Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Sevr bataklığına
Transkript
Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Sevr bataklığına
Tayyipgiller; Ermenek’te 18 İşçiyi diri diri sulara gömdü! Dava; HKP’ye açıldı 11’de İnsanlık bir kez daha yargılanmaktadır Yıl: 9 Sayı: 88 1 Haziran 2015 Siyasi Gazete www.kurtulusyolu.org 1 TL 6’da Halkın Kurtuluş Partisi Seçim Bildirgesi (II) Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Sevr bataklığına sürükleniyor Saygıdeğer Halkımız; Türkiye, bugünlerde yeni bir Genel Seçim süreci yaşıyor. Fakat şu an Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun vahameti göz önüne alındığında, seçimlerin filan hiçbir önem taşımadığı hemen anlaşılacaktır. Türkiye, aslında bir Yeni Sevr süreci yaşıyor. Sevr bataklığına çekilip orada boğulma, yok olma süreci yaşıyor. Ve her geçen gün de adım adım oraya çekilip götürülüyor Türkiye. ve onların Türkiye’deki hain, işbirlikçi güçleri tarafından. Kim mi bu yerli işbirlikçiler? Başta Parababaları dediğimiz Finans-Kapitalistler. TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TİSK’çiler, ve TOBB yöneticileriyle Tefeciler, Bezirgânlar, Ağalar, Eşraflardır. Sonra da bunların siyasi plandaki temsilcisi olan sermaye partileridir. İktidarıyla, muhalefetiyle Meclisteki dört burjuva partisidir. 8’de Kim tarafından mı? Amerikan Emperyalistleri, Avrupa Birliği Emperyalistleri Bir zamanlar Yemen (II) 3’te Ey Antika Tarihin büyük devrimcisi Kawa’nın ona hiç de layık olmayan yüzkarası torunları! Hem Lenin’in üzerine çarpı çeken pankartın önünde Pontusçuluk yapacaksın hem de bizim karşımıza çıkıp ben solcuyum numaraları atacaksın öyle mi? Hükm’ü Avam İstinafsızdır! Türkiye’nin güzel Mayıs ve Haziranları 15’te HKP: MİT tırlarını ÖSO’ya gönderen savaş suçluları yargılanmalı 16’da 15’te Başyazı “Hırsızlar İmparatorluğu”nu yıkacağız! HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un 31 Mayıs 2015 tarihinde TRT’de yayımlanan seçim konuşmasının tam metnini sunuyoruz: 2’de Nurullah Ankut 7’de İşçi Sınıfımız daha ne yapsın? Saygıdeğer Halkımız; Türkiye yeni bir Genel Seçime götürülüyor, bildiğimiz gibi. Fakat bu sadece göstermelik bir seçim. 1950’den beri yani 65 yıldan bu yana sandıktan her seferinde Amerika’nın istediği iktidarlar çıkarılıyor. Yani biz değil Amerika seçiyor Türkiye’de bir dört-beş yıl daha kimin hükümet olacağını. Bu bir oyun. Bir hile, bir düzen. Bir kandırmaca. Neyse geçelim... Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu duruma, daha doğrusu içine sürüklendiği, düşürüldüğü duruma bakınca seçimlerin filan hiçbir önem taşımadığını görürüz. Çünkü Türkiye bugün Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı günlerden çok daha ağır, çok daha karanlık günleri yaşıyor. Neden mi daha ağır bugünkü durum? Şundan: 1919’da Türkler ve Kürtler bugün olduğu gibi ayrışmış, birbirlerine düşman kamplarda yer almış değillerdi. Yekvücuttu her iki halk. Ayrıca da 1919’da düşman, işgal ordusuyla topraklarımızı çiğneyerek, kan dökerek, ırza geçerek ilerliyordu. İşgaller yapıyordu. Ege’de Batılı Emperyalistlerin maşası Yunan Ordusu, Güneyde Fransız ve İtalyan Emperyalistleri, Karadeniz’de yine İngiliz Emperyalistlerinin maşası Pontus çeteleri, Doğuda ise yine İngiliz, 8’de 2 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 HKP: MİT tırlarını ÖSO’ya gönderen savaş suçluları yargılanmalı Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına SUÇ DUYURUSUNDA BULUNAN: Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkalığı VEKİLLER: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin BAYYAR, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN RA Kızılırmak Cad. 7/9 Kavaklıdere/ANKAŞÜPHELİLER: 1- Recep Tayyip ERDOĞAN 2- Ahmet DAVUTOĞLU 3- Efkan ALA 4- Hakan FİDAN “Türkiye Devletini savaş tehlikesi ile karşı karşıya bırakacak şekilde, yetkisiz olarak, yabancı bir devlete karşı asker toplayan veya hasmane hareketlerde bulunan kimseye beş yıldan on iki yıla kadar hapis cezası verilir” denilmektedir. Diğer yandan TBMM’nin yetkilerini fiilen ve cebren gaspeden şüphelilerin, meşru bir yasal/anayasal dayanak bulunmadan gerçekleştirdikleri bu eylemler, Anayasayı İhlal Suçu’na da (TCK 309) vücut vermektedir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 14. Maddesinde şöyle denmektedir: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaç- SUÇ: Devlete Karşı Savaşa Tahrik (TCK 304. Md.) Yabancı Devlet Aleyhine Asker Toplama (TCK 306. Md.) Anayasa’yı İhlal (TCK 309. Md.) BEYANLARIMIZ: Hürriyet gazetesinde, OdaTv haber sitesine atıf yapılarak yapılan bir habere göre: “AK Parti Siirt milletvekili adayı ve AK Parti Dış İlişkiler’den Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı YASİN AKTAY, Adana ve Hatay’da durdurulan MİT TIR’larının Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) gittiğini söyledi. “Odatv internet sitesinde yer alan görüntülü habere göre, Siirt’te seçim çalışmalarını sürdüren Aktay, esnaf ziyaretinde tepkiyle karşılaştı. Görüntülere göre Aktay, bu tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın Kobani ile ilgili geçmişteki açıklamasına ilişkin açıklamalarda bulunuyor. “Bunun ardından bir vatandaşın “Oraya giden TIR’lar nerede? O TIR’lardan ne çıktı? Silahlar. IŞİD’e giden silahlar” demesi üzerine ise AKTAY’IN, “ÖZGÜR SURİYE ORDUSU’NA GİDİYORDU” DEDİĞİ DUYULUYOR.” (http://www.hurriyet.com.tr/ gundem/29036154.asp) Bu gelişmenin hemen ardından “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, MİT TIR’larındaki bombaların görüntülerini izlediğini söyledi. Yasin Aktay’ın ”O TIR’lar ÖSO’ya gidiyordu” sözlerini doğrulayan Kılıçdaroğlu, “Dolayısıyla bunların gizlenecek bir yanı yok. Onun söylemesiyle de insani yardım olmadığı çıkıyor ortaya” ifadelerini kullandı. “CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Genel Başkan Başdanışmanı Erdoğan Toprak ile birlikte Hürriyet’i ziyaret etti. Kılıçdaroğlu, Hürriyet Ankara Temsilcisi Deniz Zeyrek, Temsilci Yardımcısı Şükrü Küçükşahin ve Uğur Ergan, Haber Müdürü Saffet Korkmaz, CHP muhabiri Okan Konuralp’in sorularını yanıtladı. “TIR’LARDAKİ SİLAHLARI SEYRETTİM “Kılıçdaroğlu MİT TIR’ları ile ilgili şunları söyledi: “Yasadışı yollardan sınır geçişlerine izin vermeyeceğiz. MİT TIR’ları da gidip gelmeyecek. Silah taşımayacaklar. Yani Yasin Aktay doğruyu söylüyor. Filmleri var, kamyonlardaki kasaların nasıl açıldığının, bombaların görüntüleri var. Ben de seyrettim. Dolayısıyla bunların gizlenecek bir yanı yok. Onun söylemesiyle de insani yardım olmadığı çıkıyor ortaya.” (http:// odatv.com/n.php?n=o-goruntuleri-ben-de-izledim-2005151200) Anılan Eylemin Ulusal Mevzuattaki Karşılığı Kardeş ülke Suriye’nin meşru hükümetine karşı AB-D Emperyalistlerinin ve onların yetiştirdiği Ortaçağcı güçlerin bir darbesi niteliğinde olan ve bu kapsamdaki savaş suçlarının uygulayıcısı ÖSO’ya terör desteği sunmak anlamına gelen silah yardımı, kabul edilemez bir suçtur. Esasen ÖSO’ya silah göndermek, yürürlükteki Türk Ceza Mevzuatında açıkça suç tipi olarak düzenlenmiştir. TCK’nin 304. Maddesinde düzenlenen “Yabancı devleti Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı savaş açması için tahrik”, yine TCK’nin 306. Maddesinde düzenlenen “Yabancı Devlete Aleyhine Asker Toplama” suçunun kapsamına girmektedir. Aynı yasanın “Komşu devlete karşı hasmane hareket” başlıklı 306. Maddesinde ise; layan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.” Anılan Eylemin Uluslararası Mevzuattaki Karşılığı Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4. Maddesinde: “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletler’in Amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” denilmektedir. Yine bu eylemlerin; 24 Ekim 1970 tarihinde toplanan 1883. BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “BM Antlaşması Doğrultusunda Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliğine İlişkin Uluslararası Hukuk İlkeleri Konusunda Bildirge” Ekinde belirtilen; “Her devlet uluslararası ilişkilerinde herhangi bir Devletin ülke bütünlüğü ya da siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanma tehdidinde bulunma ya da güç kullanmaktan ya da Birleşmiş Milletler’in amaçlarıyla ters düşen herhangi bir biçimde davranmaktan kaçınmak yükümlülüğündedir. Böyle bir güç tehdidi ya da güç kullanımı uluslararası hukukun ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasının ihlali anlamına gelir ve hiçbir zaman uluslararası sorunların çözümünde bir araç olarak kullanılmamalıdır. “Saldırıdan kaynaklanan bir savaş, uluslararası hukuka göre sorumluluğu olan, barışa karşı işlenmiş bir suçtur. “Birleşmiş Milletler’in amaç ve ilkeleri uyarınca Devletlerin, saldırıdan kaynaklanan savaş lehinde propaganda yapmaktan kaçınma yükümlülüğü vardır. “Her Devletin, başka bir Devletin var olan uluslararası sınırlarını ihlal etmek amacı ile ya da toprak anlaşmazlıkları ve Devletlerin sınırları ile ilgili sorunlar dahil olmak üzere ULUSLARARASI ANLAŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜNDE ARAÇ OLARAK GÜÇ TEHDİDİ YA DA GÜÇ KULLANIMINDAN KAÇINMA YÜKÜMLÜLÜĞÜ VARDIR. “Her Devletin, kendisinin taraf olduğu ya da başka bir şekilde saygılı olmak durumunda olduğu uluslararası bir antlaşma ile oluşturulmuş ya da bu antlaşma gereğince ortaya çıkmış ateşkes sınırları gibi uluslararası sınır tayinlerini ihlal etmek amacı ile güç tehdidi ya da güç kullanmaktan kaçınma yükümlülüğü vardır. Yukarıda belirtilenlerin hiçbiri, kendi özel rejimleri altındaki bu gibi sınırların mevcut durum ve etkileri açısından tarafların konumlarına zarar verecek ya da geçici niteliklerini etkileyecek şekilde yorumlanamaz. “Devletlerin güç kullanımını içeren misilleme hareketlerinden kaçınma konusunda bir yükümlülükleri vardır. “Her Devlet, eşit haklar ve kendi geleceğini tayin etme ilkelerinin işlenmesi sırasında sözü edilen halkları, kendi geleceklerini tayin etme, özgürlük ve bağımsızlık haklarından yoksun bırakan herhangi bir zora dayalı eylemden kaçınma yükümlülüğüne sahiptir. “Her Devletin, başka bir Devletin toprağına saldırı amacını taşıyan, ücretli askerler de dahil olmak üzere, düzensiz güçler ya da silahlı grupları örgütlemek veya örgütlenmelerini teşvik etmekten kaçınma yükümlülüğü vardır. “Her Devlet, bir başka Devletin içindeki sivil mücadele hareketleri ya da terörist hareketleri örgütlemek, kışkırtmak, bunlara yardımda bulunmak ya da bunların içinde yer almaktan ya da bu tür hareketlerin yürütülmesine yönelik olarak kendi toprakları içinde yürütülen örgütlü etkinliklere rıza göstermekten, bu paragrafta sözü edilen hareketler güç tehdidi ya da güç kullanımı içerdiği zaman, kaçınmakla yükümlüdür. “Bir Devletin toprağı, Antlaşmanın hükümlerine aykırı bir biçimde güç kullanılmasından kaynaklanan askeri işgalin hedefi olmamalıdır. Bir Devletin toprağı, güç tehdidi ya da güç kullanılması sonucunda, bir başka devletin ele geçirme hedefi olmamalıdır. Güç tehdidi ya da güç kullanılması sonucunda sağlanan hiçbir toprak kazanımı yasal olarak kabul edilmeyecektir.” şeklindeki ilkelere aykırı olduğu açıktır. Hemen her gün bir yeni örneği ile karşılaştığımız uygulamalarla, egemen bir devletin (Suriye’nin) toprağına saldırı amacı taşıyan güçlerin ülkemizde örgütlendiklerini hatta bu güçlerin kontrolsüz bir şekilde kendi halkımıza karşı da saldırganlaştıklarını görmekteyiz. Terörizmin Finansmanının Önlenmesine Dair Uluslararası Sözleşme “9 Aralık 1994 tarih ve 49/60 Kararı ile uluslararası terörizmin ortadan kaldırılması- nı hedefleyen beyannamesini içeren ekinde, Birleşmiş Milletler’e üye Devletlerin, nerede ve kim tarafından yapıldığına bakılmaksızın devletler ve halklar arasındaki dostane ilişkileri ve Devletlerin güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehlikeye düşürenler de dahil olmak üzere tüm terörist eylem, yöntem ve uygulamaları suç oldukları ve haklı gösterilemeyecekleri gerekçesiyle açık bir şekilde ve teyiden kınadığını keza hatırlatılarak, “Uluslararası terörizmin ortadan kaldırılmasını hedefleyen tedbirler beyannamesinde, Kurul’un, Devletleri, bu sorunun tüm veçhelerini kapsayacak genel bir yasal çerçevenin mevcudiyetini temin etmek amacıyla, terörizmin tüm şekil ve tezahürleriyle önlenmesi, cezalandırılması ve ortadan kaldırılmasına ilişkin olarak yürürlükte bulunan uluslararası hukuki düzenlemelerin kapsamını acilen gözden geçirmeleri için de teşvik ettiğini not edilerek, “Terörizmin, finansmanının engellenmesi ve faillerinin kovuşturulması ve cezalandırılması suretiyle tecziyesine yönelik etkili önlemlerin oluşturulması ve benimsenmesi amacıyla devletler arasında uluslararası işbirliğinin geliştirilmesine acilen ihtiyaç duyulduğuna kani olarak” Türkiye Devletinin de taraf olduğu TERÖRİZMİN FİNANSMANININ ÖNLENMESİNE DAİR ULUSLARARASI SÖZLEŞME imzalanmıştır. Ancak Türkiye Devleti, Terörist ÖSO’ya silah göndererek; ve Uluslararası alanda da Terörist sayılan grupları (El Kaide, El Nusra Cephesi, İslami Cephe, Ahrar-us Şam, Ensar, gibi uluslararası Terörist Grupları) eğiterek, bu gruplara kendi ülkesinden katılımı da sağlayarak ve silah/mühimmat yardımında bulunarak, TERÖRİZMİN FİNANSMANININ ÖNLENMESİNE DAİR ULUSLARARASI SÖZLEŞME hükümlerini ihlal etmektedir. Cenevre Sözleşmesi Sivil şahısların harp zamanlarında himayesi için yapılan Cenevre Sözleşmesinin genel prensiplerine de Türkiye Hükümeti aykırı davranmıştır. Bir yasal, meşru, açık savaş ilanı olmamasına rağmen Türkiye’den gönderilen mühimmat ve silah yardımları sonucunda taraf olmayan sivil halk ÖSO tarafından Suriye’de açıkça katledilmiştir. ULUSLARARASI CEZA MAHKEMESİ’nin temel uluslararası hukuksal dayanağı olan ROMA STATÜSÜ’nde ise: “(…) Bu yüzyıl süresince milyonlarca çocuk, kadın ve erkeğin, insanlık vicdanını derinden etkilemiş, hayal edilemeyen katliamların kurbanı olduğunu akılda tutarak, “Bu tür ağır suçların, dünyadaki barış, güvenlik ve esenliği tehdit ettiğini kabul ederek, “Uluslararası toplumu bir bütün olarak yakından ilgilendiren, en ciddi suçların cezasız kalmaması ve ulusal düzeyde ve uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesi suretiyle, bu suçların etkin bir şekilde kovuşturulmasının, güvence altına alınması gerektiğini teyit ederek, “Bu suçların faillerinin, cezasız kalmasına son verme ve böylece bu tür suçları önleme konusunda kararlı olarak, “Uluslararası suçların sorumluları üzerinde yargı yetkisinin kullanılmasının her devletin görevi olduğunu anımsayarak, “Birleşmiş Milletler Şartı Amaç ve İlkeleri ile özellikle tüm devletlerin, herhangi bir devletin toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığına karşı güç veya tehdit kullanmaktan veya Birleşmiş Milletler Amaçlarına uymayan müdahalelerden kaçınmaları gereğini tekrar teyit ederek, “Bu bağlamda Statünün hiçbir maddesinin, HİÇBİR DEVLETE BAŞKA BİR DEVLETİN İÇİŞLERİNE YA DA SİLAHLI ÇATIŞMALARINA KARIŞMA YETKİSİ VERMEDİĞİNİ VURGULAYARAK, “Şimdiki ve gelecek nesillerin iyiliği için, uluslararası toplumu bir bütün olarak ilgilendiren, en ciddi suçlar üzerinde yargı yetkisi olan, Birleşmiş Milletler Sistemi ile ilişki içinde, bağımsız ve daimi bir Uluslararası Ceza Mahkemesi kurulması konusunda kararlı olarak, “Bu Statü altında kurulacak olan Uluslar arası Ceza Mahkemesi’nin, ulusal ceza yargı yetkisinin tamamlayıcısı olduğunu vurgulayarak, “Uluslararası adaletin uygulanacağına ilişkin, sonsuz güveni sağlama konusunda emin olarak, “Aşağıdaki hususlarda mutabık kalmışlardır” denilmiştir. “Mahkemenin Yargı Yetkisine Giren Suçlar” başlıklı 5. Maddesi ise “Mahkemenin yargı yetkisi, uluslararası toplumu bir bütün olarak ilgilendiren en ciddi suçlar ile sınırlıdır. Mahkeme, bu Statü’ye uygun olarak, aşağıdaki suçlar hakkında yargı yetkisine sahiptir: Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Değer Yıldız ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. 43/514 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 “(a) Soykırım suçu; “(b) İnsanlığa karşı suçlar; “(c) SAVAŞ SUÇLARI; “(d) SALDIRI SUÇU.” Şeklindedir. Roma Statüsü’nün “Saldırı suçu” başlıklı 8. Maddesi ise şöyledir: “Madde 8: Saldırı Suçu “1. Bu statünün amacı bakımından “saldırı suçu”, bir Devletin siyasi veya askeri eylemlerini etkili biçimde kontrol edebilme veya yönetebilme konumunda bulunan bir kimse tarafından, karakteri, ağırlığı ve boyutu itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nı açıkça ihlal eden bir saldırı fiilinin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrasını ifade eder. “2. Paragraf 1’in amacı bakımından “saldırı fiili”, bir Devlet tarafından, bir başka Devletin egemenliğine, toprak bütünlüğüne veya bağımsızlığına karşı veya Birleşmiş Milletler Şartı’na aykırı başka şekillerde silahlı kuvvet kullanılmasıdır. Aşağıdaki eylemlerden her biri, SAVAŞ İLAN EDİLMİŞ OLUP OLMAMASINA BAKILMAKSIZIN, BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1974 tarih ve 3314(XXIX) sayılı kararına uygun olarak saldırı fiili biçiminde değerlendirilir: “(a) Bir Devletin silahlı kuvvetlerince, bir diğer Devletin topraklarına yönelik olarak yapılan istila veya taarruz ya da ne kadar geçici olsa da, bu tür bir istila veya tarruzdan kaynaklanan her hangi bir askeri işgal veya kuvvet kullanarak başka bir Devletin topraklarının tümünün ya da bir bölümünün ilhakı; “(b) Bir Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, başka bir Devletin ülkesine karşı yapılan bombardıman veya bir Devlet tarafından diğer Devletin ülkesine karşı gerçekleştirilen herhangi bir silah kullanımı; “(c) Bir başka Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, bir Devletin limanlarının veya kıyılarının ablukaya alınması; “(d) Bir Devletin silahlı kuvvetleri tarafından, bir başka Devletin kara, deniz veya hava kuvvetlerine ya da deniz ve hava filolarına saldırı; “(e) Kabul eden Devletle yapılan bir anlaşma uyarınca o Devletin ülkesinde bulunan bir Devletin silahlı kuvvetlerinin, o anlaşmada belirtilen koşullara aykırı olarak kullanılması veya anlaşmanın sona ermesinden sonra da bu topraklardaki varlığını devam ettirmesi; “(f) Topraklarını başka bir Devletin kullanımına tahsis eden bir Devletin, topraklarının diğer Devlet tarafından üçüncü bir Devlete karşı bir saldırı eyleminde kullanımına izin vermesi; “(g) Bir başka Devlete karşı yukarıda sayılan fiiller düzeyinde silahlı kuvvet eylemleri gerçekleştiren silahlı çetelerin, grupların, düzensiz birliklerin veya paralı askerlerin bir Devlet tarafından veya bir Devlet adına gönderilmesi ya da o Devletin bu eylemlere önemli ölçüde katılması.” Dolayısıyla ÖSO’ya silah göndermek, açıkça Roma Statüsü’nün “SAVAŞ SUÇU” ve “SALDIRI SUÇU” kapsamında bulunmaktadır. Şüphelilerin üstlendikleri görev ve makam ne olursa olsun, SAVAŞ SUÇU niteliğindeki bu suçlardan yargılanmaları gerektiği açıktır. Anılan eylemleri, makamlarının verdiği güç sayesinde işlendiyse de, makamın bir TBMM savaş kararı olmadan bu eylemlere cevaz vermediği açıktır. Dolayısıyla eylemleri görevleri kapsamında ya da bir görev suçu olarak görülemez. Haklarında kamu davası açılarak cezalandırılmaları, ülkemiz ve bölgemiz barışı açısından kaçınılmazdır. Anılan eylemden bir biçimde haberdar olduğu yukarıdaki beyanlarından anlaşılan Kemal KILIÇDAROĞLU ve Yasin AKTAY’ın da tanık olarak dinlenilmelerini talep etmek gerekmiştir. SONUÇ ve İSTEM: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Şüpheliler hakkında soruşturma başlatılarak anılan maddelerden yargılanmaları ve cezalandırılmaları için kamu davası açılmasını vekâleten dileriz. 21/05/2015 Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Vekilleri Avukat Metin BAYYAR Avukat Sait KIRAN Avukat Doğan ERKAN web: www.kurtulusyolu.org e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz 3 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 ğer yandan da İngiliz sömürge zulmü altında olan Güneydeki (Aden ve çevresindeki) mücadelenin önünü açtı. Bir politik devrimle iktidarı ele geçirmek, bir Cumhuriyet kurmak her şeyi bir anda düzeltmemiştir elbette. Yemen Arap Cumhuriyeti için tehlike henüz geçmemiştir. Çünkü: “Birinci olarak: Sanaa’daki [Kuzeydeki - Kurtuluş Yolu] cumhuriyetçi düzen, bir yandan Suudi Arabistan’dan gelen kralcı paralı askerlerin saldırıları ve askeri abluka ile karşı karşıya kalırken, bir yandan da paralı askerlerin bölgenin güneyindeki uydurma sınır üzerinden yönelttiği benzer askeri saldırılar ve abluka ile karşılaşıyordu. İngiltere ülkede paralı asker toplama merkezleri kurdu ve bunları sabotaj grupları olarak cumhuriyetçi düzenin denetimi altındaki alanlara gönderdi. Bütün sınırlar ve özellikle Suudi Arabistan topraklarıyla birbirine karışan doğudaki ve çöldeki sınırlar, Sanaa’daki cumhuriyetçi düzene karşı yönelmiş İngiliz faaliyetlerinin merkezi oldu. “İkinci olarak: Yemen’in İngilizler tarafından sömürgeleştirilen güney kesiminde silahlı bir mücadelenin yürütülmesi için güçlü bir destek meydana gelmekteydi. Bu, Sanaa’daki cumhuriyetçi düzenin, Yemen topraklarının güney kesimini kurtarmak amacıyla İngiliz sömürgeciliğine karşı yürütülen silahlı mücadeleyi destekleyerek, Yemen ulusçuluğunun savunuculuğu rolünü üstlenmesi anlamına geliyordu. “Sorunun diğer bir yanı da Yemen Halkının Eylül Devrimi’ni savunmak için verdiği ulusal mücadele, Güney Yemen’deki ulusal hareketten daha önce gerçekleşti; cumhuriyeti savunmak, Yemen Halkının bilinçlenmesinin simgesi oldu. Burada genel olarak Yemen’deki ulusal kurtuluş sürecinde işçiler, köylüler, öğrenciler vb.den oluşan Yemen halk yığınları arasında etkinliği olan siyasal örgütleri ele alacağız. Bu halk yığınları Yemen’in her iki kesiminde de Eylül Devrimi’ni korumak için kentlerden ve kırsal alanlardan gelerek Ulusal Muhafız saflarına katıldılar. “Güney Yemen’deki ulusal hareket iki görevle karşı karşıyaydı: Eylül Devrimi’ni Güneyden gelen İngiliz ve kralcı sabotajlara karşı savunma görevi ve Eylül Devrimi’nin yarattığı İngiliz sömürgecilerine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin ilerlemesini kolaylaştıran tarihsel koşullardan yararlanma görevi. Böylece ülkenin güney kesimi kurtarılabilir, Suudi Arabistan tarafından 1934’te işgal edilen Asir ve Najran bölgesi yeniden alınarak tüm bölgenin ve Yemen Halkının kurtuluşu tamamlanabilirdi. “(...) “Bu dönemde, Eylül Devrimi’nin, Suudi Arabistan krallığının saldırısına ve güneyden gelen İngiliz istilasına karşı savunulmasına katılmak amacıyla Kuzey Yemen’e gelen Arap güçleri Sanaa’ya ulaştı. “Hareket ile Abdulnasır arasındaki Yukarıda anlattığımız gibi 1839 yılında Aden’i kesin olarak işgal eden İngiliz Emperyalizmi, bu bölgede esas olarak Aden’i kontrol altında tutmuş, Aden’in etrafında- iyi ilişkiden ve 26 Eylül Cumhuriyetini tehdit eden tehlikelerden dolayı ve bunun yanı sıra silahlı bir mücadelenin başlatılması açısından iç koşullar olgunlaştığı için, bölgedeki kurtuluş mücadelesi gelişebildi. “Kuzeydeki” Yemen Cumhuriyeti ile sömürge Yemen arasındaki “sınırlar”da Mısır kuvvetleriyle İngiliz kuvvetleri arasında meydana gelen çatışma, güneydeki silahlı eylemi silah sağlayarak destekleyen Abdulnasır, silahlı mücadele kararı alan Arap Ulusçular Hareketi’ni destekledi.” (Güney Yemen Kurtuluş Mücadelesi, Yöntem Yayınları, 1976, s. 23-24-25) Bu arada 1967 yılında Arap dünyası bir kez daha İsrail saldırganlığıyla karşılaştı. Ve Arap-İsrail savaşı başladı. İşte bu aşamada Mısır ve Suudi Arabistan, Yemen’deki askerlerini karşılıklı olarak çekme konusunda anlaştılar. Ancak bu bir tam barış değildi. Yemen Arap Cumhuriyeti ile devrilen El-Bedr yanlıları arasındaki çatışmalar sürüp gitti. ki bölgelerde ise İngiliz himayesini kabul etmiş Sultanlıklar, Kabileler yönetimi yer almıştır. İngiltere bölgeyi; Doğu, Batı ve Aden olarak üçe ayırmıştır. Ve 1937 yılında Aden’e “krallık kolonisi” statüsünü dayatmıştır. İngiliz Emperyalizmi, Aden dışındaki bölgeleri fiili olarak işgal etmek için aktif bir çaba göstermemiştir. Bunun bir nedeni Sultanlıklar, Aşiretlerin varlıkları ve onların kendi aralarındaki savaşların işine gelmesi ve bir diğer nedeni de Suudi Arabistan’daki yönetimin bu bölgedeki hâkimiyeti ve onların da İngiliz Emperyalistlerine bağımlı oluşlarıdır. Ayrıca da coğrafik olarak Aden’e göre önemsiz olmasıdır. Güneydeki ulusal tepkiler, isyanlar üzerine İngilizler bu Sultanlıkları, bir diğer adıyla Protektoralarını 11 Şubat 1959’da “Güney Arap Emirlikleri Federasyonu” adı altında birleştirmiştir. Bu şekilde de kuzeydeki Zeydilerle güneydeki Sünnileri dengelemeyi amaçlamıştır. İngiltere 1962 yılında bu Federasyona Bir zamanlar Yemen... (II) Geçen sayımızda, Osmanlıların çekilmesinden sonra Yemen topraklarının; 1- Güney: Aden merkez olmak üzere İngiliz himaye bölgesi (Aden merkezi dışında kuzeye doğru 22’den fazla sultanlık vardı), 2- Kuzey: 1- Başkent San’a ve çevresindeki Zeydi Emirliği, 2- Asir ve Tihame bölgelerinde Muhammed b. Ali el-İdrisi yönetimi ve 3- Diğer kabile şeyhleri arasında bölündüğünü yazmıştık. Bu sayımızda da Kuzey ve Güney Yemen’in tarihsel süreçlerini izlemeye devam edelim. Kuzey Yemen’deki tarihsel süreç Yemen Zeydileri’nin 87. imamı Yahya, 1918’de Yemen’de Osmanlı idaresinin fiilen sona ermesinin ardından bağımsız Kuzey Yemen Zeydi Emirliği’ni kurarak ilk hükümdarlığını üstlendi. Yemen Zeydi Emirliği daha sonra Mütevekkili Krallığı adını aldı ve İmam Yahya ilk Kralı oldu. Asir ve Tihame bölgelerinde egemen olan Muhammed b. Ali el-İdrisi’nin ölümünden (1923) sonra ortaya çıkan taht mücadelesinden faydalanan İmam Yahya, 1925’te Hudeyde’yi ele geçirdi. 1934’de Suudi Arabistan Krallığı ile yapılan savaş sonrasında Tâif Antlaşması imzalandı. Kamp’a yakınlaşmasına neden olmuştur. Küba’yla, Çin’le yakın ilişkiler kurmuştur. Cemal Abdül Nasır 1955 yılındaki Bandung Konferansı’na katılarak Yugoslavya devlet başkanı Josip Tito ve Hindistan başbakanı Jawaharlal Nehru ile birlikte “Bağlantısızlar Hareketi”nin önderleri arasında yer almıştır. 1958 yılında Nasır önderliğindeki Mısır, Suriye’yle birlikte “Birleşik Arap Cumhuriyeti”ni kurmuştur. İşte Kuzey Yemen’de iktidarda olan İmam Ahmed, bu Cumhuriyet’e katılmıştır. Ancak Suriye’deki gerici yönetim bu Cumhuriyet’ten çekilmiştir kısa bir süre sonra. Zaten bu olayın da etkisiyle BAAS Partisi’nin Suriye’deki kolu 1963 yılında gerçekleştirilen bir darbeyle (bir Politik Devrim gerçekleştirerek) Krallığı devirmiş ve Hafız Esad’ın da önderliğinde olduğu bir Cumhuriyet kurulmuştur. Ortadoğu ülkelerinde (Mısır, Suriye, Irak, Libya, Yemen vb. ülkelerde) örgütlenen BAAS Partisinin amacı ise şuydu: “Arap BAAS Sosyalist Partisi Tüzüğü Ana Prensipleri “Birinci Prensip: Birlik ve Arap Milletinin hürriyeti. Araplar, tek bir millet teşkil ederler. Bu milletin tek bir devlet içinde yaşamak tabii hakkıdır. Kendi kaderini istediği gibi tayin eder. Politik Devrimi gerçekleştiren Cemal Abdul Nasr ve arkadaşları İmam Yahya, Hudeyde’nin kendi idaresinde kalması karşılığında Asir ve Necran’ın içinde yer aldığı Kuzey Yemen’in bir kısmını Suudi Arabistan’a bıraktı. Böylece Yemen ile Suudi Krallığı arasında bugünkü sınır oluşturuldu. Bu durum aynı zamanda Kuzey Yemen’in esas olarak (kabileler varlıklarını sürdürüyorlardı) birliğinin sağlanması oldu. Ancak İmam Yahya yönetimine tepkiler vardı. Nihayetinde de 17 Şubat 1948’de İmam Yahya bir suikast sonucu öldürüldü. İmam Yahya’nın ardından iktidara oğlu Ahmed bin Yahya geldi. Ahmed bin Yahya San’a yerine Taiz’i başşehir yaptı. 1955’te bu kez de İmam Ahmed’e karşı isyan başlatıldıysa da başarısızlıkla sonuçlandı. İmam Ahmed, Yemen Halkı açısından kimi olumlu adımlar attı. 1956 yılında Mısır ile savunma antlaşması imzaladı. Ve sonrasında 1 Şubat 1958’de Mısır ve Suriye’nin birleşmesiyle kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katıldı. Bu cumhuriyetin Başkanı, Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’dı. Ancak 1961’de Suriye’nin kimi siyasi nedenlerle birlikten çekilmesinden sonra İmam Ahmed de birlikten ayrıldı. Böylece Birleşik Arap Cumhuriyeti dağılmış oldu. *** Burada bir konuyu açıklamamız gerekiyor: Mısır ile ilişkiler. İmam Ahmed aslında olumlu bir iş yapıyordu Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne katılmakla. Bildiğimiz gibi Mısır’da o yıllarda iktidarda Cemal Abdül Nasır vardır. Ve Nasır, yukarıda da söylediğimiz gibi bir Politik Devrim gerçekleştirerek iktidara gelmiştir. Kurucusu olduğu “Hür Subaylar Örgütü”, 1952 yılında gerçekleştirdiği bir Politik Devrimle iktidarı ele geçirmiş ve Mısır’da krallığı devirerek, Cumhuriyet kurulmasına yol açan süreci başlatmıştır. Nasır, olayların da zorlamasıyla İngilizlerin yönetimindeki Süveyş Kanalı’nı millileştirmiştir. Bunun üzerine İngiltere, Fransa ve İsrail ortak bir harekât düzenleyerek Mısır’a savaş açmışlardır. Ve İsrail, Sina Yarımadası’nı Şarmü’ş-Şeyh’e kadar işgal etmiştir. Ancak savaş, bu emperyalistlerin istediği gibi sonuçlanmamış ve Nasır geri adım atmamıştır uluslararası ortamın da uygun olmasından ötürü. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp, diğer ilerici dünya ülkeleri ve kendi uzun vadeli çıkarları açısından ABD bu müdahaleyi doğru bulmamış ve ateşkes sağlanmıştır. Yaşanan bu süreç, Nasır’ın devrimcileşmesine, Sovyetler Birliği’ne ve Sosyalist “Bu itibarla Arap BAAS Partisi aşağıdaki hususlara inanır: “1) Arapların ana vatanı, bölünmez siyasi ve iktisadi bir birliktir. Hiçbir Arap memleketi, diğerlerinden ayrı yaşayamaz. “2) Arap milleti, kültürel bir birlik teşkil eder. Evlatları arasında doğacak ihtilaflar geçici ve önemsizdir. Arap bilincinin uyanmasıyla hepsi ortadan kalkacaktır. “3) Arapların anavatanı Araplara aittir. Devlet işlerini idare, zenginliklerinden müstefit olma [yararlanma – Kurtuluş Yolu] ve kaderini tayin, sadece onların hakkıdır.” (Dr. Mehmet Atay, http://www.21yyte.org/assets/uploads/files/131-154%20mehmet.PDF) Gördüğümüz gibi, bu hedefler, bu amaçlar ilerici, devrimcidir. Emperyalistlerin böldüğü Arap Ulusu’nun birliğini savunmaktadır. Che’nin, Fidel’in, Chavez’in Latin Amerika’nın birliğini savunduğu gibi. Bizim Türk Ulusu’nun, Kürt Ulusu’nun birliğini savunduğumuz gibi. Ve ne yazık ki, Yemen Arap Cumhuriyeti’ndeki gelişmeler olumlu bir noktaya sıçrayamadı. Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın 1970’teki kalp krizi geçirerek ani ölümü de bu olumsuz gidişi hızlandırdı. Yönetim içinde ayrılıklar, çelişkiler baş gösterdi. Yönetime yeni gelen ekipler Suudi Arabistan gericiliğiyle anlaşmaya başladılar. Politik Devrimin gerçekleştirildiği 1962’den 12 yıl sonra, Haziran 1974’te gerici, karşıdevrimci bir darbeyle yönetime el koyan Suudi Arabistan yanlısı Albay İbrahim Hamdi, ilerici anayasayı askıya almanın yanı sıra Güney Yemen’e karşı Suudi Arabistan’dan daha geniş çapta yardım alma yoluna gitti. (Dikkat edersek Kuzey Yemen’deki gelişmeler bizim ülkemizdeki gelişmelere de ne kadar benziyor. Aşağı yukarı aynı süreçler yaşanıyor. Yemen’de Krallık yıkılıyor Cumhuriyet kuruluyor, ülkemizde Saltanat, Padişahlık yıkılıyor Cumhuriyet kuruluyor. Yine bizde 27 Mayıs Politik Devrimi gerçekleştiriliyor Ordu Gençliği’nce gerici, Amerikancı DP iktidarına karşı ve ilerici bir anayasa 27 Mayıs Anayasası yapılıyor. Sonrasında da gerici iktidarlar, Amerikancı iktidarlar yönetime geliyor. Vb.) Bu arada dünya çapında olumsuz bir süreç akıyordu. Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp hızla geriliyor, kendi derdine düşüyor ve bu durum, mazlum uluslara yönelik Enternasyonalist görevlerini yerine getirmesine engel oluyordu. Dolayısıyla Kuzey Yemen için (ve tabiî Güney Yemen için de) olumsuz süreç çok daha hızlandı. Gerici darbeler birbirini izledi. Yönetimle Ulusal Kurtuluş Cephesi Siyasal Örgütü liderleri kabileler arasında içsavaşlar baş gösterdi. Artık Kuzey Yemen Arap Cumhuriyeti Suudiler aracılığıyla ABD’nin isteklerini yerine getiriyor, onun çıkarlarını savunuyordu. Kısacası Kuzey Yemen Halkı, 1962 yılındaki Politik Devrimin getirdiği, sağladığı bütün kazanımlarını yitiriyor, bir kez daha gerici liderlerin ve politikaların kurbanı haline geliyordu. Savaşlar, içsavaşlar kıskacına, sarmalına giriyordu. Güney Yemen’deki tarihsel süreç *** Kuzey Yemen’de Politik Devrim ve sonuçları İmam Ahmed’in 1962’de ölmesinden sonra yerine oğlu Muhammed Bedr imam seçildi. Ancak iktidara gelmesinden bir hafta sonra, 26 Eylül 1962’de ilerici, yurtsever genç subayların oluşturduğu “Özgür Ulusçu Subaylar Örgütü”nün gerçekleştirdiği bir Politik Devrimle iktidardan uzaklaştırıldı. Ve Krallık rejimi ortadan kaldırılarak yerine Cumhuriyet yönetimi kuruldu. Böylece Kuzey Yemen, Ortadoğu’da Mısır’ın yolunu izleyerek Antiemperyalist cepheye katıldı. İktidarı bir Politik Devrimle ele alan Kuzey Yemen Ordu Gençliği, 31 Ekim’de Geçici Anayasayı ilan etti. Anayasa uyarınca tüm yetkiler bir Ulusal Konsey’e verildi. 26 Eylül Devrimi’yle birlikte Mütevekkili Krallığı’nın (Kuzey Yemen’in) resmi adı: Yemen Arap Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Suudi Arabistan’a sığınan İmam Muhammed el-Bedr ise Ekim 1962’de bir sürgün hükümeti kurdu ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle ülkenin kuzeyinde gerici bir örgütlenme içine girdi. Ardından Yemen Arap Cumhuriyeti’ne savaş açtı. Bu savaşta Yemen Arap Cumhuriyeti’ne en büyük desteği Nasır yönetimindeki Mısır Halkı ve Mısır Ordusu verdi. Bu yeni Cumhuriyet, bir yandan Kuzeydeki halka yeni olanaklar sunarken di- Aden’i de katarak “Güney Arap Federasyonu”nu kurmuştur. “Protektora modeli, 19’uncu Yüzyılda sömürgeci yayılmanın biçimlerinden biri olarak ortaya çıktı. Koruyucu devletin, korunan devlet üzerindeki genellikle güce dayalı müdahalesinden doğan protektora, ilke olarak yetkilerin yeniden paylaşılmasına dayanıyordu; sömürgeci devlet uluslararası yetkileri kendisine ayırıyor, korunan devleti de içişlerinde özgür bırakıyordu. Gerçekte ise protektora, çoğunlukla klasik bir sömürgeleştirmenin bütün unsurlarını kendinde topladı, kimi zaman da doğrudan ona yol açtı.” (http://tr.wikipedia.org/wiki/Himaye) Güney Yemen’deki süreç, açık işgal altında, sömürge statüsünde olmalarından dolayı daha farklı bir seyir izledi. Buradaki mücadele, bir yandan İngiliz işgalcilere karşı, bir yandan İngiliz ve Suudilerle işbirliği içindeki Sultanlıklara (ki toplam 22 sultanlık vardı), bir yandan da Suudilere karşı yürütülüyordu. Bu mücadele sırasında çeşitli örgütler kuruldu. Bunlardan birisi “İşgal Altındaki Güney Yemen Kurtuluş Cephesi”siydi. Ancak bu örgüt, gerçek bir halk hareketi değildi. Gerici bir örgütlenmeydi. Bunun dışında ilerici, halktan yana mücadele yürüten Arap Ulusçular Hareketi, BAAS’çı ideolojiyi savunan bir örgüt, küçük (etkili bir gücü olmayan) bir Komünist Parti, Sosyalist Halk Partisi vb. vardı. Bunların yanında bir de 1963 yılında kurulan “Ulusal Cephe” ya da “Ulusal Cephe Siyasal Örgütü” diye adlandırılan bir örgüt vardı. Ve Güney Yemen’deki özgürlük hareketinin başarıya ulaşmasını bu örgüt sağladı. “Ulusal Cephe” ya da “Ulusal Cephe Siyasal Örgütü”, Kuzeydeki Politik Devrimin getirdiği olanaklardan ve Mısır lideri Nasır’ın sağladığı olanaklardan da yararlanarak 1963 yılında silahlı mücadeleyi başlattı. Ve bu mücadele çeşitli aşamalardan geçerek 1967 yılında başarıya ulaştı. Bu mücadele sırasında Ulusal Cephe birçok zorluğu yenmek zorunda kaldı. Bir yandan İngiliz işgalcilerine, Sultanlıklara, Suudilere karşı mücadele verirken diğer yandan da gerici “İşgal Altındaki Güney Yemen Kurtuluş Cephesi”ne karşı mücadele vermek zorunda kaldı. Özellikle bu gerici örgüt, Halk Cephesi liderlerine karşı suikastlar düzenledi, mücadeleyi baltalamaya çalıştı. Ancak savaş, Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen bu örgütün zaferiyle sonuçlandı. Halk Cephesi yekpare bir örgüt değildi. İçinde farklı akımlar bulunuyordu. Başlangıçta Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen kadrolar azınlıktaydı. Ancak mücadele süreci içinde bu kadrolar uyguladıkları politikalarla hem örgüt içinde çoğunluğu sağladılar hem de Güney Yemen Halkını kazandılar. Ve 30 Kasım 1967’de son İngiliz işgalci askerlerini de ülkelerinden kovarak, “Güney Yemen Halk Cumhuriyeti”nin kurulduğunu ilan ettiler. “1967 Ekim ayı sonlarında, işgal altındaki Güney Yemen’de Ulusal Kurtuluş Cephesi, 22 sultanlığa ve Şeyhliğe son vererek ülkeyi tek bir merkezi hükümetin yönetimi altında birleştirdi.” (Güney Yemen Kurtuluş Mücadelesi, s. 9) Ulusal Kurtuluş Cephesi iktidara gelir gelmez devrimci önlemler alarak, Güney Yemen Halkının ekonomik, politik, kültürel, dinsel kurtuluşunu sağlayacak politikaları hayata geçirmeye çalıştı. İşçi Sınıfı, Köylüler ve Balıkçılar da bu iktidarı benimsediler ve ona sahip çıktılar. Devrimden iki yıl sonra (1969 yılında) Ulusal Kurtuluş Cephesi içindeki liberal akım tasfiye edildi ve yönetime tümden Marksist-Leninist ideolojiyi benimseyen kadrolar geldi. Böylece devrimci hamle hız kazanmış oldu. Bu devrimci iktidar 30 Kasım 1970’de devletin adını “Güney Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak değiştirdi. Devam edecek 4 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 Neden Bin Kalıplılar? HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un kaleme aldığı “Bin Kalıplılar Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair…” kitabı Derleniş Yayınları tarafından yayımlandı. Bu kitabın kısa tanıtımı anlamına gelmek üzere “Önsöz”ünü yayımlıyoruz. ÖNSÖZ Hikmet Kıvılcımlı 1954 yılında kaleme aldığı, 1957’de yayımlayabildiği Vatan Partisi Programı’nın Gerekçesi olan kitabına “Kuvayimilliyeciliğimiz” adını vermişti. Bu ad, adlardan bir ad olsun diye konulmamıştı. Orada, daha “Önsöz”ün ilk paragrafında şöyle der Hikmet Kıvılcımlı: “Bu kitapçık 1954 yılı, pratik bir maksatla kaleme alındı: Maksat: Birinci Kuvayimilliye hareketinden çıkacak derslerle ikinci iktisadî Kuvayimilliye lüzumunu belirtmekti. Birinci Kuvayimilliye Seferi: Toplumumuzu boğan iç ve dış tesirli TEFECİ-BEZİRGÂN kâbusuna karşıydı. İkinci Kuvayimilliye Seferi: Aynı kâbusa karşı, toprak reformu ve ağır sanayi temelleri üzerinde, modern halk teşebbüs [girişim], teşkilat [örgüt] ve kontrolü altında, ekonomik, toplumsal kalkınmamızı millete mal etmekti...” (Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz (Gerekçe), Vatan Partisi Yayınları: No. II, İstanbul, 1957) Mustafa Kemal önderliğinde gerçekleşen Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ulusal bağımsızlığımızı sağlamış fakat sınıfsal sömürüyü kaldıramamıştır. Bu yüzden kısa sürede Finans-Kapitalistler (Modern Parababaları), Tefeci-Bezirgânlıkla (Antika Parababalarıyla) ittifak kurarak iktidarı ele geçirmiştir. Ve hızla Kurtuluş Savaşı’mızla ülkemizden kovduğumuz emperyalistlerle işbirliğine girmişler ve onlara uşak olmuşlardır. Bu süreç, Türkiye’nin İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Dünya Emperyalist Cephesinin yeni jandarması ABD’nin yörüngesine girmesiyle sonuçlanmıştır. 1950’de başlayan, liderliğini Celal Bayar ve Adnan Menderes’in yaptığı Demokrat Parti (DP) iktidarı döneminde zirve yapmıştır bu uşakça bağımlılık. Ağababası ABD olan NATO’ya girebilmek, bu sayede emperyalist dünya ile tam entegre olmak için, Meclis kararı bile alınmadan Mehmetçik tâ Kore’ye gönderilmiş, ABD birliklerinin zayiatlarının önüne geçmek için Mehmetçik kurban edilmiştir. ABD’ye bağımlılık; siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. bakımlardan tam bir uydu ülkeye dönüştürmüştür Türkiye’yi. Bu öylesine bir uyduluğa dönüştür ki, Menderes, Dışişleri Bakanlığına atayacağı kişiyi bile ABD’nin Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla Beyaz Saray’ın onayına sunmak, oradan onay aldıktan sonra atamayı yapmak zorunluluğunda hisseder kendini. Tek bu örnek bile dünyadaki ilk başarılı Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı sonrasında kazandığımız bağımsızlığımızın Parababaları eliyle emperyalistlere nasıl peşkeş çekildiğini göstermeye yeter. İşte bütün bunlardan dolayı etle tırnak gibi birbirinin içine geçmiş yerli-yabancı modern Parababalarına (Finans-Kapitalizme-emperyalizme) ve onların müttefiki Antika Parababalarına (Tefeci-Bezirgânlığa) karşı İkinci Bir Kurtuluş Savaşı ekmek kadar, su kadar elzem olmuştur. Hikmet Kıvılcımlı önderliğindeki Vatan Partisi 1954’te kurulurken bu kutsal görevi yerine getirmeyi amaçlamıştır. Vatan Partisi Programı da, Programın Gerekçesi de bunu anlatır. Derken, ülkemizin bağımsızlığını kaybetmesine ve ABD Emperyalizminin ülkemizi askeri üslerle donatmasına ve her yönlü tahakkümüne sebep olan DP iktidarının bu vatan haini uygulamalarına katlanamayan Üniversite Gençliğimiz 27-28 Nisan 1960’ta meydanlara çıkarak isyan etmiş, şehitler vermiştir. Ordu Gençliğimiz ise 27 Mayıs 1960’ta Politik bir Devrimle sıfır numara emperyalist uşağı Celal Bayar, Adnan Menderes iktidarını alaşağı etmiştir. Bu Politik Devrimin halka getirdiği bir- Esad daha ne yapsın? M illiyet köşe yazarı Sami Kohen’in 23 Mayıs tarihli makalesinin başlığı, “Esad da İŞİD’i durduramı- yor”du. Sami Kohen makalesinde, Suriye’deki son gelişmeleri değerlendiriyor ve IŞİD’in, Palmira Antik kentini ele geçirdiğini ve El Tanef sınır karakolunu da alarak Suriye’nin Irak’la bağlantısını kestiğini belirtiyor ve bu gelişmelerin Suriye yönetimi ve Esad için “Sonun başlangıcı mı?” olduğunu soruyor ama bu soruya kendisi de net bir yanıt veremiyor. Bildiğimiz gibi AB-D Emperyalistleri, yerli işbirlikçileri ve tüm dünyadan toplayıp getirdikleri Ortaçağcı gerici örgütler eliyle 2011 yılında Suriye’de bir karşıdevrimci hareket başlattılar. Suriye’nin meşru iktidarını devirmek ve iktidarı ele geçirmek istediler. militanlarının geçiş noktası oldu. Aynı şekilde savaş araç gereçleri de Türkiye’den geçiriliyordu. Hatta bizzat Türkiye Devleti, MİT aracılığıyla TIR’larla Suriye’deki Ortaçağcı gerici örgütlere, ÖSO’ya, El Nusra’ya vb. silahlar gönderdi. Bu silahlar gönderilirken Adana’da yakalandı ama hükümet, savcıları, polisleri, askerleri gözaltına aldırdı ve silahları gönderdi. Bu Uluslararası Hukukun açıkça çiğnenmesi ve vatana ihanet suçuydu. Yapılan bu işle ülkemiz bir başka devletle hasım konumuna getiriliyor, o ülkenin içişlerine karışıyordu. Ama Tayyipgiller hükümeti, Suriye rejimini ve Esad yönetimini devirmek için gözünü öylesine karartmıştı ki, bunlardan hiç tınmadı bile. Ve 2011 yılından bu yana hem TC, hem de AB-D Emperyalistleri Ortaçağcı gerici örgütlere her türlü silahı, lojistik malzemeyi göndermeye devam ediyorlar. Hatta Bu karşıdevrimci girişime başta Tayyipgiller olmak üzere Ortadoğu’daki bütün gerici devletler (Ürdün, Suudi Arabistan, Katar vb.) ve İsrail destek verdiler. Öyle ki örneğin Türkiye sınırları tüm dünyadan gelen Ortaçağcı gerici örgütlerin yine Uluslararası Hukuku hiçe sayarak, ülkemiz topraklarında bu Ortaçağcı gerici örgütlerin militanlarını “Eğit-Donat” adı altında askeri açıdan eğitiyorlar ve her türlü silahla donatıyorlar Esad’a karşı. “Ortaçağcı örgütler” dediklerimizin sa- çok kazanımın ve görece demokratik Anayasasının yanı sıra önemli bir katkısı da Sosyalizmi serbest bırakması olmuştur. O güne kadar yeraltında büyük bedeller ödenerek verilen sosyalist mücadele yerüstüne çıkmıştır. Özellikle Gençlikte muazzam bir antiemperyalist uyanış ve sosyalizme yöneliş başlamıştır. Ve Hikmet Kıvılcımlı’nın önerdiği İkinci Kurtuluş Savaşı tezi tüm devrimci akımların ana düşüncesi olmuş, ona yönelik davranışlar hayata geçirilmiştir. Olaylar, Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye üzerine tahlilleri doğrultusunda gelişiyor, başta gençlik olmak üzere işçiler, köylüler ayaklanıyordu. Türkiye için İkinci Kurtuluş Savaşı süreci başlamıştı. Bunun üzerine bu büyük uyanışın Hikmet Kıvılcımlı önderliğinde gerçek mecrasından akmaması, başarıya ulaşmaması için sağlı-sollu her türlü provokasyon yürürlüğe konur. Hikmet Kıvılcımlı (ki bu Türkiye’nin Eneski sosyalist akımıdır, Gerçek TKP’dir) önce yok sayılmaya, o tutmayınca “Deli Hikmet” denilerek yaftalanmaya çalışılmıştır, hem de sağlı-sollu olarak. Gençliğin O’nun etrafında toparlanmasına, Gerçek Proletarya Partisi’nin Reorganizasyonuna (Yeniden Örgütlenmesine) engel olunmak istenmiştir. Bu provokasyonların “sol”dan en bilineni Doğu Perinçek önderliğinde oluşturulan Proleter Devrimci Aydınlık (PDA) Hareketidir. Başta Doğu Perinçek olmak üzere Hikmet Kıvılcımlı’ya olmadık iftiralarla saldırır bu ekip. Bu saldırıların neler olduğunu burada uzun uzun anlatmaya gerek yoktur çünkü kitapta ayrıntılıca görülecektir. Bugüne gelirsek; Tayyipgiller iktidarı, emperyalizme hizmette Menderes’i, Özal’ı kat be kat aşmıştır. Bu da kaçınılmazca antiemperyalist bir uyanışa neden olmuştur. Bu aşamada sağda MHP (CIA’nın Süper NATO’sunun yaratığıdır) “milliyetçilik” edebiyatıyla bu uyanışı köreltmek, yeniden emperyalizmin kanallarına akıtmak görevini yerine getiriyor. Solda ise, İP, şimdiki adıyla Yeni Sahte Vatan Partisi (YSVP) “ulusalcılık” diyerek aynı görevi yerine getirmeye çalışıyor. Amaç bellidir: Bu yeni aşamada antiemperyalist uyanışın Eneski Sosyalist Akım’la, Gerçek Proletarya Sosyalistleri’yle (Bugünkü adıyla HKP ile) buluşmasını ne yapıp edip önlemek. Bu amaca ulaşmak için Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nin adını bile çalma kurnazlığına girişebiliyor Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve Avanesi. Bu hainleri kulaklarından tutup Türkiye Halklarına göstermek ve ihanetlerini teşhir etmek, ertelenemez bir görev olmuştur. Bu kitabın amacı da budur. Ayrıca, yıları bir ara 1000’i buluyordu. Bunların en bilinenleri, adları duyulanları ÖSO denilen “Özgür Suriye Ordusu”, El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra, İslami Cephe, Hursan, El Fecru’l İslamiyye Hareketi, Et Taliatu’l İslamiyye Cemaati, El İmanu’l Mukatile Tugayları, Suriye Özgürlük Cephesi, Tevhid Grubu, Suqour el İzz, Hareket-i Şam el İslam, l Asala A Watanmiya, Peygamberin Zürriyeti Bölükleri, İslam Tugayı vb. vb... Son günlerde adı sıkça duyulan Fetih Ordusu bileşenlerinin bir kısmı ise şunlar: Şam Cephesi (Cebhetu’ş Şamiyye), Feylaku’ş Şam (Şam Kolordusu), Ahraru’ş-Şam İslami Hareketi (Şam Özgürleri), Ceyşu’l İslam (İslam Ordusu) ve Tecemmu Festekim Kema Umirte’nin (Emrolunduğun Gibi Dosdoğru Ol Topluluğu). Bu sözde ordunun kurulmasını, finansmanını, silahlarını, lojistiğini sağlayanlar kim derseniz, cevabı: Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dır. Ve tabiî bir de El Nusra’dan kopan ve şu anda, Suriye’nin yarısını ele geçiren, Irak’ta Bağdat’a dayanan, en güçlü, en acımasız, en vahşi, en insanlık dışı katliamları gerçekleştiren örgüt olan IŞİD var. Bu tümü de Ortaçağcı olan grupların içinde dediğimiz gibi her ulustan; Türkiye’den, ABD’den, İngiltere’den, Almanya’dan, Fransa’dan, Kanada’dan, Libya’dan, Cezayir’den, Suudi Arabistan’dan, Katar’dan, Yemen’den, Çeçenlerden kısacası her boydan ve soydan sapık, esrarkeş, katiller sürüsü var. Yani Esad yönetimi dört bir yandan saldırıya uğruyor. Esad’ı ve Suriye Halkını kim savunuyor dersek kendileri dışında, en başta Hizbullah’ı saymamız gerekiyor. Lübnan’daki Şii Hizbullah, her türlü desteği sunuyor Esad yönetimine. Suriye Ordusu’yla birlikte bu gerici örgütlere karşı en aktif bir biçimde savaşıyor. Çünkü bu Ortaçağcı gerici örgütler eğer Esad yönetimini devirir, Suriye’ye hâkim olurlarsa, Alevi inancını taşıyan tüm insanlar katledilecektir. Ki bu Ortaçağcı sapıklar Sünni İslamın-Yezid İslamının savunucularıdır ve bu kanlı amaçlarını da gizlemek gereğini bile duymuyorlar. Bütün Alevileri katledeceğiz, diyorlar açıktan. Geçmişte “Maoculuk” yaparak Hikmet Kıvılcımlı’nın önünü kesmek istemişti bu güruh. Ve tabiî dolayısıyla da Türkiye Devrimi’nin önünü... Biz, 1977 yılında çıkardığımız Devrimci Derleniş Dergisi’nde “İki Süper Oportünizm” başlıklı bir eleştiri serisi yayımlamıştık. Daha sonra bu eleştirimizi kitap haline de getirdik. Orada da bu Bin Kalıplılar konu edilmekle birlikte baş hedef onların da şeyhi olan Mao ve onun ideolojisi olan Maoculuktur. Yani Doğu Perinçek’i ve Avanesi’ni baş hedef olarak koymak yerine o zaman capcanlı olan “Maoculuğu” ve onun yaratıcısı olan Mao’yu eleştirmiştik. Halkımızın deyişiyle efendisi dururken uşağı ile uğraşılmamıştır. Aslı (Mao) dururken onun Türkiye’deki karikatürü bile olamayacak Doğu Perinçek’i uzun uzun eleştirmek gerekmemiştir. Fakat günümüzde Maoculuğu çoktan terk etmiş olan Doğu Perinçek’i ve Avane- si’ni, yeni girdiği kalıbı içinde, ne iseler o olarak, Türkiye Halklarının önüne koymak kaçınılmaz bir görev olmuştur. Tabiî son kalıbı dedikse şimdilik kaydını da koymak gerekir. Bundan sonra hangi kalıplara gireceğini kadim dostu Yalçın Küçük bile (kesinlikle değişeceğine emin olmakla birlikte) bilememektedir. Bilemediğini zaten yazıp çizmektedir. Yani biz de adımız gibi eminiz ki Allah ömür verirse Doğu Perinçek’in bu son kalıbı, sondur ama, en son kalıbı değildir... Onun görevi, antiemperyalist uyanışı her dönemde evirip çevirerek yine emperyalizmin kanalları içine akıtıp buharlaştırarak yok etmektir. Buna izin verilemezdi. Kitap okununca görülecektir: İzin verilmemiştir... ❑ Op. Dr. Kamil Furtun cinayetinin nedeni Tayyipgiller iktidarıdır… 2 9 Mayıs günü Samsun’da Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Hastanesinde görevli Göğüs Cerrahi Op. Dr. Kamil Furtun odasında, görevi başında katledildi. On üç yıldır süren Tayyipgiller iktidarı, sonunda hasta ile sağlıkçıları karşı karşıya getiren bir sağlık düzeni yarattı. Vatandaşı hastalıktan korumak yerine, yerli yabancı Parababalarının vatandaşın hastalığından kâar ettiği bir düzen oluşturuldu. Sağlık Çalışanları, performans denilen bir sistemde, parça başı çalıştırılmaya başlandı. Ne kadar çok muayene, ameliyat, laboratuar ve radyoloji tetkiki, o kadar çok para verilen bir düzen... Bu nedenle sağlık, yerli ve yabancı Parababaları tarafından çok kâr getiren sektör olarak değerlendirilip, büyük yatırımların yapıldığı bir alan oldu. Büyük özel ve zincir hastanelerin sayısı hızla arttı. Başlangıçta çok az ek paraya işlem yapılırken, şimdi özel hastanelere yapılan her iş için % 200 katılım payı vermek gerekiyor. Şu anda özellikle büyük ameliyatla- Suriye yönetimini bir de Rusya ve Çin destekliyor. Rusya açıktan, Çin gizli olarak bu desteği sunuyor. Suriye’ye yönelik yaptırımlara Rusya karşı çıkıyor Birleşmiş Milletler’de ve diğer uluslararası örgütlerde. Eğer Rusya bu tutumu almasa AB-D Emperyalistleri çok daha saldırgan, çok daha açıktan bir savaş açacaklar Suriye yönetimine. Ve tabiî burada en başta Suriye’nin yiğit lideri, kahraman savaşçı Esad’ı saymamız gerekiyor AB-D Emperyalistlerine karşı ülkesini savunması açısından. Esad, karşıdevrimci saldırıların başladığı andan itibaren kendisine sunulan, yurtdışına çıkması önerisini hiç tereddütsüz elinin tersiyle itti ve benim yerim yurdumdur. AB-D Empearyalistlerine teslim olmam. Öleceksem savaşarak ülkemde ölürüm, dedi. Ve şu ana kadar da bu sözünün arkasında yiğitçe, kararlıca durdu. Ve yine yiğit Suriye Halkını saymamız gerekiyor. Ülkelerini terk eden, vatanlarını savunmayan ve sayıları sadece bizim ülkemizde 2 milyonu bulan, Lübnan, Ürdün ve diğer ülkeleri de sayacak olsak 4-5 milyona yakın kaçkını saymazsak, Suriye Halkı da yiğitçe, kararlıca, inançlıca AB-D Emperyalistlerine, Tayyipgiller’e, Suudilere vb.lerine karşı ülkesinin her karış toprağını savunuyor. Ülkesinin her değerine sahip çıkıyor. Ölüyor ama teslim olmuyor. Diz çökmüyor Ortaçağcı gerici sapık çeteciler, katiller sürüsü karşısında. Öyle ki, en son IŞİD’in ele geçirdiği Antik Palmira kentindeki tarihi eserleri güvenli rın da % 55’i özel hastanelerde yapılıyor. Vatandaş sağlığına tekrar kavuşmak için, varını yoğunu satıp bu hastanelerde ameliyat olmak durumunda kalıyor. On üç yıldan beri sağlık emekçilerine her türlü kötü sözü söyleyen bir hükümet var. “Bu doktorların gözü doymaz”, “Doktor Efendi dönemi bitti”, “Doktorlar iğne vurmayı bilmez”. Bu şekilde sağlık çalışanlarının emeği değersizleştirilmiş oldu. Sağlık çalışanlarıyla vatandaş arasında olması gereken güven ilişkisi, dışarıdan dayatılan etkilerle bozulmuş oldu. Suça eğilimli bazı kişilerde, kendilerine göre “yanlış işler yapan bu sağlık çalışanlarına şiddet uygulamak meşrudur” düşüncesi gelişmiş oldu. Zaten gün geçmiyor ki yurdun herhangi bir yerinden sağlık çalışanlarına şiddet haberi gelmesin. Sağlık Bakanlığı 113 Beyaz Kod kayıtlarına göre; 14 Mayıs 2012’den 2015 Mart ayına kadar 31.767 sağlık çalışanı şiddete uğramıştır. Bunların 18.000’i hekim, 13.000’i ise diğer sağlık çalışanlarıdır. Saldırıların üçte biri fiziki saldırıdır. Op. Dr. Kamil Furtun’un cinayete kurban gitmesi bir sonuçtur. Gittikçe bozulan, halkımızın aleyhine dönen bu sağlık düzenini değiştirmemiz gerekiyor. Halkımızın iktidarı için, Partimiz Halkın Kurtuluş Partisi etrafında tüm halkımızı örgütlememiz gerekiyor. Son olarak Op. Dr. Kamil Furtun’ın ailesine ve tüm sağlık emekçilerine başsağlığı diliyoruz. 31.05.2015 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi bölgelere taşıyana kadar direndiler ve savaştılar. Ne zaman ki taşınabilecek tarihi eserleri taşıyarak güvenceye aldılar ancak o zaman çekildiler Palmira’dan. Ve bunun üzerine Suriye Antikalar Kurumunun Başkanı Mamun Abdülkerim yaptığı açıklamada dedi ki: “Bu tüm dünyanın savaşı. Bu medeniyetin düşüşüdür. İnsanlık, medeni toplum; barbarlığa karşı savaşını kaybetti. (...) Palmira’yı asla unutmayacağız.” Suriye Halkının ve yiğit lideri Esad’ın vatanına, bağımsızlığına ve insanlığın ortak malı olan Tarihine sahip çıkışlarını, kahramanlıklarını gördükçe gözlerimiz doluyor. Yüreğimiz kabarıyor savaşçılıkları, yiğitlikleri, insanlığa sahip çıkışları karşısında. Ve Çanakkale’de ve Birinci Kuvayimilliye’de 7 Düvele karşı savaşan Türk Kürt atalarımız aklımıza geliyor. Biz de İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Rus, Ermeni işgalcilere karşı savaşmıştık ve kazanmıştık zaferi. Ve o Batılı büyük emperyalistlerin ordularında da tüm sömürgelerinden topladıkları kandırılmış insanlar vardı. Ve bugüne bakınca, Tayyipgiller’in Irak’taki, Libya’daki, Suriye’deki alçakça satılmışlıklarını, ihanetlerini gördükçe üzüntüden kahroluyoruz, öfkeleniyoruz atalarımıza ettikleri ihanetlerden dolayı. Biz inanıyoruz ki Suriye Halkı ve Esad Yönetimi de bu alçakça saldırıları boşa çıkartacak, ülkesinin bağımsızlığını koruyacak ve kazanacaktır! ❑ 5 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 27 Mayıs, ülkemizin AB-D Emperyalistlerinin oltasına balık yapılmasına tepkidir Demokrat Parti’nin AB-D Emperyalistlerine sunduğu ödül, Mehmetçikleri, onların pis çıkarları için, cepheye sürmek olmuştur. İlk elden 4500 Vatan Evladı dünyanın öbür ucuna, Kore’ye gönderilir ve 1300 Mehmetçik Amerikan Emperyalizminin çıkarı için katledilir. 1300 vatan evladının göz göre göre emperyalistlerin pis çıkarına kurban edilmesinin karşılığı, Türkiye’nin 1952 yılında AB-D Emperyalistlerinin askercil savaş örgütü NATO’ya alınmasıdır. NATO’ya alınmanın da ayrıca bir bedeli vardır. Bu bedel kanlı cinayet örgütü Kontrgerilla’nın, “Seferberlik Tetkik Kurulu”nun kurulmasıdır. 1 4 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara getirilir Amerikancı Demokrat Parti (DP). Ancak bedeli vardır iktidara getirilmenin. AB-D Emperyalistleri dünyada hangi kuklayı iktidara taşır da ödülünü istemez? Demokrat Parti’nin AB-D Emperyalistlerine sunduğu ödül, Mehmetçikleri, onların pis çıkarları için, cepheye sürmek olmuştur. İlk elden 4500 Vatan Evladı dünyanın öbür ucuna, Kore’ye gönderilir ve 1300 Mehmetçik Amerikan Emperyalizminin çıkarı için katledilir. 1300 vatan evladının göz göre göre emperyalistlerin pis çıkarına kurban edilmesinin karşılığı, Türkiye’nin 1952 yılında AB-D Emperyalistlerinin askercil savaş örgütü NATO’ya alınmasıdır. NATO’ya alınmanın da ayrıca bir bedeli vardır. Bu bedel kanlı cinayet örgütü Kontrgerilla’nın, “Seferberlik Tetkik Kurulu”nun kurulmasıdır. AB-D Emperyalistleri tüm dünyadan antiemperyalizmi ve sosyalizmi kazımak için saldırıya geçmiştir. Türkiye, dünyada Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandıran ilk ülkedir. Mazlum Uluslara örnek bir ülkedir. Emperyalistlerin Sevr Antlaşması’nı parçalayıp çöpe atarak em- peryalistlerin heveslerini kursaklarında bırakan bir ülkedir. İşte mazlum uluslar için olumlu, emperyalist çakallar için olumsuz bu örneğin yok edilmesi gerekiyordu. Bunun yolu da Türkiye’yi tipik bir Amerikan uydusu haline getirmekti. Yerli satılmışların partisi DP, bunu için iktidara getirilmişti. Gereğini yapacaktı, layıkıyla yaptı da. Devrimcilere, Demokratlara, Yurtseverlere nefes aldırmadı. Yaşamı halkımız için çekilmez hale getirdi. Bakan olacakları Elçisi aracılığıyla ABD’ye sordu, oradan onay aldıktan sonra atadı. Ruhunu emperyalistlere satmış hainleri milletvekili, bakan yaptı DP İktidarı. CIA ajanları MAH’ı ve sonrasında MAH’ın devamı olarak oluşturulan MİT’i ele geçirdiler. Emperyalist kültürü aşılamak için Milli Eğitimi, kültürü ele geçirdiler. Orduyu ele geçirip Rüştü Erdelhun gibi Generalleri uşaklaştırdılar. Tabiî ki satılık DP iktidarı aracılığıyla. AB-D Emperyalistlerine ve kuklaları DP İktidarına bu da yetmedi. “Vatan Cephesi” adında kurdukları uyduruk cepheyle toplumu ikiye böldüler. Ulusal kurtuluş savaşlarında bizi örnek alan mazlum uluslara karşı da AB-D Emperyalistlerinin safında yer tuttu DP İkti- Karanlığı yakan ışık: 19 Mayıs 1919 19 Mayıs’ı özüne uygun kutladık Anıtkabir’de konserlere indirgediler 19 Mayıs’ı. Amaçları özünden koparmak, içini boşaltmak, 19 Mayıs’ın Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcı, bir kıvılcımı olduğunu unutturmak. Mustafa Kemal’in savaşçı yönünü, askeri dehasını, mücadeleci ruhunu yok etmek istiyorlar. Anıtkabir önündeki akşam saatlerindeki şenliklerin, konserlerin amacı bu. Ama unuttukları bir şey var. Mustafa Kemal’in gerçek devamcıları Halkın Kurtuluş Partililer, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı, daha 17 yaşında elde silah Emperyalizme karşı mücadeleye girişmiş Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri. İkinci Kurtuluş Savaşçıları tarafından özüne uygun kutlandı 19 Mayıs. Mustafa Kemal-Lenin, “Bağımsızlık Benim Karakterimdir” pankartlarımızla, olta bayraklarımızla Tandoğan’da Anıtkabir önünde “Karanlığı yakan ışık: 19 Mayıs 1919” başlıklı bildirilerimizi dağıttık. Aynı gün İstanbul Kartal’da seçim çalışmalarımızla birlikte 19 Mayıs’a ilişkin bir basın açıklaması gerçekleştirdik. “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Hırsızlar Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla başlayan eylemimiz Partimiz MYK Üyesi Safiye Arslan’ın açıklamasıyla devam etti. A B-D Emperyalistleri, yerli yabancı Parababaları, insanlığı Ortaçağ karanlığına götürmeye yeminli Ortaçağcı Tayyipgiller, karanlıkları yakan bu ışığı söndürmeye çalışıyorlar. O karanlık günlere yeniden götürmeye çalışıyorlar halklarımızı. Karanlıkları yakan ışığın mimarı Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin bütün eserlerini ortadan kaldırmak için canhıraş uğraşıyorlar. 96 yıldır hiç ara vermemişlerdi karanlık emellerine ulaşmak için, emperyalist bir proje olan AKP iktidarıyla hız kazandı karanlığa gidiş. 19 Mayıs’ta yakılan, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’yla harlanan, Emperyalist 7 Düvelin gözlerini yakan, mazlum haklara yol gösteren ışığın ferini söndürüyorlar. Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayi- milliyecilerin ışığı karanlıkları yakarken, Mazlum Uluslara örnek olurken, AB-D Emperyalistlerinin ve Ortaçağcı gericilerin cehennem ateşi yakmakta halklarımızı. Bu ateşle kavrulmakta halklarımız. Bu ateşin sonucudur; işsizlik, pahalılık, yoksulluk, zam, zulüm. Bu aşağılık güruhun cehennem ateşiyle, binlerce yıldır kardeşçe yaşayan, Çanakkale’de düşmanı geçirtmeyen, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda omuz omuza çarpışan halklarımız düşman ediliyor. AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller eliyle Kurtuluş Savaşı’yla halklarımızın yırtıp çöpe attığı Sevr hortlatılıyor bugün. Müslüman İsrail, Hıristiyan Ermenistan ve Müslüman Türkiye olarak bölünmüş bir Türkiye yaratılmaya çalışıyor. Bu topraklar yerli ve yabancı Paraba- darı. 1950’li yıllarda Cezayir Halk Savaşı sırasında, Birleşmiş Milletler’de Fransız Emperyalistlerinin safında oy kullandı, Amerikan kuklası DP iktidarı. Yine Lübnan iç savaşında Müslümanlara karşı savaşan Hıristiyanlara silah taşındı, “Müslüman” Bayar-Menderes Hükümetinin emriyle. Türkiye’den kalkan uçaklar 85 sorti yaptı, Lübnan İçsavaşı’nda Müslümanlara karşı. İşte 27 Mayıs; ülkenin tümden bir ABD üssü haline getirilmesine, halklarımıza çektirilen ekonomik ve siyasi zulme, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın bütün kazanımlarını ortadan kaldırmak ve Önderi Mustafa Kemal’in izini tozunu silmek isteyen halk düşmanı Bayar-Menderes Hükümetine karşı, Sivil ve Ordu Gençliği’mizin bir tepkisidir. 27 Mayıs; halklarımızın, İşçi Sınıfımızın, yurtseverlerin, devrimcilerin yararına Politik bir Devrimdir. Bunun içindir ki Partimizin ilk Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı 27 Mayıs’ı selamlamıştır. Halktan yana politik bir devrim olduğu ve Cumhuriyet döneminin en demokrat anayasası olan 1961 Anayasası’nı hediye ettiği içindir ki, bizler gibi Denizler, Mahirler de sahiplenmişlerdir 27 Mayıs’ı. Bayar’ların-Menderes’lerin bugünlerdeki en sadık devamcıları Tayyipgiller de 27 Mayıs’a; halktan yana olduğu için, sınırlı da olsa özgürlük ortamı yarattığı için, Sosyalizmin önünü açtığı için, İşçi Sınıfının yararına kanunlar çıkarttığı için, siyasi iktidarın keyfi tutumlarını denetleyecek, yerli satılmışlardan yana kanunlar yapılmasını engelleyecek Anayasa Mahkemesi kurumunu yerleştirdiği için, toplumun parçalanmasına engel olmak istediği için, ülkenin tümden Amerikan üssü haline getirilmesine karşı bir politik devrim olduğu için karşı çıkarlar ve saldırırlar. Ergenekon, Balyoz vb. adlı CIA operasyonlarına, yeni 27 Mayıslar gündeme gelmesin diye taşeron olurlar Tayyipgiller. Tayyipgiller, 27 Mayıs Politik Devrimi’ne karşı çıkış nedenlerini böyle günbaları için bir cennet, yoksul emekçi halkımız için ise bir cehennem haline getirildi. Emekçi Halkımız madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda, iş cinayetleriyle katlediliyor. Köylümüz tohum alamaz, kendi tohumunu üretemez, toprağına ürün ekemez, ektiği ürünü kaldıramaz durumda. Yerli tohum bırakmadılar, yerli tohum üretimini yasakladılar, Yabancı Parababalarının kasalarını doldurmak için. Mustafa Kemal’in 19 Mayıs’ı hediye ettiği, geleceğimiz gençliğin geleceğini yok ediyorlar, umutlarını söndürüyorlar. Eğitimi-Öğretimi sadece parası olanın yararlanabileceği bir kurum haline getiriyorlar. Üniversite gençliğini eğitimli işsizler ordusuna dönüştürüyorlar. Bu gerici ve vurguncu düzene karşı Haziran-Gezi İsyanı’nımızda olduğu başkaldıran yiğit gençliğimizi de, acımasızca öldürüyorlar, yaralıyorlar, işkence ediyorlar. Yarımız olan, Kurtuluş Savaşı’mızda en ön safta mücadele eden, cepheye silah taşıyan, işgalci emperyalistlere karşı savaşan kadınlarımız Tayyipgiller iktidarıyla birlikte eve kapatılmaya, sindirilmeye, sosyal yaşamdan tecrit edilmeye ve ikinci sınıf insan konumuna sokulmaya çalışılıyor. Karanlığı yaratan dahili ve harici bedbaht AB-D Emperyalistleri ve Ortaçağcılar, tüm güçleri, azgınlıkları ve saldırganlıkları ile halkımızın karşısındalar ve karanlığa doğru yol alıyorlar. Dolayısıyla emperyalistlerin ve onların yerli ortaklarının halkımızı 96 yıl öncesine götürmeye çalıştıkları, Kurtuluş Savaşı’nın ilk kıvılcımı olan 19 Mayıs’ın ruhunu, tozunu ve izini silmeye çalıştıkları bugünlerde, 19 Mayıs’ı kutlamak, 19 Mayıs’ın mimarı Mustafa Kemal’in eserlerine sahip çıkmak her zamankinden çok daha anlamlıdır. Hele bugünlerde İkinci Kurtuluş Savaşı şiarını yükseltmek, mücadelesini deme getirmezler. Gerçek düşüncelerini Menderes’lerin idamıyla gizlerler. İdamları gündeme getirerek mağdur edebiyatıyla insanlarımızı etkilemeye çalışırlar. Bayar-Menderes Hükümetinin 1300 vatan evladını Kore’ye göndererek katletmesini, gençlerimizin canına kıydığını söylemezler, söyleyemezler Tayyipgiller de aynı toptan kesme oldukları için. Kendilerinin de elleri kanlı olduğu için. Parti olarak, cinsel suçlar hariç insanların ölümle cezalandırılmasına taraftar değiliz. Bu nedenle Menderes’lerin asılması gerekmiyordu. Ama yargılanıp, dünyanın öbür ucunda Mehmetçikleri katlettirdikleri, topraklarımızı ABD’nin üssü haline getirdikleri, tam bir Amerikan uşağı oldukları, ülkemizi ekonomik harabeye çevirdikleri için yargılanıp en ağır cezaya mahkum edilip, duvarlar arasında ömürlerini geçirmeliydiler. Aslında bu ceza, Menderesgiller gibi canları tatlı yaratıklar için ölümden daha beter bir ceza olurdu. Tayyipgiller, Bayar’ların-Menderes’lerin yaptıklarının aynısını yapıyorlar. DP’nin 27 Mayıs Politik Devrimi’yle sekteye uğrayan yarım kalan politikalarını tamamlıyorlar. 12 Mart, 12 Eylül Faşizmleriyle ortadan kaldırılan 1961 Anayasası’nın yerine konulan faşist anayasasının Ortaçağcı güruha hazırladığı “özgürlük” ortamıyla ülke, AB-D Emperyalistleri tarafından Tayyipgiller eliyle Yeni Sevr’e doğ- H ru götürülüyor. Satılmadık fabrika, liman, tersane, tesis bırakmadılar Tayyipgiller. Ortadoğu Halklarının katledilmesine, birbirlerine düşürülmesine, bağımsızlıklarının AB-D Emperyalistlerine teslim edilmesine katkı sunuyorlar, Tayyipgiller. Yeni Sevr’e karşı çıkan Yurtseverleri zindanlara atıyorlar, Ortaçağa gidişe karşı çıkan gençlerimizi Şanlı Gezi İsyanı’mızda olduğu gibi katlediyorlar, zaten evlat acısıyla yüreklerinde kapanmayacak yaralar açılan Analarımızı meydanlarda meczuplaştırdıkları yığınlara yuhalatıyorlar. Cennet vatanımızı halkımız için, işsizlik pahalılık, zam zulüm cehennemine çeviriyorlar. Yargı Tayyipgiller’in Hukuk Bürosuna, Üniversiteler medreselere dönüştürülüyor. İşçilerimiz iş cinayetleriyle katlediliyor. Tayyipgiller vatana ihanet ve insanlık suçu işliyorlar. Tayyipgiller’in ihanetlerinin ve halkımıza, insanlığa karşı işledikleri suçların hesabını soracak olan Halkın İktidarıdır. Bu hesap sorulacaktır. Tayyipgiller hiç korkmasın. Irz suçu işlemedikleri sürece ne ipe gönderilecek, ne kurşuna dizileceklerdir. Ama şundan da emin olsunlar: Ellerine çelik bilezik geçirilecek, dört duvar arasında ömürlerini tamamlamaları sağlanacaktır. Bu böyle biline. 27 Mayıs 2015 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi HKP 27 Mayıs’ta alanlardaydı alkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü; 27 Mayıs Politik Devrimi’ni Karşıyaka İzban önünde yaptığı bir basın açıklaması ile kutladı. Karşıyaka İzban önünde bir araya gelen HKP’liler adına Genel Sekreter yardımcısı ve İzmir İkinci Bölge Milletvekili adayı Av. Tacettin Çolak basın açıklaması yaptı. Açıklama sırasında sık sık “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalzmi”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Kahrolsun Faşizm Yaşasın Sosyalizm” sloganları atıldı. İstanbul Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak her yıl gerçekleştirdiğimiz 27 Mayıs kutlaması için Taksim’deki Galatasaray Lisesi önünde toplandık. Gerçekleştirilen basın açıklaması, HKP MYK Üyesi ve Düzce milletvekili adayımız Ramazan Kap tarafından okundu. 27 Mayıs’ın faşist bir darbe değil, politik bir devrim olduğunu, Türkiye’de işçi sınıfının önünü açan 1961 Anayasası’nı doğurduğunu vurgulayan Ramazan Kap, bu anayasanın iki faşist cunta tarafından ortadan kaldırılmaya çalışıldığına dikkat çekti. Ankara 27 Mayıs Politik Devrimi 55’inci yıldönümünde İkinci Kurtuluş Savaşçıları Kurtuluş Partililer tarafından coşkuyla kutlandı. Ordu Gençliği’nin Bayar-Menderes gericiliğine tepkisi demek olan 27 Mayıs’ın, Ordu Fosillerinin emir komuta zinciriyle AB-D Emperyalistlerinin talimatları doğrultusunda yönetime el koyup Faşist Diktatörlükle halklarımızı canından bezdirmesi demek olan 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle aynı kefeye konulmaya çalışıldığı bir dönemde, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni kutlamak anlamlıdır. AB-D Emperyalistlerinin baş oğlanı, geçen günlerde leşleşen Kenan Evren ile halkımızın Cemal Aga lakabını taktığı Cemal Gürsel aynılaştırılabilir mi? İşte bu aynılaştırmayı yapan sağlı sollu saldırılara karşı HKP’liler alanlara indi yurdun dört bir yanında ve 27 Mayıs Politik Devrimi’ni kutladı, unutmadığını gösterdi. Ankara’da da Kızılay Güvenpark’ta alanlara indi Kurtuluş Partililer. “27 Mayıs Politik Devrimi Kuvayimilliyenin, 12 Mart 12 Eylül Faşist Darbeleri Mandacılığın Devamıdır” pankartıyla, bayraklarımızla 27 Mayıs Politik Devrimi selamlandı. Genel Başkan Yardımcısı Av. Metin Bayyar’ın okuduğu basın açıklaması sırasında haykırıldı sloganlar. vermek, 96 yıl önce karanlıkları yakan ışık etkisi yapacaktır. Nasıl ki 96 yıl önce Mustafa Kemal bir an olsun umudunu kaybetmemişse, sürekli umudunu, halkına olan güvenini, emperyalistlere olan kinini hep bilemişse, bu karanlık günlerde yapılması gereken de budur. Umudunu kaybetmeyeceksin, inancını yitirmeyeceksin, halkına olan güvenini asla kaybetmeyeceksin, AB-D Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara kinini hep bileyeceksin. Bu yapıldığı zaman görülecektir karanlığın sonundaki ışık. Bu ışık yakalandığı zaman Mustafa Kemal’in Bursa Nutku’nun gereği yerine getirilebilir. O zaman Halklarımız, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır deme”z. “Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla” Sevr’e gi- deydiler, birlikte mücadele ettiler, birlikte öldüler ve zaferi birlikte göğüslediler. İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderliği tarihen; “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek daha iyidir” diyen Hikmet Kıvılcımlı’nın gerçek düşünce oğulları ve kızları Halk Kurtuluş Partililerin omuzlarına yüklenmiş durumda. Kuvayimilliye Komutanı Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcıları, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyecek, AB-D Emperyalistlerini bir daha geri gelmemek üzere inlerine gönderecek, Ortaçağcı İrticacıların halklarımızı uyuşturmasına son verecektir. Ve İkinci Kurtuluş Savaşı’yla yakılacak ışık hiç sönmeyecek, karanlıklar bir daha geri gelmeyecektir. Buna inancımız tam. Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ilk kıvılcımının çakıldığı 19 Mayıs 1919’un dişe dur diyebilir. 96 yıl önce Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyeciler, Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Kurmay Heyetini oluşturdular, halklarımıza önderlik ettiler, yol gösterdiler. Sadece halklarımızın bir adım önün- 96’ncı yıldönümü halklarımıza kutlu olsun. 19 Mayıs 2015 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 6 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 İnsanlık bir kez daha yargılanmaktadır P artimizin Genel Başkanı Nurullah Ankut ve Eşi Hacer Ankut, Hayvanseverliklerinden dolayı dün (21 Mayıs günü) yeniden hâkim karşısındaydılar. Bu Genel Başkan’ımızın üçüncü, eşininse ikinci yargılanışıydı. Tabiî yine hayvanseverliklerinden dolayı. Genel Başkan’ımız ilk kez 2012’de mahallelerinde bitirim havalarında dolaşan, komşularına ikide birde hart hurt ederek bulaşan bir Tayyipçinin, baktıkları sokak hayvanı bir anne kediye tekme atması üzerine aralarında geçen olaydan dolayı, kömürü ve birkaç yardım çekini vererek yanlarına çektikleri birkaç zavallıyı Genel Başkan’ımızın eşine saldırtmaya başlarlar. Hatta bunlardan bir kendini bilmez, Genel Başkan’ımızın eşine ağza alınmayacak galiz küfürlerle hakaret eder. Bunun üzerine Hacer Hoca karakola giderek, bu saldırganlardan şikâyetçi olur. Ancak olay gününden 8 gün sonra karakola çağrılan saldırganlar, Genel Başkan’ımızın eşine ve olay anında evde bulunmayan Genel Başkan’ımıza yönelik iftiralarda bulunurlar. “Hacer Ankut bizi bıçakla tehdit etti. Nurullah Ankut da bize küfür etti” yalanını söylerler. Sadece Genel Başkan’ımız ve eşi, hepsini de küçük, sahipsiz yavrular iken sokaktan alarak ölümden kurtardıkları kedilerinin bir bölümü ile. Genel Başkan’ımız ve eşinin yavru iken yine ağır hasta, yaralı bir halde bulup sokaktan aldıkları, tedavi ettirip sağlığına kavuşturdukları “Sarı Kız” adlı bir de köpekleri vardır. tehdit ve hakaret suçlamasıyla yargılanmış ve altın kalpli bir hakime hanımın davanın özünü kavraması sebebiyle beraat etmişti her iki suçlamadan da. Genel Başkan’ımıza diş geçiremeyeceklerini anlayan mahallesindeki bu gerici güruh, bu kez sokak hayvanlarına bakmakta olan eşine sataşıp onu rahatsız etmeye ve yaptığı vicdani, insani işten vazgeçirmeye yönelmişlerdi. Hakaret ve tehditlerle saldırıyorlardı Başkan’ımızın eşine. İşte bunlardan bir keresinde evde bulunan Genel Başkan’ımız aşağıya inmiş ve bunlara gereken karşılığı vererek eşini alıp üst kattaki evlerine çıkmıştı. Olay sonrası hemen karakola koşan Tayyipçi gerici güruh, Genel Başkan’ımızın ve eşinin yeniden yargılanmasına sebep olmuşlardı. Bu yargılamada hakim, olayın sözde tanıklarının tümünün yalancı tanıklardan oluştuğunun ve ifadelerinin düzmece olduğunun matematiksel bir kesinlikle ispatlanmasına rağmen, hukuka uygun davranmamış, karşı tarafla birlikte Genel Başkan’ımıza da, eşine de ceza vermişti. En ağır cezayı da Genel Başkan’ımızın eşi, melek kalpli emekli öğretmen Hacer Ankut Hoca’ya vermişti 18,5 ay. Genel Başkan’ımız ve eşini mahalleden bezdirerek kaçırtmaya azmetmiş gerici güruh, bu kez Üsküdar Belediyesindeki konumlarından ve etkinliklerinden yararlanarak; oradan aldıkları yıllık yarım ton bu soyut iftiralar üzerine Genel Başkan’ımız ve eşine karşı da silahlı tehdit ve hakaretten dava açılır. En ağır ceza bu davada da yine Genel Başkan’ımızın eşi için istenmektedir. İşte dün Kartal Anadolu Adliyesinde 24’üncü Asliye Ceza Mahkemesinde saat 09:30’da bu davanın duruşması vardı. Müfteri saldırganlar, tedarikledikleri yalancı tanıkları bu kez duruşmaya getirememişlerdi. Aralarında bir anlaşmazlık çıkmış olsa gerekti. O yüzden onların avukatı, hâkimden tanıklarının zorla duruşmaya getirtilmesini talep etti. Genel Başkan’ımız yaptığı kısa savunmada; mahallesindeki bu zalim güruhun, kimsesiz, açlık, susuzluk, hastalık vb. sıkıntılar içindeki, acılar içindeki sokak hayvanlarına bakmaktan, onların acılarını dindirmekten başka hiçbir suçu olmayan melek kalpli eşime ve bana karşı açılmış olan bu dava aslında hukuki bir olay değildir, bir trajedidir, dedi. Avukat Yoldaş’ımız da, Genel Başkan’ımıza ve eşine karşı böyle bir davanın açılmaması, açılmış olsa bile kabul edilmemesi gerektiğini, dosyanın dava açılmaksızın savcılığa geri gönderilmesi gerekirdi, dedi. Ve bu kapsamda yazılı 3 sayfalık bir gerekçeli talep sundu mahkemeye. Dava, 10 Eylül’e yeni bir duruşma günü verilerek ertelenmiştir. HKP’nin Soma pankartına Cumhurbaşkanına hakaretten dava A rtık her sözümüz, her hareketimiz yargılama konusu yapılıyor. Soma Davası’na sahip çıktık diye yoldaşlara gözdağı verilmek isteniyor. Duruşma salonunun önüne astığımız “Soma’nın Katili Tayyipgiller’in Bekçiliğini yaptığı sömürü düzenidir” içerikli pankarttan bile Cumhurbaşkanına hakaret suçunu çıkaran Savcılara “helal olsun”(!) Bir kere, ortada Cumhurbaşkanı mı var ki?.. Adam İktidar partisi lideri hâlâ... Aralıksız seçim mitingleri yaparak, AKP’ye oy toplama peşinde. Yine bu mi- tinglerinin birinde “Cumhurbaşkanlığı makamı 10 Ağustos 2014 günü yapılan seçimle tarihe karışmıştır” diyen de kendisi. Öyleyse kimin, neyin C. Başkanına hakaret? Kaldı ki Yargıtay CGK “bu hüküm ile Devlet kavramı ve Devletin varlığını oluşturan ve maddede sayılan kurumlar korunmuş olup, bu kurumlarda var olan kişi veya kişilerin ya da grupların korunması amaçlanmıştır” içtihadı yok mu? AİHM’in iç hukuku bağlayıcı nitelik- te olan, siyasilere yapılan eleştiri hakkının neredeyse sınırsız olduğunu söyleyen Lingens ve Handyside kararları yok mu?! Bunların bütün dertleri Soma Davası’na desteği azaltmak, toplumu bu faşizan yöntemlerle yıldırmak. Ermenek Katliamı’ndan sonra yaptığımız Basın Açıklamasında da aynı pankartı kullandığımız halde bu pankarttan değil de irticalen yaptığımız konuşmalar nedeniyle hakkımızda benzer davaları açtılar. Bu davanın yargılaması 27 Mayıs 2015 günü Karşıyaka 8. Asliye Ceza Mahkemesinde yapılacak. Muhtemelen bu pankarttan dolayı da dava açacaklar. Açsınlar bakalım... Bakalım, kim kimi yargılayacak göreceğiz... Ama bu devran böyle gitmeyecek. Demokratik Halk İktidarı’nda yaptıklarının hesabını verecekler. 18.05.2015 Biz Geleceğiz! Av. Tacettin Çolak HKP Genel Sekreter Yardımcısı İzmir 2. Bölge Milletvekili Adayı Ayrıca Genel Başkan’ımız hakkında açılmış olan 4’üncü bir dava daha vardır. Onun önümüzdeki duruşması da 16 Haziran’dadır. O davada da Genel Başkan’ımız, o anda sokak hayvanlarına bakmakta olan eşine en aşağılık, en galiz küfürlerle saldıran bir kişiyi bıçakladığı iddiasıyla, suçlamasıyla yargılanmaktadır. Bu davalarla ilgili görüşüne ve düşüncelerine başvurduğumuz Genel Başkan’ımız özetçe şunları söylemiştir: “Sınıflı toplum günümüzdeki biçimiyle bu yerli yabancı Antika+Modern Parababaları düzeni, insanları çamurlara bulamaktadır. Her gün dirhem dirhem çürütmekte, onların ruhlarını, vicdanlarını, insanlıklarını tüketmektedir. Böylece de insanları acımasız, his yoksunu bir robota dönüştürmüş olmaktadır. Tabiî bu hale düşürülmüş insanlar artık sadece görünüşte insan olabilmektedirler. Onlar da insani duygular, insani erdemler, değerler bulunmamaktadır artık. Öyle olunca da hem birbirlerini, hem hayvanları, hem bitkileri, hem de doğayı hiç düşünmemektedirler artık. Sadece ve sadece kendi çıkarlarına odaklanmaktadırlar. Başka da hiçbir şey umurlarında olmamaktadır. Yani düzenin kurbanlarıdır bugün davalaştığımız bu zavallılar güruhu. “Tabiî biz yarım asırdan bu yana nasıl Amerikan ve Avrupa Birliği Emperyalistleriyle, onların yerli işbirlikçi hainleriyle mücadele ettiysek bu zavallı, vicdansızlar güruhuyla da mücadele ederiz. Böyle davalar, bizim ne insan sevgimizi, ne hayvan sevimizi, ne bitki ve doğa sevgimizi bulanıklaştırabilir ne de o sevgimizin gereğini yerine getirmekten geri bıraktırabilir. “Olacak bunlar. Ben alışığım ve yadırgamıyorum da, eşim çok etkileniyor kendisine karşı yapılmış bu haksızlıklardan, bu hukuksuzluklardan. “Yerli yabancı Parababalarının bu vurgun ve sömürü düzeni sürdüğü müddetçe; insana zulüm, kadına zulüm, hayvana zulüm, bitkiye ve doğaya zulüm de sürecektir ne yazık ki. “Çünkü hayvancıl bir düzende yaşıyoruz. Sosyalizm dünya çapında zafere ulaşıp, dünya tek bir sosyalist aile olduktan sonra ancak insanlık kendine yaraşır bir düzene kavuşmuş olacak ve böyle zalimlikler de son bulacaktır…” Genel Başkan’ımızın söyledikleri bu kadardır. Tabiî biz de Kurtuluş Partililer aynı ideolojinin, aynı davanın sahipleri ve sürdürücüleriyiz. Davamız eninde sonunda zafer kazanacaktır. Sonunda mutlaka biz kazanacağız. İnsanlık kazanacak, tüm canlılar kazanacak, doğa kazanacak. Buna inancımız tamdır... İstanbul’dan Kurtuluş Partililer Denizler’den Gezi İsyanı’na, devrime, kurtuluşa… Baştarafı sayfa 16’da 43 yıl önce, 12 Mart Faşizminin kurduğu düzmece mahkemelerin yargıladığı ve ölüme mahkûm ettiği Üç Kızıl Fidan: Deniz, Yusuf ve Hüseyin Yoldaşlar İstanbul’da anıldı. Anma için Taksim’de Odakule önünde toplanan Kurtuluş Partililer, buradan 50. Yıl heykeli önüne kadar yürüdüler. Yürüyüş sırasında sık sık “Emperyalistler, İşbirlikçiler. 6. Filoyu Unutmayın”, “Deniz Yusuf Hüseyin Kavgamızda Yaşıyor” sloganları atıldı ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan yoldaş’ların fotoğrafları taşındı. Yürüyüşün ardından Kurtuluş Partisi Gençliği adına Özgür Yoldaş katledilişlerinin 43. Yılı anısına Üç Kızıl Fidan’ımız için kaleme alınan bildiriyi okudu. Anma etkinliği sloganlarla sona erdi. İzmir 6 Mayıs 1972’de 12 Mart Faşist cuntası tarafından katledilen Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan katledilişlerinin 43. yıldönümünde İzmir Karşıyaka’da anıldı. 6 Mayıs Çarşamba günü saat 19.00’da Karşıyaka İZBAN önünde toplanan Kurtuluş Partisi Gençliği sloganlarla Çarşı girişine kadar bir yürüyüş gerçekleştirerek orada bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Kurtuluş Partisi Gençliği adına okunan açıklamada: Ardından HKP Genel Sekreter Yardımcısı ve İzmir Milletvekili Adayı Av. Tacettin Çolak da bir açıklama gerçekleştirdi. S AB-D Emperyalistlerinin “Oğlanı”, Halklarımız seni hep lanetle anacak! enin bu vatana yaptığın ihanetin ve halklarımıza uyguladığın zulmün, verdiğin acının haddi hesabı yok. Hangisini sayalım?.. AB-D Emperyalistlerine, onların aşağılık cinayet örgütü Kontrgerilla’ya ruhunu satman, bu vatana ve halklara yapılabilecek en büyük ihanet değil mi? AB-D Emperyalistlerinin gönüllü oğlanlığına soyundun. Bu toprakların faşizme götürülmesi için kardeşin kardeşe kırdırılıp, 5 bin insanımızın katledilmesine taşeronluk yaptın. Halklarımızın faşist bir diktatörlüğü kurtuluş olarak görmesi için bütün aşağılık planların kurulmasında rol oynadın. Paul Henze’nin oğlanıydın, başarılı olup övgüyü hak etmen için 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum Katliamlarını tezgâhlayan CIA güdümündeki Kontrgerilla’nın gönüllü çalışanı oldun, iradi ve bilinçli olarak. Bu halklara ve bu vatana yapılabilecek bundan büyük bir ihanet olabilir mi? Senin ve efendilerinin amacı belliydi, ülkenin sola kaymasının önüne geçilmesi için ne gerekiyorsa yapılacak. Bu halkın şu ana gördüğü en demokratik anayasa olan ve 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halklarımıza en büyük hediyesi olan, İşçi Sınıfımıza, emekçi halklarımıza kırıntı halinde bile olsa kazanımlar sağlayan, Sosyalizmin önünü açan 61 Anayasası’nın halklarımızın gündeminden, bilincinden silinmesini sağlamak. Başardınız da. “12 Mart’ta yarım kaldı, biz tamamladık” diye ifade ettin bu ihanetini. Faşist diktatörlüğünüzün kimin yararına kimin zararına olduğunu senin yerli efendilerinden Halit Narin ifade etmişti. “Şimdiye kadar hep işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” diye. Yerli yabancı Parababalarına borcunu layıkıyla ödedin, onlar ağlamasın onlar hep gülsün diye yapmadığın ihanet kalmadı. Bütün grevleri yasakladın, grev yapmayı en büyük suç ilan ettin, ihanetin manifestosu olan 24 Ocak Kararlarının yaşam bulması için üzerinde yaşadığımız 786 bin kilometrekarelik toprak parçasını hapishaneye çevirdin. Halklarımız hakkını aramasın diye 650 bin kişi gözaltına alındı, 1,5 milyon insanımız fişlendi, 99.000 civarında insanımız örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30 bin kişi “sakıncalı” görülerek işten atıldı, 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklanırken, bir çoğu da “makaslandı”. 23.677 derneğin faaliyetlerine son verildi, bir kısmı kapatıldı. 3.854 öğretmen mesleğinden ihraç edildi. Üniversitelerde 120 öğretim üyesinin mesleki hayatlarına son verildi. 47 hâkimin işine son verildi. 31 gazeteci mahkûm edildi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı. Halklarımızı örgütsüz yapıp güdülebilecek bir sürü haline getirebilmek için, “Finans kapitalin en gerici, en şoven unsurlarının açık terörcü diktatörlüğü”nde sana biçilen esas oğlan rolünü “layıkıyla” oynadın. Nasıl unutur bu halk senini bu büyük ihanetini?.. Ya kıydığın canlar, ya ağlattığın analar, ya söndürdüğün ocaklar? Hele idam etmek için yaşını büyüttürdüğünüz Erdal Eren?.. Sola, devrimcilere karşı yapılmış, solun üzerinden silindir gibi geçen bir darbeydi 12 Eylül Faşist Darbesi. Devrimcileri katletmek, ortadan kaldırmak, halklarımızın gözünde değersizleştirmekti amacınız. Halklarımızın gözünü küllemek için, sağa da sola da eşit mesafede desinler diye insanlıktan çıkmış, katilliği tescilli faşistleri araya katıp çok büyük çoğunluğu devrimci 50 insanımızı darağacına gönderdin. Hiç- bir pişmanlık duymadın, yıllar sonra olsa bile hiçbir nedamet göstermedin. “Asmayacaktık ta besleyecek miydik”, “bugün olsaydım aynı şeyleri yapardım” ifadelerinle, insanlıktan nasıl çıkılırın dersini verdin insanlık düşmanlarına. Seni örnek aldı, Berkin’imizi, anasını alanlarda meczuplaştırılan insanlara yuhalattıran Hırsızlar İmparatoru. 171 insanımız işkencelerde katledildi. Cezaevlerinde katledildi 299 kişi. Açlık grevlerinde kaybettik 14 gencimizi. ABD’nin oğlanı, senin eline bulaşan halklarımızın kanını, dünyadaki bütün okyanusların suyu birleşse, dünyadaki bütün kir çıkarıcı deterjanları dökseler yine de temizleyemezler. Ekonomik olarak çökerttin ülkemizi. Halklarımızın birikimlerini bankerlere yeyim ettirdin. Özelleştirme furyası senin döneminde uygulanmaya başlandı. Ülkemizin AB-D Emperyalistlerine satışı senin başını çektiği faşist diktatörlük boyunca geometrik olarak arttı. Faşist Diktatörlüğünüzün bir amacı da Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın kazanımlarının ve önderi Mustafa Kemal’in izinin tozunun silinmesiydi. Bunu da o kadar “güzel” tezgâhladı ki senin ve senin gibilerinin yaratıcısı CIA, her defa Atatürk büstleri dikerek, her fırsatta ağızlarınıza Atatürk’ü dolayarak, Atatürkçü gözükerek yaptınız bu ihanetinizi. “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi öngören bir mesleği takip eden insanlarız” diyen Mustafa Kemal çıkıp gelseydi mezarından, ilk önce, bizi mahvetmek isteyen emperyalistlere, bizi yutmak isteyen kapitalizmin kucağına teslim eden siz aşağılık insanlara karşı başlatırdı kurtuluş savaşını. O kurtuluş savaşının sonunda gönderirdi sizi vatanımızdan düşman gemileriyle. Sanma ki Paul Henze’nin “oğlanı”, ölmekle kurtuldun yargılanmaktan. Eninde sonunda, Halk Mahkemesinde yargılanıp Tarihte layık olduğun insanlık düşmanları kategorisine yerleştirileceksin. Ölen insanın arkasından kötü şeyler söylenmez, hayırla yâd edilir. Bizim anlayışımız, geleneğimizdir bu. Ama bu “insan” için geçerlidir. İnsanlıktan, AB-D Emperyalistlerinin isteği doğrultusunda gönüllüce soyunanlar için geçerli değildir bu anlayış. Ellerinde halklarımızın kanını taşıyan faşistler için geçerli değildir bu gelenek. İnsanlık düşmanları hayırla yâd edilecek kategoride değildir. 12 Eylülün Faşist Gorilinin cenazesinde soracak İmam: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye: İçinden geçtiğimiz karanlık günlerin mimarı için bütün devrimciler, bütün analar, İşçi Sınıfımız, köylümüz hep bir ağızdan haykıracak ve insanlık, AB-D Emperyalistlerinin has “oğlanı”nı hep böyle hatırlayacak: “İşkenceciydi, Katildi, İnsanlık Düşmanıydı, Halk Düşmanıydı, Devrimci Düşmanıydı!” 10 Mayıs 2015 HKP Genel Merkezi 7 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 Ey Antika Tarihin büyük devrimcisi Kawa’nın ona hiç de layık olmayan yüzkarası torunları! Hem Lenin’in üzerine çarpı çeken pankartın önünde Pontusçuluk yapacaksın hem de bizim karşımıza çıkıp ben solcuyum numaraları atacaksın öyle mi? A yıp be! Yazık. İnsanın bir kalıbı olur, bin kalıbı olmaz. İnsan gerici olur, antikomünist olur, Amerikan işbirlikçisi olur, şeyhçi, mollacı olur velhasıl ne olursa olur. Ama hiç değilse neyse öyle görünür, öyle konuşur, öyle adlandırır kendini. Bak Barzani öyle yapıyor. Ben aşiret reisiyim, Barzan Aşireti’nin reisiyim, diyor. Ben hiç de solcu molcu değilim, diyor. Ve ben, Amerika’nın müttefikiyim, onun işbirlikçisiyim, diyor. Güney Kürdistan’ın en yüksek dağına da kendi Kürt bayrağıyla birlikte Amerikan bayrağını dikiyor. İkisini de yan yana dalgalandırıyor. İlköğretim çağındaki Kürt çocuklara; “Amerika bize özgürlük getirdi. Teşekkürler Amerika” dedirterek şarkılar söyletiyor. Yani Barzani neyse öyle oynuyor. Barzani’nin tek kalıbı var. Sizse 19 Mayıs’ta Yunan Parlamentosunun önünde Mustafa Kemal ve Lenin fotoğrafları üzerine çarpı çeken Yunan, Ermeni ve Kıbrıs Rum ırkçılarıyla birlikte sözde Pontus Soykırımı anması yapacaksınız, o ırkçılarla birlikte Türklere kin ve nefret kusacaksınız, sonra da bizim karşımıza çıkıp biz de solcuyuz, sosyalistiz numaraları çekeceksiniz... Tabiî bu kadar değil yaptığınız gericilik. Son aylarda sürekli solcuyu oynayan Demirtaş’ın da içinde olduğu BDP heyeti olarak (Demirtaş, Gülten Kışanak, Ahmet Türk’ten oluşan) Amerika’ya gideceksiniz, Amerikan Dışişlerinden yani CIA’dan, onun düşünce kuruluşlarından; “Suriye için rol iste”yeceksiniz. Bunu da gelip hiç utanıp sıkılmadan şöyle diyerek açıklayacaksınız: “(…) Suriye’de işin çok zor olduğunun farkındalar. Beklentiler muhalefetin biraz güçlenmesi yönünde. Kürt muhalefetinin dışlanmamasını ve sürece dahil edilmesini talep ettik. Katkı yapmak istediğimizi, rol üstlenebileceğimizi söyledik.” (http://www.radikal.com.tr/ politika/abd_kurt_sorununu_cok_iyi_anlamis-1086804) Açıkça diyorsunuz ki Amerika bize görev ver, yenine getirelim. Hizmetimizi yapalım. Hatırlanacaktır daha önce de Murat Karayılan: “ABD’nin müttefiki olabiliriz, düşmanlarımız aynı. ABD bizi hep düşmanlarımızın gözüyle gördü. Oysa biz, dost olarak algılanmak istiyoruz... Türklerin aksine, Kürtler fazlasıyla ABD sempatizanıdır. Eğilimleri Amerikancılık yönündedir... ABD yönetimi Kürtlerin yaşadığı tüm ülkeleri esas alan bir proje oluştursun...” dedi. PKK Avrupa Temsilcisi Zübeyir Aydar da aynı görüşü belirtir Newsweek muhabiriyle yaptığı bir röportajında: “Amerika uzaklardan gelen dostumuzdur. ABD’nin Irak’ta ve Ortadoğu’da yaptıklarını doğru buluyoruz...” Yani açıkça diyorsunuz ki Barzani’nin, Talabani’nin Irak’ta oynadığı rolü biz de Türkiye’de oynamaya hazırız ve heveskârız. Amerika bu kapsamda da bir proje oluştursun görevimizi yapalım. Yani biz Amerikancıyız, diyorsunuz. Apaçık bir şekilde. Peki biz size Amerikancı Kürt Hareketi deyince niye kızıyorsunuz öyleyse? Siz Amerika’ya hitaben; biz Amerikancıyız, diyeceksiniz, biz, siz Amerikancısınız deyince de kızacaksınız. Olmuyor bak işte. Ayıp. Bakın Barzani kendisine Amerikancı denmesinden hiç rahatsız olmaz. Peki siz niye oluyorsunuz? İlla ikili oynayacaksınız değil mi? Tayyipgiller gibi, Doğu Perinçek ve PDA Avanesi gibi Bin Kalıplı olacaksınız… Devrimcilik öncelikle Antiemperyalist olmaktır İşin özeti antiemperyalist değilsiniz. Olmadığınız gibi Amerikancısınız. Onun yandaşı, müttefiki ve eklemlenmiş bir parçasısınız artık. Bizse Antiemperyalistiz. Lenin gibi, Mustafa Suphi ve Onbeşler gibi, Hikmet Kıvılcımlı gibi, Che gibi, Fidel gibi, Chavez gibi, Morales gibi, Ho Amca gibi… İşte birinci farkımız bu. Devrimciliğin alfabesinin birinci harfi antiemperyalist olmaktır. ABD ve AB Emperyalistlerine insan soyunun en büyük düşmanları olan bu canavarlara karşı olmaktır. Biz karşıyız. Sizse onların yandaşısınız. Devrimciliğin ikinci şartı Antifeodalizmdir Siz, “Ankara’daki dinsiz Kemal hükümetini devirip İslamın yeşil sancağını Ankara kalesine dikeceğiz” diyerek isyan eden Şeyh Sait için anma programları düzenliyorsunuz. Ömrünü Ortaçağcı dinciliğe adamış Said-i Nursi için anma programları düzenliyorsunuz. Birçok Kürt ilinde ve ilçesinde “Kutlu Doğum Haftaları” düzenliyorsunuz. Tıpkı Tayyipgiller gibi. Pensilvanyalı İmamın tarikatı gibi. Pensilvanyalı İmama da az övgüler düzmediniz bir zamanlar. Kürt illerinin mollalarına, şeyhlerine gidip onların ellerini öpüyorsunuz. Yani siz Antifeodal da değilsiniz. Laik değilsiniz. Ortaçağcılığın ve Ortaçağcı din tüccarlarının, din derebeylerinin dostu ve müttefikisiniz. Bizse devrimciliğin ikinci harfi olarak Antifeodaliz. Yani Ortaçağcılığın tüm altyapı ve üstyapı kurumlarına karşıyız. Laikliğin en tutarlı savunucusuyuz. Üçüncü şartı devrimciliğin Antişovenizmdir Siz, siyasi kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmiş olan Ermeni ve Rum şovenleriyle birlikte Türklere karşı eylemler düzenliyorsunuz. Onlarla aynı tezleri savunuyorsunuz. Çünkü siz de siyasi kimliğinizi Türk düşmanlığı üzerine inşa ettiniz. Halkların kardeşliğini değil, birbiriyle düşmanlaşmasını savunuyorsunuz. Bizse milletlerin eşitliğini, halkların kardeşliğini savunuyoruz. Kürt Sorunu’nun da sizin gittiğiniz yolun tam tersinden gidilerek yani devrimci bir tarzda çözülmesini savunuyoruz. İki halkın kardeşçe, yan yana, Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist bir zeminde birleşerek Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirmesini ve Demokratik Halk İktidarını kurmasını savunuyoruz. Onun mücadelesi- ni veriyoruz. Her iki halkın da gerçek anlamda eşitliği ve özgürlüğü temelinde bir birlikteliği savunuyoruz. Sosyalist bir ekonomi sisteminde Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti’ni kurmanın mücadelesini veriyoruz. İşte bu kale kurulunca tüm Ortadoğu’nun, Asya’nın ve dünyanın kaderinin, gidişinin değişeceğini öngörüyoruz. Emperyalistlerin buralardan kovulacağını ve bu halklar tarafından lanetleneceğini öngörüyoruz. Yani siz, Antişovenist de değilsiniz. Bizse antişovenistiz. Devrimci alfabemizin üçüncü harfi de budur. Bundan sonra olsun bize kalkıp, biz de devrimciyiz, biz de solcuyuz numaraları yapmaya kalkmayın artık. Çok yavan ve tatsız kaçıyor. Hiç inandırıcı olamıyorsunuz. Kendinizi küçük düşürüyorsunuz böyle yapmakla üstüne üstlük. Hiç değilse Barzani kadarcık olsun dürüst olun. Neyseniz öyle görünün. Emperyalistler halklarımızı kan gölünde boğmak istiyorlar Bakın Sevr haritasına dikkatlice bir. Orada Kürtlere bırakılan bölge, Diyarbakır’la Hakkâri arasında uzanan dar bir şerittir sadece. Diğer Türkiye sınırlarının içindeki Kürt illerinin tamamı Ermenistan’la Fransız Emperyalistleri arasında pay edilmiştir. Güney Kürdistan’sa zaten İngiliz Emperyalistlerinin sömürgeleştirdiği, yuttuğu bir bölge olarak görülür o haritada. İşte Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Türk ve Kürt Halklarının kardeşçe ordulaşarak savaşması sonucunda, o savaşın zafere ulaşması ile bugünkü statüsüne kavuşabilmiştir ortak ülkemiz. Eğer böyle bir savaş olmasaydı Ermeniler, Trabzon’dan başlayıp Kilikya’ya, İskenderun Körfezi’ne kadar uzanan hattın doğusunda kalan geniş coğrafyada tek bir canlı Müslüman bırakmamaya and içmişlerdi. Antranik ve Nazar Bekov’un komutasındaki Ermeni Ordusu, ele geçirdiği tüm yerleşim yerlerinde Kürt, Türk, Çerkez kimi bulduysa kundaktaki bebelere varıncaya dek katledip geçmekteydi. Bir de bunu düşünün… Ha bakın, burjuva Ermenistan ve diaspora Ermenileri bu amaçlarından vazgeçmiş değiller. 24 Nisan “Anma”larının sebebi budur. Geçende de hatırlattık size. Ermenistan Anayasa Mahkemesi, açıkça Kars ve Moskova Antlaşmaları geçersizdir, diyor. Biz onları tanımıyoruz, diyor. Ermenistan’ın Doğu Anadolu toprakları üzerindeki talepleri meşrudur ve bugün de geçerlidir, diyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Şerj Sarkisyan da açıkça söyledi bunu birkaç yıl önce. Diaspora Ermenilerinin sözcüleri de söylüyor aynı şeyi. Bunları hep aktardık biz orijinal halleriyle. Sizin de bilmeniz gerekir bunları ayrıca. Şunu adınız gibi bilin: iki halkın birlikteliği son bulduğu anda yani Türk ve Kürt Halklarının birlikteliği bittiği anda karşınızda Burjuva Ermenistan Ordusu’nu bulacaksınız. Üstelik de ABD, AB Emperyalistleriyle bugünkü Rus Emperyalistlerinin de bu Ermenistan Ordusu’nun destekleyicisi olduğunu göreceksiniz. İşte o zaman halklar birbirini boğazlamaya girişecektir. Türk, Kürt ve Ermeni Halkları arasında kanlı bir boğazlaşma yaşanacaktır. Ve bölgemiz kan deryasına döndürülecektir… İşte biz, Kürt Halkını bundan sakındırmak istiyoruz. Türk ve Kürt Halkları başta gelmek üzere her üç halkı da böyle bir katliamdan sakındırmak istiyoruz. Emperyalistlerin oyununa gelinmesin ve peşlerine takılınmasın istiyoruz. Tam tersine o emperyalist haydutları bölgemizden birlikte kovalım ve meseleleri kendi aramızda eşitlik ve kardeşlik anlayışı içinde çözelim istiyoruz. Fakat siz yolunuzu seçmişsiniz. Amerika’yla, AB Emperyalistleriyle eklemlenmişsiniz. Tüm emperyalist işbirlikçileri, halkları ne kadar temsil ediyorsa siz de Kürt Halkını o kadar temsil ediyorsunuz. Yani Tayyipgiller Türk Halkını ne kadar temsil ediyorsa siz de Kürt Halkını o kadar temsil ediyorsunuz. Sonunda mutlaka halklar kazanacak Ne yaparsanız yapın, neyi başarırsanız başarın, neyi kurarsanız kurun sonunda emperyalist efendilerinizle birlikte yenileceksiniz. Biz Türk ve Kürt Komünistleri olarak eninde sonunda devrimci prensipler çerçevesinde birleşerek savaşacağız ve Demokratik Halk İktidarını kuracağız. Türkistan ve Kürdistan Halk Cumhuriyeti’ni kuracağız. Tabiî bu Sosyalist bir Cumhuriyet olacaktır. Ve de antiemperyalist bir cumhuriyet olacaktır. Bu cumhuriyet, tüm dünyanın mazlum ülkelerinin ve halklarının müttefiki ve en kararlı yenilmez kalesi olacaktır. Unutulmasın, emperyalizm bir ayağı çukurda ölüm çağına girmiş kapitalizmdir. Kıvılcımlı Usta’nın deyişiyle “Geberen Kapitalizm”dir. İşte o emperyalizmle birlikte onun temsilcileri de, işbirlikçileri de, yardakçıları da, hizmetkârları da yok olup gidecektir. Devrim hakkı biricik meşru, tarihsel haktır. Devrimler durdurulamaz. Geciktirilebilir sadece. Ama sonunda mutlaka gerçekleşir. Biz devrimciyiz. Hem de gerçek devrimci… 20.05.2015 HKP Genel Merkezi NATO ve “barış şarkısı”(!) AB Emperyalistlerinin talan ettiği, kurt dalamış sürüye çevirdiği Afrika kıtasının değişik ülkelerinden gelip Avrupa’ya ulaşmak için Libya’dan yola çıkan ve içinde binlerce mültecinin, göçmenin bulunduğu gemiler, kayıklar, botlar vb.leri batıyor ve binlerce insan Akdeniz’in buz gibi soğuk suyunda can veriyorsa bunun sorumlusu NATO’dur, onun arkasındaki ABD’dir. AB’dir. 1 3-14 Mayıs günleri Antalya’da yapılan NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nın ikinci gününde Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve eşi konuk Dışişleri Bakanları “onuruna” bir yemek vermişler. Yemeğin sonunda da Enbe Orkestrası sahne almış. Söylenen şarkılardan sonra Enbe Orkestrası şefi Behzat Gerçeker “son bir şarkı söyleyelim” demiş ve Bakan Çavuşoğlu ile birlikte konuk bakanları da sahneye davet etmiş. Bunun üzerine Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Kocias ile M. Çavuşoğulu kol kola aynı şarkıyı söylemişler. Diğer bakanlar da sahnede şarkıya eşlik etmişler. Buraya kadar olanlar bunlar. Bizim asıl dikkatimizi çeken ve acı acı gülümsetense, Behzat Gerçeker’in “Son bir şarkı söyleyelim, o da barışın şarkısı olsun” diyerek “Biz Dünyayız” anlamına gelen “We Are the World” adlı şarkıyı söyleme”si oldu. İroniye bak: NATO ve “barışın şarkısı”(!) Güler misin ağlar mısın?.. Buna kargalar bile güler diyeceğiz ama ne yazık ki ondan çok daha ötesi var. Çok büyük acılar, ızdıraplar, kan ve gözyaşları var burada. NATO dediğiniz, Batılı büyük emperyalist devletlerin, önce Sosyalist Kamp’a, sonra da dünya halklarına yönelik savaş örgütüdür. Yugoslavya’da “Deliberate Force: Kararlı Güç” adıyla gerçekleştirilen operasyonlar sonucu yaşanan binlerce ölümün sorumlusu NATO’dur. Afganistan’da, “Kalıcı Özgürlük Operasyonu” adı altında yürütülen savaş sırasında gerçekleştirilen ve yüzlerce, binlerce masum Afganlının yaşamına neden olan katliamların sorumlusu NATO’dur. (Elbette başı ABD Ordusu çekmiştir.) “Operation Ocean Shield: Okyanus Kalkanı Harekâtı” adı altında Afrika Boynuzu, Aden Körfezi ve Hint Okyanusu’nda sözde Sudanlı korsanlara yönelik operasyonları da gerçekleştiren NATO’dur. Böylece NATO o bölgelerde bayrak dalgalandırarak güç gösterisinde bulunmuş, halklara gözdağı vermiştir. “Operation Unified Protector: Birleşik Koruyucu Harekâtı” adlı operasyonu gerçekleştirerek Libya Lideri Kaddafi’yi alçakça katlederek, meşru iktidarını kanla devirerek, Libya’nın bugün aşiret devletlerine dönüşmesine yol açan alçaklar ordusu, NATO Ordusu’ydu. (Ve ne yazık ki bu harekâtın komuta merkezi Tayyipgiller’in onayıyla İzmir’di.) Bu alçakça operasyon sunucu bugün Libya’da iki hükümet var: Biri: Tobruk Hükümeti, diğeri: Bingazi Hükümeti. Libya’da iki hükümet, iki meclis ve iki ordu var. Bunun dışında da kabilelerin etkin oldukları bölgelerde kurdukları yerel devletçikler var. Libya’daki binlerce ölümün, ülkenin alt ve üstyapısının, tarihi mekânlarının yıkımının, yok edilmesinin sorumlusu NATO’dur. Bu ülkelerdeki sakatların, göçmenlerin, evsizlerin, dulların, yetimlerin sorumlusu NATO’dur. Özellikle AB Emperyalistlerinin talan ettiği, kurt dalamış sürüye çevirdiği Afrika kıtasının değişik ülkelerinden gelip Avrupa’ya ulaşmak için Libya’dan yola çıkan ve içinde binlerce mültecinin, göçmenin bulunduğu gemiler, kayıklar, botlar vb.leri batıyor ve binlerce insan Akdeniz’in buz gibi soğuk suyunda can veriyorsa bunun sorumlusu NATO’dur, onun arkasındaki ABD’dir. AB’dir. Böyle bir NATO ve “barış” şarkısı!.. *** Eğer Enbe Orkestrası şefi B. Gerçeker, NATO’nun bu savaşçı misyonunu bilmiyorsa ayıp. Hele de bu şarkının Afrika’daki çocuklara yardım çığlığı olarak yapıldığını bilerek (ki bir sanatçı olarak bilmemesi mümkün değil), çocukları katleden bir savaş örgütü olan NATO’nun toplantısında bu “barış” şarkısını söylemesi çok çok ayıp. Daha ne diyelim B. Gerçeker’e… Gerçek sanatçı, ezenlerden, halkları katledenlerden yana olmaz, olamaz. Sanatçı; duyarlı, içten, samimi duygularıyla masum, mazlum insanları anlar, onlardan yana olur. Onların acılarını, dertlerini dile getirir, onlara acı çektirenlere de tepki gösterir. Yani NATO gibi savaş örgütünün organizasyonunda yer almayı zul sayar. Dediğimiz gibi, bu şarkının bir hikâyesi, bir geçmişi vardır. Bir anlamı vardır insanlık için. Somut bir olay için bestelenmiş, söylenmiştir bu şarkı onlarca ünlü şarkıcı tarafından. Nedir bu olay? Michael Jackson ve Lionel Richie tarafından yazılan şarkıyı, USA for Africa (USA: United Support of Artists: Sanatçıların Birleşik Destek Hareketi) adıyla bir araya gelen Amerikalı sanatçılar 28 Ocak 1985 tarihinde söylemişler ve şarkı çok büyük yankı yaratmıştır. Onlarca ödül almıştır. Şarkıyı söyleyen sanatçıların bir kısmıysa şunlardı: Lindsey Buckingham, Kim Carnes, Ray Charles, Bob Dylan, Bob Geldof, Hall and Oates, La Toya Jackson, Michael Jackson, Al Jarreau, Waylon Jennings, Huey Lewis and the News, The Pointer Sisters, Lionel Richie, Diana Ross, Paul Simon, Bruce Springsteen, Tina Turner, Dionne Warwick, Stevie Wonder. Kazanılan yaklaşık 60 milyon dolarla Afrika’daki Sudan, Etiyopya gibi ülkelerdeki fakirlere ve özellikle çocuklara tonlarca yiyecek yardımı yapılmıştır. *** NATO, bildiğimiz gibi, gizli-illegal bir yapılanmadır da aynı zamanda. NATO’ya bağlı illegal bir örgüt olan ve Süper NATO, Gladio, Kontrgerilla gibi değişik adlarla adlandırılan ve görevi NATO ülkelerinde gelişecek devrimci hareketleri ezmek, yok etmek olan bir örgütlenmenin de merkezidir. Ve bu örgüt, Türkiye ve Yunanistan’da karşıdevrimci darbeler yapmış, yüzlerce, binlerce masum insanın kanına girmiştir. Yine Avrupa ülkelerinde gerçekleştirdiği operasyonlarla (tren garlarını vb. bombalamış) onlarca, yüzlerce masum insanı katletmiştir. Yani onlar kendi halklarına da düşmandırlar, onlara da acımazlar kendi çıkarlarını korumak için… Bunlar (NATO’cular, ABD’ciler vb. leri) böyledir. Bir yandan kendilerinin alçakça sömürülerine izin vermeyen, bağımsızlığını savunan ülkeleri, devletleri işgal ederler, ilhak ederler, olmadı yerli işbirlikçileri aracılığıyla yeraltı ve yerüstü bütün servetlerini, tarihini, doğasını sömürürler. Oralardan elde ettikleri artıdeğerleri, kârları ülkelerine götürüp giderler, diğer yandan da yaptıkları bütün zalimlikleri de o ülkelere “özgürlük ve demokrasi”, “barış” götürmek” olarak adlandırırlar. Oysa onlar; İnsana, hayvana, doğaya düşmandırlar. Katliamcıdırlar, soyguncudurlar. Onlar ikiyüzlüdürler. Barış gibi kutsal bir kavram, onların ağzına asla yakışmaz. İğreti durur, sırıtır o güzel sözcük onların o kanlı ağızlarında…❑ 8 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 Başyazı “Hırsızlar İmparatorluğu”nu yıkacağız! Baştarafı sayfa 1’de Amerikan, Fransız Emperyalistlerinin maşası Antranik Ozanyan komutasındaki Ermeni Ordusu insanlık dışı katliamlarını sürdürüyordu. Müslüman Halkı camilerde toplayıp ateşe vererek su kuyularına baş aşağı canlı canlı atıp üstlerine kayalar yuvarlayarak ve daha akla hayale gelmeyecek caniliklerle katlediyordu. İstanbul’da ise Batılı Emperyalistlere teslim olmuş Padişah Vahdettin ve hükümetleri Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyeciler hakkında idam fermanları çıkarıyordu. Yani durum apaçık ortadaydı, herkesçe görülüp anlaşılıyordu. Bugünse halkımız parça parça bölünmüş durumda. Üstelik de düşman; ülkemizi askeri üsleri, NATO, Avrupa Birliği gibi askeri ve siyasi örgütleriyle; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi ekonomik örgütleriyle ve sanayimizin tamamını oluşturan tekelci şirketleriyle kıskıvrak bağlamış olmasına rağmen kendisini gözlerden uzak tutmayı, gizlemeyi başarabilmiştir. Türkiye, aslında Yeni bir Sevr süreci yaşıyor. Sevr bataklığına çekilip orada boğulma, yok edilme süreci yaşıyor. Ve her geçen gün de adım adım oraya sürüklenip götürülüyor. Kim tarafından mı? İşte yukarıda saydığımız Batılı Emperyalistler tarafından. Amerikan Emperyalistleri, Avrupa Birliği Emperyalistleri tarafından. Yani Birinci Kuvayimilliye öncesinde Türkiye’yi parça parça ederek yok etmek isteyen Batılı Emperyalistler, bugün de yeniden Türkiye’nin önüne Yeni Sevr Haritası koymuşlardır ve onu kabule zorlamaktadırlar. İşin en vahim tarafı da, halkımız bu felaketin farkında değildir. Oysa, ABD Emperyalistlerinin BOP Haritası ortadadır. Bu haritaya göre Türkiye, “Free Kurdistan”, “West Armenia” ve Türklere bırakılan kısım olmak üzere üçe bölünmektedir. Türkiye’de, 13 yıldan bu yana iktidarda bulunan AKP’nin büyük patronu, “Ben BOP’un yani Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi’nin eşbaşkanlarından bir tanesiyim ve biz bu görevi yapıyoruz”, diye televizyon ekranlarından, kürsülerden onlarca kez dile getirmiştir bu ihanetini. CIA’nın, Pentagon’un, Washington’un hazırlayıp uygulamaya soktuğu BOP Haritası; Irak’ta, Libya’da, Suriye’de ne yazık ki hayata geçirilmiştir. Bu ülkeler üçer parçaya bölünmüş, üstelik de hepsi kan denizine döndürülmüştür. Zaten ABD Emperyalistlerinin, AB Emperyalistlerinin özgürlük ve demokrasi getirme yalanıyla girdikleri her ülke ölüm tarlalarına dönüşür. Cehennemin en kara dumanları yükselir o ülkelerin üzerinde. Bu emperyalistler, tarihleri boyunca nereye adım atmışlarsa ölüm celladı da hep bunların yanı başında olmuştur. İşte 1990’dan bu yana bölgemiz Ortadoğu’da 6 milyon civarında Müslüman insan bu emperyalistler tarafından vahşice katledilmiştir. Hâlâ da gözleri doymuş değildir bu emperyalist haydutların. Şimdi de gözlerini Türkiye’ye çevirmiş durumdadırlar. “Sıra sende Türkiye”, diyorlar. “Bölünme vaktin geldi”. Ve aynen Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’mız öncesinde olduğu gibi dış düşmanla ittifak etmiş yerli işbirlikçi hainlerle karşı karşıyayız şu anda. Kim mi bunlar? Meclisteki başta AKP gelmek üzere dört Amerikancı parti. Yani AKP, CHP, MHP ve HDP. Bunların ortak paydası Amerikancılıktır, NATO’culuktur, Avrupa Birlik’çiliktir, İMF’ciliktir. Bunların bir tekinin, ABD ve AB Emperyalistlerine karşı bugüne dek gık dediğini duymuşluğunuz var mıdır? Hayır. Tam tersine bunlar belirli aralıklarla Washington’a giderler, Pentagon’a giderler. Oralara saygılarını, sadakatlerini sunarlar ve görev talep ederler efendilerinden. Bize görev ver, sana hizmette bulunalım, derler. Amerika ve AB Emperyalistleri bölgemiz ülkelerini harabeye çevirirken ve oraları parça parça bölerken, halkları birbirine boğazlatırken bunların gıkı çıkmış mıdır? Hayır. Başta İncirlik gelmek üzere Türkiye’deki üslerinden kalkan Amerikan bombardıman uçakları ve helikopterleri o ülke topraklarını, şehirlerini, kasabalarını cehenneme çevirirken bunların bir teki olsun ses çıkarabilmiş midir bu katliama? Hayır. Amerikan askerleri bu haydutlukları, bu canavarlıkları sürecinde camileri bombalamışlar, oralarda ibadet eden Müslümanları tarayıp öldürmüşlerdir. On binlerce Müslüman kadının ırzına geçmişlerdir. On binlercesinin gece evlerine, yatak odalarına baskınlar yapmışlar, arama bahanesiyle bedenlerini el atmışlardır. Televizyon ekranlarına yansıyan bir görüntüde uzun, beyaz Arap giysisi içindeki bir Arap erkeği, gözünden yaşlar süzülerek anlatıyordu bu faciayı: “Kadınlarımızın bedenlerini yokluyorlar, ses çıkaramıyoruz korkumuzdan”, diyordu. “Karşı çıkanları zaten hemen ö l d ü r ü y o rlardı”, diyordu. Bir erkek için böyle bir duruma düşmekten daha acı başka ne olabilir? İşte tam da o günlerde on yıllardan bu yana saf, temiz insanlarımızın din duygularını sömüren yani din alıp satan, yani “din kisvesi altında dünya menfaati sağlayan”, bütün bunlarla da yetinmeyip son günlerde seçim meydanlarında elinde Kur’an’la dolaşan AKP’nin “Reis”i ne diyordu? Aynen şunları diyordu, Amerika’nın canavarlaştırılmış, insanlıktan çıkarılmış işgal ordusu için: “Bu cesur kadın ve erkeklerin en az kayıpla evlerine dönmelerini umuyor ve bunun için dua ediyoruz.” Böyle Müslümanlık olabilir mi? Hayır. Bu çok açık bir şekilde Müslüman düşmanlığıdır. Meclisteki diğer Amerikancı partiler de aynıdır. Pek de bir farkları yoktur birbirlerinden. İnsanların yüzüne bakarak yüreklerinde sakladıkları ihaneti okuyamazsınız. Bunların hepsi ikili oynamaktadır. Amerika’yla etle tırnak gibi kaynaşmış Parababaları da: TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TİSK’çiler de aynıdır. Amerikancı satılmışlar medyası da aynıdır. Türkiye’nin, Türk ve Kürt Halkının düşmanları cephesindedir bunlar. İşte Halkın Kurtuluş Partisi, Demokratik Halk İktidarını kurduğu zaman bunların tamamının ekonomideki ve siyasetteki varlıklarına son verecektir. İktidar gerçek anlamda örgütlü halkın iktidarı olacaktır. Sözümüzdür: “Hırsızlar İmparatorluğu”nu yıkacağız… Hırsızlarsa nereye giderlerse gitsinler, nereye çıkarlarsa çıksınlar sonunda mutlaka çelik bilezikle tanışacaklar. Tarihe de “vurguncu”, “halk düşmanı”, “ABD işbirlikçisi hainler” olarak yazılacaklar. Bizi hiçbir güç korkutamaz, sindiremez, yıldıramaz… Sözümüzü Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın şu özdeyişiyle bağlayalım: “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir.” Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz! ❑ Parababalarının seçim oyunu sürüyor ülkemiz Yeni Sevr bataklığına sürükleniyor Baştarafı sayfa 1’de Meclis’teki dört parti Amerikancılık ortak paydasında buluştu Bunların ortak paydaları Amerikancılıktır, AB’ciliktir. O sebepten de bunların dördü de NATO’cudur, Avrupa Birlikçisidir, IMF’cidir, DTÖ’cüdür, özelleştirmecidir, kamu malı düşmanıdır, dolayısıyla da kamuya, halkımıza, ülkemize, vatanı- Tayyipgiller’in bildiğimiz gibi, kullandığı en önemli ve etkili siyasi enstrüman-araç din sömürüsüdür. Yani saf, masum, temiz insanlarımızın dini inançlarını; şeytanın bile aklına gelmeyecek metot ve biçimlerle, onları kandırarak sömürmektir. Halkımızın deyişiyle “din alıp satmak”tır. Din onlar için insanlarla inandıkları kutsal varlık arasında kurdukları ilişkiler manzumesi değil de bir ticari metadır. Siyasette en çok rant getiren bir maldır. Onlar, kürsülerde, meydanlarda, ekranlarda dini, imanı, Kamp’ın çökmesiyle birlikte dümeni Atlantik’e ve Amerika’ya kıran, onunla kaynaşıp eklemlenen PKK’nin legal örgütleridir. Bu partiler de 1991’den bu yana Amerika’yla el ele, omuz omuza Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarının gerçekleştirilmesi için mücadele etmektedir. Dolayısıyla da bu parti Kürt Meselesi’nin Amerikancı çözümünün peşindedir ve onun için çalışmaktadır. Başarılı olduklarında Amerika’nın Ortadoğu’da “İkinci Bir Petrol Bekçisi” yani “İkinci Bir İsrail” veya yeni bir “Müslüman İsrail” ortaya çıkacaktır. Bu Yeni İsrail-Amerikancı Kürt Devleti bölge halklarına düşman, Amerika’ya ve Avrupa Birliği’ne sadık dost olacaktır. Tıpkı Siyonist İsrail gibi… ABD’nin “Yeni İsrail” projesine ve “Ermeni Soykırımı” Yalanına AKP, CHP, HDP’den açıktan, MHP’den örtülü destek mıza düşmandır. İşçimize, köylümüze ve Mustafa Kemal gelenekli, Birinci Kuvayimilliye gelenekli antiemperyalist, laik, yurtsever aydınımıza, bilim insanımıza, kamu emekçilerine, sanatçımıza ve Ordu Gençliği’mize düşmandır. İşte bu düşmanlıklarından dolayı onların tamamı ABD Emperyalistlerinin Afrika, Ortadoğu ve Asya’daki 24 Müslüman ülkeyi parça parça bölerek sınırlarının yeniden belirlenmesi demek olan “Büyük Ortadoğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin-BOP’unun yandaşıdır, destekleyicisidir. Velhasıl onların tamamı Batılı Emperyalistlerin Mütareke Dönemindeki İstanbul Hükümetlerinin yaptıklarının aynısını yani ihanetlerinin aynısını bugünlerde yapmakla görevlendirilen işbirlikçileridir, hizmetkârlarıdır. Bunlardan; 1- AKP zaten onlarca namuslu araştırmacının yazdığı kitaplarda, somut, elle tutulur, kesin belgelerle ortaya koyduğu gibi bir Amerikan-İsrail projesidir. Bunlara verilen görev, BOP’un Türkiye ve Ortadoğu ayağının hayata geçirilmesinde aktif rol üstlenmeleridir. Zaten bunun kurucu genel başkanı, başbakanı ve devlet başkanı Tayyip, kendisinin BOP’un eşbaşkanlarından bir tanesi olduğunu ve o görevi yapmakta olduğunu defalarca kürsülerde, TV programlarında söylemiştir. BOP haritası meydandadır. Orada Türkiye üçe bölünmektedir: Türklere bırakılacak kısım, “Free Kurdistan” denen kısım ve “Batı Ermenistan” olarak adlandırdıkları kısım biçiminde. Bu ihanetleri karşılığında, Tayyipgiller’e küplerini doldurmaları, ayrıca da makam, ün, poz, koltuk sahibi olmaları vaat edilmiştir. Bu vaatler de gerçekleşmiştir, bilindiği gibi. Tayyipgiller, 13 yıldan bu yana iki trilyon dolarlık vurgun yapmıştır, kamu malı hırsızlığı yapmıştır. AKP kurucularından, AKP’nin şu an kullanmakta olduğu programı da yazan ekonomi profesörü Abdüllatif Şener’in tespit ve iddiasına göre, sadece Tayyip ve ailesinin mal varlığı yani çaldığı kamu malı miktarı 100-120 milyar dolar arasındadır. Her halükârda bu miktar, 80 milyar doların altına düşmez. Ortalama olarak 100 milyar dolar diyebiliriz buna. Allah’ı, Kur’an’ı dillerinden düşürmezler. Ama bakanları kendi aralarındaki konuşmalarında “Bakara Makara”, diyerek Kur’an sureleriyle dalga geçerler-alay ederler, eğlenceye alırlar onları. Çünkü bunların dini Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu ve inandığı Kur’an’ın ayet ayet ortaya koyduğu din değildir. Bunlarınki Muaviye’nin, Yezid’in dinidir. Namuslu İlahiyatçımız Yaşar Nuri Öztürk’ün de çok haklı olarak belirttiği gibi kamu malı hırsızı oldukları için bunların cenaze namazları bile kılınmaz. Bunların seçim meydanlarında elde Kur’an’la dolaşması aynen Muaviye askerlerinin Sıffin Savaşı’nda düşman olarak karşısına aldığı Hz. Ali Ordularını şaşkına uğratıp hareketsiz kılabilmek için mızraklarının ucuna Kuran sayfaları takmalarına benzer. O amaca yöneliktir. 2- Ana muhalefet Partisi denen CHP ise, son iki genel başkan Deniz Baykal ve Kemal Kılıçdaroğlu dönemlerinde Mustafa Kemal’in ve silah arkadaşlarının kurduğu gerçek CHP ile hiçbir ilgisi, benzerliği, bağı kalmayacak ölçüde değiştirilmiş, dönüştürülmüş ve bir proje partisi haline getirilmiştir. O bakımdan, bu partinin şu anki yöneticileri de Amerikan Emperyalistlerinin, Avrupa Emperyalistlerinin bir dediğini iki etmeyecek kadar sadık hizmetkârlarından oluşmaktadır. Bunlar da BOP’cudur, Yeni Sevr’cidir. 3- MHP ise zaten Kontrgerilla’nın, Süper NATO’nun, Gladyo’nun paramiliter güçlerini örgütlemek ve yurtseverlere karşı bunları savaştırmak amacıyla kurdurulmuş olan Amerika’nın özel bir partisidir. Onun görevi de milliyetçi duyguları ve hassasiyetleri güçlü olan saf insanlarımızı kandırarak, avlayarak peşine takmak ve Amerika’nın çıkarları doğrultusunda onları savaştırmaktır. Dikkat edersek, Tayyipgiller’in AKP’si ne zaman sıkışık bir duruma düşse onun yardımına ilk koşan ve sınırsız desteğini sunan hep bu parti olmuştur. Bu parti sözcüleri kürsülerde milliyetçi söylemlerde bulunurlar. Ama bu tamamen saf, bilinçsiz insanlarımızı kandırmaya yöneliktir. Onların milliyetçiliği de yurtseverliği de yalandan ibarettir, aldatmacadır. 4- BDP-HDP de 1991’de Sosyalist Bu Yeni İsrail’in oluşturulmasında bugün Meclisteki üç parti hemfikir olduklarını açıktan itiraf etmektedir. Sadece MHP açıktan değil de dolaylı desteklemektedir, bu Amerikan projesini. Kandırdığı bilinçsiz kitleleri çatısı altında tutabilmesi için öyle oynaması gerekmektedir çünkü. Sözde, görünüşte karşı çıkar gibi görünecek ama gerçeklikte aynen öbürleri gibi destekleyecektir bu projeyi. Zaten öyle de yapmaktadır. Bugüne kadar öyle yapmıştır, bundan sonra da aynısını yapacaktır. Meclisteki bu dört partinin üçü açıktan “Ermenicidir”. Yani emperyalist bir yalan olan “Ermeni Soykırımı Yalanı”nın savunucusudur. Hatırlanacağı gibi Tayyip geçen yıl 24 Nisan öncesi bir taziye, özür bildirisi yayımladı bu konuda. Özetçe ne dedi? “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihi bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması için değerli bir fırsat sunmaktadır.” “(…) “Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.” “(…) “Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla, 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.” Tehcire, bir savaş propagandası olan “Mavi Kitap”ın iki yazarından biri olan İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın görevli tarihçisi Arnold Tonybee bile; “Benzer şartlarda Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere birçok devletin başvurduğu bir savunma tedbiriydi”, diyor; Tayyip’se o tedbire “gayri insani sonuçlar doğuran bir uygulama” diyor. Böylece de tevil yoluyla da olsa Burjuva Ermenistan’a, Diaspora Ermenilerine göz kırpıyor. Onlara destek atıyor. Tabiî asıl mesajı da ABD’li ve AB’li efendilerine vermiş oluyor. Kaçak Saray’ın Sultanı Tayyip’in emanetçisi Başbakan Ahmet Davutoğlu ise tehcir adlı savunma tedbirini ve onun uygulanışını “insanlık suçu”dur, diyerek kendince en ağır biçimde mahkûm ediyor. Davutoğlu’nun bu “tehcir insanlık suçudur” ibaresi açıkça Ermeni Soykırım Yalanının farklı sözcüklerle kabulünden ve dile getirilişinden başka hiçbir şey değildir. Dikkat edersek, ABD’li ve AB’li efendilerine sadakat ve hizmetkârlık yarışında Ahmet Davutoğlu, patronu Tayyip’i boynuzun kulağı geçmesi gibi geçmiş oluyor. Burada her ikisine karşı da bağırıyoruz: Sizin atalarınızın kim olduğunu ve onların ne yaptığını biz bilmiyoruz, ilgilenmiyoruz da sizinle. Ama bizim Türk ve Kürt atalarımız tarihlerinin hiçbir döneminde insanlık suçu işlemediler. Asla soykırımcı olmadılar. Atalarımıza Amerikan ve Avrupa Emperyalistlerinin ağzıyla çamur atmayın! Ayıptır, yazıktır, günahtır. 9 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 Türk, Kürt ve Ermeni Halklarını birbirlerine kırdırmayı planlamaktadır. Bu halkları kanlı bir boğazlaşmanın içine sürüklemeyi planlamaktadır. Türkiye’yi bir kan gölüne döndürmeyi amaçlamaktadır. Halkın Kurtuluş Partisi Kürt Sorunu’nun Devrimci Çözümünden yanadır CHP’nin yeni pusulası: Mustafa Kemal’e soykırımcı diyenler milletvekili adayı Gelelim CHP’ye. Bizim kanaatimize göre, Yeni CHP’nin bir CIA-MOSSAD-Fethullah kaset operasyonuyla yönetimine taşıdığı “Dersimli Kemal” de bu Soykırım Yalanına inanıyor. Çünkü, Türkiye’yi Dersim Soykırımcısı olmakla da suçlayan, Hrant Dink anmasında “Yüzleşin, Hrant’la, Soykırım’la” pankartı arkasında yine CIA devşirmesi CHP milletvekili Şafak Pavey’le yan yana yürüyen “TR 705” Sezgin Tanrıkulu, CHP’nin Genel Başkan Yardımcısıdır şu an. Yine Türkiye’yi Pontus dahil bir yığın soykırımcılıkla itham eden Mustafa Kemal düşmanı Mehmet Bekaroğlu’nu son CHP Kurultayı’nda bir hilebazlıkla yönetime taşıyan Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Üstelik de bunlarla yetinmiyor. Ermeni Soykırım Yalanını ve Türk düşmanlığını eşi Erdal Doğan’la birlikte takıntı haline getiren, kendi deyişiyle “Türkiyeli Ermeni” Selina Doğan’ı İstanbul 2. Bölge 1. sıradan milletvekili adayı gösteriyor. Bunlar Mustafa Kemal’i de “soykırımcı ve katliamcı” olarak gösteriyorlar, suçluyorlar. Tabiî Türkiye’yi de suçluyorlar aynı zamanda. “Dersimli Kemal” bütün bu kişileri laf olsun diye Parti yönetimine, Meclise taşımıyor. Aldığı emri uyguluyor. Kendisini o makama getirenlere hizmette bulunuyor… Meclisteki üçüncü açıktan oynayan partiye gelirsek; bu BDP-HDP’dir. Bunlar Türkleri; Ermeni, Süryani, Pontus ve Dersim Soykırımcısı olmakla suçlamaktadır on yıllardan beri. Hep diyoruz ya bu parti de siyasi kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmiştir. Ermenistan ve Yunanistan ulusal kimliklerini nasıl Türk düşmanlığı üzerine inşa etmişlerse bu parti de siyasi kimliğini Türk düşmanlığı üzerine inşa etmiştir. Her 24 Nisan’da bu partinin milletvekilleri Taksim’de “soykırım mağdurları”na sözde yas tutan ABD işbirlikçilerinin, devşirmelerinin yanı başında onlarla birlikte yer alırlar. Süper “demokrat” Demirtaş çıkarı için Tayyip gibi kırk takla atıyor Bu partinin, aylardan beri ABD’nin ve CIA’nın solcuyu ve demokratı oynattığı eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, 18 Ocak’ta katıldığı bir televizyon programında aynen şunları söylüyor: “Hakan Çelik: Siz soykırım olarak değerlendiriyor musunuz bunu? “Selahattin Demirtaş: Elbette, hiç tereddüt etmeden! Milletvekili olduğumdan beri, ondan önce insan hakları avukatlığı yaptım. Bu konudaki yaklaşımım hiç değişmedi. Kimse kusura bakmasın. Çok acı tarihi bir olayı birileri resmi tarihi örttü diye ben de buna boyun eğecek değilim.” Zaten HDP Avanesinin tamamı aynı şekilde düşünür ve konuşur. İşin enteresanı, aynı Selahattin Demirtaş seçimler yaklaştığında CHP tabanından ve Kemalist kesimden de oy koparabilmek için bu kez çalkalamaya başlar. Yine CNN Türk’te 30 Nisan’da katıldığı TV programında şöyle demeye başlar: Biz soykırımı; “(…) peşinen kabul etmedik aslında. Bizler hakikat ve geçmişle yüzleşme komisyonu kuracağız, bu komisyonun çalışmasını destekleyeceğiz. Ve bu komisyonun yapacağı araştırmalar, incelemeler, özgürce yapacağı tartışmalar sonucunda tarihimizde yaşanmış soykırım, katliam ve benzeri uygulamalarla yüzleşme konusunda biz cesur olacağız, dedik. Yani şuna soykırım diyoruz buna soykırım diyoruz diye bir tanım koymadık. Hakikatle yüzleşme komisyonunu biz destekleyeceğiz ve oradan hakikatli bir çalışma çıktıktan sonra toplum eğer bununla yüzleşmeyi kabul ediyorsa siyasetçiler olarak bize düşen şey bunun gereğini yapmaktır.” İşte böyle bunlar, kardeşler. Amerikancı burjuva partilerinin siyasilerinde siyasi ahlâk ve namus ararsanız, sonuç hüsrandır. Şeytanda iman arasanız daha akıllıca bir şey yapmış olursunuz… Burada PKK’nin, BDP’nin, HDP’nin yöneticilerine soruyoruz: Söyleyin bakalım Ermenistan Anayasa Mahkemesinin şu kararları hakkında ne diyorsunuz? “Ermenistan Anayasa Mahkemesi (EAM), Türkiye ile Ermenistan arasında 10 Ekim 2009’da Zürich’te imzalanan protokolleri uluslararası hukuk, Ermenistan Anayasası ve iç hukuku ışığında yorumlamak suretiyle, şu ön şartların Türkiye’ye dayatılmasını öngörüyor: “(1) Kars ve Moskova antlaşmaları geçersizdir. “(2) Ermenistan’ın Doğu Anadolu toprakları üzerindeki hakları meşru ve geçerlidir. “(3) 1915 soykırımı bir gerçektir ve Ermenistan bu gerçeğin dünyaya tanıtılması misyonundan vazgeçmeyeceği gibi, bir tarih komisyonunda da bu gerçeğin tartışılmasını kabul etmez.” (Şükrü Elekdağ, Tarihsel Gerçekler ve Uluslararası Hukuk Işığında Ermeni Soykırımı İddiası, s. 2-3) Bu kararları da aynen kabul ediyor musunuz? Ediyorsanız mert olun. Evet, haklıdır, yerine getirilmelidir bu talepler, deyin. Yok eğer etmiyorsanız da dürüst olun. Osmanlı’nın ve Türklerin sırtından demokratı oynamaya kalkmayın. Türk düşmanlığı yaparak kendinizi ABD’li, AB’li efendilerinize şirin göstermeye kalkmayın. Ayıptır ya, yazıktır. Sadece bugünkü Kürt Halkına değil, Kürt atalarınıza da ihanet ediyorsunuz, emperyalistlerin soykırım yalanını savunmakla… Sadece HDP değil, Meclisteki AKP de CHP de savunmaktadır bu yalanı, yukarıda aktardığımız metinlerde görüldüğü gibi. MHP ise sözde karşı çıkmaktadır. Fiiliyattaysa öbürleriyle aynı yolun yolcusudur. Ne yapsınlar… Hepsinin patronu ABDAB Emperyalistleri. Onların verdiği görevi yapıyor bunlar. Bu emperyalist haydutlarsa yakın gelecekte hainane projelerini hayata geçirerek Saygıdeğer Halkımız; İşte Halkın Kurtuluş Partisi, Batılı Emperyalistlerin önderlik ettiği bu hayâsızca gidişi durdurmak için mücadele ediyor. ABD ve AB Emperyalistlerini bölgemizden kovmak ve kardeş Müslüman Halkları ve ülkeleri bu haydutların şerrinden, işgal ve katliamlarından kurtarmak için mücadele ediyor. Yani Yeni Sevr haritasını tıpkı Birinci Kuvayimilliyeci atalarımızın parçalayıp bu haydutların yüzüne fırlattıkları gibi parçalamak ve Tarihin çöplüğüne atmak için mücadele ediyor. Kavgamız ve feryadımız budur. Çağrımız buna yöneliktir. Biz her şeyden önce anlaşılmak istiyoruz. Halklar hep kardeş olsun istiyoruz. Kürt Sorunu gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve kardeşlik temelinde iki halk arasında adaletlice, hakkaniyetlice çözülsün istiyoruz. Emperyalistlerin yalanlarına kanılmamasını ve onların peşinden gidilmemesini istiyoruz. O emperyalist haydutlar tüm mazlum dünya halklarının olduğu gibi Türk ve Kürt Halkının da düşmanıdırlar. Bu hiç akıldan çıkarılmasın istiyoruz. Bu haydutlar 1990’dan bu yana bölgemiz Ortadoğu’da 6 milyon masum Müslüman insanın canına kıymış, kanını akıtmış cellatlardır, diyoruz. Bunların işi gücü halkları birbirine kırdırmaktır. Kendileri de bölgenin doğal kaynaklarını ve halkların yarattığı değeri sömürmekten başka bir şey amaçlamaz, diyoruz. Yukarıda söylediğimiz gibi bir de BOP haritası çıkardılar ortaya. Bu haritayı pratiğe uyguladıkları zaman bölge artık kendileri için dikensiz gül bahçesi haline gelecek. Kendi zalimane sömürü ve vurgunlarına gık diyebilecek tek devlet kalmayacak bölgede. Başta Türkiye gelmek üzere, tüm Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Asya ülkelerini parçalayıp küçük devletçikler haline getirecekler. Tabiî bu minik devletçikler de kendilerine ne yapılırsa yapılsın hiç itirazda bulunamayacaklar. 12 Eylül 1980’deki Faşist Darbe bu amaçla yapıldı. Türkiye’de sol, sosyalist, ilerici, Mustafa Kemalci, laik, antiemperyalist, namuslu insanların neslini kurutmak için yapıldı. 12 Eylül’ün sivil hükümetleri Turgut Özal, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Necmeddin Erbakan, Bülent Ecevit ve en sonuncusu olan Tayyipgiller hükümetleri hep kesintisiz biçimde ABD Emperyalistlerinin bu çıkarları doğrultusunda hareket ettiler. Onlara hizmet ettiler. Tabiî Türkiye Halkına da ihanet ettiler. Türkiye ekonomisini bütünüyle onların ellerine teslim ettiler. Böylece tarımın, hayvancılığın kökünü kuruttular. Sanayileşme hiç olmadı. Var olan sanayi şirketi görünümündeki kuruluşların tamamı emperyalist tekellerin yerli şubelerinden ibarettir. Batılı Emperyalistler ekonomice ve siyasetçe kendilerine bağımlı bir Türkiye yarattı Türkiye, bırakalım uçağı, füzeyi, daha kaba bir teknoloji gerektiren otomobili bile yapamamaktadır. Bir yerli markası yoktur otomotivde. Sanayici geçinen emperyalist uşakları bu durumdan hiç utanç duymuyorlar. Finlandiya gibi, Tayvan gibi, Emperyalist Kore gibi küçücük ülkeler bile teknolojinin son sözü bilgisayarları, telefonları üretirken Türkiye, bir cep telefonunu bile üretemez durumdadır. Batılı Emperyalistler Türkiye’nin sanayice gelişmesine, güçlü bir ekonomisi olmasına asla izin vermezler. Bu hiç aklımızdan çıkarmamamız gereken temel bir gerçektir. Batılı Emperyalistler, Türkiye’nin üniversitelerini ele geçirdiler. Medyasını ele geçirdiler. Eğitimini ele geçirdiler. Yani bilim, kültür üretecek tüm kurumlarını denetimlerine aldılar. Onlar da kendi çıkarları doğrultusunda görev yapmaktadır. İşte bu hayâsızca gidiş sürsün diye Türkiye Halkı hiç uyanmasın, Ortaçağ karanlığından kurtulamasın diye bu emperyalistlerin yönetimindeki bilim ve kültür kurumları, televizyonlar, gazeteler, Parababalarının emrindeki Meclisi doldurmuş olan burjuva partilerinin sözcüleri durup dinlenmeden halka yalanlar söylüyorlar. Bunların bir teki bile içtenlikli değil, vicdanlı değil, insani ve siyasi ahlâka sahip değil. İnsan olarak çürümüş, içleri boşalmış, zombileşmiş yaratıklar konumundadır. Hiçbiriyle herhangi bir konuda konuşup anlaşamazsınız. Çünkü bunların kendi samimi hiçbir düşünceleri yoktur. Kendi kişilikleri yoktur. Bunlar efendileri olan Batılı Emperyalistlerin kendilerine ezberlettiğini tekrarlarlar. Mecliste, televizyonlarda, gazete sayfalarında bunların birbirlerine karşı söyledikleri tartışma filan değildir. Onlar bir oyun oynamaktadırlar. Hepsi aynı amaç içindedir. Tıpkı bir tiyatro oyununda olduğu gibi hepsi kendilerine senaryoda verilen sözleri tekrarlarlar. Amaç milleti kandırmaktır. Bakın bizde demokrasi var. Siyasi partiler var. Özgür medya var. Herkes düşüncesini açıkça ifade edebiliyor. Hür seçimler var. İstediği partiyi sandığa gidip oy vererek seçebiliyor. Daha ne olsun? Demokrasi budur işte, diyerek insanları yanıltmak, aldatmak ve hiç uyandırmamak istiyorlar. Oysa bunların bir ayrılıkları gayrılıkları yok aslında. Hepsi ABD’li ve AB’li efendilerinden memnun. Onların saldırı ve katliamlarını onaylıyor. Hatta destek veriyor onlara. Onların soygun düzenine tamam diyor. Bir itirazı yok. Ve en acısı, Türkiye’nin adım adım Yeni Sevr cehennemine sürüklenip götürülmesine hiç itirazları yok. İnanın, Türkiye Cumhuriyeti yok olsa, ülkemiz parça parça edilse Meclisteki siyasi partilerin tamamının yöneticileri, Parababaları medyasının vicdanlarını emperyalistlere satmış yazarçizerleri ve Türkiye’nin TÜSİAD’cıları, MÜSİAD’cıları hiç eyvah demezler. Hiç rahatsız olmazlar. Tersine, sevinirler bile. Silivri’de Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’a soruyor bir muhabir: “Fenerbahçe hakkında açılan dava nasıl gelişecek?”, diye. Verdiği cevap aynen şu: “Memleket elden gidiyor diye açıklamalar yapmıştım. Siz hâlâ basında şikeden bahsediyorsunuz. Ne şikesi, ne şike davası; memleket elden gidiyor. Korkmayın, biz korkmuyoruz.” Demek ki kardeşler, Meclisteki dört siyasi partinin de yöneticilerinde, bunların yandaşları olan medya yazarçizerlerinde ve Türkiye Parababalarında, Aziz Yıldırım’ın yüzde biri kadar olsun memleket sevgisi, vatan sevgisi yok. Dikkat edersek; bu burjuva meddahları aynen Tuluat tiyatrosunun aktörleri gibi birbirleriyle laf yarıştırmaktan başka hiçbir şey yapmıyorlar. Biri birine laf çakmış da, öbürü ona sert cevap vermiş de, bir başkası onu akıllıca alaya almış da diye gidiyor bunların medyaya yansıyan soytarılıkları. Satılmışlar medyasının yazarçizer ve konuşurları da “aa, bilmem kim ne güzel cevap verdi, ama öbürü anında çok sert karşılık verdi”, diye methiyeler düzüyor bu ABD uşağı soytarıların ortaoyununa. Tüm bu namussuzluklar, kandırmacalar, ülkemizin ve halkımızın gerçeklerini yakıcı, can alıcı sorunlarını örtbas etmek, gözlerden uzak tutmak için yapılmaktadır. Türkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşünün halktan hiç kimse farkına varamasın, koyun sürüsünün mezbahaya götürülüşü gibi halkımız o cehenneme sürüklensin diye yapılmaktadır. Kurtuluş Partisi Batılı Emperyalistlerin Yeni Sevr planlarına isyan eden yegâne partidir İşte Kurtuluş Partisi kardeşler, bu alçakça, bu namussuzca oyuna isyan ediyor. Ve bunun yerli ve yabancı aktörlerine “ey hainler, zalimler, vurguncular, cellâtlar”, diye meydan okuyor. “Biz buradayız işte”, diyor. “Bu son kaleyi düşüremediniz ve asla düşüremeyeceksiniz. Tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi biz de halkımızı eninde sonunda uyandıracağız, örgütleyeceğiz ve sizin satılmışlar ordusunun karşısına yenilmez, önünde durulmaz bir güç olarak çıkaracağız”, diyoruz. “Erken bayram etmeyin”, diyoruz. “Sizler eninde sonunda yenileceksiniz, ülkemizden ve bölgemizden def olup gideceksiniz”, diyoruz. “Hem de yerli işbirlikçi hainlerinizle birlikte. Tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi ve 1974’te uğradığınız Vietnam hezimeti sonrasında olduğu gibi yine rezil rüsva olacaksınız. Yine insanlığın yüz karası olarak lanetle anılacaksınız, mazlum halklar tarafından”, diyoruz. HKP NATO, IMF gibi emperyalist örgütlere ve vurguncu, hain Parababalarına karşıdır Halkın Kurtuluş Partisi, Demokratik Halk Devrimi’ni zafere ulaştırıp Halkın Demokratik İktidarını kurunca, ilk iş olarak emperyalistlerin bütün askeri, siyasi, ekonomik örgütlerinden ayrılınacak. Kovulacak bu alçaklar ülkemizden. Tabiî bunların başında NATO gelir, Avrupa Birliği gelir, IMF gelir, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gelir vb... Bu örgütlerin tamamı Batılı Emperyalistlerin yönetimi, denetimi altındadır ve onların emperyalist çıkarları doğrultusunda hareket eder. Partimizin önderliğindeki Demokratik Halk İktidarı Batılı Emperyalist çakalların yerli ortağı konumundaki hain Parababalarının, TÜSİAD’cıların, MÜSİAD’cıların, TİSK’çilerin ve benzerlerinin ekonomik varlıklarına da son verecektir. Emperyalist uşağı bu hain vurguncular, halkımızdan vurdukları varlıkların tümünü halka geri vermek zorunda kalacaklardır. Bunların işletmeleri kamulaştırılacaktır. Demek ki Kurtuluş Partisi özelleştirme değil, tam tersine Parababalarına peşkeş çekilen eski kamu kuruluşları da dahil olmak üzere Finans-Kapitalistlerin ve Tefeci-Bezirgânların ekonomik kuruluşlarını ellerinden alıp kamu malı haline getirecektir ve halkımızın hizmetine sunacaktır. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İyi de eskiden bu kamu kuruluşları verimli işletmeler değildi. Şimdi neden aynı anlayışa geri dönülüyor? Burada da namussuzca bir yalan ve kandırmaca vardır. Başlangıçta çok verimli işletmelerdi bunlar. Ülkemizde Birinci Ulusal Kurtuluş sonrasında sanayinin temellerini atan işletmelerdi bunlar. Halkımıza büyük faydalar sağladılar. Fakat giderek emperyalist uşağı Parababaları siyasilerinin iktidar mevkiini ele geçirmesiyle birlikte bu kuruluşların başına da halk düşmanı, emperyalizm yandaşı kişiler 10 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 bu rakamların daha üstünde ücretler verilebilecektir. HKP’nin Halk İktidarında İşsiz insan olmayacak Ha, şunu da açıkça belirtelim: Ülkemizde tek bir kişinin bile işsiz kalmasına göz yumulmayacaktır. Halk İktidarı bu işsiz kardeşimizin evine İtfaiye Kurumunun bir yangın mahalline koştuğu gibi hızla ulaşacak ve onun dertlerine anında derman olacaktır. Tabiî yeniden iş sahibi yapacaktır o kardeşimizi hızla. HKP İktidarında Öğretmenler işsiz, öğrenciler öğretmensiz kalmayacak Eğitim ve sağlık ücretsiz olacak getirildi. O yöneticiler, üvey evlat gözüyle baktı bu işletmelere. Hiçbir teknolojik ilerleme yaptırmadığı gibi siyasi parti yandaşlarını da asalaklar konumunda yaşamaları için bu kuruluşlara sözde personel adı altında doldurdular. Mahsus zarar ettirildi bu işletmeler, bu ihanetler sonucunda. HKP iktidarında, devletin en tepesinden en alt birimine kadar hep halk temsilcileri yer alacağı için o gerçek anlamda bir halk iktidarı olacaktır. Kamu işletmelerine de gözü gibi bakacaktır. Böylece de kamu işletmeleri, teknolojik ilerlemenin, gelişmenin, sanayileşmenin yeniden öncü gücü ve motoru haline gelecektir. Tekniğin son sözü olan teknolojiyle üretim yapacaktır bu işletmeler. Emperyalist Batı’nın en ünlü tekelci işletmeleriyle, markalarıyla yarışacak, orada üretilenlerin daha iyisini en azından aynı kalitedekini çok daha ucuza mal ederek üretecektir. HKP’nin Demokratik Halk İktidarında hem köylümüz, hem esnafımız hem tüketici kazanacak Bugün ocağı söndürülen köylümüze faizsiz ve çok uzun vadeli geri ödeme şeklinde kredi verilecektir. Teknoloji desteği verilecektir. Şu anda işsiz konumda olan 20 bin ziraat mühendisi ve 25 bin gıda mühendisi köylerimize, kasabalarımıza, şehirlerimize devlet eliyle istihdam edilerek gönderilecek, buralardaki iklim ve arazi yapısını bilimin tüm imkânlarını kullanarak tahlil edecek ve oralarda hangi ürünün en verimli şekilde kaların ve tefecilerin eline düşürülmeyecektir. Kendi emeğiyle, insanca yaşayabilmesi ve üreterek topluma yararlı olabilmesinin tüm yolları açılacaktır. HKP İktidarında Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak yasaklanacak İşçi Sınıfımız on yıllardan bu yana olduğu gibi işverenler elinde canı çıkıncaya kadar güvencesiz çalıştırılıp sefalet ücretine, dolayısıyla da sürünerek yaşamaya mahkûm edilmekten kurtarılacaktır. Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak yasaklanacaktır. Sendikalar da bugün olduğu gibi sarı sendikacılar yönetimindeki sahte sendikalar olmaktan çıkarılacaktır. İşçi Sınıfımızın gerçek temsilcilerinin yönettiği, işçi hak ve menfaatlerini en önde tutan namuslu işçi önderlerinin eline verilecektir. İşçi Sınıfımız hiçbir kanunsuzlukla karşılaşmayacak şekilde iş güvencesine sahip olacaktır. Bugün olduğu gibi işveren, hak arayan işçiyi diğer işçilere kötü örnek oluyor, benim onları sağmal sürü gibi kullanmamı engelliyor, diyerek işten atamayacaktır. Böylece de işverenler İşçi Sınıfımızı aşırıca sömüremeyecekleri için mecburen tekniği geliştirmek ve modern teknolojiyle üretim yapmak zorunda kalacaklardır, böylece de üretimin kalitesi ve verimliliği artacaktır. Demek ki işçinin hak araması ve insanca yaşama koşullarına kavuşturulması ülkemizin tümü için faydalıdır. Üretimin kaliteli olması ve miktarının artması için faydalıdır. İşçi Sınıfımız on yıllardan bu yana olduğu gibi işverenler elinde canı çıkıncaya kadar güvencesiz çalıştırılıp sefalet ücretine, dolayısıyla da sürünerek yaşamaya mahkûm edilmekten kurtarılacaktır. Sigortasız ve sendikasız işçi çalıştırmak yasaklanacaktır. Sendikalar da bugün olduğu gibi sarı sendikacılar yönetimindeki sahte sendikalar olmaktan çıkarılacaktır. yetişeceğini ve nasıl yetiştirileceğini ortaya koyarak Türkiye’nin tarımda ve tarımsal ürünlerin işlenmesinde dünyanın öncü ülkeleri arasına girmesini sağlayacaktır. Köylümüzün ürünleri üretici ve tüketici kooperatiflerinin koordineli çalışmasıyla, sürece dışarıdan hiçbir aracının girmesine imkân verilmeden tüketiciye ulaştırılacak, böylece üretmenlerimiz, ürününün gerçek karşılığını alabilecektir. Tüketicilerimiz de, mesela bugün olduğu gibi köylünün elinden vurguncu bezirgânlar tarafından 1 liraya alınan patatesi 4-5 liraya alıp yemek zorunda kalmayacaktır. Yani ne üreticiler aldatılacaktır ne de tüketiciler. Bu da tabiî üreticilerin de tüketicilerin de kendilerinin yönettiği halk kooperatiflerinde örgütlenmeleriyle mümkün olacaktır. Küçük esnafımız teşvik edilecek, ban- HKP’nin Demokratik Halk İktidarında Asgari Ücret, Asgari Geçim Endeksinden şağı olmayacak Tabiî bugün sayıları 350 bini geçen ataması yapılmayan öğretmenlerimiz hemen okullarına ve öğrencilerine kavuşturulacaktır. Sonrasında da bir tek öğretmenimiz bile tayin beklemeyecektir. Eğitim ve sağlık herkesin en temel insan hakkı olduğundan, tümüyle ücretsiz olacaktır. Çocuklarımız, temel eğitimin ilk sınıfından itibaren üniversitenin son sınıfına kadar hiçbir ücret ödemeden kamu okullarında; bilimsel, laik, demokratik, anadilinde eğitimlerini yapabileceklerdir. Üniversitelerimiz, bugün olduğu gibi siyasilerin elinde oyuncak olmaktan çıkarılacak, dünya standartlarında kaliteye sahip bilim insanlarının hocalık ettiği dünyanın alanında en önde gelen üniversiteleriyle yarışır haldeki bilim yuvaları haline getirilecektir. Böylece de doğa ve toplum bilimlerinde ülkemiz en gelişkin Batı ülkeleriyle devamlı yarışır halde olacaktır. Yani en üst seviyede bilim üreten kurumlar olacaktır. Sağlık da her insanın en doğal hakkı olduğu için parasız olacaktır. Hastalanan her yurttaşımız sadece kimliğini göstererek istediği sağlık kuruluşundan derdine deva olacak sağlık hizmetini alabilecektir. Zaten halk sağlığını korumak, Halk İktidarının en önemli görevlerinden biri olacağı için hastalık durumları çok önemli oranda azalacaktır. Dolayısıyla da insanlarımız daha sağlıklı hale getirilecektir. Çocuklarımızın ana karnından itibaren en sağlıklı bedene ve ruha sahip olmaları için gereken tıbbi ve gıda yardımları hiç aksatılmadan yapılacak, sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi gerçekleştirilecektir. Çocuk işçiler, sokaklarda yaşayan çocuklar, istismara uğrayan çocuklar asla olmayacaktır Halk İktidarında. Her çocuk, her insan, toplumun eşit bir değeri olarak kabul edilecek, onun korunması, geliştirilmesi, sağlıklı ve mutlu yaşaması için gerekli her şey yapılacaktır. HKP İktidarında Kadın ezilen cinsiyet olmaktan kurtulacaktır Toplumda ezilen cinsiyet olarak var olan kadın, bu durumdan kurtarılacaktır. Tüm eğitim ve iş imkânları kadınlarımıza da eksiksiz bir şekilde ulaştırılacaktır. Ailede, işyerinde kadının ezilmesine, ikinci kalitede insan olarak görülmesine asla izin verilmeyecektir. Bunun hem maddi şartları sağlanacak, hem de kadını aşağı gören geleneksel ataerkil-erkek egemen kültür tümden yok edilinceye kadar onunla mücadele edilecektir. Toplumun her alanında kadın, insanın tam ve eşit yarısı olarak kabul edilecek, tüm hukuki ve maddi düzenlemeler ona göre oluşturulacaktır. Böylece de kadın, her girişimde, her onurlu harekette, toplumu ileriye taşıyan ve koruyan her harekette ön safta yer alacaktır. Tabiî kadının tacize uğramasının her yer ve ortamdaki şartları ortadan kaldırılacaktır. Ayrıca da insanımıza bu yönde eğitim ve kültür verilecektir. Yani kadını aşağı gören düşünce, inanç ve kanaatler yok edilecektir. Bu, belli bir zaman alacaktır muhakkak. Ama mutlaka halledilecektir. O zamana kadar da kadına yönelik her boyuttaki saldırının ve istenmeyen davranışın önlenmesi için ne gerekiyorsa yapılacaktır. Kadın örgütleri de bu çalışmada ön safta yer alıp belirleyici rol oynayacaklardır. HKP İktidarında Adalet, hukuk insanlarının Dolayısıyla da asgari ücret, 2005 yıözgür iradesiyle güvence lında Programımızda da belirttiğimiz gibi altına alınacaktır 4 kişilik bir ailenin asgari geçim endeksine en azından denk olacaktır. 2005 yılında bu rakam 1500 lira idi. O yıl bu nedenle de 1500 rakamını yazmıştık Programımıza. Bugünse 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 4343 lira olarak belirlenmektedir. Demek ki asgari ücret bundan düşük olamaz. Tabiî memur maaşları da. Yerli yabancı Parababalarının tüm sömürü ve vurgunları ortadan kaldırılacağı için, aslında HKP’nin önderlik ettiği Demokratik Halk İktidarında halk kitlelerine Adalet mekanizması bugün olduğu gibi siyasilerin o alandaki ağırlıklarını, etkinliklerini temsil eden kurumlar olmaktan, dolayısıyla da onların oyuncağı olmaktan kurtarılıp hukuk insanlarının sadece hukuka ve vicdanlarına dayanarak özgürce, hiçbir endişeye kapılmaksızın kararlar vermesi sağlanacaktır. Böylece de adalet mekanizması bugün olduğu gibi acıklı durumlara asla düşürülmeyecektir. Bugün bilindiği gibi bağımsız bir yargı yoktur. Dün Pensilvanyalı İmam’ın tarika- tının elindeydi yargı kurumu, bugünse Tayyipgiller İktidarının. Tabiî ağırlıklı olarak. Tabiî köşede bucakta vicdanına ve hukuka dayanarak kararlar veren yargıçlar da kalmıştır. Ama siyasi davalarda ne yazık ki hukuki, vicdani kararlar çoktan tarih olmuştur. Eğer hukuk bu hallerde olmasaydı adına “Ergenekon Davası” denen CIA Operasyonu başta Ordu Gençliği’miz olmak üzere Mustafa Kemalci, laik, antiemperyalist, yurtsever güçleri Silivri, Hasdal Zindanları’na dolduramazdı. Bu namuslu yurtsever güçlere böyle aşağılık, namussuzca ve alçakça saldırılarda bulunamazdı, darbeler vuramazdı. Ve eğer bugün bağımsız bir yargı olsa, Tayyipgiller’in tamamı da yüz kızartıcı, akçeli suçlardan olmak üzere, miktarı yüzlerce yılı bulan ağır cezalara mahkûm edilip tüm mal varlıkları müsadere edilerek hak ettikleri cezayı çekmeleri için hapishanelere tıkılmaları gerekirdi. Ama ne acıdır ki, onlar bugün devletin tepesindedirler hâlâ. Bu durum da Türkiye’de hukukun artık iflas noktasında olduğunu göstermektedir. HKP İktidarında Emeklilerimiz ve Engelli yurttaşlarımız insanca yaşam koşullarına kavuşacaklardır Halk İktidarında engelli insanlarımızın üretime katılmaları için gereken her şey yapılacaktır. Böylece o insanlarımız da toplumun mutlu bireyleri olarak yaşamlarını sürdürebileceklerdir herkes gibi. Emeklilerimiz bugün olduğu gibi süründürülerek ve ömürlerinin son dönemini ah vah ederek, tarifsiz sıkıntılar çekerek geçirmeyecekler, ortalama geçim endeksinden aşağı düşmeyen bir aylık gelire sahip olacaklardır. sanlarımız. Tabiî bu hale getirilen, insani değerler açısından böylesine doruklara yükseltilen insanlarımız; artık kent yağması gibi, Tayyipgiller’in bugün yapmakta oldukları “kentsel dönüşüm” adı altında “rantsal dönüşüm” gerçekleştirerek kentleri taş ve betonla doldurup harabeye uğratmaları gibi aşağılık, utanç verici işleri, bırakalım yapmayı hayal dahi etmeyecektir. Kentlere de evlatlarımız gibi bakar hale geleceğiz o zaman. Kentlerin gelişimi sadece kent plancıları benzeri bilim insanlarının yönetiminde olacaktır. HKP İktidarında Tarihi ve Doğayı koruyacağız Tabiî Tarihe de aynı sevecenlikle, koruyuculukla yaklaşacağız. Tarih varlıklarının, değerlerinin orijinal halleriyle korunması için gereken her şeyi yapacağız. Çünkü onların bir benzeri daha yapılamaz artık. Onları kaybettik mi yerlerine yenilerini koyamayız. Onlar, bizim geçmişimizin yani Tarihimizin birer parçasıdırlar. Geçmişimizi anlamamız, öğrenmemiz için onları tanımamız, çözmemiz gerekmektedir. Hatırlanacaktır, Tayyipgiller’in yaptığı en büyük katliamlardan ikisi de Tarih ve doğa katliamıdır. Doğamız kurutulmakta, talan edilmekte, şehirlerimiz yağmalanmakta, tarihi dokuları hızla ortadan kaldırılmaktadır. Böylece de tanınmaz hale getirilmektedir şehirlerimiz. İstanbul başta gelmek üzere, Türkiye nüfusu büyükşehirlere toplanmakta, böylece de bu büyük şehirlerin rantı altın değerine ulaştırılmış olmaktadır. Bunun sonucunda da Tayyipgiller’in mensubu vurguncular bu rantı küplerine, kasalarına aktararak milyon hatta milyar dolarlarca servet edinebilmektedirler. Halk İktidarında tarım yeniden en önemli iki ekonomi alanından biri haline getirile- Demokratik Halk İktidarında tüm devlet yöneticileri ortalama işçi ücretine denk gelen bir ücret alacaklardır. Böylece de devlet yöneticiliği, milletvekilliği vesaire gibi unvanlar, bir ün, poz ve bol gelirli ayrıcalıklar sağlayan alan olmaktan çıkarılacaktır. Oralara gerçekten de halka fedakârca ve içtenlikle yani dürüstçe, namusluca hizmet etmek isteyen insanlar seçilip gelecektir. HKP İktidarında Dünyamızı paylaştığımız bitki ve hayvanları gözümüz gibi koruyacağız Canlılar âlemini oluşturan biz insanlardan başka hayvanlarla bitkiler de vardır bu dünyada. Ve onlar olmadan biz var olamayız. Üçümüz bir bütünüz. O bakımdan, hayvanların hiçbir şekilde acı çekmesine, sokaklarda itilip kakılarak, açlık çekerek yaşamasına, araçların altında kalıp ezilmesine izin verilmeyecektir. Sokak hayvanları barınaklarda korumaya alınıp ya da kısırlaştırılarak eski yaşadıkları alanlara bırakılacaklar, böylece de 10-15 sene sonra sokaklarda sahipsiz yaşayan hayvanlar görülmeyecektir. Hayvanseverlerimiz evlerinde bakabilecekleri oranda hayvanı sağlıklı bir şekilde tutarak yaşatabileceklerdir. Yaban hayvanlarının pompalı tüfeklerle acımasızca avlanarak nesilleri kurutulmayacaktır. Onlar doğamızın zenginliği ve süsüdür. Onların neslinin kazınması bugün olduğu gibi buğday, arpa, bitki zararlılarının çoğalmasına, başta ekmeklik buğday gelmek üzere gıda maddelerimizi üretemez duruma gelmemize sebep olmaktadır. Ayrıca da Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi denen ölümcül virüsü taşıyan kenelerin doğamızda çoğalmalarına, birçok insanımızın yok yere hayatını kaybetmesine yol açmaktadır. Oysa keklik, bıldırcın vb. yaban kuşları yeterli sayıda olsaydı bu keneleri hemen bulup tüketecekleri için bu hastalıktan ölen insanlarımız olmayacaktı. Yani doğanın dengesiyle oynandığı anda en çok zararı o dengeyi bozan insanlar çekmektedir. Doğada milyonlarca yılda oluşmuş olan bu dengeyi korumak için denizlerimize, göllerimize, nehirlerimize, çaylarımıza, dağlarımıza, ovalarımıza, ormanlarımıza, yeşil alanlarımıza olağanüstü ihtimam göstermemiz gerekmektedir. Onları gözümüz gibi korumamız gerekmektedir. İşte insanlarımız bu insani ruhiyata sahip olabilmeleri için yoğun bir eğitimden geçirilecektir. İnsan, hayvan, doğa sevgisi öğretilecektir insanımıza. Ondan sonra, bir ağaç kesildiği zaman elimiz kolumuz kesilmiş gibi acı duyar hale gelmiş olacağız. Amaç, böyle bir vicdanın oluşmasını sağlamaktır. Özetçe; insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisi ile dopdolu hale getirilecektir in- rek değer kazanacak, üretmen köylümüz de ürününün ve emeğinin karşılığını alabilecektir. Eğitim, sağlık vb. imkânlar ayağına da götürülmüş olduğundan köyünde mutlu ve sağlıklı yaşayıp büyükşehirlerin karmaşası içinde yaşamak istemeyecektir. Böylece de başta İstanbul gelmek üzere büyükşehirlerin nüfusları artmayacak, tersine azalacaktır. Büyükşehirlerde yaşamak kuşkusuz insanlara ek külfetler getirir, zorluklar verir. Ayrıca da insanı doğadan koparır. Taş ve beton yığınları arasına hapseder. İşte bu olumsuzluk da Halk İktidarında asgariye indirilecektir, kent planlamasıyla. Köyden şehre göç de tersine çevrileceği için insanlarımız her alanda rahat bir nefes alma imkânına kavuşacaktır. HKP’nin Demokratik Halk İktidarında Kıbrıs Meselesi Taksim’le çözülecek Biz, Kıbrıs Meselesi’nin de emperyalistlerin elinden alınarak Yunanistan’la Türkiye arasında nüfusa orantılı taksim edilerek çözülmesinden yanayız. Bunu savunuyoruz. Neden ve nasılı Programımızda ayrıntılıca anlatılmaktadır. HKP İktidarında Devlet yöneticileri rant için değil halka hizmet için yarışacak Demokratik Halk İktidarında tüm devlet yöneticileri ortalama işçi ücretine denk gelen bir ücret alacaklardır. Böylece de devlet yöneticiliği, milletvekilliği vesaire gibi unvanlar, bir ün, poz ve bol gelirli ayrıcalıklar sağlayan alan olmaktan çıkarılacaktır. Oralara gerçekten de halka fedakârca ve içtenlikle yani dürüstçe, namusluca hizmet etmek isteyen insanlar seçilip gelecektir. Bu insanların ortalama işçi ücreti oranında ücretlendirilmesiyle de onların halkı anlamaları, halkın her sorununu empati yaparak kolayca kavramaları imkânı sağlanacaktır. Sözü uzatmayalım kardeşler; Biz bu yalanlar, düzenler, ihanetler ve zalimlikler dünyasında insani olan en yüce değerleri-erdemleri temsil etmekteyiz. Halkımızdan da bir tek şey istiyoruz: Anlaşılmak... 10 Mayıs 2015 11 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 HKP Anayasa Mahkemesine başvurdu: Cumhurbaşkanı görevden alınsın! HKP, “Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının düşünülemeyeceği bir atmosferde; bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler yürütmekte, halkımız böylece iktidar partisi adına çifte bir propaganda furyasıyla, haksız bir propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun demokrasi adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktı” diyerek Anayas Mahkemesine başvurdu. Anayasa Mahkemesi Başkanlığına Başvuran: Halkın Kurtuluş Partisi Adresi: Karanfil Sok. No: 24/14 Kızılay-Çankaya/ANKARA Temsile Yetkili Kişi: Nurullah Ankut/ HKP Genel Başkanı Açıklamalar A- Kamu gücünün işlem, eylem ya da ihmaline dair olayların tarih sırasına göre özeti: Türkiye Cumhuriyetinde bir garip, Anayasayı ihlal ve hukuk tanımazlık olayı yaşanmaktadır. Hem de devletin en başı olan Cumhurbaşkanı bu suçu işlemektedir. Siz Mahkeme üyelerinin de gözü önünde cereyan eden, her gün, her saat uyması gereken kurallar olan “Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına, laik cumhuriyete bağlı kalacağına, üzerine aldığı görevleri tarafsızlıkla yerine getireceğine” yemin ederek 10.08.2014’te Cumhurbaşkanı olarak göreve başlayan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu kuralları hiçe sayarak Anayasa’ya ve hukuka aykırı söylev ve icraatlarını dilekçemizde şekle takılarak sıralayarak aktarmayı, mahkemenize de bir saygısızlık olarak görüyoruz. Yaşanan olaylar, hepimizin ve kamuoyunun gözü önünde cereyan etmektedir. Ancak çözüm üretilememektedir. Yine de aşağıda Cumhurbaşkanın hukuk tanımazlığını ve keyfiliğini ortaya koyması açısından, özet olayları aktarmak gereğini, bireysel başvurunun gereği olarak görüyoruz. 1. Cumhurbaşkanı seçilmesinin daha ikinci haftasında, AKP’nin 27.08.2014’teki Olağanüstü Genel Kuruluna katılarak, yeni AKP Genel Başkanını empoze eden, AKP’nin gerçek Genel Başkanının kendi- si olduğunu, bu partinin çalışmalarına yön vermeye devam edeceği mesajlarını verebilmiştir. Ve sonrasında Anayasa m 101/4 “cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir” amir düzenlemesinin nasıl işletileceğini görmek istemiş, yargı ve Anayasa Mahkemesi sessiz kalınca da, giderek pervasızlaşan bir şekilde, fütursuzca, muhaliflere ve kendisine karşı çıkan kişi ve kurumlara karşı siyasi saldırılarını sürdürmektedir 2. Gerek medyada ve gerekse siyasi çevreler ile düşünce kuruluşlarından gelen eleştirilere karşı da, Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan; “BEN ANAYASAYI ASKIYA ALDIM” diye açıklama cesaretini gösterebilmiştir. Bu açıklama karşısında, harekete geçmesi beklenen YARGI KURULUŞLARI, NE YAZIKKİ BÖYLE BİR AÇIKLAMA OLMAMIŞ GİBİ SESSİZLİĞE BÜRÜNMÜŞTÜR. DURUM VAHİMDİR: BÖYLESİNE “BEN YAPTIM OLDU” ANLAYIŞIYLA BU ÜLKENİN YÖNETİLMESİNE İZİN VERİLEMEZ. 3. Ülke seçim atmosferine girmiştir. Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının düşünülemeyeceği bir atmosferde; bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler yürütmekte, halkımız böylece iktidar partisi adına çifte bir propaganda furyasıyla, haksız bir propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun demokrasi adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktır. 4. Cumhurbaşkanı olarak, hiçbir hak ve yetkisi olmadığı halde, MUHTARLAR TOPLANTISI düzenleyerek, AKP propagandası içeren demeçleri ise, oynanan oyunun ortaya koyması açısından önem arzetmektedir. 5. “Anayasayı askıya aldığını” açıklayan ve Anayasaya aykırı eylemlerini sürdüren böyle bir Cumhurbaşkanına katlanmak, demokrasi ile nasıl bağdaştırılabilir? Buna biz katlanamayız. Sizleri göreve çağırıyoruz. B- Bireysel başvuru kapsamındaki haklardan hangisinin hangi nedenlerle ihlal edildiği ve buna ilişkin gerekçeler ve delillere ait özlü açıklamalar: Türkiye Cumhuriyetinde bir garip, Anayasayı ihlal ve hukuk tanımazlık olayı yaşanmaktadır. Hem de devletin en başı olan Cumhurbaşkanı bu suçu işlemektedir. Siz Mahkeme üyelerinin de gözü önünde cereyan eden, her gün, her saat uyması gereken kurallar olan “Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına, laik cumhuriyete bağlı kalacağına, üzerine aldığı görevleri tarafsızlıkla yerine getireceğine” yemin ederek 10.08.2014’te Cumhurbaşkanı olarak göreve başlayan Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu kuralları hiçe sayarak Anayasa’ya ve hukuka aykırı söylev ve icraatlarını dilekçemizde şekle takılarak sıralayarak aktarmayı, mahkemenize de bir saygısızlık olarak görüyoruz. Yaşanan olaylar, hepimizin ve kamuoyunun gözü önünde cereyan etmektedir. Ancak çözüm üretilememektedir. Yine de aşağıda Cumhurbaşkanın hukuk tanımazlığını ve keyfiliğini ortaya koyması açısından, özet olayları aktarmak gereğini, bireysel başvurunun gereği olarak görüyoruz. 1. Cumhurbaşkanı seçilmesinin daha ikinci haftasında, AKP’nin 27.08.2014’teki Olağanüstü Genel Kuruluna katılarak, yeni AKP Genel Başkanını empoze eden, AKP’nin gerçek Genel Başkanının kendisi olduğunu, bu partinin çalışmalarına yön vermeye devam edeceği mesajlarını verebilmiştir. Ve sonrasında Anayasa m 101/4 “cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisiyle ilişiği kesilir” amir düzenlemesinin nasıl işletileceğini görmek istemiş, yargı ve Anayasa Mahkemesi sessiz kalınca da, giderek pervasızlaşan bir şekilde, fütursuzca, muhaliflere ve kendisine karşı çıkan kişi ve kurumlara karşı siyasi saldırılarını sürdürmektedir 2. Gerek medyada ve gerekse siyasi çevreler ile düşünce kuruluşlarından gelen eleştirilere karşı da, Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan; “BEN ANAYASAYI ASKIYA ALDIM” diye açıklama cesaretini gösterebilmiştir. Bu açıklama karşısında, Tayyipgiller; Ermenek’te 18 işçiyi diri diri sulara gömdü! Dava; Halkın Kurtuluş Partisi’ne açıldı! Yargılanan değil, yargılayan olduk! D aha Soma’nın acısı çok tazeyken Ermenek’ten acı haber gelmişti 28 Ekim 2014’te. 18 işçi su basan kömür madeninde sulara gömülmüştü. Yeraltında kalan oğlu için “Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı” diyerek hepimizi gözyaşlarına boğmuştu Ayşe Ana. İşte tüm uyarılara rağmen, göz göre göre gelen o maden “kaza”sından dolayı sorumluların yargılanmasını isteyen Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü, 02.11.2014 tarihinde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Ancak bu basın açıklamasından dolayı olayın sorumlularına değil de HKP Genel Sekreter Yardımcısı, İzmir 2. Bölge Milletvekili adayı olan Av. Tacettin Çolak’a, Çalışma Bakanı Faruk Çelik’e hakaret ettiği gerekçesi ile dava açıldı. Duruşma 27 Mayıs 2015 tarihinde İzmir Karşıyaka 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşmaya Av. Tacettin Çolak, çok sayıda Kurtuluş Partili Avukatı ve izleyiciler katıldı. Çolak savunmasında; siyaset yaptığını, HKP milletvekili adayı olduğunu, olay tarihinde de İzmir İl Başkanı olduğunu, kendisinin de işçilikten geldiğini, Soma’da ve Ermenek’te göz göre göre yaşanan iş cinayetlerinde yüzlerce işçi kardeşimizin katledilmesine seyirci kalamayacağını ve seyirci kalmanın İşçi Sınıfımıza ve Emekçi Halkımıza karşı suç işlemek anlamına geleceğini, bu nedenle; katliamdan sorumlulukları bulunan siyasiler hakkında eleştiriler yaptığını, bunun sonucunda, herhangi bir harekete geçmesi beklenen YARGI KURULUŞLARI, NE YAZIKKİ BÖYLE BİR AÇIKLAMA OLMAMIŞ GİBİ SESSİZLİĞE BÜRÜNMÜŞTÜR. DURUM VAHİMDİR: BÖYLESİNE “BEN YAPTIM OLDU” ANLAYIŞIYLA BU ÜLKENİN YÖNETİLMESİNE İZİN VERİLEMEZ. 3. Ülke seçim atmosferine girmiştir. Tarafsız Cumhurbaşkanının taraf olmasının düşünülemeyeceği bir atmosferde; bakıyoruz ki, Cumhurbaşkanı AKP adına politikalar ve söylemler yürütmekte, halkımız böylece iktidar partisi adına çifte bir propaganda furyasıyla, haksız bir propaganda esiri yapılmaktadır. Bunun demokrasi adına nasıl bir tehlike oluşturduğu açıktır. 4. Cumhurbaşkanı olarak, hiçbir hak ve yetkisi olmadığı halde, MUHTARLAR TOPLANTISI düzenleyerek, AKP propagandası içeren demeçleri ise, oynanan oyunun ortaya koyması açısından önem arzetmektedir. 5. “Anayasayı askıya aldığını” açıklayan ve Anayasaya aykırı eylemlerini sürdüren böyle bir Cumhurbaşkanına katlanmak, demokrasi ile nasıl bağdaştırılabilir? Buna biz katlanamayız. Sizleri göreve çağırıyoruz. C- Başvurucunun güncel ve kişisel bir temel hakkının doğrudan zedelendiği iddiasının açıklanması: Cumhurbaşkanı seçildiği günden bu yana; Tarafsız bir cumhurbaşkanı olmak yerine, AKP’nin 1. Başkanı ve yine Cumhuriyetin 1. Başbakanı gibi, tarafsızlığıyla bağdaşmayan, propaganda ve polemik üslubuyla her konuda taraf olacak şekilde icraatlarda bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, hayalindeki başkanlık sistemi adına, mevcut anayasal sistemi askıya almakta ve her türlü hukuk kurallarını hiçe sayarak icraatlarını sürdürmektedir. Bunun hukuk adına önlenmesi gerekmektedir ve kamuoyu bu hukuksuzluğun önüne geçilmesini beklemektedir. Konu acildir: Recep Tayip Erdoğan, cumhurbaşkanı sıfatıyla da olsa, hâlâ yargıyı ve siyasi hayatı egemenliği altında tutan tutum ve davranışlarını, demokrasi adına tehlikeli bir biçimde sürdürmektedir. Buna da kimse karşı çıkamamaktadır. Bunun hukuk devletinde yeri yoktur. Kendini halife gibi gösteren ve bu amacını gizlemeyen bir cumhurbaşkanının, bu hukuk dışı amaç ve eylemlerinin önlenmesi gerekmektedir. Bu merci de Anayasa Mahkemesi’dir. Olayda, sadece başvurucu müvekkil siyasi partinin siyasi hakları ve adil yargılanma hakkı ihlal edilmiş değildir. Tüm kamuoyunun anayasal hakları çiğnenmekte, ihlal edilmektedir. Aslında konuyla ilgili illa bir başvuru gerekmediğini düşünüyoruz. Ancak konunun gündeme alınması için iş bu başvuruyu yapmak zorunda kaldık. Başvuru yollarının tüketildiğine ilişkin bilgiler A- Başvuru yollarının tüketilmesine ilişkin aşamalar: Bireysel Başvuruya konu ve başvuru yolları tüketilmiş olan iki suç duyurusu söz konusudur. Ancak bu suç duyurularından ilki hakkında karar verilmemiş, ikinci suç duyurusu ile birleştirilerek tek bir karar vecezalandırma yapılacaksa da canlarıyla bedel ödemiş işçi kardeşlerimizin yaşadıkları karşısında kendisine verilecek cezanın bir öneminin bulunmadığını belirtti. Ardından tüm avukatlar adına söz alan Av. Pınar Akbina; müvekkilleri Av. Tacettin Çolak’ın yöneticisi olduğu Halkın Kurtuluş Partisi’nin Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin yıldönümünde kurulmuş ve 2015 Genel Seçimlerine 319’u işçi ve tamamı emekçi olan 550 milletvekili adayı ile katılan bir parti olduğunu, bu Parti’nin Ermenek İş Cinayeti ile ilgili Recep Tayyip ERDOĞAN (döneminin başbakanı), Taner YILDIZ (T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı), Faruk ÇELİK (T.C. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve Güvenliği Müdürlüğü, Maden İşleri Genel Müdürlüğü yetkilileri ve Has Şekerler Madencilik Limited Şirketi hakkında suç duyurusunda bulunduğunu belirtti. Ülkemizde her gün ortalama 5 kişinin iş “kaza”larında göz göre göre öldüğü, hele hele dünyanın en büyük maden iş kazalarından biri olarak nitelendirilen, 301 işçinin alınabilecek küçük önlemlerle kurtulabilecekken öldüğü Soma’daki maden cinayetinden dolayı tüm ülkenin yasa büründüğü sırada Ermenek’te yeni bir maden cinayetinin tüm toplumda uyandırdığı elem ve ızdırap düşünüldüğünde bu konudaki eleştirilerin sertleşmesinin de kaçınılmaz olduğunu belirtti. rilmiştir. 1. İlki şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan, Mustafa Özyar, İlhami Türker, suçların Anayasayı İhlal (TCK 309), Görevi Kötüye Kullanma (TCK 257/1) ve Görevi İhmal (TCK 257/2) olduğu 20.08.2014’te yapılmıştır. 2. Diğeri şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu; suçların Anayasayı İhlal ve Görevi Kötüye Kullanma olduğu 26.11.2014’te yapılmıştır. İlki hakkında bir karar verilmeden 26.11.2014’te 2014/114020 Srşt. No ve 2014/9536 No ile Kovuşturmaya Yer olmadığına Dair karar verilmiştir. 12.1.2015’te tarafımızca Takipsizlik Kararına itiraz edilmiş, 7. Sulh Ceza Hâkimliğince 2015/1321 D. İş No ile yapılan incelemede itirazımız reddedilmiştir. İşbu karar tarafımıza 22.04.2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Bireysel Başvuruya konu ve başvuru yolları tüketilmiş olan iki suç duyurusu söz konusudur. Ancak bu suç duyurularından ilki hakkında karar verilmemiş, ikinci suç duyurusu ile birleştirilerek tek bir karar verilmiştir. 1. İlki şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan, Mustafa Özyar, İlhami Türker, suçların Anayasayı İhlal (TCK 309), Görevi Kötüye Kullanma (TCK 257/1) ve Görevi İhmal (TCK 257/2) olduğu 20.08.2014’te yapılmıştır. 2. Diğeri şüphelilerinin R. Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu; suçların Anayasayı İhlal ve Görevi Kötüye Kullanma olduğu 26.11.2014’te yapılmıştır. İlki hakkında bir karar verilmeden 26.11.2014’te 2014/114020 Srşt. No ve 2014/9536 No ile Kovuşturmaya Yer olmadığına Dair karar verilmiştir. 12.1.2015’te tarafımızca Takipsizlik Kararına itiraz edilmiş, 7. Sulh Ceza Hâkimliğince 2015/1321 D. İş No ile yapılan incelemede itirazımız reddedilmiştir. İşbu karar tarafımıza 22.04.2015 tarihinde tebliğ edilmiştir. Sonuç Talepleri Hukuk dışı, keyfi, Anayasayı askıya alan icraata karşı Sayın Mahkemenizin, re’sen harekete geçmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Bağlı olduğu Anayasa hükümlerini hiçe sayarak, önümüzdeki seçim güvenliğini de tehlikeye atan Cumhurbaşkanı’nın bu pervasızlığının önlenmesi gerekmektedir. Aksi halde Anayasa ve demokratik kurallar yok olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nde kimin nasıl seçildiği, yani güçler dengesi değil, Anayasanın ve hukuk kurallarının nasıl ihlal edildiğinin tespiti önemlidir. Bu sizin asli görevinizdir. Olayları seyrederek bu görev yerine getirilemez. TALEBİMİZ: CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN, TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI OLMA SIFATINI KAYBETTİĞİNİN TESPİTİYLE, GÖREVİNDEN UZAKLAŞTIRILMASI YA DA CUMHURBAŞKANLIĞININ “ASKIYA ALINMASI” YÖNÜNDE İHTİYATİ TEDBİR KARARI VERİLMESİDİR. 11.05.2015 Halkın Kurtuluş Partisi Avukatı Azime Ayça Alpel Son söz olarak, bu davada asıl yargılanması gerekenler, işçisine, emekçisine sahip çıkanlar değil, bu iş cinayetlerinin meydana gelmesine neden olanlar, “kapatmaya kalktığınızda 50 kişi araya giriyor” diyenlerdir, dedi. Davaya Çalışma Bakanı Faruk Çelik vekili aracılığıyla müşteki sıfatı ile katılma talebinde bulundu. Ancak Tacettin Çolak’ın savunmanları; “bakanın doğrudan suçtan etkilenmediği gerekçesiyle katılma talebini kabul etmediklerini ve reddedilmesini, olayda suç unsuru bulunmadığını ve DERHAL BERAAT KARARI verilmesi gerektiğini” belirttiler. Katılma talebi bir sonraki celse değerlendirilmek üzere duruşmanın görüleceği 05.10.2015 tarihine bırakıldı. Duruşma çıkışında; “Davalar Bizi Yıldıramaz! Halkın İktidarında Soma-Ermenek Cinayetlerinin Hesabı Sorulacak!” sözünün yazılı olduğu pankart açılarak yapılan basın açıklamasında Av. Tacettin Çolak ve Av. Pınar Akbina dava ile ilgili bilgi verdikten sonra bu davada yargılanan değil yargılayan olduklarını, Halkın Davasının er geç başarıya ulaşacağını belirttiler. 27.05.2015 Halkız Haklıyız Kazanacağız! Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü 12 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015Y Nakliyat-İş Proletarya Enternasyonalizminin temsilcilerini Türkiye’de buluşturdu Baştarafı sayfa16’da DSF’ye bağlı TUI-Transport Başkanlar Kurulu Toplantısı, Nakliyat-İş ve TUI Transport Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu başkanlığında 20 Mayıs’ta, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Sapanca’daki sosyal tesislerinde gerçekleştirildi. Toplantıda İşçi Sınıfının dünya ölçeğinde yaşadığı problemler masaya yatırıldı, çözüm yolları arandı, bu çözümlere yönelik çeşitli kararlar alındı. 21 Mayıs’ta yine Sapanca’da Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Avrupa Bölgesel Konferansı gerçekleştirildi. Uruguay’dan Mısır’a, Portekiz’den Kıbrıs’a, Yunanistan’dan İtalya’ya, Rusya’ya kadar birçok ülkeden katılımcıyla gerçekleşen Konferans yaklaşık dört saat sürdü. Farklı ülkelerden gelen katılımcılar, kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesinin seyriyle ilgili bilgiler verdi. DSF ve TUI Transport’un, sınıf mücadelesini nasıl daha etkin bir biçimde sürdürebileceğine yönelik değerlendirmeler yapıldı, çeşitli kararlar alındı. Bölgesel ve sektörel bazda dayanışmanın arttırılması ve mücadelenin güçlendirilmesi kararlaştırıldı. Konferansta Nakliyat-İş öncülüğünde 201 gündür devam eden Zet Farma Direnişi’ne, yine Bursa’daki otomotiv işçilerinin grevine, Portekiz’deki özelleştirme karşıtı kitlesel eylemlere, Almanya ve İngiltere’deki demiryolu işçilerinin grevlerine destek ve dayanışma mesajları gönderildi. Ayrıca 2013 yılında tarihin en büyük işçi katliamlarından birinin yaşandığı Soma’daki mağdur ailelere yönelik de dayanışma mesajı gönderildi. Konferansın sonunda ise bir sonuç bildirgesi hazırlandı. TUI Transport Avrupa Bölge Konferansı’ndan bir gün sonra, 22 Mayıs’ta dünyanın dört bir yanından gelen katılımcılar Sapanca’dan İstanbul’a döndü. Saat 11.30’da Türkiye ve dünya İşçi Sınıfı temsilcileri, Dünya Sendikalar federasyonu Genel Sekreteri George Mavrikos’un da katılımıyla Galatasaray Lisesi önünden Fransız Konsolosluğuna kadar yürümek üzere bir araya geldi. Burada çevik kuvvet polisleri kitleyi engellemeye çalıştı fakat başaramadı. Yapılan tartışmaların ardından Ali Rıza Küçükosmanoğlu tarafından kısa bir basın açıklaması yapıldı ve sonrasında DSF’nin kuruluşunun 70. yıldönümü vesilesiyle Fransız Konsolosluğuna kadar planlanan yürüyüş gerçekleştirildi. Daha sonra Makine Mühendisleri Odası’nın konferans salonunda DSF’nin 70. yılını kutlama etkinliği gerçekleştirildi. Etkinlik Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun açış konuşmasıyla başladı. Küçükosmanoğlu konuşmasında, dünyanın her yerinde İşçi Sınıfının yaşadığı problemlerin ortak olduğunu, bu nedenle mücadelenin de enternasyonal dayanışma içerisinde ortak yürütülmesi gerektiğini vurguladı. Daha sonra DSF Genel Sekreteri George Mav- rikos konuşmasını gerçekleştirdi. Mavrikos, DSF’nin 126 ülkeden 92 milyon işçiyi temsil eden dünyanın en eski uluslararası işçi federasyonu olduğunu dile getirdi. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte dünyadaki sendikal hareketin de ivme kaybettiğini, bundan DSF’nin de belli oranda etkilendiğini ama son 15 yılda bu durumun yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığını vurguladı. İşçilerin birlikte mücadele etmesinin önemine dikkat çeken Mavrikos Nakliyat-İş Sendikası’na ve Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’na bu üç günlük etkinlik serisini başarılı bir şekilde gerçekleştirdiği için teşekkür ederek konuşmasını bitirdi. Mavrikos’tan sonra söz alan uluslararası katılımcılar da yine Proletarya Enternasyonalizminin önemine dikkat çektiler. Son sözü alan Ali Rıza Küçükosmanoğlu katılımcı konuklara teşekkür ettikten sonra “Yaşasın Proletarya Sosyalizmi”, diyerek etkinliği noktaladı. *** Dünya Sendikalar Federasyonu’na Bağlı Taşımacılık, Denizcilik ve İletişim İşçileri Enternasyonali TUI’nin Avrupa Bölgesel Konferansı Sonuç Bildirgesi 20-21 Mayıs 2015 Türkiye Taşımacılık, Denizcilik ve İletişim İşçileri Enternasyonali Avrupa Bölgesel Konferansı, DİSK üyesi Birleşik Metal İş Sendikasının Sapanca’daki sosyal tesislerinde 20 Mayıs tarihinde gerçekleştirildi. Konferansa Uruguay, Portekiz, İtalya, Yunanistan, Rusya, Mısır, Bahreyn, Kıbrıs ve Türkiye’den TUI üyesi sendikaların temsilcileri katıldı. Konferansta şu noktaların altı çizildi: * Katılımcıların ülkeleri farklı olsa da dünyanın dört bir yanında işçi sınıfının karşılaştığı sorunların aynı, mücadelenin ortak olduğu tespiti yapıldı. * ABD, AB ve diğer emperyalist ülkelerin öncülüğündeki uluslararası finans kapitalist sistemin işçi haklarına yönelik saldırıları devam etmektedir. Sistem bunu özelleştirmelerle, kuralsız ve esnek çalışmayla, düşük ücretlerle ve işçileri kölelik koşullarına mahkum ederek yapmaktadır. Kapitalistler daha fazla kâr elde etmek amacıyla hayati derecede önemli ve son derece basit önlemleri bile hayata geçirmemektedirler. Güvenli ve insana yaraşır çalışma koşullarının sağlanmamasından ötürü her geçen gün daha fazla sayıda işçi hayatını kaybetmektedir. * Bugün dünyadaki ekonomik düzen gittikçe daha adaletsiz hale gelmektedir. 2008’de gerçekleşen emperyalizmin dönemsel krizinin sonucu olarak büyük tekeller, finans-kapitalistler daha da zenginleşirken İşçi Sınıfı giderek daha da yoksullaşmaktadır. * 2010 yılı Küresel Servet Raporuna göre hane halkı toplam gelirinin %85’ine nüfusun sadece %8,6’sı sahiptir. Bu %8’lik dilim içinde bulunan ABD’li 35 dolar milyarderi toplam servetin %44’üne sahiptir. ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin nüfusu, dünyanın toplam nüfusunun sadece %8’lik bir bölümünü oluşturmasına rağmen dünyadaki toplam servetin %66’sına sahiptir. * Yaklaşık bir milyar kişi her gün aç yatarken ultra zenginler Picasso’nun “Cezayirli Kadınlar” adlı tablosuna 179 milyon dolar ödeyebilmektedirler. Yine 34 modern tablo için tam 706 milyon dolar ödeyebilmektedirler. Aynı kişiler bir kilosuna tam 13.000 sterlin ödeyerek beluga havyarı tüketebilmektedirler. Financial Times’a göre İngiltere’deki sterlin milyarderleri 2014 ve 2015 yıllarında servetlerini 301 milyar dolardan 325 milyar dolara yükseltmişlerdir. Ayrıca 1000 milyoner 2009 yılından bu yana krizi bahane ederek servetlerini katlamışlardır. * Emperyalistler kendi ekonomi politikalarını bazen IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik örgütleriyle, bazen AB, bazen de uluslararası anlaşmalar aracılığıyla Dünya İşçi Sınıfına dayatmaktadırlar. * Taşımacılık İşçileri Enternasyonali İşçi Sınıfının yaşadığı ortak sorunlar için ortak bir mücadelenin verilmesi gerektiğini vurgular. * İşçi Sınıfının ortak sorunları, bu yıl 70. yılını kutlayan Dünya Sendikalar Federasyonu’nun sınıf temelli ilkelerinin belirleyeceği bir mücadeleyle ortadan kaldırılabilir. * Avrupa Bölgesel konferansı katılımcılarının kendi ülkelerinden verdikleri örneklerden de netçe gördüğümüz gibi, emperyalist tekeller, kapitalistler, bazı devletler ve hükümetler İşçi Sınıfına sarı-işbirlikçi sözde sendikaları dayatmaktadırlar. Bu sözde sendikaların uluslar arası bağlantıları da ortadadır. İşte bu yüzden DSF’nin ilkeleri çerçevesinde işçi haklarını korumak için etkin bir mücadele yürütmek bugün daha önemli hale gelmektedir. Bugün çok açık bir biçimde görülmektedir ki bu sarı-işbirlikçi sözde sendikalar emperyalist ve neo liberal politikaların bir parçası haline gelmiştir. * Avrupa Bölgesel Konferansı dünyanın dört bir yanında çalışan taşımacılık işçilerinin mücadelesini desteklemektedir. * TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa Bölgesel Konferansı olarak Portekiz’deki kardeşlerimizin özelleştirmelere karşı mücadelesini sonuna kadar desteklemekteyiz. * TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa Bölgesel Konferansı Kolombiya, Paraguay, Tacikistan ve Kazakistan’daki politik ve sendikal tutukluların derhal serbest bırakılmasını talep etmektedir. * 15 yıldan fazla bir süredir adaletsizce ABD zindanlarında esir alınan 5 Kübalı kahramanın özgürlüğüne kavuşmasını selamlıyoruz. Bu, uluslar arası dayanışma Dünya Sendikalar Federasyonu’nun 70’inci kuruluş yıl dönümü için düzenlenen etkinlikte yapılan konuşmalar... Uluslararası Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Genel Başkanı, DİSK/Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu: B ugün Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF)’nin 70’inci kuruluş yılı kutlaması için buradayız. Dünya Sendikalar Federasyonu üyesiyiz Nakliyat-İş Sendikası olarak. Dünya Sendikalar Federasyonu 70’inci yılını kutluyor. Ve Dünya Sendikalar Federasyonu Türkiye’de ilk defa böyle bir etkinlik yapıyor. İlk defa bir kuruluş yıldönümü etkinliği yapıyor. DSF’nin 70’inci kuruluş yılıyla ilgili dünyanın değişik ülkelerinde etkinlikler yapılmaya devam ediyor. 126 ülkeden 90 milyon işçinin üye olduğu bir konfederasyon DSF. Dünyadaki en eski işçi konfederasyonu ve sınıf temelli, ücretli köleliğin ortadan kaldırılması amacıyla, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünya yaratma amacıyla mücadele veren bir uluslararası işçi konfederasyonu. Diğer konfederasyonlar gibi, sermayenin, kapitalizmin politikalarının, siyasi ve ekonomik politikalarının yedeğine düşmüş bir konfederasyon değil. İşçi Sınıfı davasının, İşçi Sınıfının bakış açısıyla, ekonomik ve siyasi bakış açısıyla mücadele veren bir sendikal örgüt. 1990 sonrasında birtakım gerilemeler olmuş olsa bile bu süreçte hızla gelişen ve mücadelesi giderek gelişen, büyüyen bir federasyon. O bakımdan biz de böyle bir anlayış içerisinde olduğumuz için sendika olarak DSF üyesiyiz. Geçtiğimiz iki gün boyunca Taşımacılık Enternasyonali’nin Başkanlar Kurulu ve Avrupa Bölge Toplantısı yapıldı Sa- devam eden toplantıda ortaya çıkan gerçekler; işte Uruguay’da işçilerin yaşamış olduğu sorunlar, Bahreyn’de işçi kardeşlerimizin yaşamış olduğu sorunlar, İtalya’da, Portekiz’de, Rusya’da işçilerin yaşamış olduğu sorunlar, Mısır’da işçilerin yaşamış olduğu sorunlar, Kıbrıs’ta, Yunanistan’da, özellikle Syriza denilen projeyle işçilerin panca’da. Ben aynı zamanda, Taşımacılık Enternasyonali’nin Genel Başkanlığını yürütmekteyim. Son derece yararlı bir toplantı oldu. Çünkü konuştuğumuz dil farklı da olsa, dilimiz, inancımız farklı da olsa, farklı ülkelerde de yaşıyor olsak, İşçi Sınıfı olarak yaşadığımız sorunlar aynı. Birkaç gün ve emekçilerin yaşamış olduğu sorunlar ortada. Aslında sorunlar aynı. Yani benzer sorunlar... İşçi Sınıfının, Türkiye’deki işçilerin yaşamış oldukları sorunlar, bugün Bursa’da Metal İşçilerinin; Tofaş’ta, Reno’da sarı sendikacılığa karşı başkaldıran metal işçilerinin yaşadığı sorunlar aslında aynı. hareketinin önemli bir başarısıdır. * Uruguay’daki diktatörlük döneminde ortadan kaybolan aktivistler anısına yapılan “Sessizlik Yürüyüşü’nün 20. yıldönümünü selamlıyoruz. * Sao Paulo Metro Sistemi işçilerinin ve sendikalarının, 42 işçinin yeniden işe alınması için verdikleri mücadeleye yönelik desteğimizi ve dayanışmamızı deklare ediyoruz. * Şili-Santiago’daki Metro İşçileri Sendikası’nın özelleştirme (metro işletmelerinin yeni bayiliklere verilmesi) karşıtı mücadelelerine ve grev haklarının ellerinden alınmasına karşı yürüttükleri mücadeleye yönelik destek ve dayanışmamızı ilan ediyoruz. * TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa Bölgesel Konferansı ayrıca 2013 yılında Soma’da katledilen resmi rakamlara göre 301 işçi kardeşimizin ailelerine yönelik dayanışma duygularını ifade eder. * Avrupa’da, sınıf temelli sendikal hareketin ilkelerini benimseyen katılımcılarla daha geniş katılımlı toplantılar düzenleme ve düzenlenecek olan toplantılara çağrı yapma görevini üstlenecek küçük bir çekirdek çalışma grubunun oluşturulmasına öncelik verilmelidir. * Taşımacılık Enternasyonal’ine üye sendikalar arasındaki bağları ve dayanışmayı güçlendirmek için sektörel ve bölgesel çalışma grupları oluşturulmalıdır. * Ayrıca, farklı ülkelerde DSF ofislerinin açılması daha iyi bir iletişim kurulması için faydalı olacaktır. * Şüphe duymaksızın inanıyoruz ki İşçi Sınıfı eninde sonunda emperyalist-kapitalist sistemi yenecek ve sömürücülerin boyunduruğundan kurtulacaktır. Bursa’daki Metal İşçilerinin Direnişi ile Dayanışma Mesajı TUI Başkanlık Kurulu ve Avrupa Bölgesel Konferansı ayrıca Türkiye’de, Renault, Tofaş, Mako ve Coşkunöz’de çalışan otomotiv-metal işçilerinin, insana yaraşır çalışma ve yaşam koşulları için işbirlikçi sarı sendikalara karşı verdiği mücadeleyi selamlıyor. Onların mücadelesinin bizim mücadelemiz olduğunu deklare ediyoruz. Almanya’daki Grevci Demiryolu İşçileriyle Dayanışma Mesajı Taşımacılık İşçileri Enternasyonali, daha iyi bir ücret ve çalışma koşulları ve sendikal örgütlenmenin özgür olması için, Ama bu sorunlara karşı nasıl bir çözüm? Nasıl bir mücadele? Asıl olan o. Yani gerçekten İşçi Sınıfının çıkarları amacıyla mı bu sorunlara karşı ekonomik ve siyasi olarak mücadele edeceğiz ya da giderek bu emperyalist politikaların bir aracı haline gelen sarı gangster, işbirlikçi sendikalar mı İşçi Sınıfının sorunlarını çözecek? İşte bunun örneği Türkiye’de Reno’da, Tofaş’ta görülüyor. Yıllardan beri örgütlü olan, işçilerin başını bağlayan sarı, işbirlikçi (MESS’le işbirliği içinde olan) sendikaya karşı işçiler başkaldırıyorlar, haklı bir mücadele veriyorlar. Buradan onlara da selam gönderiyoruz. Yine Portekiz’de işçi kardeşlerimiz, demiryolu işçileri özelleştirmeye karşı direnişte. Onları da selamlıyoruz. Almanya’da, İngiltere’de yine direnişler ve mücadeleler var, onları da buradan selamlıyoruz. Taşımacılık İşçileri Enternasyonali geçtiğimiz yıl, aslında DSF, dünyada hiçbir sendikanın göstermediği bir duyarlılıkla, geçtiğimiz yıl Haziran ayında İstanbul’da Soma’yla ilgili uluslararası bir konferans düzenledi. Soma’da ölen işçi kardeşlerimize karşı da dünyada en sorumlu davranan, en duyarlı davranan örgüt aslında DSF. DSF katliamı duyar duymaz, Sayın Genel Sekreter Mavrikos buraya geldi ve Haziran ayında sendikamızla beraber İstanbul’da bir konferans düzenledik. Yani Soma’daki işçi kardeşlerimizle dayanışma amacıyla bir konferans düzenledik. Değerli işçi kardeşlerim, Sayın konuklar Yani sorunlar gerçekten ortada. Buna işverenler tarafından uygulanan engelleme çabalarına karşı şu anda grev yapmakta olan Alman demiryolu işçilerine yönelik desteğini ifade eder. Avrupa Sendikal Hareketi içerisinde sarı sendikacılığın hâkim olması, işçi menfaatlerini korumak isteyen ve korumaya d çalışan ve militan bir sendikal mücadele g yürütmeyi amaçlayan sendikal örgütlenmenin önüne büyük güçlükler ve engeller k çıkarmaktadır. Tüm bu güçlüklere ve engellere karşı y genelde Dünya İşçi Sınıfı ve özelde taşız macılık işçilerinin elindeki silah sınıf dam yanışmasıdır. Bu bağlamda, sınıf temelli b sendikal hareket Almanya’daki demiryolu ş işçilerinin mücadelelerini destekler. b o 25-26 Mayıs 2015’te i İngiltere’de gerçekleşecek m olan RMT Greviyle d Uluslararası Dayanışma l Bugün Türkiye’de toplanan Avrupa taşımacılık sendikaları, İngiltere’deki demiryolu işçileriyle ve RMT Sendikasıyla, 25-26 Mayıs’ta gerçekleştirecekleri grev vesilesiyle sınıf dayanışmasını ilan eder. RMT ve TSSA demiryolu işçileri şu an, d r g şirketin iş güvenliği için yeterince önlem almamasından ve yeterli bir ücret sunmamasından dolayı Network Rail ile anlaşmazlık içindedir. İngiltere demiryolu işçiS leri Avrupa Birliği tarafından teşvik edilen R ticarileştirme ve özelleştirme politikasının e cezasını çekmektedir. Halk için son derece n pahalı hale getirilen demiryolları gibi stratejik bir sektör ticarileştirilmekte ve özelr leştirilmektedir. Demiryolu işçilerinin iş i yükleri artmakta, ücretlerine ve iş ilişkilem rine yönelik saldırılar yapılmaktadır. Diğer taraftan Network Rail ise milyarlarca dolar K kâr elde etmektedir. g Bugün Türkiye’de bir araya gelen k DSF’ye bağlı Taşımacılık İşçileri Enternasd yonali, RMT’nin İngiliz demiryolu işçileris nin haklarını korumaya yönelik mücadelen sini sonuna kadar destekler ve grevlerinin G başarıyla neticelenmesini temenni eder. b A Sapanca-Türkiye, 21 Mayıs 2015 Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! Yaşasın Dünya Sendikalar Federasyonu Yaşasın Taşımacılık Enternasyonali Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin! karşı gerçek anlamda sınıf sendikacılığı anlayışıyla mücadele edersek, DSF’de somutlanan, ifadesini bulan sendikal anlayışla mücadele ettiğimizde sömürüye karşı, ücretli köleliğe karşı kalıcı haklar kazanabiliriz. Sınıfların, sınırların olmadığı bir dünyaya ancak İşçi Sınıfı mücadelesi üzerinden oluşabilir. Ezilen dünya hakları mücadelesi ancak böyle başarıya ulaşabilir. O bakımdan bugün gerçekten anlamlı bir gün. Şunu da belirteyim biraz önce de söylemiştim. Bugün aksilikler hep bizi buldu bir anlamıyla. Aslında saat 10.30-11.00’de Galatasaray Lisesi önünde toplanma, oradan Taksim’e yürüyüş ve salon toplantısı olarak DSF’nin 70. yıl etkinliğini planlamıştık. Ancak sabah Sapanca’dan buraya gelecek servis aracının bir saat gecikmesi ve devamındaki eksiklikler sonucu programa bir saten fazla süre geç başlamak durumunda kaldık. Doğal olarak bu durum katılımı da etkiledi. Ancak daha kitlesel, coşkulu DSF kuruluş etkinlikleri örgütleyecek durumdayız artık Türkiye’de, bunun bilinmesini isteriz. 70. yıl etkinliğimize katılan kurumlarımıza, DİSK Genel Sekreteri, Limter-İş Genel Başkanına, Halkın Kurtuluş Partisi MYK üyesi Av. Pınar Akbina’ya, diğer halk örgütlerine, işyeri temsilcilerimize ve üyelerimize teşekkür ederiz. Bu düşüncelerle bir kez daha Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi! Yaşasın Dünya Sendikalar Federasyonu DSF! Bütün Dünyanın İşçileri Birleşin! 13 Yıl: 9 / Sayı: 88/ 1 Haziran 2015 DSF Genel Sekreteri George Mavrikos: Sevgili Kardeşler, Sevgili Yoldaşlar, Burada tüm kardeşlerimizle, diğer yoldaşlarımızla bir arada olmak bizim için gerçekten büyük bir gurur kaynağı. Bugün burada DSF’nin 70’inci yılını kutlamak için toplanmış bulunuyoruz. DSF ilkesel olarak sınıf temeline dayanan sendikacılığı esas almaktadır. Aynı zamanda bunun Türkiye’de yapılıyor olması da güçlü bir geleneğin parçası olması bakamından önemlidir. Burada başlangıçta şunu ifade etmek istiyorum ki, Türkiye’de bir süreden beri yiğitçe mücadele etmekte olan Bursa’daki otomotiv işçilerini, metal işçilerine buradan DSF olarak dayanışma mesajı göndermek istiyorum. Aynı zamanda Nakliyat-İş önderliğinde gerçekleştirilen Zet Farma Direnişi’ne de aynı şekilde dayanışma mesajımızı göndermek istiyoruz. Enternasyonal olarak dayanışma duygularımızı ifade etmek istiyoruz. Sevgili Kardeşler, Buradan Nakliyat-İş Sendikasına ve Sendikamızın Genel Başkanı Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu’na çok teşekkür etmek istiyorum. Onlar bizi son derece konuksever bir biçimde karşıladılar. Dün ve dünden önceki gün çok başarılı, sonuçları bakımından da çok başarılı iki tane toplantı yaptık burada. Kendisine müteşekkiriz. Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun da az önce söylediği gibi, Nakliyat-İş Sendikası Dünya Sendikalar Federasyonu’na üyedir. Aynı zamanda geçtiğimiz yıl Şili’de yapılan kongre sonrasında da Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Genel Başkanı seçilmiştir. Bu yüzden diğer bölgelerden gelen yoldaşlarımız işte Latin Amerika bölgesi, Avrupa bölgesinden ve dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen konuklarımız bu yüzden bu toplantı için İstanbul’da bulunuyorlar şu anda. Şimdi sizlere DSF’nin tarihiyle ve DSF’nin ilkeleriyle ilgili çeşitli bilgiler vermek istiyoruz. Dünya Sendikalar Federasyonu, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, 1945 yılında kurulmuştur. Ve 1990 yılına kadar dünya İşçi Sınıfı hareketine sendikal anlamda öncülük etmiştir. Tüm dünyadaki çalışan işçileri kapsayan bir mücadele yürütmüştür. Öncelikle bizim savaştığımız cephe, sömürgecilik karşıtı cepheydi. Aparteid rejimine karşı mücadele ettik. Baskıcı rejimlere karşı mücadele ettik. İnsanın insan tarafından sömürülmediği bir dünyayı yaratmak için mücadele ediyoruz ve dünyada hiçbir köşe yoktur ki, hiçbir bölge yoktur ki, DSF’nin güçleri, DSF’nin sendikacıları en ön saflarda mücadele etmemiş olsun. Biz dünya çapında dünyanın bütün bölgelerinde, en ön saflarda mücadele ediyoruz. 1990’la 2000 yılı arasında çeşitli problemler yaşadık elbette. Fakat 2000’den 2015 yılına kadar yani son 15 yıllık süreçte yeniden toparlanma sürecine girdik ve hızlı bir büyüme içerisine girdik. Bugün Dünya Sendikalar Federasyonu dünya çapında 92 milyon üyeye sahip. Bizim mücadelemizde temel şiarımız, Karl Marks tarafından ortaya koyulan “Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin” sloganı altında biz mücadelemizi yürütüyoruz ve bu anlamda Proletarya Enternasyonalizminin önemine dikkat çekiyoruz. Bizim için enternasyonalizm sadece teorik düzeyde değil, aynı zamanda pratikte de en önemli ilkelerden birisidir. Gösterdiğimiz, sahip olduğumuz enternasyonaliz ilkeye en bariz örnek olarak, geçtiğimiz yıl Soma’da yaşanan işçi katliamından sonra uluslararası düzeyde çeşitli kuruluşlara ve hükümetlere baskı yaparak bütün işçiler için, başta özelikle Soma işçileri, o böl- ge için daha çok iş güvenliğinin ön plana çıktığı tedbirlerin alınması için bir baskı unsuru yarattık. Bu enternasyonal dayanışmamızın bir örneğidir. Bizim için enternasyonalizm demek, sadece sözde kalan bir kavram değildir. Biz bunu dünya çapında somut bir şekilde yaşıyoruz. İşçi mücadelelerinde, dünyanın her yerinde işçi mücadelelerinde somut olarak teoriden pratiğe enternasyonalizm ilkesini hayata geçiriyoruz. Bizim için en önemli ilkelerden birisi de; sınıf mücadelesi ve sınıfın birlikteliği tabiî ki. İşçi Sınıfının mücadelesi ve İşçi Sınıfının birlikteliği ilkesidir. Bildiğimiz gibi birçok sendikada her zaman birlik, birlik, birlik sürekli konuşup durulur. Fakat birlik, birlik diye slogan atanlar genellikle kendi şemsiyesi altında birliği önermektedir. Gelin bize dâhil olun diye. Örneğin ileriki günlerde Türkiye’de genel seçim süreci yaşanacak. Türkiye’nin şu andaki Cumhurbaşkanı Erdoğan, gelin birleşelim, birleşelim diye sürekli söyleyip duruyor. Fakat sorduğumuz zaman nerede birleşelim diye, tabiî ki kendi partisi çatısı altında birleşmeyi öneriyor. Fakat Türkiye’de yaşayan insanlar olarak, aslında sizler Erdoğan’ın politikalarına karşı başka bir birliğin içerisinde yer almalısınız. Ve burada şunu belirtmek gerekir, birlik dediğimiz zaman aklımıza şu soru gelir: Kiminle birlik kuracağız? Ve ne amaçla, ne yapmak için birlik kuracağız? Bizim ayırt edici özelliğimizden biriside bizler antiemperyalist, antikapitalist bir sendikal hareketiz. Bizim tüzüğümüzde, bizim kongrelerimizde aldığımız kararlarda daima emperyalizme karşı mücadele ederek, sınıf farklarının olmadığı bir dünyayı kurmak için, böylesi bir mücadeleyi yürütmemiz gerektiğini karar altına almışızdır. Ve savunduğumuz bu değerlerle birlikte çeşitli uluslararası organizasyonların içerisinde de yer alıyoruz. Örneğin İLO’da, Birleşmiş Milletler’de, FAO’da, bu tür organizasyonlarda sürekli bu ilkelerimizi hayata geçirmek için mücadele ediyoruz. Şu anda bildiğiniz gibi, 70’inci yıl kutlamaları için buradayız. Fakat tarihten sadece ders almak yetmez. Tarihten aldığımız dersi bugün nasıl uygulayacağımızı ortaya koymamız gerekir ve oradan çıkardığımız sonuçlarla yarın ne yapacağımızı belirlememiz gerekir. En önemli noktalardan birisi budur. Bu noktada eylem planlarımızla ilgili küçük bilgiler vermek istiyorum. Birkaç gün sonra, önümüzdeki hafta, 1-2 Haziranda Brüksel’de gerçekleştirilecek, Avrupa Parlamentosu’yla birlikte gerçekleştirilecek toplantıda Latin Amerika’dan ve diğer bölgelerden yoldaşlarımızla dayanışma etkinliği yapacağız, toplantımızı yapacağız. 6-7 Haziran tarihinde yine Cenova’da Soma Mitinginde Tek Ses: “Soma’nın Hesabı Sorulacak” Öldürür”, “İşçide Kömür Karası, Tayyip’te Yüz Karası” sloganları eşliğinde yapılan yürüyüşle miting alanına gelindi. Açılış konuşmasının ardından katliamda hayatını kaybeden işçilerin ailelerinin acı ve öfke dolu konuşmaları, katliamda evladını kaybeden bir annenin “her anneler günü beni ilk oğlum arardı. Anneler günümü kutlardı. Bugün de anneler günü. Benim oğlum nerede?” şeklindeki haykırışı uzun süre akıllardan silinmeyecek türdendi. Söz alan tüm ailelerin ise ağızlarından çıkan tek bir şey vardı: “Tüm sorumluların cezalandırılmasını istiyoruz. Davamızın peşini bırakmayacağız” İzmir Geçtiğimiz yıl Soma’da yaşanan ve 301 işçinin ölümüyle sonuçlanan katliamda hayatını kaybeden işçiler, 10 Mayıs günü Somalı ailelerin çağrısıyla Soma’da gerçekleşen mitingle anıldı. HKP İzmir İl Örgütü olarak “So- ma’nın Katili Tayyipgiller’in Bekçiliğini Yaptığı Sömürü Düzenidir” pankartımız ve flamalarımızla Soma’daydık. “Soma’nın Hesabı Sorulacak”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek”, “Analar Doğurur Patronlar Ermenek’te, Zonguldak’ta yaşanan maden katliamlarında yakınlarını kaybedenler de Somalı ailelere destek vermek ve seslerini duyurmak için alandaydı. Onların da tek istekleri, acılarına sebebiyet verenlerden hesap sorulmasıydı. Ailelerin konuşmalarından sonra söz alan demokratik kitle örgütlerinden temsilcilerin konuşmalarının ardından miting, “Soma’yı Unutma Unutturma”, “Soma’nın Hesabı Sorulacak” sloganları eşliğinde sonlandırıldı. Soma mitinginden herkesin çıkarttığı sonuç; Soma’nın acısının ve öfkesinin ilk günkü tazeliğini koruduğu, sorumlular hesap verene kadar da dinmeyeceği oldu. *** Antalya Soma Katliamı’nın 1’inci yılında yüreklerimizde aynı acıyla Antalya Kapalıyol’da Birleşik Kamu-iş ve HKP’li yoldaşlarımız ile birlikte bir anma yürüyüşü George Mavrikos kriz ve işsizlik konulu bir gösteri yapacağız, etkinlik yapacağız. 24-26 Haziran tarihlerinde Paris’te yine Petro kimya endüstrisindeki işçilerin sorunlarına dikkat çekeceğimiz bir organizasyon, bir etkinlik daha yapacağız. DSF’nin 70’inci yıl etkinliklerini asıl kitlesel olarak, çünkü 3 Ekim tarihidir kuruluşu, 3 Ekim tarihinde yani tam 70’inci yılına girerken, Brezilya’nın Sao Paulo kentinde farklı ülkelerden binden fazla delegenin katılımıyla gerçekleştireceğiz. Konuşmamı bitirirken burada Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun huzurunda, diğer katılımcı yoldaşlarımızın huzurunda şunu deklare etmek isteriz ki, bizler daima mücadelenizde sizinle birlikte olacağız. Daima İşçi Sınıfının yanında olacağız. Bugün nasıl ki Bursa’daki Metal İşçilerinin yanındaysak, Zet Farma Direnişçilerinin yanındaysak, bu konuda son derece istikrarlı bir şekilde mücadelemizi yürüteceğiz, daima sizlere mücadelenizde destek vereceğiz, birlikte mücadele edeceğiz. Çok teşekkür ederiz katılımlarınız için. Dünya Sendikalar Federasyonu’nun Türkiye’deki Zet Farma İşçilerinin Mücadelesiyle Dayanışma Mesajı Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF), 200 günden fazla süredir yürüttükleri mücadeleden dolayı ZET FARMA işçilerine ve onların taşımacılık sektöründeki sendikaları Nakliyat-İş Sendikası’na yönelik sınıf dayanışmasını ifade eder. Yürütülen mücadelenin sebebi işçilerin sendikaya, Nakliyat İş Sendikası’na üye oldukları için işten çıkarılmalarıdır. Dün, işçiler şirkete ait işyerini işgal etmişler, atılan işçilerin geri alınmasını ve sendikal haklarının engellenmemesini talep etmişlerdir. Dünya çapında sınıf temelli bir örgüt olan, 90 milyonun üzerinde işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federas- gerçekleştirdik. Soma’da ölen kardeşlerimizin, aşağılık çıkarları uğruna katlettiği masum insanlarımızın kanının Tayyipgiller’in eline bulaştığını haykırdık. Bildiğimiz gibi 13 Mayıs 2014 tarihinde Soma’dan tüm insanlığın yüreğine bir ateş düştü. Manisa’nın Soma ilçesinde Parababaları tekelindeki maden işletmesinde, insanı ve insani değerleri hiçe sayan kapitalizm bir katliama daha imza attı. Tarihimizdeki en kitlesel işçi katliamı yaşandı. Bu katliamda 301 işçi hayatını kaybetti. Çoğu hayatının baharında olan bu işçiler göz göre göre ölüme gönderildiler, ama katiller bunu normalleştirmeye çalışarak KAZA dediler. Bu katliamın Tayyipgiller’in rant sevdasıyla özelleştirme sonucu olduğunu bizler biliyoruz. Madencilik sektörü de özelleştirmelerden nasibini almıştır. Çağın gerisinde yöntemler ile yapılan yonu ZET FARMA işçilerinin ve Nakliyat İş’in yanındadır. DSF, Zet Farma şirketindeki işçilerin, işverenin terörizmine karşı sendikal haklar için verdiği mücadeleyi sonuna kadar destekler. DSF olarak Zet Farma’daki işverenin, işçi düşmanı, sendika düşmanı, işçileri terörize etmeye yönelik politikalardan, işten çıkarmalardan derhal vazgeçmesini talep etmektedir. 5 kıtadan DSF’ye üye tüm sendikaları Zet Farma işçilerinin haklı mücadelesine destek vermeye çağırıyoruz. Atina, 28 Mayıs 2015 DSF Genel Sekreterliği madencilik özelleştirilerek, işverenlerin insafına terk edilmiştir. Bu sektör deneyimi olmayan, gerekli teknik donanımdan ve alt yapıdan yoksun ve tek düşüncesi daha fazla üretim daha çok kar olan sermayenin eline geçmiştir.1150 odalı kaçak saray yaptıran Tayyipgiller insan hayatını hiçe sayarak madenlere yaşam odası yapmamaktadır. 13 Nisan da görülmeye başlayan davada henüz suçlular cezalarını almamışlardır. “Her şey denetlenmiştir, kusur yoktur.” diyerek Soma Holding’in avukatlığını yapan dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın maden kazaları ile ilgili de “ÖLÜM MADENCİNİN FITRATINDA VAR” açıklaması kulaklarımızda, maden şehitlerinin acısı yüreklerimizde bu davanın takipçisi olacak,mutlaka hesap soracağız! Zet Farma’da işgal Baştarafı sayfa 16’da Zet Farma işvereni içeride çalışan üyelere de sendikadan istifa etmeleri için baskılar yapmaya başladı. Bu baskılara bir süre direnen üyelerimiz, işverenin bu baskılarını ve sendikal örgütlenmeye karşı takındığı işçi-sendika düşmanı tavrını protesto etmek için dün akşam mesai bitiminde, 17.30’da, 300’e yakın çalışanla işyerinin içinde direniş başlattılar. İlerleyen saatlerde İlçe Emniyet Müdürü gelerek eylemin kanunsuz ve yasadışı olduğunu ve derhal sonlandırılması gerektiğini söyledi. Ancak üyelerimiz kararlı bir şekilde eylemlerine devam ettiler. Gece geç saatlere kadar devam eden bu uyarı niteliğindeki eylem gece yarısı yine halaylarla, sloganlarla sona erdi. Eylemde sık sık “Zet Farma’ya Sendika Girecek Başka Yolu Yok” “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” “Direne Direne Kazanacağız” “Yaşasın Zet Farma Direnişimiz” gibi sloganlar atıldı. Üyelerimizin talebi, Zet Farma işvereninin çalışanlar üzerindeki baskılara son vermesi, sendikayı tanıması, toplusözleşme sürecini tıkamaması ve atılan işçilerin işe geri alınmasıydı. Mücadelemiz zafere ulaşıncaya kadar, her türlü meşru eylem ve protestolarla devam edecek. 28.05.2015 İş! İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız! İnadına Sendika İnadına NakliyatNakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi 14 Yıl: 9 / Sayı: 88 / 1 Haziran 2015 sınıf bilinçleri ağır bastı. Türk Metal’i ve MESS’i devre dışı bırakmazlar, işçilerin taleplerine kulak tıkamaya devam ederlerse sonlarının hiç de iyi olmayacağını, bu işin burada kalmayacağını gördüler, kavradılar. İşçilerin taleplerine boyun eğdiler. Yani; işçilerin baştan beri söyledikleri şu talepleri kabul ettiler: 1- Eylemden, işgalden dolayı hiçbir işçi işten çıkarılmayacak. Metal İşçisi, Türk Metal Sendikası’na tekmeyi vurdu Sat sat nereye kadar Bitti buraya kadar! Devrimi’nin Özgücü olduğu gerçeğini bir kez daha kanıtlamıştır böylece. Bu iki kere iki dört ederce kesin gerçekliği, kendisini görmek istemeyen her kesimin gözüne bir kez daha batırmıştır İşçi Sınıfı. Ancak, Metal İşçilerini ve Türkiye İşçi Sınıfını bir tehlike beklemektedir. Bu da şudur: Türk Metal’den kurtulmak çok güzel, çok iyi, çok doğru ama sendikasızlık da bir o kadar kötüdür. Bursa’da başlayan Metal İşçilerinin eylemi, İzmit’e, Ankara’ya, Eskişehir’e, İzmir’e ulaştı. Yani Metal İşçilerinin yoğun olarak bulundukları tüm şehirler eylem yerine döndü. Ve sonuç olarak metal işçileri, işverenlere haklı, meşru taleplerinin kabul ettirdiler. Bu çok önemli bir gelişmedir. Tarihsel bir öneme sahiptir. H er kötülüğün, her namussuzluğun, her satışın bir sonu vardır. Sürgit devam etmez hiçbir zaman. İnsan, isyan huyludur ve bir noktadan sonra isyan eder. Ayağa kalkar ve o kötülüğü, namussuzluğu yapanı alaşağı eder. Tarih bunun birçok örneğiyle doludur. Daha doğrusu Tarih hep böyle işler. Yoksa İnsanlık Nemrutlar ve Firavunlar Çağına takılır kalırdı. Bunun somut bir örneğini yaşıyoruz şu günlerde ülkemizde. ABD ve onun casus örgütü CIA tarafından kurdurulmuş TÜRK-İŞ’e bağlı sarı gangster Türk Metal Sendikası, on yıllardır, daha doğrusu kurdurulduğu 1963 yılından beri İşçi Sınıfımızın metal işkolundaki bölümünü, yerli yabancı Parababalarına sattı. Türk Metal Sendikası yöneticileri (gelmiş geçmiş hepsi) bu işkolunda faaliyet yürüten işverenlerin, yerli yabancı Finans-Kapital şirketlerinin üye olduğu Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS)’le, al gülüm ver gülüm ilişkisi içinde Metal İşkolundaki toplusözleşmeleri işverenlerin istekleri, çıkarları doğrultusunda imzaladılar. Ama ne imzalama… Her toplusözleşme, hep işverenlerin dayatmaları sonucunda imzalandı. İşçi sınıfımız hiçbir zaman istediği ücret ve sosyal haklara sahip olamadı. Ne kadar direnmeye, isteklerini dile getirmeye çalışsa da başta sarı gangster Türk Metal Yöneticileri tarafından engellendiler. Kimi zaman, göstermelik olarak, işçilerin argo deyişle gazını almak için eylemler, direnişler hatta zaman zaman grevler bile yapsalar, sonunda hep işverenlerin istekleri oldu. Türk Metal Yöneticileri işçileri hep sattılar. Nereye kadar? İşte buraya kadar! Bugüne kadar! En son Nisan ayı içerisinde, Bursa’da bulunan Bosch işvereniyle imzalanan sözleşmeye kadar. Türk Metal ve MESS, Aralık 2014’te bu işkolunda bulunan; Renault, Tofaş, Mako, Ford Otosan, Coşkunöz vb. büyük fabrikalarla. “Grup Sözleşmesi” imzaladılar bugüne kadar yaptıkları gibi. Ve Metal İşçilerini 3 yıllığına bir kez daha sattılar. Sonra Nisan ayı içerisinde yine MESS’e bağlı Bosch fabrikasıyla ilgili toplu sözleşmeyi imzaladılar. Geçtiğimiz yıllarda Bosch İşçisi, Türk Metal’den istifa edip DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na üye olmuştu. Ancak, Birleşik Metal-İş’in basiretsizliği ve işçilere sahip çıkmayışı sonucu işçiler tekrar Türk Metal’e üye olmuşlardı. Bu durumdan ötürü 36 aydır toplusözleşme imzalanamamış, dolayısıyla da Bosch İşçisi hiçbir ücret ve sosyal hak artışı alamamıştı. 36 aydır aynı ücretlerle kölece çalışıyordu. Türk Metal Sendikası, Bosch İşçilerinin sözde hak kayıplarını gidermek için, gerçekte ise biriken öfkesi yatıştırmak için, diğer büyük fabrikalarla imzaladığı toplusözleşmelerden daha iyi haklara sahip bir sözleşme imzalamak zorunda kaldı. MESS de buna itiraz etmedi. Bosch İşçisinin tepkisinin dindirilmesi gerekiyordu… Başta Renault İşçileri olmak üzere, Tofaş, Mako, Coşkunöz İşçileri, Bosch’la imzalanan toplusözleşmeyle Bosch İşçilerine sağlanan hakların kendilerine uygulanmasını, bir ek protokolle bunun sağlanmasını istediler Türk Metal Sendikası Yöneticilerinden. Ama Türk Metal Sendikası Yöneticileri, işçilerin bu haklı taleplerini hiç kale bile almadılar. Hiç umursamadılar, hiç önemsemediler. Çünkü şu ana kadar nasıl satmışlarsa, nasıl uyutmuşlarsa, tepkilerini nasıl dindirmişlerse yine öyle olacağını düşündüler. İşçiler bir iki mızıldanır, sonra boyun eğerlerdi. Bugüne kadar böyle olmuştu, bundan sonra da böyle olurdu. Böyle düşündüler Türk Metal Yöneticileri. Ki işverenler de zaten böyle bir talebe hiçbir zaman evet demezler, yeni bir hak vermeyi asla kabul etmezlerdi onlara göre. Dolayısıyla iki taraf da anlaşık bir vaziyette işçilerin taleplerine kulaklarını tıkadılar, duymazdan, görmezden geldiler. Ancak hiç beklenmedik, hiç hesapta olmayan, hiç akla hayale gelmeyecek bir şey oldu: Metal İşçileri ayaklandı. Gerçek anlamda ayaklandı. Bu ayaklanma, askeri bir ayaklanma değildi elbette. Ama Metal İşçileri, kendi yordamlarınca, önce işyerinde yemek boykotu, iş yavaşlatma gibi eylemlere başvurdular. Ve böylece taleplerini hem işverenlere hem de sendikacılara duyurdular. Ama iki kesimden de tık çıkmadı. Bunun üzerine ilk önce Renault İşçileri Türk Metal sendikası Yöneticilerine, taleplerimizi dinlemez ve gereğini yerine getirmezseniz sendikadan istifa edeceğiz, dediler. Ve Bursa Kent Meydanı’nda bir eylem düzenlediler ilk kez olarak. Ama gangster Türk Metal yöneticileri, gangsterliklerini bir kez daha gösterdiler ve işçilere çakallarını saldırttılar eylemi kırmak için. İşte bu, Metal İşçileri açısından bardağı taşıran son damla oldu. İşçiler birikmiş büyük öfkelerini zincirlerinden boşalttılar ve Türk Metal’den istifaya başladılar. Sadece bununla da kalmadılar. İşyerlerinde oluşturdukları işçi komiteleri aracılığıyla da işverenlere taleplerini ilettiler ve işverenlerin; Sendikayı ve MESS’i devre dışı bırakarak bizzat kendileriyle görüşmesini istediler. İşverenler de Türk metal yöneticileriyle aynı anlayışta oldukları için bu talepleri hiç önemsemediler ve eski düzenin süreceğini beklediler. Ama dediğimiz gibi Metal İşçileri açısından bıçak kemiğe dayanmıştı. Başta Renault İşçileri olmak üzere, vardiyaları dolayısıyla işyerinde bulunan işçiler işyerlerini işgal ettiler. İşyerinden çıkmadılar. Dışarıda bulunan işçiler de işyerlerinin önüne gelerek beklemeye başladılar. Ve eylem çığ gibi yayıldı. Renault, Coşkunöz, Mako, derken Tofaş’a sıçradı. Ototrim’e, Er Metal’e sıçradı. Ve Bursa’daki bütün büyük fabrikalara bir anda eylem yerine döndü. Ve tam bu aşamada Türk Metal Sendikası Genel başkanı Pevul Kavlak, tarihi bir hata yaptı ve Eskişehir1 Nolu Şubesi Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, işçilerin eylemini yasadışı ilan etti. İşverenlerin işçileri tazminatsız olarak işten çıkarma hakkı doğmuştur, dedi. İşçilerin, bu yasadışı işgal eylemini sonlandırmaları, taleplerinden vazgeçmeleri ve işverenlerin verecekleri kararları beklemeleri, gerekir, dedi. İşçilerle bir anlamda, hiç istemeden, hiç başka sonuçlara yol açacağını düşünmeden, geçmişte olduğu gibi olacağını, işçilerin boyun eğeceğini düşünerek bu konuşmayı yaptı. Bu konuşma, bu açıklama, bu tehdit, bu teslimiyet, bu satış konuşması her şeyi bitirdi. Artık ok yaydan çıkmıştı. Ve binlerce işçi Türk Metal Sendikası’ndan istifa etti. Türk Metal Bursa’da bir anda sıfırlandı. Yok hükmüne indi. Bunun üzerine Türk Metal Sendikası Yöneticileri iyice çirkef- leştiler, iğrenç içyüzlerini gizleyemez bir halde işçilere her türlü aracı, yolu, ahlaksızlığı, namussuzluğu kullanarak saldırmaya, karalamaya, başladılar. Yok işçiler kandırılmış, yok işçilerin arasında teröristler varmış. İşçi komitelerindeki işçiler kendi çıkarlarını düşünüyorlarmış vb. vb… Akla hayale gelmeyecek yol ve yöntemlerle azgınca saldırdılar, saldırdıkça da bittiler… Öyle ki eylem bir anda İzmit’e, Ford Otosan fabrikasına sıçradı. Dytech Automotive’e sıçradı. Orada kalmadı Eskişehir’deki Arçelik’e sıçradı. Ankara’da Türk Traktör’e. İzmir’de CMS Jant fabrikasına sıçradı. Eylem yayıldıkça yayılıyordu. Kıvılcım ateş olmuştu. Her yönden parlıyordu... Öyle ki eylemin etkisi sadece Türkiye’yle sınırlı kalmadı. İtalya’da, Almanya’da vb. ülkelerde de üretim durdu. Çünkü o ülkelerdeki fabrikalarda da Türkiye’de üretilen ürünler, malzemeler, yedek parçalar kullanılıyordu. Türkiye’de üretimin durması oralarda da üretimin durmasına neden oldu. Yani sermaye nasıl küreselleşmişse, İşçi Sınıfının mücadelesi ve etkisi de küreselleşmişti. Bu gerçekliği Lenin Usta bundan 100 yıl önce görmüş ve somutça göstermişti: “Emperyalizm” adlı anıt eserinde. İşte işverenler, Finans-Kapitalistler tam bu aşamada ayıktılar. Sınıf içgüdüleri, Türk Metal Sendikası Genel Başkanı Pevul Kavlak 2- Sendika muhatap olmaktan çıkmıştır. Artık işçilerin kendilerinin kurdukları İşçi Komiteleri muhatap alınacaktır. 3- İşyerlerindeki insanlıkdışı uygulamalar son bulacaktır. 4- Bosch’la yapılan toplusözleşmedeki haklar kendilerine de teşmil edilecektir, uygulanacaktır. Sonsöz Bursa’da başlayan Metal İşçilerinin eylemi, İzmit’e, Ankara’ya, Eskişehir’e, İzmir’e ulaştı. Yani Metal İşçilerinin yoğun olarak bulundukları tüm şehirler eylem yerine döndü. Ve sonuç olarak metal işçileri, işverenlere haklı, meşru taleplerinin kabul ettirdiler. Bu çok önemli bir gelişmedir. Tarihsel bir öneme sahiptir. İşçi Sınıfı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi sonrasındaki en büyük eylemlerinden birini gerçekleştirmiş ve haklarını (şimdilik de olsa) kazanmıştır. Bu eylemler, İşçi Sınıfının, Türkiye Başta Metal İşçileri olmak üzere Türkiye İşçi Sınıfı, DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendikası dışındaki sendikalara karşı tepkilidir, güvensizdir. Bu doğrudur da, gerçektir de. Ama sendikasızlık, işyeri komiteleri biçimi gelgeç örgütlenmeler, İşçi Sınıfının, işverenler karşısında güçsüz olmasını getirir, hak arama mücadelesinin uzun vadede yetersiz kalmasını getirir. Bu bakımdan bu tehlikeyi önlemek gerekir. Bu arada birkaç söz de kendimize söylersek: Evet ne yazık ki biz de bu süreçte İşçi Sınıfına öncülük edemedik, onu olumlu, doğru yönde etkileyemedik. Bu bizim büyük bir eksikliğimizdir. Ve biz bu eksikliğimizi gidermek, bu olaydan gerekli dersleri çıkarmakla yükümlüyüz. Bunu da başaracağız, olumsuzluğumuzu olumluluğa dönüştüreceğiz. İşçi Sınıfımıza öncülük edeceğiz. ❑ Türkiye’nin güzel Mayıs ve Haziranları Baştarafı sayfa 16’da yüzünden. Gezi’nin diğer önemli etkisi Tayyipgil-Fetogil domuz topunun yarılması oldu. Tayyipgil’in de Fetogil’in de pislikleri böylece açığa çıktı, kanıtlar ortaya döküldü, 17-25 Aralık böyle gelişti, Ergenekon-Balyoz tutukluları böyle kurtuldu. Emperyalizm, Tayyip’in yıprandığını böyle gördü ve hafiften uzak durmaya başladı, yeni arayışlara girdi. Böyle günlerde sapla saman ayrılır. Gezi’nin bir etkisi de bu oldu. Türkiye Solu’nun önemli bir kesimini, özellikle Sevrci Sol’u peşinden sürükleyen Amerikancı Kürt Hareketi’nin maskesi Gezi günlerinde düştü. Bugün bezirgân partilerin çapsızlığı ve Tayyipgil’in yıprandığı mevcut durumda iç ve dış desteklerle, özellikle medya desteğiyle parlatılan, hatta kurtarıcı haline getirilen Selahattin Demirtaş, Gezi’nin en görkemli günlerinde şu sözleri edebilmişti: “Gezi Parkı’nda yaşananları barış müzakerelerinin karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Tabanımız kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir.” (Milliyet, 1 Haziran 2013) Böylece masum Gezi direnişçileri ırkçı ve faşist yapılmıştı. Bugünkü HDP çıkışı, Amerikancı Kürt Hareketi’nin yüzüne takılan ikinci bir maskedir. Bu şanlı Mayıs-Haziran hareketlerinin en büyük eksikliği, örgütsüz oluşlarından kaynaklanıyordu. Bu yüzden başarıya ulaşamadılar. 27 Mayıs, DP iktidarını düşürse de, tepeden vurulan ilerici bir vuruş olarak kaldı. Gerçek halk iktidarı ile taçlanamadı. Eğer halkımız örgütlü olsaydı, devrim önlenemezdi. 15-16 Haziran ve Gezi önemli değişikliklere yol açsa da, sonuçta gericilik yeniden azıttı. Hele bugün durum daha da vahim. Çünkü Tayyip, koltuğunu kaybetmemek için her türlü riski alabilecek ölçüde zıvanadan çıkmış durumda. Tayyipgil’in açmazını gören emperyalizm, bu vatan satıcılığ sonuna kadar kullanacaktır. Kürt sorunu için Amerikan planını uygulamaktaki iştahlılık, Suriye’de gönüllü emperyalist piyonluğu, “Eğit-Donat” hainliği, hep bunun göstergesi. Bugün seçim arifesindeyiz. Bezirgân partiler kayıkçı dövüşü yapıyorlar. Seçimden sonra bu dövüşler, verilen sözler suya yazılmış yazı gibi olacaktır. AKP belki oy kaybedecektir ancak, HDP barajı aşarsa, emperyalizmin yönlendirmesiyle çok kolay AKP ile ittifak yapacaktır. Hoş, diğer düzen partileri de farklı durumda değildir. Dolayısıyla pislikleri, hainlikleri Tayyipgil’in yanına kalacaktır. Bu yüzden seçimden hayır ummak nafiledir. Sonuç olarak Tayyipgil’i devirecek olan, pisliklerinin hesabını soracak olan kitlesel hareketler olacaktır. İkinci bir Gezi İsyanı mayalanmaktadır. İşçi Sınıfımız da uyanmaktadır. Devrimciler yakındaki bu günlere hazır olmalıdır. Yazımızı, 27 Mayıs’ı yaşayan, o günlerde yedeksubay olan ünlü şairimiz Cemal Süreya’nın bir şiiri ile bitirelim. Şiir 27 Mayıs için yazılmış olsa da, tüm kitle hareketlerine yakışıyor. 555K* Şimdi Bursada ipek çeken kızlar Bir karasevda halinde söylemektedir: Görmeğe alıştığımız nice yazlar Kimleri alıp götürdüler ama kimleri Karanfil bıyıklı genç teğmenleri Ak saçlı profesörleri, öğrencileri Adları şuramıza işlemektedir Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler Bir karasevda halinde söylemektedir Şimdi Bursada ipek çeken kızlar Şimdi Erzurumda çift sürenlerin Geçit vermez kaşlarının altında Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri Sabanın demiri girdikçe toprağa Hınçlarını gömmektedir içine yerin. Çünkü millet hayınları Ankaralarda Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda Çünkü başka yerlerinde memleketin Kanına girdiler masum gençlerin İşte onun için karanlıktır gözleri Şimdi Erzurumda çift sürenlerin. Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar Şimdi acının ve hüznün göklerinde Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız Uykumuzun bir ucunda bombalar Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar İngiliz usulü piyade tüfekleriyle İnsanca yaşamanın onuru arasında Milletcek bir gidip bir geliyoruz Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz Şimdi ay doğar bulutlar arasından Kavat derebeyleri, yüreksiz Bolu beyleri Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri Cebren ve hile ile haklarımızı alan Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi Türküleri duyuyor musunuz nice derin Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda Karanlığı tutuşturup bir köşesinden Geceyi gündüze çevirenlerin Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya Anamız çay demliyor ya güzel günlere Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız Bu, böyle gidecek demek değil bu işler Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz. Cemal Süreya, 1960 *555k: 5. ayın, 5. günü, saat 5’de Kızılay’da anlamına gelen şifredir. Bu şifreyle devrimci asker-sivil gençlik 5 Mayıs 1960’da Kızılay’da yürüyüş yapmış, DP diktatölüğünü sallamıştır. 15 Yıl: 9 / Sayı: 88/ 1 Haziran 2015 İşçi Sınıfımız daha ne yapsın? İşçi Sınıfımızın sahip olduğu Devrimci Öz’e her zaman inandık, güvendik ve güveniyoruz. Sendikal ve siyasi hareketin dibe vurduğu dönemlerde dahi bu inancımızdan milim sapma olmamıştır. Bu nedenle Usta’mız Kıvılcımlı gibi hep; “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diye söze başlarız. Çünkü biz; İşçi Sınıfı Bilimine inanan Sosyalistleriz. Bu bilimdir insanlığı gerçek kurtuluşa götürecek olan. B ursa’da Renault İşçileri 15 Mayıs 2015 günü gece yarısından itibaren sarı-gangster Türk Metal Sendikası’na karşı isyan bayrağını açtı, üretimi durdurdu. Talepleri; Ücretlerinin Bosch sözleşmesi baz alınarak yeniden ayarlanması, ve bunun protokol altına alınması, Temsilcilerin seçimle belirlenmesi, Eylemler nedeniyle hiçbir işçinin işten çıkartılmayacağına dair garanti verilmesi, şeklindeydi. Bir anda 2500 civarında işçinin eyleme geçmesi, diğer sınıf kardeşlerinin de dikkatini çekti. Bursa’dan başlayan bu isyan dalgası ülkenin dört bir yanına yayıldı. Delphi, Ototrim, Coşkunöz, Tofaş, Ford, Türk Traktör, CMS işçileri de ilerleyen günlerde, üretimi durdurarak, içinde bunaldıkları kölelik düzenine isyan etmeye başladılar. Metal İşçilerinin bu isyanı diğer işkollarına da örnek oldu. Ve bu yazının kaleme alındığı gün itibariyle Aliağa Petkim İşçileri de patronun Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerindeki dayatmalarına karşı eyleme geçmiş durumda. Başta Renault ve Tofaş İşçileri olmak üzere isyana katılan metal işçilerinin tek hedefi; kendilerinin hak ve çıkarlarını işverenler karşısında korumayan sarı sendika Türk Metal’di. Hatta eylem anında yazılı ve görsel basına verdikleri demeçlerde; “bizim işverenle bir sorunumuz yok, bizi satan sendikadan kurtulmak istiyoruz” diyerek bu hedeflerini dillendirdiler. Direnişin ilerleyen günlerinde ise T. Metal’den istifa ettikleri halde, başka bir sendikaya üye olmayacaklarını, gerekirse yeni bir sendika kurmayı düşündüklerini açıklayanlar da oldu. Hatta, bir kısmı “Harranlılar” diye döviz açarak bir anlamda sendikasız kalmayı tercih ettiklerini ifade etti. Metal İşçilerinin haklı ve meşru isyanlarının nedenlerine geçmeden önce, üyesi oldukları sendikayı kısaca bir tanıtmak gerekir. Bu “sendika”ya, bilinen anlamıyla sendika bile demek fazlalık aslında. Çünkü bu “sendika”; 12 Eylül öncesinde İşçi Sınıfı içindeki Faşist örgütlenmenin yuvası halindeydi. Özellikle Ereğli-İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Kırıkkale MKE gibi işyerlerinde, işçilerin katledilmesi dâhil her yönteme başvurarak DİSK’in örgütlenmesinin önünü kesiyorlardı. Bu bölgelerdeki her ilerici-devrimci harekete bu işyerlerinden zorla getirdikleri işçilerle saldırıyorlardı. Aynı yöntemi bugün de uygulamaktadırlar. Sendika değiştirmek isteyen, başka sendikaya üye olmak isteyen işçilere silahlı, bıçaklı, sopalı adamlarıyla saldırmaktalar, işçileri işten attırmaktalar. Bunun en yakın ve somut örneği Bursa’daki Bosch işçilerinin DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na geçmek istediklerinde uğradıkları saldırıdır. Bu işyerindeki DİSK örgütlenmesi yukarıda belirtilen yöntemlerle engellendi. Ne hazindir ki, bugün T. Metal’e isyan eden işçilerin bir kısmı da o günlerde Bosch İşçilerine saldıranlar arasında bulunmaktaydı. Yani bu adamlar, işçiyi işçiye düşman etmenin ustasıdırlar. Yine bu “sendika”nın ambleminde ise; işçiyle, üretimle, metal işkolu ile hiçbir ilgisi bulunmayan kurt resmi bulunmaktadır. Tek başına bu bile T. Metal’in baştan itibaren faşist bir örgütlenme olarak kurulduğunun kanıtıdır. Seçimler mi? Ne gezer... Burada ne işyeri temsilcileri ne de sendika yöneticileri gerçek anlamda bir seçimle belirlenir. Her ne kadar yasada sendika şube ve merkez seçimlerinin yargı gözetiminde yapılacağı öngörülmüş ise de bu seçimler, kongrelerden önce Genel Merkez tarafından oluşturulan listenin oylanmasından ibarettir. Genellikle de tek liste çıkar bu kongrelerde. İşyeri temsilcileri Genel Merkez tarafından atanır. Zaten yukarıda da belirtildiği gibi “temsilcilerin seçimle belirlenmemesi” Metal İşçilerinin isyan gerekçelerinden bir tanesiydi. Toplu İş Sözleşmeleri; taslak hazırlanması ya da görüşmeler dâhil işçilere hiçbir şekilde sorulmadan kotarılan satış sözleşmeleridir. İtiraz edenler ise yukarıda anlatılan yöntemlerle anında susturulurlar. Zaten sendikasız ya da sendika değiştirmek isteyen işyerlerinde çalışan işçilerin başka sendikaya, özellikle DİSK’e gitmesini önlemek için işverenler bizzat T. Metal’i çağırırlar. Elleriyle işçileri bu “sendika”ya üye ederler. İşte bu yöntemlerle korkutulmuş, sindirilmiş işçi yapısı ile metal işkolunda yüz binlerce üyeye sahip en büyük “sendika” konumundadır, T. Metal. Peki, bu işçilere ne oldu da “Yeter Be!” diyerek isyana kalkıştılar? Çünkü bıçak kemiğe dayanmıştı. AKP iktidarının “istikrar, verimlilik” gibi yalanlar ve rakam oyunları ile güllük gülistanlık gösterdiği ülke ekonomisinde İşçi Sınıfının payına hep İşsizlik-Pahalılık düşmektedir. Hayat pahalılığı, yüksek faizli kredi borçları sendikalı bir yerde çalışan işçilerimizi bile canından bezdirir hale getirmektedir. Üstelik bu işçiler, ülke ekonomisindeki en büyük katma değeri yarattıkları halde kendileri süründüren ücretlere talim ediyorlardı. Yıllardır yapılan satış sözleşmeleri ile almakta oldukları ücretleri hayat pahalılığı karşısında sürekli eriyordu. Sendikalı olmanın hiçbir cazibesi kalmamıştı. Üstüne üstlük bir de bu sarı-gangster sendika; yukarıda belirtilen saldırılarla ve işveren-polis yardımıyla Birleşik Metal’e gitmesini engellediği Bosch İşçilerine, kendilerinden daha yüksek ücret ve sosyal haklar içeren TİS imzalamıştı. Daha doğrusu işveren; “İşçilerim aman DİSK’e gitmesin de üç kuruş fazla para vereyim” düşüncesiyle bu sözleşmeyi bunlara bahşetmişti. Demek ki, oluyormuş… Öyleyse niye kendi ücretleri iyileştirilmesin? İşte, sınıf hareketi böyle bir şeydir. Kimsenin beklemediği anda ayağa kalkar, ben buradayım, der. Bir yerden bir kıvılcım çaktı mı ortalık yangın yerine döner. Bundan 45 yıl önceki Şanlı 15-16 Haziran Direnişi de; “DİSK’in çanına ot tıkayacağız” diyerek DİSK’i ortadan kaldırmak isteyenlere karşı bir iki fabrikada başlayıp İzmit-İstanbul arasındaki neredeyse tüm işyerlerini mücadelenin içine çekmişti. Bu şanlı direniş sayesinde işçi sınıfımız o zamanların en tartışılan konusu olan; “Türkiye’de işçi sınıfı var mıdır yok mudur?” tartışmalarını bıçak gibi kesmişti. İşte ben buradayım diyerek, hem varlığını hem de sahip olduğu devrimci özü dosta da düşmana da kabul ettirmişti. İşçi Sınıfımız daha ne yapsın? Daha sonraki yıllarda İşçi Sınıfımızın ekonomik ve siyasal içerikli kitlesel eylemlerini hep yaşadık. Kimisinin içinde olduk. Ancak bu eylemlerin (15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi ve en son Metal İşçilerinin isyanı dâhil) birçoğu kendiliğinden gelme ve siyasi önderlikten yoksun eylemlerdi. Öyle ki, sendikal önderliklerin birçoğu da sarı sendikacılara aitti. Bu nedenle İşçi Sınıfımızın kendiliğinden gelen bu devrimci atılımları doğru önderlikle buluşamayınca, kalıcı ekonomik ve siyasi kazanımlar elde edilmedi. Dolayısıyla eylemler bir biçimiyle sonuçlanınca tekrar başa dönüldü. Metal İşçilerinin son isyanında da bu durumu görmekteyiz. Zira bu işçiler, 1998 yılında da T. Metal’e isyan etmişti. O zamanki hareket de ülke geneline yayılmış ve T. Metal’den topluca istifa etmişlerdi. Ama başka bir sendikaya geçiş yapmamışlardı. Bugün de benzer bir durum vardır. Bu arada, T. Metal’den istifa ederek isyan bayrağını açan Metal İşçilerinin DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’na geçmemelerini de sorgulamak gerekir. Bize göre bu hareketsizlik ya da işçinin kendisini “Harranlıyız” diye tanımlayarak sendikasızlığı içselleştirmesinde Birleşik Metal’in de vebali vardır. Kendiliğinden başlamış olsa da bu hareketlere önderlik etme becerisini gösterememiştir. Daha doğrusu Metal İşçilerinin bu hareketlerini, yani T. Metal’den kopuşlarını bilinçlice örgütlemek B. Metal-İş’in asli görevlerinden olmalıdır. Ne yazık ki, Birleşik Metal-İş, böylesine cesaretli ve mücadeleci bir tavır almamakta ısrar etmektedir. Kaldı ki, bu sendika MESS görüşmelerinde T. Metal’den ayrılarak doğru bir taktikle grev kararı almış olmasına karşın, AKP iktidarının siyasi müdahalesi ile MESS grevlerinin yasaklanmasına karşı, yasakları tanımayan bir tutum alsaydı, bugün bu işçiler “Harranlı”lığı seçmezler, isyan başlar başlamaz DİSK’e geçerlerdi. Maalesef böyle bir cesareti göremedik B. Metalİş’te. Esasen bu konu ayrı bir değerlendirme g e r e k t i r m e k t e d i r. Geçelim... Sonuç olarak; “Tarafsızlık” bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz. Olduk olası: “Başta İşçi Sınıfımız”dan yana düşünüp davranmayı öğrendik. İnsanoğlunun ancak ve yalnız İşçi Sınıfı yanından gerçek İNSAN olacağına inanıyoruz.” (Hikmet Kıvılcımlı, Oportünizm Nedir?, Derleniş Yayınları, Sunuş) Onun için; tarafımız İşçi Sınıfından yana.. İşçi Sınıfımızın sahip olduğu Devrimci Öz’e her zaman inandık, güvendik ve güveniyoruz. Sendikal ve siyasi hareketin dibe vurduğu dönemlerde dahi bu inancımızdan milim sapma olmamıştır. Bu nedenle Usta’mız Kıvılcımlı gibi hep; “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diye söze başlarız. Çünkü biz; İşçi Sınıfı Bilimine inanan Sosyalistleriz. Bu bilimdir insanlığı gerçek kurtuluşa götürecek olan. O nedenle İşçi Sınıfımızdan gelen her hareket bizleri heyecanlandırır. O’nun bilimine olan inancımızı pekiştirir. Hele hele bu sınıf hareketi ülkenin dört bir yanına yayılıp, dünyanın çeşitli ülkelerinin işçi sınıflarına ilham kaynağı oluyorsa heyecanımız daha da artar, içimiz kıpır kıpır eder. Çünkü biliyoruz ki, her ülkenin İşçi Sınıfı hareketi ya da devrimci hareketi; insanlığın kurtuluş davasını yürüten Dünya Proletarya Hareketi’nin bir parçasıdır. Ancak Kıvılcımlı Usta’nın dediği gibi; “Modern toplulukta hiçbir sınıf yalnız kendisini görmek ve düşünmekle meselelerini çözemez. Toplumsal sınıflar milletin ve memleketin en geniş münasebetleri içinde, tesirli olabilecek davranış ve düşüncelerle rol oynayabilirler ancak... İşveren sınıfı, toplumumuza ileri gidişi sağlamada başarıyı sağladığı ölçüde millet ve memleket kaderine hâkim olmuştur. İşçi Sınıfımız da, ister istemez kendi bencilliğinden sıyrılıp millet ve memleket ölçüsünde ilerlemeyi ve yararlılığı sağlayacağına inanır ve halkımızı inandırırsa milletçe tutulur...” (Ekonomik Mücadele Üzerine, s. 61) Dolayısıyla İşçi Sınıfımızın “kendi bencilliğinden sıyrılıp” tüm topluma önderlik yapabilmesi için her bakımdan örgütlü olması gerekir. Ne yazık ki, İşçi Sınıfımız bugün için hâlâ örgütsüz olduğundan tarihçil görevlerinin bilincinde değildir. Bu nedenle de sendikasız kalmayı, geçici bazı ekonomik kazanımlarla yetinmeyi kabullenmektedir. Oysa İşçi Sınıfımızın önünde koca bir dünyayı değiştirme görevi durmaktadır. Bu görevin bilincine varabilmek için de örgütlü olmak gerekir. Biliyoruz ki; İşçi Sınıfı Örgütlü ise Heptir, Örgütsüz İse Hiçtir ya da Sıfırdır.❑ Hükm’ü Avam İstinafsızdır Goril meydanlarda vatan-millet, Atatürk’ten dem vurarak demagoji yapardı, sen ise elinde Kur’an olmadan miting meydanlarına çıkmaz oldun bugünlerde. Hiç düşündün mü bilemeyiz ama bak bir ortak noktanız daha çıktı: Halkın değer verdiği kavramların sömürüsünü yapmak, onları istismar etmek. Ç ok fazla belli etmedin ama eminiz ki o Gorilin, o Amerikan uşağı satılmışın, o halk düşmanının ölümü seni korkudan tir tir titretti. Düşündün belki de kendi kendine: Bu adam da zamanında benim gibi Amerikan uşağı bir diktatör bozuntusuydu. Tıpkı bugün benim yaptığım gibi o da insanı insan yapan tüm değerlerden para, makam, ün, şan şöhret uğruna bir çırpıda vazgeçmişti… Düşündükçe daha çok dehşete kapıldın belki de. Aklına gelen her örnek, Gorille senin ne kadar birbirinize benzediğinizi hatırlatıyordu sana: O da benim gibi masum insanların kanını döktü, dedin. Binlerce devrimci vatan evladını katletti, en insanlık dışı yöntemlerle masum insanlara işkence yaptı. ABD Emperyalistlerinden aldığı emirle ülkeyi yarı kapalı cezaevine çevirdi. Yüzbinlerce masum insanın hayatını mahvetti yaptığı aşağılık işlerle, dedin. Evet, eminiz ki bunların hepsini düşündün, düşündükçe soğuk terler döktün. Soğuk terler döktün çünkü aklına katlettiğin, aşağıladığın, tekmelettiğin, miting otobüsüne getirtip boynuna yapıştığın, zindanlara tıktırdığın masum insanlar geldi. Tüm bunları düşünürken belki televizyon ekranlarından halk düşmanı Gorilin yaptığı aşağılık işleri anlatan görüntüler akıyordu. Kim bilir belki bir ara 17 yaşında olmasına karşın yaşı büyütülerek asılan Erdal Eren ilişti gözüne. Bir kez daha dehşete kapıldın. Eminiz ki o an aklına “destan yazan” polislerin tarafından 14 yaşında katledilen Berkin Elvan geldi. Hani o acılı annesini miting alanlarında meczuplaşmış kitlelere yuhalattığın Berkin Elvan. Belki de kendinle Goril arasında bir kez daha kıyaslama yaptın. “O halk düşmanı bile en azından katlettiği vatan evlatlarının annelerine dil uzatmamıştı”, dedin kendi kendine. Tabiî Berkin’le Emperyalizminin “our boy”u da benim gibi çevresinde binlerce yalaka toplamıştı, dedin kendi kendine. Etrafında, teslimiyeti ve onursuzluğu vazgeçilmez karakter özelliği haline getirmiş olan tonla satılmış “gazeteci” vardı, dedin. Hani bugün on binlerce dolarlık maaşlar karşılığında arayıp rahatlıkla fırçalayabildiğin, emirler yağdırdığın sözde gazeteciler var ya; tıpkı onlar gibi 12 Eylül Faşizminin destekçiliğine soyunan zavallı güruh da Gorili yere göğe sığdıramıyordu o günlerde. Gorille benzerliklerinin farkına vardıkça ruhunu saran korku da artıyordu. Adet olduğu üzere Gorilin arkasından yayınlanan televizyon programlarında Gorilin hayatı ve yaptıkları anlatılıyordu. 12 Eylül Faşizminin ardından yapılan Anayasa Referandumu da sende çağrışımlar yaptı belki. O dönemler dipçik zoruyla, korku atmosferinde sandığa sürüklenen insanlarımız yüzde 91,37’lik oy oranıyla “onay”lamıştı o faşist anayasayı. Aklına Türkiye’de son yıllarda yapılan “seçim”ler geldi. 13 yıl boyunca din maskesi takarak istismar ettiğin gariban halkımızdan aldığın “yüksek” oy oranlarını düşündün. Demek ki dedin kendi kendine, Parababalarının seçim oyununda kandırılmış kitlelerden “yüksek” oranda oylar almak; ölenin arkasından “ölüsüne bir tas suyu dökenin de avradını” denmesine engel olmuyormuş... Goril meydanlarda vatan-millet, Atatürk’ten dem vurarak demagoji yapardı, sen ise elinde Kur’an olmadan miting meydanlarına çıkmaz oldun bugünlerde. Hiç düşündün mü bilemeyiz ama bak bir ortak noktanız daha çıktı: Halkın değer verdiği kavramların sömürüsünü yapmak, onları istismar etmek. Bu konuda Gorile ne kadar benzediğine sen bile şaşırdın. Ruhiyatınız aynı olmasına rağmen “darbe karşıtlığı” görünümü altında sözde 12 Eylül’ü yargılamak için Gorili göstermelik mahkemelere çıkardığın geldi aklına. Bir an bu göz boyamayla “yetmez ama evet”çi ahmakları nasıl da kandırdığını sınırlı kalmadı aklına gelenler. Yaşandığı günlerde korkudan Afrika’ya topukladığın Gezi Direnişi’nde katlettirdiğin gencecik fidanları anımsadın. İçindeki korku daha da arttı. Korku belası insan zihnine bir kere girdi mi, onu bilinçten kovmak kolay değildir. Hele senin gibi politik hayatı sayısız insanlık suçu işlemekten ibaret olanlar için korkuyu unutmak mümkün değildir. Korkun arttıkça arttı, televizyonları izlerken, gazeteleri okurken. Belki bir anda aklına Roboski’de ABD Emperyalistleriyle el ele vererek katlettiğin masum Kürt köylüleri geldi. Malum, en azılı katiller bile işledikleri cinayetleri kolay kolay unutamazlar. O yan yana dizilmiş 34 köylünün cenazesi geldi gözlerinin önüne. Gorilin geriye bir leş bırakarak gittiği günler, Soma’daki işçi katliamının yaşandığı günlere denk gelmişti. Sen de Soma’yı düşündün ister istemez. Soma katliamına giden süreçte rant uğruna, rüşvet uğruna işçilerin hayatıyla nasıl oynadığın geldi aklına. Kim bilir belki de o sakallı bakanının insan aklıyla alay edercesine “İçerde 18 işçi var, 299-300-302 işçi kardeşimizi kaybetmiş olarak burayı kapatırız” sözleri geldi. Zannetmiyoruz ama belki de bir nebze de olsa rahatsızlık duydun bu utanç verici sözlerden. Gözün bir anda yine televizyona takıldı belki. Gorilin, etrafındaki “maiyeti” ile birlikte kasılarak nasıl poz verdiğini gördün, 12 Eylül sonrasının o kasvetli Türkiye ortamında. Yine düşünceye daldın: O zamanlar bu Amerikan hatırladın. Korkudan tir tir titreyen yüreğin biraz ferahlar gibi oldu. “Acaba kitleleri kandırabilmiş miyimdir?”, diye düşündün kendi kendine. Ama nafile. Bu bile korkunu engellemeye yetmedi. Çok iyi biliyorsun ki insanlar sürgit hayvan yerine konulamaz. İlelebet kandırılamaz. “İleri demokrasi” yalanı söyleyip adım adım faşizmi uygulamaya başladığını halk görmüştü. Kendine vatan topraklarında yaşam alanı bırakmadığını çok iyi biliyordun. Evet, Gorili milyonlarca insan nasıl lanetle anıyorsa, beni de lanetle anacak, dedin kendi kendine. Şunu da düşündün muhakkak: “Acaba ben de Goril gibi çelik bilezikle tanışmadan mı gideceğim? O kadar şanslı olabilecek miyim?” Cevabı biz verelim: Hayır, o kadar şanslı olamayacaksın. Katliamlarının hesabını tek tek vereceksin. Halkımızın alınterinden çaldığın değerleri kuruşu kuruşuna tahsil etmeden seni Gorilin gittiği yere göndermeyeceğiz. Ve eninde sonunda bileğine taktığın çelik bilezik sana tüm ihanetlerinin pişmanlığını yaşatacak. Ama iş işten geçmiş olacak. Hani şu an emrine amade kıldığın “bağımsız” mahkemeler var ya; Halk İktidarında işte oralarda yargılanacaksın. Gerçek halk mahkemeleri sana ne tür cezalar verir, bilemeyiz. Ama bir şeyden adımız gibi eminiz: Tıpkı Goril gibi halkın vicdanında asla beraat edemeyeceksin. Çünkü eskilerin deyişiyle Hükm’ü Avam İstinafsızdır: Halkın adaleti temyiz edilemez…❑ B Nakliyat-İş Proletarya Enternasyonalizminin temsilcilerini Türkiye’de buluşturdu Türkiye’nin güzel Mayıs ve Haziranları aharın sonlanıp yaza doğru geçildiği aylardır Mayıs ve Haziran. Bu coğrafyanın en güzel aylarıdır. Doğa binbir güzellik koyar önümüze. İklim de hoştur. Bu aylar tarihimiz açısından da müthiş zengindir: 27 Mayıs Devrimi, 15-16 Haziran İşçi Hareketi ve iki yıl önce yaşadığımız Gezi İsyanı. Bu üç hareketin de ortak noktası büyüklükleri, kitlesel oluşları ve ilericilikleridir. Diğer vurgulanması gereken bir ortak noktaları, kendiliğinden gelişen hareketler olmalarıdır. 27 Mayıs ve Gezi “kendi kendine” bir sınıf değil, “kendisi için” bir sınıf olduğunu kanıtlamıştır. Sosyalistler içinde bile söylenegelen “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” sözü, söylenemez olmuştur. Kuşkusuz, İşçi Sınıfımızın elde ettiği haklar, tüm halkımıuzın, tüm emekçilerimizin refahına katkı anlamına gelir. Bu sayede gerici Adalet Partisi iktidarı sallanmıştır. CIA-Kontrgerilla provokasyonlarıyla 12 Mart Faşizmi devreye sokulmuşsa da, Haziran Hareketi sayesinde DİSK faşizme rağmen güçlenebilmiş, kitleler sosyalizme yakınlaşmıştır. Bugünlerde Şanlı Gezi İs- İsyanı bir gençlik hareketi niteliğindedir. 15-16 Haziran Hareketi bir işçi hareketi olmakla birlikte, kaçınılmaz olarak devrimci gençliğimizi de içine çekmiştir. Bu üç kitle hareketi de halkımızın büyük sempatisini kazanmıştır. Çünkü ülkemizin önünü açan hareketlerdir. 27 Mayıs Devrimi, köhnemiş Demokrat Parti diktasını alaşağı etmiştir. Ülkeye nispi de olsa demokrasi getirmiş, emekçilerin örgütlenmesinin önünü açmıştır. Sosyalist kültür yaygınlaşmıştır. Bu anlamda 15-16 Haziran hareketi de 27 Mayıs’ın ürünüdür. Bu yüzden gericiler 27 Mayıs’tan öcü görmüşçesine korkarlar. 15-16 Haziran hareketi ise İşçi Sınıfımızı silkeleyerek kendine getirmiş, İşçi Sınıfımızın yanı’mızın başlayışının ikinci yıldönümünü kutluyoruz. Gezi İsyanı’mız bugüne dek halkımızın gördüğü en uzun soluklu, en kitlesel, en yaygın hareket oldu. Gezi de kendiliğinden gelişen, esas olarak gençliğin başını çektiği bir hareketti. Ama önemli bir etki doğurdu. En önemlisi, Tayyipgil’in yüreğine öyle bir korku saldı ki, atlatmaları mümkün değil. Bu belki çok görünür bir etki değil ama en azından söylemlerine yansıyor Tayyipgil’in. Ayrıca, sarayların yapılması, 1500 kişilik koruma ordusu, artan polis baskısı, sansür vb., hep bu korkunun gittikçe artması Uluslararası planda Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) üyesi olan Nakliyat-İş Sendikası her fırsatta Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesini dünyayla buluşturuyor, aynı zamanda da dünya genelindeki İşçi Sınıfı mücadelesiyle dayanışma içerisinde hareket ediyor. T ürkiye’de İşçi Sınıfımızın hak arama mücadelesinin gerçek önderliğini yürüten Nakliyat-İş Sendikası aynı zamanda enternasyonal dayanışmanın da en güzel örneklerini sergiliyor. Uluslararası planda Dünya Sendikalar Fede- rasyonu (DSF) üyesi olan Nakliyat-İş Sendikası her fırsatta Türkiye’deki İşçi Sınıfı mücadelesini dünyayla buluşturuyor, aynı zamanda da dünya genelindeki İşçi Sınıfı mücadelesiyle dayanışma içerisinde hareket ediyor. Bilindiği gibi, 126 ülkeden 92 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu’na bağlı Taşımacılık İşçileri Enternasyonali’nin (TUI Transport, Fisheries and Communication) geçen yıl Santiago-Şili’de yapılan genel kurulunda, Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Taşımacılık İşçileri Enternasyonali Genel Başkanı seçilmişti. Bu kongreyle ilk kez, milyonlarca işçiyi temsil eden bir Enternasyonal’in başkanı ülkemizden seçilmiştir. Bu, Türkiye Devrimci Sendikal Mücadelesi ve Dünya İşçi Sınıfı Mücadelesi açısından son derece önemli bir gelişmedir. Geçtiğimiz günlerde Türkiye, dünyadaki gerçek sınıf temelli sendikal hareketin temsilcilerine üç gün boyunca ev sahipliği yaptı. 12’de Denizler’den Gezi İsyanı’na, devrime, kurtuluşa… Üzülüyorduk Denizler’le aynı dönemde yaşayamadığımız için. Ama şanslı bir nesilmişiz ki Gezi İsyanı’mızı yaşadık. O yüzden 2 yıldır daha bir heyecanla gidiyoruz Denizler’in mezarbaşına. Onlara anlatacaklarımız var artık bizim de. Bu nedenle Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bu yıl da Karşıyaka Mezarlığı’nda, herkesin önünde fotoğraf çektirmek istediği o muhteşem pankartımız ve bayraklarımızla onların huzurunda saygı ve gururla yerimizi aldık. Liseli Umut Yoldaş’ımızın yaptığı açış konuşmasından sonra, yine liseli Kıvılcım Yoldaş’ımız anlattı yaşadıklarımızı, onlardan aldığımız bayrağı onurla, gururla dalgalandırdığımızı, görevlerimizi söyledi. Ve Üniversiteli Umutcan Yoldaş’ımız andımızı içirdi. İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştıracağımıza and içeriz diye haykırdık hançerelerimizi yırtarak. 6’da Zet Farma’da işgal B ursa’daki Metal işçilerinin işyerin terk etmeme eyleminin ardından İstanbul’da da Nakliyat-İş Sendikası üyesi Zet Farma İşçileri işyerini terk etmeyerek işyerinde eylem yaptılar. Zet Farma’nın Kıraç’ta bulunan iki deposundaki işçiler akşam iş çıkışı servislere binerek Hadımköy’deki depoya geldiler. Buradaki üyelerle bir araya gelen Zet Farma İşçileri gece yarısına kadar sloganlarla, halaylarla topluca işyerini terk etmeme eylemi gerçekleştirdiler. Sendikamız Genel Başkanı, yöneticilerimiz ve İstanbul Şubesi yö- neticileri ve üyelerimiz de eyleme katıldılar. Zet Farma’da Sendikalaşma sürecinin başlaması ile birlikte çok kısa zamanda sendikamız çoğunluğu sağlayarak yetki başvurusunda bulundu. Ancak işverenin itirazları sonucu açılan davalar toplu iş sözleşme sürecini tıkamıştır. İşveren Sendikalaşmanın ardından üye olan işçilerden 14 işçiyi işten attı. Atılan üyelerimiz 208 gündür işyerinin önünde direnişlerini sürdürüyorlar. 13’te İzmir Emniyeti de modaya uydu Son yıllarda her türden Emperyalist Uşağı yerli satılmışların 27 Mayıs’a saldırması moda oldu. 27 Mayıs’ı ve kazanımlarını cesaretle savunan HKP dışında neredeyse kimse kalmadı. Ortaçağcı AKP iktidarı da 27 Mayıs Anayasası anısına dikilen Beyazıt Meydanı’ndaki anıtı kaldırdı. Turan Emeksiz’in Cağaloğlu’ndaki büstüne tahammül edemedi. Son bir saldırı da, mevcut durumdan vazife çıkaran İzmir Emniyet Müdürlüğünden geldi. Emniyet Müdürlüğünün girişindeki antrede yıllardır bulunan “Cumhurbaşkanlarımız” panosundan 27 Mayıs’ın önderlerinden “Cemal Ağa” lakaplı Cemal Gürsel’in resmini kaldırılmışlar. Yani dört bir yandan 27 Mayıs’a ve önderlerine saldırılar devam ediyorlar. Ne diyelim, bugünler de geçecek. Demokratik Halk İktidarında bütün bunların hesabı sorulacak. İzmir’den Kurtuluş Partililer 14’te HKP’nin Soma pankartına Cumhurbaşkanına hakaretten dava 6’da