bir yıldız daha kaydı - OtoGüncel Oto Haber Sitesi
Transkript
bir yıldız daha kaydı - OtoGüncel Oto Haber Sitesi
GAFLİK H. Hüseyin YAYLA GAFLİK H. Hüseyin YAYLA Yayına Hazırlayan: M. Ayhan KARA Redaksiyon ve düzelti: Gürsel GÜNER Görsel yönetim: Rıdvan DEBRE Baskı: Ege Reklam ve Basım Sanatları Ltd. Şti. www.egebasim.com.tr Baskı tarihi: Temmuz 2014 Adres: Atatürk Mahallesi, Dudullu Caddesi, 49/1, Ataşehir-İSTANBUL Telefon: 0532 273 13 63 e-Posta: hyayla24@hotmail.com İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ DAMAĞIMDA ÇOCUKLUĞUMUN TADI KALSIN SUNUŞ EDİTÖRÜN NOTU KİTAPTAKİ METİNLER Çalışan Engelliler Bir Yıldız Daha Kaydı Kurtlar Puslu Havayı Sever Kusursuz Düğün Biz Adam Satmayız İnsan Faktörü Darısı Başımıza Diyelim Ayinesi İştir Kişinin, Lafa Bakılmaz Allah’a Emanet Adam Dediğin Dökülen Çay Olsun Hastalıkta ve Sağlıkta Zamları Beklerken Sarı Öküzü Vermeyecektin Müdürüm Şut ve Gol Afiyet Olsun Nasıl Yardımcı Ola(maya)bilirim? Alışkanlıklar Aklın Yolu Birdir Bu Sorgu Burada Bitmez Kahvenizi Nasıl Alırdınız? Alaylılar Okula Top(ar)lanıyoruz Doru Tercih Aşağı Yukarı Zor Müşteri Bütün Dünya Buna İnansa Okumak mı Zor, Anlamak mı? Sesin Rengi Bir Fil Daha Ne İsteyebilir? Eti Senin Kemiği Benim Altın Öğütler Koçum Benim Aile Yöneticisi Türkiye’de Yönetici Olmak Bu İşten de Çırak Çıktınız İnsanlık Hali Deyip Geçmeyin Sil Baştan Yapmak Kurumsal Olma Hayallerimiz Geleceği Görebilmek Adına Büyümenin Ötesinde İşin Özünde Heyecan Varsa Siz Kaç Kişi(lik)siniz? Muhabbetin Böylesi Bir Nefes Yeter Ruhunu Verdiğin Anda Kendinizi Hapsetmeyin Sihirli Kelimeler Haklı Müşteri Yoktur Size de Çıkabilir Kendi Havuzunuzda Boğulmayın Seyir Defterimden Cahil Cesareti Üçün Biri Nerede Hata Yaptım? Artık Okullu Olduk ÖNSÖZ İnsanın düşünmek, okumak, konuşmak ve yazmak gibi özelikleri vardır. İnsan ruhun, aklın ve kalbin diliyle okumanın ve düşünmenin sonucunda konuşur ve yazar. İnsanın dinlediğini, konuştuğunu, okuduğunu ve sonra yazdığını görürüz. Ancak, yazma eylemi öncesinde okumak ve gözlem yapmak vardır. İnsan okur, okudukça sever, sevdikçe düşünür ve düşündükçe yine okur. Kitaplar geleceğe yazılmış mektuplar gibidir. Ondan dolayı insana büyük bir sorumluluk yükler. Gündelik hayata dair olaylardan esinlenerek yazarken, kelimeler adeta insanın dimağından fışkırır. Sonra onları bir kağıt üzerinde ya da bir bilgisayar dosyasında toplarsınız. *** İnsan konuşmaya başladı mı, şelaleden dökülen su gibi dökülür kelimeler… Ancak yazmak için aynı şeyi söyleyemeyiz. Yazmak için planlamaktan ziyade düşünmek, düşünmek ve tekrar düşünmek gerekir. Çünkü insan konuşmanın aksine yazarken; ruhundaki, aklındaki ve kalbindeki potansiyel kelimelerle ve cümlelerle yüzleşir. Karşısındakinin yüzüne değil kendi içine, bir bakıma kendi yüzüne çarpar tüm kelimeleri ve cümleleri… *** Gaflik; gündelik iş hayatından ve sosyal hayattan gözlenmiş, düşünülmüş ve özümsenmiş kesitlerden oluşuyor. Kitapta yer alan metinler 25 yıllık bir deneyimin harmanlanmasının yanında, “otogüncel web sitesi”ndeki haftalık köşe yazılarımın üç yıl zarfındaki serüveninden oluşmuştur. Kitaplar, dünya hayatının değerli ve sessiz arkadaşlarıdır. Bazen bizi sıksalar da, asla üzmezler. İnsanlar gibi, onların da kaderleri vardır ve kendi kaderlerini yaşarlar. Kitabımın kaderini hiç şaşmayan bir saat gibi işletecek olanlara emanet ediyorum. Bu çalışmanın sektörde ve sosyal çevremde nasıl karşılanacağının merakı ve heyecanını şimdiden duyumsuyorum. Bu arada, elinizdeki çalışmaya fikirleriyle ve sektördeki duayen kimliğiyle değerli hocam Dr. Abdullah Demir’in; editoryal olarak da değerli kuzenim, ağabeyim M. Ayhan Kara’nın katkılarını anmalıyım. Kendilerine teşekkür ediyorum. H. Hüseyin Yayla Haziran 2014, Çekmeköy hyayla24@hotmail.com, h.yayla@otoguncel.com DAMAĞIMDA ÇOCUKLUĞUMUN TADI KALSIN Geçenlerde yazmıştım, dünyanın en iyi üçüncü restoranı olan İtalya'nın Modena kentinde bulunan Francescana'nın şefi Massimo Bottura'nın İstanbul'da bir restoran açacağını... Zorlu Center'da açılan Ristorente İtalia için tam anlamıyla bir lezzet ve lüks üssü diyebilirim. Çağdaş sanatın önde gelen isimlerinden ressam Carlo Benvenuti'nin dev bir tablosu restorana girişte gözüme çarpan ilk değer. İkincisi ise burnumda sıfır km bir Bentley'e binmişim hissi yaratan Bottega Veneta möblelerinden gelen deri kokusuna karışan lilyum kokuları. Toplam 80 kişiye hizmet veren restoranın personeli özel olarak seçilmiş ve çok sıkı bir şekilde eğitilmiş. Hiçbir telaffuz hatası yapmadıkları gibi hem yemeklere hem de içkilere son derece hakimler. Üstelik, saygıda hiç kusur etmeyen tipik bir İtalyan samimiyetiyle. Ancak esas paylaşmak istediğim 14 kalemden oluşan muazzam mönünün son kaleminin tatlıdan sonra gelen basit bir tortellini olması. Bunun sebebini sorduğumda Bottura'nın verdiği cevap hayli ilginçti: “Diğer kalemler hep çok üst çıta tatlar, oysa hepimizin çocukluğunda evimizin basit lezzetleri vardır; yemeğin sonunda damaklarda ailemizin tadı kalsın isterim.” 3 Michelin yıldızın altında “büyürken küçülmek” ve “aile mefhumuna sahip çıkmak” bu olsa gerek. (26 Mayıs 2014, Pazartesi, Habertürk) XXX Hüseyin Yayla, bu kitapta yer almak üzere bir yazı paylaşmamı istediğinde tam da yukarıdaki yazımı yeni yazmıştım. Benden bir eleştiri yazısı isterken aynı zamanda da uzun yıllar hizmet verdiği Renault markasından ayrılarak kendi işini kuracağının haberini veriyordu. Tıpkı Massimo Bottura gibi. Hüseyin Yayla ile tanışmam 2012 yılı başlarına denk geliyordu, sanırım Şubat'taydık. Bir araç satın aldım. Tüm işlemler çok profesyonelce ve hızla halledildi. Hüseyin Yayla firmanın satış müdürüydü. Başta ekibin şefi olmak üzere tüm personel işlerine son derece hakimdi. Tüm bunlar yukarıdaki yazımda paylaştığım konuları anımsattı. XXX Gelelim kitaba... Uzun yıllardır yazılarını takip ettiğim ve keyifle okuduğum Hüseyin Yayla, kitabına Gaflik ismini vermiş. Bu beni çocukluğuma götürdü. Hepimiz çocukluğumuzda misket oynamışızdır. Çocukluğumuzun o masumane tablosu geldi gözümün önüne. Kitapta yer alan metinler çok akıcı bir dille kaleme alınmış ve keyifle okunuyor. Özünde herkesin işini en iyi şekilde yapması yatıyor. Bence çok başarılı... Eminim sizler de okurken keyif alacak ve önemli dersler çıkaracaksınız. Sermet Severöz Gurme, Köşe Yazarı/Clumnist-Habertürk Haziran 2014 SUNUŞ İnsanlık tarihinde varlığını ölümünden sonra da devam ettirebilmiş, hayatıyla ve eserleriyle arkasında “hoş bir seda” bırakabilmiş pek çok “büyük insan” vardır. Kimi kahramanlığı, kimi adaleti, kimi ilmi dirayeti, kimi hizmeti, kimi engin tefekkür dünyası ile birer yıldız gibi parlamış olan bu şahsiyetler, insanlığın tekâmülü yolunda birer “kilometre taşı” olmuşlardır. Bugün belli bir medeniyet ve bilgi seviyesine sahibiz. Eskilere göre çok daha rahat şartlar içinde yaşıyoruz. Bunu, çoğunun isimleri unutulmuş ilim kahramanlarının gayretlerine borçluyuz. Çünkü iptidai aletlerin, ateşin, tekerleğin bulunmasıyla başlayıp, otomobil, gemi, tren ve uçak gibi ulaşım araçlarına uzanan; oradan da bilgisayarlara, iletişim teknolojisindeki değişim ve gelişmeye, atom enerjisinin kullanılmasına ve uzayın fethine kadar uzanan teknolojik başarılar, hep hayatını işine adayan fedakâr insanların eseridir. *** İnsanın kendisi okunmayı bekleyen bir kitaptır. Kitap gözüyle bakmayan “malumat” sahibi olur, fakat “ilim” sahibi olamaz. İlmin potansiyel seviyesi akıldır. Akıl insanı diğer varlıklardan ayıran en büyük meziyettir. Rene Descartes’in deyişi ile “İyi bir akla sahip olmak yeterli değil, önemli olan aklı iyi kullanmaktır.” Bu bağlamda akıllı insanlar hem hayattan bir kitap hissesi alır hem de kitaptan bir hayat hissesi. *** Başarı hiç şüphesiz bilgi ister. Hikmetli bilgi, tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir. Hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir. Bilgi beş harflidir ancak üretimi ve ete kemiğe büründürülmesi bilginin de beşte dördü olan ilgidir. “Bana bu cümleler kimi ifade ediyor?” diye, sorarsanız hiç tereddüt etmeden bu başarılı çalışmaya gönül ve zihin teriyle imza atan “Hüseyin Yayla” derim. Elinizdeki bu eser gündelik hayatın ve iş hayatının içerisinde yer alan bazı kesitlerin o anki duygu ve düşünce dünyasının yazıya dökülmesinden doğmuştur. İçtimai hayata bir birikimin farklı penceresinden bakan yazar, hem insanların hem de kuruluşların gıdası olacak başarılı bir çalışmaya imza atmıştır. Bu çalışma, “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz” diyen Emerson’u doğrular niteliktedir. Bu kitabın hayat bulmasına öncülük eden Hüseyin Yayla’yı kutluyorum. Faydalı olması dileklerimle… Dr. Abdullah DEMİR Oto Güncel Genel Yönetmeni Haziran 2014 EDİTÖRÜN NOTU Bir makaleye imza atmak, okurun, ilgililerin karşısına çıkmak birikim ister. Yalnız birikim mi? Cesaret de… Bir kitaba imza atmak ise daha büyük bir birikim ve cesaret ister. Makalelerin bir araya getirilmesi ile oluşturulsa da… Kuzenim, değerli kardeşim Hüseyin Yayla da geçtiğimiz yaz arayarak bir internet sitesinde kaleme aldığı makalelerini, denemelerini bir kitapta bir araya getirmek istediğini söylemişti bana. Bir gün çıkageldi. Editörlüğünü üstlendim ve yazar adayımıza “ev ödevini” not aldırdım. Aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra da Hüseyin’in “Gaflik” adlı dosyası geldi. Gaflik, otomotiv sektörüne yıllarını veren Hüseyin’in yaşadıklarından öğrendiklerini sosyal çevresiyle, içinde bulunduğu otomotiv sektörüyle paylaşmasına aracılık edecek. İnanıyorum ki, bu kitap belki en yakınındakilerin bile Hüseyin’i birikimleriyle, kişiliğiyle gerçek anlamda tanımasını sağlayacak. Otomotiv sektöründeki işverenlerin, yöneticilerin ve çalışanların da Gaflik’ten oldukça yararlanacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Tavsiye edebilirim. Böylelikle, Hüseyin’in yaşadıklarından öğrendiklerini, yaşamadan öğrenebilirler. Meşhur benzetmeyle ifade edersek, sobayı tutmadan ellerinin yanacağını anlayabilirler. Bu arada, yazıya meraklı olan Hüseyin, biliyorum ki bu kitap sayesinde yazı hakkında çok şey öğrenmiş olacak, bilgisini, görgüsünü arttıracak. Otogüncel’deki yazılarında ustalaşacak. Belki ileride başka kitaplara yelken açacak. Yazı, insanı hiç terk etmeyen bulaşıcı bir virüs gibidir. İlk kitabım yayınladığından bu yana on beş yıl geçti. Daha sonra birkaç önemli yayınevinde editör olarak görev yaptım. Çok önemli yazarların çok önemli kitaplarına editör olarak imza attım. Fakat bunların hiçbirisi Hüseyin’in kitabının yerini tutamaz. Neden tutamaz? İlk kitabım yayınlandığında geniş ailemizi ve sülalemizi bırakın; köyümüzde, ilçemizde dahi bir kitaba imza atanların sayısı bir elin parmaklarının yarısı kadar yoktu. Bendenizden sonra başka bir değerli kuzenim Serdar Atmaca’nın kitapları geldi. Şimdi de Hüseyin’in. Onlardan sonra kardeşim Ali’den bekliyorum. Belki o da zeytin-zeytinyağı dünyasıyla ilgili bir çalışmaya-çalışmalara imza atar. Anlatabildim mi bilmiyorum; Hüseyin ve Serdar gibi kuzenlerimin kitaplara imza atmasından çok mutlu oluyorum ve itiraf edeyim ki bundan hafif bir pay da çıkarıyorum! Bendenizden bir parça esinlenmişlerse ne mutlu… M. Ayhan Kara Moda, Haziran 2014 ÇALIŞAN ENGELLİLER “Merhaba…” “Merhaba, hoş geldiniz.” “Biz İŞKUR’dan geliyoruz.” “Öyle mi? Böyle buyurun, nasıl yardımcı olabiliriz?” “Teşekkürler. Bildiğiniz gibi 50 ve üzeri sayıda personel istihdam eden şirketlerde yüzde 3 oranında engelli personel çalıştırma zorunluluğu bulunmaktadır.” “Evet, biliyoruz efendim.” “Bu konuda firmanızla ilgili bir şikâyet aldık.” “Nasıl olur? Bizde engelli personel o kadar çok ki, bu konuda rakip bile tanımıyoruz.” “Bizde engelli çalışan kaydınız görünmüyor.” “Şöyle izah edeyim efendim… Bizde bir santral operatörü çalışıyor, evlere şenlik. Çok uzağa gitmeyelim, daha bugün, en az üç beş kez genel müdürümüze bağlaması gereken telefonları çay ocağına, muhasebeye bağladı! Çay ocağı demişken… Bizde bir çaycı var, her gün dört beş bardak kırmadan günü bitirmiyor. Müşteri gitmeden çayı getirmiyor. Henüz çay siparişi verip de çay içebilen bir müşterimiz mevcut değil! Muhasebeye bir personel aldık, almaz olaydık! Bırakın bize destek olmayı, onun yaptıklarını kontrol edip düzeltmekten kendi işimizi yapamaz olduk. Şoförlerin hepsi evlere şenlik! Benim arabamı liftten düşürdüler, bir müşterimizin aracının iki kapısını birden vurdular, bir aracımızı pert ettiler. Gece bekçisine bir zarf bıraktım, müşteriye verilecek, üzerinde her şey yazıyor... Müşteri gelmiş, akşam saat 21.30 sularında beni arıyor…” “ Anahtarımı ve ruhsatımı bırakmamışsınız.” “Nasıl olur? Kendi ellerimle bıraktım.” “Güvenlik ‘Bırakmadılar’ diyor.” “Bana verir misiniz kendisini?” “Alo, sana bir zarf bırakmıştım çıkarken?..” “Evet...” “İşte o zarfı gelen müşterimize vereceksin.” “Ama ağabey, bana zarf demedi ki, ‘Anahtar-ruhsat bırakacaklardı’ dedi.” “Ben seni Allah’a havale ediyorum, daha ne diyeyim ki!“ *** “İşte böyle memur bey, bizimkiler ‘engelli çalışanlar’ değil de birazcık ‘çalışan engelliler’ oluyor. Bizde bir de…” “Tamam, tamam… Daha fazla bahsetmenize gerek yok. Ben öğrenmem gereken her şeyi öğrendim.” Memur, notunu yazdı: “Tarafımızdan bahsi geçen işyerine ziyaret yapılmıştır. Yapılan incelemede; çalışanların yüzde 3’ünden fazlasının engelli olduğu görülmüş ve zabıtlar tutulmuştur. Herhangi bir ceza-i işleme gerek görülmemiştir.” “İşlem tamam,” dedi memur, “ Allah size sabır ve kolaylık versin.” “Teşekkür ederim, Memur Bey.” “Yalnız şu anda mevcut çalışanlarınıza gerekmese bile aslında her firmada olması gereken, en azından ziyaretçiler için yapmanız gerekenler var. Bir sonraki ziyaretimize kadar lütfen bu sorunları halledin. Girişinize engelli rampası yapılması, engelliler için özel asansör ve tuvaletlerin olması ve mevcutların elden geçirilmesi gerekmektedir.“ “Hay hay efendim... Merak etmeyin, gereği yapılacaktır.” (4 Aralık 2012) BİR YILDIZ DAHA KAYDI Gün geçmiyor ki bir ayrılık haberi daha almayalım. Artık şaşırmıyorum gelen eposta ve telefon haberlerine… Önceleri zor geliyordu, şimdilerde alıştım. Şöyle başlıyor ve bitiyordu çoğu e-postalar: “Sevgili dostlarım, 1997 yılından beri yürütmekte olduğum satış müdürlüğü görevimden ayrılıyorum. Bu süre zarfında iyi kötü günlerimiz oldu. Bu süre içerisinde bana destek olan, yardımlarını esirgemeyen herkese teşekkürler.” En son gelen telefondaki (kendisi de daha önce otomotiv sektöründen ayrılmış olan) arkadaşımız şöyle diyordu: “Duydunuz mu müdürüm? Bir yıldız daha kaydı!” *** 2012 yılında da birçok meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz aramızdan ayrıldı. Kimi çalışma hayatına nokta koydu, kimi sektörü tamamen bırakıp başka sektöre geçti. Kimine şaşırdık, kimine üzüldük, kimi için kaygılandık, kimi için sevindik. Birçoğu sektöre büyük hizmetleri olan arkadaşlardı. Bazılarının işe başlangıç günlerini bile hatırlıyorum. Bazen yan yana olduk birçok projede, bazen de karşı karşıya geldik. Ama sonuçta hepsiyle de güzel şeyler paylaştık. Birçoğunun işi bırakmasındaki ortak nokta; hedef baskısı, mesai saatlerinin fazlalığı, hafta sonu çalışmaları, yeterli kazanç elde edememeleri, yıpranmaları vb. diyebiliriz. Evet, sektörümüz çalışanları ilk arabasını alan çiftlerin, ilk defa direksiyona geçme heyecanı yaşayan gençlerin, hediye edilen otomobillerin ve hayallerinin arabasına kavuşan insanların sevinç tablosu gibi çok güzel anılara tanıklık etseler de çok meşakkatli bir sektörde çalışmaktadırlar. Ücretler Son 10 yıldır, otomotiv sektöründe rekorlar üst üste kırılmaktadır. 850 bin adetleri gören yeni araç satışları haricinde, tam bir rakam verilemese de 3 milyon adette olduğu tahmin edilen ikinci el otomobil alım satımlarıyla birlikte cirosu çok yüksek olmasına rağmen alınan ücretler sektör çalışanlarını çok tatmin edememektedir. Otomobil üzerinden alınan vergiler çok yüksek olduğundan bu vergiler otomatik olarak araç fiyatlarına yansımakta ve fiyatlar yükselmektedir. Tüketiciye ulaşabilmek adına fiyat rekabeti içerisine giren firmalar kampanya üstüne kampanya yapmakta bu da karlılığı azaltmakta hatta sıfır seviyelerine çekmektedir. Hal böyle olunca sektör çalışanları, hedefleri ve cirosu yüksek olan sektörde karlılık az olduğundan gelir kaybı yaşamaktadır. Bu da sektörü şimdilerde çok anlaşılmasa bile ileride hepimizin göreceği üzere kanserli bir hücre gibi yavaş, belki de ani bir ölüme götürmektedir. Eğitim Sektör içinde, şirket içi ve şirket dışında akademik eğitimlerini tamamlayamayan çalışanlar, hem maddi hem de manevi doygunluğu yaşayamamaktadır. Gelir düzeyi düşük olan sektörümüzde yavaşça kopmalar yaşanırken şirketlerin kurumsallaşma sürecini de uzatmaktadır. Kurumsallaşamayan şirketler yapmış oldukları yatırımların karşılığını alamadığı gibi, bu sebeple de Ar-Ge, eğitim vb. birçok yatırıma da finansman ayıramamaktadırlar. Finans sektöründe çalışan bir arkadaşımla yaptığımız sohbet sırasında duyduklarıma çok da şaşırmadım. Üniversite mezunu olmak, lisansüstü eğitim ve yabancı dil gibi faktörler arkadaşımın maaşında artışa neden olmuş. Bunların hepsini sonradan tamamlamış ve her defasında maaşı ve kademesi artmış. “Bunları yapmak için zamanı nereden buldu acaba?” diye sordum kendi kendime. Sabah sekiz akşam sekiz, hafta sonları cumartesi, pazar da dahil olmak üzere bilfiil çalışmakta olan sektörümüzün güzel insanları kendileri için gerekli zamanı nasıl bulacaklar? Kariyer Otomotiv sektöründe “unvan kısırlığı da var” diyebiliriz. Sadece satış departmanını incelediğimizde; Teslimat Sorumlusu, Satış Temsilcisi, Satış Müdürü, Genel Müdür sıralamasını görebiliriz. Teslimat Sorumlusu, çok azimli çalışırsa Satış Danışmanı olabilir ama Satış Müdürlüğü için gerekli bilgi ve birikime ulaşması yıllar sürebilir ve hatta -şirket içi eğitimler o kadar az ki- bu çok uzak bir ihtimal gibi görünüyor. Birçok sektörde görebiliriz; Takım Lideri, Satış Direktörü, Proje Direktörü, Operasyon Müdürü, Finansal Danışman, Halkla İlişkiler Danışmanı-Müdürü, Satın Alma Danışmanı-Müdürü, Satış Şefi, Satış Müdür Yardımcısı, Satış Müdürü vb. unvanlarla ara kademeler açılmakta ve şirketler alttan yukarıya doğru kendi içerisinden personel yetiştirmektedir. Böylelikle ara duraklarda nefes alıp tecrübesini pekiştiren ve olgunlaşan personel bir üst basamağa çıktığında daha yapıcı ve kalıcı olabilmektedir. Otomotiv sektöründe ise satış danışmanları için ara kademe olmadığından satış müdürlüğüne o kadar uzaklar ki, kurum içerisinde bir satış müdürü gittiğinde dışarıdan başka bir satış müdürü geliyor. Kendi içinden yönetici yetiştiren yok denecek kadar az… Asıl yapılan yanlışlık ise, tam hazır olmadığı halde “Yıllardır yanımızda çalışıyor” diyerek satış danışmanını, müdür yapmaktır. Oysaki ara kademeler açılır ve personel atamaları bu kademelere göre yapılırsa, şirket açısından hem maddi hem de manevi olarak daha fazla kazanç sağlanır. Gerçi son zamanlarda Krediler Birimi ve Müşteri İlişkileri Yönetimi gibi birimler kuruldu ama bunlar da yine satış müdürüne bağlı çalışıyorlar. Sapla samanı birbirinden ayırmanın vakti geldi de geçiyor bile. Otomotiv sektöründeki yıldızlar gökyüzündekiler kadar bol değil. Eğer ki bir çözüm bulunamaz ve yıldızlar tükenirse sektörümüzün gökyüzü, karanlığa gömülecektir. (29 Ocak 2013) KURTLAR PUSLU HAVAYI SEVER Şubat ayının ilk günüydü. Müthiş bir kış mevsimi yaşanıyordu. Tüm İstanbul karlar altındaydı. Karayolları Bölge Müdürlüğü’nün yapmış olduğu çalışmalar nedeniyle anayollar açık olsa da birçok ara yol halen kapalıydı. Karlar altında mahsur kalan araçlar vardı. İnsanlar, mümkün olduğunca özel araçları ile trafiğe çıkmıyorlardı. Onlar için en iyisi, sıcacık evlerinde çaylarını ve kahvelerini yudumlayıp televizyon haberlerinde memleketimden kar ve insan manzaralarını seyretmekti. Hani bir şarkı vardır: “Puslu, soğuk hava, dökülen yapraklar… En sevdiğim mevsimdi sarı sonbahar. Artık değil…” Evet, artık sonbahar değildi. Kış mevsiminin en karanlık yüzünü gösterdiği günlerden biriydi. Hava soğuk ve pusluydu. Ama kurtlar puslu havayı severdi. *** Otomobilciler Kulübü Zirvesi, 1 Şubat 2012’de İstanbul’un tarihi ve nadide güzellikteki semtlerinden Nakkaştepe’de yapıldı. Hava muhalefetine rağmen “Kurt puslu havayı sever” misali, sektörümüzün “en kurt adamları” bu toplantıdaydı. İstanbul’un dört bir yanından hiçbir menfaat gözetmeksizin, sadece ve sadece sektörümüzün geleceği adına, “Ne yapabiliriz?” duygu ve düşünceleri içerisinde katılmışlardı bu toplantıya. Değerli hocamız Dr. Abdullah Demir ile de o toplantıda ilk kez bir araya gelmiş ve yüz yüze konuşma fırsatı bulmuştuk. O da sağ olsun, diğer katılımcı dostlarımız gibi beni kırmayıp davetime icabet etmişti. Yine otomotiv sektöründe ve aynı işyerinde çalışan iki dostumuz bizi yalnız bırakmamış, evlilik yıldönümleri olmasına rağmen öncelikle toplantımıza katılmayı tercih etmişlerdi. Bir dostumuz DOD-Şekerpınar’dan, bir diğeri DOD-Esenyurt’tan, EskidjiYenibosna’dan, Manheim-Tuzla’dan, Hyundai-Çekmeköy’den, Tempo Trafik Müşavirliği-Maltepe’den ve çeşitli şirket yetkilileri İstanbul’un dört bir yanından toplantımıza katılarak bizleri onurlandırdılar. Hava ne kadar soğuksa katılımcıların yüreği de bir o kadar sımsıcaktı. Samimi, sıcak ve çok verimli geçtiğini düşündüğüm toplantıda, sektörün eksikleri, hatalı tarafları, geliştirilmesi gereken noktalar, yenilenmesi gereken model ve yöntemleri, istihdam ihtiyaçları ve niteliği, mevcut istihdam ve yanlışları, ücretlendirme politikaları, görevlendirmeler ve pozisyonlar, ikinci el ve takas yöntemleri, satış yöntemleri, CRM, vb. konularda birçok fikir alışverişi yapıldı. Katılımcıların, konular hakkında iştahlı ve hararetli olmaları gelecek açısından beni çok ümitlendirdi. O gece, daha önceden birbirini tanıyanlar olsa bile birçok yeni tanışıklıklar oluştu. Toplantı sonunda tüm katılımcılara günün anısına bir sertifika dağıtıldı. *** Otomotiv sektöründe bu yıl için, geçen yıllara göre biraz daha durağan geçiyor diyebiliriz. Bazıları bunlara hemen bir bahane bulabilir, hatta “yurdum insanı” misali, hava durumuna göre yorum bile yapabilirler. Kışın: Kar yağıyor, insanlar dışarı çıkmıyor, bu havada müşteri mi gelir? Yazın: Havalar çok sıcak, insanlar dışarı çıkmıyor, çıksalar bile alışveriş merkezlerini tercih ediyorlar. Okullar açıkken: YGS, LYS sınavları var, kim gelecek? Okullar kapalı: Herkes tatilde. Ramazan ayı: Mübarek ay, kimse kılını bile kıpırdatmıyor. Altın düştü, döviz yükseldi, borsalar belirsiz… Bahane çok… Peki, sorarım size; bu bahanelerle çalışanlar, bu yılın projeksiyonunu önceden hazırlamamışlar mıdır? Geçen yılın raporları çıktı mı, bu yılın beklentileri nelerdir? Yeni yılda ne kadar reklam bütçesi ayırdılar, kampanyalarını hangi aylara sakladılar? Ekiplerini hangi şartlara göre kurdular, motivasyon için ne yaptılar? Kurum içi çapraz satışlar için hangi hamleleri yaptılar, toplantı kültürü oluşturuldu mu? Beyin fırtınaları gerçekleştiriliyor mu? Fikirlere değer veriliyor mu? Müşteri analizleri yapılmış mı? Müşteri halen sizin müşteriniz mi? Tüm bunlar, önceden düşünülüp eylem planları hazırlanmış mı? Harekete ne zaman geçilecek? Yoksa işler durma noktasına geldiğinde, neredeyse kapıdan içeri hiç müşteri girmediğinde veya satışlar azaldığında, hedefler tutmadığında siz de türlü bahanelerin arkasına sığınıp “Aradım, sordum... Her yerde durum böyle, hiçbir yerde iş yok, herkes oturuyor.” diyerek kendinizi haklı çıkarmak ve günü kurtarmak mıdır gayeniz? *** Otomobilciler Kulübü resmi bir dernek, kuruluş, kurum veya kulüp değildir. Kulüp veya dernek binası bulunmamaktadır. Bu, benim taktığım bir isim. Amacım, otomotiv sektörü çalışanlarının daha yüksek seviyede maddi ve manevi kazanç, refah, kaliteli yaşam ve mekan içerisinde iş hayatlarını sürdürebilmeleri; bunun için gerekli zeminin hazırlanması, sürecin hızlanması ve nihayete ulaşması için gerekenleri de kendilerinin yapacakları hamlelerle gerçekleştirebileceklerini anlatabilmektir. Artık Otogüncel’deyiz. Burada, beraberce sektörün sıkıntılarını ve fırsatlarını etraflıca gündeme getiririz… Ümit ederim ki; bu sektörün sorunlarının masaya yatırıldığı daha nice zirve toplantılarında ve konferanslarda sektörümüzün duayenleri bir araya gelirler… Ümit ederim ki; bu sektörün çalışanları daha iyi şartlarda çalışma imkanı bulurlar… Ve ümit ederim ki; bu sektörün temas ettiği (patronlar, çalışanlar, müşteriler, hobi olarak ilgilenenler olmak üzere) herkes mutlu olur. Bernard Shaw’un sözleriyle noktalayalım: “İnsanlar, içinde bulundukları durumlar için her zaman şartları suçluyorlar. Ben şartlara inanmıyorum. Bu dünyada ileri gidenler, ayağa kalkıp arzu ettikleri şartları arayanlar, bulamazlarsa o şartları oluşturanlardır.” (14 Ağustos 2012) KUSURSUZ DÜĞÜN Kapıdan içeri girdiğinizde ilk olarak aile büyükleri karşılar sizi. Bizim kadim geleneğimizde misafirleri ayakta ve kapıda karşılamak saygı ve sevginin ifadesidir. Oraya kadar gelmek için katlandıkları zahmete karşı teşekkürdür. Güler yüzle karşılarlar sizi, samimiyetle elinizi sıkarlar. O andan itibaren kendinizi oraya ait hissetmeye başlarsınız. Öncesinde hep bir merak ve küçük de olsa tedirginlik vardır. Neyle karşılaşacağım diye düşünmekten alıkoyamazsınız kendinizi. Sürprizlerle doludur düğünler. Bazen harika geçer sizin için, bazen de “Istırap bitse de gitsem!” diye düşünürsünüz. Bazen sabahlara kadar sürsün istersiniz, bazen de erken kalkmak için mazeret ararsınız. *** Bizim işimizde de ziyaretçileri kapıda karşılamak çok önemlidir. Onları güler yüzle karşılayacak; “Hoş geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?” diyecek personel büyük önem taşır. Yani, müşterilerin içeride alışveriş yapacak kadar uzun süre kalabilmeleri için başlangıç önemlidir. *** En sıradan görünen düğün bile çok emek ister, çoğunuz bilirsiniz… İlk görüşte aşk da vardır içinde, heyecan da. Sevgi zaman ve emek ister haliyle. Ama biz flört dönemini atlayıp da evlilik arifesine gelir ve gelinle damadı ele alırsak; ön görüşme, karşılıklı anlaşma ve ortak noktada buluşma ile başlar diyebiliriz büyük serüven için. İşte bir iş görüşmesindeki aday ile yönetici arasındaki süreç de buna benzer. Onlarca aday arasından önce dış görünüşü ile ön plana çıkacak, daha sonra konuşması düzgün, genel kültürü yüksek, bilgi sahibi, yeni ve parlak fikirleri olan, teknik donanımı yüksek ve birden fazla beceriye sahip, anlaşabileceğiniz, iş yerinize uyum sağlayabilecek, ahlaklı ve talepleri makul kişi ile yolunuza devam etmek istersiniz. *** Anlaşan eşler yaşayacakları mekan arayışına girerler. Daha yapılacak o kadar çok şey vardır ki… Alışverişler tamamlanır, eşyalar, düğün davetiyesi, gelinlik ve damatlık seçimi, düğünün yapılacağı mekan, davetliler listesi, pasta ve ikramların seçimi, gelin arabası süslemesi, kuaför, fotoğraf çekimleri, karşılama, oturma düzeni, müzik, tören vb. daha birçok aşamadan oluşmaktadır. Hiçbir düğün kendiliğinden gelişmez. Hepsinde bir emek, planlama ve süreç yönetimi vardır. Tüm bu süreçte en başından en sonuna kadar herkes kusursuz olması için elinden geleni yapar -tabii ki imkanlar ölçüsünde- ama yine de davetlilerin içerisinde beğenen de olur beğenmeyen de! Sanki bu durum “renkler ve zevkler tartışılmaz” sözüne iyi bir gösterge gibidir ama dediğimiz gibi, bu bir imkan meselesi ve süreç yönetimidir zevkten ziyade… *** Bir işyerinde de durum aynıdır. İşe alım süreci, kadrolaşma, mekan, ortam, teknik donanım, eğitim, hazırlıklar, ürünün sergilenmesi, temizlik, etiketleme, ilan yayınlama, müşteri karşılama, sunum, satış görüşmesi, krediler, tescil işlemleri, teslimat ve uğurlama vb.; hepsi de “kusursuz bir düğün” içindir. Özellikle de satış görüşmeleri… Her seferinde yeniden başlar. İlk karşılaşma, birbirini tanıma, güvenme, adını koyma ve süreç başlar. Ta ki teslimata kadar… Her şeyin kusursuz olması için çalışırsınız, ama işler her zaman istediğiniz gibi gitmeyebilir. Aksilikler yaşanabilir. Dış etkenler de vardır. Her şey sizin elinizde olmayabilir. İşin içerisine nakliye girebilir, vergi dairesi veya trafik şubesinde sorunlar çıkabilir. Bu duruma alıcı açısından bakarsak; sabır gerektirir, sonuçta her şey yoluna girecektir. Satıcı açısından bakarsak; eğer ki siz de tüm süreci önceden planlayıp provanızı yaparsanız daha az tökezlersiniz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki; “Atın dört ayağı olmasına rağmen yine de tökezler.” Dışarıdan yorumlar gelir; herkes her şeyi bilir! Aynen evlilikte ailelerin dışarıdan karışması gibi… Alıcı açısından bakarsak; aldığınız araç hakkında size dışarıdan yorumlar gelecektir. Şöyle olsaydı da böyle olmasaydı da vb. gibi. Haliyle bunlar az da olsa sıkıntı yaratacaktır. Tam da karar vermiş, en iyisini almış olduğunuzu düşündüğünüz sırada birisi çıkıp öyle olmadığını söylüyor. Eyvah ne olacak şimdi? Satıcı açısından bakarsak; oysaki ne kadar çok emek ne kadar çok insanın alın teri, göz nuru vardır satış sürecinde. Ama dışarıdan bakıp kolaylıkla olmuş veya olmamış diyebiliyorlar. Bana kalırsa; kararlarınızın arkasında durmanız gerekir. Sizin için en doğrusunu yine siz bilirsiniz. Peki ya sizce?.. (6 Ağustos 2013) BİZ ADAM SATMAYIZ! Bizim Türk milleti satış olayına hiç hevesli değil, satmayı sevmiyor. Bizim gelenek ve göreneklerimizde hediye etmek, sunmak, gönülden vermek var ama satmak yok. Hatta satmak olayına öyle bir bakış açımız var ki, literatüre giren “adam satmak” diye bir deyimimiz bile var. Adam satmak kötüdür. Adam satan kişi toplum tarafından dışlanır, yerilir, yerden yere vurulur. En küçük bir olayda bile hemen “Biz adam satmayız” deriz. Olay küçüktür ama sonuçları büyük olabilir. Biz Türkler ağzı yanınca yoğurdu üfleyerek yeriz. Bu yüzden halkın diline dolanmıştır; “Biz adam satmayız”. Bizde en zor şey, bir hizmetin bedelini belirlemektir. Eskiden imece usulü eş dost, akrabaya yardım edilir ve yapılan iş yardımının karşılığı bir tas soğuk ayran veya komposto ile ödüllendirilir, akşam yemeği ise ziyafet yerine geçerdi. Türk milletinin parayla işi olmaz. O kadar ki “Para nedir ki? Elinin kiri, yıkarsın geçer.” denilmiştir. Hatta yaptığı her işe para isteyenlere “paragöz” denir ve şeytanla işbirliği yaptığına inanılırdı. “Bunun derdi, tasası para. Para için yapmayacağı şeytanlık, kötülük yok,” denilirdi. Bu sebepledir ki esnaf para almaktan, para istemekten utanırdı. Bir iş yaptırırsınız ve sorarsınız; “Borcumuz nedir?” “Ne borcu abi, bizden olsun...” derler. Israr edersiniz, “Olmaz, hadi söyle bir şeyler, nedir borcum?” dersiniz. Utana, sıkıla: “At bir siftah,” derler. Küçük bir meblağ uzatırsınız ve sorarsınız; “Yeter mi?” “Allah bereket versin” derler ve alır sakalına sürer, cebine sokarlar yüzünde muzip bir gülümseme ile… Ama satmazlar… *** Otomotiv sektörüne sonradan giren kiralama, birbirine yabancılaşan şehir yaşamına ayak uyduran insanlardan kaynaklanmıştır. Biz Türklerde kiralama yoktur. Bizde “ödünç verme ya da alma” vardır. Hatta eskiden anahtar masanın üzerinde durur, ihtiyacı olan gelip sormadan alırdı. Eğer şoförlüğü yoksa bir de üstüne şoför tahsis edilir, gideceği yere kadar götürülür, işi çok uzun değilse kapının önünde araç içinde beklenir, eğer uygunsa içeriye davet edilir, ikramda bulunulur, sonra geriye dönülürdü. Yakıt parası teklif edilirdi ama bu da kabul edilmezdi asla. “Ayıp ediyorsun abi, lafı mı olur?” diye cevap verilir, biraz daha ısrar ederseniz, kaşlar çatılırdı. “Sok ağabey paranı cebine, burada senin paran geçmez,” diye terslenir, “ben sana gelsem sen benden para mı alacaksın? İnsanlık öldü mü?” derlerdi. *** Selçuklular zamanında yapılan hanlarda, konaklama devlet tarafından karşılanırmış. Gelip geçen tüccarlar en iyi şekilde ağırlanır, yer, içer, yatar para ödemezmiş. Hancı faturayı devlete keser, devlet de ödemeyi yaparmış. Biz misafirperverliği seven hatta bu konuda dünyaya nam salan bir ülkeyiz. Bundan dolayıdır ki otelcilik ve turizm, ülkemizde en hızla büyüyen ve kurumsallaşan, belli standartlara dayanan bir sektör olmayı başarmıştır. Büyük otelleri bir kenara ayırıyorum ama küçük aile işletmeleri olan pansiyonlar ve motellerde de misafirperverlik ön plana çıkarak, birçok hizmet ve ikram bedelsiz olarak işletme sahibi ailenin gönlünden koparak bizlere ulaşmaktadır. Kendi sofrasına davetlerden başlayıp, bahçedeki sebze ve meyvelere kadar her türlü ikram ve hizmet bedelsiz sunularak misafirperverliğin bir örneği olarak günümüzde halen yaşanmakta ve yaşatılmaktadır. Bu sebepledir ki kısa sürede çok zengin olabilen küçük işletmelerin haberleri dünya gündemine sıklıkla otururken günümüz Türkiyesi’nde bunun örneklerine halen rastlanamamaktadır. (17 Temmuz 2012) İNSAN FAKTÖRÜ Bugün hepimiz biliyoruz ki ürün ve hizmet kalitesi aynı olunca, müşteri en ucuz fiyatı veren yerden alışveriş yapmak istiyor. Yaptığınız işte ayakta kalabilmeniz için rakiplerinizden farklı bir şeyler yapamadığınız sürece, fiyatı düşürmeniz gerekir. Bu da doğrudan karlılığınızı etkilemeye başlar. Şunları bilmek için uzman olmaya gerek var mı? Bence yok! Günümüzde aynı segmentte tüm ürünlerin birbirine benzediğini ele alırsak ve fiyat konusunda da kıyasıya rekabet olduğunu düşünürsek, müşteriyi kazanmak için hizmet kalitenizi yükseltmeniz gerekir. Peki, hizmet kalitesi nasıl yükselir? Bunun için önce "Müşteri ne ister?" sorusuna cevap aramak lazım. Kendinizi müşteri yerine koyarsanız; ilk olarak mağazaya girdiğinizde güler yüzle karşılanmak istersiniz. Sonrasında önemsenmek ve anlaşılmak istersiniz. Nihayetinde de satın alacağınız ürün için ödeyeceğiniz fiyatın iyi olduğuna ikna olmak istersiniz. Peki, bunları size sağlayacak olan kimdir? Tabii ki satış danışmanıdır. Satış danışmanı kimdir? Makine veya herhangi bir yapı değil, tam aksine ücretle çalışan canlı kanlı bir insandır. Yani yaşayan, nefes alan, ihtiyaçları olan bir canlıdır. O da ihtiyaçları karşılanmadığında mutsuz olacaktır. Tıpkı mağazanızı ziyaret eden ve iyi karşılanmayan müşteriniz gibi… Bugün iş dünyasında ürünlerin birbirine çok benzediğini söyledik. Fiyatlarda da kıyasıya rekabetçi olduğunu belirttik. Evet, firmalar fiyat rekabeti her geçen gün daha da kızıştırmaktadır. Bundan dolayıdır ki yatırımcılar (işveren) maliyetleri ucuzlatmak için giderleri kısmaya çalışmaktadır. Bu giderler neler olabilir? Ürün maliyeti, vergi, kira, elektrik, su, telefon, sabit tüketim ve sarf malzemeleri, personel giderleri vb. Artan maliyetler karşısında eliniz kolunuz bağlıyken ve sabit gider kalemlerinde herhangi bir tasarrufa gidemediğinizden dolayı (ve çalışan personel için en büyük tehditlerin başında gibi görünen dışarıda bekleyen işsizler ordusunu da göz önüne alırsak) geriye sadece ve sadece personel maaşları kalmaktadır. Ya da bize öyle görünmektedir. Maalesef günümüzün en acı gerçeği olarak karlılığı artırmak veya bazen sadece sabit tutabilmek adına ucuz istihdam ve işgücüne başvurulmaktadır. Peki, ya sonuç? En başında da söylediğimiz gibi müşteriyi çekebilmek için hizmet kalitesini yükseltmeniz gerekmektedir ve bunu sağlamak için kalifiye personele ihtiyacınız vardır. Acemi personel ile müşteri memnuniyetini sağlamayı düşünmek boşa kürek sallamak gibi bir şeydir. *** Karlı bir satışın döngüsü nasıldır? Düşünün ki bir ürün satıyorsunuz… Müşteriniz oldu ki memnun kaldı, ürünü satın aldı. Kar ettiniz, müşteri size sadık kaldı, tavsiye yolu ile size yeni müşteriler kazandırdı, yeniden alışveriş yaptı ve sürekli müşteriniz haline geldi. Bu sizin için sürekli yeni müşteriler bulmaya çalışmaktan daha az maliyetli olacaktır. İşte tüm bunları gerçekleştirebilmeniz için iyi bir satış danışmanına ihtiyaç duyacaksınız. Yani "Kaliteli hizmet için en önemli faktör nedir?" diye soracak olursak yegane cevabı “insan faktörü” olacaktır. O zaman şunu diyebilir miyiz? "Giderleri kısmak için personel maaşlarını düşürmek, dolayısı ile de deneyimsiz personel çalıştırmak yerine, kalifiye iş gücü istihdamı ile birlikte hizmet kalitesini artırmalı ve sadık müşteriler kazanmalıyız." Dolayısı ile şunu söyleyebilir miyiz; “Mutlu müşteri eşittir mutlu personel”… Peki, personel mutluluğunu nasıl sağlarsınız? Yukarıda da dediğimiz gibi personelinizin ücret karşılığında çalışan ve bilumum ihtiyaçları olan bir insan olduğunu unutmayınız. İnsanın mutlu olması için kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmesi gerekmektedir. İhtiyaçlarını yeterince karşılayabilmek için de yeterli ücret alması gerekmektedir. Peki, tüm bunları yatırımcılar bilmiyor mu? Tabii ki biliyorlardır ama insanlar bazen bildikleri şeyi dışarıdan da duymak isterler ya da bilmiyorlarsa da artık öğrenseler hiç fena olmaz. (20 Ağustos 2013) DARISI BAŞIMIZA DİYELİM Paris’te, Orly havaalanındayız… Uçaktan inip bizi terminal binasına götürecek servis otobüsüne binene kadar sırılsıklam olduk. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. “Eyvah, tüm planlar altüst mü oldu acaba?” diye geçiriverdim aklımdan. Planlarımız arasında Disneyland’a gitmek vardı. Ama hazır buraya gelmişken birkaç otomobil yetkili satıcısını da gezip son durumlarını incelemek istiyordum. Otele doğru ilerlerken yağmur kesildi. Zamanımız kısıtlı olduğu için eşyalarımızı Paris’in banliyölerinden Boulogne‘deki otelimize bırakır bırakmaz Champs-Élysées (Şanzelize) Caddesi’ne doğru yola çıktık. Metro ağı çok eski olmasına rağmen ulaşım zenginliği bakımından çok iyiydi. 15 dakika sonra Şanzelize’deydik. Etoile-Zafer Takı caddenin en aşağı noktasından dahi görünüyordu. Önce bir karnımızı doyuralım dedik. Antrikot’tan çıktık, karnımız tok, sırtımız pekti. Hava açıktı ve artık gezmeye başlayabilirdik. Sağa sola bakınarak ilerlerken birden kendimi Renault L’Atelier’nin (Atölye) önünde buluverdim. Çok şaşırmıştım. Sıradışı bir “otomobil showroom”uydu. Adına yakışır şekilde show yeriydi. Akşam saat 22.00 sularıydı. Hava kararmıştı. Ama cıvıl cıvıl insanların doldurduğu Renault Atölye, ışıl ışıldı. Spot ışıkları her noktayı aydınlatıyor, kalabalık podyumların üzerindeki araçları hem dışarıda geniş vitrinlerden hem de içerideyken rahatlıkla inceleyebiliyordu. Kapıdan içeri girince hemen solda Renault Frenzy vardı. Geleceğin otomobili… Hani uzay filmlerinde gördüğümüz türlerden. Bir tek uçmuyordu bu otomobil! 360 derece dönen bir platform üzerinde sergilenmekteydi. Sağ tarafta Megane R.S. tüm ihtişamı ile karşılıyordu ziyaretçileri. Hemen arkasında bir resepsiyon, karşısında küçük bir alışveriş standı, stant içerisinde küçük otomobil maketleri ve t-shirtler bulunmaktaydı. Kapıdan girince tam karşı cephede arkada ve geniş bir alanda Twizy Show yer almaktaydı. Sayısını hatırlamıyorum ama herhalde 10’a yakın Twizy sergilenmekteydi. Ortam çok kalabalıktı ama rahatsızlık vermiyordu. İnsanlar sırayla Twizy’lere biniyor, fotoğraf çektiriyor, doyasıya aracı inceliyorlardı. Bu sıradışı elektrikli sevimli küçük araç henüz Türkiye’ye gelmemişti ama Paris’te çok popüler olduğu belliydi. Elektrikli araçların Türkiye’de yaygınlaşması ile birlikte Twizy’leri de Türkiye yollarında sıkça göreceğinizden emin olabilirsiniz. Koca hoparlörlerden yayılan müzik, kendinizi Bodrum Barlar Sokağındaki herhangi bir mekandaymış gibi hissetmeniz için yeterliydi. Yukarıya doğru dönen merdivenler ile restaurant-kafe bölümüne çıkabiliyordunuz. Showroom’un üzerinde asma kata kurulan kafe bölümünde istediğiniz şekilde zengin menü ile karnınızı doyurabilirsiniz. “Yemek için keşke acele etmeseydik,” dedim içimden. Kendimizi müzikle birlikte Twizy’ye kaptırmıştık. Kapısı yukarı doğru açılıyor, ön taraf sürücü için tek kişilik, arka taraf bir çocuk sığabilecek genişlikteydi. Kimse bize “Aman ellemeyin kırılır, bozulur, çizilir vb.” demiyordu. Fotoğraflar çektirdik. Dev ekranlarda video klipleri izledik. Zaman bir hayli hızlı akıp gitmekteydi ve bizim gezip göreceğimiz çok yer vardı. Kalabalık arasından dışarıya doğru çıkarken şöyle düşünmeden de edemedim: “Neden bizim Nişantaşı, Bağdat Caddesi veya İstiklal Caddesi’nde böyle bir showroom açılmamıştı?” Az ilerideki Le Rendez- Vous Toyota da Atölye’den aşağı kalır gibi değildi. Orada Toyota’nın Hybrid araçlarını görebilir, dilediğiniz gibi eğlenceli ve renkli bir zaman geçirebilirsiniz. *** Tüm bu izlenimlerimden çıkardığım özet şu oldu: Türk otomotiv sektörünün showroom olayını yeniden gözden geçirmesi gerekir diye düşünüyorum. Biz gördüğümüzü gördük, diyeceğimizi dedik. Ne diyelim ki artık, darısı başımıza. (11 Eylül 2012) AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN, LAFA BAKILMAZ Size de öyle olur mu, bilemem ama ben alışveriş yapacağım bir mekana ilk girdiğimde önce benimle ilgilenebilecek bir güler yüz ararım. Giyim alışverişi yapacaksam uygun beden ve renk alternatifi konusunda yardım alabileceğim birini ararım. Teknolojik bir ürün alacaksam ürünü ve alternatiflerini iyi tanıyabilen ve benim adıma kıyas yapabilecek birine ihtiyaç duyarım. Ama kesinlikle bilimsel dil kullanmayacak, halk dilinde anlatacak bana o ürünü... Ama her şeyden önce, kesinlikle “güler yüzlü” olacak. Az önce tartıştığı arkadaşının hıncını benden almayacak, nöbetçi kaldığı için yaşadığı sıkıntıyı bana yansıtmayacak, yorgunluğu yüzünden okunmayacak, kısacası “Öf, püf…” yapmayacak bir arkadaş arar gözlerim. *** Mesleğine saygısı olmalı kişinin. Hani yazılı veya görsel medyada rastlarız ya bazen; en üzgün olduklarında bile sahneye çıkıp oyunlarını sergileyen tiyatro sanatçıları vardır. İçi ağlarken yüzü güler, komedi oynaması gerekir bazen. Hepimiz “Helal olsun!” deriz. Hatta bu örnek davranışlar, son zamanlarda neredeyse göz önündeki tüm sektörlerde (Sinema, televizyon, futbol…) ön plana çıkan aktörleri de etkisi altına almıştır. Bir bakmışsınız dünya futbolunun vitrinindeki bir oyuncu önemli bir maça çıkmadan önce bir yakınını kaybetmesine veya sağlık sorunu olan bir yakını bulunmasına rağmen çıkar oyununu oynar. İşte bu, mesleğe saygıdır. Satış danışmanları da işte böyle birer “oyuncu” olmalıdırlar. İçinde bulunduğu durum ne olursa olsun, işinin başında, güler yüzü ile müşterisine hizmet edebilmeli, gözyaşlarını ve acısını içine akıtabilmelidir. Biz de insanız, her insan gibi bizim de sıkıntılarımız, dertlerimiz, acılarımız olmaz mı? Kredi borcumu, ödeyemediğim faturamı, çocuğuma alamadığım oyuncağı, hastamı, acımı, ağrımı düşünürken nasıl gülsün yüzüm? Yüzünüz gülmeli!.. Eğer ki bu sahnede kalıcı olmak istiyorsanız güler yüzlü olabilmeyi başarmalısınız. *** İlk karşılama çok önemlidir… Geçenlerde bir arkadaşımı da yanıma alarak birkaç otomotiv yetkili satıcısını ziyaret etme fırsatı buldum. İlk gittiğimiz bayide önce otopark bulamadık. Uzunca bir uğraştan sonra aracımızı derme çatma şekilde bir yere sığdırabildik. İçeriye girdiğimizde resepsiyondaki bayan hafifçe yaklaşarak, “Buyurun…” dedi. “Satış Müdürü Orkun Bey ile görüşmek istiyorduk.” Resepsiyonist, “Şu anda diğer bir şubemizde” dedi ve öylece kaldı. “Eğer satış müdürü yoksa Satış Danışmanı Ergün Bey ile görüşebilir miyiz?” dedim ama meğer o da eğitimdeymiş. Lakin Showroom’a bir bakıp çıkacağımızı söyledim ve o da yerine döndü. Showroom’da dolaşırken tanıdık yüzler aradım ama bulamadım. Neredeyse tüm masalar boştu; sigara molası, tuvalet molası, teslimat gibi nedenlerle neredeyse tüm satış danışmanları masalarından uzaklaşmışlardı. Kimse bizim neden Showroom’da bulunduğumuzla ilgilenmiyordu. Nihayet tanıdık bir yüz görünce yanına gittik. Biraz sohbet ettikten sonra onu daha fazla meşgul etmemek adına izin isteyerek yanından ayrıldık. *** Başka bir markanın yetkili bayisinin önündeyiz. Park alanı var ama dolu gibi; güvenlik görevlisi yanımıza yaklaştı, aracın anahtarını üzerinde bırakmamızı, yardımcı olacağını söyledi. Araçtan inerek içeriye girdik. Ama kimse bizimle ilgilenmedi. Yanımızdan birileri gelip geçiyordu ama çalışan mı, müşteri mi ayırt etmek çok zordu. Biraz gezinelim derken tanıdık bir yüz gördüm ve yanına gittik. Fakat içerisi çok bunaltıcı bir şekilde sıcaktı. Nedenini sorduğumda, “Biliyorum müdürüm, ama maalesef anlatamıyoruz,” dedi. Üst kata çıktık. Sıkışık masalar arasında zar zor iki sandalye bularak bizi masasında ağırlamaya çalıştı. İkramda bulunmak istedi ama çay ocağına telefon ile ulaşamadı. Önemli değil dedik ve ikramdan vazgeçtik. Biraz sektörden ve pazardan bahsederek kısa bir sohbet sonrasında oradan ayrıldık. *** Yine başka bir markanın yetkili bayisine uğradık. Otopark alanı gayet genişti. Gerçi plakasız sıfır km araçlar da vardı ama müşteri otoparkı diye bir ayrım göremediğimizden boş bir alana park ettik. Aracımızı kilitleyerek içeriye girdik. Resepsiyon kapıya çok yakındı ve iki bayan görevli vardı. Bizi görünce hafifçe gülümsediler. Mekan küçüktü. Tanıdık yüzü hemen buldum ve yanına doğru ilerlemek üzere hamle yaptım. Resepsiyondaki arkadaşlar herhangi bir hamle yapmadılar. Yanına gittiğimiz ilgili masasına gidip elimi uzatana kadar herhangi bir şekilde benim yaklaştığımı fark etmedi. Bilgisayarda bir şeyler yapıyordu. Ben elimi neredeyse burnuna değecek kadar uzatarak “Kolay gelsin…” dedim. İlgili kişi beni görünce önce şaşırdı, sonra sevindi. Bir şeyler ikram etmek istedi fakat geri çevirdim. Gerçi istesem de geç geleceği belliydi. Çünkü az sonra içeride duran sıfır km Jeep’i gördüm ve neden çamurlu bir aracı Showroom içine aldıkları nı sorduğumda “Sorma,” dedi, “temizlik yapacak olan arkadaş bankaya gönderildiği için aracın yeri de boş durmasın diye içeri almışlar. Daha sonra yıkayıp tekrar alacaklar.” İkinci el sektöründen ve işlerden konuşurken, diğer bir dostumuzu filo müdürü dostumuzu aşağı davet ettik kabulden geçmemiz gerekti. Gelmesi gecikince, biz yanına gidelim dedik. Filo katına çıkmak için servis müşteri kabulden geçmemiz gerekiyordu. İki tane çıtı pıtı kızcağız baş başa vermiş bilgisayara bakıp gülüşüyorlardı. Bizi fark edince ayrılıp toparlandılar. Bir tanesi ile göz göze geldiğimizde birbirimizi daha önceden tanıdığımızı fark ederek, selamlaştık. Kısa bir hal hatırdan sonra biz yukarı çıktık. Müdür arkadaşımız telefonda bir müşterisi ile görüşüyordu. Müşterisine araçların tek tek özellikleri konusunda bilgi vermeye çalışıyordu. Telefondaki sohbet uzadı, vakit de ilerleyince kalkmak için izin istedim. Kendisi omuzlarını kaldırarak “Ne yapalım, karşımızdaki müşteri, cevap vermek zorundayız, kapatamıyorum. Kusura bakma…” der gibi mimikleriyle bizi uğurladı. Kafama takıldı… Acaba bu müdür arkadaşımızın satış personeli yok muydu? *** Oradan da çıkıp başka bir marka ve bayisine uğradık, yine otopark sorunu ile karşılaştık. Birkaç tur attıktan sonra çok da içimize sinmeyen bir yere aracı bırakmak zorunda kaldık. İçeriye girdiğimizde çok ağır bir koku bizi karşıladı. Muhtemelen araçların lastiklerine sürülen kimyasallardan geliyordu. Biraz içeride durunca kokuya alıştık. Bu kez de Showroom’un çok loş bir ışıkla aydınlatıldığını fark ettim. Başımı yukarı doğru kaldırdım ve birçok lambanın yanmadığını gördüm. Resepsiyondaki bayan bizi karşıladı. İkinci El Satış Müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. O anda müsait olmadığını, birazdan geleceğini söyledi. Oysaki söz konusu kişi karşımda duruyordu. Ancak yan durduğundan bizi göremiyordu. Ayakta, bir satış masasında oturan müşterilere yapmış olduğu ekspertiz sonrası ikinci el aracın fiyatını ve bazı prosedürleri anlatıyordu. İşi bitene kadar ayakta bekledik. Resepsiyonist bize oturacak yer göstermedi. İçecek bir şeyler ikram edebilirlerdi ama onu da yapmadılar. İçine kapanık biriydi herhalde. Arkadaşımın masasına geçtiğimizde resepsiyonisti karşıdan görüyordum. Birkaç kez gözüm takıldı; kollarını birbirine kavuşturmuş Showroom içerisinde geziniyor, bazen de resepsiyonda oturup elini çenesine dayayarak düşünceli şekilde ufka bakıyordu. Mekan içerisindeki kişiler ve olaylar ilgisini çekmiyordu sanıyorum. Muhtemelen ben bir kez daha gitsem beni hatırlamayacaktır bile. Arkadaşımla sektör üzerine yapmış olduğumuz sohbetimizi çok da fazla uzatmadan bitirerek oradan ayrıldık. *** Aracımıza binerek işyerimize doğru yola koyulduk. Aracı arkadaşım kullanıyordu. Derin düşüncelere daldım; acaba çalışanların mutlu olması ve güler yüzle müşterilerini karşılaması, işini sevmesi ve sayması, araştırması ve geliştirmesi, kısacası işinin gereklerini en iyi şekilde yapması için gerekli “sihirli değnek” ne olabilirdi? (7 Ağustos 2012) ALLAH’A EMANET Ticari araç kullanıcılarından gelen şikayetlere göre yapılan trafik kontrolü uygulamalarında hafif ticari araçlardaki el çantası, valiz, özel koli vb. ticari yük sınıfına girmeyen birçok eşya nedeniyle dahi ceza yazıldığını belirtilmektedir. Asıl sorun ise, bu konuda bazı görevlilerin cezai işlem uygularken bazılarının uygulamamasıdır. *** Geçen akşam Kadıköy dolaylarında bir kontrol noktasında trafik polisleri tarafından durdurulduk. Saat 23.30-24.00 sularıydı. Önümüzde iki araç daha vardı. Evraklarımızı istediler. Bu arada arkadan gelen araçlar soldan devam edip gidiyorlardı. Memur beye; “Bizi durdurdunuz ama ya bunlar alkollüyse?” dediğimde Yetişebildiğimiz kadarına bakıyoruz,” diye cevapladı. Bizde alkol çıkmadı. Evraklarımız da eksiksiz olduğundan yolumuza devam ettik. Bu arada, alkollü olup da yanımızdan geçenler şanslı mıydı acaba?.. *** Büyük bir alışveriş merkezinin giriş kapısındayız. X-ray cihazından geçeceğiz, bir hayli de sıra var. Ben de dahil sıradaki herkes üzerinde ne kadar metal eşya varsa çıkarıp öyle geçiyor. Yan taraftan hamile bir bayan kolunda çantası, elini kolunu sallayarak geçip gitti. Hemen birkaç dakika sonra çocuk arabalı bir bayan bir iki yaşlarında bir bebek ile birlikte o da gayet rahatlıkla elini kolunu sallayarak geçti. Onların X ışınlarına maruz kalmaları sakıncalı olduğundan üst araması yapmaya gerek yok. Hem çocuklu ve hamile bayanlardan kime ne zarar gelecek ki?.. *** Akşam saatleri, tahminen 21.00 suları… Çok önemli bir yerleşim merkezinin önündeki giriş kapılarından birindeyiz... Profesyonel görünümlü -en azından kıyafetleri o şekilde gösteriyor- güvenlik görevlilerine derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Alt noktadaki güvenlik görevlilerine ulaşmaları ve bilgilerimizi aktarıp giriş onayı almaları çok uzun sürdü. 2012 yılındayız. Teknolojinin tavan yaptığı bir zaman dilimi içerisinde, teknolojiden yoksun, ama bir o kadar da gösterişli bir yerleşim noktası önünde tam 45 dakika geçirmek bana bir asır gibi geldi. Oysa aynı kapıdan daha önceleri ve sonrasında da geçtim. Hem de elimi kolumu sallayarak. Kimse bir şey sormadı. Gün içerisinde geçmek serbest ama hava kararınca kontroller daha sıkı. Adamlar işini yapıyor canım, niye kızıyorsunuz ki! Gündüz hırsızlık vb. her şey serbest, ama gece yasak! *** Ülkemizde birçok irili ufaklı şirkette güvenlik görevlisi (gece bekçisi) olarak işe alınan personelde bazı özellikleri bir arada bulundurma şartı sanki hususi olarak aranmaktadır. Öyle bir Türkçe konuşacaksınız ki ne dediğiniz anlaşılmayacak! Okuma yazma bilmeyeceksiniz, bilseniz bile belli etmeyeceksiniz ki teslimat evrakı vb. imzalatmak üzere vazifeniz olmasın, ne olur ne olmaz yanlış bir şey olursa başınız ağrımasın! Kesinlikle sigara içeceksiniz, hem de içeride içeceksiniz ve camlar sıkı sıkıya kapalı olacak, sabah gelenler o pis kokuyu ciğerlerine çekebilmelidir! Ayrıca sigara külleri ve izmaritler yerlere atılmalıdır! Kesinlikle yemeklerinizi satış masaları veya sehpalarda yemek zorundasınız ve ekmek kırıntıları ve yemek artıkları masalarda ve sehpalarda kalmalı ve hatta yerlere dökmeyi de ihmal etmemelisiniz! Gece gelen tırlardaki araçların üzerindeki hasarları görmeyeceksiniz. Tutanakları imzalayın ve araçları hasarlı bir şekilde teslim alın. Nasılsa gecenin karanlığı sizin kurtarıcınız olacaktır! Telefonlara cevap vermeyeceksiniz. Yanlışlıkla açsanız bile bağırarak ve kötü bir Türkçe ile konuşacaksınız ki karşınızdaki size bir şeyler anlatmaktan ve not bırakmaktan vazgeçip telefonu kapatsın. Siz de görevinizi en iyi şekilde yapmış olmanın verdiği keyifle sigaranızı yakıp televizyon karşısına geçiniz. Bu arada televizyon kesinlikle sabaha kadar açık olmalıdır! Birkaç arkadaşınız sizi sürekli ziyaret etmeli ve yalnız bırakmamalıdır. Hatta bu arkadaşlarınız, beraber sucuklu yumurta yapıp yerken etrafı kokutup kirletecek karakterde olmalıdır. Böyle arkadaşlarınız yoksa kusura bakmayın sizi işe alamayız! Sabah çayını kesinlikle kötü demlemelisiniz ki kimsenin size söyleyecek lafı olmasın, beğenmiyorlarsa gelsinler kendileri demlesinler! Sabah ilk gelen kişiye plazayı devredip gidebilmelisiniz. Mesai saatini kafanıza takmayın. Ne de olsa insanlar size anlayış gösterecektir ve yürekleri dayanamayacaktır. Adamcağız sabaha kadar nöbet tutmuş, yazıktır. Hem gece çalışmak çok zor canım diyerek size hak vereceklerdir! En önemli ve son madde; masaların üzerinde kalem bırakmayacaksınız. Akşam kalemlerini masada unutan personel sabah geldiklerinde kalemlerini yerinde buluyorlarsa, siz işinizi iyi yapmıyorsunuz demektir! Bu özelliklerde elemanınız olduğu sürece profesyonel güvenlik şirketlerine ihtiyacınız olmayacaktır. Hem niye korkuyorsunuz ki, Allah var! Her şey, herkes öncelikle Allah’a emanet! (30 Ekim 2012) ADAM DEDİĞİN 1998 veya 1999 yılındayız… Zamanı tam olarak hatırlayamıyorum, ama onu hiç unutamadım. Onu özel kılan -aslında tüm çalışanlarda olması gerekenişine göstermiş olduğu sevgi, saygı ve özendi. Şimdi size anlatacağım bu arkadaşımız, çalışma özellikleri ve güler yüzü ile herkesin sevgisini kazanmış, ama aniden ortaya çıkan ve hızla ilerleyerek tüm vücudunu saran hastalığı sebebiyle aramızdan ayrılmıştır. Allah rahmet eylesin… *** Gürdal ile tanışmamız, bir dostumu ziyaret ettiğim sırada gerçekleşti. O zamanlar ben Hyundai Yetkili Bayii’nde satış müdürü olarak görev yapmaktaydım. Başka bir Hyundai bayisindeki satış müdürü dostumu ziyaret etmeye gitmiştim. Sohbetin hemen başında dostum, “Ne içersin?” diye sordu. “Çay,” dedim, “açık ve şekersiz…” Arkadaşım telefon ile siparişleri verdi. Orta boylu, esmer güler yüzlü bir arkadaş çayları getirdi. İşinin ehli olduğu belliydi. Önce benim çayımı daha sonra da arkadaşımın çayını her bir hareketi zarafet içerisinde masaya bıraktı. İlk gördüğüm andan itibaren etkilenmiştim. İşini küçümsemeden bu kadar zarif ve maharetle yapan, nadir gördüğüm kişilerden biriydi. Hepsi bu kadar mı? Tabii ki hayır… Bu kendi küçük, ama yüreği büyük arkadaşımızın bende bıraktığı derin iz, bir sonraki karşılaşmamızda daha da kuvvetlendi. *** 2004 yılının Ocak ayı... İş hayatının rüzgarları beni bu arkadaşımızın çalıştığı yetkili satıcıda filo satış müdürü olarak göreve başlamaya götürmüştü. İlk iş günüm… Gürdal geldi ve güler yüzü ile “Çay içer misin Hüseyin Ağabey?” dedi. Önce, ismimin onun hafızasında kaldığına şaşırdım. “Herhalde işe başlayacağım önceden belliydi, birileri bahsetmiştir. O da ince düşünerek ismimle hitap etmiştir,” diye düşündüm. Tepsi çaylarla doluydu. “Olabilir?” dedim, ben de gülümseyerek… “Açık ve şekersiz değil mi?” diye sorunca şaşkınlığım bir kat daha arttı. Önce ne diyeceğimi bilemedim. Hayretimi gizlemeye çalışarak, “Evet,” diyebildim. Bu kadar yıl sonra benim açık ve şekersiz çay içtiğimi nasıl hatırlamıştı? Bu arkadaşımızı ilerleyen zamanlarda daha fazla tanıma ve izlemeye zamanım oldu. Üç yıl kadar beraber çalıştık. Her zaman güler yüzlüydü, kimseyi kırdığını veya kimseyle tartıştığını görmedim. Her zaman işini sevgiyle ve coşkulu yaptığına tanık oldum. Hiç yorulduğunu veya şikayet ettiğini duymadım. Tüm müşterilerimizi içtenlikle karşılar, ne içmek istediklerini sorar ve en hızlı şekilde ikramını gerçekleştirirdi. Kimseye ayrıcalık yapmaz, tüm personelle aynı mesafede durup kişisel ilişkilerini hizmetine yansıtmazdı. Sürekli veya birden fazla da olsa gelen ziyaretçilerimize, müşterilerimize ve dostlarımıza isimleri ile hitap eder, onlar söylemeden çaylarını, kahvelerini veya sularını nasıl içeceklerini bilerek getirirdi. Daha sonra kendi talebi ve yönetimin de uygun görmesi ile birlikte ikinci el teslimat bölümüne geçti. Orada da görevini severek ve başarıyla yürüttüğünü biliyorum. *** 2006 yılı sonunda ben o firmadan ayrıldım. Birkaç kez karşılaştık, hiçbir zaman yüzündeki gülümseme eksilmedi. Bize ve topluma karşı saygı ve sevgisini fazlası ile gösterdi. Her zaman işini seven ve saygıyla idame ettiren, güzel ve büyük adam oldu. Seni seviyor ve çok özlüyorum. Her zamanda özleyeceğim. Ruhun şad olsun Büyük Adam. (6 Kasım 2012) DÖKÜLEN ÇAY OLSUN Saat 14.30 sularındaydı, sabahtan beri işler inanılmaz yoğun ve telefon trafiği had safhadaydı. Osman daha öğle yemeğini bile yiyememişti. Sabah kahvaltısı niyetine yediği bir adet poğaça ile duruyordu. Genelde yemekle arası çok iyiydi ve özellikle de kahvaltılarına çok dikkat ederdi ama bugün nedense öylesine geçiştirivermiş, dolayısıyla da acıkmıştı. Derken telefon çaldı. Osman bir an düşündü; acaba çalan gerçekten telefon muydu yoksa açlıktan midesi mi gurulduyordu? Silkelendi ve telefonu açtı; arayan muhasebeciydi. Vergilerin son günü olduğunu ve yatırılması gerektiğini hatırlatıyordu. Saate baktı, henüz bankanın kapanmasına bir iki saat daha vardı. Kalktı ceketini giydi, evraklarını aldı ve kapıya doğru yürüdü. Hem bu vesileyle yolda ayaküstü bir şeyler de atıştırabilirdi. Dükkanı ortağına bırakıp bankanın yolunu tuttu. *** Bankadan içeriye girdiğinde gördüğü kalabalık biraz gözünü korkutsa da yapacak bir şey yoktu artık. Bugün ödemelerin son günüydü ve cezalı ödeme yapmak istemiyordu. Nasılsa gelirken yolda bir şeyler atıştırmıştı, ayrıca banka da sıcaktı. Yani anlaşılan Osman’ın karnı tok, sırtı pekti. Numaratöre yaklaştı ve bir numara aldı. Kafasını kaldırdı, gişe memurlarının üzerindeki numaralar ile karşılaştırdı. İşlem yapabilmesi için önünde 24 kişi vardı. Sırasını beklemek için geçti ve az önce boşalan bir koltuğa oturuverdi. Daha birkaç dakika geçmiş olmasına rağmen canı sıkılmaya başlamıştı. Broşürlere göz atmak istedi ama dikkatini çeken bir şeyler bulamadı. Cep telefonunu çıkarıp karıştırmaya başladı. Şarjı azalmıştı. Belki önemli bir telefon gelir diye tuş kilidine alıp cebine koydu. Etrafına göz atmaya başladı; işlem yapanları, oturanları, bankaya girip çıkanları inceliyordu. Derken yaşlı bir amca içeriye girdi ve banka güvenlik görevlisine yaklaştı: “Selamünaleyküm Yeğen…” “Aleykümselam Amca.” “Elektrik faturamı yatıracaktım da…” “Amca, şuradan bir numara al.” “Nereden Yeğen?” “Amca, hemen üstteki butona basıyorsun… Neyse dur ben bakayım.” Güvenlik görevlisi butona basar çıkan kağıdı amcaya uzatır. Hangi gişeden işlem yapacağını tarif eder. Etrafına şöyle bir bakınır ve çay almak üzere çay ocağına geçer. Biraz sonra elinde bir bardak çay ile yeniden beliriverir. Bir yandan yavaş adımlarla ilerlerken bir yandan da çayını karıştırmaktadır. Tam çayından bir yudum alacaktır ki bir adam yanına yaklaşır ve ensesine bir şaplak indirir: “Vay Ahmet’im, ne haber?..” “Sen miydin Sülo? Ben de kim bu densiz diyecektim, oğlum boynumu kırıyordun neredeyse!” “Ne var kanka, şaka da mı yapamayacağız?” “Ondan değil de görüyorsun, elimde çay var. Dökülecek üzerime başıma… Neyse sen de bir çay içer misin?” “Olur, sıcak çay iyi gider şimdi.” “Geldiğin iyi oldu, ben de kapının önüne çıkıp bir nefes alacaktım. Sabahtan beri doğru dürüst bir sigara içemedim.” Ahmet ve Süleyman çaylarını alıp kapının önüne çıkarlar. İkisi de aynı anda ellerini ceplerine sokar ve aynı anda ceplerinden sigara paketini çıkarırlar, Süleyman’ın ısrarına dayanamayan Ahmet kendi paketini cebine koyar ve Süleyman’ın ikramını kabul eder. Sigaralarından derin birer nefes çeker ve koyu bir muhabbete girerler. Osman bir gişedeki numaraya bir de elindeki kağıda bakar; daha önünde 21 kişi vardır. Birazdan Ahmet içeriye girer, bardakları çay ocağına bırakır ve yerine geçer. Hemen kapının girişinde numaratörün yanında üzerinde sadece “Güvenlik” yazısı bulunan yüksek ve dar bir bankonun arkasında durmaktadır. Ellerini kemerinde birleştirir, şöyle bir tartar ve yukarı doğru çeker. Boynunu sağa ve sola doğru esnettikten sonra şöyle bir gerinir. Etrafını izlemeye başlar… *** Osman için zaman yavaş da olsa ilerlemekteydi. İşlemlerini bitirip çıkan ve bankaya yeni gelenlerle birlikte içerideki insanların çehresi değişse bile kalabalık hiç eksilmiyordu. Yeterince oturma yeri bulunmadığından kalabalığın bir kısmı ayakta bir kenarda beklerken bir kısmı da içeride volta atıyordu. Kimisi broşürleri karıştırıyor kimisi de cep telefonlarıyla konuşuyordu. Hatta oturduğu yerde uyuklayanlar bile vardı. Ama değişmeyen tek bir şey vardı; o da neredeyse kapıdan içeri giren herkes güvenlik görevlisine bir şeyler soruyordu. Çoğunun sıkıntısı işlemini hangi gişeden yaptıracağı konusundaydı. Burada güvenlik görevlisi devreye giriyor ve numaratördeki düğmelere basarak sıra numarası alıyor ve sıradaki kişiye veriyordu. Neredeyse bu iş otomatiğe bağlanmıştı. Oysaki numaratörün üzerinde sadece iki buton vardı ve hangi işlemler için hangi butona basılacağı hemencecik butonun yanında yazıyordu. *** Nihayet saat 16.45’te sıra Osman’a gelmişti. Osman işlemlerini halledip dışarı çıkarken son bir kez daha dönüp Ahmet’e baktı. Ahmet etrafında birikmiş olan yedi sekiz kişiye bu saatten sonra işlemlerinin yetişmeyeceğini, yarın gelmelerinin daha doğru olacağını anlatmaya çalışıyordu. Osman’ın “İyi akşamlar, kolay gelsin…” dediğini bile duymamıştı. (19 Şubat 2013) HASTALIKTA VE SAĞLIKTA Futbol, her biri on bir kişiden kurulu iki takım arasında oynanan bir oyundur. Bugün milyonlarca kişiyi hastalık derecesinde peşinden koşturan bu oyun için her yıl hedefleri doğrultusunda milyonlarca dolarlık yatırım yapan kulüpler vardır. Bazılarının hedefi şampiyonluk iken, bazıları da salt yarışın içerisinde olmak ve pastadan pay alabilmek adına kendilerine küçük hedefler belirlemektedir. Hedefler ne olursa olsun sahada on bir kişinin oynadığı bu oyun için çok geniş kadrolar kurulur. Bu kadronun içerisinde sporcuların sakatlık, hastalık ve formsuzluk ihtimalleri hesaba katılarak yirmi iki-yirmi sekiz arasında futbolcu yer alır. Bunlar arasından da en az on sekiz kişi seçilerek maç kadrosu belirlenir. Yani her maça on sekiz kişilik kadro ile çıkılır. Oysaki iş dünyasında çalışan herkes “bir” kişidir. Yerine yedek oyuncu yoktur. Hastalıkta ve sağlıkta ne yaparsanız kendiniz için ve firmanız adına “siz” yaparsınız. *** 2011 yılında yapılan bir araştırmaya göre; Türkiye’deki çalışma saatlerinin gelişmiş dünya ülkelerine oranla bir saat fazla olduğu ve bu bir saatlik fazla çalışmanın kısaltılması durumunda ortalama 231 bin kişiye yeni iş imkanı sağlanabileceği ortaya çıkmıştır. Yine araştırmalara göre; Türkiye mesai saatleri konusunda Zimbabwe, Sri Lanka, Tanzanya gibi ülkelerle aynı ligde yer alıyormuş. *** Tercih ne olmalıdır, uzun ve hantal geçen mesai saatleri mi, verimli geçen esnek çalışma saatleri mi? Bu konuda daha fazla söz söylemeden, bir işletmede yetkili müdür olarak çalıştığınızı varsayarak sizlere şu soruyu yöneltelim: “Çalışma saatleri konusunda satış personelinizden sürekli yeni öneriler gelmektedir. Önerileri dikkate alıp esnek çalışma saatleri mi ayarlarsınız? Yoksa ‘Hayır, bizim şirketimizin bir politikası var, isteyen çalışır, isteyen gider.’ mi dersiniz?” Ve şu iki küçük senaryo ile konuyu bağlayalım... Birinci senaryo Orta ölçekli bir aile şirketinde; müdür gider ve patronun kapısını çalar. İçeriden tok bir ses “Gir!” der. Kapı açılır ve müdür içeri girer. Patron telefonda kavga edercesine birisiyle konuşmaktadır. Bırakın müdüre otur demeyi, eliyle buyur şeklinde bile işaret etmez. Müdür, el pençe divan misali ayakta beklemektedir. Konuşma ilerledikçe patronun öfkesi artmaktadır ve bu durumda müdürün omuzları biraz daha çökmektedir. “Şimdi de hiç zamanı değilmiş, keşke gelmeseydim” diye düşünse de iş işten geçmiştir artık. Bir kere kapıdan içeri girmiştir. Hem az önce patrona “Müsait bir zamanda size önemli bir konu arz edeceğim,” diyerek görüşme talebinde bulunmuştur. Nihayet patronun görüşmesi biter ve müdüre döner (muhtemelen kafasında az önceki görüşmeyi ve harareti halen yaşatmaktadır). “Ne var?” Müdür, patronun bu hiddetli halinden hiç de hoşnut olmayarak ve biraz da sıkılarak söze girer: “Şey efendim, diyecektim ki...” “Ne söyleyeceksen söyle müdür!” “Efendim, personel bir saat erken çıkalım diyor.” “Müdür, bunlar hep senin başının altından çıkıyor!” “Ne münasebet efendim...” “Yok, yok... Bunları hep sen örgütlüyorsun. Biz zamanında gece gündüz çalışırdık. Gece on ikilere, birlere kadar çalışırdık. Hem de hiç uyumadan yorulmadan çalışırdık. Neredeyse evdekilerin yüzünü görmezdik. Neymiş efendim, şimdi bir saat erken çıkacaklarmış. Kimse bir saat fazla kalayım, iki araba fazla satayım diye düşünmüyor. Git söyle herkese, erken çıkmak falan yok!” “Peki efendim.” Müdür kapıdan çıkar ve aşağıya iner. Kendisini bekleyen meraklı gözlere bakarak “Olmadı,” der. Kalabalık homurdanarak dağılır. Müdür odasına girerken personelin “Akşam bu saatten sonra kim gelir? Görürsün bak, kimse gelmeyecek. Boşu boşuna bekletiyorlar bizi. Gelen de boş müşteri, bakarsam iki olsun. Boş ver, otur bilgisayarda oyun oyna...” vb. sözlerini duymamıştır bile. Herkesin yüzü asıktır, gözlerinden mutsuzluk okunuyordur. “Müdür de ne beceriksiz bir adammış yahu, bir saat izni bile koparamadı patrondan,” diyenler bile vardır. İkinci senaryo Kurumsal bir firmada, müdür uzun zamandan beri müşteri raporlamalarını yapıyordur. Akşam 18.00’den sonra gelen telefonları ve müşteri ziyaretlerinin kaydını tutmaktadır. Yapılan görüşmeler neticesinde müşteri profili, satın alma koşulları ve adetlerini de bu raporda ayrı kategorilere ayırmaktadır. Harcanan elektrik ve bazı tasarruf kalemlerini de gözden geçirmekte ve kapsamlı bir şekilde raporuna eklemektedir. Yılsonunda yapılacak genel toplantının gündem maddelerinden birisi de çalışma saatlerinin gözden geçirilmesidir. Toplantı saatinde müdür elinde dosya ile toplantıdaki yerini almıştır. Söz kendisine geldiğinde hazırladığı raporu yönetim kurulu başkanına ve toplantıya katılanlara sunar. Raporda her şey ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Saat 18.00’den sonraki satış gelirleri ile harcama kalemleri giderleri karşılaştırılmış, personelin ev güzergahları, dinlenme saatleri, sosyal paylaşımları, mutlu çalışan verimliliği, geriye dönüşler, vb. tüm analizler TL karşılığında belirtilmiştir. Herkes sunumu can kulağı ile dinlemiş, kısa bir fikir alışverişinden sonra karar verilmiştir. Çalışma saatlerinde esnekliğe gidilecektir. Özel durumlar haricinde personel bir saat daha erken çıkabilecektir. Çünkü yarın da onlar çalışacaktır. Futbolda olduğu gibi, burada yedek kulübesi yoktur. İş yaşantısını sosyal yaşantısıyla dengeleyebilen, dinlenmiş ve zinde bir personel daha verimli olacaktır. Evlerine ve çocuklarına ayırdıkları zaman artmıştır. Dostları ile daha fazla zaman geçirebilecek, belki de buradan müşteri portföyü oluşturacaklardır. Satış grafikleri giderek yükselmektedir. Tüm bunlar bir film şeridi gibi geçer müdürün gözlerinin önünden. Kapıdan çıkar, yüzünde mutlu bir tebessüm vardır. Kendisini bekleyen meraklı gözlerin içine bakar ve “Oldu bu iş...” der. Kalabalık sevinçten ne yapacağını şaşırmıştır. Sevinç gösterileri arasında şöyle bir ses duyulur: “Bu müdür var ya bu müdür... Aslan gibi adam maşallah, tuttuğunu koparır. Onunla çalışmaktan gurur duyuyorum. Her zaman arkasındayım...” (4 Eylül 2012) ZAMLARI BEKLERKEN Hülya, annesinden aldığı gazla evden dışarı fırlar, bir solukta işyerine varır. Patronun odasına girer ve kapıyı sertçe kapatır. Patron şaşkınlık içerisinde Hülya’ya bakmaktadır. Hülya, “Sen tek başına bir çocuk büyütmek ne demek biliyor musun?” diye söze başlar; “eğitim masrafları, durmadan büyüyen bir çocuk, eskimeden küçülen giysiler, annemin ilaçları, hastane ve doktor masrafları… Kendimi hiç saymıyorum bile… Saymıyorum, çünkü ‘ben yokum’, yaşamıyorum.” Konuşurken nefes bile almamıştır Hülya, devam eder: “Ne olacak benim ücretim?” Bu sahne, bir diziden alıntıdır. Gerçek hayatta bu konuşmayı yapabilecek kaç kişi tanıyorsunuz? Her ne kadar söylenilenler ve sorunlar hayatın gerçekleri olsa bile bu sahnenin yaşanabileceğini hayal etmek zor geliyor, değil mi? *** Ahmet, uzun süredir aynı işyerinde çalışmaktadır. Üniversite eğitimi ve askerlik sonrası başladığı işinde beş yılını doldurmuştur. Nişanlıdır ve evlilik planları yapmaktadır. İşyerinde yeni maaş zamları açıklanmak üzeredir. Acaba bu sene patron özel bir uygulama yapacak mıdır? Ne de olsa gece gündüz demeden, cumartesi-pazar ayırt etmeden çalışmış, varını yoğunu işe vermişti. Reklama gerek yoktu, herkes onun ne kadar çok çalıştığını zaten biliyordu. İyi bir zam onu çok rahatlatacaktı. Artık baba evinden ayrılıyordu. Masrafları artacağından, geliri yetersiz kalabilirdi. Bu yüzden de endişeliydi. Günlerdir doğru düzgün uyuyamamıştı. Sıkıntısını bir iki arkadaşından başkasıyla paylaşmamıştı. Onlar da işyeri dışından kıdemli dostlarıydı. Belki de müdürü ile görüşse işi çözülebilirdi ama beklemeyi tercih etti. O gün zamlar açıklandı. Performans veya özel durumlara bakılmaksızın herkese eşit oranda yüzde 5 zam yapılmıştı. Ahmet de diğer arkadaşları gibi hayal kırıklığı içerisindeydi. Yapacak bir şey olmadığını düşündü, şimdilik işe devam edecekti. En azından daha iyisini bulana kadar… *** Aradan yıllar geçer. Ahmet aynı iş yerinde çalışmaktadır. Düğünü olmuş, arkasından bir yıl içerisinde bir çocuk ve aradan çok geçmeden ikinci çocukları olmuştu. Takdir-i ilahi! Elden ne gelir ki? Masraflar artık belini bükmeye başlamıştı. Evliliğin ilk yılında eşi de çalıştığından çok zorlanmasa da çocukların doğumundan sonra artık eşi çalışmıyordu. Gelir azalmış, gider de artmaya başlamıştı. Artık zamlardan da ümidi kesmeye başlamıştı. Yıllardır doğru düzgün bir zam alamamıştı. Sekiz yılda aldığı zamlarla maaşı sadece 350 TL artmıştı. Ortalama yıllık 50 TL bile değildi. Askerlik sonrası ilk işe girerken çok da umursamadığı maaş konusunun şimdilerde böyle önemli olacağını aklının ucundan bile geçirmemiş, iş görüşmesinde önerilen teklifi hiç düşünmeden kabul etmişti. Gençti, azimliydi, önünde çok yıllar vardı. Nasıl olsa birçok şey değişebilirdi. Evet, değişti de ama artan giderler oldu, diğer her şey eksiye doğru gidiyordu. *** Ahmet, can yoldaşı Ayhan ile dertleşiyordu ama Ayhan’ın durumu da farksızdı. İşe ilk girdiğinde evli ve eşi çalışıyor, henüz ilk çocukları okula gitmiyordu. Ayhan zamanın nasıl geçtiğini bile fark etmeden çocuğu okula başladı. Eşi ile birlikte aldığı maaş evi zor geçindirirken çocuğun okul masrafları ağır gelmeye başlamıştı. Derken doğan ikinci çocukla birlikte hastane, doktor ve diğer masrafları artık boyunu aşmıştı. Gidip patronla konuşmak vardı ama o sessiz kalmayı tercih etti. Her yıl zamlar açıklanırken patronun onun bu özel durumlarını fark edeceğini ümitle bekledi ama nafile, hiçbir şey değişmemişti. Artık pes etmiş, işyerinde bir şeyleri değiştiremeyeceğini düşündüğünden yeni bir iş arayışına geçmişti. Bu yıl ki zamlardan da bir sonuç çıkmazsa kesinlikle işten ayrılacaktı. Hatta o kadar canı burnundaydı ki -yeni bir iş bulmasa bile- kesinlikle ayrılmayı düşünüyordu. İşyerine ve patronlarına karşı öfkeliydi; neden onun durumunu görmezden geliyorlar, neden halden anlamıyorlardı? Kendisi amatör bir ruhla profesyonelce çalışıp her şeyini işine adamışken patronlar neden profesyonel bir yaklaşımdan uzak herkese enflasyon oranında eşit zam yapıyorlardı? Ayhan, bu olanlara bir türlü anlam veremiyordu. *** Aradan bir yıl daha geçti Ahmet ve Ayhan bir kafede oturmuş dertleşiyorlardı. Zamlar açıklanmıştı ve her ikisi de mutsuzdu. Hala aynı işlerinde çalışıyor ve hala aynı sorunları konuşuyorlardı. Zaman onlara ne getirecekti? Acaba korkularını veya umutlarını dile getirebilecekler miydi? Yoksa cesaretle yapamadıkları çıkışları, öfke veya çaresizlikle mi yapabileceklerdi ?.. (13 Ağustos 2013) SARI ÖKÜZÜ VERMEYECEKTİN MÜDÜRÜM New Hampshire eyaleti, ABD'nin kuzeydoğusundadır. Toplam nüfusu bir milyon iki yüz otuz beş bin civarındadır. Nüfus ve yüzölçümü bakımından ABD'nin en küçük 10 eyaletinden biridir. En büyük şehri olan Manchester’ın bile nüfusu sadece yüz bin civarında kalır. Bir dostum 10 yılı aşkın süredir burada yaşamakta ve dört ayrı markayı temsil eden bir yetkili satıcıda satış danışmanlığı yapmaktadır. Yapmış olduğumuz bir sohbet sırasında aldığım notlara göre; dört markanın sadece bir tanesinde 32 Satış Danışmanı, 3 Closer, 4 Satış Müdürü, 5 Finans Müdürü bulunmaktadır. Yıllık satış adetleri sıfır km ve ikinci el olmak üzere toplamda 3500- 4000 adet arasındadır. Yılda 260 kişi ile görüşüp 150 adet satış yapan bir satış danışmanı, brüt 90000 USD para kazanmış, 27000 USD vergi ödemiş, 42000 USD gideri olmuş ve 23000 USD para artırabilmiştir. Belirli bir sistem ve metot içerisinde satış görüşmelerini sürdüren ve karlılıktan prim alan satış danışmanları, araç maliyetlerini kesinlikle bilmemektedir. Bir diğeri yılda 429 kişi ile görüşüp 296 satış gerçekleştirmiş ve brüt 280000 USD para kazanmıştır. *** “Sarı Öküz” hikayesini bilmeyen yok gibidir. Yine de bilmeyenler için anlatalım. Günümüze çok uyan bir olaydır. Pek çok konuyla ilgili olarak anlatılabilir. Peki, bizim konumuzla ilgisi nedir? Onu da hikayeyi okuduktan sonra söyleyelim. Hikaye şöyledir: “Bir çakal sürüsü, yakında bulunan öküz sürüsünü tehdit etmeye başlar. Her gün yeni bir saldırı, kavga-dövüş… Her gün bazı öküzler yaralanır, bazıları vahşilere yem olur. Ancak öküzler de güçlü kuvvetli hayvanlar olduğu için çakalların saldırısına karşı koyarlar. Fakat gün gelir, dirençlerini yavaş yavaş yitirdiklerini anlamaya başlarlar. Çakal sürüsüne barış önerisinde bulunurlar. Çakallar bunu kabul eder ama bir koşulları vardır: ‘Şu Sarı Öküz bize ters bakıyor, tavır koyuyor. Onu verin, barışı kabul edelim, bir daha size saldırmayalım.’ Öküzler aralarında uzun uzun konuşurlar. Sonunda sürünün en savaşçı, ilkeli, dirençli üyesi olan Sarı Öküz’ü vermeyi kabul ederler. Sürünün sözü geçen üyesi Yaşlı Öküz bu duruma karşı çıkar; ‘Vermeyin Sarı Öküz’ü, yoksa bu işin sonu gelmez.’ der ama sözünü dinletemez. Çakallar, savaş bitsin diye feda edilen Sarı Öküz’ü birkaç dakika içinde yiyip bitirirler. İki günlük barış sonrasında çakal sürüsü bu kez Alacalı Öküz’ü ister. ‘Söz, onu da verirseniz bu son olacak. Alacalı Öküz de bize ters bakıyor…’ Onu da verirler! Birkaç gün barış içinde geçer ama çakallar yine gelir. Bu kez Kara Öküz’ü, sonra genç öküzleri alıp götürürler. Durum kötüye gitmektedir. Gün gelir çakallara yem olan, öküzlerin sayısı azalır. Moralleri de çok bozulmuştur. Çakal sürüsüne dayanacak güçleri artık kalmamıştır. Çakallar istedikleri zaman yanlarına geliyor, istediklerini alıp gidiyorlardır… Bu durumda, köşesinde oturmakta olan Yaşlı Öküz’e sorarlar; ‘Biz nerede hata yaptık da böyle perişan olduk? Biz bunlara karşı direniyorduk. Sürümüzü dağıttılar, moralimizi yok ettiler, bizi korkuttular. Nerede yaptık hatayı?’ Yaşlı Öküz’ün verdiği yanıt acı ama gerçektir; ‘Siz Sarı Öküz’ü verdiğiniz gün bu savaşı kaybettiniz. İşte o anda direnme gücünüz bitti. Hatayı, Sarı Öküz’ü verince yaptınız. En baştan onu vermeyecektiniz. Geçmiş olsun…’” *** Bizim otomotiv sektöründe de Sarı Öküz=Maliyettir. Satış danışmanlarına maliyetleri verdiğimiz noktada kaybettik savaşı... Benim izlediğim kadarıyla -özellikle de son yıllarda- Türkiye’de satış danışmanları, karşısına oturan müşterisine önce hangi aracı istediğini sorar, sonra ver maliyet fiyatını, üzerine de yemin et; “Vallahi bir şey kazanmıyorum, maliyetine veriyorum.” diye. Müşteri alırsa alır, almazsa bahane hazır; “Maliyetine verdim almadı, sanki daha ucuzunu mu bulacak? Ben üstüme düşeni yaptım.” Böyle bir satış modeli kabul edilebilir mi? *** Geçen gün, sektörden bir yönetici dostumuzla oturduk, konuşuyoruz. Çok güzel bir etkinlik yaptılar. Bende davete icabet etmek üzere oradaydım. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş; canlı müzik, süslemeler, ikramlar, şark köşesi, Türk kahvesi, çocuklar için palyaço vs. Gelen tüm müşterilere küçük yarışmalar neticesinde çeşitli hediyeler dağıtılıyordu. İnsanlar gülüyor, eğleniyorlar. Çocuklar ellerinde balonlar, yüzlerinde boyaları, sevimli birer maskot gibi koşuşturup duruyorlardı. Yorulanlar şark köşesinde Türk kahvelerini yudumluyor, midesi kazınanlar beyaz örtülü, kırmızı kurdeleli kokteyl masaları üzerindeki ikramlardan atıştırıyorlardı. Nihayet etkinlik bitmiş ve günün yorgunluğunu sıcak bir çay eşliğinde muhabbet ederek atmaya çalışıyorduk... Etkinlik amacına ulaşmış mıydı acaba? Sorunun cevabı, satış danışmanlarının kaç görüşme yaptığı ve kaçını satışla sonuçlandırdığı, kaç görüşmesini ileriki bir tarihte satışa dönüştürebileceği ile ilgili raporlar, dokümanlar çıktıktan sonra belli olacaktı. Fakat görülen o ki; satış danışmanları aktivitenin içerisinde ziyaretçileri karşılamak, ağırlamak, aktivite ve ürünler hakkında bilgi vermek, ihtiyaçları belirlemek, müşteri davranışlarını inceleyerek kendilerine müşteri seçmek yerine bir kenarda kendi aralarında gruplaşarak sohbet ediyorlar ya da ortalıkta aktivitenin eğlencesine kendilerini kaptırıp gidiyorlardı… Sonuçta bu kadar masraf, bu kadar çaba heba mı oldu? Acaba her şey boşuna mı yapıldı? Bu şekilde, tesadüfen birkaç satış gerçekleşebilir ama etkinlik amacına ulaşır mı? Yapılan masraflar karşılığını fazlasıyla alır mı? Tüm bu soruların cevabı şimdiden belli aslında ama bekleyelim ve görelim. Görelim, ama bu yönetici dostumuz endişeli… Anlattığına göre, tüm yıl içerisinde yaşadığı sıkıntılar aynı neredeyse. Satış danışmanlarından hiçbirinin hedeflerini tutturamadığından, belirli bir görüşme kalitesi gerçekleştiremediklerinden ve bir sistem oturtamadıklarından yakınıyordu. Satış danışmanları her görüşmede bırakın kar etmeyi maliyetine, hatta maliyetin de altında araç satışı gerçekleştiriyorlardı. Onlara göre amaç, hedefleri yakalamaktı. Ama asıl amaç; hedefleri tuttururken müşteri memnuniyeti ile birlikte kar etmek olmalı. Kar etmeyen bir işletmenin ayakta kalması, büyümesi ve kaliteli bir hizmet sunması mümkün değildir. Kar etmek öncelikli hedefimiz olmalıdır. Zira biz sadece ürün satmıyoruz, aynı zamanda bir hizmet de veriyoruz. Müşteri, bu hizmetler karşılığında bedelini ödeyerek mutlu ayrılmak isteyecektir. Sadece ucuz ürün almak müşteri memnuniyeti için yeterli değildir. Bunu anlamak ve içine sindirmek, satış danışmanının asli görevidir. Bu konuşmalar içerisinde yönetici dostumuza şu cümleyi sarf ettim: “Ağabey, biz satış danışmanlarına maliyetleri vermeyecektik…” Cevabı şu oldu: “Evet, haklısın. Sarı Öküz’ü verdik bir kere…” *** Sektörde patronlar karlılıkların az olduğundan şikayet ediyor, çalışanlar ise ücret yetersizliği ve sosyal imkanların azlığından yakınıyorlar…. Acaba siz ne dersiniz; çözüm Sarı Öküz’de olabilir mi? (31 Temmuz 2012) ŞUT VE GOL Birkaç yıl öncesiydi. O zamanlar TRT 1’de sunucu Erdoğan Arıkan, yorumcular Hakan Şükür, Mehmet Demirkol ve Ömer Üründül ile birlikte Stadyum programını yapıyorlardı. Onlara bir e-posta göndermiştim. Spor programlarının içerisinde eskiden beri süregelen bir bölüm vardır; o hafta içerisinde atılan golleri gösterirler. İşte bu “haftanın golleri” bölümüne alternatif olarak o haftaki maçlar içerisinde atılan şutları gösteren bir bölüm eklenmesini önermiştim. Çünkü atılan şutlar o kadar kötü, o kadar cılız ve o kadar isabetsizdi ki insan ister istemez, “Ben vursam daha iyi giderdi!” demekten kendini alamıyordu. Atılan her şuttan sonra; “Hay senin ayağına!..”, “Şunu bizim marangoza gönderilim de yontsun biraz!” ,“Senin ayağının balansı yok mu kardeşim?”, “Ben vursam kesin gol olurdu!” gibi ünlemleri duymuşsunuzdur çoğu zaman. (Tabii hemen tahmin edebileceğiniz bazı tepkileri burada kaleme alamadık!) Peki, sizce Türk futbolcusu şut atmayı bilmiyor mu? Biliyor bilmiyor, tartışılır. Aslına bakarsanız bir yandan da maç içerisinde şut atmaya korkuyorlar diyebiliriz (Çoğunuz gözünüzle tanıklık etmişsinizdir). Eğer birisi yanlışlıkla gaza gelip de şut atarsa ve bir de şut atan kişi genç bir futbolcu ise vay o futbolcunun haline! Hemen ağabeyleri ona dönüp kızgın gözlerle bakar, o da başını öne eğip gerisin geriye koşar. Bir daha şut atmak mı? Tövbe! Bazı ağabeyler daha da ileri gidip ağzından köpükler saçarak kızar, bağırır, el kol hareketleri yapar… Bir de atılan şut kötü olunca, sanki haklıymışlar gibi görünür. Taraftar da kızar haliyle, hazmedemez kötü şutu. *** Otomotiv sektörünü ele alırsak, çalışanların hata yapma şansları çok az. Hele ki 0-0 berabere giden, gol atmazsan her şeyin biteceği, milyon dolarların kaybedileceği bir maçta 90. dakikada kaleciyle karşı karşıya kalıp da boş kaleye golü atamayan personelin halini düşünemiyorum bile! Sıkıysa vur topa, dağlara taşlara gitsin. Nereye vuruyorsun? Müsait durumdaki arkadaşına pas vermek yerine topu avuta atarsan yaşatmazlar seni, çiğ çiğ yerler! Peki, bu profesyonel futbolcular bir yılda 365 gün ne yapıyorlar sizce? Ne kadar şut çalışması yapıyor, işlerini ne kadar ciddiye alıyorlar? Otomotiv sektörünün çalışanları genelde sabahın yedisinde evden çıkıyor, en erken akşam sekizde evde oluyorlar. Haftanın minimum altı günü çalışıyor. Bazen pazar günleri bile çalışıyorlar. Ayda ortalama 26 çalışma günü üzerinden hesaplarsak 338 saatini (İşe gidip gelirken harcanan zaman da içinde olmak üzere) işyerinde geçiriyorlar. Acaba bir futbolcu ayda kaç saat çalışıyordur? *** Bir öğretmen sınavda yanlış bir soru sorsa, o anda belki de 40 yıllık meslek hayatını bitiriverirler. Sizce bir doktorun yanlış teşhis veya tedavi yapmak gibi bir hata şansı ne kadar olabilir? Ya da olmalıdır? Bir avukat, dosyasını iyi okuyup iyi hazırlanmadan mahkemeye çıkıp davayı kaybederse durumu ne olur? Bir usta, aracın frenlerini iyi kontrol etmedi diye oluşabilecek kazalarda ne kadar affedilebilir? Bir öğrenci, iyi hazırlanmadığı bir sınavda, bir de üstüne basit bir hata yaparak birkaç puanla kaybettiği sınav sonrasında sadece bir yılını mı kaybetmiş olur? Bir şoför sadece bir saniye önüne bakmadığında neler olabilir? Bir restoranda veya kafedeki garson tepsiyi devirdiğinde işine kaldığı yerden devam edebilir mi? Kalabalık bir şirkete yemek veren firmanın aşçısı o gün kullandığı malzemelerin bozuk olduğunu fark etmezse bu durum ne gibi sonuçlar doğurabilir? Bir mühendisin üzerinde çalıştığı planda çok küçük de olsa bir hata yapması nelere mal olabilir? Bir satış danışmanının (bir maçta) kaç hata yapma şansı vardır sizce? Ya da ne kadar olmalıdır? *** En ufak bir olayda “Türkiye’de futbolcu kolay mı yetişiyor?” deniliyor. Peki, bir öğretmen, doktor, avukat, mühendis, satış danışmanı kolay mı yetişiyor? (1 Ocak 2013) AFİYET OLSUN Hafta sonu kahvaltıları en büyük keyiflerimizden biridir. Aslında bu, ailenizle birlikte hep beraber bir masada olmanın keyfidir. Yoksa sıcak bir dilim ekmek üzerine sürülen tereyağı, tulum peyniri, bal-kaymak, zeytin ve daha nice peynir çeşitleri, söğüşlenmiş ve halis zeytinyağı ile soslanmış bir de üstüne kırmızıbiber ve kekikle bezenmiş domates değildir bizi cezbeden. Birçoğumuzda açık büfe kahvaltı eşliğinde dostlarımız ve arkadaşlarımızla beraber olmanın keyfiyle “Günaydın” deriz pazar sabahlarına. Sabah, öğle ve akşam ziyafetlerinden sonra çabucak diyete başlama sözleri verilir ama maalesef hemen hiç kimse bu sözlere uyamaz. *** Sizce diyet yalnızca miktar olarak az yemek midir, yoksa hem sağlıklı hem de seviyeli yemek midir? “Her ikisi de” diyenleri duyar gibi oluyorum. Seviyeyi belki ayarlayabiliriz ama sağlıklı yiyecekleri nereden bulacağız pekala? Bugün nerdeyse tüm marketlerdeki paketlenmiş ürünler ve restorankafelerdeki hazır yiyeceklerde katkı maddeleri bulunmaktadır. Hal böyle olunca da tabii sağlıklı yemek hayal oluyor. *** Bir de işin “şirket yemekleri” gibi sancılı kısmı daha var. Şirketler, yemeklerden tasarruf yapmak için ucuz malzemeye yönelince, zaten sabahları poğaça, simit, açma vb. ürünlerle kahvaltıyı geçiştiren şirket personeli, öğle yemeklerinde de handikap yaşıyor. Taze sebze ve meyve, et ve proteinden yoksun, ucuz malzeme ile yapılmış yemekleri yediklerinde verimsiz bir iş günü geçirmeye aday oluyorlar. Hepimiz günlük yaşam içerisinde çeşitli kaynaklardan okuyarak bir takım bilgiler edinebiliyoruz. Bu bilgilere göre besin öğeleri açısından zengin gıdalardan yoksun kalan çalışanlarda yorgunluk, halsizlik, uyku eğilimi, dalgınlık, dikkat toplayamama, sinirlilik, iştahsızlık, depresyon belirtileri baş gösteriyormuş… Bu tür şikayetleri yaşayan personelden nasıl bir verimlilik alınabilir ki? Bir de buna şirket içerisinde dolaşan negatif konuşmaları, olumsuz yorumları (dedikodu), kendi cebinden harcayarak yenilen öğle yemeklerini, personelin aylık harcama bütçesinin giderek artmasını, verimin düşmesini, faydalı bir personelin işyerinden ayrılmasını eklersek… Sağlıklı bir beden, zihin ve ruh yapısı için gıdalardan alınan zengin vitamin ve minerallerin önemi ve yeri çok büyüktür. Bu tip sorunlar birçoğumuzun, bazen aile bireylerimizin bazen de arkadaşlarımızın günlük hayatta sıkça karşılaştığı sorunların başında gelmektedir. Atalarımız ne demiş; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Vücut sağlımız için sağlıklı yiyecekler tüketelim. Her ne kadar atalarımız gibi köy yumurtası, taze sağılmış süt, hakiki tereyağı, peynir, köy tavuğu ve diğer et-süt ürünlerini bulamasak da... (9 Ekim 2012) NASIL YARDIMCI OLA (MAYA) BİLİRİM? Telefon çalar zırlayarak... “Buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” “Sadettin Bey ile görüşecektim.” “Sadettin Bey yerinde yok, konu neydi?” “Firmanızdan bir ürün almıştım, fakat hiç kullanmadım, iade etmek istiyorum.” “Bir dakika ayrılmayın, sizi Hulusi Bey’e aktarayım, size o yardımcı olsun.” Telefon yine çalar. “Alo, ben Hulusi...” “Hulusi Bey, arkadaş telefonu size bağladı, sizin yardımcı olabileceğinizi söyledi.” “Konu neydi?” “Ürününüzü iade etmek istiyorum.” Sizin Sadettin Bey ile görüşmeniz gerekiyor.” “Ben de Saadettin Bey’i istemiştim ama…” “Ayrılmayın aktarıyorum.” Telefon bir kez daha çalar. “Alo, buyurun.” “Sadettin Bey ile görüşecektim.” “Sadettin Bey yerinde yok, konu neydi?” “Konu monu yok kardeşim, neden bana boşuna nefes tükettiriyorsunuz? Her çıkan dinliyor, sonra başkasına aktarıyor. Yardımcı olan yok. Madem bilmiyorsun, git mektebinde oku! Hem zaten az önce ben ürününüzü parçaladım! Şimdi de sizi…” Telefon yüzüne kapanır. *** Telefon zırlayarak çalar. Otomatik santral çıkar, dinlersiniz; önce Türkçe sonra da İngilizce olarak size bir açıklama yapılır: “Bankamıza hoş geldiniz, Wellcome to (…) Bank, for English press 9.” Daha sonra devam eder: “Dahili numarayı biliyorsanız tuşlayın. Bilmiyorsanız kayıp, çalıntı veya şüpheli işlem bildirimleri için 1’i, şifre değişikliği için 2’yi, bankacılık işlemleri ve kredi kartı ödemesi için 3’ü, (…) 4, 5, 6, 7, 8’i tuşlayınız. Operatöre bağlanmak için lütfen bekleyiniz.” Siz ihtiyacınız olan işlemi gerçekleştirmek için varsayalım 4’ü tıkladınız. Otomatik santral devam eder: “Aradığınız departmandaki tüm temsilciler müşterilerimize hizmet vermek için görüşmektedir. Siz sırada bekleyen birinci kişisiniz. Beklemek için 1’i, başka bir departmana bağlanmak için lütfen 2’yi tuşlayınız.” Bekleyelim, nasılsa ilk sıradayız. Biraz süre geçer ve aynı anons tekrarlanır: “Birazdan müşteri temsilcinize bağlanacaksınız. Siz beklemekte olan birinci kişisiniz. Beklemek için 1’i, başka bir departmana bağlanmak için lütfen 2’yi tuşlayınız.” Bekliyoruz tamam, şimdilik sorun yok, -Fon müziği de iyiyse- biraz beklemekten ne zarar çıkar ki! Telefon yine çalar. Karşınıza birisi çıkacak sanırsınız fakat mekanik ses konuşur: “Sizlere daha kaliteli hizmet verebilmek için görüşmeleriniz kayıt altına alınmaktadır.” “Konuşmayı bırakın da işinizi yapın kardeşim” diye geçirirsiniz içinizden. Karşınıza çıkan kişi önce ismini ve nasıl yardımcı olabileceğini söyler. Konuyu söylersiniz, o da sizi başka bir departmana yönlendirir: “Ayrılmayın, sizi aktarıyorum.” Telefondan ayrılmayacağım, ama artık ortadan ikiye ayrılıyorum! Sinirden çatlamak üzereyim. Bu kadar beklediğim süreye mi yanayım, yoksa az önce derdimi anlatmak için harcadığım süreye ve nefesime mi yanayım? Kararı siz verin. Yazık! Karşınıza hiçbir şeyden haberi olmayan, işini özveriyle yapmaya çalışan, henüz daha yeni işbaşı yapmış bir personel çıkar. Siz bütün hırsınızı ondan alırsınız: “Kaç saattir bir yetkiliye bağlayamadınız kardeşim! Şu sorunumu çözecekseniz çözün, çözmeyecekseniz ben gelip sizi çözeceğim! Yeter artık!.. “Sakin olun efendim.” “Sakin makin olamam ben, kafamda saç bırakmadınız, ben de sizin saçınızı…” Telefon yine yüzüne kapanır. *** Telefon çalar. “Buyurun. … Sigorta, nasıl yardımcı olabilirim.” “Yardımcı olmayın kardeşim, işinizi yapın.” *** Bankacılık, Sigortacılık, Otomotiv, İnşaat, Tekstil, Elektronik, Hastane, Pastane fark etmez, her yerde durum aynı. Maalesef… (18 Aralık 2012) ALIŞKANLIKLAR Bugünlerde sosyal medyada ve internet sitelerinde sürekli özlü veciz karşılaşıyoruz. İnsanın okuduğu zaman etkilenmemesi mümkün değil. O kadar güzel ve doğru sözler ki bunlar, hani yeme de yanında yat gibi. Hepsi yerli yerinde, tam yerine oturan cinsten. İyi, güzel, hoş da, hangimiz bu sözlerde yazan yaşam şeklini benimseyebiliyor? Hangimiz hayatımızda uygulayabiliyor, hangi birimiz tüm bu güzel ve özlü sözleri içselleştirebiliyoruz?.. Bizim Türk milletinin diline pelesenk olmuş söz vardır; “Alışmış kudurmuştan beterdir”. Alışkanlıklar bizi yiyip bitiriyor, farkında değiliz. Günümüzde çok kullanılan bir söz ise, “Hayat çok monotonlaştı”. Aslında bu bir hastalıktır, fakat kimse kabul etmez. Bunun için özel bir tedavi yöntemi gerekmektedir. Öyle bir seansta çözemezsiniz, hele ki sosyal medyada okuyup, beğenmekle, paylaşmakla hiç çözülmez. Örneğin, çoğumuz akşam eve gidince kumandayı alıp televizyon karşısına geçmekten ve kanepede uyuklayıp kalmaktan şikayet eder. Fakat bunu değiştirmek için hiçbir adım atmaz, kimseden de yardım kabul etmez. Bazılarımız bunun bir ‘hastalık’ olduğunu bile kabul etmiyor! *** Dünya hızla değişiyor, bizler alışkanlıklarımızı yavaş yavaş terk ediyoruz. Dünya değişirken bizler aynı kalamayız. Satın alma alışkanlıkları değişirken satış danışmanları hala babadan kalma alışkanlıklarla ve klasik satış yöntemleriyle hareket etmeye devam ederlerse sınıfta kalırlar. Planlamalarınızı yaparken, yapmanız gerekenleri belirlerken, yapmamanız gerekenlerin de listesini yapınız. Terk edilmesi gereken davranışlar nelerdir? Sürekli kendimize bir takım hedefler veriyoruz. Fakat “Müşteri listemizdeki kişiler bizim bu hedeflerimizi tutturmaya, ticari faaliyetimizi sürdürülebilir kılmaya yeter mi?” diye kendimize soruyor muyuz? Müşteri durağan değildir. İhtiyaçları, özlemleri, beklentileri değişmektedir. Sürekli sizin hizmetinize ihtiyaç duyanları bulmalısınız. Aynı zamanda hizmetinizi de sürekli güncel tutmak zorundasınız. “Eski köye yeni adetler” getirmelisiniz! Sektörden bir büyüğüm ile sohbet ederken ona şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Biz önceleri filo müşteriyi tanımak ve ulaşmak için uğraştık, şimdilerde ise perakende müşteriyi tanımak ve ulaşmak için çaba harcıyoruz ve bunun yollarını bulmaya çalışıyoruz.” Aldığım cevap, “Haklısın!” oldu. *** Listeyi sürekli güncel tutup, müşteri ihtiyaçlarını gözden geçirmeliyiz. Müşteri anketleri yapılmalı, müşteri halen bizim sattığımız ürünü mü kullanıyor yoksa farklı bir şirket veya markanın müşterisi haline mi geldi sorgulamalıyız. Belki de müşterilerimizin ihtiyaçları değişmiştir veya diğer markalar-şirketler daha aktif, daha etkili çalışmalar yapıyor, ihtiyaca yönelik ürünler pazarlıyordur. Şirketimiz müşterilerine, “Başka şirketlerin veremediği neyi veriyor?” sorusunu sormalıyız. Güçlü yönlerimizi ve eksikliklerimizi gözden geçirmeli, kayıtlar almalıyız. Personelimizin müşterilerin beklentilerini karşılamakta ne kadar iyi olduğuna da bakmalıyız. Nabza göre şerbet veren satış danışmanı modeli, artık tarih oldu. Müşteri bilinçlendi. Sistemli ve metotlu hareket etmeyen, müşteriyi kendi sistem ve metot çerçevesinin içerisine çekemeyenler uzun vadede başarısız olacak ve kendinden çok fazla bahsettiremeyecektir. Kişiler unutulur ama sistem ve metotlar kalıcıdır. Kendinizi yeniden keşfetmek zorundasınız, çünkü kendini keşfetmeyen hayatı keşfedemez. Birçok kişi veya kuruluş kendi içlerine bakmaya cesaret edemezler, zira eksik bulmaktan korkarlar. Aslında eksik demeyelim, eski alışkanlıklar diyelim. İnsanlar başta olmak üzere şirketler eski alışkanlıklarından kurtulmak, neyi yapmamaları gerektiğini belirlemek, üstesinden gelinmesi gereken konuları, sorunları ve güçlü oldukları konuları belirlemek adına adımlar atarlarsa, inovasyonu teşvik eden çalışmalar yapıp geri bildirime değer verirlerse, planlı ve ölçülebilir çalışmalarla öteyi görebilirlerse başarıyı da kucaklayacaklardır. *** İş hayatında müşteri, tatmin etmeniz gereken bir kişidir. Eğer bunu kabul etmiyorsanız yakın bir gelecekte müşterisiz kalacaksınız demektir. Müşteri, ister öğrenci, hasta, müvekkil, yolcu, ziyaretçi, turist, ister katılımcı olsun, odaklanmamız gereken nokta; bu bireylerin veya kurumların ihtiyaçlarını, isteklerini, arzularını tatmin etmek için, neye değer verdiklerini keşfetmek olmalıdır. Eğer ki kendi inandığımız değerlerin müşteriyi tatmin edeceğini düşünürsek, işimiz tehlikede demektir. Müşterinin gözünden bakmak gerekir. Ayrıca dikkat etmemiz gereken bir nokta da müşterinin bizi neyle hatırlamasını istediğimizdir. Ucuz fiyat, hizmet kalitesi, hızlı alışveriş, samimiyet vb. seçeneklerinden birini mutlaka ilke edinmek durumundayız. Neyi seçersek seçelim süreklilik ve yerinde, zamanında değişiklik şartları da beraberinde olmalıdır. Eğer ki siz sürekli ucuz fiyat veremiyorsanız müşteri siz terk edecektir. Aynı zamanda ürün konusunda da yenilikler getirmek durumundasınız. Eğer ki kaliteden ödün vermeyeceğim derseniz, bu ürün kadar hizmet ve personeli de kapsamalıdır. Ne yaparsanız yapın karar alarak, bilinçli ve programlı yapın, alışkanlıklara bağlı kalmayın. Alışkanlıklarınız sizi tek etmez, siz alışkanlıklarınızdan kurtulmak durumundasınız. Yeni kararlar alın ve hayata geçirin. (27 Kasım 2012) AKLIN YOLU BİRDİR Bir kral, halkı için geniş bir yol yaptırmaya karar verdi. Ancak yapımı tamamlanan yolu halka açmadan önce, hatırlarda kalacak bir yarışma düzenlemeyi istiyordu. İsteyenin bu yarışmaya katılabileceğini ilan etti. Kral, yoldan en güzel geçecek kişiyi belirleyeceğini söyledi. Yarışma günü insanlar akın ettiler. Bazıları en güzel arabalarını, bazıları en güzel elbiselerini getirmişti. Kadınlardan kimileri saçlarını en güzel biçimde yaptırmış, kimi de yanlarında en güzel yiyecekleri getirmişti. Bazı gençler spor kıyafetler içinde yol boyunca koşmaya hazırlanıyordu. Nihayet, tüm gün insanlar yoldan geçtiler. Fakat yolu kat edip tekrar kralın yanına döndüklerinde hepsi aynı şikayette bulundu. Yolun bir yerinde büyükçe bir taş ve moloz yığını vardı ve bu moloz yığını yolculuğu zorlaştırıyordu. Günün sonunda, yalnız bir yolcu da bitiş çizgisine yorgun argın ulaştı. Üstü başı toz, toprak içindeydi ama krala büyük bir saygıyla yönelerek altınla dolu bir torba uzatıp; “Yolculuğum sırasında, yolu tıkayan, insanların yolculuk etmesini zorlaştıran bir taş ve moloz yığını gördüm. İnsanlar rahat etsinler diye bu taş ve moloz yığınını kaldırmak için durdum. Yolu temizlerken taşların altında bu altınla dolu torbayı buldum. Halktan kimsenin bu kadar altını olamayacağına göre, bu altınlar size ait olmalı.” dedi. Kral gülümseyerek cevap verdi: “O altınlar sana ait.” “Hayır, benim değil. Benim hiçbir zaman o kadar çok param olmadı.” “Evet,” dedi Kral, “bu altınları sen kazandın, zira yarışmanın galibi sensin. Yoldan en güzel geçen kişi sensin. Çünkü yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir.” *** Bu yol hikayesi, ilk okuduğum andan itibaren her zaman çok sevdiğim ve içerisinde birçok mesajlar barındırdığına inandığım bir hikaye olmuştur. Birçok platformda ve birçok kişiyle de paylaştım. İş hayatında “Kişiler gelip geçicidir, kurumlar kalıcıdır.” diye sık tekrarlanan bir söz vardır. Oysa inanırım ki; kişiler fiilen olmasa bile ismen kalıcı olabilirler. Her başarılı kişi arkasında bir eser bırakabilir. Bu bazen bir resim, bazen bir beste, bazen yüksek binalar vb. olabilir. İş dünyasında bırakacağınız en büyük eser, bir sistem ve metot üzerine inşa edilmiş, arkanızdan gelecek olanların yolunu açan kalıcı iş modelleri olacaktır. Ben bu hikayedeki yola “akıl yolu” ismini verdim ve “Aklın yolu birdir” dedim. Siz de aklın yolu birdir mantığı ile hareket ederek bilgide paylaşımcı olursanız ve herkesin fikrini alarak ortak fikirde buluşmayı seçerseniz, engelleri kaldırırsınız. Şikayet etmekle bir yere varılmaz. Yapıcı olmak, çözümler üretmek gerekir. “Ben yaptım oldu” değil de “Biz bir ekibiz ve beraber başardık” felsefesini benimserseniz, iş akışını kolaylaştıracak sistem ve metotlar üretirseniz, iş sürecini bunun üzerine inşa ederseniz, sizden sonra gelen kişiler de bu yolda daha rahat ilerleyecek ve bu eserin kurucusu olarak daima sizin adınızı zikredecektir. *** Bir vakitte İzmit’teydik. Markanın tüm bayi filo satış müdürleri toplantı için oradaydı. Ben kısa bir aradan sonra aynı marka içerisinde farklı bir yetkili satıcıda görev alıyordum. Orada ilk defa karşılaşıp tanıştığım ve sonradan çok iyi dost olduğum bir arkadaşım bana, “Ağabey, senin adın her yerde karşıma çıkıyor. Benim işimi o kadar kolaylaştırdın ki... Zamanında yaptığın tüm çalışmalar benim yolumu açıyor, sana çok teşekkür ediyorum.” dedi. Bu arkadaşım o anda benim daha önce görev yaptığım bir yetkili satıcıda görev almaktaydı. Ben de buradan daha öncesinde bizim yolumuzu açmış olan ağabeylerimize teşekkür etmek istiyorum. Onlar bizim yolumuzu açtı. Biz de arkamızdan gelenlere yol açmaya çalışalım diyor ve onlara şöyle sesleniyorum: Siz de engelleri kaldırın ve arkanızda bir eser ve yol bırakın, böylece hatırlanarak kalıcı olun. (18 Eylül 2012) BU SORGU BURADA BİTMEZ Osman da tüm galerici arkadaşları gibi her pazar günü oto pazarına araç çıkarmaktadır. Genel olarak oto galericilerinin araç satışında en fazla güvendiği enstrümandır açık oto pazarları. Neredeyse bütün bir hafta boyunca pazarın gelmesini beklerler. Özellikle yeni alınan araçların “pazara yetişmesi” için büyük bir çaba harcarlar ve bu deyim oto galericileri, oto sanayi siteleri, mekanik ve kaporta boya atölyeleri, yedek parça esnafları arasında yerini almıştır. Evet, araç pazara yetişecektir. Galericilerin en büyük satış umudu pazarı boş geçmemektir. Araçlarını büyük bir özenle hazırlar, tüm eksiklerini giderir ve temizlik yapılmasına çok dikkat ederler. Tüm bu işlemlerden sonra nihayet araçlar satışa hazırdır. Pazarda araçlar itinayla sıraya dizilir, etiketleri yazılır, şöyle bir üzerinden tekrar tozları alınır. Pazar sabahlarının değişmez ritüelidir tüm bu hazırlıklar. Sıra müşterinin gelmesindedir artık, beklemeye koyulurlar. En büyük sıkıntıları oto pazarlarının henüz tesisleşmemiş olmasıdır. Yıllardır bu kadar büyük bir sektöre hizmet veren oto pazarlarında ne bir bilirkişi, ne araçlara onay verebilecek bir servis, ne de vekalet veya noter satış işlemlerinin halledilebileceği ünitelerin olduğu bir sistem kurulamamıştır. Birçok oto pazarında tuvalet veya yemek organizasyonu dahi bulunmamaktadır. Tüm bu imkansızlıklar içerisinde araç satmaya çalışan oto galericilerinin en büyük sıkıntılarından bir tanesi de müşterinin pazar günü satın aldığı ve hatta kaparo bile verdiği aracı hafta içi satın almaktan vazgeçmesidir. Vazgeçme nedeni bazen haklı sebeplere dayansa bile birçok kez de havadan sudan sebepler olabilmektedir. Bu durum oto galericilerinin hiç hoşuna gitmez, zira aynı aracı satabilmek için bir sonraki pazarı beklemek zorunda kalacaklardır. Bazen sebepler o kadar can sıkıcıdır ki kavgaya bile sebebiyet verebilir. İşte Osman’ın başına gelen de yine can sıkıcı bir vazgeçiş nedenidir. Osman pazarda araba satmış, kaparo almıştır. Müşteri araç hakkında bilmek istediği her şeyi sormuş, Osman da sabırla en ufak ayrıntısına kadar cevap vermiştir. Sıra pazarlığa gelmiş, uzun pazarlıklar sonucu satış gerçekleşmiştir. Ertesi gün müşteri gelerek ödemesini yapmış ve notere gitmişlerdir. Bu arada müşteri gelirken ağabeyini yanında getirmiştir. Ağabey ısrarla hala aracı sorgulamaya devam etmektedir. Bu araç hangi versiyondu, plakası neydi, kazası var mıydı? Osman sabırla bir önceki gün müşterisine anlattığı tüm bilgileri tekrar ağabeye anlatır. Ağabey ısrarla soru sormaktadır, soruların ardı arkası kesilmemektedir: “Araç kazalı mı?” “Hayır, sadece iki parça boya var, kardeşinize söylemiştim.” “Ne! İki parça boya mı? Aracın neresinde bu boyalar?” “Sağ ön çamurluk ve kapıda.” “Demek sağdan büyük bir kazası var?” “Nerden çıkarıyorsunuz, sadece çizikten sebep olabilir.” “Yok, çizikten olamaz. Kesin sağdan bir TIR çarpmıştır.” “TIR da nereden çıktı şimdi?” Osman’ın tansiyonu çıkmaya başlamıştır. Derin bir nefes alır, ses tonunu ayarlamaya dikkat ederek: “Bisiklet olamaz mı? Belki de mahallenin çocukları bisikletle aracın yanından geçerken hafiften sürtmüştür ve çizilmiştir. Araç sahibi de kaskodan boyatmış olamaz mı?” “Olabilir, yine de pek sanmıyorum. Ağır bir kaza var sanki. Peki, bu aracın km’si kaçtı?” “74000 km’de.” “Ne! Neden bu kadar çok km yapmış ki?” “Çok değil ağabey, beş yaşında araba. Senede neredeyse 15.000 km yapmış. Dizel araba için çok sayılmaz. Piyasadaki birçok dizel araç yılda 25-30 bin km yol yapmış oluyor.” “Bence çok, zaten 100 binden sonra motor ister. Bence bu araç alınmaz. Hem hasarlı hem de çok km yapmış. Madem çizikti niye boya yapılmış, çizik kalsaydı.” “Bilemiyorum, sahibi böyle tercih etmiş.” “Araç ilk sahibinden mi? Aracı niye satıyor?” “İlk sahibinden, ihtiyaçtan dolayı sattı. Ev alacakmış.” “Aracı niye size vermiş kendisi satmamış, araç kötü diye mi?” “Niye kötü olsun, acil paraya ihtiyacı olduğu ve biz de değerini verdiğimiz için bize sattı.” “Aracın lastikleri yeni, lastikler niye değişti, 75000’de lastik mi değişir, km düşürülmüş olmasın?” “Kesinlikle olmaz. Servis kayıtları var.” *** Soruların ardı arkası kesilmez, uzar gider: “Bu kaç beygirdi?”, “Bu beygirler gitmiyormuş, çok yakıyormuş.”, “Siz bu arabayı kaç paraya anlaştınız? 15000 TL mi? İnternette 13000 TL’ye vardı, niye bunu alıyor ki şimdi?”, “Şirket arabası mı bu?”, “Sigara içilmiş mi?” vs. Bu kadar soru üst üste gelince Osman dayanamaz artık, olanlar olur. Sonuçta ağabey hastaneye, müşteri ile Osman da karakola gider. Karakolda polis memuru Osman’a sorar: “Neden vurdun adama?” Osman, susar, cevap vermez. Karakoldan çıkarlar. Osman müşteriye kaparosunu iade etmiş, dükkana dönmüştür. Ortağı, yüzünden dökülen bin parça olan Osman’a bakar ve sorar: “Hayırdır, ne oldu?” Osman, susar sadece. (26 Mart 2013) KAHVENİZİ NASIL ALIRDINIZ? Otomotiv, hemen herkesin bir nebze de olsa hakkında bilgi sahibi olduğu bir sektördür. Kimimiz kullandığımız otomobili çok yakından tanırız. Performansı, yol tutuşu, kronik arızları, bakım ve onarım maliyetleri hakkında bilgi sahibiyizdir. Bazılarımız klasik araba sever, yedek parçalarını nereden temin edebileceklerini çok iyi bilirler. Piyasadaki en iyi usta kimdir, arabanın dilinden en iyi kim anlar, çok iyi biliriz. Kimimiz daha da meraklı olup, her marka aracı yakından takip ederiz, hangi modelleri çıkmış, opsiyonları, motor gücü ve fiyatları hakkında geniş bir bilgiye sahip olabiliriz. Fakat tüm bu bilgilere sahip olmak, gerek meraklı gerekse hobi olarak ilgilenmek, bizi iyi bir otomobil satın alma konusunda uzman yapmaz. *** Bugün Türkiye’de halen oto pazarları, oto galericileri ve internet sitelerindeki ikinci el ticareti, hiç de azımsanmayacak kadar çoktur. Bu pazarlarda tüketiciyi bekleyen ucu açık birçok problemler serisi mevcuttur. İlerleyen haftalarda bu problemlerin üzerinden birer birer geçmeye çalışacağız. Ama öncelikle sizlere şunu öneririz ki, her işi bir bilenine danışın. *** Evet. Otomobil satın almak ayrı bir uzmanlık alanıdır. Öncelikle kullanım amacımızı iyi belirlememiz lazımdır. Çoğumuz (gençlik hevesimiz olarak da) spor ve hızlı araç kullanmak isteriz, fakat aynı zamanda işe gidip gelmek için de bir araca ihtiyacımız vardır. Kimimiz gün içinde de işimiz gereği sürekli yollarda olabiliriz. Bunun içinde yakıt tüketimi hesaplı, parça maliyetleri ucuz, servis hizmetleri geniş, şehir içi trafiğinde pratik bir araca ihtiyacımız vardır. Aynı zamanda geleneksel geniş Türk ailesi yapısı içinde hafta sonları bagajımızı doldurup pikniğe gitmek, bayramlarda ve yıllık izinlerimizde valizlerimizi bagaja sığdırıp memleket ziyaretleri yapmak için de geniş bir araca ihtiyacımız vardır. Ya bunların hepsini içinde barındıran bir araç bulmalıyız veya iki üç adet araç satın almalıyız. Tüm bunları belirlediğimizi ve hangi aracı satın almaya karar verdiğimizi düşünelim. Peki, bu aracın fiyatı, piyasa değeri nedir? Kısa bir araştırmadan sonra bunu da öğrenebiliriz. Peki, aracı nereden temin edebiliriz? Yine kısa bir araştırmadan sonra bunu da öğrenebiliriz. Peki, aracı bulduk? Bu aracın kaporta ve mekanik bilgilerinin doğruluğundan, aracın geçmişinden nasıl emin olabiliriz? Motor durumu nedir? Kaç km’lik ömrü kalmıştır? Ön takım, amortisörler, şanzıman, fren balatalarının ömürleri ne kadar kalmıştır? Ve daha birçok soru ve sorun! Hadi bakalım bunu da iyi bir kaportacı ve motorcu tanıdığımıza götürerek öğrendik diyelim. Sahip olacağımız aracı nakit alacak durumumuz yok veya hesapladığımızın daha da üstünde bir fiyat karşımıza çıktı. Kalan parayı nasıl temin edeceğiz? Hangi bankanın kredi imkanları daha cazip? Hangi evraklar gerekiyor? Nasıl başvuru yapacağız? Ne kadar zamanda çıkacak? Böyle pek çok soru ve prosedür karşımıza çıkacak. Araştırdık ve bulduk veya bir tanıdığımız bankacı aracılığı ile tüm bunları da çözdük diyelim. Kasko ve trafik sigortası işlemleri çıkacak karşımıza. Hangi sigorta şirketi daha ucuz, daha güvenilir, daha iyi hizmet veriyor, daha çok taksit yapıyor? Bunun için de tanıdık bir sigortacı arkadaşımızı bulduk ve sorunu çözdük diyelim. Peki, aracın devir ve ruhsat işlemlerini nasıl halledeceğiz? Bunu da yine bir tanıdığımız aracılığı ve tavsiyesiyle bir trafik müşavirine yaptırdık ve nihayet aracımıza ve ruhsatına kavuştuk. Peki, hiç düşündünüz mü? Ne kadar çok soru var ve tüm bu soruların cevabı için ne kadar vakit harcadık, ne kadar çok tanıdığa başvurduk. Peki, bunun yerine tüm bu sorunlarınızı halledebilecek iyi tanıdığınız ve güvendiğiniz bir otomotiv satış danışmanınız olsaydı… İhtiyacınız olan otomobili, özelliklerini, kullanım tarzınızı ve nakit durumunuzu söyleseydiniz ve o da size birkaç alternatif ile tüm bu soruların cevabını kısa sürede verseydi daha kolay olmaz mıydı? Hepimiz iyi bir otomobil kullanıcısı, iyi bir bilgisayar kullanıcısı, iyi bir televizyon izleyicisi ve aklıma gelmeyen birçok konuda iyi olabiliriz. Ama iyi kullanmak ayrı şey, iyi bir satın alma ayrı bir şey. Hele ki gelişen teknoloji karşısında her şeyi yakından takip etmek, izlemek ve bilgi sahibi olmak, her ne kadar internet sayesinde bilgiye ulaşmak kolay da olsa yine de çok zor ve vakit isteyen bir durumdur. Tüm bu bilgilere ulaşmak için harcayacağınız zamanı, iştigal ettiğiniz meslek ve iş için harcamanız hiç şüphesiz daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Bu sebeple satın alacağımız ürün ne olursa olsun, o ürün ve konu hakkında iyi bir danışman bulmamız gereklidir. Bu bize zaman kazandıracak ve ihtiyacımız olan ürüne kavuşturacaktır. Hem de daha ucuz bir maliyetle. Nasıl ki sağlık konusunda bir doktora danışmanız gerekiyor veyahut hukuki bir konuda bir avukata başvurmanız gerekiyorsa, satın alacağınız ürünler konusunda da bir danışmana ihtiyacınız vardır. İşte başından beri merak ettiğiniz konu başlığı “kahve”nin sırrı burada ortaya çıkıyor. Danışmanınızın karşısındaki koltuğa sırtınızı rahatça yaslayın ve kahveniz gelsin. İstediğiniz ürüne ve merak ettiğiniz soruların cevaplarına beş on dakika sonra kavuşun. Hem de hiç zahmet çekmeden. (21 Ağustos 2012) ALAYLILAR OKULA! Bir toplantıdayız; markanın neredeyse tüm ikinci el satış yetkilileri aynı masanın etrafında toplanmış “İşimizi nasıl daha iyi yaparız?” sorusuna cevap aramakta, öneriler getirmektedirler. Orada da söyledim ve her yerde de söylerim, sektör içerisinde İkinci El Satış Danışmanları çok özel insanlardır. Çünkü satın alma kabiliyetleri vardır. Bir bakışta araç hakkındaki (kaporta, motor, şanzıman, ön takım vb.) tüm bilgilere haiz olup aynı zamanda aracı fiyatlandırabilme özelliklerine sahiptirler. Fakat yalnız elemanlardır. Zira sektör, kendi içerisinde yetişmiş ve işin kurumsal olarak yapılması gerekliliğine inanmış az sayıda personeli barındırabilmektedir. Bu sebeple bayilerde neredeyse tüm iş bir iki personel üzerinden yürütülmeye çalışılmaktadır. *** OYDER kaynaklı internet verilerine göre ülkemizde yaklaşık 40 adet marka ve bunlara bağlı toplamda yaklaşık 850 adet yetkili satıcı bulunmakta ve 1300 farklı noktada hizmet vermektedirler. Bunlara rağmen yıllık 2-3 milyon adede ulaşan ikinci el araç ticaretinin büyük bir kısmı internet ortamında, galerilerde veya açık oto pazarlarında, vb. ortamlarda yürütülmektedir. Peki, yüz bin kişilik istihdam üreten bu büyüklükteki markalar ve yetkili satıcıları, neden ikinci el ticaretinin büyük bir kısmını gerçekleştiremiyorlar? Bunun cevabı aslında çok basit... Geride bırakmış olduğumuz yıllar içerisinde ikinci el araç ticaretinin mesleki eğitimi kurumsal olarak verilememiştir. Bu iş sahada öğrenilmektedir. Meraklılara ve bu işin ticaretine atılmak isteyen adaylara, alaylılarca tarafından uygulamalı olarak verilmektedir. Çoğunlukla da “babadan oğula” yöntemi ile süregelmektedir. Ve tabi ki kaçınılmaz son... Tamamen pratik olarak eğitim alan adaylar, işin en cazip yanını, yani almayı ve satmayı öğrenmektedir. Teorik olarak hiçbir eğitim almayan aday, işin prosedür kısmı hakkında en ufak bir bilgiye sahip olamamaktadır. İşte bundan sonra işin sancılı kısmı baş göstermektedir. Pratikte aracı çok iyi tanıyabilen adaylar, teoride yalan yanlış bilgilerle kendilerini donattıkları için müşterilerini de bu yönde bilgilendirmektedirler. Örneğin, “Bayandan, az kullanılmış” gibi… Onarım ve araç hazırlama kısmında da en ucuz yolu ve sanayi mantığını seçtikleri için kaliteyi yakalamakta zorlanmaktadırlar. Bu sebepledir ki ülkemizde ikinci el ticareti yapan kişi ve firmalara olan güven giderek azalmaktadır. Peki, bu işin gidişatını nasıl düzelteceğiz? Yetkili satıcılar buna ne zaman yatırım yapacaklar? Maalesef yetkili satıcılar birçok branşta yetişmiş ve eğitimli personeli rahatlıkla istihdam edebilirken, ikinci el ticaretini yönetebilecek personel bulmakta zorlanmaktadır. Peki, neler yapılabilir? Amatör sahada yetişmekte olan genç adayları okullara çekerek eğitmeli ve daha sonra kurumsal sahalara sürmelisiniz. Yani, alaylıları okula alıp uygun şekilde belli bir eğitimden geçirdikten sonra onları kurumsal firmalara yerleştirmeli ve ikinci el ticaretinin belli bir sistem ve metoda dayanarak yapılmasını sağlamalısınız. Yetişen personel de bu sayede profesyonel iş hayatı içerisinde “Proje hazırlamak, ekip çalışmasına yatkınlık, raporlama, müşteri karşılama ve teklif hazırlama, ofis programlarını kullanabilme, vb.” gibi birçok konuda beceriler ile donatılmış olarak kariyerlerine başlangıç yapabilecektir. İşte size çözüm yolu veya yollarından biri. Artık gerisi size kalmış. *** “Neden eğitim bünyesine alaylıları alıyoruz, neden bu ticareti hiç yapmamış bir kişiyi eğitemiyoruz?” derseniz, ikinci el ticaretinin iki yönlü olduğunu unutmamak lazım: “Almak ve satmak”. Almak da satmak da ayrı bir branştır. Satıcıyı yetiştirebilirsiniz ama alıcı tarafı uzun bir süreç. Bu yüzden alaylı olarak piyasalarda az da olsa yetişmiş, ekspertiz ve araç bilgileri ile donatılmış kişileri almalıyız diye düşünüyorum. Tabii ki bu bir düşünce, daha da geliştirilebilir. Başlangıç için hiç de fena olmadığını düşünüyorum. Bu okulların kurulması için kurumsal firmaların Milli Eğitim Bakanlığı ile temas kurmaları ve bir an önce uygulamaya geçmeleri gerekiyor. Sektörün, mesleğin, çalışanların ve en başta da tüketicilerin esenliği için; “Haydi alaylılar, okula!” (25 Eylül 2012) TOP(AR)LANIYORUZ Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerine çok konuşuldu; gerçeği yansıtıyor, yansıtmıyor denildi. Bizim işimiz bunları yargılamak değil. Bir muhakeme yapmak ise zaten hiç haddimize değil. Bu muhakeme ehil kişilerin işidir. Dizinin geçtiğimiz bölümlerinde bir replik dikkatimi çekti; “İngiliz ajanları Osmanlı hukukunu incelemek üzere burada bulunuyorlar. Avrupa mahkemelerinde bir dava 10 yıl sürerken Osmanlı’da en geç üç gün içerisinde dava kesin sonuçlanıyor.” deniliyordu. Nereden nereye?.. Bugün bakıyorsunuz, Türkiye’de bir dava 10 yıl sürmekte bazı davalar da zaman aşımına uğrayarak dosya kapanmaktadır. 25 yıllık iş hayatım boyunca birçok kez davalık dosyayla karşılaştım. Çok fazla değil, üzerinde iki kişinin karşılıklı iki saat düşünse karar verebileceği birçok dosya yıllarca süründü durdu mahkemelerde. Birçoğu da bir karara varılamadan “zaman aşımına” uğradı. Geçen yıl bir davada tanık olarak çağırıldım, yargıç henüz beni dinlemeden mahkeme üç kez ertelendi! Dördüncü kez çağırıldığımda benimle birlikte iki tanık daha vardı. Üçümüz de neredeyse tamamen aynı şeyleri söyledik, yargıç nihayet bizi dinledi ve mahkemeyi üç ay sonraya erteledi. Bakalım karar ne zaman çıkacak? *** “Toplantı salonları” işyerinin mahkemeleri olmamalıdır! Toplantı salonlarında kişisel sorunlar konuşulmamalı, kişisel egoları tatmin etmek için toplantı yapılmamalıdır. Dedikodu, kişisel sorunlar varsa ilgili kişiler ve üst yönetimin bulunduğu farklı bir ortamda konuşulup halledilmeli ve nokta konulmalıdır. Kesinlikle virgül koyup bırakmayın. Nokta konulmadan kapanacak toplantılar çalışanların, dolayısıyla da işyerinin verimini düşürecektir. Kişisel sorunların toplantıya çok fazla taşınmasından yana değilim. Toplantı salonları, şirket meselelerinin konuşulduğu ortamlar olmalıdır. Elbette ki bir şeyler sorgulanacaktır. Geçmişteki hataları masaya yatırmazsanız, gelecekte de aynı hataları tekrarlarsınız. İnsanların hayal güçlerini zorlayacak, projeler üretmeye yönelik fikir ve önerilerin masaya yatırıldığı toplantılar şirketin geleceği açısından daha faydalı olacaktır. Toplantılar çok uzun sürmemeli, kısır döngülere sıkışıp kalmamalıdır. Başlangıç ve bitiş saatleri önceden belli olmalı, gündem konuları ve görüşülecek maddeler belirlenmelidir. Öncelikle, amaç iyi saptanmalıdır. Açılış konuşması, projelerin sunulması, oylanması, dilek ve temenniler gibi bölümlerin önceden oluşturulması ve konuşmacıların belirlenmesi toplantı verimliliğini artıracaktır. Ayrıca bir kişinin toplantı içeriğini not alması, arşivlemesi ve bir sonraki toplantıda üzerinden geçilmesi toplantıların olmazsa olmazlarındandır. Toplantı kültürünü içselleştirmiş olan firmalar; her türlü kararı orada alır, tüm fikirleri dinler, eğrisiyle doğrusuyla her şey konuşulur, karar alınmadan o odadan çıkılmaz. Mutlaka karar alınmalı ve tatbik edilmelidir! Hiçbir işinizi sürüncemede bırakmayın. Ne olursa olsun kararınızı verin. En kötü karar, kararsızlıktan daha iyidir. *** Arşivler açılır, geçmişte yapılanlardan bahsedilir. Fakat buradaki amaç geçmişi yargılamak değil, geleceğe yön vermek olmalıdır. Katılımcılar hazırlıklarını, çalışmalarını, projelerini ve raporlarını tamamlayarak toplantıya gelmelidir. Mümkünse toplantılara iş ortakları, müşteriler vb. gibi dışarıdan katılımcılar alınmamalıdır. Bu uygulamanın toplantıların amaçlarına ulaşmasında yapıcı katkısı olacaktır. Toplantı verimliliğinin ölçülmesi gerekir. Verimsiz geçen toplantılar; hem çalışan üzerinde olumsuz etkiler yaratacak, hem de motivasyonu düşürecektir. Motivasyonu düşen personelin içerisinden çatlak sesler duymaya başlarsınız: “Sürekli toplantı, toplantı…”, “Nedir bu kardeşim, toplanmaktan işimizi yapamıyoruz.” Bu durum müşteri memnuniyeti ve satışları artırıp yükselen bir grafik çizmek yerine, şirketin mevcut ivmesinin de düşmesine neden olacaktır. Sonrasında bütün suç kişilere yüklenir. İşleri toparlayamazsanız, eşyalarınızı toparlarsınız. Ben toplantıların faydalı olduğuna inananlardanım. Eğer siz de toplantının faydalı olacağına inanıyorsanız, o zaman hep beraber işlerimizi toparlamak adına ne yapıyoruz? “Toplanıyoruz”… (15 Ocak 2013) DOĞRU TERCİH Toplantı, iş dünyasının olmazsa olmazlarındandır. Verimli geçen bir toplantı her zaman sizi bulunduğunuz noktadan bir adım daha ileriye götürecektir. Peki, verimli bir toplantı nasıl olur? Toplantıda neler konuşulur, neler yapılır? Öncelikle gündem maddeleri çok iyi belirlenmelidir. Gündemin bir maddesi de mutlaka işleyiş ile ilgili olmalıdır. Alışkanlıklara bağlı kalmadan sürekli yenilikçi bir anlayış getirilmeli, işleyiş güncellenmelidir. Toplantıda mevcut işleyiş ile ilgili sorunlar veya aksaklıklar var mı konusu mutlaka irdelenmelidir. Aksaklık varsa kişi kaynaklı mı yoksa sistem kaynaklı mı diye bakılmalıdır. Aksaklıklar, tedarik, yani satış öncesinde mi? Sunum, yani satış sırasında mı? Yoksa teslimat, yani satış sonrasında mı? Nedenini anlamak lazım... Satış öncesi sorunlar müşteriye yansıtılmadan çözülebileceği için çok fazla sancılı değildir. İşin içerisine müşteri karıştıktan sonra süreci yönetmek daha zor olacaktır. Eğer ki bu konulara dikkatle eğilmezseniz, başlangıçta küçük sayılabilecek sorunlar kartopu gibi büyüyerek karşınıza gelecektir. Yani yılanın başını küçükken ezmek gerekir. *** Güzel bir gün, yine olağan günlük toplantılardan biri yapılmaktaydı. Satış müdürü tüm ekibini toplamış ve genel işleyişin nasıl olması gerektiği konusunda bilgilendirme yapıyordu. Derken ekibine dönüp şu soruyu sordu: “Satış Danışmanı olarak müşteri memnuniyetini sağlamak adına, satılan aracın gecikmesi durumunda nasıl hareket edersiniz? a) Müşteriye gecikmenin bizden kaynaklı olmadığını anlatılarak beklemesi gerektiğini söylersiniz. b) Gecikme bizden kaynaklı olsa dahi müşteriyi oyalayarak zaman kazanmaya çalışırsınız. c) Aracının biraz gecikeceğini söyler, gerekirse test araçlarınızdan birini teklif edebilirsiniz. d) Kiralık araç teklif edebilirsiniz. e) Diğer.” Herkesten farklı fikirler çıkmaktadır. Birinci seçenekte araç sevkiyatının gecikmesi dağıtımcı firma kaynaklı olduğundan, marka imajını zedeleyebilir. Siz her ne kadar kendi şirketinizin kabahati olmadığı konusunda müşterinizi ikna etmiş olursanız olun, sonuçta markanızı kötülemiş olursunuz. Bu seçeneği kesinlikle kullanmamalısınız. Yine de müşterinize bu şekilde bir açıklama yaptığınızı düşünelim; bu, sorunları çözecek mi? Müşteri aracını zamanında teslim alamadığı için size kızgın olacaktır. Bununla beraber, sonraki süreçler de iyi gitmeyecektir. Neler olabilir?.. Müşteri firmanızdan memnun olmadığı için bir daha sizinle alışveriş yapmayabilir. Sizi tavsiye etmeyebilir. Servis ve yedek parça hizmetinizi kullanmayabilir. Sigorta işlemlerini sizden yaptırmayabilir. Araç, ikinci el olarak size dönüş yapmayabilir. İkinci seçenek en tehlikeli olanıdır. Müşteri kesinlikle oyalanmamalıdır. Oyalamak demek, bahane demektir. Bahane demek, yalan söylemeye açık bir davettir. Aracın geliş tarihindeki bir belirsizlik sizin müşteriye yalan üstüne yalan söylemenize sebebiyet verecektir. Bu da işi daha içinden çıkılmaz bir noktaya götürecektir. Müşteri hem markanıza hem de firmanıza kızgın ve küskün olmakla birlikte siparişi iptal edebilir veya farklı mercilere sizi şikayet edebilir. Dolayısıyla sadece müşteri kaybetmekle kalmaz, aynı zamanda prestij kaybı da yaşayabilirsiniz. Maddi ve manevi tazminat ödemek da işin cabası… Ayrıca, yine ilk seçenekte olduğu gibi sonraki süreçleri de kaybedebilirsiniz. Yani anlayacağınız kayıplarınız bir hayli fazla olacaktır. Üçüncü seçenek cazip gözükse bile bu müşterinin işini çözerken diğer müşterilerinizle sorun yaşamanıza sebebiyet verecektir. Diyelim ki test sürüşü aracını vermeyi teklif ettiniz ve müşteriniz de kabul etti. Öncelikle kaskonuzun bulunmaması durumunda maddi hasarlı bir kazada tüm tazminatları ödemek zorunda kalabilirsiniz. Hasar ne kadar büyükse, sizin zararınız da o derece büyük olacaktır. Diğer bir taraftan da elinizde test sürüşü aracınız bulunmadığı için bu zaman zarfında şirketinizi ziyaret eden ve test sürüşü yapmak isteyen müşterilerinize cevap veremeyebilirsiniz. Bu da yeni müşteri memnuniyetsizliklerine ve satış kaybına yol açacaktır. Dolaylı olarak ilk seçenekteki kayıpları yaşama riskiniz doğacaktır. Dördüncü seçenek ilk bakışta maddi olarak size zarar verecekmiş gibi görünse de en doğru seçeneklerden biri olarak gözükmektedir. Gerçi gecikmenin ne kadar süreceğini bilmemekle birlikte uzun bir süreçte maddi bir kayıp yaşayabilirsiniz. Ama bu sadece maddi bir kayıp olabilir. Bunu yapmakla birlikte müşteriyi ve sonraki süreçleri kazanabilirsiniz. Şunu unutmayalım ki her zaman müşteriye karşı açık ve dürüst olmak gerekir. Müşteriye doğru açıklamalar yaptığınızda o da bazı şeyleri anlayışla karşılayacaktır. Belki de bazı müşterileriniz “Acil ihtiyacım yok” diyerek ikame araç istemeyecektir ama onlara dürüst davrandığınız için her zaman sizinle birlikte olacaktır. *** En birinci ve en büyük ilkeniz “Dürüstlük” olmalıdır. Unutmayalım, kısa vadede yalan söylemek sizi kazançlı gibi gösterse de uzun vadede dürüstlük kazandırır. Müşteri, ucuz mal verdiğiniz için sizden alışveriş yapmaz. Müşteri, size inandığı için alışveriş yapar. Kendisine ürünü en uygun ve en iyi şartlarda verdiğinize inandığı noktada alışveriş gerçekleşir. İşin temeli inanmaya ve güvenmeye dayanır. Siz dürüst olursanız aynı zamanda da güvenilir olursunuz. Güvenilir olursanız da tercih edilen olursunuz. Tercih edilmezseniz satış yapamazsınız. Satış yapamazsanız da para kazanamazsınız. Gördüğünüz gibi döngünün “başı dürüstlük, sonu kazançtır.” Hayır, öyle değil… Bence asıl döngü; verimli bir toplantı, dürüstlük ilkesi, kazanç şeklinde sıralanabilir. Aralara da çalışan ve müşteri memnuniyetlerini serpiştirirseniz tadından yenmez. Sözün özü: “Akıllı, bilgin veya zengin olmak zorunda değiliz ama dürüst olmak zorundayız.” (23 Temmuz 2013) AŞAĞI-YUKARI Büyük bir ayakkabı firması, pazar araştırması yapması için bir çalışanını Afrika’ya yollar. İncelemelerini bitirip ülkesine dönen çalışan, genel müdürüne araştırma sonucunu şöyle açıklar: “Afrika’da kimse ayakkabı giymiyor. Orada yatırım yapmak doğru olmaz.” Sonuçta firma, Afrika’da yatırım yapma defterini kapatır. Başka bir ayakkabı firması da aynı şekilde bir çalışanını Afrika’ya pazar araştırması yapmaya yollar. Bu çalışan ise müdürüne sonucu gayet heyecanlı bir şekilde şöyle açıklar: “Afrika’da çok büyük paralar kazanabiliriz, kimsenin ayakkabısı yok. Herkese ayakkabı satabiliriz...” Sonuçta, firma büyük paralar kazanır, çalışan da terfi eder. Sizce, bu kıssadan çıkarılacak hisse nedir? *** Hayal gücü zengin olan insanlar, hayatta her zaman büyük işler yapmaya adaydır. Düşünsenize biraz; Harry Potter, Spiderman, Superman serileri gibi çok büyük başarılara imza atmış ve milyarlarca insanı peşinden sürüklemiş birçok filmin senaryosu hayal gücünün bir ürünü değil midir? Ünlü bilim adamı Einstein, “Mantık sizi A noktasından B noktasına götürür, hayal gücü ise her yere...” demiştir. *** Şimdi patronlara sormak lazım... Sizler personelinizin hayal gücünü arttırabilmesi ve sizleri çok ilerilere taşıması için neler yapıyorsunuz? Umarım onları çok düşük maaşlarla çalıştırabilmek adına, sanki hiçbir işe yaramazmış gibi göstermek üzere çeşitli mobbing teknikleri uygulamıyorsunuzdur! Onların cesaretini kırarak her fırsatta motivasyonlarını düşürüp, omuzlarının düşmesini sağlamak size hiçbir fayda vermez. Tam tersine, onlara değer verip maksimum fayda sağlayabilirsiniz. Motivasyon çok önemlidir. Personelinize özgüven aşılamaktan korkmayın. Hata yapmalarına izin verin, onların hatalarından ders çıkarmalarını sağlayın. Unutmayın ki tecrübeler hatalardan kazanılır. Personelinizin eğitim almasını, sistem ve metot geliştirmesini, ekip ruhu taşımasını, sosyalleşmesini, maddi ve manevi kazançlarını arttırmasını, bilişim ve teknolojide ilerlemesini, her yerde ve her zaman fikirlerini beyan etmesini, vb. tüm iyi hallerden nasiplenmesini isteyiniz ve teşvik ediniz. *** Toplantı kültürünü, beyin fırtınasını ve fikir alışverişini firmanızın olmazsa olmazları arasına yerleştirin. Eleştiriye açık olun. Tüm personelinizi işe katın. Unutmayınız ki bazen büyük işler küçük fikirlerden çıkar. Onlara güvenin ve onların da kendilerine güvenmesini sağlayın. Onlara inanın ve onların da kendilerine inanmasını sağlayın. Onları önemseyin ve onların da kendilerini önemsemelerini sağlayın. Firmanızın başarı grafiğinin bir aşağı bir yukarı olması veya sürekli yükselen bir eğri çizmesi, personelinizin başarısında veya başarısızlığında saklıdır, unutmayın. Onlara değer verdiğiniz sürece başarı sizindir, korkmayın. *** Hepimiz filmlerde görmüşüzdür. Çok önemli bir maç öncesi, antrenör gelir ve başroldeki oyuncuyu motive edici bir takım konuşmalar yapar, onu cesaretlendirir. Başaracağına inanan oyuncu, çıkar ve finalde kazanır. Herkesin hayatında inişler çıkışlar mutlaka olacaktır. Tüm hayatınızda aşağıyukarı yöndeki hareketleri incelediğinizde, başarısızlıkta da başarıda da anahtarın motivasyon olduğunu göreceksiniz. Motivasyonu yüksek olanın hayal gücünün neler yapabileceğini zemin hazırladığınızda ve imkan verdiğinizde izleyin ve görün. (2 Ekim 2012) ZOR MÜŞTERİ Kriz sonrasıydı. Tüm sektörler gibi otomotiv sektöründe de büyük bir durgunluk yaşanıyordu. Ben de birçok arkadaşım gibi nasibimi başka sektörlerde aramaya yöneldim. Yaklaşık sekiz ay süren gıda sektörü deneyiminden sonra, birkaç arkadaşımın itelemesiyle ilaç sektörüne başvuruda bulundum. Benimle birlikte yaklaşık 1800 kişi daha sınava girmişti. Yeterlilik sınavlarını aştıktan sonra telefonla arayıp mülakat için randevu verdiler. Mülakatı geçen 12 kişilik grup birkaç aylık kampa alınarak bilgi yüklemesi yapılacak, daha sonra tekrar yeterlilik sınavına tabi tutulacaktı. Elemeler sonunda beş kişi yola devam edebilecekti. Mülakat için bekleme salonundaydım. İçerde bir görüşme devam ediyordu. Benden sonra birkaç kişi daha gelerek görüşme için beklemeye başladı. Kapı açıldı, bir önceki aday uğurlandı, içeriye davet edildim. Birkaç kişisel bilgi tekrarı ve hal hatır sorularından sonra bomba gibi bir soru geldi: “Bugüne kadarki en zor müşteriniz kimdi ve sorununu nasıl hallettiniz?” Kısa bir sessizlik oldu. Zor müşterinin tanımı ne olabilirdi ki? Yıllarca asıl işim olan otomotiv sektöründe yol alırken (aynı zamanda da üniversite eğitimim devam ediyordu) birçok irili ufaklı farklı işlerle de meşgul olmuştum. Nihayetinde de mezuniyet ve askerlik sonrası otomotiv sektöründe iki yıllık bir yöneticilik deneyimim olmuştu. Bu süreç içerisinde mutlaka iş ile ilgili bir takım sıkıntılar olmuştur. Fakat sorun neydi, nasıl bir çözüm yolu izlemiştim? Sonuçta kazanan kim olmuştu ve ne kazanmıştı? Bir daha benzer bir olayla karşılaşırsam ne yapardım? Karşılaştığım işlerin zorluk derecesi neydi, ne olabilirdi? Zor müşteriyi nasıl ayırt edecektim, bunun bir matematiği var mıydı? “Müşteri beyaz araba istedi ama stoklarımızda olmadığı için ben onu siyah renk araç alması için ikna ettim.” cevabı yeterli olacak mıydı? Saniyenin milyonda biri kadar süre içerisinde kafamdan bir sürü olay geçti. “Bir müşterimiz plakasının sonunun 58 olmasını istemişti. Satış danışmanı not almadığı için unutmuş. Sıradan bir plaka çıkmış, teslimat sırasında müşterimiz bu aracı alamayacağını söylemişti. Trafik müşavirimiz ile görüştüm ve değişiklik olabileceğini öğrendim. Müşterimiz o akşam aracını teslim alamadı. Evrakları gönderdik, yenilendi. Ertesi gün plakası 34 XX 1958 olan aracını teslim ettik. Müşterimiz gayet memnun olarak aracına bindi ve gitti.” Hayır, bu çok zor bir iş değildi. Hem müşteriyi ikna etmek çok kısa sürmüştü hem de sorun çok hızlı, zahmetsiz ve masrafsız bir şekilde çözülüvermişti. Acaba cevap ne olabilirdi? “Bir müşterimizle satın alacağı aracın tip-opsiyon-renk seçeneklerinde mutabık kaldık. Ödeme şartlarında anlaştık. Aracını şirket adına alacak ve bir miktar kredi kullanacaktı. Gerekli evrakları bankaya gönderdik. Kredisi hızlı bir şekilde onaylandı, imza için bankaya yönlendirdik. İmzalar atıldı ve banka rehin yazısı geldi. Beyanname dolduruldu, vergi yatırıldı, ruhsat ve plakalar geldi. Kasko ve trafik sigorta işlemleri tamamlandı, bankadan ödemeyi aldık. Aracı teslim etmeye hazırız. Müşterimizi davet ettik, geldi. Fakat o da ne? Müşteri aracı şirket adına talep etmiş ama ruhsat şahıs adına tescil edilmişti. Sorun neredeydi, kimden kaynaklanmıştı? Bankadan gelen rehin yazısı şahıs adına olunca muhasebe işlemleri şahıs bilgileri ile devam etmiş... Tamam, işte, sorun banka kaynaklıydı. Hemen bankayı aradım, konuyu anlattım, şube müdürüne yönlendirdiler. Personel hatası dediler fakat bir o kadar da müşteride kabahat vardı. İmzalar atılırken şahıs adına imza alındığını (hiçbir şekilde şirket evrakları ve kaşe istenmemiş, müşteri daha önce şirket adına işlem yaptığından dolayı bu mevzuatı bilmeliymiş) ve müşterinin hiçbir ikazda bulunmadığını ifade ettiler. Aynı zamanda bizi de kabahatli buldular. Mademki müşteri şirket adına başvuruda bulunmuş, neden gelen rehin yazısını gördüğümüzde geri dönüş yaparak bankayı uyarmamışız?.. Bankanın açıklamaları hiç mantıksız değil, sacın üçayağı da hatalıydı. Pekala ne yapmalıydık? Geri dönüş için çok fazla olmasa da bir takım masraflar gerekiyordu. Banka kendi adına olan masrafı karşılıyordu. Biz de trafik müşavirimiz ile görüşerek neler yapabileceğimizi öğrendikten sonra kendi adımıza düşen masrafı üstlendik. Ruhsat ve plaka iptal olacak, vergide düzeltme yapılacak ve şirket adına yeni ruhsat-plaka çıkarılacaktı. Geriye fazla bir şey kalmamıştı. Müşterimizle görüşerek kendisinin de bu konuda hatası olduğunu izah ettik ve ikna oldu. Kendi üzerine düşen masrafları kabul etti. İşlemler tamamlandıktan sonra müşterimize aracını teslim ettik. Sorun kalmamıştı. Problem çok da büyümeden çözülmüştü. Hem banka hem de müşterimiz çok itiraz etmeden masrafların üçe bölünmesine razı olmuş ve sorun hızlı çözülmüştü.” Evet, tamam. Bu olabilirdi, gayet başarılı bir operasyondu. Sorun büyüktü ama çözüm hızlı ve temizdi. Fakat müşteri “zor müşteri” tanımına uyuyor muydu? Zorluğu çıkaran müşteri ve onun istekleri mi, yoksa bu istekleri karşılayamayan bizler miydik? Hemen cevap vermeliydim, daha fazla bekletemezdim. Nihayet kararımı verdim; “Zor müşteri yoktur.” Eğer biz işimize gereken önemi verirsek, müşterilerimizin isteklerine “bakarız”, “hallederiz” gibi geçici cevaplar vermek yerine, yapacaklarımızı ve yapamayacaklarımızı en baştan net olarak söylersek, gerekli notları alırsak ve gereğini yerine getirirsek yine de zor müşterilerimiz olur muydu? Karşımızdakini iyi dinlemeli, dinlediğimizi hızlı ve iyi algılamalı, anladığımızı süratle, kaliteli ve gerektiği şekilde yerine getirmeliydik. Bunu anlatmalıydım ve anlattım da… Ancak adamlar tatmin olmuş muydu, bilemiyorum. Kısa bir sohbet ve birkaç soruyu daha cevapladıktan sonra oradan ayrıldım. O dönemdeki alerjik rahatsızlığım ve kullandığım ilaçlar nedeniyle işe kabul edilmemiştim. Fakat bu mülakat benim için çok önemli bir deneyim olmuştu. *** Bazen üzerinde hiç durmadığımız, düşünmediğimiz ama sürekli karşılaştığımız, basit görünse de işimizin bir parçası olan sorunların neden meydana geldiğini; bunlarla nasıl başa çıktığımızı, ne gibi çözüm yollarına başvurduğumuzu, sonuçlarının neler doğurduğunu bir yerlerde kayıt altına almıyor olabiliriz. Almış olsak, ileride başka ya da benzer sorunlarla karşılaştığımızda faydalı olabilecek şekilde analizler yapabiliriz. Her şeyi sadece kafamızın içerisinde saklı tutmaya çalışırsak, hatırladığımız kadarıyla ve o an aklımıza geldiği şekilde alışkanlıklara bağlı olarak hareket ederiz. Hepimiz farklı işlerle ve mesleklerle uğraşıyoruz. Sürekli olmasa da hepimizin karşısına zor bir müşteri, zor bir hasta, zor bir öğrenci, zor bir görevli, zor bir memur, zor bir insan vb. tanımladığımız kişiler çıkmıştır. O anlarda birçok farklı ruh haline bürünmüş ve çok farklı fiziksel davranışlarda bulunmuş olabiliriz. Sorunlar mutlaka çözülmüştür. Bazıları hızlı ve kolay, bazıları uzun ve zahmetli olsa da… Çoğunu unutmuş olabiliriz. Belki bazılarının etkisi çabuk geçmiş, bazılarını üzerimizden atmak uzun sürmüş olabilir. Belki de birçok kez, birçok ortamda ve birçok kişiyle paylaşmış olabiliriz. Ümit ediyorum ki yapacağımız analizler, paylaşımlar; aldığımız notlar, araştırmalar ve oluşturacağımız istatistikler ve raporlamalar sonucunda bu zor müşteriler; uzun ve yorucu iş hayatımızın kolaylaşmasında yardımcı olur. Geçmişte yaşanan deneyimler geleceğe ışık tutacaktır, yeter ki arşivimiz güçlü olsun. (13 Kasım 2012) BÜTÜN DÜNYA BUNA İNANSA Geçen gün aracımla yolda ilerliyorum, sabah saatleri... Mevsim yaz, dolayısıyla trafik fazla sıkışık değil, normal akıyor. Her şey yolunda… Güzel bir yaz sabahı, keyifle “Günaydın” demişim İstanbul’a. Trafik olmadığından stres de yok, yani keyfime diyecek yok. Fakat o da ne, birden bire aracımın gösterge ekranında kırmızı bir ışık belirdi, bir sesle birlikte… Anahtar işareti gibi bir işaret belirdi. İçimden “Aman Allah’ım,” dedim, “aracım mı arızalandı?” Hemen aracımı sağa çektim ve yetkili servis danışmanını aradım. Çok güzel bir ses karşıladı beni telefonda: “Günaydın, ben Esra… Nasıl yardımcı olabilirim?” “Günaydın,” diyerek sorunumu anlattım ve ekledim, “şu anda aracımı sağa çektim bekliyorum.” “Merak etmeyiniz efendim, aracınızın periyodik bakım zamanı gelmiş, o nedenle aracınız bu uyarıyı veriyor. Yaklaşık 2.000 km içerisinde periyodik bakımı yaptırmanız lazım. İsterseniz size bir randevu ayarlayalım.” “İyi olur. Şimdi ben 2.000 km bekleyemem, tedirgin olurum.” “Çarşamba sabah 08.30 sizin için uygun mu?” “Uygundur.” “Plakanızı, şikayetinizi, isim ve telefon numaralarınızı aldım. Çarşamba sabahı sizi bekliyoruz. Hayırlı günler dilerim.” “Teşekkürler…” Her şey ne kadar kolay olmuştu. Rahatladım birden, teybin sesini sonuna kadar açtım ve yola koyuldum. *** Çarşamba günü, saat 08.30; yetkili servisin giriş kapısındayım… Benimle ilgilenecek olan personele bakınıyorum… Çok da bekleyemem, işe yetişmem lazım. Ama herkes arı gibi çalışıyor. Maşallah, hepsi de çok güler yüzlü. Benim gibi sabah erkenden gelen müşterileriyle ilgileniyorlar. Derken bembeyaz önlüklü, hafif kumral, orta boylu, çok şık, çok bakımlı, çok güzel bir bayan personel gülümseyerek bana doğru yaklaştı ve “Günaydın Hasan Bey, hoş geldiniz.” dedi. İsmimle hitap edilmesi çok hoşuma gitmişti. Servislerde bayan personele alışık olmadığım için şaşırarak “Günaydın,” dedim ben de. “Aracınızın periyodik bakımları yapılacak. Başka şikayetiniz var mıydı?” “Cam silecekleri iyi silmiyor. Bir de frenleri ve lambaları kontrol eder misiniz?” “Tabii ki, siz hiç merak etmeyin. Şimdi bir arkadaşım aracınızı kontrol edecek ve form dolduracak. İmzanızı aldıktan sonra dilerseniz müşteri servisimizle sizi Metro’ya kadar bırakabiliriz veya dilerseniz taksi çağırabiliriz.” “Teşekkürler, ben taksi rica edeyim. Acilen işyerinde olmalıyım.” “Birkaç dakika içerisinde sizi yolcu edeceğiz. Buyurun efendim, bu benim kartım. Direkt numaramdan bana ulaşabilirsiniz. Ayrıca e-mail adresim de bulunmaktadır.” Şimdi herkes dikkatli olsun… Buraya kadar her şey normal olabilir, sonuçta hizmet veren bir işletme burası. Bunlar da yapılması gereken davranış ve hizmet şeklidir diye geçirebilirsiniz içinizden. Birçoğunuz da günlük hayatınızda karşılaşmış olabilirsiniz. Ama bundan sonrasıyla ben ilk defa karşılaştım ve çok şaşırdım. Hiç beklemiyordum… Böyle bir şey olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Böyle bir servis ile karşılaşmaktan ve aracımı onlara teslim etmekten dolayı çok mutluyum. İnşallah bu tip servisler çoğalır ve benim gibi birçok insan da huzurla ve güvenle aracının onarımını yaptırabilir. Nedir diyeceksiniz bu şaşkınlık yaratan olay? Hemen aktarayım, sizi de merakta bırakmayayım… Müşteri danışmanı kartını uzattıktan sonra bir MSN veya Skype adresimin olup olmadığını sordu. Evet, bir Skype adresim vardı. Benden bu adresimi istedi ve bana başka bir kart uzatarak “Buyurun efendim, bu, aracınızla ilgilenecek olan ustamızın Skype adresidir. Aracınız lifte alınıp onarımına başlarken cep telefonunuza ‘Aracınızın onarımına başlanmaktadır.’ diye bir mesaj gelecek. Bu mesajı aldıktan sonra Skype adresinizi açarsanız, karşınıza ustamız çıkacak…” İşlemlerim bitti, kapının önünde taksi beni bekliyordu. Hemen atlayıp işime gittim. Bu arada da sabırsızlıkla bekliyorum; gözüm ve kulağım sürekli cep telefonumda, gelecek mesajda. Saat 09.45’te beklediğim mesaj geldi. Hemen bilgisayarımda Skype adresimi açtım. Sinekkaydı tıraşı, üzerinde tertemiz iş tulumu, elinde tornavidası, bir usta duruyordu karşımda gülen yüzüyle… “Merhabalar Hasan Bey.” Bana yine ismim ile hitap edilmişti. Bu yine çok hoşuma gitti, her zaman da çok hoşuma gitmiştir. Ne yalan söyleyeyim, kendimi özel hissediyorum bu şekilde. Usta, sözlerine devam etti: “Şimdi aracınızın periyodik bakım işlemlerine başlıyorum. Yağ ve yağ filtresi, hava ve polen filtreleri değişecek. Cam sileceklerini kontrol ettik, değişmesi gerekiyor. Frenlere bakılacak, ayar yapılabilir veya değişebilir. Sırası geldiğinde sizinle paylaşarak onayınızı alacağız. Lambalarınızdan birkaç tanesi yanmıyor, değiştirilmesi gerekiyor. Şimdi izin verirseniz işlemlerime başlıyorum. Siz de bu arada ekranınızdan beni izleyebilirsiniz.” Çok şaşırmış ve çok heyecanlanmıştım. İlk defa aracım onarılırken ben de neler yapıldığını izleyecektim, hem de internet üzerinden canlı yayında! İşlemler başladı. Usta, işini gayet iyi biliyordu. Ama her şeyden önce çok düzgün bir diksiyonu vardı. Anlaşılabilir bir Türkçe ile tane tane konuşuyor, yapılacak işlemleri üstüne basa basa söylüyordu. Tıkır tıkır her şey yolunda gidiyordu. Merakla izlemeye devam ettim. Usta söylediklerini bir bir yaptı. Periyodik bakımın ardından lastikler söküldü, frenlere baktı. Arka frenlere ayar yaptığını ve ön frenlerin değişmesi gerektiğini söyledi, ben de onayladım. Gereken neyse hızla yapılıyordu. Böylelikle sürpriz faturaların da önüne geçilmekteydi. Nihayet işlemler bitince ustam seslendi: “Şimdi aracınızı servisten çıkarıp yıkamaya ve oradan da otoparka alacağız. Başka bir arzunuz yoksa aracınızı teslim almaya gelebilirsiniz.” Teşekkür ederek saat 18.00 gibi aracımı almaya geleceğimi söyledim ve ücreti sordum. Ustamız, “Birazdan servis danışmanınız sizi arayarak bu konuda bilgilendirecektir. Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz.” derken ekran kapandı. Aracımı almaya gittiğimde, yeniden sabah karşılaştığım gülen yüzlerle karşılaştım, Aracımı aldım. Çok mutlu ve huzurluydum. Kendimi keyifli çalan müziğe kaptırmış, yolda giderken şöyle düşündüm: “Keşke bütün dünya buna inansa… Firmalar böyle bir hizmet maliyetinin altına elini soksa ne kaybeder ne kazanırlar?” XXX Keşke tüm bunlar benim hayal gücümün ürettiği bir senaryo olmasaydı… Keşke tüm yetkili servislerde her lift bir ustaya ait, her liftin önünde bir bilgisayar, her ustanın bir Skype veya MSN adresi mevcut olsaydı. Düşünsenize; müşterilere kartınızı veriyorsunuz, üzerinde Skype, MSN adresleri veya cep numarası bulunuyor. Usta aracı lifte aldığında Skype açıktır, müşteriye mail adresinden veya cep telefonundan mesaj gider. İsteyen müşteri Skype adresini açarak aracına yapılan işlemleri görür ve usta ile diyaloğa girebilir. Ekstradan çıkan işlemler müşteriden onay alınarak giderilir. Ve sürpriz faturalar olmaz… Tüm görüşmeler kayıt altına alınır. Skype olmayan müşteriler ile MSN üzerinden görüşülebilir, bilgisayar başında olamayan müşteriler için 3G telefon alternatifi, bu da bulunmayan müşterilere anlık mesajlar gönderme yolu ile bilgilendirme yapılır. Gördüğünüz gibi her şey düşünülmüş, teknolojinin nimetlerinden faydalanılmış… Eh, bu devirde teknolojiyi kullanmayalım da ne yapalım, dumanla mı haberleşelim! (24 Temmuz 2012) OKUMAK MI ZOR, ANLAMAK MI? Türkiye İstatistik Kurumu’ndan (TÜİK) alınan en son verilere göre Türkiye’de 4 milyon 900 bin kişi okuma yazma bilmiyor. Bu veriler 2008 yılına ait. O zamandan bu zamana neler değişti, okuryazar sayısı nedir, kişi başı kitap okuma sayısı ne durumdadır bilemiyorum... Fakat değişmeyen bir gerçeği size söyleyebilirim; okuduğunu anlayanların sayısı çok az. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Hemen birkaç örnekle size aktarayım. Bir müşterim ikinci el araç stok listemizi istedi, kendisine e-posta adresini verirse listeyi gönderebileceğimi söyledim. Teknik arıza sebebiyle işyeri eposta adresimden gönderemedim. Çok fazla kullanmadığım halde müşterimizi bekletmemek için listeyi şahsi e-posta adresimden gönderdim. Mesajımın alt bölümüne de kalın ve büyük puntolarla okunabilir şekilde şunları yazdım: “Bu bilgileri teknik arıza nedeniyle özel e-posta adresimden gönderiyorum. Sorun kısa sürede çözülecektir. Lütfen cevaplarınızı işyeri e-posta adresime gönderiniz. Anlayışınız için teşekkür ederim.” Ne var ki müşterim yine de bana özel e-posta adresimden cevap yazdı! *** Türkiye’nin çok önemli ve donanımlı bir eğitim kurumuna bir e-posta gönderdim. İçeriğinde açık ve net olarak “Öğrencimizin e-posta adresine giriş şifresi tarafımıza iletilmemiştir, gereğini bilgilerinize…” diye yazdım. Şöyle bir cevap geldi: “Sayın Veli, SMS’lerinizi dikkatli okuyunuz.” İyi de ben SMS’leri çok dikkatli okumuştum ve böyle bir bilgi yoktu. Sadece internet sitesindeki şifreli alana giriş bilgileri gelmişti. İsteğimde ısrar ettiğimde gelen cevap şöyleydi: “Size daha önce de SMS ile göndermiş olduğumuz internet sitemizdeki şifreli alan ve öğrenci bilgileri dosyasına giriş şifresi aşağıdaki gibidir...” Ya sabır!.. Ben diyorum “Ankara”, sen diyorsun “Nerem kara”! Ben size internet sitesindeki öğrenci bilgileri alanına giriş şifresini sormadım ki; eposta adresine giriş şifresini sordum. Bir yandan “Acaba ben mi yanlış anlıyorum?” diyordum, bir yandan da “Yok canım, bu kadar da aptal değilim, ben ne istediğimi biliyorum.” Neyse ki birkaç telefon görüşmesinden sonra ne demek istediğimi anladılar ve e-posta adresine giriş şifresini verdiler de huzura erdik. *** Katılmış olduğum bir eğitim sırasında bize 20 sorudan oluşan bir sayfalık anket formu dağıtmışlardı. Başladık soruları cevaplamaya... Boşlukları dolduruyoruz, şıkları işaretliyoruz… Derken (çok zaman oldu, şimdilerde hatırlamıyorum) 11. veya 12. soru olabilir, şöyle bir soru geldi: “Ayağa kalkınız ve yüksek sesle isminizi söyleyiniz.” Bu soruya gelen herkes ayağa kalkıp ismini söylüyor ve tekrar oturup soruları çözmeye devam ediyordu. Hareketlilik bitince eğitmen sordu: “Bitti mi arkadaşlar?” Birkaç kişi süre isteyince eğitmen, “Süreye gerek yok arkadaşlar, zaten sorular sizde kalacak. Hem amacımıza da ulaşmış olduk.” dedi. Herkes merakla eğitmeni dinliyor, ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu. Ne olmuştu da amacımıza ulaşmıştık? Eğitmen devam etti: “Şimdi kağıdın üst tarafında, adınızı ve soyadınızı yazdığınız yerin hemen üzerindeki açıklamalar bölümünün altında yazan yazıyı okumanızı istiyorum.” Şu yazıyordu: “Lütfen soruları cevaplamadan önce sayfayı başından sonuna kadar dikkatlice okuyunuz.” Abartmıyorum, neredeyse sınıfın tamamı bu yazıyı okumayı atlamıştı. Eğitmen sınıfı gafil avlamıştı. Eğitmen devam etti: “Şimdi kağıdın en altındaki yazıyı okuyun.” Aynen şöyle yazıyordu: “Okumanız bittiyse kâğıdı ve kalemi bırakın, hiçbir şey yapmadan arkanıza yaslanın.” Katılımcılar kağıdın en üstündeki açıklamayı okuyup yazanlara riayet etselerdi ve en son satıra kadar sabırla ve dikkatle okuyup bekleselerdi, kimse ayağa kalkıp adını söylemeyecek ve soruları cevaplayarak zaman kaybetmeyeceklerdi... Okuyup anlayana! (11 Aralık 2012) SESİN RENGİ “Hanımefendi, bu çocuk, bütün gün bilgisayarın başında ne yapıyor?” “Rahat bırak çocuğu. Ne güzel bilgisayar öğreniyor işte! Ne istiyorsun çocuktan?” “Bilgisayarda oyun oynamak, ne zaman bilgisayar öğrenmek oldu?” “Zaman bilgisayar çağı, teknoloji çağı, bugün oyun oynar yarın program yapar. Bırak, hevesini kırma çocuğun.” *** “Oğlum, bak bakayım bana!” “Ne var baba!” “Babaya ne var denmez, efendim denir.” “Aman baba ya, bir sürü işim var, ne istiyorsun?” “Utanmaza bak sen... Neyse bunları sonra konuşuruz, şu bilgisayara bir bak bakalım dondu kaldı.” “Ne bileyim ben baba, belki internet kopmuştur.” “Hayır, internet var.” “Bilgisayarı kapa, bir daha aç.” “Emin misin?” “Evet.” “Salladın gibime geliyor.” “Ne bileyim baba, oyun oynarken donunca ben öyle yapıyorum, düzeliyor.” “Off… Sana soranda kabahat zaten.” *** “Hayırlı olsun arkadaşım, yeni başladın herhalde?” “Evet, bugün ilk iş günüm.” “Nasıl gidiyor?” “İyi, nasıl olsun? Bir sıkıntı yok, yalnız…” “Ne oldu?” “Müdür kullandığınız programları öğrenmemi istedi.” “Eee… Ne var bunda?” “Ne bileyim, neler kullanılıyor, ne var içinde? Bilemiyorum da…” “Çok basit, biraz Excel biraz da Word.” “Hımm…” “Bilmiyor musun yoksa?” “Biliyorum da, çok fazla haşır neşir olmamıştım.” “Hadi canım sen de, bu zamanda bu yaşına kadar hiç bilgisayar kullanmadın mı?” “Kullandım da, şey…” “Neyse benim biraz işlerim var, bir ara ben sana gösteririm. Hadi tekrar hayırlı olsun kolay gelsin sana.” “Teşekkürler, sağ olun.” *** Önce X kuşağını korkuttular, “Y kuşağı geliyor, onlar bilgisayarla büyüdü, onlar gelince siz işsiz kalacaksınız, kendini geliştirmeyen yok olup gitmeye mahkum olacak,” denildi. X kuşağı kaderine razı bekledi Y kuşağının gelmesini. “İzleyelim görelim” dediler. Y kuşağı büyüdü ve iş hayatına başladı. Çok fazla bir değişiklik olduğu söylenemez. Zira bu arada teknolojinin gelişimine ayak uydurmakta geciken şirketlerin hantal yapısı içerisinde X kuşağı bilgisayarla haşır neşir olarak işini devam ettirmeye yetecek kadar bilgi ve beceri sahibi olmayı başardı. Yine de çok yeterli değildi, belirli kalıplar ve programlar içinde sıkışıp kaldılar. Y kuşağı biraz daha meraklı, kurcalayan, klavyesi güçlü ve teknoloji ile barışık olsa da araştırma ve geliştirme konusunda şirketlerine çok fazla bir getirisi olmadı. Burada bilgisayar programcılarını ayrı tutalım. Gerçi bu işi yapanlar çığ gibi büyüse de gerek serbest çalışmayı tercih etmeleri ve gerekse orta ölçekli şirketlerin bu tip personel barındırmayı tercih etmemeleri nedeniyle çalışan personele çok fazla bir katkısı olmamıştır. Bunda şirketlerin de büyük bir rolü var. Daha çok web sitelerinin kurulması ve geliştirilmesi yönünde hizmetleri dışarıdan alan şirketler ayrıca bilgi işlem firmaları ile anlaşarak sorunlarını gidermeye çalıştılar ama hiçbir zaman şirket içi eğitimi düşünmediler. Şimdilerde Z kuşağının geleceğinden bahsediliyor. Şu anda üniversitelerden mezun olmak üzereler. Bekleyelim ve görelim bakalım, iş dünyasına neler kazandıracaklar. Teknolojik kazanımları bir kenara bırakırsak, X kuşağının Z kuşağı ile birlikte çalışma ortamını daha çok merak ediyorum. Düşündüğünü olduğu gibi söyleyen, hiçbir kalıp içerisine girmeyecek gibi görünen, daha özgür şartlarda çalışmayı tercih edecek bir çalışan profili ile sadece dediğinin yapılmasını isteyen ve daha kuralcı bir yapıya alışık yöneticiler arasındaki ilişki nasıl olacak? Müşteri profili ve istekleri hızla değişiyor. Çalışanların da profili ve isteklerinin değişmesini normal karşılamak lazım. Belki de iş dünyasının işleyişine daha bir hızlılık ve canlılık getirebilirler. *** Satışın bir ruhu vardır. Karşılıklı olarak birbirini anlamak ve hissetmek gerekir. Yazının ruhu yoktur derler, duygularınızı net olarak ifade edemeyebilirsiniz. Oysaki sesli iletişimde heyecanınızı, üzüntünüzü, öfkenizi ve diğerleri olmak üzere tüm duygularınızı karşı tarafa tüm açıklığı ile daha fazla iletebilirsiniz. Bunu bir de görüntülü yaptığınızı düşünürseniz iletişiminiz ne kadar kolaylaşacaktır. Uzun süredir kullanımda olan programlar var. İnternet üzerinden hem sesli hem de görüntülü konuşabiliyorsunuz. Birçoğu ücretsiz olan bu programlar genellikle aile ve arkadaş sohbetlerinde kullanılıyor. İşyerlerinde kullanılmamasının birçok sebebi olabilir. Genelde işyerlerinde internet ile ilgili kısıtlamalar var. İşveren tarafından bakarsanız haklılar da, çünkü personelin birçoğu interneti iş dışında kullanıyor. Bilgisayar kullanımından habersiz ve internet kullanımını bilgisayar kullanımı zannedenler çoğunlukta. Ofis programlarını tam anlamıyla kullanabilen, raporlama yapabilen, grafik oluşturabilenlerin sayısı oldukça az. Oysaki bu insanların çoğu bütün gününü bilgisayar karşısında geçiriyor ama görünen o ki boşa geçiriyor. Yaratıcılık ve katma değer konusunda hiçbir belirti yok. Yöneticiler de yapabilecekleri en kestirme yolu kullanıyorlar ve internet kullanımını ya kısıtlıyorlar ya da yasaklıyorlar. Oysaki günümüzde tüm müşteriler internet kullanıyor. Personelinizi bu yönde geliştirebilirseniz yeni müşteri edinme maliyetini düşürebilirsiniz. Personelinizi yasaklarla köreltmek yerine şirket içi eğitimlerle yeniliklerin önünü açın. Personelinizin de buna istekli olması için onları teşvik edin. Dinamiklerinizi artırın.Müşteri ile görüntülü iletişime geçmek belki de sizlere çok büyük kazanımlar sağlayacaktır. Söylemesi bizden, düşünmesi ve uygulamaya konulması kararı sizden. (30 Temmuz 2013) BİR FİL DAHA NE İSTEYEBİLİR? 20 Ağustos 1994’te Honolulu şehri, sirk gösterisini izliyordu. Sirkte 20 yaşında Tyke adında bir fil vardı. Fil, işvereninden ve şirketinden artık iyice bezmişti. Eğlence parklarına ya da sirklere çıkmaktan, tehlikeli çalışma koşullarından yorulmuştu. Rutin dayaklar, tedavi edilmeyen yara bereler, sürekli seyahat canına tak ettirmişti. Artık, yemeğin olmamasından ya da yemeğin kötü olmasından; sağlığının önemsenmemesinden, sağlık önlemlerinin olmamasından; ama esas olarak, her gün sirke çıkmaktan bezmişti. Tyke, daha bir yıl önce Pennsylvania’da sahneden kaçmış, binanın kapılarını kırmıştı. Üç ay sonra, Dakota’da gösteri sırasında terbiyecisini ezmiş ve ortadan kaybolmuştu. Her iki olayda da terbiyeciler Tyke’ı sakinleştirmeyi başarmışlar ama Honolulu’da Tyke’ın sabrı taşmıştı. Tyke, yüzlerce izleyicinin gözü önünde terbiyecisini öldürmüş, bakıcısını yaralayarak sokağa kaçmıştı. Sokakta bir palyaçoyu ayaklarının altına alıp sirkte çalışan bir adamı ezmişti. Polis hiç zaman kaybetmemiş, file 89 el ateş edilmişti. 1993 yılında Honolulu polisi gene böyle kalın derili söz dinlemez bir hayvanı vurarak öldürmüştü. Ancak, Tyke’ın o günkü eylemi hiçbir şekilde boşa gitmedi. Aslında şehre, devlete ve Hawthorn şirketine yüzlerce dava açıldı. Halk nezdinde tartışmalar başladı. Sirk konusunda olumlu düşünmeyen birçok insan eylemlere katılmaya başladı. Hayvan hakları kuruluşları destek gördü. Büyük tepki oldu. Protestolar ve boykotlar yaşandı. ABD Tarım Bakanlığı daha ciddi yaptırımlar uygulanması, daha ihtiyatlı davranılması ve cezaların artırılması konusunda uyarılmış oldu. 1994’te federal hükümet Hawthorn’un sahibi John Cueno Jr.’ın sirkindeki 16 file el koydu. Tyke’ın o ağustos günü gösterdiği direniş toplumsal değişimin gelişmesine destek oldu. Tyke tarih yazdı. *** Filler için “hisli hayvanlardır” denir. Atlar, kediler ve köpekler için de öyle söylenir… Aslında tüm hayvanlar hisli canlılardır, belki bazıları daha hisli olabilir. Yani canlıların doğasında vardır hissedebilmek. İnsan da bir canlı olduğu için o da hissedebilir. Hisleri vardır insanın, kendini iyi hissettiği noktada her şeyin üstesinden gelebilir. İyi hissetmezse kibrit çöpünü bile yerinden oynattıramazsınız ona. Motivasyondan bahsediyoruz kısacası. *** Tabii şimdi düşünüyorum da bu filin hikayesini okuyan hemen herkesin aklına hayvan hakları ve insanların hayvanlara yaptığı eziyet veya işkencelerle ilgili bir düzine senaryo gelebilir. Haklılar da… Hayvan hakları tabii ki önemli ama bu yazıyı okuyunca benim aklıma iş dünyası ile ilgili bir konu geldi. Özellikle “Her gün sirke çıkmaktan bezmişti” cümlesini okuyunca… *** İşkence tarzı eziyetleri başka bir platformda konuşmak üzere bir kenara bırakalım ve her gün aynı şeyleri yapma konusundaki sıkıcılık ve eziyeti ele alalım. Belki de bu filin başkaldırı adına yaptıklarını bugün iş dünyasında birçok çalışan, farklı şekilde, kendince bir çözüm bulmaya çalışarak yapıyor olabilir. Belki sevgili filimiz konuşabilseydi; “Nedir bu kardeşim? Her gün çık, insanları eğlendir... Yeter, sıkıldım… Ben artık yetenekli ve tanınan bir filim. Bana artık başka görevler verin. Şirketinizin tanınmasında ve kazancında farklı misyonlar üstleneyim…” diyecekti. Belki de hareketleri ile bunları söylemeye çalıştı ama insanlar onu anlamadı ya da yanlış anladı. Zaten insanlar neyi anlıyorlar ki? Belki de bu yüzden birçok insanın ömrü, “Bir gün beni de anlayan biri çıkacak” diye beklemekle geçiyor. *** İş dünyasına geri dönelim… İnsanlar sürekli aynı işleri yapmaktan bıkıyorlar ve bir süre sonra motivasyonları düşüyor. Sürekli değişiklik arıyor ve yeni bir şeylerin peşinde koşuyorlar. Evet, gerçek hayat böyle, bu insanın doğasında var. Sürekli aynı işyerinde, aynı pozisyonda çalışan personel bir müddet sonra sıkıldığını hisseder. Her şey üstüne geliyordur. "Kimse beni anlamıyor" diye düşünür. Arkasından gidip konuşması gereken kişiyle konuşmak yerine hiç ilgisi olmayan kişilere dert yanar. Sonra da kendi içerisinde bir çıkmaza girer. Devam mı tamam mı bir türlü karar vermez. En kestirme yol, bir iş yerinden ayrılıp başka bir işyerine başlamaktır. Bu neyi düzeltecekse? İşte burada da hikayenin sonundaki cümle çok önem taşıyor. Sevgili filimiz ne yaptı? Cümleyi hatırlarsak; “toplumsal değişimin gelişmesine destek oldu” diyordu. Değişim ve gelişme… Performansı düşen veya ayrılıp giden her personelin ardından patronlar ya da yöneticiler kendilerine merakla şu soruyu soruyorlardır herhalde; "Ne istese verdik, maaşı da iyi, bu adam daha ne istiyor?" İşte, çözüm sorunun içerisinde zaten. Bu adamlar ne isteyebilir diye bakmak lazım. Adamın derdi monotonluk mu, para mı, terfi mi, ekip arkadaşları mı, yoksa ekip olamamak mı? Dinle, anla ve çözümle… Birçok kurumsal firma bu soruna şöyle bir çare getirmiş durumda: Birkaç yıl aynı pozisyonda çalışan personelini özellikle de başarılı olmuşsa farklı bir departman veya göreve atayarak hem onu motive ediyor hem de verimi düşük olan departmana bir ivme kazandırmış oluyor. Ne de olsa yeni pozisyonda yeni bir göreve getirilen personel bir şeyler başarmak isteyecek, dolayısıyla oraya bir hareketlilik gelecektir. Özetle, yeni atamalar için; “yeni bir konsantrasyon, yeni bir motivasyon ve performans zenginliği oluşturacaktır” diyebiliriz. En önemlisi de “iç huzuru” olur sanırım… (10 Eylül 2013) ETİ SENİN KEMİĞİ BENİM Yaz aylarının sonlarına geldiğimiz bu günlerde insanları yeni bir heyecan sarmaya başladı. Tatil, bayram derken yaz sezonu bitti ve okullar açılıyor. Minicik yürekler heyecanla çarpmakta. Belki de birçoğu annelerinden ilk defa ayrılacaklar. Gözlerde yaş, kalplerde sızı. Duygular karmakarışık. Eğitim sistemi daha da karışık... Asıl soru işaretleri 4+4+4 üzerine. Neydi, nasıl olacaktı derken, artık eğitimciler bile çaresiz, “Yaşayalım, görelim...” diyorlar. Herkes “Yaşayalım, görelim...” diyor. Artık her kim söylediyse Türkçemize yerleşmiş bu söz. Kaderci toplumun yine kaderci bir sözü olarak girmiş ve kalmış hayatımızda. İyi, güzel, hoş da bu yavrucaklar büyüdükleri zaman ne olacaklar? Bence üzerinde asıl düşünülmesi gereken konu bu olmalı. Eğitim sistemini siyasetçiler, işin bürokrasisi, eğitimcilerimiz, akademisyenlerimiz ve diğer uzmanlar tartışa dursun, bizler çocuklarımızın meslek seçimlerine yakından bir bakalım… *** Tüm büyükler çocuklarının doktor, avukat, mühendis olmasını istiyor. Peki, Türkiye’deki istihdam ihtiyacı hakkında kimin ne kadar fikri var? Bunun üzerinde kimler kafa yoruyor? Küçücük ayaklar hangi yolda ilk adımlarını atıyor, hangi yolda rakipleri ile yarışıyorlar? Gelecekleri hakkında kimler plan yapıyor? Neyle ilgilendikleri, neye karşı hevesleri, merakları oldukları sorgulanıyor mu? Kabiliyetleri hangi yöndedir? Çocuklara sorsalar belki de söyleyecekler. Minicik yüreklerinin heyecanını yenmeye çalışarak ve dillerinin yettiği ölçüde… “Ben fotoğrafçı olmak istiyorum baba. Ağaçları, çiçekleri ve kuşları çok seviyorum, onların resimlerini çekmek istiyorum. “Ben şair olmak istiyorum anne. Güzel şiirler yazıp sana hediye etmek istiyorum.” Birçok velinin yapacağı gibi yukarıdaki istekleri ortaya koyan çocuğun annebabası da çocuğunun doktor olmasını isteyecektir. Fakat şu sorunun cevabını belki de hiçbir zaman bilemeyecekler: “Çocuğu bir Orhan Veli, belki Nazım Hikmet belki de Necip Fazıl olabilir miydi?” Olabilirdi belki de... Tabii ki yüreklerinin götürmek istediği yola doğru ilerlemelerine izin verilseydi. Bugün birçok anne-baba, çocuklarının ünlü bir besteci-şarkıcı (Bir Sezen Aksu, Patti Smith…) olmasını ister ama onların geçtiği yollardan geçmesini, onların çektiği sıkıntıları, acıları çekmesini istemez. Oysaki o acıları çekmeyenler, zihinlere ve gönüllere kazınmış o muhteşem eserleri nasıl yaratabilir? Hangi mesleği seçerse seçsinler işini severek, isteyerek, kendinden bir şeyler katarak, herkesten daha farklı ve daha iyi yapabilecek, belki de çok büyük başarılara imza atabilecek yeteneklere fırsat vermek gerekir. *** Eğitim konusunda çocuklarımızı yönlendirirken Atatürk’ün şu veciz sözlerini de bir hatırlamak gerekir diye düşünüyorum: “Bir taraftan cehaletin giderilmesiyle uğraşırken bir taraftan da çocuklarımızı toplumsal ve ekonomik yaşamlarında verimli, başarılı kılabilmek için gerekli olan bilgi ve becerileri iş içinde ve iş aracılığıyla vermek eğitim yöntemimizin temelini oluşturmalıdır.” *** Bugün Türkiye’mizde birçok sektörde istihdam edilen çalışanlar, o sektör hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadan işbaşı yapmaktadır. Muhtemelen birçoğu yakın bir akrabası veya arkadaşı aracılığı ile o işe yerleştirilmiş veya klasik olarak “Ne iş olsa yaparım” diyerek ucuz maliyetle patronun gönlünü fethetmiştir. Yine birçok kişi hayatında hiç özgeçmiş bilgi formu doldurmadan iş hayatını sürdürmektedir. Genel olarak işe alımlarda sorulan şu iki soru açık ara ile zirvede yerini almaktadır: “Daha önceki iş yerinden neden ayrıldın?”, “Maaşın ne kadardı?”… Maalesef hem patron hem de çalışan adına önceliklerimiz arasında maaş ilk sırada yer almaktadır. Hatta çoğu zaman işe başlamak konusunda diğer sosyal haklar ve güvenceler dahi konuşulmadan ve hiç düşünülmeden direkt olarak “Evet” ya da “Hayırlı olsun” cevabı verilmektedir. Tabii ki tüm bu gelişmeler sonucunda kısa süre sonra bir takım sıkıntılar baş göstermektedir. Ne patronlar memnundur ne de çalışanlar. Çalışanların aile ve yakınlarını hesaba katmıyorum bile… Düşünün ki; bir doktor, bir mühendis, bir avukat, bir muhasebeci, vb. mesleklerde ehliyet sahibi olmak için orta öğretim haricinde en az dört yıl lisans eğitimi şart. Bununla da yeterli kalmayıp mezun olduktan sonraki birkaç yıl kendini geliştirmek adına stajyer gibi çalışmak zorundalar. Ama maalesef birçok meslek bu kadar ciddiye alınmıyor. Günümüzde birçok sektörde, herhangi bir eğitim aranmadan kolaylıkla istihdam yaratılmaktadır. Örneğin, ehliyetiniz varsa bir arkadaşınız vasıtasıyla taksi veya dolmuş şoförlüğü yapabilir, biraz sermayeniz varsa oto galerisi açabilirsiniz. Satış ve pazarlama sektöründe de durum bundan hiç farklı değildir. İş ilanlarında aranılan vasıflar arasında en az lise-üniversite mezunu ve sektörde en az iki yıl deneyimli yazsa bile, bazen bir tanıdık vasıtasıyla gelen deneyimsiz gençleri, patronlar “Evet, seni gözüm tuttu, sen bu işte gelecek vaat ediyorsun” diyerek işe almaktadır. Bunların birçoğu işe başladığı aynı günde sahaya sürülerek müşteri ile karşı karşıya gelmektedir. Belki geçmişte müşteri için ucuz fiyat öncelikli olabilirdi fakat günümüz Türkiye’sinde müşteri, ucuz fiyatla birlikte karşısında işinin ehli kişiyi görmek istiyor. *** Oysaki mesleki eğitim, Türklerin geleneklerinde vardır. Bir baba küçük yaşta çocuğunu bir ustanın yanına verirken “Eti senin, kemiği benim” derdi. Bu şekilde, onun iyi bir meslek eğitimi almasını ister, bunun için her türlü fedakarlığa hazır olduğunu vurgulardı. Şimdilerde Meslek Liseleri var. Ama bilinçsizce yönlendirmeler yüzünden randımanlı olduklarını ve eğitim sistemine ve iş dünyasına çok şey kattığını söyleyemeyiz. Aslında bunun temelleri çok eskilere dayanıyor. Selçuklu döneminden başlayarak Osmanlı’nın tamamında ve 80’li yılların sonuna kadar Türkiye’de devam eden geleneksel sistemde çıraklık eğitimi çok önemli bir yer tutardı. Hatta bu bağlamda bir eğitim sistemi kurulduğunu bile görebilirsiniz. Yazılanlara göre eğitimine yamak olarak başlayan kişi çırak, kalfa, ustalık dönemlerinden geçmeden “İşin ehli oldum” diye müşteri karşısına çıkamazmış. Bugün ise durum bambaşka; dün mesleğe adım atıyorsunuz, bugün müşteriyle baş başa kalıyorsunuz. *** Otomotiv sektörü de bunun sancılarını çeken sektörlerden birisidir. Her ne kadar mevcut istihdam üzerinde eğitim planları yapılsa bile gelişigüzel zamanlarda parlayan kıvılcımlar aynı hızla sönmekte ve eğitim programları istikrarsız bir tablo çizmektedir. Oysaki süreklilik çok büyük bir önem arz etmektedir. Fizik kanunlarından bilindiği üzere, ardı ardına gelen dalgalar (aynı dalga boyu ve frekans) daha güçlü bir etki yapmaktadır. Otomotiv sektöründe eğitim rüzgarını genellikle dağıtım firmaları estirmektedir. Bir eğitim programı hazırlarlar ve davet ederler (yetkili satıcılar zorunlu olarak katılım gösterirler), daha sonra uzun bir sessizlik olur, eğitimler yarım kalır, personeller değişir, eğitimli ve kalifiye personel gider. Eğitimsiz, sektöre yeni adım atmış (çırak) personel gelir. Kimi tutunur kimi gider ama çoğunlukla sektöre zarar verirler. Kalifiye eleman eksikliği her sektöre zarar verir. Hizmet kalitesi düşer, müşteri memnuniyetsizlikleri artar, ciro düşer, ücretler azalır, sosyal haklar kısıtlı kalır, sıkıntılar artar. Ne kadar çok eğitim, bir o kadar çok kalifiye eleman ve bir o kadar da yüksek ücret ve fazlasıyla sosyal haklar demektir. Eğitim her şey demektir. (28 Ağustos 2012) ALTIN ÖĞÜTLER Bahar mevsimi yüzünü gösteriyordu, kışlıkları kaldırmanın vakti gelmişti. Akşamların hafif esintileri tatlı bir ürperti verse bile gündüz hava sıcaklıkları artmış, güneş insanın içini ısıtmaya başlamıştı. Ağaçlar çiçek açmış, kuşların cıvıltısıyla birlikte baharı müjdeliyorlardı. Baharın doğaya yaymış olduğu enerji insanların içinde de etkisini gösteriyordu. İnsanlar rengarenk kıyafetleriyle boy göstermekte, eğlence alanlarını, çocuk parklarını, deniz kenarları ve piknik alanlarını doldurmaktaydılar. Ne güzeldi bahar… O sabah erkenden kalkmış, keyifle hazırlanmış, kahvaltılıklardan atıştırarak dışarıya çıkmıştım. Kafamı yukarıya kaldırdım, güneşin ilk parlak ışıkları önce yüzümü sonra içimi ısıttı. Baharın temiz havasını ve enerjisini içime çektim, yüzüme tatlı bir gülümseme geldi. Bugünün çok güzel bir gün olacağı her halinden belliydi. Keyif ve heyecanla işe gitmek üzere yola koyuldum. Arkadaşlarıma “Günaydın” dedim gülümseyerek içeriye girerken. Ne güzeldi bahar… Keşke hep bahar olsa… “Her güzelliğin bir sonu var” derler… Gerçekten de öyle, bazı sözler hayatı karşılıyor doğrusu. “Dakika bir, gol bir” durumu… Olayın ayrıntısına girmeyeceğim. Günlük hayatımızda hemen herkesin başına gelmiş veya gelebilecek bir olay. Sizlere de tanıdık geldi, değil mi? *** Bugünlerde, kişisel gelişim kitaplarında, sosyal medyada, vb. daha birçok yerde altın öğütler okuyoruz. “Etrafınızdakilerle iletişim kurun”, “Fikirlerinizi özgürce dışa vurun”, “Karar verirken cesur davranın”, “Çalışanlarınızın motivasyonunu yüksek tutun, özgüven yükleyin, hata yapmalarına ve hatalarını anlamalarına izin verin, azarlamayın, hatalarını direkt yüzlerine vurmayın; onları desteklerseniz ve onlara güvendiğinizi gösterirseniz daha mutlu ve üretken olacaklardır.” Ama maalesef gerçek hayatta böyle olmuyor. Dışarıdan bakıp söylemek kolay, işin içerisine girince durum değişiyor. İşte size güzel bir öğüt; “Emir vermek yerine sorular sorun”. Soru var ama cevap yok. Sizin ne yapmaya çalıştığınızı anlamaları için süreç lazım. Aynı açıdan bakabiliyor olmanız lazım. Eğitime ve öğrenmeye açık olmaları lazım. Siz kendinizin neler yapabileceğinizi biliyorsunuz ama önemli olan onların algıları ve tepkileridir. Çabalarınızın karşılığını tam olarak alabilir misiniz? Onlar bu tür detaylarla pek ilgilenmezler, genelde direkt sonuç odaklı olurlar. Bireysel yeteneklerine göre davranış biçimleri oluşturmanız gerekiyor ama ne mümkün! Günümüz dünyasında ne insanların sizi dinlemeye sabrı var ne de sizin insanlara anlatmaya gücünüz yetiyor. İş dünyasının gerçeklerinden bir tanesi de herkesin “Evet” cevabı almaya odaklı olmasıdır. Size gelen taleplerin hepsine onay vermenizi isterler. “Hayır” cevabı onları öfkelendirir, motivasyonlarını düşürür, mutsuzlaştırır, işten soğutur. Bugüne kadar göstermiş olduğunuz tüm çabalar, emekler bir çırpıda okyanusların karanlık ve soğuk derinliklerine doğru hızla batmaya başlar. Karşınızdaki istemeye gelirken sizin vereceğiniz karara odaklı değil, kendi kafasındaki cevabı almaya gelmiştir yanınıza. “Hayır” cevabını aldığında siz dünyanın en kötü yöneticisi olursunuz. Bu özel hayatta da böyle; en kötü patronlar, en kötü eşler, en kötü anne babalar, öğretmenler, arkadaşlar, vb. hepsi “Hayır” cevabı verenlerdir. *** Gerçek dünya çok farklı, kişisel çıkarlar ön planda. Kimse kimseyi düşünmüyor. Günümüz iş dünyasında özverinin karşılığı yok. Vefa artık sadece İstanbul’da bir semt adı olarak yer alıyor. Özellikle satış sektöründe, hedef baskısı bencilliği ön plana çıkarıyor. Ekip olarak beraber hareket etmek zorlaşıyor. Bazen yönetici konumundaki insanlar dahi bu yarışın içerisine dahil ediliyorlar. Onlara da kişisel satış hedefleri verildiğinde kendi adına satış baskısı altında ezilirken personeline nasıl yardımcı olsun, rakip miyiz yan yana mıyız? Önce buna karar vermek lazım. Tüm bu sıkıntı, stres altında yazılanların, söylenen güzel sözlerin hiçbir önemi kalmıyor. *** Baharın tüm güzelliklerini doyasıya yaşamanız dileğiyle, işte size altın bir öğüt; “Seni dinleyip anlamaya niyeti olmayanlarla tartışma”. (7 Mayıs 2013) KOÇUM BENİM Kurban bayramları, kendine has uygulamaları ve kurban kesim törenleri ile çok ilginç bir süreçtir. Hatta “Yurdum insanı manzaraları” için biçilmez kaftandır diyebiliriz. Yine sahibinin elinden kaçan kurbanlık hayvanlar sağda solda koşuşturacak, elini kesen mi dersiniz, ayağı sakatlanan mı dersiniz, yine dolacak hastaneler, taşacak acil servisler... Birçoğu, geçmişteki efsanevi kareler gibi Kurban Bayramı’nın olmazsa olmazları arasında yerini alacaktır sanırım. Aslında bu kaçınılmaz bir son değil. Çaresi var ama bizim halkımız zoru seviyor! Türk milletinin gelecek vaat eden genç nesli ilk kez Kurban Bayramlarında karşılaşır, boynuzlarına kırmızı kurdele bağlanmış postları kınalı koçlarla. Hepsi de bayram için hazırlanmıştır. Bugün “koç” dediğimizde hemen herkesin aklına işte bu manzara gelir. Nedense, “iş dünyasındaki koçlar” henüz pek benimsenemediler. Veya birçoğunun iş hayatı da kurbanlık koç misali kısa sürede sona erdirildi. Tabii ki bu yaklaşımımız her sektör için geçerli değildir. Otomotiv sektörü için ise henüz çok benimsenmiş bir kariyer noktası olamadığı kesin. Aslında koç kelimesi, Türk halkının kelime dağarcığı içerisinde geniş bir kitleyi kapsayacak şekilde yer almıştır. Genelde insanlarımız kendisine yakın hissettiği, güvenebileceği, dertleşebileceği, fikrine başvurabileceği, tavsiyelerini alabileceği arkadaşlarına “koçum” sıfatıyla hitap ederler. Her karşılaşmalarında veya telefon görüşmelerinin başında söze “Ne haber koçum” diye başlarlar. İş hayatında da yöneticilik pozisyonu aslında bir nevi koçluk anlamına gelmektedir. Çalışana koçluk yapmak, yani kurum içi koçluk. Bir yöneticinin görevleri arasında neler bulunur?.. Mevcut kurum kültürünü yeni ve dinamik iş modelleri ile beslemek, çalışanların bireysel gelişimlerini kurumların beklentileri yönünde şekillendirmek, iş tatmini yaratmak ve verimliliği artırmak, yetkin çalışanlardan oluşan güçlü ve dinamik bir ekip oluşturmak, sürdürülebilir performans sağlamak vb. daha birçok şey sayabiliriz. Yöneticilik, yani diğer bir deyişle kurum içi koçluk. Ama mevcut sistem buna izin vermemekle birlikte koçluk kavramını ve koçluk yapacak kişileri yıpratmaktadır. Oysaki hayat sürekli öğrenme ve öğretme yeridir. Sürekli gelişen teknoloji çağında hızla değişen bilgileri alıp bunları harmanlamak ve işe yarar duruma dönüştürmek, ancak araştırma-geliştirmeeğitim döngüsü içerisinde yer alabilir. Fakat gerçeklerle yüzleştiğimizde görüyoruz ki, satış müdürleri tamamen asli görevlerinden uzaklaşarak kendilerini satış kaosu içerisinde buluyorlar. Yani mevcut sistem birebir satış yapmasını gerektiriyor. Aksi takdirde gelir yetersizliği içerisinde kıvranırken bir yandan da iş yapmayan kişi olarak gösteriliyorlar. Oysaki çalışanlarınıza yön gösterebilecek birebir görüşmeleri gerçekleştirmeniz, onların neleri yapabileceği, neleri başarabileceği, nerelere kadar gidebileceği konularında farkındalıklarını ortaya çıkarmanız gerekmektedir. Çalışanlar, mevcut sistem ve yöntemlere ek olarak önereceğiniz yeni sistem ve metotların faydalarını, yapılacak küçük değişikliklerin onlara getirilerini net olarak görebilirlerse, değişiklikleri daha kolay kabullenecek ve uygulamaya geçebilecektir. Yapılacak değişikliklerde şirket menfaati kadar çalışan menfaatlerini de net olarak gösterebilirseniz verimlilik bir o kadar daha fazla olacaktır. Fakat şu anki sistem buna izin vermemektedir. Yöneticiler arada sıkışıp kalmakta, kendilerini ne yönetim kadrosuna ne de çalışan kadrosuna koyamamaktadırlar. Zira yöneticilik vasıflarını yerine getirmek adına, sistem, metot, eğitim adına gerek kendine gerekse çalışanına zaman ayıramamakta ve kafasını gömdüğü evrak, müşteri, problem üçgeni arasından sıyrılamamaktadır. Artık günümüzde “koçluk”, mesleki olarak tüm sektörler için ihtiyaçtır. Bugünlerde tüm satış danışmanlarının müşterilerine aynı sistem, metot ve satış teknikleri ile sunum yapması gerekliliği aşikardır. Satış danışmanlarının kendine özgü bir takım davranış sergilemeleri ve satış tekniklerini uygulamalarının ne tür yanlış sonuçlar doğurduğu ve yine sistemli bir şekilde herkesin aynı davranış ve teknikleri uyguladığında ne kadar doğru sonuçlar verdiğini yapılan araştırmalar ve yaşanmışlıklar net bir şekilde ortaya koymaktadır. Gönül ister ki, otomotiv sektörünün tamamı bu algı içerisinde yönünü belirleyebilsin ve harekete geçebilsin. Tabii ki bu da daha fazla eğitim ve koçluk yapabilecek yöneticileri ortaya çıkarmakla mümkündür. İyi bayramlar dileklerimle… (23 Ekim 2012) AİLE YÖNETİCİSİ Geçtiğimiz günlerde bir bankadan aradılar. 500 TL kredi vermek istediler, üstelik sıfır faiz ve masrafsız! Evet, 500 TL alıp 500 TL ödeyeceğim ve masrafı da yok… Sigorta da yok… Tamam, o zaman alayım bir kredi. Hatta eşime de alayım. “Eşiniz ne iş yapıyor?” “Ev hanımı.” “O zaman veremeyiz.” “Neden veremiyorsunuz?” “Çalışmıyor, sigortası yok, gelir belgesi yok.” “Ama ben kefil olacağım.” “Olsun, yine de fark etmez. Üzerine kayıtlı mülk olması veya kira alması da önemli değil. Gelir belgesi lazım.” “Ama benim kredi kartıma bağlı olarak 15000 TL limitli ek kart veriyorsunuz, yıllardır da harcama yapıyor ve bugüne kadar aksatmış değil. Şimdi yine ben kefil oluyorum, niye kredi vermiyorsunuz?” “Veremiyoruz, üzgünüz…” *** Sizlerle internette karşılaştığım ve çok hoşuma giden bir yazıyı paylaşmak istiyorum: “Çalışıp çalışmadığımı soruyorlar. Tabi ki çalışıyorum. Ben bir aile yöneticisiyim. Çalar saatim, aşçıyım. Öğretmenim, dadıyım. Ütücüyüm, antrenörüm. Kuaförüm, psikoloğum. Sekreterim. Teselli edenim. Bankamatiğim. 365 gün, 7/24 her şeye hazır bekleyenim. Ben bir anneyim…” *** Bunu okuduktan sonra anneler için “ev hanımı” sözünü kullanmamaya karar verdim. Bankayla bir kez daha görüşeyim, belki beni anlarlar ve krediyi alabilirim diye düşündüm. İnternet sitesine girdim. Vizyon, Misyon ve Değerlerimiz sayfasına baktım. Aynen şunlar yazıyordu: “Vizyon: Bir yandan müşterilerimizin finansal geleceklerini en iyi şekilde yönetmeleri için en uygun çözümleri sunarken, diğer yandan da tüm sosyal paydaşlarımız için uzun soluklu değer yaratmak. Misyon: İş mükemmelliği anlayışı ve uluslararası hizmet kalitesiyle müşterilerimizin, yüksek seviyede etik ve manevi değerler ile çalışmalarımızın tercih ettiği banka olmak. Değerlerimiz: Herkesin güven veren, hizmette mükemmellik sağlayan akıllıca davranan, kararlı, duyarlı, ulaşılabilir bankalara ihtiyacı var. Bu değerlerimizle müşterilerimizin güçlerine güç katacağız. Türkiye’yi yepyeni bir bankacılık anlayışıyla tanıştıracağız.” *** Bankanın Genel Müdürlük iletişim bilgisi olmadığı için banka şubesi müdürü dostuma bir e-posta yazdım: “Selam, Yukarıdaki metin bir bankanın internet sitesinden alıntıdır. Ulaşılabilir deniyor ama iletişim bilgilerinde e-posta adresi yok. Duyarlı deniyor ama müşterilerinin bankaları hakkında ne düşündüğünü veya düşüneceğini umursamıyor. Akıllıca davranan deniyor ama müşterisini elinde tutabilecek yolların önünü tıkıyor. Bunları şu sebeplerle söylüyorum: -Bankanızın bir müşterisi olarak tüm ürünlerinizi kullanıyorum. -Gayet yüksek limitli kredi kartıma ek kart olarak eşim adına bir kredi kartı mevcut ve uzun süredir kullanıyor. Ödemeleri düzenlidir. -Bu ek kredi kartı benim kefaletimle kendisine verilmiştir. Bunun karşılığında eşim tarafından bankanıza herhangi bir gelir belgesi beyan edilmemiştir. -Eşim bu ek kredi kartı için herhangi bir evrakınıza imza atmamıştır. Tüm bu işlemler benim kefaletim ve garantörlüğüm altında yapılırken yine bankanızdan benim garantörlüğüm altında eşim adına başvurmuş olduğumuz sadece 500 TL tutarındaki kredi talebimiz reddedilmiştir. Kısa bir süre sonra Türkiye'deki beşinci yılını dolduracak olan bankanın deneyimli yöneticilerinden bu konuda -Türk halkının duygusallığını da göz önünde bulundurarak- daha akılcı bir çözüm yolu beklerdim. Çünkü her ay belirli bir meblağdaki kredi kartı borcunu taksitlendirmeden gününde ödeyen bir müşterisinin 500 TL gibi bir kredi borcunu aksatmadan ödeyeceğini de öngörebilmeniz gerekir diye düşünüyorum. Bu konuda bankanızdan, müşterinizin önüne bürokratik engeller çıkartmak yerine başvuruyu inisiyatif kullanarak değerlendirmeye almasını beklerdim. Sizden ricam bu maili yetkililere ulaştırmanızdır. Konuya duyarlılık göstereceğinize ve akılcı bir çözüm yolu bulacağınıza inanıyorum.” *** Arkadaşımdan gelen cevap: “Şikayetinizi üst birimlere ilettim. Sonucu hakkında sizi bilgilendireceğim.” Ve benim son mailim: “Hala bir cevap alamadım, demek ki genel müdürlük bizi dikkate almadı.” Bizi derken neyi kastettiğimi sanıyorum anlamışsınızdır! Tabii ki “aile yöneticilerini”! (22 Ocak 2013) TÜRKİYE’DE YÖNETİCİ OLMAK “Türkiye’de en zor iş nedir?” diye sorsalar hiç tereddütsüz “yöneticilik” derim. “Daha da zoru nedir?” diye sorsalar yine hiç düşünmeden “Aynı iş yerinde yöneticiliğe terfi etmektir” derim. “Peki, seni bu düşünceye iten nedir?” diye sorarsanız, kısaca izah etmeye çalışayım… Diyelim ki orta ölçekli bir iş yerine yönetici olarak müracaat ettiniz ve kabul edildiniz. Yeni bir iş yeri, yeni bir ortam, yeni bir ekip… Haydi hayırlısı… Sizden beklen ilk iş hemen satışları, ciroları, karlılıkları artırmanız olacaktır. (Allah Kerim…) Peki, bunları neyle, kimle yapacaksınız? (Azimle…) Bir bakıyorsunuz ortada ne bir bütçe var ne de ekip!.. (Hak getire…) Aslında çalışanlar adı altında birileri dolaşıyor ortalıkta ama ne ruh kalmış ne de çalışma isteği. Kimi üstlenmiş olduğu görevlerden memnun değil, kimisi de aldığı ücretlerden memnun değil. (İnsanlık hali…) Öncelikle atmanız gereken adım, çalışanın motivasyonunu yükseltmek olacaktır. Onları iyi bir iş yerinde çalıştıklarına inandırmanız, çok çalıştıkları takdirde yükselebileceklerini göstermeniz, aldıkları ücretlerin piyasa şartlarına göre ortalamanın üzerinde ve iyi olduğuna ikna etmeniz gerekmektedir. (Yalandan kim ölmüş…) Patronlar yöneticilerin elinde sihirli değnek var zannediyorlar Elinizde personel harcamalarına yönelik hiçbir bütçe olmadan hiçbir sosyal etkinlik düzenlemeden, şirket içi paylaşımlar olmadan, kimsenin özel günlerini bilmeden, onların özel günleri ve törenleri için hiçbir şey yapmadan, hastalıkları ve sağlıklarıyla ilgilenmeden ve hiçbir ek harcama yapmadan nasıl bir ekip ruhu oluşturmayı düşünüyorsunuz? Eğer tüm bu şartlara rağmen ekibi bir arada tutabiliyorsanız bravo size! İş dünyasında patronlar kendilerini yönetici konumunda görüyorlar Patronların çoğu çekirdekten yetişmiş olduğundan sürekli olarak işin içerisinde yer almak istiyorlar. Her an her dakika çalışanla muhatap olup birebir işleyişi yönetmeye çalışıyorlar. Çoğunun ay sonunu bekleyip yöneticiden rapor almaya sabrı yok. Kendilerini yönetici konumundan patronluğa itemiyorlar. Bu sebepledir ki yöneticilerine de çalışan gözüyle bakıyorlar. Yöneticilerden her işi yapması bekleniyor. “Düşünen-üreten değil, çalışan-üreten” olması bekleniyor. Bu da şirketlerin büyümesini geciktiriyor. Yöneticiler arada eziliyor Yönetici bir yandan hem patron açısından hem de çalışan açısından işlerin yolunda gitmesini sağlarken bir yandan da çalışanını eğitmek, yetiştirmek, onun belli bir özgüvene ulaşması için gerekli motivasyonu yüklemek, hatalarından ders alabilecek olgunluğa ulaştırmak, az hata çok üretim yapabilecek deneyime ulaşmasını sağlamak, performansını artırmak ve yolunu açmakla yükümlüdür. Ama patron yöneticiye çalışan gibi davranırsa, yönetici kendi motivasyonu ile uğraşmaktan çalışana fırsat ayırabilecek midir? (Ne mümkün…) Yönetici aynı zamanda iyi bir lider olmalıdır Çalışanın hem aile içi yaşantısında hem de şirket içi yaşantısında uyumlu, huzurlu ve mutlu olabilmesi adına iyi bir yaşam koçu olabilmek de iyi bir yönetici olmanın faziletleri arasında olmalıdır. (Vay be!..) Diğer bir deyişle iyi bir yönetici aynı zamanda iyi bir lider, iyi bir arkadaş, iyi bir eğitmen, iyi bir psikolog, vb. olmak zorundadır. (Yeme de yanında yat!) İyi de tüm bunları yaparken kendi hırsları ve egolarını nereye koyacak? Hadi diyelim ki yönetici bunları bir kenara bıraktı, peki ya patronun egoları ve hırsları ne olacak? Hadi onlarla da baş ettiğini düşünelim? Çalışanların bitmek bilmeyen istekleri, yersiz kaprisleri, öğrenmeye ve çalışmaya karşı gösterdikleri direnişleri karşısında ne yapacak? (Eller yukarı…) Yöneticiler iki arada bir derede boğulmaktadır Otoriteler, “İyi bir lider yol gösterir, istek uyandırır, hataları düzeltir, nasıl yapılacağını gösterir, insanları yetiştirir, över, sorar, hadi gidelim der.” (Der ama bunu kim dinler?) Gerçek hayatta ise durum çok farklıdır Bu yoldan gitmeye çalışan bir lideri hem çalışan hem de patron ezer. Çünkü patron onun otoriter olmadığını, çalışanları denetleyemediğini ve iyi yönetemediğini, onları düşünmeye iterek akıllarını karıştırdığını, işini yapmak yerine gereksiz şeylerle uğraştığını düşünmektedir. Sen neymişsin be abi! İşte bu ikilemler arasında çalışan yönetici, zamanla beceriksiz olduğuna kendisi de inanmaya başlar. Bu da onu başını kendi işine gömmeye ve gidebildiği yere kadar gitmeye çalışmaya iter. (Tüh, yazık oldu!) Bir müddet sonra patronun dediği doğru çıkar; “Bizim müdür işe yaramazın teki.” Oysaki yönetici işe ilk başladığı gün neler hayal etmişti. Bu konu hakkında bu güne kadar bilinen her şeyi değiştireceğini, daha modern, daha çağdaş, daha yenilikçi, daha verimli, herkesin gıpta ile bakacağı yeni bir yöneticilik anlayışını iş dünyasına kazandıracağına inanmaktaydı. (Yürü, kim tutar seni!) Bu ve bunun gibi düşünen daha birçok yönetici veya yönetici adayı ortaya çıkmaya devam edecektir. Fakat günümüzün patron ve çalışanları onların da hevesini kursaklarında bırakacaktır. (Yediler adamı…) Peki, bunu yıkmayı nasıl başaracağız? İnsanlara düşündüklerini söyleme özgürlüğü tanıdığımız ve karşımızdakini dinlemeyi öğrendiğimiz gün. Yöneticilerimize çalışan olarak değil de yönetici olarak bakmayı öğrendiğimiz gün. (Olsa da yesek…) Not: Kurumsal firmalar ve kendini bu konuda iyileştirmiş firmalar için söz meclisten dışarıdadır. (28 Mayıs 2013) BU İŞTEN DE ÇIRAK ÇIKTINIZ İhtiyar heyeti toplanmış, mahalle takımının durumunu görüşüyorlardı. Şu alt mahalleye yenilmekten ne zaman kurtulacaklardı? Herkes teknik direktörü suçluyordu, takımı taktik yönden iyi hazırlayamadığı söyleniyordu. “Bu teknik direktör gitmeden biz alt mahalleyi mümkün değil yenemeyiz!” “Hem biliyor musunuz? Bir keresinde alt mahalleye gurbetçi biri taşınmış. Takımın başına getirmişler. 2. lige kadar yükseltmiş takımı, hatta şampiyonluğu kıl payı kaçırmışlar. Neredeyse 1. lige çıkmaları an meselesiymiş.” “Nerede bizde o şans?” “Bir de bizim Ali’ye soralım.” “Ali nereden bilecek?” “Üniversitede beden eğitimi öğretmenliği okuyordu, o bilir.” Ali bilir veya bilmez ama şunu söyleyebiliriz; iyi bir ekip kurmadığınız sürece dünyanın en iyi teknik direktörünü de getirseniz bu iyi bir sonuç alacağınızı göstermez. İş dünyasında da durum böyledir. İyi bir iş çıkarmak istiyorsanız iyi bir planlama ve iyi bir uygulama yapmanız gerekir. Planlama işini yöneticiler üstlenir. Uygulamada ise çalışanlar vardır. Genelde işyerlerinde planlamaya işini bilen, deneyimli kişiler alınır. Uygulama kısmına ise düşük ücretli, tecrübesiz personeller alınır. Nasıl olsa yönetici tecrübesi ile işi götürebilecektir. İşte günümüzde birçok firmanın yapmış olduğu hataya bir örnektir bu. Planlamaya iyi adamlar alıp uygulama kısmında çırakları çalıştırırsanız o işten çırak çıkarsınız. *** Bir yönetici geliyor gözümün önüne; uzun zamandır firmanın çalışmak istediği fakat bir türlü portföyüne katamadığı müşteriye nihayet imzayı attırmıştı. Yapılması gereken tek şey üretimi zamanında yetiştirip ambalaj ve sevkiyat işini en kısa sürede ve en sağlıklı şekilde tamamlamaktı. Mal tesliminden sonra müşteri memnun kalırsa uzun süreli sözleşme imzalanacaktı. Üretimin başında firmanın kuruluşundan bu yana çalışan ustabaşı Hasan vardı. Hasan Usta bu işi piyasada en iyi bilenlerden biriydi. “Usta” lafını fazlasıyla hak ediyordu. Yıllardır yanında birçok eleman yetişmiş, çoğu zamanla işyerinden ayrılarak işlerini kurmuşlardı. Bugün bile hala Hasan Usta’yı arayıp saygı ve sevgilerini ifade etmekteydiler. Üretim kısmında sıkıntı görünmüyordu. Her şey zamanında yetişecekti. Ambalajlama kısmına yeni bir şefi, Arif’i almışlardı. Arif, daha önce bir fabrikada yıllarca çalışmış ve işini bilen biriydi ama bir tek kusuru vardı. Sürekli şikayet ediyordu. Sürekli fabrikada çalıştığı eski ekibini övüp duruyordu: “Biz şöyle yapardık, biz böyle yapardık...” “İyi güzel hoş da bizim elimizdeki malzeme şimdilik bu kadar, bununla idare edeceksin. Çok çalış, işler iyi gitsin burada da ekibini kurabilirsin. Yetiştirmek üzere elemanlar al, yetiştir, kur ekibini. Sen de her şeyi hazır istiyorsun.” Evet, en son toplantıda patron böyle söylemişti şefe. Nakliye ise işin son noktasıydı. Her şeyin iyi gitmesi, işin iyi sonuçlanmasına bağlıydı. En son çalıştıkları nakliye firmasından memnundular ama patronun oğlu işin başına geçtikten sonra ücretleri pahalı bulmuş ve daha iyi fiyata yeni bir kargo şirketi ile anlaşmıştı. Bu ilk işleri olacaktı. İnşallah bir sorun çıkmazdı. Müdür o sabah herkesi odasında toplantıya davet etti. Hasan Usta, Arif ve nakliye firmasını temsilen Niyazi Bey vardı. Müdür, “Önümüzde 15 gün var. Hiçbir sorun istemiyorum. Mallar tam zamanında yetişmeli.” dedi. Hasan Usta tecrübesi ile sözü aldı: “Biz 12 günde üretimi tamamlamış oluruz. Yani cumartesi günleri de çalışarak iki haftada tamamlarız Allah’ın izniyle.” Arif, “Olmaz,” dedi, “bize en az beş gün lazım. Bu kadar adamla ancak yetişir.” Niyazi Bey, “Yol, trafik ve araçların durumunu da hesaba katarsak her türlü aksiliğin olabileceğini düşünmek lazım. Bize minimum üç gün vermeniz gerekir.” dedi. Müdür, şöyle bir kafasında hesap etti ve kaşları çatıldı, sonuç 18 gün çıkmıştır. Oysaki işi 15 günde teslim etmeye söz vermişti. Sanki Hasan Usta’yı biraz sıkıştırırsa iş çözülecekti. Hasan Usta’ya döndü ve “Ne dersin usta, bu işi daha kısa sürede teslim edemez misin?” dedi. Neyse sözü uzatmayalım; Hasan Usta’nın ekibi cumartesi-pazar günleri tam zamanlı çalışacak, Arif ve Niyazi Bey de işi biraz sıkı tutacaktı. Böylece, işi 15 günde teslim etmek üzere sözleştiler. Hasan Usta üzerine düşeni yaptı ve işi dokuz günde teslim etti. Ambalaj işinde personelin beceriksizliği yüzünden iş bir gün aksadı ve dört günde tamamlandı. Nakliye firması araç sıkıntısı yüzünden işi dört günde teslim etti. Sonuçta iş 17 günde tamamlandı. Müdür, son iki gün ömründe hiç konuşmadığı kadar telefon görüşmesi yaptı ve hiç dilemediği kadar özür dilemek zorunda kaldı. Sonuçta ne mi oldu? Patron müdüre “Sen de bir işi beceremedin, adamlara iş yaptıramıyorsun!” dedi ve işten çıkardı. Şimdi yeni bir müdür arıyor. Hasan Usta, kendini emekliliğe hazırlıyor. Arif, ambalajlama işinde çalıştıracak kalifiye eleman bulamadığından işi kendi yapmaya çalışıyor. Gece yarılarına kadar çalışmak zorunda kaldığından evde sorunlar yaşıyor. Aslında bu işi yapacak kalifiye eleman var ama ücretleri yüksek bulunduğu için patron tarafından işe alınmıyor. Nakliye firmasına araç filosunu genişletmesi şartıyla son bir şans daha verildi. Patronun oğlu maliyetleri kıstığı için şimdilik patronun gözüne girmiş durumda. Belki de müdüre gerek kalmayacak. Ne de olsa bu iş ona fazlasıyla tecrübe kazandırmıştı. (17 Eylül 2013) İNSANLIK HALİ DEYİP GEÇMEYİN Müdire hanım temizlik görevlisini odasına çağırır ve sorar: “Anlat bakalım, nasıl oldu?” “Vallahi benim bir suçum yok, ben yerleri silmiştim, daha yeniydi. Öğrenci önüne bakmamış, dikkat etmemiş, ayağı kayıp düşüvermiş.” “Ne demek dikkat etmemiş canım? O dikkat etmeyecek, sen dikkat edeceksin. Önlem alacaksın. Hem sen ıslak zemin tabelası koymuş muydun bakalım?” “İnsanlık hali müdire hanım, unutmuşum işte...” “Yıkıl karşımdan, gözüm görmesin seni.” Bu yaşananlar bir televizyon dizisinden alıntıdır. Olaya şöyle bir bakalım. Siz yerleri silip ıslak zemin tabelası koymayın sonra da “ hatadır, insanlık hali” deyip kenara çekilin. Profesyonel değilim diyemiyorsunuz da insanlık hali diyorsunuz, olacak şey değil. *** Her alanda ve sektörde kabul edilebilir referanslar vardır. Bu referanslar içerisinde artı veya eksi değerler olabilir ama bu referans değerlerinin dışına çıkıldığında hemen bir iyileştirme gerekliliği doğar. *** Yıllar önce bir Amerikan filminin isminden hayatımıza giren üç kelime vardır; “iyi, kötü, çirkin…” Merak ettiniz mi hiç, neden "iyi, kötü, çirkin" demişler de "iyi, kötü ve iyimser" dememişler. Muhtemelen iyimserin karşılığını bulamamışlardır diye düşünüyorum. Belki de iyimser Türklere has bir şey olabilir. Araştırmak lazım. *** İş dünyasında çalışanların performansları iyi veya kötü olarak ayrılabilir. Bir de ortalama performanslar vardır ki bunlar sayısı oldukça fazla bir kesimdir ve çalıştıkları işyerlerinin felaketini hazırlamaktadırlar. Nedenini şöyle izah edeyim: Şimdi işyerinizdeki personellerinizi bir gözden geçirin ve iyi performans gösterenleri bir kenara ayırın. Ne yaparsınız? Bunlarla çalışmaya devam edersiniz değil mi? Ama "Her zaman daha iyisi vardır" sözü de unutulmamalı. Kötülerle de yolunuzu ayırırsınız muhtemelen. Fazla yoruma gerek yok. Gelelim orta performans gösteren personelinize… Bunlarla ne yapacağınızı bilemezsiniz. Birçoğu uzun yıllardır sizinle çalışmakta ve ne ileriye ne de geriye gidememektedir. Size bağlılığından eminsinizdir, çoğu güvenilir elemanlardır. Arkadaşları ile uyumu iyidir, hiç geç kalmazlar, ne iş verseniz hayır demezler, birçoğunun evliliğine, çocuk sahibi olmalarına, ev-araba almak gibi sevinçlerine de ortaklık etmişsinizdir belki de. Bunlar hedeflerinin yarısından biraz fazlasını gerçekleştirirler. Evet, hepsi de iyi ve güzel insanlardır ama hepsi de bu meziyetlerin sadece birine, bilemediniz ikisine sahiptirler. Ne uzar ne de kısalırlar. Atsanız atılmazlar, satsanız satılmazlar. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz hesabı bir türlü istediğiniz seviyeye getiremezsiniz. Bazen kendinizle inatlaşırsınız, adam etmeyi hedeflersiniz, bazen umutlanırsınız; birkaç ay biraz daha iyi performans gösterirler ve oluyor diye düşünürsünüz… Sonra tıpkı balon gibi sönüverirler. Aynen sizin hayalleriniz gibi… *** Yıllardır “İnsanın olduğu yerde hata vardır”, “Bir yerde hata yoksa orada iş yapılmıyor demektir.” gibi sözlerle insan-iş-hata arasında bir bağ kurulmaya çalışılmıştır. Hatta “Hatasız kul olmaz” diye şarkı bile yazılmıştır. Elbette ki hatalar olabilir ama bunların çoğunu profesyonelleşerek bertaraf edebilirsiniz. Peki, nedir bu profesyonellik? -Hazırlık yapmak (araştırmak), -Kurallar belirlemek ve bu kurallara göre hareket etmek, -Raporlama yapmak (geri bildirim). Tüm bunlar sizin farkındalık yaratan, yol gösteren, harekete geçiren, motive edici, etkileyici ve yaptıklarıyla iz bırakan bir şirket olma yolunda hızınızı artıracak, yolunuzu kısaltacaktır. İnsanlık hali deyip geçmeyin. Artık iş ve bilim dünyası iç içe olmak zorundadır. Hataya yer bırakmayacak şekilde; bir yandan gelişen teknolojiye adapte olurken diğer yandan her işi kitabına göre uygulamalısınız. İnsan her gün yaptığı şeyi unutabilir mi? Alışkanlıklarınızı iş kurallarınızla pekiştirmeniz gerekir. Bu sebepledir ki istikrarlı davranmalı, kaynakları verimli kullanmalı, sistemli ve metotlu hareket etmelisiniz. Profesyonellik bunu gerektirir. (24 Eylül 2013) SİL BAŞTAN YAPMAK Osman, o gün otomotiv sektöründen bir arkadaşını ziyaret etmekteydi. Kapıdan içeri girdiğinde gördüğü manzara hiç de hoşuna gitmemişti. Başını iki elinin arasına almış ve uzaklara dalmış olan arkadaşı bir hayli düşünceliydi. Osman beklemeden söze girdi: “Hayırdır dostum, bir sıkıntın mı var?” “Sağol, iyiyim Osman. Hoş geldin, geç otur şöyle...” “Seni iyi görmedim. Derdini anlatmayan derman bulamaz, anlat bakalım nedir derdin?” “Şu Meriva,” dedi işaret parmağı ile kapının önündeki aracı göstererek ve devam etti, “neredeyse bir yıl oldu, satamadım gitti...” “Şimdi bu araba satılsa bütün sıkıntıların bitecek mi?” “Biter!” “O zaman sat, kurtul.” “Ben de kurtulmak istiyorum ama satılmıyor meret.” “Neden?” “Arabayı 18500 TL’ye aldım, masrafları ile şimdi 20000 TL’ye mal oldu.” “Satsan kaç para eder?” “18500 TL veriyorlar.” “Ver o zaman.” “Nasıl vereyim?.. Zarar ederim.” “Kardeşim, ver diyorum sana. Bunu sat, yerine alacağın arabadan kazanır paranı yerine koyarsın. Dert etmeye değer mi? Satmazsan hem sıkıntı yapacaksın hem de durduğu yerde bu araç değerlenmez.” Osman, bu diyalog sonrasında arkadaşını sıkıntısıyla baş başa bırakmak istemese de acil işi vardır, ayrılır. *** Aradan birkaç gün geçmiştir. Osman yine arkadaşına uğrar. Arkadaşı halen mutsuz görünmektedir. Osman takılır arkadaşına: “Hayırdır dostum? Gül biraz, ne bu karamsarlık böyle.” “Bir şey yok... İyiyim, bakma sen.” “Ne oldu? Satamadın mı arabayı?” “Sattım.” “Ne güzel işte, daha ne öyleyse?” “Zarar ettim.” Osman, bunun üzerine arkadaşına şu hikayeyi anlatır: “İki keşiş nehir boyunca giderken, nehrin kıyısında geçmek için yardım bekleyen bir kadına rastlamışlar. Kadın yüzme bilmiyormuş ve bu yüzden çok korkuyormuş. Keşişlerden genç olanı kadına yardım edemeyeceklerini, çünkü inançları gereği kadınlarla temas kurmalarının yasak olduğunu söylemiş. Fakat keşişlerden yaşlı olanı, genç kadına yardım edeceğini söylemiş ve kadını sırtına alarak nehrin diğer yanına geçirmiş. Diğer keşiş bu durumdan hiç memnun olmamış ama kadın keşişe yardım ettiği için çok teşekkür etmiş. Şükranını göstermek için tekrar tekrar önünde eğilmiş. Keşişler yollarına devam etmişler. Yol boyu genç keşiş kendi kendine söyleniyormuş. Yaşlı keşiş dayanamayıp yaklaşık bir mil sonra sormuş; ‘Neden hala söyleniyorsun, bir sıkıntın mı var?’. Genç keşiş kızgınlıkla cevap vermiş; ‘Biz keşişiz. Bir kadını sırtında taşıyıp karşıya geçirmek şöyle dursun, kadınlara bakmamız bile yasak. Nasıl böyle bir hareket yapabildin?’. Diğer keşiş gülümseyerek cevap vermiş, ‘Ben o kadını bir mil geride bıraktım. Sen neden hala taşıyorsun?’” *** Bu güzel hikayeyi ilk okuduğum andan itibaren çok hoşuma gitti. Birçok ortamda dostlarımla, arkadaşlarımla paylaştım. Eşime ve çocuğuma da anlattım. Birçok kişi keşişlerin bunu yapıp yapamayacağı üzerine tartışmaya girerken çok az da olsa olayın ana fikri üzerinde konuşabildiğimiz sohbetler oldu. Oysaki anlatılmak istenen çok basitti ve zaten bu hikayeye rastlarsanız en alt satırlarında açıklama olarak şunlar yazıyor: “Hayatın akışında her şeyi kendinize dert ederseniz, bunlar size artık katlanamayacak yükler haline gelir. Geçmişte olan olaylar üzerine yoğunlaşmanın yükünüzü artırmaktan başka faydası olmaz. Yüzümüzü geçmişe dönmek yerine geleceğe bakmak lazım.” *** Sizler de hayatınızdan bazı şeyleri temelli silip atın, onları çöp kutunuzda bekletmeyin. (5 Mart 2013) KURUMSAL OLMA HAYALLERİMİZ 2005 yılı sonlarına doğru, çalıştığım marka, tüm yetkili satıcılarının İSO belgesi almasını şart koşmuştu. Biraz ısrarlar ve biraz da benim araştırmacı tarafımın ve merakım ağır basması neticesinde bu işi yürütmek bana kalmıştı. Hemen kolları sıvadık. Danışman bir firma aracılığı yardımıyla bir yıla yakın bir sürede istenen tüm dosyaları ve süreçleri tamamlayarak belgeyi aldık. Bu süreçte bazı eğitimler de aldık. Ders notları arasında ilk dikkatimi çeken, "İSO ne demektir? Ne faydası vardır?" sorusunda eğitmenin verdiği cevaptı: “İSO; yaptığın her şeyi yazmak ve yazdığın her şeyi yapmaktır.” *** Birçok kişi, iş başvurusu yaparken özgeçmişine “Kurumsal bir firmada çalışmak istiyorum” diye bir not düşmektedir veya bunu yazmamış olsa bile iş görüşmesinde dile getirmektedir. Oysaki öncesinde bunu yaşamamış olanlar kurumsallıkla karşılaşıldığında “duvara toslamış” gibi olurlar. Sizce kaç kişi yaptığı her işi yazılı prosedüre göre yapmak ve yapmadan öncesinde ve sonrasında ilgili kişileri bilgilendirmek konusunda nizami çalışabilmektedir? Belki de birçok şirketin önünü tıkayan süreç bu olabilir. Kim bilir? *** Hatırı sayılır bir firma ile iş ortaklığı yapıyorduk. Aldığımız ürünler bir depoda tutuluyordu. Satın alma konusunda onay vermeden önce gidip ürünlere bir bakmamız gerekiyordu. Depoya vardığımızda bizi içeri almadılar. Geliş amacımızı söyledik ama bir adım ileri gidemedik. Girişte bekletiliyorduk. Görevliler bilgisayardan bakarak kendilerine böyle bir yazılı bilgi gelmediğini söyleyip bu durumda bizi içeri alamayacaklarını belirttiler. İlk başta sinir bozucu bir durum gibi gözükse de işin doğru şekilde yapılması benim dikkatimi çekmişti. Kesinlikle inisiyatif kullanımı söz konusu değildi. Oysaki bizim kılık kıyafetimize bakarak veya beyanımıza inanarak içeri alınabilirdik ama alınmadık. Acelemiz vardı, hemen telefonlara sarıldık. İlgili kişilerle irtibata geçerek kendimizi içeri aldırdık. Bu firma ile çalışmalarımız devam ettiği sürece, her işlem öncesinde yazışmalarımızı tamamlayarak sorun yaşamaksızın ürün kontrolü, evrak alışverişi ve ürün teslimini rahatlıkla gerçekleştirdik. *** Hafta sonu arkadaşlarla maç izlemeye gittik. Giriş noktasında buluşacaktık. Biz biraz daha erken gitmiştik, bekliyorduk. Bu arada da bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da her zaman ki gibi etrafı izliyordum. Son zamanlarda yaşanan olaylar nedeniyle sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Etrafta kuş uçurtmuyorlardı. Bizim beklememizden bile rahatsız oldular. Birkaç farklı görevli neden beklediğimizi sordu. Durumu açıkladık ve beklemeye koyulduk. Bu arada bir takım bilet alışverişlerine şahit olduk. Tabii ki bizim şahit olduklarımıza görevliler de şahit oldu. Bir görevlinin izahı dikkatimi çekti: “Bu kombine sizin adınıza mı?” “Hayır. Arkadaşım gelemedi, onun yerine ben geldim.” “Başkasının kombine kartı ile maça giremeyeceğinizi bilmiyor musunuz? Önce durumu kulübe bildirmeniz ve onay almanız gerekmektedir. Aksi takdirde suç işlemiş olursunuz. Hakkınızda yasal işlem yapmak zorundayız.” “Yapmayın… Biz hiç kötü bir şey yapacak tipte miyiz? Buraya maç izlemeye geldik. Başka ne yapabiliriz ki?” “Senin holigan olmadığını nereden bileyim?” Sonuçta adamı içeri almadılar. Ama düşünüyorum da kaç kişi kulübe yazılı olarak maça gitmeyeceğini, bunun yerine kartını arkadaşına vereceğini yazılı olarak bildiriyordur ki? Bizim her işimiz böyle artık, ne yapalım! *** Herkes kurumsallıktan ve kurumsal olmaktan bahsederken prosedürü bu kadar çok sevmeyen, iki satır yazı yazmaktan yoksun ve bilgi vermekten hiç mi hiç hoşlanmayan bir toplumun kurumsallaşma hayallerinin boyutu da ayrı bir tez konusu olur sanırım. Yine de unutmamak gerekir ki, en büyük başarılar hayallerle başlamıştır. (1 Ekim 2013) GELECEĞİ GÖREBİLMEK ADINA 2001 Mayısı’ydı. Bir iş için Gaziantep’e gitmiştik. Kısa sürede işimizi bitirip Hatay’a geçtik. Bir arkadaşımız kısa süre öncesinde İstanbul’daki işlerini tasfiye ederek memleketi Reyhanlı’ya yerleşmişti. Orada kavun yetiştirecekti. Hatay, bölge olarak erken hasat verdiğinden ve ilk çıkan ürün değeri de fazla olduğundan bu işten büyük kazanç sağlamayı hedefliyordu. Büyük hayalleri vardı ama şansı yaver gitmedi. Önce şiddetli yağan yağmur ürüne zarar verdi. Sonrasında ürün aldı ama artık tüm bölgelerde de ürün yetişmiş olduğundan ve üretim fazlalığı nedeniyle fiyatlar ucuzlamıştı. Sonuçta elde ettiği kazanç masraflarını karşılamadı ve başka bir bahara diyerek İstanbul’a geri döndü. Hesap edemediği şey, doğa olaylarının yanı sıra -ki bu herkesin başına gelebilirdi- o yıl neredeyse bölgedeki hemen herkesin kavun yetiştirmesiydi. Bir önceki yıl kavun yetiştirenler iyi para kazanmıştı. Bunu gören herkes o yıl kavun yetiştirmeye karar vermiş, arz talep dengesi bozulunca da ürün fazlalığından dolayı fiyatlar ucuzlamıştı. Dolayısı ile kavun yetiştiren herkes zarar etmişti. Yazık oldu, tıpkı binlerce üreticiye olduğu gibi. Oysa Türkiye’deki üretim miktarları, ülkenin ihtiyaçları ve hangi ürünün nerede ve ne kadar yetiştirilmesi gerektiği gibi birçok bilgiye arşivlerden ulaşılabilirsiniz. *** 2005 Kasımı’nda İznik’te zeytinlik satın aldık. Uzun süredir aklımızda olmasına rağmen çok da üzerine düştüğümüz bir yatırım değildi. Karşımıza bir fırsat çıktığını düşünerek bir anda karar verdik ve sonuçlandırdık. Aldığımız bahçe uzun süredir bakımsız kaldığından bizi bir hayli iş bekliyordu. Kolları sıvadık ve zahmetli bir emek sonrasında hastayı ayağa kaldırdık. Bu işlemler sırasında bazı araştırmalar yaptım. Bunun sonucunda da toprak numunesi alarak laboratuvarda inceletmeye karar verdim. Bir hafta sonu birkaç arkadaşımı da yanıma alarak hem gezmek hem de numune almak üzere bahçeye gittik. Aldığımız numuneleri laboratuvarda incelettikten sonra birkaç ziraat mühendisine faksladım ve reçete yazmalarını istedim. Hemen hepsi aynı reçeteyi yazdı. Bu da bana doğru yolda olduğumu gösterdi. Ağaçlar kısa sürede gelişti ve iyi bir hasat aldık. Oysaki bu işlemleri yaptığım için ilk başlarda tepki almıştım. Bölge insanları işlerine karışılmasından hiç hoşlanmıyorlar. "Bizim amacımız işinize karışmak değil yardımcı olmak... Biz sonuçları alalım ve sizlerle paylaşalım, siz yine bildiğinizi yaparsınız…” diyerek ortamı biraz olsun yumuşattık. O bölgede bahçe ile ilgilenenlerin tamamı her yıl aynı gübreyi kullandıklarından toprak doyum göstermekte ve hasat verimi düşmekteymiş. Bunun farkında olmadan yıllarca “el emeği göz nuru” uğraşıyorlar. Olaylara bilimsel yaklaşmak yerine alışkanlıkları devam ettiriyorlar. Bu da ülkemizde tarımın gelişmesine sekte vuruyor. Sonrasında, Aralık 2006’da ürünleri topladık. Bu sefer de bölge halkının ürünü olgunlaştırma aşamasında bir anlaşmazlık içerisinde olduklarını gözlemledim. Kuru tuzda mı tuzlu suda mı bekletilecekti ürün? Nihayet karar verdik. Tuzlu suda bekletecektik ama tuzun derecesi konusunda karar almak da kolay olmadı. Yine her kafadan bir ses çıktı. En sonunda içlerinden en kararlı olanı dinledik. Ürünün iyi olması onun kararının doğru olduğunu gösterdi. Ya olmasaydı! Bu konularda bölge halkının hiç istatistik tutmamış olması ve ellerinde yazılı bir takım veriler olmaması dikkat çekiciydi. Sonradan öğrendim ki isteseler devlet kurumlarından bu verilere ulaşabiliyorlarmış. Ama görüyoruz ki dededen kalma yöntemler ve kendi bildiklerini doğru kabul etmek ağır basıyor. *** İş dünyasında birçok şirket ve çalışanları yaşanmışlıkların üzerinde çalışma yapmadıkları için geleceği şekillendiremiyorlar. Bugün bulduk bugüne, Hak Kerim’dir yarına… Herkes bildiği gibi yapmaya çalışıyor. Kimsenin sistemli ve planlı çalışmaya niyeti yok. Birçok insan “Bismillah” deyip dükkan açıyor. Artık Allah bugün ne verirse, kısmetimize… Bir ağabeyimizin çok sevdiğim bir sözü var, sizlerle paylaşmak isterim: “Dünü arşivlemek, bugünü sistemlerde yaşatmak, yarını planlamak.” Bu söz üzerine söylenecek çok şey var ama kıssadan hisse, iş dünyasının temelinin buna dayandığını gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Bu dünde böyleydi gelecekte de böyle olacaktır. *** "Topraktan geldik toprağa gideceğiz." sözünün arkasındaki gerçek sizce ne olabilir? Acaba herkesin ortak olduğu düşüncedeki gibi, bir gün ölüp toprağa gömüleceğimiz ve nihayetinde de bedenimizin toprağa karışacağı mıdır? Yoksa son yıllarda organik tarımın giderek yaygınlaşması ve insanların beslenme konusunda bilinçlenmesi sonucunda büyük şehirlerin terk edilerek zamanla kırsal bölgelere dönüleceği midir? *** İş dünyasında insanları en çok zorlayan şey alışkanlıklardır. Değişimlere ayak uyduramamalarının başlıca nedeni alışkanlıklarını değiştirememeleridir. İnsanlar hızla değişen iş dünyası içerisinde önce “Büyük balık küçük balığı yutar” değişimine, sonrasında ise “Hızlı balık yavaş balığı yutar” gerçeğine yenik düştü. Kısacası anlık değişimlere ayak uyduramadılar. Strateji planları yapamadılar. Ağırlıklarından, alışkanlıklarından kurtulamadılar. Böylelikle diğerleri ile birlikte yükselemediler. *** Belki de Atatürk, “Köylü milletin efendisidir.” veciz sözünü boşuna söylememiştir. Belki de gerçek zenginliğin toprakta olduğunu görebilmiştir. Her dönemin favori bir mesleği olduğu gibi belki de geleceğin favori mesleği budur. Belki de tüm bu süreçlerin yaşanması gerekiyordu. Böylelikle insanlar şehirde görüp öğrendiklerini -bilgi arşivlerini, teknolojiyi ve planlı çalışmayı- köylerine döndüklerinde uygulayacaklar ve sonuçta da işleri kolaylaşacak, önleri açılacak. Kim bilir? (8 Ekim 2013) BÜYÜMENİN ÖTESİNDE Bir Kurban Bayramı'nı daha geride bıraktık. Bayramı hafta sonu ile birleştirenler ve güneye inenler belki yazdan kalma sıcak günlerin tadını çıkararak tatil yapabilseler de, özellikle Marmara bölgesinde son günler yağışlı ve soğuk geçti. Yolda dikkatimi çeken en önemli olaylardan birisi de her zamanki gibi yine birçok arabanın camlarının buğulu olmasıydı. Bu konuyu ne zaman çözecekler bilemiyorum ama kazaların en büyük sebeplerinden birisi olduğunu tahmin edebiliyorum. Görüş mesafesini büyük ölçüde engelliyor. Sürücüler sağını solunu görmeden hatalı şerit değiştiriyorlar *** Otomobil markaları her ne kadar kendi aralarında en iyi olma yarışı yapsalar da atalarımızın bir sözü vardır, at sahibine göre kişner. Yıllardır İzmit-İstanbul arasında gidip gelirim. Dilovası bölgesi, usta-acemi şoför ayrımını en iyi yapabileceğiniz yerdir. Dilovası’ndan Gebze’ye doğru tırmanıyoruz… Önümde 110 beygir gücünde Citroen C4 var. Ben 65 beygir Renault Clio ile ondan yol istiyorum. Önümdeki sürücü hiçbir şeyin farkında değil. Rampa boyunca arkasında en az 20 araç kuyruk olduk. Hızımız 50 km'ye düştü ama aldıran yok! İnsanın, “Sağ şeride geçip yolu açıver” ya da reklam filminde dedikleri gibi; “Hakkını ver arabanın, biraz bas!” diyesi geliyor. Tabii ki kurallar çerçevesinde... *** Son üç yıldır bayramlarda kurbanı aynı yerde kestiriyoruz ve her yıl bir öncekinden daha kalabalık oluyor. Bu yıl da yine çok kalabalıktı. Çoluklu çocuklu gelenler de vardı. Büyükbaş bir hayvanın ortalama dört hisse olduğunu düşünürseniz ve yine bir hisse için ortalama üç kişinin geldiğini hesaplarsanız sonuç ortaya çıkar. İyi matematikçiler bir bilgi eksikliği saptayacak, hemen belirteyim; 170 büyükbaş hayvan kesildi. Küçükbaşların sayısını bilemiyorum. Hesaplayabildiniz mi? Elbette hesaplamışsınızdır… Okul yıllarında matematiğin hayatın neresinde işe yarayacağını düşünürdünüz… Nasıl da işe yarıyor, görüyorsunuz. *** Kurban kesim alanı mahşer günü gibi hınca hınç doluydu. Çalışanlar ve ziyaretçiler birbirine karışmıştı. Çocuklar babalarının ellerinden tutmuş binlerce soru soruyorlardı. “Baba, bizimkisi hangisi?” “İşte şu, 36 numara, boynuzları iri olan.” “Çok güzelmiş.” “Nasıl da belli ediyor değil mi kendisini, o kadar hayvanın içinde?” “Evet.” “Bunu ben beğendim...” *** Saat 10.30’da bizim kurban kesildi. Kesim yerinden ayrılmamız 13.30’u buldu. Açıkçası beklemekten yorulduk. Sonrasında bu konu üzerinde bayağı sohbet etme şansımız oldu. Bana göre müşteri sayısı hızla artan işletme, çalışma alanı ve teçhizat yönünden de zayıf kalmıştı. Kesilen hayvan sayısı her geçen yıl artmakla birlikte hayvanların yerden kalkması, ayrılması ve parçalanması iki hat üzerinden devam etmekteydi. Bu iki hat ilk yıllarda olduğu gibi 50-100 adet kurban için yeterli ola bile artık artan talebi karşılayacak boyutta değil... Büyümenin ötesinde kapasitelerini aşmış durumdalar. Önümüzdeki yıl en az iki hat daha açmaları gerekiyor. Yoksa müşterilerini memnun etmeleri mümkün görünmüyor. *** Ben aynı senaryoyu bundan yıllar önce yine başka bir işletmede daha gözlemledim. Evimize yakın bir bölgede iyi niyetli bir kasap ailesinden üç kardeş bu işe girişmişlerdi. İlk üç yıl işler çok iyi gitmiş, müşteri sayısı hızla artmıştı. Memnun kalan herkes ertesi yıl yanında birini daha getiriyordu. Sonrasında teçhizatını daha teknolojik hale getirerek bir hamle yapmış olsalar bile alan yetersizliği yüzünden bocalamaya başladılar. Biz iki yıl dayandık ama uzun beklemeler bizi bıktırdığı için değişikliğe gittik. Sonradan duydum ve öğrendim ki birçok müşterisi bizim gibi düşünmüş ve ayrılmış. Onlar da artık daha az hayvan kesiyorlarmış. *** Türkiye’de küçük ve orta ölçekli şirketlerin büyüme hamleleri içerisinde unuttukları bir nokta var; önemli olan tüm müşterilere ulaşmak değil, önemli olan tüm müşterilere aynı zamanda ve aynı şartlarla ulaşmaktır. İşinizi iyi yaptığınız sürece büyüyebilirsiniz. Buraya kadar sıkıntı yok. Asıl sorun bundan sonra başlıyor. Zirvede ne kadar kalacağınız ve daha ne kadar büyüyeceğiniz bundan sonraki hamlelerinizde saklıdır... (22 Ekim 2013) İŞİN ÖZÜNDE HEYECAN VARSA Yapılan bir araştırmaya göre müşterinin sizi terk etmesindeki en büyük faktör insan hatası olarak değerlendirilmiştir. Merak edenler için söyleyeyim; sonuç yüzde 68. İnsanın inanası gelmiyor değil mi? Yapılan yatırımın büyüklüğü ne olursa olsun, işin içerisine ne kadar teknoloji katarsanız katın alınacak iyi veya kötü tüm sonuçlar insan faktörüne dayanmaktadır. *** Müşteri, şartlar her ne olursa olsun ilgi ister. İlgisizlikten kaynaklanan müşteri memnuniyetsizliği, üründen veya fiyattan kaynaklanan memnuniyetsizliklerden çok daha fazladır. Hal böyle iken birçok firma halen müşteriyi ucuz fiyatla çekmeye çalışmaktadır. Mağazaların vitrinlerini kaplayan indirim etiketlerinden içerisi görünmez durumdadır. Peki, sürekli indirim rüzgarları müşteriyi çekmeye yeterli mi? Bir zamanlar fiyatlar sürekli artarken aybaşında “geçen ayın fiyatları” sloganı kullanıldı ve iş yaptı. Daha sonra ay sonlarında “Son üç gün” gibi sloganlar kullanıldı ve bu da bir müddet iş yaptı. Arkasından peşin fiyatına taksitli seçenekler geldi, sonra 0,99'lu rakamlarla tanıştık. Yetmedi sıfır faiz seçenekleri devreye girdi, yetmedi peşin alana indirim yapıldı. Cabası, yüzde 50-70'lere varan indirimleri gördük ama anladık ki bunların hepsi gelip geçiciydi. Müşteri geliyor, ucuz fiyata işine yarayanı alıp gidiyor ve bir daha geri gelmiyordu. Pazarlamacılar müşteriyi çekebilmek adına bıkmadan usanmadan sürekli yeni yöntemler geliştirmeye devam ettiler. Bir müddet cep telefonlarına SMS mesajı gönderimi yoluyla müşteri ilgisi sıcak tutulmaya çalışıldıysa da aşırı SMS mesajlarından şikayetler gelmeye başladı. Artık gazete ilanları da iş yapmıyordu, internet vardı. Bu yeni oluşum müşterilerde merak ve heyecan duygusu ile birleşince zirve yaptı. Maliyet bakımından da en uygun yol olan internet üzerinden yapılan iletişimler halen karşılığını alıyor gibi görünse de özellikle sanal mağazacılıkta üründen kaynaklı şikayetlerde geri dönüşler çok sancılı olmaktadır. Sonunda iş döndü dolaştı, yine insan faktörüne dayandı. İşin içerisinde satış varsa insan faktörü de önemli olmaktadır. Ancak buna rağmen, bugün birçok sektörde hala satış danışmanları deneyimsizdir. *** Yine en başa dönersek, deneyimsiz ve özellikle de heyecansız satış danışmanlarının ilgisizliği önemli sayıda müşteri kaybına neden olmaktadır. Şimdi sizlere bir soru sorsam ve desem ki; “Bir günde ne kadarlık satış yaptınız?”, hemen kasanıza bakar cevap verirsiniz; “Şu kadarlık ciro yaptım, bunun şu kadarı kar.” Hatta daha detaylı muhasebe hesaplarıyla gider kalemlerini de hesaplayarak net karınızı söyleyebilirsiniz. Peki ya size; “Bugün ne kadarlık satış kaçırdınız?” diye sorsam net bir cevap verebilir misiniz? Sanırım veremezsiniz, çünkü ölçülemeyen bazı değerler vardır. Örneğin, bir müşteri içeri girer ve kendisiyle birkaç dakika içerisinde ilgilenmediğiniz için alışveriş yapmadan işyerinizi tek edebilir. Bir başka müşteri kendisi ile ilgilenen danışmanın güler yüzlü olmaması, ilgisiz davranışı, bilgisizliği veya çok teknik bir dil kullanması gibi davranışlardan dolayı alışveriş yapmadan işyerinizi terk edebilir. Bir başka müşteri fiyatı pahalı bulabilir, bir diğeri fiyatın ucuzluğundan şüphelenip ürüne güvenemediği için alışveriş yapmadan dükkanınızı terk edebilir. Aslında tüm bu nedenlerin altında müşteri ile geçirilen zamanın kalitesizliği yatmaktadır. Bakın “çok” veya “az” demiyorum, “kaliteli zaman” diyorum. Bu nokta çok önemlidir. Müşteriye gerekli zamanda gerekli soruları sorup gerekli cevapları verebileceğiniz, onu dinleyip anlayabileceğiniz, onun sizin tavsiyelerinize uyacak kadar size güvenmesini sağlayabileceğiniz, aldığı ürüne karşılık yapmış olduğu ödemenin uygun olduğuna inandırabileceğiniz vb. iletişimleri sağlıklı olarak kurabileceğiniz bir süreçten bahsediyorum. Bunu başarmanın temelinde, “sürekli ölçmek” yatmaktadır. Neyi iyi yaptığınızı ve yapmaya devam ettirmeniz gerektiğini, neyi iyileştirmeniz gerektiğini ve neyi bırakmanız gerektiğini gibi birçok şeyi ölçebilirsiniz. Sürekli kendinizi yenilemek kadar, aynı zamanda müşteri ile aranızdaki bağı sıcak tutan nedenleri de korumalısınız. Sürekli kendinize "Müşteri ne ister?" diye sorarken aynı zamanda da personelinizin heyecanını en üst noktada tutmalısınız. Unutmayın ki; içerisinde heyecan olmayan hiç kimse hiçbir konuda başarılı olamaz. İçinizde heyecan yoksa ne sanatsal, ne sportif, ne akademik yönden; ne alışta ne de satışta, hiç ama hiçbir konuda bir adım bile ilerleyemezsiniz. Siz kendiniz bile içinizde bir heyecan hissetmediğiniz takdirde bırakın satış ya da alışveriş yapmayı, oturduğunuz yerden kalkmak bile istemezsiniz. Neden insanlar kışın evden çıkmazken baharla birlikte sürekli kendini dışarı atmak isterler? Çünkü baharın sıcaklığı ve renkleri onları heyecanlandırmaktadır. İnsanlar neden fuarlara hücum ederler? Çünkü yeni çıkan otomobiller onları heyecanlandırmaktadır. Neden yeni açılan bir AVM’ye giderler? Çünkü gezmek, görmek, keşfetmek, yeniliği yaşamak heyecan vermektedir. Bir düşünsenize, birçok insanın "Deli mi bu adam?" diye sorguladığı yamaç paraşütçüleri neden o kadar yüksekten atlıyorlar? Cevap basit, heyecan peşinde koştukları için. Dağcılık veya bungee jumping, zor bir spor olmaktan çok heyecan verdiği için tercih edilmektedir. Yirmi iki kişi topun peşinde koşarken milyonlarca insan heyecanlandıkları için futbol sevgisi bu kadar zirvededir. O halde, işyerinize olan ilgiyi zirvede tutmak istiyorsanız personelinizin ve müşterinizin heyecanını her zaman üst seviyede tutabilecek yöntemler geliştirmek zorundasınız. Unutmayın! Ne yaparsanız yapın, içine bir tutam heyecan katın... Not: Bir insan işini sevmiyorsa, en önemlisi de o işle ilgili hayalleri yoksa inanın ki heyecanı da yoktur. (29 Ekim 2013) SİZ KAÇ KİŞİ(LİK)SİNİZ? Bir futbol maçı oynanıyordu. Saha ve zemin futbol oynamaya elverişli, seyirci her zamanki gibi mükemmeldi. Maç ortada geçiyordu. Her iki takım da birbirini tartarak oynuyor, hata yapmamaya çalışıyordu. Güç dengeleri birbirine eşitti. Derken maçın 60. dakikasında bir futbolcu kırmızı kart gördü ve takımını on kişi bıraktı. Teknik direktör bir hamle yapmalıydı. Sahaya ilk on birde iki forvetle çıkmıştı. Şimdi birini kenara alıp orta sahayı güçlendirmek gerekiyordu. Yaptı da… Bu maç takım için önemliydi. Ne olursa olsun bu maçı almaları gerekiyordu ve oyuncular da bunun farkındaydı. On kişi kalmışlardı. Rakip üstlerine gelecekti. İyi bir takım savunması yapıp kontra atak ile golü bulabilirlerdi ve öyle de oldu. Tüm futbolcular neredeyse iki kişilik koşarak oyundan çıkan arkadaşının eksiğini kapattı ve hızlı bir atakla takım golü buldu. Daha sonra rakibin baskıları sonuç vermedi ve maç 1-0 sonuçlandı. Teknik direktör soyunma odasında oyuncularını tebrik etti, onların sevinç kutlamalarına katıldı. Hafta içi antrenman vardı. Takım önümüzdeki haftanın hazırlıklarını yapıyordu. Keyifler yerindeydi. Kulüp başkanı bir haber gönderdi ve teknik direktör ile görüşmek istediğini söyledi. Teknik direktör antrenmanı yardımcısına devretti ve yapılacakların üzerinden kısaca geçerek kolaylıklar diledi. Teknik direktör, kulüp binasında başkanın odasının önündeydi. Kapıyı vurdu, içeri girdi. Selam ve hoşbeş sonrasında başkan konuya girdi: “Hafta sonu için sizleri bir kez daha tebrik ederim. İyi bir sonuç aldınız.” “Teşekkürler başkanım.” “Ayrıca şunu da söylemeliyim ki takım bu sene iyi gidiyor.” “Eksik olmayın.” “Yalnız biliyorsun, mali durumumuz hiç iyi değil. Bazı tasarruflar yapmamız lazım.” “Ne gibi?” “Futbolcuların maç başı paralarını ödemekte zorluk çekiyoruz. Onlarla konuşmanızı ve bundan sonra her birinin iki kişilik oynamasını istediğimi söyleyin. Zira bundan sonra maçlara on kişi ile çıkacağız. Bunu başarabileceklerini hafta sonundaki maçta gösterdiler. Bir kişinin maç başı parasından elde edeceğimiz tasarruf bize nefes aldıracaktır.” “Başkanım, herhalde şaka yapıyorsunuz! On kişi ile maça çıkılır mı?” “Neden çıkılmasın? Geçmişte örnekleri de var. On kişi ile ne maçlar kazanıldı...” “Yapmayın, sayın başkanım. Bir maçtaki tablonun sık sık tekrarlanması imkansız. Sürekli aynı performansı göstermek mümkün değil. Bunun hastalıkları, sakatlıkları var. Kupa maçları ve Avrupa maçları var. Hem şampiyonluk elden giderse tasarruf edeceğimiz miktardan çok daha fazlasını kaybedebiliriz…” “Ben takımıma güveniyorum. On kişi ile yola devam edeceğiz. Git ve onlarla konuş. Bizi anlayacaklarına ve çok çalışacaklarına eminim.” Bu anlattıklarım size de saçma geldi, değil mi? Evet, belki bir futbol takımında bu olaylar gerçek olmayabilir ama iş dünyasında benzer örneklerine sıkça rastlıyoruz. *** Bir personel ayrıldığında, onun yerine adam almak bir kenara dursun, işlerini başka personele paylaştırarak çözüm bulmak en kestirme çözüm halini aldı. Belki ilk başlarda çalışanların özverisi ile işler yolunda gitse bile bir süre sonra personelin asıl performanslarında düşüş gözlenmektedir. Asıl performansını yerine getiremeyen personel ise bir süre sonra gözden düşer. Sürekli yapılan eleştiriler onun da motivasyonunu düşürür ve kaçınılmaz son yaşanır. Ayrılık günü gelip çatar... *** Bir restoran düşünün... Ortalama bir saatte 100 kişiye hizmet veriyor. Sürekli çıkan bulaşıkları iki kişi ayırıp makineye koyuyorlar ve yeniden servise hazırlamaları gerekiyor. İçlerinden birisi rahatsızlanıyor ve eve gitmek durumunda kalıyor. Diğer arkadaşı onun iki günlük istirahati sırasında olağanüstü bir çaba göstererek işin altından kalkıyor. Sonrasında patron müdürü çağırıyor ve diğer elemanı işten çıkarmasını istiyor. Ne de olsa bu iş bir kişi ile de yapılabiliyor. Müdür istemese de patronun dediğini yapıyor. Bir müddet sonra bulaşıklar yetişmediği için servis kalitesi düşüyor. Kısa sürede müşteri sayısında azalma görülüyor. Patron bulaşıkçının değiştirilmesini istiyor. *** Öğretmenlerden biri bir aylık rapor alıyor. Müdür diğer öğretmenlerden onun boş derslerini doldurmasını istiyor. Kimse razı değil ama istemese de içlerinden biri buna rıza gösteriyor. Önceleri boş derslere girmek onu rahatsız etmese de bir müddet sonra müfredat yoğunlaşıyor. Sınavlar olmuş, tüm öğretmenler sonuçları açıklamıştı. Bir tek iki kişilik performans gösteren öğretmenimiz sonuçları açıklamamıştı. Hem kolay mıydı? Bir yandan müfredatı götür, bir yandan sınav yap, bir yandan da onca kişinin kağıdını oku ve değerlendir. *** Nihayet sınavlar açıklanır. Geçen yılın en parlak öğretmeni ve sınıfının notlarında düşüş gözlenmiştir. Yeni öğretmen gelse bile toparlamak zor olacaktır. *** Günümüzde birçok kişinin ağzına pelesenk olmuş; "İki kişilik çalışalım, üç kişilik çalışalım" sözleri… İyi, güzel, hoş da sonuçlar hiç de sizin düşündüğünüz gibi olmayabilir. Kişi kendi branşı ile ilgili işte dahi arkadaşının eksikliğini hissettirmese bile zamanla fiziksel bir düşüş yaşamayacak mı? Kişi, kendi branşı olmayan yardımcı performansları yapacağım derken asıl performansında bir düşüş yaşamayacak mı? Her iki seçenekte de üzerinde oluşacak fiziksel ve psikolojik baskıyı kaldırabilecek mi? Baskı ve stresten doğabilecek ve iki kişilik çalışırken gösterilecek iki farklı kişiliğe diğer arkadaşları katlanabilecek mi? Bir bakmışsınız melek gibi bir kişilik sürekli etrafındakilere bağıran, sinirli ve kavgacı bir kişiliğe dönüşmüş... Bu çalışan açısından böyledir. Bir de işyeri açısından bakalım... Kaybettiğiniz müşterilere mi yanacaksınız? Kaybedeceğiniz kazançlara mı, yoksa imajınıza mı yanacaksınız? Hepi topu birkaç kişilik tasarruf yapacağım diye tüm bunları kaybetmeye değer mi? (12 Kasım 2013) MUHABBETİN BÖYLESİ Osman ve otomotiv sektöründen üç beş arkadaşı, o gün akşam yemeğinde bir araya gelmişlerdi. Maksat, akşam yemeği ile birlikte biraz muhabbet etmek biraz da kafayı boşaltmaktı. Ne de olsa stresli ve riskli büyük bir iş kolunda çalışıyorlardı. Genelde bu tip akşam yemeği organizasyonlarını Türk takımlarının Avrupa kupası maçları olduğunda yapıyorlardı. O akşam da Galatasaray’ın Avrupa kupası maçı vardı. Gerçi aralarında Fenerbahçeli ve Beşiktaşlı arkadaşları da vardı ama o akşam hepsi Galatasaraylıydı. *** Maça iki saatten fazla zaman vardı. Yemekler yeniyor, kadehler kalkıyordu. Bu arada muhabbet de koyulaşmıştı. Masanın etrafındakiler otomotivci olunca, kaçınılmaz olarak haliyle konu da otomotiv ve arabalar olacaktı. Genel olarak aralarında “Şu arabayı kaça aldın?”, “Kaça sattın?” gibi diyaloglar geçse de Osman, arkadaşlarından birinin anlattığı hikayeye kulak kesilmişti. Gözlerini hiç ayırmadan can kulağı ile arkadaşını dinliyordu. Hikaye şöyle başlıyordu: “Bir gün dükkanda tek başıma oturuyordum. Derken içeriye iki kişi girdi ve araçlarını satmak istediklerini söylediler. Araç, 1996 model Toyota Corolla’ydı. Biliyorsunuz, normalde değerli, kaçırılmayacak bir araçtır. Araca baktım ama beğenmedim. Çok hasarlı bir araçtı, alamayacağımı söyledim, gittiler. Aradan iki gün geçmemişti ki ben dükkanda yokken adamlar yine gelmişler. Bu sefer dükkanda yalnız patron vardı. Patron, elinde araç olmadığı ve fiyatı da cazip olduğu için aracı almış. Aracın sahibini görmemiş, aracı getiren kişi farklı ama elinde temiz kağıdı ve satış vekaleti varmış. Görünürde sorun yok. Tabii ki bu olay noter satışları ucuzlamadan önce ve satın alma vergileri varken gerçekleşmişti.” Arkadaşı durakladı, içeceğinden bir yudum aldı ve devam etti: “Neyse, aradan iki üç ay kadar bir süre geçti, bu süreçte araba satılmadı. İşin aslı, araçta çok fazla değişen boya olduğu için kimse beğenmiyordu. Patron cuma akşamından yazlığına gidecekti. Her gittiğinde yaklaşık bir ay kadar kalır. Giderken bana ‘Ne yaparsan yap bu arabayı sat, kurtulalım bundan!’ dedi. İsmet de yanımda, o da duyuyor bütün bunları. İsmet, patronun yeğenidir. Boş zamanlarında dükkana takılır. Patron onu sever ve kollar, çoğu zaman da benim yerime onun sözünü daha çok dinler.” Arkadaşı bir iç çeker ve devam eder: “Bir sonraki Perşembe günü saat 16.00’da dükkana müşteriler gelmiş ve araca bakmışlar. Dükkanda İsmet yalnız olduğu için müşterilerle o ilgilenmiş. Pazarlık aşamasında 2250 TL nakit, 10000 TL çek teklif etmişler. İsmet, adamın konuşmasını çok fazla beğenmese de günlük çek olduğu ve satışı çekin tahsilatından sonra yapacağımız için kabul etmiş. Bu arada saat 17.00 olmuş, hem noter hem de banka kapanmış. Müşteri aracı teslim almak istese de İsmet önce itiraz etmiş, sonra aracın devrini vermediğine güvenerek aracı teslim etmiş.” Osman hiç nefes almadan arkadaşını dinliyordu, zira hikaye giderek enteresan bir hal almaya başlamıştı. Arkadaşı saatine bakar, maçın başlamasına az bir süre vardır, içeceğinden bir yudum sonra bir yudum daha alır ve devam eder: “Müşteri İsmet’e Erenköy’de oturduğunu ve Libadiye Caddesi’nde büyük bir dükkanda bay-bayan kuaförü olarak çalıştığını beyan etmiş. İsmet de ertesi gün çekin çalıntı olduğunu öğrenince doğru müşterinin dükkanına gitmiş. Ortada dükkan var, içi boş. Dükkan aynı kişi tarafından tutulmuş, kaparo olarak senet verilmiş. İsmet hemen telefona sarılıyor ve müşteriyi arıyor. Müşteri telefonu cevaplıyor, çekin çalıntı olduğunu duyunca ‘Git, gerekli işlemleri başlat’ diyor ve telefonu kapatıyor. Daha sonra telefonlar bir daha cevap vermiyor.” Osman hayretini gizleyemiyor: “Vay be, muhabbete bak!..” *** Bu arada da maç başlıyor. Artık nefesler tutulmuş, gözler ekrana kilitlenmiş durumda. Heyecan dorukta, takımımıza güveniyoruz… Bundan sonrasını ben hızlıca size aktarmaya çalışayım: “İşin içerisinde nitelikli bir dolandırıcılık olduğu gün gibi aşikar. Bizimkiler karakola suç duyurusunda bulunmak için gittiklerinde görevliler vekalet üzerindeki telefon numarasından araç sahibi bayanı arıyorlar ve karakola davet ediyorlar. Bayan önce Bursa’da olduğunu beyan ediyor. Bunun üzerine oradaki en yakın karakola gitmesi söyleniyor, ‘Tamam’ diyor ama daha sonra oraya da gitmediği öğreniliyor. Karakol, bizimkileri ilçe savcılığına yönlendiriyor. Gidiyorlar gitmesine ama sonuç uzayacağa benziyor. Prosedürü beklerlerse geç kalacaklarını düşünen bizim ahbap çavuşlar bunun üzerine yanlarına bir arkadaşlarını da alarak üç kişilik ekip oluyorlar. Bir umut ışığı, belki araç pazara satışa çıkar da rastlarız diye araç pazarlarını dolaşıyorlar ve nihayet aracı açık oto pazarında görüyorlar. Hemen en yakın karakola gidip durumu bildiriyorlar. Hırsızlık masası ekipleri geliyor ve aracı karakola alıyorlar. İlk ifade semt karakolunda verildiği için araç oraya sevk ediliyor. Durum artık daha da netlik kazanmaya başlıyor. Aracı satmak için pazara çıkaran galerinin de dolandırıldığı ve suçsuz olduğu ortaya çıkıyor. Aracı çek ile alan kişiler aracın sahibini de yanlarına alarak karşıda başka bir galericiye satıyorlar. Bu galeriye de yine düzenlenmiş bir sürü evrak vererek güven oluşturuyorlar ve parayı alıp gidiyorlar. Olay anlaşıldıktan sonra araç yediemin olarak karakola bırakılıyor. Sonrası bizimkiler için hüsran tabii ki… İlerleyen günlerde karşıdaki galericiler avukatları ile gelerek aracın yediemin olarak kendilerine verilmesini talep ediyorlar, kabul görüyor ve aracı alıp gidiyorlar. Aracın satışını (suç olmasına rağmen) yapıp başkasına satış yapılıyor. Bizimkiler çaresiz, ağlamaklı bir şekilde savcıya gidip şikayet ediyorlar. Savcı da insan nihayetinde, çıkışıyor bunlara: ‘En başından niye böyle bir satış yapıyorsunuz?’ Yapacak bir şey yok, prosedüre uyulacak, bizimkiler de kös kös geri dönüyorlar. En başından beri bir avukat tutmadıkları ve kanunları çok iyi bilmediklerinden, olayı çok fazla takip edemiyorlar. Dava hala devam ediyor ama muhtemelen zaman aşımından kapanacak. Şu anda araç sahibi ve aradaki tüm kişiler halen aranıyor. Karşıdaki galeriye gelince… Onlar prosedürü iyi etüt ettikleri için fazla zarar görmüyorlar, yediemin olarak aracı sattığı için küçük bir para cezası ödeyerek işten sıyrılıyor.” *** Nihayet maç bitiyor, Osman ve arkadaşları birbirlerine sarılıp kucaklaşıyorlar. Galatasaray bu maçı da alarak Türk halkına yine büyük bir sevinç ve gurur yaşatıyor. Teşekkürler Cim Bom… Teşekkürler, göğsümüzü gururla kabartan herkese… (19 Mart 2013) BİR NEFES YETER Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet, bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir arazi evine sığınırlar. Ev sahibi bir şeyler ikram etmek için yanlarından ayrılır. Hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden bir metre kadar yukarıda, yerde dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair bir tartışma başlar. Diyalog şöyle gelişir: Kimyacı: “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış.” Fizikçi: “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş.” Jeolog: “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan, herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış.” Matematikçi: “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış.” Antropolog: “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarı kurmuş.” Bu sırada ev sahibi içeri girer ve sobanın yukarda olmasının nedenini ona sorarlar. Ev sahibinin cevabı ilginçtir: “Boru yetmedi de efendim!” *** Bu hikayeden binlerce sonuç çıkarabilirsiniz. Kiminin aklına eski sobalı evlerimiz gelebilir örneğin; "Ah şimdi o eski sobalı evler olsa da üzerinde kestane pişirsek..." diyebilirsiniz. Kimi için güzel, kimi için zahmetli olan sobalı evlerle ilgili anılarımız azımsanmayacak kadar çoktur. Bir odanın içerisinde tüm aile bir arada yenilen yemeklerin, edilen sohbetlerin ve her bardak çayın ayrı bir tadı vardır. Odunlusu, kömürlüsü, kuzinesi ile farklı çeşitlerdeki sobalar önce kaloriferin keşfine daha sonra da doğalgaza yenik düştü. Özellikle büyük şehirlerde artık sobalı ev neredeyse kalmadı. Önceleri herkes çok sevindi sobaların gitmesine. Hem kendi adımıza daha temiz bir havaya kavuşacaktık hem de odun için binlerce ağacın kesilmesine gerek kalmayacaktı. Doğamız ve dünyamız kurtuluyordu... Sonra bir özlem başladı sobaya karşı. Kırsal bölgede halen yakınları olanlar şanslıydı. Vakit buldukça koşarak gittiler sobalı evlerin olduğu eş, dost ve akrabalarına... Bazıları için hiçbir şey ifade etmeyebilir sobalı evler. Onlar için kaloriferli evin konforu kadar güzel bir şey yoktur hayatta. Neymiş efendim; git odun getir, sobayı tutuştur, ortalık toz duman olsun, külü boşalt. Hem yangın tehlikesi ve zehirlenme olasılıkları da işin cabası. Sobalı ev nihayetinde! İyi ki kalkmış sobalar, yoksa nefes alamayacaktık! Şimdilerde yenilenebilir enerjiler konuşuluyor. Belki de bir süre sonra sobaları sadece müzelerde görebileceğiz. Çocuklarımız sobayı gösterip sorduğunda "İlkel bir ısınma aracı" diye cevap alacaklar muhtemelen. *** Bu soba hikayesini okuduğumda benim aklıma direkt olarak tek bir konu geldi. Birazdan sizlerle paylaşacağım ama öncesinde "Boru yetmedi" cümlesine aklım takıldı. Bundan bahsetmek istiyorum. Hepimiz hafızamızı çok da zorlamadan anımsayacağız hikayesini. Bir devre damgasını vurmuş, bugün anımsadığımızda halen burnumuzu sızlatan, yüreğimizi burkan bir hikayedir bu. Uzatmadan anlatmamı bekleyenleri de duyar gibi oluyorum. Haklısınız, sizi çok bekletmeden konuya gireyim artık. “Devrim”! Evet, Devrim’in hikayesini bilmeyen var mıdır aramızda? Hani şu benzini bittiği için seri üretimine geçilmeyen otomobil. İlk ve tek yerli otomobil, bizim otomobilimiz. Cumhuriyetimizin tam ortasına kurulmuş bir soba. Hepimizin içini ısıtacak. O zamana göre müthiş bir proje, ama olmamış işte. Yerli malı fikrine karşı ve yabancı bayilikleri olanların yönlendirmesi ile dışa bağımlı bir otomotiv sektörünü arzulayanların basındaki yaygarası üste çıkınca projenin devamı gelmemiş. Nefes bile almasına izin verilmeden toprağa gömülmüş bir proje olmuş Devrim. Devrim’i Eskişehir’deki Türkiye Lokomotif ve Motor San. A.Ş. (TÜLOMSAŞ) müzesini ziyaret ederek görebilirsiniz. *** Şimdilerde herkesin merak ettiği konu hybrid araçlar ve elektrikli araçların geleceğidir. Aslında dikkat ederseniz yollarda bu araçlara rastlayabilirsiniz ama geleceği konusunda kimseden doğru dürüst bir bilgi alamazsınız. Nedir bu elektrikli araçların akıbeti? Herkes merak içerisinde, en çok da pil ömrü hakkında verilecek cevaplar merak konusudur. Henüz netleşmiş bir cevabı yok maalesef bu sorunun. Bakalım günümüz heyeti bu konuda ne diyecek! Belki de “Elektrikli araç da neymiş canım, bizim elektriğimiz bize yetmiyor.” diyebilirler. Oysa bundan iki üç yıl öncesinde bir Fransa seyahatimde en çok ilgimi çeken konu olmuştur elektrikli araçlar. Yollarda küçük cep otoparkları ve şarj üniteleri ile dikkatimden kaçmamıştı. Nerdeyse hemen her sokakta vardılar. Üçlü beşli araç parklarında araçlar park etmiş ve şarj konumundaydılar. Ertesi sabah yola koyulmaya hazırlanıyorlardı. Biz bu süreci ne kadar zamanda aşarız, çağı ne zaman yakalarız bilemem ama bildiğim tek şey dünyanın en pahalı benzinini bizim kullandığımız. Üstelik kullandığımız yakıtlar bir yandan havayı kirletirken diğer yandan da oksijen fabrikası ağaçlarımızı keserek yok ediyoruz. Bırakın proje üretmeyi nefes alabilirsek ne mutlu bize!.. *** Bugün iş dünyasında da birçok soba hikayesine rastlayabiliriz. Siz girişimci bir ruhla işyerinizin tam ortasına bir soba kurarsınız ama heyet gelir ve her kafadan bir ses çıkar. Bu heyet bazen bir kişi bazen de birkaç kişiden oluşabilir. Sizin baktığınız pencereden bakamayabilirler. Sizi anlamadan, dinlemeden fikir yürütürler. Yetmez, bir de üstüne sizin hakkınızda karar verirler. Belki de biletinizi keserler. Kesmeseler bile size dünyayı dar ederler. Nefes almayacak duruma gelirsiniz. Göğsünüz sıkışır, kendinizi boğulacakmış gibi hissedersiniz. Bir daha soba kurmak mı? Allah korusun!.. (19 Kasım 2013) RUHUNU VERDİĞİN ANDA Televizyonlarda “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinin rüzgar gibi estiği dönemde bilgisayarıma bir mail geldi. Şehir fırsat kuponları içerisinde uygun bir kahvaltı önerisi vardı. İlginç olan kahvaltı değildi, kahvaltıyı veren yerdi; Fatmagül’ün Mutfağı… Dizide sıkça görmeye alışık olduğumuz mekanı yakından görmek için aslında iyi bir fırsattı. Son anda kuponu almaktan vazgeçtim. Bu kadar popüler olan bir yerde bir de üstüne fırsat kuponu varsa iğne atsan yere düşmez misali kalabalık olmasından endişe ettim. Yine de çocuklar için farklı bir hafta sonu planımın içerisinde öğleden sonra sürprizi olarak gitmeye karar verdim. Dışarıdan bakıldığında çok albenisi yokmuş gibi görünse de içerisi renkli ve farklı objelerle sıcak, şirin bir atmosfer oluşturmuştu. Mekanın sahibi aynı zamanda usta şef olarak yemekleri de kendisi yapıyordu. Biz gittiğimizde çok fazla müşteri yoktu. Bizden başka iki masa daha vardı. Fırtına sonrası sessizliği gibi kalabalık geçen kahvaltı servisinin yorgunluğunu üzerinden atıyordu sanki. Önce servis hizmeti yapan arkadaşla ve sonrasında da işletmeci ile samimiyeti artırmamız fazla uzun sürmedi. Yemeklerden konu açıldı, farklı yemeklerden ve lezzetten konuştuk. Bodrum'dan başlayıp İstanbul’a uzanan ve dizi ile tanışmaya varan uzun bir sohbet ettik. Bu arada karnımız da acıkmıştı, çocuklar sabırsızlanıyordu. Yemek seçimini ustamıza bıraktık. Mutfak salonun içerisindeydi ve yapılan her şeyi rahatlıkla izliyorduk. Biraz vakit geçti, mutfakta bazı terslikler olduğunu hissedebiliyordum. Hissetmeme gerek yoktu aslında görebiliyordum. Mutfakta farklı bir telaş ve yüzlerde endişe vardı. Nihayet yemekler geldi. Konuşulanlarla ortaya çıkan lezzet aynı değildi. Ne yazık ki bizden geçer not alamamıştı. Nasıl alsın ki? İlk yemek yandığından ikinci yemeği yetiştirebilmek adına hem hızlıca hem de eksik malzeme ile çalışmışlardı. Tadı tuzu yerinde olmayan yemeğin en önemlisi de baskı ve endişe içerisinde yapıldığından ruhu yoktu. *** Elim yemek yapmaya biraz yatkındır. Özellikle de yeni tarifler ve tatlar üzerine çalışmalar yaparım. Genellikle tarif üzerinden gittiğim nadirdir, kendimden bir şeyler katmaya çalışırım. Ölçüleri ve baharat karışımını kendim ayarlarım. Bazen eklemeler ve çıkarmalar yaparım. Çoğunlukla iyi sonuçlar çıktığını da söylemeliyim. Bu başarımı en çok da rahat olmama bağlıyorum. Yaptıklarımı kimseye beğendirmek zorunda değilim, kendimin beğenmesi yeter. *** Hanımların “günleri” meşhurdur. Yer, içer, muhabbet ederler ve birbirlerinden yemek tarifi alarak günü sonlandırırlar. İlk fırsatta da yeni tariflerini denemekten geri kalmazlar. İzlenimlere dayanarak şunu söyleyebilirim ki, tarifte yazan her şeyi birebir uygulamalarına rağmen aynı sonuç çıkmayabiliyor. Ben buna biraz da elin ayarı olması lazım diyorum. Elinizin ayarını ruhunuzla ayarlarsınız. İçten gelen bir şeydir bu. Ruhunuz beyninize, beyniniz de elinize komut verir. İşte o zaman güzel sonuçlar almaya başlarsınız. Bazıları buna genetik diyebilir, anneden çocuklarına geçer hani. Aslında bu çocukluktan beri izleyerek öğrenme yönteminin bir sonucudur. Nörolojik deneyler insan beyninin görsel ve işitsel olayları bir arada olduğunda daha iyi algıladığını ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden televizyon günümüzün en etkili reklam argümanı olmaktadır. Örnek olarak, daha önce televizyonda görmüş olduğunuz Coca Cola reklamını bir de radyodan dinlediğinizi düşünün… Şişenin kapağı açılıyor ve bardağa dökülüyor, bu arada hiçbir şekilde ürünün adı geçmiyor ama siz sesi duyduğunuzda gözünüzün önünde hemen buz gibi bir bardak kola geliyor öyle değil mi? Hemen o anda tüm duyularınız harekete geçiyor ve bir bardak kola içmek istiyorsunuz. *** Üniversite eğitimimi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde (YTÜ) Fizik dalında yaptım. Aynı zamanda öğretmenlik yapabilmek için de tüm ek dersleri aldım ve tamamladım. Tüm bu süre içerisinde beynimize birçok teorik bilgiler yüklediler ama kimse bize nasıl bir öğretmen olabileceğimiz konusunda küçük de olsa herhangi bir ipucu vermedi. Benimle birlikte mezun olan arkadaşlarımın içerisinde bugün öğretmenlik yapanlar ve öğretim üyesi olanlar var. Hepsi de görevlerini severek ve başarıyla yapıyorlar hem de başlangıçta hiçbir tarif almadan… Evet, belki birçoğu meslek hayatlarına ilk başladıklarında ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bugün hepsinin ne yaptığını bilen, kararlı ve idealist kişiler olduğuna inanıyorum. Denediler, yanıldılar, doğru bildiklerini yaptılar, tavsiyeler aldılar ve belki de kendi öğretmenlerinden gördükleri izlenimlerini tecrübeye aktardılar. Hepsi de kendi tariflerini oluşturdular. Ortaya çıkan lezzetlerin hepsi de birbirinden farklıydı. Nihayetinde ellerindeki hamur birbirinden farklıydı. Hepsine de ayrı bir ayar gerekiyordu. Hepsi farklı baharatlar kullansalar da tek bir malzeme değişmiyordu; o da sevgileriydi. Ben öğrencilere aşırı bilgi yüklenmesinden ziyade görsel ve işitsel olaylara yer verilmesinden, mümkün olduğunca el becerisi ve deneysel çalışmalar yapılmasından yanayım. Öğrencilerin görerek, dokunarak, eğlenerek öğrenmesi taraftarıyım. Bugün öğretmenlik yapsaydım kesinlikle müfredata bağlı kalmaz mümkün olduğu kadar çok canlandırmalı oyunlar, tiyatro, drama derslerine ve laboratuvar çalışmalarına ağırlık verirdim. Bazı kitaplarda ebeveynlere şöyle tavsiyelerde bulunulabiliyor: “Bilimsel olarak ders çalışma ve sınavda başarılı olma becerileri çoğu çocukta doğal olarak var olan becerilerden değildir. Bunların öğretilmesi ve sürekli egzersiz yaptırılarak pekiştirilmesi gerekir. Bu becerileri öğretmeye vakit ayırarak, onun okulda daha başarılı olmasını sağlayabilirsiniz.” İyi de öğretmenin okulda yapamadığını bir veli olarak evde nasıl yapacağım? Bugün öğretmenlik yapıyor olsaydım, her dersin sonunda çocuklara kısa sürede cevaplayabilecekleri küçük bir sınav yapardım. Böylelikle hem baskı altında neler yapabileceklerini hem de ders içerisinde neler öğrendiklerini görebilirdim. Alacağım geri bildirim bana çocukların eksiklerini gösterecek ve önümüzdeki derse nasıl hazırlık yapmam gerektiği konusunda yardımcı olacaktır. Bazen aklıma şu soru takılmıyor değil hani; ödev vermiş olmak için mi ödev veriliyor, yoksa araştırmaya, öğrenmeye teşvik etmek için mi? Çocuklar eve geldiklerinde ders yapmaktan başka hiçbir şeye vakit ayıramıyorlar. Bu çocuklar evde anne babalarıyla sohbet edecekler, kardeşleriyle oynayacaklar, belki de ev hayvanları ile vakit geçirecekler, kitap okuyacaklar veya müzik, el işi gibi hobileriyle uğraşacaklar. Tabii ki ödev yapmaktan vakit bulabilirlerse… Derim ki, gelin öğretmenler el ele verelim ve bu işe bir çözüm getirelim. Çocuklarımızı ödev hapishanesinin içerisine mahkum etmeyelim. Eğitim ve öğretim hayatlarının içerisinde bilgi kirliliğine maruz kalmasınlar. Dokunsunlar, hissetsinler, mevcut tariflere ekleme çıkarma yapsınlar, ruhlarını katsınlar. Baskı altında dahi rahatlıkla iş çıkarmasını öğrensinler. Ellerinden çıkanı önce kendileri beğensinler, sonra başkaları. Mezun olduklarında seçtikleri mesleklerine göre mevcut tariflere kendilerinden bir şeyler katsınlar. Yaptıkları yemeğin tadı da olsun ruhu da. *** İş dünyasına her gün binlerce genç katılmaktadır. Genel olarak baktığımızda bu gençlerin birçoğunun daha önce iş görüşmesi yapmamış, beden dilini kullanmamış, topluluk önünde konuşma yapmamış, ciddi anlamda bir yazışma yapmamış, ofis programları ve cihazlarını kullanmamış olduklarını görebiliyoruz. Sanırsınız hayata daha yeni başlıyorlar… (26 Kasım 2013) KENDİNİZİ HAPSETMEYİN “Anne bakar mısın?” “Bir dakika kızım. Burası çok önemli, gelemem şimdi.” “Baba, sana bir şey söyleyeceğim.” “Dur oğlum, şimdi sırası değil. Gol pozisyonunu kaçırdım bak senin yüzünden.” “Kızım, yanıma gelir misin?” “Aman anne, tam evlenme teklifi yapacaktı kıza...” “Oğlum, senin dersin yok mu?” “Birazdan yapacağım baba. Dizinin bitmesine az kaldı.” XXX Kendi kendimizi hapsediyoruz. Ekran karşısına kilitlenmeyen var mıdır? Herkesin ilgiyle izlediği bir dizi, eğlence programı, belgesel, spor programı mutlaka vardır. Bu esnada kimse başka bir şeyle ilgilenmez, telefonlara bakmaz, sohbet etmez, dünya yansa umurunda değildir. Misafir, misafiri sevmez; ev sahibi hiçbirini sevmez misali gelen misafirin bile yüzüne bakılmaz. Bir gün uyandığımızı ve tüm özel televizyon kanallarının kapandığını, sadece içinde birkaç dizi seçeneğinin olduğunu ve bunların içerisinden bir seçim hakkınızın olduğunu, seçiminizi yaptıktan sonra bir daha farklı bir dizi ile değiştiremeyeceğiniz tek bir kanal olduğunu düşünün... Seçtiğiniz kanalı otuz yıl boyunca izlemek durumundasınız. Başrolde bir muhasebe elemanı var. Bu muhasebeci her sabah 07.00’de uyanıyor, üzerini giyiyor ve evden çıkıyor. Otobüse biniyor ve hiç kimse ile konuşmadan iş yerine varıyor. Bütün gün bilgisayar ekranı önünde rutin işlemlerini yapıyor. Öğle yemeğini her gün aynı arkadaşı ile yiyor. Akşam iş çıkışı sadece kuru bir “iyi akşamlar” dileyip işyerinden ayrılıyor. Otobüse biniyor ve yine kimse ile konuşmadan eve varıyor. Akşam yemeğini yiyip bir bardak çayını aldıktan sonra televizyon karşısına geçiyor. Dizinin sonlarına doğru gözleri kapanmak üzere olsa da “Ha gayret birazdan dizi bitecek, dayan kızım,” diyor içinden. Ve nihayet uyku vakti… Bu otuz yıl boyunca böyle devam edip duruyor. Bu diziyi ne kadar seyredebilirsiniz? Heyecan verici bir yanı var mı? Çok kanallı televizyon döneminde fazla reyting yapmaz, hatta reklam bile almaz… Muhtemelen üçüncü günden sonra kimse seyretmeyecektir. Oysaki bu hayatı 30 yıl boyunca yaşayan var. Sadece muhasebeci değil; avukatı, doktoru, öğretmeni, mühendisi, kasabı, bakkalı, marangozu ve daha nicesi bu şekilde (hayatında hiçbir heyecan, enteresan bir olay olmadan) günlerce, haftalarca ve yıllarca yaşayabiliyor. “Peki, yaşadığı hayattan zevk alıyor mu?” “Tabii ki hayır...” “Öyleyse neden bu diziyi izlemeye devam ediyor?” “Korkuları yüzünden.” “Neden korkuyor?” “İşini kaybetmekten.” “Daha iyi şartlarda bir iş bulamaz mı?” “Bulabilir.” “Öyleye neden devam ediyor?” “Aynı işi yaptıktan sonra farklı bir iş yerinde çalışmasının anlamı yok.” “İşini değiştirsin.” “Bu yaştan sonra neyi değiştirecek? Yeniden çırak olarak başlamak koyar adama…” “İyi de otuz yıl boyunca sevmediği bir işi yapmak yerine, yeniden başlasa olmaz mı?” “Olur, tabii ama korkularını yenmesi lazım.” “Nedir bu korkular?” “Mesela bazıları ‘Çalışmazsam nasıl geçineceğim?’ bahanesinin ardına sığınır. ‘Bu kadar işsiz dururken beni kim işe alır?’ diye korkar. Bu yaştan sonra yeni bir şey öğrenememekten, yeni iş arkadaşları ile anlaşamamaktan, daha yeni ve zorlu görevlerden, yeni patron veya müdürlerden dem vurarak kendine korku duvarları örerler. Onu kim yapacak, bu nasıl olacak vb. birçok bahaneleri vardır.” İşte bu korkular nedeniyle insanlar yeni bir yol çizmek yerine yıllarca kendilerini istemedikleri bir hayatın içerisine hapsederek yaşamaktadırlar. İç sesler insanı hapseder. Bazen dışarıdan da aynı telkinler gelir: “Bırak, otur oturduğun yerde.” Korkularımızda pazarlamacıların da etkileri vardır. Örneğin (X) marka temizlik malzemesi kullanmadığınız zaman mikropların gelerek sizi yutacağını sanırsınız. Kendinizi korkularınızın içerisine hapsetmeyin. Farklı bir şeyler yapın. Kara kedi gördüğünüzde kaçmayın. Onu kucaklayın ve sevin, hatta evsiz ise evinize alın, ona bir yuva verin. Her gün sağ ayağınızı atarak evden dışarı çıkmayın, arabanızı hep aynı yere park etmeyin. Hep aynı restoranda, hep aynı masada yemek yemeyin; evde hep aynı koltuğa, aynı şekilde oturmayın. Hep aynı içeceği içmeyin, yeni bir şeyler deneyin. Hiç yeni karışımlar denmediniz mi? Mesela salataya limon yerine mandalina suyu sıktınız mı? En son ne zaman sırf martılara simit atmak için vapura bindiniz? Hangi sokak hayvanını beslemek için yanınıza yiyecek bir şeyler alarak evden dışarı çıktınız? Unutmayın! Korkular hapseder, hayaller uçurur... Hayatınız sizin elinizde. Her zaman hayallerinizin peşinden koşun. En güzelini yaşamak varken hayatınızı hapishaneye çevirmeyin! (3 Aralık 2013) SİHİRLİ KELİMELER Alpay’ın olağanüstü güzel yorumladığı “Fabrika Kızı” şarkısını bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. “Bir evi olsun ister/Bir de içmeyen kocası” sözlerini kim hatırlamaz ki? Eskiden içki içmemek, eş adayı açısından önemli bir ölçüttü. Bizim inanışlarımıza göre içki, bütün kötülüklerin anasıydı. Bir kişi ‘içiyorsa’, tüm kötü alışkanlıklara da kapısı açıktı. Kız istemeye gidildiğinde erkek tarafı büyük bir gururla söylerdi; “Oğlumuzun içkisi, kumarı yoktur.” O dönemde flörtlerin en popüler mekanı pastanelerdi. Sevgililer veya görücü usulü tanışanlar pastanelerde buluşur, muhallebi yer, sohbet ederlerdi. Birbirlerini yakından tanımak için belki de tek şanslarıydı. Bu mekanlar samimiyeti temsil ederdi. Bir erkek sizi pastaneye davet ediyorsa niyeti ciddi ve duygularında samimi demekti. Belki de henüz ilaçlı kolalar keşfedilmemişti! Bir diğer mekan da çay bahçeleriydi. Özellikle de denize kıyısı olan mahalle bahçelerinde buluşup çay içmek romantizmin doruklara çıkması için eşi bulunmaz bir ortamdı. Çay bahçeleri hızla artarken bir de yanında aile çay bahçeleri türemeye başladı. Ne demekti “Aile çay bahçesi?” İçerisinde ne tür mesajları barındırıyordu? Sıradan bir aile çay bahçesinin içerisinde ne tür mesajlar olabilirdi? İlk olarak "İçeride aile var" anlamına geliyordu. Burada taşkınlık yapılmasına izin verilmez. Hanımlar da rahatlıkla içeri girebilir. Buraya gelen hanımlar bizim bacımızdır. Gençler dikkat! Anne babalar burada, siz gidin başka yerde takılın. Burada alkollü içecekler yok. Çaylar ve meşrubatlar ucuz, her bütçeye uygun. Burada çekirdek çitleyebilirsiniz. Buraya ev yapımı kekler, poğaça ve böreklerle gelebilirsiniz. Paylaşımcıdır aile çay bahçeleri; yan dükkandan aldığınız simitle sabah kahvaltısını çay eşliğinde burada yapabilirsiniz. Böyle baktığınızda içerisinde ne kadar çok şey barındırıyor, değil mi? Düşünsenize, bugün birçok marka tek bir kelime ile böylesine birçok mesajı verebilmek adına reklamcılara milyonlarca lira ödemek zorunda kalıyorlar. Halbuki ilk bakışta ne kadar sade duruyor değil mi; “Aile çay bahçesi”… Aile, bizde çok önemli bir kavramdır. Birçok firma reklamlarında aileyi kullanmıştır. Aile bir imajdır, sevgiyi ve sadakati temsil eder. Hele ki içerisine çocuklarla nineleri de ekleyince masumiyeti de pekiştirmiş olursunuz. Dedeler alınmasın, onları da ekleyelim. Şimdilerde reklamcılar başlarını ellerinin arasına almış düşünüyorlar; rekabetin ve markanın yoğun olduğu bu dönemde, bu tür mesajlar verebilmek için nasıl bir slogan kullanalım? Birçoğu da bunu başardı aslında. Aklınıza geldi değil mi? Evet, o işte, tam da düşündüğünüz reklam. Reklamların baş aktörlerinden ve Türkiye’nin devlerinden birçoğu (başta da otomotiv sektörü, gıda sektörü, temizlik sektörü vb. olmak üzere hemen her sektör) aile kavramını kullanmıştır. Görsel olarak tamam da acaba tek başına kullanılan kelimeler yeterli miydi? Özellikle reklam filmlerinde görseller tamamlayıcı etken olabiliyor. Tıpkı binalar veya mekanlar gibi. Mesela siteler çıktı piyasaya. “Site” denildiğinde güvenlikli, sosyal tesisli, otoparklı, asansörlü yerleşim alanlarını bir arada bulundurduğunu hemen anlayıveriyorsunuz. Otomotiv sektöründe plazalar gelişti. Satış, servis, yedek parça, sigorta, kredi ve ikinci el hizmeti verebildiklerini ifade etmeye başladılar. Özel okullar “Hem sosyal hem kültürel hem de akademik olarak çocuklarınızı başarıya ulaştırabiliriz. Bize gelin, biz de her şey mevcut.” mesajı verdiler. Bu mesaj, eğitimin yanında çocukların kişilik gelişimine de yardımcı olma anlamı taşımaktadır. Ne kadar çok “hepsi bir arada” var değil mi? Bu örnekler daha da çoğlatılabiir. Evet, görselle birleşince isimler çok şey ifade edebiliyor ama sihirli kelimeleri bulmak hiç de kolay değil. Marka olmak da hiç kolay değil. Hele ki dünya markası olmak hiç kolay değil... Çok yakın bir zamanda bir arkadaşım dünya devi bir markada işe başladı. İşe başlar başlamaz markayla ilgili ilk sözleri neydi biliyor musunuz? “Burada o kadar güzel karşılandım ki anlatamam, adamların nasıl dünya devi oldukları belli. Şirket çalışanına yatırım yapmış, çalışanları da neleri varsa şirkete katmış. Şirket çalışanlarına katmış, çalışanlar da markayı almış en tepeye taşımış.” Ve arkadaşım devam etti; işte size sihirli kelimeleri: “Mutlu çalışan, mutlu marka!..” (12 Aralık 2013) HAKLI MÜŞTERİ YOKTUR “Alo?” “Alo, buyurun efendim...” “Yiyecek ne var?” “Döner var.” “Başka?..” “Adana, urfa, beyti, kuzu şiş, patlıcan kebabı…” “Peki, iki lahmacun rica edeyim.” “Başka bir arzunuz?” “Tatlı olarak ne var?” “Künefe, cevizli-fıstıklı baklava, ekmek kadayıfı…” “Neyse, tamam.” “İçecek bir şey ister misiniz?” “Kola var mı?” “Var.” “Kalsın, içecek de almayayım.” “Adres alayım.” “Daha önce de sipariş vermiştim.” “İsim ve telefon alabilir miyim?” “Nedir bu kardeşim? Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz? Telefonum orada çıkmadı mı? Adresim sizde kayıtlı değil mi? Bırak kardeşim, siparişimi iptal ediyorum. Sizin yaptığınız işten de yemekten de hayır gelmez!” Telefon sipariş alanın yüzüne kapanmıştır! *** “Alo?” “Alo, buyurun...” “Sizde ne araba var?” “Nasıl bir şey istemiştiniz?” “Fark etmez, siz elinizdekileri söyleyin.” “Şu an stokumuzda 180 adet araç var.” “Nedir onlar?” “Dizel mi benzinli mi?” “Fark etmez.” “Düz-otomatik?” “Fark etmez.” “Ne kadar bütçeniz var?” “Sizde kredi seçeneği var mı?” “Var efendim.” “Faiz oranı nedir?” “Yüzde (…)” “Aracın tamamına kredi kullanabilir miyim?” “Maalesef...” “Ne kadar kredi kullanabilirim?” “Yüzde 80'ini.” “Hesaplayabilir misiniz? Önce ne kadar kredi kullanacağımızı belirlememiz lazım.” “Diyelim ki 30000 TL.” “Kaç ay?” “En fazla ne kadara kadar kullanabiliriz?” “48 ay.” “Tamam, öyle hesaplayalım.” “Aylık taksitleriniz 913 TL oluyor.” “Bir de 36 ay için hesaplayabilir miyiz?” “1115 TL.” “Peki, 25000 TL kullanırsak?” “36 ay 929 TL, 48 ay 761 TL. Ne alacağınıza karar verdiniz mi?” “Siz henüz araçları söylemediniz ki?” “Kafanızda belirlediğiniz bir araç yok mu?” “Bilemiyorum ki? Kaskosu ne kadar bu araçların?” “Arabasına göre değişir.” *** Bu diyalog uzar gider... Ne kadar sinir bozucu değil mi? Sizin bile okurken sıkıldığınızı hissedebiliyorum. Hadi şimdi kafa kafaya verelim ve “Burada kim haklı?” sorusunun cevabını bulmaya çalışalım. Sizce bu konuşma nereye varır? Böyle devam eden bir görüşmede işin içinden çıkamazsınız. Giderek sinirler gerilir. Sadece bu müşteriyi değil, bundan sonraki görüşmelerinizi de kaybetme riskiyle karşı karşıyasınızdır. Ben size yorumumu hemen yapayım; haklı müşteri yoktur, aptal satış danışmanı vardır. "Öyle söyleme, çok ağır olmadı mı?" Peki, sizi kırmayayım; haklı müşteri yoktur; acemi, beceriksiz, dalgın, unutkan satış danışmanı vardır. Şimdi oldu mu?.. İlk örnekte diyalogu oraya kadar getirmeme adına, teknolojiyi takip ederek rakiplerinizin geldiği noktaya sizler de gelmelisiniz. Hatta daha da ileriye gitmeli, sürekli Ar-Ge yapmalısınız. Hangi işle uğraşırsanız uğraşın, kendinizi sürekli geliştirmelisiniz. Teknolojiye uyum sağlamalı, sistemli-metotlu çalışmalı ve uyumlu personelle yolunuza devam etmelisiniz. İkinci örnekte de diyalogu oraya kadar getirmemek adına, müşterilerinize doğru ve yönlendirici sorular sormalısınız. Bu sebeple de satış danışmanlarınıza eğitim vermeli, belli bir sistem ve metot içerisinde hareket edebilecek uyum seviyesine ulaştırmalısınız. Müşterinizin siparişini doğru almalı, prosedürü doğru yönetmeli, teslimat zamanını doğru vermelisiniz. O zaman haklı müşteriniz olmaz, "memnun müşteriniz” olur. Diyelim ki siz bir üreticisiniz ve renkli porselen “kupa bardaklar” üretip satıyorsunuz. Müşteriniz geldi, sizin masanızın üzerinde duran yeşil numuneyi gördü ve bunun aynısını istedi. 1000 adet sipariş üzerinden fiyat ve ödeme konusunda anlaştınız. Teslimat tarihi olarak bir hafta sonraki salı günü en geç öğle saatinde elinde olmasını istedi ve anlaştınız. Aslında o tarihe kadar üretiminiz zor, ama işi kaçırmamak adına anlaştınız. İşte orada kaybettiniz! Şimdi ihtimaller üzerinde duralım… Birinci ihtimal: Siz her şeyi zamanında yetiştirdiniz, kargolar açıldı ama o da ne; bardaklar kırmızı! Bu en kötüsü, izah edecek bir şey yok. Sizin eleman yanlış boya kutusunu yerleştirmiş. Düğmeye basmış ve ürünler çıkmış, diğerlerinin renkten haberi yok, güzelce paketleyip kargoya vermişler. Siz de diğer işleri kovaladığınızdan gözünüzle şahit olmamışsınız. Görseniz uyarabilirdiniz. Üstüne üstelik son kontrolcünüz de yok. Kara düzen gidiyorsunuz. Müşteriye verecek hiçbir cevabınız yok, müşteri haklı. İkinci ihtimal: Siz her şeyi iyi yaptınız ama masanızın üzerindeki renk tonu ile üretilen renk tonu farklı. Evet, ikisi de yeşil ama ton farkı var. Boya üreticisi aynı kodla farklı ton üretmiş, hem sizin masanızın üzerindeki numune geçen yılın üretimi. Olabilir, müşteriye izah edebilirsiniz ama baştan böyle bir ihtimalden söz etmemişsiniz. Çünkü siz de fabrikada olanları takip etmiyorsunuz, yani işinize gerektiği kadar önem vermiyorsunuz. Hem müşteri kabul etmeyebilir. Onun da kendine göre hesapları vardır. Belki de diğer dekor malzemelerini o renk tonuna göre ayarlamıştır. Şimdi bu bardaklar sırıtacaktır. Kim bilir ne kadarlık bir yatırım yaptı? Sizin bardaklar tüm işini bozdu. Belki de bir organizasyonu vardı ve alt üst olacak. Ne kadar köpürse, sitem etse haklı... Evet, bir haklı müşteri daha... Üçüncü ihtimal: Baştan sona kadar her şey mükemmel gitti fakat nakliyede gecikme oldu. Belirttiğiniz gün ve saatte teslim edemediniz. Baştan her şeyi konuşmuş muydunuz, gecikme olabileceğini söylemiş miydiniz? Acaba müşterinin özellikle gün ve saat belirtmesinde bir sebep var mıydı? *** İşte, bunun gibi örneklemelerde göreceğimiz üzere her durumda haklı müşteri yoktur, seçenekleri siz oluşturursunuz. Haklı müşteri, ‘kıl’ müşteri, sinirli müşteri, mutsuz müşteri veya mutlu müşteri... Karar sizin!.. Her şey hayal etmekle başlar ve iyi bir planlama ile devam eder. Sistem ve metotla yoğrulur, teknoloji ile pekiştirilir, güler yüzle taçlandırılır. Unutmayın ki hizmetin iyi ve kaliteli olabilmesi için, ortaya konulan hizmetin sonunda hizmeti alan da veren de gülebilmelidir. Atasözünün dediği gibi, “Ne ekersen onu biçersin”. Hadi bakalım o zaman, siz de iş başına... İyi hizmet ekin, mutlu ve haksız müşteri biçin. (17 Aralık 2013) SİZE DE ÇIKABİLİR Osman, otomotiv sektörüne yeni başlamış genç bir arkadaşımızdır. Bir arkadaşı ile birlikte galericiler sitesinde küçük bir dükkan tutmuşlar, tüm birikimlerini küçük de olsa sermaye yaparak otomotiv sektörüne adım atmışlardır. Osman henüz üniversiteyi yeni bitirmiş, askerliğini tamamlamış, prezantabl, otomotive meraklı, bir o kadar da sabırsız ve heyecanlı bir gençtir. Her şeyi çabucak öğrenmek ve biran önce bütün deneyimleri yaşamak ister. Lakin zamanın en iyi ilaç olduğunu unutmaktadır… *** Yine sakin geçen günlerden birisiydi. Çok fazla telefon çalmıyor, dükkana pek kimse uğramıyordu. Derken telefon çalar, Osman cevaplar: “Alo, buyurun, nasıl yardımcı olabilirim?” “Biz internette gördüğümüz aracınızla ilgileniyoruz.” Osman araç ile ilgili bütün bildiklerini anlatır, müşteri dinler. Sıra pazarlığa gelir. “Biz ciddi alıcıyız, en son kaç TL olur?” “İndirim payımız var ama prensip olarak telefonda pazarlık yapmıyoruz. Siz aracı gördükten sonra konuşalım, pazarlık araç başında olur.” “Bak kardeşim, biz Ankara’dan kalkıp geleceğiz, eğer fiyatta anlaşırsak gelelim, yoksa o kadar yolu boşu boşuna tepmeyelim.” “Tamam, size özel olarak araç 28000 TL olur.” “Anlaştık, ne yapmamız gerekiyor?” “Hesap numaramızı veriyorum, kaparo yatırırsanız aracı size rezerve ederim.” *** “Alo, biz 250 TL kaparoyu yatırdık, hesabınızda.” “Siz kimliğinizi fakslayın biz satışı hazırlayalım.” *** “Alo, biz yoldayız, satış hazır mı?” “Satış hazır ama paranın geri kalanını yollamadınız.” “Yanımızda, getiriyoruz. “Paranın tamamını hesapta göremezsek imza atamayız.” “Tamam, biz geliyoruz.” *** “Alo, biz halen yoldayız, saat 16.30, noter ne zaman kapanıyor?” “Bir saate kadar gelebilirseniz noteri bekletebiliriz.” “Ahmet gelecek, paranın bir kısmını internetten havale yapacak, bir kısmı benim yanımda. Ben yetişmeye çalışacağım, siz arabayı Ahmet’in üzerine devir yapın.” “Ama paranın tamamını almadan devir yapamayız.” “Tamam kardeşim. Siz yapın ben yoldayım, yedik mi paranızı?” *** Osman biraz gençliğinin biraz da heyecanın etkisiyle, hem müşteriyi çok fazla üzmemek hem de satışı kaçırmamak adına devir işlemlerini yapar. Fakat her şey karmakarışık olmuştur… İlk kaparo gönderen İsmet, daha sonra bir kısım para gönderen Hayrettin, aracı üzerine alan Ahmet, yolda olduğunu ve paranın geri kalanını getireceğini söyleyen Mahmut’tur. Senaryo 1: Mahmut gelmez. Ahmet: “Aracı üzerime aldım, verin benim arabamı ben gideceğim…” der. Bilindiği gibi, noter satışında şöyle bir ibare vardır: “Satıcı, yukarıda nitelikleri ve bedeli yazan aracı alıcıya halihazır durumu ile satarak bedelini tamamen aldığını ve aracı teslim ettiğini, beyan ve kabul eder.” Bu ibare varken iş mahkemeye bile intikal etse Ahmet aracını alıp gitme hakkında sahiptir. Zira kanunlar satıcıyı aracının bedelini noterde nakit olarak teslim almış kabul eder. Senaryo 2: Mahmut gelir, paranın geri kalanını teslim eder. Alacak verecek yok görünür, Ahmet aracı alır gider. Daha sonra İsmet ve Hayrettin mahkemeye başvurarak “Ben banka hesabınıza para yatırdım ama karşılığında siz bana herhangi bir mal veya ürün vermediniz.” derler. Mahkeme İsmet ve Hayrettin’i haklı bulur ve paranın iadesini ister. *** Sizin de anlayacağınız gibi bu hikayedeki tüm isimler, yerler, mekanlar ve hatta hikayenin gidişatı tamamen hayal olmasına rağmen karşılaşacağınız sonuçlar ve sorunlar gerçektir. Görüyorsunuz değil mi? Ne kadar çok risk var. Gerçi bizim Osman bu hikayeden şans eseri yara almadan kurtulur. Ne diyelim, ucuz atlatmış... Ancak bu durum herkesin de bu kadar ucuz kurtulacağı anlamına gelmez. Her gün yüzlerce, binlerce kişi bu veya benzer durumlardan dolayı mağdur olabilmektedir. Birçok kişi kaderine küsüp kabuğuna çekilirken, birçoğunun çabaları da zaman aşımı, takipsizlik veya delilsizlik yüzünden sonuçsuz kalmaktadır. Unutmayalım ki bu olay buz dağının görünen kısmı. Dua edelim de suyun altındaki kısmı karşımıza çıkmasın. (5 Şubat 2013) KENDİ HAVUZUNUZDA BOĞULMAYIN İstanbul'un göbeğinde bir hastanedeyiz. Operasyon öncesi ve sonrası biraz bekleyeceğiz. Duruma göre öğleden sonra veya bir gece kalarak taburcu olacağız. Vakit de geçmiyor. Acaba hastanede kablosuz internet iletişimi var mı? Varmış, ama o da ne? Giriş yapabilmek için TC kimlik numarası ve cep telefonu bilgisi istiyor. CRM için güzel bir hamle, iyi düşünmüşler. Hastanenin müşteri ilişkileri departmanını tebrik etmek lazım. Bence tüm alışveriş merkezleri ve plazalar adına üzerinde düşünülmesi gereken bir proje. Hemen zihnimden bir sürü olasılıklar geçti bizim nasıl kullanabileceğimize ilişkin… Bağlanmaya çalışıyorum ama ilk deneme olumsuz... İkinci, üçüncü deneme ve sonrakiler de olumsuz... *** Bütün söylediğim iyi kelimeleri geri alıyorum. Projeyi ortaya atmışlar, hatta hayata geçirmişler ama işleyip işlemediğini kontrol eden yok… Hemen aklıma bir toplantı odası geliyor. İlgili kişi süper bir projesi olduğunu söylüyorlar. Meraklı bakışlar karşısında gururla ayağa kalkıyorlar ve önceden hazırladıkları sunumu paylaşıyorlar. Proje herkesin aklına yatıyor, evet, güzel sonuçlar alınabilir. Herkes alkışlıyor... Sonra ne mi oluyor? Tabi ki yalnız kalıyorlar. Herkes işi üzerinden atarak bir kenara çekiliyor (Sanırım bazı kıskançlıklar da olabilir. “Bunu niye ben düşünemedim ki? Bak alkışı da o aldı, patronun gözüne girdi. Vb. gibi) Zaten onların da bir sürü başka işi ve görevleri varken bu yeni projenin devamlılığı konusunda ellerinden bir şey gelmiyor. Teknik destek lazım ama yok. Verilerin depolanması ve kullanılması lazım, yok. Yeni reklam ve iletişim çalışmaları hazırlanması lazım, o da yok. O zaman neden bu proje var diye sormak lazım. Eh işte, demek ki her şey o kadar da kolay değilmiş… Peki, ne lazım? Öncelikle bir projenin yaşaması için ekip çalışması lazım. Ekip çalışması için heyecan lazım. Heyecan için mutlu çalışan lazım. Mutlu çalışan için motivasyon lazım, güven ve huzur ortamı lazım. O lazım, bu lazım, lazım da lazım… *** Her şey iyi gitti ve öğleden sonra hastaneden ayrılıyoruz. İdari işler bir pusula verdi ve muhasebeye gidip hesabı kapatmamızı istedi. Muhasebeye gittim ve ödemeyi yaptım. Faturamı istedim. Muhasebe faturayı kesmeden önce elime bir pusula verdi ve bununla servis katına çıkıp çıkış işlemi yaptırmamı istedi. Anlayacağınız, söz konusu herhangi bir ekstra kullanım var mı yok mu diye bakılacak ve onun da ödemesi alınacak. Tamam, sorun yok. Pusulayı alıp servis katına çıktım. Servisin hemen girişinde bir banko ve bilgisayar vardı. Sabahtan beri bir hemşire orada bulunuyordu. Aynı zamanda iğne, pansuman, tansiyon vb. işleri yaparken diğer yandan da uygulanan her işlemin bilgisayara girişini yapıyordu. Gözlemlerim doğrultusunda bizim çıkışı da yapacaktı ama yerinde yoktu. Personele soruma soruyla cevap aldım: “Ne yapacaksın?” “Çıkış işlemlerimizin yapılması gerekiyor.” “Tamam, ödemeyi yaptıysanız gidebilirsiniz. Sen o kağıdı oraya bırak gereken yapılır.” (O anda da elimden kağıdı çekip bankoya bırakıyor) “İyi de fatura almam gerekiyor (Kağıdı tekrar elime alıyorum), çıkış işlemlerini yaptırmam söylendi.” “Tamam, ağabeyciğim sen merak etme, hemşire hanım gelince yapar.” (Kağıdı elimden almak istiyor ama vermiyorum) “Bak sevgili kardeşim, benim fatura almam lazım. Muhasebe ‘Git, çıkış işlemlerini yaptır’ dedi. Muhtemelen buradaki bilgisayarda bir işlem yapacaksınız ve muhasebe de bunu görecek, yani böyle bir sisteminiz var sanırım.” Başka bir görevli konuşmamıza katılır. “Ödemeyi yaptıysanız zaten fazla kullanım da yok, biz çıkışı yaparız.” “İyi de ben fatura alacağım, muhasebe bilgi bekliyor. Bilgisayarda hesabı kapatıp, fazla kullanım olmadığını onaylayacaksınız muhtemelen. Muhasebe de bunu görecek ve fatura kesecek.” “Anladım, sen fatura istiyorsun.” “Ben de zaten sabahtan beri size aynı şeyi söylüyorum, başka bir şey demedim ki. Ben size Türkçe olarak fatura istediğimi söyledim.” Görevli elimden kağıdı aldı ve bankonun arkasına geçti. Gözlerini kısarak bilgisayara baktı. Sağ elinin işaret parmağını klavyenin üzerinde şöyle bir dolaştırdı ama hiçbir işlem yapmadı. Alnı kırışmış şekilde dudaklarını kemirmeye başlamıştı ki hemşire geldi: “Hayırdır?” “Çıkış işlemi yapılacak.” “Tamam, ben yaparım.” Kağıdı aldı ve işlemleri yaptı. Bir dakika bile sürmedi. Bu arada biz konuşurken hastamız tekerlekli sandalye ile çoktan çıkışa gitmişti bile. Hemen muhasebeye inip faturayı aldım ve çıkışa yöneldim. Yol boyunca hep aynı şeyleri düşündüm… Siz ne kadar sistem ve metot kurup teknoloji ile bütünleşerek zamanı yakalamaya çalışırsanız çalışın, kilit noktası hep çalışandadır. Kalifiye çalışan yoksa her şey boşuna… Kalifiye çalışanınız yoksa yapacağınız her iş, kuracağınız her sistem size ‘bir beden’ büyük gelecektir. Kendini geliştiremeyen personel sizi de aşağı çekecek ve kendi havuzunuzda boğulmanıza neden olacaktır. Vasıfsız personeliniz ile birlikte çalışırken küçük havuzlar inşa etmelisiniz! Aksi takdirde havuzunuzu (işlerinizi ve projelerinizi) ne kadar büyük yaparsanız o kadar hızlı boğulursunuz. (15 Ocak2014) SEYİR DEFTERİMDEN Büyük ozan Aşık Veysel, “Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece” diye boşuna dememiş. Yıllardır hepimizin hayatı neredeyse yollarda geçiyor diyebiliriz. Yolculukların büyük bir kısmı şehir içerisinde olsa bile uzun yol yapanlar da az değildir. Hepimizin mutlaka bir yol hikayesi vardır. Çoğu da bayram dönüşlerini çileye dönüşen yolculuklarla ilgilidir. Bu yıl yollarda daha az tadilat var sanki. Hiç yok değil, var ama saatlerce insanları çıldırtan ve uzun kuyruklar oluşturan tadilatlar değil en azından. Yol yapımlarının büyük bir kısmı bitirilmiş. Yine de bazı yerlerde yol çalışmaları var. İlginç olan ne biliyor musunuz? Çalışan yok! Yollar güzel, diyecek bir şey yok ama tabelalara ne demeli? Birçok yerde tabela kirliliği var. Birçoğu da eskiden kalma. Yolların neredeyse tamamı çift gidiş çift geliş ve bölünmüş yol ama birçok yerde tabelalar 70-90 gibi enteresan görüntüler oluşturmakta. İyi de nereye kadar 90, nerede başlıyor nerede bitiyor? Bazen de hiçbir yerde tabelaya rastlayamıyorsunuz. Eskisi sökülmüş ama yenisi takılmamış. Yetkililerin bu işe bir el atması lazım. Birçok yerlerde radarlar kurulmuş ama yönlendirme tabelaları olmadığından içinizde bir kuşkuyla ilerliyorsunuz. Ceza gelecek mi?.. O anda polis çevirmesi olmasa bile biliyorsunuz ki, arkanızdan adresinize ceza gelebilir. Hoş, biz nerede kaç km hızla gideceğimizi biliyoruz ama cezayı polisler biliyor mu? İşte bunu bilmiyorum. Türkiye’de araçların uyması gereken yasal hız sınırlarına bir bakalım. Otomobil açısından şöyledir: Yerleşim yeri içinde, 50 km/s.; yerleşim yeri dışında ise şehirlerarası çift yönlü karayollarında 90 km/s, bölünmüş yollarda 110 km/s, otoyollarda 120 km/s. Genelde insanlar trafik kurallarına uyum göstererek ilerliyorlar. Hiçe sayanlar da yok değil. En çok da kamyon ve otobüs şoförleri kuralları ihlal ediyorlar. Onlara yapılacak en güzel çağrı şerit ihlallerine uymaları olacaktır. *** Yolda ilerlerken sizler de birçok yerde mola veriyorsunuzdur. Ben molada genellikle tesislerin tuvaletlerine uğrarım. Eğer tuvaletler hoşuma gitmezse oradan çıkar başka bir tesise giderim. Tuvaletler önemli ama sanki bir boş vermişlik var. Tesis yetkilileri çalışanlarına, “Tuvaletleri boş verin, hepiniz ön tarafta müşterilere hizmet edin” demiş gibi bir ortam vardır. Otoparkta araçlarınızı yıkıyorlar, siparişleriniz hemen alınıyor. Vitrinler ışıl ışıl, yiyecekler çok güzel görünüyor. Marketler cıvıl cıvıl, ne isteseniz var, raflara mallar itinayla yerleştirilmiş. Gel gelelim tuvaletler berbat. Bazı yerlerde tuvalete girmenizle çıkmanız bir oluyor! Bazen görüntüler bazen de koku dayanılmaz olabiliyor. Sadece klozetler değil, lavaboların görüntüsü de içler acısı. Bazıları tıkanmış, bazıları kir pislik içerisinde, kiminde sabun yok, kimin de havlu kağıt… Yerler ıslak, ayakkabıların değmesiyle de çamur içerisinde kalıyor. Sigara izmaritleri de işin cabası… Bir Türk atasözü, “Temizlik imandan gelir.” der. İman nedir? Kabul ve tasdik etmektir. Kabullenmek ve gönül huzuru ile benimsemektir. İnsanın içinde olmasıdır. Yani temiz olmak konusunda kimse sizi zorlamaz, zaten böyle olması gerektiğine inanmış ve bu şekilde yaşıyorsunuzdur. Maalesef görüntüler öyle demiyor. İşin aslı hiç de böyle değilmiş. Biz Türkler her yerde her zaman temizliğimiz ile övünürüz. Gel gör ki bundan sonra hiç de bu kadar kolay övünemeyeceğiz. Övünsek ne yazar? Adamın gözüne bu görüntüleri sokarlar. Lafla peynir gemisi yürümüyor. Düşünüyorum, kabahat kimde? Kirletende mi suç, temizlemeyende mi? Yoksa her ikisinde mi? Acaba insanlar evlerinde ne yapıyorlar? Ne durumdalar? *** Gelelim yolun ve yolculuğun sonuna… Oteller fiyatları ucuzlatacağız diye kaliteyi de göz ardı etmeye başlamışlar. Birçok tesis stajyer öğrenci çalıştırarak tasarruf yapmaya çalışırken aslında kaliteden ödün verdiğinin farkında değil. Ya da farkında ama umursamıyor. Bu böyle çok fazla gitmez, tesisler umursamasa da müşterinin umurunda. Yetkililerin bu konu üzerinde düşünmeleri gerekiyor. Yakında ucuz fiyata bile müşteri bulamadıklarında ne yapacaklar? Sadece sınırsız yemek ve içki ile bu işi kotarabileceklerini mi düşünüyorlar? Bazı tesisler yeni sezona girerken tadilat bile yapmamışlar. Geçen yılın üzerine bir taş bile eklememişler. Bazı yerler dökülüyor. Çok sayıda ve çıplak gözle görebileceğiniz kadar aksaklılar mevcut. Bu arada, turizm sektörü nereye gidiyor, farkında mısınız? (10 Temmuz 2013) CAHİL CESARETİ Bazen etrafımızda gördüğümüz kişiler hakkında “Hiçbir yetkinliği olmayan insanlar buraya kadar gelmeyi nasıl başarmışlar?” diye düşünmekten kendimizi alamadığımız oluyordur. Bunlar kimi zaman bir yönetici, bir patron, kimi zaman da bir devlet adamı olabiliyorlar. İnsan şu soruyu bazen kendine bazen de çevresindekilere sorabiliyor: “Bu adam nasıl olmuş da buralara kadar gelebilmiş?” Cevaplar şu şekilde olabilir: “Şansı yardım etmiş...” “Falanca tanıdığı varmış...” “Torpil kullanmış...” “Çevresi çok genişmiş...” “Bir yolunu bulmuş, gelmiş...” “Aslında bakma sen onun öyle göründüğüne, işini çok iyi bilir…” “Aslında çok zeki adam ama siz farkında değilsiniz…” Ve daha bunlar gibi başka cevaplar… Ancak, cevaplar ne olursa olsun, bilinen bir gerçek var ki; insanların öncelikle kendisini çok iyi tanımaları, neyi ne kadar iyi yapabileceklerini veya neyi yapamayacaklarını çok iyi bilmeleri gerekiyor. Aslında Türkiye’de buna uygun birçok söz var. Uyar mı uymaz mı bilemem ama ben size bir tanesini söyleyeyim: “Haddini bileceksin!” Bu söz bana çok itici gelse dahi burada kullanmak zorunda kaldım, çünkü ‘haddini bilmezler’ dolaşıyor ortalıkta. Hem de üstüne üstelik prim yapıyorlar. Siz istediğiniz kadar sistem, metottan söz edin, istediğiniz kadar okuyup araştırın, istediğiniz kadar eğitim şart olduğunun altını çizin, hepsi nafile. Birileri çıkıp geliyor ve sizin kurmuş olduğunuz sistemi yıkıp kendi iradelerini ortaya koyuyorlar. Sonra bir bakıyorsunuz, bu kişiler anlık kazançlar -ya da kazanç varmış gibi- göstererek prim yapıyorlar. Bu yanıltıcı tablo karşısında onlar alkışlanıyor, siz ise bir kenara itiliyorsunuz. Uzun vadedeki kazanım projelerinize kimse dönüp bakmıyor bile. İnsanların cahil cesareti olarak bildiği ve -riskleri düşünerek hamlelerini ona göre yapanlara karşıt olarak- savunduğu bir metot daha var. Hatta güzel Türkiye’mizde buna uygun bir de söz türetilmiştir; “Akıllı düşünene kadar, deli oğlunu evermiş!” Aklına esen istediğini yapıyor. Bu kadar kolay mı? Hadi biz de yapalım… İş dünyasına baktığınızda, kurumsal firmaları “düşünen akıllılar”, patron firmalarını ise “deli” olarak düşünebilirsiniz. Kurumsal yapı düşünmeyi, herkesin fikrini almayı, sağlıklı bir alt yapı oluşturmayı, planlama yapmayı ve uygulamaya geçmeden önce onaya sunularak karar almayı öngörmektedir. Oysa birçok patron firmasında “dediğim dedik, çaldığım düdük” diyerek ve anlık kararlar alınmak suretiyle bir iş yapma modeli uygulanmaktadır. Son zamanlarda bazı devlet adamlarımızın da bu şekilde davrandığını görebilmekteyiz. Şöyle bir baktığınızda kimin adına üzülmeliyiz diye düşünmeden edemiyor insan ama iş dünyasında söylenen bir söz daha vardır; “Zirveden düşüş daha sert olur”. Fazla uzatmayalım ve üstadımızın önerisine gelelim. Benden ilerleyen haftalarda “Dunning Sendromu” hikayesini ele almamı istemişti. Üzerine söylenecek çok şey var ama uzatmayalım, siz neresinden almak isterseniz orasından alabilirsiniz. İşte size Dunning Sendromu: Dunning-Kruger etkisi (1) “Dunning-Kruger etkisi” ya da “Dunning-Kruger sendromu”, Cornell Üniversitesi’nin iki psikoloğu Justin Kruger ve David Dunning’in tanımladığı bir algılama eğilimidir. İki bilim insanı bu hipotezleri ile Nobel’i kazanmışlardır. Bu hipotezde iki bilim adamı Türkçe’de “Cahil cesareti” ile benzer “Yetkin olmayan insanlar, vardıkları yanlış sonuçlar ve talihsiz seçimlerin yanlışlığını anlayabilecek kapasiteye sahip değillerdir” görüşünü savunmaktadır. Hipotez Yetkin olmayan insanlar, becerilerine aşırı değer biçme eğilimindedirler. Yetkin olmayan insanlar, diğer insanlardaki sahici beceriyi fark edememektedirler. Yetkin olmayan insanlar, kendilerindeki yetersizliğin boyutunu görememektedirler. Eğer bu yetkin olmayan insanlar, becerilerini geliştirmek üzere eğitilirlerse geçmişteki eksikliklerini fark edip kabul etmektedirler. Sonuç olarak, bir insan bir konu hakkında ne kadar az biliyorsa o konu hakkındaki az olan bilgisi aslında ne kadar az bilgi sahibi olduğunu fark etmesini engellediği gibi sanki konuyla ilgili her şeyi biliyormuşçasına bir özgüven kazandırmaktadır. Destekleyen referans görüşler -“Cehalet, genellikle bilgi sahibi olmaktan daha çok özgüvene sebep olur.” (Charles Darwin) -“Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” (Bertrand Russell) (4 Haziran 2013) (1) Wikipedia’dan alınmıştır. ÇEKİRGE HESABI Osman’ı hepiniz tanıyorsunuz artık. Hani şu bizim sektördeki çaylak, heyecanlı ve sabırsız arkadaş! Geçen hafta Osman’ın başından geçen bir hikayeyi anlatmıştık. Çok sayıda telefon ve mesaj aldık. Herkes çok beğenince Osman’ın maceralarına devam etmek istedim. *** Osman dükkanda otururken içeriye tanıdık bir yüz girer. Hoş geldin, beş gittin derken ilk görüşte çıkaramadığı kişinin daha önceden araç sattığı bir müşterisi olduğunu anımsar. Müşterisi eski aracını getirmiş, yerine yenisini alacaktır. Üç aşağı beş yukarı derken, fiyatlarda anlaşma sağlanır. Buraya kadar her şey normal... Bakalım bundan sonra neler olacak?.. *** Müşterinin takasta kullanacağı eski araç üzerindeki banka kredisi devam ediyor, önce bunun kapanması lazım. İyi de krediyi kapatmak için gerekli nakit para müşteride yok. Kara kara düşünürken, müşteri Osman’a işi öğretiyor: “Yeni alacağım aracın kasko değeri ne kadar?” Osman, bir yandan hızla içinden “Ne alaka şimdi kasko değeri?” diye düşünürken bir yandan da cevap vermeye çalışır: “35.000 TL civarında olduğunu sanıyorum ama çok lazımsa internetten bakabiliriz. Google’da “Kasko değer listesi” diye yazınca çıkar karşımıza.” “Size zahmet, bir bakalım o zaman.” “Yalnız ben araca fatura keseceğim. Bankalar fatura değerine bakabilir, sonradan bir sorun çıkmasın. Önce bankayla görüşseydik.” “Gerek yok, ben görüştüm. Banka kasko değerinin yüzde 80’ine kredi verecek.” Osman’ın aklı pek yatmasa da ikna olur. İşlemlere başlanır. Ne de olsa adam eski müşterisi, ne kötülük gelebilir ki? *** Aslında olayın özeti şudur: Müşteri yüksek miktarda kredi alarak eski aracının kredi borcunu ödeyecek, kalan parayla da iki araç arasındaki farkı ödeyip hesabı kapatacaktır. Osman bir taraftan kafasının içerisindeki şüpheleri dağıtıp kendini rahatlatmaya çalışırken bir taraftan da işlemlere devam eder. Yine de “Keşke müşteri eski aracın üzerindeki kredi borcunu kapatıp öyle gelseydi” diye düşünmeden edemez. Bankaya yeni aracın ruhsat bilgileri ve müşteri kredi evrakları gönderilir. Talep edilen kredi miktarı ve vade süresi bildirilir. Kredi onaylanır, banka yeni sistemler gereği ekranlardan aracın üzerine ön rehin koyar. Osman, müşteri ile birlikte notere gider ve yeni aracın devrini müşteri adına verirler. Bundan sonraki adımlarda noter satışı, geçici belge, kasko poliçesi bankaya gidecek, banka tüm evrakların eksiksiz olduğuna kanaat getirince parayı Osman’ın hesabına geçecektir. Daha sonra Osman hesabına geçen paranın gereken kısmını müşteriye verecek ve müşteri eski araç üzerindeki kredi borcunu kapatacaktır. Bankadan rehin kaldırma belgesi alınacak, noterde onaylatılıp emniyetten kaydı yapılacak ve aracın devri müşteri tarafından Osman’a verilecektir. Kalan parayla iki araç arasındaki fark kapanacak ve herkes yoluna gidecektir. Fakat tüm bu olaylar yaşanırken diğer taraftan birçok riski de içerisinde barındırmaktadır. Birinci Senaryo Müşteri yeni aracın devrini alır, bankaya karşı yükümlülüklerini (imza, talimat, kasko, vb.) yerine getirmez, banka parayı Osman’a ödemez, müşteri hem yeni aracı alır gider hem de eski aracı kendi üzerinde kalır. Sonuç; Osman dolandırılmış ve bir aracını kaybetmiştir. İkinci Senaryo Müşteri yeni aracın devrini üzerine alır. Çekilen kredi miktarı kasko değerinin yüzde 80’ine göre hesaplanmıştır. Fatura değeri baz alındığında ödenmesi gereken miktar daha az olduğu için banka krediyi iptal eder ve Osman’a ödeme yapmaz. Yeni araç müşteri adına olduğundan ya müşteri aracı geri verecek veya parasını ödeyecektir. Sonuç; Osman aracını kaybetmekle karşı karşıyadır. Tüm inisiyatif müşterinin elindedir. Üçüncü Senaryo Müşteri yeni aracın devrini üzerine alır. Bankaya karşı tüm yükümlülüklerini yerine getirir, banka parayı Osman’a öder, Osman eski aracın kredisini kapatır, müşteri takas aracın devrini vermez, iki aracı da alır gider. Sonuç; Osman az da olsa bir kayıp yaşamıştır. Bu da onun kulağına küpe olur! Dördüncü Senaryo Müşteri yeni aracın devrini üzerine alır. Bankaya karşı tüm yükümlülüklerini yerine getirir, banka parayı Osman’a öder, Osman eski aracın kredisini kapatır, devrini üzerine alır, kalan para iki araç arasındaki farkı kapatır. Sonuç; “mutlu son”. Osman müşterisini uğurlar, işine devam eder. *** Annesi Osman’ı “Kadir Gecesi” doğurmuş herhalde! Osman’ın işleri bugüne kadar hep yolunda gitti. Siz de Osman kadar şanslıysanız sizin de hikayeniz mutlu son ile biter. Ama unutmayalım ki memleketimizde şöyle bir atasözü de var; “Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar…” (12 Şubat 2013) ÜÇÜN BİRİ Bu hafta sizlere üç ana konuyu aktarmaya çalışacağım. Bunların içerisinden birisi, diğerlerine göre daha ağır basıyor. Bakalım acaba hangisi? 23-25 Şubat’ta Uludağ’da yapılan Renault 2 Konvansiyonu programının üçüncü gününde ve son ayağında Oyak-Renault otomobil fabrikalarındaydık. Güzel bir gezi oldu. İlk üretilen araçtan son üretilen dört buçuk milyonuncu araca kadar görme şansına sahip olduk. Gezi sırasında aldığım notlardan en dikkat çekici olanının, 1000 kişiye düşen 135 adet araç ile halen doymamış bir pazar olduğumuzu söyleyebilirim. En başta 592 adet ile Almanya gelmektedir. Sırasıyla 587 adet ile İspanya, 531 adet ile Polonya, 408 Bulgaristan, 250 Romanya, 135 Türkiye ve 41 adet ile Çin gelmektedir. Benzer ülkelerdeki (özellikle Bulgaristan) araç sahipliği oranına ulaşmak için Türkiye’de 15 milyon araç satılması gerekiyor. Geçtiğimiz yıllarda rekorlar kırıldığını ve en son 2013 yılında otomobil ve hafif ticari araç toplam pazarında 853000 adet araç satıldığını ele alırsak yaklaşık 18 yıl beklemek durumunda olduğumuz sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu sürecin uzamasının başlıca nedeni alınan yüksek vergilerdir. Halen ülkemizde en düşük motor kapasitesine sahip (1600cc) otomobiller üzerinden yüzde 65 (ötv+kdv) vergi alınmaktadır. Bu değer AB ortalamasında yüzde 18’dir. Yine hafif ticaride ülkemizde yüzde 36 olan vergi oranı AB ortalamasında yüzde 18’dir. Yine başka bir açıdan olaya yaklaşırsak Türkiye araç üretiminde dünyada 16. sırada yer almaktadır. Bizim alt sıralarımızda sırasıyla Endonezya, İran, Slovakya ve Arjantin yer alırken üst sıralarımızda Çek Cumhuriyeti, İngiltere, Fransa, İspanya, Rusya, Kanada, Tayland, Meksika, Brezilya, Hindistan, Kore, Almanya, Japonya, ABD ve Çin bulunmaktadır. Bu değerler bize ülkemizde yapılacak daha çok iş olduğunu göstermektedir. Özellikle fabrikayı gezerken tanık olduğumuz iş gücünü dikkate alırsak yapılacak yatırımların işsizlik sorununa da çare olabileceğini söyleyebiliriz. Oyak-Renault fabrikalarının en büyük özelliklerinden birisi de 60 adet/saat üretim yapılabilme kapasitesidir. Bu çok iddialı bir rakamdır. Bunun dışında başka bir çarpıcı örnek ise bir banttan aynı anda birden fazla model araç çıkabilmesidir. Fluence, Clio ve Megan’ın peşpeşe aynı banttan indiğini görebilirsiniz. Sizlere son ve çarpıcı bir bilgi olarak şunu söyleyebilirim ki artık ülkemizde motor yapılabilmektedir! Şimdilik bütün bir şekilde dışarıdan gelen blok işlenebilmekte ve istediğimiz özelliklerde ve ölçülerde motor yapabilmekteyiz. 2015 yılına kadar bloku da üretebilecek duruma geleceğimizi edindiğim bilgiler doğrultusunda rahatlıkla söyleyebilirim. Rakamlar ve veriler sıkıcı olsa da çok önemli olduklarını düşündüğüm için olarak paylaşmak istedim. Bu veriler aklımıza “Neden kendi aracımızı kendimiz üretemiyoruz?” sorusunu getirebilir. Hayırlısı diyelim ve gelelim gözlemlerimiz doğrultusundaki değerlendirmelerimize… Bizler öncelikle ön kapıda çok güler yüzle karşılandık. Geleceğimizi biliyorlardı, hazırlıklar çok iyiydi. Küçük bir kokteyl sonrası konferans salonuna geçtik, bilgilendirme sunumu sonrasında kılık kıyafet değişikliği ile fabrikayı gezmeye başladık. Sizlere az önce vermiş olduğum veriler bu sunum sırasında aldığım notlardan oluşmaktadır. İlk önce kaporta-boya atölyesini, sonrasında sırasıyla montaj ve motor atölyelerini gezdik. Her bölüme girerken ve çıkarken güler yüzlerle karşılandık ve uğurlandık. Hepsi de geleceğimizi biliyorlardı ve hazırlıklıydılar. Gezi sırasında bölüm yetkilileri bizlere detaylı bilgiler aktardılar. Akıcı ve doyurucu bilgiler eşliğinde keyifli bir gezi yaptık. Belki fark etmişsinizdir, sürekli üstüne basarak söylüyorum; karşılama ve hazırlıklar çok etkileyiciydi. Bir başka dikkatimi çeken olay ise herkesin bir sorumluluk alanı ve işi olmasıydı. Gezi sırasında arkadaşlarımla da paylaştığım bir noktayı aktarayım; herkesin tek bir işle uğraşmasından, yani uzmanlaşmasından dolayı iddialı ve muhteşem işler çıkmaktadır. Oysa son zamanlarda oluşmaya başlayan bir sistem var ülkemizde. Bir kişi, üç kişilik çalışacakmış!.. Hal böyle olunca da işler karmaşıklaşmaya başladı. Çalışan mutsuz, işveren mutsuz, en önemlisi de müşteri mutsuz olmaya başladı. Fabrikada gördük ki, herkes işini yaptığında ve tek bir iş yaptığında gayet de güzel sonuçlar çıkmaktadır. Neden kurumsallaşamadığımızın belki de en güzel cevaplardan birisi burada gizli olabilir mi? Bir kişiye bir iş mi? Bir kişiye üç iş mi? (11 Mart 2014) NEREDE HATA YAPTIM Her fırsatta bir kişinin üç kişilik çalışmasını isteyen patronlar, eğer kendilerine de, çalışanlarına da, müşterilerine de kötülük ettiklerini bilselerdi eminim ki bu ısrarlarından vazgeçerlerdi. Otomotiv sektöründe yöneticilik yaptığım süre boyunca en iyi yanımın ekibime ve kapasitelerine çok iyi tanı koymak olduğunu söyleyebilirim. Herkesten her işi yapmasını bekleyemezsiniz! Kişileri iyi tanımalı ve ne yapabileceklerini iyi etüt etmelisiniz. Bunun devamında da başarılı gördüğünüz konularda gelişimlerini sürdürebilirseniz; “her işi yapan kişiler” değil ama “her işi başarabilen” bir ekip yaratırsınız. Eğitim sisteminde de böyle olmalıdır. Bir öğrencinin her dersten başarılı olmasını beklemek yerine en iyi olduğu alanı belirlemeye çalışmak ve bu alanda gelişimini sürdürmesinde itici bir rol üstlenmek gereklidir. Hemen herkes bir futbol takımının kimlerden oluştuğunu söyleyebilir. Kaleci, savunma, orta saha, kanat oyuncuları ve golcüler vardır. Her biri kendi alanında en iyiler arasından seçilerek takım oluşturulmuştur. Herkesten her işi beklerseniz çuvallarsınız. Genel olarak ülkemiz insanı, tüm iyi niyetiyle işyerine faydalı olmak için çalışır. Her verilen görevde; “Bu da şirketin işi, bunu da birilerinin yapması lazım” diyerek sahiplenir. “Hem elimize mi yapışır, belki de birileri benim bu gayretimi görür” diye düşünür. Maddi ve manevi olarak ödüllendirilmek ister ve bu düşünceler içerisinde her işi elinden geldiğince yapmaya çalışır. İşte sıkıntı da burada baş gösterir! Elinden geldiğince yapmaya çalışır ama her iş elinden gelmez. İşlerin aksamasına, bazen de içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olabilir. Bu sıkıntılar bazen arka planda olabilir bazen de müşterilerin karşısında olabilir. Bu durum her ne şekilde olursa olsun mutlaka ve mutlaka hem çalışma arkadaşlarınıza hem patrona hem de müşterinize olumsuz olarak sirayet edecektir. Peki, bunu nasıl engelleriz? En baştan da dediğim gibi kimin neyi iyi yapabileceğini iyi bilmek ve en başından iyi bir planlama yapabilmek gerekir. Firma kültürü içerisine mutlaka toplantı kültürünü yerleştirmeli, gündem maddelerini iyi belirlemeli, sistem ve metotlar geliştirmeli ve her bireyi bu sistem içerisinde belli bir misyonla yükümlü kılmalısınız. Yapılan en büyük yanlışlardan birisi de toplantı mekanizması işletilmeksizin özellikle patronlar ve yöneticiler tarafından bir kişinin odaya çağırılarak görevlendirilmesidir. Yanlış, bireysel kararla işe alınan personelin verilen görevi kimseyle paylaşmadan tek başına yapmaya çalışması ile devam eder. Böyle bir iş ve süreçten habersiz olan diğer ekip çalışanları da mutlaka iş sürecini olumsuz etkileyecek bir hata yapar. Aslında buna hata da denemez, zira planlanan işten haberi olmayan ve bu iş süreci içerisinde kendilerinin ne yapmaları gerektiğini bilemeyen diğer çalışanları o an yaptıkları ile suçlayamazsınız. O halde işin doğrusu, büyük veya küçük demeden her işi, bir proje olarak görüp konuyla ilgili toplantı mekanizmasını işletmek gerekir. Toplantıda herkesin fikirleri ve önerileri alınmalı, herkese eşit söz hakkı tanınmalıdır. Baştan iyi bir planlama olmazsa sonuçta da iyi bir iş çıkmaz. Planlama içerisine kişilerin görev ve yetkileri ölçüsünde kişisel becerilerini de ön planda tutarak iyi bir görev dağılımı yapılmalıdır. Süreç içerisinde planlanan ile gerçekleşen arasında sapmalar olup olmadığı sıklıkla sorgulanmalıdır. Aksi halde çuvallarsınız... Sonra da çalışanlarınızı karşınıza alır, ne işe yaradıklarını sorgularsınız. Çalışan ise buna bir anlam veremez. Kendi açısından haklıdır. Canını dişine takarak çalışmış, firması için elinden geleni ardına koymamış, sonra da ilk olumsuzlukta azarlanmıştır. Burada başını iki elinin arasına alıp ben nerede hata yaptım diye düşünen sadece çalışan olmamalıdır. Herkes şapkayı önüne alıp düşünmelidir. Ben değil de “Biz nerede hata yaptık!” diye bakmak gerekir. Çalışanları harcamak kolay nasıl olsa, hemen ilk fırsatta onlara yüklenmeyin. Önce hatayı kendinizde arayın, çalışanlarınızı en sona saklayın. Unutmayın, çalışanlar sizin kıymetlinizdir. (25 Mart 2014) ARTIK OKULLU OLDUK Üzerinden tam iki yıl geçti. 2011’de facebook üzerinde “Otomobilciler Kulübü” adlı bir arkadaşlık grubu kurdum. İlk başta otomotiv sektöründe bulunan arkadaşları üye yapmaya başladım. Zaman içerisinde değerli ağabeylerimizi, üstatlarımızı da (gazeteci, psikolog, yazar, danışman, eğitimci, yaşam koçu, vb.) üye olarak aramıza aldım. Otomobilciler kulübünden İlk mesajım şuydu “Arkadaşlar, buradan otomotiv sektöründeki gelişmeleri ve yapılması gerekenleri, desteklenmesi gereken projeleri, geçmişten kaybettiğimiz değerleri ve geleceğe aktarabileceğimiz deneyimleri, gelecekle ilgili kaygılarımızı, beklentilerimizi, sıkıntılarımızı, mutluluklarımızı ve hayallerimizi, her şeyi paylaşabilirsiniz (Ancak, lütfen siyaset, futbol ve din konularına girmeyelim, bu konuları içeren mesajlar vermeyelim)”. Daha sonra sorularımız gelmeye başladı “Türkiye’de ikinci el pazarı hangi yönde ilerliyor?”, “Otocenter’lar yeterli mi?”, “Mevcut ikinci el satış sistemi ve galeriler Türkiye'nin ikinci el sektörünü kaldırabilecek bir yapıda mı?”, “Açık artırma firmaları sektöre neler kazandırabilir, hangi yöne itebilir?”, “Rent a car firmaları sektörü besliyor mu, kirletiyor mu?”, “Yetkili satıcıların ikinci ele yapmış oldukları yatırımlar yeterli mi, gerekli mi, artı ve eksi yönleri nelerdir?”, “Bizler otomotiv sektörünün gelişimine ne gibi etkide veya katkıda bulunabiliriz?”, “Otomotiv sektörüne kimler yön veriyor?”, “Sektör müşterilerin beklentilerini karşılayabiliyor mu?” Bu gibi soruların cevaplarını burada bulabilir miyiz veya bu soruların cevapları var da bize ulaşmıyor mu? Gündemin gerisinde miyiz veyahut sektördeki rolümüz nedir? Zamanla çizgiyi değiştirdik, farklı formatlara geçtik Otomotiv sektöründen rakamsal veriler ve haberler yayınladık. Sonra geri döndük ve otomotiv yetkili satıcılarının neden kurumsal olamadıklarına değindik. Zaman zaman karşılaştığımız sorunları dile getirdik. Sonra tekrar döndük ve güncel sorulara cevap aradık Son günlerde ikinci el otomotiv sektöründe bir durgunluk yaşanıyor, Sektör mensupları bu duruma cevap arıyorlar. Kar yağdı böyle oldu, piyasalar arabaya doydu, faizler yükseldi, galeriler kapatılıyor, pazarlar kapanıyor, devlet iki üç adetten fazla satış yapanları belirliyor ve vergi cezaları yüklüyor vb. bir takım cevaplar kulaktan kulağa dolaşıyor. İkinci el sektörü nereye gidiyor, bundan sonra galericilerin yapılanması ne olacak? Açıktan ikinci el araç alıp satanlar azalıp tükenecek mi? Dükkanların kapatılması ve Otocenter’lar küçük esnafı bitirecek mi? Sektörde birleşmeler yaşanabilir mi, yetkili satıcılar ne tür yatırımlarda bulunacak? Piyasada yeterli ve kaliteli istihdam var mı, açık artırma firmaları portföy açısından kan kaybedecek mi, yoksa tüm bu gelişmeler daha kurumsal bir ikinci el piyasası oluşturmaya bir zemin, işaret olabilir mi? Bazen de yetkili satıcılıklar içerisindeki sorunlara örneklemeler yaptık Bir otomotiv yetkili satıcısında yetkili müdür olarak çalıştığınızı varsayalım. Sizce, firmanızdaki tüm satış danışmanları müşterilerine aynı yöntem ve satış teknikleri ile mi sunum yapıyor? Yoksa kişisel gayretleri ile mi satış yapıyorlar? Herkes bir telden çalıp yine de belirli bir satış adedi yakalıyorsa, bunu yine de sorun yapar mısınız? Bu sizin için sorunsa, nasıl bir çözüm yolu önerirsiniz ve izlersiniz? Gelen cevaplarla sektörün gerçek sorunlarını analiz etmeye çalıştık Otogüncel’deki paylaşımlardan yola çıkarak hem sektörel hem de kişisel sorunlar, yetersizlikler ve eksiklikler olduğunu bariz olarak görebiliyorum. Sektörel sorun olarak mevcut firmaların kurumsal olamamaları (bazılarını ayırabiliriz), kişisel olarak da eğitimsizliğin altınız çizmek gerekiyor. 2012 Şubat ayında sektörümüzde devrim sayılabilecek hareketimiz geldi 1 Şubat 2012’de sektörümüzde çalışan ve birçoğu kurumsal firmada yer alan arkadaşlarımızla bir toplantı düzenledim. Toplantıya katılanlara sertifika verdim. Bu toplantıyla birlikte bana inanan ve gittiğim yolda yanımda olmak isteyen insanları görünce bugüne kadar yaptıklarımın hiç de boş işler olmadığını gördüm. Yapmak istediğim şuydu Yapmak istediğim; kurumsal olmayan, olamayan, olmayı beceremeyen otomobil yetkili satıcılıklarını ve bayiliklerini önce kurumsallığa inandırmak, sonra da nasıl kurumsal olabileceğini göstermekti. Fakat bu çok kolay değildi. Öncelikle sektörün bu eksikliği görmesi ve inanması gerekiyordu. İkinci eksiklik olarak sektör çalışanlarının eğitim yönünden yetersiz olduklarını, kurumsallık yolunda ilerleyen firmaların önünü tıkadıklarını ve şirketleri çok büyük zararlara uğrattıklarını göstermekti. Herkesin elini kolunu sallayarak sektöre girip çıkamayacağını, eğitimli insanlarla yola devam edilmesi gerekliliğini göstermek, çıtayı yükseltmek ve dolayısıyla da gelir düzeyini yükseltmek, paralel olarak kurumsallık beklentisini artırmaktı. Her iki yolun sonunda da eğitim ve danışmanlık firmalarına ihtiyaç duyulacak ki, bunlardan biri ve belki de ilki benim ve benimle birlikte başlayıp, benimle birlikte yürüyenlerle birlikte kuracağım bir danışmanlık firması olacaktı. Daha sonra yollarımız Otogüncel ile kesişti Aralıksız 45 hafta boyunca Otogüncel’den sizlere gerek sektörün sorunlarını gerek eğitim ihtiyacını gerekse de sistem ve metotlu çalışmanın faydalarını anlatmaya çalıştım. Sistem ve metot olmadan çalışan galerilerin almış olduğu riskleri ve başlarından geçen olayları örneklendirdim. Ve sonuç ortada Bugün gelmiş olduğumuz noktada Yrd. Doç. Dr. Abdullah Demir hocamız ile birlikte Marmara Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi’nde (MÜSEM) eğitim programı açılması ve sektöre adım atmak isteyen veya sektör içerisinde kendini geliştirmek isteyen arkadaşlara “Otomotiv Sektöründe İkinci El Satış Danışmanlığı ve Uygulamalı Ekspertizlik” konulu eğitim verme aşamasına geldik. Sevinçliyim ve gururluyum Otomotiv sektörü çalışanlarının hak ettikleri yerlere gelmesini umut ederek yaptığım çalışmalara vermiş olduğu destekler için tüm dostlarıma, arkadaşlarıma ve okurlarımıza teşekkür ederim. (23 Nisan 2013) H. Hüseyin Yayla: 1970 yılında İstanbul’da doğdu. Erzincan-İliç-Leventpınar köyündendir. İlk, orta ve lise eğitimini İstanbul’da tamamladı. 1987 yılında Şişli Endüstri Meslek Lisesi Motor Bölümünden mezun oldu. Lise stajını Renault-Mais Servis’te tamamladı. Eğitimine turizm ve otelcilik alanını da ekledikten sonra 1997 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Fizik Bölümünden mezun oldu. Öğrencilik hayatı boyunca, ailesine ait otomotiv firmasında profesyonel olarak her marka araçta ikinci el araç piyasa analizi, ekspertizliği ve alım-satım işleri yaptı. 1998 yılından itibaren Hyundai ve Renault olmak üzere çeşitli otomotiv yetkili bayilerinde yöneticilik yaptı. Aldığı görevler arasında Plaza Satış Müdürlüğü, Filo-Aktif-Dinamik Satış Müdürlüğü, ISO Kalite Yöneticiliği, İkinci El Satış Müdürlüğü ve Estetik Yöneticiliği bulunmaktadır. Kısa süreli olarak da Uzun Dönem Oto Kiralama Departmanı yöneticiliğini üstlendi. Şu sıralarda ise ortaklarıyla birlikte kendi firmasını faaliyete geçirmektedir. Yayla; Satış Eğitimi-Hyundai Assan (1999), Etkin Filo Yönetimi& Satış Teknikleri Kursu-Hyundai Assan (2004), Hyundai Assan Etkin Filo Satış Teknikleri Programı (2005), Hyundai Assan Müşteri Yönetim Sistemi Kursu (2005), ISO 9001:2000 Kalite Yönetim Sistemi Temel Eğitimi (2006), Renault2 İkinci El Eğitimi-Mais A.Ş. (2007), Renault ve Dacia Eğitimi (2013), İstihdam ve Görüşme Teknikleri Eğitimi-Mais A.Ş. (2013), Satış Müdürü (Bronz)-Mais A.Ş. (2013), Satış Müdürü (Gümüş-Mais A.Ş. (2013), İlişki Yönetimi (İnteractif)-Mais A.Ş. (2014) ve Yönetici Koçluğu Eğitimi-Mais A.Ş. (2014) gibi eğitim, kurs ve programlarına katıldı. Ayrıca otomotiv sektörüyle ilgili birçok eğitim programı ve sempozyuma katılıp sertifikalar da alan Yayla’nın, bazı yerel yayınlarda köşe yazıları ve röportajları da yayınlanmıştır. Haftalık olarak yazılarını 17 Temmuz 2012 yılından bu yana www.otoguncel.com web sitesinde yayınlamaktadır. Evli ve iki çocuk babasıdır.