sistemini önerdiler. Çin ortak üretilecek olan füzelerin teknik özelliklerinde Türkiye’nin ihtiyaçlarına göre önemli değişikliklere gitmişti. Bildiğimiz gibi bir Füze sistemi: 1-Arama radarı; 2-Takip radarı; 3-İmha bölümlerinden oluşuyor. Ayrıca bunların monte edildiği araçlara, kamyonlara ihtiyaç var. İşte Çin’le birlikte “Türkiye’de üretilecek olan füze savunma sistemlerinin taşınması ve havaya fırlatılması için BMC kamyonlarından yararlanılacak, 250 adet BMC kamyonu füze rampalarının taşıyıcı özelliğine göre modifiye edilecek”ti. ABD Emperyalistleri bu ihaleyi Çin’in kazanmasını ve Türkiye’nin bu teknolojiye ve füzelere sahip olmasını kabul etmediler. Niye? Çünkü Türkiye hep alıcı olarak, pazar olarak kalsın istiyorlardı. Sonuç olarak 26 Eylül tarihli Savunma Sanayi İcra Komitesi toplantısından sonra yapılan açıklamada Uzun Menzilli Füze Savunma Sistemleri ihalesini birinci sırada kazanan Çin’le görüşmelere başlanacağı açıklanmıştı. Ancak görüşmelere başlansa da sonuçlanmadan bitirildi. Daha doğrusu bitirilmek zorunda kalındı. AB-D Emperyalistleri buna izin vermediler. ABD, AB ve NATO yetkilileri ardı ardına açıkça tehdit dolu açıklamalar yaparak bu ihalenin iptalini ve ihalenin ya Fransız ya da Amerikan şirketine verilmesini istediler. Gerekçeleri de; “Türkiye’nin NATO üyesi bir ülke olduğu, dolayısıyla kullanacağı silahların da NATO standartlarına uygun ve uyumlu olması” idi. Örneğin İzmir Şirinyer’deki NATO Kara Komutanlığı Üs Komutanı Korgeneral Frederick Ben Hodges 23 Ekim 2013 tarihinde bu konuyla ilgili olarak şunları söylüyordu: “Tabiî ki her ülke kendi istediği sistemi almakta özgürdür ama bir ittifakın içinde olmanın temel kuralı, sistemlerin ve prensiplerin birbirleriyle eşgüdümlü olmasıdır” dedi. Türkiye’nin almayı planladığı sistemin NATO’nun anti-balistik füze sistemine hiçbir şekilde entegre olamayacağı için sorun olduğunu belirten Hodges sözlerine söyle devam etti: “Modern silahlar üretilirken, alt yüklenim, yazılım, taahhüt gibi bir dizi alt kalemle karşı karşıyasınız. Fişi takıp hiç sorun yaşamamayı bekleyemezsiniz. Güvenlik açıkları, siber erişim, korsanlık gibi bir dizi sıkıntılar var. Bence NATO Çin yapımı bir savunma sistemini kendi sistemiyle eşleştirmeye hiçbir zaman izin vermez ve vermemelidir. Amerikan, ya da Fransız malı almanız ya da işin ekonomisi değil önemli olan. NATO ile kullanamayacağınız bir malı alıyor olmanız.” (http://www.haber7.com/guncel/ haber/1087465-natodan-sert-cikis-cin-fuzesine-izin-vermeyiz) Bu tartışmalar başlayınca hükümet yaptığı ilk açıklamalarda “Biz egemen, bağımsız kendi kararlarını alabilen bir ülkeyiz” diyordu. Savunma Sanayi Müsteşarı Murad Bayer yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Milli üretim için adım olacak “(…) 2006’dan beri yürüttüğümüz çalışmalarda bizim için üç kriter vardı. Operasyonel başarı, yerli sanayi katkısı ve maliyet. Bu kriterleri en iyi karşılayan Çin firması oldu. Edineceğimiz deneyimleri kendi milli sistemimizi üretmek için ara adım olarak kullanacağız. Türkiye’nin bu kararı doğrudur. Ciddi bir yerli katılım olacak. Ateşlenecek füzelerin neredeyse tamamı Türkiye’de üretilecek. Füzeleri NATO’ya değil Türkiye’ye alıyoruz. Biz NATO sistemini kesinlikle Çin ile paylaşmıyoruz, Çin sistemini kurduk diye Çin’e kablo ile bağlanmadık. Sistemin NATO’ya tam entegrasyonu da mümkün” demişti.” (http:// ekonomi.haber7.com/gundem-veriler/haber/1088336-fuze-ihalesinde-flas-gelisme) Bakın ne güzel konuşuyor M. Bayer değil mi? Söyledikleri tamamen mantıklı ve doğru. Doğru ama doğruyu hayata geçirebilecek irade var mıydı bunlarda? Ne gezer… Aynen öyle oldu. Hatta bu tartışmalara Tayyip de katıldı. Hani Kambersiz düğün olmaz ya… Tayyip her zaman yaptığı gibi önce keskin bir çıkış yaptı. Efelendi ABD Emperyalistlerine. Ve şöyle söyledi: “Başbakan Kosova gezisinde gazetecilerin sorularını yanıtlıyor. “Sevilay Yükselir soruyor: “- Füze ihalesi kesinleşti mi? “- Biz Yüksek Kurul olarak kararımızı verdik. Şimdi SSM ile Çin tarafı ayrıntıları görüşüyor. Bu aşamadan sonra ancak Çin vazgeçerse ihale süreci durabilir. Teklifler kapalı zarf usulü ile alındı ve hepsini inceleyip öyle karar verdik. “- Peki NATO’nun kriterlerine uygun mu? “- Biz bağımsızlık hakkımıza müdahale ettirmeyiz. Ekonomik bağımsızlık konusundaki hakkımıza da müdahale ettirmeyiz. Kaldı ki füzeler NATO’nun standartlarına kesinlikle uyacak şekilde üretilecek...” (Melih Aşık, Milliyet, 26.10.2013) Breh breh breh… “Biz bağımsızlık hakkımıza müdahale ettirmeyiz” filan… Gören de gerçekten, samimiyetle, içtenlikle böyle söylüyor sanır. Yurtsever, antiemperyalist sanır Tayyip’i. Sen vatan ve ulus kavramı bilmeyen, tanımayan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcisisin. Sen Ortaçağcısın. Senin yüreğin yetmez böyle efelenmelere, ancak efelenmiş gibi görünürsün Türkiye insanlarını kandırmak, oylarını cukkalamak için. Sen ABD Emperyalistlerine, “beni deliğe süpürmeyin, kullanın” diyen adamsın. Dünya âlem bunu biliyor. Çin devlet televizyonunun haberine göre Obama, Tayyip’i iki kez arayarak uyarmıştı bu konuda. Ve bu baskılar sonucu ilk geri adım atıldı ve başlanılan görüşmeler istenildiği gibi gitmiyor, Çin vermesi gereken teknik destekleri vermiyor, deni- lerek ihalenin yenilenebileceği, diğer firmaların da tekliflerini yenileyebilecekleri bildirildi. ABD baskılarını arttırıyordu. ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel’in, Avrupa turu kapsamında 27 Ocak 2014’te Ankara’ya planlanan ziyareti iptal edildi. 1 Temmuz 2014 tarihli gazetelerde yer alan haberlerde; ABD’nin baskısıyla artık yılan hikâyesine dönen uzun menzilli hava savunma sistemleri ve füze projesinde, ihaleyi kaybeden şirketler için tekliflerin geçerlilik süresinin bir kez daha uzatıldığı yazıyordu. İhaleyi Çinli şirketin kazanmasından sonra ABD’li şirket ve İtalyan-Fransız ortaklığı için bu süre daha önce de iki kez uzatılmıştı. Yine bizzat Tayyip açıklama yaparak (biz buna Tayyip’e ABD tarafından yaptırılarak diyelim) Çin’in devre dışı kaldığını şöyle açıkladı: “Erdoğan’dan uzun menzilli füze açıklaması “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, uzun menzilli füze projesinde Çin ile devam eden görüşmelerde bazı uyuşmazlıklar çıktığını, bu görüşmeler devam etmekle birlikte ihale süresince teklifi ikinci sırada olan Fransa ile de görüşmeler yapıldığını söyledi. “Gazetelerde yer alan haberlere göre NATO zirvesi dönüşünde uçakta gazetecilere açıklamalarda bulunan Erdoğan, “Çin’le füze savunma sistemi görüşmelerinde ortak üretim ve knowhow meselesinde bazı uyuşmazlıklar çıktı. Buna rağmen arkadaşlar görüşmeye devam ediyor ama ikinci sıradaki Fransa yeni tekliflerle önümüze geldi. Şu anda Fransa ile de görüşmelerimiz sürüyor. Burada bizim için ortak üretim çok çok önemli” dedi.” (http://www.milliyet. com.tr/erdogan-dan-uzun-menzilli-fuze/ ekonomi/detay/1936958/default.htm) Yani Tayyip, hep olduğu gibi, bir kez daha söylediğini yalayıp yutmuştu. *** Güncel bir diğer somut örnek ise Türkiye’nin ürettiği ATAK helikopterinin ihracına ABD’nin izin vermemesi idi: “ABD, MİLLİ HELİKOPTER ATAK’IN İHRACINA İZİN VERMEDİ “(…) “Üretimi üstün başarıyla gerçekleştirilen milli helikopteri ihraç etmek isteyen Ankara, AH-1F Cobra helikopter filosunu yenilemek isteyen Pakistan’la dirsek temasına geçti. Pakistan lideri Navaz Şerif’in 16-18 Eylül tarihleri arasında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında bu konu gündeme geldi ve Şerif’e Atak’ın yetenekleri konusunda detaylı bir sunum yapıldı. İki ülke arasında helikopter ihracı için görüşmelerde belirli bir noktaya gelindiği de açıklandı. Türk yetkililer, sadece finansal getirisi için değil Atak’ın tanıtımı için de Pakistan’la yapılacak olan anlaşmanın çok önemli olduğunu belirtti. “İHRACATI İÇİN ABD’NİN ONAYI ŞART “Ancak Defense News adlı saygın savunma haber sitesine göre bu durum Pakistan’a Amerikan malı helikopterler satmak isteyen Washington’da rahatsızlık yarattı. Ankara’daki bir Amerikalı savunma endüstrisi yetkilisi siteye yaptığı açıklamada Atak helikopterinin motorunun Amerikan üretimi olduğunu hatırlatarak, ‘Bu motorun ihraç edilmesi için Washington yönetiminin ihracat lisansı vermesi gerekiyor. Bu konuda Washington’da hem siyasi hem endüstriyel parametreler göz önünde bulundurularak karmaşık tartışmalar yapılacağını sanıyorum’ dedi. “Gerçekten de Atak T-129’un motoru İngiliz Rolls Royce ve Amerikan Honeywell şirketlerinin ortak şirketi olan LHTEC adlı Indianapolis merkezli bir Amerikan firması tarafından üretiliyor. Helikopterin bu motorla Pakistan’a ihraç edilebilmesi için ABD yönetiminin onay vermesi gerekiyor.” (17 Ekim 2013 http://www.aktifhaber.com/abd-milli-helikopter-atakin-ihracina-izin-vermedi-870155h.htm) Ne oldu şimdi? ABD ben izin vermeden ihracat ne demek, diyor. Sen benim pazarıma nasıl el atabilirsin, diyor. Ve gördüğümüz gibi, Türkiye’nin yerli askeri sanayisini geliştirmesine izin vermiyor. Ve hayatın birçok hatta her alanında olduğu gibi askeri alanda da ülkemizin tamamen kendisine bağımlı bir şekilde kalmasını istiyor. Bunu sağlayabilmek için de her türlü kartını kullanıyor. Gördüğümüz gibi burada bir gerçekle daha karşılaşıyoruz. “Yerli” üretim denen ATAK helikopterinin bir anlamda en önemli parçası olan, onsuz olamayacak olan motor kimin üretimiymiş? ABD’nin. Yani biz ABD’den en önemli parçayı almışız. Sonra da diğer parçalarla monte etmişiz. Yani aslında üretimimiz bir anlamda montajmış… ABD bu tavrını daha önce de gösterdiği hatırlayacağımız gibi. Kıbrıs Harekâtı sırasında elimizdeki silahları kullanmamıza izin vermedi. Ve sonrasında da Türkiye’ye “Silah ambargosu” uyguladı yıllarca. Bizim Batılı emperyalistlerle rekabet edebilmemiz için kamu yatırımlarıyla yerli sanayimizi geliştirmemiz gerekir. Oysa bildiğimiz gibi kamunun elindeki tüm sanayi tesisleri özelleştirme adı altında yerli, özellikle de yabancı Parababalarına yeyim edildi. Onun yerine emperyalistlerin empo- ze ettikleri-izin verdikleri oranda montaj sanayii gelişti ülkemizde. Dünya çapında tamamen yerli, orijinal bir ürünümüz yok ne yazık ki… Yerli Finans-Kapitalistlerimiz de zaten uzun vadede kârlı hale geçecek böyle büyük yatırımlara girmek, ağır sanayiyi, teknolojiyi geliştirmek yerine uluslar arası Parababalarının acenteliğini, montajcılığını yaparak vurgunlarına devam etmeyi tercih ederler. Eşyanın tabiatı da bunu gerektirir zaten. Emperyalizm çağında burjuvazi eli ile kapitalizmini geliştirebilmiş tek bir ülke yoktur, olamaz. Bilindiği gibi yerli-yabancı Parababaları anlaşarak 1950’den bu yana, Birinci Kurtuluş Savaşı sonucunda kurduğumuz fabrikaları, kamu mallarını Özelleştirme adı altında ya yerli yabancı Parababalarına yeyim ettiler ya da üretimi son verdiler, arazilerine ise Alışveriş Merkezleri (AVM’ler) kurdular. Ki zaten Tayyipgiller, üretim nedir bilmeyen, üretimle hiç ilgisi olmayan, sadece aracılık yaparak kâr elde eden Antika Tefeci-Bezirgan Sermeye Sınıfının temsilcileridir. Dolayısıyla da onların üretim, sanayi, yerli sanayi diye bir dertleri yoktur. Onlar için biricik yöntem aracılık yaparak, komisyon alarak kâr elde etmek, dünyalıklarını biriktirmektir… *** Türkiye’nin ABD’ye bağlılığının-bağımlılığının en son örneğini geçtiğimiz günlerde yaşadık. ABD yapımı-üretimi IŞİD, önce Türkmenlere, sonra Ezidilere en sonra da Kobanê’deki Kürtlere saldırdı. Kobanê’yi ele geçirmek üzereydi ki, ABD devreye girdi ve buna izin vermem, dedi. Ve Fransa, İngiltere, Suudi Arabistan, Kuveyt vb. ülkelerden oluşan bir koalisyon oluşturarak IŞİD’e karşı hava saldırıları başlattı. Bununla yetinmedi, Barzani’ye bağlı Peşmergelerin de Kobanê’ye geçirilmesi için devreye girdi. İşte tam bu aşamada, zaten işin en ortasında bulunan Türkiye için zorluklar başladı. Tayyip ve Tayyipgiller hep bir ağızdan, Kobanê’ye silah ve malzeme, savaşçı geçişine izin vermeyiz dediler. Ardı ardına açıklamalar yaptılar. Kobanê’de yönetimi elinde bulunduran PYD’nin terörist bir örgüt olduğunu, ha PKK ha PYD olduğunu söylediler. ABD’ye, PKK’yi nasıl terörist olarak kabul ediyorsan PYD’yi de öyle kabul etmelisin, dediler. Ve direnmeye çalıştılar. Ama ABD bu. Uşakların direnmesine itibar eder, onların direnmelerini kabul eder miydi? Elbette etmezdi ve etmedi de. Önce PKK ve YPG’nin ayrı örgütler olduğunu, ABD için PYD’nin terörist örgüt olmadığını, dolayısıyla gerekli yardımları yapacaklarını söylediler. Baktılar ki iyilikle olmuyor o zaman emrivaki yoluna gittiler ve önce silah ve malzeme yardımını gerçekleştirdiler uçaklarla, sonra da Peşmergeleri ala-yı valayla topraklarımızdan geçirerek Kobanê’ye soktular. Türkiye ne yaptı bunun üzerine? Daha doğrusu ne yapabildi? Hiç!.. Hiçbir şey yapamadı. Tayyip, zaten ABD’ye ben önerdim vb. saçmalamalarda bulundu. Ama dünya medyası bunu yemedi tabiî. Şöyle yazdı bu konuda: “Dünya, Türkiye’nin U dönüşünü konuşuyor “Ankara’nın Kobani’de IŞİD’e karşı savaşan PKK bağlantılı PYD’ye yardımla ilgili çelişkili tutumu, dünya medyasında tartışma konusu oldu. Pek çok yayın kuruluşu, Türkiye’nin Kuzey Iraklı Kürt silahlı gücü peşmergelerin Kobani’ye geçişine izin kararının ‘beklenmedik’ olduğunu belirtirken, değişikliğin ABD’nin baskısıyla geldiğinin altını çizdi. İngiliz Financial Times gazetesi, birinci sayfadan verdiği haberde “Türkiye, ABD baskısıyla Kobani’de dramatik bir U dönüşü yaptı” başlığını kullandı. BBC de karar değişikliğini ‘U dönüşü’ olarak niteledi. Amerikan New York Times, kararı ‘uluslararası baskının’ yansıması olarak değerlendirdi.” (22 Ekim 2014, www. zaman.com.tr/dunya_dunya-turkiyenin-u-donusunu-konusuyor_2252261.html) Yine 20 Ekim tarihli The Wall Street Journal Gazetesi’ndeki haber şöyleydi: “ABD’nin Suriyeli Kürtlere silah yardımında bulunması ülkenin bölgede yaşanan çatışmaya daha fazla dahil olacağı anlamına gelirken, Türkiye’nin bu silah yardımına muhalefetine karşı gerçekleşiyor. (http://www. wsj.com.tr/articles/SB1200319230805107 3864504580225414241865150) Yine ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Marie Harf, 21 Ekim tarihinde Kürt Haber Kanalı Rudaw’ın sorularını yanıtlarken bu konularla ilgili olarak şunları söyledi. ABD yetkilileri bazen eldivenli konuşurlar. Bazen de çok açık. İşte bu konuşmada da açık açık söylüyor söyleyeceklerini: “Rûdaw sordu – Harf cevapladı: PYD’yi terörist olarak görmüyoruz! “(…) “Türkiye’nin, Kürdistan Bölgesi Peşmerge Güçleri’nin Kobani’ye geçmesine izin verdiği yönündeki sorulara Harf, “Türkiye’nin bu tavrından memnuniyet duyduk” dedi. “Rûdaw: Türkiye’nin koalisyonda etkin rol almak için “tampon bölge” şartı vardı. Bu konuda Türkiye’ye herhangi bir söz verdiniz mi? “Marie Harf: Bu konudaki tavrımız aynı. Türkiye ile konuyu görüşüyoruz. Sanırım bu konu ele alınmaya devam edecek.. 12’de 5 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Elektrikte vurgun… U luslararası Finans-Kapitalistler, on yıllardır (özellikle 1950’den bu yana) Türkiye’yi sağmal sürü gibi sömürüyorlar. Yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalamak, Birinci Kurtuluş Savaşı sonrası özellikle Sovyetler Birliği’nin maddi ve teknik yardımlarıyla kurulmuş Kamu Mallarını (Sümerbank, TEKEL, Türk Telekom, PETKİM, EBK, Şeker fabrikaları, Alüminyum fabrikaları vb.ni) Özelleştirme adı altında iç etmek için her türlü çabayı gösteriyorlardı. Ve bu amaçlarına da esas olarak 24 Ocak 1980’de Turgut Özal tarafından hayata geçirilen ekonomik önlemler paketiyle kavuşmuş oldular. 12 Eylül Faşist Darbesi de zaten bu halk düşmanı projeyi hayata geçirmek için gerçekleştirilmişti. O tarihten itibaren “Serbest Piyasa Ekonomisine Geçiş” adı altında çok yoğun bir şekilde Kamu Malları “Özelleştirilmeye” başlandı. Bu süreç sonraki yıllarda da artarak devam etti. Artık iktidara gelen-getirilen her parti “Özelleştirme”yi savunuyor ve ne kadar çok özelleştirme yaptığıyla övünüyordu. Bu peşkeşi Tayyipgiller iktidarı da aynen benimsedi. Daha doğrusu kendisini iktidara getiren ABD Emperyalistlerinin ekonomik vurgun ve talan örgütleri olan IMF ve Dünya Bankası’nın emirlerini harfiyen yerine getirdi. Maliye Bakanlarından Kemal Unakıtan (pespayelikte, çapsızlıkta, kalitesizlikte en önde gelenlerinden bir tanesiydi Tayyipgiller’in) Kamu Mallarından olan Sümerbank için “adını Tarihten sileceğiz” diyerek kamu mallarına olan düşmanlıklarını açıkça ve pervasızca itiraf etti. Öyle de yaptılar. Özelleştirilmedik kamu malı neredeyse kalmadı. Henüz özelleştirilmeyen birkaç kurum da (Otoyollar, Köprüler) sırada… İşte biz bu yazı dizimizde bir kamu malı olan elektrik üretim ve dağıtımının özelleştirilmesinin ve yerli Parababalarına peşkeş çekilmesinin üzüntü verici hikâyesini anlatacağız. Önce elektrik üretim ve dağıtım işi özelleştirildi 15 Temmuz 1970 tarihinde çıkarılan bir kanunla elektriğin üretim, iletim, dağıtım ve ticaretini yapmak amacıyla Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) statüsünde, Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kuruldu. TEK, 12 Ağustos 1993 tarihinde Türkiye Elektrik Üretim İletim AŞ (TEAŞ) ve Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ) adı altında iki ayrı KİT olarak yeniden yapılandırıldı. 1994’te TEAŞ ve TEDAŞ’ın tüzel kişiliklerini elde etmelerinin ardından üretim ve iletim hizmetleri; TEAŞ’a, dağıtım hizmetleri ise TEDAŞ’a verildi. Ayrıca 2001 yılının başlarında çıkarılan kanunla da TEAŞ; Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ), Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ) ve Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt AŞ (TETAŞ) adı altında, üç ayrı KİT olarak yeniden düzenlendi. İşte bunlardan Elektrik Üretimi ve Dağıtımı, Özelleştirmeye uğrayan alanlardan bir tanesi oldu. Elektrik İletimi ise şimdilik kamuda. 233 Sayılı “Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile yapılan düzenlemede TEK, Kamu İktisadi Kuruluşu (KİK) olarak yer almış ve çalışmalarının da kamu hizmeti niteliğinde olduğu tanımlanmıştır. Ancak, 1993 yılında çıkarılan 93/4789 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile TEK iki ayrı İktisadi Devlet Teşekkülü’ne ayrıştırılmış, böylece üretmiş olduğu hizmetlerin de kamu hizmeti kapsamından çıkarılması sağlanmıştır. Elektrik dağıtım şebekelerinin özel sektör eliyle işletilmesi amacıyla ilk özelleştirme girişimine 1989 yılında başlanmıştır. Bu yıllarda 3096 Sayılı Yasa çerçevesinde ilk olarak Kayseri ve Civarı Elk. TAŞ, Çukurova Elk. AŞ. Kepez AŞ. ve Aktaş Elk. AŞ. ilgili bölgelerinde elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti ile görevlendirilmişlerdir. Aynı kapsamda görevlendirilen şirketlerden bazıları, verilen görevlendirmelerin iptal edilmesi üzerine yargı yoluna başvurmuş ve birçoğu davalarını kazanmışlardır. Yapılan görevlendirmelerin hukuksal zemine oturmaması ve dava konusu olması iktidarı değişik modeller aramaya itmiş ve 3096 Sayılı Yasa’dan sonra sırasıyla, önce Yap-İşlet-Devret modeli olarak bilinen 3996 Sayılı Yasa devamında da Yap-İşlet modeli olarak bilinen 4283 Sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir. Bu modellerin uygulamaya konulma- sı, işletmede yaşanan sorunları çözümlemediği gibi tarifelerin yükselmesi ve yatırımların mahsuplaşılması gibi konularda da sıkıntılar yaratmış ve beklenen yararların sağlanamayacağı görülmüştür. Yapılan özelleştirmelerin nasıl acı bir reçete olduğu da, gerek uygulamalarda gerekse yargı kararlarında açıkça ortaya çıkmıştır. Yaşanan bu acı deneyimlere karşı özelleştirme politikasından vazgeçilmemiş, uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda yine İngiltere’den alınan bir model ile “Elektrik Sektörünün Yeniden Yapılandırılması” adı altında “serbestleştirme” ve “özelleştirme” amacına dönük olarak 2001 yılında 4628 Sayılı Elektrik Piyasası Yasası hayata geçirilmiştir. ( Elektrik Özelleştirmeleri Raporu, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, 42. Dönem Enerji Çalışma Grubu, Ankara, Mart 2012 ) Elektrikteki vurgun süreci 04.12.1984 tarihli ve 3096 Sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ile Türkiye Elektrik Kurumu dışındaki, özel hukuk hükümlerine tabi sermaye şirketleri statüsüne sahip yerli ve yabancı şirketlerin elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti ile görevlendirilmesi düzenlenmiştir. Bu Kanun ile nükleer santraller hariç diğer elektrik üreten santrallerin özel sektör aracılığıyla yapılması ve/veya işletilmesinin önü açılmıştır. Bu kanunun uygulanmasında ana olarak iki model uygulanmıştır. Bunlardan birincisi “Yap-İşlet-Devret (YİD)” Modeli”, diğeri de “Yap-İşlet (Yİ)” Modelidir. YİD, bir altyapı tesisinin özel sektör tarafından tasarlanıp, finansmanının sağlanarak inşa edilmesi ve yapılan yatırımın bedelinin (kâr dahil) geri ödenmesini sağlayacak bir süre kadar işletilip, sürenin sonunda tesislerin bedelsiz olarak kamuya devrini öngören modeldir. Yap-İşlet (Yİ) ise bir altyapı tesisinin özel sektör tarafından tasarlanıp, finansmanının sağlanarak inşa edilmesi ve hizmetin ifa edilmesini öngören modeldir. Bu modelde yatırımın kamuya devir zorunluluğu bulunmamaktadır. Ülkemizde Yİ modeli sadece elektrik üretimi sektöründe uygulanmış olup, yasal çerçevesini 16.07.1997 tarih ve 4283 Sayılı “Yap-İşlet Modeli İle Elektrik Enerjisi Üretim Tesislerinin Kurulması ve İşletilmesi İle Enerji Satışının Düzenlenmesi Hakkında Kanun” teşkil etmektedir. 4283 Sayılı Kanun ile Yİ modeli ile üretim şirketlerine ülke enerji plan ve politikalarına uygun biçimde elektrik enerjisi üretmek için mülkiyetleri kendilerine ait olmak üzere termik santral kurma ve işletme izni verilmesi ile enerji satışına dair esas ve usuller düzenlenmiştir. Hidroelektrik, jeotermal, nükleer santraller ve diğer yenilenebilir enerji kaynakları ile çalıştırılacak santraller bu Kanunun kapsamı dışında bulunmaktadır. Söz konusu model sadece termik santrale dayalı enerji sektörü projeleri için uygulanabilecek niteliktedir. Doç. Dr. H. Yurdakul Yiğitgüden’in hazırladığı tablo bunu göstermektedir: Elektrik üretimi özelleştirmeye açıldı Hayatın her alanında kullandığımız elektrik çeşitli kaynaklardan üretiliyor. Bunlar; Kömür (Kömür; Taş Kömürü, Linyit, Asfaltit, Petrokok ve Kok toplamını ifade etmektedir.), Doğalgaz, Petrol, Hidrolik, Odun, Hayvan ve Bitki Artıkları, Jeotermal, Güneş, Rüzgâr, Biyoyakıt, Kaya Gazı ve Nükleer’dir. Bütün bu enerji kaynakları da; Bitümlü Şist (Oil Shale) Santrallerinden Biyokütle Santrallerine, Dalga Enerjisi Santrallerinden Doğalgaz Santrallerine, Fuel-Oil Santrallerinden Gel-git Enerjisi Santrallerine, Güneş Panelleri (PV)’den Güneş Santralleri (CSP)’ye, Hidroelektrik Santraller (Rezervuarlı)’dan Hidroelektrik Santraller (Akarsu)’ya, Hidroelektrik Santraller (Pompaj Depolamalı)’dan Jeotermal Santrallere, Kömür Santrallerinden Nükleer Santrallere, Rüzgar Santralleri (Karadakiler)’den Rüzgar Santralleri (Kıyı Ötesindekiler)’e, Turba Kömürü Santralleri’ne kadar değişik santrallerde işlenmekte ve enerji üretmektedirler. Ülkemizde henüz Nükleer santrallerden enerji üretilmemektedir. Yine kimi enerji kaynakları da, örneğin Kaya Gazı gibi, kullanılmamaktadır. Ülkemizde kullanılan enerji kaynakları Kömür (kömür; taş kömürü, linyit, asfaltit, petrokok ve kok toplamını ifade etmektedir.), doğalgaz, petrol, hidrolik, odun, hayvan ve bitki artıkları, jeotermal, güneş, rüzgâr, biyoyakıt’tır. İşte bütün bu yakıtları işleyerek elektriğe dönüştürme görevi Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ)’a verilmişti. Elektrik Üretim AŞ (EÜAŞ)’ye bağlı santraller ise 1989 tarihinde çıkartılan bir kanunla özelleştirilmeye açıldı. Ve o günden bu yana bir yandan var olan üretim santralleri özelleştiriliyor, diğer yandan yeni santralleri genellikle özel sektör kuruyor. Kamu artık eskisi kadar santral kurmuyor. Bu özelleştirme ve yeni santral kurmama sonucunda da kamunun elektrik üretimindeki payı sürekli olarak düşüyor. Doğal olarak da özel sektörün payı büyüyor… Şimdi bunu bizzat TEÜAŞ’ın hazırladığı “Elektrik Üretim Sektör Raporu 2013”ten okuyalım: “Elektrik Enerjisi Sektörü Reformu ve Özelleştirme Strateji Belgesi çerçevesinde EÜAŞ mülkiyetindeki 28 adedi hidroelektrik ve 18 adedi termik olmak üzere toplam 46 santralın özelleştirilmesine yönelik çalışmalar 2013 yılı içerisinde de yürütülmüştür. “EÜAŞ, 2013 yılı sonu itibariyle, 12,918 MW kurulu güce sahip 69 hidroelektrik ve 10,864 MW kurulu güce sahip 17 termik santrale sahip olup, toplam 23,782 MW kurulu gücü ile Türkiye kurulu gücünün % 37.1’ini (2012’de % 43.4) ve Türkiye elektrik enerjisi üretiminin ise % 33.4’ünü (2012’de % 37.8) karşılamıştır. 2013 yılı sonu itibariyle 240.1 milyar kWh olarak gerçekleşen Türkiye elektrik üretimi miktarının 80.1 milyar kWh’i EÜAŞ tarafından gerçekleştirilmiştir. “(…) “EÜAŞ’ın Türkiye’deki konumuna bakıldığında ise gerek kurulu güç olarak gerekse de elektrik üretim değerleri açısından 2013 yılında da lider konumda olduğu görülmektedir. “Ancak, EÜAŞ’ın Kurulu gücünde 2012 yılına göre 2013 yılında % 4’lük bir düşüş yaşanırken, aynı yıllarda özel sektörde artış oranları 2012 yılı için % 12.2, 2013 yılı için ise % 24.6 olarak gerçekleşmiştir. Elektrik üretiminde ise, EÜAŞ tarafında 2012 yılında yaşanan % 1.9’luk düşüş, 2013 yılında da özelleştirmelerin büyük etkisiyle sürmüş ve bir önceki yıla göre % 11.5’lik bir azalma yaşanmıştır. Özel sektörün elektrik üretim rakamları ise 2012 yılındaki % 8.7’lik bir artışı gösterirken, 2013 yılında bu artış biraz hız kesmiş ve % 7.5 olarak gerçekleşmiştir. “(…) Bu gelişmeler dışında kısa ve orta vadede, özel sektörün devreye alacağı yeni santrallerle elektrik piyasasında çok daha fazla pay sahibi olacağı görülmektedir. “Bunun yansıması olarak elektrik üretiminden satışlarda, İstanbul Sanayi Odasının verilerine göre 2008-2010 döneminde 3 yıl arka arkaya 2. sırada yer almasına rağmen EÜAŞ, 2011 yılında 4. ve ardından 2012 yılında da 5. sıraya gerilemiştir. (…) Kurulu güç rakamları, Enerjisa Enerji Üretim A.Ş.’nin 2013 sonu itibariyle en yüksek kurulu güce sahip özel elektrik üretim şirketi haline geldiğini göstermektedir.” “Türkiye enerji sektöründe büyüme rakamları, gelişmiş ülkelere kıyasla oldukça yüksektir. Son 10 yılda Türkiye elektrik ve doğal gaz talep artış oranları bakımından Avrupa’da ilk sırayı almak- tadır. 2012 itibariyle yaklaşık 75.6 milyon nüfusa sahip olan Türkiye’de kişi başına enerji tüketiminin % 2.58 artışla 1588 kep (kilogram eşdeğer petrol), elektrik tüketiminin ise % 3.49 artışla 2577 kWh olduğu hesaplanmıştır. “(…) “2013 yılında elektrik tüketimimiz bir önceki yıla (242.4 milyar kW-saat) göre % 1.28 artarak 245.5 milyar kW-saat, elektrik üretimimiz ise bir önceki yıla göre (239.50 milyar kW-saat) hemen hemen hiç değişmeyerek (+% 0,3) 240.15 milyar kW-saat olarak gerçekleşmiştir. “Kaynaklar açısından bakıldığında, 2013 yılı itibariyle, toplam elektrik üretiminin % 43.8’i doğalgazdan, % 26.2’si kömürden, % 24.7’si hidrolik kaynaklardan, % 3.1’i rüzgardan, % 1.0’ı sıvı yakıt ve asfaltitten, % 1,0’ı atık ve jeotermalden karşılanmıştır. 2012 yılı ile kıyaslandığında rüzgâr, doğalgaz ve hidrolik kaynaklardan yararlanma oranı artarken, kömürün oranında düşme görülmüştür. EÜAŞ’ın bu üretimde 2011 yılında sahip olduğu pay % 40.4’den, 2012 yılında % 37.8’e, 2013 yılında ise 3 santralın özelleştirilmesiyle birlikte % 33.4’e düşerken, geri kalan % 66.6’lık üretim ise özel sektör tarafından karşılanmaktadır.” Raporun verileri çok açık: Kamunun (EÜAŞ’nin) elektrik üretimindeki payı giderek azalmakta, özel sektörün payı ise giderek yükselmektedir. Ve bu süreç hızlanarak devam edecek, kamunun payı sıfırlanacaktır bu gidişle. Özelleştirmeye giren elektrik üretim santrallerini yabancı tekellerle ortaklık kurmuş yerli Parababaları, Finans-Kapitalistlerin şirketleri satın almaktadır; EnerjiSA Enerji Üretim AŞ, Aksa Enerji Üretim AŞ, Zorlu Enerji Elektrik Üretim AŞ, Akenerji Üretim AŞ, Soma Elektrik Üretim ve Tic. AŞ, Park Termik Elektrik San. ve Tic. AŞ, İçdaş Çelik Enerji ve Tersane ve Ulaşım San. AŞ, Eren Enerji Elektrik Üretim AŞ gibi… Dikkat çeken bir nokta olarak da şunu belirtelim ki, elektrik üretimi içinde özel sektör şirketi olarak en büyük payı Sabancı’nın EnerjiSA’sı almaktadır. Ve yine raporun verilerine göre rüzgâr, doğalgaz ve hidrolik kaynaklardan yararlanma oranı artarken, kömürün oranında düşme görülmektedir. Bu da HES ve RES’lerin artacağının göstergesidir. Yani akarsularımız (nehirlerimiz, derelerimiz), açık alanlarımız daha fazla yağmaya uğrayacak demektir… Burada bir şeyi belirtmeden geçmeyelim: Biz elbette enerji üretiminin kamu eliyle olmasını istiyoruz. Her alanda olduğu gibi enerji üretimi alanında da özelleştirmeye karşıyız. Ama biz aynı zamanda (Nükleer enerji dahil) tekniğin son sözü enerji kaynaklarının kullanılmasından da yanayız. En modern, en güvenli, en çevre- Tablo: 3096 ve 4283 sayılı Kanun kapsamında uygulanan modeller Yap-İşlet-Devret Modeli Yap-İşlet Modeli İşletme Hakkı Devri Modeli (Üretim) İşletme Hakkı Devri Modeli (Dağıtım) Otoprodüktörlük Uygulaması Bu model yeni ve henüz tamamlanmamış olan hidroelektrik ve termik santrallara uygulanabilmektedir. Özel sektör finansmanını temin ederek tesisi kurarak, işletir ve sözleşme süresinin bitiminde devlete devir eder. Bu model yeni termik santrallara uygulanabilir. Özel sektör finansmanını temin ederek tesisi kurar, işletir ve sahip olur. Ürettiği elektriği belirli bir süre belirlenen tarife üzerinden TEAŞ’a satar. Bu model ile TEAŞ’a ait elektrik üretim santralları belirli bir bedel karşılığında özel sektöre sözleşme süresi boyunca devredilir. Bu model ile TEDAŞ’a ait dağıtım tesesleri belirli bir bedel karşılığında özel sektöre sözleşme süresi boyunca devredilir. Bu uygulama ile sanayi kuruluşlarına kendi elektreklerini üretme imkanı tanınır. ci, en sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiş üretim kaynaklarının kullanılmasından yanayız. Doğaya, Çevreye, Tarihe, Hayvanlara, Bitkilere ve tabiî İnsana zarar vermeyecek, ya da en az zarar verecek kaynakların kullanılmasından yanayız. Öbür türlüsü, şu anda olduğu gibi dışa, büyük Batılı Emperyalist devletlere bağlılığı getirir. Sanayileşmemizin önünde engel olur. Demokratik Halk İktidarında buna izin vermeyeceğiz. Ne kendi kaynaklarımızın ne de başkasından aldığımız kaynakların Uluslararası Parababaları tarafından kullanılmasına izin vermeyeceğiz. Elektrik dağıtımının özelleştirilmesi süreci Elektrik üretiminin özelleştirilmesinden sonra sıra dağıtım şirketlerine geldi. Türkiye Elektrik Dağıtım AŞ (TEDAŞ)’a bağlı enerji santralleri, Türkiye belli başlı bölgelere ayrılarak, her bölgeye de birkaç şehir bağlanarak özelleştirildi. 21’e ayrılan dağıtım bölgelerini değişik Finans-Kapital Şirketleri satın aldı. Bunlar; Sabancı’dan (EneriSA) Kazancı’ya (Aksa), Kiler’den (Kiler Holding) Akkök’lere (Ak Enerji), “milletin a.ına koy”an M. Cengiz ve Ortakları N. Özdemir (Limak Holding)-N. Koloğlu’dan (Kolin İnşaat) Çalık’lara, Yıldızlar’dan Türkerler’e toplam 13 Finans-Kapitalist şirketiydi. Tabloda da gördüğümüz gibi, özelleştirmeden aslan payını 4 dağıtım bölgesini alan Limak-Kolin-Cengiz ortaklığı almıştır. (Cengiz ayrıca Alarko’yla ortaklıkla dördüncü bölgeyi de almıştır.) 3 dağıtım bölgesini Sabancı’nın EnerjiSA’sı almıştır. Ve daha sonra 2 bölgeyle Aksa Enerji ve 1’er bölgeyle Ak Enerji, Kiler, İÇ Holding, Yıldızlar, Çalık, Elsan-Tümaş-Karaçay, Aydem Elektrik-Bereket Enerji, İşkaya Doğu OGG ve Türkerler İnşaat gelmiştir. Sabancı’nın EnerjiSA’sı; Başkent Elektrik Dağıtım AŞ’yle Ankara, Kırıkkale, Zonguldak, Bartın, Karabük, Çankırı, Kastamonu’yu; Anadolu Yakası Elektrik Dağıtım AŞ’yle İstanbul Anadolu Yakası’nı ve Toroslar Elektrik Dağıtım AŞ’yle Adana, Gaziantep, Hatay, Mersin, Osmaniye, Kilis’i almıştır. EnerjiSA’nın Elektrik dağıtımını gerçekleştirdiği toplam şehir sayısı 13+ İstanbul Anadolu Yakası’dır. Limak-Kolin-Cengiz ortaklığı; Çamlıbel Elektrik Dağıtım AŞ’yle Sivas, Tokat, Yozgat; Uludağ Elektrik Dağıtım AŞ’yle Bursa, Balıkesir Çanakkale, Yalova; Boğaziçi Elektrik Dağıtım AŞ’yle İstanbul Avrupa Yakası; Akdeniz Elektrik Dağıtım AŞ’yle Antalya, Burdur, Isparta’yı almıştır. Liman-Kolin-Cengiz ortalığının aldığı toplam şehir sayısı 10+İstanbul Avrupa Yakası’dır. Cengiz ayrıca, Alarko-Cengiz ortaklığıyla Meram Elektrik Dağıtım AŞ’ye bağlı Kırşehir, Nevşehir, Niğde, Aksaray, Konya, Karaman’dan oluşan 6 şehri daha almıştır. Aksa Enerji; Çoruh Elektrik Dağıtım AŞ’yle Trabzon, Artvin, Giresun, Gümüşhane, Rize; Fırat Elektrik Dağıtım AŞ’yle Elazığ, Bingöl, Malatya, Tunceli’den oluşan toplam 10 şehrin elektrik dağıtım işini almıştır. Yani toplam 4 şirket ve ortaklık toplam 40 şehrimizin elektrik dağıtımını üstlenmiştir. Ve aldıkları bu bölgeler-şehirler, elektrik kullanımının en çok olarak kullanıldığı, sanayileşmenin ve nüfusun yoğun olduğu yerlerdir. Yani bu özelleştirmenin de kaymağını yerli yabancıFinans-Kapitalistler yemektedir. Ve yine aynen üretimde olduğu gibi Sabancı’nın EnerjiSA’sı dağıtım işinde de lider konumdadır. Diğer 9 şirket de kalan 41 ilimizin elektrik dağıtımını almıştır. Tabiî bunların da çoğu Finans-Kapital şirketleridir, Akenerji, Çalık gibi… Gelecek sayıda: Elektrik üretiminin ve dağıtımının özelleştirilmesinin sonuçları-Perakende satış ve yeni vurgun alanları 6 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Konuşmaları (2) Geçen sayıdan devam Pınar Akbina Yoldaş: Şimdi Yoldaşlar, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın yaşamı ve mücadelesini anlatmak üzere Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Yöneticisi, aynı zamanda Gezi Direnişi’nde çok aktif olan Ankara Direniyor grubunun kurucusu ve Kurtuluş Yolu Gazetesi’nin Sorumlu Yazıişleri Müdürü Kubilay Akçay Yoldaş’ı davet ediyorum. (Alkışlar…) *** Kubilay Akçay Yoldaş: Merhaba yoldaşlar. Bana ayrılan kısa süre içinde Hikmet Kıvılcımlı’nın hayatını anlatmak ne mümkün. Ama elimizden geldiğince size aktarmaya çalışacağım. 1902 yılında Makedonya’nın Priştina şehrinde doğdu. Doğar doğmaz onu işgaller, isyanlar, baskınlar karşıladı, daha çocuk yaşta babasız kaldı. Savaş ve işgal yıllarında annesi ve teyzesi ile birlikte Türkiye’ye göç etti. Ege’de öğrencilik ve zorunlu işçilik yaptı. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşında, emperyalist sömürgecilere karşı eğitimini yarıda bırakarak, Kuvayimilliye gönüllüsü, işgale karşı silahlı direnişçi, Yörük Ali Efe’nin kızanı, 17 yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye Askeri Kumandanı oldu. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı yıllarında sırım gibi genç bir delikanlı olan Kıvılcımlı sosyalizmle tanıştı. Türkiye Komünist Partisi kurucuları arasında yer aldı. 1921’de TKP’nin en genç kurucu üyesi, 1925’te TKP 2. Kongresi’nde Merkez Komitesi’ne seçilerek “Genç Komünistler Reisliği” görevini üstlendi. Çocukluğunun sürgün ve savaş yıllarında bir elinde silah emperyalizme karşı mücadele verirken, bir yanda da okumayı hiç bırakmadı. 1921 yılından itibaren, kimi zaman değişik isimlerle; Kurtuluş, Aydınlık, Bursalı Yoldaş, Vazife Dergilerine yazılar yazdı. Yoldaşlarıyla beraber TKP’nin Merkez Yayın Organı’nı çıkardı. Gerici Şeyh Said’in başını çektiği Kürt isyanları nedeni ile 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile birlikte İstiklal Mahkemesinde yargılandı, komünist olması tutuklanmasına yetti, 10 yıl kürek cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla serbest kaldı. Özgürlüğü çok sürmedi. 1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir‘in partiden ayrılması ve parti arşivini polise teslim etmesi ile birlikte yeninden tutuklandı. Bir süre sonra serbest kaldığında yeniden partiyi ayağa kaldırmak için çalışmalara girişti. Devrim cephesini bir an bile terk etmemiş, kendi tabiri ile “Kara toprağın kuru öküzü” gibi yaşamıştı. 27 yaşında “ameleden adamları başa getirmek suçundan” yargılandı. 4,5 yıl hapis cezası veren Mahkeme Heyetine “4,5 yıl Kızıl bir profesör olmak için iyi bir süre” cevabını verdi ve sözünde de durdu. Elazığ zindanını kızıl bir üniversiteye çevirdi. 1933 yılında Elazığ cezaevinden, onlarca cilt çeviri ve orijinal eserler üreterek çıktı. “Yol” adlı 7 ciltlik anıt eserini “Elâzığ Üniversitesinde” kaleme almış ve bu serinin içinde yer alan Kürt sorununa devrimci çözüm sunduğu İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) çalışmasını burada tamamlamıştır. Çıkışından sonra biran bile ara vermeden devrimci mücadeleye devam etti. 1935 yılında Marksizm Bibliyoteği Yayın Evi’ni kurdu. 1936 Emekçi Kütüphanesinden seri kitaplar yayınlamaya başladı. 1938 yılında askeri isyana teşvik suçundan Kemal Tahir ve Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda savcının “sizin için delil arayacak kadar saafdil değiliz” diyerek verdiği 15 yıl ağır hapis cezasını, Hatay, İstanbul, Çankırı, Amasya ve Kırşehir cezaevlerinde tamamladı. Kızıl bir savaş bayrağı, Devrimin ilik- lerine işlediği Adam’dı Kıvılcımlı. 1950 Yılında afla çıktığında cezaevinde kaldığı 12 yıl boyunca hiç boş durmamış. İslam Tarihi, Osmanlı Tarihi, Tarih Tezi çalışmalarını yapmıştı. 29 Ekim 1954 yılında cumhuriyetin kuruluş yıldönümüne atıfla Kerim Korcan, Zihni Anadol gibi arkadaşları ile birlikte Vatan Partisi’ni kurdu ve Genel Başkanlığını üstlendi. Ünlü Eyüp konuşmasını Vatan Partisi Genel Başkanı olarak yaptı. “Eyüp Konuşması” nedeniyle Kıvılcımlı hakkında “Dini Siyasete alet etmekten” dava açılmış ve o tarihe kadar ilk kez bir devrimci, sosyalist dini siyasete alet etmek suçundan yargılanmıştı. Kıvılcımlı, 1957’de tutuklanmış, parti bizzat Adnan Menderes’in talimatıyla kapatılmış, Kıvılcımlı dahil 25 üyesi tutuklanmıştı. Harbiye Askeri Cezaevinin zindanlarında hiç güneş ışığı görmeden 2 yıl tutulmuş, “Komünist teşkilatı organize etmek” suçlamasıyla Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştı. Hikmet Kıvılcımlı, tahliye olduktan sonra Demokrat Parti’nin iktidarını deviren 27 Mayıs Politik Devrimi’ni selamladı ve lideri orgeneral Cemal Gürsel’i Vatan Partisi Genel Başkanı sıfatıyla telgrafla kutladı. “İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz” adıyla Milli Birlik Komitesi’ne açık mektup yazdı ve “Anayasa Teklifi” sundu. Ve tabiî yine anlaşılamadı. Bu davranışları Türkiye Solunun çeşitli kesimleri tarafından cuntacılıkla suçlandı. Hikmet Kıvılcımlı Marksizm-Leninizmin 20’nci Yüzyıldaki en büyük geliştiricisiydi. İşçi Sınıfı Biliminin kurucuları Marks-Engels Ustalar ve Devrimler Kartalı Lenin Usta gibi kendi doğru bildiği yolda devam etti. 1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurdu ve yönetti. Kıvılcımlı Usta’mızın en sadık öğrencilerinden, tüm yaşamını İşçi Sınıfının Kurtuluş Mücadelesine adayan İsmet Demir ve yoldaşları Yapı İşçileri Sendikası’nı kurdular. 1967 yılında Sosyalist Gazetesi çıkarılmış yine aynı yıl İşsizliğe Pahalılığa Karşı Savaş Derneği (İPSD) kurulmuş, büyük kentlerde mitingler gerçekleştirilerek devrimci mücadele devam ettirilmiştir. Kıvılcımlı, 1970’te Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’ne önderlik ediyordu. 1970 yılının sonbaharında Sosyalist Gazetesini tekrar çıkarmaya başlamıştı. Hikmet Kıvılcımlı yaklaşan 12 Mart Faşist Darbesini önceden görmüş, uyarılarda bulunmuştu. 27 Mayıs Politik Devrimi’nin rövanşı alınmak isteniyordu. Ama nafile Kıvılcımlının uyarılarını dikkate almak beri dursun. Pasifistlikle suçlandı. Cebinde plastik tarağından başka bir şeyi olmayan, ithal gerillacılık kitapları ile “devrimci gençler” devrim yapıyorlardı. Slogan hazırdı devrime gidiyoruz teoriye ayıracak vakit yok! Tüm bunlar yaşanırken Kıvılcımlı bir de kanser illeti ile mücadele ediyordu. Ömrünün 22,5 yılını Türkiye zindanlarında geçiren, 1 dakika olsun ülke dışına çıkmayan, nöbet yerini bir an olsun terk etmeyen Kıvılcımlı, tedavi olmak için illegal yollardan yurtdışına çıktı. İsmail Bilen’in Sovyetlere verdiği yalan, iftira ve ihanet dolu bilgiler sebebi ile Sovyetlere kabul edilmiyordu. Tedavisini Tito’nun Yugoslavya’sında mücadeleye başladığı yerde, doğduğu topraklarda devam ettirdi. 1977 yılında Devrimci Derleniş Gazetesi çıkarıyor, 1978 yılında Şentepe’de elde silah faşizme karşı vuruşuyordu. Ülkenin kaderinde ise değişen pek bir şey yoktu. 12 Eylül 1980’de ABD’nin oğlanları bir kez daha ülke yönetimine el koymuş, faşist darbe ile tekrar devrimciler zindanlara doldurulmuştu. Kıvılcımlı cephesinde de değişen bir şey yoktu. İşkencelerde ser verip sır vermemiş, ülke dışına kaçmamış, yeraltına çekilip mücadeleyi devam etmiştir. 12 Eylül çıkışıyla birlikte yayın hayatına hiç ara vermeyen “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” prensibi Devrimci Mücadele Dergisi ile yola devam etmiştir. Ne diyordu Kıvılcımlı; Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: başta işçi sınıfımızdan yana düşünüp davranmayı öğrendik. Evet, Öğrendiklerini pratiğe döküyordu. Hurma Elektronik, Yurtiçi Kargo Direnişleri, 12 Eylül Faşist Darbesi sonrası gerçekleştirilen ilk işyeri işgali Aras Kargo İşgali, Hikmet Kıvılcımlı’nın önderliğinde gerçekleştiriliyordu. Bu işgal ne ilkti nede son olacaktı. 1900’lerin başında Ege’de çakılan kıvılcım bir asır sonra 2000’lerde İzmir’de meşaleye dönüşmüştü. 6 bin işçi hep bir ağızdan Kıvılcımlı’nın ardından sloganlarla haykırıyordu. “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek.” Evet, tam bir asır geçmişti üzerinden emperyalizme karşı elde silah cephede çarpışarak yırtıp attığı Sevr, bir asır sonra yeniden hortlatılmaya çalışılıyordu. Emperyalistler yenilgiyi hazmedememiş, Lozan’ın rövanşını almak için zaman kolluyordu. Bunun için mücadele ediyordu gizli açık örgütleriyle, ajanlarıyla… Ülke her geçen gün Ortaçağ karanlığına hızla sürüklenirken Kıvılcımlı, timsah gözyaşı döken Ortaçağcı gericilere karşı mücadele edilmesi gerektiğini söylüyor. Eğer bu yapılmazsa İran Komünist Partisi’nin başına gelenler bizim için kaçınılmaz olacak derken; Tarihten hiç ders almayan sahte solcular üniversite önlerinde kadınlı, erkekli başlarına türban takarak türban eylemleri yapıyorlardı. Mahir Çayan anmalarında mevlit okutuyorlardı. Bilmiyorlardı ki o okunan aslında onların mevlidi idi! Hikmet Kıvılcımlı kimsenin kara yahut mavi gözü için yaşamamıştı. Kim kalabalık, kim daha güçlü bakmadan doğru bildiğini söylemekten geri durmadı. Yıl 2005 Mücadele bayrağı Halkın Kurtuluş Partisi ellerindeydi. “Şeriat Ortaçağdır”, “Türban Özgürlük Değil, Köleliktir” sloganları ile üniversitelerde gericiliğe karşı mücadele bayrağı olmuştur. Kendine sol diyen, sosyalist diyen Denizci, Mahirci diye ortada gezenler ise ABD Büyükelçisi arkasında sokakları dolduruyor, ABD’nin “umut kaynağı” oluyorlardı. Sevrci Sol yeni Ali Kemal’lerle saf tutuyorlar, Taksim Meydanı’nda Etyen Mahçupyan’larla, Taraf’çılarla, Yeni Akit’çilerle utanmadan slogan atıyor, Amerikancı burjuva Kürt hareketine kuyrukçuluk yapıyorlardı. Denizler’i, Mahirler’i sahiplenmek, onların onurlu mücadelelerine, geçmişlerine sahip çıkmak yine Kıvılcımlı’nın omuzlarındaydı. Dedik ya Tarih tekerrür ediyordu; 1950’lerin Amerikancı halk düşmanı iktidarın selefi iktidardaydı. Türkiye’nin Kuvayimilliye yadigârı yüzlerce kamu kuruluşunu birkaç yıllık geliri karşılığında yandaşlarına ve efendileri olan yabancı Parababalarına peşkeş çekiyor bir yandan da Ortaçağ özlemi ile yanıp tutuşuyordu. Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mıza, Mustafa Kemal’e ve onun kurmuş olduğu Cumhuriyet’e saldırıyorlardı. Cumhuriyet hiçbir zaman olmadığı kadar tehlike içindeydi ve sözde cumhuriyetçi özde Amerikan uşaklığında sıra bekleyenlere bırakılmayacak kadar da değerliydi. Görmüştü Kıvılcımlı, daha ortada ne Silivri zindanları, ne Hasdal zindanları varken. Ergenekon Göktürklerin bir destanı olarak bilinirken görmüştü ABD-AB Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerinin oyunlarını. Sevr bir asır sonra Yeni Sevr olarak Türkiye’nin önündeydi. Yeni Sevr’e karşı da İkinci Kurtuluş Savaşı verilmeliydi. Ortaçağcı gericiliğe karşı Cumhuriyet mitinglerinde bayrak oldu. “Yaşasın 2. Kurtuluş Savaşımız” diye haykırıyordu meydanlarda. Dünya’daki her ülkeden daha karmaşık, kıldan ince sırat köprüsüydü Türkiye’de devrim mücadelesi. Kıvılcımlı dışarıda ABD-AB Emperyalizmine karşı mücadele ederken içeride yerli satılmışlara karşı savaştaydı. Bir gün emperyalizmin Dünya’da ki yüzü Coca Cola’yı işgal ederken bir başka gün Taksim Meydanı’nda Fransa Başkonsolosluğu çatısından pankart sallandırıyordu. Çok yabancı değildi ona Taksim, aşinaydı çünkü daha önce 1977’de kanlı 1 Mayıs’ta oradaydı. 2008’de 2009’da Mayıs’ta çarpışa çarpışa, barikatları yıka yıka girdiği Taksim’i, Haziran’da işgal etmişti. 1960 Politik Devrimi’nin öncesinde olduğu gibi halk gerici, vurguncu, vatan haini iktidara artık daha fazla tahammül edemedi. Ama o günlerden daha farklıydı Haziran İsyanı kimsenin tahmin bile edemeyeceği bir güce ulaştı. Haziran İsyanı’mızda Kıvılcımlı kâh Taksim’de, kâh Kızılay’da, Kah Gündoğdu’da yolumuzu aydınlatı- yordu. Kimi gruplar devrim yapıyor, kimi gruplar sosyalizmi getiriyordu; yine hayal dünyasındaydılar, ayakları yere basmıyordu. Gezi İsyanı’mızın sınıfsal tahlilini yine Kıvılcımlı daha isyanın ilk haftasında ortaya koyuyordu. Ülkenin her yerinde isyan bayrağı dalgalanırken kimileri de isyanı darbe olarak nitelendiriyor, kitleleri hükümete karşı bu eylemlere katılmamaları yönünde uyarıyordu. Bunlar da çok yabancı değildi Kıvılcımlı’ya çünkü o bu topraklarda 100 yıldır yaşıyordu. Ali Kemal’leri görmüştü Şeyh Said’leri görmüştü, Said Nursi’leri, Menderes’leri, Özal’ları, Molla Necmeddin’leri, Fethullah’ları, Tayyipgiller’i. Damarlarını biliyordu bunların Kıvılcımlı o yüzden hiç yanılmıyor hiç şaşmıyordu. Kara gecede kara taşın üstündeki kara karıncayı görebilecek göz ondaydı. Yine en son hatırlayacaksınız ülkenin her bir köşesinde duvarlara Afişler yapıştırılıyor, Yazılamalar yapılıyordu yoldaşlar ne yazıyordu o afişlerde, o yazılamalarda? Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür! Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı! Kıvılcımlı Yaşıyor HKP Savaşıyor! Evet, yoldaşlar bunların hiçbir tanesi slogandan ibaret değil. Hikmet Kıvılcımlı yaşıyor ve bu ülkenin burçlarına sosyalizm bayrağı dikilene dek bizimle beraber mücadele edecek, bize rehber olacak, bize önder olacak, bize yol gösterecek. Yaşasın Devrim! Yaşasın Sosyalizm! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! Sevgiler, saygılar… Teşekkür ediyorum. (Alkışlar… Slogan: Faşizmin Korkusu Kıvılcımlı Ordusu…) *** Pınar Akbina Yoldaş: Yoldaş’ımıza bu güzel ve anlamlı konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Bizim bir sloganımız vardır, arkadaşlar; “İşçilerin Partisi, Köylülerin Partisi, Gençliğin Partisi, Halkın Partisi, Halkın Kurtuluş Partisi” şeklinde. O yüzden bugünkü bileşimimiz de çok güzel. Toplumun her kesiminden arkadaşlarımız ve önderlik eden yoldaşlarımız var. Yeni konuk isimleri geliyor bu yüzden her seferinde. (Konukların adı okunuyor sloganlar eşliğinde.) Lenin Usta “Gençliğe gidin beyler, bu her şeyi kurtaracak olan tek yoldur. Tanrı aşkına aksi halde geç kalacaksınız. Ve bilgiççe taslaklar, planlar, çizimler, şemalar ve harika reçetelere sahip olacaksınız ama örgütlülük olmazsa, canlı faaliyet olmazsa ortada kala kalacaksınız. Gençliğe gidin.” diyordu. Türkiye’de her aydınlanma hareketinde öncü rolü oynayan, gerçek Türkiye Komünist Partisi’nin en genç kurucusu ve gençlik sorumlusu Hikmet Kıvılcımlı’ların, biz Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız, varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden esasen Türkiye Halklarına armağan etmiş bulunuyoruz, diyerek canlarını feda eden Deniz Gezmişler’in, Mahir Çayanlar’ın ve yoldaşlarının devamcıları olan Kurtuluş Partisi Gençliği’nde söz. Halk Kurtuluşçu Liseliler’de bayrak ve söz onlarda. Anılcem Yoldaş’ta. (Alkışlar… Slogan: Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi…) *** Anıl Cem Yoldaş: Merhaba yoldaşlar, (Alkışlar…) Bizler, gerici, ezberci, faşist eğitime, 4+4+4’e, Ortaçağcı gericiliğin simgesi türbana, zorunlu din derslerine direnen Halk Kurtuluşçu Liselileriz. (Alkışlar…) Geçmişten bugüne, oyuncakla oynar gibi şekilden şekle büründürdükleri sınav sistemi öyle bir hal aldı ki, artık eğitim ve bilimle hiçbir alakaları kalmadı. Laik, demokratik eğitim kurumlarını AKP’nin arka bahçesine çevirdiler. Çünkü bunların kafaları Ortaçağcı gericiliklerle dolu. Bunlardan ne eğitim ne de bilim beklenir. Hele hele gençlik ve liselilerle bu kadar uğraşmalarının sebebi; boyun eğmeyen, kabullenmeyen, sorgulayan, mücadeleci bir yapısı olmasındandır. Bunlar geçmişi de iyi bilirler 17 yaşında idam edilen Erdal Eren’i, Denizler’i, Mahirler’i, bizim yoldaşlarımız olan Mahmut, İbo, Sadi Yoldaşları bilirler. Biz de biliriz. Hesabını soracağız! (Alkışlar…) Bunların hainliklerini en yakın zamanda, şanlı Gezi İsyanı’mızda yine görmüş olduk, 15 yaşında Berkin Elvan’ı ve tüm Gezi Şehitlerimizi katledişlerini. Çünkü bunlar gençlikten korkuyorlar ve de gençliğin mücadeleci yapısını biliyorlar. Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: “Aydın genç Antika çağın ezik, cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği Modern İşçi Sınıfı gibi yenilmez devrimci öz gücün müttefikidir.” (Alkışlar… Slogan: İşçi Gençlik El Ele Devrimci Mücadeleye…) Bu nedenle Tayyipgiller gençlerimizden korkuyorlar. Onların küçük yaşta kafalarını Ortaçağcı düşüncelerle doldurmak istiyorlar. Türkiye’yi İmam Hatip Okullarıyla, Kur’an Kurslarıyla, Tarikatlarla donattılar. Milyonlarca gencimiz bu Ortaçağcı kurumların eğitiminden geçirildi ve geçiriliyor. Mantıklı düşünmenin ve doğa bilimlerinin düşmanı haline getirildi bu gençler. Artık amaçları öbür dünya oldu. Ama kendileri hırsızlık yaparken, vurgun, talan, yaparken öbür dünyayı düşünmediler. Ancak insanlarımızın temiz, masum dini duygularını sömürdüler. Ama Abdullah Bin Mubarek’in “İnsanların en alçağı din kisvesi altında dünya menfaati sağlayandır” sözü tam da bunlar için söylenmiştir. Bir de bu alçakların AB-ABD uşaklığında sınır tanımamışlıkları var. Bunların Kâbe’si Amerika’dır. Bu hainler yine Ortadoğu Halklarına kan kusturuyorlar, emperyalizmin uşaklığını yapıyorlar. İnsanlıktan, vicdandan, merhametlikten nasibini almamış IŞİD denen canileri besliyorlar, o kadar masum halkı katlediyorlar. Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyet’in bütün kazanımlarını birer birer yok ediyorlar. Bu yıl 40 bin ortaokul öğrencisi, tercih etmediği halde, imam hatiplere mahkûm ediliyor. Artık bunlar için ne bilimin ne de eğitimin bir anlamı var. Ama kimsenin kuşkusu olmasın biz tekrar bu eğitim kurumlarını bilimsel, demokratik, laik yerlere çevireceğiz. (Alkışlar…) Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, 17 yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı olarak nasıl elde silah Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı mücadele etmiş ise biz de öğrencileri olarak ondan devraldığımız bayrakla, “Ya Kurtuluş Savaşı ya da en soysuzca köleleşmenin mezar taşı” diyen Hikmet Kıvılcımlı’nın yolundan yürüyerek ikinci Kurtuluş Savaşı’mızı kazanacağız. AB-ABD Emperyalistlerini ve onların işbirlikçilerini Tarihin derinliklerine gömeceğiz. Buna inancımız tamdır. (Alkışlar…) Demokratik Halk iktidarını kurup Sosyalizmi zafere ulaştırana kadar mücadele edeceğiz. Haklıyız Kazanacağız! Yaşasın Parasız, Bilimsel, Laik, Demokratik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! (Alkışlar… Slogan: Yaşasın Devrimci Mücadelemiz…) 7 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Pınar Akbina Yoldaş: Geleceğimizin böyle yoldaşlar elinde olduğunu bilmek çok güzel değil mi yoldaşlar? Bu heyecanlı ve coşku dolu konuşmasından dolayı Anılcem Yoldaş’a çok teşekkür ediyoruz. cülüğünde. Şimdi Carrefoursa’da çalışan arkadaşlarımızdan Serdar Sağlıklı sizlere seslenecek. (Alkışlar… Slogan: İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek…) *** (Alkışlar…) Serdar Sağlıklı: Pınar Akbina Yoldaş: Programımızın ilk bölümü sona erdi, arkadaşlar. Şimdi yemek arası vereceğiz. Bir saatlik bir yemek aramız var. Saat 13.30’da programımız tekrar başlayacak. Kurtuluş Partisi Genel Başkanı, Nakliyat-İş Genel Başkanını selamlıyorum. Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşamı ve mücadelesini selamlıyorum. *** Pınar Akbina Yoldaş: Ülkemizde en ucuz şey de tabiî ki insan hayatı oluyor. Her an karşılaşabileceğimiz “iş kazası” adı verilen “cinayet”lerde yıl içerisinde yüzlerce insanımızı kaybediyoruz. “İş kazası” denip geçilen bu ölümlerden sonra ne bir tedbir alınıyor, ne de bu cinayetleri yaratan Parababalarından ve bunların siyasi temsilcileri olan Tayyipgiller’den hesap soruluyor. Bırakalım bunları, halk düşmanları ölen işçiler için “güzel bir ölüm oldu”, “temiz bir ölüm oldu” gibi insanlık dışı ifadeler kullanabiliyor. Resmi rakamlara göre 301 maden işçimizin diri diri gömüldüğü Soma’dan sonra İstanbul’un Soması yaşandı bildiğimiz gibi. Ne yazık ki 10 tane işçimiz öldürüldü, katledildi asansör cinayetinde. İşte o işyerinden o gün tesadüfen kurtulabilmiş bir işçi arkadaşımız aramızda. Musa Çenet seslenecek size. (Alkışlar… Slogan: Kaza Değil Cinayet Katil Hükümet…) *** Musa Çenet: Ben Ali Sami Yen Stadı’nda işçi olarak, taşeron işçisi olarak çalışıyorum. Bu asansörlere değinmek istiyorum biraz. Asansörler inanın hep arızalı. Mecbur çıkıyoruz 32’nci, 33’ncü kata kadar. Şefler de biliyorlar ama inşaatların işte kaderi mi derler, ne derler bilmiyorum. En vasıfsız İşçi Sınıfımızdan arkadaşlarımız hep inşaatlarda çalışıyor. Yani şöyle söyleyeyim küçümseme amaçlı da değil, yüzde 80’i de içgüdüleriyle hareket ediyorlar. Yani akıllarını, mantıklarını kullanmıyorlar. İşte içgüdüleriyle hareket ettikleri için hak talebinde de bulunamıyorlar tabiî. İş güvenliğine gelince. Eğitim de yok. Çok az işçiye eğitim veriyorlar. Bunun için de kader diye bizleri böyle süründürüyorlar. Çözüm, tek bir çözüm var: Örgütlenmek, örgütlenmek, örgütlenmek. Çare de sosyalizmdir. İşte Halkın Kurtuluş Partisi. B (Alkışlar…) (Alkışlar…) Başka çaremiz yok. Yoksa böyle sürünmeye mahkûm olacağız. Eğitimsiz, eğitim de yok, bir şey de yok, ne yapalım. Biz kader demiyoruz. Cinayete kurban gitti arkadaşlarımız. Hâlâ da bu cinayetler sürüyor. İşte gördünüz 10 kişi öldü, 8 tanesi anlaştı patronla. Anlaşmak zorunda bırakıldı tabiî. Davalar açsa davalar yıllarca sürüyor. Diğer iki kişi de direniyorlar onlara da destek olalım, diyorum. (Alkışlar…) *** Pınar Akbina Yoldaş: Musa Yoldaş’a teşekkür ediyoruz. Bu cinayetlere karşı arkadaşlar, Partimiz hukuki alanda da çok önemli mücadeleler veriyor son dönemde biliyorsunuzdur. Bununla ilgili de suç duyurusunda bulunduk. Ama ne yazık ki Tayyipgiller’in hukuk büroları bu suçlara takipsizlik veriyorlar. Ama bizler mücadeleye devam edeceğiz. Biliyoruz bu davaları açacak yürekli hâkimler, savcılar ne yazık ki çok azaldı. Ama Tarihe not düşmek açısından biz bunlardan asla vazgeçmeyeceğiz ve devam edeceğiz mücadeleye. (Alkışlar…) Şimdi arkadaşlar Nakliyat-İş Sendika’mız sadece kendi alanındaki sorunlarla ilgilenmiyor. Nerede bir işçi sorunu varsa, nereden bir çağrı olursa yangına koşar gibi koşuyor arkadaşlarımız. Bu yıl Carrefoursa’da örgütlenen arkadaşlarımız ne yazık ki işten çıkartıldılar. Orada hem sarı sendikacılığa karşı hem de Türkiye’nin en büyük Parababalarından olan Sabancı’ya karşı bir mücadele verdiler Nakliyat-İş ön- silahlı askerlerine taş attınız, diye. Filistin’in “Taş Generalleri” bu çocuklar. Çocuk olduklarına bakmayın, her türlü silaha sahip bir işgal ordusuna karşı, ellerindeki tek şeyle direniyorlar: Taşla! Amerikalı yazar Ben Norton, bağımsız bir insan hakları örgütü olan Filistinli Tutsaklar Derneği tarafından yayımlanan rapora dayanarak bu çocukların yaşadıklarıyla ilgili bazı bilgiler veriyor. Biz de bu yazarın verdiği bilgilerden yararlanarak konuya değinmek istedik. Adı geçen derneğin yayımladığı rapora göre, geçtiğimiz 5 ay içerisinde sadece Kudüs’te tutuklanan çocukların sayısı en az 600. Bu çocuklardan yaklaşık yüzde 40’ı ne acıdır ki, tecavüze uğradı. Filistinli Tutsaklar Derneği Avukatı Mufeed al-Haj’ın verdiği bilgiye göre, çocuk kaçırma İsrail’in her gün işlediği, artık onlar için sıradanlaşmış bir suç. Sadece Kasım ayının ilk üç haftasında, İsrail işgali altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te 380 Filistinli çocuğu kaçırdı İsrail askerleri. Hiçbir elle tutulur gerekçe olmadan, illegal olarak gözaltına alınan çocuklara İsrailli yetkililer tarafından dayak, tecrit, kendilerine yöneltilen suçlamaları kabul edene kadar, saatlerce yemek ve su vermeme, tuvalete göndermeme gibi işkenceler yapılıyor. Cinsel istismar da bunun bir parçası. Ayrıca bu çocukların babalarına da işkence yapılıyor, anneleri ve kız kardeşlerine cinsel istismar saldırısında bulunuluyor. Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi’nin (CRC-İngilizce adının kısaltılmışı) hazırladığı, İsrail’in çocuk hakları karnesine baktığımızda, İsrail’in Filistinli çocuklara sistematik olarak işkence uyguladığını görebiliyoruz. Komite, “Tutuklanan Filistinli çocuklara kötü muamele edildiği ve işkence yapıldığına dair bilgiler çok endişe verici. Ayrıca taraf devletin, bu muamelelere maruz kalan çocukların defalarca verdiği ifadelere rağmen hiçbir tedbir almayışı, bu tür kötü muamelelere bir (Alkışlar…) Pınar Akbina Yoldaş: Serdar Arkadaşımıza konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Şimdi arkadaşlar sinevizyon gösterimimiz var. Buyurun arkadaşlar. (Sinevizyon gösterimi.) Pınar Akbina Yoldaş:: Sinevizyon gösterisi hepimizin tüylerini diken diken etti. Gerçekten çok uzun erimli bir çalışma, çok emek isteyen bir çalışma. Bu gösterimi bize hazırlayan Abdullah Koçbaş Yoldaş’ımıza çok teşekkür ediyoruz. Ellerine kollarına sağlık, emeğine sağlık, diyoruz. (Alkışlar…) Evet, yoldaşlar şimdi programımızın en önemli bölümüne geldik. Konya’nın devrimci çınarı Faruk Sur Yoldaş’ımız kendisine şöyle bir şiir yazmıştı: Adamın daniskası bizlersek eğer Öyledir elbet O zaman öyle çıkar Biz ne dersek Teşekkür ediyorum. Filistin’de çocuk olmak ir çocuksunuz diyelim. Hem de Filistin’de bir çocuk. Bir sabah anacığınızın yumuşak sesi ve tatlı sözleriyle değil de silah dipçikleriyle her tarafınıza vurularak uyandırılıyorsunuz. Hatta sabah bile değil, gece yarısı. Uykunun en tatlı yerinde… Bir anda zorla evinize girenler ite kaka uyandırıyorlar sizi. Daha siz ne olduğunu anlamadan ellerinizi ve kollarınızı bağlıyorlar. Ve gözlerinizi. Sonra da vurup sırtlarına ya da sürükleyerek, annenizin, babanızın, kardeşlerinizin çığlıkları arasında alıp götürüyorlar sizi. Nereye? Kimsenin bilmediği bir yere. Kim bunlar? Filistin’in bağrına bir kama gibi sokulan İsrail’in insanlıktan çıkmış askerleri. Niye yapıyorlar bunu? Siz taş attınız diye bir İsrail tankına. Ya da onlar sizin taş attığınızı düşündüğü için. Topuyla tüfeğiyle, son teknoloji ürünü ağır Ben 2009’dan beri Carrefoursa’da çalışan bir işçiyim. 2014 yılında Carfoursa’nın çalıştığımız şubesinin kapanmasıyla tazminatlarımızın verileceği söylendi. Ve bizimle toplantı odalarında, 15 gün öncesinde kapanmadan önce de 3 kişi bizimle görüşme yapıldı ve bize tazminatlarımızın verileceği söylendi. Mağazanın işleri yaptırıldı. Mağazanın işleri yaptırıldıktan sonra bizi tekrardan toplantıya aldılar ve toplantıda bu kez de tazminatlarımızın verilmeyeceği söylendi. Başka mağazalara gönderilmek istendi. Bizi tehdit konularına getirdiler. Carrefoursa’da eylemler düzenlendi. Orada kasa kitleme olayları oldu. Sonrasında güvenliklerle tartışmalar yaşandı, sivil polislerle tartışmalar yaşandı. Bu 32 kişilik işçinin tazminatının verilmesi üzerine guruptaki arkadaşlardan gelmeyenler oldu son beş kişi kaldı. Ve buna rağmen Nakliyat-İş Genel Başkanı ve ekibi bizim arkamızda oldular, sonuna kadar bize destek oldular. Konuşacaklarım bu kadar. Yaşasın onurlu mücadelemiz! Şimdi Kıvılcımlı Usta’mızın öğrencisi, Partimizin önderi, Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın bayrağını bugünlere taşıyan, en yukarılarda dalgalandıran, yüreği insan sevgisiyle, doğa sevgisiyle, hayvan sevgisiyle, evren sevgisiyle dolu, gerçek insan, gerçek devrimci Genel Başkanımız Sayın Nurullah Ankut sizlere seslenecek. (Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor HKP Savaşıyor… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi…) Sonrasında biz eylem süresinde Nakliyat-İş Başkanı Ali Rıza Beyi aradık ve eylem sürecini Kozyatağı Carrefoursa’da devam ettirdik. Haklı mücadelemizde Maltepe Carrefoursa’da da eylemler oldu. Orada da Ali Rıza Bey ve ekibi cesur mücadelesiyle bize destek oldular. Bizim sendikamız Tez-Kop İş Sendikası Türk-İş’in. Biz yardım istediğimizde bu tazminat konusunda, bize yardım etmedi Tez-Kop İş Sendikası. İşte sonrasında gene Kozyatağı son vermeyişi de derin bir endişe yaratıyor,” diyor. Komite, Filistinli çocukların ifadelerinde belirttiği, İsrail’in fiziksel ve sözlü şiddet, aşağılama, baş ve yüze çuval geçirme, ölümle tehdit etme, fiziksel saldırı, çocuklara ya da aile bireylerine cinsel istismar, tuvalet, yemek ve su ihtiyaçlarının yasaklanması gibi sistematik işkencelerin yapıldığını doğruluyor. Ayrıca BM Çocuk Hakları Komitesi raporunda, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF)’nin Filistinli çocukları defalarca canlı kalkan olarak kullandığı açıklanıyor. İsrail’deki Arap Azınlığın Hakları İçin Legal Merkez (Adalah) tarafından yayımlanan bir başka raporda da İsrailli askerler tarafından canice gözaltına alınan çocukların ifadeleri yer alıyor. İfadelerden özetçe çıkarılabilecek bilgiler şöyle: Çocuklar, tutuklamaların büyük çoğunluğunun gece yarısı baskınlarıyla yapıldığını belirtiyor. Onlarca İsrail askeri zorla evlere girerek çocukları yasadışı bir biçimde gözaltına alıyor. İfadelerin neredeyse tamamında çocuklar, İsrail askerlerinin kendilerini darp ederek uyandırdığını belirtiyor. Daha yataktayken ellerinin, ayaklarının ve gözlerinin bağlandığını ve askeri bir araçla bu şekilde kilometrelerce uzağa götürüldüklerini söylüyorlar. Bir çocuk, parmağı yaralı olmasına rağmen, İsrail askerinin buna aldırmadığını, el ve ayaklarını bağlamaya devam ettiğini, bu şekilde 12 saat kaldığını belirtiyor. Parmağının artık tedavi edilemeyecek şekilde enfeksiyon kaptığını belirtiyor. Filistinli çocukların ailelerine çocuklarının niye gözaltına alındığı ve nereye götürüldüğü söylenmiyor. İsrail askerleri çocukları sorgulamak için götürürken bağırıp çağırmak, hakaret etmek, tecavüz etmekle tehdit etmek, kafalarını duvara vurmak gibi fiziksel ve sözlü şiddet uyguluyor. İsrail askerlerinin, taş attığını düşündüğü çocuklara yaptıkları şeyler bunlar. Peki ya bu çocuklar sorgu yerine götürüldüğünde neler oluyor? Çocukların verdiği ifadelere göre, bu sorgulamalar saatler sürüyor. Bu süre bo- (Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut’un konuşması. Bu konuşmayı gelecek sayımızda yayımlayacağız.) (Slogan: Halkız Haklıyız Kazanacağız… Alkışlar… Davamız halkların kurtuluş davasıdır… Alkışlar… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Alkışlar…) Pınar Akbina Yoldaş: Sayın Genel Başkanımıza bu konuşmasından dolayı çok teşekkür ediyor ve gençler olarak diyoruz ki bizler de sizlerden devraldığımız bayrağı asla yere düşürmeyeceğiz ve her zaman en yunca çocuklara yemek ve su verilmiyor. Tuvalet ihtiyaçlarını gidermelerine engel olunuyor. Bazı durumlarda çocuklara yüklenen suçlamaları kabul edene kadar ihtiyaçlarının giderilmeyeceği söyleniyor. Çocuklar bir avukat isterse, bunun yasak olduğu söyleniyor kendilerine. İfadelerin neredeyse tamamında çocuklar, hapisliklerinin günlerce hatta haftalarca sürdüğünü belirtiyor. Bir çocuk, kesintisiz 28 gün sorgulamasının sürdüğünü ifade ediyor. Çocuklar bu süre içinde kaldıkları hücrelerin çok kötü koşullarda olduğunu söylüyor. Hücrelerin penceresiz olduğunu, hücrede bir yatak ve kötü kokulu bir tuvalet bulunduğunu belirtiyorlar. Ayrıca duvarlara yaslanmalarının yasak olduğunu ifade ediyorlar. Hücreler 24 saat boyunca parlak bir ışıkla aydınlatılıyor. Çocuklar bu ışığın gözlerini acıttığını, birazcık olsun uyumalarını engellediğini belirtiyor. Zorla uykudan mahrum edilmeleri sonucunda çocuklarda zaman kavramı yok oluyor ve uykusuzluğa bağlı başka rahatsızlıklar ortaya çıkıyor. ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki petrollerinin bekçi köpeği İsrail budur işte. Ve onun efendisi, dünya halklarının en büyük düşmanı, dünya halklarına kendini demokrasi havarisi diye yutturmaya çalışan ABD Emperyalistleri budur. Filistinli çocuklara bile bunları yapabilenlerin, Filistin Halkına neler yapabileceğini, ne yaptığını, neredeyse her gün yaşanan ve insanın içini sızlatan, öfkesini kabartan insanlıkdışı olayları görüyoruz, biliyoruz… Ve ABD’nin Ortadoğu’daki kanlı kasabı İsrail’in yakın dostu da Tayyipgil- yükseklerde dalgalandıracağız. (Alkışlar…) Yoruldunuz biliyorum yoldaşlar ama genç yoldaşlarımızın çok emek harcayarak hazırladığı sunumlar var. Biraz daha sabredersek programımızın sonuna doğru yaklaştık zaten. Güneş nasıl dünyamızı aydınlatıyorsa, sanat da ruhumuzu öyle ışık tutar. Şimdi Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı 17 yaşında Kurtuluş Savaşında Yörük Ali Efe çetesinde savaştı bildiğiniz gibi ve başarıları sayesinde de kısa zamanda Köyceğiz Kuvaimilliye Komutanı oldu. İşte o diyarlardan Ege’den bir Efe Arkadaşımız aramızda. Halk oyunu izleyelim. (Alkışlar…) *** Tiyatro Tiyatro aşka benzer. İnsanı hazin hazin ağlatır. Ama verdiği acının gücünde bir başka tat bulunur. Tiyatro evrene benzer. İnsanı doya doya güldürür. Ama yansıttığı tuhaflıklar, gülerken ağlamak için istekler doğurur. (Namık Kemal) 12 Mart Faşizminin devrimcilere yönelik başlattığı “sürek avı’ında, Hikmet Kıvılcımlı da 146. Maddeden idam istemi ile aranır. Bunun üzerine yeraltına geçer. Bu süreçte ilk bölümleri Türkiye’de yazılan, günlük notlar kaleme almaya başlar. Daha sonra da prostat kanserini tedavi ettirmek amacıyla -zorunlu olarak- yurt dışına çıkar. Yurt dışında da (değişik ülkelerde) notlarını yazmaya devam eder. Kanserin ağır kanamaları ve dayanılmaz ağrıları altında; illegalitede, göçebe konumda kaleme alınan “Yol Anıları” eserinden bir bölümü canlandırmak üzere Kurtuluş Partisi Gençliği’nde sahne… Müzik Ah bu türküler, köy türküleri Ne düzeni belli, ne yazanı Altlarında imza yok ama İçlerinde yürek var Cennet misali sevişen Cehennemler gibi dövüşen Bir çocuk gibi gülüp Mağaralar gibi inleyen Nasıl unutur nasıl Ömründe bir kez olsun Halk türküsü dinleyen... Sarıgazi’den yoldaşlarımızın türkülerini dinleyelim bu sefer de… (Müzik Dinletisi.)❑ ler’dir bildiğimiz gibi. Tayyip daha önce, Irak’ta Müslüman kadınlara tecavüz eden sapık, cani Amerikan askerleri için, “kahraman Amerikan askerlerinin sağ salim evlerine dönmeleri için dua ediyorum”, diyordu. Müslümanın Tanrısına, Müslüman kadınların ırzına geçen sapık Coniler için dua eder. Bugün de benzeri işkenceleri Filistin Halkına, Filistinli çocuklara yapan insanlıktan çıkmış İsrail’le askeri ve ticari anlaşmalar yapan yine Tayyip’tir. Bunların Tanrısı Para Tanrısı’dır çünkü. Bunlar Para Tanrı’sından başka Tanrı tanımaz. Müslüman çocuklara işkence eden, onları katleden İsrail’le müttefiktir. Çünkü ikisinin de sahibi ABD Emperyalizmidir. Onları var eden, onları Türkiye ve Ortadoğu Halklarının başına bela eden ABD Emperyalizmidir. Onların tek Tanrıları vardır, o da Para Tanrısı’dır. Gün gelecek, sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da halklar bu kan emicilerden, yaptıkları bütün zulümlerin, işkencelerin, çektirdikleri acıların, döktükleri her gözyaşı damlasının hesabını soracak.❑ 8 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Başyazı Baştarafı sayfa 1’de Çağrışım oldu; o Kaç-ak Sarayın hukuksuzluğu, kanunsuzluğu hükmünü veren ve inşaatının derhal durdurulmasını isteyen mahkemeyi de dağıttı o malum kişi. Her bir hâkimini bir başka yere sürdü. Ortada ne meşru bir devlet başkanı var, ne başbakan, ne bakanlar, ne Meclis. Ona “cumhurbaşkanı” diyen, öbürüne “başbakan” diyen, diğerlerine “bakan” diyen açıktan suça iştirak etmiş olur. Onlarla bir araya gelip bir masa etrafında yan yana oturup kanun, yönetmelik vesaire tartışan, konuşan kişiler de yine açıktan suç örgütüne yardım ve yataklık etmiş olurlar. Etyen Mahçupyan Adam, 100 milyar dolarlık hırsızlama kamu parasıyla birlikte suçüstü yakalandı, 17-25 Aralık geriz patlamasında. Açık, net, kesin… Bunda şek ve şüphe yok. Bakın ne dedi “başbakan” sıfatlı Davidson’un başyardımcısı Etyen Mahçupyan? “Zaten insanların büyük çoğunluğu Türkiye’de yolsuzlukların olduğuna inanıyor. Büyük çoğunluğu dediğimiz zaman da Ak Parti seçmeninin de en az yarısı. Ve bundan da memnun değil. Yapılan bir sürü çalışmalar var: Ak Parti seçmeni parti içinde yolsuzluklara bulaşmış insanların olduğunu düşünüyor.” (Şirin Payzın’ın CNN Türk’te yayımlanan “Ne oluyor?” programı, 25 Kasım 2014) Etyen Mahçupyan gibi Pensilvanyalı İblis’le Tayyipgiller arasında mekik doku- G yan Amerikan ajanı bir insan sefaleti bile bu itirafta bulunma ihtiyacı duyuyor. Sebebi bizce önemli değil, yani neden itirafta bulunduğu. Türkiye’deki tüm namuslu aydınların da tamamı Türkiye’nin kanun devleti olmaktan çıkarıldığını ve bir “Hırsızlar İmparatorluğu”na dönüştürüldüğünü zaten adı gibi biliyor. O zaman iş neye gelip dayanıyor? Ona uygun tavır almaya. O da ahlâklı olmayı ve cesur olmayı gerektirir. Ancak o niteliğe gerçekten sahip olabilenler bu hırsızlarla karşılaştıkları anda ya da onlar söz konusu olduğunda “ey hırsız”, diye bağırabilir. Bunu yapabilenler ne kadar az değil mi? İşte bizim gibi bir avuç insan. Ve bu sebepten bu hırsızlar, bu hainler, bu caniler Türkiye’yi bu hale getirebildiler. Dünyanın her yerinde insanlığını sıyırmış, insanlıktan çıkmış, her türlü suçu işlemeye hazır ve nazır insanlar çıkabilir, bulunabilir. Önemli olan onlara “ey hırsız, ey hain, ey katil” diyerek karşı çıkacak insanların da bulunabiliyor olmasıdır. İşte felaketimizin asıl kaynağı böyle insanların ne yazık ki ülkemizde eser miktara inmiş olmasıdır. Sevgili Hz. Muhammed 1400 küsur yıl önce boşuna şöyle uyarmamıştır insanlığı: “Bir belde ki orada zalimler bütün pervasızlıklarıyla zulümlerini sürdürürler ve onların karşısına çıkıp ‘ey zalim’ diyecek bir tek kişi bile bulunmaz, o ümmetten ümit kesilmiştir.” İşte o hale gelen ülkeler, devletler, medeniyetler hep batmıştır Antika Tarihte. Antika Tarih bu türden medeniyetler mezarlığıdır. Bugün iktidarda olan parti yasal, meşru bir parti değildir. Bizim on küsur yıldır söylediğimiz gibi “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”dür. Bunun tüm yöneticileri adi suçlar işlemiş, hem de çok büyük suçlar işlemiş ve defalarca işlemiş, kriminal tiplerdir artık. Bunların bırakalım devlet tepesinde bulunmalarını, sokakta bile gezememeleri, evlerinde bile oturamamaları gerekir. Bunların yüzlerce hatta binlerce yıla hüküm giymiş, mahkûm mücrimler olarak Silivri’de, Sincan’da vb. cezaevlerinde bulunmaları gerekir. Eğer durum böyle değilse bu, Türkiye’de hukukun da adaletin de ahlâkın da çoktan yok olup gittiğinin göstergesidir. En büyük suçlu, insanların karşısına çıkıyor, pervasızca kadınların erkeklerle eşit olamayacağını iddia ediyor. “Erdoğan: Kadın-erkek eşitliği fıtrata ters “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan fıtratları farklı olan kadın ile erkeğin eşit tutulamayacağını söyledi. Kadın kadına ve erkek erkeğe eşitliğin doğru olduğunu belirten Erdoğan, ‘Kadınların ihtiyacı olan, eşitlikten ziyade eş değer olabilmektir’ dedi.” (http://www. bbc.co.uk, 24.11.2014) Bu adam, bu saçma, bu kadın düşmanı erkek egemen anlayışını fütursuzca kürsülerden haykırarak söyleyebiliyor. Hem de “Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi” adlı yerde. İşte iktidardaki bu Ortaçağcıların, bu IŞİD eşdeğerlerinin kadın düşmanı anlayışları yüzünden iktidarları döneminde kadın cinayetlerinde 14 misli-yüzde 1400 artış olmuştur. Bu cinayetler de artan bir hızla devam etmektedir. En tepedekilerin anlayışı bu olursa aşağıda bunlara oy verenler işte böyle caniyane davranışlardan geri durmayacaklardır. Bu aynı kişi; 19 yaşında dünyanın en haklı ve meşru eylemlerinden biri olan, doğayı, yeşili koruma amacıyla yapılan bir eyleme katıldığı için bu kişinin emirleri doğrultusunda davranan polisler ve bunun yandaşı insanlıktan çıkmış esnaflar tarafından linç edilerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz’ın son duruşmasının yapıldığı gün yine pervasızca aynen şunları da söyleyebiliyor: “Bizde esnaf ve sanatkâr demek, ticaret yapan, alan-satan sırf ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hâkimdir.” (Cumhuriyet, 24.11.2014) Anlayışı görebiliyor musunuz? Adam, hukuk, adalet, yasa, mahkeme diye bir şey bırakmadığını biliyor. Bu alandaki görevleri kime aktarıyor? 1. Emrindeki polise, 2. Yandaş esnafa. Nasıl da pervasızca söyleyebiliyor bu vahşiyane, caniyane anlayışını. Başta kendine, yükseğinden sıradanına kadar, yargı organları denilen organlar, hukuk fakülteleri, barolar bir ses çıkarmıyor bu hezeyan karşısında. İşte Türkiye’nin felaketi bu. Yukarıda da dediğimiz gibi böyle insanlar çıkabilir. Ama bunlara “dur” diyecek, “sen kimsin?” diyecek ve bunları layık oldukları yere gönderecek insanların, halkın olması gerekir. Tabiî örgütlü bir gücün olması gerek. İşte esas temel sorun da burada. Yani örgütsüzlükte. Yoksa halkımızın yarısı bunların hırsızlıklarını, katilliklerini biliyor ve bunların gitmesini istiyor. Ama işte esas o kitle örgütsüz. O kitlenin oy verdiği Meclisteki partiler de halka ihanet içinde. Yani muhalefet partileri denen Meclisteki 3 parti de ihanet batağında. Onlar da Amerika’nın emrinde, onun verdiği görevleri yapıyorlar. Yani onların her biri de birer “proje partisi” durumuna gelmiş, dönüşmüş partiler. Hep diyoruz ya; Meclisteki tüm partilerin ortak paydası Amerikancılıktır, diye… Büyük bir kandırmaca, bir oyun oynanıyor, demokrasicilik oyunu. Bu bir düzenbazlık, bir madrabazlık, bir hile. Yoksa bunların tamamı Amerika’nın kulu, kölesi. Dikkat edin, bir teki Amerika’ya tık diyebiliyor mu? Demiş midir hiç? Hayır. Tam tersine Kâbe edindikleri Washington’a belli aralıklarla gidip “ey efendimiz, sana en iyi hizmeti biz sunarız, bizi iktidara getir” diye yalvarmaktalar. Bunlara 10 küsur yıldır methiye düzen Batının emperyalist medyası bile bunlarla alay eder duruma gelmiştir artık. Bunların insanlıktan nasipsizlikleri, gaddarlıkları, zalimlikleri, hırsızlıkları o denli gizlenemez hale gelmiştir ki Batı Emperyalistleri bunları kendi halklarına yutturamaz hale gelmişlerdir. Fakat Batılı emperyalist devletler bunların artık her türlü ihanete duraksamadan evet diyeceği bir noktaya geldiklerini bildikleri için öyle görünüyor ki bunlara bir seçim daha kazandıracaklar. Türkiye’nin Yeni Sevr’e sürükleniş süreci daha da ileri bir boyuta gelsin, geri dönüşü mümkün olmayan bir aşamaya gelsin diye ve bunlar Kıbrıs’ı, Ege’yi, Akdeniz’i tümüyle Yunanistan’a, Kıbrıs Rumlarına, dolayısıyla da ABD ve AB Emperyalistleriyle onların Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’e tamamıyla satsın diye bunları bir süre daha iktidarda tutacaklar. Amerikancı Kürt Hareketinin lideri Abdullah Öcalan başta olmak üzere PKK, HDP yöneticileri Tayyipgiller’in bu seçim kazanma ve bir süre daha iktidarda tutulma işini güvenceye hatta bir bakıma garantiye almak için şimdiden anlaşmış bulunmaktadırlar. Bugün çözüm süreci diye sürdürdükleri görüşmelerin içeriğinin önemli bir kısmını bu iş oluşturmaktadır. Yapsınlar bakalım. Ne diyelim… Şimdilik meydan da, güç de onlarda. Fakat adları gibi emin olsunlar ki ihanetlerinin bedelini ödeyecekler…28.11.2014 “Çocuk Hakları” Haftası mı dediniz?.. üldürmeyin ya da daha doğrusu ağlatmayın insanı… Koca koca insanlar (kadınlı erkekli) oturuyorlar ve “Çocuk Hakları” diye birtakım maddeleri sıralıyorlar ak kâğıt üstüne. Kâğıt bu! Yazılanı almam diyemez ki. Sonra da günlerden bir günü, “Dünya Çocuk Haftası” ilan ediyorlar. (1990 yılında ilan edildi ve 193 ülke tarafından kabul edildi.) Daha sonra da bugünü dünya çapında kutluyorlar ve özellikle o gün, “Çocuk Hakları”na ilişkin edebiyat parçalıyorlar. Ama ne edebiyat!.. Gören de gerçekten Çocuk Haklarını savunuyorlar sanır. Üstelik de konuşanlar sadece büyükler. Çocukların esamisi okunmuyor bugünde de. Onlar zorunlu dinleyici konumundadırlar… Oysa hepimizin bizzat yaşadığı gibi, bu dünyada en büyük haksızlığa uğrayanlar başta çocuklar, sonra da kadınlar ve yaşlılardır. 7 milyarlık nüfusa sahip dünyamızda neredeyse bir avuç diyebileceğimiz Burjuva ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının çocukları dışında yüz milyonlarca, birkaç milyar çocuğun haksızlığa uğramaları ana karnındayken başlar. Anneleri yeterli ve dengeli beslenemez. Sağlıklı bir hamilelik geçiremez. Ve böyle doğan çocukların da bir kısmı daha bebekken yaşamlarını yitirirler. Yaşamlarını yitirmeyip hayata tutunanları ise ömürleri boyunca haksızlıklara, eşitsizliklere uğramaya devam ederler. Okul hayatı böyle devam eder, iş yaşamı böyle devam eder, yaşlılıkları böyle devam eder. Hatta öldükten sonra bile devam eder. Pahalılıktan mezar yeri bile bulamazlar neredeyse. Yani çocukluktan başlayarak ömürlerinin sonuna kadar haksızlığa uğrarlar. Peki, çocukların çok büyük bir kısmının yukarıda saydığımız haksızlıklara uğramaları nedendir? Kader midir? Zorunlu mudur? Önlenemez mi bu durum? Öncelikle sınıflı toplumdur çocukların haksızlığa uğramalarının birincil nedeni. Ezen-ezilenin, sömüren-sömürülenin, zulmeden-zulme uğrayanın olduğu bir toplumda, haktan da, adaletten de, eşitlikten de söz etmek mümkün değildir hem büyükler, hem çocuklar için. Büyüğüyle küçüğüyle kapitalistlerin, Parababalarının sömürüsüne uğrayan insanlar için hak yoktur, haksızlık vardır, güçsüzlük vardır. Hak, güçlü olanın elindedir. Kim paraya, sermayeye, üretim araçlarına sahipse o güçlüdür bu toplumlarda ister Köleci, ister Feodal, ister Kapitalist Toplum olsun fark etmez. Ve ne yazık ki günümüzde Küba, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Venezuela, Bolivya vb. sosyalist ve sosyalizm yolunda ilerleyen halkçı birkaç ülke dışında insanlığın büyük kesimi sınıflı toplumda yaşamaktadır. Sınıflı toplumun, eşitsizliğin, adaletsizliğin olduğu toplumun sonuçları ise kendisini en çok çocuklarda göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Genel Direktörü Dr. Margaret Chan ve Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) Genel Direktörü Jose Graziano da Silva’nın ortaklaşa kaleme aldıkları “Yetersiz beslenmeye son verin!” başlıklı makaleden aktaralım bunu: “Yetersiz beslenme, büyük ölçüde toplumun en korunmasız kesimlerini özellikle de hayatlarının ilk dönemini etkiliyor. Bugün, dünya nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan 800 milyondan fazla insan kronik olarak aç. Az beslenme, çocuk ölümlerinin neredeyse yarısının nedenini oluşturmakta, yetersiz beslenme sonucu ise çocukların dörtte birinin büyümesi durmuş halde. “Gizli açlık” olarak da bilinen vitamin ve minerallerin eksik olduğu mikrobesin yetersizliği 2 milyar insanı etkiliyor.” (Milliyet, 19 Kasım 2014) Gerçekler bunlar. Bakın bu gerçeklerin sonucu olarak neler oluyor? “Terre des Hommes adlı sivil toplum Ortadoğu’ya, Asya, Latin Amerika’ya kadar her yerde savaş yangınları var ve bu yağma savaşlarından en çok da çocuklar etkileniyor. Üstelik çocuklar dünyanın neredeyse yarısında süren savaşlar sonucu, gerek ülkeleri içinde gerek ülkeler arası göçler yaşamaktadırlar. Yaşanan bu göçler sonucu çocuklar çok korkunç şartlarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Kimisi ailesiz kalmış, kimisi yersiz yurtsuz kalmış milyonlarca çocuk var dünyada. Sadece Suriye’de neredeyse dört yıldır süren savaşta, BM rakamlarına göre 6,5 milyon kişi yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı. 3 milyondan fazla kişi başka ülkelere sığındı. 50 binden fazla çocuk bu ülkelerdeki kamplarda dünyaya geldi. Türkiye’deki kamplarda kalan Suriyeli çocuk sayısı 70 bine yakın… Dünya Gazetesi’nin 2 Ocak 2013 tarihli sayısında yer alan bir haberde dünya çapında somut örnekler var çocukların acınacak, ağlanacak, yüzümüzü kızartan durumlarına ilişkin: “Birleşmiş Milletler çocuklara yardım fonu UNICEF’in son araştırmasına göre, Iraklı çocukların yüzde 33’ü temel hizmetlerden mahrum vaziyetteler... Yani 18 yaşın altında beş milyon çocuk eğitim, temiz içme suyu, yeterli beslenme ve sağlık hizmeti olmadan büyüyor. Birçok ailenin derme çatma evlerde kuruluşunun araştırmasına göre, dünyada 21 milyon kişi zorla çalıştırılıyor. Bunun 5,5 milyonu ise çocuk.” (Yurt, 8 Haziran 2014) AB-D Emperyalistlerinin daha fazla sömürü, daha fazla kâr uğruna çıkardıkları savaşlar dünyanın dörtbir yanında sürüyor. Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Afrika’dan oturduğu Irak’ta barınma ihtiyacı da en büyük mesele olmaya devam ediyor. “Irak’ta her 10 çocuktan 9’u ilkokula kaydedilse de, sadece 4’ü ilkokuldan mezun olabiliyor. Kız çocuklarında ise bu oran daha düşük... Sağlık hizmetlerinin yetersizliği de Iraklı çocukların en Suriyeli kız çocuğu İstanbul’da ısınmaya çalışıyor... büyük derdi, ülkede her yıl 35 bin bebek hayatını kaybediyor. Yetersiz beslenme sebebiyle her 4 Iraklı çocuktan biri fizikî veya zihnî gelişimini tamamlayamıyor. “Siyasi çalkantıların ve etnik çatışmaların sona ermediği bir diğer ülke Pakistan’da yaşanan istikrarsızlığın en büyük kurbanları çocuklar... Salgın hastalıklar, çocuk yaşta evlendirilen ve eğitim hakları elinden alınan kız çocukları ve terör saldırıları ya da askerî operasyonlardan kaçmak zorunda kalan on binlerce göçmen ailenin çocukları kamplarda hayat mücadelesi veriyor. “Afganistan’daki Rus işgali ardından Pakistan’a sığınan milyonlarca mülteci bu kampta barınıyordu. Ardından kampı yavaş yavaş terk eden Afgan mültecilerin yerini Afganistan-Pakistan sınırı boyunca, aşiretler bölgesinden kaçan göçmenler aldı. Kampta yaşları 1 ilâ 15 yaş arasında değişen 250 bine yakın çocuk yaşıyor. Bu rakam, neredeyse kamp nüfusunun yarısı... Çoğu 2 yıldır bu kampta çadırlarda hayata alışmak zorunda kalmış. “Rusya’nın gündeminde, son günlerde Amerika Birleşik Devletleri ile gerilime yol açan evlatlık yasası ve kimsesiz çocuklar meselesi var. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yaşananların Rus nüfusunda yol açtığı büyük boşluk, ailelerin de bölünmesine neden oldu. Sınırlı sosyal yardım nedeniyle on binlerce çocuk bakıma muhtaç hale geldi. Doksanlı yıllardan bu yana 45 bin Rus çocuk, Amerika Birleşik Devletleri’ne evlatlık olarak gitti. Gönderilen çocuklarla ilgili üzücü olayların Rusya’ya aksetmesi ve Amerikan ailelerinin ihmali, Rus kamuoyunun konuyla ilgili hassasiyetini diri tutuyor.” (http:// www.dunyabulteni.net/haber/241237/savaslardan-en-cok-cocuklar-etkileniyor) Dünyadan sadece birkaç ülkeden aktardıklarımız bile çocukların nasıl insanı isyan ettiren bir konumda bulunduklarını gösteriyor. Yukarıda da söylediğimiz gibi bunun nedeni Sınıflı Toplum ya da Emperyalizmdir. Parababaları çocukları bebekken öldürüyor, çocukken evlendiriyor. Kendileri çocuk olanların çocukları oluyor. Bu durumdan elbette ülkemizdeki çocuklar da paylarını fazlasıyla alıyorlar: “Türkiye’nin utanç tablosu “Bu yılın 3 ayında 2 bin 27, 7 yılda 91 bin 208 çocuk hamile kaldı.” (Önder Yılmaz, Milliyet, 6 Ağustos 2014) Dünyada her 5 çocuktan biri işçilik yapıyor. Türkiye’de ise TÜİK’in istatistiklerine göre çocuk işçi sayısı yeniden artışa geçiyor. Çocuk işçiliğinin yoğun olduğu ülkemizde, özellikle tarım sektöründe çalıştırılan çocukların şartlarını denetlemekle görevli müfettiş sayısı sadece 18. Bunu söyleyen de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Bizim ülkemiz ki, dünyada “Çocuk Bayramı” olan tek ülke. Ama bayramı olan çocukların ne yazık ki hakları yok… Yani hangi açıdan bakarsanız bakın “Çocuk Hakları” hikâye… Çocukların çalınan hayalleri, çalınan gelecekleri var ama hakları yok! Görevimiz bu sınıflı topluma son vermek. Hem ülkemizde hem dünyada… Zor bir görev mi? Elbette zor. İmkansız mı? Olur mu öyle şey?.. Biz ki Kahraman Gerilla Che’nin yoldaşlarıyız, onun ünlü sözünü, ünlü vasiyetini hiç unutabilir miyiz? “Gerçekçi ol, imkânsızı gerçekleştir!” diyordu Che bildiğimiz gibi. Biz de gerçekleştireceğiz! Çocuklarımıza sözümüzdür!❑ 9 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 İnsanda biraz utanma olur yahu!.. Görüldüğü gibi, tıpkı dün Libya’da olduğu gibi, bugün de Suriye’de Ebu Rigal’in yaptığını yapmaktadır Tayyipgiller. Bu tutumlarından dolayı numaralamada ikinci ve üçüncü sıralarda yer almak onların ihanetleri hakkınadır. A hmet Davutoğlu 5 Kasım 2014 günü MİT Müsteşarı Hakan Fidan’dan brifing aldıktan sonra basına açıklama yapıyor; konuşmasının bir bölümünde şöyle diyor: “İsrail askerinin Mescid-i Aksa’ya girmesi tam bir barbarlıktır. İnsanlığın en kutsal mekânlarından birine yapılan bu saldırı en sert şekilde karşılık bulmalıdır. Kudüs bir barış şehri olması gerekirken İsrail’in bu tutumu sayesinde barbarlığın sergilendiği bir şehir olmuştur. Bütün Müslümanlara ve bütün dünyaya Mescid-i Aksa’ya sahip çıkma çağrısında bulunuyorum. Kudüs tek bir dinin hâkimiyet alanına dönüşüp diğer kutsal mekânlar böylesine barbarca bir tutum ile ayaklar altına alınırsa, Ortadoğu’da barışı temin etmek mümkün olmaz. Burada ciddi bir fırsatçılık var. Dikkatlerin Suriye’ye, sadece Kobani’ye çevrildiği bir dönemde ve herkesin yönlendirildiği bir dönemde İsrail’in yaptığı dikkatlerin dağılması sebebiyle Kudüs’te asimilasyon ve Kudüs’ün kimliğini değiştirmede yeni bir adımdır. Türkiye olarak şiddetle kınıyoruz. Uluslararası alanda da gereken her türlü insiyatifi alarak bu tutum karşısında uluslararası toplumun en aktif cevabı vermesi için de gerekli çalışmalarda bulunacağız.” (Gazeteler) Sözlerindeki özellikle; “Dikkatlerin Suriye’ye, sadece Kobani’ye çevrildiği bir dönemde İsrail’in yaptığı dikkatlerin dağılması sebebiyle Kudüs’te asimilasyon ve Kudüs’ün kimliğini değiştirmede yeni bir adımdır.” ibaresi, insana ister istemez yazının başlığını söyletiyor. Çünkü bu sözleri söyleyebilecek dünyadaki en son üç kişiden biridir Ahmet Davutoğlu. Birincisi Obama, ikincisi ise Tayyip’tir. Neden? Çünkü Suriye’yi hedefe koyan, antiemperyalist tutumundan dolayı Beşşar Esad’ı iktidardan düşürmek, uşaklardan oluşan, kendine bağlı bir iktidar oluşturmak isteyen ABD’dir. Tabiî olarak onun başkanı Obama’dır. O yüzden birincilik Obama’ya düşer. Tabiî Obama’yla birlikte diğer emperyalist ülke liderleri de bu Yeni Haçlı Seferinde kendilerine düşen görevi üstlenmişlerdir. Fakat takındıkları tutum ve eylemleri göz önüne alındığında yürütülen harekât. Bu amaçla Türkiye topraklarında Suriyeli gerici güruhlara “eğit-donat” desteği verilmelidir vb. gibi. Yani bunlar tamı tamına İslam Tarihinde lanetle anılan Ebu Rigal’in çağdaş versiyonlarıdır. Ebu Rigal ise “Diyanet İslam Ansiklopedisi 10. Cilt, 217’nci Sayfa EBÛ RİGĀL Maddesi”ne göre şudur: “(ö. 570 [?]) “Kâbe’yi yıkmak üzere çıktığı sefer sırasında Ebrehe’ye kılavuzluk eden Tâifli. “Habeş Krallığına bağlı Yemen valisi Ebrehe Kâbe’yi yıkmak için çıktığı sefer esnasında Tâif’e varınca Sakīf kabilesinin ileri gelenleri, reisleri Mes’ûd b. Muattib ile beraber kendisini karşılayarak emrine âmâde olduklarını, Lât Mâbedi’ne dokunmadığı takdirde erzak ve rehber vereceklerini söylediler. Ebrehe’nin bu teklifi kabul etmesi üzerine Ebû Rigāl’i rehber olarak görevlendirdiler. Ebû Rigāl onları Mekke yakınlarındaki Mugammes’e kadar götürdü ve burada âniden öldü. Araplar onun ölümünü ilâhî gazabın bir tezahürü olarak yorumladılar ve bu tarihten itibaren bir hain nazarıyla baktıkları Ebû Rigāl’in mezarını taşlamayı gelenek haline getirdiler.” (Ahmet Lütfi Kazancı, agy.) Görüldüğü gibi, tıpkı dün Libya’da olduğu gibi, bugün de Suriye’de Ebu Rigal’in yaptığını yapmaktadır Tayyipgiller. Bu tutumlarından dolayı numaralamada ikinci ve üçüncü sıralarda yer almak onların ihanetleri hakkınadır. Sezar’ın hakkı Sezar’a… Yeri gelmişken bu çağdaş E. Rigal’lerin Libya’daki ihanetlerine de kısaca değinelim: AB-D Emperyalistleri Libya’ya saldırma kararı aldıklarında Tayyip; “Ne işi var NATO’nun Libya’da”, demiş; sonra da Obama’nın haddini bildiren zılgıtını yiyince İzmir’i NATO’nun Libya’ya müdahalesinin merkezi olarak kullandırtmış ve gemilerle, denizaltılarla Libya’ya karşı yürütülen Haçlı Seferine destek vermiştir, bildiğimiz gibi. Halksever, yurtsever, antiemperyalist Kaddafi’nin kanında bizim bu çağdaş Ebu Rigal’lerin de eli vardır. Kendisinin en büyük tetikçisi de o zaman Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’ydu yine bildiğimiz gibi. Bu ihanetin nerelere vardığını ve A. Davutoğlu’nun bu ihanetteki rolünü yine bir getirdi. Türkiye bize yardım göndermek için yeni bir metot buldu. Buna artık ‘Türk modeli’ diyoruz” dedi. “Türkiye, Libya’ya 300 milyon dolarlık yardım taahhüdünde bulunmuştu. Bunun 100 milyon doları hibe, 100 milyon doları nakit kredi ve kalan 100 milyon doları da proje kredisi olarak planlanıyor. “Abdülcelil ve Davutoğlu, Türk yönteminin ayrıntılarına girmedi. Bir gazetecinin “para elden mi gönderildi” şeklindeki sorusuna ise Davutoğlu, “Libya’nın bu yardıma acil ihtiyacı var. Ulusal Geçiş Konseyi’nin mali işler sorumlusu Ali Tarhuni Türkiye’ye geldi ve tüm yöntemleri gözden geçirip en uygununa karar verdik” yanıtını verdi. “Konuya yakın kaynaklar, hibe ve nakit krediden oluşan 200 milyon doların büyük bir kısmının Ulusal Geçiş Konseyi’ne verildiğini söyledi. Paranın Libya’ya gelen ve görüşmeler yapan Türk yetkililer tarafından peyderpey getirilerek, elden verildiği belirtildi. “(…) “Bu ziyaret, Davutoğlu’nun son bir ay içerisinde Bingazi’ye yaptığı ikinci ziyaret. “Dahası Pazar günü Trablus’un da isyancıların eline geçmesinden bu yana yabancı bir diplomat tarafından ilk ziyaret. (...) “Libya’da muhaliflerin son dönemdeki askeri başarılarının ardından dün akşam aralarında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın da bulunduğu Libya Temas Grubu’na üye 11 ülkenin dışişleri bakanlarıyla bir görüşme yapıldığını aktaran Davutoğlu, birkaç gün içerisinde Libya’ya yapılacak askeri ve mali yardımların detaylandırılacağını ve yürürlüğe sokulacağını da sözlerine ekledi.” (Hürriyet, 23 Ağustos 2011, İrem Köker Bingazi’den bildiriyor) Bu ihanetin Libya’yı nasıl bir felakete sürüklediğini hepimiz biliyoruz. Fakat çağdaş Ebu Rigal’lerin başı olan Tayyip de bizzat dile getiriyor. Bakın ne diyor: “Dün Libyalı bir dostum yanımdaydı. Gece dertleştik uzun uzun. Şu an Libya’da 22 milyon silah var dedi. Ordunun dışında bu, halkta olan silah. Libya’nın nüfusu 6 milyon hâlbuki. Bu ne demektir? Libya büyük bir tehdit altında demektir. Orada fitilin ateşlenmesiyle, birçok şeyi tamamıyla kaybedebilirler.” (Gazeteler, Başbakan Erdoğan Sakarya’da konuştu, 27.12.2013) Sanırsınız ki Libya’nın bu hale gelmesinde hiç rol almamış bir lider, hatta karşı çıkmış bir ülkenin, örneğin, Küba’nın ya da Venezuela’nın lideri konuşuyor. İnsan bu kadar da alçalmaz diyeceğiz ama… Ancak bu boş bir laf olacak. Çünkü görüldüğü gibi alçalıyorlar… Suriye meselesine dönersek: Ne demişti Tayyip 5 Eylül 2012 tarihinde: Mescid-i Aksa ve baş yıkıcıları bunların hiçbiri bu rezil oyunun ikinci kişisi olarak adlandırılamaz. Çünkü onlar, Suriye’nin meşru iktidarına karşı örgütledikleri ve Suriye Halklarının başına musallat ettikleri gerici güruhu uzaktan uzağa desteklemişlerdir sadece ve çıkarlarının gerektirdiği biçimde davranmışlardır. Yani bu pis tezgâhın sıradan aktörleridirler. Oysa Tayyipgiller, emperyalistlerin kendi çıkarları için başlattıkları Yeni Haçlı Seferinde rol alan “Müslüman” ve kraldan çok kralcılık yapan işbirlikçilerdir. ABD’ye yani ağababalarına akıl vermeye kalkışmaya kadar vardırmışlardır bu hainane tutumlarını. Şöyle inciler döktürmektedirler mesela: Yalnız IŞİD’le mücadele yetmez. Beşşar Esad’ın da (onların deyişiyle Esed’in de) devrilmesini içermelidir Suriye’de gazete haberiyle kısaca görelim: “Libya’ya yardımda Türk modeli: Para elden veriliyor “Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Libya’ya yoğun güvenlik önlemleri altında geldi. “(...) “Davutoğlu ile Libya’da muhaliflerin temsilcisi Ulusal Geçiş Konseyi’nin Başkanı Mustafa Abdülcelil baş başa bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmenin ardından basın toplantısı düzenlendi. “(...) “YARDIM ELDEN VERİLİYOR “Abdülcelil, Türkiye’ye vermiş olduğu destekten dolayı teşekkür etti. Abdülcelil, “Türkiye, tüm bürokratik engelleri aşarak, Libya’ya verdiği taahhütlerin hepsini yerine “(...) Kısa zamanda Şam’a gideceğiz ve Emevi Camiinde namazımızı kılacağız.” Hazret “Emevi Camiinde namaz kılacak.” Pekiyi bu nasıl olacak? Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, antiemperyalist tutumundan taviz vermeyen (ki emperyalistler için bu affedilmez bir suçtur) Beşşar Esad’ı devirecekler ve tıpkı Irak’ta, Libya’da olduğu gibi, Suriye’yi işgal edecekler ya… İşte bizim Ebu Rigal’lerimiz de gidip Emevi Camiinde namaz kılacaklar. Aynı zamanda bu caminin bahçesinde Selahattin Eyyubi’nin mezarı da bulunur. Bugünkü emperyalist Haçlıların ataları olan Haçlıları yenerek Kudüs’ü kurtaran, Haçlı katliamlarını sona erdiren, Hıristiyan halka da özgürlük ve güvenli bir yaşam ortamı sağlayan büyük insan, büyük komu- tan Selahattin Eyyubi’nin mezarı… 20’nci Yüzyıl’ın Haçlıları olan emperyalist ülkelerin işgal orduları komutanlarından İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, 11 Aralık 1917 tarihinde Selahaddin Eyyubi’nin mezarına vurarak; “Kalk Selahaddin biz yine geldik” demişti. Yani Haçlı Seferlerinde sen bizi yendin. Ama çağdaş Haçlılar olarak biz yine geldik ve bu sefer biz kazandık, demiştir. Dışarı köşe açısından Selahaddin’in Günümüzde ne Emevi Camii bahçesindeki türbesi ve Şam’daki heykeli olacak Şam’a girebilkalmasın istemişlerdir. Sizi de bu prose emperyalistler? Yine bir komutan Selahattin Ey- jenin eşbaşkanı yapmışlardır. Ha, aklımıza geldi ister istemez... yubi’nin mezarının başına gidecek ve aynı sözlerle, benzer cümlelerle, dışın- BOP’un eşbaşkanı şimdi “cumhurdan değilse de içinden söylenerek, yüz- başkanı” oldu. Eşbaşkanlık hâlâ kendi uhdesinde mi, yoksa Obama bu görevi yıllardır süren kinini kusacak. Bunda anlaşılamayacak bir durum zatınıza mı tevdi etti?.. Kudüs için timsah gözyaşları dökyok… meniz ancak mecnunlaştırdığınız taBizim Ebu Rigaller de koşup aynı bahçede yer alan camide namaz kıla- raftarlarınızı kandırmanıza yarayabilir. Onların dini hassasiyetlerini bir süre caklar(!..) İşte bunu anlamak zor diyeceğiz… daha sömürüp oya dönüştürmenizi sağAma yine boş laf etmiş olacağız. Çün- lar. Ama işte bu kadar… Yukarıda “bre habenneka”, demişkü çağdaş Ebu Rigal’lere de bu yakışır, tik. Habenneka kelimesinin anlamı yakışıyor... “aptal”dır. Bunları bu sıfatla tanımlaAhmet Davutoğlu’na dönersek: Bre habenneka, emperyalistler, mak iltifat etmek olur. Çünkü aptal kişi BOP Haritasıyla 22 ülkenin sınırlarını ne yaptığını bilmez kişidir. Oysa bunlar şeytana bile pabucunu ters giydirecek yeniden çizeceğiz; Ortadoğu’yu, tabiî yalnızca Ortado- cinlikteki Tefeci-Bezirgân kişilerdir. ğu’yu değil tüm dünyayı, küçük devlet- Ama zekâlarını hep Türkiye ve dünya halklarının aleyhine kullanan ve tüm lere böleceğiz; Hatta kent devletçiklerinden oluşan becerilerini emperyalistlerin hizmetine bin devletli bir dünya projesini hayata sunmuş uşaklardır. O yüzden Tarih kitaplarında alacakgeçireceğiz derken; ları yer Ebu Rigal’in yanıdır. Tam da bu sonucu elde etmek isİnsanlık bu gibileri nefretle ve tiktemişlerdir. Yani kendileri ve Ortadoğu’daki bekçi köpekleri İsrail için teh- sintiyle anacaktır. ❑ like oluşturabilecek hiçbir güçlü devlet Gezi İsyanı Şehitlerinden Abdullah Cömert’in katilleri korunuyor Baştarafı sayfa 1’de Mahkeme saatinden önce Abdullah Cömert’e sahip çıkmak, ailesini yalnız bırakmamak için mahkeme önünde toplananlar; “Abdullah Cömert Ölümsüzdür”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek”, “Abdullah’ın Katili AKP’nin Polisi” sloganlarıyla nerede olursa olsun davanın peşinin bırakılmayacağını gösterdiler. Duruşmanın başında mahkeme heyeti; önce avukatlar, gazeteciler ve dinleyicilerin salondan dışarı çıkmasını istedi. Duruşmanın gizli yapılacağına dair bir karar verilmediğinden kimsenin hele hele avukatların dışarı çıkartılamayacağını belirten avukatlar, mahkemenin bu istemine tepki gösterdi. Bu tepki üzerine mahkeme heyeti salonu terk etti. Bir süre sonra salona tekrar gelmeleriyle birlikte duruşma başladı. Ancak mahkemenin, avukatların taleplerini dikkate almaması, sesli ve görüntülü kayıt yapılmadığı için taleplerin tutanağa yanlış geçirilmesi gibi nedenlerle, duruşma boyunca davayı takip eden avukatlar ve Abdullah Cömert’in ailesi ile mahkeme heyeti arasında tartışmalar sürdü. Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak ve Bursa İl Başkanı Av. Halil Ağırgöl de duruşmayı takip eden avukatlar arasındaydı. Duruşmayı takip eden İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak; “Adliye binasının her koridorunun tıka basa polislerle dolu olduğunu, mahkeme heyetinin duruşma boyunca hukukla uzaktan yakından ilgisi olmayan tavırlar sergilediğini, savcının bir ara uyuyarak kendinden geçtiğini” belirtti. Çolak; “Görevimiz katılan/mağdur vekilliği olmasına karşın sanki sanık vekili gibi mahkeme heyeti ile cebelleşip durduk. Duruşmaya izleyici almama, taleplerin tutanağa geçirilmemesi, sanığın aceleyle SEGBİS (Sesli ve Görüntülü İfade Alma Bilişim Sistemi) sisteminden ifadesinin alınmaya kalkışılmasına karşı direngen ve mahkemeye hukuk dersi veren avukatların, mahke- me heyetinin reddi taktiği ile sanığın SEGBİS ile savunmasının alınması şimdilik engellendi, gelecek duruşmada ne olacak göreceğiz. Ancak AKP’nin Hukuk Bürosuna dönüşen bu yargıdan hukuka uygun adaletli bir karar beklemek saflık olur. Duruşmada mahkemeyi kerte kerte gerileten ve sanığın sorgusunun huzurda yapılmasını gerekçelendiren avukatların tavrı (rezonans eksikliğine rağmen) harikaydı” dedi. İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak; “Alt sınırı 5 yıl ve daha fazla gerektiren suçlardan yargılananların bu yöntemle savunmasının alınmasının yasak olduğunu, heyetin sanığın savunmasını SEGBİS yöntemiyle alarak, daha yargılamanın başında sanığa 5 yıldan az ceza vereceğini belli ettiğini” söyledi. Duruşma sürekli tartışmalarla bölündü ve birkaç kez mahkeme heyeti talepleri değerlendirmek üzere ara vermek zorunda kaldı. Sonunda Abdullah Cömert’in ailesi ve avukatları mahkeme heyetinin bağımsız ve tarafsız olmadığını, polis memuru olan katili koruma amaçlı davrandığını belirterek bu haliyle adil bir yargılama yapamayacakları için kendilerini REDDETTİKLERİNİ belirttiler. Avukatlar değişik açılardan red gerekçelerini belirterek, yazılı ve ayrıntılı red dilekçesi vermek istediklerini belirttiler. Bunun üzerine mahkeme; avukatların mahkemeyi red gerekçelerini yazılı olarak vermeleri için duruşmayı 3 Şubat Salı saat 09.00’a erteledi. Dışarıda da davayı takip etmeye gelenler; “Abdullah Cömert Onurumuzdur”, “Gezi’de Düşene, Dövüşene Bin Selam”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür” sloganlarıyla duruşma bitimine kadar beklediler. Bu bekleyiş sırasında çeşitli kurumların temsilcileri ve Partili Yoldaşlarımız tarafından konuşmalar yapıldı. 3 Şubat günü hesap sormak için tekrar buluşulmak üzere dağıldık. Balıkesir-İzmir-Bursa’dan Kurtuluş Partililer 10 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Zet Farma’da direniş büyüyor Zafer yakındır... Baştarafı sayfa 16’da Zet Farma Lojistik İşçileri Yalnız Değildir! DİSK/Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten çıkarılan işçi kardeşlerimizin, sendikaları öncülüğünde yürüttükleri direnişlerini bir kez daha ziyaret ettik. Zet Farma İşçileri; İşi, Aşı, Ekmeği ve Onuru için 29 gündür direnmeye devam ediyorlardı. Ziyaretimiz içeride çalışan işçilerin öğle tatiline denk gelmişti. Yemeklerini çabucak bitiren işçiler Direnişteki arkadaşlarını ziyarete koşmuşlar, heyecanla içeriden bilgi veriyorlardı. Düzenli olarak yemek ve çay molalarında arkadaşlarını görmek için hemen işyerinin kapısına geliyorlarmış dayanışmak için. Biliyorduk ama bu anları yaşayınca bizler de duygulandık. İl Başkanımız Av. Pınar Akbina hem çalışan (çoğunluğu kadınlardı) hem Direnişteki işçilere hitaben coşkulu bir konuşma yaptı. DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nı seçmekle doğru bir tercih yaptıklarını belirtip, cesaretlerinden ve örgütlü mücadelelerinden K urtuluş Yolu olarak Zet Farma işçilerinin mücadelesini kendi dillerinden, kendi deneyimlerinden aktarmak için yaptığımız röportajı aşağıda veriyoruz. Kurtuluş Yolu: Röportajımıza firmada çalışan bir kadın işçiyle başlıyoruz, buyurun. Işılay Akarsu: Adım Işılay, soyadım Akarsu. 2 yıl 7 aydır Zet Farma Lojistik’te Işılay Akarsu çalışıyorum. Firmanın Abdi İbrahim bölümünde, ambalaj bölümünde çalışıyorum. Orada işler-ilaçlar genelde koli şeklinde geliyor şurup, tablet olarak ayrılıyor. Karekod yapıyoruz. Karekod yaptığımız bölüme yaziki bölümü deniyor. Ambalaj bölümü oluyor, işte kutulama oluyor, tarife yerleştirme oluyor. Kırık ayırma veyahut bozuk tablet ayırma bölümlerimiz oluyor. Yalnız şuruplarımız genelde çok ağır oluyor. Kolileri kaldırıyoruz, şurup kolilerini biz kadınlar kaldırıyoruz. Kaç diyelim, 80 bin tane iş geliyor diyelim. Onların hepsini biz yapıyoruz. Ve gün içerisinde durmadan aynı işi yaptığımız için daha sonra belimiz ağrıyor, kolumuz ağrıyor, boynumuz ağrıyor. Kurtuluş Yolu: Peki bununla ilgili tam anlamayla bir tıbbi yardım alabiliyor musunuz? Işılay Akarsu: Tıbbi yardım alamıyoruz. Ayriyeten şeflere gidip bizim işte buramız ağrıyor, belimiz ağrıyor, doktora gidiyoruz dediğimiz zaman “aman siz de her gün hastaneye gidiyorsunuz”, “Yok, gidemezsiniz, izin veremem, işimiz var. Yasak, müdürler kızıyorlar” filan gibi şeyler söyleniyor. Kurtuluş Yolu: Yani bu kadar ağır bir iş yapmanıza rağmen içeride bir kurum doktoru yok mu? Işılay Akarsu: Doktorumuz var. Yalnız kulak burun boğaz doktoru. Çarşamba günleri geliyor. Bu tür ağrılarımız için gittiğimizde doktor “ben anlamıyorum” diyor veyahut kulak burun boğaz için gittiğimizde ya “benim özel muayenehaneme gelin” diyor, ya da “başka bir doktora git” diyor. Genelde verdiği cevap bu oluyor. Herhangi bir şeyin yok deyip ilaç yazıp gönderiyor. Muayenehanesinde baktığı gibi ilgi göstermiyor yani. Sevk istediğimiz zaman zorlanıyoruz. Doktor vermiyor. Çünkü işveren istemiyor bunu. İşveren istemeyince doktor da sevk yazmıyor. Hastaneye gitme koşulları çok zor. Hani gidiyoruz ama ne şekil gidiyoruz… Önce dilekçe yazıyoruz gitmek için. Doktora gittiğimizde işyerine geliyoruz, savunma yazıyoruz. Gelirken rapor alıyoruz, raporlarımızı inceliyorlar. Hatta biz işte arıyoruz ya 182’yi, randevu alıyoruz ya, ona inanmıyorlar, 182’yi tekrardan arattırıyorlar. Acaba bu şahsın randevusu var mı gerçekten diye kontrol ediyorlar. Kurtuluş Yolu: Yani siz de tüm bu insanlık dışı koşullara karşı örgütlenme kararı aldınız, mücadele etme kararı aldınız. Biraz ondan bahsedebilir misiniz? Işılay Akarsu: Evet. Şu şekil oldu. Bizim hastaneye gitme, muayene olma konusunda, yemek konusunda sorunlarımız dolayı kutladı. Onlar da, desteğimizden dolayı sevindiklerini, Nakliyat-İş Sendikası’na güvendiklerini belirtip, “kararlılıkla sendikamızın peşinde olacağız” dediler. Zaten, Nakliyat-İş kendisine yaraşan bir şekilde kısa sürede örgütlülüğü sağlamış, işverenin yeni hamlelerini engellemişti. Ayrıca yasal prosedürleri de yerine getirmişti. İşbaşı saati gelince, işçiler işlerine döndüler. Bizlerde direnişçilerle sohbetimize devam ettik. Direniş ateşinde birlikte yemek yapıp yedik. Ayrılma saatimiz geldiğinde; “Mücadeleniz Mücadelemizdir. Sendikanızla birlikte kazanacaksınız! Buna inancımız tam!” diyerek vedalaştık. 28.11.2014 Yaşasın Zet Farma Direnişimiz! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek! İşgal, Grev, Direniş Yaşasın Nakliyat-İş! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer var. Yemeklerimiz çok iğrenç, yenilmiyor, o derece. Hiç kimse yemiyor, herkes evden getiriyor ama yemek paramız verilmiş olarak görünüyor. Bunu dile getiriyoruz her seferinde, değişen hiçbir şey olmuyor yemek konusunda da. Hastane, yemek, ne bileyim hastalandığımızda bizi doktora götürmüyorlar. Hatta revir gibi bir şey yok. Dinlendirme gibi bir şey yok, iki ilaç verip hemen tekrar işe çağırıyorlar; gelin çalışın diye, iş acil, yetiştirmemiz gerekiyor, diye. Ve şeflerimiz yani bizi yöneten müdürlerimiz ağır laflar kullanıyorlar, yani konuşurken insanların üzerinde fazla baskı var, bir de hakaretli konuşmalar oluyor. Bunlara dayanamadık yani. Hepimiz dayanamadık, böyle bir karar aldık. Kurtuluş Yolu: Peki o noktada Nakliyat-İş Sendikası’nın katkıları neler oldu? Size nasıl öncülük etti? Hayatınızda neleri değiştirdi? Biraz da onlardan bahseder misiniz? Işılay Akarsu: Evet, şimdi işin garip tarafı şöyle; arkadaşlar daha önceden gitmiş konuşmuşlar. İşte hani sendikayla ne yapabiliriz, ne olabilir?.. Örgütlenin, diye bir şey olmuş. Bana gelip söyledi arkadaşlar 29 Ekim’de. Ben, “evet ben varım” dedim. 29 Ekim’de üye oldum, Perşembe günü çalıştım, Cuma günü bu duyuldu. Cuma günü duyulunca, bana direkt, apar topar işten çıkışımı, hatta soyunma odasından çağırarak, çıkışımı verdiler. O şekil bir çıkış yaşadım ama içerde arkadaşlarımla şu an yazışıyoruz, görüşüyoruz her an, her dakika, her şeyi. Şu an şu şekilde bir şey var: Yöneticilerin baskısı durulmuş. İnsanlara artık insanca davranıyorlar. Yani kimseyi kırmıyorlar, artık o hakaret dolu sözlerini yapmıyorlarmış. Bu şekil bilgiler alıyorum içerdeki arkadaşlardan. Kurtuluş Yolu: Yani dışarıdaki mücadele içerdeki çalışma koşullarını bu aşamada bile düzeltmeye, değiştirmeye yeterli oldu. Bundan sonra da kazanacaksınız büyük olasılıkla, hatta kesin gibi gözüküyor. Işılay Akarsu: Evet, değiştirdi, düzelttirdi evet. Kurtuluş Yolu: Peki, biz de sizi bu mücadelenizden dolayı kutluyoruz. Son olarak işçi sınıfıyla paylaşmak istediğiniz bir mesaj var mı bu süreci yaşayan bir insan olarak? Işılay Akarsu: Teşekkür ediyorum. Son olarak şunu söylemek isterim. Yani direne direne kazanılır her şey. Tabiî ki insanlar ellerini taşların altına koymak zorundalar yoksa hiçbir yere varamazlar. İnsanlar bence örgütlenmeliler. Herkese karşı, her şeye karşı özellikle patronlara karşı. Kurtuluş Yolu: Patronlara ve Parababalarına karşı. Işılay Akarsu: Evet. Örgütlenerek bazı şeyleri başarabiliriz. Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz. Ağzınıza sağlık. Mücadelenizi desteklemeye ve yanınızda olmaya devam edeceğiz. Işılay Akarsu: Teşekkür ederiz. Sağ olun. *** Ziya Yetik: Adım Soyadım Ziya Yetik. 2 yıldır burada, Zet Farma’da çalışıyorum Mustafa Nevzat ambalaj bölümünde, karekod sistemi, ambalaj kısmında. Girdiğimizde, burada ilk işbaşı yaptığımız gün, buranın yönetimi işte ileriki zamanlarda bu maaşımızın kat kat yükselerek bize yansıyacağını belirttiler, performans olarak. Yalnız 2 yıl boyunca o noktada maaşımızda herhangi bir gelişim olmadı. Sorunlarımızı her zaman dile getirdiğimiz halde. Kurtuluş Yolu: Maaşlarınızda herhangi bir artış olmadı. Ziya Yetik: Yok, oynama, artma olma- dı. Yılda 10 TL, 20 TL. O da devletin verdiği asgari geçim indirimini yansıtarak, hani güya onlar vermiş gibi oldu. Sürekli sorunlarımız vardı. Dile getiriyorduk, yönetim bazında dikkate alınmadı. Bize denildi ki çalışan çalışacak, çalışmıyorsanız kapı açıktır. Çalışmak isteyen çalışır, çalışmak istemeyen alır başını gider. İşte biz de arkadaşlarımızla sorunların çözümü bazında bir noktaya geldik. Sendikaya üye olmaya, sendikanın buraya getirilmesine karar verdik. Yaklaşık 2 aydır bu çalışmalarımız var. İşte bir takım müdürler tarafından işte sendika getirilmiş bazında haberler almışlar, kaldık ayrıca. 2006’dan bu yana maaşlarımız hiç artmadı. Hiç zam almadık. Asgari geçim ücreti bile zam adıyla verilmiş bize ama biz bunun farkında değildik. Ya da farkındaydık bazen ama çalışmak zorunda olduğumuz için çalışıyorduk. Ondan sonra tam en son noktası aslında, toplantıyla artık bıçak kemiğe dayandı. Kurtuluş Yolu: Nasıl bir toplantı? Kiminle yaptınız? Çiğdem Akın: Bizim genel müdürlerle işte finans müdürü falan... Bunlar geldi, toplandılar. 2 ay öncesinde bize dendi ki, bizim size müjdeli bir haberimiz var. Bu toplantıyı o yüzden yapıyoruz, dediler. Bütün lokasyon olarak toplandık. Biz müjdeli haberi beklerken, “zam yapmayacağız ama bu zammı, size müjdeli haberimizi Aralık’ta vereceğiz. Aralık’ın 5’inde size zam yapacağız” denildi. İşte “siz hastalanıyorsunuz, doktora gidiyorsunuz, rapor alıyorsunuz bu sizin performansınızı etkilediği için biz size o yüzden zam veremiyoruz. Bizim şartlarımız bu, çalışmak istiyorsanız çalışın, çalışmak istemiyorsanız kapı orada, çıkın gidin.” Artık en son bize bunu söylediklerinde düşündük ne yapabiliriz, biz kendimiz için ne yapabiliriz? Birkaç arkadaşla görüştük, konuştuk böyle bir şey yapsak nasıl olur?. İyi olur, dedik. Var mıyız? Varız, arkadaş- Çiğdem Akın Ziya Yetik kendi kafalarına göre bir liste hazırlamışla, işte burayı kim örgütleyebilir. Bunların kafalarını, önderlerini dışarı atarsak buradaki örgütlenme biter bazında, kendi düşüncelerine göre bizi işten çıkardılar. Ama içerideki arkadaşlarımızın sayesinde, dayanışması sonucunda daha da güçlendik. Kurtuluş Yolu: Onlar size sahip çıktılar. Ziya Yetik: Tabiî sahip çıktılar. Biz de onlara sahip çıktık, bu dayanışmayı ortaya getirdik, bu mücadelemizi de sonuna kadar savunacağım. Kurtuluş Yolu: Biz de bu mücadelenizde her zaman yanınızda olacağız. Ziya Yetik: Teşekkür ederiz. Kurtuluş Yolu: Peki son olarak İşçi Sınıfına iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Yani bir direniş yapıyorsunuz, bildiğiniz gibi Nakliyat-İş her zaman bu direnişlerin öncüsü olmuştur. Ziya Yetik: Tabiî onun için önceliğimiz Nakliyat-İş’ti. Kurtuluş Yolu: Aynı koşullarda çalışan işçilerimize iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Ziya Yetik: Aynı koşullarda çalışan bütün işçi arkadaşlarımıza şu konumda hani nasıl diyeyim yani bir örgütlenme bazında birbirleriyle dayanışma içinde oldukları takdirde başaramayacakları hiçbir şey yoktur. Biz kişisel çıkarsak ortaya kırılırız ama bir bütün olarak, örgütlü bir şekilde ortaya çıkarsak, başaramayacağımız hiçbir şey olmayacağı için birbirleriyle kenetlenip her noktada birleşmelerini istiyoruz. Ve onların yalnız olmayacağını da biz biliyoruz. Her zaman desteklerimizle onların arkasındayız. Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz. Başarılar dileriz. Ziya Yetik: Rica ederim. Teşekkürler. Sağ olun. *** Kurtuluş Yolu: Evet şimdi yanımızda firmada çalışan kadın arkadaşlardan biri daha var. Onun görüşlerini alacağız. İlk önce isminizle başlayalım. Çiğdem Akın: Çiğdem Akın ben. Kurtuluş Yolu: Çiğdem Hanım sendikayla nasıl tanıştınız? Mücadele etmeye nasıl karar verdiniz? Çiğdem Akın: 2006’da burada çalışmaya başladım ben. Bu süreç içerisinde şartların iyileşmesine dair yol almaya çalışırken sürekli bize zulüm, hakaret uygulandı. Ve maaşlarımız hep aynı yerde kaldı, asgari ücretle çalıştık biz. Çok mesaiye lar. Aslında bu 3 kişiyle başlayan bir mücadele şimdi kocaman olduk. Kurtuluş Yolu: Peki bir kadın işçi olarak yaşadığınız güçlükler nelerdi burada? Yani erkek işçilere de aynı baskılar yapılıyor ama siz kadın olarak ekstra bir baskıyla karşılaştınız mı? Çiğdem Akın: Yani baskı hat safhada. Su içiyorsun buna baskı, senin su içtiğini hesaplıyorlar, lavaboya gidiyorsun onu hesaplıyorlar, hastalanıyorsun; kadınsın özel hastalığın var, buna bile niye lavaboya gidip geliyorsun yani o bile soruluyor. Kurtuluş Yolu: Yani Kölelik koşullarında çalıştırıyorlar. Çiğdem Akın: Aynen kölelik koşullarında. Ben çok sabrettim bugüne kadar. Fazlasıyla sabretmişim. Ki psikolojik baskı da çok oldu bize, hani ruhsal olarak da kendimi iyi hissetmemeye başlamıştım burada. O yüzden ne yapabiliriz? Biz böyle bir şey yapalım. İyi karar vermişiz, iyi ki de sendikaya üyeyiz, iyi ki de yapmışız bunu. Kurtuluş Yolu: Yani patronun zulmüne karşı boyun eğmek yerine mücadele etmeyi tercih ettiniz ve bundan da son derece memnunsunuz. Çiğdem Akın: Son derece memnunum. Keşke daha önce yapmış olsaydık. Keşke 5 sene öncesinden yapmış olsaydık. Kurtuluş Yolu: Peki sizinle aynı koşullarda çalışan, gerek burada, gerek başka firmalarda çalışan işçi kardeşlerimize iletmek istediğiniz kısa bir mesaj var mı? En son onu alalım. Çiğdem Akın: Evet herkes sendikaya üye olsun. Bize destek versin, bu işi başaralım. Yani gerçi başardık. Bir şey kalmadı. Başarmamamız için hiçbir neden yok. Biz köle değiliz, insanız. İnsan olarak haklarımızı alalım. Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz bizimle görüşlerinizi paylaştığınız için, sağ olun. Çiğdem Akın: Ben teşekkür ederim. *** Kurtuluş Yolu: Evet, Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak bu şanlı Direnişinizi selamlayarak başlayalım ilk önce. İlk önce isminizi, soy isminizi bir öğrenelim daha sonrasında burada yaşadığınız süreci kısaca bir özetlerseniz memnun oluruz. Buyurun. Hüseyin Diyip: Hüseyin Diyip. Ben yaklaşık burada 2 yıldır çalışıyordum. Ben bu sendikaya girmeden önce (zaten beni attılar) yani kurtuluşu araştırdığım zaman da ben sadece Nakliyat-İş Sendikası’nı gördüm diğer sendikalardan farklı olarak. Gittiğim zaman da çok yardımcı oldular. İçeride arkadaşlarla biz daha öncesinde konuşmuştuk, örgütlenme isteği vardı, biz zaman zaman konuşurduk zaten. İşte bunu nasıl yaparız, nasıl ederiz gibisinden konuştuk, benim çıkmam da vesile oldu. Birebir, yüz yüze görüştüm. Dediğim gibi burada çalışma şartları; zaten yedi buçukta giriyorduk, mesai var mı yok mu bilmiyorduk, saat üçte dörtte belli olurdu mesai. Kurtuluş Yolu: O koşulları biraz daha anlatabilir misiniz? Bir gün içerisinde nasıl şartlarda çalışıyordunuz? Hüseyin Diyip: Ya çalışma aslında dediğim gibi çoktu. On, on bir saati buluyordu çalışma saatleri. On bir saat, on üç saat, on dört saat, on altı saat… Yedi buçukta giriyordum, akşam onda çıktığım oluyordu. Baktığınız zaman da bayağı bir süre yapıyor bu. Çalışma şartlarına geldiğimizde, ağırdı yük biraz. Özellikle ben dayanamıyorsam o yüke, bayanların dayanması bayağı bayağı bir güç zaten o ağır şartlarda. Ağır iş, ağır koşullarda çalışılan bir iş. Bedenen yoruldun amenna bir de zaten bunun psikolojik şeyi var. Karşına alacağın, muhatap olduğun kişi yani yok, gerçekten yok. Mesela almışlar getirmişler bizim başımıza yönetici olarak kültürsüz birisi. Güya doktor getirmişler, doktor da bildiğin baytar. Gerçekten baytar, mesela gidiyorsun, burada sana sevk yazamam. İki kişi sevk aldı, ben iki kişiye yazdım daha fazla kişiye ben sevk yazamam, diyor. Kurtuluş Yolu: Peki daha önce böyle sendikalı mücadeleye girişmiş miydiniz? Hüseyin Diyip: Yok ben daha önce hiçbir sendikaya üye olmamıştım. Kurtuluş Yolu: Peki neler hissediyorsunuz? Yani örgütlü olmak insana nasıl bir güç katıyor? Hüseyin Diyip: Ya güç katmasa zaten bu noktaya gelemezdik. Ben işten çıkarıldıktan sonra arkadaşlarla örgütlendik, hemen onlar da sendika üye oldular. Burada işten çıkarılan on iki kişi. Bu arkadaşların hepsi beş buçukta kalkar, işçilerden önce buraya gelirdi. Sabah saat 06.30-07.00’da buraya gelirdik, çalışanları karşılardık. Daha sonra sabahtan akşam Hüseyin Diyip 17.30-18.00’a kadar işyerinin önünde dururduk. Daha sonra sendikamızı tanıtmak için işçi arkadaşlarımızın evlerine giderdik, dolaşırdık, konuşurduk, anlatırdık, böyle haklarınız olacak, insan gibi davranılacak, hiçbir şey yoksa insan gibi davranacaklar size dedik mesela. Bu da neyle oldu? Sendikanın sayesinde oldu. Neden? Bağdaştırdı çünkü. Ne bileyim yani o kopmuş değerleri birbirine bağladı mesela. Çünkü bir iletişim, bir konuşma yoktu işçiler arasında. İşten başını kaldıramıyorsun yani, konuşacağın hiçbir şey yok zaten. İş iş iş… Başka bir şey yoktu. Sosyal haklarımız yok. Yani bu aileye de yansıyordu. Atıyorum bir yere çıkıp gidip bir şey yapamıyorsun, kafanda yapacak bir şeyin olmuyor ister istemez bu senin aile yapına da yansıyor. Kurtuluş Yolu: Peki mücadelenizde başarılar diliyoruz. Çok teşekkür ediyoruz. Hüseyin Diyip: Biz teşekkür ederiz geldiğiniz için Kurtuluş Yolu: İletmek istediğiniz son bir mesaj var mı Türkiye İşçi Sınıfına? Hüseyin Diyip: İşçi Sınıfına ileteceğim mesaj: Korkmasınlar, sendikadan korkmasınlar ama sarı sendika şeyinden de uzak dursunlar, aldanmasınlar, varsa araştırsınlar. Şu an çok sendika var ama sarı sendikacılıktan uzak dursunlar ama korkmasınlar. Birlikten dirlik doğar. Ne olursa olsun mesela ne kaybedebilirsin ki? Yani ne kaybedebilirsin? Birkaç kişinin ağzına bakarsın, birkaç kişi seni yönetir. Kültürsüz affedersin çoban tabiriyle diyebileceğim, ondan sonra ne hakkını ararsın ne başka bir şey yapabilirsin, böyle çürüyüp gidersin. Hiçbir şeyin olmaz. Diyeceklerim bu kadar, teşekkür ederim Kurtuluş Yolu: Çok teşekkür ederiz. Başarılar dileriz sağ olun. 11 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 *** Kurtuluş Yolu: Evet, şimdi de Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme Uzmanı Mehrali Bozgun ile birlikteyiz. Süreci bir de ondan dinleyelim, buyurun. Mehrali Bozgun: Şimdi Zet Farma’da biz sendika olarak bir buçuk ay önce tam anlamıyla çalışmaları başlattık. Aslında Ağustos ayında bir arkadaşımızın sendikamıza üye olması üzerine görüşmeleri başlattık. Bu arkadaşımızla Genel Başkanımız ve Örgütlenme Daire Başkanımızın da içinde olduğu bir görüşme gerçekleştirildi. Bu görüşmenin ardından Zet Farma Lojistik’te sendikal çalışma yapma kararı aldık. Aslında buraya sendikanın girmemesi için hiçbir sebebin olmadığını gördük. Çünkü verilen bilgiler doğrultusunda çalışma koşullarının çok ağır olduğunu, buna karşılık alınan ücretlerin ve sosyal hakların yetersiz olduğunu gördük. Aynı oranda işçilerin üzerinde çok büyük baskı vardı. Bizim için avantaj olan buranın bir hizmet sektörü olmasıydı. Yani burada işin bir gün durması, bırakalım bir günü, bir iki saat durmasına tahammül yoktur. Yine yapılan toplantılarda anlatılanlar, işçilerin üzerindeki baskı, işçileri buradan kurtulmaya itmiş yani işçiler bu işyerini artık gözden çıkarmış duruma gelmişler. Birçok işçi iş arayışına geçmişlerdi. İşçiler üzerinde baskı her geçen gün çekilmez hale dönüşmüştü. İşçiler hasta olduğunda hastaneye gitmeye, rapor almaya dahi korktuklarını anlattılar. Bir işçi arkadaşımız, annesinin rahatsızlığından dolayı mesailere kalmak istemiyor. Arkadaşımızın annesi akciğer kanseri ama işçiye mesaiye kalmama konusunda taviz verilemeyeceği, “ara sıra mesailere kalmayabilecekleri” söyleniyor. “Annenin yanında olsan ne olacak? Burası senin ekmek kapın”, deniyor. İşçi Arkadaşımız “annemin ölüsü üzerinden benimle pazarlık yaptılar”, dedi. İşyerinde hemen hemen her gün fazla mesai yapılıyor. Sabah 07.00, akşam 17.45. Mesaiye kalınınca gece 10.00’a kadar çalışıyorlar. Yani işçilerin sosyal yaşamı kalmamış durumda. İşte biz burada örgütlenmeye başlamadan önce işçi arkadaşların durumu bu haldeydi. Biz burada örgütlenme çalışmasını işçi arkadaşların oturduğu mahallerde başlattık. İşçi arkadaşlarımızın yoğun olarak oturduğu iki bölge var. Gazi Mahallesi ve Esenyurt çevresi. Bu iki bölgede toplantılar yaptık, işçilerden aldığımız bilgiler doğrultusunda burada çok kısa bir zamanda bir örgütlenme olabileceğini gördük. Ya da Genel Başkanımızın söylediği gibi; “eğer burada bir örgütlenme olmazsa, sendikalaşma olmazsa hem bizim hem de işçilerin eksikliği olur”du. Gerçekten de çok kısa zamanda çoğunluğu sağladık. Mehrali Bozgun İşveren tüm örgütlenmelerde, örgütlenmeyi fark ettiğinde işçilere yönelik baskıyı artırır. Ve işe öncü işleri atmayla başlar. Burada da aynısını yaptı. Öncü İşçilerden 10 işçi arkadaşımızı işten attı. Ama burada içerde çalışan işçiler, atılan işçi kardeşlerine sahip çıktılar. Geri adım atmadılar. Çalışan işçiler ve atılan işçiler, sendikası ile birlik olarak işten atılmanın olduğu gün itibari ile çalışmalarına hız verdi. Bizim için üyelik yapmaktaki dezavantaj işçilerin e-devlet şifrelerini almaktı. Çünkü işçilerin işten çıkış saatlerinde PTT kapalı oluyor. Havaalanlarında PTT’ler 24 saat açık. Mesai bitiminde tüm işçiler seferber oldu ve arkadaşlarımızı havaalanına taşımaya başladık. Sabah saat 05.00’de evimizden çıkıyoruz, akşam mesai bitimi ile birlikte işçileri evlerinde gidiyoruz. İşçileri Havaalanında e-devlet şifrelerini almaya götürüyoruz. İşçilerin evlerine gidiyoruz, bazen işçinin eşini, babasını, annesini ikna ederek işçiyi üye yapıyoruz. Direnişteki işçiler ve çalışan öncü işler 3-4 saatlik uykuyla mücadeleye devam ediyorlar. Gözden çıkardıkları işyeri için işçiler sabah işe gelmeyi dört gözle bekliyorlar. Sabah gelip burada kendilerini alkışlarla bekleyen direnişteki arkadaşlarını ve direniş ateşini görecekler… Yani bazıları şunu Zet Farma Lojistik Direnişine uluslararası destek Zet Farma Lojistik Direnişi devam ederken dünya çapında 90 milyon üyesi olan ve Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ve Kıbrıs İşçi Sınıfından dayanışma mesajları geldi. Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) Avrupa Bölge Bürosu ve Kıbrıs Tarım, Ormancılık, Ulaşım, Liman, Denizcilik ve Bağlı İşkolları Sendikası SEGDAMELIN-PEO ortak bir mesaj yayınlayarak Zet Farma direnişini, mücadelesini desteklediklerini açıkladı. Dünya Sendikalar Federasyonu Avrupa Bölge Bürosu’nun Zet Farma İşçileri ile dayanışma mesajı D ünya Sendikalar Federasyonu Avrupa Bölge Bürosu, Zet Farma Lojistik’teki işçilere sendikalaşma hakları için verdikleri mücadeleden dolayı Sınıf Dayanışmasını ifade eder ve bu mücadeleyi destekler. Avrupa Bölge Bürosu aynı zamanda, işverenin mücadeleci işçilere karşı yürüttüğü baskı ve tehdit politikalarını, patronun tehditlerine boyun eğmeyen mücadeleci işçilerin işten atılmalarını lanetler. Kapitalist kriz koşullarında sermaye ve onun temsilcileri çok iyi bilmektedir ki onlar için tek çıkış yolu; işçilerin üc- retlerini azaltmak, onların örgütlü mücadele etmesini engellemek, işçi düşmanı politikaları hayata geçirmek için sendikal faaliyetleri yasadışı şekilde engellemek, bu yolla da kâr maksimizasyonu yapmaktır. Mevcut koşullarda işçi Sınıfı için tek çıkış yolu ise sömürüsüz ve daha iyi bir gelecek için kendi içinde dayanışma sağlamak, sınıf temelli işçi mücadelesi veren örgütler bünyesinde mücadele etmektir. Bir kez daha Avrupa İşçi Sınıfıyla dayanışma mesajımızı belirtir, her zaman yanınızda olacağımızı bilmenizi isteriz. Dünya Sendikalar Federasyonu Avrupa Bürosu söylüyor; servis hep beni bekletiyordu ama şimdi ben servisi beklemeye başladım. Yani bir an önce oraya gideyim arkadaşlarımı göreyim. Ve içeride de tüm işçi kardeşlerimiz yeni bir üyelik yapabilmek için seferber olmuş durumda. Yani dediğim gibi bu mücadeleyi sahiplendiler, atılan işçi arkadaşlarını sahiplendiler. Her şeyi göze alarak buraya kimi zaman evden yiyeceklerini getirdiler, yemek molasında, çay molalarında alkışlarla bize destek verdiler. Kendi arkadaşlarına destek verdiler. Burada saat 10.00’da çıktıklarında yani mesaiden sonra da toplantı yerlerine mutlaka geldiler. Yani en kısa zamanda çözülmesinin bir sebebi de bu, yani sahiplenmiş olmaları. Kurtuluş Yolu: Peki bundan sonraki süreçte işyerinde örgütlü mücadele tam anlamıyla oturmuş olacak Nakliyat-İş sayesinde. Bunun işçilere sağlayacağı kazanımlar neler olabilir? Koşullarda nasıl değişiklikler meydana gelebilir sizce? Mehrali Bozgun: Evet. Öncelikle tabiî buradaki örgütlülüğü sağlamlaştırmamız gerekiyor. Kısa zamanda yasal çoğunluğu sağladık. Ancak tek başına yasal çoğunluk yetmiyor. Kâğıt üzerindeki, sanal âlemdeki, üyeliği örgütlülüğe dönüştürmemiz gerekiyor. İşçilerin daha kararlı olması, kenetlenmesi ve kendi gücünün farkına varması gerekiyor. Bunun için de sendikamıza çok büyük işler düşüyor. Zet Farma’daki örgütlü mücadele öncelikle Toplu İş Sözleşmesi ile taçlanacak. Toplu İş Sözleşmesi ile birlikte işçilerin birçok hakkında değişikliler olacak. Sendikamızın sendikal anlayışı doğrultusunda işçilerle birlikte hazırlayacağımız Toplu İş Sözleşmesi taslağında işçilerin değişmesini isteği maddeler yer alacak. Toplu İş Sözleşmesinde neler olabilir? Öncelikle iş garantisi ve iş güvencesi olacak. Sonra insana yaraşır bir ücret ve insan onuruna yaraşır çalışma koşullu belirlenecek. İşçiler için en büyük sorun olan fazla mesai sorununun çözülmesi gerekiyor. Yasalara göre yılda 270 saat fazla mesai yapılması gerekirken bu işyerinde bunun en az üç katı fazla mesai yapılıyor. İşçiler ailelerine zaman ayıramıyor, sosyal hayatları yok gibi, bu sorunun çözülmesi gerekiyor. Çoğunluğu sağladığımız bu işyerinde mücadele asıl bundan sonra başlıyor. Üyelik çoğunluğunu sağladık tamam ama bundan sonra içerideki işçilerle birlikte mücadeleyi Nakliyat-İş Sendikası olarak daha da büyüteceğiz. Şu anda buradaki mücadelemiz Direniş ile birlikte bir aşamaya gelmiş durumda. D Biz örgütlenmeye ilk başladığımız dönemde işçilerin birçoğu burayı gözünden çıkarmıştı. Yani burası artık çalışılabilecek bir işyeri değildi onlar açısından. Ama bugünden örgütlenme ile birlikte işten atılan arkadaşlar da biz bundan sonra burada çalışmayı daha çok istiyoruz. Şimdiye kadar evet istemiyorduk, atılsak da olur, diyorduk ama bundan sonra burada çalışmamız gerekiyor. Çünkü burası değişecek, her yönüyle değişmiş olacak. Ve bunu biz değiştireceğiz, diyorlar. Direniş ve örgütlenme ile birlikte baskının artık içeride azaldığını, hatta baskının kalmadığını yani müdürlerin sonra arkadaşlar sloganlarla ve alkışlarla hep beraber yürüyüşe geçtiler. Kapıya kadar geldiler, işten atılan işçi kardeşleri ile kucaklaştılar. Her şey göz önündeydi. Bir işverenin bu durumda yapacağı tek şey bu işçileri işten atmak olurdu ama işçilerin kararlığından ve onların sendikasından korktuğu için tavır alamıyor. İşçileri bu kadar birbirine kenetleyen, örgütlü güçleri ve sendikaya olan güvenleridir. Ülkemizde işçilerin büyük çoğunlu benzer koşullarda çalışır. Elbette ki her işyerindeki örgütlenme biçimleri farklıdır. Ama tek benzer olan, işçilerin kendi öz gelip selam verdiğini, şimdiye kadar işte sendikaya üye olmayın atılırsınız diyen müdürlerin, şeflerin; ya biz de üye olabilir miyiz noktasına geldiğini ifade etmeye başladılar. Kurtuluş Yolu: Evet son olarak benzer koşullarda çalışan işçilere yönelik bir mesajınız var mı bundan sonraki süreçler için? Mehrali Bozgun: Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim, biz en son Perşembe günü bir basın açıklaması yaptık burada. Genel Başkanımız da gelmişti, Basın Açıklaması içerideki arkadaşların yemek saatine denk gelmişti. Yemekten sonra, hatta bazı arkadaşlar yemek yemeden dışarı çıktılar. Basın açıklamasına, bizim içimize katılmadılar ama dışarıdan takip ettiler. Basın güçlerinin farkına varmalarıdır. Bu gücün ortaya çıkması da sınıf sendikacılarıyla ve doğru önderliklerle oluyor. Şimdi Zet Farma Lojistik İşçisi, örgütlü gücün neler yapabileceğini, bu gücünün karşısında Parababalarının duramayacağını gösterdi. “Zet Farma’ya sendika girecek başka yolu yok” sloganını atıyoruz. Evet, burada gerçekten durum bu. Zet Farma Lojistik’e sendika girecek başka yolu yok, diyorum. Nakliyat-İş Sendikası bir kez daha işçilere doğru önderlik yaparak diğer tüm sendikalara örnek olmuş olacak. Burada ayrıca Hüseyin Arkadaşımızın katkılarını da unutmamak lazım. Hüseyin burada 2 ay önce işten atıldı. Tazminatsız bir şekilde işten atıldı. Dava açıldı, sendikayla da o günlerde tanışmıyordu. O dönem biz buradaki üyemizin aracılığıyla Hüseyin’le tanıştık. Hüseyin de bu sürece bilfiil destek verdi. Yani Hüseyin’in burada sendikal anlamında hiçbir beklentisi yok. Ama arkadaşımız bir süre iş arayışını bir tarafa bırakarak bu mücadele içinde yer aldı. Çevresindeki çalışan arkadaşlarına ulaştı, mahallelerdeki toplantılara katıldı. Yani bir anlamda gecesini gündüzüne katarak buradaki mücadeleye destek verdi. Örnek bir davranışta bulundu. Hüseyin şu anda da hâlâ bizimle beraber Direnişi sürdürüyor. Hüseyin arkadaşa da teşekkür etmek istiyorum. Kurtuluş Yolu: Evet biz de mücadelenizde başarılar diliyoruz.❑ açıklaması bitene kadar izlediler, zaman zaman alkışladılar. Sloganlara çok katılmamışlardı ama basın açıklaması bittikten Sağlıktaki soygun randevuyla başlıyor İSK’e bağlı Emekli Sen, 1 Aralık’ta Balıkesir Devlet Hastanesi bahçesinde yaptığı eylemde yurttaşlardan alınan katkı paylarını protesto etti. Basın açıklamasını DİSK Emekli Sen Balıkesir Şube Başkanı Doktor Bekir Ceylan yaptı. Ceylan, başta emekliler olmak üzere tüm yurttaşları sağlık hakkının gasp edilmesi ve sermayeye kaynak aktarılmasına karşı mücadeleye çağırdı. Yıkım programı ile sağlığın bir hak olmaktan çıkarıldığını dile getiren Ceylan, sağlığın maliyetinin eskisine göre katlandığını dile getirdi. Ceylan, “Bu artışlar nedeni ile hem devlet harcamaları, hem de cepten harcamalar hızla arttı. Sağlığın piyasadan satın alınır hale getirilmesi en çok sağlığı bozulmuş olan biz emeklileri vurmaktadır. Bu nedenle Emekli-Sen olarak bugün hastaneler önünde eylemdeyiz. Ayrıca 12-27 Aralık tarihleri arasında sağlıkta cepten ödemelere son verilmesi talebiyle, Türkiye çapında bir imza kampanyası yürüteceğiz. İmza kampanyasında toplanan imzalar 5 Ocak 2015 tarihinde şube ve temsilciliklerimiz tarafından yapılacak basın açıklamalarıyla Sağlık Bakanlığına ulaştırılmak üzere sağlık il ve ilçe müdürlüklerine teslim edilecektir” dedi. Katkı payları yurttaşın belini büküyor AKP’nin 2002 yılında iktidar olmasıyla birlikte hızlandırılan “sağlıkta dönüşüm” programının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana sağlık hizmetinin sunumunda ve finansmanında önemli değişiklikler gerçekleştiğini dile getiren Ceylan, sözlerine şöyle devam etti: “Bu nedenle 4 kişilik bir ailenin aylık sağlık harcaması giyim, konut, ısınma gibi harcamaların ardından %2’yle dördüncü sırada yer almaya başladı. Kuşkusuz vatandaşların belini asıl büken ise sağlık hizmetinden yararlanırken ödemek zorunda kaldıkları katkı katılım payları ilave ücretleridir. Sağlıkta soygun daha hastaneye gitmeden randevu alırken başlıyor. Çünkü randevu almak için aranan Alo 182 Merkezi Randevu Sistemi’nden randevu alan herkes bu hizmet karşılığında katılım payı ödemektedir.” Randevu alırken vatandaşın cebinden çıkmaya başlayan paranın hastane kapısından içeriye girdikten sonra da devam ettiğini dile getiren Ceylan, “Şu anda ayakta tedavide hekim ve diş hekimi muayenesi katılım payı, ayakta tedavide sağlanan ilaçlar ve reçeteler için katılım payı, on gün içinde aynı hastalık için yeniden başvurularda ilave ücret tıbbi malzemede katılım payı, yardımcı üreme yöntemi katılım payı, istisnai sağlık hizmetlerinde ilave ücret, otelcilik hizmetlerinde ilave ücret, özel sağlık kurumlarında %200 fark, öğretim üyesi muayene ve tedavi farkı gibi adlar altında cepten ödemeler yapılmaktadır. Özel hastanelerde, devlet hastanelerinde üniversite hastanelerinde aile hekimlerinde yapılan tedavinin faturası eczanelerde tahsil ediliyor, emekçilerin ise aylıklarından kesiliyor” diye konuştu.❑ 12 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Halkın Davası a) Sendika üyeliği veya çalışma saatleri dışında veya işverenin rızası ile çalışma saatleri içinde sendikal faaliyetlere katılmak. b) İşyeri sendika temsilciliği yapmak. c) Mevzuattan veya sözleşmeden doğan haklarını takip (Ek ibare: 18/02/20095838 S.K./32.mad) veya yükümlülüklerini yerine getirmek için işveren aleyhine idari veya adli makamlara başvurmak veya bu hususta başlatılmış sürece katılmak. d) Irk, renk, cinsiyet, medeni hal, aile yükümlülükleri, hamilelik, doğum, din, siyasi görüş ve benzeri nedenler. e) 74 üncü maddede öngörülen ve kadın işçilerin çalıştırılmasının yasak olduğu sürelerde işe gelmemek. f) Hastalık veya kaza nedeniyle 25 inci maddenin (I) numaralı bendinin (b) alt bendinde öngörülen bekleme süresinde işe geçici devamsızlık. Sorularınız için mail adresimiz: kurtuluspartilihukukcular@gmail.com Bu sayımızda işçi statüsünde çalışan arkadaşlarımız için çok önemli bir hak olan aynı zamanda İŞ GÜVENCESİ DAVASI olarak da tabir edilen İŞE İADE DAVALARINI inceleyeceğiz: İş Kanunu’nda 2003 yılında yapılan değişiklikle geçerli bir neden bulunmadan veya sebep gösterilmeden yapılan fesihlerin geçersiz kabul edileceği kanun maddesi haline getirilmiştir. Bu haktan Basın İş Kanunu kapsamına giren gazeteciler de faydalanabilirken Deniz İş Kanunu ve Borçlar Kanunu kapsamında kalan, iş sözleşmesi ile çalışan işçiler faydalanamamaktadır. İŞE İADE DAVASI AÇMAK İÇİN GEREKLİ OLAN KOŞULLAR NELERDİR? 1. İş Sözleşmesinin İşveren Tarafından Feshedilmesi İşçinin feshe karşı korumadan faydalanarak, işe iade davası açabilmesi için, iş sözleşmesinin, işveren tarafından feshedilmesi gerekir. İş sözleşmesinin diğer sona erme hallerinde feshe karşı koruma hükümlerinden işçi faydalanamayacaktır. İşveren, işçinin iş akdini sonlandırırken hangi madde sebebiyle iş sözleşmesini sonlandırdığını açıklamak zorundadır. Buna göre işveren“işçinin yeterliliğinden veya davranışlarından ya da işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan” sebeplerle iş sözleşmesini sona erdiriyor ise bu sona erdirme işlemi geçerli bir sebebe dayanmak zorundadır. İşçinin yetersizliğinden veya davranışlarından dolayı iş sözleşmesi feshedilmiş ise işçinin muhakkak yazılı savunması alınması gereklidir. Bu maddelere dayanarak işçinin yazılı savunması alınmadan yapılan bir fesih sırf yazılı savunma almamış olması sebebiyle geçersiz fesih sayılacaktır. İş sözleşmesinin feshinde ana kural fesih yazılı olmasıdır. Yazılı olarak yapılması gereken iş sözleşmesinin fesih bildiriminde işveren fesih sebebini açık ve tereddüte mahal vermeyecek derecede net bir biçimde bildirmek zorundadır. Bu zorunluluk 4857 sayılı İş Kanununun 19 Maddesinin 1 fıkrasında açıkça belirtilmektedir. İşveren fesih sebebini açıkça bildirse bile bu fesih sebebi kanunen geçerli bir fesih sebebi olmalıdır. Aksi takdirde fesih geçersiz sayılacaktır. Özellikle aşağıdaki hususlar fesih için geçerli bir sebep oluşturmaz: 2. İş Sözleşmesinin Belirsiz Süreli İş Sözleşmesi Olması Yapılan işin mahiyeti ve niteliği gereği iş sözleşmesi belirli süreli veya belirsiz süreli olarak yapılabilir. Belirli süreli iş sözleşmelerinin en önemli özelliği kural olarak bu sözleşmelerin süre dolmadan fesih bildirimi ile sona erdirilememeleridir. Süresi sona erdikten sonra iş sözleşmesi biteceğinden, işçi kendisini buna göre ayarlama şansına sahiptir. Bu nedenle İş K. m. 18 uyarınca işe iade davasından yalnızca belirsiz süreli sözleşmeyle çalışanlar faydalanabilecektir. Bu durumda belirli süreli sözleşme ile çalışan işçiler iş güvencesi hükümlerinden yararlanamazlar. 3. Otuz veya Daha Fazla İşçi Çalıştıran Bir İşyeri Olması İşe iade davalarında ilk olarak tespit edilmesi gerekenlerden biri otuz işçi ölçütüdür. Dolayısıyla iş güvencesi hükümleri otuz veya daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde uygulanacağından işe iade davalarındaki temel problemlerden bir tanesi işyerinde çalışan işçi sayısının otuz veya daha fazla olup olmadığının belirlenmesinde orta çıkmaktadır. 4857 sayılı İş K. m. 18 uyarınca, bir işverenin aynı işkolunda birden fazla işyeri varsa, işyerinde çalışan işçi sayısının tespitinde bu yerlerdeki toplam işçi sayısı dikkate alınacaktır. 4. İşçinin Altı Ay Kıdeminin Bulunması İş K. m. 18/I uyarınca, en az altı aylık kıdemi olan işçi işe iade için dava açabilmektedir. Bu nedenle altı aylık kıdemini doldurmamış olan işçilerin iş sözleşmeleri her hangi bir sebep gösterilmeksizin feshedilebilmektedir. Altı aylık kıdem hesabında İş Kanunu’nun “çalışma süresinden sayılan haller” başlıklı 66. maddesindeki süreler dikkate alınacaktır. Altı aylık kıdem, aynı işverenin bir veya değişik işyerlerinde geçen süreler birleştirilerek hesap edilir. 5. İşveren Vekili Statüsünde Olmamak İşletmenin bütününü sevk ve idare eden işveren vekili ve yardımcıları ile işyerinin bütününü sevk ve idare eden ve işçiyi işe alma ve işten çıkarma yetkisi bulunan işveren vekilleri bu davadan yararlanamaz. Gelecek sayıda işe iade davası açma süresi ile devam edecek. Yatağan Satılamaz!.. Baştarafı sayfa 1’de İşçiler ekmeklerine-geleceklerine sahip çıkmak için direniyorlar ve bu özelleştirmenin durdurulmasını istiyorlar. Her an olabilecek bir devir teslim işlemini de engellemek için hazırlanan işçiler bu mücadeleyi sonuna kadar götürmeye kararlılar. Şu anda 2 Aralık gece yarısı 01.00 suları. İşçiler, direniş yerinde ateş yakarak ısınıyor ve olabilecek ani bir baskına anında karşı koyabilecek refleksi göstermek için uyanık kalmaya çalışıyorlar. Bu mücadele artık onlar için bir namus meselesine dönüşmüş durumda haklı olarak. İşçiler bir saldırı anında neler yapılacağını planlamış ve ona göre hazırlıklarını yapmış durumdalar. En ufak bir müdahalede işçiler içeri girip fabrikayı işgal edecek. Devrimci unsurlar da poli- se barikat kurup dışarıda direnecek. Barikat için iş makineleri hazır tutuluyor. Santralin etrafında sivil ve resmi polis arabaları yerleştirilmiş beklenmekte. Bizler de Halkın Kurtuluş Partisi Muğla İl Örgütü olarak başından beri işçilerle dayanışma içindeyiz. Yatağan Termik Santrali’nin yiğit işçileriyle burada omuz omuza dayanışma içinde bulunmak ve bu mücadeleyi zafere ulaştırmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya kararlıyız. Burada yaşananları an an sizlerle paylaşmaya çalışacağız. 02.12.2014 Saat: 01.20 Yaşasın İşçi Sınıfımızın Devrimci Mücadelesi! HKP Muğla İl Örgütü Günay(ma)dın Yargıtay Başkanı G eçtiğimiz günlerde, basın-yayın organlarındaki ilk sıraları “Yargıtay Başkanı’ndan hükümete sert eleştiri” haberleri işgal etti. Bazı insanlarda; “Yargıtay Başkanı da eleştirmeye başlayınca artık bunların rahat etmesi mümkün değil” gibi düşünceler oluştu. Öyle ya, (lafa bakarsan) Yargıtay Başkanı; hükümetin kendilerine danışmadan Yargıtaya yeni daireler kurmasına, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu seçimlerinin olağan süreleri dışında 3’üncü kez yenilenmesine, hâkim ve Cumhuriyet savcılarının kendilerinin onayı olmadan Yargıtaya atanmasına ve bu görevden alınmasına, adli yıl açış töreninin kaldırılmasına ve hatta Yargıtay Genel Sekreteri’nin nitelikleriyle ilgili sürekli yapılan değişikliklere karşı eleştiriler getirmekte, itirazda bulunmakta. Elbette bu sözlerin kamuoyunda ses getirmesi kaçınılmaz. Fakat Yargıtay Başkanı’nın itiraz ettiği bu paket bilmem kaçıncı paket… Peki, bu pakete kadar Yargıtay Başkanı bu dünyada yaşamıyor muydu? Gerilere gitmeye gerek yok. Örneğin; “Birinci Başkanlık Kurulu seçimlerinin olağan süreler dışında 3’üncü kez yenilenmesine” şimdiye kadar niye hiçbir itirazı olmadı, bu başkanın? Yine Yargıtay Başkanı’nın, Mayıs ayında Danıştayın 146’üncü kuruluş yıldönümü töreninde Tayyip’in Barolar Birliği Başkanı’na karşı saygısız, tahammülsüz ve saldırgan tavrından sonra niye hiç sesi çıkmadı? Bu yıl yapılan Adli Yıl açılışında ise Tayyip’in “Barolar Birliği Başkanı konuşacaksa törene katılmayacağım” şeklindeki açıklamasından sonra, “durumdan vazife çıkartarak” hemen Yargıtay Başkanlar Kurulunu toplayan da bu başkan değil mi? Yargıtay Başkanlar Kurulu ise; Adli Yıl açılışları yıllardır nasıl yapılıyorsa bu yıl da öyle olacak, birisi istedi diye yargının asli unsuru savunma- nın söz hakkı olsun mu olmasın mı gündemiyle toplantı olur mu? diyeceğine, Tayyip’in basın önünde gündeme soktuğu konuyu görüşmüş, “oyçokluğuyla” ve “şimdiye kadar süren teamül gereği” TBB Başkanı’nın konuşması gerektiğine karar verirken TBB Başkanı’nın konuşmasını sınırlandırmayı da ihmal etmemişti. Yüksek Yargıçlar için zül sayılması gereken bu karar yetmiyormuş gibi, aynı Yargıtay Başkanı bu kez toplantıdan çıkan karar sonrası Tayyip’le görüşmüştü. Bir başka anlatımla, Başkan- Yargıtay Başkanı Ali Alkan lar Kurulundan istediği yönden karar çıkartamadığı için af dilemeye gitmişti Tayyip’in ayağına… Aynı başkan, şimdi de “yargıya müdahale edildiğinden” bahsetmektedir. Adama sormazlar mı; “daha önceleri nerelerdeydiniz?” diye… Tayyipgiller; 2010 Referandumu ile birlikte bütünüyle yargıyı AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürme girişimlerini başlattığında Yargıtay Başkanı’nın sesi çıkmıyordu. (O tarihlerde Yargıtay 1. Başkanı değildi ama 13’üncü Hukuk Dairesi Başkanı idi.) Özellikle 17-25 Aralık 2013 Rüşvet, Yolsuzluk ve Hırsızlık operasyonundan sonra, Sulh Ceza Mahkemelerinin kapatılıp yerine AKP tarafından atanan Sulh Ceza Hâkimliklerinin getirilmesine karşı bir itirazını görmedik. AKP, iktidarını sağlamlaştırmak için, sürekli; “Demokrasi Paketi”, “Güvenlik Paketi” vb. adlarla ihtiyaca binaen düzenlemeler yaparken, HSYK örneğindeki gibi; 4-5 ay önce yaptıkları değişiklikleri yeterli görmeyip yeniden yeniden “Torba Yasalar” çıkartırken sesi çıkmıyordu. Son olarak, Meclis gündemine getirilen ve polise sınırsız yetkiler tanıyan, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran düzenlemelere karşı da tek kelime etmiyor Yargıtay Başkanı. Zülfüyâre dokununca ancak ses veriyor. Kaldı ki, yüksek yargı mekanizmasına kadar gelmiş, hatta bu kurumların başkanlıklarına seçilmiş hukukçuların, ülkedeki hukuksuzluklara, kişiye özel-ısmarlama yasalara açıktan karşı çıkması, ses vermesi gerekmektedir. Bu karşı çıkışın, hukuksuz iktidarları caydırıcı olması bakımından, sadece Adli Yıl açılışlarında ya da mahkemelerin kuruluş yıldönümlerinde yapılan konuşmalarla bireysel değil, örgütlü bir şekilde olması gerekir. Gerçek yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı onlara bu görevleri vermektedir. Tabiî, bizde bu bağımsızlık ve tarafsızlık sözde kaldığından, Hâkimler ve Savcılar, hatta yüksek mahkeme üyeleri ve başkanları Adalet Bakanlığı’nın birer memuru konumundadırlar. Bu nedenle iktidarın yargısı olmaktan kurtulamazlar. Kurtulanlar yok mudur? Elbette vardır. Özellikle Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun önderliğinde yürütülen mücadelelerde YARSAV ve YARGIÇLAR SENDİKASI örgütlenmelerinde yer alan yargıç ve savcıların mücadelesinden Yargıtay Başkanı’nın da ders çıkarması ve örnek alması gerekir. Bu yargı emekçileri yıllardır Tayyipgiller’in tüm hukuksuzluklarına karşı çıkmış, bedeller ödemiş, ödemeye de devam etmektedirler. Dolayısıyla, Ali Alkan’a günaydın bile diyemiyoruz… ❑ İstanbul Kitap Fuarı’nda Derleniş Yayınları’na yoğun ilgi B u yıl 33’üncüsü düzenlenen TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 8-16 Kasım tarihleri arasında Büyükçekmece’de bulunan TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde kapılarını açtı. Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi bu yıl da 3’üncü salondaki yerinde okuyucularıyla buluştu. Bu yıl Kitap Fuarı’nda Derleniş Yayınları’ndan çıkan birçok kitabımızı okuyucularımızla buluşturduk. Yeni kitaplarımıza ve standımıza ilginin ve tanıma isteğinin fazla olması bizleri gururlandırdı. Standa gelen okuyucuların Hikmet Kıvılcımlı ve Nurullah Ankut ile ilgili bilgi alma çabaları, yeni kitaplarımıza, bildirilerimize, gazetemize olan ilgileri ve çoğu zaman okuyucularla aramızda bilgi akışının sağlandığı diyalogların yaşanması, Partimizin eylemlerinden ve özverili mücadelemizden dolayı bizleri tanıyarak masamıza uğrayanların Partimiz politikalarını desteklediklerini belirten beyanları ve kutlamaları, Usta’mızın Türkiye Devrimi’nin Önderi olduğunu belirten görüşleri, bizleri ilk kez tanıyanların olumlu görüş bildirmeleri duyduğumuz Daha ne desin?.. kilde, diplomatik teamüller bir yana bırakılarak, şöyle deniyordu: “ABD Dışişleri Sözcüsü Harf: “Türkiye’den rıza almadık, bildirdik “ABD Dışişleri Sözcüsü Marie Harf, YPG’ye silah sevkiyatı konusunda Türkiye’nin rızasının alınıp alınmadığı sorusuna “Mesele rızayla ilgili değil… Bunu yapma niyetimizi onlara bildirdik. Başkan (Obama) ve Dışişleri Bakanı (Kerry) bu konudaki niyeti iletti. (18 Kasım’daki telefon görüşmesi) Bunun (PYD’ye yardımın) Kobani çerçevesinde IŞİD’le mücadele için neden önemli olduğunu anlattı. Bu konuda görüşmeler yaptık.” Şimdi ABD sözcüsü daha nasıl açık konuşsun? Emrettik diyecek hali yok açıktan. Ama netçe ne diyor? “Mesele rızayla ilgili değil… Bunu yapma niyetimizi onlara bildirdik.” Yani, sadece “niyet” bildiriyor ABD. Siz ne dersiniz? demiyor. Soru sormuyor. Sadece ne yapacağını söylüyor. Argo deyişle “yersen” diyor ABD! Daha ne desin? Daha açık nasıl desin?.. Baştarafı sayfa 4’te “Rûdaw: ABD’nin silahları, Türkiye’nin izni olmaksızın gönderdiğini söyleyebilir miyiz? “Marie Harf: Biz Türkiye’yi bilgilendirdik. Başkan ve Dışişleri Bakanı, Ankara’ya haber verdi. Konunun önemini ve neden yardım ettiğimizi anlattık. “Rûdaw: John Kerry, PYD’yi “PKK’nin bir kolu” olarak tanımladı… “Marie Harf: Hayır, öyle demedi… “Rûdaw: Dedi! “Marie Harf: Bende konuşmanın bir kopyası var, ABD yasalarına göre PYD ile PKK bizim için aynı şey değil.” (http://rudaw.net/mobile/turkish/ world/21102014#sthash.CB2gTd5x.dpuf (http://rudaw.net/mobile/turkish/world/21102014) 22 Ekim tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alan haberde ise ABD’nin tavrı, tutumu tamamen açık ediliyor, net bir şe- gururu fazlasıyla arttırdı. Bu ilgiye karşı okuyucularımıza hem Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı hem de Partimiz HKP’yi, Genel Başkanımız Nurullah Ankut’u ve bütün yayınlarımızı tanıtabilme mücadelesini verdik. Her kitap fuarında olduğu gibi teorimizi, bilimsel sosyalizmi, bizleri tanıyan tanımayan ve eylemlerde bizlere rastlayan halkımıza tanımak ve kavratmak, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın ve onların düşünce oğullarının, düşünce kızlarının Parababaları medyası tarafından susturulmaya çalışılan sesini duyurmak amacıyla, Kurtuluş Partililer olarak bir görev bilinciyle katıldık. Fuar boyunca okuyucularımızın görüşleri doğrultusunda görevli arkadaşlarca görevin başarıldığını, çalışmamızın olumlu sonuçlar verdiğini düşünerek fuardan ayrıldığımızı düşünüyoruz. Yüzlerce (500’den fazla) kitap ve Kurtuluş Yolu Gazetesi satışı gerçekleştirdik. Gelecek senelerde okuyucularımız ile tekrardan başka fuarlarda görüşmeyi diliyoruz. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer *** Yazımızın başında aktardığımız Usta’mızın sözünün ne kadar doğru olduğunu bir kez daha somut olaylarla gördük. Biz Hikmet Kıvılcımlı’ya işte bunun için Usta diyoruz. Yoksa başka bir şeyden ötürü değil. Biz mürit değiliz. Usta’mızın söylediklerini aynen tekrar etmeyiz. O’ndan aldığımız teorik ve pratik bilinçle olayları neyseler öylece yorumlar, değerlendirir ve onlardan sonuçlar çıkartırız. Öngörülerde bulunuruz. Ve şu ana kadar da öngörülerimiz hep doğru çıktı. Çünkü biz, Türkiye’nin biricik doğru devrimci teorik ve pratik hattını temsil ediyoruz. Ve önümüze yine Usta’mızın o yazısında ortaya koyduğu görevi koyuyoruz: “İnsanlığın önünde iki rahmetten biri var: ya bilesiye, tüm bilinçli, kıyasıya, öldüresiye ve ölesiye milli kurtuluş savaşı göze alınır yahut sürünesiye, sömürülesiye, çürüyesiye, geberesiye, kullaşılır, köleleşilir… Ya kurtuluş savaşı ya da en soysuzca köleleşmenin mezar taşı.”❑ 13 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 İstanbul Barosu Çalışma Yaşamı Komisyonu’ndan Ermenek Maden Cinayeti Raporu! İ stanbul Barosu İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Komisyonu adına; 28 Ekim 2014 tarihinde Ermenek’te Kömür Madeninde meydana gelen iş cinayetinden dolayı Av. Ayhan Erkan ve Av. Pınar Akbina Ermenek’e gittiler. Öncelikle Ermenek Cumhuriyet Başsavcısı Ali Özdemir ile görüşüp sonra Madene giderek arama-kurtarma çalışmaları hakkında bilgi aldılar, incelemelerde bulundular, işçi yakınları ile bölge madenlerinde çalışan işçilerle görüştüler ve bir rapor hazırladılar. Raporu sunuyoruz. Ermenek Başsavcısı ile görüşme Öncelikle 2014/1267 no ile yürütülen soruşturma ile ilgili bilgi almak için olayın soruşturmasıyla görevlendirilen 3 savcı ile birlikte toplantı halinde olan Ermenek Cumhuriyet Başsavcısı Ali Özdemir ile görüştük. Sayın Başsavcı olaya ilişkin basın açıklaması yaptıklarını bize de o açıklamadaki bilgileri verebileceğini, varsa sorularımızı da cevaplayabileceğini belirtip savcılık olarak yaptıklarının anlatımına geçti. Sayın savcının anlatımları özetçe şöyledir: Daha deneyimli olan SOMA Savcılığı ile görüşülerek gerekli bilgileri alınmış ve derhal 13.30 sıralarında olayın olduğu maden ocağına iki Cumhuriyet Savcısı ile gidilmiş, olayda ciddi delil mahiyeti teşkil edebilecek defter ve evraklar ve diğer bilgisayar kayıtları ivedilikle muhafaza altına alınmış. Kazanın yaşandığı Madende inebildikleri yere kadar inilmiş, incelemelerde bulunulmuş, ancak Madene inene kadar bile sırılsıklam olmuşlar ve daha fazla ilerlemeleri mümkün olamamış. Değişik adliyelerin resmi bilirkişi listesinde isimleri bulunan uzman bilirkişilerle görüşülmüş, Üniversitelerden, Maden ve Mühendis odalarından bilirkişi talebinde bulunulmuş, yine olayla ilgili olarak ellerindeki her türlü bilgi ve belgeyi göndermeleri için ilgili bakanlık ve kurumlardan faksla talepte bulunulmuş. 29-3031/10/2014 tarihlerinde olay yerine gidildiğinde de, madenin içine girip inceleme yapmanın mümkün olmadığının görülmesi üzerine diğer çalışmalara devam edilmiş, şirketin diğer bürolarında da ilgili evrakların tespit ve el konulması için 30/10/2014 tarihinde arama yapılmış, Madeni işleten Has Şekerler Madencilik Enerji Nak. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. ve asıl işveren Ermenek Cenne Linyit Kömür İşletmesi’ne ait defterlere el konulmuş. İleride kendilerine kusur atfedilebilecek yetkili ve görevlilerden şüpheli sıfatıyla CMK 109. maddesi uyarınca Ermenek Sulh Ceza Hâkimliğinden 8 kişi hakkında adli kontrol talebinde bulunulmuş, Mahkemece talebe uygun karar verilmiş ve verilen karar gereği için Savcılıkça ilgili kuruma gönderilmiş. Olaydan sağ kurtulan işçilerin ifadelerinin alınmasına başlanılmış. İTÜ’den bir Hocayla görüşülmüş, görüşülen Hoca iki Hocayla birlikte geleceklerini söylemiş, böylece üç kişilik bir bilirkişi heyeti oluşturulmuş. 01.11.2014 günü kurtarma faaliyetlerinin halen devam etmesi nedeniyle AFAD’ın izni ve refakatçi olarak verdiği görevli kontrolünde 3 kişilik bilirkişi heyetiyle kazanın olduğu galeriye ulaşılmış, en yakın yer olan 775 kotuna gidilerek inceleme yapılmış, dosya üzerinde ve kaza yerinde yapılan incelemeler sonucu bilirkişilerce ön rapor düzenlenmiş. Düzenlenen ön raporda, “Madenin yakınında eski bir imalat olduğu, kazanın eski imalat bölgesine yıllar içerisinde birikmiş olan suların zaman içinde basınç eşik değerini aşarak, zayıflayan topuktan çalışma alanlarında aniden su baskınına neden olmasından kaynaklı” olduğu belirtilmiş. Ön rapora göre “kusur oranları” da belirlenmiş. Kazaya sebep olan suların biriktiği eski maden ilgili haritada yer almıyormuş. Oysa haritada gösterilmesi gerekirmiş. Suların biriktiği eski madene 80 metreden fazla yaklaşılmaması gerektiği halde bu kural ihmal edilmiş. Kurtarma işlemlerinin tamamen sonuçlanması sonrasında ODTÜ’den talep ettikleri bir bilirkişi heyetiyle madende yapılacak incelemeler neticesinde olayın meydana gelmesiyle ilgili maddi gerçekler tespit edilecekmiş. Sayın Başsavcı ayrıca Madenin daha önce yapılan denetim sonucu 1 müfettiş tarafından kapatıldığını ancak daha sonra gelen heyet tarafından tekrar açıldığı bilgisini verdi. Madenin %50’sine kadar girebildiklerini söyledi. Bilirkişilerin Maden İşleri Genel Müdürlüğüne de kusur verdiğini belirtti. Olayla ilgili olarak yalnızca madeni işletenlerin değil ruhsat verenlerin de sorumlu olduğunu belirterek sorumlular hakkında gerekli takibin yapılacağını belirtti. Sorumuz üzerine İşçi ücretlerinin ödenmediğini duyduklarını ancak bu konunun İş Mahkemelerinin işi olduğu için ilgilenmediklerini söyledi. Ailelerin, yakınlarının “kaçma bacası”ndan kurtul- muş olma umudunu taşıdıklarını belirtti. Son olarak madenlerde alınacak önlemlerin işverenlerin ahlâki duruşlarına bırakılmayacağını, ciddi önlemlerin alınması ve yaptırımların uygulanması gerektiğini belirtti. Olay Yerinde Yapılan İnceleme Kazanın yaşandığı Pamuklu köyünde bulunan Madene 3 kontrol noktasını aşarak vardığımızda jandarma ve polis tarafından alınmış olağanüstü güvenlik önlemleri altında arama kurtarma çalışmalarının devam ettiğini gördük. AFAD tarafından organize edilen çalışmalar hakkında yetkililerden bilgi aldık. AFAD yetkilisi Madenin içindeki arama, kurtarma çalışmalarının Türkiye Kömür İşletmeleri tarafından yerine getirildiğini belirterek kendilerinin bunun dışındaki işleri organize ettiklerini söylediler. Madenden sağ kurtulan işçiler ve çevredeki diğer madenlerde çalışan diğer işçilerin de arama kurtarma çalışmalarında görev aldıklarını belirttiler. Madenin şu anda balçıkla dolu olduğunu ahtapot denilen bir araçla bu balçığın boşaltılmaya çalışıldığını ancak tek sorunun bu olmadığını, madende birkaç yerde göçük, daha doğrusu göçme de olduğunu belirttiler. Madende “Nefeslik” olarak tabir edilen bir bölüm olduğunu, işçi ailelerinin işçilerin buraya kaçmış olabilecekleri umudu taşıdıklarını ancak buraya da göçükler nedeni ile ulaşamadıklarını belirttiler. Madene kurtarma çalışmasına katılanların dışında kimsenin girmesine izin verilmediğini, bize de izin veremeyeceklerini belirttiler. Olay yerinde Karaman, Güneyyurt, Ermenek gibi yöre belediyeleri çadırlarının yanında İHH’ye ve Beşir Derneğine ait çadırlar da mevcuttu. Basın, Maden Ocağından oldukça uzakta bir bölgeye gönderilmiş, aileler ise bariyerlerle çevrili çadırlarda kalıyordu. AFAD yetkilileri afet psikolojisi nedeniyle ailelerin gergin olduklarını bizim ailelerle görüşmemizi istemediklerini söylediler. Biz ailelerden bilgi alarak geçmiş olsun dileklerimizi iletmek istediğimizi belirttik ancak yetkililer kesinlikle görüştürmek istemediklerini belirttiler. AFAD yetkililerin ısrarlı engellemelerine rağmen Madenden çıkamayan Mehmet Baha’nın abisi Hamdi Baha ile kısa bir görüşme yaptık. Hamdi Baha’nın verdiği bilgiler aşağıda aktardığımız diğer madenlerde çalışanların verdikleriyle çakışıyordu. Ortamın gerginleşmemesi için yalnızca yanımıza gelen ailelerle görüşerek bilgi alıp geçmiş olsun dileklerimizi ileterek, görüşmemizi engelleyen AFAD’a ailelerin tepkileri kulaklarımızda çınlayarak, İHH ve Beşir Derneğine Çadır kurdururken iki avukata gösterilen engellemeyi protesto ederek maden sahasından ayrıldık. İşçi Aileleri ve Diğer Madenlerde Çalışan İşçilerle Görüşme Aldığımız bilgilere göre; Bölgede yaklaşık 9 maden bulunmakta ve bu madenlerde yaklaşık 1500 işçi istihdam edilmektedir. İşçiler Soma ile karşılaştırma yaparak oraya göre çok ilkel koşullarda çalıştıklarını, kazma kürek ile kazı yaptıklarını, vagonları elle ittiklerini, iş güvenliği malzemelerinin geciktiğini, senede bir kez verildiğini, bu malzemelerin yetersiz ve en ucuz, enkalitesiz malzemeler olduğunu, bu nedenle çoğu zaman kendi ceplerinden ödeyerek malzeme aldıklarını belirtiler. Madenlerde yaşam odasının bulunmadığını, ücretlerinin düzenli bir şekilde ödenmediğini, asgari ücret tutarında ücretin bankaya, geri kalan ücretin ise elden ödendiğini ancak son dönemlerde elden ödenmesi gereken kısmın da ödenmediğini belirttiler. Madende hava alan ve sıcak olan yerler olmasına rağmen çalışmaya devam ettiklerini ve denetleme olacağında önceden haber alındığından bu tür yerlerin duvar örülerek kapatıldığını ve ücretle ilgili konularda da denetleyicilere sadece asgari ücret alındığının söylenmesi için işverenin baskı yaptığını belirttiler. En önemlisi de Eylül ayında çıkan 6552 sayılı Torba Yasadan sonra işverenlerin Kanunsuz Lokavt uygulayarak hiçbir haklarını ödemeden madenleri kapattığını bu nedenle yaklaşık 700 işçinin işverene ihtarname çekerek madenlerin kapatılmasının sonucunda iş akitlerinin işveren tarafından eylemli feshedilmiş sayılacağını, bu nedenle de haklarının ödenmesini istediklerini söylediler. Bunun üzerine işverenlerin işçileri tekrar işbaşı yapmaya çağırdıklarını ancak işbaşı yapmaları durumunda servis ve yemek haklarının olmayacağını, yemeklerini ise madenden çıkmadan içeride yemeleri şartıyla işbaşı yaptıracaklarını belirttiler. İhtarname çeken işçilerin büyük bir bölümünün bu şartları kabul ederek tekrar işbaşı yaptıklarını söylediler. Kendi imkânları ile servis tuttuklarını, yemeklerini evden götürdüklerini söyleyen işçiler, kaza olan Madende de aynı şekilde işçilerin işbaşı yaptıklarını ancak daha birkaç günlük bir çalışma yapılmışken kazanın meydana geldiğini bildirdiler. Ayrıca işverenlerin kendi aralarında anlaşarak, ihtarname çekip de dönmek isteyen işçilerden sadece kendi tercih ettiklerini geri aldıklarını, bunların dışındakilerin hiçbir madene kabul edilmediğini belirttiler. Gerekli bilgi alışverişi yapıldıktan sonra İstanbul Barosu adına geçmiş olsun dileklerimizi ileterek bölgeden ayrıldık. Tespitlerimiz 2012 yılında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 50 yeni kömürlü termik santral hedefiyle 2012’yi “Kömür Yılı” ilan etmiş, kömür kullanımının artması nedeniyle ağırlıklı sanayide olmak üzere son 10 yılda kömür kullanımı yüzde 200 yükselmiştir. Bakanlık kömür potansiyelinin mutlaka işletmeye alınması gerektiğine işaret ederek, kömür işletimi ve termik santral kurulumu noktasında çalışmalar yapılacağını açıklamıştır. Ancak bu açıklamalara karşın bir yıl önce TEMA Vakfı, farklı alanlardan uzman 12 bilim insanlarının görüşleriyle “Termik Santral Etkileri Uzman Raporu: Konya-Karapınar Kapalı Havzası” raporu hazırlayarak, bu rezervin çıkarılarak termik santralde işlenmesi halinde ortaya çıkacak zincirleme felaketleri tüm açıklığıyla ortaya koymuş ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’a bu raporu ileterek gerekli önlemlerin alınması konusunda uyarmıştır. Ancak Bakanlık tarafından herhangi bir önlem alınmamıştır. Rapor özetle şöyledir: MTA tarafından bölgede tespit edilmiş 1,832 milyar tonluk linyit rezervi mevcuttur. EÜAŞ, kurulacak termik santralle 30 yıl boyunca 5870 MW’lık elektrik enerjisi üretmeyi planlamaktadır. Bu miktarda enerjiyi üretecek tek bir termik santral tipi yoktur. Bu durumda altı adet 1000 MW’lık veya 10 adet 600 MW’lık termik santral kurulması gerekmektedir. Yeraltı suyunu kullanarak soğutma sağlamak için 8800 adet yeraltı su kuyusunun sürekli çalışması öngörülmektedir. Konya Kapalı Havzası, WWF’e göre, dünyada ekolojik açıdan en önemli 200 alandan biridir. Havzada, iki adet milli park ve bir dizi SİT alanı vardır. Tahıl üretimi açısından “Türkiye’nin Buğday Ambarı” olarak nitelendiriliyor. Bölgedeki ekosistemin kırılganlığı nedeniyle burada açılacak bir kömür madeni ve termik santral, bölgedeki tarımın ve ekosistemin çöküşü demektir. Bölgenin kalkınması için termik santrale değil kapsamlı tarım uygulamalarına ihtiyaç vardır. Bölgede 1 metreküp kömür çıkartmak için yaklaşık 9,4 metreküplük kazı yapılması, kömür çıkarıldıktan sonra kalan 8,4 metreküplük toprağın ise başka yere nakledilmesi gerekmektedir. Havzada tespit edilen 1,832 milyar tonluk linyit rezervinin hepsinin çıkartılması için kazılacak toprağın hafriyatı 11,5 milyar metreküp gibi hacme ve 22 milyar ton ağırlığa denk gelmektedir. Tarıma elverişli araziler kazılıp kömürlü, kükürtlü, asidik, ağır metalli bir hâlde kazı alanlarına ve dekapaj yığma sahalarına yeniden doldurulduğunda bölgenin tarım arazileri büyük zarar görecektir. Açığa çıkacak hafriyatın binde birinin bile tozlaşıp havaya kalkması, 30 yılda 22 milyon ton, yılda 700 bin ton tozun yaşam alanlarına ve tarım arazilerine uçması demektir. Çıkarılacak kömür ortalama 138 metre derinliktedir. Kömürlü sahanın verimli olduğu bölgede ise yeraltı su düzeyi en çok 20 metre derindedir. Bu da şu demektir: KÖMÜRÜN VERİMLİ ŞEKİLDE ÇIKARTILMASI İÇİN 300 METRE DERİNLİKTE KAZI YAPILMASI, YANİ KAZININ YERALTI SUYU DÜZEYİNİN ALTINDA GERÇEKLEŞMESİ GEREKLİDİR. BUNUN İÇİN YERALTI SUYUNUN POMPALARLA BOŞALTILMASI GEREKİYOR Kİ, BU DA TÜM KONYA HAVZASI’NIN SUYUNU ÇEKMEK DEMEKTİR. İşletmenin sürdürülebilmesi için ya ocak tabanında birikecek suyun pompalarla ocak çukuru dışına atılması ya da ocağın ilerleyeceği yönde önceden yeterli sayıda su kuyusu açılması ve bunlardan sürekli su çekilerek ocağa su girişinin önlenmesi gereklidir. Ancak, doğanın kendi içindeki dengeyi sağlama ilkesi gereği buraya yakın yerlerden de yeraltı suyu akışı başlayacağı için öngörülenden çok daha fazla su çekmek zorunda kalınacaktır. Üstelik bunca zahmet son derece kalitesiz, nem oranı yüzde 47’yi bulan bir kömürden elektrik üretmek için çekilecektir. Yapılacak termik santrallerin su ihtiyacı 2 milyar tondan fazladır. Buna karşılık Konya Havzası’nda 1,5 milyar tondan fazla su yoktur. Santralde kullanılacak soğutma suyu için yeraltı sularının kullanılması da başka sorunları beraberinde getirecektir. 350 kilometrelik bir alandan 30 yıl boyunca yeraltı suyu çekmek, Karaman-Ereğli-Karapınar arasındaki tüm yeraltı suyunu çekmek demektir. Kömürün çıkartılması esnasında çıkan hafriyatın verimli tarım arazilerine yığılması, kül uçması sonucu verimin düşmesiyle, yeraltı sularının çekilmesi yüzünden tarımda istihdam edilen 60 bin kişinin tarımsal geliri risk altına girecektir. Su varlığı hızla azalan bölge önemli ölçüde göç verecek, yeni sosyo-ekonomik sorunlar baş gösterecektir. Proje hayata geçtiği takdirde, termik santralden çıkan küller 10 metre yüksekliğinde yığılsa bile, 5220 futbol sahası kadar yer kaplayacaktır. 30 yılda 50 milyon ton kükürt ortaya çıkacak, 156 milyon ton kireç taşı kullanmak gerekecek, 30 yılın sonunda atmosfere de 68 milyon 750 bin ton karbon salınacaktır. 2012 yılı itibariyle Türkiye Kömür İşletmeleri’nin yeraltı kömür üretiminin yüzde 56’sı rödövans yüzde 41’i hizmet alım modeliyle sağlanmaktadır. 2004 yılında yürürlüğe giren 5177 sayılı kanunla 3213 sayılı Maden Yasası’nda yapılan değişiklikle yasal statüye kavuşan rödovans sistemine göre maden ocakları devlet tarafından özel şirketlere kiraya verilirken, Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından şirketlere belirli bir ücret karşılığında üretilen kömür satın alınmaktadır. Bu nedenle rödovansçının hedefi, rezervi en düşük maliyetle aramak ve işletmek olmaktadır. Şirketler, rödovans sisteminde üretimi artırdıkça kârını arttırmakta ancak bu durum madenlerde çok ağır çalışma koşularının getirilmesine neden olmaktadır. Ermenek’teki gibi, işçiler yemeklerini bile maden ocağının içerisinde yemek zorunda bırakılabilmektedir. Maden işverenleri maliyeti arttırdığı gerekçesi ile iş güvenliği önlemlerini almamaktadırlar. Maden işçileri ise Ermenek, Soma gibi iş olanaklarının gelişmediği bölgelerde, yaşadıkları işsizlik korkusu nedeniyle buralarda uzun saatler düşük ücretlerle ve sendikasız bir şekilde çalışmaktadırlar. Madenlerdeki denetim yetersizdir ve sonuç verici değildir. Son çıkan torba yasada maden işçilerinin koşullarını iyileştirme yolunda adım atılsa bile madenler üzerinde sıkı bir denetim ağı oluşturulmadığı sürece bunun pratik faydalarının görülmesi mümkün değildir. Maden işverenleri yasayla birlikte artan maliyetleri gerekçe göstererek madenleri kapatma yoluna giderken, bunun faturası yine işçilerin başına patlamıştır. Torba yasanın ardından sadece Zonguldak’ta 22 maden kapanırken, yaklaşık 5000 maden işçisi işsiz kalmıştır. Birçok yerde ise tıpkı Ermenek’te olduğu gibi madenciler işsiz kalmamak amacıyla haklarından vazgeçerek, daha da ağır koşullarda çalışmayı kabul etmiştir. Ermenek’teki Madende denetim yapan İş Müfettişi Erdoğan Şeker, Teftiş sonucu hazırladığı raporda, yer altı sularına ve ocağın yan ocaklarla mesafesine ilişkin riski ölçmek için gerekli kontrol sondajının yapılmadığını üç ay önceden işveren haber verdiğini söylemiş ve “Sondajlar yapılsaydı kazanın önüne geçilebilirdi” demiştir. Basına yansıdığı gibi yapılan denetimler sonucu Madenin kapatılması raporu düzenlense bile bizzat Çalışma Bakanı’nın itirafında “Bizim müfettişlere göre kapanması gerekiyor ama açılması için kimleri kimleri araya koyuyorlar” dediği gibi kapatılmanın önüne geçilmektedir. Nitekim tıpkı Soma’da olduğu gibi Ermenek’te kazanın gerçekleştiği madenin sahibinin de iktidar partisi ile ciddi bağlantılara sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Ermenek Cinne Linyit Kömür İşletmesi bünyesinde faaliyet gösteren üç taşeron firmadan biri olan Has Şekerler Madenciliğin sahibi Saffet Uyar 2009 yerel seçimlerinde AKP’den belediye başkan adayı olmuş ancak seçilememiştir. Saffet Uyar’ın üzerinde yer alan asıl işveren ve Ermenek Cenne Linyit Kömür İşletmesi’nin sahibi Abdullah Özbey’in ise Refah Partisi’nden 20. Dönem Karaman milletvekilliği yapan ve aynı ismi taşıyan kişinin akrabasıdır. Maden işçilerinin sendikal örgütlülüğü, bu örgütlenmenin sağlamlığı, işveren yanlısı “sarı” sendikalar olmayıp gerçek sınıf sendikaları olmaları, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin denetiminde, işverenlerin keyfiliklerinin frenlenmesinde etkili olacak ve iş cinayetlerinin azalmasında önemli bir rol oynayacaktır. Özetle Ermenek’teki Maden “kazası” Soma’da olduğu gibi “geliyorum” demiştir ve o bölgede ve ülkemiz genelinde Madenler her an yeni “kazalara” gebedir. Bu konuda gerekli yasal düzenlemeler alt yapısı hazırlanarak yapılmalı, İş güvenliği bakımından sıkı denetimler yapılarak aykırı davrananlara ağır yaptırımlar uygulanmalı ve Ermenek Cumhuriyet Başsavcısının dediği gibi “bu konu işverenlerin ahlaki duruşuna bırakılmamalı”dır. Bu nedenle Baromuzun bu konudaki takibi ve katkıları önemlidir. Saygılarımızla... 03.11.2014 Av. Pınar Akbina Av. F. Ayhan Erkan 14 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Ekim Devrimcileri ve Kuvayimilliye Devrimcileri hakkında Baştarafı sayfa 16’da “Burada bir olayı anlatmak istiyorum. Çünkü bu olay, Halk Komiserleri Kurulu üyelerinin ve bizzat Lenin’in o sıcak günlerde nasıl yaşadıklarını çok iyi karakterize ediyor. “II. Sovyet Kongresi’nin bitiminden kısa süre sonraydı. Stockholm’den İsveçli yoldaşlar Vladimir İlyiç’le bana, eski dostluğumuz nedeniyle bir miktar Hollanda peyniri yollamışlardı. “Bu armağan tam zamanında gelmişti. Bir keresinde, biz toplantıda konuştuktan ve Sosyal Devrimcilerle yaptığım şiddetli bir söz düellosundan sonra, başımın nasıl döndüğünü hatırlıyorum. “Hasta mısınız, Yoldaş Kollontay?” diye sormuştu bir Kızıl Muhafız beni tutarak. “Hayır, hasta olmaktan çok, açım.” “Kızıl Muhafız ‘bir parça ekmek satın almam’ için bir ruble verdi. Reddedince, adresimi alıp eve ekmek getirdi ve adını bile bırakmadan, alçakgönüllülükle gitti. “Bu nedenle, İlyiç’i peynirle ağırlama imkanına seviniyordum açıkçası. Hükümet başkanının da bizler gibi yeterince yiyeceği yoktu. “Halk Komiserleri Kurulu’nun bir oturumundan önce İlyiç’e, yuvarlak, kırmızı peynir tekerleklerini gösterdim. İlk aklıma gelen bizler olduk. “Bunu herkese paylaştırmak gerek. Gorbunov’u da unutma. Lütfen, paylaştırma işini kendiniz yapın.” “Lenin çalışma odasına girdi, ben bitişikteki geçiş odasında masanın üzerine bir gazete yaydım, elime bir bıçak alıp, akşam yemeği için yoldaşlara peynir bölmeye başladım. “Fakat Halk Komiserleri Kurulu’nun oturumunda bulunmam zorunluydu. Bıçağı ve peyniri masanın üzerinde bırakıp içeri girdim. O günlerde alışılageldiği gibi, oturum gece geç saatlere dek sürdü, peyniri tümüyle unutmuştum. Geri döndüğümdeyse artık yerinde yoktu. Bıçak ve gazete masanın üzerindeydi, ama peynirden bir kırıntı bile kalmamıştı… Gün boyunca, kapının önündeki nöbetçiler sürekli değişmişlerdi. Bunlar masanın üzerindeki parçalara bölünmüş peynirin kendilerine ayrılmış olduğunu sanmışlardı. Peynirin gün boyunca yoldaşlara dağıtılmış olması şaşırtıcı değildi. “Vladimir İlyiç’in Gorbunov’la birlikte tutanağı gözden geçirdiği (bunu her seferinde yapardı; çalışmada gösterdiği bu olağanüstü titizliği ve düzenliliği her gün yeniden öğrenebilirdik ondan) çalışma odasına döndüm. “Ne var” diye sordu. Olanları anlatınca, kahkahayla gülerek, “Peki, peynir lezzetli miydi bari?” dedi. İçten gülüyordu. “Kendiniz bile tatmadınız mı? Yazık olmuş. Fakat felaketin o kadar büyük olmadığını düşünüyorum; biz yemesek de başkaları yedi peyniri.” “İlyiç’in gözlerinde sıcak, iyicil bir gülümseme vardı. Bu unutulmaz bakışı şöyle diyordu sanki: n’apalım, demek ki Halk Komiserleri değil de, askerler ya da işçiler peynirin tadını çıkardılar, akşama yiyecek bir şeyleri oldu; böylesi daha iyi. “Ve Lenin tekrar tutanağı okumaya başladı. Halk Komiserleri Kurulu Başkanı’nın günlük görevlerine döndü. “Bu büyük insan, dünyada ilk Sovyet devletinin inşasında, devlere özgü çalışmasını; insanlık tarihine silinmez bir sayfa olarak yazılan çalışmasını sürdürdü.” (A. Kollontay, Birçok Hayat Yaşadım, Agora Kitaplığı, 2010, s. 351-353) Devrimin ilk günlerinde devrimcilerin nasıl özverili çalıştıklarını ve halk sevgisini gösteren bu anıdan sonra Kollontay, “Lenin küçük şeyleri unutmaksızın büyük şeyleri düşünürdü” başlığı altında Lenin üzerine bir başka anısı ile devam ediyor. “Lenin Küçük Şeyleri Unutmaksızın Büyük Şeyleri Düşünürdü” “Vladimir İlyiç’in günlük küçük şeyleri unutmaksızın, büyük ve önemli şeyleri düşünmeyi nasıl başardığına, dünyada daha önce örneği görülmemiş yeni bir devlet kurarken, bir devlet için, özellikle bir sosyalist devlet için muhasebe ve düzenin kaçınılmaz olduğunu, küçük şeyleri de düşünmek gerektiğini bize anlatmak için en ufak bir fırsatı bile kaçırmamasına hep şaşırmışımdır. “Aralık 1917. Noel kutlamaları kapıda, ancak bu, Smolny’de kimsenin aklına gelmiyor. Smolny’de çalışma bütün hızıyla sürüyor. Kış henüz tam anlamıyla gelmedi. Sulu kar yağıyor. Neva üzerindense soğuk bir rüzgar esiyor. “Nadejda Konstantinovna (Lenin’in eşi Krupskaya – K. Y.), Valdimir İlyiç’in dinlenmeye ihtiyacı olduğunu düşündüğü için, onu birkaç günlüğüne kent dışına çıkmaya ikna etmeye çalışıyor. İlyiç’in uykusu son günlerde iyi değil, anlaşılan çok bitkin. “Finlandiya’da, Karelya Kıstak’ında bulunan Chalila Sanatoryumu’nun şef doktoru, Devlet Yardımı Halk Komiserliği’ne (Kollontay’ın yönettiği sosyal yardım bakanlığı – K. Y.) gelip sanatoryumunda yeni, sıcak ve aydınlık küçük bir aile evinin bulunduğunu, orayı tümüyle Lenin’in kullanımına sunabileceğini söylemişti. Fakat Vladimir İlyiç bütün ikna çabalarımızı geri çeviriyor. Sanatoryumun çevresinde harika bir orman olduğunu, istediği zaman ava çıkabileceğini söylememize rağmen, Vladimir İlyiç cevap olarak, “Av iyi de, yapacak iş o kadar çok ki, gerçi çalışmaya başladık, ancak yeni bir devleti, iki ay içinde kurmayı Bolşevikler bile başaramaz. Bunun için en az on yıl gerekir,” diyor. “Nadejda Konstantinovna sözünü kesip, “Ne yani, bütün o yıllar boyunca, sürekli çalışma masasının ardında mı oturacaksın?” diyor. “Eh, bunu o zaman düşünürüz;” diye karşılık veriyor Vladimir İlyiç. “Ancak, daha aradan birkaç gün geçmeden Vladimir İlyiç’in aklına, kent dışında geçireceği bu üç-beş gün içinde, Smolny’de zaman bulamadığı bir çalışmayı bitirebileceği düşüncesi geldi. Ve bu düşünce onu o kadar coşturdu ki, bir sabah Nadejda Konstantinovna’ya, “Eğer Kollontay, Halk Komiserliği’nde gerçekten kimsenin beni rahatsız etmeyeceği, ormanda, küçük bir eve sahipse, yola çıkmaya hazırım,” dedi. (Lenin, Chalila Sanatoryumu’nda, 24 – 27 Aralık 1917 tarihleri arasında kalır. Bu kısa süre içinde “Bir Yazarın Günlüğünden”, “Eskinin Yıkılışından Ürkenler”, “Yeni İçin Savaşanlar”, “Rekabet Nasıl Örgütlenmeli?” ve “Tüketim Komünleri Üzerine Bir Kararname Tasarısı” adlı çalışmalarını kaleme aldı. – K. Y.) “24 Aralıkta Vladimir İlyiç’i sanatoryum yolculuğuna uğurlamak için sabahtan Finlandiya istasyonuna geldim. Vladimir İlyiç, Nadejda Konstantinovna ve Maria İlyiniçna trene yeni binmişlerdi. Mümkün olduğunca tanınmamak için Vladimir İlyiç en köşeye, camın yanına oturdu. Yanında Maria İlyiniçna, karşılarında Nadejda Konstantinovna vardı. Vladimir İlyiç, sıradan bir yolcu treninde yolculuk etmesinin daha güvenli olacağı görüşündeydi. Aynı kompartmanda iki Kızıl Ordu üyesiyle güvenilir bir Finli yoldaş da yer aldılar. “Vladimir İlyiç, yurtdışından döndüğünde üzerinde olan, eski, mevsimlik paltosunu giymişti, başında da fötr şapka vardı, oysa dondurucu soğuktu hava. Benim arkamdan, kolunda bir kürk manto ve kulaklıklı bir kürk şapka taşıyan bir yoldaş bindi trene. “Bunu giyin,” dedim Vladimir İlyiç’e, açık alanda kızakla gitmek zorunda kaldığınızda çok üşüyeceksiniz. İstasyondan sanatoryuma dek yol çok uzun. Kürkler,” diye ekledim, “Halk Komiserliği’nin demirbaşı.” “Görülüyor,” dedi Vladimir İlyiç ve mantolardan birinin içini dışa çevirdi. Mantoların içinde, depo ve envanter numarası dikliydi. “Bunu, kürkleri dikkatli kullanmamız, onları da bir yerlerde unutmamamız için yaptınız, değil mi? Devlet malı kayıtlı olmalı. Doğru olan bu.” “Vladimir İlyiç benim de onlarla birlikte gitmemi istiyordu, ne var ki Halk Komiserliği’nin acil işleri, öncelikle anne ve çocuklar için yardımın organizasyonu yolculuğa katılmama izin vermiyordu. Arkalarından gideceğime söz verdim. “Birden, yanında Fin parası olmadığını hatırladı Vladimir İlyiç. “Hiç olmazsa yüz Fin Mark’ı bulabilseniz iyi olurdu, istasyondaki hamal ya da başka ufak tefek işler için,” dedi. “Kasaya koştum, ancak yanımda az para olduğu için yüz Fin Markı bile alamadım. “Vladimir İlyiç soruyordu: “Yani tek başına, sıcak, küçük bir ev ve ormanda da avlanılabilir diyorsunuz, öyle mi? Orada tavşan var mı?” Tavşan için söz veremeyeceğimi, ama mutlaka sincap bulunacağını söyledim. “Eh, sincap vurmak çocuk oyuncağıdır.” Nadejda Konstantinovna araya girdi. “Umarım Vladimir İlyiç şu üç günü masasının ardında oturarak geçirmez de ormana gider.” “Ama orada, odadaki hava bile daha temizdir,” diye laf attı Vladimir İlyiç. “Tren hareket etti. Yolcular, Halk Komiserleri Kurulu Başkanı’nın sıradan bir ikinci sınıf yolcusu olarak kendileriyle birlikte yolculuk ettiğinden habersizdiler. “Birkaç gün sonra Vladimir İlyiç yine Smolny’de çalışıyordu. “O günlerde Vladimir İlyiç’in el yazısıyla bir not aldım: “Halk Komiserliği’nizin demirbaşından kürk mantoları, iyi korunmuş olarak, teşekkürle geri yolluyorum. Çok işimize yaradılar. Bir kar fırtınasıyla karşılaştık. ‘Chalila’ çok güzeldi. Fin parasını size henüz göndermiyorum, fakat Rus parasıyla ne kadar ettiğini yaklaşık olarak hesapladım, 83 Ruble’ye yakın tutuyor, ekte gönderiyorum. Para durumunuzun pek iyi olmadığını biliyorum. Sizin Lenin.” “Bu, Vladimir İlyiç için çok tipik. O, devlet işlerinin büyük sorunları yanında, bu tür küçük şeyleri düşünebilirdi ve her zaman nazik bir yoldaştı.” (A. Kollon- Heyet-i Temsiliye tay, age, s. 353-355) Bu aktarılanlar, Lenin’in nasıl çalışkan, dürüst, halkını seven, kamu malına sahip çıkan, çalım, poz bilmeyen, alçakgönüllü bir devrimci olduğunu kanıtlıyor. İşte devrimleri de böyle devrimciler yapıyor! Ve Mustafa Kemal… Mustafa Kemal de bir ulu devrimcidir. Bir toplumsal devrim yapmasa da, emperyalizmi yenilgiye uğratmış, emperyalizmin yerli ortağı Tefeci-Bezirgan din bezirgânlarını sindirmiştir. Bugün ABD ve AB Emperyalistleri ile günümüz din bezirgânlarının Atatürk ve İnönü’ye saldırılarının temelinde bu geçmiş yatmaktadır. Kurtuluş Savaşı boyunca, Ekim Devrimcileri gibi Kuvayimilliye Devrimcileri de meteliğe kurşun atmaktadır, yokluk içindedirler. Ama ahlâki sınırları hiç zorlamazlar, halka zulüm yapmazlar. Mustafa A Kemal Paşa’nın Heyet-i Temsiliye Başkanlığı günlerinde (Erzurum Kongresi’nden Millet Meclisi’nin açılmasına kadarki dönem) Kurtuluş Savaşı için bayrağı açanların nasıl yokluk içinde olduğunu Doğan Avcıoğlu’nun “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı kitap serisinden aktarıyoruz: “Atatürk’ün Para Sıkıntısı “Hükümet gibi çalışacak olan Heyet-i Temsiliye’nin giderleri için sınırlı miktarda para bulmak dahi büyük bir sorun olur. Erzurum Kongresi, Heyet-i Temsiliye giderlerinin Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk örgütünce karşılanmasını kararlaştırır, fakat bu lafta kalır. Erzurum’da Atatürk ve arkadaşları sıkıntılı günler geçirirler. Ancak Erzurum yerlilerinden bir emekli binbaşının sağladığı parayla yola çıkabilirler. Atatürk ve çevresinin para işlerini yürütmekle görevlendirilen Heyet-i Temsiliye üyesi Mazhar Müfit Kansu, paranın baş sorunlardan biri olduğunu anılarında çarpıcı olaylarla anlatır: “Paşa emirber Ali’ye emretti: “-Ali, bize birer şekerli kahve yap. “Ali: “-Paşam, şeker yok. Sade yapayım mı? “deyince, Paşa gülerek yüzüme baktı: “-Canım Mazhar Müfit, niçin şeker aldırmıyorsun? “dedi, ben de gülerek: “-Yarın inşallah aldırırım. “dedim ve ekledim: “-Hele şimdi sade içelim… “Emirber Ali sade kahveleri pişirmek üzere odadan çıktıktan sonra, Paşa, mahzun mahzun gözlerini gözlerimde dolaştırarak: “-Farkındayım. Yine züğürtledik… “dedi. “-Evet Paşam. Hem züğürtledik, hem de mevcut paramız şeker almaya elverişli değil. Şeker çok pahalı… cevabını verdim. Paşa: “-Bu para işine bir çare bulmalıyız. “diye mırıldanırken, Hüsrev Sami (bir başka Heyet-i Temsiliye üyesi - K. Y.) hemen atıldı: “-Paşam ne diye düşünüyorsunuz? Yarın Osmanlı Bankası’ndan, Reji’den (yönetimi yabancılarda olan tütün tekelinin kısa adı - K.Y.) ve öteki yabancı kurum ve bankalardan borç alalım. “Bana da bu öneri çok çekici gelmiş olacak ki: “-Çok uygun… Hem de pek kolay… “dedim. Mustafa Kemal birden kaşlarını çattı: “-Kesinlikle olmaz. Buna izin veremem… “diyerek çok sert bir sesle devam etti. “-Zaten İstanbul bize Celali diyor. Bir de bankaları ve yabancı kurumları soyuyorlar diye aleyhimizde bin çeşit yalan söz yayılmasına fırsat veremeyiz. “Hüsrev Sami de, ben de: “-Eşkıya demesinler, Celali demesinler, bunların hepsi güzel… Fakat aç mı kalacağız? “diye sorduk. Paşa: “-Aç maç, nasıl kalırsak… “diyerek sözü kapattı. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Üçüncü Kitap, Tekin Yayınevi, 1995, s. 996-997). Böylesine titizdir devrimciler, para konusunda. Leke sürülsün istemezler. Üstelik kelle koltuktadır. Mustafa Kemal için emperyalist uşaklarınca ölüm fermanı çıkarılmıştır. Mustafa Kemal, “Ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa öyle geldim” diyen biridir. Daha sonra düzenlenen suikasti tesadüfen öğrenerek kurtulur. Lenin ise ciddi bir suikaste uğramış ve ağır yaralanmıştır. Buna rağmen halktan kaçmaz devrimciler. Bugünkü din bezirgânı emperyalist uşakları ise halktan sömürdükleriyle “yüksek güvenlikli” saraylar inşa ediyorlar, yüzlerce korumayla geziyorlar. Halktan korkuyorlar çünkü…. Ama halkımızın dediği gibi korkunun ecele faydası yoktur. Devrimler, devrimcileri bile şaşırtan bir zamanda, ansızın gelebilir.❑ neği olmasaydı nasıl bir sonuç ortaya KP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca en fazla haksızlıkla karşı karşıya “Daha nen olayım isterdin çıkardı, durumun vahametini bilenler bunu düşünmek bile istemeyecektir. kalan meslek örgütlerinden biri “Ancak bunun yeterince iyi anlamuhakkak ki Basın Emekçileridir. Ergetek tek hedef haline geldi bu defa. Erdoğan şılabildiğinin, bu mucizevî desteğin ne nekon süreciyle başlayıp KCK, Odatv, Balyoz gibi operasyonlar ile devam eden çeşitli beyanlarında dillendirdiği gibi “İha- anlama geldiğinin yeterince kavranabilsüreçte onlarca basın emekçisi cezaevleri- netin” sebebini anlayamıyor, “ne istediler diği kanaatinde değilim. Bütün bu olayne gönderildi. Mahkûmiyetler aldı. Hapis- de vermedik?” diyerek sitem ediyordu. lardan sonra medyanın hâlâ “ucuz” ve ler yattı. İtibar kaybeden, meslek hayatları AKP’li Mehmet Metiner, Erdoğan- Gülen kolay gözden çıkarılabilir bir alan olabiten, can güvenliği kalmayanlar da cabası. sorununu Sezar-Brütüs hikâyesine benzet- rak görülmesinin talihsizlik olduğunu (Bu yazıda “Öteki Basın” yani “Dev- mişti. En güvenilir müttefik en ağır darbeyi düşünüyorum.” (http://www.odatv.com/n. rimci-Sosyalist Basın” konu dışıdır. Zira vurmuştu. Hükümetin artık güvenecek içe- php?n=biz-olmasak-sonunuz-iyi-olmayaonlar ülkedeki her hükümet döneminde ce- riden bir müttefiki yoktu. Kendi göbeğini bilirdi-2611141200) İktidarın kadın yazarlarından Nihal zaevleri, işkenceler, para cezaları ile ceza- kendi kesmeliydi. İşe; Reyhanlı, Soma, Torunlar, Cilvegö- Bengisu Karaca, haksızlık yapıldığını; landırılıyor zaten) Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmesin- zü Patlaması, Ermenek, Yolsuzluk operas- bunun bu gazetecileri “Yiyin birbirinizi de ve sağlam adımlarla hedeflerine yürü- yonları vb. gibi faciaların hepsine yayın ya- çetesinin önüne atıl”ması olduğunu söymesinde çok büyük katkısı olan gazeteci- sağı koymakla başladı. Son birkaç gündür lüyordu. Görevden almalar ve kovulmalara tepki lerin, gazete ve TV sahiplerinin olduğunu gündemde olan AKP’nin medyası haline biliyoruz. Ergenekon Operasyonları öncesi gelmiş gazetelerin yayın yönetmenlerinin, gösteren yandaş gazeteciler seslerini yükadının önünde “Gazeteci” olan iktidar ka- yazarlarının vb. kovulması, görevden alın- seltmeye başladı. Hem de yıllarını gazelemşorları, Cemaatin hazırladığı bavullar- ması her ne kadar Erdoğan’ın jöleli danış- teciliğe vermiş insanlar mesleklerini icra la, “gazetecilik başarısı” adına görüntüler manı Yiğit Bulut ve Bakan Ali Babacan etmelerinden ötürü cezaevlerine atılırken vermişti medyaya. Bazı gazeteler 1970’ler- arasındaki gerginlikten kaynaklı gibi gö- ses etmedikleri zamanları unutarak… Bilde devrimci gençleri adresleriyle ihbar rünse de “Yeni Türkiye İçin Yeni Medya” miyorlar ki (hepsi de cin gibi adamlar, bal gibi biliyorlar ki) Erdoğan artık ne olduğueden öncülleri gibi manşetlerinden krokiler dizaynı söz konusu. Yandaş bütün medya şaşkın. Görevden nu, nasıl çalıştığını bilmediği hiç kimseyi yayınlamıştı. TÜBİTAK’ın bile sahte olduğunu onayladığı belgelerle darbe senaryo- alındığı ile ilgili çelişkili bilgiler olan Yeni tutmayacak makamlarda. Hizmetine emin ları uydurulmuş, binlerce asker, gazeteci, Şafak Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İb- olduğu gazetecileri danışman yaptığı andan itibaren bu böyleydi. Artık Erdoğan, kaprofesör, siyasetçi cezaevlerine göndelesinin içini kendi tuğlalarıyla tek başına rilmişti. Elbette bu “Gazeteler” ve “Gaörüyordu. zeteciler” birer kahramandılar, kimsenin Bir dönem Erdoğan Meclis kürsüyapmaya cesaret edemediği haberleri sünden 17 yaşında yaşı büyütülerek idam yapmış, kimsenin atamadığı başlıkları edilen Erdal Eren’e ithafen yine idamla atmışlardı(!) yargılanan ve yıllarca cezaevinde kalan İktidara, Pensilvanya’ya karşı en ufak Şair Nevzat Çelik’in “Şafak Türküsü” ses çıkaran, haber yapan gazeteci örgüt şiirini okumuştu. Arınç da, Nazım’ın diüyesi ilan edilmişti. Bizzat Erdoğan tazelerini… rafından basın kartları olmadığı savıyla. Belli ki eski AKP gazetecileri de Erdoğan yerli yersiz katıldığı her toplantıda, mikrofonu eline her aldığın- rahim Karagül; ‘’Türkiye son dönemde Cemal Süreya’dan; “Daha nen olayım da medya patronlarına şantajlar yapmış bu yönde iki büyük tehlike atlattı. Biri isterdin, Onursuzunum Senin” dizelerini ve bu konuşmaları neredeyse her gün ana Gezi olayları diğeri de 17 Aralık müda- tekrar ede ede boşaltıyorlar makamlarını. Halk, Gezi sürecinde Penguen belgehaber bültenleriyle tüm Türkiye kamuo- halesi. Gezi olayları tam da şehir savaşlayuna yayılmıştır. Bu konuşmalarında bir rı örneğini çağrıştırıyordu. Maalesef bu sellerini oynatan televizyon kanallarını taraftan “vergi borçları”yla tehdit ederken olayların sorgulaması, analizi yeterince gördü. Katledilen gencecik çocukları çirbir taraftan da darbecilere destek olmak- yapılamadı, gerekli dersler çıkarılamadı. kefçe resmeden karikatürcüleri, Kabataş’ta la suçluyordu büyük medya patronlarını. Olay sadece çatışma alanlarıyla sınırlan- üstü çıplak erkeklerin saldırısına uğradığını Ayrıca onların aldıkları ya da alacakla- dırıldı. 17 Aralık ise çok daha örgütlü ve iddia eden (ki olayın öyle olmadığı kamera rı ihalelerin iptal edileceği şantajı da ayrı sistem içi bir müdahaleydi. Açık söyleye- kayıtlarıyla netleşti iyice) kadınla röportaj bir silah olarak kullanılıyordu Erdoğan yim, iki olayda da geleneksel yöntemler yapıp, yalan beyan olduğunu bile bile bunu tarafından. Erdoğan memnuniyetsizdi. İk- yeterli olmadı. Olamayacaktı. Kamuoyu haberleştirip AKPli “Türbanlı Bacı”lardan tidarı ile ilgili en cılız sese bile tahammülü etkileme gücü yüksek çevreler harekete Gezi Mağdurları yaratan gazetecileri, progyoktu. Oysa yazılı ve görsel medya AKP geçirilerek tehdidin önüne geçildi. Siyasi ram yapımcılarını. Halk “Ateşi ve ihaneti iktidarının “can simidi”ydi. Erdoğan, ik- iktidara verilen kitlesel destek ve medya gör”müştü. Velhasıl önerim; Yandaş medya gazetetidarı süresinde karşısında duracak bütün bilgilendirmesi olmasaydı tablo pek iç güçleri öyle veya böyle tasfiye etti. Yakın açıcı olmayabilirdi.” diyerek medyanın, cileri, yeni danışman eski gazeteci ağabeyzamanda ortaya çıkan tapelerden de dinle- iktidarın “can simidi” olduğunu itiraf etmiş lerine veya toplumdaki patlamaları görüp diğimiz gibi bizzat televizyon kanallarının, ve gazetecilerin işten çıkarılmasına karşı si- kenara çekilen “benim görevim burada biter”ci ağabeylerine bir danışsınlar. Ongazetelerin en üst düzey yetkililerini aradı temini şu satırlarla dile getirmişti: “Siyasi iktidar için, medya desteğinin lar bir yol gösterir elbet. Mağdur edebive ayar çekti. Tam her şey yoluna girmişti ki Cemaatle-Pensilvanya’yla ipler koptu. bu iki olayda da belirleyici olduğuna, yatını da bıraksınlar bir zahmet. Tarafsız 17-25 Aralık Yolsuzluk Operasyonu ile de rüzgarı tersine çevirdiğine inanıyorum. ve doğru haberciliği ilke edinmemiş olansaflar kesince ayrılmaya başladı. Cemaa- Medya desteği olmasaydı, medyanın lar İktidar çarkının dişlilerinde ezilmeye te ait gazeteler, cemaate yakın gazeteciler Türkiye toplumunu bilgilendirme yete- mahkûmdur.❑ Onursuzunum senin” 15 Yıl: 9 / Sayı: 82 / 4 Aralık 2014 Bakalım kaçabilecek misiniz?.. Baştarafı sayfa 3’te üstte görmek, halkla aralarına kalın duvarlar örmek isterler. Erişilmez olmak isterler. Bunu hem binalarıyla, saraylarıyla hem de koruma ordularıyla sağlarlar. Halkla aralarındaki mesafeyi açtıkça üstinsan hatta Tanrı olduklarına halkı inandırmak isterler. Yani saraylar; sınıfların varlığını ve alt sınıflarıyla-üst sınıflarıyla toplumların çürümeye, çökmeye doğru gittiklerinin göstergesidir. Yani toplumda ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, soyan-soyulan kesimlerin, sınıfların, tabakaların varlığını gösterir saraylar. O bölünmüşlüğün somut göstergesidir. Anıtlarıdır. İşte bu süreci Usta’mız, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, “Osmanlı Tarihinin Maddesi” anıt eserinin Birinci Cildinde, bizim atalarımız olan Osmanlı üzerinden şöyle anlatır. Somutça şöyle gözler önüne serer: *** (Bakınız yukarıdaki Hikmet Kıvılcımlı’nın Osmanlı Tarihinin Maddesi eserinden aktardığımız ilgili bölüme ) *** “Bugün bize saçma ve gülünç gelen çalım, poz, Saray heveslileri hâlâ az mıdır?” diyor Usta’mız yukarıdaki aktarmada. Az olur mu? İşte en son, en canlı örneği Tayyip! Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı şöyle der: “(…) Bak her mezar taşının başına ne yazılıdır: “Hüvel Hallâk el bâkiy!” (Kalıcı olan o yaratıcıdır.) “Yaşlı Türkler hep geçici, gidici. Musalla taşında sarıklı imam boşuna konuşmaz: “Gel!” dedi mi, gidilecek. “Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş!” (Pratik Devrim Orijinalliğimiz: Gençlik) Ama sen Tayyip, bu kubbede bâki kalacak hoş bir sadâ değilsin. Unutulup gitmeye mahkûmsun. Sen hatırlanırsan da ancak: hırsız, soyguncu, vurguncu, katil olarak anılacaksın. Senden geriye bunlar kalacak. Tarih seni böyle yazacak! Haa Tayyip bir de İstanbul’a geldiğinde son Osmanlı Padişahı Vaddettin’in Köşkü’nde kalacakmış: “Erdoğan, Atatürk Orman Çiftliği’ne kaçak olarak yapılan ve kamuoyunda ‘Ak Saray’ olarak bilinen cumhurbaşkanlığı sarayının ardından İstanbul’da da bir saraya kavuşuyor. Son Osmanlı padişahı Sultan Vahdettin’in tahta çıkmadan önce kullandığı Çengelköy sırtlarında bulunan Vahdettin Köşkü artık Erdoğan’ın hizmetinde olacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın paha biçilemeyen köşkü İstanbul’da bulunduğu zamanlarda çalışma ofisi olarak kullanacağı tahmin ediliyor.” (http://sozcu. com.tr/2014/gundem/erdoganin-yeni-sarayi-vahdettin-kosku-641580/) Bir atasözümüz; “kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi” der. Yani Tayyip’in idolü olan Necip Fazıl Kısakürek’e göre Vahidüddin, Han Hazretleridir. Aynı şey Tayyip için de geçerlidir. Vahidüddin’ün Av Köşkü’nü kendisine Çalışma Bürosu olarak seçmesi çok yakışık almıştır. Yani demek istediğimiz Vahidüddin’ü nasıl bilirsin dersen cevabı Tayyip gibidir! Tayyip’i nasıl bilirsin diye soracak olursak? Onun da cevabı bellidir: Vahidüddin gibi… Yani halk düşmanı, vatan düşmanı kişiler için Tarih bir kez daha tekerrür ediyor! Ancak Vahdettin kaçacak bir İngiliz gemisi bulmuştu. Tayyip bulur mu bilinmez! Bunu da aklının bir köşesine yazsın Tayyip! Arçelik Direnişi Davasına Beraat Baştarafı sayfa 16’da önünde, Sütlüce’deki Arçelik Genel Müdürlüğü önünde de eylemler yapıldı. Türkiye’nin en büyük Parababalarından olan Koç Holdingin merkezi Nakkaştepe’de Direniş Çadırı kuruldu. Arçelik direnişleri, geceli gündüzlü bir ayı aşkın süre direnişlerine burada devam ettiler. Gün oldu Arçelik Direnişçilerinin Arçelik Fabrikası önünde haklarını almak için verdiği mücadele nedeniyle üretim zaman zaman aksayıp durmak zorunda kaldı. Fabrikada çalışan işçi kardeşlerimizin yüreği de işçi kardeşlerimizle birlikte attı. “Yer gök bir araya gelse DİSK Arçelik’te örgütlenemez” diyen Arçelik işverenine, Sendikamız Nakliyat-İş örgütlenerek ve mücadele ederek, militan direnişle gerekli cevabı vermişti. Mücadele ve Direniş hukuki kazanımlarla ve zaferlerle de devam etti. Açılan işe iade davalarının hepsinde muvazaalı taşeron ilişkisi nedeniyle üyelerimizin Arçelik AŞ’de işe iadesine karar verilmiş ve işten çıkartmaların sendikal sebeple yapıldığına hükmedilmişti. Mahkeme kararına rağmen üyelerimize işbaşı yaptırmayı göze alamayan Arçelik, üyelerimize dava süresince boşta geçen zaman için 4 aya kadar ücreti tutarında tazminat ile 12 aylık ücretleri tutarında sendikal tazminat ödemeye razı olmuştu. Ayrıca üyelerimizin, alt işverenle imzalanan toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan alacaklarıyla ilgili açtığımız davalar da kazanılmıştı. Şanlı Arçelik Direnişimizi gözaltılar, baskılarla yıldırmayı amaçlayan Arçelik’in yaptığı şikâyet dilekçelerini adeta kopyala-yapıştır yöntemiyle İddianameye dönüştüren Tuzla Savcılığı, 2911 Sayılı Yasaya muhalefet ve zincirleme cebir ve tehditle iş ve çalışma hürriyetini engellemek, zincir- leme işyeri dokunulmazlığını bozma, zincirleme tehdit, zincirleme mala zarar verme, huzur ve sükunu bozma suçlamasıyla 2911 Sayılı Kanunun 28/1, 31/3, 32/1, 34’üncü maddeleri ile 5237 Sayılı TCK’nin 37/1, 214/13, 43/1, 117/1-4, 119/1.c-son, 43/1, 116/2-4, 106/1-2.c, 151/1, 123’üncü maddelerinde tanımlanan suçlardan cezalandırılmaları talebiyle 2008 yılında Asliye Ceza Mahkemesinde kamu davası açmıştı. İddianamede, Genel Başkanımız ve Örgütlenme Dairesi Başkanımızla birlikte 9 kişi hakkında her biri için 46 yıl 9 aya varan hapis cezaları olmak üzere toplamda 420 yıl 9 aya varan hapis cezası istenmişti. Diğer üyeler hakkında ise her bir kişiye 38 yıl 9 ay varan 107 kişi hakkında toplamında 4092 yıl 9 aya varan hapis cezaları istenmişti. 116 kişi olan tüm sanıklar hakkında ise toplam 4513 yıl 6 aya varan cezalar istenmişti. İstenen para cezaları da cabası… Şikâyetçi Koç Holding olunca sendikal nedenle işten atılan işçilerin ve üyesi oldukları sendika yöneticilerinin demokratik tepkilerinin bedeli bu kadar ağır ödetilmek isteniyordu. Eğer idam cezası kalkmamış olsaydı idam edilmeleri istenecekti demek ki… İstanbul Anadolu 7 Asliye Ceza Mahkemesinin 2008/530 E. numaralı dosyası üzerinden görülen dava, 18.11.2014 günlü duruşmada tüm sanıkların eylemleri demokratik hak arama ve demokratik tepki kapsamında değerlendirilerek beraatları istenen Mütalaaya ve savunmaya uygun olarak BERAAT kararı ile sonuçlanmıştır. 20.11.2014 Direne Direne Kazandık! Yaşasın Arçelik Direnişimiz ve Zaferimiz! Yaşasın DİSK Yaşasın Nakliyat-İş! Nakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi Kadın Sorunu “Fıtrat”la açıklanamaz Baştarafı sayfa 16’da % 48,9’u kadın. Üniversite öğrencilerinin % 80’i; üniversite mezunlarının % 68’i kadın. Bu rakamlar sizden başka şeyler söylüyor. Ne diyelim bu da sizin fıtratınız… “Kadın ve Adalet” zirvesi toplantısında yapılan bu konuşma “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” öncesinde yapılıyor. Görmek isteyen göze, ülkemizdeki kadınların bunca sorunu yaşatan zihniyeti açık ediyor. 1999 yılından bu yana 25 Kasım, dünyada Kadına Karşı Şiddetle Mücadele Günü olarak anılıyor. Bugün, Dominik Cumhuriyeti’nde Rafael Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden üç kız kardeşin tecavüz edilip öldürülmesinin yıldönümü dolayısıyla ilan edilmiş. Biz de diktatörlüklere boyun eğmeyen cesur Mirabel Kardeşleri saygıyla anıyoruz. Ülkemizi yönetenlerin “fıtratla” durumu açıklamaları, Türkiye’de kadınların trajedisini ortaya koymuyor. Bu tablonun nedeni ve sorumlusu; yaşanan sorunları “fıtratla” açıklayan Ortaçağcı zihniyettir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “fıtrat: yaradılış, hilkat” olarak açıklanıyor. Bizler de merak ediyoruz Kübalı veya İskandinav ülkelerindeki kadınların fıtratı bizden farklı mı diye? Soma cinayetini de fıtratla açıklamışlardı. Bizler biliyoruz ki kadınlar binlerce yıl İlkel Komünal Toplumlarda erkekle eşit bir biçimde yaşamışlardı. Orta Asya’da Türk boylarında Bey’le birlikte Hatun’un da seçildiğini ve eşit söz hakkının olduğunu biliyoruz. Ortaçağcılar; Rennan Hoca şahsında Laikliği hapse attılar Baştarafı sayfa 16’da lan türbana karşı olan birine sessiz kalamazlardı. Hemen düğmeye basıldı. Kandırılmış birkaç zavallı kıza; “Hoca bizim derslere girmemize engel oluyor, öğretim hakkımızı engelliyor” diye şikâyet dilekçeleri verdirildi. Tabiî bu arada da gerici basın, Hoca hakkında “yasakcı prof” vb. diyerek alçakça yayınlara başladı. Mahkemeler desen, zaten 12 Eylül 2010 Referandumu ile birlikte AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürülmüştü. Gerisi kolaydı. Nitekim Rektörlük Hoca hakkında yargılama izni verdi, davalar açıldı. YÖK de Hoca’ya meslekten çıkarma cezası verdi. Yargılamayı hızla sonuçlandırdılar. Verilen ceza Yargıtayca hızla onanarak kesinleştirildi. Hoca’nın cezaevine girmesi kaçınılmaz oldu. Aslında, yargılanma ve Yargıtay aşamalarında Laik kesimin desteğinin alınmasında zayıf kalındı. Mahkemelerdeki duruşmalarına kitlesel katılımlar yapılarak Hoca’ya destek verilebilinirdi. Maalesef böyle bir yargılama taktiği izlenmedi. Bu neyse de, Hoca’nın cezaevine girmesi kesinleştikten sonraki destek eylemlerinin (hem de İzmir gibi bir yerde) yeterince kitlesel ve coşkulu olduğu söylenemez. Yapılan en kitlesel destek eylemi, Hoca’nın cezaevine girmeden önce halka açık olarak verdiği “Evren ve Evrim” konulu “son ders”ti. Bu eylemlere İzmir Milletvekillerinin, Belediye Başkanlarının ve CHP’lilerin gelmemesi en dikkat çeken nokta idi. Yine öğretim elemanlarının da desteği bir hayli zayıftı. Partimiz, Rennan Hoca’ya destek ey- lemlerinin hemen hepsine kitlesel bir şekilde katıldı. Eylemlerde yoldaşlarımız; “Yargılanan Laikliktir”, “Bilim Sahipsiz, Prof. Dr. Rennan Pekünlü Yalnız Değildir”, “Laiklik Yoksa Bilim Özgürlük Demokrasi Yoktur” gibi döviz-pankart açtılar, “Şeriat Ortaçağdır”, “Rennan Hoca Yalnız Değildir” gibi sloganlar attılar. Hoca cezaevine girdikten sonra da Yargıçlar Sendikası Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Türkiye Barolar Birliği Temsilcileri, İstanbul, İzmir Baroları ve diğer bazı baroların desteği ile 29 Kasım 2011 Cumartesi günü İzmir Adliyesi önünde bir destek eylemi daha yapıldı. Bu eylemde konuşan Ö. Faruk Eminağaoğlu; “Rennan Hoca’ya verilen ceza cumhuriyete, laikliği verilen cezadır. Bu ceza haksızdır, hukuksuzdur. Madem suçu ve suçluyu övmek suç bu ülkede, biz de Rennan Hoca gibi aynı suçu işliyoruz, Rennan Hoca’yı destekliyoruz. O zaman gelsinler bizi de tutuklasınlar” diyerek coşkulu bir konuşma yaptı. Ardından söz alan Öğretim Elemanları Derneği yöneticisi bir Hoca da; İzmir Milletvekillerine, Belediye Başkanlarına ve Öğretim Üyelerine destek vermediklerinden dolayı sitemlerini, eleştirilerini belirterek, “bu korku bu yılgınlık niye, anlayamıyorum” dedi. Her ne kadar Hocamız; “anlayamıyorum” dese de bizce anlaşılmayacak bir şey yok. Çünkü Kılıçdaroğlu liderliğindeki Yeni CHP’nin de artık türbancı olduğu çok açık değil mi? Kılıçdaroğlu, “Türban sorununu biz çözdük. Üniversitelere Türban bizim sayemizde girdi” diye bizzat kendisi açıklamadı mı? Dolayısıyla böyle bir CHP’den Hoca’ya destek vermesi bek- Ulusal Kurtuluş Savaşına tüm gücüyle katılan, cepheye mermi taşıyan kadınlarımız için Mustafa Kemal: “Dünyada hiçbir milletin kadını, Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar hizmet gösterdim diyemez.” diyordu. Laik Birinci Kurtuluş Savaşı’yla kadınlarımızın elde ettiği kazanımları bir bir ortadan kaldırıp kadınları ikinci sınıf konuma itilmesini savunan bu Ortaçağcı zihniyete karşı tüm kadınları mücadeleye çağırıyoruz. Kadınların fıtratında devrimcilik vardır. Ana olan kadın, yaşamın yarısı olan kadın silkelenip ayağa kalktığında toplumu peşinden sürükleyecek güce sahiptir. Oğullarımızın, eşlerimizin madenlerde ölmesini, inşaatlarda ölmesini bize fıtrat diye yutturamazsınız. Suriye’de Irak’ta tecavüze uğrayan, köle olarak satılan, öldürülen kadınların yaşadıklarından sizler de sorumlusunuz. Evet bu da sizin fıtratınızda var. Ama biz Nene Hatun’ların, Kara Fatma’ların devamcılarıyız. Yaşamın yarısıyız ve boyun eğmiyoruz. Şairin dediği gibi; kısa çöp uzundan hakkını alır elbet. Sultan Süleyman’a kalmayan bu dünyada siz de kendi fıtratınızla ve hak etiğiniz şekilde Tarihte yerinizi alacaksınız. Tıpkı Rafael Trujillo gibi. Bizler hepimiz bu ülkenin Mirabel Kardeşleriyiz. 25.11.2014 Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir! Kurtuluş Partili Kadınlar lenebilir mi? Kaldı ki, bunlar parlamentoda kaldıkları sürece, komisyonlarda, genel kurulda ne için oy kullanırlarsa kullansınlar, tamamen AKP’nin Ortaçağcı, vurgun, talan, rüşvet ve ihanet politikalarını meşrulaştıran figüran olmaktan başka bir işlevleri bulunmamaktadır. Dolayısıyla figüranın yönetmen karşısında dik durabilmesi, Rennan Hoca’ya destek olması beklenemez. Bir de desteklermiş gibi yapanlar var. İP’liler. Onlar da ayrı vakıa… Bu destek eylemlerine katılan ve ülkedeki Ortaçağcı gidişe samimice karşı çıkan tabandaki insanları tenzih ediyoruz, ama İP liderlerinin de 1989’larda Tayyip Erdoğan, Abdurrahman Dilipak gibi gericilerle birlikte Türbana destek ve 163. Maddenin kaldırılması eylemlerine katıldığını biliyoruz. Aynı liderler şimdi de Tayyip, AKP destekçiliğine soyunmuş durumdalar. Hal böyle olunca, hakkında 12 yıla varan cezalar istenen birkaç davası daha devam eden ama buna rağmen, “bu son ders değil, daha yapacak çok işimiz var” diyerek Ortaçağcılar karşısındaki cesur duruşunu bozmayan Rennan Hoca’ya bu kesimlerin samimice vereceği bir destek yoktur. Olamaz da.❑ Acil Servisler hastayla dolup taşıyor… Baştarafı sayfa 16’da bir doktor günlük 100 civarında hastaya bakıyor. Her hastaya 2–3 dakika zaman ayırabiliyor. Bu zaman içinde doktorun hastaya, şikâyetlerini sorma imkânı bile olamıyor. Bu düzende sağlıkta uygulanan performans sistemi nedeniyle, doktor ne kadar çok hasta bakarsa o kadar çok aylık geliri oluyor. Doktor 100 değil de, günlük 30 hasta bakıyorum dediğinde, başhekimler “Hayır buna izin vermiyorum, 100 hasta bakacaksın”, diyebiliyor. Hâlbuki doktorun günlük bakacağı hasta sayısını sınırlandırmasının önünde hukuki bir engel yoktur. Acillere yığılmanın diğer bir nedeni, emekçilerin çalışma saatleri nedeniyle izin alamayışlarıdır. Ya da gündüz gitsem iki dakikada bakacaklar, akşam gidersem hasta ile daha çok ilgilenirler düşüncesidir. Bu düşünce bir yere kadar doğrudur. Çünkü doktor, hastanın ne kadar acil olduğunu ancak, iyi şikâyet sorgulaması, öykü alma ve muayene etme sonrası anlayabilir. Bazen tetkik de istenir. Tüm bunlar acile başvuran hasta için, tatmin edici bir durumdur. Fakat Acilde çalışan doktor, hemşire ve diğer emekçiler için sıkıntılar içerir. Çünkü her hastayı acilmiş gibi değerlendirmek, sağlık emekçisinin daha çok çaba harcaması demektir. Çok sayıda acil başvurusu sonunda, sağlık emekçisinde bir tükenmişlik duygusu oluşabilir. Acil servislerde meydana gelen sağlıkçıya şiddet de bu olumsuz koşullar içinde gerçekleşmektedir. Aslına bakılırsa, Aile Hekimliği düzeninin bu durumu düzeltmesi bekleniyordu. Fakat Aile Hekimliği düzeni, Acil başvurularını azaltmadı. Aile hekimlerine de çok başvuru oluyor ama yine de Acil başvurusu oranı giderek artıyor. Ülkemizde son yıllarda kişi başına düşen yıllık hekime başvuru sayısı 8,2 olup pek çok Avrupa ülkesinden fazladır. Bu sayı 2002’de 3,1 idi. Tüm bunlar gösteriyor ki, vatandaş derdine derman bulamıyor. Öyle böyle derken hayatını kaybedip gidiyor. Hastanın hastane hastane dolaşması, sağlık alanına para yatıran yerli Parababalarının ve emper- yalist ilaç ve tıbbi cihaz tekellerinin işine geliyor. Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) de bu soyguna aracılık eden kurumlar haline geliyor. Halkımız örgütlü ve bilinçli olmadığı için bu tezgâha kolay geliyor. Sağlık Emekçilerinin örgütleri de bu konuda güçlü bir irade ortaya koyup davranışa geçemiyorlar. Performans sisteminin sebep olduğu bozuk düzene karşı çıkamıyorlar. Yapılması gereken halkın en az hasta olduğu koşulların yaratılmasıdır. Küba, bu konuda bizlere çok güzel bir örnek oluşturuyor. Acillere yapılan yoğun başvuru sonucu meydana gelen olumsuz sağlık koşullarının nedenlerini bilincimize çıkartırsak, neyin ne olduğunu daha iyi anlarız. Tayyipgiller iktidarının sağlık alanında yaptıkları, vatandaşın sağlığını korumaktan çok vatandaşı hasta edip hastalıktan para kazanma düzenidir. Sadece Acil Servislere bir göz atınca bile bunu çok rahat görürüz. Kurtuluş Partili Bir Doktor E Zet Farma’da direniş büyüyor T Zafer yakındır... Kadın Sorunu “Fıtrat”la açıklanamaz ürkiye İşçi Sınıfı Mücadelesine onlarca işgal, grev ve direniş armağan eden DİSK/Nakliyat-İş Sendikası bu kez de İstanbul Hadımköy’de bulunan Zet Farma Lojistik İşçilerini örgütleyerek şanlı bir Direniş daha başlattı. dular, örgütlü mücadeleyi tercih ettiler. Gelinen aşama itibarıyla Nakliyat-İş Sendikası işyerindeki çoğunluğu sağlamak üzere. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer olarak, Parababaları zulmüne isyan ederek Zet Farma Lojistik, 360 işçinin çalıştığı; Abdi İbrahim, Mustafa Nevzat vb. ilaç fabrikalarına hizmet veren, Esenyurt, Hadımköy, Kıraç ve Kâğıthane’de işyerleri olan bir işletmedir. Zet Farma İşçileri bundan bir süre önce anayasal haklarını kullanarak, Parababalarının baskı, zulüm ve tehditlerine karşı DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlendiler. Çalışanlarını birer köle gibi gören patronlar, en doğal hakları olan sendikalaşmayı tercih eden işçileri kanunsuz biçimde işten çıkardı. Ne var ki Parababaları, karşılarındaki sendikanın herhangi bir sendika olmadığını hesap edemediler. DİSK/Nakliyat-İş öncülüğünde başlayan direniş kısa sürede büyüdü. İşten atılan arkadaşlarının kararlı duruşlarını gören sendikasız işçiler akın akın sendikalı ol- direnişe geçen yiğit Zet Farma İşçilerini ziyaret ettik. Direniş yerinde bizi son derece sıcak bir şekilde karşılayan direnişçi işçiler, Zet Farma’daki kölelik koşullarını, kendi deneyimlerini anlattılar. DİSK/ Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlenmeleriyle hayatlarının değiştiğini söyleyen işçiler, tüm İşçi Sınıfımıza birlik olup Parababalarına karşı mücadele etme çağrısında bulundular. Biz de HKP olarak Zet Farma İşçilerinin şanlı direnişini heyecanla selamladığımızı, insanı hayvan yerine koyan bu zalim düzene karşı omuz omuza mücadele ettiğimizi belirterek bu mücadelemizi eninde sonunda zafere ulaştıracağımızı ifade ettik. 08.11.2014 rakamlar tam tersini söylüyor. Dünya Ekonomik Forumu 2014 yılı Cinsiyet Eşitsizliği Raporuna göre; Türkiye, kadınların cinsiyet eşitsizliği durumu açısından 142 ülke arasından 132’nci sırada yer alıyor. TÜİK verilerine göre ise kadın istihdam oranı % 26,5. Son 10 yılda kadına yönelik şiddet olayları 14 kat artmış durumda. Kendi ülkesinde kadınların durumu yürekler acısıyken “komünist” ülkeler diye laf atıyor. Oysa bu konuda da söyledikleri doğru değil. Küba’da 614 üyeli parlamentonun 10’da 15’te YÖK Ankara’da Protesto Edildi Rüzgâr Ekiyorsunuz, Fırtına Biçeceksiniz A nkara Kurtuluş Partisi Gençliği, YÖK’ü ve gittikçe hızlanan Ortaçağcı gericiliği protesto etmek için 8 Kasım günü Yüksel Caddesi’nde basın açıklaması gerçekleştirdi. Basın açıklamamızı Talha Özdül Yoldaş okudu. 12 Eylül Faşizminin kılıcı YÖK, AKP’nin Ortaçağcı özlemleri için oynatılıyor. Meclise gelecek yeni tasarı ile; türbanı üniversiteye sokarken, öğrenci gençliğin bir kısmını pasifize etmek için birinci öğretim öğrencileri için kaldırdıkları har(a)çları, kerte kerte yeniden devreye sokmak istiyorlar. Prof. Dr. Rennan Pekünlü gibi Laikliği savunan biliminsanlarını hukuku katlederek cezalandırırlarken, üniversitelerde cami açılışları yaparak hayallerini kurdukları Ortaçağcı medreseleri hayata geçiriyorlar. Parababalarına doğrudan para kazandırmadığı düşüncesiyle temel bilimleri konu edinen Fen-Edebiyat fakültelerini ölüme terkederken, piyasa için kârlı sayılabilecek Mühendislik ve Ekonomi gibi alanlarında çalışma yapan öğretim elemanlarının beynini ve emeğini şirketlere açık hasat alanları ilan ediyorlar. Ezici çoğunluğu kuru binalardan ibaret olan taşra üniversitlerinde genç insanlarımızın düşlerini sömürüyorlar. Bütün bu gidişata dur demek isteyen tüm üniversite çalışanlarını fişliyor, yapacak başka iş bulamadıkları için asgarı ücrete çalışan özel güvenlik elemanlarına dövdürtüyorlar. Bunun böyle gideceğini sananlara diyoruz ki, “rüzgar ekiyorsunuz, fırtına biçeceksiniz”. Aydın Gençlik sizi görüyor, tanıyor ve bileniyor. Örgütleneceğiz ve hasatı kaldıracağız. Ankara’dan Kurtuluş Partisi Genliği T . Erdoğan, “Kadın ve Adalet Zirvesi”nin açılışında; “Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı, küreği, çalışsın. Olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına ters düşer.” sözlerinin de yer aldığı bir konuşma yaptı. Biz Kurtuluş Partili Kadınlar olarak bu konuşmanın hiçbir kelimesine katılmıyoruz. Bilimsel ve Tarihsel hiçbir doğruluk taşımıyor. Kadın araştırmalarındaki Ortaçağcılar; Rennan Hoca şahsında Laikliği hapse attılar B ilindiği gibi Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Rennan Pekünlü, Türbanın üniversitelere giremeyeceği yönündeki mevcut yasaları, AİHM, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararlarını uyguladığı için Ortaçağcı Zaman Gazetesi muhabirlerince ayarlanmış bir mizansenle komploya uğratıldı. Hoca’nın suçu; yasal düzenlemeyi ve ilgili Yargıtay kararlarını yazarak öğrencilerin türbanla derslere giremeyeceklerini hatırlatması idi. Sen misin bunu yapan? Tayyipgiller eliyle ülkemizin hızla Ortaçağ karanlığına götürüldüğü bir dönemde, Ortaçağcılığın-Şeriatın, Siyasal İslamın simgesi yapı- 15’te Arçelik Direnişi Davasına Beraat Haklarında 46’şar yıl 9’ar ay hapis cezası istemiyle ile dava açılan DİSK Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal ile 38 yıl 9’ar ay hapis cezası istemi ile Direnişçi Arçelik İşçilerine karşı açılan toplamda 4513 yıl 6 aya varan cezalar istenen 116 sanıklı Arçelik Direnişi ceza davası beraatle sonuçlandı. 2 007 yılında başlayan Arçelik AŞ’nin taşeronu Yıldıran Limitet Şirketinde örgütlenmemizi içine sindiremeyen Koç Holding, 2008 yılbaşında taşeron sözleşmesini de feshederek alt işverenle imzalanan toplu iş sözleşmesini tanımayacağını ilan etmiş ve tüm üyelerimizi işten çıkartmıştı. Hatta taşerondaki örgütlenmemizin ve mücadelemizin yarattığı korkuyla Arçelik farikalarının tamamında çalışan 3000 civarında işçiyi çalıştıran 20’ye yakın taşeronun sözleşmesini de feshederek sarı Türk Metal Sendikasına üye olmaları koşuluyla bu işçileri kendi bünyesine almıştı. Bunun üzerine sendikamız öncülüğünde üyelerimiz Tuzla’daki Arçelik Fabrikası önünde aylarca süren şanlı bir Direniş başlatmıştı. Direnişin merkezi fabrika önü olmakla birlikte Koç Holding’in bulunduğu tüm işyerleri direniş alanı olmuştu. Direniş, Koçtaş, Yapı Kredi Bankası, Divan Oteli gibi Koç Holding’e bağlı şirketlerin önünde de eylemlerle devam etti. Direniş süresince ayrıca Taksim’de, TÜSİAD’ın 15’te Ekim Devrimcileri ve Kuvayimilliye Devrimcileri hakkında kim Devrimcileri ile Kuvayimil- başlayan devrimciliğini Bolşeviklere kaliye Devrimcileri, kendiliğinden, tılmakla taçlandıran bir Rus devrimcisi. fazla çaba sarfetmeksizin sırt sır- Hemen Ekim Devrimi ile birlikte kuruta vermiştir. Bu ittifakın nedeni, Ekim lan Birinci Sovyet Hükümeti’nde Devlet Devrimcilerinin de, Kuvayimilliye Dev- Yardımı Halk Komiseri olarak Lenin ile rimcilerinin de antiemperyalist oluşudur. birlikte çalışma imkanı da bulur KollonEkim Devrimi’nin başarısı Kuvayimilli- tay. Anılarında Lenin’in kişisel özellikleye Hareketi’nin başarısını getirmiş, Ku- rini yansıtan iki de anı aktarıyor. Gerçek vayimilliye Hareketi’nin başarısı Ekim devrimcilerin nasıl olması gerektiğini Devrimi’nin “iç savaş”taki başarısını göstermesi açısından yararlı olan bu anıkolaylaştırmıştır. Aslında bu neredeyse ları aktarmak istiyoruz. Devrimin cafcafkendiliğinden denebilecek ittifakın kökü, lı günlerindeki o anıları Kollontay şöyle Çanakkale Savaşı’na, 1915’e dek gider. O aktarıyor: “Kuruluşunun ilk haftalarında tarihte henüz Ekim Devrimi başlamamış olsa da, Çanakkale’de emperyalist ordu- Halk Komiserleri Kurulu, Smolny’de larının yenilişi çatırdayan Rus Çarlığı’nın (Devrimden hemen önce ve sonra Bolyıkımını hazırlamış, Ekim Devrimcileri- şeviklerin karargahı - K. Y.) ‘Lenin’in nin gücünü artırmış, emperyalistleri zayıf çalışma odası’ diye adlandırılan, ikinci düşürerek yıkılmakta olan Rus Çarlığı’nın kattaki odalardan birinde bir araya geliyordu. yardımına koşmaları“Halk Komiserleri nı engellemiştir. Tabiî Kurulu’nun oturuKuvayimilliye Devrimmunun dış koşulları cilerinin de arkasındaki çok kısıtlıydı, hatta en büyük müttefik güç kısıtlıdan da öte, çaEkim Devrimcileri ollışmak için yetersizmuştur. Başarıda çok di. Vladimir İlyiç’in büyük etkendir. masası duvarın tam Böylesine kader yanındaydı, üzerinde birliği içindeki Ekim de bir lamba asılıydı. ve Kuvayimilliye DevAleksandra Kollontay Biz Halk Komiserleri, rimcilerinin devrim Vladimir İlyiç’in çevgünlerindeki yaşamları da birbirini andırır. Bu yazımızda Ekim resinde daire olup oturduğumuz için, bir ve Kuvayimilliye devrimcileri hakkında kısmımız doğal olarak arkasına düşüyoranekdotlar ile insanlığa hep yol göstere- duk. Pencerenin yanında, tutanağı tutan, cek olan Ekim Devrimi’nin 97’nci yıldö- Halk Komiserleri Kurulu Sekreteri Gorbunov için küçük bir masa vardı. Lenin nümünü kutluyoruz. bizlerden birine söz verince ya da GorAleksandra Kollontay’dan bunov’a talimat verdiğinde dönmek Lenin’in Kişiliği Hakkında zorunda kalıyordu. Masayı daha iyi bir yere çekmek o zamanlar kimsenin Anılar Aleksandra Kollontay (1872 – aklına gelmemişti; büyük işlerle uğra1952), bir kadın devrimci. Hali vakti şıyorduk çünkü. Böyle durumda insan yerinde bir aileden gelen, iyi bir burjuva kendisini düşünmüyor. eğitimi alan, Çarlığa karşı mücadeleyle 14’te Ü Acil Servisler hastayla dolup taşıyor… lkemizdeki sağlık düzeni, her geçen gün içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Sağlık alanındaki kötü gidişin göstergelerinden birisi de, hastane acil servislerindeki hasta yoğunluğudur. Vatandaşlarımız 2013 yılı içinde toplam 630 milyon kez hekime başvurmuş. Bu başvuruların 90 milyonu (% 14,2) acil servise olmuş. Ülke nüfusumuz, 76 milyon dersek bu çok büyük bir oran. Dünya’da nüfusa oranlandığında en çok acil başvurusu Türkiye’de oluyor. Örneğin 50 milyon nüfuslu İngiltere’de yıllık acil başvurusu 20 milyon civarında. Öte yandan ülkemizde acile başvuran hastaların acilde kalış süresi ortalama 15 dakika iken, Avrupa ülkelerinde bu süre 4 saati buluyor. Vatandaşımız, gündüz doğru dürüst muayene edilmediğini düşündüğü için akşam acillere akın ediyor. Acil servislerdeki izdihamın birinci nedeni budur. Çünkü Kamu hastanelerinde, hâlâ 15’te