e-bülten - Toplumsal Eşitlik
Transkript
e-bülten - Toplumsal Eşitlik
Tırmanan kirli savaş ve burjuva ikiyüzlülüğü Yusuf Ateşçi / 06.01.2016 AKP iktidarı, bir bölümünü savaş alanı haline getirirken neredeyse tamamını açık hava hapishanesine dönüştürdüğü Kürt illerindeki devlet terörünü tırmandırırken, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) yönelik saldırısını yoğunlaştırıyor. e-bülten 2-8 Ocak 2016 Tırmanan kirli savaş ve burjuva ikiyüzlülüğü Yeni yılın eşiğinde Yusuf Ateşçi / 06.01.2016 Joseph Kishore ve David North / 06.01.2016 2016 artan bir sınıf mücadelesi yılı olacak Sığınmacılar Berlin'de perişan durumda Alman Hava Kuvvetleri Suriye savaşına katılıyor Diyarbakır’ın Sur ilçesinde ilan edilen sokağa çıkma yasağı beş haftayı geride bırakırken, Şırnak’ın Silopi ve Cizre ilçelerindeki yasaklar bir aya yaklaşıyor. Asıl olarak yoksul emekçi mahallelerini harap eden saldırılarda, insanlar birçok mahallede elektrikten, ekmekten ve sudan yoksun koşullarda yaşam mücadelesi veriyor. Jerry White / 07.01.2016 Verena Nees / 05.01.2016 Johannes Stern / 08.01.2016 Suudi Arabistan’daki toplu idamlar Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor: Gerçek uyanış yok Bugün Diyarbakır’ın Yenişehir ilçesinde bir kadın öğretmen evinde başından vurularak ağır yaralanırken, Şırnak’ın Cizre ilçesinin Cudi mahallesinde evlerini beyaz bayrakla terk eden bir aileye açılan ateş sonucu vurulan 12 yaşındaki bir çocuk kaldırıldığı hastanede öldü. Sokağa çıkma yasağının ilan edildiği ve yoğun tank ve top atışları ile çatışmaların devam ettiği mahallerin bir kısmı, hoparlörlerden yapılan anonsların ardından boşaltılıyor. Bill Van Auken / 05.01.2016 Matthew MacEgan ve David Walsh / 04.01.2016 4 Ocak Pazartesi akşamı Şırnak’ın Silopi ilçesinde üç kadın siyasetçinin ve kimliği teşhis edilemeyen bir erkeğin canice katledilmesi, “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen devlet terörünün ulaştığı son noktayı gözler önüne sermektedir. Akşam saatlerinde açılan yaylım ateşiyle vurulan dört sivilden üçünün Demokratik Bölgeler Partisi Parti Meclisi üyesi Sêvê Demir, Silopi Halk Meclisi Eşbaşkanı Pakize Nayır ve aktivist Fatma Uyar olduğu açıklandı. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) Tarihsel ve Uluslararası Temelleri – Bölüm 8 Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) / 03.01.2016 Dünya Sosyalist Web Sitesi ve Toplumsal Eşitlik web sitesinden alınan yazılardan hazırlanmıştır www.wsws.org www.toplumsalesitlik.org iletisim@toplumsalesitlik.org Öldürülenlerin, açılan ateş sonucu yaralandığı ve sığındıkları köprü altından DBP Silopi İlçe Eş Başkanı Gülşen Özden’e ulaştıkları ancak devlet güçlerinin tıbbi yardım ulaşmasını engellediği ortaya çıktı. Konuyla ilgili olarak BBC Türkçe’ye konuşan Özden, "Telefonla arayan 'Yetişin, vurulduk! Yeşiltepe'nin ordayız' dedi. Ben de hemen o şaşkınlıkla vekilleri aradım" diyor ve ekliyor: “Bir iki dakika sonra aynı numaradan beni yine aradılar. 'Kan kaybediyoruz, çabuk olun, 10 dakikaya kadar yetişmezseniz, hepimiz öleceğiz' diyerek telefonu kapattı. Vekillerden çok acil ambulans göndermelerini -1- istedim. Sonra da o numarayı defalarca aradım, ama cevap veren olmadı." savaşlar, ABD ve Almanya gibi büyük emperyalist devletlerce yakından incelenmekte ve artan toplumsal eşitsizliğin körükleyeceği halk ayaklanmalarına bir hazırlık olarak ele alınmaktadırlar. Bu kent savaşlarını yakından izleyen ve dersler çıkaran Türkiye egemenleri de, Kürt illerinde sürdürülen operasyonları, olası halk ayaklanmalarına hazırlık olarak uygulamaya koymaktadır. HDP Şırnak milletvekili Aycan İrmez, ambulans gönderilmesi için valiyi aradıklarını ama telefonlarına yanıt alamadıklarını ve Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’ndan birini devreye sokmalarının ardından, valinin bölgede çatışma olduğu gerekçesiyle ambulans gönderilemeyeceğini ilettiğini belirtiyor. Otopsiye katılan HDP Şırnak milletvekili Leyla Birlik ise, "Erkeğin ve kadın arkadaşlarımızdan birinin yüzü tanınmayacak derecede tahrip edilmişti.” dedi. Yani bu dört kişi, aynı Hacı Birlik’e yapıldığı gibi, yaralıyken katledildi. AKP iktidarının yoğun bir medya propagandasıyla, Kürt illerinde aylardır sürdürdüğü harekat, Batılı emperyalistleri teşhir ettiği kadar, “barış süreci” adı verilen aldatmacanın ve onu destekleyenlerin de asıl karakterini gözler önüne seriyor. Bölgede yaşananlar, en temel insan haklarının bile ayaklar altına alındığı kirli bir savaştan başka bir şey değildir. Aylardır süren bu kent savaşında, yüz binlerce insan evini terk etmeye zorlanmış ve yüzlerce sivil, sözde “faili meçhul” bir şekilde katledilmiş durumda. Türkiye egemen sınıfının Ortadoğu’daki yayılmacı hedeflerine tabi olarak geliştirilmiş olan bu süreç, aynı zamanda Kürt illerini Türkiye’nin ucuz emek cenneti haline getirmeyi ve bölgeden geçecek enerji yollarını istikrara kavuşturmayı amaçlıyordu. Bu sahte “barışçıl” süreç, 2008 küresel ekonomik krizinin tetiklediği altüst oluşlar ve asıl olarak Suriye’deki iç savaşın yarattığı yeni koşullar eliyle çökmüş durumda. Bölgede, evlerini beyaz bayraklarla terk etmeye, sokak ortasında vurulan yakınlarını kurtarmaya ya da cenazelerini almaya çalışanların bile vurulduğu, yaralıların infaz edildiği, Hacı Birlik’e yapıldığı gibi polis aracına bağlanıp sürüklendiği, cenazelerin haftalarca sokaklarda bırakıldığı ya da ailelerine verilmediği bir devlet terörü yaşanmaktadır. Bu noktada, 7 Haziran seçimlerinin ardından tırmanışa geçen devlet saldırısının, hükümetin tek başına 1 Kasım seçimleri hedefiyle açıklanamayacağını ve yalnızca Ortadoğu’da sürmekte olan paylaşım savaşının içeriye taşınması olarak anlaşılabileceğini defalarca vurguladığımızı hatırlatmak gerekiyor. Yıllardır ifade ettiğimiz üzere, “barış süreci” adlı aldatmaca, Türk ve Kürt burjuvazisinin kapitalizmin derinleşen krizine yönelik önleyici bir hamlesi ve onu fırsata çevirme yönünde işçi sınıfı düşmanı gerici bir girişimdi. Milliyetçi Kürt burjuvalarının ve onların kuyruğundaki sahte solun “barış ve demokrasi” çığlıkları eşliğinde desteklediği sözde “barış süreci”, Ortadoğu’da tırmanan emperyalist paylaşım savaşının ve egemen sınıfların diktatörlük yöneliminin önlenemez dinamikleri eliyle çökmeye mahkumdu. Kürt illerinde yaşananlar, İsrail devletinin Gazze’de Filistin halkına yaptıklarından farklı değildir. Gazze’de “Hamas terörü” gerekçesiyle yapılanlar Kürt illerinde “PKK terörü” gerekçesiyle tekrarlanmaktadır. Siyonist devletin Gazze’de gerçekleştirdiği teröre sözde karşı çıkan ve siyasi ilişkileri görünüşte en alt düzeye indiren AKP iktidarı, arka planda ilişkileri geliştirerek sürdürmüş ve Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin ardından açığa çıktığı üzere, “eski dostluk” hiç bozulmamıştı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki bir diğer benzerlik, Kürt ve Filistinli emekçilere yönelik katliamlarını emperyalist merkezlerin bilgisi ve desteği ile gerçekleştirmeleridir. Kendi emperyalist çıkarları söz konusu olduğunda “demokrasi”nin ve “insan hakları”nın ikiyüzlü savunucuları olan emperyalist merkezler, Gazze’deki operasyonlarda İsrail’den esirgemedikleri desteği, aylardır Ankara’ya veriyorlar. Gelinen noktada, savaş koşulları altında etnik ve mezhepsel propaganda bombardımanı ve çıplak baskı temelinde sindirilmeye çalışılan işçi sınıfının milliyetçi ve dinci ideolojilerle zehirlenmesine karşı enternasyonalist sınıf bilincinin geliştirilmesi, belirleyici bir önem taşımaktadır. Benzeri bir “kentsel savaş” pratiği 2014’te Ukrayna’nın doğusunda da gerçekleştirilmiş, Batı destekli darbenin ardından kurulan Ukrayna hükümeti, ordu ve faşist milislerle, Donetsk ve Luhansk halklarına karşı terör estirmişti. Hükümet ve elindeki geniş medya aygıtı, Kürt halkını “terörist” olarak sunarken, sahte sol grupların da destek verdiği HDP, “Türkiye’nin batısının sessiz kaldığı”nı iddia ediyor. Hükümetin propagandasının gerici karakteri son derece açıktır ve ona ve savaşa karşı işçi sınıfının sosyalist enternasyonalist birliği temelinde tavizsiz bir mücadele verilmesi tartışmasız bir görevdir. Filistin, Ukrayna ve Türkiye’de yürütülen kentsel savaşların en çarpıcı ortak yanı, devlet terörünün sınıfsal karakteridir. Özellikle Gazze ve Ukrayna’daki -2- Bununla birlikte, “batıdaki” işçi sınıfının ve gençliğin Kürt illerinde yaşanan savaş karşısında gereken tepkiyi gösterememesinin önemli nedenlerinden birinin, milliyetçi Kürt hareketinin ve onun kuyruğundaki sahte solun on yıllardır uyguladığı politikalar olduğunu da unutmamak gerekir. HDP ve öncülleri ile sahte sol, işçi sınıfını emperyalist merkezlerde üretilmiş kimlik politikaları ekseninde bölmüş, her durumda emperyalizme ve “demokrat” AKP iktidarlarına yedeklemiştir. Yalnızca “batıdaki” (Türk) işçilerin ve gençlerin değil, Kürt emekçilerinin de içinde bulunduğu kafa karışıklığının ve görünürdeki edilgenliğin ardında, ABD emperyalizmi ile işbirliği peşinde koşan ve onun Ortadoğu’daki yağmacı savaşını destekleyen “sol” maskeli burjuva ve küçük-burjuva kimlik politikacılarının yol açtığı hayal kırıklıkları ve perspektifsizlik yatmaktadır. Dolayısıyla, Kürt illerinde estirilen devlet terörüne ve onun içinde gerçekleştiği Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım savaşına karşı başarılı bir mücadele için, aynı zamanda HDP’nin Türk ve Kürt işçilerini bölmeye hizmet eden söylemine de kararlılıkla karşı çıkılmalıdır. karakteri herkes için açık hale gelmişken bile onunla kardeşliğini korumaktadır. Özetle, bu, hatalı bir politika değil; aksine, HDP’nin sınıfsal karakterine ve yıllardır sürdürdüğü pratiğe uygun, yüzünü ezilen kitlelere değil ama emperyalizme, egemen sınıfa ve onun yönetim organı parlamentoya dönmüş bir burjuva partisinin temel çizgisidir. Bu çizginin, bütün milliyetlerden, dinlerden ve cinsiyetlerden emekçilere savaş ve diktatörlükten başka bir şey sunmadığı, sunamayacağı kanıtlanmıştır. “Barış süreci”nin iflasının ve bir dünya savaşına doğru ilerleyen Ortadoğu savaşının en temel dersi, burjuvazinin “barış”ının gerçekte savaş anlamına geldiği ve barış sorununun özünde bir toplumsal devrim sorunu olduğudur. Çünkü yalnızca bir işçi iktidarı savaşa ve ezilenlere yönelik zulme kalıcı olarak son verebilir ve Kürt halkının maruz kaldığı katliamların sorumlularından hesap sorabilir. Yalnızca “doğu” ile “batı”yı değil, tüm ezilenleri birleştirici bayrağı altında bir araya getirip seferber edebilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfının bunu başarabilmesi için, bütün mülk sahibi sınıflardan, onların partilerinden ve emperyalizme hizmet eden bölücü kimlik politikalarından bağımsız, enternasyonalist sosyalist bir önderliğin; Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (SEP) inşa edilmesi gerekmektedir. “Batı” ile CHP ya da MHP kastedilmediğine ve ortada geniş kitleleri seferber edebilecek başka bir siyasi parti de olmadığına göre, sorulması gereken bir diğer soru, HDP’nin bu devlet terörü karşısında ne yaptığıdır. Gerçekte HDP, “Türkiye’nin batısı sessiz kalıyor” söylemini yaygınlaştırarak, yalnızca egemen sınıfın Kürt ve Türk işçiler arasında ektiği güvensizlik tohumuna su vermemekte; aynı zamanda, kendi sorumluluğunun da üstünü örmektedir. HDP’nin başlıca çabası, emperyalist merkezlere olan bağlılığını ve aylardır devam eden devlet terörü karşısında, “siyasi çözüm, müzakere” söyleminden öte hiçbir şey yapmadığını gizlemeye çalışmaktadır. 5 milyonu aşkın insandan oy alan bir parti olan HDP’nin oylarının hemen hemen yarısını “batı”dan aldığı hatırlandığında, onun, kitleleri, yıllardır savunduğu sistem içi çözüm hayalleri doğrultusunda bile seferber etmediği açığa çıkacaktır. Türkiye’deki, Ortadoğu’daki ve bütün dünyadaki savaşlara son vermenin tek yolu, kapitalizm adlı bu sömürü, baskı ve savaş düzenini uluslararası işçi sınıfının devrimci mücadelesiyle yıkmaktır. Bu hedef uğruna mücadele, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin Türkiye şubesini (SEP) inşa mücadelesine katılmak anlamına gelmektedir. AKP’ye yıllarca destek veren –özellikle de Gezi Parkı protestoları sırasındaki rolüyle onun iktidarını korumasını sağlayan- HDP ve öncülleri, 7 Haziran seçimlerinden sonra “geçici” savaş hükümetine bakan vermiş, Suruç ve Ankara katliamlarının ardından ve Kürt illerinde aylardır süren devlet terörüne karşı kitleleri harekete geçirmemiştir. Tüm bu yaşananlara rağmen, 1 Kasım seçimlerinden önce AKP ile koalisyon kurabileceğini açıklayan; bugün bile onunla anlaşma peşinde koşan bir partidir söz konusu olan. HDP, Yunanistan’daki Syriza’nın emekçi halk düşmanı -3- Yeni yılın eşiğinde Dünya ekonomisi alanında, her türlü iyileşme beklentisinin yerini sürekli kriz gerçekliği almış durumda. ABD’de, sözde ekonomik “toparlanma”nın altıncı yılında, gerçek işsizlik rekora yakın düzeylerde olmaya devam ediyor; ücretler saldırı altında; milyonlarca Amerikalının sağlık hizmetleri ve emeklilikleri tamamen ortadan kaldırılıyor. Avrupa, yılda yüzde 2’den az büyüyor ve Avrupa ekonomisinin büyük bölümü (Avrupalı bankaların talep ettiği sert kemer sıkma önlemlerinin hedefi olan Yunanistan dahil) derin bir durgunluk içinde. Dünya ekonomik büyümesinin olası lokomotifi olarak sunulan Çin hızla yavaşlıyor. Brezilya ve Latin Amerika’nın çoğu derin bir ekonomik kriz içinde. Joseph Kishore ve David North / 06.01.2016 2015 sona ererken, egemen çevrelerde bir korku ve kötü bir şeyler olacağı sezisi hakim durumda. Herhangi bir iyimserlik izine rastlamak zor. Burjuva medyadaki yorumcular geçtiğimiz yıla bakıyor ve onun derinleşen bir kriz yılı olduğunu görüyorlar. Onlar, 2016’ya, kaygıyla bakıyorlar. Devlet dairelerindeki ve şirket yönetim kurullarındaki genel duygu, gelecek yılın, umulmadık sonuçlara sahip derin sarsıntılar yılı olacağı yönünde. Financial Times’tan Gideon Rachman, Salı günü yayımlanan yılsonu değerlendirmesinde, her tarafa yayılan bu duyguyu ifade ediyor. Rachman, “Büyük oyuncuların hepsi kuşkulu hatta korkulu” diye yazıyor. Çin “çok daha az istikrarlı”. Avrupa’daki hava “kasvetli”. ABD’deki genel duygu “limoni”. Bu arada, dünya merkez bankalarının ucuz para politikası, 2008 öncesi yüksek riskli ipotek kredilerindeki krize paralel bir süreçte ortaya çıkmaya başlayan ıskarta tahviller ve başka borç biçimlerine odaklanan yeni bir spekülatif yatırım dalgasına yol açmış durumda. Rachman, anlamlı bir biçimde, dünya durumundaki “en büyük ortak etmen”i, “Fransa, Brezilya, Çin ve ABD gibi farklı ülkelerde gözle görülür olan, kabaran eşitsizliğe ilişkin kaygıyı ve çürüme konusundaki öfkeyi birleştiren seçkinler karşıtı duyarlılık” olarak belirliyor. Bu gözlem, şirket medyası içinde, önümüzdeki dönemin büyük toplumsal çalkantılar dönemi olacağına ilişkin artan bir onayı yansıtmaktadır. Hükümetin geçtiğimiz yedi yıl boyunca izlediği politikanın asıl ve istenilen sonucu, toplumsal eşitsizliği yaygın biçimde arttırmak olmuştur. Geçtiğimiz yıl boyunca, dünyadaki milyarderlerin serveti 7 trilyon doları aşacak şekilde artmıştır ve en zengin yüzde bir, dünya servetinin yarısını kontrol etmektedir. ABD’deki toplumsal -dolayısıyla siyasi- eşitsizlik öylesine büyüktür ki, kısa süre önce yapılan bir bilimsel çalışma, “Amerikalıların büyük çoğunluğunun tercihleri, özünde, hükümetin hangi politikayı benimseyip benimsemeyeceği üzerinde hiçbir etkide bulunmuyor” sonucuna vardı. Rachman’ın yorumu ve son günlerde ortaya çıkan benzerleri, Dünya Sosyalist Web Sitesitarafından 2015’in ilk haftası boyunca yapılmış olan değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Büyük jeopolitik, ekonomik ve toplumsal krizlerin patlaması arasındaki zaman aralıkları “ara olarak betimlenemeyecek kadar kısalmış durumda” diye yazmıştık. Krizler, “yalıtılmış ‘olaylar’ olarak değil ama günümüz gerçekliğinin şu ya da bu ölçüde kalıcı özellikleri olarak boy gösteriyorlar. 2014’ü karakterize eden kalıcı krizin işleyişi (ki bu küresel kapitalist dengesizliğin had safhada olduğunun asli bir göstergesidir), 2015 yılında çok daha büyük bir yoğunlukla devam edecektir.” Ekonomik kriz, 2015’te yerküreyi geçtiğimiz yarım yüzyıl içindeki herhangi bir zamandan daha fazla savaşa yaklaştıran jeopolitik çatışmalarla kesişiyor ve onları yoğunlaştırıyor. Fiilen, dünyanın her parçası, ya bir savaş alanı haline gelmiş durumda ya da olası bir savaş alanı özelliği ediniyor. Ortadoğu, şimdi Suriye’nin “terörle mücadele” bahanesiyle sürdürülen yoğun bir savaş yöneliminin hedefi olmasıyla birlikte, emperyalist güçler tarafından körüklenmiş bir bölgesel iç savaşa sürüklenmiş durumda. Doğu Avrupa, ABD’nin ve NATO’nun Rusya’ya karşı başlattığı seferin bir parçası olarak askerileştiriliyor. Doğu Asya’da, ABD, Güney Çin Denizi üzerinde Çin’e karşı provokasyonları tırmandırıyor. Afrika’da, ABD ve Avrupalı güçler, Libya’da, Kamerun’da, Nijerya’da ve diğer ülkelerde operasyonlar planlıyorlar. Egemen sınıf, kendi egemenliğini savunurken, kapitalizm gerçekliğini bir yalan ve ikiyüzlülük yığını altında gizlemeye çalışmaktadır. Savaş, özgürlük ve demokrasi diliyle örtülüyor; topluma zararlı iç politikalar eşitlik ve özgürlük arayışı olarak gösteriliyor. Ama kapitalizmin asıl karakteri (bir sömürü, eşitsizlik, savaş ve baskı sistemi), geniş halk kitlelerinin günlük deneyimlerine giderek daha fazla yerleşiyor ve bu, bir kriz döneminin tipik özelliğidir. Yanılsamalar dağılıyor, öz ortaya çıkıyor. Emperyalizm, yalnızca 20. yüzyılın ilk yarısı ile karşılaştırılabilecek bir acımasızlıkla ve canilikle işliyor. -4- Ülkeler paramparça ediliyor. Ekim ayında Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü’nün Afganistan’daki hastanesinin kasten bombalanması gibi barbarlıklar, hiçbir hesap sorulmaksızın sergileniyor. Uluslararası meşruiyet bahanesi bile olmaksızın savaşlar başlatılıyor. her birine ihanet etti ve şimdi, karşı olduğunu iddia ettiği politikaları uyguluyor. Yılın sonuna yaklaşırken, İspanya’daki seçimlerde, kemer sıkma döneminin bittiğine ilişkin yeni iddialarla birlikte, Syriza’nın müttefiki Podemos’a olan destekte çarpıcı bir artış görüldü. 20. yüzyılda iki yıkıcı savaşa yol açmış olan büyük güç çatışması, bir kez daha, küresel ilişkilerin temel dinamiği olarak ortaya çıkıyor. Amerikan emperyalizminin amansız savaş yönelimi, onu yalnızca Rusya ve Çin ile değil ama diğer emperyalist güçlerle de giderek çatışmaya sürüklüyor. Geçtiğimiz yıl, politikacıların, medya yorumcularının ve akademisyenlerin, Avrupa’nın “amiri” rolünü yerine getirmesini mümkün kılacak bir “güçlü devlet”in kurulmasına yönelik çağrılarıyla birlikte, Almanya’nın kendisini yeniden başlıca Avrupalı büyük güç olarak ileri sürme yönünde büyük bir çaba gösterdiğine tanık olduk. Alman egemen sınıfı, bir kez daha, “dünyayı kontrol etmek için Avrupa’ya hakim olma” planları geliştiriyor. Gerçekte, Yunanistan’daki deneyimin göstermiş olduğu gibi, Podemos ve Syriza gibi partiler ile onların birçok ülkedeki benzerleri, işçi sınıfına tamamen düşmandır. Onlar, siyasi ve teorik olarak, ırkı, cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti saplantı haline getirmiş, Marksizm karşıtı postmodernizme dayanmaktadırlar. Geçtiğimiz yıl, sahte solun siyasi iflasını açığa vurmakla kalmamış; “sol” denilen şeyin, gerçekte, bir bütün olarak burjuva politikasının genel sağa kayışının bir ifadesi olduğunun daha fazla kavranmasına katkıda bulunmuştur. Bu deneyimler, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı devrimci seferberliği dışında bir alternatifin olmadığını kanıtlamaktadır. Bu durumda, kapitalist krizin nihai ve en belirleyici ifadesi, sınıf mücadelesinin yoğunlaşması ve işçi sınıfının bağımsız bir güç olarak ortaya çıkmasının artan işaretleridir. Sürekli farklı biçimlerde (grevler, protestolar, gösteriler) patlayan ve egemen sınıfın şiddet yoluyla ve sahte sol ile sendikalar içindeki yardımcı ajanları aracılığıyla yalıtıp bastırmaya çalıştığı, derin ve köklü bir öfke ve muhalefet söz konusu. Devletin, sınıf egemenliğini savunmaya adanmış bir “silahlı insanlar topluluğu” olarak asli karakteri, halk kitleleri için açık hale geliyor. Yılın sonlarına doğru Paris’te ve San Bernardino’da gerçekleşen saldırıların ardından yoğunlaşan “terörle mücadele”, burjuva demokrasisinin biçimsel işleyişinin yürürlükten kaldırılmasını haklı göstermek için kullanılıyor. Fransa sürekli bir “olağanüstü hal” altına alınmış durumda. Avrupalı güçler, Ortadoğu’nun askeri yollarla yıkımının yol açtığı büyük sığınmacı krizine yanıt olarak engeller dikiyor ve göçmenleri sınırdışı ediyorlar. Sonu gelmeyen savaş koşullarında, faşist ve neo-faşist güçler (Fransa’da Ulusal Cephe, Almanya’da Pegida, ABD’de Donald Trump’ın adaylığı) gelişme gösteriyor. Geçtiğimiz yılın son aylarında, ABD otomotiv işçileri içindeki muhalefet, onları hem şirketlerle hem de şirket yanlısı Birleşik Otomotiv İşçileri sendikası ile çatışmaya sürükledi. Amerikalı işçilerin gerici sendikalar tarafından dikilmiş engelleri yıkmaya yönelik diğer ülkelerdekilere paralel çabaları yeni bir aşamaya giriyor. Bu süreç, her ne kadar başlangıç aşamalarında da olsa, giderek daha belirgin hale gelecektir. Sınıf mücadelesinin yapay olarak bastırıldığı; savaşa, eşitsizliğe ve diktatörlüğe karşı muhalefetin siyasi yaşamdan dışlandığı dönem kapanıyor. Kendi küresel özlemleri peşinde işkenceye ve insansız hava araçlarıyla suikastlara başvuran Amerikan egemen sınıfı, içeride devasa bir baskı aygıtı inşa etmiştir. Her gün, silahsız işçilerin ve gençlerin, cezadan muaf şekilde kendi kendini atamış cellatlar olarak faaliyet gösteren polisler tarafından soğuk kanlılıkla vurularak öldürüldüğüne ilişkin yeni haberler geliyor. Geçtiğimiz yıl boşuna yaşanmadı. Tüm dünyadaki işçiler dersler çıkarmaya, karşı karşıya oldukları toplumsal ve siyasal güçlerin daha fazla farkına varmaya başlıyorlar. Bu bakımdan, otomotiv işçilerinin mücadelesinin Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin (WSWS) okur sayısında keskin bir artışa denk düşmesi, binlerce işçi bir gerçeklik ve perspektif kaynağı olarak WSWS’ye yöneldiği için, önemlidir. Bu, önümüzdeki dönemde, sayısız biçimde, her zamankinden daha büyük çapta yinelenebilir ve yinelenecektir. Her yoğun kriz döneminde olduğu gibi, farklı eğilimler tarafından temsil edilen gerçek sınıfsal çıkarlar açığa çıkıyor. Bu yalnızca yerleşik burjuva partileri değil; aynı zamanda küçük-burjuvazinin “sol” partileri için de geçerlidir. İşçi sınıfının 2015’teki başlıca stratejik deneyimi, Yunanistan’da Ocak ayında iktidara gelmesi dünya politikasında önemli bir dönüm noktası olarak sunulmuş olan “Radikal Sol Koalisyon”un (Syriza) seçilmesiydi. Bununla birlikte Syriza, seçim vaatlerinin -5- 2016 artan bir sınıf mücadelesi yılı olacak Siyasi sorunlar devasa bir keskinlikle ortaya çıkıyor. Kapitalizmin bir varoluş krizi ile karşı karşıya olduğu artık ortada. Soru şu: Bu kriz nasıl çözülecek? Hangisi daha hızlı bir şekilde gelişecek: dünya savaşı ve diktatörlük eğilimi mi; yoksa sosyalist devrim eğilimi mi? Yeni yıl başlarken karşı karşıya olunan büyük soru budur. Jerry White / 07.01.2016 ABD’deki ve dünya çapındaki egemen sınıflar küresel ekonomik krizin ve bitmek bilmeyen ve genişleyen savaşın bedelini işçilere ödetmeyi talep ederken, sınıf çatışması, 2016’da, yaşamın giderek daha baskın bir özelliği haline gelecek. 31 Aralık 2015 Geçtiğimiz yıla, işçiler arasında uluslararası ölçekte büyüyen muhalefetin önemli başlangıç ifadeleri damgasını vurdu. En önemli mücadelelerden biri, dünya kapitalizminin merkezi ABD’deki otomotiv işçilerinin mücadelesiydi. Yılın son aylarında, şirketler ve Birleşik Otomotiv İşçileri sendikası (UAW), Fiat Chrysler (FCA), General Motors ve Ford’daki şirket yanlısı toplu sözleşmelere yönelik kitlesel muhalefetin üstesinden, yalnızca, bir yalan kampanyası, gözdağı ve rapor edilen oy hileleri yoluyla gelebildiler. Buna rağmen, FCA’daki işçiler, 32 yıldır ilk kez, UAW destekli bir ulusal toplu sözleşmeyi yenilgiye uğrattılar. Otomotiv işçilerinin öfkesi, yalnızca, nefret edilen iki kademeli ücret ve yan ödeme sistemini sürdüren ve işçilik maliyeti artışlarını enflasyon oranının altında sınırlayan dört yıllık yeni toplu iş sözleşmelerine düşmanlığı değil; büyüyen toplumsal eşitsizliğe, durgun ücretlere ve sağlık hizmetleri ile emeklilik ödemelerine yönelik bitmek bilmez saldırılar karşısında bir bütün olarak işçi sınıfı içindeki derin hoşnutsuzluğu yansıtıyordu. ABD otomotiv işçilerinin mücadelesi, sınıf mücadelesinin uluslararası ölçekteki daha kapsamlı yenilenmesinin parçasıydı. Geçtiğimiz yıl, Çin, Brezilya, Hindistan ve Türkiye gibi sözde gelişmekte olan piyasalardakilerin yanı sıra, Avrupa’daki gelişmiş kapitalist ülkelerde, Avustralya’da ve Kanada’da büyük grevlerin ve protestoların patlamasına tanık olundu. Hong Kong merkezli China Labour Bulletin’e göre, büyük bir ekonomik gerileme karşısında, grevler ve protestolar, Çin’in hazır giyim, elektronik, madencilik ve inşaat sektörlerinde, Kasım 2015’te 301 olayla zirveye ulaşacak şekilde, durmadan arttı. İşçi eylemlerinin çoğu, birleşmelerde kapatılan veya yutulan şirketlerdeki gecikmiş maaşların, yan ödemelerin ve emeklilik pirim borçlarının ödenmesi talepleri ile ilgiliydi. -6- Brezilya 1930’lardan beri ilk kez peş peşe ikinci ekonomik daralma yılıyla karşılaşırken, kitlesel işten çıkarmalar, otomotiv işçilerinin grevlerini kışkırttı ve diğer iş bırakmalar bankacılık ve devlete ait petrol sektörlerini vurdu. Geçtiğimiz yıl, Yunanistan’da, Hindistan’da, Arjantin’de, Uruguay’da ve Burkina Faso’da genel grevler patlak verdi. Otomotiv işçilerinin ve -petrol rafinerisi işçilerinin Birleşik Çelik İşçileri sendikasının (USW) baltalamasına karşı aylarca yürüttüğü grev dahil- Amerikalı işçilerin diğer kesimlerinin militanlığı, yeni yılda yalnızca tırmanacak olan güçlü ekonomik ve toplumsal itici güçler eliyle körüklenmektedir. Bu, 2008 mali iflasının sürmekte olan etkisi ve sadece süper zenginlerin faydalandığı sözde “ekonomik toparlanma”yı da içeriyor. Almanya’da, yıl, Kasım ayındaki Lufthansa havayolu işçilerinin grevlerinin ve tren sürücülerinin, posta işçilerinin, kreş ve anaokulu öğretmenlerinin kamu sektörü grevleri yılının ardından, ABD’li çevrimiçi satış şirketi Amazon tarafından işletilen depolardaki grevlerle son buldu. Fransa’da ve Britanya’da yükselen iş bırakma eylemleriyle çakışan grevler, uzun süredir var olan “Alman modeli” işçi-işveren ilişkilerine tehdit olarak betimlendiler. Özel sektör işçilerinin (enflasyondan arındırılmamış) nominal ücretleri, 2015’te ve 2009’da başlamış olan resmi toparlanmadan bu yana her bir yılda, yalnızca yüzde 2 ile 2,5 arasında arttı. Reel ücretler sabit kaldı. ABD işçileri Büyük Bunalım’dan bu yana en uzun ücret durgunluğu dönemine katlanırken, 2009’dan beri, neredeyse tüm gelir kazançları, nüfusun en zengin yüzde birine gitti. Financial Times’ın geçtiğimiz hafta görüştüğü avro bölgesi ekonomistleri, emek piyasasının sözde “yapısal reformları” için yenilenmiş bir hücum çağrısıyla, yeni yılın gündemini sergilediler. Bu, ücretleri ve çalışma koşullarını belirleyen elde kalmış yönetmelikleri ıskartaya çıkarmak ve işçileri bir ucuz emek gücü konumuna indirgemek anlamına geliyor. Geçtiğimiz yıl, düşünce kuruluşlarının, medyanın ve çeşitli iş dünyası ve siyaset figürlerinin, toplu sözleşmelerin 2015-2016’da sona ermesiyle birlikte milyonlarca ABD işçisinin bir “ücret zorlaması”nda bulunma tehlikesine ilişkin uyarılarıyla başlamıştı. Bu, otomotiv işçilerine ek olarak telekom, çelik, havayolları, market ve sağlık hizmetleri sektörlerindeki işçilerin yanı sıra ABD posta işçilerini, öğretmenleri, kamu emekçilerini ve diğer kamu sektörü işçilerini kapsamaktadır. Her ülkede, işçiler, sınıf mücadelesinin herhangi bir belirtisini frenlemeye ve bunun kapitalist sistem ile bir çatışma haline gelmesini önlemeye çalışan ulusal-şirket yanlısı sendikalarla çatışma içine giriyorlar. Yunanistan’da ve başka ülkelerde, kemer sıkmaya ve bankaların dayatmalarına yönelik kitlesel düşmanlık, işçileri, Syriza gibi sahte sol partilerle bir çatışmaya sokmuş durumda. Obama yönetimiyle birlikte çalışan AFL-CIO ve diğer sendikalar, her mücadelenin kasıtlı olarak önünü kestiler ve geçtiğimiz yıl 1.000 ya da biraz daha fazla işçiyi kapsayan sadece 11 grev düzenlediler. 2015 grev rakamları, 1947’den beri kaydedilen en düşük ikinci sayı olarak 2014 ile eşitti. Sınıf mücadelesi, giderek artan bir şekilde, gerici sendikalar ve onların siyasi müttefikleri tarafından dayatılan sınırlamalardan kurtulacaktır. Bu eğilim, ilk ifadesini, binlerce işçinin, onları gerçekle ve şirketlerin çetelerine, şirket kontrolündeki medyaya, UAW’ye ve Obama yönetimine karşı bir mücadele stratejisiyle silahlandırmayı amaçlayan Dünya Sosyalist Web Sitesi’ne (WSWS) ve WSWS Otomotiv İşçileri Bülteni’ne yüzünü döndüğü, ABD otomotiv işçilerinin mücadelesinde buldu. Yeni yıl, US Steel ile ArcelorMittal’daki 30.000 işçinin otomotiv işçilerininki gibi bir isyanından korkan USW sendikasının, Pennsylvania’daki ve birçok başka eyaletteki Allegheny Technology işçilerine yönelik yaklaşık beş aylık lokavtı kasten yalıtmasıyla başlıyor. USW, US Steel ile bir anlaşmaya vardığını duyurdu ama hiçbir ayrıntı açıklamadı ve toplu sözleşmeyi mümkün olduğunca çabuk kabul ettirmek için kulis yapıyor. Bu arada, Verizon telekom, Chicago öğretmenleri ve yarım milyondan fazla ABD postane işçisi, sözleşmesiz olarak ya da uzatılmış sözleşmelerle işe devam ediyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde sınıf mücadelesinin gelişmesinin uluslararası sonuçları bulunuyor. Dünyanın küresel yeniden paylaşımına öncülük etmekte olan Amerikan egemen sınıfı, sendikaların işbirliği sayesinde, içeride işçi sınıfına saldırmak için uzun süredir sınırsız bir hareket özgürlüğüne sahip oldu. Bununla birlikte, Wall Street’teki mali aristokrasinin sorunlarını “kendi başına” çözmediği giderek belirgin hale gelecektir. Büyüyen muhalefet, anaakım medya tarafından bütünüyle görmezden gelinse de, çok sayıda ifade biçimi bulmuştur. Geçtiğimiz ay, Southwest Airlines’ın 12.000 uçuş görevlisi, Taşımacılık İşçileri Sendikası tarafından geri getirilmiş bir toplu sözleşmeyi yüzde -7- Sığınmacılar Berlin'de perişan durumda 87’lik bir oranla reddetti. Onların önceki toplu sözleşmesi üç yıl önce sona ermişti. United Airlines’ın uçuş görevlilerinin toplu sözleşmesi 28 Şubat’ta sona ererken, American Airlines uçuş görevlileri, bir toplu sözleşmeyi sendikaları zorunlu tahkimi kabul etmeden önce, iki kez reddettiler. Verena Nees / 05.01.2016 Berlin'deki görüntüler tüm dünyada dolaşıyor. Yaşlıları, hastaları, kadınları ve çocukları kapsayan bitkin ve umutsuz insan kuyrukları, gece boyunca beklemeye ve sadece acil durum battaniyeleri ile soğuktan korunmaya zorlanıyor. Binlerce insan, topluca, spor salonlarındaki ve havaalanı hangarlarındaki insanlık dışı koşullara sahip kamplara kapatılmış durumda. Delta’daki pilotların yüzde 65’inin yeni bir üç yıllık anlaşmaya karşı oy kullanmasının ardından görüşmeler devam ederken, Southwest’teki 8.000 pilot, Kasım ayında, toplu sözleşmelerini ikiye bir oranında karşı oy vererek yenilgiye uğrattılar. Ülkedeki pilotlar ve makinistler şu anda anlaşmaları oylarken, UPS pilotları grevi onayladılar. Berlin'deki sığınmacılara yönelik uygulamayı eleştirenlerin sayısı artmaktadır. “Lageso” (Berlin eyaleti sağlık ve sosyal yardım kurumu) ve kentin merkezindeki gözaltı kampları için kullanılan “hangar” sözcükleri, keyfi bürokrasi ve mülteci karşıtı şovenizm ile eş anlamlı hale gelmiş durumda. Lageso’daki ve toplu konaklama kamplarındaki çok kötü koşulların kasıtlı olarak yaratıldığı ve diğer sığınmacıların cesaretini kırmayı amaçladığı giderek açık hale geliyor. Volvo kamyon işçileri ve New York eyaletinin 75.000 çalışanı gibi, bütün büyük nakliye demiryollarındaki işçilerin toplu sözleşmeleri bu yıl sona eriyor. Bu mücadeleler, şirket yanlısı sendikalar çerçevesinde ilerletilemez. İşçiler, taban-fabrika komiteleri dahil, öztemsile dayanan yeni örgütlere ihtiyaç duymaktadır. En önemlisi, işçiler, yeni bir mücadele dönemine girerlerken, son derece önemli siyasi konularla karşı karşıya bulunuyorlar. Mücadele için kararlılık ve gönüllülük kadar yaşamsal olan şey, işçilerin, her ülkede egemen sınıflar ve onların siyasi temsilcileri tarafından sürdürülen savaş ve kemer sıkma politikalarına karşı koymak için derinlemesine geliştirilmiş bir siyasi stratejiye sahip olmaları gerektiğidir. Bu, ABD’de, Obama yönetimine, her iki büyük şirket partisine ve onların savunduğu kapitalist sisteme karşı siyasi bir işçi sınıfı hareketinin geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Aralık ayı başında, 40 avukat, Lageso’nun eski başkanı Franz Allert’in yanı sıra sosyal hizmetler senatörü Mario Czaja’ya (Hristiyan Demokratlar, CDU) ve diğer yöneticilere karşı, “ağır bedensel zarar verme ve resmi görevlerini yerine getirmeme” nedeniyle suç duyurusunda bulundu. Cumhuriyetçi Avukatlar Derneği’nde (RAV) ve Demokratik Hukukçular Derneği’nde (VDJ) örgütlü avukatlar, Lageso'daki yetkililerin büyük hukuk ihlali yaptıklarına dikkat çekti. 7 Aralık tarihli basın açıklamasında, "Sığınmacılar arasında görülen yaralanmalar ve hastalıklar, açlık ve evsizlik, Berlin'de kural haline gelmiştir." deniyor. Amerikalı işçilerin mücadeleleri, uluslararası sosyalizm uğruna ortak bir kavgada dünyanın dört bir yanındaki işçilerin mücadelelerine bilinçli bir şekilde bağlanmalıdır. RAV'ın yönetim kurulu üyesi olan Avukat Christina Clemm, WSWS'ye yaptığı açıklamada, kırık bir bacak, morluklar ve baygınlık nöbetlerini kapsayan çeşitli fiziksel yaralanmalara dikkat çekti. Bu, gözaltı kamplarına çağrılan ambulansların sayısı ile de yalın biçimde kanıtlanmaktadır. Sığınmacılar, ayrıca, Lageso sadece bir haftalık konaklama fişi verdiği ve sığınmacıları daha fazla kalmak için uzun kuyruklara zorladığı için, evsizliğe ve açlığa mahkum edilmektedir. 4 Ocak 2016 Clemm'e göre, eğer Lageso ödeme yapmaz ya da ödemeyi geciktirirse, pansiyon işletmecileri, sığınmacıları bir hafta sonra acımasız bir şekilde dışarı atacak. Aileler, başlarını sokacakları bir çatı olmadan ve parasız bir şekilde sokaklara terk ediliyor. Avukat, "bu durum, Czaja, Allert ve diğerleri tarafından kabul -8- edilmiştir; bu nedenle onlar, bu suçtan sorumludur" diye belirtti. da emlak fiyatları üzerindeki etkisinden korktuklarını kanıtlıyor. WSWS olarak sonradan öğrendiğimiz bilgiye göre, çok sayıda pansiyon Noel boyunca boş kaldı. Her gün 400 sığınmacının gelmesinin beklendiği Noel dönemi boyunca kapalı kalmış olan Lageso, görüldüğü kadarıyla, faturaları ödememiş. Berlin eyalet radyosu RBB, pansiyon işletmecilerine ödenmesi gereken milyonlarca avroluk fatura olduğunu bildirdi. Bir Lageso çalışanının yayımlanan e-postalardan birinde yazdığına göre, şimdiki CDU’nun meclis grubu başkan yardımcı Stefan Evers’in, konaklama için eski bir pansiyonun kullanılması olasılığına ilişkin bir tartışmada, "gençlik otelini çevreleyen alanda mülk sahibi olan CDU temsilcileri" olduğunu belirtmiş. Dahası, o, [söz konusu bölgenin] “2013 federal seçimlerine katılan bir SPD temsilcisinin seçim bölgesini kapsıyor” olduğuna işaret etmiş. [Ona göre] bu mülk sahipleri, “mülklerinin değerinde bir kayıp yaşıyorlar ve bu planı engellemek için gerekli siyasi adımları atacaklar." Sığınmacılara, yalnızca acil barınma yerlerine ya da korkunç ve yaşanmayacak havaalanı hangarlarına taşınma seçeneği kalıyor. Senato ve onun, eski emniyet müdürü Klaus Keese yönetiminde yaz aylarında kurulmuş olan "sığınmacı yönetimi koordinasyon bürosu", bilinçli olarak bu yönde çaba harcıyor. İddiaya göre, Czaja, 2013 yılında, Kirchheimer Damm'da bulunan bir binaya "satın alma yasağı" koymuş. Federal mecliste CDU milletvekili olan JanMarco Luczak, sonradan, kendi seçim bölgesinin sığınmacılara yerleşim alanı olması planını senatoda engellemiş olmakla övünmüştü. Berlin Belediye Başkanı Michael Müller (Sosyal Demokrat, SPD), 12 Kasım tarihli bir açıklamada, Tempelhof havaalanındaki yedi hangarın tümünün birkaç hafta içinde 6.000 sığınmacı tarafından doldurulmuş olacağını belirtmişti. Birkaç gün önce de, Noel’de 4.000 sığınmacının olacağı ifade edilmişti. B.Z, geçtiğimiz Pazartesi günü, bir başka iddiayı ortaya attı: Czaja, birkaç pansiyon işletmecisine, Lageso’nun sığınmacılar için ödemek zorunda olduğu yüksek günlük oda fiyatları dayatmasına yardımcı olmuş. Haziran ayında, eyalet hesapları departmanı Lageso'yu parayı israf etmekle suçlamıştı. RBB, daha Mart ayında, sığınmacıların barındırılması için özel pansiyon işletmecilerine milyonlarca avro ödenmesi konusunda haber yapmıştı. Eleştirilere maruz kalan firmalar arasında, Allert'in üvey oğlu tarafından işletilen Gireso Boardinghouse da vardı. Havaalanı hangarlarındaki yaşam koşulları sığınmacılar için bir felakettir: haftalarca duş yok; çamaşır yıkama imkanı yok; on kişiye kadar kapasiteli çadır ya da konteynırlarda özel bir alan yok; kötü beslenme, yetersiz ışık. İnsani koşullarda herhangi bir yaşam beklentisi çok az. Eyaletin yönetimindeki SPD-CDU koalisyonu, Berlin'in sığınmacı politikasına yönelik artan eleştiriler karşısında, ilk günah keçilerini tespit etmeye başladı. Müller, 9 Kasım'da, Lageso başkanı Franz Allert'i kovdu. Onun eski patronu, sosyal hizmetler senatörü Czaja, artan baskıyla karşı karşıya. Halkın sığınmacıların insanlık dışı muameleye maruz bırakılmasına yönelik artan öfkesine rağmen, onların karşılaştığı korkunç koşullarda hiçbir şey değişmedi. Lageso'da, geceleri de açık olan iki sıcak çadırın kurulması ya da tatil boyunca söz verilen sağlık hizmetinin sağlanması gibi göstermelik değişiklikler devede kulak kalmaktadır. Şu anda muhalefette olan Yeşiller, Czaja'nın istifa etmesini talep ediyor. Onlar, Berlin'deki sığınmacıların sefaletini, gelecek yıl yapılacak olan eyalet meclisi seçimlerine yönelik kampanyaları için kullanıyorlar. Yeşiller partisinden politikacı Renate Künast, Spiegel Online gazetesinde, Czaja'i, "mantıklı ve verimli kriz yönetimi" konusunda yeteneksiz olmakla suçladı. Yeni Yıl kutlamaları için önümüzdeki günlerde gelecek olan turistler için Brandenburg Kapısı önündeki kutlama alanında kurulacak olan sıcak çadır ve sağlık hizmetleri bilgilendirme noktalarının sayısı, geçtiğimiz aylarda Lageso'daki sığınmacılar için kurulanlardan çok daha fazla olacak. Czaja, ayrıca, Salı günü, eyalet senatosunda, partili arkadaşlarını taviz vererek yatıştırmak için yeni sığınmacı kamplarının yapılmasını yıllardır engellediği suçlamasıyla karşılaştı. Yerel gazete B.Z, Lageso’ya ait gizli belgeler yayımladı. Bu belgeler, sosyal hizmetlerden sorumlu senatörün uygun binaların kullanımına karşı çıktığını; çünkü CDU temsilcilerinin ve bazı SPD milletvekillerinin, bunun seçim bölgeleri ya Berlin senatosu, bir "misafirperverlik kültürü"ne ikiyüzlü göndermenin ardından sınırların kapatılması ve sürgünlerin hızlandırılması için AB'nin sözcüsü haline gelmiş Başbakan Merkel ile bütünüyle hemfikirdir. 28 Aralık 2015 -9- Alman Hava Kuvvetleri Suriye savaşına katılıyor 1.200 civarında Alman askeri ve bir fırkateynle desteklenen Alman Hava Kuvvetleri’nin Suriye savaşına girmesi, Alman militarizminin canlanmasında yeni ve uğursuz bir fasıl açmaktadır. Bu, Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Savunma Bakanı Ursula von der Leyen ve Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in Ocak 2014’teki Münih Güvenlik Konferansı’nda “askeri kısıtlamanın sonu”nu ilan etmesini takip ediyor. Almanya’nın büyük güç politikasına dönüşünün arkasındaki esas ekonomik ve jeopolitik çıkarlara işaret eden Steinmeier, kışkırtıcı bir şekilde, Almanya’nın, kendisini, “küresel politikalar konusunda sadece kenardan yorum yapmakla” sınırlamak için “fazla büyük ve fazla önemli” olduğunu ilan etmişti. Johannes Stern / 08.01.2016 Salı günü, Alman Hava Kuvvetleri’ne (Luftwaffe) ait dört Tornado savaş uçağı, Suriye’de IŞİD’e karşı savaşı desteklemek için Türkiye’deki İncirlik Üssü’ne konuşlandırıldı. Alman Silahlı Kuvvetleri’nin (Bundeswehr) resmi web sitesine göre, savaş jetleri ilk sortilerini bu hafta sonuna doğru yapacaklar. 12 Ocak’ta, iki savaş jeti daha onları takip edecek. Tornadolar, karadaki her hareketi gözetleme ve düşman savaşçıları belirleme kapasitesine sahip son derece hassas kameralarla donatılıyor. Medyadaki haberlere göre, bunlar, savaşta yer alan Amerikan, Fransız, Britanyalı ve Arap orduları için hedefler belirleyen canlı veri iletecekler. Tornadoların resmi görevi gözetleme olmakla beraber, onlar, gelişmiş IRIS-T kısa menzilli kızılötesi havadan havaya füzelerle ve hedeflere karşı hem karada hem de havada kullanılabilecek araca monteli 27 mm Mauser toplarıyla silahlandırılıyorlar. Önde gelen politikacıların, gazetecilerin ve akademisyenlerin son yorumları, bu açıklamaların sonuçlarını çok daha açık kılmaktadır. Bugünkü Alman müdahalesi, yalnızca başlangıçtır. Alman Silahlı Kuvvetleri için yeni silahları, Suriye’de Alman kara birliklerinin konuşlandırılması dahil Ortadoğu’da ve Afrika’da Alman askeri müdahalesinin genişlemesini ve zorunlu askerlik hizmetinin yeniden başlatılmasını kapsayan talepler gündeme getirildi. Bu gelişmenin önemi, hem tarihsel hem de siyasi açıdan, göz ardı edilemez. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana sadece 70 yıl geçti. O savaşta, Alman Hava Kuvvetleri, Avrupa, Sovyetler Birliği ve Kuzey Afrika çapında saldırırken, Nazi savaş makinesinin vahşeti ve gaddarlığı ile özdeşleşmiş hale gelmişti. Stuka bombardıman uçakları, sağır edici sirenleriyle, doğuda Varşova’dan Stalingrad’a, batıda Rotterdam’dan Londra’ya, şehirleri harap eden Alman emperyalist yıldırım harekatı saldırılarının sayısız kurbanının arasında terör saçmıştı. Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble, yeni yılın arifesinde, Bild am Sonntag’la yaptığı uzun bir röportajda, bir “Avrupa ordusu”nun oluşturulmasının yanı sıra, “daha fazla konuşlanma, silahlı kuvvetler için daha fazla para ve daha fazla asker” çağrısında bulundu. Schäuble, Alman hükümetinin 2016 planlarını ayrıntılı biçimde açıkladı: “Benim gelecek yıl için öngörüm, sığınmacı krizinin yalnızca birlikte çözülebileceği anlayışının üstün geleceği yönünde. Ancak bu, Almanya için, dış politikaya ve güvenlik politikasına dair bizden talep edilenlerin muhtemelen bizim istediğimizden daha büyük olduğu anlamına geliyor. Avrupa’nın daha güçlü bir katılımı olmaksızın Ortadoğu’yu istikrara kavuşturamayacağız. Aynısı Afrika için de geçeli.” Almanya’nın 1939’daki Varşova halı bombardımanından önce dahi, Alman Hava Kuvvetleri, İspanya İç Savaşı sırasında 1937’de Guernica’nın yakılıp kül edil edilmesinde toplu katliamın bir aracı olarak kendisini kanıtlamıştı. Troçki’nin yorumuyla; her Alman burjuva politikacısı bir Hitler değildir ama Hitler’in bir parçası her Alman burjuva politikacısında barınmaktadır. Savaştan ve Alman emperyalizminin korkunç suçlarının tamamen ifşa olmasından sonra, Alman egemen sınıfının resmi tutumu, askeri şiddetten kaçınmaktı. Bu dış görünüş çeyrek yüzyıl önce Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ve Almanya’nın birleşmesinin ardından gitgide aşınmışken, Alman kapitalizminin ve 2008’de patlak veren küresel krizin zorunlulukları eliyle yönlendirilen son iki yıl içinde, Alman burjuvazisi önceki kısıtlamasını reddetti ve militarizme ve geçmişindeki gerçekçi politikaya dönüşünü ilan etti. Alman militarizminin bu hızlı ve şiddetli canlanması nasıl açıklanacak? Alman egemen seçkinleri, 1930’larda olduğu gibi, küresel kapitalizmin derin krizine ve büyük güç politikaları ile savaş çağrılarının dayandığı ulus devlet sistemine karşılık veriyorlar. Alman emperyalizminin saldırgan yükselişine yol açan nesnel itici güçleri çözümleyen Troçki, 1932’de şöyle yazmıştı: - 10 - “Almanya’nın üretici güçleri giderek daha üst düzeyde iç içe geçtikçe, daha devingen güç topladıkça, yoksul bir taşra hayvanat bahçesindeki kafes ‘sistemi’ne benzeyen bir Avrupa devlet sistemi içinde daha fazla boğuluyor.” geçtiğimiz günlerde, Polonya’nın “vizyon”unun, “Rusya’ya ve Avrupa’daki yeni Hegemon Almanya’ya yönelik bir karşı ağırlık olarak Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar uzanan devletlerin bir ittifakı, bir Intermarium*” olduğundan şikayet etti. Alman egemen seçkinlerinin bu “kafes sistemi”ne özgürlüğünü kazandırma girişiminin sonuçları iyi bilinmektedir. 1933’te, Hitler başbakan yapıldı ve bunu izleyen Nazi Almanyası’nın “dünyaya egemen olmak amacıyla Avrupa’yı fethetme” girişimi, bütün ülkeleri harabeye çevirdi ve milyonlarca insanın canını aldı. Alman Hava Kuvvetleri’nin Suriye’deki savaşa girmesi, dünya kapitalizminin askerileşmesinde tehlikeli bir yeni aşamayı başlatmaktadır. * Intermarium: Denizlerarası. I. Dünya Savaşı’nın ardından Polonya’nın milliyetçi lideri Pilsudski tarafından izlenen yayılmacı bir plan –ç.n. Nazi Almanyası’nın askeri yenilgisinden yetmiş yıl sonra, savaş sonrası düzenin, yirminci yüzyılda iki dünya savaşına yol açan sorunların ve çelişkilerin hiçbirini çözüme kavuşturmadığı açıktır. 6 Ocak 2016 Almanya şu anda NATO çatısı içinde yeniden askerileşiyor ve Alman Hava Kuvvetleri IŞİD’e karşı ABD önderliğindeki koalisyonun parçası olarak faaliyet gösteriyorsa da, Ortadoğu’nun yeniden paylaşımı uğruna tırmanan savaşın ve Doğu Avrupa ile Avrasya’nın kontrolü mücadelesinin, ABD ile Almanya arasında artan gerilimleri ve çatışmaları beraberinde getireceğinden şüphe duyulamaz. Alman egemen seçkinleri, uzun zamandır, kendi ulusal çıkarlarının peşinden koşmak için ayrıntılı bir şekilde planlar hazırlamaktadır. Hıristiyan Demokrat Birlik güdümlü Konrad Adenauer Foundation’ın 2001’de yayımladığı bir strateji belgesi, Ortadoğu’daki “temel Alman çıkarı”nı şöyle tanımlıyordu: “O, kendi ve Avrupalı ortaklarının güvenliğinin tehlikeye atılmasını önlemek, özgür hammadde arzını güvenceye almak ve Alman iş dünyasına ihracat fırsatları yaratmak için zarar görmüş devletlerin ve ülkelerin istikrarını sağlamaya yöneliktir.” Çalışma, Almanya’nın ihracat ekonomisi için “bölgenin merkez devletlerinin (Mısır, Türkiye, İran), ama en önemlisi mali bakımından güçlü Körfez devletlerinin ihracat piyasalarının” önemini belirtiyordu. “Dolayısıyla, satış piyasalarını güvence altına almak, piyasalara mümkün olabildiğince engelsiz erişim sağlamak ve rakiplerle, ABD, Doğu Avrupa devletleri ve de Doğu Asyalı sanayi devletleriyle boy ölçüşmek için bir katkı yapmak” gerekliydi. Son aylarda, Almanya’nın hakimiyetindeki Avrupa Birliği ile ABD emperyalizminin Rusya’ya karşı savaş yöneliminde onunla yakın müttefikliğe soyunan Polonya’daki sağcı milliyetçi hükümet arasında artan gerginlikler, büyük güçler arasındaki bölünmeleri daha fazla ortaya çıkarmıştır. Frankfurter Allgemeine Zeitung, - 11 - Suudi Arabistan’daki toplu idamlar Suudi Arabistan’da uygulanan devlet terörünü model alan IŞİD ve El Nusra Cephesi gibi gruplar biçiminde dizginlerinden boşaltmış olduğu Frankenstein canavarının tutsağı olabileceğinden giderek daha fazla korkuyor. Bill Van Auken / 05.01.2016 Daha genel olarak, Suudi Arabistan’ın egemen ailesini oluşturan zamparalar ve asalaklar, onları önceki kraliyet hanedanları gibi alaşağı edebilecek ve kütüğün üzerinde bizzat kendi başlarının olacağı bir toplumsal patlamanın koşullarının oluşuyor olduğundan korkmaktadırlar. Petrol fiyatlarının hızla düşürülmesi -ki bu, hem Rusya hem de İran ekonomisinin altını oyma amacıyla Washington tarafından desteklenen, üretimde herhangi bir azaltmayı reddetme kararının ürünüdür- bizzat Suudi ekonomisine zarar vermeye başlıyor. Aynı anda 47 tutukluyu idam eden, Washington’ın Arap dünyasındaki en yakın müttefiki olan Suudi Arabistan monarşi diktatörlüğü, Yeni Yıl’a bir kan seliyle girdi. Bu devlet cinayetleri dalgası, krallık çapındaki 12 ayrı hapishanede gerçekleşti. Hapishanelerin sekizindeki hükümlülerin başları vurulurken, diğer dördündekiler idam mangaları tarafından öldürüldü. Ardından, başsız cesetler çarmıha gerildi ve kraliyet ailesinin mutlak iktidarına karşı çıkmayı düşünecek olanlara yönelik iğrenç bir uyarı olarak halka açık yerlerde asılı bırakıldı. Suudi yönetimi, geçtiğimiz yılın sonunda, 2015’te 98 milyar dolarlık bir bütçe açığına ulaşmış olduğunu ve bu yıl da benzeri bir açık beklediğini açıklamıştı. Yönetim, gelirleri arttırmaya yönelik çaresiz bir girişimle, benzin fiyatlarına yüzde 50’lik zam yaptı ve kamu harcamalarında, özellikle de Suudi toplumunun geniş yoksul kesiminin kıt kanaat geçinmesine olanak sağlayan ekonomik sübvansiyonlarda yeni kesintiler başlatıyor. Financial Times, yeni bütçeyi “radikal kemer sıkma”ya alıştırma olarak tanımladı. İdam edilenlerden en önde geleni, Müslüman bir din adamı ve Suudi Arabistan’ın baskı altındaki Şii azınlığının önde gelen sözcüsü Nemr Bakır En-Nemr’di. İşkence altında sorgulanan ve ardından düzmece bir mahkemeye çıkarılan Nemr, “hükümdara itaatsizlik”i ve “gösterileri teşvik, onlara önderlik ve katılım”ı içeren suçlardan mahkum edilmişti. Bu “suçlar”, 2011’de, Suudi Arabistan’ın ağırlıklı olarak Şii Doğu Vilayeti’ne hızla yayılan ve halkın demokratik reformlar ve Sünni monarşisinin Şii nüfusa yönelik ayrımcılığının ve baskısının sona ermesi taleplerini ifade eden kitlesel gösterilerden kaynaklanıyordu. Bu koşullar altında, kafa keserek idamlardaki keskin artışın (2015’te en az 158 insan bu yöntemle öldürüldü), bir kitlesel gözdağı aracı işlevi görmesi amaçlanıyor. Nemr’in yanında, biri sözde suçu işlediği sırada reşit olmayan üç Şii tutuklu daha idam edildi. İdam edilenlerin geri kalanı, 2003-2006 arasında Suudi Arabistan’da gerçekleştirilen El Kaide saldırılarına dahil olmakla suçlanan Sünniler’di. Şeyh Nemr’ın devlet tarafından öldürülmesi, uluslararası cephede, bölge genelinde mezhep çatışmasını radikal bir şekilde yoğunlaştırmak üzere tasarlanmış, hesaplı bir provokasyonu temsil etmektedir. Bu, Şii Müslüman önderliği “ilahi intikam” uyarısıyla tepki veren İran’ı provoke etmeyi amaçlıyor. İdam, Tahran’daki Suudi büyükelçiliğine ve İran’ın Meşhed kentindeki bir konsolosluk binasına yönelik yangın bombası saldırılarını kapsayan gösterileri tetikledi. Riyad, buna, İran ile diplomatik ilişkilerini keserek karşılık verdi. Riyad’daki rejim tarafından gerçekleştirilen barbarca öldürme serisi, hem iç hem de uluslararası amaçların yönlendirdiği, hesaplanmış bir siyasi eylemdir. Suudi monarşisi, Nemr’in idamını, kendi egemenliğine yönelik her türlü muhalefetin bir terör eylemi ile özdeş görülmesini sağlamak için, El Kaide üyesi olduğu iddia edilenlerinki ile birleştirmiştir. Onun amacı, ilk olarak, nüfusun yaklaşık yüzde 15’ini oluşturan ve önemli bir petrol üretim bölgesi olan Doğu Vilayeti’nde yoğunlaşan Şii azınlığın gözünü korkutmaktır. Suudi monarşisi, Suriye’deki iç savaşı, kendisinin ve Batılı müttefiklerinin asıl hedefleri olan rejim değişikliğine ulaşılmadan sona erdirme yönündeki her türlü girişimi sabote etmeye kararlıdır. Suudi yönetimi, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın başlıca müttefiki olan İran ile gerilimleri şiddetlendirme yoluyla, bu yöndeki herhangi bir çözümü önlemeyi ve bizzat İran ile savaş koşullarını yaratmayı umuyor. Suudi Sarayı, aynı zamanda, teşvik ve finanse ettiği ve başka yerlerde ideolojik olarak ilham verdiği, özellikle Suriye’de korkunç etkisi olan İslamcı terörizmin içeriye taşınmasına yönelik her türlü girişimi kıyasıya bastıracağına ilişkin kanlı bir işaret veriyordu. Monarşi, Vahhabi dini ideolojisi ve toplu kafa kesmeleri bizzat Riyad, toplu idamlarla aynı gün, rastlantı olamayacak şekilde, üyeleri Şii nüfustan gelen bir isyancı hareket olan Husilerin isyanını bastırmak amacıyla yasadışı ve - 12 - Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor: Gerçek uyanış yok ölümcül bir müdahaleye önderlik ettiği Yemen’deki sözde ateşkesin sona erdiğini ilan etti. Suudi Arabistan’daki Şii din adamının idamı, Ortadoğu’da zaten ivmelenerek artmakta olan bölgesel çatışmayı genişletmek için tasarlanmıştır. Bu, 1914’te Avusturya Arşidükü Ferdinand’a yönelik suikast gibi, sonuçta büyük güçleri çok daha kanlı bir küresel çatışmaya çekme potansiyeline sahip bir olaydır. Matthew MacEgan ve David Walsh / 04.01.2016 Yönetmen: J. J. Abrams; Senaryo: Lawrence Kasdan, J. J. Abrams ve Michael Arndt Jedi’nin Dönüşü’nün (1983) devamı, popüler bilim kurgu filmlerinin özgün üçlemesindeki son film Yıldız Savaşları: Güç Uyanıyor, 18 Aralık’ta gösterime girdi. İlk film, 1977’de yayımlanmıştı.Güç Uyanıyor’un gösterimi, büyük bir halkla ilişkiler kampanyası ve yaygın medya tantanası ile çevrelenmiş durumda. Halka, sinemaya gidip filmi izlemenin neredeyse vatandaşlık görevi olduğu bildirildi. Suudi rejiminin suçlarının başlıca sorumluluğu, onun esas patronu olan ABD emperyalizmine aittir. Suudi Arabistan’daki vahşi monarşi, sadece feodal geriliğin bir kalıntısı değildir. Aksine, o, 1930’lar ve 1940’larda Texaco ve Standard Oil tarafından güvenceye alınmış imtiyazlardan, Suudi monarşisini Amerikan askerisanayi bloğunun bugünkü baş müşterisi yapan şimdiki geniş çaplı silah satışına kadar, ABD’nin Ortadoğu’daki emperyalist müdahalesinin doğrudan ürünüdür. J.J. Abrams (Star Trek, 2009; Star Trek - Bilinmeze Doğru, 2013) tarafından yönetilen yeni film,Yıldız Savaşları’nın “son” bölümü olduğu varsayılan Sith’in İntikamı’ndan 10 yıl sonra geliyor.Sith’in İntikamı, nasıl Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a ve “demokratik” Galaksi Cumhuriyeti’nin birinci Galaksi İmparatorluğu haline geldiğini anlatan üçlemesinin tanıtıcı filmiydi. Bu yeni sunum, bir sonraki kuşağın hikayesini ve onların, atalarının çalkantılı eserleriyle nasıl uğraştıklarını anlatan bir üçlemenin ilk bölümünü oluşturuyor. Washington, Suudi Arabistan’daki toplu kafa kesme idamlarına, ABD’nin kendi politikaları ile hiçbir ilişkisi olmayan, önemsiz sonuçlara sahip bir olay gibi tepki gösterdi. Hem Beyaz Saray hem de Dışişleri Bakanlığı, Suudi rejimine, insan haklarına saygı gösterme yönündeki biçimsel çağrıları “tekrar teyit eden” ama Şeyh Nemr’e yönelik siyasi suikasta ilişkin hiçbir doğrudan kınama yapmayan ikiyüzlü açıklamalar yayınladılar. Hikaye, Jedi’nin Dönüşü’nde anlatılan olaylardan 30 yıl sonra gerçekleşiyor. “İsyancı” ittifak görevini yerine getirmiş ve bir “Yeni Cumhuriyet” kurmuştur. Ancak, eski Galaksi İmparatorluğu’nun İlk Düzen olarak bilinen bir kalıntısı, güç sergilemeye başlamıştır. General Leia Organa (Carrie Fisher) önderliğindeki savaşçılar İlk Düzen’in yükselişine karşı koyar ve kendilerini “Direniş” olarak adlandırırlar. ABD, Yemen’deki dokuz aylık savaşı -on binlerce insanı evsiz sığınmacılara dönüştürürken binlerce sivil Yemenliyi katleden canice bir saldırganlığı- mümkün kılacak şekilde, Suudi bombardıman uçaklarına havadan yakıt ikmali yapmanın yanı sıra bomba ve hedef bilgisi sağlarken, Pentagon ile CIA, Suudi monarşisinin içerideki baskısında bütünüyle ortaktır. Kana bulanmış Suudi monarşisi, ABD emperyalizmi tarafından Ortadoğu’da yürütülen yağmacı politikanın bir dışavurumudur. Washington’ın bu aşırı gerici rejimi savunusu ve ona yönelik güveni, bölgede birbirini izleyen ABD askeri müdahaleleri için gösterilen, sözde “terörle mücadele”den “demokrasi”nin ve “insan hakları”nın desteklenmesine kadar bütün bahaneleri teşhir etmektedir. Hem İlk Düzen hem de Direniş, inzivaya çekilmiş olan “son Jedi” Luke Skywalker’ı (Mark Hamill) aramaktadır. Dev bir hologram olarak görünen İlk Düzen’in lideri kötü karakter Snoke (Andy Serkis), Skywalker’ın yerini bulması için, adamlarından biri olan Kylo Ren’i (Adam Driver) gönderir. Ren’in araştırması, onu, bir Direniş pilotu olan Poe Dameron’un (Oscar Isaac) Skywalker’ın yerini gösteren bir haritayı elde etmiş olduğu Jakku gezegenine getirir. Dameron, yakalanmadan önce, verileri BB-8 adlı küçük bir robotun içine yerleştirir. Bu arada, Ren’in tarafındaki Fırtına Birlikleri’nden biri, FN-2187, daha sonra Finn (John Boyega), Ren bir grup köylüyü öldürme emri verdiğinde emre uymaz ve İlk Düzen’i terk eder. Finn, Dameron’a Ren’in kuvvetlerinden kaçmasında yardım Son tahlilde, Suud Hanedanlığı ile bir ittifak üzerine kurulu her politika, Ortadoğu’da sınıf mücadelesinin canlanmasıyla birlikte çökecek bir iskambil kuledir. 4 Ocak 2016 - 13 - eder fakat küçük uzay gemileri Jakku üzerinde vurularak düşürülür. ile Fisher arasındaki sahneler oldukça beceriksiz ve insan her ikisine de acıyor. Kendisini çöl gezegende tek başına bulan Finn, kısa süre sonra, BB-8’e arkadaşça davranmış olan Rey adlı (Daisy Ridley) genç bir hurdacı ile karşılaşır. Finn, diğer saldırılardan, Rey ve BB-8 ile birlikte, Han Solo’ya ait olan, yıllar önce çalınmış uzay gemisi Millennium Falcon’un içinde gezegenden ayrılarak kurtulur. Rey ve Finn, haritayla birlikte Direniş’e dönmesi için BB-8’e yardım etmeye karar verirler ve sonunda, önceki gemisini arayan Solo ile Chewbacca’nın (Peter Mayhew) yardımıyla başarıya ulaşırlar. Bu filmin ortaya çıkması, büyük bir kültürel ve toplumsal olay gibi ele alınıyor. Amerika’nın ya da onun film endüstrisinin geçmişini zerre kadar idealize etmeden [söyleyebiliriz ki], “çok konuşulan film”in, dünya hakkında, belki acemice, belki aşırı duygusal bir şekilde, belki de üstün körü bir biçimde bir şeyler söyleme çabası içinde olduğu bir dönem vardı. Elli yıl önce,Elmer Gantry, Batı Yakası Hikayesi, Nuremberg Duruşması, Bülbülü Öldürmek, Dr. Strangelove, Doctor Jivago, Bonnie ve Clyde ve The Graduate gibi filmler dikkatleri üzerine çekiyordu. Bir kez daha belirtelim; bunların hepsi kusurluydu, bazıları oldukça ciddi kusurluydu ama onlar, her şeye rağmen, bir şey hakkındaki filmlerdi. Süper kahramanların maceraları ve benzerleri gülünç muamelesi görüyor ya da çocuklar için Cumartesi sabah kuşağı olarak yapılıyordu. İlk Düzen, yıldızları tüketen ve onların enerjilerini, özgün üçlemedeki Ölüm Yıldızları’na benzer şekilde, tüm gezegenleri atomlarına ayırabilen ışınlara odaklayan bir süper silah geliştirmiştir. İlk Düzen’in önderleri, Direniş’in bulunduğu gezegene bir saldırı hazırlamaktadır ki bu, Direniş’in önderleri Rey ile Finn’in korkunç silahı imha etmek üzere tehlikeli bir girişiminde bulunmasına neden olur… Güç Uyanıyor, kuşkusuz, yapılmış olduğu yıllara da tanıklık etmektedir. Başka türlü olması mümkün mü? Son 15-20 yıl, özellikle 11 Eylül 2001’den bu yana, aralıksız savaşın ve militarist saldırganlığın bir etkisi olmuştur. Bu film oldukça şiddet dolu ve Ren ile onun Fırtına Birlikleri’nin bir köyü yakıp kül ettiği ve Nazi “Görev Güçleri”nin ölüm mangalarına benzer bir şekilde köyün sakinlerinin tamamını öldürdüğü açılış sahnesi, belirli bir gönderme içeriyor. Sonuçta, Güç Uyanıyor’un vasat bir aksiyon filmi olduğunu söylemek gerek. O, George Lucas tarafından yönetilen son “ön bölümler” gibi katlanılmaz değil ama hafif bir eğlence parçasıyken bile, hala sıradan. Eğer Güç Uyanıyor, önceki filmler gibi bir tür rüştünü ispatlayan hikaye olarak tasarlanmışsa, o sürece ya da bir başkasına dair yeterince akla yatkın kavrayış sunmaması nedeniyle yetersiz kalmaktadır. Buradaki karakterler büyük ölçüde tek boyutlu. Rey, her durumda “girişken” ve “ateşli”; Poe, “fazlasıyla istekli” ve “kahraman”; Finn “iyi kalpli” ve bir kez bağlandığında “sonuna kadar sadık”. Bunun yanı sıra, birçok şey hakkında küçümseyen ve atıp tutan birçok kötü adamlar var. Bu “çok, çok uzak” galakside, görünüşe göre, psikolojik karmaşıklık bilinmiyor. Öte yandan, James Cameron’ın Avatar filmi de, açıkça, yeni-sömürgeci istilaların vahşetine gönderme yapıyordu ama hiç de emperyalist savaşa indirilmiş bir darbe değildi. Acımasız nesnel gerçekliklerin Güç Uyanıyor’un içine neredeyse kaçınılmaz “sızma”sını, savaşa karşı bilinçli veya tutarlı bir ifadeyle karıştırmak bir hata olur. Filmin çoğu, acısız, kan içermeyen öldürmeye ve sakatlamaya yönelik coşkulu bir övgüdür; yeter ki iyi amaçlar uğruna yapılsın. Toplumsal ve siyasi eleştiriler, olduğu kadarıyla, ciddi bir etki yaratmak için fazlasıyla biçimsiz ve cansız. İlk Düzen, Nazileri andıran faşist bir rejim olarak sunuluyor ama bu örgütün kökeninde, nedeni anlaşılmaz biçimde “karanlık” bir dizi manevi inanca sahip “şeytani” liderler vardır. Tüm Yıldız Savaşları filmleri, “iyi” ile “kötü” arasındaki bu basit ikiliğe dayanmaktadır. Komik bir şekilde, “galaksinin yazgısı”, her kesimden bir avuç bireyin, kısmen kalıtsal, kısmen mistik biçimde oluşmuş duygusal ve zihinsel durumlarını kontrol etme yeteneğine bağlıdır. Yıldız Savaşları serisi, tarihteki en rağbet gören film. Online bilet satıcısı Fandango, Güç Uyanıyor’un, biletlerinin satışa çıktığı günden gösterime girmesinden önceki geceye kadar, şirketin tüm zamanlar boyunca herhangi bir film için en fazla satılan bilet rekorunu kırmış olduğunu bildirdi. Perşembe gecesinin sonunda, Güç Uyanıyor’un ön satışlarının 100 milyon dolara ulaşmış olduğu tahmin ediliyordu. Satışlar, Pazar gecesi, onu, sadece bir hafta içinde en yüksek kar eden 1977’deki orijinal film, bir tür alaya alma gibiydi ya da öyle görünüyordu (onu, yalnızca takıntılılar ciddiye aldılar). Carrie Fisher, gerçekte, biraz son yıllardaki tek kişilik şovlarının hammaddesi olan ilk üç filmdeki performansını küçük düşürmüştür. Yine de, o burada, malzemeyi son derece ciddi bir şekilde işlemek üzere ortaya çıkıyor. Para ve şöhret, hala çekiciliğe sahip. Ford - 14 - ikinci film yapacak şekilde, 517 milyon dolara ulaşmıştı. Film, henüz, dünyanın en büyük ikinci film piyasası olan Çin’de gösterime girmedi. Disney ve Lucasfilm, Yıldız Savaşları’nın VIII. ve IX. bölümlerini, sırasıyla, 2017’de ve 2019’da gösterime sokmayı planlıyorlar ve bölümlerden oluşan dizilerin dışında da filmler yapacaklar. Bölüm IV: Yeni Bir Umut’tan hemen önce, Aralık 2016’da, isyancıların Ölüm Yıldızı planlarını nasıl ele geçirdiğini gösteren Hile Bir gösterime sokulacak. O, ahlaklılık söz konusu olduğunda daha “gri” ve Güç ya da “iyi” ve “kötü” üzerine daha az odaklanmış olarak betimlendi. Belirtildiği üzere, Abraham’ın filmi, özünde, devasa bir pazarlama bombardımanıyla halka empoze ediliyor. Hem Barack Obama hem de Hillary Clinton, kamuoyu önünde filmden bahsettiler. Örneğin, Variety dergisi şunları yazdı: “Beyaz Saray, Yıldız Savaşları - Güç Uyanıyor’un, Cuma günü, askeri çatışmalarda akrabalarını yitirmiş aile üyelerinin bir kuruluşu olan Gold Star’ın üyeleri için gösterileceğini söyledi… Bir basın toplantısının sonunda, medyaya, ‘Evet millet,Yıldız Savaşları bileti almam gerekiyor.’ diyen başkan, ayrıca, gösterime katılacağını belirtti.” 22 Aralık 2015 Clinton, Cumartesi gecesi Demokratik Parti toplantısının kapanış konuşmasında, sözlerini, “Teşekkürler, iyi geceler ve Güç sizinle olsun.” diye bitirdi. Yeni filmin yapımına katılanların birçoğu, röportajlarda, Yıldız Savaşları’nın 40 yıl sonra hala insanları cezbetmesinin nedeninin, serilerin olumlu bir mesaja sahip olması ve insanlara “umut” vermesi olduğunu belirttiler. Sorun şu ki, bu “umut”, gerçek sorunlara yönelik herhangi bir gerçek yanıt ya da bu sorunların ortaya konması üzerine bile kurulu değildir. “İyi” ve “kötü” kişiliklere saplanma, toplumsal gerçekliğe yaklaşımda, magazin gazetelerinin ve TV’deki pembe dizilerin ya da seçmenlerin medya tarafından yaratılmış imajlar temelinde, toplumsal konumlarının ve programın bütünüyle dışında bir erkeği ya da kadını seçmeye teşvik edildiği (“dürüst bir yüzü var”, “önderlik kapasitesine sahip”) ipe sapa gelmez Amerikan siyasi kampanyalarının pek ötesine geçmemektedir. Aynı zamanda, Amerikan egemen seçkinlerinin görünür bir şekilde bir üçüncü dünya savaşını kışkırtmaya kararlı olduğu, daha önce tanık olunmamış bir istikrarsızlık ve belirsizlik döneminde, halkın, genel olarak tedirgin edici durumdan kurtulma yönünde açık bir arzusu söz konusu. Güç Uyanıyor’un sıradanlığı izleyicilerin kabahati değil ama halkın daha fazlasını talep etmesi gerekiyor. Bu, basitçe, aksiyon türünde bile olsa ciddi veya meydan okuyan film yapmak değildir. Bu, tekrarlanıp duran, sıkıcı bir hal alır. Ridley’in ve Boyega’nın performansları sempatik karakterlere doğru ilerliyor ve film, kötücül ya da sinik değil ama nihayetinde, zaman öldürmekten başka bir işlev görmüyor. - 15 - Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) Tarihsel ve Uluslararası Temelleri – Bölüm 8 karar verdi, Fields’ı da üyelikten uzaklaştırdı. [95] Wohlforth, bir ay sonra İşçiler Birliği’nden ayrıldı. O, kısa süre sonra, Uluslararası Komite’yi açıkça suçladı ve önceki 14 yıl boyunca yazmış olduğu her şeyi inkar ederek Sosyalist İşçi Partisi’ne (SWP) katıldı. Wohlforth, sonunda, sosyalist politikaları tümüyle terk edecek, Troçkist hareketi bir “tarikat” olarak suçlayacak ve 1990’ların sonlarında, “Savaşa Bir Şans Tanı” başlıklı bir makalede, Balkanlar’da Amerikan askeri operasyonu için çağrı yapacaktı. Sosyalist Eşitlik Partisi (ABD) / 03.01.2016 Wohlforth'un İşçiler Birliği’nden Ayrılması 157. Dünya kapitalist krizi ve sınıf çatışmalarının artması, İşçiler Birliği içindeki siyasi sorunları su yüzüne çıkarttı. İşçiler Birliği’nin 1960’ların sonlarındaki ve 1970’lerin başlarındaki büyümesi, büyük ölçüde öğrencilerin ve azınlık gençliğinin radikalleşmesine dayanıyordu. Ancak, ABD birliklerinin Vietnam’dan çekilmeye başlamasıyla birlikte, üniversite kampüslerindeki siyasi ortam kökten değişti ve üye kazanımı sona erdi. İşçiler Birliği, işçi sınıfına dönme göreviyle karşı karşıya kaldı. Bu, yalnızca yaygın pratik faaliyetleri değil; aynı zamanda, nesnel durumun kapsamlı bir Marksist çözümlemesini ve DEUK’un Pablocu revizyonizme karşı mücadelesinin derslerinin görece deneyimsiz parti kadroları tarafından özümsenmesini gerektiriyordu. Oysa partinin faaliyeti, Wohlforth'un yönetimi altında, büyük ölçüde, yalın bir siyasi perspektiften yoksun, eylemci bir karakter edinmişti. Wohlforth'un siyasi ve kişisel davranışları, bir çözülmenin rahatsız edici işaretlerini veriyordu. Wohlforth’un, yeni arkadaşı Nancy Fields tarafından kışkırtılan parti içindeki müdahaleleri, öfkeli, ilkesiz ve yıkıcı bir karakter edinmeye başladı. İşçiler Birliği, 1973-74 arasındaki bir yıllık dönem içinde, üyelerinin yarısından fazlasını kaybetti. Wohlfort’tan Sonra İşçiler Birliği 159. Wohlforth’un siyasi firarı, İşçiler Birliği’nin Troçkist bir örgüt olarak gelişiminde belirleyici bir dönüm noktası oldu. Wohforth’un istifası ve ardından kendi siyasi tarihini reddetmesi, yalnızca onun kişisel güçsüzlüğünü ifade etmiyordu. Bu, Amerikan küçükburjuva radikalizmine özgü özelliklerin (özelikle, onun teorik tutarlılığa yönelik küçümsemesinin ve tarihe pragmatik şekilde dudak bükmesinin) somut örneğiydi. İşçiler Birliği, 1973-1974’te içinden geçtiği krizin, Wohlfort’un yanlışlarını eleştirmekten daha fazlasını gerektirdiğini fark etti. Böylece, Wohlforth'un istifasına ve DEUK’a yönelik suçlamasına yanıt olarak, Dördüncü Enternasyonal’in tarihinin kapsamlı bir yeniden incelenmesini başlattı. Dünya kapitalizminin ve uluslararası sınıf mücadelesinin nesnel gelişimi bağlamında Troçkist hareketin tarihsel deneyimlerine vurgu yapmak, İşçiler Birliği’nin asli ve ayırt edici özelliği olarak ortaya çıktı. İşçiler Birliği, tekrar tekrar, Marksist perspektifin ve işçi sınıfına stratejik yönelimin gelişmesinin, yalnızca Marksist hareketin tarihsel deneyimleri bütün ağırlığıyla günümüzdeki sosyoekonomik süreçlerin çözümlenmesine dahil edildiği ölçüde mümkün olduğunu vurguladı. İşçiler Birliği, Kasım 1978’deki perspektif kararında şunu belirtti: 158. İşçiler Birliği içindeki kriz, Ağustos 1974’te doruk noktasına ulaştı. Uluslararası Komite, hiçbir deneyime ve niteliğe sahip olmaksızın Wohlforth tarafından önderliğe terfi ettirilen ve onun ayrılmaz refakatçısı olan Nancy Fields’ın Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) üst düzey bir elemanıyla yakın aile bağlantılarını öğrenmişti. Ardından, Wohlforth’un, bu aile ilişkilerinden haberdar olduğu ama bu bilgiyi İşçiler Birliği Merkez Komitesi’nin bütün diğer üyelerinden gizlediği açığa çıktı. Wohlforth, Mayıs 1974’teki DEUK konferansına katılırken kendisine eşlik etmek üzere kişisel olarak onu seçmiş olmasına karşın, Nancy Fields'ın geçmişi hakkında Uluslararası Komite’ye de bilgi vermemişti. Baskıcı rejimler altındaki ülkelerden gelerek konferansa katılan çok sayıda delegenin varlığı, o siyasi faaliyetin yasadışı koşullarda sürdürülmesini gerektiriyordu. İşçiler Birliği Merkez Komitesi, Wohlforth’un ulusal sekreterlikten alınması ve Fields’ın geçmişine ilişkin bir soruşturma başlatılması yönünde Devrimci pratiğin temeli, işçi sınıfına iktidar mücadelesi açısından gerçek bir yönelimin olmazsa olmaz zemini, Uluslararası Komite’nin 1953’ten beri yaşadığı bütün tarihsel deneyimlerin eksiksiz özümsenmesidir. Troçkist kadroların eğitimi, yalnızca, partinin siyasi faaliyetinin her yönünü ve ayrıntısını, Uluslararası Komite’nin revizyonizme karşı verdiği kavgadan edinilmiş tarihsel kazanımlar üzerine yerleştirme mücadelesi içinde mümkündür. [96] 160. Doküman, bu bilinç ve Troçkist hareketin tarihsel deneyiminin sürekli yeniden incelenmesi ile hem faydacılığa karşı teorik mücadele hem de partinin işçi sınıfına pratik yönelimi arasındaki ilişkiyi açıklıyordu: İşçi sınıfına gerçek bir yönelim, işçi sınıfının şimdiki mücadeleleri ve karşıtların birliği olarak devrimci parti - 16 - ile sınıfın nesnel tarihsel deneyimlerinin ve Bolşevizmin gelişmesinin bütün içeriği arasındaki tarihsel sürekliliği koruma yönünde bilinçli mücadele dışında mümkün değildir. altında Federal Araştırma Bürosu (FBI) tarafından başlatılan COINTELPRO adlı operasyona ilişkin belgeler, SWP’nin 1961-1975 yılları arasında polis ajanlarıyla ve muhbirlerle doldurulmuş olduğunu açığa çıkardı. Parti saflarında, dolayısıyla bizzat işçi sınıfı içinde faydacılığa karşı mücadele, yalnızca, onu, Parti’nin bütün faaliyetini, revizyonizme karşı mücadelenin tarihsel kazanımlarına, Troçki tarafından Dördüncü Enternasyonal’e bırakılmış olan devasa siyasi ve teorik sermayeye dayandırma bakış açısından hareketle ciddi biçimde başlatılabilir. Faydacılığa karşı mücadele, kadroların günlük pratikleri ile Troçkist hareketin yaşamış olduğu tarihsel deneyimler bütünü arasındaki doğrudan tarihsel bağları koruma mücadelesinden kopartıldığında, derhal, olabilecek en kısır ağız dalaşı biçiminde yozlaşır. Daha doğru bir ifadeyle, yalnızca faydacılığın bir başka türü haline gelir. [97] “Güvenlik ve Dördüncü Soruşturmasının Kökeni ii. Troçkist hareket, Dördüncü Enternasyonal’e Sovyetler Birliği ve ABD ajanlarının sızdırılmasıyla müthiş darbeler almıştı. Dördüncü Enternasyonal önderliğinin önemli bir kesiminin 1937 ile 1940 yılları arasında öldürülmesi, harekete sızdırılmış Stalinist ajanlar tarafından hazırlanmış ve gerçekleştirilmişti. iii. Healy’nin uluslararası Troçkist hareketin güvenliğine ilişkin kaygısını “paranoya” olarak karalayan Hansen, Troçki’nin Mercader tarafından öldürülmesine tanıklık etmişti. Bu GPU ajanının cinayet günü Troçki’nin Coyoacan’daki evine girmesine izin veren kişi, Hansen’den başkası değildi. Hansen, Mercader’in, Troçki’ye ulaşabilmek amacıyla, bir hile olarak, SWP’nin genç bir üyesiyle özel ilişki geliştirmiş olduğunu da biliyordu. James P. Cannon, Troçki’nin öldürülmesinden sonra, Troçki’nin kişisel güvenliğini tehlikeye sokmuş olan “dikkatsizliği” şöyle itham etmişti: “İnsanların, hatta önde gelen konumlarda olanların geçmişlerini (nereden geldiklerini, nasıl yaşadıklarını, kiminle evli olduklarını vb.) yeterince derin biçimde araştırmadık. Geçmişte, ne zaman devrimci bir örgüt için temel olan- bu tür sorular ortaya atılsa, küçük-burjuva muhalefet, ‘Aman tanrım, yoldaşların özel yaşamına karışıyorsunuz!’ diye haykırırdı. Evet! Evet, bizim yaptığımız, daha doğru bir ifadeyle, yapmakla tehdit ettiğimiz şey (geçmişte böyle bir şey hiç yaşanmamıştı) tam da budur. Eğer biz bu tür konuları biraz daha dikkatli biçimde araştırmış olsaydık, geçmişteki kimi kötü şeyleri önleyebilirdik.” [99] Enternasyonal” 161. Tarihin ve siyasetin kesişmesi, ifadesini, Wohlforth’un İşçiler Birliği’nden firarını çevreleyen koşullarda buldu. Wohlforth, başlangıçta, İşçiler Birliği’nin önderliğini ve Uluslararası Komite’yi Fields’ın aile ilişkileri konusunda bilgilendirmemesinin hareketin güvenliğine yönelik ciddi bir ihlal olduğunu kabul etmiş olmasına karşın, İşçiler Birliği’nden ayrıldıktan sonra, partinin bu konuda sergilediği kaygının en küçük bir gerekçesi olmadığını açıkladı. Wohlforth, Gerry Healy’nin güvenlik konusuyla ilgili kaygısının “delilik” belirtisi olduğunu ilan etti. Sosyalist İşçi Partisi’nin başlıca siyasi önderi ve Pablocuların dergisi Intercontinental Press’in başyazarı Joseph Hansen, Healy’ye yönelik iğneleyici bir kınamayla, Wohlforth’un yardımına koştu. Hansen,“Wohlforth, Healy’nin icraatını ‘delilik’ olarak betimliyor” diye yazdı ve şöyle devam etti:“‘paranoya’ gibi çağdaş bir terim kullanmak daha uygun ve tam olmaz mı?” [98] 163. Bu bağlamda, Hansen’in Healy’ye yönelik saldırısı aşağılık olmakla kalmıyordu. Bu, Troçkist hareketin kadrolarını kapitalist devletten ve ajanlarından gelen gerçek tehlikeler karşısında silahsızlandırma çabasından başka bir şey değildi. Uluslararası Komite, Hansen’e ve Wohlforth’a verilebilecek en uygun yanıtın, Dördüncü Enternasyonal’in güvenlik konularına ilişkin tarihsel deneyimini araştırmak olacağına karar verdi. Bu, özellikle, Troçki’nin öldürülmesine yol açan gelişmelerin araştırılmasını gerektiriyordu. DEUK, Mayıs 1975’teki Altıncı Kongre’sinde, sonuçları “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal” başlığı altında yayınlanacak olan bu soruşturmayı başlatma kararı aldı. 162. Hansen'in Wohlforth yararına, devrimci sosyalist hareket içinde güvenliğe duyulan gereksinimi küçümsemeyi ve bu konuyu ciddiye alanların saygınlığını zedelemeyi amaçlayan müdahalesi, son derece büyük tarihsel ve siyasi öneme sahip konuları gündeme getirdi: i. Hansen’in, Wohlforth’un kendi örgütünün güvenliğine yönelik kayıtsız tutumunu savunması, Nixon’ın istifasının ardından radikal ve sosyalist örgütler içindeki kapsamlı devlet casusluğuna ilişkin çok sayıda bulgunun ortaya çıktığı bir döneme denk düşmüştü. Hansen’in kendi örgütü, neredeyse 15 yıldır bir casusluk operasyonunun hedefiydi. J. Edgar Hoover’ın himayesi Joseph Hansen’in Rolü 164. Soruşturmanın başlangıç aşamaları, öldürülmesini hazırlayan komployu ve - 17 - Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’in bütün önemli siyasi merkezlerine sızmayı başarmış olan ajanların oynadığı öldürücü rolü açığa çıkartan, gizliliği henüz kaldırılmış belgeleri ortaya çıkarttı. DEUK, Troçki’nin oğlu Lev Sedov’un başlıca yardımcısı haline gelmiş olan Mark Zborowski gibi ajanların faaliyetleriyle ilgili belgeleri ortaya koydu. Zborowski, Sedov’un ve Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa’daki başka önderlerinin öldürülmesinde kilit rol oynamıştı. Kremlin’e Troçki’nin faaliyetleri ile ilgili önemli bilgiler sağlayan bir diğer ajan, James P. Cannon’ın özel sekreteri Sylvia Caldwell’di (née Callen). Ama DEUK tarafından açığa çıkartılan en önemli bilgi, Joseph Hansen’in faaliyetleri ile ilgiliydi. ABD Ulusal Arşivi’nde açığa çıkartılan belgeler ve Bilgi Edinme Hakkına İlişkin Yasa dolayımıyla elde edilen diğerleri, Hansen’in, Troçki’nin öldürülmesinin hemen ardından, üst düzey ABD ajanlarıyla gizli ilişki kurma arayışı içine girmiş olduğunu gözler önüne serdi. Bu belgelerden biri olan ve Mexico City’deki Amerikan Konsolosluğu’ndan Dışişleri Bakanlığı’ndaki bir görevliye gönderilen 25 Eylül 1940 tarihli mektup, Hansen’in “sizin güvendiğiniz ve kendisine çekinmeden açıklanabilecek gizli bilgiler verebileceği New York’ta bulunan birine yönlendirilmek istediği”ni bildiriyordu. [100] New York’tan ayrılmıştı.” iddiasında bulundu. [101] SWP ulusal sekreteri Jack Barnes, Gelfand'ın açtığı davada verdiği ifadede, Caldwell için, “bu sıkıntıdan sonra ve son birkaç yıl boyunca yaşadıklarıyla, benim kahramanlarımdan biridir” dedi. [102] Düzmece bir “Karar”: Pablocular Stalinist Suçların Örtbas Edilmesini Onaylıyor 166. DEUK tarafından ortaya konmuş kanıtlara rağmen, bütün oportünistler ve Pablocu örgütler Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal soruşturmasına karşı çıktılar. Eylül 1976’da, Pablocu hareketin neredeyse bütün önde gelenleri, “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”i “utanmazca bir tertip” olarak kınayan sözde “Karar”ı yayınladılar. Gelfand tarafından, “Karar”ın yayımlanmasından sorumlu olan SWP görevlilerinden alınan yazılı ifadeler, onu imzalayanlardan hiçbirinin, “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”e yönelik suçlamanın altına imza atmadan önce DEUK tarafından toplanmış kanıtları incelememiş olduğunu ortaya koydu. Uluslararası Komite’nin, kanıtları incelemek üzere bir araştırma komisyonu kurulması yönünde ardı ardına yaptığı çağrılar yanıtsız kaldı. Pablocuların bu tepkisinde, siyasi çıkarlar belirleyici bir rol oynamıştı. Onların, Troçki’nin öldürülmesi konusunu yeniden gündeme getirmekte ve yeni işçi kuşağının dikkatini Stalinistlerin işlediği suçlara çekmekte hiçbir çıkarları yoktu. Onlar, Sosyalist İşçi Partisi’nin, Gelfand’ın talebiyle GPU katili Mark Zborowski için çıkarılan ve onu partiye ajanların sızdırılmasına ilişkin soruları yanıtlamak zorunda bırakacak olan mahkeme çağrısını bozmak için [bir üst] mahkemeye başvurmasına da karşı çıkmadılar. San Fransisco’da rahat bir emeklilik hayatı yaşayan Zborowski, bu mahkeme çağrısına, SWP içindeki ajanların açığa çıkmasına katkıda bulunacak bir ifade vermenin, kısa süre önce çıkartılmış olan İstihbaratçıların Kimliklerini Koruma Yasası’nın ihlali olacağı gerekçesiyle itiraz etti. Mahkeme, Zborowski'nin itirazını uygun buldu. 165. DEUK, Joseph Hansen’in Troçkist hareket içinde bir ajan olarak faaliyet gösterdiğinin kesin kanıtlarını ortaya çıkardı. Alan Gelfand’ın, devletin Sosyalist İşçi Partisi üzerinde kontrolü olduğunu iddia ederek ABD hükümetine karşı açtığı bir dava, Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal soruşturmasının elde ettiği bulguları doğrulayan resmi belgelerin açıklanmasını çabuklaştırdı. Bu dava sonucunda deşifre olan en önemli gerçekler arasında, FBI’ın, Joseph Hansen’in en azından 1940’ların ortalarından beri, SWP'nin içinde GPU adına çalıştığını biliyor olması da vardı. O, Sylvia Caldwell’i resmen ifşa etmiş olan eski Komünist Parti önderi Louis Budenz tarafından bir Stalinist ajan olarak tanımlanmıştı. Bu açığa vurma, Hansen’in ve SWP önderliğinin neden Budenz’i şiddetle kınayıp Caldwell’i savunduğunu ortaya koydu. Budenz’in Caldwell aleyhindeki iddialarının doğruluğunu kabul etmek, onun Hansen’i bir ajan olarak tanımlamasına büyük bir inandırıcılık kazandıracaktı. Bu yüzden, SWP, Sylvia Caldwell'in büyük jüri önünde ifade vermesi yönündeki mahkeme kararı çıkana kadar (Caldwell, büyük jüri önünde, SWP içinde bir GPU casusu olarak çalıştığını kabul etti), onu “örnek” bir yoldaş olarak savundu. Joseph Hansen’in eşi Reba Hansen, Caldwell'in 1947’de (Budenz’in ifşaatlarının açıklandığı yıl) partiden aniden ayrılması konusunda açıkça yalan söyledi. Caldwell’i “sıcak bir insan” olarak betimleyen Reba Hansen, “Sylvia 1947’de ailevi yükümlülüklerden dolayı 167. “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal” soruşturmasının tamamlanmasından bu yana geçen çeyrek yüzyıl içinde, resmi Sovyet belgelerinin yayınlanmasıyla, onun bulgularının çoğu doğrulandı. “Venona Belgeleri” adlı, Sovyet istihbarat kaynaklarından deşifre edilmiş belgeler, yalnızca Caldwell’i değil, aynı zamanda, muhafız olarak hizmet etmek üzere Meksika’ya gönderilmiş olan SWP üyesi Robert Sheldon Harte’yi de kesin bir şekilde Stalinist ajan olarak tanımlamaktadır. DEUK, Harte’yi suçlayan bilgileri ilk yayınladığında, bu da, SWP ve Pablocular tarafından bir iftira olarak kınanmıştı. DEUK tarafından öne sürülen iddiaların doğrulanması, Pablocu - 18 - örgütlerden herhangi birinin “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”e yönelik suçlamalarını geri çekmesine yol açmadı. SWP’nin üyesi olduğunu anımsamadığını iddia etti. DEUK, Haziran 1977’de, Doxsee’nin fotoğraflarını ve onunla yapmış olduğu söyleşiden kimi bölümleri yayınladı. SWP, buna, İşçiler Birliği’ni bir “şiddet” örgütü olarak damgalamaya çalışan açık bir saldırıyla yanıt verdi. Bu saldırının başını, soruşturmanın Uluslararası Komite için “ölümcül sonuçları” olacağı uyarısında bulunurken, “Healyciler işçi hareketinin diğer kesimlerine karşı bütünüyle fiziksel şiddete başvurabilecek insanlardır” [103] diye yazan Hansen çekiyordu. Troçkist hareketi, ona karşı fiziksel saldırılar hazırlarken bile “şiddet”le suçlamak, uzun süredir Stalinistlerin hareket tarzıydı. Dört ay sonra, 16 Ekim 1977’de, İşçiler Birliği’nin önde gelen üyelerinden Tom Henehan, New York’ta, gençlik örgütü Genç Sosyalistler’in açık bir faaliyetini denetlerken vuruldu. Henehan, aldığı yaralardan dolayı, birkaç saat sonra hastanede öldü. Henehan’ın, etkinliğin gerçekleşeceği yere hiçbir engelle karşılaşmaksızın giren ve ona ateş eden eğitilmiş bir silahlı kişi tarafından öldürülmesi, profesyonel bir suikastın bütün özelliklerini taşıyordu. New York basını, saldırıyı, hemen, ”anlamsız bir cinayet” olarak damgaladı; polis de herhangi bir araştırma yapmayı reddetti. İki katilin kimlikleri tanıklar tarafından tespit edilmesine karşın, polis onları yakalamak için hiçbir çaba göstermedi. Tom Henehan’ın öldürülmesi konusunda bir açıklama yapmayı ya da bu saldırıyı kınamayı reddeden Pablocular, polisin eylemsizliğine suç ortaklığı yaptılar. İşçiler Birliği, katillerin yakalanması talebine kitlesel destek sağlamak için bağımsız bir siyasi kampanya başlattı. Bu kampanya sürecinde, on binlerce işçi ve milyonlarca işçiyi temsil eden sendikaların temsilcileri İşçiler Birliği’nin talebini destekleyen dilekçelere imza attılar. Nihayet, Ekim 1980’de, polis bu kamuoyu baskısına boyun eğdi ve Angelo Torres ile Edwin Sequinot adlı katilleri tutukladı. Onların yargılanması Temmuz 1981’de gerçekleşti. Suçlu bulundular ve uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldılar. Bununla birlikte, sanıklar herhangi bir itirafta bulunmadılar ve bu eylemlerine ilişkin hiçbir açıklama yapmadılar. 168. Güvenlik soruşturmasının bir yan ürünü olarak, bir dizi başka garip olgu ortaya çıktı. Sosyalist İşçi Partisi’nin merkezi önderliğinin nerdeyse tamamı (siyasi komitenin çoğunluğu dahil) Midwest’teki küçük bir liberal sanat okulu olan Carleton College’de okumuştu. Ortada, 1960 ile 1964 arası dönemde, aralarında Jack Barnes’ın da bulunduğu çok sayıda öğrencinin partiye girip hızla önderliğe yükseldiği Carleton kampüsünde SWP’nin sistematik faaliyet sürdürdüğüne ilişkin herhangi bir kayıt yoktu. Onların tutucu Midwestli öğrenciler (Jack Barnes bir Cumhuriyetçi idi) olmaktan çıkıp görünürde devrimci bir örgütün önderlerine dönüşmelerinin aracısı, FBI ajanları tarafından manipüle edilmiş ve onlarla doldurulmuş olan Küba İçin Dürüst Tavır Komitesi’ydi. SWP önderliği tarafından, Carleton College olgusuna ilişkin inandırıcı hiçbir açıklama yapılmadı. 169. Uluslararası Komite’nin araştırması Hansen’i bir ajan olarak töhmet altında bırakan kanıtları ortaya koydukça, SWP’nin ve Pablocuların karşı kampanyası giderek provokatif bir karakter kazandı. Pablocular, 14 Ocak 1977’de, “Güvenlik ve Dördüncü Enternasyonal”i ve özellikle Gerry Healy’yi kınamak için, destekleyicileriyle birlikte, Londra’da açık bir toplantı düzenlediler. Toplantıda konuşanlar arasında Ernest Mandel, Tarıq Ali (Britanya’daki Pablocu örgütün önderi), Pierre Lambert (OCİ’nin önderi) ve Tim Wohlforth vardı. İşçilerin Devrimci Partisi, toplantıdan önce, Pablocu örgütlerin önderlerine, soruşturmada açığa çıkartılmış olan kanıtları incelemek üzere, eşit sayıda DEUK ve Birleşik Sekreterlik üyesinden oluşan bir eşitler komisyonu kurma çağrısı yapan bir mektup gönderdi. Bu mektup ne yanıtlandı ne de 14 Ocak’taki toplantıda ondan söz edildi. Bunun yerine, toplantıya, baştan sona, Healy’ye yönelik küfürbaz kınamalar egemen oldu. Dinleyiciler arasında bulunan Healy, ayağa kalkarak, kendisine bu saldırılara yanıt verme olanağı tanınmasını talep ettiğinde, reddedildi. Dipnotlar 170. Soruşturma, Pablocuların siyasi engellemelerine rağmen devam etti. DEUK, Mayıs 1977’de, Chicago’nun kenar mahallelerinden birinde, sabit bir adresi olmaksızın bir treyler parkında yaşayan Sylvia Caldwell’i tespit etti. O, SWP’den ayrıldıktan sonra yeniden evlenmişti ve adı artık Sylvia Doxsee’ydi (ilk eşi, 1958’de ölmüş olan Stalinist ajan Zalmond Franklin’di). Sylvia Doxsee, kendisiyle yapılan görüşmede, bir yandan James P. Cannon’ın özel öneme sahip bir adam olmadığını açıklarken, aynı zamanda, 95. DEUK tarafından yayınlanan rapor şunu açıklıyordu: “Nancy Fields, 12 yaşından üniversite eğitimini tamamlayana kadar, teyzesi ve amcası Albert ve Gigs Morris tarafından yetiştirildi, okutuldu ve maddi olarak desteklendi. Albert Morris, Washington’da CIA’nın bilgisayar operasyonlarının başıdır; aynı zamanda, IBM’in önemli hisse senedi sahiplerinden biridir. O, CIA’nın öncülü olan OSS’nin üyesiydi ve emperyalizmin bir ajanı olarak Polonya’da çalıştı. 1960’lı yıllar - 19 - boyunca, onların Maine’deki evlerine sıkça konuk olan Richard Helms, CIA’nın eski yöneticisiydi ve şimdi İran’da ABD Büyükelçisi’dir.” [Documents of Security and the Fourth International (New York: Labor Publications, 1985), syf. 15.] 96. The World Economic-Political Crisis of Capitalism and the Death Agony of US Imperialism(New York: Labor Publications, 1979), syf. 30. 97. age., syf. 36. 98. "The Secret of Healy's Dialectics," Intercontinental Press, 31 Mart 1975. 99. James P. Cannon, The Socialist Workers Party in World War II: Writings and Speeches, 1940-43 [New York: Pathfinder Press, 1975], syf. 81-82. 100. Documents of International, syf. 115. Security and the Fourth 101. James P. Cannon As We Knew Him (New York: Pathfinder Press, 1976), syf. 233. 102. The Gelfand Case, Volume II (New York: Labor Publications, 1985) syf. 635. 103. Intercontinental Press, 20 Haziran 1977. - 20 -