ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER
Transkript
ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER
ISSN: 1303 – 0035 ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ DERGĠSĠ Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 T.C. ABANT ĠZZET BAYSAL ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ DERGĠSĠ Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt/Volume: 17 Yıl/Year: 9 Sayı/Issue: 2 Güz/Autumn 2008 ISSN: 1303 - 0035 http://www.sbe.ibu.edu.tr Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Journal of Social Sciences Ġmtiyaz Sahibi / Published by Prof. Dr. Uğur ESER Müdür / Manager Editör / Editor Doç. Dr. Muhittin ATAMAN Dergi Yayın Kurulu / Board of Editors Doç. Dr. Salih ATEġ Yrd. Doç. Dr. IĢıl AKDAĞ Yrd. Doç. Dr. Derya EREL Dergi Sekreteri / Secretary ArĢ. Gör. Mehmet ÖZTÜRK - Suat KAYA YazıĢma Adresi Doç. Dr. Muhittin ATAMAN Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 14280 Gölköy / BOLU Submission Address Assoc. Prof. Dr. Muhittin ATAMAN Journal of Social Sciences Abant Izzet Baysal University, Institute of Social Sciences 14280 BOLU / TURKIYE Tel: (0374) 254 10 00 - 1497 - 1484 Faks: (0374) 253 49 65 E-Posta: sbedergisi@ibu.edu.tr Baskı Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Basımevi Tel.: 0374 254 10 00 / 1407 - 1408 - 1511 E-Posta: basimevi@ibu.edu.tr Basım Tarihi Eylül- 2009 ii Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Bu Sayının Bilimsel DanıĢma Kurulu Prof. Dr. Halil KALABALIK Prof. Dr. Hayati DEVELĠ Prof. Dr. Hüsamettin AKÇAY Prof. Dr. Nuray YILMAZ Prof. Dr. Özcan DEMĠREL Prof. Dr. Recep TOPARLI Prof. Dr. F. Rıfat ORTAÇ Prof. Dr. ġefik YAġAR Prof. Dr. ġermin KÜLAHOĞLU Prof. Dr. ġükrü Aslan KIZILOT Prof. Dr. Veysel SÖNMEZ Doç. Dr. Adnan GERÇEK Doç Dr. Ahmet TAġĞIN Doç. Dr. Emin KARĠP Doç. Dr. Hamza ATEġ Doç. Dr. Kudret BÜLBÜL Doç. Dr. Mihriban ġENGÜL Doç. Dr. Önder ÇAĞIRAN Doç. Dr. Süleyman BAġLAR Doç. Dr. Yıldız KOCASAVAġ Doç. Dr. Yusuf TEKĠN Doç. Dr. Zeynep ERDOĞAN Yrd. Doç. Dr. Aslı TAYLI Yrd. Doç. Dr. BarıĢ ÖZDAL Yrd. Doç. Dr. Berrin EYLEN ÖZYURT Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal COġKUN Yrd. Doç. Dr Zeynep YÜCEL Sakarya Üniversitesi Ġstanbul Kültür Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Türk Dil Kurumu Gazi Üniversitesi Anadolu Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Gazi Üniversitesi Hacettepe Üniversitesi Uludağ Üniversitesi Dicle Üniversitesi Gazi Üniversitesi Kocaeli Üniversitesi Kırıkkale Üniversitesi Ġnönü Üniversitesi Gazi Üniversitesi Dokuz Eylül Üniversitesi Ġstanbul Üniversitesi GaziosmanpaĢa Üniversitesi Ankara Üniversitesi Muğla Üniversitesi Uludağ Üniversitesi YaĢar Üniversitesi Ankara Üniversitesi Balıkesir Üniversitesi iii iv ĠÇĠNDEKĠLER AKALIN, KürĢat Haldun Dinsel Rasyonalistlerde SeçilmiĢlik Güdüsü ve Bireysel Sorumluluk Duygusu ……....…… 1 AKSOY, Tarık - GÜREL, Zeki Türkçe Ġlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim Metodu ve Günümüzdeki Bazı Uygulamalar …………………………………………………..…………………..…… 19 AYHAN, Veysel Orta Doğu Ülkelerinin Türk DıĢ Politikasına BakıĢı: Gazze SavaĢı Bağlamında Bir Analiz …………………………..……………..……………….……….…. 30 BULUT, Sefa Seçici KonuĢmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri ve Tedavi YaklaĢımları ………….. 52 DEMĠRCĠ, Mustafa Ġmar Reformu Gündemi ………………………………………………………………………..……………………….……… 66 KAYA, Ferudun Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir AraĢtırma ………………… 88 KILINÇ, Zeynel Politics and Virtue In Hume: Hume‟da Siyaset ve Erdem ……………………….... 109 ÖZTÜRK, Erol Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle Ġlgili Kelimeler ……............................................... 128 TAYLI, Aslı Okul Psikolojik DanıĢma ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği ………… 133 TÜYSÜZ, Cengiz - KARAKUYU, Yunus – BĠLGĠN, Ġbrahim Öğretmen Adaylarının Üst BiliĢ Düzeylerinin Belirlenmesi ………………………... 147 YETĠM, Fatma – KÖKLÜ, Hülya – ÖZDEMĠR, Melda Yeniçağa Ġlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri 159 …..,………. v vi Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 DĠNSEL RASYONALĠSTLERDE SEÇĠLMĠġLĠK GÜDÜSÜ VE BĠREYSEL SORUMLULUK DUYGUSU KürĢat Haldun AKALIN ÖZET Metodist, Ģayet her bir insan, günlük yaĢamında karĢılaĢtığı her Ģeyle ilgili olarak, katı ve hoĢgörüsüz bir hesap anlayıĢı içinde kendisini Tanrıya adarsa; bunu, imanlı bir vekil olarak davranmasının izleyeceği, böylece Tanrının da kendisiyle yakından ilgileneceği, görüĢünü öne sürmüĢtür. Bundan dolayı, bütünüyle iman etmiĢ bir insan, mesleki etkinliğinde serveti ve baĢarıyı ümit edebilir. Böyle bir kiĢi, Tanrının daha büyük bir vekilliğine ulaĢabilmesini sağlayacak yeteneğinin olduğunu ispatlamıĢ olduğu için, mesleki baĢarılara ulaĢabilecektir. KiĢisel sorumluluk, paranın mutemetliğinden daha fazlasını gerektirmektedir. Özellikle de, servetin doğru olarak kullanılmasını Ģart koĢmaktadır. Metodistin, lüks içinde yaĢanılması ve aylaklık içinde kalınması tutumu hakkındaki görüĢleri; tembellerin ve savurganların, Tanrının insan ruhu üzerindeki iĢini bütünüyle tahrip edebilecekleri, Ģeklinde özetlenebilir. ĠĢ etkinliğindeki baĢarı, yalnızca uzun ve sıkı çalıĢmayı zorunlu kılmamakta, tutumlu ve ekonomik davranmayı da gerektirmektedir. Anahtar kelimeler: Metodizm, Wesyelanizm, Meslek, KiĢisel sorumluluk ABSTRACT The methodist argued that if each human being is strictly accountable for everything in his life devoted to God; it must follow that he should act as a faithful steward, God would deal accordingly with him. Therefore, a fully believed man might be expected to prosper and success in his calling. This man will be received occupational success because he has proved his ability to attain a greater stewardship of God. Personal responsibility involved more than a stewardship of money. In particular it involved a right use of properties. The methodist attitude on luxury and idleness is summarized that they will destroy the whole work of God on human soul. Success in business not only must be long and hard work but also be thriftly and economic. Key words: Methodism, Wesleyanism, Calling, Personal responsibility, I. GĠRĠġ Avrupa‟da dinde reformla baĢlayan ve sanayi devrimi sonrasında da reformist mezhepler tarafından hayatın her kesitine hakim olan rasyonelleĢme sürecinde, seçilmiĢlik güdüsü; neredeyse on asır boyunca dünyevi etkinliğe ve Dr., Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi 2 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kazanç maksadına sırt çevirmiĢ olan insanları, dakikliğe ve çalıĢkanlığa, tutumluluğa ve mesleki baĢarıya yönlendirmiĢtir. Gerçi, „Tanrı tarafından ben seçildim mi‟ sorusu, orta çağ kaçınıkları tarafından ömür boyu kendilerine sordukları, teselliyi manastırların çile hücrelerinde aradıkları bir soruydu. Ancak reformla birlikte, mesleki etkinlik kiĢiyi Tanrı‟ya ulaĢtıran bir takva yolu olarak kutsandığı andan itibaren, seçilmiĢliğe götüren yolun içeriği ve tarzı kadar sahası da değiĢmiĢtir. Çile, asırlardır yapıldığı gibi münzevi odalarda ekmek ve sudan dahi yoksun kalınarak, daha aĢırı ruhani yöneliĢlerde kendi kendini kamçılayıp acıyı hissederek tek baĢına çekilmeyecektir. Tanrı‟ya yönelinen bir tapınak olarak algılanılan iĢ yeri içerisinde karĢılaĢılan her türlü zorluklara tahammül ederek insanların arasına katılınacak, Tanrı‟nın dürüstlük ve sevgi buyruklarını tüm davranıĢlarında yaĢayarak çekilecektir. Dinde rasyonelleĢmeyi de karakterize eden, uhrevi asketikizmden dünyevi çilekeĢliğe geçilmesinin, baĢlangıcını veya nedenini seçilmiĢlik güdüsü oluĢtururken, içeriği veya tarzı da bireysel sorumluluk karakteriyle açığa çıkmıĢtır. SeçilmiĢlik güdüsü, asketikizmin dünyevileĢmesinin olduğu kadar, kazanca ve baĢarıya götüren takva yolunun da adeta anahtarı olmuĢtur. Ġnsanlardan kopan ve duvarlar arasında ibadet eden, ayinlerle yönelen ve tespihlerle zikreden bir insan eğilimi önemini kaybetmiĢtir. Bunun yerine, insanlar arasında Tanrı‟nın sevgi ve dürüstlük yasasını yaĢayan, iĢindeki gayretiyle insana hizmeti Tanrı‟ya bir ibadet olarak kutsal kılan bir insan maneviyatı, özellikle de metodizmle nihai rasyonalistlik içeriğine kavuĢan seçilmiĢlik güdüsüyle oluĢmuĢtur. Tanrı‟nın takva yolu, törenler Ģeklinde gerçekleĢen ayinlere pasif katılım Ģekilciliğinden çıkarak, iĢ ve meslek etkinliğiyle insana hizmet emeli iĢlevine dönüĢünce; artık, baĢarıya ve kazanca ulaĢtıran akılcı seçimler, baĢta zaman olmak üzere sahip olunan her kaynağın kıymetini bilerek tasarlanan maksada göre kullanmak, metodistin karakteri haline gelmiĢtir. Sahip olunan zamanı ve serveti olduğu kadar, yaĢanılan bir ömrü Tanrı‟ya adama bilinci; sahip olunan her değeri, tasarlanan maksadına uygun bir Ģekilde kullanmayı Tanrı'‟a karĢı en büyük görev haline getirerek, dünyevi faaliyetlerde bireysel sorumluluk duygusu inancın içeriğini oluĢturmuĢtur. Batıda dinde rasyonelleĢmenin yolunu açan reformist mezhepler; kurumsal ve Ģekilsel ibadetin kalıpçılığından kurtuldukları, ilahiler eĢliğinde düzenlenen ayinlerinin cezbesinden vazgeçtikleri ölçüde rasyonelleĢmiĢlerdir. Mesleki etkinliği ve ekonomik çabayı, çilenin çekildiği bir Tanrı yolu haline getirerek rasyonelleĢen reformist mezhepler; parasal kazancı veya mesleki ilerlemeyi seçilmiĢliğin bir kanıtı haline getirdikleri ölçüde toplumsal geliĢmenin yolunu açmıĢlardır. Makalemizde bir tartıĢma konusu olarak irdelemek istediğimiz dinde rasyonelleĢmenin önem ve sınırlarını, kısaca Ģöylece özetleyebiliriz. Bu dünyayı ve kazancı reddeden, ibadeti duvarlar arasına hapseden, insana hizmet yerine K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 3 Ģekilciliği ve yeknesaklığı ibadet olarak kutsayan vahye dayalı irrasyonel dinsel bir yapıdan kurtulunamadığı ya da dinde rasyonelleĢme gerçekleĢtirilemediği sürece; bilim ve teknikte ilerlemenin, ekonomide toplumsal refaha ulaĢmanın, yaratıcı insan eğitmenin imkânı yoktur. 2. BĠREYSEL YETENEĞE DAYALI TANRISAL SEÇĠLMĠġLĠK GÜDÜSÜ Orta çağın cemaat halinde ruhun kurtuluĢunu dileyerek, kiĢinin insanlardan koparak manastırın hücrelerinde çile çekmesi yolunu terk eden metodistler; bireysel etkinliğiyle ulaĢtığı baĢarı ve kazancını, Tanrı inayetinin bir ifadesi olarak gördüklerinden, kurtuluĢunu kendi yeteneklerini geliĢtirerek eriĢmek istemiĢlerdir. Ġlk Wesleyan hareketin doğrudan bağlantı kurduğu temel olarak, değiĢen toplumsal standartların hakim kıldığı koĢulların ve süreçlerin, iki misli dikkate alınması, çok anlamlıdır. Topluluğun geçmiĢten aktarılan eski toplumsal değerleri, yeniden değerlendirmeye alınarak irdelenmiĢ, baĢlangıçtaki sosyal koĢulların değiĢtiği ve çözüme uğradığı fark edilmiĢtir. Bireysel etkinliğe, ekonomik güvenceye ve siyasal seçime dayanan yeni ortamın hakim kıldığı bakıĢ açısı, kaçınılmaz olmuĢtur. Eskinin kültürel değerlerinin kökeni, kitlelerin uğradığı ekonomik çaresizlik ile siyasal yetersizlik sınırlarında oluĢmuĢtu. Toplumsal ayrıcalık ile ekonomik güç arasında kurulan bu önceki bağlantı, üretilen ürünlerin dağıtımı sorunu üzerine daha büyük derecede doğrudan tesirde bulunmak, ilerlemenin koĢullarını neredeyse ortadan kaldırır hale gelmiĢtir. Cemaat üyeliği ve liderliği anlayıĢı içinde bireysel yeteneklerin geliĢtirilmesi yoluyla ilerlemenin gerçekleĢtirilmesi yoluyla ilerlemenin gerçekleĢtirilmesi imanını aktaran Wesleyan ise; sınıf ayrımcılığını ve değiĢtirilemezliğini geçersiz kılmak istemiĢtir. Böyle bir durumda, toplumsal niyetle elde etme dürtüsünü disiplin altına almaya yeltenmek, yararsız bir çaba olacaktır. Wesley, Tanrı‟ya bireysel yöneliĢ içindeki kiĢinin dünyevi uğraĢı ve hedeflerini uhrevi beklentilerine araç kılmıĢ olmasını, hristiyan ahlakının bir zaferi olarak gördüğü ve söylediği gibi; ne kadar bol kazanç elde edilirse edilsin, kendisine ayırdığı parayı kanaatkârlıkla belirlediği gereksinimleri sınırlarında tutarak, tutumluluğun bir gereği olarak kalan devasa paranın iĢ etkinliğinde kullanılmasına zorlayıp, sermayeye dönüĢmesine ve sermaye birikiminin yoğunlaĢmasına yol açtığı için de; bu hristiyan ahlakına, topluluğun yararına arzuları ve tutkuları ortaya çıkartma becerisini kazandırmıĢtır. Alman reformist Martin Luther‟in öne sürdüğü, sadece iman yoluyla ruhun arındığını ve Tanrı‟nın lütuf ve inayetiyle kiĢinin aklandığını içeren görüĢlerinden büyük ölçüde etkilenen John Wesley; iman yoluyla kurtuluĢa erme hareketinin Ġngiltere‟deki öncüsü konumuna gelmiĢ, kiliseye bağlı kalmayan topluluklar üzerinde son derece etkili olmuĢtur. (Cohen C.L., 1986; 51) Ġngiltere kilisesince bir kenara itildikleri ve topluluktan da dıĢlandıkları hissine kapılan pek çok kilise karĢıtı zümre ve dernekler üzerinde kesin bir üstünlük kuran John.Wesley (1703-1791); açık hava toplantılarında verdiği 4 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) vaazlarıyla,aynı duyguyu paylaĢmayan pek çok din adamının kendisine katılmasını sağlamıĢtır. (Brown J., 1910; 142) J.Wesley‟in, iman yoluyla aklanma öğretisini oluĢturmasıyla birlikte, taraftarları artık kiliseye alınmamaya baĢladı. Böylece kilise dıĢına çıkarılan J.Wesley ve arkadaĢları, hayatın her anında Tanrı‟ya bağlanmayla sonuçlanan bir iç dönüĢümün esaslarını öğreti haline dönüĢtürünce, kilise bağnazları tarafından alaya alınmak maksadıyla „metodistler‟ olarak anılmaya baĢladılar. Belki de kilise dıĢında kaldıkları içindir, kurtuluĢun kilise dıĢında bireysel iman ve gayretle gerçekleĢeceği düĢüncesini dile getirdikleri anda, toplumda ne kadar kilise karĢıtı varsa, kendi yanlarında buldular. (Brown J., 1910; 140-142) Böylece oluĢan metodist cemaatleri, kendilerine katılan ve dünyevi faaliyetleriyle yüksek kazançlara ve muazzam servetlere ulaĢan üst gelir gruplarını da tatmin etmek gayesiyle, kiĢinin iĢinde hayatının her anında kendini Tanrı‟ya adaması öğretisini oluĢturmaya baĢladılar. Ġngiltere‟nin dinsel dokusu içinde bir tür cemaat oluĢturan metodistler, yıllarca süren gergin iliĢkiler ve çatıĢmalar nedeniyle, kiliseden bağlarını bütünüyle koparmak zorunda kalmıĢlardır. (Tawney R.H., 1980; 127) Etkili yerel örgütleri sayesinde, özellikle de yükselen iĢ adamları zümresiyle güçlü bağlar kuran, merkezi otoriteleriyle vaazlar düzenleyerek yeni geliĢen sanayi bölgelerinde çalıĢan insanlar üzerinde de etkili olan metodistler; sıradan kiĢilerin ekonomik sıkıntılarına büyük ilgi göstermiĢ, tutumlu olunmasında ve sade bir yaĢam sürülmesinde ısrar etmiĢlerdir. (Brown J., 1910; 143) Metodistler, önceden belirlenmiĢ kurumsal ibadet yoluyla değil de, içten gizli yöneliĢiyle ve doğrudan Tanrısıyla kurduğu kiĢisel iliĢkisiyle bireyin kurtulacağına inanmıĢ olmalarına rağmen; en azından Wesley‟in sağlığı boyunca kiliseden ayrılmayı düĢünmemiĢler, gezici vaizleriyle halk üzerinde etkili olmayı yeğlemiĢlerdir. (Cohen C.L., 1986; 54) Tanrı iradesini mesleki etkinlik içinde ve insanlarla girilen tüm iliĢkilerde uygulanmasına büyük önem ve öncelik verdiklerinden; mesleki baĢarıyı veya ekonomik kazancı, Tanrı katında seçilmiĢliğin iĢaretleri olarak görmüĢlerdir. Böylece, kazanç maksatlı dünyevi etkinliğin dinsel bir içerik kazanmasından kaynaklanan, özel yaĢamın ve toplumsal düzenin dinin biçimlendirici etkisinden kurtulunması sonucunu da beraberinde getiren; yeni toplumsal değerlerin benimsenmesinde ve kurumsal ibadet yerine bireysel yöneliĢin rağbet bulmasında, metodizmin çok büyük etkileri olmuĢtur. (Kitch M.J., 1967; 84) Kazanç maksatlı dünyevi iĢler ve bireysel baĢarıya odaklaĢmıĢ mesleki etkinlikler; on sekizinci asırda etkili bir mezhep hareketi haline gelen metodizmin büyük ilgisini çekmiĢtir. On sekizinci asırdan itibaren özellikle etkili olan hoĢgörü ruhunun ve liberal bakıĢ açısının Ġngiltere‟de benimsenmesinde de önemli bir payı olan metodizmin; toplumdaki yeni ekonomik güçlerle kısa zamanda uyum kurmuĢ olması, bu yeni güçlerin faaliyetlerine iman katacak bir içerikte ussal bir tutumu geliĢtirmiĢ bulunması da, çok dikkat çekicidir. (Selberg W.U., 1977; 47) Yeni dinsel topluluğun sosyal K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 5 bir anlamı içererek kendi mezhep sınırlarının dıĢına çıkabilmesi; uğraĢılarıyla inançları arasında uyum kurmak isteyen, çok çeĢitli iĢ ve meslek gruplarını oluĢturan inananlar tarafından benimsenilmesi koĢuluna dayanmaktadır. (Tuttle R.G., 1978; 206) Mesleki çabasındaki kazanç maksatlarından ve baĢarı azimlerinden olduğu kadar ilerlemesiyle Tanrıyı hoĢnut kılma duygusundan ve sonsuz yaĢam sevincinden de yoksun kalmak istemeyen çeĢitli zümreleri kolaylıkla kendi safına katmıĢ olan metodizm; o sıralar yeni dinsel hareket olmasına rağmen, hristiyan ahlakının temel ilkelerinden kaynaklanan mazideki anlayıĢını, rekabete dayanan sanayi ve ticaret dünyasının koĢullarına uyarlamıĢ; iman kattığı ussal ekonomik etkinliği günlük hayat içinde biçimlendirerek yeniden benimsettirme yoluna gitmiĢtir. (Tawney R.H., 1980; 133) Metodist kuramın özü, asketik yaĢama tarzıyla sıkı bir disiplin altına aldığı iĢ etkinliğinde güdülen kazanç ve birikim hedeflerinin kutsanmasıyla sınırlı kalmamıĢ, insanın akıl ve deneyimlerinin eseri olarak gördüğü kurumların dogmalarla köreltilmiĢ olmasına karĢı çıkmıĢ, kiĢisel etkinlikte barıĢı ve baĢarıyı garanti altına alan kurumsal iĢleyiĢler üzerinde yoğunlaĢmıĢtır. Metodist bireysel seçilme ve sorumluluk kuramının özü, Tanrıya imanı olan her bir bireyi bu dünyadaki dıĢsal etkinliği ve maddesel hedefleri ile kendi iç dünyasındaki ruhani ümitleri ve endiĢeleri arasında bir bağ veya köprü kurmak olduğu için; gerçek mutluluğa eriĢmede, bireyin yararlılığını ve verimliliğini ön plana çıkartmıĢ olmasıyla, haklı bir övgüye layık olmuĢtur. Yine de, dürüstlüğü ve iyi ahlaklılığı, çalıĢkanlılığı ve tutumluluğu, lüksten uzak sade yaĢamı ve gösteriĢsiz giyimi esas almıĢ oldukları için, metodistler; kim hangi mesleki etkinlik içinde olursa olsun, toplam gelirden alınan paya dayanan bütün toplumsal biçimlenmeleri veya zümreleĢmeleri ikincil olarak görmüĢlerdir. (Schneider H.W., 1958; 106) Toplumsal konumun, kiĢiyi rahatlığa ve bolluğa eriĢtirdiği ölçüde, ahlakını da bozabileceği olasılığı üzerinde durmuĢlardır. Toplumsal sağlıklılığın temel koĢulu, bu nedenle, edinilen parasal kazançlara rağmen fakire özgü sade yaĢamakla sağlanabilir. Sade ve disiplinli yaĢama tarzı içinde güdülenilen kazanç ya da baĢarı azminin oluĢturduğu sosyal karakter tarzının, dinsel ve ahlaki tanımlamalarla açıklığa kavuĢturulması gerektiğini öne sürmüĢlerdir. (Selberg W.U., 1977; 52) Bireyin yaratıcı ve yenilikçi etkinlikleriyle baĢardığı kiĢisel giriĢim heyecanını; ahlaki kılmakla kalmamıĢ, toplumsal gönencin ana nedeni olarak göstermiĢlerdir. Metodistin mesleki faaliyeti yegâne Tanrı yolu haline getiren dinsel deneyimi, bireyin toplumsal ilerlemelerinden ve kiĢisel baĢarılarından kaynaklanmıĢtır. (Kitch M.J., 1967; 93) Ahlaki bireycilik ilkesinin yurttaĢlıkla ilgili iĢlere de uyarlanmasıyla, Wesleyan liderlik, bireysel güçler temelinde olsa dahi yine mantıksal ve toplumsal bir Ģekilde yorumlanmıĢtır. Ne yazıktır ki, bütün insanların sadelik, dürüstlük, tutumluluk, çalıĢkanlık, dakiklik vs., gibi ahlaki değerleri taĢımaları gerektiğinde ısrar etmiĢ olmalarına rağmen; insanlar arasındaki sınıfsal 6 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) eĢitsizliği kabul eden öğretisiyle, bu toplumsal teorinin eĢsizliği hakkındaki tartıĢmaları da beraberinde getirmiĢtir. (Tuttle R.G., 1978; 209) BenimsenilmiĢ bir eğilim olarak, ahlaki iyi niyet ile siyasal süreçler kesinlikle birbirinden ayrılmaz bir içerikte olduğunu; siyasal tercihlerin de, insan iliĢkilerini denetimi altına alan anlaĢılamaz Tanrı iradesinin ve ussal seçime dayanan bireyin basiretliliğinin bir araya gelerek kaynaĢmasından meydana geldiğini savunmuĢlardır. (Tawney R.H., 1980; 74) Dikkati siyasal ilgilerden çekerek, kazanç sağlamanın ve mesleki baĢarı elde etmenin üzerinde odaklaĢtırmasıyla metodizm; bireysel teĢebbüse yönelen iĢ dünyasına saldırgan ve atılgan bir heyecanla katılan müminlerine iman katmıĢ, böylelikle de yaĢama standardının yükselmesine ve sınırsız sosyal fırsatların yaratılmasına önemli katkılar sağlamıĢtır. (Cohen C.L., 1986; 64) Metodizm sayesinde, manastır hücrelerindeki çilekeĢ yakarıĢların yerini, mesleki etkinlikteki baĢarma azminin alması sonucunda dünyevi ideallerle donatılan dinsel deneyim; hür teĢebbüsün, bireysel yaratıcılık yeteneğinin ve liberal duygunun hiç değiĢmeyen bir alameti haline gelen sosyal mobiliteyi güdüleyen ve uyaran,en önemli etmeni iĢlevine kavuĢmuĢtur. (Tawney R.H., 1980; 125) Ġnsanın ancak kendi Ģahsi gayretiyle ve sağladığı baĢarılarıyla, seçilmiĢliğin kanıtlarına ulaĢabileceğini savunan metodistler, bu imanlarıyla, seçilme esasına dayanan demokrasinin yerleĢmesine dahi hizmet etmiĢlerdir. KiĢisel gayretiyle ve geliĢtirdiği yetenekleriyle seçilmiĢliğini kanıtlama ve sergileme zorunluluğunu hissettiklerinden metodistler; yönetimde yetkiyi, doğuĢtan edinmek yerine, seçilme anlayıĢıyla halkın iradesine dayandırmak isteyen metodistler; asırlardan beri doğuĢtan edinilmiĢ ilahi bir hak olarak görülen kralın otoritesini dahi Ģüpheyle karĢılamıĢlardır. Ġnançlarına göre herkes günahkârdır. Günahkâr doğasıyla bir birine eĢit kılınmıĢ olan tüm insanların, Tanrı nazarında doğuĢtan gelen bir farklılığı ya da bir ayrıcalığı yoktur. (Brown J., 1910; 52) GeçmiĢin değer ile alıĢkanlıklarını koruyup aktarılmasını zorunlu kılan, davranıĢ ile eylemlerin de olduğu gibi yinelenmesine dayanan tutucu geleneğin; kiĢilerin sınıf yükselmesini bir ölçüde olanaksız kılan ve fırsat eĢitliği anlayıĢından uzak kalan içeriğine karĢı çıkarak, metodizm, halk yığınlarının zihinsel ve ahlaki niteliklerini yansıtması dolayısıyla, geleneksel yapının etkisiz kılınmasına katkıda bulunmuĢtur. Bu nedenle, dünyevi yaĢamı sıkı bir mesleki disiplin altına alan, bireysel baĢarıyı ve kazancı ön plana çıkartarak kiĢisel kurtuluĢunun iĢaretlerinden sayan, daha iyi bilgilendirme üzerine kurduğu zekâ ve bilgi geliĢiminin insanlığın yararına kullanılmasına Ģart koĢan metodist imanın; kiĢiyi kendi toplumsal katmanı sınırlarında hareketsiz bırakan eski geleneği yadsımakla koĢullanmıĢ olmasına, hiç ĢaĢmamak gerekir. (MacArthur K.W., 1936; 7) Böylesine bir toplumsal uyanıĢın ve çalkalanıĢın güçlerine iman duygusuyla sahip bulunan insanların, ahlaki dönüĢümlerine kuvvetli Ģekilde tesir eden metodizm gibi bir etmene, baĢka hiç bir asırda rastlanılmıĢ da değildir. (Brown J., 1910; 57) K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 7 Adem ile Havva‟nın ağaçtan elma yiyerek yere inmelerine neden olan bu ilk günahtan dünyaya gelen her insanın bir payının olduğuna dayanan, insanların günahkar bir doğa ile yaratıldığını öne süren ilk hristiyanlığın bu temel dogmasını, metodistler, seçilmiĢlik öğretilerinin neredeyse temel dayanağı haline getirmiĢlerdir. Her insan doğuĢtan günahkâr olunca, seçilmiĢlik, soya dayalı olarak doğuĢtan edinilmiĢ meĢru bir hak olmaktan çıkmıĢ, çalıĢmayla ve baĢarıyla ulaĢılan bir emel haline gelmiĢtir. Günahkâr yaradılıĢlı insanları birbirine karĢı üstünlük kurmaya azmettiren ömür boyu sürecek bir rekabete sürükleyerek, doğuĢtan devralınan ailevi servetin seçilmiĢlikte hiç bir köklü etkisinin bulunmadığına ya da kendisini insanlar üstünde görmeye yetkisinin olmadığına dayanan bu metodist iman; sürekli geliĢtirilmesi istenilen bireysel nitelikleri seçilmiĢliğin yegâne ölçütü olarak görmesiyle, insanın dünyevi faaliyetlerine özendirici bir dürtü katmıĢ, baĢarılarına rehber olmuĢtur. (Schneider H.W., 1958; 41) Kalıcı ve verimli iĢleri baĢaran kimseyi seçilmiĢ olarak kutsayan bu metodist iman, mesleki etkinliği içinde bireyi yetenekli kılmıĢ, sıkı bir disiplin altında verimli kıldığı insanı daldığı derin ahret uykusundan uyandırmıĢ, insanların arasında yararlı olmaya zorlayarak kendisinin dahi önceden farkına varamadığı gizli kalmıĢ güçlerini kullanmada bilinçli olmuĢtur. (Tuttle R.G., 1978;174) ÇalıĢkanlığı, dakikliği ve tutumluluğu bireye kazandırarak kiĢisel sorumluluk duygusunun tüm eylem ile kararlarına egemen olmasını sağlamasıyla, metodizm, toplum içinde anlamlı ve yararlı bir iĢlevi görmüĢtür. (Tawney R.H., 1980; 128) Ayrıcalıklı zümrelerden gelmediği halde bireysel yetenek ile baĢarılarıyla toplumsal konumlarını ilerleten insanlar, kendilerini kuĢatan alt sınıf duygusallığının izlerini tamamıyla silip atmıĢlar, doğuĢtan edinilen hakların üstünlüğü izindeki kimselere itaat etmeyi ve bağlanmayı Ģart koĢan teslimiyetçi anlayıĢın himaye ettiği bağları böylece kırmıĢlardır. (Kitch M.J., 1967; 104) Mesleki baĢarı ve yükselmenin sonuçlarından biri olan sosyal mobilite ya da daha iyi yaĢama standardına kavuĢarak daha üst bir toplumsal konum edinmek, adeta metodist imanın hedefi haline gelen Tanrı tarafından seçilmiĢliğin bir iĢareti haline gelmiĢtir. Çileyi bu dünyanın içinde ve insanların arasında çekmeyi zorunlu kılan, baĢarıya ve yükselmeye güdülenmiĢ bireysel çabayı da takva yolu haline getiren metodist karakterin yetiĢmesini ve olgunlaĢmasını sağlayan, olaylarla dolu dinsel ve dünyasal deneyimin duygusal etkisiyle; metodist; doğuĢtan edinilen her tür siyasal ve zümresel ayrıcalığa karĢı çıkmıĢ, miras yoluyla kalan servetini arttırmayan kimseleri dahi seçilmiĢlerden görmemiĢtir. Parasal kazançları, servet artıĢlarını, mesleki baĢarıları seçilmiĢliğin iĢareti olarak kutsayan metodist dinsel topluluk; seçilmiĢliği bireysel gayrete ve baĢarıya bağlayan iman iĢleviyle oluĢan kendi değerlerini benimsettirerek etkisini göstermiĢ, ulusal düzeyde insanları verimli ve yararlı olmaya mecbur tutmuĢ, inanan herkesi iĢ sahibi olmaya ve mesleki eğitim görmeye zorlamıĢ, biriktirdiği servetinden dolayı kendini üstün görme ve 8 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) baĢarılarıyla gururlanma gibi tutkulara karĢı duyarsız kalmasını kiĢilere öğretmiĢtir. (Cohen C.L., 1986; 92) Artık doğuĢtan hak edilmiĢ statüler veya ayrıcalıklar yerine, topluluk halinde organize edilmiĢ yaĢamında bireyin bir grup etkinliği içinde eğitim alan ve kendisini geliĢtiren etkinliği büyük önem kazanmıĢtır. (Kitch M.J., 1967; 107) Metodistler, mesleki ve teknik eğitimin, iĢ hayatındaki önemini kavramıĢ olduklarından, örgütlenmiĢ hayat içindeki grup eyleminde dahi eğitici deneyimin kazanılması maksadına yönelmiĢlerdi. Teknik ve mesleki eğitim yoluyla bireyin kendisini yetiĢtirmesi sayesinde, kiĢilerin iĢçi ve iĢveren olarak aralarında bağıtladıkları sözleĢmelere uyacaklarını ve verimlilik hedeflerine ulaĢacaklarını belirten metodistler; kendi aralarındaki anlaĢmazlıklarını ve mücadelelerini deneyimlerine katmak suretiyle, sürekli bir Ģekilde zihinsel etkinlikte ısrar etmiĢler, bilgi ve deneyimleri ile uyarılmıĢ ihtiraslarını gerçeklerle kıyaslama yolunu seçmiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 177) Mesleki etkinlik yoluyla sağladığı kazançları ve ulaĢtığı baĢarıları, Tanrı katındaki seçilmiĢliğinin iĢaretleri veya kanıtları olarak gördüklerinden, kurtuluĢa erenlerden olma azminden bir an dahi olsa asla geri kalmak istemeyen metodistler; sürekli bir öğrenme ve baĢarma gayreti içinde olmuĢlar, dürüstlük halinde çalıĢkanlılığı ve tutumluluğu kendi yaĢama tarzının ödün verilmez ilkesi içeriğine kavuĢturmuĢlardır. (MacArthur K.W., 1936; 11) Bu seçilmiĢlik güdüsünün kazandırdığı baĢarma ve yükselme azmiyle biçimlenen bireysel sorumluluk karakteri, metodist topluluk içinde kendisini saygın ve güçlü bir konuma getirme emelini kaçınılmaz bir Ģekilde ortaya çıkartmıĢtır. (Schneider H.W., 1958; 144) Seçilme güdüsü, demokratik ve liberal değerlerin geliĢmesine de önemli katkılarda bulunmuĢtur. (O‟brain G., 1961; 48) Mesleki etkinliği bir Tanrı yolu haline getiren, baĢarı ya da kazancı da Tanrı lütfunun bir kanıtı sayan böylesine bir metodist hareket; giderek etkin bir yönetim aracı iĢlevini kazanan parlamentoya dayanan Ġngiliz koĢulları altında, bu yeni eğilimi kolaylıkla kiĢilere kabul ettirmiĢ, değiĢime karĢı etkili olan duygusal ve geleneksel bağlantılara karĢı çıkarak kendi üstünlüğünü kabul ettirmiĢtir. (Tawney R.H., 1980; 139) Ġngiltere‟de 1688 yılına gelinceye kadar Ģiddetlenen katolik baskılar, hoĢgörü bildirilerinin yayınlanmasına neden olmuĢtur. Katolik kralın tahtından indirilmesiyle baĢarılan 1688 askeri darbesiyle birlikte; kralın yasaları askıya alma yetkisine son verilmiĢ, hanedandan katolikliği seçmiĢ kesimin kral olamayacağı kesin hükme bağlanmıĢ, kralın otoritesinin sınırları da yasalar tarafından belirlenmiĢtir. (Brown J., 1910; 136) Konvansiyonun haklar bildirisinin hukuki içerik kazanmasıyla birlikte; seçimle yönetime gelme yolu da yasal hükme bağlanmıĢ, konvansiyon parlamento iĢlevini kazanmıĢtır. Böylece 1688 devrimiyle birlikte, katolikler tahttan tam anlamıyla dıĢlanmıĢ, parlamento halkı seçimlerle temsil eden bir yapıya kavuĢturulmuĢ, kralparlamento-halk arasında toplumsal bir sözleĢme bağıtlanmıĢtır. K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 9 Artık insanlar verimlilikleriyle ve yararlılıklarıyla da Tanrı‟ya yönelmek istemekte, bu sayede sergiledikleri Tanrı Ģanı ve insana hizmet emelleriyle kurtuluĢlarını sağlam bir temele perçinlemeyi arzulamaktadır. (Tuttle R.G., 1978; 179) Bireysel etkinliklerin ve dünyevi tasarıların kutsandığı bu değiĢim çağı, yeniliklere ve her türden değiĢikliklere Ģiddetli tutkuyla karĢı konulduğu dinsel taassubun zirvesine ulaĢtığı bir ortamda baĢlamıĢ, iç savaĢın acılarıyla gücüne güç katarak 1688 yılında tutucu grupların kendi aralarında birleĢmelerine rağmen, karĢı konulamayan bir eğilim halini almıĢtır. (Brown J., 1910; 85) Metodizm, yeniliğe karĢı çıkan bu tutucu anlayıĢı en Ģiddetli nefretiyle sorgulamıĢ, mesleki etkinlik içindeki kiĢisel gayretlere dayanan bireyin seçilmiĢliğini en heyecanlı tutkusuyla savunmuĢtur. (Schneider H.W., 1958; 65) Buradaki heyecanlı tutku deyimi, yeni bir toplumsal anlayıĢı baĢlatma ve benimsettirme kudreti anlamını içermektedir. Metodizm, değiĢime karĢı olumsuz bir tavır sergileyen tüm bu önyargılı anlayıĢa karĢı baĢarılı bir mücadele baĢlatmak için, yeniçağın teknolojik yeniliklerini ve verimlilik artıĢlarını imanla desteklemiĢ, katkıda bulunmuĢtur. (Cohen C.L., 1986; 111) Krala karĢı parlamentonun üstünlüğünü ve meĢruluğunu sağlayan, Hristiyanlığın benimsediği asli günah kavramını kendi ideallerine göre yorumlayan metodistler; herkesin doğuĢtan günahkarlığı nedeniyle, hiç kimsenin Tanrı‟dan yönetme erkini alamayacağını ileri sürmüĢlerdir. YaradılıĢtan günahkar olan kimsenin yönetme yetkisinin olamayacağı ve bunu ilahi bir güç olarak kendi nesline devredemeyeceğini öne süren diğer kilise karĢıtlarıyla birlikte metodistler; kiĢinin, iktidar gücüne veya yönetme iĢlevine, ancak kendi bireysel yetenekleriyle ulaĢabileceğini savunmuĢlardır. (Brown J., 1910; 92) Liberal değerlere karĢı giriĢilecek saldırılardan korunmak için bir diğer dinsel sığınak; kalvinist geleneğin de önemli bir kısmını oluĢturan, var olan düzenin dayandığı yetki erkini kuĢkuyla karĢılamaya yönelik her tür giriĢimin veya sevk ettirici dürtünün kınanmasıyla meydana gelen, Wesleyanizm ile sağlanılmıĢtır. (O‟brain G., 1961; 135) Wesleyanizmin canlandığı ve çok etkili olduğu dönem sonrasında, değiĢime karĢı konulan bu direnç, dikkate değer bir eleĢtiriye uğramaksızın asla kabul görmemiĢtir. (Schneider H.W., 1958; 67) Wesleyanlar, kurtuluĢla ilgili olarak temel ilahi atanma öğretisini yadsımakla yetinmemiĢler, tutucu geleneğin savunduğu biçimdeki ideallerle uyumlu olan kalvinist varsayımlara bağlı kalınan bir atmosfer içinde, fakat seçilmiĢlik güdüsüyle bireyin baĢarma azim ve gayretini öne çıkartarak, takva yolunun ilkelerini daha da olgunlaĢtırma ve geliĢtirme yoluna gitmiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 254) Günahkâr yaratılıĢıyla bütün insanları birbirine eĢit kılan ve doğuĢtan edinilen ayrıcalıkları veya üstünleri yadsıyan metodistler, böylece kralın dahi Tanrıdan geldiğine inanılan otoritesini sorgulamıĢtır. Ġlahi atanmada, kalıtım yoluyla statü ve yetki devri anlayıĢı, metodist imanla artık bir son bulmuĢtur. (Cohen C.L., 1986; 117) Asrın sonlarına doğru Wesleyanizmin, tutucu 10 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) zihniyetin dayanaklarına geri dönüĢ yaptığı iddiası bir ölçüde gerçeklilik içermekteyse de, soya dayalı statü ve atanma uygulamasına karĢı gösterilen güçlü yadsıma hissi ilk elli yıl boyunca öylesine büyüktür ki; bireysel nitelikleriyle seçilmiĢlik güdüsünün haklılığı anlayıĢına, bir daha asla bu düzeyde ulaĢılamamıĢtır. (Tuttle R.G., 1978; 255) 3. TANRISAL SEÇĠLMĠġLĠK EMELĠNĠN SONUÇLARI: BĠREYSEL YÜKSELĠġ VE EKONOMĠK KAZANÇ J.Wesley‟den sonra taraftarları, papazların alaycı bir üslupla isimlendirdikleri „metodist‟ yerine Wesleyanist olarak kendilerini tanıtmıĢlar, baĢlangıçta kilise ayinleri karĢısında öne sürdükleri iman yoluyla aklanma öğretilerini günlük yaĢamın her kesitine yaymaya çabalamıĢlardır. Pazar ayinine katılarak ilahi dinlemekle ruhun arındırılamayacağını, kurtuluĢa ancak katı bir disiplin altında yaĢanılan her anda dürüstlük ve iyi ahlaklılık yoluyla Tanrı‟nın hoĢnut edilebilineceğini vurgulayan metodistler; orta çağda rahiplere özgü bir hayat tarzı olan asketikizmi, Tanrı iradesine bağlı kalınarak çekilen çile olarak iĢyerine uyarlamıĢlardır. (Brown J. , 1910; 141) Metodistler, haksız kazanç kavramı üzerinde durarak, ekonomik düzenin bir ölçüde zorunlu kıldığı sınıf sömürüsünü asla hoĢ görmemiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 21) On sekizinci asrın baĢlangıcında mevcut düzene verdikleri destekle, topluma hakim olan sosyal temeli benimsemiĢler, ekonomik düzenin sağlığı için sınıf sömürüsü dahi gerekli görerek, büyük ekonomik eĢitsizlikleri bundan dolayı kaçınılmaz saymıĢlardır. (Schneider H.W., 1958; 82) KuĢkusuz, Wesleyanistler, özellikle de merkantilist anlayıĢla oluĢturulan iktisat politikalarının yanlıĢ olduğunu kanıtlama gibi bir gayret içine girmemiĢlerdir. (MacArthur K.W., 1936; 83) Bu gibi koĢulların yaratılmasında en güçlü katkının sağlanması yoluyla, merkantilist düĢünceyi daha da etkili bir içeriğe kavuĢturmayı gaye edinmiĢ olsalar dahi; geçerli merkantilist öğretilerin neredeyse bir sonucu haline gelen, iĢgücünün baskı altında tutulması veya fiilen sömürülerek sefalete itilmesi eğilimine açıkça karĢı çıkmıĢlar, çalıĢanların fakirleĢtirmelerinin doğru olmadığını açıklama yoluna gitmiĢlerdir. (Tuttle R.G., 1978; 24) Her bir bireyin kendi kiĢisel gayretiyle mesleki etkinliğindeki baĢarılarıyla kurtuluĢa erebileceğini içeren Wesleyan öğretinin çalıĢmaya yönelik takındığı toplumsal tutum nedeniyle, wesleyanistler, bir grubun kendi çıkarları nedeniyle diğer insanları sömürmesine, hak ettiği payı sahiplerinden esirgemesine hararetli Ģekilde karĢı çıkmıĢlar, haksız kazancın meĢru olmadığı önermesini ısrarla vurgulamıĢlardır. (Schneider H.W., 1958; 87) Servetin ve iyeliklerin eĢitliği yönüyle olmasa da, fiiliyatta hakların eĢitliğinden ısrarla söz etmiĢler, bunun Tanrı iradesini uygulamanın bir sonucu olduğunu öne sürmüĢlerdir. Wesleyanizmde ekonomik gücün kendisi, sürekli bir Ģekilde ve sadece ahlaki bir yükümlülük sınırları içinde irdelenmiĢ, bir hükme bağlanmıĢtır. (Brown J., 1910; 118) K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 11 Bireyin yükselmesinde ve niteliklerini sürekli geliĢtirerek seçilmiĢliğini kanıtlamasında, eğitimin öneminin farkına varan metodistler; sadece bu emeller için gelirin arttırılması yoluyla eğitim olanaklarının arttırılmasını gaye edinmiĢlerdir. (Schneider H.W., 1958; 91) Topluma kazandırdıkları bu yeni ruh sayesinde, kurtuluĢu gösteriĢli geçit töreniyle düzenlenen kilise ayinleriyle sınırlandıran eskinin geleneklerini ve yaĢayıĢ tarzlarını kökünden değiĢtirme gibi bir emeli de taĢımıĢlardır. OluĢan toplumsal olgulara, inançla arınma ve mesleki faaliyetindeki baĢarısıyla seçilmiĢliğinin farkına varma noktalarından bakıldığında, Wesleyanizmin, eski standartlara özgü temellerin yok olması süreci boyunca; bu iman ruhunun benimsettirdiği yeni değerlerin insan zihnine hakim olması sonucunda, yaratıcı etkinlikteki kiĢilik geliĢiminin sağlanmasına, bireyin baĢarılarının Tanrısal seçilmiĢliğin koĢulu haline gelmesine, çok önemli katkılar sağladığı, derhal fark edilecektir. (Tuttle R.G., 1978; 32) Bireyin niteliklerini geliĢtirmesine ve yaratıcılığını sergilemesine dayanan Wesleyan hareketin bu özelliği, liberalizmin içerdiği anlamı birlikte kapsadığı için, liberal bir güç iĢlevinde kendisinin geliĢmesini de sağlamıĢtır. (Schneider H. W., 1958; 93) Oysa Wesleyanizm, gelenekçi siyasal anlayıĢın savunduğu meĢrutiyete aykırı bir eğilim içinde olmadığından, diğer reformist gruplar tarafından daima taraftarlarına tutucu yaftası da yapıĢtırılmıĢtır. (Horton D., 1948; 32) Gerçekten de, doğruyu söylemek gerekirse, Wesleyanlar, yeni siyasal sistemin çalkantılı ve sıkıntılı dönemleri boyunca, bu istikrarsızlığa ümit bağlayan çeĢitli gruplardan hiç birine asla yakın olmamıĢ, meĢrutiyete karĢı olanlarla birlikte hareket ettiği izlenimini asla uyandırmamıĢtır. (Brown J., 1910; 119) Wesleyan hareketin ilk dönemleri sırasında, bazı üyeleri, özellikle de liberal eğilimin gelecekteki önemini sezinleyerek bu gruplara ve benzeri radikal eğilimlere yakın olmayı istemiĢ; her kesime hitap ederek, bunlardan hiç birisine karĢı tavır almaksızın bünyelerine girmelerine razı olmuĢlardır. (Tuttle R.G., 1978; 35) Ancak böyle bir benimsenme ve gönüllü destek, sadece bireysel düzeyde ve dolaylı Ģekilde gerçekleĢtiği için; konuya bir bütün olarak bakıldığında, topluluk üyeliği, hiç bir Ģekilde meĢrutiyet karĢıtı yapıcı siyasal ilgilere odaklanmıĢ her hangi bir bilinçliliğini gerektirmemiĢtir. Bu nedenle, Wesleyanizm, yönetim tarzını kökünden değiĢtirmesini hedefleyen radikal felsefenin oluĢmasına fazlaca bir katkı sağlamamıĢtır. (Schneider H.W., 1958; 95) Gerçekten de, halkın doğrudan yönetme hakkına sahip olmasını hedefleyen liberal anlayıĢ, kendi eğilimleri içinde, özellikle de ilk radikallerin öğretileriyle demokratik geliĢme seyrine girmiĢ, bu uğurda büyük mücadelelere yeltenilmiĢtir. Bu nedenle, meĢrutiyete dayanan parlamenter yönetimi savunan Wesleyanizmin de içerdiği liberal anlayıĢ, her hangi bir Ģekilde kendisini niteleyen bir etiket olarak gündeme gelmemiĢtir. (Brown J., 1910; 124) Liberalizmin savunucusu veya kulu gibi yakıĢtırmalara meydan vermeksizin, bireyin hür teĢebbüsü ve kiĢilik özelliklerinin geliĢmesinin sağlanması, metodizmin gücünü oluĢturmuĢtur. (MacArthur K.W., 1936; 64) 12 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Liberalizmin filizlenip geliĢmesinde ve yaygınlaĢmasında, metodizmin, sonradan asla kavranılamayan etkinlikte, katkıları olmuĢtu. Dindarca yaĢayan köktenci bir anlayıĢ içinde yetiĢen, davranıĢlarında da kesinlikle ölçülü ve iradeli görünen diğer insanların Wesleyanizme yönelik bakıĢ açıları; metodist liderlerin geleceği sezinleyen öngörülerinden çok daha etkili ve istekli bir Ģekilde, bu mezhebin kendi tutucu içeriğini gözler önüne sermiĢtir. (Tuttle R.G., 1978; 37) MeĢrutiyetin devamından ve mevcut hukuksal-toplumsal düzenin korunmasından yana olan tutuculuğunu gizleme konusunda bir hayli maharetli olan J. Wesley‟in ardılları (Horton D., 1948; 63), bütün dinsel hareketlerin doğasında var olan tutucu ve gerici niteliklerini örtbas etmeye büyük gayret sarf etmiĢler; eğitime ve iĢe önem veren, bireysel baĢarı ile kazanca öncelik tanıyan köktenci bir değiĢimi destekleyen bir görünüm sergilemiĢlerdir. (Schneider H.W., 1958; 102) Eğitim ve iĢe dayalı olarak bireyin yükseliĢini benimseyen, bireysel baĢarı ve kazancı Tanrı katındaki seçilmiĢliğin kanıtı olarak gören metodizm; sonuçta Tanrı Ģanının sergilenmesi emeline hizmet etmeyi kapsasa dahi, insana hizmet etmeyi öne çıkarmakta, insani emelleri benimsemektedir. (MacArthur K. W., 1936; 89) Ne kadar kazanç tutkusunu ve bireysel baĢarı azmini kutsamıĢ olursa olsun, zenginleri fakirlere yardımdan sorumlu tutarak, fakirlere iĢ verilmesini onları Tanrı‟nın takva yoluna kabul etme ve her türlü kötülüklerden alıkoyma olarak yorumlayarak, fakir ve kimsesiz çocuklara eğitim imkânlarını açarak; kazanç hesabını aĢan insani emellerin benimsenmesinde, Wesleyanizmin sağladığı katkılar, kesindir ve önemlidir. Böylece, iĢsiz olması yüzünden hırsızlık yapan veya kötü yola düĢen insanların bu günahkârlığında, zenginin savurganlığı ve lüks tüketimi nedeniyle parasını tümüyle iĢinde kullanmamasının veya istihdam imkânlarını yaratmamasının payının olduğunu öne sürerek, metodistler, kendi cemaat üyeleri de olsun olmasın bütün zenginleri manevi baskı altına almıĢlardır. Bütün bunlara rağmen, on sekizinci asır insanseverlik anlayıĢının son derece etkili ve önemli kaynaklarının açıklanıĢı arasında, Wesleyanizm, asla yeterli düzeyde ele alınmıĢ ve iĢlenmiĢ değildir. Fakirlere iĢ sağlamayı dinsel vecibe haline getiren bu tek bir örneğe bakarak dahi olsa, dinsel akımlar içinde metodizmin, bu dönem boyunca etkili olan düĢünsel eğilimlerden tamamıyla soyutlanmıĢ olduğu ve katkılarının asla irdelenmediği, yargısına kapılınabilir. (Brown J., 1910; 126) Zenginleri fakirlerden sorumlu tutan bu yeni ruh hali içinde ve hayırseverliği insanı verimli kılan gayretleriyle birleĢtiren yardımseverlik alıĢkanlıklarına göre, metodizmde insana hizmet çok daha geniĢ süreçlerle de karĢılaĢılmıĢtır. Dilenciliği dünyadan vazgeçmiĢ olmanın kanıtı haline getiren ve tümüyle karĢılığını beklemeksizin vermeye (sadakaya) dayanan eski değerler, artık daha fazla savunulamaz olduğu için, zihinlerdeki geçerliliğini kaybetmiĢtir. (Green R.W., 1970; 29) YetiĢkinlere iĢ imkânını sağlamak ve K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 13 çocuklara da eğitim fırsatını vermek, geçmiĢin sadakasının yerini almıĢ gibidir. Yeni koĢullara göre topluluğun standartlarını oluĢturmak isteyen çağdaĢ güçler içinde kesin olarak çalıĢma birliği bulunmaktaydı. Topluluk öğretisiyle uyum içinde görülen kapsamlı eğilimler, geniĢletme azmini taĢıdıkları kendi tesirleri içinde bir anlam kazanarak ve değiĢikliğe uğrayarak ifade bulmaktaydı. (George C.H., 1959; 61) Ekonomik gücün daha geniĢ kapsamdaki dağılımı, toplumsal fırsat ve hareketlilik eĢitliği anlayıĢını da beraberinde getirerek, daha fazla insan kitlesini kapsamına alması sonucunda, gerçekleĢtiği çok yönlü hareket içinde etkisine geniĢ güçler katılmaktadır. (MacArthur K. W., 1936; 92) Ekonomik canlanma ile Wesleyan eĢitlikçi ve yenilikçi eğilim arasında kurulan bu karĢılıklı nedensellik bağı; bir taraftan ekonomik ilerlemelere dayalı olarak metodist taraftarlar çağının hızla geniĢlemesine yol açarken, diğer taraftan da mesleki etkinliğin Tanrı yolu haline gelmesiyle birlikte, maddi servet artıĢının tüketilmeyerek sermaye birikimini oluĢturmasını sağlıyor, böylece de ekonomik geliĢmeye ivme kazandırıyordu. (Weber M., 1984; 117) Wesleyanist topluluğun zümresel dokusunun sürekli değiĢimi düzensizlik olarak görerek benimsememesine karĢın, wesleyanizm, özel mülk sahibi olmayan zümrelerin lehine kurulmuĢ olan sivil otorite tekelinin kolayca yıkılmasını, baĢarı ve kazancı ölçü alan sermaye birikimine özendiren ekonomik bir eğilimin yerleĢmesini sağlamıĢtır. (Brown J., 1910; 133) Sağladığı fırsatlar içinde metodist dinsel güçlerin, ekonomik hayata nüfuz ederek baĢarıya ve kazanca güdülemesinin sonucunda, maddi ve manevi alandaki bu bütünleĢme sürecinde yeni sahalara yönelinmiĢ, karĢılaĢılan insanlarla iĢbirliğine girilmiĢtir. (Jeremy D.J., 1988; 15) Oysa asrın baĢlangıcında, zengini fakirlerden ve çocuklardan sorumlu tutan wesleyanist sorumluluk öğretisini içermeyen ve liberal düĢünceyi savunan kesimler; hiç bir sorumluluk duygusu taĢımayan ve ciddi bir iĢ uğraĢısı içinde de olmayan pek çok fakir insanın düĢtüğü çaresizlik ve yoksunluk hallerinden habersiz kalmıĢ, bu toplumsal bütünleĢme sürecine hemen hemen hiç katkıda bulunmamıĢ, acizlik halleri nedeniyle kendi bireysel sorumluluk duygusunu dahi güçlendirememiĢlerdi. (George C.H., 1959; 64) Oysa bireysel baĢarı ve kazanç emeliyle, fakirlere iĢ sağlayan ve eğitim yoluyla nitelikli kılan toplumsal sorumluluk öğretisiyle wesleyanizmin, bireysel sorumluluk duygusunu pekiĢtiren toplumsal karakteri; gerçekten, ekonomik güvensizlik içinde ortaya çıkan yurttaĢlık bilincinin önemsiz kaldığı ortamlarla, asla bağdaĢmamaktadır. (Green R.W., 1970; 41) Baskıların bulunduğu bir ortam içinde, liberallik karĢıtı eğilimleri besleyen güçlerin uyanması ve kendisini kabul ettirmesi, kaçınılmaz olur. Asrın metodist dinsel güdüsü ve insanları yönlendirici seçilmiĢlik gücü, insani yaklaĢımları geliĢtiren dikkate değer bir etkide bulunmuĢtur. (Jeremy D.J., 1988; 17) Metodist meslek anlayıĢıyla ve seçilmiĢlik güdüsüyle, üretimde verimliliği arttıran teknolojik yeniliklerden yana olunmuĢ, bir insana yapılacak en büyük iyiliğin kendisine iĢ ve çocuklarına da eğitim olanağının sağlanması 14 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) olduğuna inanılmıĢtır. (Jeremy D.J., 1988; 43) Wesleyanizmin toplumsal yaĢamda neden olduğu en önemli yenilikler Ģöylece özetlenebilir. Wesleyanizm, seçilmiĢlik güdüsünü ve bireysel sorumluluk duygusunu iĢleyen edebiyat hayatına hareketlilik kazandırmıĢ, halkı bilgilendirme organlarını geliĢtirmiĢ, yeni siyasal biçimlendirmeleri olgunlaĢtırmıĢ, insan sağlığına yönelik duyarlılık göstermiĢ ve maddi servetin arttırılmasına katkıda bulunmuĢ, yaĢamın zorlu ve belirsizlik taĢıyan yanlarını azaltmıĢ, teknik geliĢmelere ile bunların üretim yapısına uyarlanmasına destek vermiĢ, sanayi devrimi sonrasında yeni bir orta sınıfın ekonomik gücü elinde tutar hale gelmesinde güdüleyici bir rol üstlenmiĢ, bireyin geliĢmesine ve yükselmesine olanak tanıyan kiĢilik haklarının kabul edilmesine dinsel temel sunmuĢtur. (Brown J., 1910; 134) Dağıtılmayan malı ve biriktirilen serveti hor görerek kazanç peĢinde koĢmayı günahkarlığın ve Tanrı‟yı unutmuĢluğun bir delili sayan geçmiĢin anlayıĢını yıkan kalvinist eğilimin, özel mülkiyetin ve hür teĢebbüsün üstünlüğünü güvence altına alınmasını isteyen toplumsal gruplarını daha da güçlü kılmasıyla; metodizmle, bağlı kalınan koĢullardaki değiĢkenliğin olumsuz etkilerini en aza indirmek mümkün olmuĢtur. (Jeremy D.J., 1988; 51) Özellikle de, çalıĢan kesimlerin sömürülmesine ve sefalete itilmesine kesinlikle karĢı çıkmıĢ olan wesleyanlar; iĢ ve eğitim olanaklarının herkese tanınmasına öncülük ederek, servetin topluluk yararına kullanılması bilinciyle tüm iyeliklerin Tanrı‟ya ait olduğu inancını pekiĢtirmiĢlerdir. (MacArthur K. W., 1936; 104) Yeni ekonomik koĢullar, ekonomistlerin öngörülerinin dayanaklarını yıkacak etkinlikte geliĢmelerini sürdürmüĢ; topluluğun sınırlı kaynakların üzerinden çıkar sağlamanın bir yolu haline gelen çalıĢan sınıfların baskı altında tutulması ve sömürülmesi eğilimini hazırlamıĢtır. (Green R.W., 1970; 54) Wesleyanistler, yeni topluluğu oluĢturan ve bireyin iĢ ve eğitim yoluyla yükselmesine olanak tanıyan diğer güçleriyle iĢbirliğine de yönelmiĢlerdir. Yeni ve çok etkili güçlerin aniden ortaya çıkarak herkesi kendisine bağlayan kudretine sığınmak yerine, mevcut toplumsal içeriğin gereklerine uygun bir Ģekilde kendi eğilimlerini belirleme yoluna gitmiĢlerdir. Dinsel dürtünün kendisi olarak wesleyanizm, geliĢini hiç belli etmeksizin aniden etkisini göstermiĢ de değildir. (Brown J., 1910; 144) Bir taraftan bireysel baĢarı azmini pekiĢtirirken diğer taraftan da insanları iĢ ve meslek sahibi kılmak için toplumsal sorumluluk duygusunu aĢılayan dinsel bilinçliliğin bu kesin tipi; çok geniĢ anlamda metodizmde var olduğu gibi, ekonomik güçten yoksun kalmıĢ insanları nitelikli ve verimli kılmayı hayırseverlik olarak tanımlayan dinsel gereksinim duygusu da genel olarak taraftarlarınca paylaĢılmıĢtır. (Jeremy D.J., 1988; 76) ĠĢiyle, baĢarısıyla ve kazancıyla Tanrı‟ya ulaĢmak isteyen, iradesini de bu dünyada yerine getirmek azminde olan insanların; kalıplaĢtırılmıĢ kurumsal ibadetle asla ruhlarını arındıramayacağı ve kurtuluĢa eremeyeceği hissine kapılmalarının sonucunda, böyle bir dinsel gereksinim duygusu ortaya çıkmıĢtır. Sürekli K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 15 gördüğü iĢ yoluyla bu dünyayı öbür dünyaya bağlayan, mesleki etkinliği Tanrı‟nın çizdiği bir takva yolu haline getiren bu dinsel gereksinim, öyle bir histir ki; bireyi yaĢamında yararlı ve verimli kılmıĢ, kazanca yönelik çalıĢmayı da gerçek bir ibadet mertebesine çıkartmıĢtır. (Hall E., 1947; 311) Böyle bir dinsel gereksinim hissinin ortaya çıkıĢı ve insanlarca benimseniĢi, hayatını tümüyle imanlı ve ibadetli geçirmek isteyen insanın bu manevi ihtiyaçlarını karĢılamak üzere metodizmin dünyevi asketikizm içeriğine ve rasyonel din özelliğine sahip olmak için öne çıkmasıyla gerçekleĢmiĢtir. (Schneider H.W., 1972; 51) ĠĢsizlik, fakirlik ve eğitimsizlik gibi çeĢitli toplumsal sorunlara seçilmiĢlik güdüsü ve bireysel sorumluluk anlayıĢıyla çözüm önerisinde bulunan Wesleyanizm; çalıĢmayı ibadet mertebesine çıkartmasıyla ve insana hizmeti takva yolu haline getirmesiyle, diğer mezhepleri neredeyse yutup tam anlamıyla geride bırakarak, sürekli Ģekilde kendini çağa uydurmada büyük baĢarı kazanmıĢ, özellikle de üstün dahilerin liderlik etkinliğiyle kitlelere yön vermede son derece etkili olmuĢtur. (Brown J., 1910; 146) ĠĢinde Tanrı‟ya yöneliĢin benimsenmesinde öncülük iĢlevini görerek, ibadeti insanlar içinde yaĢanılan her ana yayılmasında önemli bir payı olan Wesleyanizm (Hall E., 1947; 342); belirli bir eylem tarzının benimsenmesini kapsayan sosyolojik süreçlerin tamamına kesin olarak katkıda bulunmuĢ, bir takım yeni sosyal değerlerin insanların zihni üzerinde hakimiyet kurmasını sağlamıĢtır. Bunu baĢarırken de, belirli bir zümreye dayalı olarak değil de, çağdaĢ eğilimler içindeki bütün insanlara açık olarak ve hemen herkesle kurduğu dostça ve sevecen iliĢkileriyle gerçekleĢmiĢtir. (Schneider H.W., 1958; 113) Rasyonel faaliyet tarzını, kurumsal etkinlik ya da görev tarzında değil de, bireyin vicdanına sorumluluklar yükleyerek etkili bir davranıĢ tarzını kiĢilerin zihninde oluĢturmuĢ olmasıyla, toplumsal değiĢime eĢsiz bir katkı sunmuĢtur. Ġnsanın yararlılığını ve verimliliğini zorunlu kılan dinsel güdüyü aĢılamasıyla, Wesleyan hareket, insansever anlayıĢın geliĢimine müthiĢ katkılar sunmuĢ, insan sevgisi ve dürüstlük ülküsünün benimsenerek desteklenmesinde de en önemli faktör görevini görmüĢtür. Mesleki etkinliğiyle insanlara hizmet görevini üstlenen insanlara, çalıĢmalarının her aĢamasında tamamıyla eĢitlikçi bir anlayıĢla yaklaĢmıĢtır. (Brown J., 1910; 149) ĠĢinde ve insanlar arasında sürdürülen davranıĢın içeriği olarak, Tanrı‟ya yöneliĢ dıĢındaki her hangi bir tutum, metodist cemaatlerin ruhuna yabancı kalmıĢtır. ġimdiye kadar açığa çıkarılan bulgularda, insanlara yararlı olan alt meslekleri hor gören her hangi bir tutuma, Wesleyan‟ın dinsel güdüleri arasında, asla rastlanılmıĢ değildir. (Schneider H.W., 1958; 115) Sanayi devriminin toplumsal değerleri üzerinde de etkili olan Wesleyanizm; kiĢi arzularının topluluğun yararına ortaya çıkmasını sağlamıĢ, ahlaki sorumluluk duygusunun hissedilmesini kolaylaĢtırmıĢtır. (Wauzzinski R.A., 1993; 71) Ġlk elli yılı boyunca çok büyük bir etkiye sahip bulunan metodist Wesleyan akımın, toplumda yeni kültürel değerlerin ortaya çıkmasında 16 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ve biçimlenmesinde önemli iĢlevleri olmuĢtur. Gelenek yoluyla ulaĢılmıĢ bir akım olarak vahye dayalı toplumsal teori, ibadeti kurumsal bir düzen içinde görünür kılmasıyla, insanları birbirine karĢı hasım haline getirmiĢti. Toplumsal yaĢamdaki anlamsız emir ile ahlaki yetke arasındaki mücadelede varılan uzlaĢının uzun ömürlü olamayacağı gayet açıktı. (Wauzzinski R.A., 1993; 74) BaĢlangıç aĢamasındaki kitaba bağlı kalma hareketinin saklı tutulduğu, insanın geleceğini kitapların kudretinde arama alıĢkanlığı,kitaptaki ifadelere harfiyen bağlı kalma ve asla sorgulayamama haleti ruhiyesine ve mantığına dayanmaktaydı. Zenginlik ve baĢarıyla birlikte mesleki etkinliğe dayalı olarak kurulan saygınlığın kabul gördüğü uygun bir anda, kurumsal erkin yerini alan Kutsal Kitaba bağlılık da, pek uzun ömürlü olmayacaktı. (Jeremy D.J., 1988; 121) Ekonomik etkinlik içinde baĢarı ve kazancın büyük önem taĢımasının sonucunda, ilgi odağının sistematik bir Ģekilde siyasetten uzak kalarak bireysel beceri üzerinde kurulmasıyla; metodist topluluğun üyeleri, kendi Ģahsi yetenek ile kapasiteleri sınırlarında faal olma zorunluluğunu hissetmiĢlerdir. (Wauzzinski R.A., 1993; 46) Muhtemelen on sekizinci asır içinde izlenilen bir çare olarak, bireysel niteliklere dayalı olarak gerçekleĢen seçim anlayıĢının, çok geçmeden, toplumsal adaleti sağlamayı ilke edinmiĢ seçime dayalı siyasetin temel aracı haline geleceği gayet açıktır. Böylece Kutsal Kitaba harfiyen bağlı kalma anlayıĢı, sınırlama getirdiği akıl için giderek bir tehdit içeriğine sahip olduğunun anlaĢılmasıyla, sağduyulu ussal irdeleme tarzından kopup uzaklaĢmıĢtır. (Simpson A., 1955; 91) Metodist seçilmiĢlik öğretisine göre de, kazanç maksatlı dünyevi etkinliğinde verimli olan ve insanlara yararlılıkları sunan herkes, gördüğü iĢin önem derecesine bakılmaksızın, Tanrı‟nın seçkin kulları arasına katılmıĢ olduğunun bir delili olarak, saygınlığı hak etmiĢtir. Mesleğinde baĢarılı olmayan veya yükselme gayretini göstermeyen kiĢi, Tanrı lütfuna sırt çevirdiği inancıyla, toplumsal saygınlığını kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmiĢtir. (Schneider H. W., 1958; 164) Daha kolay görevlerin seçilmesi, zorunlu ihtiyaçları aĢan miktardaki paranın kiĢisel tüketimde harcanır olması; kiĢinin ahlaki erdemlerini kaybetmesinin ve dinsel niyetlerini unutmasının bir sonucu olarak görüldüğü için, mistik duygu gerginliğinin yerini dünyevi ihtirasların aldığı kanısına varılmıĢtır. Dürüstlük ve iyi ahlaklılık, dakiklik ve çalıĢkanlık vs., Ģeklinde özetlenen Tanrı‟nın isteklerini iĢ hayatına uyarlamıĢ olan Wesleyan hareket, toplumsal adaletin gereklerinin gerçekleĢmesini samimi olarak benimsemiĢ, pekiĢtirdiği ahlaki sorumluluk duygusunun etkisi altında kalarak kurmaya yöneldiği yeni toplum uğruna mücadeleye giriĢmiĢtir. (Horton D., 1948; 49) Güçlü bir cemaat örgütlemesi konumuna ulaĢtığında, toplumsal adaletle uyumlu olan ruhani bir emele adayan metodizmin Wesleyan kolu; çevresindeki insanlara daima içten ve duyarlı davranmıĢ olmasına karĢın,cemaat içinde katı bir disiplinden yana olmuĢ, kesin hesabı ve sıkı denetimi egemen kıldığı iĢ K. H. Akalın Dinsel Rasyonalistlerde Seçilmişlik Güdüsü Ve Bireysel Sorumluluk Duygusu 17 etkinliğinde çoğu kez baskıcı bir yaklaĢım sergilemiĢtir. (Jeremy D.J., 1988; 139) Dünyevi etkinliğinde bireyin kendisini geliĢtirmesi ve manen yükseltilmesi eğilimine Ģiddetle bağlı kalmıĢ olmasıyla, Wesleyan müritler, toplumsal sorunlara yapay ve geçici çözümler öne süren aydınların kısır görüĢlerine pek rağbet etmeksizin, kendi programlarında toplumsal adalet ile bireysel çıkarlar arasında bir uyum ve uzlaĢı kurmayı gaye edinmiĢlerdir. Bu yönüyle John Wesley‟in ardıllarının, bireysel gayretler sonucunda edinilen servet ile iyeliğin, daima topluluk yararına kullanılması konusunda bir yetersizliğe düĢtükleri, pek söylenemez. 4. SONUÇ SeçilmiĢlik öğretisiyle doğuĢtan edinilen bütün ayrıcalıkları ve üstünlükleri bir çırpıda reddeden metodistler, tüm insanların günahkâr yaradılıĢı içeriğindeki hristiyanlığın özüne yönelmiĢ olmakla, aynı zamanda, M. Luther‟in baĢlattığı dinin ilk haline dönerek yerleĢmiĢ dinsel dokuyu eleĢtirme geleneğini de devam ettirmiĢlerdir. ġayet tüm insanlar, bu dünyadaki konumları ne olursa olsun, yaratılıĢları itibarıyla ilk günahtan (Adem ile Havva‟nın elmayı yemesinden) kendilerine bir pay almıĢlarsa, Ģu halde herkes günahkarlıkta eĢit olduğuna göre, kralların Tanrı‟dan geldiğini iddia ettiği ve babadan oğula devrederek sürdürdüğü mutlak otoritesinin ilahi dayanağı ve meĢruiyet temeli, kutsal metinlerce onaylanmamıĢ, hatta yalanlanmıĢ demektir. Herkes yaradılıĢtan günahkâr olduğuna göre, Tanrı hiç bir Ģahsı veya ulus ferdini (Ġsrailli) doğuĢtan seçmemiĢ, hiç kimseyi de doğuĢtan diğer insanlara karĢı üstün kılmamıĢtır. Günahkârlıkları yüzünden Tanrı önünde herkes eĢittir. Metodiste göre, Tanrı yalnızca, insanlardan istediği sevgi ve dürüstlüğü, iyi ahlaklılık ve alçakgönüllülüğü yaĢamının her anında uygulayan kimseleri seçmiĢtir. Böylece metodistin bireysel seçilmiĢlik öğretisi, zorunlu olarak, kiĢisel sorumluluk duygusunu özdenetimli olma duyarlılığını beraberinde getirmiĢtir. M. Luther‟in, Kutsal Kitabın çevirisindeki „çağrılmak‟ kelimesinin Almanca karĢılığı olarak „beruf‟ deyimini seçmesiyle gerçekleĢen, Ġngilizce karĢılığı olarak da „calling‟ kelimesinin benimsenmesiyle de yaygınlaĢan, mesleki etkinliğin Tanrı yolu olduğu bilinci, bireysel sorumluluk anlayıĢıyla metodistlerce daha da geliĢtirilmiĢtir. Metodist imana göre, hiç kimse doğuĢtan seçilmemiĢtir. Günahkârlığı yüzünden Tanrının gözünde eĢit olan her birey, ancak kendi kiĢisel gayretiyle, mesleğindeki baĢarılarıyla veya iĢindeki yüksek kazançlarıyla Tanrı tarafından seçilebilir. Artık, Batının yaklaĢık on asırdan beri imanla sarıldığı kültürel değerlerini zihinlerde tümüyle etkisiz kılmanın zamanı gelmiĢtir. Ġnsanların arasına ve yaĢanılan hayatın içine çekilen asketikizmi (çilekeĢlik), bireysel baĢarıların ve mesleki yükseliĢlerin âdeta sabır taĢı haline getirmiĢ, ibadeti para peĢinde koĢulan iĢyerine ve hatta yürünülen sokağa taĢıyarak manastırların heybetli taĢ duvarlarını imanlı gönüllerde yıkmıĢtır. 18 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Kendi yetenekleriyle ve özdenetimli davranıĢlarıyla seçilme imanını insanlara tanıtan metodstler, Tanrı ile kul arasına hiç bir insanın (rahip) giremeyeceğinde ısrar ettikleri halde; sanayi veya ticaret etkinliğinde yüksek kazançlar edinen iĢadamlarını Tanrının mutemedi olduklarını ilan ederken, mesleğinde üstün baĢarı elde ederek insanlara yararlı olanları da Tanrının Ģanını sergileyen aracıları olarak övmüĢtür. Dünyevi etkinlik içinde Tanrıya yönelme imanını geliĢtiren metodizmin, orta çağa özgü kültürel değerleri içinde belki de en fazla dikkat çekeni, tamahkârlık ve harislik olarak görülen parasal kazancı seçilmiĢliğin iĢaretleri haline getirmiĢ olmasıdır. Paradan para kazanmayı da helal kılan metodist seçilmiĢlik ahlakıyla, faiz, borçlanma yoluyla sağlanılan kazançtan alacaklıya ayrılan pay olarak kutsanmıĢtır. KAYNAKLAR Brown J., The English Puritans, Cambridge University Press, Cambridge, 1910 Cohen C.L., God‟s Caress: The Psychology of Puritan Religious Experience, Oxford University Press, New York, 1986 George C.H., The Protestant Mind of The English Reformation 1570-1640 D.C., Heath and Company, Boston, 1959 Green R.W., Protestantism and Capitalism: The Weber Thesis and It‟s Critics, Augustus M. Kelley Publishers, New York, 1970 Hall E., The Puritans and Their Principles, Baker and Scribner, New York, 1947 Horton D., The Worship of the English Puritans, Westminster Dacre Press, London, 1948 Jeremy D.J., Religion, Business, and Wealth in Modern Britain, Routledge, London, 1988 Kitch M.J., Capitalism and the Reformation, Longmans, London, 1967 KMġ, Kutsal Kitap Eski ve Yeni AntlaĢma, Ġstanbul-2004 MacArthur K.W., The Economic Ethics of John Wesley, New York, 1936 O‟brain G., An Essay on the Economic Effects of the Reformation, Princeton University Press, New Jersey, 1961 Schneider H.W., Puritan Mind, University of Michigan Press, Ann Arbor ,1958 Schneider H.W., Aspects of Puritan Religious Thought, AMS Press, New York 1972 Selberg W.U., Redeem the Time: The Puritan Sabbath in Early America, Harvard University Press, Cambridge, 1977 Simpson A., Puritanism in Old and New England, University of Chicago Press, Chicago, 1955 Tawney R.H., Religion and the Rise of Capitalism, Penguin , London , 1980 Tuttle R.G., John Wesley: His Life and Theology, Zondervan Pub. House, New York, 1978 Wauzzinski R.A., Between God and gold: Protestant Evangelicalism and the Industrial Revolution, Fairleigh Dickinson University Press, London, 1993 Weber M., The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism, George Allen and Unwin, London, 1984 Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 TÜRKÇE ĠLK ALFABE KĠTABI NUHBETÜ’L-ETFÂL’DE TÜRKÇE ÖĞRETĠM METODU VE GÜNÜMÜZDEKĠ BAZI UYGULAMALAR Tarık AKSOY*, Zeki GÜREL** ÖZET Türkçenin eğitimi ve öğretiminin temelini ilk okuma ve yazma öğretimi oluĢturur. Ġlkokuma ve yazma bütün eğitim hayatının ana unsuru olması nedeniyle önemlidir. Bu nedenle çocukların, yaĢamları boyunca baĢarılı bireyler olarak toplumda yer almaları için iyi bir ana dili eğitiminden geçmeleri Ģarttır. Ġlk okuma ve yazma çağındaki Türk çocuklarına Türkçenin öğretimi konusu, Tanzimat Dönemi‟nde eğitim hayatımızda yer almaya baĢlamıĢtır. Nuhbet’ül-Etfal de ilk okuma ve yazma öğretimi açısından döneminin önemli bir kitabıdır. Bu çalıĢmada, Tanzimat Dönemi‟nde yazılmıĢ bir Türkçe öğretimi kitabı olan Nuhbet’ül-Etfal ilk okuma ve yazma öğretimi açısından incelenmiĢ, kitabın değiĢen eğitim programı doğrultusunda önemi ortaya konmaya çalıĢılmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Nuhbet‟ül-Etfâl, ilk okuma ve yazma öğretimi, çocuk edebiyatı ABSTRACT Elementary reading and writing is the basis for the instruction and education of Turkish. Elementary reading and writing is crucial in that they are the cornerstone of the entire educational life. Accordingly, it is a prerequisite that children should experience a wholesome education of their mother tongue in order that they will be successful members of the community all their lives. The issue of teaching Turkish to Turkish students at the age of elementary reading and writing started to take place in our educational life during the Tanzimat Period. So, Nuhbet‟ül-Etfal is a significant book of its time in terms of elementary reading and writing. In this work, Nuhbet‟ül-Etfal, a Turkish instruction book written during the Tanzimat Period, has been studied from the point of view of elementary reading and writing and it has been attempted to underline the importance of the book in line with the changing educational curriculum. Key Words: Nuhbet‟ül-Etfal, elementary reading and writing, children‟s literature GĠRĠġ Ġnsan iletiĢim kurma zorunluluğu taĢıyan sosyal bir varlıktır. ĠletiĢimin temel araçlarından biri ise dildir. Dil, toplumsal ve kültürel birlikteliği ve Bilim Uzm., Ġzzet Baysal And. Tek. Lis. T. Dili ve Edeb. Öğrt – BOLU tarikaksoy@hotmail.com Yrd. Doç. Dr., AĠBÜ Türkçe Eğitimi Bölümü - BOLU zekigurel@yahoo.com ** 20 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) devamlılığı sağlamanın yanı sıra bireylerin topluma uyum sağlamasında da çok önemli bir görev üstlenir. Bu nedenledir ki özellikle ulus devlet esasına dayalı bütün ülkeler anadili eğitim ve öğretimine büyük önem vermiĢlerdir. Türkçe öğretiminin temelleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak tarihî döneme bakıldığında Türkçenin anadili olarak öğretiminden çok, yabancılara Türkçe öğretimi ile ilgili kaynaklar ön plana çıkmaktadır. Özellikle yabancı diller ile Türkçenin mukayesesinin yapıldığı çalıĢmalar ve iki dilli sözlükler çok önemlidir. Türkçenin ilk okuma ve yazma çağındaki Türk çocuklarına öğretimi konusunun Tanzimat döneminde eğitim hayatımızda yer almaya baĢladığı görülmektedir. Türkçenin öğretimiyle ilgilenen araĢtırmacılar çoğunlukla ilk okuma ve yazma öğretiminin geliĢimi üzerinde durmuĢlardır. Ancak Türkçenin öğretimi sırasında kullanılan bir ders kitabının yöntem, konu ve metin seçimi incelemesi birkaç örnek dıĢında yapılmamıĢtır. Eğitim tarihimizdeki ilerlemeler kendini Türkçe öğretiminde de göstermiĢtir. Öğretmen merkezli öğretim anlayıĢından öğrenci merkezli eğitim anlayıĢına geçilirken baĢta ilk okuma ve yazma yöntem ve teknikleri olmak üzere, ders kitapları ile diğer eğitim araç ve gereçleri de geliĢip değiĢmiĢlerdir. Ülkemizde Türkçe öğretiminde değiĢik metotlar uygulanmıĢtır. Bu metotların çoğu yabancı ülkelerden uyarlanmadır. Oysa ülkemizde de Türkçe öğretimi konusunda oldukça özgün ve yetkin çalıĢmalar vardır. Bu eserlerden biri de Nuhbetü‟l-Etfâl‟dir. Ülkemizde ilk okuma ve yazma öğretiminde kullanılan yöntemler genel olarak Ģunlardır: Harf (alfabe-tesmiye) yöntemi, ses (fonetik-savtî) yöntemi, hece yöntemi, kelime yöntemi, cümle yöntemi, ses temelli cümle yöntemi, bizce ses temelli cümle yönteminin temelini oluĢturan aĢamalı bireĢim tekniği, öykü yöntemi… Nuhbetü‟l-Etfâl, ilk okuma ve yazma öğretimi alanında orijinal bir yere sahiptir. Mekteb-i Tıbbiye doktorlarından Mehmet RüĢtü Bey tarafından hazırlanan ve Mehmet Rasih Efendi tarafından yazılan eser ilk Türkçe alfabe kitabıdır. TaĢ baskısı olan eser H. 1274 (M. 1858) tarihinde Ġstanbul Çırçır‟da bulunan ressam Necib Efendinin litografya atölyesinde Ramazan ayının sonunda basılmıĢtır. Doktor RüĢtü eserin yazımında Ahmet Cevdet PaĢa ve Fuat PaĢa‟nın Kavâ‟id-i Osmâniye ve Mehmet Emin Efendi‟nin Tuhfetü‟l-Küttâb adlı eserlerinden yararlanmıĢtır. Eser, Mekteb-i Tıbbiye-i ġahane Nazırı Ġsmail Hakkı PaĢa ile Sultan Mecid‟e takdim edilir. PadiĢah, eserin basılması ve yayım hakkının yazarına ait olmasına dair ferman vermiĢtir. Doktor RüĢtü, kitabının giriĢ kısmında elifba kitaplarında p ()ﭗ, ç ()ﭺ, j ( )ﮋharflerinin bulunmadığını, oysa bu harflerin "para, portakal, çarĢaf, çorap, ejderha, müjde" gibi kelimelerde kullanıldığını söyleyerek bu harflerin de alfabe T. Aksoy – Z. Gürel Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim… 21 kitabına konulmasını ister. Doktor RüĢtü ayrıca vav ( ) ﻮharfi ile karĢılanan o, ö, u, ü seslerini birbirinden ayırmaya yarayan harekeleri ( ) eserindeki örnek metinlerde kullanır. Eserde ayrıca Türkçede bugünkü k, g, ğ ve n harflerini karĢılayan dört türlü kef ( )ﻚharfi olduğu ve bunların da alfabe kitaplarında yer alması gerektiği belirtilir. Nuhbetü‟l-Etfâl ilk okuma ve yazma öğretimi için yazılmıĢ olsa da öncelikle öğretmenlere yol göstermeyi amaçlamıĢtır. Kitabın çeĢitli yerlerinde çocukların zor anlayacağı konularla ilgili olarak öğretmenlere neler yapmaları gerektiği söylenmekte, bazı uyarılarda bulunulmaktadır. Bu uyarılardan yola çıkarak kitabın öğretmenlere yönelik hazırlandığını düĢünmekteyiz. Bu uyarılardan bazıları Ģöyledir: Pes muŤallim olan êāt-ı mübtedýye taŤlim ve taŤrýf eŝnāsında… (11. sayfa kenarı) Bundan sonra öğretmen, (okuma yazmaya) yeni baĢlayana (harfleri) öğretirken ve tarif etme sırasında… (ab, ic, ök) ْ ﺍَﺐْ ﺍِﺝْ ﺍُﻚlafıëlarındaki elifler elif olmayub müteharrik olduġıçün hemze oldıġı müntehi ţarafından mübtedýe ifāde ve beyān olması mercūdır. (16. sayfa kenarı) Ab, ic, ok (ْ )ﺍَﺐْ ﺍِﺝْ ﺍُﻚkelimelerindeki eliflerin elif olmayıp harekeli oldukları için bunların hemze oldukları öğretmen tarafından (okuma yazmaya) yeni baĢlayana açıklanması rica olunur. …šıbyānıñ êihnini taŤġyýr ve teşvýş itmemek õušūslarında tedrýs olınub olunmamasıçün rā‟i üstādına ióāle kılınmıştır. (19. sayfa) Çocukların zihnini bozup karıĢtırmamak için bu konuların öğretilip öğretilmemesi öğretmene bırakılmıĢtır. šınıf-ı ŝāniniñ òısm-ı evvelinde bulunan üç óarfli iki óarekeliden bed‟an altı óarfli iki óarekeli kelimelere òadar çıòılmış oldugunu bi‟l-tefhim tekerrüre riŤāyet olunması mercūdur. (22. sayfa) … ikinci sınıfın birinci kısmında üç harfli iki harekeli kelimelerden baĢlayarak altı harfli iki harekeli kelimelere kadar çıkılmıĢ olduğunun (okuma yazmaya) yeni baĢlayana anlatılması ve konuların tekrar edilmesi öğretmenlerden rica edilir. Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü gibi eserde doğrudan öğretmenlere seslenilmektedir. Ayrıca eserin yazıldığı dönemdeki öğretmen merkezli eğitim anlayıĢı da bunu gerektirmektedir. Eserdeki Baki, ġeyh Galip, Rûhî gibi birçok Ģaire ait Ģiirlerin çocukların yaĢ seviyelerine uygun olmaması da kitabın bir öğretmen kitabı olmasıyla ilgilidir. Ġlkokuma ve yazma kitabının içerisinde öğretmenlere yönelik uyarılar olması 1926 yılında toplanan Ġlk Mektep Kitapları Tetkik Komisyonu‟nun Alfabe Kitapları Raporunda “Elifba kitaplarının içinde muallimlere aid birtakım ihtiyarlar bulundurulması muvafık değildir” (Gürel, 1997:69) denilerek eleĢtirilmektedir. 22 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Nuhbetü‟l-Etfâl‟de dersler Ģu Ģekilde verilmiĢtir: BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste nesih yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.11) ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste talik yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.11) ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste dîvanî yazı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.12) DÖRDÜNCÜ DERS: Bu derste rika yazısı gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.12) Resim 1 BEġĠNCĠ DERS: Bu derste harflerin ilk dört derste verilen yazı çeĢitlerindeki Ģekilleri bir arada gösterilmiĢtir. 140 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.13) ALTINCI DERS: Bu derste harflerin kelimedeki yerine göre aldıkları Ģekillere yer verilmiĢtir. Harflerin bağımsız halleri ile baĢta, ortada ve sonda yer adlıkları zamanki Ģekilleri gösterilmiĢtir. 35 harf bir çizelgede yer almıĢtır. 124 harf bir çizelgede verilmiĢtir. (s.13–14) YEDĠNCĠ DERS: Bu derste rakamlar tanıtılmıĢtır. Birler, onlar, yüzler ve binler basamakları gösterilmiĢtir. (s.15) Bu konu da Ġlk Mektep Kitapları Tetkik Komisyonu‟nun Alfabe Kitapları Raporunda eleĢtirilmiĢtir. SEKĠZĠNCĠ DERS: Bu derste harfler dıĢında kullanılan bazı iĢaretler T. Aksoy – Z. Gürel Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim… 23 anlatılmıĢtır. Üstün (fetha), esre (kesre), ötre (zamme), tenvin, cezm, Ģedde, medd, nokta ve Türkçe kelimelerdeki o, ö, u ve ü seslerini göstermek için kullanılan iĢaretler gösterilmiĢtir. 18 hareke bir çizelgede verilmiĢtir. (s.15–16) Resim 2 DOKUZUNCU DERS: Bu derste üstün, esre ve ötrenin kullanımı anlatılmıĢ, sonu seslilerle biten heceler (açık heceler) verilmeye baĢlanmıĢtır. Harflerin seslilerle birlikte okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. Lâmelif harfinin harekeli okunuĢu olmadığından harf sayısı 34‟e düĢürülmüĢtür. 34 harfe üç hareke eklenmiĢ, 102 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.16) ONUNCU DERS: Bu derste tenvin iĢaretinin öğretimine geçilmiĢ, harflerin tenvinli okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. 34 harfe üç hareke eklenmiĢ, 102 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.17) ON BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne üstün, esre ve ötre getirilerek heceler kurulmuĢtur. Sessiz harflerin seslilerle birlikte okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. 34 harfe üç hareke eklenmiĢ 102 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.17–18) ON ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne a sesi getirilerek heceler kurulmuĢtur. Sessiz harflerin a sesi ile birlikte okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. Daha önce öğretilen bu konu tekrar edilmiĢtir. Elif harfi listeden çıkarılmıĢ, 33 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s. 18) 24 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Resim 3 ON ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste sessiz harflerin önüne med, üstün, esre ve ötre getirilerek heceler kurulmuĢtur. Sessiz harflerin seslilerle birlikte okunuĢları bir çizelgede gösterilmiĢtir. 136 hece bir çizelgede verilmiĢtir. (s.18–19) BĠRĠNCĠ SINIF, BĠRĠNCĠ KISIM: Kelime öğretimine bu dersten itibaren geçilir. Bu derste med, üstün, esre, ötre ve Ģedde iĢaretleriyle tek heceli kelimeler oluĢturulmuĢ, örnekler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: āb, āt, āc, āç, āz, āò, āl, āv, āh, āy, eb, et, er, es, eĢ, ek, eñ, eg, el, ev, bit, bir, biz, çil, dil, siz, òır, òız, òıs, kıl, büt, pür, püj, õüz, dur, êul, šum, òul, gül, mül, cell, óabb, õaëë, õakk, óall, êull, rebb, redd, Ģekk, medd. (s. 20) ĠKĠNCĠ KISIM: Bu derste üç harfle ve bir harekeyle yazılıp iki, üç ve dört sesi karĢılayan heceler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: öñ, on, ün, un, öz, üz, uz, öc, üç, uc, bād, bār, bās, bāġ, bāl, pāk, pāy, sāl, māh, māl, beyt, berk, baŤż, terk, cevf, seyf, šayf, feyż, òabż, meyl, ib, it, bil, pir, tir, çirk, Ģirk, šıdò, fisò, kiêb, böl, bul, bol, büz, buz, boz, çöl, çul, hor, hun. (s. 20) ÜÇÜNCÜ KISIM: Bu derste dört harf ve bir hareke ile oluĢturulan kelimeler verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: ört, örs, ürk, ölç, ţurb, òonc, òurt, kürt, kürk, köĢk T. Aksoy – Z. Gürel Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim… 25 (s.20–21) ĠKĠNCĠ SINIF, BĠRĠNCĠ KISIM: Bu derste üç harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: āõir, ādem, āzin, āõiz, āsif, āšıf, āfet, ākil, āmir, āmil, ebed, eŝer, ecel, edeb, ezel, esed, eger, emel, eòall, ehem, binā, celā, rıżā, semā, livā, Ģifā, ricā, żiyā, ġıdā, nidā, ümmet, cübbe, cüŝŝe, südde, sükker, sünnet, šure, òubbe, gülle, müddet, (s.21) ĠKĠNCĠ KISIM: Bu derste dört harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: atlu, atmaò, acdıò, açmaò, ārām, ārzū, ażmaò, almaò, aldıò, ayru, rāsiõ, rāsim, Ģākir, šāib, šāim, šālió, ţāhir, Ťadil, Ťalim, Ťaid, ecza, eĢref, aġla, efraó, efżal, ekrem, evsaţ, devlet, kurak, kuĢak, ibrā, ibòa, icrā, iska, imlā, incū, ýmā, civa, sýret, miŤad, akkāl, eyyām, cerrāó, óammāl, remmāl, õaffāf, dellāl, faššāl, faŤāl, meddāó, bölük, börek, döĢek, düĢük, zümrüd, Ģurūţ, koruk, kürek, mülūk, yürek. (s. 21) Resim 4 ÜÇÜNCÜ KISIM: Bu derste beĢ harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: ābdest, acmaz, ābdān, aõlāò, āĢbāz, ašdar, ašmaz, aòmaz, añmaz, almaz, ebvāb, ebyaż, abyāt, eŝvāb, ecdād, esbāb, efŤāl, 26 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) pervāz, peĢkýr, herguĢ, , iblāġ, itmām, iclāl, iósān, islā, iŤlām, iòrār, ifrār, ikrām, mirāŝ, urguñ, urmaò, örmek, ürmek, oruc, ökce, burma, bozma, öñce, çoŝmak. (s. 21) DÖRDÜNCÜ KISIM: Bu derste altı harfle yazılmıĢ iki heceli kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: bāġbān, sārbān, ţāòsun, , òalsun, kārdan, kavrān, māldār, nārdenk, bulsun, bolsuñ, bölsün, olġun, yorġun, poršuò, çözgün, òuyruò. (s. 22) ÜÇÜNCÜ SINIF, BĠRĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan üç heceli (harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: aġlamaò, aòšamaò, eğlence, aldatmaò, emekdar, aheste, beñzemek, Ģāhzāde, feraónāñ, iftiõār, iktisāb, ciõānpare, sipāriĢ, sipāhi, Ģināver, šıyrılmıĢ, òıvrılmıĢ, òırılmıĢ, òurulmuĢ, mücessem, müretteb, müĢerref, müšennaŤ, müfeõõeb, muòarreb, mümeyyiz, müveĢĢeó. (s. 22–23) ĠKĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan dört heceli (harekeli) kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: aõterĢýnās, āsiyāger, alıĢdırmaò, , ayaġından, perverdigār, dāniĢverān, leţāfetlū, meróametlū, bıraòmaòlıò, bıçaòlama, dilsizlik, sipāhýden, ţırmalama, firārları, kirālamaò, minderleri, süngerimsi, müteóākim, müteleêêiê, mücādele, muóāsebe, müĢāvere, muŤārefe, muŤāmele. (s. 23) ÜÇÜNCÜ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan beĢ heceli (harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: ikrāmlandırmak, iósānlarından, temizlenmiĢler, mülāzımları, seõāvetinden, ţabýŤatları, gitmelerinden, leblebicilik. (s. 24) DÖRDÜNCÜ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan altı heceli (harekeli) kelimeler anlatılmıĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu ders öğretilen kelimeler Ģunlardır: alıòonanlardan, imtióānlarından, imtiŝāllerinden, temizlendirmeleri, õāżırlanmıĢlardan, òıvırcıòlanması, gösterilmiĢleri, mülāţıffaları. (s. 24) BEġĠNCĠ DERS: Bu derste farklı sayılardaki harflerle yazılan yedi, sekiz, dokuz, on ve on bir heceli (harekeli) kelimelere yer verilmiĢ, örnek kelimeler bir çizelgede gösterilmiĢtir. Bu derste öğretilen kelimeler Ģunlardır: òarındaĢlarımızı, nigāristānlarından, pertevlendirmelerinden, aĢılanmamıĢları, temāĢālandırmalarıñızı, aġaçlıòlandırmamaòlarıñızı. (s. 24) DEĞERLENDĠRME Görüldüğü gibi Nuhbetü‟l-Etfâl bir Türkçe sevdalısı tarafından yazılıp sadece heves boyutunda kalmayarak oldukça emek verilerek hazırlanmıĢ bir kitaptır. Eserde çocuklar, anlamsız hece yığınlarıyla boğulmamıĢ, tek heceden on bir heceye kadar çıkan kelimelerle Türkçenin öğretimi zenginleĢtirilmiĢtir. Ayrıca T. Aksoy – Z. Gürel Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim… 27 çocukların zevkle okuyacakları hikâye ve karĢılıklı konuĢma metinlerine yer verilmiĢtir. Bugün için çocuk edebiyatının birer örneği olan bu hikâyelerin eğitici öğretici olmalarına dikkat edilmiĢtir. Karınca ile Ağustos Böceğinin Hikâyesi Bağcı ile Evlatlarının Hikâyesi Resim 5 Türkçenin eğitimi ve öğretiminin temelini ilk okuma ve yazma öğretimi oluĢturmaktadır. Ġlkokuma ve yazmanın bütün eğitim hayatının temel unsuru olması nedeniyle önemi ortadadır. Bu nedenle çocukların, yaĢamları boyunca baĢarılı bireyler olarak toplumda boy gösterebilmeleri için iyi bir ana dili eğitiminden geçirilmeleri Ģarttır. Türkçenin öğretiminde izlenecek yöntem ve tekniklerin belirlenmesinde, hazırlanacak kitaplardaki metinlerin seçiminde, çocukların bedensel, sosyal ve zihinsel yapısı ile dil geliĢim özellikleri etkili olmaktadır. Bu yüzden ders kitabı yazımının bilimsel temellere dayanması, çocuk edebiyatının seçkin örneklerini barındırması gereklidir. Batılı ülkelerin ilk okuma ve yazma kitaplarına baktığımızda bizim kitaplarımızın ne yazık ki çok eksiği olduğu görülmektedir. Avrupa ülkelerinde kitapların, sayıları otuzu geçen ek materyalleri bulunmaktadır. Nuhbetü‟lEtfâl‟de kitabın içinde yer aldığı söylenen ancak günümüze ulaĢmayan „delikli 28 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kâğıt‟ adlı bir ders aracı vardır. Bu tek araçtan günümüzdeki dört kitaplık takımlara ulaĢılmıĢtır. Ancak ek materyal olarak daha çok ürüne ihtiyaç duyulmaktadır. Türkçenin eğitimi ve öğretiminde eski yıllara göre büyük bir ilerleme kaydedilmiĢtir. Eğitimde yeni anlayıĢlar benimsenmiĢ, ilk okuma ve yazma öğretimine verilen önem artmıĢ, Türk Dil Kurumu bünyesinde Türkçenin eğitimi ve öğretimi çalıĢma grubu kurulmuĢ, dört temel dil becerisi ve yeni programla birlikte ortaya çıkan görsel okuma ve görsel sunu üzerine yazılmıĢ bilimsel yayınlar çoğalmıĢtır. Bu sevindirici geliĢmeler ana dili eğitimine verilen önemi göstermektedir. Uzun yıllar ülkemizde uygulanmıĢ olan “Cümle Yöntemi”ne son verilerek 2004–2005 öğretim yılının baĢında altı il ve yüz yirmi deneme okulunda, 2005–2006 öğretim yılından itibaren bütün ilköğretim okullarında “Ses Temelli Cümle Yöntemi”ne geçilmiĢtir. Türkçede harflerle harflerin karĢıladığı ses arasında bir uyum olduğundan bu yöntem Türkçenin ses yapısına uygundur. Ġlkokuma ve yazma öğretiminin seslerle baĢlaması, seslerden anlamlı heceler ve kelimeler oluĢturularak cümlelere ulaĢılması sürecini izleyen “Ses Temelli Cümle Yöntemi” eskiden beri uygulanmakta olan harf (alfabe-tesmiye) yönteminin geliĢtirilmesiyle oluĢmuĢtur. ÖNERĠLER 1) Nuhbetü‟l-Etfâl‟in yazıldığı dönemden günümüze kadar pek çok ilk okuma ve yazma öğretim yöntem ve tekniği geliĢtirilmiĢtir. Uygulanacak ilk okuma ve yazma öğretim yöntem ve teknikleri, ülkemizdeki tarihî geliĢim göz önünde tutularak, kapsamlı araĢtırma ve alan çalıĢmalarıyla belirlenmelidir. 2) Türkçenin yapısına uygun farklı ilk okuma ve yazma yöntem ve teknikleri geliĢtirmek için sürekli bilimsel çalıĢmalar yapılmalıdır. 3) ÇalıĢmamıza konu olan Nuhbetü‟l-Etfâl eğitim tarihimiz bakımından önemli bir eserdir. Bu nedenle Nuhbetü‟l-Etfâl‟in yazıldığı dönem içerisindeki yerinin ayrıntılı biçimde incelenmesi gereklidir. 4) Ġlkokuma ve yazma öğretimi, Türkçe eğitimi ve öğretiminin ilk ve en önemli basamağıdır. Daha bilimsel, çağdaĢ ve estetik bir okuma ve yazma öğretimi bu alanda yoğunlaĢmayla mümkündür. Bu bağlamda, Türkçe eğitimi ana bilim dalı altında, bir ilk okuma ve yazma öğretimi bilim dalı kurulmalıdır. Kurulacak bu bilim dalında, ilk okuma ve yazma öğretiminde takip edilecek yöntem ve teknikler, ders kitapları ve müfredat programları sorunlarına çözüm önerileri üretilecektir. 5) Nuhbetü‟l-Etfâl‟in içindeki hikâye ve fabl örnekleri çocuk edebiyatı bakımından önemli metinlerdir. Ġlkokuma ve yazma öğretiminde çocuk edebiyatından yararlanılması gerekliliği o zaman bile bilinmektedir. Bu sebeple ilk okuma ve yazma öğretimi kitaplarında çocuk edebiyatının seçkin örneklerine yer verilmeli, çocuğun edebiyatla olan ilk teması sağlam temellere T. Aksoy – Z. Gürel Türkçe İlk Alfabe Kitabı Nuhbetü‟l-Etfâl‟de Türkçe Öğretim… 29 dayandırılmalıdır. 6) Okuma ve yazma öğretmek için hazırlanan ders kitapları, biçim ve içerik açısından bilimsel çalıĢmaların bir ürünü olmalıdır. Ders kitaplarında, çocukların okuma becerilerini geliĢtiren serbest okuma parçaları bulunmalıdır. 7) Nuhbetü‟l-Etfâl, Osmanlı döneminde kullanılan farklı yazı çeĢitlerinin yaygın olanlarını da öğretmeyi amaçlamaktadır. Bu sebeple Nuhbetü‟l-Etfâl günümüzde eski yazıyı okumaya çalıĢanlarca da kaynak kitap olarak kullanılabilir. KAYNAKÇA AKYOL, Hayati. Yeni Programa Uygun Türkçe Öğretim Yöntemleri, Ankara: Kök Yay. 2006. AKYÜZ, Yahya. “Resimli Ġlk Türkçe Alfabe Kitabı ve Okuma Kitabımız ve Türk Eğitim Tarihindeki Yeri” Millî Eğitim Dergisi, s. 147, 2000, ss.3–9. ARGUNġAH, Hülya. “Kayseri Doktor Mehmet RüĢtü‟nün Nuhbetü‟l-Etfal‟i”, Kayseri ve Yöresi Kültür, Sanat ve Edebiyat Bilgi ġöleni, Bildiriler, Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yay, C. 1, 2001, ss. 65-73. BAYMUR, Fuat. Ġlk Okuma ve Yazma Öğretimi, Ġstanbul: Devlet Bas. 1939. CEMĠLOĞLU, Mustafa. Ġlköğretim Okullarında Türkçe Öğretimi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Güçlendirme Vakfı Yay. 1998. ÇELENK, Süleyman. Ġlkokuma-Yazma Programı ve Öğretimi, Ankara: Anı Yay. 2005. DOKTOR RÜġTÜ. Nuhbetü’l- Etfal, Ġstanbul: Nesib Efendi Destgahı, 1274/1858. ERKMEN, Nazan. “ÇağdaĢ Bir Ders Kitabı Nasıl Olmalı? Ders Kitabını Mükemmel Yapan Nitelikler” Türkiye’de ve Almanya’da Ġlköğretim Ders Kitapları Sempozyumu, (Edit. Hasan CoĢkun, Ġsmail Kaya, Jörg Kuglin), Ankara: TürkAlman Kültür ĠĢleri Kurulu Yay.1996, ss.37–47. GÖGÜġ, BeĢir. Ġlkokullarda Türkçe Öğretimi Kılavuzu, Ġstanbul: ME Bas. 1968. GÜNEġ, Firdevs. Ders Kitaplarının Ġncelenmesi, Ankara: Ocak Yay. 2002. GÜREL, Zeki. “Çocuk Edebiyatı ve Ġki Rapor”, Kastamonu Eğitim, s. 2, 1997, ss. 6373. KAVCAR, Cahit, Ferhan OĞUZKAN, Sedat SEVER. Türkçe Öğretimi, Ankara: Engin Yay. 1997. MARSHALL, Julia. Anadili ve Yazın Öğretimi, Çev. Cahit KÜLEBĠ, Ankara: BaĢak Yay. 1994. MEB. Ġlköğretim Türkçe Dersi (1–5. Sınıflar) Öğretim Programı ve Kılavuzu, Ankara: Devlet Kitapları Müdürlüğü Bas. 2005. ġAHBAZ, Namık Kemal. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1928) Türkiye’de Ġlkokuma ve Yazma Öğretimi, YayımlanmamıĢ Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 ORTA DOĞU ÜLKELERĠNĠN TÜRK DIġ POLĠTĠKASINA BAKIġI: GAZZE SAVAġI BAĞLAMINDA BĠR ANALĠZ * Veysel AYHAN ÖZET Gazze SavaĢı, 2006 Ocağında iĢgal altındaki Filistin topraklarında düzenlenen genel seçimlerden Hamas‟ın tek baĢına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etmesiyle derinleĢen Ġsrail-Hamas gerginliğine dayanmaktadır. Hamas‟ın 132 sandalyeli Filistin Parlamentosu için yapılan seçimlerden 76 sandalye kazanarak hükümeti tek baĢına kuracak çoğunluğu elde etmesi, Ġsrail‟de büyük bir tepkiye yol açmıĢtır. Seçimlerden sonra Ġsrail hükümeti tarafından yapılan açıklamalarda Hamas‟ın doğrudan veya dolaylı bir Ģekilde içerisinde yer alacağı Filistin Otoritesi‟nin “terörist bir otorite” olarak kabul edileceği ve meĢru bir hükümet olarak tanınmayacağı ifade edilirken, sözkonusu yönetimle her alanda mücadele edileceğinin altı çizilmiĢtir. Ġsrail‟in Hamas‟ı tecrit politikalarına karĢın Türkiye ise seçimlerin hemen ardından bir Hamas heyetiyle Türkiye‟de görüĢmüĢtür. Türkiye‟nin temel politikası seçimleri kazanmıĢ bir parti olan Hamas‟ın Orta Doğu barıĢ sürecinden dıĢlanmasına karĢı çıkmaktı. Nitekim Gazze SavaĢı öncesi ve sonrası dönemde de Türkiye, Hamas‟ın barıĢ sürecinin bir tarafı olarak kabul edilmesi yönündeki giriĢimlerini sürdürmüĢtür. Bu çalıĢmada Gazze SavaĢı, Türkiye‟nin Tepkisi ve Türkiye‟nin politikasının Arap ülkelerindeki yansımaları irdelenecektir. ABSTRACT Gaza War based on Israel-Hamas tension becoming deep after the Palestinian group won the elections in January 2006. Israel reacted to Hamas which was to come to power alone after winning the 76 seats in the result of election held for Parliament composed of 132 seats. In the statements made by Israeli government after election, that Israel will accept the Palestinian Authority directly or indirectly consisted of Hamas as “Terrorist Authority”, and will not recognize this authority as legal government. Israel underlined that it will fight with this authority in all areas. Israel and the United States were seeking to isolate the Hamas. But Turkey, Israel's closest regional ally, welcomed a Hamas delegation to Ankara shortly after it won elections. Turkey defended its dialogue with the Hamas leader and has repeatedly asked the Hamas should be involved in the Middle East peace process. This study examines Gaza War, Turkey‟s reaction and * Bu çalıĢma, TÜBĠTAK 107K447 nolu proje kapsamında Orta Doğu ülkelerinde gerçekleĢtirilen saha çalıĢmaları sonuçu elde edilen gözlem ve mülakatlarla desteklenmiĢtir. Yrd. Doç. Dr., Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Uluslararası ĠliĢkiler Bölümü veyselayhan@gmail.com V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 31 reflections of Turkish policy on the Arab countries. ĠSRAĠL-HAMAS GERGĠNLĠĞĠ: GAZZE SAVAġI Filistin‟de özerk yönetim parlamentosu üyelerinin belirlenmesi için 2006 Ocağından gerçekleĢen seçimlerden Hamas‟ın tek baĢına hükümeti kuracak çoğunluğu elde etmesinin ardından Ġsrail‟in Hamas‟ı tanımama ve onunla politik, ekonomik ve askeri tüm alanlarda mücadelesini sürdürme kararı3 uluslararası kamuoyundan destek görmüĢ ve bu çerçevede Batılı ülkeler ve özellikle Amerikan hükümeti Hamas‟ın içerisinde yer alacağı Filistin Otoritesi‟ni tanımayacağını açıklamıĢtır.4 Buna rağmen Hamas‟ın hükümeti kurmasını engelleyememiĢlerdir. Ancak, 2006-2009 arası dönemde Ġsrail‟in ve uluslararası kamuoyunun Hamas‟ı tecrit etme politikaları sonucu Filistin topraklarında baĢlayan ekonomik ve sosyal sorunlar kısa sürede bölgede FetihHamas rekabetinin derinleĢmesine yol açmıĢtır. Ġki Filistinli grup arasında yaĢanan gerginlik ve çatıĢma süreci 2007 Haziranında yerini bir iç savaĢa bırakmıĢtır. ÇatıĢmalar Fetih‟in Batı ġeria‟da, Hamas‟ın da Gazze ġeridi‟nin kontrolünü ele geçirmesiyle farklı bir aĢamaya geçerken, iĢgal altındaki Filistin toprakları da fiili olarak iki ayrı iktidara bölünmüĢ oldu. Öte yandan Gazze‟nin Hamas‟ın silahlı güçlerinin kontrolüne geçmesinden hemen sonra Ġsrail, Gazze‟ye karĢı uyguladığı ambargo ve abluka politikasını daha da sertleĢtirmiĢtir. YaklaĢık 1,5 milyon insanın yaĢadığı Gazze‟de Ġsrail‟in ambargo uygulaması sonucu ciddi ekonomik, sosyal ve sağlık sorunları baĢ göstermiĢtir. Diğer yandan Gazze kuĢatmasının sürdüğü dönemde Ġsrail hava kuvvetleri de aralıklı bir Ģekilde Gazze‟deki Hamas militanlarına ve destekçilerine karĢı hava operasyonları düzenleme politikasını sürdürmüĢtür. Sözkonusu saldırılar sırasında Hamas militanlarının yanı sıra birçok sivil de yaĢamını yitirmiĢtir. Ġsrail‟in saldırılarına kısa menzilli roketlerle karĢılık vermeye çalıĢan Hamas‟ın tecridi kaldırma politikası ise uluslararası toplum tarafından destek görmemiĢtir. KarĢılıklı saldırıların sürdüğü Haziran 2008‟de Mısır‟ın giriĢimleriyle Ġsrail ve Hamas arasında altı aylık bir ateĢkes kabul edildi. Hamas, 19 Haziranda yürürlüğe giren ateĢkesi Gazze‟ye uygulanan ambargonun kaldırılmasına zemin hazırlamak için kabul ederken, Ġsrail de Hamas‟ın roket saldırılarını durdurmak için kabul etmiĢti. Aralık ortalarında ateĢkesin bir kez daha uzatılıp uzatılmayacağının tartıĢıldığı günlerde Hamas yetkileri yaptıkları açıklamada Ġsrail‟in ateĢkes koĢullarına uymadığını ileri sürerek 19 Aralıkta son bulacak ateĢkesi uzatmayacaklarını açıklamıĢlardır. Hamas‟a göre ateĢkesin uzatılabilmesi için Ġsrail‟in Gazze‟ye uyguladığı ambargo ve abluka politikasını terk etmesi, insani yardımların serbest bırakılması ve sınırları açması gerekirdi. Hamas ayrıca Ġsrail‟i ateĢkesin yürürlükte olduğu dönemde askeri saldırılarını 3 American-Israeli Cooperative Enterprise, Israeli Cabinet Announces Measures in Reaction to Hamas Election Victory, (February 19, 2006), http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Peace/cabinet021906.html (e.t. 29.02.2009) 4 Tepkiler hakkında bkz., Many Turner, “Building Democracy in Palestine: Liberal Peace Theory and the Election of Hamas”, Democratizations, Vol:13, no:5 (Dec., 2006), ss. 739-740 32 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) sürdürmekle suçlamıĢtı. Nitekim 4 Kasım 2008 tarihinde Gazze‟ye düzenlenen Ġsrail saldırısı sırasında altı Hamas militanının yaĢamını yitirmesi, insani yardımların Gazze‟ye sınırlı miktarda giriĢine izin verilmesi ve sınırların kapalı tutulması Ġsrail‟in ateĢkes koĢullarına uymadığını göstermekteydi. 18 Aralıkta Hamas‟ın ateĢkesi uzatmayacağını açıklamasından yaklaĢık bir hafta sonra Gazze‟ye yönelik Ġsrail hava saldırıları baĢlamıĢtır. Sözkonusu hava saldırıları geniĢ kapsamlı bir kara harekâtının baĢlayacağının göstergesiydi.5 Diğer yandan Ġsrail askeri birimleri tarafından da açıklandığı üzere Ġsrail‟in kapsamlı bir Gazze Operasyonuna ateĢkes döneminde hazırlandığı anlaĢılmaktadır.6 Cordesman‟ın resmi belgeler, açıklamalar ve mülakatlara dayandırarak hazırladığı Gazze SavaĢı adlı Raporda Ġsrail‟in 2006 Ġsrail-Lübnan SavaĢı‟nın ardından kapsamlı bir Hamas operasyonu için hazırlanmaya baĢladığını ileri sürmektedir. Hizbullah ile yapılan savaĢtan askeri, politik ve psikolojik anlamda önemli dersler çıkartan Ġsrail Savunma Güçlerinin olası Gazze saldırısı için özel bir askeri eğitim ve tatbikatlar yaptığını ileri sürmüĢtür. Cordesman‟a göre saldırı stratejisinin temelinde gizlilik ve yanlıĢ yönlendirme önemli bir yer tutmuĢtu. Hazırlık aĢamasının gizli tutulması, ani ve sürpriz bir saldırı ile Hamas‟a ağır darbe vurulması amacına yönelikti. Ayrıca Mısır ve Türkiye ziyaretleri gerçekleĢtirilerek Hamas‟a yanlıĢ mesajlar gönderilmesi sağlanmıĢtır. Diğer bir deyiĢle Ġsrail, saldırı olasılığını gizlemek ve sorunu barıĢçıl yöntemlerle çözmek istediğine dair bir algılama yaratmak için Mısır ve Türkiye‟ye ziyaretler de bulmuĢtu Cordesman, DıĢiĢleri Bakanı Livni‟nin Mısır‟a gönderilmesinin saldırı planının bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.7 Sözkonusu ziyaretlerin hemen ardından 27 Aralıkta Ġsrail‟in sürpriz saldırısı baĢlamıĢtı. 27 Aralıkta yoğun bir hava saldırısı ile baĢlayan Gazze SavaĢında Ġsrail öncelikli hedefleri arasında doğrudan Hamas‟ın lider kadrosu ile Hamas‟ın denetiminde olan askeri, sıhhî, sosyal ve kültürel tesisler ile yerleĢim birimleri vardı. Ġsrail‟in büyük çaplı ve kapsamlı bir operasyona giriĢmesini beklemeyen Hamas ise saldırılara hazırlıksız yakalanmıĢtı. Nitekim 27 Aralıkta SavaĢ uçakları ve helikopterlerin katıldığı ilk günkü hava bombardımanında fırlatılan füzeler, Hamas‟a ait güvenlik birimleri, karargâhlar, sosyal hizmet binalarını ve istihbarat birimlerini hedef alırken saldırılarda 279 kiĢi yaĢamını yitirmiĢ ve 5 Bu konuda bkz., Anthony H. Cordesman, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, Center for Strategic International Studies, February 2, 2009, s. 15 6 27 Aralık saldırılarından önce Haaretz Gazetesi tarafından bazı bölümleri yayınlanan Ġsrail Ulusal Güvenlik Stratejisi‟nde Hamas‟ın 2009 Ocağında gerçekleĢecek olan Filistin Otoritesi seçimlerini kazanma olasılığına karĢın Ġsrail‟in uluslar arası toplum ve ABD ile çatıĢmayı göze alarak seçimlerinin yapılmasını engellemesi üzerinde durulmuĢtu. Gazete‟nin ileri sürdüğüne göre Rapor‟da ateĢkesin çökmezi ve Gazze ġeridi‟nde çatıĢmaların tekrar baĢlaması durumunda, Ġsrail Gazze‟deki Hamas iktidarını mutlaka düĢürmesi gerektiği ifade edilmiĢ. Bkz.: Barak Ravid, “Defense Establishment Paper: Golan for Syria Peace, plan for Iran Strike”, Haaretz Newspaper, 29 Kasım 2008. 7 Cordesman, loc.cit. V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 33 yaklaĢık 900 kiĢi de yaralanmıĢtı. Hava saldırıları daha sonraki günlerde Hamas'ın önemli kültürel simgelerinden olan Ġslam Üniversitesi, BM‟e ait okullar, atölyeler, hastaneler ve sivil yerleĢim birimlerine kadar geniĢleyecekti.8 4 Ocak günü Gazze‟nin etrafında konuĢlandırılan Ġsrail kara birliklerinin Gazze‟nin içlerine doğru askeri harekâtı baĢlatmasıyla 17 Ocak akĢamına kadar sürecek olan kara harekâtı da baĢlamıĢ oldu. Kara harekâtının baĢında bir açıklama yapan Ġsrail Savunma Gücü (IDF) sözcüsü hedeflerinin “teröre destek verenler, teröre lojistik destek sağlayanlar ve çocuklarını veya eşlerini terör amaçlı eylemlerde kullananların, terörist muamelesi göreceklerini” belirtmiĢti.9 Sözkonusu açıklamadan da anlaĢıldığı üzere Gazze ġeridi‟nde Ġsrail karĢıtı sivil protesto eylemlere karıĢmıĢ bulunan çocuklar ve kadınlar da hedef olarak seçilmiĢ bulunmaktaydı. Kara harekâtının ilk günlerinde Ġsrail ordusunun güçlü bir direniĢle karĢılaĢmadan ilerlemesi Hamas‟ın hem bir savunma planı kurmadığını hem de taktiksel olarak cephe savaĢına girecek hazırlığa sahip olmadığını göstermiĢti. Ancak, Ġsrail Savunma Gücü‟nün ortaya koyduğu savaĢ stratejisi Filistin tarafında yaĢanan sivil ölümlerin yüksek olmasına yol açtı. Nitekim 27 Aralık18 Ocak arası süren saldırılar sırasında BM verilerine göre 412‟si çocuk olmak üzere 1300 kiĢi yaĢamını yitirmiĢtir. 1855‟i çocuk olmak üzere 5450 kiĢide de Ġsrail saldırıları sonucu yaralanmıĢtır.10 Ġsrail saldırıları sırasında buldozerlerin de kullanılması sonucu 20.614 yerleĢim birimi kullanılamaz hale gelmiĢtir. Yakılan yerleĢim birimleri arasında 25 okul, 10 su deposu, 10 elektrik santrali de bulunmaktaydı. Ayrıca ekili tarım alanlarının %80‟i tahrip edilmiĢtir. 11 Gazze SavaĢı 17 Ocakta Ġsrail‟in Mısır tarafından önerilen ateĢkes koĢullarını kabul etmesinin ardından Hamas‟ın da ateĢkes anlaĢmasını kabul ettiğini açıklamasıyla son bulmuĢtu. 21 Ocakta Ġsrail kara birlikleri Gazze‟den çekilmiĢtir.12 SavaĢın Ġsrail için askeri ve sivil kayıpları ise yalnızca 14 ölü olarak verilmiĢtir. Gazze SavaĢı sırasında Ġsrail askeri birimlerinin kayıpları ise yalnızca 10 asker olarak açıklanmıĢtır. Bunlardan dört tanesi dost ateĢiyle yaĢamını yitirmiĢtir. Askeri kayıpların yanı sıra sivil kayıpların sayısı ise dört Ġsrailli olarak açıklanmıĢtı. KarĢılaĢtırmalı olarak bakıldığında Ġsrail‟in Hamas‟la doğrudan bir çatıĢmaya girmediğini ve daha ziyade sivil-militan hedefi gözetmeksizin Gazze‟de yaĢayan herkesi düĢman olarak gördüğü söylenebilir. Nitekim saldırılar sırasında uluslararası hukuk tarafından 8 Ibid., s. 31. Detaylı bilgi için Filistin Bilgi Merkezi Resmi Sitesi‟ne bkz., The Palestinian Information Center (PIC), http://www.palestine-info.co.uk/en/ (e.t. 22.02.2008) 9 Embassy of Israel, “IDF Operation in Gaza: Cast Lead”, “http://www.israelemb.org/Operation%20Cast%20Lead/Website4.htm (e.t. 21.02.2008) 10 Cordesman, op. cit., 62 11 Ibid., ss. 76-77 12 Hamas‟ın ateĢkesi kabul etmesinde Türkiye‟nin önemli bir rol oynadığı ileri sürülmektedir, bkz., CNNTurk Haber, “Hamas, Türkiye'nin Talebiyle AteĢkes ilan etti”, http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/01/19/hamas.turkiyenin.talebiyle.ateskes.ilan.etti/509564.0 /index.html (e.t. 22.02.2008 34 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) “yasaklanmıĢ silahların kullanılması”, BM‟e ait okulların vurulması ve çocuk ölümlerindeki yükseklik Ġsrail‟in topyekün Gazzelileri cezalandırmak istediğini göstermektedir.13 ĠSRAĠL SALDIRILARINA TÜRKĠYE’NĠN TEPKĠSĠ 27 Aralık 2008 tarihinde baĢlayan Ġsrail‟in Gazze Operasyonu‟na en sert tepki veren ülkelerin baĢında Türkiye gelmiĢtir. BaĢbakan Erdoğan, Ġsrail‟in hava harekâtının baĢlamasının hemen ardından yaptığı açıklamalarda Ġsrail‟i saldırgan ve barıĢı tehdit eden taraf olarak nitelendirmekten çekinmemiĢtir. Ġsrail‟i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye‟nin BaĢbakanı Erdoğan, Gazze‟ye hava saldırılarının baĢladığı gün BirleĢmiĢ Milletler‟i ve uluslararası kamuoyunu Ġsrail‟in saldırıları karĢısında göreve çağırmıĢ ve bir açık hava hapishanesi olarak gördüğü Gazze‟de insanlara karĢı yapılan askeri operasyonu sert bir dille eleĢtirmiĢtir.14 BaĢbakan Erdoğan Ġsrail‟in saldırılarını durdurması için 27 Aralıkta BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile bir görüĢme gerçekleĢtirmiĢ, ardından çatıĢmaları durdurmak için bölge ülkeleri üzerinde yoğun diplomatik faaliyetler baĢlatmıĢtır. Nitekim DıĢiĢleri Bakanlığı tarafından yapılan resmi açıklamalarda da Ġsrail‟in askeri harekâtı derhal durdurması istenmiĢ ve Gazze‟ye yönelik düzenlenen askeri operasyonda çok sayıda Filistinlinin yaĢamını yitirmesi Ģiddetle kınanmıĢtır. DıĢiĢleri Bakanlığı tarafından yapılan resmi açıklamalarda uluslararası toplumunun Gazze‟de yaĢanan trajediye tepkisiz kalmaması ve acil insani yardımları baĢlatması talep edilmiĢtir.15 30 Aralıkta toplanan Milli Güvenlik Kurulu‟nun ardından yapılan basın açıklamasında Gazze SavaĢıyla ilgili olarak sivil ölümlerden duyulan endiĢe dile getirilmiĢ ve askeri harekâtın derhal durdurulması, çatıĢmaların sona erdirilmesi, diplomasiye öncelik verilmesi, Gazze‟deki halka insani yardımların güvenli Ģekilde ulaĢtırılmasının sağlanması çağrısında bulunulmuĢtur.16 Dolayısıyla Türkiye‟nin Gazze SavaĢına yönelik vermiĢ olduğu tepkinin hükümet düzeyinde kalmadığı, tüm kurumların aynı politikayı benimsediği görülmektedir. Diğer yandan Türkiye‟nin Gazze SavaĢına verdiği tepki bazı kesimler tarafından Türkiye‟nin Orta Doğu‟da Hamas gibi radikal dini grupları desteklediği iddialarını tekrar gündeme getirmiĢtir. Ancak Filistin sorunu 13 Ġsrail‟in Gazze SavaĢı sırasında uluslararası hukuku ihlal ettiği ve insanlık suçu iĢlediğine dair iddiaları araĢtırmak için BM tarafından bir araĢtırma komisyonu kurulmasına karar verilmiĢ ve komisyonun baĢkanlığına Richard J. Goldstone atanmıĢtır. Bkz., BM Ġnsan Hakları Komisyonu, “Basın Açıklaması 03.03.2009”, http://www.unhchr.ch/huricane/huricane.nsf/view01/2796E2CA43CA4D94C125758D002F8D25 ?opendocument 14 NTV Haber, “Erdoğan: Ġsrail’in Saldırısı BarıĢa Darbe”, 29 Aralık 2008, http://www.ntvmsnbc.com/news/470442.asp 15 27 Aralık ve 28 Aralık tarihinde yapılan 221 ve 222 Sayılı DıĢıĢleri Bakanlığı açıklamaları 16 Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Resmi Sitesi, “30 Aralık 2008 Tarihli Basın Bildirisi”, http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2008/30aralik2008.html (e.t. 24.03.2009) V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 35 özelinde düĢünüldüğünde 2000 sonrası dönemde Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına benzer tepkiler verdiği görülmektedir. Ġsrail, Nisan 2002'de, Batı ġeria‟ya saldırıp Filistin lideri Yaser Arafat'ı kuĢattığında dönemin BaĢbakanı Bülent Ecevit Ġsrail‟i "Filistin halkına karşı soykırım işlemekle" suçlamıĢtı. Mart 2004‟te Hamas lideri ġeyh Yasin‟in öldürülmesinin ardından da BaĢbakan Erdoğan Ġsrail'i "terörist devlet" olarak nitelendirmiĢti.17 Türkiye 2006 Ocağında Filistin‟de gerçekleĢtirilen seçimlerin ardından hükümeti kuracak çoğunluğu elde eden Hamas‟ı meĢru bir otorite olarak tanıyarak Filistin konusunda Ġsrail ve Batılı ülkelerden farklı bir politika izlediğini bir kez daha göstermiĢti. Özellikle seçimlerin ardından AKP hükümeti, Hamaslı yetkililerle Ankara‟da bir görüĢme gerçekleĢtirerek Filistin sorununda hem Batı yanlısı Arap hükümetlerinden hem de Ġsrail‟den farklı bir politik tutum ortaya koymuĢtu. Hamas‟ı siyasal olarak tanımama giriĢimlerine karĢı AKP hükümeti Filistin seçimlerinin ardından Hamas‟ın Siyasi Büro ġefi Halid MeĢal ile Ankara‟da bir görüĢme gerçekleĢtirmiĢtir. 17 ġubat 2006 tarihinde Ankara‟da gerçekleĢen görüĢmeye dönemin DıĢiĢleri Bakanı Abdullah Gül doğrudan katılarak Hamas‟ın siyasal olarak tanınması yönünde hem Arap kamuoyuna hem de uluslararası topluma önemli bir mesaj vermiĢti. 2006 sonrası dönemde de Türkiye‟nin Hamas ve Filistin sorununa bakıĢı sürekli bir Ģekilde hem Ġsrail ve ABD hem de Batı yanlısı Arap yönetimlerinden farklı bir çizgide olmuĢtur.18 Bu bağlamda 2008 Aralığında Ġsrail ile Hamas arasında askeri çatıĢmaların tekrar baĢlamasından kısa bir süre sonra BaĢbakan Erdoğan Ġsrail‟in politikalarını sert bir Ģekilde eleĢtirmesi dikkat çekmiĢtir. Çünkü Türkiye‟nin çatıĢmaların baĢlamasından hemen sonra ve Arap ülkelerinin çatıĢmalardan Hamas‟ı sorumlu tutma yönündeki tutumlarına karĢı doğrudan Ġsrail‟i suçlayan açıklamalarda bulunması ve sorunu uluslararası platformlara taĢıma giriĢimleri Mısır ve Suudi Arabistan gibi ülkeleri Arap kamuoyu önünde zor durumda bırakmıĢtır. Aynı günlerde Hizbullah lideri Nasrullah‟ın da Mübarek rejimini Gazze‟de iĢlenen insanlık suçuna ortak olmakla suçlaması dikkat çekicidir.19 Arap kamuoyunun ve entelektüellerinin Gazze saldırılarının baĢında dikkatlerini ve ilgilerini Türkiye‟nin üzerine çeken geliĢme ise Türkiye‟nin Ġsrail‟i Filistinlilere karĢı devlet terörü iĢlemekle suçlamıĢ olmasıydı. BaĢbakan Erdoğan, Ġsrail operasyonunun ciddi bir insanlık suçu olduğunu ifade ettiği 29 Aralık‟ta konuĢmasında “Masum, savunmasız insanların, çocukların, kadınların öldürülmesinin, sivil yerleşim yerlerinin bombalanmasının, bu tür orantısız güç kullanımlarının kabul edilemez bir durum olduğunu” belirtmiĢtir. Erdoğan sivil insanların öldürülmesinin “ciddi bir insanlık suçu” olduğunu ileri sürmüĢtü.20 17 ġahin Alpay, “Ġsrail ile ĠliĢkilerde Ġdealizm ve Realizm”, Zaman Gazetesi, 06.01.2009 Türkiye‟nin politikaları hakkında bkz., Bülent Aras, “Turkey and the Palestinian Question”, SETA Policy Brief, No: 27, January, 2009. 19 Cordesman, op. cit., s. 9 20 Milliyet Gazetesi, “Erdoğan: Ciddi Ġnsanlık Suçu”, 29.12.2008, 18 36 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına sert tepki vermesinin arkasında yatan bir diğer neden de Ġsrail BaĢbakanı Olmert‟in hava harekâtından önce Türkiye‟yi ziyaret etmesidir. Sözkonusu ziyaretin ardından baĢlayan hava saldırılarının ardından hem ulusal hem de uluslararası alanda Türkiye‟nin saldırılardan haberdar edildiği yönünde bir tartıĢma yaĢandı. Oysa Türkiye‟deki görüĢmede gündeme gelen konu Ġsrail-Suriye arasındaki dolaylı görüĢmeler olmuĢtur. Erdoğan sözkonusu görüĢmeye yönelik Newsweek Dergisi‟nden Lally Weymouth‟e verdiği mülakatta konuyu bir kez daha gündeme taĢımıĢtır. Erdoğan‟a göre BeĢĢar Esad‟ın da görüĢleri alındıktan sonra Suriye ve Ġsrail arasında dolaylı görüĢmelerden doğrudan görüĢmelere geçilmesi Olmert‟e teklif edilmiĢtir. Ancak, BaĢbakan Olmert teklife hemen cevap vermek yerine “geri döner dönmez meslektaşlarıma danışacağım ve size geri döneceğim” demiĢtir. Türkiye, doğrudan görüĢmelere baĢlama yönündeki Ġsrail‟in cevabını beklerken, 27 Aralıkta Gazze‟ye bombalar düĢmesini sert bir Ģekilde eleĢtirmiĢtir. 21 Erdoğan‟a göre Ġsrail saldırısı Orta Doğu‟daki barıĢ giriĢimlerine ve bu yönde çaba harcayan Türkiye‟ye karĢı saygısızlıktır.22 Ancak Cordesman‟ın çalıĢmasından da anlaĢıldığı üzere Ġsrail, Hamas‟ı hazırlıksız vurmak için Gazze Operasyonunu olabildiğince gizli tutmayı hedeflemiĢti. Bu doğrultuda saldırı öncesi Hamas‟ın olası bir savunma yapmasını engellemek için Mısır ve Türkiye ziyaretleri gündeme gelmiĢ olabilir. Bu ziyaretlerdeki amaç sorunu diplomatik yöntemlerle çözme giriĢimleri adı altında Hamas‟ı yanlıĢ yönlendirmekti. Daha öncede belirtildiği üzere DıĢiĢleri Bakanı Livni‟nin Mısır ziyareti ve Olmert‟in Türkiye ziyaretleri SavaĢ planının bir parçasıydı. ĠĢin bir diğer ilginç yanı ise görüĢmeler sırasında Türkiye ile Hamas arasındaki iliĢkilerin de gündeme gelmiĢ olmasıdır. Bu görüĢmeler sırasında Olmert Hamas ile Erdoğan arasında iliĢkinin düzeyini bile gündeme getirmiĢ olması dikkat çekicidir. Olmert, Hamas‟a Türkiye üzerinden yanlıĢ bir mesaj göndermek istemiĢ olabilir. BaĢbakan Erdoğan‟ın yanı sıra CumhurbaĢkanlığı, DıĢiĢleri Bakanlığı ve Muhalefettin de Ġsrail‟in saldırıları karĢısında sesiz kalmaması dikkat çekicidir. CumhurbaĢkanı Abdullah Gül bir TV programında, “İsrail‟in göz göre göre dünyanın en ağır silahlarıyla saldırması, çocuk, kadın asker, polis, ne olursa olsun insan öldürmesi çok acı” diyerek Ġsrail‟i eleĢtirmiĢti.23 Saadet Partisi “Filistinlilerle Dayanışma Mitinglerini” tüm Türkiye çapında düzenlerken, CHP yönetimi de Ġsrail hükümetini sert açıklamalarla eleĢtirmiĢtir. CHP Grup BaĢkanvekili Hakkı Süha Okay Ġsrail saldırılarına tepkisini "Bu bir insanlık ayıbıdır, devlet terörüdür. Maalesef ilk kez yaşanmamaktadır" 21 Lally Weymouth, “We Believe We Can Achieve Something‟ Turkey's prime minister speaks out from Davos”, Newsweek, Feb 9, 2009. 22 Arab News, Erdogan wants Obama to redefine terrorism in Mideast”, http://www.arabnews.com/?page=4§ion=0&article=118713&d=30&m=1&y=2009, (e.t.12.03.2009) 23 Hürriyet Gazetesi, “Ġsrail Ordusu Gazze‟yi Ortadan Ġkiye Böldü”, http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=19293 (e.t. 18.02.2009) V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 37 sözleriyle ortaya koymuĢtu.24 Ġsrail‟in 4 Ocak‟ta kara harekâtını baĢlatmasının ardından Türkiye‟nin tepkisi daha da sertleĢmiĢtir. Erdoğan 6 Ocak tarihinde yaptığı bir açıklamada “Barak'a Livni'ye sesleniyorum. Tarih sizi insanlık yaşamına kara leke düşürdünüz diye yargılayacak. Biz, topraklarınızdan kovulduğunuz zaman sizi bu topraklarda ağırlayan Osmanlı'nın torunları olarak konuşuyoruz” sözlerine yer vermiĢti.25 Erdoğan Arap toplumunda büyük bir etki yapan konuĢmasında ise “İsrailliler tarafından öldürülen günahsız ve savunmasız kişilerin ahının yerde kalmayacağını” dile getirmiĢtir. Türkiye‟nin tutumunun duygusal olduğuna dair Ġsrail‟in yaptığı suçlamalar ise Ankara‟da tepkiyle karĢılanmıĢtı. BaĢbakan Erdoğan konuyla ilgili olarak “üslubu sert‟ diyenler var. Herhalde bu, fosforlu bombalardan daha sert değil” diyerek Ġsrail‟in uluslararası hukuk tarafından savaĢlarda kullanılması yasaklanmıĢ silahları kullandığını bir kez daha gündeme getirmiĢtir.26 Türkiye‟nin Ġsrail saldırılarına tepkisi sadece resmi düzeyde kalmamıĢtır. Sokak gösterilerinin yanı sıra spor sahalarında da Ġsrail‟e duyulan öfke kendini göstermiĢtir Türkiye‟nin değiĢik bölgelerinde Ġsrail‟in saldırılarını protesto etmek amacıyla binlerce insan düzenlenen gösterilere katılırken 6 Ocak‟ta da Ankara'da Türk Telekom ile karĢılaĢacak olan Ġsrail'in basketbol takımı Bnei Hasharon‟a karĢı gerçekleĢen yoğun protestoları tüm Dünya‟da flaĢ haber olmuĢtur. Bunların yanında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Gazze Saldırılarını protesto etmek için tüm yurtta ilköğretim öğrencilerinin bir dakikalık saygı duruĢu gerçekleĢtirmesi oldukça anlamlı olmuĢtur. Öğrencilerin yaptığı gösterinin Arap toplumunda, izlenen Ġsrail karĢıtı politikaya tüm ulusun destek verdiği Ģeklinde algılandığı gözlemlenmiĢtir. Türkiye‟nin saldırılara verdiği tepki ateĢkes anlaĢmasının Ġsrail tarafından kabul edildiği 18 Ocak‟tan sonra da sürmüĢtür. Erdoğan Ġsrail‟in ateĢkes kararına yönelik olarak Almanya‟da yaptığı açıklamada “Ne yaptın? Yavrular, sivil insanlar öldürüldü, bu mudur elde ettiğin? Orada orantısız ve aşırı güç kullanılıyor. Gazze senin ülken mi? Senin toprakların mı? Ne işin var orada?” ifadelerini kullandı.27 Tüm bu eleĢtirilerin üstüne bir de BaĢbakan Erdoğan‟ın Davos'ta Dünya Ekonomik Forumu kapsamında gerçekleĢtirilen ''Gazze Orta Doğu'da Barış Modeli'' oturumunda Ġsrail CumhurbaĢkanına yönelttiği sert eleĢtiriler tüm dünyada büyük bir yankı yaratmıĢtır. Davos Zirvesinde Erdoğan‟ın Ġsrail‟i sivil insanları öldüren bir rejim olarak nitelendirmesi Türkiye-Ġsrail iliĢkilerinde yaĢanan kırılmanın uzunca bir dönem eski haline gelmeyeceğini göstermiĢtir. 24 Cumhuriyet Gazetesi, “Ġsrail'in Gazze'ye saldırıları” 29 Aralık 2008, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=26536 25 Milliyet Gazetesi, “BaĢbakan Erdoğan'dan 'Duygusal KonuĢuyor' Diyenlere Tepki”, 06.01.2009 26 Radikal Gazetesi, “BaĢbakan: Üslubum Herhalde bu Fosforlu Bombalardan Daha Sert Değil”, 14/01/2009 27 Güven Özalp, “Erdoğan‟dan Ġsrail‟e: Gazze Senin Ülken mi?”, Milliyet Gazetesi, 19.1.2009 38 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ARAP KAMUOYUNUN TÜRKĠYE’NĠN GAZZE POLĠTĠKASINA TEPKĠSĠ Gazze SavaĢının baĢından itibaren Ġsrail‟in saldırılarına sert tepki veren Türkiye‟nin politikaları Arap kamuoyunda yeni bir tartıĢmanın baĢlamasına yol açmıĢtır. Arap kamuoyunda 2000 öncesi dönemde Türkiye, yüzünü Batıya dönmüĢ ve Arap Orta Doğu‟sundaki sorunlara tepkisiz kalan bir ülke olarak algılanmaktaydı.28 Aynı zamanda Türkiye hakkında olumsuz bir tarih anlayıĢı da bulunmaktaydı.29 Üstelik Araplar Türkiye‟yi Ġsrail ve ABD‟nin bölgedeki stratejik ortağı olarak görme eğilimindeydiler. Özellikle 1996 tarihinde Ġsrail‟le yapılan anlaĢma Araplar arasında büyük bir tepkiye yol açmıĢtır.30 1998 tarihinde Türkiye ile Suriye‟nin PKK dolayısıyla bir savaĢın eĢiğine gelmesi ise Arap ülkelerinde Türkiye karĢıtı gösterilerin yaĢanmasına yol açtı.31 Dolayısıyla Soğuk SavaĢ sonrası dönemin ilk 10 yılında Türk-Arap iliĢkilerinin çatıĢmacı bir zemine kaydığı görülmektedir. 2000 sonrası dönemde ise hem Türkiye‟deki iç politikada yaĢanan değiĢimler hem de bölgesel geliĢmeler, taraflar arasında yeni bir dönemin baĢlamasına yol açmıĢtır. Bu çerçevede öncelikli olarak Türkiye-Suriye iliĢkilerinde yaĢanan olumlu geliĢmelerin önemine dikkate çekmek gerekir. Eski CumhurbaĢkanlarından Ahmet Necdet Sezer‟in Suriye Devlet BaĢkanı Hafız Esad‟ın cenaze törenine ABD‟nin baskılarına rağmen katılması ve Ecevit‟in Ġsrail‟i Filistinlilere karĢı soykırım iĢlemekle suçlaması iliĢkilerin toplumsal düzeyde iyileĢtirilmesi için baĢlangıç noktası olmuĢtur. Ardından Ġslami hassasiyetleriyle öne çıkan AKP‟nin iktidara gelmesi sözkonusu oldu. AKP‟nin hükümeti kurmasının ardından 1 Mart Tezkeresi‟nin TBMM‟de reddedilmesi Arap toplumunda hem ĢaĢkınlık hem de takdir uyandırdı. Çünkü birçok Arap ülkesi Irak‟ın iĢgaline doğrudan askeri üs veya lojistik kolaylığı sağlarken Türkiye‟nin Amerikan askerlerine geçit kolaylığı sağlamaması Araplar üzerinde önemli bir etki yapmıĢtır.32 Irak iĢgali sonrası dönemde Türkiye‟nin Lübnan sorunun çözümüne 28 Bu konudaki tartıĢmalar için bkz., Elie Podeh, “The Final Fall of the Ottoman Empire”: Arab Discourse over Turkey's Accession to the European Union”, Turkish Studies, Vol: 8, Iss: 3, (Sep., 2007), ss. 317 - 328 29 Ancak, sözkonusu tarih anlayıĢı ülkeden ülkeye değiĢmektedir. Örneğin, Kuveytliler Osmanlı‟nın Kuveyt‟i Basra‟nın bir kazası olarak görme ve bu konuda Kuveytlilerin özerkliğini tanımamasından dolayı Osmanlı‟ya karĢı bir husumet beslerken, Ürdünlüler de Osmanlı‟dan ziyade Genç Türkler olarak adlandırdıkları liderlerin 1908-1915 arası dönemde Araplara karĢı uyguladıkları politikalardan dolayı Osmanlı‟nın son dönemine eleĢtirel bir yaklaĢım ortaya koymaktadırlar. Arap tezlerini için bkz., Kral Abdullah, Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik, Çev.: Halit Özkan, Ġstanbul: Klasik Yayınları, 2006 30 Nikolaos Raptopoulos, “Rediscovering its Arab neighbours? The AKP imprint on Turkish Foreign Policy in the Middle East”, Les Cahiers du RMES, vol: I, No: 1 (juillet 2004), s.6 31 Bkz., Zeina Khodr, “Lebanon Threatened, too”, Al-Ahram Weekly On-line, Issue No.399, 15 21 October 1998, http://weekly.ahram.org.eg/1998/399/re3.htm (e.t. 29.11.2008) 32 Sözkonusu görüĢler bölge ülkelerinde yaklaĢık bir yıl süren araĢtırmalar sonucunda elde edilen mülakat ve gözlemlere dayanmaktadır. V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 39 katkı sağlaması, Suriye-Ġsrail arasında arabulucu rolü oynaması ve Filistin sorununda Ġsrail‟i sert politikalarla eleĢtirmesi Arapların Türkiye‟ye bakıĢını etkilemiĢtir. Ayrıca bölgesel geliĢmeler de Türk-Arap iliĢkilerinin geliĢmesinde rol oynamıĢtır. Özellikle Irak SavaĢı sonrası Ġran‟ın hem Irak‟ı hem de bölgedeki ılımlı Arap rejimlerini istikrarsızlaĢtırma politikaları Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünü artıran bir diğer geliĢme olmuĢtu. Irak‟ta Sünni iktidar yapısının ġiiler lehine değiĢmesi, Lübnan‟da Hizbullah‟ın önemli bir aktör haline gelmesi, Bahreyn‟deki ġiilerin Sünni iktidarı protesto gösterileri ve son olarak Afganistan‟da Ġran‟ın güç kazanması Orta Doğu‟daki dengelerin Batıyla iĢbirliği içinde olan Arap rejimlerin aleyhine bozulmasına yol açmıĢtır. Bu süreçte ılımlı Arap ülkelerinin Türkiye‟ye Iran yayılmacılığına karĢı dengeleyici devlet rolü verdiği görülmektedir.33 Nitekim son Gazze SavaĢı sırasında da Türkiye‟nin Filistin sorununa angaje olması, Ġran‟ın elindeki Hamas kartını düĢürme olarak algılanmıĢ ve eleĢtirilmemiĢtir. Oysa ılımlı Arap rejimleri Hamas‟ı Ġran‟ın etkisinde olan bir örgüt olarak algıladıklarından iç kamuoylarının tepkisine rağmen Gazze SavaĢı sırasında Hamas‟ı desteklemekten kaçınmıĢlardır. Arap rejimlerinin tepkisizliğe büründüğü bir dönemde El Cezire Televizyonu baĢta olmak üzere birçok Arap basın ve yayın kuruluĢunun Türkiye‟nin Ġsrail‟i eleĢtiren politikalarını sürekli bir Ģekilde izleyicilerine ve okuyucularına duyurması Arap entelektüellerinden politikacılarına ve iĢ adamlarına kadar geniĢ bir kesimde Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünün yeniden ve daha güçlü bir Ģekilde tartıĢılmasına yol açmıĢtır. TartıĢmalarda dikkat çeken olgu ise Türkiye‟nin bölgesel bir güç olarak Arap Orta Doğu‟sundaki sorunlara daha aktif katılımın isteniyor olmasıdır. Oysa 2000 öncesi dönemde Türkiye, Ġsrail ve ABD‟nin bölgedeki stratejik ortağı olarak görüldüğünü ifade etmiĢtik. Bu çerçevede öncelikli olarak Arap Dünyasında önemli bir iĢadamı olan Khalaf Al Habtoor34 tarafından Gulf News‟de “Türkiye Filistinlilerin Acısını Hissediyor” adlı yazısına bakmakta yarar var. Habtoor yazısında Arap rejimlerinin Gazze‟de yaĢanan insanlık dramını görmezden geldiği ve saldırılardan Hamas‟ı suçladığı bir dönemde Türkiye‟nin posizyonunun çok açık olduğunu ve Araplar tarafından takdir edilmesi gerektiğini açıkça belirtmiĢtir.35 Londra‟dan Arapça yayımlanan El Kuds El Arabi Gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olan Abdül Bari Atwan ise Gazze SavaĢı ve Erdoğan‟ın Davos‟taki tutumunu kalem aldığı “Erdoğan‟a Binlerce Defa Teşekkürler” adlı yazısında Arap liderlerini sert bir Ģekilde eleĢtirirken Türkiye‟nin politikalarını desteklemiĢtir. Arap entelektüelleri arasında önemli bir etkiye sahip olan Filistin 33 Ibid. Eski BAE Ulusal Konseyi üyesi olan Habtoor Arap dünyasındaki en prestijli ödüllerden biri olan 2007 BaĢarılı ĠĢ Adamı Ödülü‟nü kazanmıĢtır. Bu ödülü önceki yıllarda kazananlar arasında BAE Kralı Zayed Al Nahyan ve Ürdün Kralı Abdullah gibi isimler bulunmaktadır. Habtoor hakkında detaylı bilgi için resmi internet sitesine bkz., http://www.habtoor.com/chairman/ 35 Khalaf Al Habtoor , “Turkey feels the pain of Palestinians”, Gulf News, 13.01. 2009 34 40 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kökenli gazeteci Atwan‟ın Türkçe‟ye de çevrilen yazısında Ģu mesajlara yer vermiĢtir: “Teşekkürler Sayın Erdoğan. Kendilerinin Arap ve Müslüman olduğunu iddia eden yönetimlerin yarattığı hayal kırıklıklarıyla ve acılarla dolu bir kalpten, binlerce teşekkürler. Bu yönetimler Gazze katliamları karşısında sessiz kaldı, işbirliği yaptılar, aç bırakılmış ve abluka altındaki Gazze halkının üzerine sınırlarını kapattılar.”36 Nitekim El Cezire‟de Davos Özel Haber programına Londra‟dan bağlanan Atwan sözkonusu fikirlerini çok açık bir biçimde tüm Arap kamuoyuyla paylaĢırken Osmanlı Ġmparatorluğu‟na yapılan vurguyu ve Osmanlı torunu olduğunu dile getiren Türk hükümetinin Ġsrail karĢıtı politikalarından dolayı Arap toplumuna Türkiye‟ye destek vermeleri çağrısında bulunmuĢtu.37 Gazze SavaĢı sırasında izlenen politikaların Arap kamuoyunda, entelektüel camiasında ve politik aktörleri üzerinde Türkiye‟nin oldukça önemli bir etki oluĢturduğunu göstermektedir. Gazze SavaĢının sürdüğü günlerde Bahreyn‟de gerçekleĢen sokak gösterileri sırasında halk ilk kez bir Türk BaĢbakanının posterlerini taĢımıĢ ve Ġsrail saldırıları karĢısında sessiz kalan Arap rejimlerini ve liderlerini sert bir Ģekilde eleĢtirmiĢtir. Bahreyn‟deki gösteriler sırasında mitingi düzenleyen komite üyeleri Mikrofonlardan BaĢbakan Erdoğan‟ın ismini sürekli anons ederek, Türkiye‟nin Ġsrail saldırıları karĢısında oynadığı aktif rol takdir edilmiĢtir.38 15 Nisan 2009‟da Bahreyn Ulusal Meclisi‟nde bir konuĢma yapan CumhurbaĢkanı Abdullah Gül de iki ülke arasındaki iliĢkilerin geliĢerek süreceğini teyit etmiĢtir. CumhurbaĢkanı Gül, Bahreyn Ulusal Meclisi‟nde konuĢan ilk yabancı ülke lideri olmuĢtur. Gül‟ün Ulusal Meclis‟te konuĢması, Bahreynlilerin Türkiye‟ye verdiği önemi göstermesi açısından oldukça önemli olmuĢtur.39 Nitekim Bahreyn‟de seçimle iĢbaĢına gelen Temsilciler Meclisi üyeleri aldıkları bir kararla Türkiye‟nin Gazze Krizinde izlediği politikalardan duyduğu memnuniyeti göstermek için Türkiye‟ye bir teĢekkür notası göndermiĢtir. Meclis BaĢkanı Sayın Khalifa Al Dhahrani‟yle yaptığım görüĢmede kendisi Türkiye‟nin ve Türk halkının Gazze Krizi sırasında göstermiĢ olduğu tepkinin oldukça önemli olduğunu ve Türkiye ile iliĢkileri geliĢtirmek istediklerini dile getirdikten sonra Türkiye‟nin son yıllarda izlediği dıĢ politikaya yönelik olarak da Ģunları eklemiĢtir: “Türkiye‟nin yüzünü Orta Doğu‟ya çevirmesi bizler tarafından oldukça önemli bir gelişmedir. Türkiye‟nin Filistin sorununa olan yaklaşımı tüm Arap toplumunda olduğu gibi bizler tarafından da büyük bir takdirle karşılanmıştır ve bizi sevindirmiştir. Meclis olarak kendisine bir teşekkür notası yazdık. Erdoğan 36 Radikal Gazetesi, “Erdoğan‟a Binlerce Defa TeĢekkürler”, 31/01/2009. Yazının Ġngilizce ve Arapçası için bkz., Abdel Bari Atwan, “Thank You Mr Erdogan, for the thousandth time”, http://theoccidentalist.wordpress.com/2009/01/31/erdogan-my-hero-by-abdel-bari-atwan/ 37 Al Jazeera Televizyonu Arapça Yayını, 30 Ocak 2009 38 Mansoor Al-Arayedh, Mülakat, 24.01.2009, Bahreyn. 39 Gulf Daily News, “Unity Message”, 16.0.2009, http://www.gulf-dailynews.com/NewsDetails.aspx?storyid=248238 (e.t.16.04.2009 V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 41 bölgesel sorunların çözümünde aktif bir rol oynamaktadır”.40 Öte yandan Eski ġura üyesi ve Gulf Council For Foreign Relations adlı araĢtırma merkezinin baĢkanı olan Dr. Mansoor M. Al Alarayedh de Gazze Saldırıları sırasında Türkiye‟nin izlediği Ġsrail karĢıtı politikaların kendileri tarafından çok anlamlı bulunduğunu ifade etmiĢtir. Kendisiyle yaptığım mülakatta Türkiye‟nin Gazze saldırıları sırasında Ġsrail saldırganlığına karĢı sergilediği sert tutum ve sorunu sürekli gündemde tutmada oynadığı rolün oldukça önemli olduğunu, Türkiye‟nin tüm Arapların gözünde büyük bir yer edindiğini ve Türkiye‟nin Orta Doğu‟da yıldızı parlayan bir ülke haline geldiğini ifade etmiĢtir.41 Bahreyn‟de en önemli Selefi Partisi olan Al Asalah Islamic Society partisinin eski liderleri ve halen Temsilciler Meclisi üyesi olan ġeyh Adel Al Mouwda ise son Gazze SavaĢı‟nda beklenenin aksine Ġran‟ın hiçbir Ģey yapmadığını buna karĢın Türkiye‟nin ise Gazze saldırılarının durdurulmasında önemli bir çaba harcadığını gördüklerini ifade etmiĢtir. ġeyh Mouwda 2006 Lübnan-Ġsrail SavaĢı‟nda Arap Dünyasında milli bir kahraman haline gelen ġeyh Nasrullah‟ın itibarının Erdoğan ve Türk halkının göstermiĢ olduğu hassasiyetlerin gerisinde kaldığını ve Arapların Türkiye‟yi bölgesel bir lider olarak görmeye hazır olduğunu dile getirmiĢtir. Mouvda‟ya göre Türkiye‟nin, Arap Orta Doğu‟sundaki sorunları çözebilecek en önemli devlet olduğu son Gazze krizinden sonra daha da anlaĢılmıĢ ve kabul görmüĢtür.42 Politikacıların yanı sıra kamuoyu yapıcılarının da Türkiye algılaması son Gazze Krizi sonrasında ciddi bir değiĢim geçirmiĢtir. Bahreyn‟den yayın yapan Akhbar Al Khaleej (El Haliç) gazetesi yazarlarından Sayed Zahra ile yaptığımız görüĢmede Hamas‟a karĢı halk nezdinde güçlü bir destek olduğunu ve bu çerçevede Türkiye‟nin Gazze Krizi sırasında izlediği politikaların tüm Arap dünyasında büyük bir yankı bulduğunu ifade etmiĢtir. Mısırlı bir Arap Milliyetçisi olan ve Arap entelektüelleri arasında önemli bir yeri bulunan Sayed Zahra, kendi ailesinden bireylerin bile Türkiye‟de gerçekleĢen gösterileri yakından takip ettiğini ve Mısır rejiminin Gazze Saldırıları karĢısında izlediği siyaseti sert bir Ģekilde eleĢtirdiklerini belirtmiĢtir. Zahra‟ya göre Gazze Saldırıları sonrası Arap Kamuoyu ve Arap sokaklarında Türkiye‟yi bölgenin doğal bir lideri olarak görme eğilimi güçlü bir taban bulmuĢtur. Arapların Türkiye‟ye ve BaĢbakan Erdoğan‟a karĢı büyük bir saygı duyduğunu ifade eden Sayed Zahra‟ya göre Türkiye‟nin bölgesel bir güç olarak Araplar tarafından kabul görmesinde hem karar vericilerin hem de Türk halkının son saldırılar karĢısında göstermiĢ olduğu sert tepkilerin önemli bir etkisi oldu. Zahra, özellikle yüz binlerce insanın Ġsrail karĢıtı gösterilere katılmasının Arap kamuoyunda Türkiye‟ye yönelik önemli bir kırılma yarattığını ifade etmiĢti. Gazze krizinin Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünü artırdığını belirten Zahra‟ya 40 Halife bin Ahmed el Dahrani, Mülakat, 25.01.2009, Bahreyn Arayedh, Mülakat. 42 Adel bin A. Rahman Al Maawdah, Mülakat, 22.01.2009, Bahreyn 41 42 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) göre, Ġran ve Mısır‟ın Orta Doğu‟da liderlik rolünü oynayabilmesi Türkiye‟nin izlediği politikalardan sonra güçleĢmiĢtir.43 Bu noktada Mısırlı entelektüellerinin duruĢunu önemsemek gerekir. Kuveyt‟te görüĢtüğümüz Mısır‟lı akademisyen ve Kuveyt Üniversitesi uluslararası iliĢkiler bölümünden Dr. Mohammed el Sayed Selim‟de aynı görüĢleri savunmaktadır. Sayed Selim, Erdoğan‟dan önce Türkiye‟nin bölgedeki etkisi artırmaya baĢladığını belirtmektedir. Suriye ile iliĢkilerin düzeltilmesinin bir baĢlangıç noktası oluĢturduğunu ileri süren Selim‟e göre Türkiye‟nin SuriyeĠsrail görüĢmelerinde arabulucu rolü oynaması Araplar açısından oldukça olumlu karĢılanmıĢtır. Selim‟e göre, Suriye‟nin Ġran‟ın etkisinden çıkartılması konusunda Türkiye‟nin önemi bir kez daha anlaĢılmıĢtır. Ardından Gazze SavaĢı sırasında Ġsrail‟e karĢı kullanılan sert dillin ve bu politikanın Davos‟ta da sürdürülmüĢ olmasının Arap entelektüelleri arasında Erdoğanizm olarak adlandırılan yeni bir akımın oluĢmasına yol açtığını ileri sürmüĢtür. Selim sözlerinin devamında “ben bir Mısırlı olarak Türkiye‟nin politikalarını karşılaştırmalı olarak baktığımda Mısır‟ın politikalarından daha fazla takdir etmekteyim. Gazze‟de bir sanayi bölgesinin kurulması dahil bir bütün olarak değerlendirdiğimde Türkiye‟nin Filistin sorununa insani açıdan yaklaştığı çok açık görmekteyim. Erdoğanizm kavramı halkın oyuyla ve desteğiyle iktidara gelen liderlerin Gazze Savaşı‟nda da görüldüğü gibi nasıl büyük devletlerin taleplerine karşı koyduğunu bize göstermektedir”44. Bahreyn‟de yayınlanan El Wasat Gazetesi yazarlarından Ali El ġerifi ile yaptığımız mülakatta ise Gazze saldırıları esnasında Türkiye‟nin izlediği politikaların tüm Arap dünyasında yeni bir dönemin kapısını araladığını ve herkesin Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki sorunlara daha fazla angaje olmasını istediğini dile getirmiĢti. BaĢbakan Erdoğan‟ın Arapların gönlünde önemli bir yer edindiğini belirten ġerifi‟ye göre Türkiye tartıĢmasız bölgenin en önemli devleti haline gelmiĢtir.45 Ali ġerifi “Araplar otururken Türkiye ayakta” baĢlığıyla Türkiye‟nin duruĢuna yönelik olarak Türkçeye de çevrilen köĢe yazısında “hiç kimsenin Avrupa, ABD ve İsrail'e Arap ülkelerinden daha yakın olan Türkiye'nin ılımlılığı hususunda tartışmaya giremeyeceğine işaret ederek, Başbakan Erdoğan'ın Arap ılımlı ülkelerinden daha cesur tutumlar aldığını ileri sürmüştür.”46 Türkiye‟nin iç ve dıĢ sorunları nedeniyle AB, ABD ve Ġsrail nezdindeki iliĢkilerinde sorunlar yaĢayabileceğini öne süren ġerifi, Arap ülkelerini Türkiye‟ye siyasi ve ekonomik destek vermeye çağırmıĢtır. Bahreyn‟deki ġii muhalefetin önemli liderlerinden biri olan gazeteci Dr. Mansoor Al Jamri ise Gazze Saldırıları sonrası Türkiye‟nin Orta Doğu‟da etkisinin arttığını Arap sokaklarının nabzını tutan her gazetecinin görebileceğini 43 Sayed Zahra, Mülakat, 21.01.2009, Bahreyn Mohammad el Sayed Selim, Mülakat, 22.03.2009, Kuveyt. 45 Ali El ġerifi, Mülakat, 21.01.2009, Bahreyn 46 NTV Haber, “Erdoğan Ortadoğu‟da http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474456.asp, (05.02.2009) 44 Seçime girse Kazanır‟, V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 43 ileri sürmüĢtür. Türkiye‟nin ekonomik, askeri ve tarihsel misyonu itibariyle Ġran ve Mısır‟la birlikte bölgenin önemli bir aktörü olduğunu belirten Jamri, Mısır‟ın ekonomik ve rejim sorunlarının yanı sıra Gazze Saldırıları sırasında izlediği politikalar nedeniyle Arap dünyasına liderlik edemeyeceğini ve bu rolü tartıĢmasız bir Ģekilde Türkiye‟nin oynayabileceğini ifade etmiĢtir. Jamri‟ye göre Gazze SavaĢı sonrası Türkiye, hem Orta Doğu‟daki sorunların çözümünde hem de Körfez ülkelerinin güvenlik kaygılarının giderilmesinde önemli bir aktör haline gelmiĢtir.47 Lübnanlı gazeteci ve Bahreyn‟de yayın yapan Al Wasat Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Walid Noueihed de Gazze Saldırılarına verilen tepkinin, 1 Mart sonrası dönemde Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki sorunlarının çözümünde oldukça önemli bir rol oynamaya baĢladığına yönelik oluĢan kanının daha güçlenmesine yol açtığını öne sürmüĢtür. Türkiye‟nin Arap kamuoyundaki desteğinin oldukça yüksek olduğunu, bunun Gazze SavaĢı sırasında Türk halkının ve politikacıların Ġsrail saldırılarına karĢı verdiği tepkinin önemli bir rolü olduğunu belirten Noueihed‟e göre BaĢbakan Erdoğan‟ın Gazze SavaĢ‟ında oynadığı rolü hiçbir Arap lideri oynayamamıĢtır. Bu durum doğal olarak Türkiye‟ye olan sevginin ve bağlılığının artmasına yol açmıĢtır.48 Diğer yandan Gazze SavaĢı sonrası Türkiye‟nin imajı da özellikle Arap kamuoyunda tüm Arap rejimlerinden daha olumludur. Bahreyn‟de görüĢtüğümüz ġii ve Sünni kesime mensup Arapların Türkiye‟de gerçekleĢen gösterileri ve Erdoğan‟ın açıklamalarını dikkatlice takip ettiklerini ve Türkiye‟nin Arap-Ġsrail sorununu çözebilecek bir güç olarak gördüklerini ifade etmiĢlerdir. ġii kesim Türkiye‟nin giriĢimlerini daha ziyade Lübnan‟dan yayın yapan Al Manar TV aracılığıyla izlediklerini dile getirirken Sünnilerde El Cezire‟nin yaptığı yayınlar sayesinde Türkiye‟nin politikalarını daha açık öğrendiklerini dile getirmiĢlerdir. Bu çerçevede Türkiye‟nin hem ġiiler hem de Sünniler tarafından desteklenmesinde, mezhepsel yaklaĢımlardan kaçınması ve Ġsrail ile iliĢkilerinin etkisi altında kalmadan bağımsız bir dıĢ politika izleyebilmesi önemli olmuĢtur. Diğer yandan Katar‟da El Cezire medya kanalından gazeteci Dr. Liga Mekki yaptığımız görüĢmede kendisi, Türkiye‟nin Hamas politikasını baĢta son dönem gerçekleĢtirdiği Arap açılımının Katar ve Arap halkı baĢta olmak üzere tüm Müslüman toplumu üzerinde büyük bir etki yaptığını ileri sürmüĢtür. Arap sokaklarının Türkiye‟nin Ġsrail karĢıtı söylem ve politikalarından ciddi Ģekilde etkilendiğini belirten Dr. Ligaa göre, “Türkiye‟nin politikası aynı zamanda sokaklarda İran ve Hizbullah‟a olan desteği de azaltmıştır. İnsanlar Gazze Saldırıları bittikten sonra neden İran ve Hizbullah‟ın İsrail‟e savaş açmadıklarını sorgulayacaklardır. Ki sormaya başladılar da”. Dr. Ligaa bir gazeteci olarak Arap sokaklarının gerçekten Türkiye‟nin giriĢimlerini oldukça inandırıcı bulduğunu gözlemlediği ifade etmiĢtir. Dr. Ligaa göre bu oldukça 47 48 Mansoor Al Jamri, Mülakat, 22.01.2009, Bahreyn Walid Noueihed, 22.01.2009, Bahreyn 44 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) önemli ve tarihi bir andır. Sözlerinin devamında Ligaa Ģu tespitlerde bulunmuĢtur: “Türkiye‟nin Hamas politikası bölgede yeni bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Arap sokakları Osmanlı İmparatorluğu iyidir demeye başladı. Birçok yerde Türkler geri gelsin yönünde fikirler yazılıp, söylenmeye başladı. Bu söylem hem halk hem de hükümetler bazında önemli bir taraftar bulmaya başladı. Özellikle NATO üyesi bir ülkenin Hamas‟ın politik sürece dahil olması için çaba harcaması tüm taraflarda ve özellikle Katar hükümeti üzerinde olumlu bir etki yaratmıştır. Arapların gözünde Erdoğan bir halk kahramanı olmuştur.” 49 Katar‟dan yayın yapan Al Arab Newspaper‟ın Genel Yayın Yönetmeni Abdülaziz I. Al Mahmud‟i de Gazze Saldırılarının bir kez daha Türkiye‟nin Arap dünyasındaki gücünü ve etkisini artırmasına yol açtığını öne sürmüĢtür. Al Mahmud Arap toplumu ve liderleri ile yaptığı görüĢmelerin sonucunda elde ettiği izlenimleri Ģu sözlerle ifade etmiĢti: “Arap kamuoyu Dünyada yalnızca Türkiye‟nin Irak ve Filistin‟e müdahalesine razıdırlar. Buna bir reaksiyon bir tepki göstermez ve böyle bir müdahaleyi desteklerler. 2003 Savaşı gerçekten bölge için yeni koşullar ortaya koydu. Orta Doğu‟da kimse Mısır‟a güvenmemektedir. Mısır siyaseten ve ekonomik olarak da bölge ülkelerinin sorunlarını çözebilecek bir güç değildir. Ayrıca Mısır rejim hem kendi halkı hem de Arap halkları tarafından kabul görmemektedir. Erdoğan ise Arap halkının güvenini kazanmış günümüzdeki en önemli liderdir. Gazze sorunu karşısında göstermiş olduğu tutum ve izlediği siyaset kendisini Arapların „Hero‟su‟ konumuna taşımıştır”. Al Mahmoud Gazze Saldırıları karĢısında Türk toplumun sergilediği protestoların hiçbir Arap ülkesinde gerçekleĢtirilemediği bu yüzden Arapların Türkiye‟yi büyük bir güç ve aynı zamanda dost ve kardeĢ bir ülke olarak görmeye baĢladıklarını ileri sürmüĢtür.50 Türkiye‟nin Gazze SavaĢı‟na yönelik tepkisi birçok kesim tarafından önemli bir adım olarak görülmüĢtür. Filistin asıllı Gulf Times Gazetesi yazarı Aiman Abboushi ile yaptığımız söyleĢide de Türkiye‟nin Filistin konusundaki hassasiyetinin tüm Arap toplumu tarafından önemsendiği dile getirilmiĢti. Abboushi, “Gazze saldırısı karşısında en açık tavrı Türkiye ortaya koydu. Bu politikalar Türkiye hakkında var olan tarihsel kuşkuları ortadan kaldırmış ve Türkiye‟nin Orta Doğu bölgesindeki etkisini genişletmiştir. Türkiye, Gazze krizi sırasındaki duruşuyla Arap halklarının takdirini ve sevgisini topladı. Arap sokaklarının Türkiye‟ye olan desteği ölçülemez düzeydedir. Arap kamuoyu, özellikle Erdoğan‟a hiçbir Arap liderinin yapamadığı gerçekleştiren lider olan bakmaktadır. Etki olarak konuşulduğunda Arap Dünyasında Türkiye‟nin saygınlığı en güçlü ülke olduğunu açıktır. Özellikle Filistinlilerin Türkiye‟ye bakışı oldukça farklıdır.”51 Gulf Times Gazetesinin Sudan asıllı gazetecisi Dr. Tarık El ġeyh ise Gazze saldırıları sırasında Türkiye‟nin izlediği dıĢ politikanın, 49 Liga Mekki, Mülakat, 26.01.2009,Katar Abdulaziz I. Al Mahmud, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 51 Aiman Abboushi, Mülakat, 27.01.2009, Katar. 50 V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 45 tartıĢmasız bir Ģekilde Türkiye‟yi Arapların gözünde en önemli ülke haline getirdiğini öne sürmüĢtür. Dr. Tarık‟a göre Türkiye‟nin Ġsrail karĢısındaki duruĢu, Arapların Türkiye‟ye bakıĢında yeni bir dönem açmıĢtır. Arap Dünyasında bir liderlik sorunun olduğunu ifade eden Dr. Sheikh‟ye göre “Gazze Savaşı sırasında uyguladığı dış politika sayesinde Türkiye Arap ülkelerinin lideri konumuna geldi. Liderlik olayı bu krizde oynadığı rolle pekişmiştir.”52 Diğer yandan Katar‟da görüĢtüğümüz ve DıĢiĢleri Bakanlığında etkin bir isim olan Büyükelçi Sayın Abdül Rahman M. Al Khulaifi de Türkiye‟nin 2003 sonrası dönemde izlediği Orta Doğu politikasının kendileri tarafından oldukça önemsendiğini ve hem Arap kamuoyu hem de liderleri tarafından desteklendiğini bu çerçevede Türkiye‟nin Araplar arası sorunların ve Arap-Ġsrail sorununun çözümünde güvenilir bir ülke olarak görüldüğünü ifade etmiĢti. GörüĢmede yer alan üst düzey siyasi danıĢmanlar da Türkiye‟nin Gazze saldırılarının durdurulmasında önemli çaba harcadığını ve Arap kamuoyunun Türkiye‟nin giriĢimlerini dost bir ülkenin çabaları olarak görüp desteklediğini ifade etmiĢlerdir.53 El Cezire‟den Irak asıllı gazeteci Jasim el Azzawi ise Türkiye‟nin Arap dünyasında farklı algılandığını ancak son Gazze Krizinde izlediği politikaların ardından yeni Türkiye imajının ve itibarının en üst seviyeye çıktığını belirtmiĢti. Azzawi‟ye göre Erdoğan‟ın Ġsrail karĢıtı söylemeleri kendisini Arap halkının gözünde bir kahraman yapmıĢtır. Arap kamuoyu, aynı zamanda Türkiye‟nin göstermiĢ olduğu çabayı hayranlıkla takdir etmektedir. Azzawi‟e göre “saldırıların sürdüğü günlerde Türk halkının düzenlediği sokak gösterileri, İsrailli sporculara karşı düzenlenen protesto eylemleri ve Türkiye-İsrail Parlamentolar Arası Dostluk Grubunda meydana gelen istifalar Arap halkında müthiş bir Türkiye hayranlığına yol açmıştır”. 54 Türkiye‟nin Gazze saldırıları sırasında izlediği dıĢ politikanın Arap kamuoyuna aktarılmasında Katar‟dan yayın yapan El Cezire Arapça bölümünün önemli bir katkısı olmuĢtur. Katar‟da görüĢtüğümüz El Cezire Kanalının Genel Yayın Yönetmeni Wadah Khanfar‟a göre, “Erdoğan'ın Gazze krizinde söyledikleri Arap halkının kendisine olan güven ve inancını güçlendirmiştir. Esasında Türkiye Gazze krizinde Arap halkının gönlünü kazanmıştır ki bu tarihi bir olaydır” demiĢtir.55 Katar‟dan yayın yapan yazılı ve görsel basın Türkiye‟nin son yıllarda artan bir Ģekilde Orta Doğu‟daki sorunların çözümüne katkı sağladığını düĢünmektedir. Ayrıca Katar ile Türkiye arasında Orta Doğu‟daki krizlerin çözüme katkı sağlanması konusunda ortak çabalarda gösterilmektedir. Her iki ülkede özellikle 2008 Mayısında Lübnan‟da meydana gelen ve iç savaĢı aratmayan ġii-Sünni çatıĢmalarının sona erdirilmesin önemli bir çaba harcamıĢlardı. Gazze Saldırıları sırasında Katar yönetimi Türkiye‟nin Ġsrail karĢıtı politikalarını destekleyen yayınların yapılmasına müdahale 52 Tarık El ġeyh, Mülakat, 27.01.2009, Katar Abdül Rahman M. Al Khulaifi ve Ġ., Mülakat, 28.01.2009, Katar 54 Jasim el Azzawi, Mülakat, 29.01.2009, Katar 55 Wadah Khanfar, Mülakat, 29.01.2009, Katar 53 46 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) etmemiĢtir. Diğer yandan Körfezin ekonomik olarak en geliĢmiĢ ülkelerinden biri olan BirleĢik Arap Emirlikleri‟nde de Türkiye‟nin Gazze SavaĢı‟na verdiği tepki farklı algılamalara yol açmıĢtır. Emerliğin hukuki danıĢmanlığını da yapan Abdül Latif Obaidan Gazze sorununda Türkiye‟nin Ġsrail karĢısındaki duruĢunu takdir ettiklerini ifade etmiĢtir. Obaidan‟a göre, bölgede Ġran a karĢı bir tepki olmasından dolayı Araplar Hamas konusunda farklı bir politika izlemiĢlerdir. Bazı Arap devletleri Hamas‟ı Ġran‟ın bir Ģubesi olarak görürken diğerleri ise Hamas‟ı Filistinli ve Müslüman duyarlılığı olan bir örgüt olarak görmektedirler. Türkiye‟de Filistin sorununa Ġslami duyarlılık ile yaklaĢtığını ileri süren Obaidan‟a göre esasında Filistin sorunu tüm Müslüman dünyasını ilgilendiren bir sorundur. Dolayısıyla Türkiye‟nin Gazze Saldırıları sırasında izlemiĢ olduğu politika Arapların Kudüs konusunda ümitlendirmiĢtir.56 22 Arap ülkesine yayın yapan MBC (Middle East Broadcasting Corporation) kanalı yetkilileri de Gazze Saldırıları sonrası Türkiye ve Türk halkına olan güvenin Arap toplumunda en üst seviyelere çıktığını ifade etmiĢlerdir.57 Çemberimde Gül Oya, Ihlamurlar Altında, GümüĢ, Elveda Derken, Kırık Kanatlar, Yersiz Yurtsuz, Babam ve Oğlum adlı Türk dizileri ve filmlerini Arapça yayınlayan Kanal yetkililerine göre, “Türk filmleri ve dizilerinin ardından Arap toplumu Türkiye‟yi daha yakından tanımaya başladı. Toplumlar kültürel olarak birbirini tanıdıkça, farklı değerlere sahip olmadıklarını gördüler. Dizilerin ardından Türkiye‟ye ziyaret eden Arapların sayısında önemli bir artış oldu. Arap toplumu artık Türk toplumunun yapısını daha iyi anlamaya ve sahip olduğu yanlış önyargılardan kurtulmaya başladı. Bu yönde İstanbul‟a düzenli turlar düzenlenmektedir. Gazze saldırılarına gösterilen tepki Türkiye hakkındaki olumlu görüşlerin artmasına yol açtı. Diğer yandan Türkiye‟nin Orta Doğu‟yu istikrarsızlaştıracağına yönelik bir algılama ne Arap toplumda ne de rejimler de bulunmamaktadır. Tüm bu gelişmelere Türkiye‟nin Orta Doğu‟daki rolünün arttığını göstermektedir.” MBC Kanalında yayıncı olarak görev alan Suriyeli gazeteci Darwish Mohammed Al Darwashan‟e göre ise “Erdoğan son saldırılar karşısında izlediği politikaların ardından Orta Doğu‟da bir numaralı lideri haline gelmiştir. Biz Arapların gözünde Türkiye, tüm Arap ülkelerinden daha cesur davranmıştır. Kalbimizden geçeni Erdoğan dile getirmiştir. Kendisine saygımız oldukça büyüktür” diyerek Türkiye‟nin Gazze politikasının Arap toplumu tarafından nasıl algılandığını farklı bir dille ortaya koymuĢtur.58 Bununla birlikte Türkiye‟nin Filistin politikalarının Hamas karĢısı bazı Arap ülkelerinde endiĢeye yol açtığını belirtmek gerekir. Suudi Arabistan merkezli Al Arabia Medya kuruluĢunda yaptığımız görüĢmede Türkiye Orta Doğu‟da her zaman önemli bir ülke olarak algılandığı ifade edilmesine karĢın, 56 Khalid Abdul Latif Obaidan, Mülakat, 03.02.2009, Abu Dabi. Middle East Broadcasting Corporation Office, Mülakat, 04.02.2009, Dubai. 58 Mohammed Al Darwashan, Mülakat, 03.02.2009, Dubai 57 V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 47 Hamas konusunda Suudların bakıĢının Türkiye‟den farklı olduğunun altını çizmiĢlerdir. Hamas bir anlamda bölgeyi radikalleĢtirmek isteyen Ġran‟ın politikalarına doğrudan destek vermekle suçlanmaktadır. Bununla birlikte Türkiye‟nin Arapların nezdinde kazanmıĢ olduğu itibar ile Ġran‟ın Hamas üzerindeki etkisini kırabilecek tek güç haline geldiğini ileri sürmüĢlerdir.59 Nitekim aynı görüĢleri Dubai‟de görüĢtüğümüz Gulf Research Center‟in Güvenlik Programı Direktörü Dr. Mustafa Alani‟de dile getirmiĢtir. Alani Türkiye‟nin Arap kamuoyunda sahip olduğu olumlu imajı üzerinden bölgeye etki edebilecek bir güç haline geldiğini ifade etmektedir. Alani sözlerinin devamında “Gazze krizi sırasında Arap kamuoyu Arap ülkelerinin yapması gerekeni yaptı. Türkiye şuan Arap ülkelerinin iç politikalarının ve sorunlarının içinde yer almaktadır. Gazze krizinin yanı sıra, İsrail sorununda, Lübnan‟da ve Suriye-İsrail Anlaşması gibi konularda Türkiye aktif bir rol oynamaktadır. Türkiye, Arap kamuoyunda sahip olduğu pozitif algılamasını daha da ileri götürebilecek bir ivme yakalamıştır”. Alani‟ye göre Arap kamuoyu Türkiye‟nin dıĢ politikasına güvenmekte ve atacağı adımları desteklemektedir. Gazze saldırılarına verilen tepki Türkiye‟yi Orta Doğu‟nun lideri haline getirmiĢtir. 60 Körfezin bir diğer ülkesi olan Umman‟da da halk ve politik karar vericiler Türkiye‟nin Gazze politikasını desteklemiĢlerdir. Umman geleneksel olarak bölgede aĢırı sayılabilecek bir dıĢ politika benimsemediği gibi Körfezin diğer ülkelerinden farklı olarak Ġran‟la iyi iliĢkilere sahiptir. Ġran‟ı düĢman bir ülke olarak algılamayan Umman‟da Filistin sorunu bağlamında Arap kimliğine yapılan vurgu dikkat çekicidir. Umman halkı ve yönetimi özellikle Davos da BaĢbakan Erdoğan‟ın çıkıĢının ardından Türkiye‟ye karĢı oldukça güçlü duygular beslemekte ve Türk dıĢ politikasın Orta Doğu‟daki temel sorunların çözümünde yapıcı bir rol oynamaya baĢladığını ileri sürmektedirler. Tarihsel olarak Osmanlının onları hem Portekiz hem de Suudi yayılmacılığı karĢısında desteklediklerini dile getirmektedirler. Umman‟da rejimin dile getirmediği kelimeler ve politikalar rejime yakın gazetecilerin aracılığıyla açıklanmaktadır. Nitekim Umman‟ın en saygın gazetecilerinden bir olan eski Büyükelçi Essa bin Mohammed Al Zedjali Times of Oman‟da yazdığı “Erdoğan Arapların Saygısını Hakketmektedir”61 adlı editöryel yazısında Türkiye‟nin Arap rejimlerinin yapmadığı yaparak Filistin sorununa sahip çıktığını ifade etmiĢtir. Zedjali yazısında tüm Arapların hiçbir çekince içinde olmadan Türkiye‟yi desteklemelerini gerektiğini ifade etmiĢtir. Kendisiyle Times of Oman Gazetesinde yaptığımız söyleĢide de Türkiye‟nin son Gazze politikasını takdir ettiğini ve hiçbir Arap ülkesinin Ġsrail saldırganlığı karĢısında uluslar arası kamuoyunu harekete geçirebilecek bir politika geliĢtiremediğini dile getirmiĢtir. 59 Al Arabia Madya Grubu, Mülakat, 05.02.2009, Dubai Mustafa Alani, Mülakat, 03.02.2009, Dubai 61 Essa bin Mohammed Al Zedjali, “Erdogan Deserves the Honour of Arabs”, Times of Oman, February 07, 2009 60 48 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Zedjali, Türkiye‟nin Gazze sonrası dönemde Ġsrail veya ABD‟nin baskılarıyla karĢı karĢıya kalabileceğini ve bu nedenle Arapların Türkiye‟nin yanında olması gerektiğini sözlerine eklemiĢti.62 SONUÇ Gazze SavaĢı‟nda “Kazananlar ve Kaydedenler” adlı bir yazı yayınlayan Filistin kökenli gazeteci Abdül Bari Atwan, Mısır ve Filistin Otoritesinin bu savaĢta Ġsrail‟le birlikte kaybedenler olduğunu öne sürmüĢtü. Ġsrail‟in askeri değil ancak politik ve ahlaki olarak en büyük kaybeden olduğunu ileri süren Atwan‟a göre ABD ve Ġsrail‟le iĢbirliği yapan Arap rejimleri de Arap kamuoyunun desteğini ve güvenlerini kaybetmiĢlerdir. Atwan‟ın yukarıda da değindiğimiz yazılarında ise Türkiye‟nin Gazze SavaĢında yürüttüğü diplomasiyi takdir ettiğini ve Türkiye‟nin Filistin Davasına sahip çıktığını yazması dikkat çekicidir. Her iki yazı birlikte düĢünüldüğünde Arap entelektüelleri arasında saygın bir konuma sahip olan Atwan‟ın Gazze SavaĢı‟nın kazananları arasında Türkiye‟yi iĢaret ettiği anlaĢılmaktadır.63 Nitekim Gazze SavaĢı sonrası Batı ġeria ve Gazze ġeridi‟nde Friedrich Ebert Stiftung‟un Kudüs‟deki Ģubesi tarafından gerçekleĢtirilen bir anket çalıĢmasında Türkiye‟nin SavaĢı sırasında ve sonrasında ortaya koyduğu dıĢ politikalarından memnun olan Filistinlilerin oranı yüzde 89,6 olarak çıkmıĢtır. Filistin sorunun çözümünde güvenilir ülke olarak bölgesel ve küresel güçler arasından Türkiye‟nin diğer tüm ülke ve kuruluĢlardan daha büyük bir desteğe sahip olması Arap sokaklarının Türkiye algılamasını göstermektedir. 64 Diğer yandan Arap toplumundaki temel beklenti Türkiye‟nin son yıllardaki Orta Doğu politikasının herhangi bir dıĢ ve/veya iç baskı karĢısında değiĢmemesi yönündedir. Diğer bir deyiĢle iç kamuoyunda farklı elitlerin yönlendirmesi ve dıĢ çevrede de ABD veya Ġsrail‟in ekonomik veya farklı araçlarla Türk dıĢ politikası üzerinde etkili olma çabalarının boĢa çıkartılarak, Türkiye‟nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda Orta Doğu‟daki sorunların çözümüne daha aktif angaje olması beklenmektedir. Bu bağlamda Türkiye‟nin 1 Mart Tezkeresi‟yle baĢlayan ve ardından Irak, Suriye, Lübnan, Ġran ve en son olarak da Filistin politikalarıyla farklılaĢan Orta Doğu politikasının Türkiye-Orta Doğu iliĢkilerinde yeni bir dönemin kapısını araladığı gözlemlenmiĢtir. Türkiye‟nin Gazze SavaĢı karĢısında izlediği dıĢ politika hem içerde hem de dıĢarıda bazı çevrelerde rahatsızlık yaratmasına karĢın, Arap toplumu ve entelektüel seçkinleri üzerinde etkisi uzunca yıllar sürebilecek farklı bir algılama yarattığı ileri sürülebilir. Yapılan tartıĢmalara bakıldığında iki açıdan Gazze politikasının eleĢtirildiği görülmektedir. 62 Essa bin Mohammed Al Zedjali, Mülakat, 09.02.2009, Umman. Abdel Bari Atwan, “Winners and Losers in the War on Gaza”, 19.01.2009, http://www.bariatwan.com/index.asp (e.t.29.01.2009) 64 Friedrich Ebert Stiftung Press Release, “Palestinians‟ Opinions After the Gaza War”, Poll No:67, January 2009 63 V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 49 Bunlardan birincisi Türkiye‟nin HAMAS‟ın da içerisinde yer aldığı Ġran ve Suriye tarafından temsil edilen radikal gruba kaydığı yönündeki eleĢtiridir. Ġkincisi ise Ġsrail ile iliĢkilerin sürdürülmesinin ulusal çıkar açısından gerekli olduğu tezidir. Ġkinci eleĢtiriden baĢlayacak olursak, Ġsrail‟in günümüzde ciddi bir Filistin sorununun yanı sıra Ġran ve Hizbullah sorunu da bulunmaktadır. Ancak, tüm bunların ötesinde Ġsrail‟in yanı baĢında bulunan Mısır‟daki Mübarek rejimi hem halk hem de bürokrasi içindeki seçkinlerin desteği konusunda sıkıntıları vardır. Mısır‟da olası bir rejim değiĢikliği Ġsrail açısından 1960‟lara dönmek anlamına gelir. Diğer bir deyiĢle Ġsrail Batı‟da Mısır, kuzeyde Hizbullah ve Suriye, doğudan da Ġran tehdidi altına girebilir. Ortadoğu‟da meydana gelebilecek söz konusu değiĢimler Ġsrail‟in güvenlik kaygılarını artırıcı niteliktedir. Dolayısıyla Ġsrail açısından rasyonel olan dıĢ politika Türkiye‟yi karĢısına almak değildir. Bununla birlikte irrasyonel dıĢ politika yürütülmesi de olasıdır. Ancak, bu durum Ġsrail açısından kayıpları kazanımlardan daha fazla olma riskini taĢımaktadır. Diğer yandan birinci eleĢtiriye gelecek olursak, yapılan saha araĢtırmasında Türkiye‟nin Ġran‟ın öncülüğünü ettiği radikal eksene kaydığına dair Orta Doğu ülkelerinde güçlü bir kaygının bulunduğu gözlemlenmemiĢtir. Aksine, Ġran tehdidinden en fazla rahatsızlık hisseden Körfez ülkeleri liderleri, akademisyenleri ve basın mensuplarıyla yaptığım mülakatlarda Türkiye‟nin son dönemdeki dıĢ politikasının ileri sürülenin aksine Ġran‟ı bölgede zayıflattığına dair güçlü bir algılamanın olduğu tespit edilmiĢtir. Nitekim Suudi Arabistan tarafından finanse edilen ve Suudi dıĢ politikasına uygun yayınlar yapan MBC kanalı Filistin asıllı Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısıyla yaptığımız mülakatta Abdullah Gül‟ün Davos sonrası Suudi Arabistan‟a uzun süreli bir ziyaret gerçekleĢtirmiĢ olmasının Türkiye‟nin Ġran ile birlikte hareket ettiği yönündeki Ģüphe veya iddiaları ortadan kaldırdığını ve Suudi yetkilerin Türkiye‟nin dıĢ politikasına tam bir güven duyduğunu ifade etmiĢlerdir. Nitekim Suudi Arabistan ziyareti sırasında ġura Meclisi‟nde bir konuĢma yapan Abdullah Gül, bu vesile ile ġura Meclisi‟ne hitap eden ilk Müslüman ülke CumhurbaĢkanı olmuĢtur. CumhurbaĢkanı Gül‟ün, Suudi Arabistan ziyareti sırasında, Filistin sorununun çözümünde Arap Ġnisiyatifi‟nin desteklendiğini açıklaması, Türkiye‟nin Ġran‟ın öncülük ettiği radikal blokla hareket etmeyeceğini göstermiĢtir. Ġran tehdidini en fazla hisseden ülkelerin baĢında gelen Körfez ülkeleri, Türkiye‟nin Lübnan‟ın ardından HAMAS üzerinde de etkili bir güç olmasını Ġran‟ın Orta Doğu‟daki gücünü sınırlayacak bir geliĢme olarak değerlendirmektedirler. Ayrıca SuriyeĠsrail barıĢ görüĢmelerinin nihai aĢamada Suriye‟nin Ġran‟dan uzaklaĢmasına yol açma potansiyeline dikkat çeken bazı Arap entelektüellerine göre Ġran, Türkiye‟nin Orta Doğu‟da oynamaya baĢladığı rolden ciddi anlamda rahatsızlık duymaktadır. Nitekim Ağustos 2008 tarihinde Suriye‟de ve Ekim 2008 tarihinde de Ġran‟da yürüttüğüm saha araĢtırmaları sırasında Ġranlı ve Suriyeli yazar, akademisyen ve politikacılarla yaptığım görüĢmelerde yukarıda öne sürülen iddiaları destekleyecek tutum ve söylemlerle karĢılaĢmıĢtım. Sonuç olarak Arap 50 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Ortadoğu‟sunda güçlü bir taban bulmaya baĢlayan yeni Türkiye imajı, sıradan Arap vatandaĢlarından baĢlayarak Arap entelektüellerinde, kamuoyunu yönlendiren seçkinlerde ve en son olarak da iktidarı elinde tutan kesimlerde büyük bir heyecan ve Türkiye‟ye karĢı bir güven duygusu yaratmaktadır. KAYNAKÇA Al Jazeera Televizyonu Arapça Yayını, 30 Ocak 2009 Alpay, ġahin, “Ġsrail ile ĠliĢkilerde Ġdealizm ve Realizm”, Zaman Gazetesi, 06.01.2009 American-Israeli Cooperative Enterprise, Israeli Cabinet Announces Measures in Reaction to Hamas Election Victory, (February 19, 2006), http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Peace/cabinet021906.html (e.t. 29.02.2009) Arab News, Erdogan wants Obama to redefine terrorism in Mideast”, http://www.arabnews.com/?page=4§ion=0&article=118713&d=30&m=1&y=2 009, (e.t.12.03.2009) Aras, Bülent, “Turkey and the Palestinian Question”, SETA Policy Brief, No: 27, January, 2009. Atwan, Abdel Bari, “Thank You Mr Erdogan, for the thousandth time”, http://theoccidentalist.wordpress.com/2009/01/31/erdogan-my-hero-by-abdel-bariatwan/ Atwan, Abdel Bari, “Winners and Losers in the War on Gaza”, 19.01.2009, http://www.bariatwan.com/index.asp (e.t.29.01.2009) BM İnsan Hakları Komisyonu, “Basın Açıklaması 03.03.2009”, http://www.unhchr.ch/huricane/huricane.nsf/view01/2796E2CA43CA4D94C12575 8D002F8D25?opendocument CNNTurk Haber, “Hamas, Türkiye'nin Talebiyle AteĢkes ilan etti”, http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/01/19/hamas.turkiyenin.talebiyle.ateskes.ilan .etti/509564.0/index.html Cordesman, H. Anthony, “The “Gaza War”: A Strategic Analysis”, Center for Strategic International Studies, February 2, 2009. Cumhuriyet Gazetesi, “Ġsrail'in Gazze'ye saldırıları” 29 Aralık 2008, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=26536 Friedrich Ebert Stiftung Press Release, “Palestinians‟ Opinions After the Gaza War”, Poll No:67, January 2009 Habtoor , Khalaf, “Turkey feels the pain of Palestinians”, January 13, 2009, http://archive.gulfnews.com/articles/09/01/14/10274951.html Hürriyet Gazetesi, “Ġsrail Ordusu Gazze‟yi ortadan ikiye böldü”, http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=19293 (e.t. 18.02.2009) İsrail Büyükelçiliği Resmi Sitesi, “IDF Operation in Gaza: Cast Lead”, http://www.israelemb.org/Operation%20Cast%20Lead/Website4.htm Khodr, Zeina, “Lebanon Threatened, too”, Al-Ahram Weekly On-line, Issue No.399, 15 - 21 October 1998, http://weekly.ahram.org.eg/1998/399/re3.htm (e.t. 29.11.2008 Kral Abdullah, Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik, Çev.: Halit Özkan, Ġstanbul: Klasik Yayınları, 2006 Gulf Daily News, “Unity Message”, 16.0.2009, http://www.gulf-dailynews.com/NewsDetails.aspx?storyid=248238 (e.t.16.04.2009 Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Resmi Sitesi, “30 Aralık 2008 Tarihli Basın Bildirisi”, http://www.mgk.gov.tr/Turkce/basinbildiri2008/30aralik2008.html (e.t. V. Ayhan Orta Doğu Ülkelerinin Türk Dış Politikasına Bakışı: Gazze Savaşı… 51 24.03.2009) Milliyet Gazetesi, “BaĢbakan Erdoğan'dan 'duygusal konuĢuyor' diyenlere tepki”, 06.01.2009 Milliyet Gazetesi, “Erdoğan: Ciddi Ġnsanlık Suçu”, 29.12.2008, NTV Haber, “Erdoğan Ortadoğu‟da seçime girse kazanır‟, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474456.asp, (05.02.2009) NTV Haber, “Erdoğan: Ġsrail’in saldırısı barıĢa darbe”, 29 Aralık 2008, http://www.ntvmsnbc.com/news/470442.asp Özalp, Güven “Erdoğan‟dan Ġsrail‟e: Gazze senin ülken mi?”, Milliyet Gazetesi, 19.1.2009 Podeh, Elie, “The Final Fall of the Ottoman Empire”: Arab Discourse over Turkey's Accession to the European Union”, Turkish Studies, Vol: 8, Iss: 3, (Sep., 2007), ss. 317 - 328 Radikal Gazetesi, “BaĢbakan: Üslubum herhalde bu fosforlu bombalardan daha sert değil”, 14/01/2009 Radikal Gazetesi, “Erdoğan‟a Binlerce Defa TeĢekkürler”, 31/01/2009. Yazının Ġngilizce ve Arapçası için bkz., Raptopoulos, Nikolaos, “Rediscovering its Arab neighbours? The AKP imprint on Turkish Foreign Policy in the Middle East”, Les Cahiers du RMES, Vol: I, No: 1 (juillet 2004) Ravid, Barak, “Defense Establishment Paper: Golan for Syria Peace, plan for Iran Strike”, Haaretz Newspaper, 29 Kasım 2008. The Palestinian Information Center (PIC), http://www.palestine-info.co.uk/en/ (e.t. 22.02.2008) Turner, Many, “Building Democracy in Palestine: Liberal Peace Theory and the Election of Hamas”, Democratizations, Vol:13, no:5 (Dec., 2006), ss. 739-740 Weymouth, Lally, “We Believe We Can Achieve Something‟ Turkey's prime minister speaks out from Davos”, Newsweek, Feb 9, 2009. Zedjali, Essa bin Mohammed, “Erdogan deserves the honour of Arabs”, Times of Oman, February 07, 2009 Orta Doğu ülkelerinde gerçekleşen Mülakatlar. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 SEÇĠCĠ KONUġMAMAZLIK (SELECTĠVE MUTĠZM): SEBEPLERĠ VE TEDAVĠ YAKLAġIMLARI Sefa BULUT ÖZET Selektif mutism çok ender görülen bir bozukluk olduğundan bazen de zaman içinde kendiliğinden ortadan kalktığı için dikkat çekmemekte ve kolaylıkla gözden kaçabilmektedir. Bu nedenle Ģimdiye kadar hakkında çok fazla Ģey yazılmamıĢtır. Bu derlemenin amacı, selektif mutism bozukluğunu incelemek, alandaki uzmanlara ve okuyuculara tanıtmak ve yeni bilgiler sunmaktır. Önce bu bozukluğun temel özelliklerine, tanı kriterlerine bakılmıĢ, yaygınlık oranları, ailesel sebepleri ve birlikte görülen bozukluklar incelenmiĢtir. Daha sonra ise bu rahatsızlığı oluĢturan etiolojik sebepler ve tedavi yöntemleri, en son bilimsel bulgularla birlikte, değiĢik kuram ve yaklaĢımlar ıĢığında incelenmiĢtir. Anahtar Kelimeler: Selektif Mutism, Seçici KonuĢmamazlık, Tedavi yöntemleri, Nedenleri, Yaygınlık Oranları. ABSTRACT Because selective mutism is a very rare disorder and it disappears by itself over time, it did not draw attention of many mental health professionals. Thus, there have been not been many written texts regarding this topic. The purpose of this literature review is to examine selective mutism and introduce it to the professionals. First, the core features of the disorder, prevalence rates, family etiologies, and co-morbid disorders are examined. Then, the etiological reasons for the disorder, assessments, interventions and treatment options were discussed in lights of the most recent theories and evidence-based findings. Key Words: Selective Mutism, Treatment techniques, Etiology, Prevalence Rates, SEÇĠCĠ KONUġMAMAZLIK (SELEKTĠF MUTĠSM) SORUNU Ġlk defa on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Alman doktor, Kussmaul (1877) sağlıklı ve doğal bir Ģekilde konuĢabilecek olan birisinin belli ortamlarda konuĢamaması durumunu tanımlamak için “aphasia voluntaria” (gönüllü konuĢmama) terimini kullanmıĢtır ve bunu gönüllü olarak konuĢmamayı tercih etme olarak yorumlamıĢtır. 1934‟te Ġsviçreli çocuk psikiyatristi Moritz Tramer belirli yerlerde, belirli insanlarla konuĢmamayı tercih eden çocukları tanımlamak için “elektif mutism” terimi kullanılmıĢtır Yrd. Doç. Dr., AĠBÜ, Eğt. Fak., Rehb. ve Psik. DanıĢ. ABD. BOLU sefabulut22@hotmail.com S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 53 (Leonard ve Topol,1993). Daha sonra Amerikan Psikiatri Birliği (1994) tarafından DSM IV‟ te (Ruhsal Bozukluklar Tanı Ölçütleri BaĢvuru Elkitabı) “selective mutism” olarak adlandırılmıĢtır. TANIMLANMASI DSM IV‟ ün tanımlamasına göre; selective mutism (SM), konuĢmanın normal ve doğal olduğu sosyal ortamlarda sürekli olarak konuĢamıyor, fakat baĢka ortamlarda konuĢuyor olabilmek olarak tanımlanmıĢtır (4th ed., Amerikan Psikiatri Birliği, 1994). Selektif mutismde, çocuk kaygı uyandıracak ortamlarda olduğunda mute olmayı yani konuĢmamayı seçmektedir (Black, 1996). Diğer yandan Steinhausen ve Juzi (1996) SM‟li çocukların normalde konuĢmaları gereken ortamlarda, tanımadıkları insanlarla konuĢmadıklarına dikkati çekmektedir. Bu çocuklar evlerinde anne-baba ve kardeĢleriyle, dıĢarıda oyun arkadaĢlarıyla konuĢurken; okula baĢladıklarında öğretmenleriyle konuĢmamaktadırlar ya da tanımadıkları ortamlarda ve tanımadıkları yetiĢkinlerle konuĢmamaktadırlar (Black, 1996). Resmi olarak bu tanının konulabilmesi için çocuğun konuĢmama durumunun en az bir ay sürmesi ve bu sürenin de özellikle çocukların okula baĢladıkları -ilk ayda utangaç ve çekingen olabileceklerinden dolayı- ilk bir aydan sonraki bir ay olması gerekmektedir. KonuĢamama durumu göçmen çocuklarında olduğu gibi, konuĢulan lisanı kullanamama ve kullanılan lisan hakkındaki yetersiz bilgilerden kaynaklanıyorsa bu mutism sayılmaz ve çocuğa tanı konmaz. ĠletiĢim bozuklukları, yaygın geliĢimsel bozukluklar ve psikotik bozukluklardaki suskunluklar mutizm olarak değerlendirilmez.(Krysanski, 2003). Bu çocuklarda sözel olarak konuĢmak yerine, jest ve mimik kullanımı, kafa sallama, çekme, itme ve tek heceli kelimeleri mırıldanma ya da fısıltılı konuĢmalar görülmektedir. AĢırı derecede utangaçlık, sosyal ortamlarda küçük düĢmekten korkma, sosyal izolasyon, geri çekilme, anneden ayrılmama, kompulsive özellikler, olumsuz duygular, mutsuzluk, öfke nöbetleri, özellikle evdeki bireyleri kontrol altında tutma ve karĢı gelme davranıĢları bu bozukluğun en temel özelliklerindendir (Dow, Sonies, Scheib, Moss ve Leonard, 1995). EĢlik Eden Bozukluklar (Comorbidity): Selektif mutisme eĢlik edebilecek rahatsızlıklar arsında en çok; sosyal fobi, kaçınma bozukluğu, basit fobi (Roberts, 2002), enürezis (altını ıslatma), enkoprezis (dıĢkı kaçırma), obsesif-kompulsif bozukluk, konuĢma ve dil bozuklukları ( Kolvin ve Fundudis, 1981) görülür. Bunun yanında sıkça depresyon (Wilkins, 1985), yaygın geliĢimsel bozukluk, psikotik bozukluklar ve anksiyete bozuklukları (Roberts, 2002), geliĢme geriliği (Kristensen, 2000), Asperger bozukluğu (Gilberg, 1995), karĢı gelme davranıĢı, somatik semptomlar (Kristensen, 2001), okulda düĢük akademik baĢarı, arkadaĢları tarafından reddedilme, Ģiddete maruz kalma ve boyun eğme davranıĢları 54 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) (Kumpulainen, Rasanen, Raaska, ve Somppi, 1998), okula gitmek istememe ve reddetme, çevresini ve yetiĢkinleri kontrol etme davranıĢları (Hayden, 1980), ve mental retardasyon (zeka geriliği) da görülmektedir (Remschmidt, Poller, Herpertz-Dahlmann, Hennighausen ve Gutenbrunner, 2001). Bergman, Piacentini, McCracken (2002) ve Kristensen (2001) SM‟li çocuklarda yüksek oranlarda kaygı ve kaygıyla iliĢkili bozukluklar olduğunu belirtmiĢlerdir. Çünkü SM‟li çocuklar tanısal açıdan çoğunlukla sosyal fobi kriterlerine de uymaktadırlar (Kopp ve Gilberg 1997). Hatta Black ve Uhde (1995) SM‟in sosyal fobi, Anstendig (1999) ise kaygı bozukluğu olarak yeniden sınıflandırılması gerektiğini savunmuĢlardır. Alt Tipleri: Diğer bazı araĢtırmacılar da SM‟i iĢlevselliği açısından farklı tiplere ayırmıĢlardır (Cunningham, Mc.Holm ve Boyle, 2006). Selektif mutizmin geniĢ ve kapsamlı bir Ģekilde incelendiği klasik bir çalıĢmada Hayden (1980) dört çeĢit alt-tip ve bunlara neden olabilecek olası nedenleri belirtmiĢtir. Hayden, Amerika BirleĢik Devletlerinin doğusundan ve batısından, değiĢik etnik ve sosyo-ekonomik gruplardan olan, 3 yaĢından 14 yaĢına kadar 68 çocuğun özelliklerini, gözlem, video, kaset kaydı, yazılı raporlar, anketler, çeĢitli okul ve psikolojik değerlendirme kayıtlarını inceleyerek selective mutizmi dört kategoriye ayırmıĢtır. Bunlar; 1) Simbiyotik mutism en yaygın olanıdır. Bu tipte çocuk dominant, sözel yeteneği güçlü olan, annesi ile çok sıkı bir simbiyotik iliĢki geliĢtiren bir çocuktur. Bu ailelerde babalar genellikle konuĢmayan pasif bireylerdir ya da bu aileler babaların hiç olmadığı ailelerdir. Anneler çocuklarının üzerine çok düĢerler ve onların her istediğini yaparlar. Bu anneler aynı zamanda çocuklarının ev dıĢında baĢkaları ile iliĢki kurmalarını da kıskanırlar. Diğer taraftan mute çocuklar da kendilerini sürekli kontrol altında tutan bu yetiĢkinlere karĢı olumsuz davranmakta ve sessizliği bir manipülasyon aracı olarak kullanmaktadırlar. 2) KonuĢma fobisi olan mutism ise en az görülenidir ve çocukların kendi seslerini kendilerinin duyması Ģeklinde ortaya çıkmaktadır. Çocuk konuĢma üzerinde kontrol sağlamak için bir takım tekrarlayıcı davranıĢlar yapmaktadır. 3) Tepkisel (reactive) mutisimde ise çocuğun mute durumu, tecavüz, ölüm gibi travmatik yaĢantılardan sonra ya da “kapa çeneni”, “ağzını açma” gibi azarlamalardan sonra geliĢmiĢtir. 4) Pasif-agresif (edilgen-saldırgan) mutismde ise çocuk çok güçlü bir Ģekilde ve düĢmanca bir tavırla sessizliği bir silah olarak kullanmakta, etrafını böyle manipüle etmekte ve cezalandırmaktadır. Bu çocuklarda sık sık Ģiddet davranıĢı ve antisosyal davranıĢ gözlenmiĢtir. Kolvin ve Fundudis (1981) ise iki tür psikolojik mutism olduğundan bahseder, birincisi “travmatik mutizm”, ikincisi ise “elektif mutizm”dir (Haris, 1996). S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 55 YAYGINLIK ORANLARI: (PREVALANCE RATES) SM‟in normal popülâsyonda görülme sıklığı oldukça azdır. Klinik popülâsyonda da %1‟den daha az görülmektedir (APA. 2000). Okul öncesi erken dönem için yaygınlık oranı, %1-3 arasında verilmiĢtir (Essau, Conradt ve Peterman, 2000). Epidemiolojik bir çalıĢmada Fundudis, Kolvin ve Garside (1979) yaygınlık oranı, ilkokul çocuklarında her 1000 çocukta 0.38 ile 0.69 arasında vermiĢtir. Fakat Hultquist (1995) belirtilen bu oranların gerçekten çok az olduğunu savunmuĢtur. Daha sonra yapılan çalıĢmalar ise daha yüksek oranlar vermiĢtir. Klin ve Volkmar (1993) yaygınlık oranını, her 10.000 çocukta 3 ile 8 arasında olarak belirtmiĢtir. Kumpulainen ve ark. (1998) Finlandiya için SM‟nin yaygınlık oranını, ikinci sınıf öğrencilerinde %2 kadar yüksek vermiĢtir. Kopp ve Gilberg, (1997) ise Ġsveç‟te 7 ile 15 yaĢ öğrencileri arasında yaygınlık oranını, %1,8 olarak vermiĢtir. Almanya‟da yapılan bir çalıĢmada da Melfsen, Walitza ve Warnke (2006) , psikiyatri kliniğine baĢvuran, 1. ve 12. sınıflara giden öğrencilerden oluĢan, klinik popülasyonda bu oranı, %2,6 gibi yüksek bir oran olarak vermiĢtir. Brown ve Llyod (1975) , Ġngiltere‟de ilkokul çağındaki tüm çocuklarda bu oranı %o7,4 olarak bulmuĢtur. Böylesine farklı oranlar verilmesinin nedenleri arasında; göçmen sayısının, verilen okul öncesi eğitimin, resmi olarak ilkokula baĢlama yaĢının farklı olması ve müdahale programlarının ülkeden ülkeye değiĢmesi gösterilebilir(Cunningham, McHolm, Boyle ve Patel, 2004). Yapılan taramalarda ülkemizde bu rahatsızlığın yaygınlık oranlarını veren istatiksel bilgilere rastlanmamıĢtır. Cinsiyetler açısından karĢılaĢtırıldığında ise çalıĢmaların çoğunluğunda kızlarda daha yüksek oranlar çıktığı verilmiĢtir. Kopp ve Gilberg (1997) kız ve erkek oranını 1,5‟e karĢı 1 olarak, Steinhausen ve Juzi (1996) ise 1,6‟ya karĢılık 1 olarak vermiĢtir. Hayden (1980) ise 2 kıza karĢı 1 erkek belirtmiĢtir. NEDENLERĠ (ETĠOLOJĠSĠ) SM‟in etiolojisi tam olarak anlaĢılamamıĢtır (Steinhausen ve ark. 2006). SM‟in oluĢumu zaman içinde farklı uzmanlar tarafından farklı Ģekillerde açıklanmıĢtır (Leonard & Topol, 1993). Erken dönemde yapılan araĢtırmalarda (Hayden, 1980) düĢük öz saygı, güvensiz ev ortamı, duygusal sorunlar ve geçmiĢte yaĢanan tek ya da bir seri travmatik deneyimleri SM nedenleri arasında görmektedir. Bozigar ve Hansen (1984) SM‟in öğrenilmiĢ bir durum ya da dikkat çekme davranıĢı olarak sebep gösterilirken, bazıları da bunu çocuğun iki yaĢına kadar anne çocuk arasındaki baĢarısız dil geliĢimine bağlamaktadır (Hultquist, 1995). Diğer taraftan SM‟i depresyonun konuĢulmayan ve dile getirilmeyen bir belirtisi olarak görenlerde vardır (Shreeve, 1991). BaĢka bir neden olarak da, konuĢma ve seslendirme bozukluğu gösterilmiĢtir (Krohn ve ark.1992). Göçmen ailelerde olduğu gibi, iki dilli olmak (bilingual), evde baĢka okulda baĢka bir dil kullanmak, travmatik yaĢantılar ve diğer önemli yaĢam olayları da oluĢum nedenleri arasında bahsedilmiĢtir (Steinhausen ve ark. 2006). Psikanalitik eğilimli uzmanlar SM‟i daha çok fiziksel ve duygusal bir 56 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) travmanın ürünü olarak görmüĢlerdir. Buna göre SM psiĢik çatıĢmalar ve çözümlenmemiĢ geliĢimsel çatıĢmalar sonucu meydana gelmektedir (Dow ve ark., 1995). Örneğin oral ya da anal döneme saplantısı olan çocuk anne-babasını cezalandırmak amacıyla konuĢmayabilir. Aile sırlarını saklayan çocuklarda, bir önceki geliĢimsel döneme gerilerler ve konuĢmayarak kızgınlık ve öfkelerini ebeveynlere yansıtabilir (Giddan ve ark.1997). Yine mutismin fiziksel ya da ruhsal bir travmadan sonrada ortaya çıkabileceği belirtilmiĢtir (Black ve Uhde, 1995). Kylon ve Fundudis (1981) bu durumları “travmatik mutism” olarak tanımlamıĢtır. Son yıllarda mutismin geliĢimini inceleyen etiolojik bakıĢ açısı geleneksel psikodinamik yaklaĢımlardan davranıĢsal yaklaĢım, biliĢseldavranıĢçı ve farmakolojik yaklaĢımlara doğru kaymaktadır (Krysanski, 2003). DavranıĢçı teoriler ise mutismi, uzun süren olumsuz pekiĢtireçlerle oluĢan bir öğrenme kalıbı olarak görmektedirler (Leonard ve Topol, 1993). Bu anlayıĢa göre mutism çocuğun çevresiyle olan etkileĢiminden doğmuĢtur ve çocuğun çevreyi manipule etmek için kullandığı öğrenilmiĢ tepkilerdir (Anstending, 1999). Bundan dolayı da çocuğun tepkileri patolojik olmaktan ziyade uyum sağlayıcı olarak görülmektedir (Powell ve Dalley, 1995). Aile sistem yaklaĢımcılarına göre ise mutism çocuğun aile ile olan iliĢkilerinden kaynaklanmaktadır (Anstending, 1998). Diğer yazarlar ise mutismin anne-baba ya da çocuk-ebeveynler arasında aĢırı derece kontrol ihtiyacından kaynaklanan, bağımlı ve çeliĢkili nitelikleri olan nörotik bir iliĢkiden doğduğunu belirtmektedirler (Subak, West ve Carlin, 1982). Ebeveynlerle geliĢen bu nörotik iliĢki tarzı, çocuk tarafından baĢkalarıyla olan iliĢkilerine de yansımaktadır. Öyle ki çocukları olan ailelerde, baskın, aĢırı koruyucu, aĢırı katı nitelikleri olan sıkı bağlanmalar, karĢılıklı bağımlılıklar, dıĢ dünyaya ve yabancılara karĢı güvensizlik, dil ve kültürleĢme zorlukları, evlilik sorunları ve anne ya da baba tarafından zaman zaman konuĢmama gibi özellikler sık görülmektedir (Meyers, 1994). ġu andaki bilgiler bu rahatsızlığın neden ya da nedenlerini kesin olarak açıklayacak derecede değildir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Öyle görülüyor ki SM‟e sebep olan pek çok olası etken vardır. Bu nedenle, SM‟in nitelik olarak birbirinden farklı birden fazla nedeni olduğu düĢünülmektedir (Hultquist, 1995). Aile Özellikleri: Literatür incelendiğinde SM‟li çocukların ailelerinde belli özelliklere rastlanmaktadır. Anstending (1999) aile içerisinde iletiĢim eksikliğinden bahseder. Hayden (1980) mute çocukları olan tüm ailelerde ciddi derecede patoloji ve çocuk istismarının var olduğunu yazmıĢtır. Krohn, Weckstein ve Wright (1992) ise çocuğun aĢırı derecede korunduğu, her isteğinin yerine getirildiği ve anne çocuk iliĢkisinin çok fazla iç içe geçtiği durumlardan bahseder. Aynı yazarlar, bu ailelerde ebeveynlerden birisinin sessizliği, düĢmanlığı göstermek için kullandığını, patolojik derecede utangaçlık ve kaygılı S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 57 olduklarını ve evlilik sorunlarının var olduğunu belirtmiĢlerdir. Bazen de anneler, gururla çocuklarının yalnızca kendileriyle konuĢtuklarını söyleyerek kendi narsistik ihtiyaçlarını karĢılar ve çocuğun böyle davranmasını pekiĢtirirler. Böylece sadece çocuk ve anneden oluĢan bir iliĢki (klik) olmaktadır (Shreeve, 1991). Bazen de SM‟li çocukların anneleri depresyonda olabilir, bu durumda çocuğun konuĢmaması, anne adına babaya yöneltilen düĢmanca duygulara dönüĢebilmektedir (Harris, 1996). Diğer bazı durumlarda ise çocuklar konuĢmama durumlarını sürdürerek ebeveynlerini cezalandırmak isteyebilirler, herhangi bir gizli sırrın saklanmasını sürdürebilirler ya da düĢmanca duygularını her hangi bir ebeveyne yansıtabilirler (Giddan, Ross, Sechler ve Becker, 1997). SM‟li çocukların büyük bir kısmında bu rahatsızlık baĢlamadan önce ailelerinde stresli olaylar yaĢadıkları (Steinhausen ve Juzi, 1996), göçmen ailelerden geldikleri (Brown ve Llyod, 1975), ve ailelerinde ruhsal rahatsızlıkların olduğu (Black ve Uhde, 1995) görülmüĢtür. Benzer Ģekilde, Remschmidt ve ark. (2001) mute çocukların ailelerinde patolojik belirtiler, mutism, yoksulluk, aile içi çatıĢmalar, kontrol eksikliği ya da yanlıĢ anne baba tutumları, ceza ve eleĢtiri kullandıkları görülmüĢtür. Annelerde duygusal dalgalanmalar, çabuk öfkelenme ve kızgınlık, yorgunluk, bıkkınlık, sosyal çekilme gibi depresyon belirtileri; babalarda ise alkolizm, ciddi kiĢilik bozuklukları, kronik depresyon, tamamlanmıĢ intihar, sosyal çekilme, utangaçlık, kaygı bozukluğu ve saldırgan davranıĢlar gözlemiĢlerdir. Steinhausen Wachter, Laimböck ve Metzke (2006) SM‟li çocuklarda genetik faktörlerden kaynaklanıyor olabilecek utangaçlık, aĢırı derecede sessizlik ve çekimserlik gibi kiĢilik özelliklerinin bu çocukların evbeveyinlerinde de varolduğunu belirtmiĢlerdir. Diğer taraftan Dow ve arkadaĢları da (1995) SM‟in utangaç ve kaygılı bir ebeveynden biyolojik olarak geçmiĢ olabileceğinden bahseder. Fakat, SM‟in genetik olduğu yönündeki iddialar henüz kanıtlanmamıĢtır (Kristensen, 2000). Yine aynı yazar, SM‟li çocuğu olan ailelerde sık sık taĢınmaların ve kreĢ ya da okul değiĢmelerinin gözlendiğini belirtmiĢtir. Yine bu ailelerde fiziksel ve sosyal yalıtılmıĢlık, komĢularla yaĢanan sorunlar, sosyal iletiĢim eksikliği oldukça yaygındır (Remschmidt ve ark., 2001). Bu ailelerin diğer bir özelliği de, boĢanma sonucu çocukların tek ebeveynli (çoğunlukla anne) ve düĢük gelirli olmaları ve bunun sonucunda çocuk arkadaĢlarıyla gerekli sosyal aktiviteleri yapamadığı, çocuğun arkadaĢlarından yalıtılmıĢ olduğu, yalnızlığa itildiği ve en sonunda da depresyon geliĢtirdiğidir (Cunningham ve ark. 2006). DEĞERLENDĠRME Bu bozukluk genellikle 3-4 yaĢlarından önce ortaya çıkmakta ve çoğunlukla aileler tarafından fark edilememektedir. Genellikle çocuklar ilk defa okula baĢladıklarında öğretmenleri tarafından fark edilmektedir. Fakat bazen öğretmenler de mute çocukları hemen fark edememekte ve çocuğu bir yere 58 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) yönlendirmekte geç kalabilmektedir. (Hultquist, 1995). Genelliklede bozukluğun süresi 5-7 yıl arasında değiĢmektedir (Remschmidt ve ark. 2001). O nedenle çocuk daha tedaviye gönderilmeden önce, uzun bir süre geçmiĢ olmaktadır. Sağaltımın baĢlangıcında geniĢ kapsamlı bir değerlendirme mutlaka gereklidir. Öncelikle, çocuğun biliĢsel, duygusal, davranıĢsal ve akademik alanlardaki yeterliliklerini ölçen değerlendirmeler yapılmalıdır. Mute durumuna eĢlik edebilecek olan diğer psikiyatrik ve nörolojik bozukluklar, özel öğrenme güçlükleri, dil ve konuĢma bozuklukları dikkatle incelenmeli ve bertaraf edilmelidir (Krysanski, 2003; Roberts, 2002). Eğer çocuk bulunduğu tüm ortamlarda konuĢamıyorsa bulaĢıcı hastalıklar, afazi, beyin lezyonu, ve fiziksel travma gibi durumlardan doğan nörolojik olasılıklar düĢünülmelidir (Dow ve ark. 1995). Mute çocuklar konuĢmadıklarından dolayı onlar hakkındaki bilgiler anne-babalardan ve öğretmenlerden alınır. Belirtilerin ilk defa ne zaman ortaya çıktığı, belirtilerin süresi, hangi olaylarla baĢladığı, çocuğun yaĢı, dil geliĢimi, herhangi bir nörolojik bozukluğun olup olmadığı, geçmiĢteki tedaviler ve etkinliği, çocuğun kimle ve nerelerde konuĢtuğu ve mute durumunun nerelerde ortaya çıktığı dikkatlice araĢtırılmalıdır. Eğer gerekiyorsa çocuğun evdeki iletiĢim ve etkileĢimi videoya kaydedilerek incelenmelidir (Roberts, 2002). Çocuğun sosyal ortamlarda iliĢkilerinin izlenmesi, çocuğun kendi ihtiyaçlarını söyleyip söyleyememesine bakılması, arkadaĢlarının olup olmadığı, sosyal etkinliklere katılıp katılmaması, çocuğun alıĢık olduğu ve olmadığı ortamlardaki tepkileri ilk değerlendirmeler için zengin bilgiler sağlar (Krysanski, 2003). Bununla beraber konuĢmama durumlarına yol açabilen psikiyatrik bozuklukların ve zihinsel geriliğinde elenmiĢ olması gerekir. Diğer taraftan çocuğun akademik baĢarılarına da bakılmalıdır. Çocuğun notları, öğretmeninin değerlendirmesi ve çocuklara uygulanan zekâ testleri, sorun hakkında çok köklü bilgiler sağlamaktadır. Gene çocukların evlerinde kullandıkları dil, dilin zenginliği, karmaĢıklığı, akıcılığı, sözsüz iletiĢim kalıpları ve dilde görülen geliĢimsel gerilikler aile bağlamında incelenmelidir. Sonuç olarak diyebiliriz ki sebebi ne olursa olsun, mute çocukların değerlendirmesi bireysel bir vaka olarak ele alınmalı ve çocuğun geliĢimi dikkatle incelenmelidir (Brown ve Llyod, 1975). TEDAVĠ YAKLAġIMLARI Mute çocukların tedaviye dirençli olmalarından dolayı sağaltımlarının zor olacağı belirtilmiĢtir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Fakat bununla beraber, otoriteler tarafından birçok tedavi yöntemi önerilmiĢtir. KonuĢmayan çocukların tedavisinde klasik psikodinamik yönelimli psikoterapiden, psikanalizden ve hipnozdan yararlı sonuçlar alınamamıĢtır (Richburg ve Cobia, 1994). BaĢarılı olan tedavi teknikleri arasında davranıĢsal, farmakolojik terapiler, grup, aile terapileri ve çoklu (multimodal) tedavi yöntemleri gösterilmektedir (Spasaro ve Schaefer, 1999). S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 59 Tarihsel olarak bakıldığında ilk defa SM‟in tedavisinde psikodinamik yaklaĢımın kullanıldığı görülmektedir. Bu yaklaĢımda ruh sağlığı uzmanları SM‟li çocuklarla bireysel olarak çalıĢmaktadırlar (Shreeve, 1991). Son zamanlarda bu yaklaĢım daha çok bireysel oyun terapisi Ģeklinde kullanılmaktadır (Anstending, 1998). Oyun terapisi çocuklara konuĢmaları için herhangi bir baskı oluĢturmayan güvenli bir ortam ve çocuğa oyun aracılığı ile iletiĢim kurma fırsatı vermektedir (Weininger, 1987). Bu nedenle çok yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Psikodinamik yaklaĢımın sınırlılıklarından birisi çok uzun zaman almasıdır. O nedenle bu terapi döneminde çocukta kaydedilen geliĢmelerin zaman içinde kendiliğinden mi yoksa tedaviden mi kaynaklandığını ayırt etmek çok zordur. Bazı yazarlar da psikodinamik yönelimli yaklaĢımları, SM‟in sağaltımında etkili olmadığı yönünde eleĢtirmiĢlerdir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Diğer yandan bazı uzmanlarda, psikanalitik terapinin çok zaman ve enerji aldığını bu nedenle bazı terapistler tarafından tercih edilmediğini söylemiĢlerdir (Wergeland, 1980). DavranıĢçı yaklaĢımlar bilimsel yönelimi güçlü olan ve en sık kullanılan müdahale yöntemleridir. BaĢarılı olan tekniklere bakıldığında ise uyarıcı söndürme (stimulus fading) (Rye ve Ullman, 1999), davranıĢ biçimlendirme (shaping) (Haris, 1996), kendi kendine model olma (selfmodeling) (Kehle, Madaus, Baratta ve Bray, 1998), sistematik duyarsızlaĢtırma (systematic desensitization) (Hultquist, 1995), pekiĢtirme (reinforcement), jeton biriktirme yöntemi (token economy) ve tepki uyandırma (response initiation) (Giddan ve ark. 1997) gibi davranıĢçı yöntemler vardır. Çok etkili olduğu savunulan davranıĢçı teknikler sırasıyla açıklanacaktır. Bunlar; Kademeli yaklaşım (Contincency menangement): Bu yöntemle, sözel davranıĢlar için olumlu pekiĢtireç verilirken, sözel olmayan davranıĢlar içinse ödüllendirmeme ya da söndürme yöntemi kullanılmaktadır (Gidon ve ark. 1997). Bu yöntemin zaman içinde çok baĢarılı sonuçlar verdiği belirtilmiĢtir. Kendi kendini model olma (Self modeling): Uygun davranıĢların sergilendiği, çocuk için tutumsal ve davranıĢsal kazanımları olan ve çocuğun içersinde kendisinin de olduğu kaydedilen ve daha sonra düzenlenen video görüntülerinin çocuk tarafından seyredilmesidir (Kehle, Owen ve Cressy 1990). Gizemli güdüleyici (Mystery motivator): Bu yöntemde çocukta beklentiyi ve pekiĢtirecin gücünü arttırmayı hedefleyen gizli bir ödüllendirme Ģekli vardır. Üzerinde bir soru iĢareti olan ve çocuğun adının yazıldığı bir zarf sınıfta herkesin göreceği bir yere konulur. Zarfın içersinde de çocuğun hoĢuna gidebilecek bir ödül vardır. Daha sonra çocuk sınıfta herkes tarafından duyulacak kadar yüksek bir ses tonuyla konuĢtuğu zaman bu kendisine verilir. Kendini ödüllendirme (Self-reinforcement): Bir kiĢinin uygun davranıĢlardan sonra kendi kendisini ödüllendirmesi olarak tanımlanır (Kehle ve ark. 1998). Tepki uyandırma (Response initiation): Bu teknikte çocuğa 60 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) konuĢmasının gerekli olduğu mesajı verilir. Sonra çocuğun terapistle tam bir gün beraber olacağı bir buluĢma hazırlanır. Eğer çocuk bir ya da birkaç kelime söylerse ödüllendirilir ve gitmesine izin verilir, aksi takdirde bütün gün terapistin odasında kalır. Böyle durumlarda çocukların çoğunluğunun ilk bir-iki saat içinde konuĢtukları görülmüĢtür. Daha sonra çocuğun konuĢmadığı sınıf ya da diğer ortamlarda öğretmeni ve arkadaĢlarıyla konuĢması için yeni hedefler belirlenir (Giddan ve ark. 1997). Genel olarak davranıĢçı müdahaleler çocuğun çevresinde mute durumunu oluĢturan ve sürdüren ortam ve koĢulların değerlendirmesi üzerine kurulmuĢtur. Fakat tek bir davranıĢçı yöntemin de, tek baĢına yeterli olmadığı görülmektedir. Çoklu yöntemle yapılan (multimodal), değiĢik davranıĢsal tekniklerin, yalnız ya da diğer tekniklerle beraber, kullanılması önerilmektedir (Krysanski, 2003). Bunun daha etkili sonuçlar doğurduğu görülmüĢtür. BiliĢsel-davranıĢçı tedaviler de, SM‟de baĢarılı teknikler olarak önerilmektedir (Roberts, 2002). Bu yaklaĢımın özellikle sözel ve sözel olmayan iletiĢim Ģekillerini teĢvik ettiği belirtilmiĢtir (Black, 1996). Terapist evde ve okulda iletiĢimi ve sosyal etkileĢimi ödüllendiren ve kaygı yaratan davranıĢları söndürmeyi amaçlayan bir program hazırlar. En küçük sözel geliĢmeler yavaĢ yavaĢ ödüllendirilir ve istenilen değiĢiklikler yavaĢ yavaĢ gerçekleĢtirilir. Bu programın nasıl uygulanacağı konusunda ailenin ve öğretmenin iĢbirliği içerisinde bulunması ve yapılan etkinliklerde tutarlı olmaları gerekmektedir (Roberts, 2002). Grup terapisinin SM‟li çocuklarda uygulanması çok yaygın değildir ve literatürde bu konuda fazla bilgi bulunmamaktadır (Bozigar ve Hansen 1984). Ender olmakla beraber birkaç baĢarılı çalıĢma bulunmaktadır. Bunlardan birisi kardeĢlerle grup olarak yapılan oyun terapisidir (Spasaro ve Shafer, 1999). Diğer bir çalıĢmada ise SM‟li dört çocuktan oluĢan grup terapileri yapılmıĢtır (Bozigar ve Hansen 1984). BaĢka bir çalıĢmada da ilkokula yeni baĢlayan iki kız öğrenciyle baĢarılı bir Ģekilde oyun terapisi yapılmıĢtır (Hultquist, 1995). Aile terapisi de, SM‟de sağlıklı ve fonksiyonel olmayan aile iliĢkilerini belirlemek amacıyla kullanılmaktadır. Burada amaç aile üyelerine sağlıklı olmayan iletiĢim kalıpları ve davranıĢları hakkında farkındalık kazandırmaktır. Eğer mute durumu aile dinamiklerinden kaynaklanıyorsa, geleneksel iç görüyü geliĢtirmeyi amaçlayan aile terapisi önerilmektedir (Krysanski, 2003). Bir çalıĢmada, Lazarus, Gauilo ve Moore (1983), Murray Bowen‟in aile terapisi teorisini kullanarak, birer saatten olmak üzere, üç oturumda yedi yaĢında bir çocuğun aile içi iliĢkilerini düzenlemiĢ ve tüm aile bireylerinin aile dıĢında bir kimlik geliĢtirmesine yardım ederek baĢarılı bir tedavi programı gerçekleĢtirmiĢlerdir (akt: Hultquist, 1995). BaĢka bir uygulamada da aile terapisi bireysel terapi ile beraber kullanılmıĢ ve 6 yaĢında bir kız çocuğu baĢarılı bir Ģekilde iyileĢtirilmiĢtir (Carr ve Afnan, 1989). Krohn ve ark. (1992) aile terapisi ve davranıĢ değiĢtirmeden (behavior medification) oluĢan kombinasyonun çok yararlı sonuçlar verdiğini belirtmiĢtir. S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 61 Yine aynı uzmanlar tarafından uygulanan diğer bir kombinasyon ise, ciddi davranıĢsal beklentilerin oluĢturulduğu, ailenin tedaviye katıldığı ve okulun da yakın iĢbirliğinin sağlandığı bir yöntemdir. Diğer bir baĢarılı uygulamada ise, aile terapisi, davranıĢ terapisi, oyun terapisi, ve ilaç tedavisi (fluoxetine) dört yaĢındaki bir kızın tedavisinde eĢ zamanlı olarak kullanılmıĢtır. Son on yılda farmakolojik tedavilerin SM‟e uygulanmasında oldukça yenilikler olmuĢtur (Roberts, 2002). Özelliklede sosyal fobinin tedavisinde kullanılan ilaçlar artarak SM tedavisinde de kullanılmaktadır (Dow ve ark. 1995). Yeni kuĢak anti depressantlar olarak bilinen selective serotonin reuptake inhibitor (SSRI) gurubundan fluoxetinein kullanılması birkaç çalıĢmada baĢarılı sonuçlar vermiĢtir. BaĢka bir çalıĢmada da, Black ve Uhde (1992) “fluoxetine” (prozac) kullanarak SM‟li bir çocuğun konuĢmasını sağlamıĢtır. Roberts (2002) 5 yaĢındaki evde ve arkadaĢlarıyla konuĢan bir kızın anaokuluna baĢladığında öğretmeniyle konuĢmadığı bir vakada yaklaĢık iki yıl kadar fluoxetine kullanmıĢ, baĢarılı sonuçlar alınca da bunu derece derece düĢürerek kesmiĢtir. Benzer Ģekilde, Kehle ve ark. (1998) davranıĢçı tekniklerle beraber prozac kullanmıĢ ve tedavi baĢarı ile sonlanmıĢtır. Yine diğer bazı yazarlarda fluoxetinein ve biliĢsel-davranıĢçı tedavilerin beraber kullanılmasını önermiĢlerdir (Kolvin ve Fundudis, 1981). Mutismin en çok ortaya çıktığı yerlerden birisi okul ortamlarıdır (Hultquist, 1995). Bu nedenle okul temelli bir tedavi yaklaĢımından da burada bahsetmekte fayda vardır. Bu programların amacı çocukta sosyal ortamlarda konuĢurken kaygı yaratan durumları azaltmak, sosyal iletiĢim ve etkileĢimlere teĢvik etmektir. Bunlar yapılırken de a) çocuk konuĢması için zorlanmamalı, b) çocuklar sınıf arkadaĢlarıyla normal sınıflarda tutulmalı, c) sözel iletiĢime daha az vurgu yapılmalı, d) arkadaĢlarla iliĢkileri teĢvik edilmeli ve e) biliĢseldavranıĢçı teknikler kullanılmalı. Ayrıca, öğretmenler öğrencilere destek olabilecek arkadaĢlar bulabilir ve onların sosyal becerilerini geliĢtirecek etkinliklere yöneltebilirler. Ayrıca eğer gerekli ise bir konuĢma terapisti de çocuğun telaffuz becerisini arttırarak ve konuĢma kurallarını öğreterek çocuğa yardımcı olabilir (Krysanski, 2003). Ebeveynlerin ve öğretmenlerin de, çocuğun rahatsızlığı hakkında eğitilmesi gerekmektedir. Çocuğun bir kaygı durumundan rahatsız olduğu, isteyerek konuĢmayı reddetmediği Ģeklinde bozukluğun doğası tanıtılmalıdır. Bu eğitim, ailenin ve öğretmenin çocuğa karĢı daha destekleyici, anlayıĢlı bir yaklaĢım benimsemesini sağlar. Psiko-eğitim aynı zamanda anne babanın, öğretmenlerin ve okuldaki diğer personelin yaĢayabilecekleri karıĢıklığı ve engellenmiĢlik duygularını azaltacak ve çocuğa daha iyi bir eğitim verebilmek için motive olmalarına yardım edecektir (Roberts, 2002). Rye ve Ullman (1999) ise sosyal beceri eğitiminin diğer yöntemlerle beraber kullanılmasını önermiĢtir. Bu yaklaĢımın varsayımı ise; okulda konuĢmayan çocukların sosyal becerilerini geliĢtirebilecekleri ve bunları uygulayacakları fırsatları kaçırdıklarından arkadaĢlarıyla konuĢacak düzeyde 62 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) konuĢma becerilerine ulaĢamamalarıdır. Bu yüzden SM çocuklara sosyal beceri eğitimi verilmesi, onların sosyal ortamlarda konuĢmalarına yardım edecektir. SM çocuklar çoğunlukla konuĢmaları için yapılan yoğun baskıdan dolayı geri çekilme yaĢamaktadırlar öyle ki, bu da onların olumsuz pekiĢtirilmesine yol açmaktadır. Bundan dolayı da tedaviye oldukça dirençlidirler (Kehle ve ark. 1998). Benzer Ģekilde baĢka yazarlarda baĢarılı tedavilerin çok fazla zaman aldığından yakınmıĢlardır (Rye ve Ullman, 1999). Bu bağlamda, bazı müdahalelerin 4 yıla kadar uzadığı görülmüĢtür (Krohn ve ark, 1992). Yine bazı durumlarda da rahatsızlığın belirtileri çevrenin değiĢmesiyle kendiliğinden azalmaktadır. Bu nedenle de okul ortamının değiĢtirilmesi önerilmektedir (Wergeland, 1980). Bunun tersine Hayden (1980) ise, mute durumunun kendiliğinden azalması ve ortadan kalkmasının çoğunlukla orta derecedeki mute çocuklarda görüldüğü ve daha sonra tekrardan konuĢmamaya baĢladıklarını iddia etmektedir. Tamamen iyileĢme oranları batı Avrupa, Amerika ve Ġskandinav ülkelerinde %39-100 olarak verilmiĢtir. Ġleriki yaĢlarda, asıl temel semptomlar azalsa bile bireylerde iletiĢim sorunları, sosyal çekilme, psiko-sosyal sorunlar ve yüksek derecede iĢsizlik görünmektedir. Bir izleme çalıĢmasında Remschmidt ve ark (2001), bu bireyleri bağımlı, düĢük motivasyonlu, kendilerine güvensiz ve daha az olgun, dikkat bozukluğu problemleri, duygusal sorunları olan ve depresyon, çabuk kızma ve aĢırı duygusal dalgalanmalar yaĢayan bireyler olarak tanımlamıĢtır. Bu rahatsızlığın geliĢimi (prognoz) çok sistematik olarak incelenmemiĢtir. Fakat ailede yoksulluk, ebeveynlerde ruhsal bozuklukların olması, ailenin tedavi için iĢbirlikçi olmaması, düĢük zeka düzeyi ve aile üyelerinde gözlemlenen mutism, bu rahatsızlığın tedavisini olumsuz etkileyen faktörler arasındadır (Steinhausen ve ark. 2006). Bazı yazarlar tek bir müdahale yönteminin diğerine olan üstünlüğünü tartıĢırken, bazıları da tek bir yöntemin etkili olmadığını ve en etkili yöntemin diğer yaklaĢımlarla beraber kullanıldığında (multimodal) daha baĢarılı olacağını savunmuĢlardır (Kehle ve ark. 1998). Bu nedenle seçilecek olan yöntem ya da yöntemler dikkatlice çocuğun ve ailenin nitelikleri göz önüne alınarak yapılmalıdır. En uygun tedavi yaklaĢımı olarak ise aile katılımının sağlandığı, okul ortamlarını da içine alan, ilaçlardan da yararlanılan davranıĢ değiĢtirme yöntemidir. KAYNAKÇA American Psychiatric Association. (1994). Diagnostic and statistical manual of mental disorders. (4th ed.). Washington, DC. Anstendig, K. D. (1999). Is selective mutism an anxiety disorder? Rethinking its DSMIV classification. Journal of Anxiety Disorders, 13(4), 417-434. Bergman, R. L., Piacentini, J., ve McCracken, J. T. (2002). Prevalence and description of selective mutism in a school based sample. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 41, 938-946. S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 63 Black, B. B., & Uhde, T.W. (1992). Elective mutism as a variant of social phobia. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 31(6), 10901094. Black, B. B., & Uhde, T.W. (1995). Psychiatric characteristics of children with selective mutism: A pilot study. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 34, 847-855. Black, B. B. (1996). Social anxiety and selective mutism. American Psychiatric Press Review of Psychiatry. Washington, DC. American Psychiatric Association Press. Brown, G. J. ve Llyod, M. A. (1975). A controlled study of children not speaking at school. Journal of Workers for Maladjusted Children, 3, 49-63. Bozigar, J. A., & Hansen, R.A. (1984). Group treatment for elective mute children. Social Work, 29(5), 478-480. Carr, A. & Afnan, S. (1989). Concurrent individual and family therapy in a case of elective mutism. Journal of Family Therapy, 11, 29-44. Cunningham, C. E., McHolm, A., Boyle, M. H., ve Patel, S. (2004). Behavioral and emotional adjustment, family functioning, academic performance, and social relationships in children with selective mutism. Journal of Psychology and Psychiatry, 45(8), 1363-1372. Cunningham, C. E., McHolm, A., & Boyle, M. H. (2004). Social phobia, anxiety, oppositional behavior, social skills, and self-concept in children with specific selective mutism, generalized selective mutism, and community controls. European Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 10, 245-255. Dow, S. P., Sonies, B. B., Scheib, D., Moss, S. E., Leonard, H. L. (1995). Practical guidelines for the assessment and treatment of selective mutism. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 34, 836-845. Essau, C.A., Conradt, J. & Peterman, F. (2000). Frequency, comorbidity, and psychosocial impairment of anxiety disorders in German adolescents. Journal of Anxiety Disorders, 14, 263-279. Fundudis, T., Kolvin, I. & Garside, R. F. (1979). Speech retarded and deaf children: The psychological development. London, England. Academic Press Giddan, J. J., Ross, G. J., Sechler, L. L., & Becker, B. R. (1997). Selective mutism in elementary school: Multidisciplinary interventions. Language, Speech, and Hearing Services in Schools, 28(2), 127-133. Gillberg, C. (1995).Clinical Child Neuropsychology. Cambridge, UK: Cambridge University Press. Hayden, T. L. (1980). The classification of elective mutism. Journal of American Academy of Child Psychiatry, 1980(191), 118-133. Harris, H. F. (1996). Elective mutism: A tutorial. Language, Speech, and Hearing Services in Schools, 27(1), 10-15. Hultquist, A. M. (1995) Selective mutism: Causes and interventions. Journal of Emotional & Behavioral Disorders, 3(2), 100-107. Kehle, T. J., Owen, S. V., & Cressy, E. T. (1990). The Use of self modeling as an intervention in school psychology: A case study of an elective mute. School Psychology Review, 19, 115-121. Kehle, T. J., Madaus, M. R., Baratta, V. S., & Bray, M. J. (1998). Augmented selfmodeling as a treatment for children with selective mutism. Journal of School Psychology, 36(3), 247-260. 64 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Klin, A., Volkmar, F.R. (1993). Elective mutism and mental retardation. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 32(4), 860-864. Kolvin, I., & Fundudis, T. (1981). Elective mute children: Psychological development and background factors. Journal of Child Psychology and Psychiatry, 22, 219-232. Kopp, S. & Gilberg, C. (1997). Selective mutism: A population based study: A research note: Journal of Child Psychology and Psychiatry, 38(2), 257-62. Kristensen, H. (2000). Selective mutism and comorbidity with developmental disorder/delay, anxiety disorder, and elimination disorder. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 39(2), 249-256. Kristensen, H. (2001). Multiple informants‟ report of emotional and behavioral probleSM in a nation-wide sample of selective mute children and controls. European Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 10,135-142. Krohn, D. D., Weckstein, S.M., Wright, H.L. (1992). A study of the effectiveness of a specific treatment for elective mutism. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 31(4), 711-718. Krysanski, V. L. (2003). A Brief Review of Selective Mutism Literature. The Journal of Psychology, 137(1), 29-40. Kumpulainen, K., Rasanen, E., Raaska, H., ve Somppi, V. (1998). Selective mutism among second-graders in elementary schools. European Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 7, 24-29. Leonard, H. L, & Topol, D. A. (1993). Elective mutism: Child and Adolescent Psychiatric Clinics of North America, 2, 695-707. Melfsen, S., Walitza, S., & Warnke, A. (2006). The extent of social anxiety in combination with mental disorders. European Journal of Child and AdolescentPsychiatry 15(2), 111-117. Meyers, S. (1994). Elective mutism in children: A family system approach. The American Journal of Family Therapy, 12, 39-45. ReSMchmidt, H., Poller, M., Herpertz-Dahlmann, B., Hennighausen, K., Gutenbrunner, C. (2001). A follow-up study of 45 patients with elective mutism. European Journal of Child and Adolescent Psychiatry, 251,284-296., Richburg, M. L., Cobia, D. C. (1994). Using behavioral techniques to treat elective mutism: A case study. Elementary School Guidance & Counseling, 28(3), 214-220. Roberts, S. J. (2002). Identifying mutism‟s etiology in a child. The Nurse Practitioner, 27(10), 44-48. Rye, M.S., & Ullman, D. (1999). The successful treatment of long-term selective mutism: A case study. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 30(4), 313-323. Shreeve, D. F. (1991). Elective mutism: Origins in stranger anxiety and selective attention. Bulletin of the Menninger Clinic, 55(4), 491-504. Spasaro, S. A., & Schaefer, C.E. (Eds.). (1999). Refusal to speak: Treatment of selective mutism in children. Northvale, NJ: Jason Aranson Inc. Subak, M., West, M., & Carlin, M. (1982). Elective mutism: An expression of family psychopathology. International Journal of Family Psychiatry, 3,335-344. Steinhausen, H., & Juzi, C. (1996). Elective mutism: An analysis of 100 cases. Journal of the American Academy of Child and Adolescent Psychiatry, 35(5), 606-614. Steinhausen, H.C., Wachter, M, Laimböck, K., & Metzke, W. (2006). A Long-term outcome study of selective mutism in childhood. Journal of Psychology and S. Bulut Seçici Konuşmamazlık (Selective Mutizm): Sebepleri Ve Tedavi Yaklaşımları 65 Psychiatry, 47(7), 751-756. Weininger, O. (1987). Elective mute children: A therapeutic approach. Journal of the Melanie Klein Society, 5, 25-42. Wergeland, H. (1980). Elective mutism. Annual Progress in Child Psychiatry and Child Development, 373-385. Wilkins, R. (1985). A comparison of elective mutism and emotional disorders in children. British Journal of Psychiatry, 146, 196-203. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 ĠMAR REFORMU GÜNDEMĠ Mustafa DEMĠRCĠ ÖZET Son yıllarda tüm dünyada fiziksel planlama sistemleri önemli reformlar geçirmektedir. Türkiye‟de fiziksel (imar) planlama siteminin kapsamlı revizyonu Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı tarafından uzun süredir tartıĢmaya açılmıĢ bulunmaktadır. Bakanlığın yeni bir planlama ve imar kanunu için hazırladığı taslak odak alınarak bu çalıĢmada, Türkiye‟de planlama reform gündemi neoliberal yeniden yapılanma çağında son yapılan planlama reformlarının ıĢığında küresel bir perspektiften tartıĢılmaktadır. ÇalıĢmada Bakanlığın taslağının Türkiye‟de son zamanlarda büyük ölçüde Yeni Kamu Yönetimi (ĠĢletmeciliği) teorisine dayanan reformların bir uzantısı olup olmadığının belli olmadığı ileri sürülmektedir. Anahtar Sözcükler: Planlama, imar, neoliberalizm, imar reformu. THE AGENDA FOR PLANNING REFORM ABSTRACT Physical planning systems all over the world have undergone significant reforms in recent decades. The Ministry of Public Works and Settlement in Turkey has commenced a debate on a comprehensive revision of physical planning system for a long time. Focusing on the Ministry‟s draft for a new planning and development law, this paper attempts to discuss the agenda for planning reform in Turkey from a global perspective in the light of recent planning reforms undertaken in the era of neoliberal restructuring. The paper argues that the Ministry‟s draft has no clear direction whether it will be an extension of recent public administration reforms in Turkey based overwhelmingly on the theory of New Public Management. Key words: Planning, development, neoliberalism, planning reform. GĠRĠġ Ekonomik geliĢmiĢlik düzeyleri, idari ve siyasi örgütlenme ve kültürleri birbirinden farklı olan ülkeler, fiziksel geliĢimi (imarı) yönlendirmek için birbirinden farklı çeĢitli planlama sistemleri oluĢturmuĢtur. Bu sistemler fiziksel Bu çalıĢma 9-11 Ekim 2008 tarihinde Bolu‟da Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi tarafından düzenlenen KAYFOR IV programında sunulan “Ġmar Reformu?” baĢlıklı bildirinin düzeltilmiĢ ve geniĢletilmiĢ biçimidir. Yrd. Doç. Dr., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli ĠĠBF Kamu Yönetimi M. Demirci İmar Reformu Gündemi 67 planlama, arazi kullanımı planlaması, kent ve bölge planlaması, kent ve ülke planlaması, mekânsal planlama ve imar planlaması gibi çeĢitli adlarla anılmaktadır. Planlama sistemleri arasında yığınla farklılıklar olmasına rağmen, bu sistemlerin en azından bir tane değiĢmeyen ortak özelliği vardır. O da, mevcut bütün planlama sistemlerinin iç ve dıĢ kaynaklı değiĢimlere uyum sağlamak için sürekli olarak yenilenmekte olmasıdır (Friedmann, 2005: 211). Bu çalıĢmanın konusu ülkemizdeki fiziksel geliĢmeleri (imarı) yönlendirmek için oluĢturulan fiziksel (imar) planlama sisteminde yapılması düĢünülen reform düzenlemeleridir. Fiziksel planlama sistemlerinin reformu, günümüzde bütün dünyada güncellik kazanmıĢtır. Nitekim 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın ilk yıllarında baĢta Avrupa ülkeleri olmak üzere hemen hemen dünyanın her yerinde devletler planlama sistemlerinin performansını gözden geçirerek önemli reform paketleri ortaya koymuĢtur (Campbell, 2003: 347; Booth, 2003: 949). Çağımızda planlama sistemlerinin yeniden değerlendirilerek reform programlarının oluĢturulması küresel bir boyut kazanmıĢ ve planlama için önemli bir “dönüm noktasına” gelinmiĢtir. Bu dönemde artık planlama kavramı değiĢmekte yeni anlayıĢlar ortaya çıkmaktadır (Gleeson ve Law, 2000: 134, 149). Gerçi, planlama tarihte hiçbir zaman durağan düĢünceler ve uygulamalar durumunu almamıĢtır, ama tüm dünyada planlama ile ilgi geliĢmeler planlama ve plancılar açısından tedirgin edici, kaygı verici hatta moral bozucu bir boyut kazanmıĢtır (Harrison, 2003: 363). Örneğin Avustralya‟nın Ģehir ve bölge planlama sisteminde yaĢanan dönüĢümler, planlamanın varlığını bile tehdit eder duruma gelmiĢtir (Gleeson ve Low, 2000: 83). Zira birçok ülkenin reform gündeminde planlama, kentlerin ve bölgelerin ağır sorunlarıyla baĢ etmede “çözümün” değil “sorunun” bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Planlama devletlerin reform gündeminde artık olumlu dönüĢümü gerçekleĢtirecek bir güç olmaktan daha çok geliĢimi engelleyici ve yeniliği sınırlayıcı bir güç olarak düĢünülmektedir (Campbell, 2003: 347). Her ne kadar birçok ülkede yapılan planlama reform çalıĢmalarında planlama hakkında olumsuz düĢünce hâkim olsa da, hiçbir ülkede planlamayı tamamen ortadan kaldırma giriĢiminde bulunulmamıĢtır. Ancak, planlamanın doğası, iĢlevleri ve içeriği önemli ölçüde değiĢmektedir. Birçok bilim adamı, yüzyılın dönümünde Ģehircilik de dâhil küresel ölçekte yaĢanan dönüĢümleri “neoliberalleĢme” süreçlerinin yansımaları olarak yorumlama eğilimindedir (Brenner ve Thedore, 2005: 103). KüreselleĢme ve liberalleĢme ile birlikte devletin yeniden yapılanması planlama sistemlerini ve imar uygulamalarını uluslar arası alanda yeniden Ģekillendiren baĢat faktör olarak görülebilir (Prior, 2005: 479). Nitekim planlama reformu konusunu inceleyen akademisyenler, son yıllarda çeĢitli ülkelerde gerçekleĢtirilen planlama reformunu açıklamak için bu düĢünceyi destekleyen “neoliberal yeniden yapılanma”, “Fordist üretim tarzından Post-Fordist üretim tarzına geçiĢ”, “modernistten post-modernist bir 68 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) çağa geçiĢ” gibi çeĢitli analitik çerçeveler kullanmaktadır. Her ne kadar piyasanın üstünlüğünü savunan neo-liberalizmin uluslar arası siyasette yükseliĢi, planlama reformlarını etkileyen baĢat faktör olsa da, reformları sadece neoliberalizmin yükseliĢinin yansımaları olarak betimlemek eksik bir yaklaĢım olabilir. Zira planlamada “toplumsal bütünleĢme” ve “sürdürülebilirlik” gibi neoliberalizmi dengeleyici söylemler de planlama reform gündemine girmiĢtir (Harrison, 2003: 367-368). Yerel yönetimler dâhil kamu yönetimi alanında birçok önemli reform çalıĢmaları yapılan ülkemizde imar (planlama) reformu veya imar mevzuatının revizyonu uzun süredir gündemdeki yerini korumaktadır. Önce “ġehircilik ve Ġmar Kanun Tasarısı Taslağı” sonra adı değiĢtirilerek “Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı” olan Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı‟nın (2005) açtığı imar ve planlaya iliĢkin tartıĢma metni henüz yasalaĢmıĢ değildir. Ġmarla ilgili ortaya çıkan sorunları çözmeye yönelik birçok düzenleme yapılmasına rağmen, tedvin edilmiĢ temel kanun veya çerçeve kanun çıkarmada iĢ yavaĢtan alınmakta ve bu da “niçin imar kanunu sürüncemede bırakılıyor” sorusunu akıllara getirmektedir (Övür, 2006). Her ne kadar son yıllarda ülkemizde kamu yönetimi alanında köklü zihniyet değiĢikliğine (geleneksel kamu yönetimi modelinden yeni kamu yönetimi modeline geçiĢ) dayanan bütüncül reformlar yapılmak istense de, uygulamada reform düzenlemeleri tam tersine parça parça ortaya çıkmaktadır (Arıkboğat, 2007: 50). Bu çalıĢmanın amacı Türkiye‟de imar reformu gündemini Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı‟nca (2005) tartıĢmaya açılan “Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı” bağlamında dünyada planlama alanında meydana gelen reformları göz önünde bulundurarak tartıĢmaktır. Bu amaçla ilk önce fiziksel planlamanın ne olduğu ve hangi eleĢtirilere maruz kaldığı kısaca ele alındıktan sonra yapılan çağdaĢ planlama reformları irdelenecektir. Daha sonra bu çerçevede Türkiye‟de imar reformu gündemi Bayındırlık Bakanlığının taslağı esas alınarak değerlendirilecektir. KÜRESEL PERSPEKTĠFTEN PLANLAMA REFORMU Burada Türkiye‟de imar reformu tartıĢmasına altlık oluĢturmak maksadıyla küresel perspektiften kentsel planlamada reformu gerektiren nedenler ve ülkelerin fiziksel planlama reform gündemini oluĢturan baĢlıca planlama sorunları ele alınacaktır. Reforma Giden Yol: Bir Refah Devleti ĠĢlevi Olarak Planlamanın EleĢtirisi Kentsel geliĢimi (imarı) yönlendirmek için yapılan planlama, Batı dünyasında geliĢmiĢ ve birçok ülkede teknik uzmanlığa dayanan önemli bir sosyal kurum haline gelmiĢtir. Dünyanın diğer ülkeleri Avrupa‟dan planlama düĢünce ve pratiğini ithal ederek kendi koĢullarına uyarlamaya çalıĢmıĢtır. Çok boyutlu karmaĢık bir olgu olan planlama bir bakıma Batı rasyonalizminin, aydınlanmasının ve modernizminin bir ürünü olarak görülebilir (Gunder, 2003: M. Demirci İmar Reformu Gündemi 69 238). Fiziksel planlama özellikle Ġkinci Dünya SavaĢı sonrası piyasaların çözmede yetersiz bulunduğu ve bu yüzden regülâsyon veya devlet müdahalesinin gerekli görüldüğü bir kamu politikası alanı veya refah devleti iĢlevi olarak geliĢmiĢtir (Parsons, 1995: 5-6). Modernist tarzda plancılar, siyasal karar almayı kolaylaĢtıran teknik uzmandır. Uzman olarak plancılar, katı planlama (imar) denetimi yoluyla gerçekleĢtirecek olan kentler için plan hazırlayarak iĢlevini yerine getirir. Bu bakımdan planlama, fiziksel dünyada “ideal iyiyi” paylaĢmak için mücadele eden uzmanlık, düĢünce ve uygulama alanı olarak tanımlanabilir. Planlama uzmanlığını akılla meĢrulaĢtırır; araçsal rasyonalizm ile yeryüzünde cennet idealinin vizyonu yaratır. Planlama düĢüncesinde sadece bir tane ideal güzellik, adalet, iyi kent formu olabilir ki bu plancının akıl ve uzmanlığıyla tasarladığı planda somutlaĢır (Gunder, 2003: 240). Rasyonalizme ve pozitivist bilime dayanan bu planlara tartıĢmasız uymak kamu yararınadır. Geleneksel olarak fiziksel planlama merkezi, yukardan aĢağı, teknokratik ve otoriter bir süreç olarak geliĢmiĢtir. Bilim ve teknolojiye olan güven nedeniyle bilimsel araĢtırma ve analizin rasyonel planlar üreteceği kabul edilmiĢtir. Plancılar değer yargılarından bağımsız, (yerleĢim kuramı, sistem kuramı ve rasyonel analiz gibi bilimsel yöntemleri kullanan) objektif bilim adamı olarak görülmek istenmiĢtir. Planlama ve idare (planlama ve uygulama), tamamen birbirinden ayrı alanlar olarak düĢünülmüĢtür. Plancılar kendilerini siyasal çekiĢmenin dıĢında tutmak istemiĢtir (Gleeson ve Low, 2000: 88). 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı sonrası geliĢen Keynezyen iktisat ve refah devleti (sosyal devlet) anlayıĢı ve karma ekonomi, kapitalist ülkelerde fiziksel planlamanın emlak piyasasına müdahalesini meĢrulaĢtırmaya çok önemli destek sağlamıĢtır. Planlamanın emlak piyasasına müdahalesi, neoklasik refah iktisadının “piyasa baĢarısızlığı” görüĢüne dayandırılmıĢtır: Özel teĢebbüs kendi eyleminin sonucundan sorumlu olmadığı için çevre alanında piyasalar kurumsal olarak baĢarısızdır. Piyasa baĢarısızlığı asimetrik bilgi, doğal tekeller, dıĢsallıklar ve kolektif mallar gibi sorunlara atfedilebilir (Pennington, 1999: 44). Bu sorunlar nedeniyle emlak piyasasında meydana gelen piyasa kurumunun baĢarısızlıklarını düzeltmek için kamu planlaması yoluyla müdahale gereklidir. Bu anlayıĢın geniĢ kabul gördüğü 1945‟ten sonraki 30 yıllık dönem genellikle baĢarılı regülâsyon dönemi olarak kabul edilir. Regülâsyon kuramını savunanlara göre bu dönemde kapitalist ekonomilerde Fordist üretim tarzı ile planlama arasında uyum vardır. Planlama Fordist üretim tarzının üretim ve tüketim kalıplarına uygun arazi kullanımı örgütlenmesinde yardımcı olma iĢlevini görmüĢtür (Prior, 2005: 468). Sosyalist ekonomilerde ise sadece emlak piyasası değil ekonominin tamamı merkezi planlama yoluyla kumanda edilmiĢtir. Ne var ki, kamu planlamasına karĢı olan “piyasalaĢma” hareketi aĢağı yukarı 1970‟den sonra yeniden güç kazanmaya baĢlamıĢ, küreselleĢme, Hayek‟in düĢüncelerinin yaygınlaĢması, neoliberal devletin yeniden 70 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) yapılanması ile rekabet, serbestleĢtirme ve özelleĢtirmenin artması, Sovyet Bloku‟nun çöküĢü, enformasyon teknolojisindeki hızlı ilerleme gibi geliĢmeler planlama düĢünce ve pratiğini derinden etkilemiĢtir. Dünyada ülkelerin fiziksel planlama sistemlerinde meydana gelen reformlar bu geliĢmelerin yansımaları olarak görülebileceği gibi fiziksel planlamaya yönelik eleĢtirilere verilen tepkiler olarak da düĢünülebilir. Bu nedenle planlamaya yönelik eleĢtirilere kısaca değinmek gerekir. Planlama reformu bağlamında fiziksel planlamaya yönelik eleĢtiriler 4 grupta toplanabilir: (1) Marksist eleĢtiri, (2) Çoğulcu ve kültürel eleĢtiriler, (3) Çevrecilik, (4) Planlama karĢıtı muhafazakârlık (Gleeson ve Low, 2000: 99). Banarjee (1993: 353) soldan özellikle Marksist, sağdan ise, piyasa savunucularının saldırılarının entelektüel olarak planlama kurumunu zayıflattığını kaydetmektedir. Marksist Eleştiri: Bu anlayıĢta plancı yönetici sınıfının çıkarına hizmet eden kapitalist devlet aygıtının memurudur. Planlamanın rolü, kapitalist birikimi sağlayan kapitalist yeniden üretime katkı yapan üretim iliĢkilerini yeniden üreten koĢullara elveriĢli ortamı sağlamaktır. Marksist planlama eleĢtirisi dünyada yaĢanan çağdaĢ planlama reformlarında doğrudan siyasal etkiye sahip olmamıĢtır ama entelektüel olarak planlama düĢüncesini zayıflatmaya katkı yapmıĢtır (Gleeson ve Low, 2000: 100, 134). Kültürel ve Çoğulcu Eleştiriler: ÇeĢitli feminist, postmodern ve diğer radikal demokratik perspektifler, teknokratik ve otoriter planlama formlarına karĢı çıkmıĢtır. Bu eleĢtiriler farklı siyasal felsefelerden kaynaklansa da toplumsal çeĢitlilik ve demokratikleĢmiĢ planlama formunu savunmada birleĢmektedir. Kültürel eleĢtirmenler “türdeĢ kamu” anlayıĢına karĢı çıkarak planlamanın özü olarak “toplumsal çeĢitliliğe” vurgu yapmaktadır. Örneğin ünlü planlama karĢıtı Jane Jacobs kent planlamada elit (profesyonel) değerlerin hâkimiyetini eleĢtirmekte ve plancıları kentlerin katili ilan etmektedir (Gleeson ve Low, 2000: 104-105). Planlamanın meĢrulaĢtırıcı araçlarından biri olan kapsamlı rasyonalizm de birçok açıdan eleĢtiri konusu yapılmıĢtır. 1960‟larda ve 1970‟lerde Batılı planlama sistemlerine yönelik entelektüel eleĢtiriler ve tabandan gelen protestolar, türdeĢ kamu ve evrensel kamu yararının kurumsallaĢmıĢ ideallerini büyük ölçüde aĢındırmıĢtır. (Gleeson ve Low, 2000: 106). Bu eleĢtiriler planlamada “halk katılımının” değeri üzerine vurgu yapmıĢtır. Gerçekte türdeĢ kamu değil, birbirine baskı yapan çıkarlara sahip çeĢitli grupların varlığını kabul eden plüralist düĢüncede kamu yararı kavramının kullanımı sorunludur. Çevreci Eleştiriler: Çevrecilik, pozitivist teknokratik fiziksel planlama alanının demokratikleĢmesinin yanı sıra çevre sorunlarının fiziksel planlama gündemine alınmasını talep etmektedir. Çevreciler planlamadaki geleneksel kamu yararı düĢüncesinin alanını insan dıĢı topluluklar ve doğal varlıkları da içine alacak Ģekilde yeniden kurgulanmasından yanadır. Çevreciler “sürdürülebilir kalkınma” ilkelerinin mekânsal planlama gündemine girmesi çabasındadır (Gleeson ve Low, 2000: 114). M. Demirci İmar Reformu Gündemi 71 Planlama Karşıtı Muhafazakârlık: Muhafazakâr siyasal ve ekonomik çıkarlardan fiziksel planlamaya karĢı her zaman siyasal ve entelektüel muhalefet olmuĢtur. Muhafazakâr eleĢtiride planlamanın her formuna karĢı derin hoĢnutsuzluktan belli bağlamlarda dikkatlice belirlenmiĢ sınırlı bazı müdahale formlarını kabul etmeye kadar çok çeĢitli tavırlar mevcuttur (Gleeson ve Low, 2000: 119). ÇağdaĢ planlama reformlarının arkasındaki en önemli düĢüncenin piyasa savunucularının planlama eleĢtirileri olduğunu söylemek abartılı olmaz. Piyasa savunucularına göre fiziksel planlamanın temel uğraĢ alanı olan arazi kullanım kararlarını piyasaya bırakmanın üç temel gerekçesi vardır (Pennington, 1999: 49-56): i. Avusturya Ekolü Argümanı: Piyasalar yakın ikamesi olmayan pozitif özelliklere sahiptir. Planlama yoluyla piyasa fiyatlarında oluĢan gömülü bilgiyi toplamak ve merkezileĢtirmek mümkün değildir. Meçhul gelecek hakkında plancıların yaptığı tahminler keyfidir. Nitekim planlama, teknolojik yenilik ve tüketicilerin değiĢen hayat tarzı örüntülerinin etkisini tahmin etmede sürekli yetersiz kalmıĢtır. ii. Kamu Tercihi Argümanı: Piyasanın alternatifi olan devlet faaliyetinden (veya kamu müdahalesinden) kurumsal eksiklikleri nedeniyle mümkün olduğu ölçüde kaçınmak gerekir. Çünkü kamu tercihi kuramı politik sistemde yer alan aktörlerin kamu yararını artırmak için çalıĢtığı varsayımını reddeder; onların da tıpkı piyasa aktörleri gibi kendi çıkarlarına göre davrandığını kabul eder. Bu yüzden bilgi sorunları halledilse bile, politikacıların planları uygulaması olası değildir. “Devlet baĢarısızlığına” iĢaret eden kamu tercihi kuramına göre, plancıların kontrol ettikleri kaynakların maliyetine katlanmaması ve faydasına katılmaması sebebiyle, çevre ve ekonomi konularında baĢarı için kar amacı güden firmalar gibi teĢviklere sahip değildir. Devlet baĢarısızlığının maliyeti piyasa baĢarısızlığının maliyetinden daha yüksektir. iii. Coase Ekolü Argümanı: Çoğu zaman sadece devlet tarafından halledilebileceği düĢünülen arazi kullanımı sorunları için çoğu zaman piyasa çözümleri vardır (Pennington, 1999: 50). Piyasa savunucularına göre piyasa baĢarısızlığı, tam güvenilir bir kuram değildir. DıĢsallıklar mutlaka planlı müdahaleyi gerektirmez, vergi ve teĢviklerle çözülebilir. Kamusal malların kapsamı da plancıların koruduğunu varsaydığından daha dardır (Richardson ve Gordon, 1993: 347). Kısacası fiziksel planlamanın tamamen piyasadan çekilmesini savunanlar, piyasaların devlet müdahalesinden daha üstün olduğunu ileri sürmektedir: Fiziksel planlama hem emlak piyasasını çarpıtır hem de kent ekonomisini bürokratikleĢtirerek imarın iĢlem maliyetini artırır. Bu durum, istihdam artıĢını azaltır ve konut ve ulaĢım için tüketicilerin ihtiyaçlarını tatmin etmede piyasanın gücünü sınırlar. Bölgeleme (zoning) gibi zorunlu regülâsyonların emlak piyasasından çekilmesi gerekir. SözleĢme gibi özel koordine edici mekanizmalar daha verimli kaynak tahsisine yol açar (Gleeson 72 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ve Low, 2000: 119). Sağ düĢünceye göre insanların çevreyi kullanımı devlet kontrollerinden daha çok piyasa fiyatları ile daha iyi disiplin altına alınabilir (piyasa çevreciliği). Ne var ki, birçok piyasa kuramcısı kapitalist bir toplumda bazı planlama formlarının olmasını kabul etmektedir. Fakat bunların devlet faaliyeti olması bakımından birçok kusuru olduğu için “sınırlı” tutulması gerekir. (Gleeson ve Low, 2000: 120). Ancak pratikte devletin emlak piyasasına müdahalesi minimalist fonksiyonunu aĢmakta, özel çözümlerin ortaya çıkıĢını aktif olarak engellemekte, piyasanın çalıĢmasına izin vermemektedir. Oysaki piyasaların daha yenilikçi yaklaĢımlar getirmesi olasılığının küçümsenmemesi gerekir. Yeni sağ aynı zamanda fiziksel planlamayı siyasal açıdan eleĢtirmektedir: Teknokratik rasyonalite piyasanın tiranlığından daha zalimdir. Fiziksel planlama sadece mülkiyet hakkına değil, insan haklarına bir müdahaledir. Emir-komuta ve kontrol politikası, kiĢisel özgürlüğe zarar verir. Oysaki piyasa mekânsal geliĢmenin örgütlenmesi için daha demokratik araçlar sağlar (Gleeson ve Low, 2000: 119-121; Richarson ve Gordon, 1993: 348). Planlama Reform Gündemi: Piyasaya Dayalı Fiziksel Planlama Son yıllarda gerçekleĢtirilen her reform hareketinde olduğu gibi fiziksel planlama reformunu en çok etkileyen geliĢmenin her alanda piyasanın bürokrasiden daha etken olduğunu savunan neoliberal görüĢün uluslararası alanda hâkimiyet kazanması olarak tanımlamak akademik çevrelerin neredeyse ortak görüĢ haline gelmiĢtir. Örneğin Gleeson ve Low (2000: 133), Avustralya‟da yeni planlama reform gündeminin oluĢumunu neoliberalizmin artan siyasal otoritesi ile yeniden canlanan planlama karĢıtı muhafazakârlığa bağlamaktadır. Prior (2005: 476) ise, Ġngiltere‟de planlama reformunu neoliberal politikalar tarafından Fordist regülâsyon tarzının sürekli sermaye birikimi için artık gerekli görülmeyen demode unsurların rasyonalizasyonu olarak değerlendirmektedir. Neoliberal anlayıĢa dayanan reformlar Ġngiltere‟de planlamayı tamamen ortadan kaldırmamıĢ, piyasanın fiziksel planlamadan üstün olduğu inancıyla planlama sistemini yeniden ĢekillendirmiĢtir (Allmendinger ve Tewdwr-Jones, 1997: 114). Bu anlayıĢ planlama otoritelerinden piyasaya dayalı imara karĢı olumlu görüĢ benimsemesini talep etmiĢtir ve bu durum fiziksel planlama pratiğini önemli ölçüde değiĢtirmiĢtir. Ülkelerin fiziksel planlama reform gündemi planlamayı etkileyen neoliberalleĢme gibi genel trentlerin yanı sıra kendi iç sorunlarının etkisiyle oluĢmaktadır. Örneğin Avustralya planlama reform gündeminde halk katılımı, iĢ dünyası ve yerel halk için imar denetimi süreçleri hakkında daha fazla kesinlik, imar önerilerini karara bağlamada daha az erteleme ve tartıĢma, ekonomik büyüme ve iĢ imkanları yaratma (Gleeson ve Low, 2000: 131) ön planda iken, Kuzey Ġrlanda bağlamında merkezi regülâsyon sisteminin adem-i merkezileĢtirilmesi, kaynaĢtırıcı ve eĢitlikçi karar alma sistemine duyulan ihtiyaç öne çıkmaktadır (Crawford, 2003: 357). Ġskoçya‟da ise yeni planlama M. Demirci İmar Reformu Gündemi 73 hiyerarĢisi, mekânsal planlama, stratejik düĢünce, modernizasyon ve katılım, fiziksel planlama reform gündeminin ön sıralarında yer almaktadır (Peel ve Lloyd, 2006: 104-105). Fiziksel planlama reform gündemi ülkeden ülkeye değiĢse de genel trendlerin oluĢumu göz ardı edilemez (Harrison, 2003: 362). Genel trendler aĢağıdaki gibi özetlenebilir: Planlama Kurumuna Karşı Olumsuz Düşüncenin Yayılması: Özellikle 1980‟den sonra planlama düĢünce ve pratiğine iliĢkin olumsuz kanılar yaygınlaĢmıĢtır. Reform gündeminde fiziksel planlama kentlerin ve bölgelerin yönetiminde “çözümün” değil “sorunun” bir parçası olarak görülmektedir (örneğin planlamanın hem ekonomik performans hem de çevre değerleri olumsuz etki yaptığı gibi). Bu entelektüel dönüĢ, fiziksel planlama sistemi için alternatif düzenleyici ve denetleyici düzenlemelerinin bulunmasına ilgiyi artırmıĢtır (Peel ve Lloyd, 2006: 90). Bu değiĢim eski sosyalist ülkelerde daha bariz görünmektedir. Örneğin Sovyet döneminde merkezi kumanda ekonomisinin hâkim olduğu Rusya‟da, piyasa reformlarının ekonomik ve siyasal liberalleĢmenin ortaya çıkması ile birlikte fiziksel planlama hem teorik hem pratik anlamda kriz durumuna girmiĢtir. Komünizm sonrası Rus toplumunda her türlü planlamaya karĢı olumsuz tutum ortaya çıkmıĢtır. (Golubchikov, 2004: 231-233). Planlamanın Rolünün Azaltılması: Planlamaya karĢı olumsuz düĢünce beraberinde plancıların rolü ve devlet müdahalesinin gereği tartıĢmasını getirmiĢtir. Planlamanın mesleki temeli sorgulanmıĢ ve piyasalaĢma artıkça (veya devlet küçüldükçe) bir kamu müdahalesi alanı olan planlamanın rolü azalmıĢtır. Piyasa Ģehirleri, toplumları ve çevreyi Ģekillendiren temel güç haline geldikçe fiziksel planlama marjinal hale gelmektedir (Khan ve Piracha, 2003). 1980‟lerin neoliberal ideolojisi Batı dünyasında serbestleĢtirme (deregulation) ile piyasaya daha fazla ağırlık vererek disiplin olarak planlamayı sınırlandırmıĢtır. Örneğin Yeni Zelanda‟da plancıların katkısı tartıĢmaya açılmıĢ ve devletin değiĢen rolü planlamayı zayıflatmıĢtır (Dixon, 2003: 348). Bu açıdan durum eski sosyalist ülkelerde de pek farklı değildir: Mevzuat boĢluğu, kentsel ekonominin kaos durumu ve planlama teorisindeki kriz Rusya‟da fiziksel planlamanın rolünü iyice azaltmıĢtır (Golubchikov, 2004: 233). Piyasaya Dayalı Planlama: Neredeyse tüm dünyada bölgeleme mevzuatı yoluyla “piyasa güçlerini sınırlayıcı” olarak algılanan fiziksel planlamadan, piyasa yoluyla ekonomik geliĢmeyi kolaylaĢtıran bir çeĢit “giriĢimci planlamaya” geçiĢ trendi yaĢanmaktadır (Friedmann, 2005: 211-212). Bu açıdan Kore imar reformunu inceleyen Suh (2003: 356), plancılara Ģu uyarıyı yapmayı gerekli görmektedir: “Hızlı kentsel geliĢim ve imar ihtiyaçları planlama faaliyetleri ile tam olarak karĢılanamayabilir. Ġmar, büyük ölçüde piyasa mekanizmaları ve halkın davranıĢları tarafından belirlenmektedir.” Aynı trend, eski sosyalist kentlerde de yaĢanmaktadır. Eski sosyalist kentlerde siyasal demokratikleĢme, piyasa ilkelerinin yeniden getirilmesi, devletin mali krizi, büyük çapta özelleĢtirme, ticarileĢme, kentsel alanlarda 74 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) yoğunlaĢmıĢ uluslar arası finansal iĢlemler ve yatırımlar sadece yeni kurumlar yaratmamıĢ aynı zamanda planlama kavramını değiĢtirmiĢtir. Bu ülkelerde fiziksel planlama daha esnek bir Ģekilde yeni ekonomik ve siyasal mekanizmalara uyum sağlama yoluyla meĢruiyetini yeniden kazanmaya çalıĢmaktadır (Nedovic-Budic ve Tsenkova, 2006: 3). İmar Denetimlerinin Gevşetilmesi: Ġmar denetimlerinin gevĢetilmesi kentsel geliĢmede piyasa güçlerine baĢat rol tanıyan siyasal görüĢün hâkim olmasının doğal bir sonucudur. Örneğin performans bölgelemesi ve esnek yapı standartları bu amaca yöneliktir (Gleeson ve Low, 2000: 125). Ġmar denetimleri konusunda eski sosyalist ülkelerde daha radikal değiĢiklikler yaĢanmıĢtır. Örneğin Rusya‟da bütün imar faaliyetleri 1990‟lı yıllarda planlama kontrolünün dıĢında bırakılmıĢtır (Golubchikov, 2004: 233). Yönetişim Formu Olarak Planlama: Yeni kamu yönetimi (iĢletmecilik) anlayıĢında piyasalaĢtırılamayan kamu hizmetlerinin özel sektör benzeri mekanizmalarla yönetilmesi gerekir. Fiziksel planlama reform gündemini belirleyen en önemli faktörlerden biri kamu sektöründe meydana yönetim/yönetiĢim anlayıĢındaki bu değiĢmedir. Klasik kamu yönetimi modelinin demode hale gelmesiyle onun yerine yeni kamu yönetimi (iĢletmecilik) modelinin yükseliĢi (performans yönetimi, rekabetçi teĢvikler, hesap verebilirlik ve verimlilik) fiziksel planlamayı önemli ölçüde etkilemiĢtir. Bu durum Ġngiltere, Yeni Zelanda, Güney Kore ve Güney Afrika‟da açıkça görülmektedir. Yeni kamu yönetimi ilkeleri fiziksel planlama sistemlerinin değerlendirmesini ve reformunu etkilemiĢtir. Bütün ülkelerde performans yönetimi sistemlerinin getirilmesi yönünde güçlü bir hareket oluĢmuĢtur. Performansa dayalı planlama Amerika BirleĢik Devletleri, Ġngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya gibi bir çok ülkede uygulanmaktadır (Baker, vd., 2006: 396). YönetiĢimde diğer bir değiĢim kamu-özel sektör ortaklığının fiziksel planlama açısından büyük bir önem kazanmasıdır. Planlama yönetiĢiminde kamu-özel sektör ortaklığı gibi iĢbirliği yapmaya veya birlikte çalıĢmaya verilen önem artmıĢtır (Friedmann, 2005: 225). Proaktif ve Stratejik Planlamaya Geçiş: Geleneksel olarak planlama ve uygulama aĢaması tamamen birbirinden yalıtılmıĢtır. Plan bitimiyle baĢlayan uygulama büyük ölçüde kontrol yönelimli ve düzenleyicidir. Ancak yeni planlama reformlarında proaktif ve stratejik planlama formlarına doğru yönelim vardır (Harrison, 2003: 368). Örneğin Fransa‟da 2000 yılında oylanan Kentsel DayanıĢma ve Yenileme Kanununda (Loi SRU), fiziksel planlama süreci ile imar ve kentsel politika uygulaması iliĢkilendirilmiĢtir (Booth, 2003: 951). Planlama Yetkilerinin Adem-i Merkezileşmesi: ÇağdaĢ yönetiĢim söyleminde önemli bir unsur adem-i merkezi yönetim kavramıdır. Tüm dünyada bölgesel ve yerel yönetimlerin planlama yetkisi güçlenirken merkezi yönetimin rolü zayıflamaktadır (Friedmann, 2005: 211). Ancak, adem-i merkezi ve yerel planlamanın yükseliĢi sorunsuz değildir. Bunlardan en zoru yerel yönetimlerin yeni sorumlulukları yerine getirme kapasitesidir. Bu konudaki tartıĢmalar M. Demirci İmar Reformu Gündemi 75 sürmektedir (Harrison, 2003: 368). Yenilik (İnovasyon) Faaliyeti Olarak Planlama: Devletin yeniden yapılanması demokratikleĢme süreçleriyle birlikte, bütün sorun ve zorluklara rağmen, fiziksel planlama yenilikçi yaklaĢımlar için bağlam oluĢturmuĢtur (Harrison, 2003: 369). Planlamanın kent ve bölgelerin geliĢiminde (imarında) sadece piyasa güçlerini sınırlamasından daha çok geliĢimin etkilenebileceği yenilikçi çözümler geliĢtirmesi ve yeni kurumsal düzenlemeler keĢfetmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiĢtir. Bir bakıma planlama plancıların hatalarından öğrendiği “deney” veya “sosyal öğrenme süreci” olarak ortaya çıkmaktadır (Friedmann, 2005: 214). Toplumsal Bütünleşmeye Verilen Önemin Artması: Ortaya çıkan çağdaĢ fiziksel planlama reformlarını sadece neoliberal olarak tanımlamak aĢırı basitleĢtirme olur. Kökeni mimarlık ve mühendisliğe dayanan fiziksel planlamanın alanı sosyoekonomik konuları da kapsayacak biçimde geniĢlemektedir (Friedmann, 2005: 215). Bu bakımdan planlamada toplumsal bütünleĢmeye/kaynaĢmaya verilen önemin arttığını belirtmek gerekir. Örneğin Güney Afrika‟da toplumsal kaynaĢmaya verilen önem gayet açık olarak görülmektedir. Fiziksel planlamanın toplumu bütünleĢtirici bir araç olarak önemi artmaktadır (Harrison, 2003: 367). Keza, Fransa‟da 2000 yılında oylanan Kentsel DayanıĢma ve Yenileme Kanunun (Loi SRU) ikinci bölümü gettoların oluĢmasını ve dıĢlanmıĢ nüfusun yoğunlaĢmasını önlemek için sosyal konut temini üzerinde yoğunlaĢmıĢtır (Booth, 2003: 949-950). Mekânsal Planlamaya Geçiş: Özellikle Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde stratejik planlamaya geçiĢ, bölgesel geliĢmeye esnek fakat uzun vadeli rehberlik sunan yeni mekânsal planlama formlarını geliĢtirmiĢtir. Avrupa Mekânsal GeliĢme Perspektifi (ESDP) mekânsal planlamanın önemli bir politika belgesidir (Harrison, 2003: 368). AB ülkelerinde AB‟nin etkisiyle arazi kullanımı planlaması zaman içinde mekânsal planlamaya doğru kaymaktadır. Mekânsal planlama geleneksel fiziksel planlamanın ötesine geçmekte, ekonomik ve sosyal politika öğeleriyle bağlantı kurmaktadır (Jones, 2006: 120). Mekânsal planlamada aynen gerçekleĢmesi gereken basmakalıp nazım plan anlayıĢı yerine imar aktörlerini etkilemeye çalıĢan esnek politika çerçeve belgesi olarak planlar ortaya çıkmaktadır. Sürdürülebilir Kalkınmanın Planlama Gündemine Girmesi: ÇağdaĢ fiziksel planlama reform gündeminde yer alan önemli bir söylem de sürdürülebilirlik olmuĢtur. Tüm dünyada fiziksel planlamada sürdürülebilir kalkınmaya karĢı ilgi yavaĢ yavaĢ artmaktadır. 2002 Johannesburg Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi sürdürülebilirlik düĢüncesini ana görüĢ haline getirmiĢtir (Harrison, 2003: 368). Planlamaya Halkın Katılımının Gerekli Görülmesi: Birçok ülkenin planlama reform gündeminde yer alan önemli bir öğe de halk katılımına yapılan vurgudur (Harrison, 2003: 369; Peel ve Lloyd, 2006: 93). Teknik rasyonalite ve uzmanlığa duyulan güvenin zayıflaması planlamanın meĢruiyetini sağlamada 76 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) halk katılımını gerekli kılmıĢtır. Daha katılımcı planlama formlarına kayıĢ kamu özel ortaklığı gibi yeni planlama modellerine geçiĢ genel trend haline gelmiĢtir. Bu aynı zamanda demokratikleĢme sürecinin bir gereğidir. Planlama Hiyerarşisi Oluşturma: Planlama ölçekleri artmaktadır. Mahalle, kent, kentsel bölge, bölge, ulus, ulus üstü planlama gibi çok farklı ölçeklerde planlama yapılmaktadır (Friedmann, 2005: 216). Planlar arasında kademeleme veya hiyerarĢi oluĢturma Kore ve Fransa gibi birçok ülkede önemli bir sorun haline gelmiĢtir. Bu açıdan, örneğin Fransa‟da 2000 yılında oylanan Kentsel DayanıĢma ve Yenileme Kanunu (Loi SRU), arazi kullanım planlamasına radikal değiĢiklikler önermiĢtir. Kanunun birinci bölümünde arazi kullanım planlarının hiyerarĢisi yeniden ĢekillendirilmiĢtir (Booth, 2003: 949). 2. ÜLKEMĠZDE PLANLAMA (ĠMAR) REFORMU GÜNDEMĠ ÇalıĢmanın buraya kadar olan kısmında ülkemizde imar reformunu tartıĢmak için gerekli kavramsal çerçeve oluĢturulmuĢtur. Bu çerçevede önce ülkemizde mevcut planlama sisteminin sorunları irdelenecek, daha sonra ise bu sorunlara çözüm olarak önerilen resmi çözümler (Planlama ve Ġmar Kanun Tasarısı Taslağı) tartıĢılacaktır. Reformunun Sebepleri: Ülkemizde Ġmar Planlaması ve Sorunları Ülkemizde fiziksel geliĢimi (imarı) “belirlemek” iddiasıyla yapılan planlama, imar planlamasıdır (geleneksel fiziksel planlama). Ülkemizde 1930‟larda kurulan imar planlama pratiği dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi “elitist, merkeziyetçi, durağan, denetleyici ve yerel uygulama pratiğine yabancı”dır (Tekeli 1991: 44). Plancıların teknik bilgi ve becerileri ile bilimsel ve rasyonel olarak türdeĢ toplum için “en iyi” çözümü plan belgesi ile ürettiği varsayılmıĢtır. Fiziksel planlamanın siyaset ve ekonominin dıĢında tarafsız bir faaliyet olduğu kabul edilmiĢtir. Ne var ki, 1950 sonrası hızlı kentleĢme karĢısında imar planlama sistemi yetersiz kalmıĢtır. BaĢta gecekondulaĢma olmak üzere plan dıĢı kaçak yapılaĢma özellikle büyük kentlerde kentsel geliĢmenin temel niteliğini oluĢturmuĢtur. Planlı geliĢen alanlarda da imar tam olarak plana göre yapılmamıĢ, plana aykırı birçok uygulamaya göz yumulmuĢtur. Kısacası ülkemizde imar planlaması çoğu zaman fiziksel geliĢimi belirleyici olamamıĢ onu arkadan takip etmiĢ ve olupbittileri yasalaĢtırma iĢlevi görmüĢtür (KeleĢ, 2008: 158). Ġmar affı kısırdöngüsü yaĢanmıĢ ve kentler yarı planlı yarı plansız bir biçimde geliĢmiĢtir. BaĢka bir deyiĢle teknik uzmanlığa dayalı toplumsal bir kurum olarak fiziksel planlama ülkemizde yeterince geliĢememiĢtir. Bu bakımdan tarihsel bir bakıĢ açısıyla Ekinci (2007) Türkiye‟de fiziksel planlamayı 1940‟a kadar “ulusal duyarlık dönemi”, 1950‟lerden itibaren “ranta sevdalanma dönemi”, 1960 darbesiyle planlı döneme geçilmesine rağmen “planlamaya düĢmanlık dönemi” (plan değil pilav lazım söylemi), 1980 darbesi sonrasını “imarda iĢ bitiricilik dönemi”, 2000‟li yılları ise “ülkeyi pazarlama M. Demirci İmar Reformu Gündemi 77 dönemi” olarak betimlemektedir. Ġmar mevzuatında imar planları kentsel geliĢmeyi belirleyen temel faktör olarak görülmesine rağmen, imarın temel belirleyici kentsel ekonominin dinamikleri olmuĢtur. Bu nedenle birçok plancı ülkemizde planlamanın iĢlevini yitirdiğini, imar planlamasının gerçek anlamda bir planlama olmadığını, planlama, imar ve yapılaĢma düzeninin çözüm değil sorun ürettiğini, ülkemizde planlamanın gerçekten istenip istenmediği konusunda tereddütleri olduğunu açıkça dile getirmektedir (TMMOB, 2005). Özellikle 1980 sonrası tüm dünyada ve ülkemizde yaĢanan piyasalaĢma süreci zaten etkin olmayan fiziksel planlamanın durumunu daha da zayıflatmıĢtır. 1957‟den 1985‟e kadar bazı değiĢikliklerle yürürlükte kalan 6785 sayılı Ġmar Kanunun yerini alan 3194 sayılı Ġmar Kanunu baĢta olmak üzere Ģehircilik mevzuatının yenilenmesi günümüzde ciddi bir ihtiyaç haline gelmiĢtir (TMMOB ġehir Plancıları Odası, 2004). ġehircilik/planlama yazınında planlama sisteminde reform gerektiren sorunlar/nedenler planlama jargonuna uygun olarak aĢağıdaki gibi sıralanabilir: Planlamaya Karşı Olumsuz Tutum: Türkiye‟de 1950 sonrası çoğunlukla planlamayı benimsemeyen (plan değil pilav lazım felsefesi ) partiler iktidar olmuĢtur. Ülkemizde genel olarak halkın planların gerekli ve faydalı olduğuna inanmadığı görülmektedir (Aksu, 2003). İmar Mevzuatının Dağınıklığı: Fiziksel geliĢimi (imarı) yönlendirmekle ilgili çok sayıda yasal düzenleme mevcuttur. Bütüncül bakıĢ açısından yoksun bir biçimde sorunların tek tek ele alınarak giderilmeye çalıĢılması neticesinde oluĢan karmaĢık mevzuat son derece karmaĢık bir planlama sistemi veya “kargaĢa ortamını” ortaya çıkarmaktadır (Mimarlar Odası, 2000). Bu açıdan imar mevzuatının tedvin edilmesi acil bir ihtiyaç haline gelmiĢtir. Yetki Karmaşası: Planlama ve imar uygulamaları ile ilgili yetkilerin merkez ile yerel yönetim arasında paylaĢımı her zaman tartıĢma konusu olmuĢtur ve olmaya devam etmektedir. 1985‟te yerel yönetimlere imarla ilgili önemli yetkiler bırakmasına karĢın 3194 sayılı Ġmar Kanununun 9. maddesi Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığına geniĢ yetkiler tanımıĢtır. Bunun dıĢında çeĢitli kanunlarla plan yapma veya onaylama yetkisi verilen çok sayıda merkezi yönetim birimi bulunmaktadır. Bütün dünyada adem-i merkezileĢme yönünde bir eğilim varken Türkiye‟de geleneksel sağ iktidarlar Sovyet tarzı totaliter rejimleri çağrıĢtıran planlı ekonomiye (merkezi kumanda ekonomisine) karĢı olmuĢtur ki bunun aslında fiziksel planlamayla doğrudan bir ilgisi yoktur. Ancak, “plan-pilav” sözü Türkiye‟de gerçek bağlamından çıkarılarak her türlü planlama karĢıtlığının sloganı olarak sunula gelmiĢtir. Orijinal olarak plan-pilav sözü, 1963 yılında TBMM‟de bütçe müzakerelerinde Kadri Eroğan tarafından Ġsmet Ġnönü‟ye hitaben “Millet bıktım artık plan plan, biraz da pilavdan bahset Ġsmet PaĢa diyor” Ģeklinde dile getirilmiĢtir. Kadri Eroğan, Cemal Mıhçıoğlu‟na yazdığı 25.11.1988 tarihli mektupta bu söz ile bizatihi plan (kalkınma planı) düĢüncesini değil, pratikte planın toplumun sorunlarını çözecek yapıcı ve tatmin edici öneriler getirmemesini eleĢtirdiğini beyan etmektedir (Mıhçıoğlu, 1988: 142-144). Buna rağmen, plan-pilav sözü fiziksel planlama literatüründe de yaygın Ģekilde Türkiye‟de her türlü planlama karĢıtlığının sloganı olarak sunulmaktadır. 78 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ülkemizde çarpık kentleĢmeyi veya kaçak yapılaĢmayı önlemek için imar yetkilerinin merkezileĢtirmesini savunanlar vardır (Ilıcak, 2008; Biliroğlu, 2008). Ġmar yetkilerinin yerel yönetimlere bırakılması “yağmanın yerelden organizasyonu” olarak görülürken, Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının yetkilerini kullanarak yaptığı müdahaleler (Ġstanbul Koç Üniversitesi ve Ankara BaĢkent Hastanesi gibi) “kamu yararına” aykırı bulunmaktadır (TMMOB ġehir Plancıları Odası, 2001). Planlama Kademelerinin Oluşturulması: 3194 sayılı kanunda planlama hiyerarĢisinden söz edilse de uygulamada planlar arasında birlik bütünlük ve uyum sağlanamamıĢtır. Farklı ölçeklerde yapılan planlar arasında kademeli birlikteliğin sağlanması ihtiyaç haline gelmiĢtir (Ersoy, 2006: 216). Uygulama Araçlarının Yetersizliği: Ülkemizde kaçak yapılaĢma yaygındır. Örneğin Ġstanbul, Ankara ve Ġzmir‟de yapıların % 67‟sinin yapı kullanma izni yoktur (Ankara Ticaret Odası, 2003). Plancılar fiziksel planların uygulanmamasını genellikle uygulama araçlarının veya denetimin yetersizliğine bağlamaktadır. İmar Uygulamalarında Yolsuzluk: Ülkemizde imar genellikle yolsuzluğun yaygın olduğu bir alan olarak ünlenmiĢtir (TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, 2005). Plancılar bu açıdan planlamanın “yağma mekanizmasına” dönüĢtüğünü, planlama sisteminin kentsel rantları dağıtma aracı olduğunu ileri sürmektedir. Ancak imar vurgunculuğunu, bölgeleme gibi planlama düzenlemelerinin kolaylaĢtırdığı da ileri sürülebilir (Tekeli, 1991: 55). Her halükarda ülkemizde imar uygulamalarında büyük bir “güven açığı” oluĢmuĢtur. Halk Katılımı Eksikliği: Geleneksel olarak imar planlama siteminde halk katılımına gerek duyulmamıĢtır. Planlamada halkın katılımının olmamasından günümüzde plancılar da Ģikâyetçi duruma gelmiĢtir. Ancak türdeĢ toplum ve üniter kamu yararı anlayıĢının hâkim olduğu bir planlama anlayıĢında halk katılımının neye yarayacağı belirsizdir. Ġlginçtir, İmar Sorunları ve Yasası adlı Panelde (1993), teknik adamların, mühendislerin mimarların ve plancıların Türkiye‟deki kent planlamada tümüyle sürecin dıĢında olduğunu iddia edilmiĢtir. Çevre Sorunlarına Duyarsız Planlama: Planlama siteminin eleĢtirilen önemli bir yönü de çevre sorunlarına karĢı duyarsız olmasıdır. Mevcut planlama sitemi doğal ve kültürel çevreyi korumayı öncelikli sorun alanlarından biri olarak görmemektedir (Uyar, 2001). Afetlere Karşı Duyarsız Planlama: Mevcut imar düzeni, depremi felakete dönüĢtüren faktör olarak değerlendirilmektedir (TMMOB Mimarlar Odası Ġstanbul Büyükkent ġubesi, 2004). 1999 Marmara ve Düzce depremleri, planlama ve yapılaĢmada güvenliği önemli bir unsur haline getirmiĢtir (GörüĢ, 2001: 57). Planlama Anlayışında Yenilikçiliğin (İnovasyon) Olmayışı: Ülkemizde kentleĢme alanında büyük değiĢimler yaĢanmasına rağmen resmi planlama M. Demirci İmar Reformu Gündemi 79 anlayıĢı kurulduğu günden beri özünde hiçbir değiĢiklik olmadan varlığını sürdürmektedir. Oysaki dünyada ve Türkiye‟de meydana gelen değiĢimler, yenilikçi ve yaratıcılığa açık yeni planlama anlayıĢlarını gerekli kılmaktadır. Planlama Veri Bankası Eksikliği: Ülkemizde icra edilen imar planlamasının en önemli eksikliklerinden biri de planların yeterli bilgiye dayanmadan yapılmasıdır. Ülkemizde planlamanın gerçekten iĢlevsel olabilmesi için sağlam verilere dayanarak yapılması gerekir. Veri bankasının olmayıĢı planlamanın önemli eksiklerinden biridir (Aksu, 2003). Piyasa savunucularına göre bilgi eksikliği piyasa karĢısında planlamanın zayıflığını göstermektedir. Ġmar Politikası: Küçük DeğiĢikliklere (Incremental) DeğiĢikliklere Devam, Reform Yerine TartıĢma Ġmar planlama sisteminin belli baĢlı sorunlarını belirledikten sonra bu sorunların çözümü için iktidar partisinin politikasının ne olduğuna bakılabilir. Bu açıdan bakıldığında kamu yönetiminin birçok alanında reform hedefleyen AK Parti Hükümetinin, “imar reformunu” sürekli belirsiz bir geleceğe ertelediği görülmektedir (TMMOB Mimarlar Odası Ġstanbul Büyükkent ġubesi, 2004). Oysa imar reformunun yerel yönetim reformunun bütüncül bir parçası olarak düĢünülmesi gerekir. Ancak hükümet reform çalıĢmalarında bütüncüllük sağlayamamıĢ, onun yerine parça parça düzenlemelerde bulunma yolunu seçmiĢtir. Bu bakımdan imar konusu tümden ele alan bir yasa çalıĢması yerine Ģu ya da bu Ģekilde planlama (imarla) ilgili konuları içeren birçok kanun Meclisten geçmiĢtir. Örneğin noktasal değiĢikliklerle TOKĠ‟nin yetkileri artırılmıĢ (31.07.2003 tarih ve 4966 sayılı kanun), Kalkınma Ajanslarına yerel yönetimlere planlamada teknik destek sağlama görevi verilmiĢtir (25.01.2006 tarih ve 5449 sayılı kanun). Bu tür yasal düzenlemelerin en son örneklerinden biri olan 24.07.2008 tarih ve 5793 sayılı kanun, imar konusunda TOKĠ ve ÖzelleĢtirme Ġdaresinin yetkilerini artırmakta ve böylece planlama sisteminde önemli noktasal değiĢiklikler yapma geleneğini sürdürmektedir. Mimarlar Odası (2008), “torba yasa” olarak nitelediği 5793 sayılı kanunu planlama ve Ģehircilik ilkeleri açısından (örneğin planlamada çok baĢlılığın ve çok yasalılığın artırılması, çevresel ve tarihsel değerlerin tahribatının kolaylaĢtırılması gibi) sakıncalı bulmaktadır. Kapsamlı imar reformu konusunda ise AK parti hükümeti Ģuana kadar tartıĢma açmakla yetinmektedir. Önce “ġehircilik ve Ġmar Kanun Tasarısı Taslağı” adı altında 2004 yılına kadar geliĢtirdiği taslağı Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı (2005) sonra önemli ölçüde değiĢtirerek “Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı” adıyla ilgili kamuoyunun dikkatine sunmuĢtur (TMMOB ġehir Plancıları Odası, 2004). Ġmar ve planlaya iliĢkin kapsamlı çerçeve kanun hazırlama tartıĢmasını henüz neticelendirmiĢ değildir. Bakanlık çeĢitli vesilelerle taslağın geliĢtirdiği önerilerden övgüyle söz etmesine karĢın, taslağın niçin hala kanunlaĢmadığı konusunda kamuoyunu bilgilendirmemektedir (TC Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı Strateji GeliĢtirme BaĢkanlığı, 2008). Bütün 80 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi bunlardan AK Partinin fiziksel yapmak yerine uygulamada (incremental) düzeltme yolunu tartıĢmaya açılan metnin 2005 alınacaktır. 2008-2 (17) planlama alanında kapsamlı imar reformu çıkan aksaklıkları küçük değiĢikliklerle tercih ettiği çıkarımı yapılabilir. AĢağıda versiyonunun getirdiği öneriler kısaca ele Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının Taslağı (2005) Taslağın Gerekçesi: Daha önce vurgulandığı gibi planlama reformları dünyada yaĢanan genel trendler uyum sağlamaya ve ülkelerin iç dinamiklerinden kaynaklanan sorunları çözmeye yöneliktir. Bu açıdan ülkemizdeki durum da aynıdır: Ġmar sisteminin reformunu amaçlayan Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı‟nın (2005) hazırladığı taslağın gerekçesini 1985 yılında yürürlüğe giren 3194 sayılı Ġmar Kanununun günümüz koĢullarına uyarlanması oluĢturmaktadır. Taslağın gerekçesine göre imar mevzuatının revizyonunu gerekli kılan belli baĢlı faktörler, küreselleĢme ve üretim dinamiklerinin dünya ile etkileĢimi, gümrük duvarlarının kalkması ve AB üyeliği hedefi gibi geliĢmeler olarak gösterilmektedir. Taslağın Amacı: Taslağın içeriğinde ve gerekçesinde imar planlama sisteminin mevcut sorunlarını çözmeyi hedefleyen birçok amaç ifade eden cümle yer almaktadır: * Düzenli, sağlıklı ve sürdürülebilir kentleĢme sağlamak, * YerleĢme ve yapılaĢmanın plan, fen, sanat, sağlık ve çevre Ģartlarına uygun oluĢumunu temin etmek, * Ġmar sürecinde yatırımcı kuruluĢlar arasında eĢgüdüm sağlamak, * Tarihi, kültürel ve doğal değerleri korumak, * Ġmar sürecinde etkin denetim mekanizmaları oluĢturmak, * Afete karĢı duyarlı yapı kontrol sistemi geliĢtirmek, * Sağlıklı, kaliteli ve güvenli yaĢam çevresi oluĢturmak, * Toprağın koruma ve kullanımı arasında denge sağlamak, * Mülkiyet ve miras hakkına saygılı olarak kamu yararına sınırlamalar getirmek * Planlama sürecine ilgili kurum kuruluĢ ve sivil tolum örgütlerin katılımını sağlamak, * Engelliler için fiziksel çevreyi eriĢilebilir kılmak, * Planlamada yetki karmaĢasını önlemek, * Plan hiyerarĢisini oluĢturmak, * Fiziksel planlamayı bir bütün olarak kavrayan mevzuat çalıĢması yapmak. Bu amaçların büyük bir kısmı sorun alanları olarak Sekizinci Kalkınma Planında (DPT, 2000), çok az bir kısmı ise Dokuzuncu Kalkınma Planında (DPT, 2006) (yetki uyumsuzluğu ve planlama hiyerarĢisi gibi) yer almaktadır. Taslağın İçeriği: Taslak bazı yenilikler içermesine rağmen 3194 sayılı Kanunun sistematiğini ve mantığını sürdürmektedir. Yenilik olarak taslakta yer alan katılım, kamu hizmeti olarak görülen denetimin yeniden düzenlenmesi, yetki karmaĢasına son verme, kırsal ve kentsel dönüĢüm projeleri, ülke M. Demirci İmar Reformu Gündemi 81 mekânsal politika planı, uygulama araçlarının zenginleĢtirilmesi, afete karĢı önlemler, arazi düzenlemesinin etkinleĢtirilmesi, planlar arasında kademeli birlikteliğin sağlanması, yapılaĢma sürecinde sorumlulukların belirlenmesi gibi söylemler gösterilebilir. Aslında planlamaya karĢı olumsuz tutum, imar sürecinde yolsuzluk, veri bankasının olmayıĢı ve planlama anlayıĢında yenilikçiliğin olmaması gibi birkaç sorun alanı dıĢında ülkemizde fiziksel planlamaya iliĢkin temel sorun alanlarının taslakta Ģöyle ya da böyle ele alındığı görülmektedir. Taslağın maddelerine kısaca bir göz gezdirilecek olursa, taslağın tanımlar maddesinde idare, belediye sınırları içinde belediye dıĢında il özel idaresi olarak tanımlanarak yetki konusunda karmaĢa giderilmeye çalıĢılmıĢtır. Ancak baĢta “imar” ve “planlama” kavramları olmak üzere taslak metninde geçen ve taslağı anlaĢılır olması için tanımlanması gereken birçok temel kavram tanımlar bölümünde yer almamaktadır. Genel esaslar maddesinde engellilerin eriĢiminden ve katılımdan söz edilmesi yenilik olarak görülebilir. Planların Hazırlanması ve Onaylanması baĢlıklı kanun taslağının ikinci bölümünde “Ülke Mekânsal Politika Planı” ve “Kırsal YerleĢme Planı” diye yeni plan türleri ortaya konmakta, haritalara dair ayrıntılı standartlar getirilmekte ancak “nazım plan” ve “uygulama imar” planından oluĢan imar planlaması anlayıĢında herhangi bir yenilik getirilmemekte, geleneksel fiziksel planlama anlayıĢı sürdürülmektedir. Taslakta planların hazırlanmasında süreci hızlandırıcı belli sürelerin öngörülmesi ve Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının yetkilerinin korunması dikkat çekicidir. Planların Uygulanması baĢlıklı kanun taslağının üçüncü bölümünde düzenleme ortaklık payının %45‟e çıkarılması, imar planı kararlarının uygulanması amacıyla gayrimenkul ortaklılıkları kurma ve katılma, risk yönetimi, kentsel ve kırsal dönüĢüm bölgeleri gibi yenilikler yer almaktadır. Ġlginçtir 27. maddede taĢınmaz sahipleri yapı yapmaya zorlanmaktadır. Taslağın uygulama bölümünde yer alan düzenlemelerde kamu yararı adına mülkiyet hakkına müdahalenin kapsamı 3194 sayılı kanununda ötesinde geniĢletilmektedir. Kanun Taslağının dördüncü bölümü yapı ve yapı ile ilgili esaslara dairdir. Yapı Denetimi hakkında 29.06.2001 tarih ve 4708 sayılı kanun varken aynı konunun taslakta tekrar düzenlenmesi ilginçtir. Taslağın beĢinci bölümünde imar sürecinde görev alanların görev ve sorumlulukları tanımlanmaktadır. Altıncı bölüm denetim, sicil ve cezalar baĢlığını taĢımaktadır. Yedinci bölümde imar hizmetlerinden katılım bedellerinin alınması öngörülmekte, taslağın imar konusunda temel kanun olduğu vurgulanmaktadır. Ġmar hizmetlerine katılım bedeli alınması piyasacı görüĢ açısından bir ilerleme olarak görülebilir. Taslağın İmar Planlama Sorunları Açısından Değerlendirilmesi: Ġmar planlamasının mevcut sorunlarına çözüm bulmak ve dıĢ geliĢmelere ayak 82 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) uydurmak amacıyla hazırlanan taslak metni, mevcut sorunlara önerdiği çözümler açısından aĢağıdaki gibi değerlendirilebilir: *Planlamaya Karşı Olumsuz Tutum: Polikronik bir toplum olarak Türk halkı plana ve planlamaya karĢı genelde olumsuz tavır takınmaktadır. Taslakta planın ve planlamanın ne bakımdan faydalı olduğu piyasadan ve siyasetten üstün olduğu gösterilmemiĢtir. *İmar Mevzuatı Dağınıklığı: Ġmara iliĢkin kanunları tek bir kanunda toplamak son derece zordur. Taslağın 53. maddesinde uygulanmayacak hükümler maddesinde imarla ilgili hükümler içeren birçok kanunun bu taslağa aykırı hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilerek taslağın imar ve planlama konusunda temel veya çerçeve kanun olacağı vurgulanmaktadır. *Yetki Karmaşası: Taslağın 2. maddesinde idare belediye sınırları içinde belediye dıĢında il özel idaresi olarak tanımlanarak planlama yetkilerini adem-i merkezileĢtirilmesi öngörülmüĢtür denilebilir. Ancak, 13. maddede Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığın görev ve yetkileri 3194‟de olduğu gibi korunmuĢtur. Ayrıca yetki uyuĢmazlıklarını çözmede Bakanlık görüĢünün esas alınacağı hükme bağlanmıĢtır. 14. maddede özel tanımlanmıĢ alanlarda sayılan kamu kuruluĢları gerekli gördüğünde Çevre Düzeni, Ġmar ve Kırsal YerleĢme Planlarını hazırlar, hazırlatır hükmü yer almıĢtır ama onay ve yürürlüğe koyma yetkisi idareye (belediye veya il özel idaresi) tanınmıĢtır. Dolayısıyla yetki karmaĢasının önlenemeyeceği ve süreceği ortaya konmuĢtur. *Planlama Kademelerinin Oluşturulması: Taslağın 5. maddesinde planlama kademeleri Ülke Mekânsal Politika Planı, Bölge Planı, Çevre Düzeni Planı, Nazım Ġmar Planı Uygulama Ġmar Planı ve Kırsal YerleĢme Planı olarak sıralanmaktadır. Taslağın gerekçesinde AB sürecine atıfta bulunulmasına rağmen, AB fonlarından faydalanmak için oluĢturulan ulusal sınırları aĢan mekânsal planlama ölçekleri belirlenmemiĢtir. *Uygulama Araçları: Taslağın üçüncü bölümü (madde 16-madde 31) münhasıran planların uygulanmasına ayrılmıĢtır. 3194 sayılı yasada tanınan uygulama araçlarının yanı sıra bir tür kamu–özel sektör iĢbirliği olan gayrimenkul ortaklıkları kurma, teknik altyapı ve sosyal donatı için katkı payı alınması gibi yeni uygulama araçları ortaya konmuĢtur. Ayrıca kamu yararı adına özel mülkiyet hakkını hiçe sayarak yapı yapmaya zorlama olanağı getirilmiĢtir (madde 27). *İmar Uygulamalarında Yolsuzluk: Ġmarla ilgili en önemli sorunlardan biri basın yayın organlarında sıkça yer alan yolsuzluk olayları olmasına rağmen, imar uygulamalarında yolsuzluğun önlenmesi için hiçbir önlem taslakta yer almamıĢtır. *Halk Katılımı: Taslağın çeĢitli yerlerinde katılım kavramına yer yerilmektedir. Genel esaslara dair 4. maddede yaĢayanların karar süreçlerine katılımı öngörülmektedir. Ülke Mekânsal Politika Planı ve Bölge Planının hazırlanmasında kurumsal katılım, Çevre Düzeni Planı (madde 10) ve Ġmar Planı (madde 11) hazırlama sürecine kurumsal katılımın yanı sıra sivil toplum M. Demirci İmar Reformu Gündemi 83 örgütlerinin ve halkın etkin katılımı hükmü yer almaktadır. Buna karĢın Kırsal YerleĢme Planının hazırlanmasına iliĢkin süreçte katılımdan söz edilmemektedir. *Çevre Sorunlarına Duyarlılık: Taslağın oluĢturulma gerekçelerinden biri sürdürülebilirliği ve ya sürdürülebilir kalkınmayı sağlamaktır. Ġmar planı ve kırsal yerleĢim planlarının amaçları arasında yöre halkının sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karĢılama, doğal, kültürel ve tarihi değerleri koruma gibi amaçlar yer almaktadır. *Afetlere Karşı Planlama: BaĢka bir yenilik olarak afet ve risk konusu taslağın konuları arasına girmiĢtir. Afet haritaları ve risk yönetimi raporu afet açısından planlamada dikkate alınması gereken belgeler olarak ortaya konmaktadır. *Planlama Anlayışında Yenilikçilik (İnovasyon): Taslak, imar planlamasına klasik kamu yararı adına emlak piyasasına düzenleyici ve denetleyici yaklaĢımı sürdürmektedir. Kentsel geliĢimi yönlendirmenin temel araçlarından olan imar planı anlayıĢında herhangi bir yenilik getirilmemektedir. KentleĢme alanında bunca deneyime rağmen nazım plan anlayıĢı terk edilmemektedir. *Planlama Veri Bankası: Taslakta veri bankasının oluĢturulmasına iliĢkin bir hüküm yer almamaktadır. Ancak, taslağın 7. maddesinde planlara dair esaslarda mekânsal verilerin oluĢturulmasında ve kullanımında standart birliğinin sağlanması ve bilgi teknolojisinden faydalanmada Bakanlığın gerekli tedbirleri alması öngörülmektedir. SONUÇ Burada kısaca ele alınan Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığının taslağı dünyada planlama alanında yaĢanan trendlerle ne kadar uyumludur, ülkemizde imar planlama sisteminde yaĢanan sorunlara ne kadar çare olabilir? TMMOB ġehir Plancıları Odasının 23. Dönem 2004-2006 Çalışma Raporu‟nun ve TMMOB‟un (2005) bu soruya ülkemizdeki imar planlama sisteminin sorunları açısından verilen yanıt olumsuzdur. ġehir Plancıları Odasına göre Bakanlığın 2005 taslağı, meslek ve bilim çevrelerinin “beklentilerine yanıt vermeyen” ve destekçisi oldukları önceki taslağa göre “geriye gidiĢi” gösteren bir mevzuat çalıĢmasıdır. Odanın taslağa iliĢkin belli baĢlı eleĢtirileri Ģunlardır: Taslakta “stratejik planlama” yaklaĢımı ortadan kaldırılmaktadır. Ülke Mekânsal Politika Planının stratejik içeriği bulunmamaktadır. Kamuoyu ve meslek odalarının desteğini alan bir önceki taslaktan niye vazgeçildiği anlaĢılamamıĢtır. Mevcut “çok parçalı ve aciz” planlama mevzuatı yaklaĢımı sürdürülmektedir. Ġmar planlarının 3194 sayılı kanundan farklı bir özelliği yoktur. Afetlere iliĢkin düzenlemeler yetersizdir. Ġmar tadilatı, imar tadilat planı gibi resmi planlama diline uygun olmayan terimler kullanılmaktadır. Planlama yönetim birlikteliğinin sağlanması güçtür. Veri bankasının kurulması gerekir. Plan uygulamaya iliĢkin bazı yenilikçi adımlar atılmasına rağmen, anlaĢılması güç Ģekilde kaleme alınmıĢtır. Afete iliĢkin düzenlemeler eski taslağa göre daha geri bir düzenlemedir. Yapı denetimi konusunda tutarlı bir çözüme ihtiyaç vardır. 84 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Cezalar bölümünde kararlı ve etkili yaptırımlar öngörülmemiĢtir. Kısacası taslağın yeniden ele alınarak kentleĢme, planlama, imar, yapı ve afet alanlarında bütünlükçü ve tutarlı yasal düzenleme yapılması gerekmektedir. Planlama alanında yaĢanan uluslar arası trendlere göre Bayındırlık Bakanlığının taslağına bakıldığında bazı ortak noktalar yakalanırken daha çok ülkemizdeki mevcut planlama sisteminin sorunlarına ağırlık verildiği anlaĢılmaktadır. Hükümetin kamu yönetimi reformlarına yaklaĢımının temel felsefesini yansıtan Değişimin Yönetimi için Yönetimde Değişim (Dinçer ve Yılmaz, 2003) adlı rapora göre söz konusu taslağa yaklaĢıldığında yeni kamu yönetimi anlayıĢının özelliklerinin tam olarak taslağa yansımadığı hatta aykırı hükümlere yer verildiği görülmektedir. Örneğin planların hazırlanmasında süre sınırlaması getirilerek sürecin hızlandırılması ve imar hizmetlerinden katılım bedellerinin alınması yeni kamu yönetimi anlayıĢı ile uyumlu iken, uygulama ile ilgili hükümleri örneğin 27. maddede taĢınmaz sahiplerinin mülkiyet hakkını hiçe sayarak yapı yapmaya zorlanması piyasa mantığı ile bağdaĢmamaktadır. Aslında imar reformunun temeli siyaset, piyasa ve planlama kurumları arasında günümüzde kurulması gereken iliĢkide yatmaktadır. Gerçekten, planlama reformu için siyaset, piyasa ve planlama arasındaki etkileĢ örüntülerini iyi anlamak gerekir (Hefetz ve Warner, 2007: 569). Cevap aranması gereken temel soru Ģudur: Alanı gittikçe geniĢleyen piyasa ve nihai karar alma kurumu olan siyasetle etkileĢim içinde çalıĢacak olan teknik uzmanlık faaliyeti olarak fiziksel planlama kurumunun temel iĢlevi ne olmalıdır? Dünyada bu açıdan yakın geçmiĢte yaĢanan trend fiziksel planlamanın daha çok yenilikçi daha çok giriĢimci ve daha az düzenleyici ve denetleyici olması gerektiği yönündedir (Friedmann, 2005: 228). Eğer imar reformu yeni kamu yönetimi anlayıĢı çerçevesinde yapılacaksa emlak piyasasına fiziksel planlama müdahalesinin yeni kamu yönetiminin temel ilkeleri (hesap verme sorumluluğu, performans yönetimi, etkinlik, verimlilik, sonuçlara odaklanma, performans yönetimi gibi) çerçevesinde taslağın yeniden ele alınarak gözden geçirilmesi gerekir. Örneğin, performans ölçütlerinin belirlenmesi ve ona göre pratikte değerlendirme yapma imkânının getirilmesi önemli bir ihtiyaçtır. Zira günümüzde birçok ülkede performansa dayalı planlama anlayıĢı uygulanmaktadır. Ne var ki, kentleĢme ve siyaset alanında bunca değiĢimler yaĢanırken ülkemizde mevcut fiziksel planlama anlayıĢının özünde hiç değiĢiklik yapılmadan sürdürülmek istenmesi, imar kurumunun yeniliklere pek açık olmadığını göstermektedir. KAYNAKÇA Aksu, Hüseyin (2003) Planlama Reformu, http://www.aksuholding.com/planlama_reform.htm (08.07.2008). Allmendinger, Philip and Tewdwr-Jones (1997) “Post-Thatcherite Urban Planning and Politics: A Major Change?”, International Journal of Urban and Regional Research, 21(1), 100-116. Ankara Ticaret Odası (2003) Ġmar Reformu, 29.03.2003, M. Demirci İmar Reformu Gündemi 85 http://www.atonet.org.tr/yeni/index.php?p=78&l=1 (08.07.2008). Arıkboğat, Erbay (2007) “Türk Yerel Yönetim Sisteminde Reform ve Yeni Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi Yazıları içinde Der: Eryılmaz, B., Eken, M. ve ġen, M.L., Ankara: Nobel, 42-70. Baker, Douglas C., Sipe, Neil G. and Gleeson, Brendan J. (2006) “Performance-Based Planning: Perspectives from the United States, Australia and New Zealand”, Journal of Planning Education and Research, 25, 396-409. Banerjee, Tridib (1993) “Market Planning, Market Planners, and Planned Markets”, Journal of the American Planning Association, 59(3), 353-360. Bayındırlık ve Ġskân Bakanlığı (2005) Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı, http://www.bayindirlik.gov.tr/turkce/dosya/plimarkanuntaslagi.doc (17.07.2008). Biliroğlu, Deniz (2008) Belediyelerden Ġmar Yetkisi Alınsın, Hürriyet Ankara, 20.03.2008 http://www.hurriyet.com.tr/ankara/8499214_p.asp (13.08.2008). Booth, Philip (2003) “Promoting Radical Change: The Loi Relative a la Solidarate et au Renouvellement Urbains in France”, European Planning Studies, 11(8), 949-963. Brenner, Neil and Theodore, Nik (2005) “Neoliberalism and the Urban Condition”, City, 9(1), 101-107. Campbell, Heather (2003) “Reforming Planning Systems”, Planning Theory and Practice, 4(3), 347-348. Crawford, Jenny (2003) “Planning and Democracy in Northern Ireland”, Planning Theory and Practice, 4(3), 357-362. Dinçer, Ömer ve Yılmaz, Cevdet (2003) Değişimin Yönetimi için Yönetimde Değişim, TC. BaĢbakanlık, www.cevreorman.gov.tr/ekitap/k1.pdf (28.08.2008). Dixon, Jennifer (2003) “Planning in New Zealand: Legacy of Ambivalence and Prospect for Repositioning”, Planning Theory and Practice, 4(3), 348-353. DPT (2000) Uzun Vadeli Strateji ve Sekizinci BeĢ Yıllık Kalkınma Planı 2001-2005, http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan8.pdf (30.08.2008) DPT (2006) Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), http://ekutup.dpt.gov.tr/plan/plan9.pdf (30.08.2008). Ekinci, Oktay (2007) Türkiye‟nin Mimarlık Politikası, Cumhuriyet Gazetesi 01.03.2007 http://www.yapi.com.tr/Haberler/turkiyenin-mimarlik-politikasi_52275.html (08.07.2008). Ersoy, Melih (2006) “Ġmar Mevzuatında Planlama Kademeleri ve Üst Ölçek Planlama Sorunu”, Bölgesel Kalkınma ve Yönetişim Sempozyumu 7-8 Eylül ODTÜ Mimarlık Amfisi, http://www.tepav.org.tr/sempozyum/2006/bildiri/Bolgesel_Kalkinma_ve_Yonetisim _Sempozyumu.pdf (0.08.2008). Friedmann, John (2005) “Globalization and the Emerging Culture of Planning”, Progress in Planning, 64(3), 183-234. Gleeson, Brendan and Low, Nicholas (2000) “Revaluing Planning Rolling Back NeoLiberalism in Australia”, Progress in Planning, 53(2), 83-164. Golubchikov, Oleg (2004) “Urban Planning in Russia: Towards the Market”, European Planning Studies, 12(2), 229-247. GörüĢ (2001) Ġmar ve ġehirleĢme Kanun Tasarısı Taslağı Hakkında Odamızın GörüĢü, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Haber Bülteni, sayı 2001/5-6 57-63, http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/122c699d5e3d2fa_ek.pdf?dergi=HABER%20 B%C3%9CLTEN%C4%B0 (28.08.2008). Gunder, Michael (2003) “Passionate Planning for the Others‟ Desire: An Agonistic 86 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Response to The Dark Side of Planning”, Progress in Planning, 60(3), 235-219. Harrison, Philip (2003) “The Globalization of Ideas and the Force of Context: Looking at Planning Internationally through a South African Lens”, Planning Theory and Practice, 4(3), 362-370. Hefetz, Amr and Warner, Mildred (2007) “Beyond the Market versus Planning Dichotomy: Understanding Privatization and its Reverse in US cities”, Local Government Studies, 33(4), 555-572. Ilıcak, Nazlı (2008) “Bodrum‟da Manzara Vahim”, Sabah 03.08.2008 http://www.sabah.com.tr/2008/08/03/haber,018D322489034B46B4D5EEA154086 CE7.html (13.08.2008) Jones, Colins (2006) “Verdict on the British Enterprise Zone Experiment”, International Planning Studies, 11(2), 109-123. KeleĢ, RuĢen (2008) Kentleşme Politikası, Ankara: Ġmge Kitapevi. Khan, Sahed and Piracha, Awais (2003) Plan First and Thereafter: The Process of Reforming the Planning System in Neo-liberal Climate, State of Australian Cities National Conference 2003, http://www.uws.edu.au/download.php?file_id=5213&filename=23.2_FINAL_Khan _Piracha.pdf&mimetype=application/pdf (17.07.2008) Mıhçıoğlu, Cemal (1988) “Yine Devlet Planlama Örgütünün KuruluĢu Üzerine”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XLIII(1-2), 113-146. Mimarlar Odası (2000) Ġmar Hukukunda Toplum ve Mimarlık Sempozyumu 13-14 Ekim 2000, http://www.mimarist.org.tr/komisyon/36_Donem/1.5.3.imar.htm (28.08.2008). Mimarlar Odası (2008) 24.07.2008 tarih ve 5793 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde DeğiĢiklik Yapılmasına Dair Kanun “ Hakkında Rapor, http://www.mo.org.tr/belgedocs/toki-rapor-1.pdf (26.10.2008). Nedovic-Budic, Zorica and Tsenkova, Sasha (2006) The Urban Mosaic of Post Socialist Europe Space Institution and Policy, Heidelberg: Physica-Verlag. Övür, Mahmut (2006) “Ġmar Yasası Neden Çıkmıyor?”, Sabah 16.12.2006, http://arsiv.sabah.com.tr/2006/12/16/yaz1336-10-108.html (12.08.2008). Panel “Ġmar Sorunları ve Yasası” 17 ġubat 1993, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Haber Bülteni, sayı 1993/2 6-7, http://www.jmo.org.tr/resimler/ekler/e4243f5511fd6ef_ek.pdf?dergi=HABER%20 B%C3%9CLTEN%C4%B0 (28.08.2008). Parsons, Wayne (1995) Public Policy An Introduction to the Theory and Practice of Policy Analysis, Cheltenham: Edward Elgar. Peel, D. and Lloyd, M.G. (2006) “The Twisting Paths to Planning Reform in Scotland”, International Planning Studies, 11(2), 89-107. Pennington, Mark (1999) Free Market Environmentalism and the Limits of Land Use Planning”, Journal of Environmental Policy and Planning, 1(1), 43-59. Prior, Alan (2005) “UK Planning Reform: A Regulationist Interpretation”, Planning Theory and Practice, 6(4), 465-484. Richardson, Harry, W. and Gordon, Peter (1993) Market Planning Oxymoron or Common Sense?” Journal of the American Planning Association, 59(3), 347-352. Suh, Soon-Tak (2003) “Reforming the Planning System in Korea”, Planning Theory and Practice, 4(3), 353-357. TC. Bayındırlık ve Ġskan Bakanlığı Strateji GeliĢtirme BaĢkanlığı (2008) Manisa M. Demirci İmar Reformu Gündemi 87 Milletvekili Sayın Erkan Akçay‟ın TBMM 7/3745 Esas Sayılı Yazılı Soru Önergesine Dair Soruları ve Cevabı, 02.07.2008, http://www2.tbmm.gov.tr/d23/7/7-3745c.pdf (13.08.2008). Tekeli, Ġlhan (1991) Kent Planlaması KonuĢmaları, Ankara: TMMOB Mimarlar Odası Yayınları. TMMOB (2005) Planlama ve Ġmar Kanunu Tasarısı Taslağı Beklentilerimize Yanıt Vermemektedir! TMMOB, KentleĢme, Planlama, Ġmar, Yapı ve Afet Alanlarında Bütünlükçü ve Tutarlı Yasal Düzenlemeler Yapılmasını Talep Etmektedir! http://tmmob.org.tr/modules.php?op=modload&name=News&file=article&sid=798 &mode=thread (12.08.2008). TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası (2005) Ġmar Mevzuatı Analizi DanıĢmanlık Hizmetleri Raporu Hakkında Odamız GörüĢleri http://www.hkmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=222 (26.08.2008) TMMOB Mimarlar Odası Ġstanbul Büyükkent ġubesi (2004) 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 5. Yılı Değerlendirmesi, http://www.mimarlarodasi.org.tr/index.cfm?sayfa=Belge&Sub=basin&RecID=167 (08.07.2008). TMMOB ġehir Plancıları Odası (2001) Ġmar ve ġehirleĢme Kanunun Taslağı Hakkında TMMOB ġehir Plancıları Odasının GörüĢü, http://www.spo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=20&tipi=15&sube=0 (08.07.2008). TMMOB ġehir Plancıları Odası (2004) Ġmar ve ġehirleĢme Kanunu Tasarısı Taslağı Hakkındaki ÇalıĢmalar, http://www.spo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=81&tipi=4&sube=0 (08.07.2008). TMMOB ġehir Plancıları Odası (tarihsiz) “Ġmar Kanunu Tasarısı ile ilgili ÇalıĢmalarımız ve GörüĢlerimiz” (içinde) 23. Dönem 2004-2006 Çalışma Raporu, Ankara, 208-241. Uyar, Necati (2001) “Çevreyi Gözeten Planlama”, Evrensel 23.4.2001, http://www.evrensel.net/01/04/23/dosya.html (05.08.2008). Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN EKONOMĠK ETKĠLERĠ ÜZERĠNE BĠR ARAġTIRMA Ferudun KAYA ÖZET Vergiler devletlerin temel finansman kaynaklarıdır. Devletler arasın da sınırların her geçen gün biraz daha azaldığı günümüzde ulusal vergi sistemleri de değiĢime adapte olmak zorundadır. ĠletiĢim çağında bu adaptasyon için bugün ABD baĢta olmak üzere dünyada yoğun bir Ģekilde tek oranlı vergi sistemi tartıĢılmaktadır. Bu sistemin özelliği gelirlerin kaynakta yalnızca bir kez vergilendirmesidir. Bu doğrultuda Türkiye‟deki vergi sisteminin reorganizasyonu için yeni önerilerin tartıĢılması önem arz etmektedir. Bu çalıĢmada tek oranlı vergi sisteminin tanımı yapılarak, baĢlıca diğer vergi sistemleri ile karĢılaĢtırılmıĢtır. Tek oranlı vergi sisteminin ekonomi üzerindeki olası etkilerine değinilerek dünyadaki uygulamalarından bahsedilmiĢtir. Sonuçta, vergi sistemi karmaĢık ve anlaĢılmaz durumda olan devletler için tek oranlı vergi sistemi bir alternatif olarak önerilmektedir. Anahtar Kelimeler: Vergi, Tek Oranlı Vergi Sistemi. ABSTRACT Taxes are the main financial sources of the governments. As the frontiers beetween the states seem to be disappearing today, the national tax systems have to be adapted the charges. In the communication century, the flat tax system is intensively discussed in many countries primarily in the USA for the adaptation. The special feature of this system is that it taxes once in the source. For this reason, the discussions of the suggestions for the reorganization of the tax system in Turkey are of importance. In this study the applications of this tax system in the world have been discussed looking at the possible effects of it. As a result the flat rated tax system as an alternative is highy recomended for the countries whose tax systems are complex and complicated. Key words: Tax, Flat Rated Tax System. GĠRĠġ Dr., Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Alaplı MYO Alaplı-Zonguldak kayaferudun@gmail.com GSM: 0505 200 85 24 F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 89 KüreselleĢmeyle birlikte devletin küçültülmesi düĢüncesinin önem kazanması ve tüm dünyada buna yönelik çalıĢmaların hızlanması, vergi sistemlerinin gözden geçirilmesi gereğini ortaya koymuĢtur. Dünyada çok sayıda ülkenin benimsediği artan oranlı vergi sistemi ile ilgili karmaĢıklık, ekonomi üzerindeki olumsuz etkileri, maliyet yüksekliği, çifte vergilendirmeden kaynaklanan adaletsizlik gibi karĢılaĢılan sorunlar hükümetleri vergi reformları yapmaya zorlayarak artan oranlı vergi sistemine alternatif bulma çabasına sürüklemektedir. Dolayısıyla Türkiye‟deki vergi sistemlerinin reorganizasyonu için yeni önerilerin tartıĢılması önem arz etmektedir. ÇalıĢmanın konusunu oluĢturan tek oranlı vergi sistemi de bu alternatiflerin baĢında gelmektedir. Bu çalıĢma ile ekonominin sürdürülebilir büyümesine katkı sağlayabilecek tek oranlı vergi sisteminin önemine dikkat çekerek bu konudaki çalıĢmalara ıĢık tutabilmek amaçlanmıĢtır. Mevcut durumun betimlemesi ile yapılan bu çalıĢma kapsamında tek oranlı vergi sistemi tanımlanmıĢ ve tek oranlı vergi sisteminin olumlu ve olumsuz yönlerine değinilmiĢtir. Ayrıca ekonomi üzerindeki etkileri vurgulanarak tek oranlı vergi sistemini uygulayan ülkelerdeki geliĢmeler hakkında bilgi verilmiĢtir. GeliĢmiĢ ve geliĢmekte olan ülkelerde uygulanan vergi sistemleri arasında farklılıklar olmakla birlikte, temel olarak gelir üzerinden alınan vergilerin hâkim olduğu, aynı vergi sistemi içinde hem gelirin hem de harcama ve servetin vergilendirildiği görülmektedir. GeliĢmiĢ ülkelerde dolaysız vergiler hâkimken geliĢmekte olan ülkelerde dolaylı vergiler uygulanmaktadır. Hükümetler, birçok nedenle vergi sistemlerine çok sayıda vergi istisna, muafiyet ve indirim dâhil etmektedir. Sık değiĢikliğe uğrayan vergi kanunları ise her geçen gün biraz daha karmaĢık ve anlaĢılmaz bir hal almaktadır. Vergi sisteminin karmaĢık bir hal alması hem vergi idaresi hem de vergi yükümlüsü tarafından vergi yasalarının anlaĢılabilirliğini azaltmakta ve bu konudaki maliyetleri arttırmaktadır.65 Bu açıklamalar doğrultusunda vergi borcunun hesaplanabilmesi için vergiye konu olan matraha vergi oranlarının uygulanması gerekmektedir. Vergi matrahıyla olan iliĢkilerine göre, vergi oranları Ģu Ģekilde sınıflandırılabilir; 1) Vergi matrahı büyüdükçe eğer matraha uygulanan oran büyüyorsa artan oranlı vergi denir. Örneğin; Gelir Vergisi. 2) Vergi matrahı büyüdükçe eğer matraha uygulanan oran küçülüyorsa azalan oranlı vergi denir. Dolaylı vergilerin genelinde azalan oranlı bir vergi uygulamasının bulunduğu gözlenmektedir. Örneğin; zorunluluk arttıkça vergi oranı da azalmaktadır. Bu durum özellikle zorunlu ihtiyaç maddelerinde daha da belirgin Ģekildedir. 3) Vergiye tabi matrah artsa bile vergi oranında bir artıĢın gerçekleĢmediği ve matraha sabit bir oranın uygulandığı vergiye tek (düz) oranlı vergi denir. 65 Dilek Dileyici ve Özlem Özkıvrak, “Yeni Yüzyılda Mali ve Parasal Politikalarda Yeniden Yapılanma”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2), 2000, s. 2. 90 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Kurumlar vergisi örnek verilebilir. Günümüzde tartıĢılan tek oranlı vergi sistemi, Stafort Üniversitesi‟nden Hall ve Rabushka (1995) tarafından hazırlanan The Flat Tax adlı çalıĢmada ileri sürülen düĢüncelere ve Armey ve Shelby (1997) tarafından sunulan vergi planlarına dayanmaktadır. Tek oranlı vergi önerisi, ABD‟de Cumhuriyetçi BaĢkan adayı Steve Forbes tarafından, “her yurttaş için tek vergi oranı” düĢüncesiyle seçim kampanyasında yer verilmiĢtir. Tek oranlı vergi sistemine geçilmesine yönelik bir öneride ABD‟li senatör Dick Army ve senatör Arlen Spector tarafından yapılmıĢtır. Army bu konuda 1995 yılında bir kanun tasarısı hazırlamıĢtır. Söz konusu kanun tasarısında vergi dilimleri ve halen uygulanmakta olan indirim, istisna ve muafiyetleri kaldırmak yerine çok daha geniĢ bir vergi tabanı üzerine tek bir (%17 oranında) vergi uygulaması önerilmektedir. Army, daha düĢük oranlar karĢılığında bireylerin daha fazla vergi ödemek zorunda kalabileceklerini, Amerika‟da mevcut vergi sisteminde tüm kiĢisel gelirin yarısından daha fazlasının çeĢitli indirim, istisna ve muafiyetler yüzünden vergilendirilmediğini belirtmiĢtir. Tüm kiĢisel gelir eğer tek bir orana tabi tutulursa, (%10‟dan daha düĢük tek bir oran) halen toplanmakta olan gelirlerden çok daha fazlasını sağlayacağı konusunda öneride bulunmuĢtur.66 Tek oranlı vergi sisteminin savunucuları artan oranlı vergi sistemi rekabeti, risk almayı, giriĢimciliği ve yatırımları engellemek üzere dizayn edildiğini belirterek vergi sisteminde reformun yapılması gerektiğini iddia etmektedirler. Bu değiĢim, vergi sisteminin karmaĢıklığı sorununu çözecek ve her mükellef eĢit biçimde, beyanname ile gelirini beyan edebilecektir. Bir ülkenin vergi sistemi ne kadar karmaĢıklaĢırsa o ülkenin hükümeti için sistemi daha da karmaĢık hale getirmek o kadar kolaylaĢmaktadır. Ülkeler, vergi sistemlerini, artık içinden çıkılmaz bir hal alıncaya kadar karmaĢık bir sistem haline gelmesine izin vermekte ve üst sınıra gelindiğinde radikal bir reformla vergi sistemlerini basitleĢtirilebilmektedir.67 Mali etkinlik açısından sahip olduğu olumlu özellikleri nedeniyle, tek oranlı vergi uygulaması Türkiye için dikkatle irdelenmesi gereken bir seçenektir. A. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN TANIMI Tek oranlı vergi, matrahı ne olursa olsun tek bir vergi oranının bir defaya mahsus uygulanmasıdır. Tek oranlı vergilere “sabit oranlı” veya “düz oranlı” vergilerde denilmektedir. Tek oranlı vergi sistemi; teoride tek marjinal 66 67 Filiz Giray, Düz Oranlı Vergi ve Uygulamaları, [EriĢim Tarihi: 07.01.2009], http://www.muhasebetr.com/ozelbolum/020/, 2006, s. 1. T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, ss. 1-9. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 91 vergi oranına sahip bir sistem olarak tanımlanmaktadır. Uygulamada ise tek oranlı vergi belli bir standardın üzerindeki bütün gelirlere aynı marjinal vergi oranının uygulandığı bir vergi sistemi olarak tanımlanmaktadır. BaĢka bir ifade ile bir kiĢinin geliri ile belirli bir istisna düzeyi arasındaki fark, tek oranlı vergiye tabi tutulmaktadır.68 Tek ya da düz oranlı bir vergi tarifesinde sıfırdan büyük olan sadece tek bir marjinal vergi oranı vardır. Tek oranlı vergi yönteminde bütün gelirler, aynı oranda ve bir defaya mahsus olmak üzere vergilendirilir. Tek oranlı vergileme sistemi, artan oranlı vergi sistemi yerine, aĢağıdaki temel ilkeler çerçevesinde oluĢturulan bir sistemi amaçlar:69 Bütün vergi yükümlülerine ve yükümlülerin her türlü gelirine tek oranlı bir vergi uygulamak, Tüm geliri sadece bir defaya mahsus kaynakta vergilendirmek, diğer bir ifadeyle tasarruf ve yatırımları vergi dıĢı tutarak mükerrer vergilemeyi önlemek, tasarrufları ve yatırımları teĢvik etmek suretiyle istihdam sorununa çözüm getirmek, Bütün gelirleri her hangi bir indirim, istisna ve muafiyet olmadan vergi kesintisine tabi tutmayı (fakat aile büyüklüğünü esas alan, genel indirim ya da standart indirim niteliğindeki indirimler gelirlerden düĢülebilmektedir) amaçlar. B. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN OLUMLU YÖNLERĠ Tek oranlı vergi uygulamasının sağlayacağı baĢlıca olumlu yönler Ģunlardır. 1. Vergi Adaletini Sağlaması Vergi, kamu hizmetlerinin maliyetini karĢılamak üzere, ekonomik birimlerden siyasi cebir altında ve karĢılıksız olarak devlete kaynak aktarılmasıdır. Kamu hizmetleri sağlanırken bu karĢılıksız olarak toplanan kamu 68 69 Joseph E. Stiglitz, Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çev: Ömer Faruk Batırel), Ġstanbul: Marmara Üniversitesi ĠĠBF Yayını, No: 396, 1994, s. 765; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 1. Ercan Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, DPT Yayını No:2474, Ankara, 1997, s. 8; Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s.1. 92 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kaynakları kullanılır. Bu kaynakların içerisinde vergi gelirinin oranı çok yüksektir, hatta geliĢmiĢ uluslarda %100‟e ulaĢmaktadır. Bu kaynakları temin ederken kanunun adaletli olması gerekir. Bu konuda objektif bir kriter yoktur. Toplam vergi yükü bölüĢümün de hangi ölçülerin kullanılması halinde vergi adaletinin sağlanacağına iliĢkin değer yargıları zaman içinde değiĢiklik göstermektedir. Toplumun çoğunluğu tarafından bu kaynakların yüklenimi adil bulunuyor ise vergi adaletinin mevcudiyetinden söz edilebilir. Vergi yükü bölüĢümün de çeĢitli iktisadi ve sosyal etkenler göz önünde bulundurulur. Ülkelerin iktisadi ve sosyal koĢullarına, uygulandığı mali politikaya ve toplumun gelir dağılımı konusundaki değer yargılarına göre vergilendirme ilkeleri değiĢiklik gösterir. Bu ilkeleri ilk olarak ortaya koyan klasik iktisatçılardan Adam Smith‟in dört ilkesinden üçü vergi yükü dağılımında adaletle ilgilidir. Bunlar; adalet, kesinlik ve uygunluktur. Vergi yükü, gelirle orantılı olarak dağıtılmalı, vergi yükümlüsünün ödeme zamanı, Ģekli ve miktarı kesin olmalı ve mükellef için en uygun zamanda tahsil edilmelidir. Dördüncü ilke ise iktisadiliktir. Yani verginin en az kaynak kullanımı ile alınması gerektiğini ileri sürer. Vergileme ilkelerinin asıl kaynağı olan adalet kavramının ifade edilebilmesi için dört temel kriterin irdelenmesi gerekir. Bu kriterler;70 Dikey EĢitlik: Farklı gelir elde eden gerçek ve tüzel kiĢilerin farklı Ģekilde vergilendirilmesini ifade etmektedir. Örneğin; farklı gelir elde eden gerçek ve tüzel kiĢilerden, daha fazla gelire sahip olanların kendilerinden daha az gelir elde eden kiĢilerden daha fazla vergi ödemeleri gerektiğini ifade eder. Yatay EĢitlik: Vergilemede adalet konusunda yatay eĢitlik aynı gelir seviyesine sahip yükümlülerin aynı oranda vergi ödemesidir. Mevcut vergi sistemleri günümüzde yer alan indirim, istisna, muafiyet gibi uygulamalar nedeniyle aynı tutardaki gelirin, aynı oranda vergilendirilmesine engel olmaktadır. Bu da yatay eĢitliği sağlamadığı anlamını taĢımaktadır. Kanun Önünde EĢitlik: Kanunlar önünde herkesin hiçbir ayrım gözetmeksizin eĢit iĢlem görmesi demektir. BaĢka bir ifadeyle hiçbir ayrım gözetmeksizin matraha aynı vergi oranın uygulanmasıdır. Fedakârlıkta EĢitlik: Gerçek ve tüzel kiĢilerin ürün ve hizmet alımlarında (Farklı gelire sahip olsalar bile) aynı oranda vergi ödemelerini ve gelirlerinden yaptıkları fedakârlık oranlarının aynı olmasını ifade eder. Vergi ilkeleri çerçevesinde tek oranlı vergilerin “Dikey EĢitlik”, “Yatay EĢitlik” ve “Kanun Önünde EĢitlik” ilkelerine uygun olduğu görülmektedir. Fedakârlıkta eĢitlik kriteri yönünden bakıldığında tek oranlı verginin adil olmadığı söylenebilir. Fakat tek oranlı vergi sisteminde ortaya çıkan bu adaletsizlik artan oranlı vergi için de söz konusudur. Gerçek ve tüzel kiĢilerin gelir ve giderleri birbirine eĢit olmadığından artan oranlı tarifede de 70 C. Can Aktan, 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi: Düz Oranlı Vergi, Ankara: TOSYÖV Yayınları Ekonomik, Sosyal ve Siyasal AraĢtırmalar Serisi No: 5, 2000, ss. 40-42. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 93 “Fedakârlıkta EĢitlik” yönünden eĢitlik olmayacaktır. Fedakârlıkta eĢitlik, yüksek gelirli bir kiĢinin gelirinin bir biriminin marjinal faydasının, düĢük gelir elde eden bir kiĢinin gelirinin bir biriminin marjinal faydasından daha düĢük olduğu ve bu nedenle vergi sonrası düĢük gelirlinin katlandığı fedakârlığın daha yüksek olmasını ifade etmektedir. Oysa tek oranlı vergi sisteminde tüm gelirler aynı oranda vergilendirildiğinden özellikle düĢük gelirli gruplarda, vergi yükü dolayısıyla kaybedilen fayda çok daha yüksek olacaktır.71 Dolayısıyla artan oranlı vergilerde, matrah arttıkça oran artmakta olduğundan bu vergilerin fedakârlıkta eĢitlik yönünden tek oranlı vergilere göre daha adil olduğu söylenebilir. Artan oranlı vergi sisteminin tercih edilmesinde vergide adaleti sağlama iĢlevi önemli unsur olmuĢtur. Ancak artan oranlı vergi sisteminde indirim, istisna ve muafiyetlerin fazlalığı aynı tutardaki gelirin aynı oranda vergilendirilebilmesine engel olmaktadır. Yine bu sistemde tarifenin bilimsel temel yerine sübjektif esaslara göre belirlenmesi vergi yükümlüleri arasında adaletsizliğe neden olabilmektedir.72 2. Vergi Mevzuatının Basit Olması Nedeniyle Vergi Maliyetinin DüĢüklüğü Basitlik ilkesi; vergi kanunlarının kavramsal olarak kolay anlaĢılmasının yanında, vergi mevzuatlarına uyum maliyetlerinin de düĢük olması anlamına gelmektedir. Artan oranlı vergi sistemi gerek vergi dilim sayısı gerekse indirim, muafiyet ve istisnalar nedeniyle daha karmaĢık bir yapı göstermektedir.73 Vergi yasalarının karmaĢıklığı yükümlülerin yasal veya yasadıĢı yollarla vergi ödemekten kaçınmasına olanak verebilmektedir. Geleneksel bir vergi sisteminin idari maliyetleri, ciddi boyutlara ulaĢabilmektedir. Dünyanın vergi yükü açısından en baĢta gelen ülkesi olan ABD örneğine bakılacak olursa, ülkede toplanan gelirlerin %10 ile %20 arasında bir tutar idari masraflara harcanmaktadır ki bu rakam bütçe açığının dörtte biri, hatta yarısı kadar olabilmektedir. Tek oranlı vergi sisteminin her iki konuda da basitliği sağlayabileceği ve vergi toplama maliyetlerinde önemli bir oranda tasarruf yapabileceği ileri sürülmektedir. Vergi beyannamesinin çok basit Ģekilde düzenlenmesi, gelir ve kurumlar vergisinin kolay anlaĢılır olmasından dolayı zaman, danıĢmanlık, iĢgücü kullanımı, kırtasiye gibi birçok masrafın azaltılmasını sağlamaktadır.74 Vergi sistemlerinde kullanılmakta olan gereğinden çok fazla sayıdaki formların ve beyannamelerin doldurulması sona erecek; yalnızca gerçek ve tüzel kiĢilikler için farklılık gösteren kart 71 Harun Özdemir, “Vergilemede Adalet Açısından Düz ve Artan Oranlılık”, Vergi Sorunları Dergisi, Yıl: 28, Sayı: 202, Temmuz 2005, s. 176. 72 Aktan, 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi: Düz Oranlı Vergi, 2000, s. 40. 73 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 74 Ercan Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, DPT Yayını No:2474, Ankara, 1997, s. 9. 94 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) büyüklüğünde iki tür beyanname kullanılacaktır. Vergi mevzuatının basit ve sade olması mükellef ile vergi idaresi arasındaki iliĢkiyi de olumlu yönde etkileyecektir.75 3. Etkinlik Vergiler, gerçek ve tüzel kiĢilerin üretim, tasarruf ve çalıĢma gibi ekonomik davranıĢlarını ve kararlarını etkiler. Vergi sistemi gerçek ve tüzel kiĢilerin kendi kaynaklarını ve doğal olarak ekonominin kaynaklarını etkin olarak kullanmasına ya da kullanmamasına neden olabilir. Aynı miktarda gelir yaratan iki farklı vergi sistemi, ekonomi üzerine önemli Ģekilde farklı yükler yükleyebilir.76 Tek oranlı vergi uygulamasının ekonomideki kaynak dağılımı üzerindeki etkisi, artan oranlı sisteme göre daha düĢük seviyede olacağına inanılmaktadır.77 Bu durum ise ekonominin geliĢimini ve bireylerin refah düzeyini olumlu yönde etkileyecektir. Ayrıca vergi sistemi, yükümlülerin belirli alanlarda veya sektörlerde ekonomik faaliyetlerde bulunmasını teĢvik edeceği gibi o faaliyetlerin dıĢına çıkmalarına da yol açabilir. Tek oranlı vergi, ilk sermaye girdilerinin yeknesak olarak vergilendirmesini sağlayacaktır. Artan oranlı vergi sisteminde, farklı marjinal vergi oranları ve değiĢen iĢlemler sermaye ve diğer girdilerin sektörden sektöre farklı olarak vergilendirilmesine neden olmaktadır. Bu durum bazı sektörlerde aĢırı yatırıma neden olurken, bazılarında yatırım yetersizliği yaratabilmektedir.78 Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulamasına geçilmesi sonucunda, girdiler üzerinde birliktelik sağlanarak, milli gelirin artmasına engel olan çarpıklıklara son verilebileceği öngörülmektedir. Yalnızca sabit bir vergi oranının uygulanacağı bu sistemde, tek oranlı vergi istisnası (Ģahsi indirimler) olacağı ve tüm gelirler yalnızca bir safhada nihai olarak vergilendirileceğinden; mevcut vergi sistemindeki bozuklukları ve eksiklikleri ortadan kaldırarak kaynakların etkin bir Ģekilde kullanımına imkân sağlayacaktır. Ayrıca tek oranlı vergi sisteminde maliyetler nispi olarak azalacağı için etkinlik söz konusu olabilecektir. 4. Tasarrufların TeĢviki Artan oranlı vergi sisteminde gerçek ve tüzel kiĢiler, gelirleri ve tasarrufları üzerinden vergi ödemektedirler. Ayrıca bu tasarruflardan bir gelir elde ettikleri zaman da vergilendirilirler. Ölüm halinde söz konusu değerler tekrar vergilendirilir. Artan oranlı sistemde yatırım geliri önce Ģirket düzeyinde 75 Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-III, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Daire BaĢkanlığı, 2003, s. 1. 76 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 77 Türkan, Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, 1997, s. 10. 78 Barry J. Seldon, & Roy G. Boyd, “The Economic Effects of a Flat Tax”, NCPA Policy Report, No: 205, Texas, 1996, s. 2; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 95 vergilendirilmektedir. Geri kalan gelir, kâr payı veya faiz olarak dağıtıldığı zaman ikinci kez vergiye tabi tutulmaktadır. Eğer iĢletme satılırsa elde edilen gelir üzerinden sermaye kazanç vergisi yoluyla üçüncü kez vergi ödenmektedir. KiĢi öldükten sonra birikimi veraset vergisi yoluyla dördüncü kez vergilendirilir. Dolayısıyla tasarruflar, tüketimin tersine edinildikleri zaman ve bir gelir getirdikleri zaman olmak üzere çifte vergilemeye tabi tutulmaktadırlar. Tasarrufların bu çoklu vergilendirilmesi ekonomik büyümeyi olumsuz yönde etkilemektedir. BaĢka bir ifade ile tasarrufa ve yatırıma karĢı olma eğilimi ön plana çıkmaktadır. Yatırımlara yönelik birden çok vergilendirme, sermaye birikimlerinin olması gereken düzeyden daha az gerçekleĢmesine yol açarak ekonomik geliĢmeye zarar verebilmektedir. Buna karĢın tek oranlı vergi uygulamasında tasarruf edilen gelirden sağlanan getiriler bireysel olarak vergilendirilmemektedir. Doğrudan yatırımlara iliĢkin harcamalar gerçekleĢtiği anda gelirden indirilmekte, böylece amortisman ayırma yöntemine son verilmektedir.79 Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulaması tasarrufu ve yatırımları teĢvik etmektedir. Artan oranlı vergi sisteminde yer alan çeĢitli vergiler tek oranlı vergi uygulaması ile son bulacağından, yükümlülerin ödeyecekleri vergilerde nispi bir azalma olacaktır. Tek oranlı vergi sisteminin, vergi yükünde önemli bir artıĢ yaratmadan, vergi gelirlerinde önemli bir artıĢ yaratacağı ileri sürülmektedir.80 Emlak vergisi ile veraset ve intikal vergisinin bu sistemde kaldırılması düĢünülmektedir. Kısacası ekonomiye kazandırılan her katma değer tek oranlı vergi sistemi ile kaynağında bir kez vergilendirmeye tabi tutulacaktır. 5. Refah Seviyesini Yükseltmesi Vergi oranları düĢürüldüğünde gerçek ve tüzel kiĢiler daha çok katma değer yaratacaklar, vergi kaçırmaya teĢebbüs etmeyeceklerdir. Yükümlülerin faaliyetlerinde tek oranlı vergi sistemiyle birliktelik sağlandığı için yatırımları vergi oranlarına göre değil, ekonomik açıdan değerlendirerek karar vereceklerdir. Birikimler iki kez vergilendirilmediği için yükümlüler daha fazla yatırım yapacak ve tasarruf edecek, dolayısıyla kiĢi baĢına düĢen milli gelir yükselecektir. 6. Vergi, Ġstisna ve Muafiyetlerin Kaldırılması Tek oranlı vergi uygulamasında Ģahsi indirimler düĢüldükten sonra tüm gelirler sadece bir kez, aynı oranda ve kaynakta vergilendirilmektedir. Dolayısıyla tek oranlı vergi uygulamasında hiçbir Ģekilde istisna, muafiyet ve vergisel boĢluklara yer verilmemektedir. Vergi barınaklarını ortadan 79 Barry J. Seldon, & Roy G. Boyd, “The Economic Effects of a Flat Tax”, NCPA Policy Report, No: 205, Texas, 1996, s. 2; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 80 L. Alan Feld, “Living With The Flat Tax”. National Tax Journal, Vol. 48, s. 603; aktaran, Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-III, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Daire BaĢkanlığı, 2003, s. 3. 96 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kaldırılarak bütçelerin gelir hedeflerinin tutturulmasına yardımcı olacaktır. Dolayısıyla siyasi otoritelerin etkisine ve lobi faaliyetlerine son verilmiĢ olacaktır. Bu sistem basit ve anlaĢılır olması nedeniyle vergi sistemine olası müdahaleleri önleyecektir. Bunların yanı sıra vergi politikası konusundaki popülist yaklaĢımları ve suiistimalleri de engelleyeceği düĢünülmektedir. Vergilemenin genellik ilkesi, bir taraftan vergi ödeme gücüne sahip olan ve kanunlarla belirlenen vergi yükümlülüğü kendilerine isabet eden bütün gerçek ve tüzel kiĢilerin seviye, sınıf, din, ırk vs. durumlar dikkate alınmaksızın vergiye tabi tutulmasını ifade eder. Verginin fiskal yönden temel amacı olan optimal bir gelir sağlaması için göz önünde tutulması gereken ilkelerden biri verginin genellik ilkesidir.81 Ġstisna ve muafiyetler vergilemede genellik ilkesine ters düĢmektedirler. Bu nedenle genellik ilkesine uygun vergi sistemi istisna ve muafiyetleri kaldırdığı için tek oranlı vergi sistemidir.82 Ġndirimler, muafiyetler ve kolaylıklar nedeniyle birçok geliĢmiĢ ülkede vergi sistemleri bozulduğunda orijinal halinden eser kalmamaktadır. Tam tersi bir durumda, yani sistem ne kadar basitse, bu tür hareketler o kadar çok tepki çeker ve basitliği korumak da o kadar kolay olur.83 Sistemin basit olması baĢlı baĢına bir avantaj olarak kabul edilebilir. Tek oranlı vergi sistemi her probleme bir çözüm sağlayamayabilir. Ancak yine de vergi sisteminin radikal bir Ģekilde basitleĢtirilmesinin çok önemli getirileri mevcuttur ve bu getirilerin göz ardı edilmemesi gerekir. Sonuçta vergi kayıp ve kaçağının meydana gelmesindeki riski minimuma indirerek denetimi kolaylaĢtıracaktır. C. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNE YÖNELĠK ELEġTĠRĠLER 1. Yüksek Gelir Grubundaki Mükellefler Lehine EĢitsizlik Yaratabilme Olasılığı Tek oranlı vergi sistemine yapılan en önemli eleĢtiri sistemin zenginler yararına olduğudur. Örneğin ABD eski baĢkanı Clinton‟ın, hazırlatmıĢ olduğu tek oranlı vergi ile ilgili yasa tasarılarında 200.000 doların altında geliri olan mükelleflerin ödeyecekleri vergi yükünün artacağı, buna karĢın 200.000 doların üzerinde geliri olanların ise vergi yükünün azalacağı, bunun da adil bir uygulama olmayacağı araĢtırma sonucunda ifade edilmiĢtir. Yine bazı eleĢtirmenler ise gerek Armey ve Shelby‟in (1997) gerekse Hall ve Rabuska‟nın (1995) tek oranlı vergiye iliĢkin önerilerinde yer alan ve düĢük gelirli ailelerin elde ettikleri bazı vergisel kolaylıkları kaybedecekleri, bu vergiden olumsuz olarak etkileneceklerini ifade etmektedirler. Tek oranlı vergi sisteminin ekonomide canlılık değil durgunluk yaratacağı kamu gelirini azaltacağı ve bütçe 81 Fritz Neumark, Vergi Politikası Adil ve Ekonomik Bakımdan Rasyonel Bir Vergi Politikasının Temel Prensipleri, (Çev: Ġclâl Cankorel), Ġstanbul, Filiz Kitabevi, 1975, s. 82; aktaran, Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 82 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 83 The Economist, The Flat-Tax Revolution, April 2005,16th 22nd; aktaran, T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, ss. 1-9. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 97 açıklarını büyüteceği bunun da ekonomide durgunluğa neden olacağı ifade edilmektedir. Gelir grubu yüksek olan vergi yükümlülerinin gelirlerinin önemli bir kısmını faiz, kâr payı ve sermaye getirisi oluĢturmaktadır. Tek oranlı vergi sistemi, bu tür gelirleri vergi dıĢı tutmaktadır. Tek oranlı vergi savunucuları çeĢitli analiz yöntemleri ile bu sorunun çözülebileceğini ifade etmiĢlerdir. Örneğin; tek oranlı vergi sisteminde bireylerden iĢletmelere doğru vergi yükü yansıtılabilir. Bireyler kendi sermaye gelirleri (kâr payları) üzerindeki vergileri ödemezken, iĢletmeler elde ettikleri sermaye gelirleri için daha yüksek vergi ödeyeceklerdir. ĠĢletme vergilerinin yükü tamamıyla çalıĢanlar (daha düĢük maaĢ, ücret, tazminatlar Ģeklinde) veya daha yüksek gelir gruplarında yer alan iĢletme sahipleri (daha düĢük kârlar Ģeklinde) tarafından taĢınabileceği belirtilmiĢtir.84 2. Sosyal, Kültürel ve Bilimsel Amaçlı Yardım Kurumlarına Yapılan Yardımların Ġndirimine Ġzin Verilmemesinin Yaratacağı Sorunlar BaĢlangıçta bu kurumlara yapılan bağıĢlarda bir düĢme olabilecektir. Fakat uzun vadede tek oranlı vergi sisteminin sağlayacağı gelir ve sermaye birikimi baĢlangıçtaki düĢüĢü dengeleyecek ve bağıĢlarda artıĢa yol açabilecektir. 3. Ġstisna, Muafiyet ve Ġndirimlerin Kaldırılmasına Yönelik EleĢtiriler Sosyal, kültürel ve bilimsel faaliyetleri teĢvik etmek için yapılan muafiyetlerin kaldırılması örnek verilebilmektedir. 4. Vergi Gelirlerinin Azalma Olasılığı Vergi gelirlerinin azalması bütçe açıklarına neden olabileceği, bütçe açıkları ise birtakım ekonomik ve sosyal sorunlara yol açabileceği yönünde eleĢtiriler de söz konusudur. Bu açıkların yükü ise genellikle dolaylı vergiler kanalıyla düĢük ve orta gelirli vatandaĢlar tarafından ödenecektir. D. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN EKONOMĠ ÜZERĠNDEKĠ ETKĠLERĠ Keynes (1933) verginin ekonomi üzerindeki etkileri ile ilgili Ģu soruları yöneltmiĢtir: Verginin kendi amacını tahrip edecek kadar yüksek olması düĢünülebilir mi? Vergi oranlarında bir azalmanın belli bir vadenin sonunda baĢarı Ģansı, bütçenin denkleĢtirilmesinden daha yüksek olamaz mı? Bunun aksine inanmak, zarar eden bir imalatçının fiyatını yükseltmesi, bunun sonunda azalan satıĢlarla zarar artınca basit aritmetik kurallara sığınarak fiyatları daha da artırması ile aynı Ģey değil midir? Bu süreçle sıfıra sıfır elde kalan sıfır sonucuyla karĢılaĢan imalatçının, kendi mantığı doğrusunda, zarar ederken 84 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. 98 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) fiyatları düĢürmenin kumar oynamakla aynı Ģey olacağı iddiasına ne demeli.85 Ekonomik büyüme daha fazla istihdam, daha fazla birikim ve daha fazla yatırımla gerçekleĢir. Vergi, ekonomik faaliyetler üzerine yüklenen bir maliyettir dolayısıyla gelir ve fiyatlar üzerindeki etkisi ile piyasa koĢullarını çarpıtabilir. Vergi politikasının tüm ekonomik faaliyetleri derinden etkileyen sonuçları bulunmaktadır. Vergi gelirlerini artırmak için vergi oranlarını artırmak, vergi kaçaklarını artırmakta ve oldukça büyük olan kayıt dıĢı ekonominin daha da büyümesine yol açmaktadır. Dolayısıyla vergisini ödeyenleri daha da haksız rekabet ile karĢı karĢıya bırakmaktadır. ÇeĢitli tahminlere göre Türkiye‟de kayıt dıĢı ekonomi, resmi GSYĠH‟nin %30‟u ile %50‟si arasında değiĢmektedir. Bu oran OECD ortalamasının (%17) çok üstünde olup, geliĢmekte olan ülkeler için yapılan tahminlerden de fazladır.86 Maliye Bakanlığı‟nın verilerine göre 2004 yılında kayıt dıĢı ekonominin yol açtığı gelir kaybı 16,7 milyar Dolar olduğu tahmin edilmektedir.87 Kayıt dıĢı ekonomiyi küçültmek ve böylece vergi tabanını geniĢletmek için etkin tedbirler alınmaz ise vergilerini ödeyenlerin üstündeki yük Türkiye‟nin büyüme potansiyelini ciddi Ģekilde tehlikeye sokacaktır.88 Kayıt dıĢı ekonominin en önemli nedenlerinden biriside aĢırı vergi yüküdür. Vergi gelirlerini makul vergi oranları, daha az sayıda mevzuat ve daha Ģeffaf uygulamalarla tahsil edebilen ülkeler kayıt dıĢı ekonominin daha küçük olduğu ülkelerdir. Aynı zamanda kayıt dıĢı ekonominin küçük olduğu ülkelerde hukuk hâkimiyetinin daha iyi tesis edilmiĢ olduğu görülmektedir. Gelir düzeyi yüksek ülkelerinin yanı sıra bazı Doğu Avrupa ülkelerinde de görülen makul vergiler, karmaĢık olmayan mevzuat, ciddi gelir tahsilâtı, güçlü kanun hâkimiyeti ve yolsuzluk denetimi gibi unsurlar sonucunda kayıt dıĢı ekonomi küçük boyutta kalmıĢtır. Eski Sovyetler Birliği ülkeleri ve birçok Latin Amerika ülkesi ile birlikte Türkiye‟de ise bu unsurların önemli ölçüde eksik olması sonucu kayıt dıĢı ekonomi büyük olmaktadır. Büyük kayıt dıĢı ekonomi hukuki sisteminin iyileĢtirilmesini, vergi ve mevzuat reformlarının gerçekleĢtirilmesini de zorlaĢtırmaktadır. Kayıt dıĢı ekonomi büyük olduğu için vergi indirimine geçilememekte, vergilerin yüksek olması ise kayıt dıĢı ekonomiyi özendirmektedir. Bu kısır döngüyü kırmanın en iyi yolu vergi oranlarında kapsamlı ve paralel indirimlere gitmektir. Ağır vergiler ve düzenleyici olmaktan çok kısıtlayıcı nitelikteki mevzuat kayıt dıĢı ekonomik faaliyetlere yol açan en 85 John Maynard Keynes, The Means to Prosperity, Collected Writings (1971-89), Vol. 9, 1933, p. 338; aktaran, Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi, Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 12. 86 Friedrich Schneider, “Shadow Economies Around The World: What Do We Really Know?”, European Journal of Political Economy, http://ftp.iza.org/dp2315.pdf, Vol. 21, 2005, pp. 598-642. 87 Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu, Türkiye'de Kayıt DıĢı Ekonominin Boyutu, Mayıs 2005. 88 Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s.19. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 99 önemli etkenler olduğundan, vergilerde yapılacak yeni düzenlemeler kayıt dıĢı ekonomiye katılmayı ve kayıt dıĢı kalmayı teĢvik eden unsurları önemli ölçüde azaltacaktır.89 Tek oranlı vergi sisteminin tüketim, üretim ve tasarruf üzerindeki baĢlıca etkileri: Tüketim Üzerindeki Etkisi: Tek oranlı vergi uygulamasıyla vergi sonrası gelirin artması ve farklı vergi oranlarının yarattığı çarpıklıkların ortadan kalkması sonucunda tüketimde artıĢ meydana gelecektir. Tüketimde meydana gelen artıĢ, üretimdeki artıĢa yansıyacaktır. Dolayısıyla istihdam artacaktır. Üretim Üzerindeki Etkisi: Tüm üretim faktörlerine yapılan eĢit vergisel uygulamalar sonucunda, çeĢitli sektörlerde üretim artıĢı yaĢanacaktır. Dolayısıyla farklı üretim sektörlerinin büyümesi yeni ve yan sınaî sektörlerinin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Tasarruf Üzerindeki Etkisi: Tek oranlı vergi uygulamasının en önemli etkilerinden birisi de tasarruf üzerinde yaratacağı artıĢtır. Bu artıĢın iki önemli nedeni bulunmaktadır. Birincisi kâr payları ve faiz gelirleri, birey ve aile düzeyinde vergilendirilmeyecek, tüzel kiĢilik düzeyinde vergilendirilecektir. Bu durum ekonomideki yatırımları doğrudan teĢvik edecektir. Ġkincisi ise tek oranlı vergi uygulamasıyla tüm gelir gruplarının gelirleri artacaktır. Böylece hane halklarının gelirleri yükseldikçe, daha çok tasarrufa yöneleceklerdir. Tasarruftaki artıĢ ise yatırıma yansıyacaktır. Yatırımdaki artıĢ istihdam artısına neden olacaktır. EĢit olmayan vergi oranlarının yol açtığı bozukluklar ortadan kalkınca, gerçek ve tüzel kiĢilerin elde ettiği gelirler artacaktır. Bunun sonucunda gelirdeki artıĢ tüm sektörlerdeki tüketimin artmasına yol açacaktır. Çünkü gelir artınca ürün ve hizmet üretimine olan talep artacaktır. Kısacası, tek oranlı vergi taraftarları söz konusu uygulamanın ekonomi üzerinde olumlu etki yapacağını savunmaktadırlar. E. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠN GERÇEK VE TÜZEL KĠġĠLERE UYGULAMASI Tek oranlı vergi sisteminde, gerçek ve tüzel kiĢiler yıl içinde elde etmiĢ oldukları gelirlerinden indirimleri düĢtükten sonra matrah tek bir oran üzerinden vergilendirilir. Bu sistemde genel olarak matrahtan düĢülecek indirimler oldukça sınırlıdır. Tek oranlı vergi sisteminin gerçek ve tüzel kiĢilere uygulanması: 1. Gerçek KiĢilere Uygulanması Gerçek kiĢiler elde etmiĢ oldukları ücret ve benzeri gelirlerde belirlenen tutarlarda Ģahsi indirim yaptıktan sonra kalan matraha tek vergi oranının uygulanması suretiyle ödeyecekleri vergiyi hesaplayacaklar ve vergilerini beyan edeceklerdir. Gerçek kiĢilerin vergiye tabi gelirleri genel itibarıyla ücretler ve 89 Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 20. 100 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ücret benzeri gelirler ile emeklilik gelirlerinden oluĢmaktadır. Gerçek kiĢilerin elde etmiĢ oldukları kâr payları, faiz ve kira gelirleri ile benzer menkul sermaye iratları üzerinden her hangi bir vergi ödeme zorunluluğu bulunmamaktadır. Buna karĢın gerçek kiĢiler, gelirlerinden her hangi bir Ģekilde yapmıĢ oldukları bağıĢları, sağlık harcamalarını, ödedikleri vergileri veya faiz giderlerini indiremezler. Gerçek kiĢilerin elde etmiĢ oldukları gelirlerden yapabilecekleri tek indirim Ģahsi veya aileleri için belirlenen standart indirimdir. Bu sistemde indirim, istisna ve muafiyetler kaldırılmak suretiyle vergi matrahının kapsamı önemli ölçüde geniĢletilmektedir. Vergi oranı düĢürülse de, vergi matrahı geniĢlediği için, vergi gelirlerinde her hangi bir azalma gerçekleĢmemektedir.90 2. Tüzel KiĢiliklere Uygulaması Tüzel kiĢilikler, ortaklıklar Ģeklinde organize olanlar dâhil olmak üzere tüm kuruluĢları içermektedir. Tüzel kiĢiliklerin gelirleri, tüzel kiĢiliklerin yapmıĢ olduğu tüm faaliyetler neticesinde elde etmiĢ olduğu gelirleri kapsamaktadır. Tüzel kiĢiliklerin tek oranlı vergi sisteminde matrahı tespit edilirken, tüzel kiĢiliklerin elde etmiĢ olduğu tüm ürün ve hizmet satıĢ gelirleri esas alınmaktadır. Tüzel kiĢilikler tarafından verilecek beyanname de, tüzel kiĢiliklerin elde etmiĢ olduğu gelirlerden yapmıĢ olduğu tüm ürün ve hizmet alımları, personel giderleri ve duran varlık alımları bir baĢka ifadeyle yatırım harcamalarının toplamı indirim konusu yapılmaktadır. Kalan tutar ise tüzel kiĢiliklerin vergiye tabi matrahını oluĢturmaktadır. Tüzel kiĢiliklerin kazancından gerekli olan indirimler düĢüldükten sonra, bir önceki yıldan devreden indirim var ise ve bu tutar ilgili yılda indirime konu edilmemiĢse bu tutarda indirime konu edilmektedir. Vergi beyannamesinde belirtilen indirimler dıĢında her hangi bir istisnadan yararlanması mümkün bulunmamaktadır. Tek oranlı vergi sisteminde tüzel kiĢilikler açısından yapılan en önemli değiĢiklik, matrahtan yapılan yatırım harcamalarının bir defa da indirilebilmesidir. BaĢka bir ifade ile pek çok iĢletme için zor ve içinden çıkılması kolay olmayan amortisman ayırma sistemine son verilmesidir.91 F. TEK ORANLI VERGĠ SĠSTEMĠNĠ UYGULAYAN BAġLICA ÜLKELER Tek oranlı vergi sisteminin olumlu ve olumsuz yönlerini anlayabilmek için tek oranlı vergi uygulamasına geçmiĢ ülkelerin deneyimlerini incelemek gerekir. GeliĢmekte olan ülkeler, geliĢmiĢ ülkelerle aralarındaki geliĢmiĢlik farkını kapatabilmek ve rekabet güçlerini arttırabilmek amacıyla vergi indirimleriyle sonuçlanan vergi reformlarına yönelmiĢlerdir. GeliĢmekte olan ülkelerin bu çabası baĢta Avrupa Birliği ve OECD‟nin mücadele ettiği vergi 90 Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-II, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi, Aralık 2002, s. 3. 91 Fazıl Aydın, ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-II, Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi, Aralık 2002, s. 4. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 101 cennetleri ve tercihli vergi rejimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuĢtur. GeliĢmekte olan ülkeler, vergi oranlarını aĢamalı olarak düĢürürken bir taraftan da vergi sistemlerini karmaĢık mevzuatlardan arındırarak vergi yükümlülerinin vergiye gönüllü uyumunu destekleyen, vergi yönetim maliyetlerini azaltan önlemlere yönelmiĢlerdir. Bu bakımdan, vergi planlaması yapılmasına elveriĢli ve uyum maliyetleri düĢük bir vergi sistemi olarak nitelendirilen tek oranlı vergi sistemi, birçok geliĢmekte olan ülke tarafından yurt içi tasarrufları ve çalıĢma gayretini arttırabilmek ve yabancı sermayeyi çekebilmek için kullanılan bir araç haline gelmiĢtir.92 ÇalıĢmanın bu bölümünde geliĢmiĢ Avrupa ülkelerine karĢı rekabet avantajı elde etmeye çalıĢan ve geliĢmiĢlik farkını ortadan kaldırmak için vergi sistemlerinde köklü değiĢiklikler yapan doğu Avrupa ülkelerindeki tek oranlı vergi uygulamaları ve sonuçlarına yer verilmiĢtir. Hong Kong, 1947 yılından itibaren uyguladığı tek oranlı vergi sistemiyle Avrupa‟nın geliĢmiĢ ülkelerini yakalama çabası içerisinde olan eski doğu bloğu ülkelerine model olmuĢtur. Hong Kong vergi yükümlülerine çeĢitli istisna, muafiyet ve indirim olanakları sunan artan oranlı gelir vergisi ile toplam geliri tek oranlı (%16 oranıyla) gelir vergisine tabi tutan vergi arasında seçim yapma imkânı tanıyan “ikili” bir vergi sistemi uygulamaktadır. Hong Kong‟un sunduğu düĢük oranlı ve uyum maliyetleri düĢük gelir vergisi sistemi, vergilemenin çalıĢma, tasarruf yapma ve yatırım yapma arzusu üzerindeki olumsuz etkisini azaltarak, dikkat çekici ekonomik büyümenin etkeni olarak kabul edilmektedir.93 Tablo: Bazı Doğu Avrupa Ülkelerindeki Tek Oranlı Vergi Uygulamaları Uygulanma Tarihi Ülke Gelir Vergisi Kurumlar Vergisi KDV Dağıtılmayan Kârdan % 0 1994 Estonya 1994 Litvanya %24 Dağıtılan Kârdan %33 Ücretler Üzerinden %15 %33 92 93 1995 Letonya %25 %19 2001 Rusya %13 %24 2003 Sırbistan %14 2004 Slovakya %19 2004 Ukrayna %13 2005 Gürcistan %12 2005 Romanya %16 %19 %19 Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 170. Andrei Grecu, “Flat Tax-The British Case”, Adam Smith Institute Working Paper, London, 2004, s. 8; aktaran, Ferhatoğlu, Avrupa’da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı, 2006, s. 4. 102 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Kayak: Ġngiltere Hazine MüsteĢarlığı, http://www.hm-treasury.gov.uk/d/foi_flattax010805.pdf, [EriĢim Tarihi: 10.01.2009]. Avrupa Birliği‟nin son geniĢleme dalgasıyla birliğe dâhil olan orta ve doğu Avrupa ülkeleri, düĢük vergi oranları nedeniyle küresel yatırımcıların ilgi odağı olurken bu ülkelerin uygulamakta olduğu tek oranlı vergi sistemi, ABD ve batı Avrupa ülkelerinde de gündem konusu olmuĢtur. Birliğin yeni üyelerinin yanı sıra 2001 yılında tek oran uygulamaya baĢlayan Rusya‟da da ekonomi dikkat çekecek Ģekilde canlanmıĢtır. 1994 yılında Estonya ile baĢlayan trende bakıldığında görülecektir ki karmaĢık vergi sistemlerinin bir alternatifi bulunmaktadır.94 Estonya, 1994 yılında Avrupa‟da bir ilk‟i gerçekleĢtirerek gelir ve kurumlar vergilerinde tek oranlı uygulamaya geçmiĢtir. Estonya‟nın uygulamasında gelir vergisinden üç, kurumlar vergisinden bir oran kaldırılarak tüm gelirler hiçbir farklılık ve kesinti olmaksızın %26 oranında vergilendirilmiĢtir. Bu vergi uygulaması göreceli olarak yüksek olması nedeniyle bütçe dengesini sağlayarak ülkenin yeniden yapılanmasına yardımcı olmuĢtur. Kurum kazançlarından vergi almayı bırakmıĢ, fakat kâr dağıtımını vergilendirmiĢtir. Ancak sermaye kârlarını 2000 yılından sonra hisse sahiplerine dağıtıncaya kadar vergilendirmemeye karar vermiĢtir. Bu Ģekilde Ģirketlerin kazançlarını tekrar yatırıma yönlendirmeleri teĢvik edilmek istenmektedir. Estonya‟da Ģirketlerin vergi yükü oldukça azdır. 2003 yılı için kurumlar vergisi, toplam vergi gelirleri içinde sadece %3.6 paya sahiptir. Estonya ekonomisi, 1994 reformunun ardından hızla geliĢme kaydetmiĢtir. 1997 yılına gelindiğinde çift haneli büyüme rakamlarına ulaĢılmıĢ ve ortalama olarak %6 büyüme oranı yakalanmıĢtır. Zenginlerden daha fazla vergi alınması uygulamasının ortadan kaldırılması, korkulduğu gibi ülkenin vergi tabanını aĢındırmamıĢtır. 1993 yılı itibariyle GSYĠH‟nın %39,4‟ü oranında olan kamu gelirleri, 2002 yılında GSYĠH‟nın %39,6‟sı düzeyine ulaĢmıĢtır.95 Ancak Estonya‟nın kamu gelirlerindeki bu artıĢta tek vergi oranı uygulamasının payının iddia edilenden daha düĢük olduğu ifade edilmektedir. Reformun öncesi ve sonrasında toplanan gelir vergilerinin GSYĠH‟ya oranı karĢılaĢtırıldığında, reform sonrasında kiĢisel gelir vergisinin GSYĠH içindeki payının reform öncesi %8.2‟lik düzeyinden aĢağıya inerek 2002 yılında %7.2 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2005 yılında vergi oranı %24‟e düĢürülmüĢtür. Ancak dünya genelinde Estonya‟nın gelir vergisi kadar dikkat çekmeyen katma değer vergisi geliri, 2002 yılında GSYĠH‟nın %9,4‟üne ulaĢmıĢtır. Katma değer vergisi, tüm vergiler içinde en tek oranlı vergidir. Satın alınan tüm ürünlere aynı Ģekilde uygulanmakta, gelir vergisinin aksine geliri kazanırken değil harcarken vergilendirmektedir. Estonya‟da katma değer vergisi, geniĢ bir uygulama alanı 94 95 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, No: 6, 9 Mayıs 2005, s. 6. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 103 bulmakta, hemen hemen satın alınabilen her Ģeye uygulanmaktadır. 96 Tek oranlı bu sistemin ekonomi üzerindeki olumlu etkisi, diğer ülkelerin de Estonya‟yı takip etmesine neden olmuĢtur. Litvanya %33 oranıyla gelir vergisinde tek oranlı tarife yapısını 1994 yılından itibaren uygulamaktadır. Sosyal güvelik kesintileri ise %31 iĢveren ve %3 iĢçi payı ile %34 düzeyindedir.97 Kurumlar vergisinde ise yatırımları teĢvik edebilmek amacıyla 1993 yılından itibaren %15 oranında uygulanmaktadır. Letonya, 1995 yılında gelir ve kurumlar vergisi oranlarını %25 düzeyine indirmiĢ ve tek oranlı vergi uygulamasına geçmiĢtir. Letonya 2000 yılında sistemi reorganize etmiĢ ve vergi oranını %13‟e indirmiĢtir. Bu değiĢikliklerin sonucunda peĢ peĢe dört yıl ekonomi de büyüme sağlanmıĢtır. Gelir vergisi tahsilâtındaki reel artıĢ, enflasyondan arındırıldıktan sonra 2001 yılında %25.2, 2002 yılında %24.6, 2003 yılında %15.2 ve 2004 yılında %16 olmuĢtur. Bu dört yılın sonunda vergi oranı %13‟e düĢmesine rağmen vergi gelirleri iki kat artmıĢtır. Gelir vergisinin bütçe içindeki payı, 2000 yılında %12.1 iken 2003 yılının sonunda %17‟e yükselmiĢtir.98 Estonya‟nın Baltık komĢusu, Litvanya‟nın ardından vergi sistemini basitleĢtirmek amacıyla 1 Ocak 2001‟de Rusya %12, 20 ve 30 Ģeklinde dilimlere ayrılan gelir vergisini tek bir orana indirmiĢ ve %13 olarak belirlemiĢtir. Devlet gelirlerinde en dikkat çekici artıĢ Rusya‟da yaĢanmıĢtır. 2001 vergi reformu öncesinde federal hükümetin vergileri yükseltmeye yetkili organları, bu yetkilerini kullanmaktan sürekli olarak kaçınmıĢ ve sonuçta 1998 yılına gelindiğinde federal gelirler GSYĠH‟nın %12,4‟üne gerilemiĢ, hükümet borçlarını ödeyemez duruma gelmiĢtir. Devlet BaĢkanı‟nın atadığı denetim elemanları, ülkenin en önemli iĢletmelerinin yükümlü oldukları vergilerin %29‟unu yok saydığını, %63‟lük bir kısmını ise devletin ihtiyacı olup olmadığına bakmaksızın mal ve hizmetlerle ödediğini tespit etmiĢtir. Hükümet ayrıca vergi yükümlülerini numaralandırarak vergilerini kaynakta kesinti yoluyla toplamıĢ, vergi kaçırdığından Ģüphelendiklerini incelemeye almıĢtır. Reformun yapılmasından sonraki yıl, kiĢisel gelir vergisinde reel olarak %26 artıĢ görülmüĢtür. Bu artıĢın bir kısmı ekonomideki toparlanmadan kaynaklanmıĢtır. Ekonominin iyileĢmeye baĢlamasıyla birlikte reel ücretler %12 artmıĢ ve bunun üzerine tüm vergi gelirlerinde bir artıĢ görülmüĢtür.99 IMF‟nin iki ekonomisti Anna Ivanova ve Michael Keen, Rusya‟da yaĢanan bu olumlu değiĢimlerin nedenleri üzerine yaptıkları araĢtırmada çarpıcı bir sonuca ulaĢmıĢlardır. Bu sonuca göre artan oranlı vergi sisteminin yükünden 96 T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, No: 6, 9 Mayıs 2005, s. 7. 97 Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 174. 98 Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu, http://www. hud.org. tr, 8 Mart, 2005. 99 T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, s.7. 104 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) kurtulan vatandaĢlar, daha çok çalıĢmaya baĢlamıĢlar, bu da daha önceki sistemde %12‟lik en düĢük dilimde kazanan vatandaĢlar dâhil gelirleri artırmıĢ, bu Ģekilde de vergi gelirlerini yükseltmiĢtir. Ivanova ve Keen‟in araĢtırması, vatandaĢların vergi idaresine dikkat çekici itaatine iĢaret etmiĢtir. Tek oranlı vergi uygulamasına geçilmeden bir yıl önce en yüksek vergi dilimindeki Rus vatandaĢları gelirlerinin sadece %52‟sini vergi idaresine bildirirken 2001 yılında, %13‟lük tek orana geçilmesinin ardından vatandaĢların vergi idaresine bildirdiği gelirinin oranı %68‟e yükselmiĢtir. Tek oranlı vergiler, oran açısından olduğu kadar kapsam açısından da farklılık gösterebilmektedir. 2001 yılından beri Rusya kiĢisel gelire %13 oranında vergi uygularken iĢletme kârlarına %35 oranında vergi uygulamaktadır. Gelir vergisinde tek oranlı vergi sisteminin uygulamaya baĢlanmasından sonra, gelir vergisi hâsılatı 2001 yılında bir önceki yıla göre reel olarak %28 oranında artmıĢ, 2002 yılında ise %20,7 değerini almıĢtır.100 Bunun dıĢında, gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı 2000 yılında %12,1 değerini ulaĢmıĢken 2001 yılında bu oran %12,7‟e yükselmiĢtir.101 Rusya örneği, tek oranın en önemli avantajının sadelik olduğunu ortaya koymaktadır. Vergi sisteminin sadeleĢmesi, hem vergi idaresini kolaylaĢtırması hem de vatandaĢın sisteme uyumunu artırması nedeniyle Rusya‟da kamu gelirleri yükselmiĢtir. Sırbistan, 2003 yılında kurumlar vergisi ve gelir vergisini, tek oranlı vergi olarak %14‟e indirmiĢtir. Ukrayna‟da ise %10 ile %40 arasında beĢ kademeli tarife uygulanmaktayken, 2004 yılından itibaren %13 tek oranlı vergi uygulamasına geçmiĢtir. Slovakya 2004 yılında kurumlar vergisini ve gelir vergisini tek oranlı olarak %19‟a indirmiĢtir. Daha önceleri Slovakya‟da gelir vergisi %10 ile %30 arasında beĢ kademeli, kurumlar vergisi ise %25 oranında uygulanmaktaydı. Slovakya‟da tek oran, hem gelir vergisini, hem kurumlar vergisini ve hem de katma değer vergisini içine almaktadır. Avrupa genelinde %19 ile nispeten düĢük gelir ve kurumlar vergisi uygulayan Slovakya, katma değer vergisi söz konusu olduğunda Avrupa‟nın en yüksek oranlarından birini uygulamaktadır. Bu ülkede vergilendirme sistemi oldukça basitleĢmiĢtir. Tek oranlı sisteme geçmeden önce 90 adet istisna, 66 adet muafiyet, 90 adet vergilendirilmeyen gelir kaynağı ve farklı oranda 27 vergi çeĢidi bulunmaktaydı.102 Slovakya‟da 2004 yılında gerçekleĢtirilen vergi reformu ile vergi sisteminin etkin, Ģeffaf, basit, adaletli ve rekabetçi bir vergi sistemi amaçlanmıĢtır. Tek oranlı vergi reformunun, Slovakya‟nın vergi sistemine 100 Emrah Ferhatoğlu, “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi Dünyası, Sayı: 298, Haziran 2006, s. 174. 101 Alvin Rabushka, “The Flat Tax in Russia and the New Europe”, Brief Analysis, National Center for Policy Analysis, No. 452, September 2003, s. 1. 102 Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu. http://www.hud.org.tr, 8 Mart 2005, s.1. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 105 aĢağıda listelenen kolaylıkları getirdiği gözlenmektedir:103 Sistem %19 düzeyinde tek oranlı bir gelir vergisi ve yüksek bir vergi muafiyeti eĢiği getirmiĢtir. Bu oran, ücret gelirlerinde %10 ile %38 arasında değiĢen beĢ dilimli bir oran yapısı ve sermaye gelirlerine uygulanan %5 ile 25 arasında değiĢen stopaj oranları da dâhil olmak üzere, 21 farklı vergi oranının yerini almıĢtır. Kurumlar vergisi oranı da %19‟a indirilmiĢ ve temettü vergisi kaldırılmıĢtır. Yeni kurulan Ģirketlere uygulanan vergi istisnası da dâhil olmak üzere, birçok gelir vergisi muafiyeti yürürlükten kaldırılmıĢtır. Slovakya, gelecekte gündeme gelebilecek tüm yatırım teĢviki giriĢimlerinde AB‟nin devlet yardım kurallarına uymayı taahhüt etmiĢtir. Dolaysız vergiler, AB‟nin dolaysız vergiler için belirlediği düzeylere uyacak Ģekilde artırılmıĢtır. DüĢük gelir getiren bazı küçük oranlı vergiler yürürlükten kaldırılmıĢtır. %19 oranındaki tek KDV uygulaması, %14 ve 20 olarak uygulanan çift tarifeli KDV uygulamasının yerini almıĢtır. Ayrı bir reform ile tüm sosyal gevenlik katkı oranları %2.4 oranında indirilmiĢ ve emeklilik ve iĢsizlik sigortası katkı tavanları yükseltilmiĢtir. Slovakya tek oranlı vergi reformunun en belirgin özelliği, bu reformun sosyal güvenlik ve sosyal politikalar alanındaki reformlarla birlikte uygulamaya konmuĢ olmasıdır. Sosyal yardım reformu, devletten alınan nakdi ve ayni desteklere bağımlılığı ve istihdamın önünü kesen engelleri azaltmayı, yeni istihdamı teĢvik etmeyi amaçlamıĢtır. Vergi ve sosyal yardım reformlarının birlikte uygulanması, Türkiye‟deki vergi reformu tartıĢmalarında da dikkate alınması gereken bir unsurdur. Vergi sisteminin sağladığı iĢgücüne yönelik teĢviklerle sosyal yardım sisteminin sağladığı teĢvikler arasında yakın etkileĢim olduğu açıktır. Bu nedenle, her iki sistemin reform sürecini eĢzamanlı olarak ele almak yerinde bir yaklaĢım olarak görünmektedir.104 Estonya ve Slovakya örneklerine bakılarak, hükümetin gelecekteki gelirlerinin sürdürülebilirliğinin tek oranlı vergi sisteminden çok yüksek KDV oranına bağlı olduğu ileri sürülebilir.105 Slovakya tek oranlı vergi sisteminin baĢarılı olup olmadığı hakkında kesin bir yargıda bulunmak için henüz çok erken olmakla birlikte, IMF değerlendirmesi ilk sonuçları cesaret verici bulmuĢtur. Getirdiği basit yapı ve düĢük vergi oranları yatırımcılar için büyük cazibe oluĢturduğu görülmektedir.106 103 Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26. 104 Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26. 105 T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı, Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, 2005, s.7. 106 Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC), Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası, 2005, s. 26. 106 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Her ne kadar birçok ülke tek oran uygulamasına geçerken vergi oranlarını düĢürmüĢ olsa da tek oranlı vergiler her zaman düĢük oran ile aynı anlama gelmemektedir. 1994 yılında Ukrayna, %90‟lık rekor bir gelir vergisi uygulamaktayken, 2004 yılında bu oranı aĢamalı olarak %13‟e indirmiĢtir. Gürcistan‟da Mikhail Sookashvili, 25 Ocak 2004 tarihinde göreve baĢladıktan 5 gün sonraki açıklamasında, ekonomik önceliklerinden birinin tek oranlı vergi sistemine geçmek olduğunu ifade etmiĢtir. Parlamento 22 Aralık 2004 tarihinde gelir vergisinde %12‟lik tek oranlı vergi uygulamasına geçmeyi kabul etmiĢtir. Tek oranlı vergi sistemine geçmeden önce Gürcistan da %12 ile %20 arasında değiĢen beĢ kademeli vergi politikası uygulanmıĢtır.107 Romanya da iktidara gelen hükümetin ilk icraatı 29 Aralık 2004‟te kabul edilen vergi sisteminden %16‟lık tek oranlı vergi sistemine geçiĢ olmuĢtur. 1 Ocak 2005 itibarıyla bu sistem yürürlüğe girmiĢtir. Tek oranlı vergi sistemine geçmeden önce Romanya‟da %18 ile %40 arasında değiĢen beĢ kademeli gelir vergisi ve %25 oranında kurumlar vergisi uygulanmıĢtır. Estonya‟nın 1994 yılında bireysel gelir vergisinde tek oranlı uygulamaya geçmesinden sonra sekiz Orta ve Doğu Avrupa ülkesi daha tek oranlı vergi sistemini benimsemiĢtir. Dört AB ülkesi (Estonya, Litvanya, Letonya ve Slovakya) tek bir oran içeren tek oranlı vergi sistemine sahiptir. Doğu Avrupa ülkelerinin, özellikle de 2001 yılında Rusya ve 2004 yılında Slovakya‟nın, tek oranlı vergi yapılarını benimsemesi Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan gibi diğer ülkelerin de ilgisini çekmiĢ ve gündemlerine almalarına yol açmıĢtır. Tek oranlı vergiler ile ilgili tartıĢmalar AB‟nin Orta ve Doğu Avrupa‟daki yeni üye ülkeleriyle sınırlı kalmamıĢtır.108 Akademisyenler Almanya‟da %30 oranında tek oranlı gelir vergisi önerisini ortaya atmıĢlardır. Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Yunanistan, Ġtalya, Ġspanya ve Ġngiltere‟de de tek oranlı vergi sistemi tartıĢılmaktadır. Genel olarak Batı Avrupa ülkelerinde azami oranların düĢürülmesi ve vergi aralıklarının sayısının ve karmaĢıklıklarının azaltılması yönünde güçlü bir eğilim olduğu görülmektedir. Bunun bir nedeni, tek oranlı vergi mevzuatını benimseyen ülkelerin yatırımları çekme konusunda komĢularına karĢı bir rekabet avantajı elde edecek olmasıdır. Bir diğer neden, tek oranlı vergi sisteminin vergi idaresindeki eksikliklerin getirdiği sorunlar ile genel olarak serbest piyasa ekonomisine geçiĢ sürecinde yaĢanan kurumsal yapıların oluĢturulması ve geliĢtirilmesi gibi sorunlarla baĢa çıkmayı kolaylaĢtırmasıdır. Her iki husus da, uluslararası rekabet gücünü korumak ve kurumsal yapılarındaki sorunlar nedeniyle ortaya çıkan vergi kaçaklarını önleme gibi önemli sorunlarla karĢı karĢıya olan Türkiye için geçerli olan hususlardır. 107 Hesap Uzmanları Derneği, Düz Oranlı Vergi Mutluluğu. http://www.hud.org.tr, 8 Mart 2005, s.1. 108 Giray, Düz Oranlı Vergi Uygulamaları, 2006, s. 2. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 107 SONUÇ GeliĢim yönünde vergi sistemlerini değiĢtirmek isteyen ülkeler rekabet yarıĢından geri kalmamak için vergi sistemlerini adalet sağlayan, etkin ve kolay yönetilebilen bir Ģekle getirmelidirler. Aynı zamanda ülkeler ekonomik açıdan giderek birbirlerine daha fazla bağımlı olmaya baĢladıkları için uluslararası teamüllere uygun olarak ulusal vergi sistemlerini dünya ile uyumlaĢtırmaları gerekmektedir. Mevzuat açısından karmaĢık ve anlaĢılmaz bir durumda olan vergi sistemlerini reform yaparak düzeltmek isteyen devletler açısından tek oranlı vergi sistemi bir alternatif uygulamadır. Tek oranlı vergi, vergilerin tasarruf ve yatırımlar üzerindeki olumsuz etkilerini gidermeyi hedeflemektedir. Tek oranlı vergi sisteminde çalıĢma, tasarruf ve yatırımlar cezalandırma yerine bireyleri daha çok çalıĢmaya yöneltecektir. Elde edilen gelirlerinin yalnızca bir kez vergilendirilmesi, çifte vergilendirme sorununa son vermesi tek oranlı vergi sisteminin en önemli özelliğidir. Tek oranlı bir vergi sistemi sadece basitliği ile bile vergi toplamanın yarattığı çarpıklıkları en aza indirici bir etki yaratabilmektedir. Basit vergi kuralları, olağan koĢullarda, vergi toplama maliyetlerinde de kayda değer azalmalar sağlayacaktır. Tek oranlı vergi sistemi, vergi yükünü azaltacağı için özellikle iĢletmelerin uluslararası piyasalardaki rekabet gücünü artıracaktır. Tek oranlı vergi sistemi ile vergi muafiyetlerinin kapsamı daralmakta ve yatırım teĢvikleri azaltılmakta, hatta ortadan kaldırılmakta, böylece kaynak tahsisinde etkinlik yükselmektedir. Yatırım kararları vergi oranlarının etkilediği yönlendirmelerden çok piyasa koĢullarına göre oluĢur hale gelmektedir. Benzer Ģekilde, vergi tabanındaki çarpıklıklar azalarak geniĢlemekte ve böylece vergi oranı ne olursa olsun daha yüksek gelir toplanabildiği için daha düĢük vergi oranları mümkün hale gelebilmektedir. Ayrıca, tek oranlı vergi yapısının basitliği ve muafiyetleri ortadan kaldırması Ģeffaflığı güçlendirir, tüm sistemin çok daha kolay idare edilebilmesini sağlar. Makul bir düzeyde uygulanan tek oranlı vergi sistemleri basitlikleri, düĢük oranları ve asgariye indirilmiĢ muafiyetleri ile kayıt dıĢı ekonomiye katılımı teĢvik eden unsurları önemli ölçüde ortadan kaldırmaktadır. Makul düzeyde tespit edilen bir tek oranlı vergi sisteminin Türkiye ekonomisi için yapacağı önemli katkıların baĢında kayıt dıĢı ekonomiyi küçültecek olması gelmektedir. Tek oranlı vergi sistemi, iyileĢtirilmiĢ bir vergi takip politikasıyla birlikte uygulandığı takdirde Türkiye‟de kayıt dıĢı ekonomiyi önemli ölçüde azaltabilir. Ayrıca tek oranlı vergi sisteminde gelirlerin kaynakta vergilendirilmesi esas alınmaktadır. Tüm bunlara rağmen vergi adaletinden sapmalar ve vergi gelirlerindeki azalmalara neden olması açısından, tek oranlı vergi uygulaması sürekli tartıĢma konusu yapılmaktadır. Tek oranlı vergi sistemi henüz yaygın uygulanmasa da baskı grupları tarafından desteklenmeye devam etmektedir. 108 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Sahip olduğu olumlu özellikleri nedeniyle, tek oranlı vergi sistemi Türkiye için dikkatle incelenmesi gereken bir seçenektir. Diğer ülkelerin deneyimleri, tek oranlı vergi sistemine geçiĢ sonrasında önceki vergi geliri seviyelerinin korunabildiğini göstermektedir. Bu bilgiler ıĢığında, gelir bakımından azaltıcı etkisi olmayan tek oranlı vergi yapısı olasılığı dikkatle araĢtırılmalıdır. KAYNAKLAR Aktan, C. Can. (2000). 21. Yüzyıl Ġçin Radikal Bir Vergi Reformu Önerisi: Düz Oranlı Vergi, Ankara: TOSYÖV Yayınları Ekonomik, Sosyal ve Siyasal AraĢtırmalar Serisi No: 5. Armey, Dick & Shelby, Richard. (1997). The Flat Tax Propasal, Washingston: The Freedam and Fairness Restoration Act. Armey, Dick. (1996). The Flat Tax, New York: Fawcett Columbine. Avrupa Sanayiciler Yuvarlak Masası (ERT)-Türkiye GeniĢleme ĠĢ Konseyi (TEBC). (2005). Türkiye Ġçin Büyüme Odaklı Bir Vergi Politikası. Aydın, Fazıl. (2002, Aralık). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-II, Ankara:Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi. ____. (2002, Kasım). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-I, Ankara: Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi. ____. (2003, Ocak). ABD’de Düz Oranlı Vergi Ġle Ġlgili GeliĢmelerin Değerlendirilmesi-III, Ankara: Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü Dairesi. Dileyici, Dilek & Özkıvrak, Özlem. (2000). “Yeni Yüzyılda Mali ve Parasal Politikalarda Yeniden Yapılanma”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2(2). Epstein, A.Richard. (1995). Taxation in Lockean World, Social Philosoys and Policy 4, The Ġnternatıonal Library of Essays in Law & Legal Theory, Tax Law, New York: Üniversity Press Reference Collection, Vol. 1. Feld, L.Alan. (1995). “Living With The Flat Tax”, National Tax Journal, Vol. 48. Ferhatoğlu, Emrah. (2006, Haziran). “Avrupa‟da Düz Oranlı Vergi Sistemi ÇalıĢmaları ve BaĢarısı”, Vergi Dünyası, Sayı: 298. Giray, Filiz. (2006). Düz Oranlı Vergi ve Uygulamaları, www.muhasebetr.com/ozelbolum/020/, [EriĢim Tarihi: 07.01.2009]. Grecu, Andrei. (2004). “Flat Tax-The British Case”, Adam Smith Institute Working Paper, London. Hall, Robert E. & Rabushka, Alvin. (1995). The Flat Tax, Hoover Institution Press, California Stanford University. Hesap Uzmanları Derneği. (2005, Mart 8). Düz Oranlı Vergi Mutluluğu, http://www. hud.org. tr. F. Kaya Tek Oranlı Vergi Sisteminin Ekonomik Etkileri Üzerine Bir Araştırma 109 Keynes, John Maynard. (1933). The Means to Prosperity, Collected Writings (1971-89), Vol. 9. Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu. (2005, Mayıs). Türkiye'de Kayıt DıĢı Ekonominin Boyutu. Neumark, Fritz. (1975). Vergi Politikası Adil ve Ekonomik Bakımdan Rasyonel Bir Vergi Politikasının Temel Prensipleri, (Çev: Ġclâl (Fevzioğlu) Cankorel), Ġstanbul: Filiz Kitabevi. Özdemir, Harun. (2005, Temmuz). “Vergilemede Adalet Açısından Düz ve Artan Oranlılık”, Vergi Sorunları Dergisi, Yıl: 28, Sayı: 202. Rabushka, Alvin. (2003, September 3). The Flat Tax in Russia and the New Europe, Brief Analysis (National Center for Policy Analysis), No: 452. Roth, A. Jeffrey & Scholz, T. John. (1989). Ann Dreyden Witte, Taxpayer Compliance, Philadelphia, Üniversity of Pennsylvonia Pres. Schneider, Friedrich. (2005). “Shadow economies around the world: what do we really know?”, European Journal of Political Economy, Vol. 21. Seldon, Barry J. & Roy G. Boyd. (1996), The Economic Effects of a Flat Tax, Texas: NCPA Policy Report No: 205. Stiglitz, Joseph E. (1994). Kamu Kesimi Ekonomisi, (Çev: Ömer Faruk BATIREL), Ġstanbul: Marmara Üniversitesi Yayın No: 549, ĠĠBF, Yayın No: 396. T.C. Maliye Bakanlığı AraĢtırma, Planlama ve Koordinasyon Kurulu BaĢkanlığı. (2005, Mayıs 9). Düz (Tek) Oranlı Vergi Mali Gündemin Odağında Raporu, Ankara. The Economist. (2005). The Flat-Tax Revolution, April 16th 22nd. Türkan, Ercan. (1997). Düz Oranlı ve Tüketim Tabanlı Vergi Sistemi: ABD’de YaĢanan TartıĢmalar ve Bu TartıĢmalardan Çıkarılabilecek Dersler, Ankara: DPT Yayını No:2474. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 POLITICS AND VIRTUE IN HUME HUME’DA SĠYASET VE ERDEM Zeynel KILINÇ ABSTRACT It is a widely held conviction in Humean literature that, for Hume, institutions and good laws are primary in securing peace and order rather than morality or a virtuous body of citizenry in a society. This conviction partly relies on Hume‟s rejection of the classical republican idea of virtue which considers institutions as well as a virtuous body of citizenry as essential for politics. Although Hume rejects the classical set of virtues as inhumane, obsolete, and impractical for the newly emerging modern society, this should not lead us to see Hume‟s politics as wholly untouched by any idea of virtue. Rather, Hume advocates a new set of virtues that he thinks will suit the needs of the modern era. A comprehensive analysis of Hume‟s politics would reveal that Hume considers a virtuous body of citizenry as significant as institutions and good laws in politics. Key Words: David Hume, Virtue, Institutions, Classical Republicanism, Politics ÖZET David Hume‟la ilgili literatürde toplumsal düzen ve istikrarın sağlanması konusunda Hume‟un erdemli bir vatandaĢ topluluğundan daha çok kurumlar ve yasalara dayandığına dair yaygın bir görüĢ vardır. Bu tez kısmen Hume‟un klasik cumhuriyetçi teorinin erdem görüĢünü reddetmesine dayanır. Klasik cumhuriyetçilik hem kurumları hem de erdemli bir vatandaĢ topluluğunu sağlıklı bir siyaset için gerekli görür. Hume klasik erdemlerin modern toplum açısından gayri insani, eski ve uygulanamaz olduğunu ileri sürse de, bu durum bizi Hume‟un siyaset teorisinin erdem kavramını bütünüyle reddettiği sonucuna götürmemelidir. Hume modern dönem için daha uygun olduğunu düĢündüğü yeni bir erdemler listesi ve vatandaĢlık vizyonu sunar. Hume‟un siyaset teorisinin kapsamlı bir analizi, onun hem kurumları/yasaları hem de erdemli bir vatandaĢ topluluğunu sağlıklı bir siyaset için gerekli gördüğünü ortaya koyar.. Anahtar Kelimeler: David Hume, Erdem, Kurumlar, Klasik Cumhuriyetçilik, Siyaset INTRODUCTION It is a widely held conviction in Humean literature that, for Hume, institutions and good laws are primary in securing peace and order rather than morality or a virtuous body of citizenry in a society (Forbes, 1975; Frey, 1995; Yrd. Doç. Dr. Kamu Yönetimi Bölümü, Pamukkale Üniversitesi, zeynelkilinc@yahoo.com This article is revised and updated from my PhD thesis, University of Pittsburgh 2004. 110 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Cohen, 2000; Chabot, 1997; Gauthier, 1992). Although this conviction can be supported by many remarks on the significance of good laws and institutions in Hume‟s works, it ignores too much of his theory on politics. It represents a selective reading of Hume‟s arguments on politics rather than a comprehensive reading. This conviction, I think, partly relies on Hume‟s rejection of the classical republican idea of virtue. Two different issues are confused in this conviction which needs to be analyzed separately: First issue is Hume‟s critique of the classical republican idea of virtue and second issue is the relation between institutions or politics and virtue. The classical republican idea of politics considers institutions as well as a virtuous body of citizenry as essential for politics. Although Hume rejects the classical set of virtues as inhumane, this should not lead us to see Hume‟s politics as wholly untouched by any idea of virtue. Rather, Hume advocates a new set of virtues or vision of citizenship that he thinks will suit the needs of the modern era. A comprehensive analysis of Hume‟s politics would reveal that Hume considers a virtuous body of citizenry as significant as institutions and good laws in politics. In this article, I argue that Hume‟s politics does not discard virtue as irrelevant to social order. Yet Humean virtues are different than those of the classical republicans. In the first section, I analyze Hume‟s critique of the republican idea of politics and virtue to show that his critique of the classical idea of virtue does not aim to reject the idea of virtue itself rather it sees a particular idea of virtue (the classical republican view of virtue) as obsolete, inhumane, and impractical for the newly emerging modern commercial society because of its essentially military character. This will clear the confusion that since Hume rejects the classical idea of virtue; his politics is untouched by any morals and manners. In the second section, I analyze and criticize the institutionalist interpretation of Hume‟s politics as a reductionist reading of his theory which ignores too much of his arguments on politics. To show this, I analyze Hume‟s notion of factions (a particular form of parties) or factionalism/partisanship which reveals the role a particular type of virtue (moderation) plays in his politics. This critique is necessary to have a more accurate and balanced view of Hume‟s politics. HUME’S CRITIQUE OF REPUBLICAN POLITICS Hume presents a new vision or way of doing politics for a new era. The newly emerging commercial modern society provides the setting for which he formulates a new way of doing politics. Hume believes that the rise of commercial modern society has changed the fundamental structures and culture of traditional society in such a way that a regular and humane vision and practice of politics would become possible (Manzer, 1996: 492). The very same process also, asserts Hume, would make the classical republican vision of politics obsolete. As Moore (1977: 810) puts it “Hume‟s political science can best be understood as an elaborate response to the political science of the Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 111 classical republicans.” The positive relation between a virtuous or public-spirited body of citizenry and the quality of political life goes back to classical political theory (Burtt, 1993: Wallach, 1992: Stilz, 2003). Classical republican politics assumes that the well-being of society depends on the existence of a constitution and public-spirited citizens (Zagorin, 2003: 3) in a particular social-economic setting and thus focuses upon “the institutional, moral and material conditions of free citizenship in a political community” (Robertson, 1983: 452). The constitution provides the institutional framework in society. Moral condition refers to the existence of a public-spirited body of citizenry which depends on the possession of material independence or autonomy, which meant the existence of slave labor in society. As Stilz (2003: 2) puts it, “[t]he ancient republic was based on slavery as a form of production, allowing it a free and leisured citizen class with the ability to participate actively in politics and War.” That‟s why, “only those – assumed to be few in number – in a position to satisfy their needs without making themselves dependent on others were capable of the requisite civic virtue” (Robertson, 1983: 452) in ancient republics. Such material independence provided necessary time for citizens to be able to participate exclusively to public life and also escape from activities which were supposed to make one to immerse into self-interested activities such as commerce. Accordingly, this vision believes that “the political virtue and a spirit of independence were most likely to be found in the ranks of country gentlemen, uncorrupted by the urban world of commerce, manufacturing and finance” (Moore, 1977: 829). In other words, this vision attributes high worth to the citizens‟ readiness to sacrifice their private interests to the public good and shows hostility to commercial activities as well as luxury as leading corruption that would pose threat to civic virtue (Zagorin, 2003: 3). Being fully human means being citizen, and being citizen means to dedicate oneself to public life. The quality of political life or the strength and the health of the state depend on this idea of patriotic citizenship in the classical republican view. In spite of its discriminatory and hierarchical nature, this ancient vision of public-spirited citizenship or insistence on civic virtue and patriotism has been attractive for many from Rousseau to contemporary communitarians and neo-republicans against the vision of atomistic individualism associated with liberalism (Zagorin, 2003: 4; Castiglione, 2005: 453). Yet, Hume argues that this classical public spirited vision of citizenship as seen in ancient republics cannot be considered as an option for modern society and its practice can be explained with ancient republics‟ particular situations in that era. Hume (1985: 259) asserts that ancient republics were free states; they were small ones; and the age being martial, all their neighbors were continually in arms. Freedom naturally begets public spirit, especially in small states; and this public spirit … must encrease, when the public is almost in 112 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) continual alarm, and men are obliged, every moment, to expose themselves to the greatest dangers for its defense. A continual succession of wars makes every citizen a soldier. The possibility of citizen-soldier as the vision of citizenship in the classical political thought depends on certain conditions both within society and international relations. The former requires an independent body of citizenry whose independence is provided by the slave labour. The latter refers to almost constant wars among states. This kind of international relations led to the rise of a body of citizenry whose primary qualities were military virtues. They excelled in public spirit. However, as Hume (1985: 383-84) puts it in “Of the Populousness of Ancient Nations”, in ancient states most people were not participants in political life. They were reduced to “slavery and subjection” to provide the material independence of citizens, which turned every citizen into “a petty tyrant” in his domestic life. Citizenship was privilege of a minority at the cost of the rest of the population. Although ancient citizens had material independence, claims Hume (1985), they were “unacquainted with gain and industry” (259). Since the republican virtues were military in essence, ancient politics contained “little humanity and moderation” (414) and “their governments [were] more factious and unsettled” (421). More significantly, this form of societal regulation, asserts Hume (1985), was “violent, and contrary to the more natural and usual course of things” (259). This vision and practice of citizenship, for Hume, could become possible only under strict conditions as exemplified by the ancient republics, for it is contrary to basic principles of human nature which, according to Hume, is essentially self-interested. Against this vision and socio-economic structure Hume advocates commerce and formulates his politics which, he believes, “would reflect more accurately the conditions of [modern] society” (Moore, 1977: 834). Hume (1985: 263) asserts that the principles of ancient politics, such as exclusive public-spiritedness and the abstinence of citizens from commerce and industry, are not possible any more in commercial society; “these principles are too disinterested and too difficult to support”, for in a more peaceful environment the animating principle of human conduct is “a spirit of avarice and industry, art and luxury”. And the strength of the state as well as the well-being of citizens in modern society depends on commerce. The greatness of a state, and the happiness of its subjects, how independent so ever they may be supposed in some respects, are commonly allowed to be inseparable with regard to commerce; and as private men receive greater security, in the possession of their trade and riches, from the power of the public, so the public becomes powerful in proportion to the opulence and extensive commerce of private men. (Hume, 1985: 255) Hume‟s politics also advocates “foreign commerce” among states as Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 113 opposed to ancient warlike international relations. International trade has a benevolent impact on domestic politics. First, the absence of war among states allows individuals to engage in commercial activities. Second, foreign trade provides both new goods and a market for society. Of special importance, international trade can lead to the rise of commerce and industry in a traditional society and becomes the source of subsequent developments. Thus men become acquainted with the pleasures of luxury and the profits of commerce; and the delicacy and industry, being once awakened, carry them on to farther improvements, in every branch of domestic as well as foreign trade. And this perhaps is the chief advantage that arises from commerce with strangers. It rouses men from their indolence. (Hume, 1985: 264) Thus, for Hume (1985: 259, 260), commerce not only fits “the common bent of mankind” within society but also in international relations and reflects “more natural and usual course of things”. For Hume, commercial society provides the best environment for self-interested agent and opportunity for increase of wealth for the whole society and nations. Such individuals are more interested in their private interest, yet their conduct unintentionally serves the social order. As Frey (1995: 286) asserts, “pursuit of one‟s own advantage or happiness fortunately, not as a matter of benevolent motivation but as an unintended by-product of self-interested motivation, furthers the advantage or happiness of others”. Hume‟s humane society is a commercial free society of self-interested agents as opposed to the republican society of citizen-soldiers. As Moore (1977: 834) puts it “[t]he society which underlies Hume‟s model of…government was quite explicitly a commercial society of manufacturers, merchants and financiers, and the laborers, porters and clerks who worked in their service.” Hume‟s notion of commercial society is underlined by his notion of human nature as essentially self-interested actor seeking a commodious life. Yet, the beneficial results of commercial society are not limited to its appropriateness to the self-interested nature of individuals. According to Miller (1997: 180), Hume “is more impressed by the political, social and intellectual results of commercial progress than by its material results.” Hume thinks that beyond the material wealth commerce increases, it also creates the necessary conditions for a nonviolent and more humane form of politics by transforming narrowly self-interested human nature as well as socio-economic structures. He recognizes “the important social changes brought about by the rise of commerce” (Davis, 2003: 289) favorable for a freer and more egalitarian society and his interest in commerce has a philosophical dimension. Indeed, as Schuler and Murray (1993: 589) argue, “Hume was arguably the first great thinker to embrace commercial life as a point of philosophical principle…for Hume, commerce is a forceful cultivator of the human nature”. Hume‟s view of the 114 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) transformation of human nature is a product of the historical transformation of human society. Hume as a member of the Scottish Enlightenment had a developmental view of history which is known as “the four-stage thesis” according to which all human societies were “imagined as naturally moving from hunting, to herding, to farming, to commerce, a developmental process that simultaneously tracked a cultural arc from „savagery,‟ through „barbarism,‟ to „civilization‟” (Kohn, 2006). According to Kohn (2006), the development of commercial civilization does not mean “just a marker of material improvement, but also a normative judgment about the moral progress of society”. Within this larger framework of historical understanding, Hume assumes the moral transformation of self-interested agent. Commerce creates the necessary material conditions for more egalitarian socio-economic relations among individuals which, according to Hume (1985: 265), are “most suitable to human nature” and necessary for social order, for “a too great disproportion among the citizens weakens any state. Every person, if possible, ought to enjoy the fruits of his labour, in a full possession of all the necessaries, and many of the conveniences of life”. The wealth must be widespread in society, since Hume believes that “both individual and sociopolitical interests are best served when a large portion of the members of a society are also property holders” (Venning, 1991: 146). The most significant result of such a process is the development of the middle-class or civil society in final analysis. The increase of wealth, argues Hume (1985: 277-78), frees traditionally oppressed groups such as farmers and workers and enlarges the middle-class “who are best and firmest basis of public liberty. They neither submit to slavery nor tyrannize over others. Rather they try to secure their property and support equal laws in society”. Hume, thus, sees a close link between the development of the middle-class as the backbone of a free and prosperous society and the increase of the wealth as a result of commercial activities. Hume maintains that middle-class‟ life activities and station in society provide the best position for them to acquire necessary skills, habits, virtues, experience, knowledge, wisdom, and common sense for the perpetuation of order, promotion of the quality of social life, and establishment of a more humane and free society: These form the most numerous Rank of Men, that can be suppos‟d susceptible of Philosophy; and therefore, all Discourses of Morality ought principally to be adress‟d to them. The Great are too much immers‟d in Pleasure; and the Poor too much occupy‟d in providing for the Necessities of Life, to hearken to the calm Voice of Reason. We may also remark of the middle Station of Life, that it is more favourable to the acquiring of Wisdom and Ability, as well as of Virtue, and that a Man so situated has a better Chance for attaining a Knowledge both of Men and Things, than those of a more elevated Station. Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 115 (Hume, 1985: 546-47) Commerce also awakens individuals‟ creativity, improves their judgment: “The mind acquires new vigour; enlarges its powers and faculties” (Hume, 1985: 270). Hume (1985: 271) maintains that once individual mind is awakened, it leads to improvement in other areas: the minds of men, being once roused from their lethargy, and put into fermentation, turn themselves on all sides, and carry improvements into every art and science. Profound ignorance is totally banished, and men enjoy the privilege of rational creatures, to think as well as to act, to cultivate the pleasures of the mind as well as those of body. Industry and commerce, thus, lead to improvement in arts and sciences as well as individual rationality. Improvement of individual rationality is a product of its application to commercial activities and arts and sciences. The improvement of judgment, argues Hume (1985: 279), is closely linked to social order: “Laws, order, police, discipline; these can never be carried to any degree of perfection, before human reason has refined itself by exercise, and by an application to the more vulgar arts, at least, of commerce and manufacture”. Mechanical arts and commercial activities lead to improvement in more sophisticated and refined activities such as “the liberal” arts. This process of improvement starts in ruder activities and moves to more refined ones, whether intellectual, mechanical, and commercial activities or interpersonal relations. According to Schuler and Murray (1993: 594), Hume believes that “Commercial life wrenches us out of what Marx unkindly calls „rural idiocy‟ and habituates us to an enlarged, unbiased point of view”, since for Hume material abundance is prerequisite to “intellectual and cultural refinements which distinguish a people of advanced civilization from those of more barbaric times and circumstances” (Venning, 1991: 142). Material development as a result of commercial and industrial activities allows human beings to have the opportunity to develop their human essence which distinguishes humans from animals. While both animals and human beings share similar physical and biological needs to live, humans are distinguished from other creatures by their distinctively human potential. Hume‟s notion of civilized society or civilized agent is the realization of this potential. The realization of this distinctively human potential is made possible by commercial and industrial activities which creates necessary material security for individuals. Other advantages commerce creates are increase of “sociability”, softening of tempers, refinement of interpersonal relations, and the rise of the modern commercial city. The more these refined arts advance, the more sociable men become; nor is it possible, that, when enriched with science, and possessed of a fund of conversation, they should be contented to remain in solitude, or live with their fellow-citizens 116 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) in that distant manner, which is peculiar to ignorant and barbarous nations. They flock into cities; love to receive and communicate knowledge; to show their wit or their breeding…Particular clubs and societies are everywhere formed…the tempers of men, as well as their behavior, refine apace. So that, beside the improvements which they receive from knowledge and the liberal arts, it is impossible but they must feel an encrease of humanity, from the very habit of conversing together, and contributing to each other‟s pleasure and entertainment. Thus industry, knowledge, and humanity, are linked together by an indissoluble chain, and are found, from experience as well as reason, to be peculiar to the more polished, and, what are commonly denominated, the more luxurious ages. (Hume, 1985: 271) According to Hume, activities associated with commerce have a transformative impact on individuals in many respects: Sociability develops, individual temper softens, fellow-feeling or sense of humanity increases, and individual rationality improves. In other words, human beings develop distinctively human qualities that separate them from animals. As a result of this transformative process, individuals come to acquire certain qualities in a way that they are in a better condition both psychologically and rationally to live in peace and order with each others. The modern commercial city arises as the site of civilized life as a result of the process ushered in by the rise of commerce and activities associated with commerce. The modern commercial city is the medium in which the middleclass develops and most of the population is above and beyond bare minimum living conditions. The middle-class or civil society rises as the backbone of every sort of creativity and productivity from economic to intellectual activities; individuals‟ taste for both material and literary goods as well as for philosophical understanding has improved; the place of rationality is larger now in individuals‟ lives compared to earlier stages, especially to the savage condition; and also individuals sociability as well as moral sense or humanity increases. The city represents the ideal place for Hume‟s civilized agent. Although the initial factor that unleashes the development of civilizedcommercial life is the love of gain or avidity which is self-interested and directed to the betterment of one‟s own living conditions, the end result, civilized-commercial life, has created an agent whose judgment and taste are improved and refined and whose sense of humanity and sociability are increased as its by-product. Improvement of judgment, rationality, refinement of taste, and increase of humanity or moral feeling and sociability, coupled with a more convenient, prosperous and equal socio-economic situation, creates a more appropriate structural, cultural, and moral environment for individuals in their relation with each other for a more humane society. Hume (1985: 276), Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 117 thus, claims that the civilized-commercial society is in a better position to check the avidity of man which is the driving force of development that ushered in the development of civilization: “Nor can any thing restrain or regulate the love of money [self-interest], but a sense of honour, and virtue; which…will naturally abound most in ages of knowledge and refinement”. As a result, self-interested agent is transformed in parallel to the development of commercial society in such a way that s/he has acquired some other qualities besides self-interest, which would equip her/him with necessary skills, understanding, and qualities to become a citizen as we will see in the next section. As Robertson succinctly puts it “as wealth increases and extends through society, so, Hume (1985: 454) suggested, more and more of its members would tend to acquire the material independence and moral attributes that, in civic terms, equip men to be citizens”. In other words, Hume, like classical republicans, thinks that being citizen requires both material independence and intellectual and moral development. Yet his understanding of material independence is not parasitical unlike the classical view which requires a slave labor. Rather, Humean independence is civilized in nature and a product of one‟s own labor or struggle. This very process of struggle, besides providing material independence, also transforms human nature in such a way that individual self-interest is tamed and turned into enlightened and socialized one which does not ignore outcomes of his/her behavior on public life. Hume does not advocate sacrifice of self-interest to public interest. Rather he wants a balance between these two interests, which, he thinks, is more realistic and practical in terms of human nature. Such a balance is made possible by the process of the development of commercial/civilized society which has a transformative impact on human nature. In the next section, I analyze the relation between Humean civilized agent as product of commercial activities and the type of politics he prescribes for modern society. INSTITUTIONS, FACTIONALISM AND VIRTUES As we saw above, Hume denies that the classical republican virtues can be a viable alternative for modern society by claiming that they do not easily fit to human nature, that‟s why became possible only in a certain domestic and international environment and, with the change of societal structure, would become obsolete in modern era. Hume‟s critique of classical republican thought is limited to its notion of virtue and human excellence. Once Hume discards both desirability and the possibility of such republics in modern era, he formulates a new model of politics that, he believes, fits “the common bent of mankind”. It is usually accepted that Mill and Tocqueville recognize the significance of the qualities of individuals in politics, yet Hume is seen as similar to Hobbes who is credited with using rational choice assumptions or social contract model in his political theory (Moss, 1991; Gauthier, 1992; 118 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Taylor, 1987), relying on manipulation of self-interested agents by creating an appropriate structural environment and incentives to establish and perpetuate social order, and thus seeing no connection between virtue and politics (Forbes, 1975; Frey, 1995; Cohen, 2000). Accordingly, they assert that he is an institutionalist who sees social order as depending solely on institutions and good laws. Indeed, in his Essays, Hume endorses an institutionalist concept of politics that seems to discard any role for virtue in political life. In “Of the Independence of Parliament”, Hume (1985: 42) asserts that in theorizing on politics or establishing a government “every man must be supposed a knave [free-rider]” who “has no other end, in all his actions, than private interest”. Similarly, Hume discusses whether virtuousness and education of the rulers and the people or the institutions are more significant in the well functioning of the state. In “That Politics may be reduced to a Science”, he distinguishes “absolute governments” from “a free and republican government”; the former depend on manners, morals, and education of the rulers, whereas the latter primarily depends on well-formed institutions (check and balance system, separation of powers, and the rule of law). While “The very same [absolute] government, in different hands, has varied suddenly into the opposite extremes of good and bad”, Hume (1985: 15-16) asserts, a republican and free government would be an obvious absurdity, if the particular checks and controuls, provided by the constitution, had really no influence, and made it not the interest, even of bad men, to act for the public good. Such is the intention of these forms of government, and such is their real effect, where they are wisely constituted. He (1985: 24) asserts that institutions‟ impact in politics is independent of “the humours and tempers of men” or qualities or virtues of individuals. And, moreover, they direct individuals to act in certain ways in society. so little dependence has this affair on the humours and education of particular men, that one part of the same republic may be wisely conducted, and another weakly, by the very same men, merely on account of the difference of the forms and institutions, by which these parts are regulated. In a similar fashion, in “Of the Origin of Government”, Hume (1985: 38) argues that private virtue is not related to public order; “a bad neighbor” does not necessarily mean “a bad citizen and subject”. Rather “experience…proves that there is a great difference between the cases. Order in society, we find, is much better maintained by means of government [institutions]”. Hume‟s (1985: 16) conviction is that the force of laws and institutions is so great that “consequences almost as general and certain may sometimes be deduced from them, as any which the mathematical sciences afford us”. Therefore, “Legislators…ought to provide a system of laws to Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 119 regulate the administration of public affairs to the latest posterity” (Hume, 1985: 24). Hume in these passages endorses a notion of politics that exclusively relies on the regulatory impact of institutions on political behavior and seems to discard any role for virtue in politics. As we will see below, the institutionalist interpretation of Hume‟s politics mostly relies on such passages. And as Chabot (1997: 336) puts it, “scholarly opinion leans toward the view that Hume looked rather to good laws and institutions than to morality or citizenship” to secure order in society. Cohen (2000: 123-24) presents an institutionalist interpretation of the relation between virtue and politics in Hume. In general, Cohen accepts that Hume believes the improvement of manners and morals or virtues is product of social development, yet denies that, once manners, morals or virtues develop, they have any impact on institutions. Rather he sees the relation between institutions and virtues as one-sided in Hume. He maintains that Hume relies “Correctly modeled” institutions which function independently of the virtues of the people, “making it the interest even of bad men to act for public good”, that‟s why “Hume‟s political scientist is not mainly concerned with the morality of people, because the fate of nations depends on their institutions, not on their manners and morals”. Forbes (1975: 224) similarly endorses an institutionalist interpretation of Hume‟s politics. He argues that Hume‟s constitutionalism reveals the importance of institutions in “determining human behavior in politics and national character”. He (1975: 227) maintains that form of government determines manners and morals, yet “manners have not the same influence on the proper functioning…of constitution”. Therefore “Hume‟s political scientist is not concerned with the moral health of a people at all because the fate of nations depends on their institutions, not on manners and morals [virtue]” (Forbes, 1975: 229). Forbes‟ conviction (1975: 224) is that “Hume at any rate was wholly untouched by that Machiavellian moralism”. These scholars emphasize the regulatory significance of institutions on individual conduct. Yet this interpretation is reductionist, at least, for two reasons: First, the remarks that Hume makes on the significance of institutions are related to mostly theoretical-general reasoning on institutions. There are certain other issues for which Hume does not endorse institutions; rather he endorses the improvement of morality. Second, they do not evaluate Hume‟s many arguments which see virtues as having significant roles not just in politics but also in larger social life. Indeed, Hume‟s endorsement of institutions as primary factors in politics is closely linked to general/theoretical statements about politics. When he compares absolute governments to free governments and different regions with different forms of governments in a country, he emphasizes the impact of institutions on individual conduct. In particular, the underlying rationale in 120 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Hume‟s institutional argument is that he endorses the safest assumption to provide the minimal requirements of peace and order; individuals are supposed to be “knaves” or free-riders and a well-balanced constitutional system backed by legal force directs self-interested agents to cooperate in such a scenario. This is Humean response to the classical problem of peace and order, as known Hobbesian problem, selfish agents encounter (Putnam, 1993: 165). Yet this is not the only major problem Hume deals with in politics. In response to a particular problem due to which, he thinks, even a well-balanced institutional system could collapse; he advocates a particular form of virtue. This problem is factionalism or partisanship in politics. When it comes to factionalism Hume does not endorse institutions. Rather he endorses moderation or a particular way of doing politics which has nothing to do with institutions and also shows both the proper place and the limits of institutions and the role of manners and morals in political life. In “Of Parties in General”, Hume (1985: 57) classifies parties into two groups; “Personal” and “Real”. Personal parties depend on “friendship or animosity” among opposing groups. Real parties stem from “some real difference of sentiment or interest”. He cautions that these are not purely personal or real parties. In real life parties are mixed. Yet, depending on the dominance of principle, a party can be seen as real or personal. Personal parties, asserts Hume, appear mostly in small republics and almost anything can lead to the rise of such parties. He believes that individuals have a tendency to create such parties: Men have such propensity to divide into personal factions, that the smallest appearance of real difference will produce them. What can be imagined more trivial than the difference between one colour of livery and another in horse races? Yet this difference begat two most inveterate factions in the GREEK empire, the PRASINI and VENETI, who never suspended their animosities, till they ruined that unhappy government. Hume (1985: 59-60) divides real factions (parties) into three groups: faction from interest, faction from principle, and faction from affection. Among these three, Hume finds the faction from interest “the most reasonable, and the most excusable”, for it stems from differences of interest among different groups. “The distinct orders of men, nobles and people, soldiers and merchants, have all a distinct interest”. Parties from principle stem from “speculative” principles: “Parties from principle, especially abstract speculative principle, are known only to modern times, and are, perhaps, the most extraordinary and unaccountable phenomenon, that has yet appeared in human affairs”. Parties from affection refer to those that stem from “the different attachments of men towards particular families and persons, whom they desire to rule over them” (1985: 63). Although, Hume (1985: 55) argues, parties can appear in any state; they appear and spread easily in free governments which provide the best Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 121 environment for them. In “Of the Coalition of Parties”, he (1985: 493) maintains that to abolish parties is neither “practicable” nor “desirable, in a free government”. They are facts of political life. Yet he believes a particular type of party is very dangerous for social order and must be avoided: The only dangerous parties are such as entertain opposite views with regard to the essentials of government…where there is no room for any compromise or accommodation, and where the controversy may appear so momentous as to justify even an opposition by arms to the pretensions of antagonists. Here Hume refers to factionalism or partisanship. For Hume, parties from principles have a tendency to create factionalism. In particular, parties from principles refer to two types of principles; secular ideologies and religious principles. Both principles dispute the legitimacy of the fundamentals of a system. Social order depends on the acceptance of a system as legitimate by individuals as well as groups or parties in a society. “The essentials of government” refers to basic institutions and regulations of society. These provide “the rules of game” (Stewart, 1992: 159) by which different parties or individuals interact and regulate their conflicts with each other. In other words, a legitimate system provides the framework within which conflicts among different social forces and parties are contained. If there is a disagreement on the fundamental structure of a system and as a result is seen as illegitimate, then the conflict might destroy the system itself. For Hume, civil wars are examples of such conflicts. Thus, such factions for Hume have the potential to override institutions. In other words, an institutional framework may not contain conflict created by factions in society. According to Hume (1985: 55), while institutions provide peace and order, factions have the contrary tendency: As much as legislators and founders of states ought to be honoured and respected among men, as much ought the founders of sects and factions to be detested and hated; because the influence of faction is directly contrary to that of laws. Factions subvert government, render laws impotent, and beget the fiercest animosities among men of the same nation, who ought to give mutual assistance and protection to each other. Thus, for Hume, factions have a contrary and destructive tendency to good laws and institutions. Institutions and good laws are not the solution for factions. Contrary to the claim that Hume sees institutions and good laws as sufficient for political life, factions show that institutions are not sufficient. Indeed, in Hume, the regulatory impact of institutions mainly targets isolated and selfish individual conduct. Yet factions represent groups of individuals. As we will see below, for Hume, factions have a transformative impact on individuals in a way that the regulatory impact of institutions and laws loses their influence on individuals. Rather, Hume looks to the development of certain 122 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) virtues among individuals to prevent parties turning themselves into factions. For Hume, although parties and conflict among them are inevitable in a free society, the kind of conflict that leads to the destruction of social order is not inevitable. In other words, political conflict is a fact of political life. Yet, it does not necessarily lead to animosity among parties or to the destruction of social order. What makes conflict destructive of social order is not necessarily related to the mere existence of parties or conflict among parties. Rather, such destructive conflict stems from the nature of factions. First, factions dispute the fundamentals of the system; second, factions provide group-based moral justifications for their members‟ conduct which leads them to deny that social order is public good; and third, factions create uncompromising theoretical viewpoints or disposition which ignores the complexity of political life and problems and thus create utopian visions of society. According to Hume (1985: 43), when an individual acts alone, he is concerned with the results of his conduct from the standpoint of society. In other words, some common notion of appropriate form of conduct approved by society makes the individual consider his conduct within the requirements of social life; he is concerned with his reputation. Yet, when an individual acts as a member of a group, he may not be worried about such a sense of appropriate conduct. Rather, he may justify his conduct according to some principles or understanding provided by his party. Hume (1985: 43) explains this as follows; “But where a considerable body of men act together, this check is, in a great measure, removed; since a man is sure to be approved of by his own party, for what promotes the common interest; and he soon learns to despise the clamours of adversaries”. Hume, here, seems to argue that even though individuals participate in different parties, larger society must provide some common understanding of appropriate conduct and sense of right and wrong or common rules for all. Differences in political approaches must not lead them to discard some shared mode of conduct among themselves. Otherwise, if every single party endorses its own particular understanding of right and wrong for its members, political conflict would be a conflict among tribes which do not have any common language among them. According to Phillipson (1989: 315), for Hume, factions provide individuals “with confined and partial views of the public interest” which leads them to forget that peace and order is public good. Conflict about fundamentals of a system by its nature creates a destructive conflict for Hume. According to Stewart (1992: 159), Hume‟s notion of justice provides “the rule of game” in society. If individuals fight over “the rule of game”, they would not have any shared principle according to which to regulate their relations with each other. Similarly, the fundamentals of a system must provide such shared rules for parties which can act within certain limits and prevent destructive conflict among them. For Hume, the rule of law, check and balance system, separation of powers, and individual freedom, in short, a Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 123 constitutional system provides “the rule of game” for parties (Stewart, 1992: 159). As a result, both a shared sense of right and wrong and an institutional framework are necessary to prevent partisanship in politics. The third factor refers to a particular perception and disposition created by factions in individuals. In his Essays, Hume presents many cases of conflict among different parties that are not necessarily destructive for social order, yet how parties understand those conflicts transforms them into animosity and destructive conflict among parties. According to Hume, speculative principles create uncompromising position among group members, for such parties assume that their principles or positions on a subject reflect the truth. As Boyd (Boyd, 1985: 115) asserts, Hume is worried about the claim of certainty for one‟s position that endorses “rational visions of society”. This vision posits “a world of universal and logical consistency-one abstracted from the ambiguities, tensions, and particular traditions of the real world”. This rationalistic vision that depends on the certainty of one‟s principles shifts “the balance of society away from civility and toward what the modern world has come to call „ideological politics‟” (Boyd, 2000: 116). Once we assume certainty for our position and judgment, we necessarily see our opponents as completely wrong or even evil. Due to the certainty of our perception of our principles, we develop a radical disposition in our conduct. As a result, factions “translate political questions into moral crusades” (Letwin, 1965: 123). Once political conflicts are perceived as conflict of good and evil, opposing groups see compromise as a deviation from the absolute principles. Thus, tension among opposing groups increases and conflict could lead to destruction of social order. In order to prevent this destructive outcome, Hume does not mention institutions at all, rather he introduces a particular virtue he calls moderation. Moderation is a complex term in Hume. It refers to a cautious, realistic, and well-balanced pragmatic approach to political questions. According to Hume (1985: 494), There is not a more effectual method of promoting so good an end, than to prevent all unreasonable insult and triumph of the one party over the other, to encourage moderate opinions, to find the proper medium in all disputes, to persuade each that its antagonist may possibly be sometimes in the right, and to keep a balance in the praise and blame, which we bestow on either side. According to Wulf (2000: 89), in order to prevent radicalization of political arguments, Hume endorses moderation in both “political discourse” and “dispositions of political actors”. Hume tries to prevent both “the unreflective sensibilities of common life” and “radical philosophy” from guiding politics by using his political essays to show that political questions are “more complex and balanced” than such parties or groups assume (Wulf 2000: 124 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) 89-91). The general purpose of Hume‟s political writings, as Whelan (1985: 327) puts it, “was to moderate partisan zeal by calling attention to plausible elements in the competing doctrines.” Seeing political life as a complex phenomenon and thus recognizing that each party could capture one aspect of this complexity inevitably leads to recognition of the partiality of our position and views on politics, which in turn, would create moderation. Such an approach would ease the tension between opposing parties. According to Hume, a philosopher could teach people how to develop moderation in both judgment and conduct in order to have a more accurate picture of the issues in dispute and prevent destructive conflict. In “Of the Protestant Succession”, he performs such a mission to teach the opposing groups how to be moderate and pragmatic (Hume, 1985: 507): It belongs … to a philosopher alone, who is of neither party, to put all the circumstances in the scale, and assign to each of them its proper poise and influence. Such a one will readily, at first, acknowledge that all political questions are infinitely complicated, and that there scarcely ever occurs, in any deliberation, a choice, which is either purely good, or purely ill. Consequences, mixed and varied, may be foreseen to flow from every measure: And many consequences, unforeseen, do always, in fact, result from every one. Hesitation, and reserve, and suspence, are, therefore, the only sentiments he brings to this essay or trial. While moderation advocates sensibility to complexity of political life, factions provide perfect theoretical solutions to political problems by creating utopian visions which create uncompromising dispositions in individuals. For Hume both religious and secular principles are dangerous precisely for this reason; both types of principles advocate uncompromising positions in individuals, which makes them unaware of the complexity of political questions. That‟s why Hume endorses “an undogmatic approach and counsels bargaining and compromise” for political practice (Letwin, 1965: 394). Hume (1985: 415) here endorses moderation in our judgment as well as in our conduct. Awareness that our opponents can be sometimes right is, according to Hume, an appropriate position in dealing with conflict in political life. It creates moderate conduct and eases the tension among groups. Thus, not just the mere existence of conflict but how we approach it is a critical factor that eases or increases tension in political life. How we react to conflict determines how we are responded to. Increase of tension may create a vicious circle: “One extreme produces another”. On the other hand, civilized language in presenting our position and considering our opponents as having a legitimate perspective though different than ours softens political discourse and ease the tension among parties (Jones, 1982: 154-56). In other words, Hume “pleads not for an end to conflict, but, for restraint in our language” (Conniff, 1997: 387) or “to Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 125 counteract the polarization” of politics (Schmidt, 2003: 291) by endorsing “a more skeptical civic mentality” in individuals by confronting them with the complexity of political questions as well as their inevitability (Chabot, 1997: 337). According to Chabot (1997: 339), Hume urges party-men to “detach themselves from their partisan commitments without surrendering them” in order to see the narrowness of their perspective. Accordingly, Hume advocates “the education of public opinion” (Phillipson, 1989: 34) as he exemplifies such an education in his Essays. CONCLUSION Hume‟s analysis of factions or partisanship as a problem in political life has a striking feature: The regulatory significance of institutions cannot help us against ideological conflicts characteristics of factions or partisan politics. He does not appeal to institutions or the state to solve this problem. Moreover, he thinks that this type of conflict could destroy the institutional structure itself. Hume‟s notion of faction reveals the limits and the proper place of institutions and the necessity of a particular virtue he calls moderation in his politics. This shows that Hume advocates both institutions and a virtuous body of citizenry as necessary to achieve efficient cooperation in political life. Yet institutionalist interpretations of his theory ignore this fact. In regard to prevent partisanship, as we saw above, Hume thinks that commercial civilization provides the general ground. As Wulf (2000: 92) asserts, Hume‟s strategy to teach party men moderation relies on the improved culture in civilized society and the beneficial impact of activities associated with civilized life style. The Humean notion of civilized society, or “liberal commercial republics” provides the best environment for the rise of moderate judgment and disposition in political agents (Wulf, 2000: 94) by enlarging individual mind, increasing sociability, and softening tempers. That‟s why, as Phillipson succinctly explains, Hume believes “that the future of liberty and prosperity…depended on cultural not constitutional reform” (1989: 23). The idea of cultural transformation reveals that Hume does not discard the link between virtue and politics but he discards just the classical republican notion of virtue. REFERENCES Boyd, R. (2000) Reappraising the Scottish Moralists and Civil Society, Polity, 33 (1):101-25. Burtt, S. (1993) The Politics of Virtue Today: A Critique and a Proposal, The American Political Science Review, 87 (2): 360-399. Chabot, D. (1997) At Odds with Themselves: David Hume‟s Skeptical Citizens”, Polity, 39 (3): 323-43. Castiglione, D. (2005) Review Article: Republicanism and its Legacy, European Journal of Political 126 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Theory, 453-465. Cohen, A. (2000) The Notion of Moral Progress in Hume‟s Philosophy: Does Hume Have a Theory of Moral Progress?, Hume Studies, 26 (1): 109-27. Conniff, J. (1997) Hume‟s Political Methodology: A Reconsideration of „That Politics May Be Reduced to a Science‟, in John Dunn and Ian Harris, (Eds.), Hume vol. I. & II., Cheltenham: Edward Elgar Publishing Limited: 376-96. Davis, G. F. (2003) Philosophical Psychology and Economic Psychology in David Hume and Adam Smith, History of Political Economy, 35 (2): 269-304. Forbes, D. (1975) Hume‟s Philosophical Politics, Cambridge: Cambridge University Press. Frey, R. G. (1995) Virtue, Commerce, and Self-Love, Hume Studies, 21 (2): 275-87. Gauthier, D. (1992) Artificial Virtues and the Sensible Knave, Hume Studies, 18 (2): 401-28. Hume, D. (1985) Essays: Moral, Political, and Literary, Eugene Miller (Ed.), Indianapolis: Liberty Classics. Jones, P. (1982) Hume‟s Sentiments: Their Ciceronian and French Context, Edinburgh: Edinburgh University Press. Kohn, M. (2006) Colonialism, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer,2006 edition), Edward N. Zalta (ed.). http://plato.stanford.edu/archives/sum2006/entries/colonialism Letwin, S. R. (1965) The Pursuit of Certainty, Cambridge: Cambridge University Press. Manzer, R. A. (1996) Hume‟s Constitutionalism and the Identity of Constitutional Democracy, The American Political Science Review, 90 (3): 488-496. Miller, D. (1997) Hume and Possessive Individualism, in John Dunn and Ian Haris (Eds.), Hume vol. I. & II., Cheltenham: Edward Elgar Publishing Limited: 168-85. Moore, J. (1977) Hume‟s Political Science and the Classical Republican Tradition, Canadian Journal of Political Science, 10 (4): 809-39. Moss, L. S. (1991) Thomas Hobbes‟s Influence on David Hume: The Emergence of a Public Choice Tradition, History of Political Economy, 23 (4): 587-612. Phillipson, N. (1989) Hume, London: Weidenfeld and Nicolson. Putnam, R. D. (1993) Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Italy,Princeton: Princeton University Press. Robertson, J. (1983) The Scottish Enlightenment at the limits of the civic tradition, History of Political Thought, 4 (3): 451-82. Schmidt, C. M. (2003) David Hume: Reason in History, University Park: The Pennsylvania State University. Schuler, J. and Murray, P. (1993) Educating the Passions: Reconsidering David Hume‟s Optimistic Appraisal of Commerce, History of European Ideas, 17 (5): 589-97. Stewart, J. B. (1992) Opinion and Reform in Hume‟s Political Philosophy, Princeton: Princeton University Press. Stilz, A. B. (2003) Hume, modern patriotism, and commercial Society, History of EuropeanIdeas, 29: 15-32. Taylor, M. (1987) The Possibility of Cooperation, Cambridge: Cambridge Un. Press. Venning, C. (1991) Hume on Property, Commerce, and Empire in the Good Society: The Role of Historical Necessity, in Donald Livingston and Marie Martin, (Eds.), Hume as Philosopher of Society, Politics, and History, Rochester: University of Rochester Press: 137-150. Z. Kılınç Politics and Virtue in Hume Hume‟da Siyaset ve Erdem 127 Wallach, J. R. (1992) Contemporary Aristotelianism, Political Theory, 20 (4): 613-641. Whelan, F. G. (1985) Order and Artifice in Hume‟s Political Philosophy, Princeton: Princeton University Press. Wulf, S. J. (2000) The Skeptical Life in Hume‟s Political Thought, Polity, 33 (1): 7799. Zagorin, P. (2003) REPUBLICANISMS, British Journal for the History of Philosophy, 11(4): 701–714 Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 BOLU AĞZINDA YEMEK KÜLTÜRÜYLE ĠLGĠLĠ KELĠMELER Erol ÖZTÜRK**************************** ÖZET GeliĢen teknolojiyle birlikte Anadolu ağızlarındaki pek çok kelimemiz yok olma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmıĢtır. Dil ve kültürümüzün geleceği açısından bu kelimelerin derlenip sözlüklere kaydedilmesine ihtiyaç vardır. Bu yazıda aĢçılık ve mutfak kültürü açısından oldukça zengin olan Bolu yöresinden derlenen yemek, sebze, meyve, ot, mantar isimleri, yemek araç ve gereç isimleri bir araya toplanmıĢtır. Anahtar kelimeler: Bolu ağzı, yemek adları, mantar adları ABSTRACT With the developing technology, many words of Anatolian dialects are in danger of extinction. For the future of our language and culture these words should be collected and written down in dictionaries. In this article names of food, fruit, vegetables, herbs, mushrooms and kitchen equipments used in Bolu which has a rich cooking and kitchen culture are collected. Key words: Dialect of Bolu, food names, mushroom names Bolu zengin ormanları, orman içi gölleri, geniĢ yaylaları ve verimli ovalarıyla bitki ve hayvan çeĢitliliği açısından zengin bir bölgedir. Avcılık, balıkçılık büyük ve küçükbaĢ hayvancılık, arıcılık, tahıl ve baklagil üretimi ve bunların yanında zengin sebze ve meyve çeĢitliliğine sahiptir. Özellikle kümes hayvancılığı konusunda ülke çapında önemli bir yere sahiptir. Turizm konusunda baĢka illerin sahip olmadığı üstünlükleri vardır. Yaz kıĢ canlı turizm hayatı bölge insanı için önemli bir gelir kaynağı oluĢturur. Bolu‟da yemek ve aĢçılık konusunda Mengen ön plandadır. 1341 Rumî tarihli Bolu vilayeti salnamesinde Mengen ilçesiyle ilgili “Cem‟an 10.017 nüfus vardır, halkı aĢçılıkla mütevaggıl ve meĢhurdur.” ifadesi geçmektedir (Birgören 2008:388). Türkiye‟nin önemli turizm merkezlerine aĢçı yetiĢtiren yüksek okulu ve her yıl yapmıĢ olduğu aĢçılık festivaliyle adını ülke içinde ve dıĢında duyurmuĢtur. Fatih Sultan Mehmet‟in Ġstanbul‟u fethettikten sonra, saraydaki aĢhanesini Mengenli Yakup Ağaya kurdurması (Yüksel, 44), Osmanlı sarayındaki bazı padiĢahların, cumhuriyet döneminde Atatürk ve diğer cumhurbaĢkanlarının Mengenli aĢçıları (AĢçıbaĢı Recep Uğurluoğlu, AĢçı Halil Ġbrahim Özel, Selahattin Ergün, Ahmet Benli, Rıza Gündoğar) tercih etmesi **************************** Yrd. Doç. Dr., Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi E. Öztürk Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle İlgili Kelimeler 129 yörenin bu konuda haklı bir üne sahip olduğunun çok önemli bir iĢaretidir (Yüksel, 47). Bolu‟nun doğal zenginlikleri, bitki ve hayvan çeĢitliliği, yörenin mutfak kültürünü de önemli derecede etkilemiĢ ve zenginleĢtirmiĢtir. Mutfak kültürünün zenginliğinin bir göstergesi de bölgede tarihi çok eskilere dayanıp bugün de devam eden toplu yemek yeme geleneğidir. Bölgede orman ürünleri ve mantar çeĢitlerinde de zenginlik göze çarpar. Mantarlar bölgenin yemek kültüründe önemli bir yer tutar. Çorbalarda, böreklerde, etli yemeklerde ve pilav makarna gibi diğer yemeklerde de mantarları görmek mümkündür. Bolu dıĢından gelen pek çok kiĢi bu damak zevkine alıĢmıĢ, mantarlara sofrasında yer vermeye baĢlamıĢtır. Bolu mutfağıyla ilgili, genellikle bölgenin meĢhur yemeklerinin tarifini veren çalıĢmalar mevcuttur. Ancak konunun daha geniĢ ve derli toplu olarak ele alınmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 1963‟ten 1966‟ya kadar yayımlanan Çele Dergisi bölge folkloruyla ilgili önemli bilgiler içeren bir süreli yayındır. Bölgenin kültür ve folklor zenginlikleriyle ilgili yazılara yer veren küçük çapta baĢka süreli yayınlar da mevcuttur. GeliĢen teknolojinin meydana getirdiği değiĢimle birlikte Anadolu ağızlarında milli kültürümüzün yapı taĢları olan pek çok kelime, yok olma tehlikesiyle karĢı karĢıya kalmıĢtır. Bu kelimelerin dil ve kültürümüzün geleceği açısından derlenmelerine ve sözlüklerde kayıt altına alınmalarına Ģiddetle ihtiyaç vardır. Bolu ağzı; tarım, toprak, orman, bitki, yeme-içme, mutfak vb alanlar açısından oldukça zengin kelime hazinesine sahiptir. Bu yazıda Bolu yöresinden derlenen yemek, sebze, meyve, ot, mantar isimleri, yemek araç ve gereç isimleri bir araya toplanmıĢtır. Bu isimler, bölge ağzından yapmıĢ olduğumuz derlemelerden ve bölge insanlarından soruĢturma yoluyla elde edilmiĢtir: Yemek adları; bakla çullaması, baranı (patlıcan yemeği), bayıldan (patlıcan yemeği), bici aĢı (asma yapraklarından yapılan bir yemek), bulgur aĢı, cevizli mantı, cılbır (kaynamıĢ suda piĢirilen yumurtanın üzerine yoğut ve yağ dökülerek yapılan yiyecek), kaĢık sapı, cingan mancarı, domatesli makarna, ekmek aĢı, ekmek makarnası, elbasan tava, etli fasulye, etli hatun ana, etli mantı, etli patates dolması, fırın aĢı (fırın yemeği), gabalak (galduruk) dolması, gabalak sapı kavurması, gapama (küp içinde piĢen etli yemek), güveç, halıĢka (çene çarpan), halıĢka (keĢli hamur yemeği), haluj, höĢmerim, iç pilav, isli et, kaĢık atmaç, kaygana, kedi gırıĢı, kedibatmaz (süt, mısır unu, buğday unu karıĢtırılarak yapılan yemektir, bazı bölgelerde “malak” adıyla bilinir.), kesme makarna, kesme mantı, keĢkek, keĢli cevizli eriĢte, keĢli köy eriĢtesi, mamursa, mancar soğanlama, mantar tava, mantarlı mantı, Mengen kebabı, Mengen kıĢla kavurması, Mengen köftesi, Mengen kuzu göveç, Mengen mantısı, Mengen peynirli köfte, Mengen pilavı, Mudurnu baklası, övelek (efelek) kavurması, övelek sarması, paĢa pilavı, serpme (mancar pilavı), sıkma, sirit/tirit (yufkanın üzerine hindi kaz ya da tavuk suyu dökülerek yapılan yiyecek), soğanlı ekmek 130 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) ıslaması, sultan sarması, tavada kızartılmıĢ Mengen peyniri, tavuklu Mengen kavurması, tırtır, yaprak (ıslama) dolması, yoğurtlu mantar, Bilinen bazı yemeklerin bölgede yeni adlarla anılması da söz konusudur: Abant kebabı, Bolu kebabı, Bolu patlıcan kebabı, Yedi Göller kebabı, Yedi Göller köftesi vb. Çorba adları; alkuĢ çorbası, aĢlık çorbası, bakla çorbası, Bolu tarhana çorbası, deli bakla çorbası, eğöce çorbası, eriĢte çorbası, et suyu çorbası, ev Ģehriyesi çorbası, göce çorbası (lahanadan yapılır), imaret çorbası, kara tarhana çorbası, kavurmalı pirinç çorbası, kızılcık tarhana çorbası, Köroğlu çorbası, mısır aĢlığı (iri çekilmiĢ mısırdan yapılan çorba), mısır çorbası, niĢasta çorbası, nohutlu çorba, patates çorbası, sakız bakla çorbası, toyga çorbası, uğmaç (ovmaç) çorbası, uğut çorbası/peygamber çorbası (buğday çiminin suyuna mısır unu karıĢtırılarak yapılır), yoğurt çorbası, yoğurtlu bakla çorbası, yoğurtlu taze fasülye çorbası. Salata ve mezeler; acılı peynir ezme, beyin salata, çiftlik salatası, fasulye ezmesi, fasulyeli mısırlı darı salatası, gadın göbeği, karıĢık salata, lahana ezmesi, Mengen salatası, patlıcan salatası, tavuk salata, Ekmekler ve börekler; acı su bazlaması, bazlamaç, cevizli gömeç, cızlama/cizleme, cincile böreği, çantıklı pide, çiğ börek, dama (bir tür çörek), ebesüt (sütlü ekmek), erikli sos, fındık Ģekeri, gatlaç (kalın yufka), gırma böreği, gözleme böreği, kabaklı börek, kabartlama (bazlama çeĢidi), kül kömeci, kabaklı gözleme, kartalaç (mayasız, mısır unuyla yapılan sac ekmeği), kıymalı börek, kül çöreği, küllü börek, mamalika, mısır gömeci, mısır tayaması, tava gömeci. Tatlılar; acı besdil, ağda (koyu pekmez), basdıgabak (kabak tatlısı), batak havlası (don yağ, un ve pekmezle yapılan helva), bulhayır (ayva, elma marmeladı), çöleçöĢ (çoĢ hoĢafı adıyla da bilinir, Ģeker pancarından yapılır), çükündür hoĢafı, depme helva, gabak sapı (tulumba tatlısı), gale (kabak tatlısı), gavut (mısır, nohut, ahlat, kabak çekirdeğinin kavrulmasıyla yapılan helva), höĢmerim (Gerede‟de un tatlısı), hünkar tatlısı, kabak hoĢafı, kara kabak tatlısı, karavul Ģerbeti, karavul Ģerbeti, keĢkek tatlısı, kızılcık Ģurubu, kıravu, köpük helvası, lokma, mancar hoĢafı, müĢür hoĢafı, niĢasta helvası, palize (sütlaç türü), pekmezli lokma tatlısı, pembe sultan, saray helvası, sarı sultan, topal hoĢafı, tuzlu sütlaç, un helvası, üzümlü kabak hoĢafı, yoğurt tatlısı. Mantarlar; acı kitlek, ağaç mantarı (ağaçlarda yetiĢir), ayıcı, ayıköĢ (orman mantarıdır, ayı mantarı olarak da bilinir), akkayıĢkan, ayıncıl, ciğer mantarı (kayın ağaçlarında yetiĢir), cincile (kokulu bir mantar), cücegız (sonbaharda yetiĢir), dedebört (oldukça iyi görünümlü bir mantardır), dedesakalı (bir tür ağaç mantarı), dilburan (tadıdan dolayı adı almıĢtır), dolaman (kır mantarı), dövergeç (koparılınca göveren bir mantardır), gannıca (al gannıca, mor gannıca, gara gannıca, çam gannıcası, orman gannıcası olmak üzere çeĢitleri vardır), garagulag, gayiĢgıran, geyig mantarı (sonbahar mantarıdır, yavruağzı rengindedir, alt kısmı dikenlidir), goyuncul, gökgöbek, gökcaç (bir E. Öztürk Bolu Ağzında Yemek Kültürüyle İlgili Kelimeler 131 tür ağaç mantarı), görece, guzugöbeği, içigızıl (çayırda yetiĢen bir mantardır), kalçak, kaplıca mantarı, karakız (sonbahar mevsimi mantarıdır, üstü siyah içi beyaz renkte bir mantardır, pilava katılır), köy mantarı (kültür mantarı), mıh depesi (mıhlıca da denir, çivinin üst kısmına benzediği için bu adı almıĢtır), nelgadun /nalgadun (sarı ve siyah renkli çeĢitleri vardır), sarıgız (sonbaharda yetiĢir), söbeleñ (her mevsimde yetiĢebilen beyaz renkli uzunca bir mantardır, daha çok su kenarlarında yetiĢir), söğüt mantarı (söğüt ağaçlarında yetiĢir), tillice/tellice /Gerede‟de yağlık olarak da bilinir (iç kısmı tel tel ayrıldığı için bu adı almıĢtır), volet (ormanlık bölgelerde yetiĢir), yeryaran (orman mantarıdır). Yemek yapımında kullanılan sebze, meyve, bitki ve otlar; acebek (börülce), acı gak, afıyan (afyon), ağpahla (kuru fasulye), ahlat (yaban armudu), ak püskül (bir çeĢit üzüm), alıç, aloğlu (üzüm çeĢidi), amaskene (siyah erik), aĢotu (kiĢniĢ), aydın yemiĢi (incir), ayruk (ayrık otu), badılcan (patlıcan), badılcan otu (kokulu ot), bastık (pestil), bayam (badem), bohça otu, burgur (nohut ve ekinin piĢmiĢ hali), cılbık yoğurt (çiğ sütten yapılan yoğurt), cirpe (üzüm posası), civek (küçük taneli yaban üzümü), cöğüz (ceviz), çakal eriği (yaban eriği), çerez (kuru üzüm), çingil (üzüm salkımı), çitlek (kabuklu yemiĢ), çömelen (yer fasülyesi), dağdan/dağlan/dağlayan (ısırgan otu), deve tabanı, dorotu (dere otu), dövme (kabuğu çıkartılmıĢ buğday), düğülcek (ince bulgur, kalbur altı), düğürcük (bulgur tozu), ebegümeci, fasille, fiĢne (viĢne), gaba Ģeker (büyük küp Ģeker), gebere, gendime (çekilmiĢ buğday, yarma), göce (keĢkeklik buğday, el değirmeniyle öğütülmüĢ buğday), ısırgan, kalduruk (gabalak) yaprağı, kazayağı, mancar, mine çiçeği, misir (mısır), örük/erük (erik), patatis (patates), pezük (köklü pancar), pırpirim/pirpir (semizotu ya da semizotu kurusu), sabun otu, sarıkök (safran), sütleğen, tiltombak (aĢısız Ģeftali), tomatis, yarma (kırılmıĢ buğday), yarpuz (Ģifalı ot), yımırta (yumurta), zahra (tahıl, hayvan yiyeceği, yem). Aşçılık mesleğiyle ilgili kelimeler; aĢcubaĢu, aĢganacı, bulaĢugcu, çırag, gafla, keyveni, usda, yamag, yemekçi, Yemek yapımıyla ilgili araç gereçlerle ilgili isimler; ağda gasnağı (pekmez kabı), ala börtme (az piĢmiĢ), ala düĢmek (meyvelerin olgunlaĢması), alafgargını (yüksek ateĢle piĢmek), aĢevi (mutfak), ayar (buğday ölçme kabı), ben düĢmek (meyvelerin olgunlaĢmaya baĢlaması), bıcılgan (cıvık yağ), bislahaç/bislaç (sac üzerinde ekmek çevirmeye yarayan tahta parçası), bocut (bidon, su testisi), cağ (süzme torbası), cıvlamak (ufalamak), çatara/çotara (ağaçtan yapılmıĢ su kabı), çetelemek (nohudu yaĢ iken piĢirmek), çığsımıĢ (ekmeğin nemlenmiĢ hali), çıkı/çıkın (azık torbası), çömçe (ağaç kepçe), dakım (yemeklerin sırayla ikram edilmesi), dapçık (kabuk), dıkım (yiyeceğin arta kalanı), dıkmak (yemek yemek, yutmak), dibek (bulgur dövme taĢı), dilburan (geçgin meyve), ditmek (parçalara ayırmak), dövecek/döveç (sarımsak ezmeye yarayan kab), dut çarĢafı (dutları üzerine silkelendiği çarĢaf), eğsiran (hamur artıklarını sıyırtmakta kullanılan demir alet), ekmek evi (aĢhane, yemek ve ekmek yapılan yer), ekmek mendili (ekmeklerin altına serilen örtü), fitre 132 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) (Gerede‟de buğday ölçme birimi) gaklamak (eti kemiğinden ayırmak), gaĢug (gökçe ağaç gaĢığı ve çimĢir gaĢıg adlarıyla bilinen ağaç kaĢıklar), gözer (gözenekli kalbur), gufa (kova), güvlek (hayvanlara yiyecek hazırlanan kap), hambar (kıĢlık yiyeceklerin bulunduğu yer), helke (saplı Ģu taĢıma kabı, bakraç), hutun/huçu (yayığa benzer gereç), ibürük /Seben ağzında ubruk/Gerede‟de upruk (ibrik), icug (parça, azcık), ilistir/süzeklik (süzek, süzgeç), iliyen (leğen), melmeĢmiĢ (iyice piĢmiĢ), niman (oldukça büyük parça), oklaç/ Gerede‟de oklağaç (oklava), pislayaç / Seben ağzında pislaç/Gerede‟de pisleğeç (sac üzerinde yapılan ekmeği çevirmeye yarayan alet), sacayak (ateĢin üzerine konulan üçayaklı demir araç), sahın/sahan (tabak, çanak), taslık (Gerede‟de buğday ölme birimi), tekne (tahtadan hamur yoğurma kabı), tıhan (yağın kızdırıldığı tava), toparsala (yemek, çorba konulan büyükçe kap), yalakaç (kaĢık), yarım (Gerede‟de buğday ölme birimi), yarım yarısı (Gerede‟de buğday ölme birimi) yaslıhaç/yaslıyaç/ yaslağaç (Gerede)/ yaslaç (Seben) (üzerinde ekmek yapılan tahta). KAYNAKLAR Yüksel, Ali (Koordinasyon), AĢçılar Diyarı Mengen, Ankara. Birgören, Hamdi (2008) Bolu Vilâyeti Salnâmesi (Rûmî 1341), Bolu Belediyesi Bolu AraĢtırmaları Merkezi Yayınları, Bolu. Bolu Valiliği, Bolu 1998 Yıllığı, Ankara 1998. Hayasi, Tooru (with the collaboration of Ġsmail Hakkı Akyoloğlu) (1988) A Turkish Dialect in North-Western Anatolia (Bolu Dialect Materials), Institute for the Study of Languages and Cultures of Asia and Africa, Tokyo. Sözlü kaynaklar: Hamdi Birgören (öğretim elemanı), Zülbiye Biçen (pazarcı), Mükerrem Gören (pazarcı), Sami Aydoğan (memur), ġeref Çayır. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 OKUL PSĠKOLOJĠK DANIġMA VE REHBERLĠK HĠZMETLERĠNĠN DEĞERLENDĠRĠLEBĠLĠRLĠĞĠ Aslı TAYLI ÖZET Bu çalıĢmanın amacı, okullardaki rehberlik ve psikolojik danıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilmesinde ve etkililiğinin ortaya konmasında kullanılan psikolojik danıĢmada “değerlendirme” kavramını tanıtmaktır. DanıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilebilirliği konusu alanla ilgili yayınlarda 1970 yıllardan sonra sıklıkla ele alınmaya baĢlanmıĢtır. DanıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilmesinin en temel amaçları, psikolojik danıĢmanlarca sunulan hizmetin kalitesinin artırılması, hizmetlerinin etkiliğine iliĢkin ipucu elde edilmesi ve danıĢmanların profesyonel algılarının desteklenmesidir. Okul danıĢmanlık programının değerlendirilmesinde, toplanan bilginin türüne ve öğrenci, öğretmen, evebeyn, yönetici gibi bilgi kaynaklarına bağlı olarak çok değiĢik değerlendirme yolları mevcuttur. Bu değerlendirme metodlarının en önemlileri, ihtiyaç analizi, zaman analizi, sınıflandırma yöntemi, okul danıĢma kurulu, psikolojik danıĢmanlık vaka notları, rehberlik ve danıĢmanlık hizmetlerini öğrencilerin değerlendirmesi, rehberlik ve danıĢmanlık programını öğretmenlerin değerlendirmesi, değerlendirme konferansları, yazılı değerlendirme raporları, okul panosunda sunum, öğretmen sunumları, toplumsal iliĢkiler ve toplumu bilgilendirme etkinlikleri, psikolojik danıĢman portfolyo metodu ve akran grup süpervizyonudur. Son olarak, değerlendirici bilgilerin toplanmasının önündeki engeller ele alınmıĢtır. Anahtar Kelimeler: Okul Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık Hizmetleri, Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilmesi, Değerlendirme Sorumluluğu, Değerlendirme Yolları, Değerlendirme Sonuçlarının Sunulması. ACCOUNTABILITY EFFORTS FOR GUIDANCE AND COUNSELLING SERVICIES ABSTRACT The purpose of this article is to introduce the concept of accountability which is used for evaluation and to show its effectiveness in counseling and guidance services at schools. The topic of accountability was frequently appeared in professional literature after 1970‟s. The aim of using accountability activities are to improve the counseling services, to provide evidence for its effectiveness and to enhance professional image of counseling. There are a variety of ways for evaluating school counseling programs, Yrd. Doç. Dr., Muğla Üniv., Eğt. Fak., Eğt. Bil. Böl. Rehberlik ve Psikolojik DanıĢmanlık ABD. 134 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) depending on the types of collecting data and the consumers groups as students, teachers, parents, administers and others. Some of the them are, need assessment, time analysis, tabulation activities, school advisory committee, counseling case notes, student evaluation of counseling, teacher evaluation of counseling program, accountability conference, formal written report, school board presentation, teacher presentation, public relations and public information activities, counselor portfolio method, and peer group supervision. Finally, the barriers of collecting accountability data are discussed in the last part of the article. Key Words: School Guidance and Counseling Services, Evaluation of Guidance and Counseling Services, Accountability, Ways of Accountability, Presenting Accountability Data. Okul Psikolojik DanıĢmanlarının Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirme Sorumluluğu Rehberlik ve psikolojik danıĢmanlık hizmetlerinin eğitim sistemine dahil olmasından itibaren, bu hizmetlerle ilgili amaçlanan sonuçların alınıpalınmadığı, hizmeti sunan psikolojik danıĢmanların önemsediği bir boyut olagelmiĢtir. Günümüzde psikolojik danıĢmanların sundukları hizmetin sonuçları ve niteliği konusunda bilgi vermesi, mesleklerine ve hizmet sundukları bireylere karĢı bir sorumluluk olarak nitelendirilmektedir. Bu anlayıĢın yerleĢmesi ve uygulamaya aktarılmasına eĢlik eden geliĢmeleri, meslekleĢme sürecinin baĢından itibaren görmek mümkündür. Örneğin, 1920‟lerde bazı çalıĢmacılar tarafından rehberlik hizmetlerinin hangi yöntemlerle değerlendirilebileceği, yanlıĢ ya da doğru hizmet sunulup sunulmadığının nasıl anlaĢılacağı sorgulanmıĢ, rehberlik hizmetleri bağlamında tamamlanması gereken belli baĢlı görevler belirlenmiĢ, değerlendirmeye iliĢkin ilk standartlar önerilmiĢtir (Gybers, 2004). 1930‟lara gelindiğinde, rehberlik hizmetlerinin hangi sonuçları sağlaması gerektiği daha ayrıntılı olarak ele alınmaya baĢlamıĢtır. Bu bağlamda rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde, burs–maddi destek standartlarının artması, öğrenciler arasındaki daha üst bir ahlaki anlayıĢ, tüm okul yaĢamının daha nitelikli hale gelmesi, daha az öğrenci baĢarısızlığı, genç öğrencilerin gelecek hakkında daha iyi bilgilendirilmeleri, mezun olan öğrencilerin toplumsal yaĢama, iĢ yaĢamına ve üniversite yaĢamına daha iyi uyum yapması, daha az disiplin sorunu, okula devamsızlık sorununun azalması ve daha iyi çalıĢma alıĢkanlıklarının kazanılmıĢ olması gibi olumlu geliĢmeler ölçüt olarak önerilmiĢtir. Daha sonraki 1940, 1950 ve 1960‟lı yıllar boyunca bu konu önemini korumakla birlikte, bu yıllar, dikkatlerin, bu hizmetlerin yerine getirilmesine aracılık edecek psikolojik danıĢmanların eğitimi konusuna ve de rehberlik hizmetleri aracılığıyla ulaĢılmaya çalıĢılan hedeflerin hangi yollarla değerlendirilebileceğine yöneldiği yıllar olmuĢtur (Gybers, 2004). Tarihsel olarak rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve baĢkalarına sunulması konusunda asıl patlamanın yaĢanması 1970‟li yıllara rastlamıĢtır (Baker, 2000; Gysbers, 2004; Borders & Drury, 1992). Bu artıĢta Arbuckle‟ın A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 135 (1970) yazmıĢ olduğu “DanıĢmanlara Okullarda Gerçekten Ġhtiyaç Var Mı?” adlı makalesi katalizör görevi görmüĢtür (akt: Baker, 2000; 301). Böylesi bir baĢlık ile Arbuckle, okul danıĢmanlarının aldıkları eğitim ile sundukları hizmet arasındaki boĢluğa profesyonel kimliklerine yeterince bağlılık göstermemelerine ve çalıĢmalarının etkiliğini gösterme çabalarının olmamasına dikkat çekmek istemiĢtir. Buradaki temel kaygılardan biri, danıĢmanlık hizmetlerinin herhangi bir uzman tarafından yerine getirilebilecek bir hizmet olmayıp, doğrudan eğitim alan uzmanlar tarafından sunulması gereken ve fark yaratan bir hizmet olduğunun ispatlanmasıdır (Baker, 2000; 301). Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve etkiliğinin gösterilmesi çabalarında uyanıĢ niteliğindeki bu geliĢmelerin yanı sıra, bir diğer geliĢme, Amerika BirleĢik Devletlerinde okulları finanse eden yerel yönetimler ve bölgesel yapılanmanın, yapılan harcamaların geri dönüĢünü görmek istemeleridir (Borders & Drury, 1992; Schaffer & Atkinson, 1983; Myrick, 2003). Bu istek, sunulan rehberlik hizmetlerinin etkiliğinin ispatlanması talebidir. Bu aĢamada, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi kavramının yanı sıra bu hizmetlerin sonuçlarının taraflara sunulması, yani hizmetler konusunda “hesap verilebilirlik” ya da “sonuçları değerlendirme sorumluluğu” olarak çevrilebilecek “accountability” kavramı gündeme gelmiĢtir. Sunulan hizmetin sonuçlarını değerlendirme sorumluluğu (hesap verilebilirlik) okul danıĢmanlık programının etkiliğinin, ihtiyaç analizi ve hizmetlerin değerlendirilmesi yoluyla ortaya konması ve sonuçların baĢkalarıyla paylaĢılması olarak tanımlanmıĢtır. Bu bir yerde sunulan hizmetlerin etkiliğinin ortaya konmasıdır (Baker, 2000:300) Bu psikolojik danıĢmanların kendi uzmanlık alanlarına ve hizmet sunduklara taraflara yönelik temel bir sorumluluğudur. Bir baĢka tanımlama da ise kavram, okul psikolojik danıĢma ve rehberlik hizmetlerinin etkililiğinin, baĢkalarına ölçülebilir ve kıyaslanabilir ölçütlerle gösterilmesi olarak ele alınmıĢtır (Brott, 2006). Bu, istenilen ve hedeflenen bir sonucun üretilipüretilmediğinin ortaya konmasıdır. Çok zaman hesap verilebilirlik kavramı, “değerlendirme”(evaluation) kavramıyla birbirinin yerine kullanılabilirse de, değerlendirmede psikolojik danıĢmanın sunduğu hizmete iliĢkin bilgi toplaması, hesap verilebilirlikte ise, topladığı bilgileri uygun bir yollarla baĢkalarına sunması söz konusudur (Baker, 2000;300). Bu hizmetlerin sonuçlarına iliĢkin hesap verilmesi gereken kiĢiler ise, rehberlik hizmetinin bir Ģekilde muhatabı olan taraflardır. Okul ortamında bu hizmetlerin tarafları öğretmenler, öğrenciler, veliler, idareciler ve toplumdaki ilgili diğer kimselerdir. Öte yandan, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve hesap verilebilirliği iki açıdan özelikle desteklenmektedir. Bunlardan birincisi, okulda sunulan hizmetlerin değerlendirilmesi konusuna psikolojik danıĢmanların gereken önemi vermemeleridir. Sunulan hizmetlerin amacına ulaĢıp, ulaĢmadığının değerlendirilmemesi, rehberlik hizmetlerinin tamamlanmasını engellemekte, sonucu incelenmeksizin, belirsiz, boĢluğa sunulan hizmetler olarak kalmasına neden olmaktadır. Değerlendirme hizmetleri aracılığıyla bu 136 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) eksikliğin giderilmesi hedeflenmektedir. Bir diğer neden ise, değerlendirmenin sunulan hizmetin niteliğini artırmaya yardım etmesidir (Fairchild & Zins, 1986). Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi, bir anlamda hem programın, hem de kiĢinin değerlendirilmesi demektir. Değerlendirme aracılığıyla psikolojik danıĢmanın sunduğu hizmetlerin niteliğinin artması, sunulan hizmetlerin zayıf ve güçlü yönlerinin keĢfedilmesi, böylece psikolojik danıĢmanın profesyonel geliĢiminin hızlanması beklenmektedir (Fairchild & Zins, 1986; Gibson & Mitchell, 1999, Fairchild, 1993; 1995). Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesine yönelik çalıĢmaların artması gerektiğini destekleyen Myrick‟e (2003) göre, danıĢmanlar odalarından çıkmalı ve çalıĢmaları hakkında daha çok bilgi vermelidir. Diğer insanlara, sunmuĢ oldukları hizmetlerle ilgili olarak, eğitimsel sürecin nasıl bir parçası olduklarını ve öğrencilerin daha etkili ve yetkin öğrenenler olmalarına nasıl yardım ettiklerini göstermek zorundadırlar. Myrick‟e göre bu değerlendirme ve sonucu sunma süreci, aynı zamanda danıĢmanların kendisi için de rahatlatıcı olmaktadır. Böylece danıĢmanlar kendi hikâyelerini anlatma ve ne bildiklerini, ne yapabildiklerini gösterme olanağı bulmaktadırlar. Yine bu değerlendirme ve sonuçlarını sunma çalıĢmaları aracılığıyla danıĢmanlar, yapılanlar ve yapılması gerekenler hakkında hem hesap verebilme, hem de hesap sorabilme Ģansı elde etmektedirler. Bu sayede psikolojik danıĢmanlar daha görünür, bilinir olmakta ve daha çok destek alabilmektedirler (Myrick, 2003). Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri değerlendirmeleri ve taraflara duyurmaları psikolojik danıĢmanlık alanındaki kurumsal yapılar tarafından da desteklenmektedir. Örneğin, Amerikan Eğitim Sisteminde kabul edilen “Hiçbir Çocuk Geride Kalmasın” (No Child Behind Left Act) anlayıĢı ve akımı 1990‟lardan sonraki öğrencilerin akademik baĢarısına odaklanan anlayıĢı yansıtmaktadır. Psikolojik danıĢmanların, öğrencilerin öğrenmesine odaklanması ve sonuçlarının etkililiğini taraflara göstermesi gerektiğini savunan anlayıĢ, Amerikan Okul Psikolojik DanıĢmanlar Derneği‟nin de (ASCA) önemsediği bir boyutu yansıtmaktadır (Isaacs, 2003). Adı geçen dernek, ulusal bir model geliĢtirerek, değerlendirme ve sonuçları sunma çalıĢmalarının çerçevesinin nasıl olması gerektiği, danıĢmanlık hizmetleri aracılığıyla öğrencilerde hangi değiĢimlerin amaçlandığı ve bunları değerlendirme aĢamasında karĢılaĢılabilecek sorunları ele almıĢtır. Aynı Ģekilde, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve sonuçlarının duyurulması, Amerika‟da psikolojik danıĢmanlık mesleğinin akreditasyonunu sağlayan grup (Council for the Accreditation of Counseling and Related Educational Programs-CACREP) tarafından da desteklenmektedir. Bu gruba göre, danıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilmesi ve taraflara sunulması, bu hizmet grubunun akreditasyon standartlarını yansıtmak suretiyle, alandaki son geliĢmeleri gözler önüne serecektir (Brott, 2006). Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri değerlendirirken akılda bulundurmaları gereken üç temel soru, öğrencilerin ihtiyaçlarının neler A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 137 olduğu, bu ihtiyaçları karĢılamak için neler yapılabileceği ve danıĢmanın yapmıĢ olduğu müdahalelerin hangi değiĢiklikleri sağladığıdır (Myrick, 1990). Bu ilkeler, okulda sunulan hizmetlerin değerlendirilmesinin hangi temeller üzerine oturtulması gerektiğini göstermektedir. Öte yandan bu değerlendirme süreci rastgele, geliĢigüzel yapılacak bir uygulama değildir. Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetleri nasıl değerlendireceği ve hangi değerlendirme yollarını kullanabileceği konusunda temel bilgi ve becerilere sahip olmaları gerekmektedir (Fairchild, 1990; 1995). Öte yandan bu hizmetleri yerine getirenlerin, hizmete yönelik akılda tutmaları gererken bazı temel ilkeler de bulunmaktadır. Etkili bir değerlendirme yapmak isteyen bir psikolojik danıĢmanın bu ilkeleri bilmesi ve uygulamada rehber olarak alması gerekmektedir. Gibson‟a (1977) göre, etkili bir değerlendirme, program hedeflerinin farkında olmayı, geçerli değerlendirme ölçütlerini, hizmet sunulan bütün kiĢilerin katılımını, sonuçlardan geri bildirim olarak yararlanmayı, değerlendirmenin planlı ve sürekli olarak yapılmasını ve son olarak, olumluya odaklanmayı gerektirmektedir (akt: Gibson &Mitchell, 1999; 427). Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirme Yolları Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde, ihtiyaç analizi, zaman analizi, tabakalama yöntemi, vaka notları, öğrenci, öğretmen ve veli değerlendirmesi, akran süpervisyonu gibi çok değiĢik değerlendirme yolları bulunmaktadır (Borders, 2001; Fairchild, 1995; Rhyne- Winkler, 1996). Psikolojik danıĢmanlar, bu değerlendirme yollarından bazılarını daha çok, bazılarını daha az olmak üzere sundukları hizmetleri değerlendirmek amacıyla kullanmaktadırlar (Fairchild, 1993, Faircihld & Zins, 1986). Ülkemizde danıĢmanlık hizmetlerinin hangi yollarla değerlendirildiği ve değerlendirilen hizmetlerin sonuçlarının hangi oranda hizmet sunulan taraflara sunulduğu konusu bilinmemektedir. Bu konudaki tek belirti, Milli Eğitim Bakanlığınca 2001‟de yenilenen Rehberlik ve Psikolojik DanıĢma Hizmetleri, ikinci yönetmeliğinin iĢaret ettiği bazı yaptırımlardır (MEB, 2001). Buna göre okul psikolojik danıĢmanları, her yıl haziran ayı içerisinde sunmuĢ oldukları rehberlik hizmetlerine iliĢkin raporu okul müdürlüğü aracılığıyla bağlı bulundukları Rehberlik AraĢtırma Merkezine (RAM) iletmek zorundadırlar. Yönetmelikteki ikinci vurgu ise, her okulda okul müdürü baĢkanlığında, “Okul Rehberlik Hizmetleri Yürütme Kurulu”nun oluĢturulmasıdır. Bu kurul aynı zamanda rehberlik hizmetlerinin sonuçlarının konuĢulduğu, değerlendirildiği yönetsel bir birimdir. Ülkemizde uygulamada danıĢmanların sundukları hizmetleri nasıl değerlendirdiği ya da hizmetlerle ilgili hesap verilebilirlik adına neler yaptığına dair sistematik bir araĢtırmaya rastlanmamıĢtır. Ancak, bu açıdan diğer ülkelerde yapılan çalıĢmalar da çok sınırlıdır. Burada örnek olması açısından, Amerika BirleĢik Devletlerinde yapılan geniĢ çaplı iki tarama, ayrıntılarıyla ele alınacaktır. Bu çalıĢmalardan ilki, 1984 yılında yapılmıĢ ve araĢtırmacılar, 138 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Amerikan Okul Psikolojik DanıĢmanlar Birliğine (American School Counselor Association-ASCA) üye 500 okul psikolojik danıĢmanına rastlantısal bir seçimle ulaĢmıĢlardır (Fairchild & Zins, 1986). Bu çalıĢmalardan ikincisi ise, aynı düzenlemeyle 1990 yılında yapılmıĢtır (Fairchild, 1993). Her iki çalıĢmada amaç, rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde ve sunulmasında psikolojik danıĢmanların hangi yöntemleri kullandığı, hangi tür bilgilerin toplandığı ve bu bilgilerin nasıl kullanıldığı, bilgilerin muhatabının kimler olduğu, bilgilerin nasıl paylaĢıldığı, bilgileri derlemenin önündeki engellerin neler olduğu ve değerlendirme yollarının nereden öğrenildiği gibi bilgileri derlemektir (Fairchild & Zins, 1986). Ġkinci çalıĢmada ise, bunlardan farklı olarak, zamana bağlı değiĢmeleri ortaya koymak da hedeflenmiĢtir (Fairchild, 1993). Buna göre 1984 yılındaki birinci değerlendirmede, okul danıĢmanlarının %55‟i değerlendirme ve bu bilgileri sunma çalıĢmaları yaparken, 1990 yılında oran %67‟e yükselmiĢtir ve aradaki artıĢ, istatistikî olarak anlamlıdır. ÇalıĢmalarda bu görevi yerine getirenlerin uygulamaları dikkate alındığında Ģu sonuçlara ulaĢılmıĢtır: psikolojik danıĢmanlar en çok “sayısal” verileri toplamakta, bunu sırasıyla “sürece” ve “sonuca” iliĢkin nitel veriler izlemektedir. Bilgilerin toplanmasında en çok tabakalama yöntemi, derecelendirme ölçekleri ve anketler kullanılmaktadır. GörüĢme tekniği nispeten daha az tercih edilmiĢtir. Bu boyuttaki anlamlı artıĢlar, zaman analizi yönteminin kullanımının %43‟den %60‟a, akran süpervizyonu değerlendirmesinin %8‟den, %20‟ye yükselmesidir. Değerlendirici bilgiler, en çok öğrencilerden, sonra sırasıyla öğretmenlerden, yöneticilerden, okul çalıĢanlarından ve diğer insanlardan toplanmıĢtır. AraĢtırmadaki diğer bir boyut, bilgilerin taraflara nasıl iletildiği ile ilgilidir. Her iki çalıĢmada da sonuç, en çok okul müdürlerine ve resmi değerlendirme yazısı ile iletilmektedir. Bunu, okul kurulunda sunma, öğretmenlere yönelik yayınlarda sunma, bölgesel yayınlarla sunma gibi uygulamalar takip etmiĢtir. AraĢtırmada araĢtırılan bir diğer boyut, bilgilerin hangi amaçlarla kullanıldığıdır. Bu boyutta her iki çalıĢmada benzer oranlar söz konudur ve anlamlı bir farklılaĢma bulunmamaktadır. Buna göre, danıĢmanlar bu bilgileri kendilerinin etkiliğini göstermek için kullanmaktadır. Bilgilerin kullanılmasında ikinci en önemli neden, sunulan hizmetlerin geliĢtirilmesi, iyileĢtirilmesidir. Sunulan hizmetlerin çeĢitliliğini, hizmetten yararlanan ya da hizmetten etkilenen taraflara göstermek ve hangi hizmetleri yerine getirdiklerine dair iletiĢim, paylaĢım ortamı oluĢturulmasını sağlamak ve de bu taraflardan gelecek olan geribildirimlerin, daha sonraki sunulacak hizmetlerin planlanmasında kullanılacağı mesajını iletmek, bu sürecin diğer amaçlarıdır. AraĢtırmada bu bilgilerin neden toplanıldığı da sorulmuĢtur. DanıĢmanlar öncelikle, bunun kendi geliĢimlerini sağlamak adına kiĢisel bir tercih olduğunu iletmiĢlerdir. Ardından, gelecekteki hizmetleri planlama ve bölgesel eğitim ofisine sonuç iletmenin gereği olarak bu bilgileri derlediklerini iletmiĢlerdir. Psikolojik danıĢmanlara değerlendirmeye iliĢkin bilgileri nerelerden edindikleri, öğrendikleri de sorulmuĢtur. Buna göre, konu ile ilgili yayınlar, arkadaĢlar, A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 139 üniversitedeki dersler, alanla ilgili kurslar, konferanslar ve Eğitim Bakanlığının sağlamıĢ olduğu eğitim fırsatları bilgi kaynaklarını oluĢturmaktadır. Hizmetlerin değerlendirmesinin önündeki engellere iliĢkin son soruya, danıĢmanların cevapları, sürece iliĢkin bilgilerinin olmaması, yeterince zamanlarının olmaması, bu bilincin yeterince kazandırılmamıĢ olması ve olumsuz sonuçlardan korkmaları gibi nedenler göstermiĢlerdir. DanıĢmanların çok az bir kısmı ise, bu çalıĢmaların gereksiz olduğunu düĢündüğünü iletmiĢtir. Okul danıĢmanlık hizmetleri hangi bilgileri elde etmek istediğinize bağlı olarak, çok değiĢik yollarla değerlendirilebilmektedir. Rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesinde kullanılabilecek belli baĢlı yöntemler aĢağıda, olumlu ve olumsuz yönleri ile kısaca tanıtılmıĢtır (Borders, 2001; Fairchild, 1995; Rhyne- Winkler, 1996); 1-İhtiyaç Analizi: Temel hedef öğrenci ihtiyaçları olmakla birlikte, öğrencilerden, öğretmenlerden, velilerden ve okul idaresinden anketler ve derecelendirme ölçekleri aracılığıyla rehberlik servisinden beklentilerini ve rehberlik servisinin ele almasını bekledikleri temel sorunların iletilmesi yöntemidir. Bu uygulama danıĢmanların çalıĢması gereken boyutları gösterir. 2- Danışma Komitesi; Okulda kuralları ve danıĢmanlık hizmetleri ile ilgili olduğu kabul edilen aileler, toplumdaki diğer çalıĢanlar ve iĢyeri sahipleri, öğretmenler, öğrenci kurulundan temsilciler, yöneticiler, stajyer danıĢmanlar ve okul danıĢmanlarından oluĢan bir komitenin uygulamalarda destekleyici ve değerlendirici bir rol üstlenmesi demektir. 3- Tabakalama Yöntemi: Rehberlik hizmetleri bağlamında verilen her bir hizmet grubunun, hangi sıklıkta verildiğinin belirlenmesi amaçlanır. Yapılan psikolojik danıĢma oturum sayısı ve psikolojik danıĢma hizmetinin verildiği öğrenci sayısı, ana-baba eğitim sınıfları, sınıf rehberlik etkinlikleri, ana-baba konferansları, yapılan öğrenci değerlendirme hizmetleri gibi uygulamalar göz önünde bulundurulacak ölçütleridir. 4- Zaman Analizi: Zaman analizi yöntemi, danıĢmanlar tarafından en sık kullanılan değerlendirme yollarından biridir. Yöntemi, danıĢmanların vermiĢ olduğu hizmeti zaman-görev çizelgesi bağlamında, farklı görev birimlerine göre bir çerçeveye yerleĢtirmesi demektir. Bu uygulamada psikolojik danıĢmanın günün sonunda hizmet gruplarına göre gününü nasıl geçirdiğini yazması gerekmektedir. Psikolojik danıĢman bu sayede zamanı etkin kullanma becerisine sahip olmakta, diğerlerine vaktini nasıl geçirdiğini gösterir bir veri sunarak, profesyonel imajını güçlendirmektedir. 5- Psikolojik Danışmanlık Vaka Notları: Psikolojik danıĢma vaka notları danıĢmanlık sürecine iliĢkin bilgilerin organize edilmesini ve kaydedilmesini gerektirmektedir. Bu uygulama sayesinde psikolojik danıĢman, süreci daha kolay izleyebilmekte; unutmaların ve gereksiz tekrarları önüne geçilmekte ve öğrencilerin genel sorunlarının neler olduğu konusunda danıĢma sürecine iliĢkin tutulmuĢ notlardan yararlanmak mümkün olmaktadır. 6- Rehberlik Hizmetlerini Öğrencilerin Değerlendirmesi (6–12 Sınıflar): 140 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Okulda sunulan hizmetlerin etkiliğinin öğrenciler tarafından, derecelendirme ölçekleri, anketler ya da görüĢmeler yoluyla değerlendirilmesidir. Öğrencilerin değerlendirmesi danıĢmanlık hizmetlerinin güçlü yönlerini ve hangi alanlarda yeniden düzenlemeye ya da güçlendirmeye ihtiyaç olduğunu göstermektedir. 7- Rehberlik Hizmetlerini Öğretmenlerin Değerlendirmesi: Öğretmenlerden alınan isim belirtmeden yazılmıĢ, kısa ve yapılandırılmıĢ bir değerlendirme, sürecin tam olarak anlaĢılmasında bir boyutu tamamlamaktadır. Öğretmenlerin hizmetlerin etkiliğine iliĢkin kendi görüĢlerinin alınması ve daha iyi hizmet için öneri istenmesi, onların sürece aktif olarak katıldıklarını, onların düĢüncelerinin önemsendiği hissi yaratmakta, danıĢmanlar ve öğretmenler arasında saygıya dayanan, duygusal bir bağın kurulmasına yardım etmekte, sorunların yalnızca danıĢmanın değil, sistemin sorunu olarak görülmesini ve sahiplenilmesini sağlamaktadır. 8- Değerlendirme Konferansları: Okul idaresi ve ilgili diğer kiĢilerin katılımı ile okulda sunulan danıĢmanlık hizmetlerinin güçlü yönleri, eksik yönleri ve daha iyi hale getirilmesi için önerilerin alınacağı ve psikolojik danıĢmanın hizmetlerin sonucuna iliĢkin bilgi verdiği toplantılardır. Toplantıda taraflar uygulamaya iliĢkin iĢlevsel öneriler getirebilmekte ve danıĢmanlık uygulamalarına iliĢkin gözlemlediği aksaklıkları iletebilmektedir. 9- Velilerin Rehberlik Hizmetlerini Değerlendirmesi: Öğrencileri en yakından tanıyan, sorunlarını ve ihtiyaçlarını en iyi bilen taraflardan biri kuĢkusuz velilerdir. Okullarda velilerin katılımını gerektiren uygulamalar giderek artmaktadır. Bu uygulamalar velilere okulda hizmetlerin tarafı olarak yer verildiği, görüĢlerinin önemsendiği mesajını vermekte ve iĢbirliğine daha açık olmalarını sağlamaktadır. 10- Formal Yazılı Raporlar: Psikolojik danıĢmanların okulda sunulan rehberlik hizmetlerine iliĢkin, değerlendirme sonuçlarını bütünleĢtirici ve özetleyici bir rapor ile taraflara sunmasıdır. Böyle bir raporun, değerlendirmeyi içeren iĢlem yollarını, verilen hizmete iliĢkin sınıflandırılmıĢ verileri, değerlendirme verilerini, sonuçların tartıĢılmasını, sistem desteği için gereken değiĢiklik ihtiyacını ve de değerlendirme için kullanılan ölçme araçlarının birer örneğini içermesi beklenmektedir. Psikolojik danıĢmanın sunmuĢ olduğu bu rapor, hizmetlerin görülebilirliğini artırdığı gibi, danıĢmanın profesyonel imajını da güçlendirmektedir. 11- Okul Kurulunda Sunum: DanıĢmanların düzenli olarak belli aralıklarla toplamıĢ oldukları bilgileri, okul kurulunda belli aralıklarla sunması uygulamasıdır. Okuldaki rehberlik hizmetlerinin gidiĢatı ile ilgili yapılan bu bilgilendirme, karĢılıklı görüĢ alıĢveriĢiyle hizmetlerin daha iyi hale getirmesine yardımcı olur. Aynı zamanda, yanlıĢ ya da eksik bilgiye sahip olabilen kurul üyelerinin, danıĢmanlık bütçesini ve de politikalarını belirleyici kararlarında ve psikolojik danıĢmanın bazı değiĢiklik ve yenilenmesi gereken uygulamalarda belirleyici olabilir. Amaç rehberlik hizmetlerinin felsefesini ve uygulamalarını doğru tanıtmaktır. A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 141 12- Öğretmen Sunumları: Öğretmen sunumları için uygun zamanın okul idaresi tarafından ayarlanması ve önceden duyurulması gerekmektedir. Tabakalama yöntemine göre sınıflandırılmıĢ, sunulan hizmetlere iliĢkin bilgi kısaca sunulmalı, rehberlik hizmetleriyle ilgili yenilik içeren kısımlar öğretmenlere açıklanmalı ve sonraki zaman dilimine iliĢkin olası geliĢmeler duyurulmalıdır. Bu toplantıların en önemli faydası, öğretmenlere danıĢmanlık hizmetleriyle ilgili sunacakları katkılarının ve hizmetlerin sunulmasına iliĢkin görüĢ ve önerilerinin değerli olduğu mesajını vermesidir. Toplantılarda öğretmenler de, rehberlik hizmetlerinin kalitesini takip ettikleri, psikolojik danıĢmanın çalıĢmalarını değerlendirmesini ve tanıtmasını bekledikleri mesajlarını vermektedirler. Öğretmen sunumları, danıĢmanların görevlerinin baĢında oldukları mesajını eğitimin taraflarına ileterek, kendi profesyonel kimliklerini güçlendirme Ģansı verdiği için de önemlidir. 13- Toplumsal Kurumlarla İlişkiler ve Toplumu Bilgilendirme Etkinlikleri: Psikolojik danıĢmanın yapmıĢ olduğu hizmetleri ve mesleğinin gereklerini toplumdaki diğer kesimlere tanıtması, alanın tanınmasına yönelik bilgi eksikliklerini giderebilme ve rehberlik hizmetini yerine getirirken birlikte çalıĢtıkları öğretmen, veli, öğrenci gibi taraflarla iĢbirliği yapma Ģansını yükseltmektedir. Bu amaçla psikolojik danıĢmanlar, öğretmen toplantıları, veli grupları, öğrencilerin çıkarına olan bölgesel düzenlemeler, toplantılar ve sivil toplum kuruluĢlarının organizasyonlarını kendi mesleklerinin tanınması, kabul edilmesi ve anlaĢılması için kullanabilirler. Okul gazetesinde, velilere yönelik gazetelerde ve toplumsal yerel gazetelerde bilgi paylaĢmak da, danıĢmanlık hizmetleri ve hizmetlerin sonuçları hakkında bilgi verme konusunda oldukça etkili bir yoldur. 14- Akran Süpervizyonu: Psikolojik danıĢmanın sunmuĢ olduğu hizmetleri değerlendirme yolu olarak, kendi meslektaĢlarından süpervizyon almasıdır. MeslektaĢ dayanıĢması da sağlayan bu paylaĢım, diğer psikolojik danıĢmanların, hedef psikolojik danıĢmanın hizmetlerini eleĢtirel bir bakıĢ açısı ile gözetmesi ve denetlemesidir. Toplantılarda, destekleyici, açık ve dürüstlüğe dayanan bir iliĢki geliĢtirilmesi ve her üyenin duruma iliĢkin geribildirim vermesi beklenmektedir. Amaç, üyelerin birbirine rol modeli olması ve uygulamalarına yönelik farkındalıklarının artırılmasıdır. 15- Psikolojik Danışman Portfolyoları: Portfolyo, kiĢilerin zaman içerisinde üretmiĢ olduğu ürünleri biriktirmek suretiyle, etkiliğini ispatlaması olarak tanımlanmaktadır. Zaman içinde yaptığı çeĢitli çalıĢmalarını gösteren koleksiyon, kiĢinin yeteneklerini, yetkin olduğu alanları göstermektedir. BaĢlangıçta eğitim ortamında öğretmenlerden talep edilen kiĢisel portfolyoların oluĢturulması isteği, zamanla psikolojik danıĢmanlara da yansımıĢtır (RhyneWinkler, 1996). Psikolojik danıĢmanların bu kiĢisel dosyalarının, kiĢisel bilgiler, eğitim bilgileri, becerileri, uygulamaya iliĢkin planları ve dokümanları içermesi beklenmektedir. Diğer bütün yöntemlerde olduğu gibi kiĢisel portfolyo yönteminin de, psikolojik danıĢmanların kiĢisel ve profesyonel geliĢimlerine 142 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) katkı sağlayacağına inanılmaktadır. KiĢisel portfolyonun gerektirdiği kiĢisel beceriler, kiĢilerin becerilerini geliĢtirme ve yeni beceriler edinme konusunda güdüleyici olabilmektedir. Uygulama, danıĢmanın kiĢisel ve profesyonel kimliğini de güçlendirmektedir. Değerlendirmenin Önündeki Engeller Psikolojik danıĢmanların sunmuĢ oldukları hizmetin etkiliğini bilimsel verilerle desteklememeleri büyük bir eksiklik olarak tanımlanmaktadır (Lee & Workman, 1992). Psikolojik danıĢman yetiĢtiren programlarda, değerlendirme, araĢtırma, program geliĢtirme ve program yönetme konusunda yeteri kadar eğitim verildiğini (Campbell & Robinson, 1990) savunan görüĢler olsa da, bunların daha çok araĢtırma boyutuna odaklanmıĢ olması eleĢtirilmektedir. Örneğin Schaffer ve Atkinson‟a (1983) göre, psikolojik danıĢmanlar eğitimleri sırasında ölçme ve değerlendirme amaçlı çok fazla ders alırken, program değerlendirme için, istatistik, bilimsel araĢtırma konularında alınan eğitimin nerdeyse yarısı kadar eğitim almaktadırlar. DanıĢman eğitimindeki bu tercihin yeterince gerçekçi olmadığı savunan yazarlar, öğrencilerin yoğun bir araĢtırma eğitimi almalarına karĢın çalıĢma hayatında, bir araĢtırma sürecine çok nadir olarak dahil oldukları, fakat sıklıkla program değerlendirme çalıĢmaları yapmaları gerektiği bilinmektedirlar (Schaffer & Atkinson, 1983). Okullarda sunulan rehberlik ve psikolojik danıĢmanlık hizmetlerinin değerlendirilmesindeki en önemli engellerden biri, değerlendirme için gereken eğitimin alınmamıĢ olmasıdır. Bunların dıĢında, yeterince zamanın olmaması, değerlendirmenin fazla önemsenmemesi ve değerlendirmenin olumsuz sonuçlarından korkulması gibi nedenler sayılmaktadır (Fairchild, 1993; Fairchild & Zins, 1986). Myrick‟e (2003) göre, psikolojik danıĢmanların değerlendirme ve hesap vermeye istekli olmamalarının temelinde Ģu nedenler yer almaktadır: Yeterince zamanın olmaması: Okulda çok yoğun bir iĢ yükü olan okul danıĢmanlarının ders zili gibi zaman sınırları belli bir çalıĢma sistemi yoktur. Ayrıca danıĢmanların, çok zaman çok basit olan ve danıĢmanlık görevleri içine dâhil edilemeyecek ayrıntılar için her az hazır olması beklenir. Bazen de sıra dıĢı sorunları olan öğrencilere, olması gerekenden çok daha fazla zaman harcamak zorunda kalabilirler. Okullarda bir danıĢmanın hizmet sunmakla yükümlü olduğu öğrenci sayısının yüksekliği de göz önüne alınınca, okul danıĢmanın zamanın çok daha ekonomik kullanmasının gereği ortaya çıkacaktır. Genellikle danıĢmanlar, sundukları hizmetleri değerlendirmek için hiç vakitlerinin olmadığını söylemektedirler. DanıĢmanların iĢ yükü göz önünde bulundurulduğunda, yapmıĢ oldukları bütün iĢlerin hesabını vermesi beklenmemektedir. Ancak, rutin olarak yaptığı müdahaleleri belli bir ayrıntıyla değerlendirmesi beklenmektedir. Değerlendirme için bilgi ve becerinin olmaması: DanıĢmanlar eğitimleri sırasında, ölçme ve değerlendirmeye iliĢkin dersler almaktadır. Fakat A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 143 bu, çoğu zaman standart testler ya da öğrenciyi tanımaya yönelik belli baĢlı, yarı yapılandırılmıĢ tekniklerle sınırlı kalmaktadır. Bu nedenle danıĢmalar kendi kiĢisel değerlendirmeleri için ölçme aracı geliĢtirmek konusunda kendilerine daha az güvenmektedirler (Myrick, 2003). Yazara göre, danıĢmanların değerlendirme amaçlı hazırlamıĢ oldukları kiĢisel ölçüm araçları çok zaman yeterli olmaktadır. Örneğin bir konuda sadece görünüĢ geçerliliğine göre hazırlanmıĢ, ölçmek istediği özelliği ölçüyor görünen, beĢli derecelendirmeyi gerektiren 10 soruluk bir ölçek, istenilen bir değerlendirme için yeterli kabul edilmektedir. Schhaffer ve Atkinson‟ın (1983) yapmıĢ olduğu çalıĢmada psikolojik danıĢmanlar, değerlendirme ve sonuçların sunulması konusunda bilgi edinmek için, eğitsel kurslara, çalıĢtaylara, paket programlara ve rehberliğe ihtiyaçlarının olduğunu iletmiĢlerdir. Bu hizmetlerde sürece iliĢkin teorik bilgilerin azaltılması, bunun yerine uygulamada karĢılaĢacak temel bilgileri kazandırıcı örnek uygulamalar ile uygulama sürecinin anlatılmasını istemiĢlerdir. DanıĢmanlar, çağdaĢ, fazla zaman almayan bilgisayar temelli değerlendirme programlarına ihtiyaç duyduklarını belirtmiĢlerdir. Değerlendirmenin iz bırakıyor olması: Değerlendirme çalıĢmaları çok zaman danıĢmanın vermiĢ olduğu hizmetin ya da bu hizmet konusunda kendi yetkinliğinin iyi ya da kötü Ģeklinde bir değerlendirmesi gibi algılandığı için tehdit edici bulunmaktadır Ancak değerlendirme iĢlemi, verilen hizmetler ya da bu hizmetlerin verilme yollarının etkililiği konusunda danıĢanın geribildirim alması olarak algılanırsa çok daha kabul edilebilir olacaktır. Müdahalenin etkililiğine odaklanmak, danıĢmanın kendi değerine odaklanmasından çok daha farklı bir kazanımı beraberinde getirecektir. Bu bakıĢ açısı danıĢmana, etkisiz uygulamaları, değiĢim ortaya koyamayan müdahalelerde neyin etkisiz ve değiĢtirilmesi gerektiğini ya da yeniden denenmesi gerektiğini gösterir. Değerlendirmenin karşılaştırmayı gerektirmesi: Değerlendirme çalıĢmaları sırasında danıĢman, kendisine ve kendi beklentilerine yönelmektedir. Öğrencilerden ve öğrenci dıĢındaki diğer çalıĢanlardan geribildirim almaya direnç göstermenin bir nedeni de, danıĢmanın yaptığı her Ģeyin etkili ve doğru olduğuna inanmasıdır. Bazı danıĢmanlar da yetersiz olduklarını keĢfetmekten korkarlar. Kendileriyle ilgili beklentileri yüksek olan ve mükemmel dıĢında hiçbir değerlendirmeyi almaya hazır olmayanlar, kiĢisel olarak yaptıkları iĢler karĢılaĢtırılırsa, cesaretleri kırılabilmektedir. Sonuçları ölçmenin zor olması: Öğrencilerin okula devamı, disiplin cezası, ev ödevleri gibi görünen ölçütleri olan, durumları anlamlandırmak çok zaman kolaydır. Ancak, anketler, derecelendirme ölçekleri gibi bilgi toplama araçları, daha soyut ölçümlere yöneliktir ve kiĢisel görüĢ ve algılamalardan etkilenmektedir. DanıĢmanlar öğrencilerin okula uyumunda ya da sınıf performansı üzerinde anlamlı katkılarda bulunabilirler. Bu olumlu katkıları değerlendirmek ve kredilendirmek genel ölçüm araçlarıyla pek mümkün olamamaktadır. Öğretmenler öğrencilerin akademik baĢarıları ve bilgi 144 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) edinimleri konusunda bütün bir gün çalıĢmaktadırlar. DanıĢmanların öğrencilerle kısa süreli ve aralıklı olarak çalıĢtığı göz önünde bulundurulunca, danıĢmanlık müdahalelerinin etkisinin çabucak gözlenemeyeceği anlaĢılacaktır. Yukarıda açıklandığı gibi rehberlik hizmetlerinin değerlendirilme süreci, önemli bir aĢamayı oluĢturmakla birlikte, taraflara belli bir anlayıĢı kazandıran, bu bilgilerin sunulması hizmetidir. Bu bilgileri özetleyici ve bilgi verici bir düzenlemeyle sunmak, okul psikolojik danıĢmanın sorumluluğundadır. Psikolojik danıĢman, hizmetlerin değerlendirilmesi sonucu elde ettiği bilgileri, anlamlı değerlendirme verilerine dönüĢtürebilmelidir. Bilgilerin sunulması ile ilgili bazı yazılı dokümanlar olsa bile, bu boyut kiĢisel yaratıcılığa fazlasıyla izin vermektedir. Buna göre sunulan bilgilerin özetlenmiĢ, organize edilmiĢ olması, sunumun açık, mantıklı ve anlaĢılır olması beklenmektedir. Ayrıca sunumun, herhangi bir önemli bilginin kaybına izin vermemek koĢuluyla olabildiğince kısa olması temel ölçütlerdendir (Baker, 2000: 319). SONUÇ VE ÖNERĠLER DanıĢmanlık programlarının sunulmasına ve değerlendirilmesine verilen önemin artması, gelecekteki psikolojik danıĢma ve rehberlik hizmetlerine yönelik öngörülerden biridir. DanıĢmanlık alanında, özellikle son 20 yılda, danıĢmanlık hizmetlerinin hesap verilebilirliğinin artması ve sonuçları değerlendirme konusunda danıĢmanların daha fazla sorumluluk almaları yönünde bir talep artıĢı söz konusudur. Bu geliĢme, danıĢana verilen hizmetin uygunluğunun, kuram ve varsayımlardan ziyade, danıĢanın gerçek ihtiyaçlarının ne ölçüde karĢılandığının değerlendirmesini gerektirmektedir. Tarafsız ihtiyaç analizleri ve ihtiyacı karĢılayacak programlar, danıĢmanların uygun hizmetleri sunmasını ve hizmetlerinden dolayı hesap verebilirliğini artıracaktır (Gibson & Mitchell, 1999:39-40). Bu öngörü baĢka uygulayıcılar tarafından da desteklenmektedir (Schmidt, 1999:323); Öte yandan rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve taraflara iletilmesinin, psikolojik danıĢmanların profesyonel kimliğini de güçlendireceğine inanılmaktadır. Bu psikolojik danıĢmanların uzmanlık alanlarına karĢı sorumluluk hissetmesi ve sunduğu hizmetlerle ilgili yeterli ve yetkin olması gerektiğine iliĢkin etik kurallarla da dile getirilmektedir (Dollarhide&Saginak, 2003). Nitekim Gibson ve Mithchell, (1999;29) profesyonel bir psikolojik danıĢmanın sunacağı hizmet konusunda tam donanımlı olması ve hizmet verdiği grubun ihtiyaçlarına cevap verecek bilgi ve becerileri kazanmıĢ olması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Yazarlar yine profesyonel bir psikolojik danıĢmanın, hem kiĢisel geliĢimlerinin, hem de profesyonel geliĢimlerinin bir parçası olarak, alanı ile ilgili en son bilgileri edinen ve kendini sürekli yenileyen bir tavrı benimsemiĢ olması gerektiğini vurgulamaktadır. Bu açıklamalara da dayanarak ülkemizde görev yapan psikolojik danıĢmanların hizmetlerinin gereği ve nispeten yeni bir geliĢme olan A. Taylı Okul Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Hizmetlerinin Değerlendirilebilirliği 145 rehberlik hizmetlerinin değerlendirilmesi ve taraflara sunulması konusunu bilgilerine ve uygulamalarına katmaları beklenir. Bu konuda alan uzmanlarının daha çok yayın yapması, hizmet içi programlarla psikolojik danıĢmanların bilgilendirilmesi ya da yükseköğretim kurumlarıyla iĢbirliğine dayanan destekleyici uygulamalar da diğer önerilebilecek uygulamalardandır. Diğer yandan psikolojik danıĢman yetiĢtiren kurumlar da, kendi programlarını, yeni uygulamaları yansıtacak Ģekilde yenilemelidir. Amerika‟da 1980‟lerden itibaren yoğun bir Ģekilde, profesyonel psikolojik danıĢman kimliğinin güçlendirilmesi, danıĢman eğitim programlarının güncellenmesi ve yenilenmesi (akredite edilmesi) çalıĢmaları gündemi iĢgal etmiĢtir. Hatta 1980‟li yılların baĢında oluĢturmuĢ oldukları komisyonla (Council for Accreditation of Counselin and Related Educational Programs-CACREP) danıĢmanlık eğitim standartlarını ve bu mesleği yapmaya yetkin kiĢilerin sahip olması gereken minimum yeterlilikleri belirlemiĢlerdir (Baker, 2000:15-16). Ülkemizde de, son yıllarda, danıĢman eğitimi veren kurumların akredite edilmesi tartıĢılmaktadır (Doğan, 1999; Korkut, 2006). Bu yenileme çalıĢmalarında psikolojik danıĢmanlık alanındaki son geliĢmelerin yansıtılması uygun olacaktır. Bu doğrultuda rehberlik hizmetlerin değerlendirilmesi ve taraflara iletilmesi konusunda bilgi vermeyi amaçlayan derslerin ve uygulamaların programa dahil edilmesi yerinde olacaktır. KAYNAKÇA Baker, S. B. (2000). School Counseling for The Twenty-First Century. Third Edition. New Jersey: Pearson Edocation. Borders, L. D. & Drury, s.m. (1992). Comprehensive School Counseling Programs: A Review for Policymakers and Prastioners. Journal fo Counseling and Development, 70, 487-501. Brott, P. E. (2006). Counselor Education Accountability: Training the Effective Professional School Counselor. Profesional School Counseling, 10 (2). Campbell, C. A. & Robinson, E. H. (1990). The Accountability and Research Challenge: Training Future Counselors. Elementary School Guidance & Counseling, 25 (1). [onlive version]. Doğan, S. (1999). Psikolojik DanıĢman Eğitiminde Akreditasyonun Gereği ve Bir model önerisi. Türk Psikolojik DanıĢma ve Rehberlik Dergisi, 14, 31-38. Dollarhide, C. T. & Saginak, K.A. (2003). School Counseling in the Secondary School: A Comprehensive Process and Program. USA. Pearson Education. Gibson, R. L. & Mitchell, M. H. (1999). Introduction to Counseling and Guidance. Fifth Edition, New Jersey: Prentice Hall International. Gysbers, N. C. (2004). Comprehensive Guidance and Counseling Programs: The Evolution of Accountability. Professional School Counseling, 8 (1). [onlive version]. Fairchild, T. N. (1993). Accountability Practices of School Counselors. 1990 National Survey. School Counselor, 40, (5), [onlive version]. -------- (1994). Time Analysis. Still an Important Accountability Tool: The School Counselor, 41 (3). 146 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Fairchild, T. N. & Seeley, T. J.(1995). Accountability Strategies for School Counselor: A Baker‟s Dozen. School Counselor. 42(5). [onlive version]. Fairchild, T. N. & Zins, J. E. (1986). Accountability Practices of School Counselors: A National Survey. Journal of Counseling and Development, 65, 196-199. Isaacs, M. L. (2003). Data-Driven Decision Making: The Engine of Accounrability. Profesional School Counseling, 6 (4). Korkut, F. (2006). Counselor Education, Program Accreditation and Counselor Education and Counselor Credidentialing in Turkey. Internetional Journal For the Advancement of Counseling. [onlive version] Lee, C. C. & Workman, D. J. (1992). School Counselors and Research: Current Status and Future Direction. The School Counselor, 40, 15-19. M.E.B. (2001). Rehberlik ve Psikolojik DanıĢma Hizmetleri Yönetmeliği, 17 Nisan 2001. Resmi Gazete, Sayı:24376, s.2-23. Myrick, R. D. (1990). Recrospective Measurement: An Accountability Tool. Elementary School Guidance & Counseling, 25 (1). [onlive version]. ---------- (2003). Accountability: Counselors Account. Profesional School Counseling, 6 (3). Rhyne-Winkler, M. C. & Wooten, H. Y. (1996). The School Counselor Portfolio: Profesional Development and Accountability, The School Counselor, 44 (2). Schmidt, J. J. (1999). Counseling in Schools: Essential Services and Comprehensive Programs, Third Edition, Boston; A Viacom Company. Schaffer, J. L. & Atkinson, D. R. (1983). Counselor Education Courses in Program Evaluation and Scientific Research. Are Counselors being Prepared for the Accountability Press? Counselor Education and Supervision, 23, 29-34. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 ÖĞRETMEN ADAYLARININ ÜST BĠLĠġ DÜZEYLERĠNĠN BELĠRLENMESĠ Cengiz TÜYSÜZ, Yunus KARAKUYU, Ġbrahim BĠLGĠN ÖZET Bu çalıĢmanın temel amacı ilköğretim bölümü sınıf öğretmenliği öğrencilerinin üst biliĢ yeteneklerinin sınıf düzeyine göre ve cinsiyet açısından incelenmesidir. ÇalıĢmada tarama yöntemi kullanılmıĢtır. ÇalıĢmanın örneklemini 2008–2009 eğitimöğretim yılı bahar döneminde Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Sınıf Öğretmenliği Anabilim dalına devam eden 871 öğrenci oluĢturmaktadır. ÇalıĢmada veriler Üst BiliĢ Etkinlik Ölçeğinden elde edilmiĢtir. Orijinali Cooper, Urena ve Stevens (2008) tarafından geliĢtirilen ölçek araĢtırmacılar tarafından Türkçeye çevrilerek adaptasyonu yapılmıĢ ve cronbach ά- iç tutarlık katsayısı 0,783 olarak belirlenmiĢtir. ÇalıĢmada elde edilen verilerin analizi öğrencilerin sınıf düzeyleri arttıkça üst biliĢ düzeylerinde artma olduğunu ve kız ve erkek öğrencilerin üst biliĢ düzeyleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını göstermiĢtir. ABSTRACT The aim of this study was to investigate prospective primary school class teachers‟ metacognition skills based on their class levels and gender. The subject includes 871 student teachers from Department of Elementary Education at Mustafa Kemal University, in HATAY, in the spring term of 2008-2009 academic years. Data were collected from Metacognition Skills Scale developed by Cooper, Urena ve Stevens (2008). The scale was translated and adapted to Turkish language by researchers and its cronbach ά reliability was found as 0,783. The findings indicated that pre-service teachers‟ metacognition levels increased as class levels increased and there was no significant difference in metacognition levels between males and females. GĠRĠġ Son yıllarda eğitim alanında önemli bir yere sahip olan “yapılandırmacı öğrenme” kuramı, davranıĢçı kuramda yer alan pasif bilgi alıcısı rolündeki Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü AntakyaHATAY Tel: 0326 221 30 77 / 112 Faks: 0326 221 3315 E-Posta: ctuysuz@gmail.com Yrd. Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Orta Öğretim Fen ve Matematik Alanları Eğitimi Bölümü Antakya-HATAY Tel: 0326 221 30 77 / 132 Faks: 0326 221 3315 E-Posta: yunuskarakuyu@gmail.com Doç. Dr., Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü Antakya-HATAY Tel: 0326 221 30 77 / 140 Faks: 0326 221 3315 E-Posta: bilgin64@yahoo.com 148 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) öğrencilerin yerine, bilgi üzerinde aktif bir role sahip, derinlemesine bilgi sahibi olmak için araĢtırmalar yapan ve öğrendiği bilgiyi kullanabilen öğrenciler yetiĢtirebilmeyi amaçlamaktadır. Ülkemizde 2004 yılında ilköğretim programlarında yapılan değiĢikliklerle, yapılandırmacı öğrenme yaklaĢımı ağırlık kazanmıĢ, öğrenmenin her bireyin zihninde, çoğu zaman o bireye özgü bir süreç sonunda gerçekleĢtiği görüĢüne ağırlık verilmiĢtir (MEB, 2005). Öğrencilerin sahip oldukları bilgiyle yeni bilgi arasında iliĢki kurabilmelerini, kendi öğrenmelerini gözlemlemelerini ve öğrendiklerini yeni alanlarda kullanarak bilgiyi içselleĢtirmelerini sağlayan ve yapılandırmacı öğrenme kuramına bu açıdan bütünlük kazandıran kuramlardan biri de üstbiliĢtir (Victor, 2004). Eggen ve Kauchak (2001) üstbiliĢi, öğrencilerin çalıĢma stratejilerini kendilerinin belirlemesi biçiminde sınırlayarak, onu “öğrenme stratejisi” olarak incelerken Gunstone ve Mitchell (1998) üstbiliĢin biliĢsel süreçlerin fark edilmesi, izlenmesi ve kontrolüyle ilgili olduğunu belirtmiĢtir. Flavell (1987) üstbiliĢi kiĢinin biliĢsel süreciyle ilgili bilgisi olarak tanımlarken, (Açıkgöz, 2000) üstbiliĢi; öğrenmeyi planlama, kavramayı ya da anlam çıkarmayı yönetme ve kendini değerlendirme stratejisi olarak tanımlamaktadır. Örneğin bir öğrencinin amacı, elektrik akımı kavramını öğrenmekse, bu iĢi yapması için ihtiyacı olan biliĢsel strateji; analoji yapmak veya kavram haritası kullanmaktır. Eğer öğrenci, elektrik akımı konusunu öğrenmeden önce, konuyu öğrenmeden önce sahip olduğu ön bilgilerinin, öğreneceği yeni konuyu etkileyeceğini fark ediyor ve neler bildiğini kendine soruyorsa ve eksiklerini tamamlamak için neler yapması gerektiğini planlıyorsa bu durumda üstbiliĢ strateji kullanıyor demektir (Yıldız ve Ergin, 2007). 1970‟li yıllarda üstbiliĢi inceleyen araĢtırmalar, bu öğrencilerin üstbiliĢ becerilerindeki eksiklikler nedeniyle baĢarısız veya düĢük performanslı olduklarını göstermiĢtir (Victor, 2004). ÜstbiliĢ becerilerindeki en önemli eksikliklerin baĢında öğrencilerin verilen iĢe uygun stratejiyi kullanmakta zorlanmalarıdır. Öğrenciler uygun stratejiyi belirleyemediği zaman plansız hareket edebilmektedir. (Feitler ve Hellekson, 1993). Örneğin soru sormada, amacının ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini bilmeyen öğrenciler, kaliteli soru üretmede baĢarısız olacaktır (Açıkgöz, 2002). Uygun strateji belirlense bile yeni bir durumla karĢılaĢıldığında stratejilerin etkili kullanılamaması yetersizliğe neden olmaktadır. (Kirby ve Ashman,1994). ÜstbiliĢin bu sıkıntıların giderilmesinde önemli bir role sahip olabileceği düĢüncesiyle, yurt dıĢında değiĢik araĢtırmalar yapılmıĢ ve bu araĢtırmalarda, üstbiliĢ becerilerin öğretildiği ve ilerlemesinin sağlandığı durumlarda öğrencilerin öğrenmelerinin arttığı ortaya koyulmuĢtur (Paris ve Jacobs, 1984; Baird ve Mitchell,1986; Baird ve Northfield, 1992; Beeth, 1998). Gauld (1986) lise öğrencileri ile yaptığı çalıĢmada bilginin doğru biçimde yapılandırılması için, öğrencilerin kendi biliĢsel yapılarını fark etmelerini ve üzerinde düĢünmelerini sağlayacak üstbiliĢ becerilere gereksinim olduğu sonucuna varmıĢtır. Çevre bilimi ile ilgili C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi 149 ilköğretim öğrencileri ile gerçekleĢtirilen baĢka bir çalıĢmada üstbiliĢ becerilerinin öğrencilerin çevrebilim konusuyla ilgili anlayıĢlarını uzun süreli belleklerinde özümsemelerine yardımcı olduğu belirtilmiĢtir (Blank, 2000). Georghiades (2004), 5. sınıf öğrencilerinde, üstbiliĢ becerilerin elektrik konusundaki kavramların kalıcılığına olan etkisini incelediği araĢtırmasında sınıf içi tartıĢma, günlük tutma, kavram haritalama ve metinli çizim etkinlikleri gibi üstbiliĢ becerilerini kullandığı deney grubunda öğrencilerin akan elektrik konusuyla ilgili fikirlerini uzun süreli belleklerine daha baĢarılı biçimde yerleĢtirdiklerini belirlemiĢtir. ÜstbiliĢ ile ilgili yapılan çalıĢmalar öğrenciler üzerinde yoğunluk kazanmıĢtır. Fakat üstbiliĢ ile ilgili çalıĢmaların öğretmenler üzerinde gerçekleĢtirilerek, öğretmenlerin üstbiliĢ ile ilgili neler bildiği ortaya çıkartılmalıdır (Yıldız ve Ergin, 2007). Bu sayede eksiklikler tespit edilerek öğretmenlerin üstbiliĢ becerilerinin geliĢtirilmesi için çalıĢmalar yapılabilecektir. Çünkü öğrencilere üst biliĢsel becerilerin kazandırılması için öğretmenlerin bu becerilere sahip olmaları ve bu becerilerin öğrencilere nasıl kazandırılacağı konusunda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. Bu çalıĢmanın genel amacı ilköğretim sınıf öğretmenliği anabilim dalında okuyan öğretmen adaylarının üstbiliĢ düzeylerinin incelenmesidir. Bu genel amaca bağlı olarak aĢağıdaki araĢtırma soruları incelenmiĢtir: 1. Öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 2. Kız öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 3. Erkek öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 4. Birinci sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 5. Ġkinci sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 6. Üçüncü sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? 7. Dördüncü sınıf kız ve erkek öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark var mıdır? YÖNTEM 150 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Örneklem Bu çalıĢmanın evreni Antakya Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Ġlköğretim Bölümü, sınıf Öğretmenliği programı öğrencilerinden, örneklem grubu ise aynı programdaki toplam 871 öğretmen adayından oluĢmaktadır. Örneklem grubunda bulunan öğretmen adaylarının cinsiyet ve okudukları sınıfa göre dağılımları tablo-1‟de verilmiĢtir. Tablo-1: Örneklem grubunun özellikleri Cinsiyet Sınıf Bayan Bay 1.sınıf 2.sınıf 3.sınıf 4.sınıf N 488 383 225 213 167 266 % 56 44 25,8 24,5 19,2 30,5 AraĢtırmanın Modeli ve Uygulama Bu araĢtırmada, tarama yöntemi kullanılmıĢtır. Tarama yöntemi, geçmiĢte veya halen var olan bir durumu var olduğu Ģekliyle betimlemeyi amaçlayan araĢtırma yaklaĢımıdır (Karasar, 2000). Bu tarama modeli 2008–2009 öğretim yılı bahar döneminde Mustafa Kemal Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Sınıf Öğretmenliği Bölümünde okuyan 871 öğrenci ile gerçekleĢtirilmiĢtir. Öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerini belirlemek için “ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeği” kullanılmıĢtır. Veri Toplama Araçları Üstbiliş Etkinlik Ölçeği: ÇalıĢmada öğretmen adayların üstbiliĢ beceri düzeylerinin belirlenmesi amacıyla kullanılmıĢtır. Orjinali Cooper, Urena ve Stevens (2008) tarafından geliĢtirilen ölçek Türkçeye uyarlanmıĢtır. Ölçek Türkçeye çevrildikten sonra Ġngilizce çevirisinin yeterli olup olmadığını belirlemek amacıyla Ġngilizce Öğretmenliği bölümündeki bir öğretim üyesine, Türkçe dil bilgisi kurallarına uygunluğunu belirlemek amacıyla da Türkçe Öğretmenliği bölümündeki bir öğretim üyesine kontrol ettirilmiĢtir. Daha sonra ölçeğin istatistiksel analizlerinin yapılması için 162 öğretmen adayına ön uygulama yapılmıĢtır. Yapılan ön uygulamalar neticesinden elde edilen veriler ıĢığında yapılan analiz sonunda ölçeğin güvenirlik katsayısı olarak cronbach ά- iç tutarlık katsayısı 0,783 olarak hesaplanmıĢtır. Üst BiliĢ Etkinlik Ölçeği Ek 1 de verilmiĢtir. Verilerin Analizi ÇalıĢmada elde edilen verilerin analizi SPSS/PC adı verilen istatistik programı kullanılarak yapılmıĢtır. Anket formundaki maddelerin değerlendirilmesinde olumlu cümlelerde her bir maddede; Kesinlikle Katılmıyorum 1 puan, Katılmıyorum 2 puan, Karasızım 3 puan, Katılıyorum 4 C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi 151 puan ve Kesinlikle Katılıyorum için 5 puan, olumsuz cümlelerde; Kesinlikle Katılmıyorum 5 puan, Katılmıyorum 4 puan, Karasızım 3 puan, Katılıyorum 2 puan ve Kesinlikle Katılıyorum için 1 puan verilerek toplam puan hesaplanmıĢtır. Ölçekte alınabilecek minimum puan 27 maksimum puan ise 135‟tir. ÇalıĢmanın araĢtırma sorularını test etmek için varyans analizi (ANOVA) ve fark denetim analizlerinden Tukey fark denetim analizi kullanılmıĢtır. BULGULAR Cinsiyet ve sınıf düzeyine bağlı olarak öğretmen adaylarının ÜstbiliĢ Etkinlik Ölçeğinden elde ettiği puanların Aritmetik Ortalama ( X ) ve Standart sapma değerleri tablo-2‟de sunulmuĢtur. Tablo-2: ÜstbiliĢ etkinlik analiz sonuçları Sınıf 1 2 3 4 Cinsiyet N S.S Kız Erkek Toplam Kız Erkek Toplam Kız Erkek Toplam Kız Erkek Toplam X 127 98 225 140 73 213 100 67 167 121 145 266 98,43 95,86 97,31 104,30 101,51 103,34 103,63 103,76 104,28 105,71 104,32 104,95 11,15 12,52 11,81 9,60 12,34 10,70 10,09 8,71 9,54 9,38 10,78 10,17 Erkek öğrencilerin aritmetik ortalama değerleri sınıf düzeyi arttıkça öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerinin arttığını göstermektedir. Kız öğrencilerde ise 3. sınıfta aritmetik ortalama biraz düĢse de genel olarak sınıf düzeyi arttıkça üstbiliĢ düzeyleri artmaktadır. Öğretmen adaylarının okudukları sınıf düzeyine bağlı olarak üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla varyans analizi yapılmıĢ olup, elde edilen veriler tablo-3‟te sunulmuĢtur. Tablo-3: Sınıf Düzeyi DeğiĢkenine bağlı varyans analizi sonuçları DeğiĢken Sınıf Varyansın kaynağı Grup içi Sd 3 Kareler Ortalaması 2782,00 F 24,64* 152 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Gruplar arası 867 Toplam 870 2008-2 (17) 112,90 * P<0,05 Varyans analizi sonuçları sınıf düzeyine bağlı olarak öğretmen adaylarının üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğunu göstermektedir. Bu farkın kaynağını belirlemek için Tukey testi yapılarak fark denetimi yapılmıĢtır. Yapılan fark denetimi analiz sonuçları tablo-4‟te sunulmuĢtur. Tablo4: Tukey fark denetimi analiz sonuçları Sınıf (I) 1 2 3 P<0,05 Sınıf (J) 2 3 4 3 4 4 Ortalamalar Farkı (I-J) -6,04 -6,97 -7,65 -0,94 -1,61 -0,67 Standart hata 1,02 1,09 0,96 1,10 0,98 1,05 p 0,000* 0,000* 0,000* 0,828 0,353 0,920 * Fark denetimi sonuçları 1. sınıftaki öğretmen adayları ile 2, 3 ve 4. sınıftaki öğretmen adaylarının üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında 2, 3 ve 4. sınıflar lehine istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğunu göstermektedir. Öğretmen adaylarının cinsiyet faktörüne göre okudukları sınıf düzeyine bağlı olarak üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla yapılan varyans analizi sonuçları tablo-5‟te sunulmuĢtur. Tablo-5: Cinsiyet değiĢkenine bağlı sınıf düzeyleri arasında varyans analizi DeğiĢken Kız Erkek Varyansın kaynağı Sd Grup içi Gruplar arası Toplam Grup içi Gruplar arası Toplam 3 484 487 3 379 382 Kareler Ortalaması 1344,01 101,42 13,25* 1537,93 126,38 12,17* F *P<0,05 Varyans analizi sonuçları kız ve erkek öğrencilerin sınıf düzeyine bağlı olarak biliĢ üstü ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğunu göstermektedir. Bu farkın kaynağını belirlemek için yapılan Tukey testi analiz sonuçları kız öğrenciler için tablo–6‟da ve Erkek C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi 153 öğrenciler için tablo–7‟de verilmiĢtir. Tablo-6: Kız Öğrenciler için Tukey fark denetimi analiz sonuçları Sınıf (I) 1 2 3 Sınıf (J) 2 3 4 3 4 4 Ortalamalar Farkı (I-J) -5,88 -6,21 -7,29 -0,33 -1,41 -1,08 Standart Hata 1,23 1,35 1,28 1,32 1,25 1,36 P 0,000* 0,000* 0,000* 0,994 0,672 0,857 Tablo-7: Erkek Öğrenciler için Tukey fark denetimi analiz sonuçları Sınıf (I) 1 2 3 Sınıf (J) 2 3 4 3 4 4 Ortalamalar Farkı (I-J) -5,65 -7,90 -8,46 -2,25 -2,81 -0,56 Standart Hata 1,74 1,78 1,47 1.90 1,61 1,66 P 0,007* 0,000* 0,000* 0,637 0,303 0,987 Fark denetimi sonuçları hem kız hem de erkek öğretmen adaylarında 1. sınıftaki öğretmen adayları ile 2,3 ve 4. sınıftaki öğretmen adaylarının üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında 2,3 ve 4. sınıflar lehine anlamlı fark olduğunu göstermektedir. Öğretmen adaylarının cinsiyetlerine bağlı olarak üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olup olmadığını belirlemek amacıyla bağımsız t-testi yapılmıĢ olup, elde edilen veriler tablo-8‟de sunulmuĢtur. Tablo-8: Cinsiyet DeğiĢkenine Bağlı Bağımsız t-testi sonuçları Sınıf 1 2 3 4 Cinsiyet Kız Erkek Kız Erkek Kız Erkek Kız Erkek N 127 98 140 73 100 67 121 145 X 98,43 95,86 104,30 101,51 104,63 103,76 105,72 104,32 S.S. 11,15 12,52 9,60 12,34 10,09 8,71 9,38 10,78 p 0,106 0,007* 0,566 0,267 * P<0,05 Bağımsız t-testi sonuçları sadece 2. sınıflarda kız öğrencilerle erkek öğrencilerin üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak kızlar lehine anlamlı fark olduğunu, diğer sınıflarda cinsiyet değiĢkenine bağlı olarak istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığını göstermektedir. 154 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) SONUÇ VE TARTIġMA Yapılan analiz sonuçları Tablo 2 de görüldüğü gibi sınıf öğretmenliği anabilim dalında okuyan öğretmen adaylarının sınıf düzeylerine göre üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları artmaktadır. Bu sonuçlar, Martinez in (2006) üstbiliĢ tüm yaĢ gruplarındaki öğrenmelerin neticesine bağlı olarak geliĢen ve devam eden önemli bir süreçtir tezini desteklemektedir. Bununla birlikte 2, 3 ve 4. sınıfların üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları ile 1. sınıf öğrencilerinin üstbiliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında üst sınıflar lehine istatistiksel olarak anlamlı bir fark varken, diğer sınıflar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktur. ÇalıĢmanın 2 ve 3. araĢtırma sorularının analiz sonuçları kız ve erkek öğrencilerin sınıf düzeylerine göre üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında hem kızlarda hem de erkeklerde 2, 3 ve 4. sınıflar lehine istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu olduğunu göstermiĢtir. AraĢtırmanın 4, 5, 6 ve 7. sorularında aynı düzeydeki kız ve erkek öğrencilerin üst biliĢ etkinlik ölçeğinden aldıkları puanların ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını ortaya çıkarmıĢtır. Cinsiyet farkı iki önemli faktörden kaynaklanmaktadır. Bunlar sosyal ve biyolojik farklılıklardır ( Rhode, 1990; Kimmel, 2000; Lowe, Mayfield and Reynold, 2003). Maccoby and Jackin (1974) ilköğretim düzeyinde yaptığı çalıĢmalarda kız ve erkek öğrenciler arasında zekilik ve genel yetenekler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığını belirlemiĢlerdir. YetiĢkinlerde ise erkekler uzaysal ve matematiksel yeteneklerde daha iyi performans gösterirken kızlar ise sözel görevlerde örneğin cümle yazımı, doğru heceleme, okuma ve telaffuzda erkeklerden daha iyi performans göstermektedirler. Spence, Yore ve Williams„ın (1999) yaptığı durum tespiti çalıĢmasında kız ve erkek öğrencilerin üstbiliĢ düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yokken, yapılan uygulamalar sonucunda kız öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerinin erkek öğrencilerinkinden daha fazla geliĢtiğini göstermiĢtir. Literatürde yapılan birçok çalıĢmada öğrenenlere öğrenmelerinde deneyimler kazandırıldıkça, problem çözmelerinde sesli düĢünmeleri sağlandıkça, fikirlerin niteliğine göre değerlendirildikçe yani eleĢtirel düĢünme yeteneği kazandırıldıkça üstbiliĢ yeteneklerinin arttığı belirlenmiĢtir. Bu durum dikkate alındığında sınıf öğretmenliği öğretmen adaylarının üstbiliĢ yeteneklerinin daha fazla artması beklenirken sonuçlar bu durumu yansıtmamıĢtır. Bu beklentinin temelinde yatan sebep sınıf öğretmenliği ders programındaki derslerin dağılımıdır. Sınıf öğretmenliği anabilim dalında ilk iki yıl genel olarak Türk dili, coğrafya, tarih, matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi dersler iĢlenirken, 3 ve 4 sınıflarda ise daha çok öğretim dersleri fen ve teknoloji öğretimi, Türkçe öğretimi, sosyal bilgiler öğretimi ve diğer eğitim dersleri verilmektedir. Programın içeriği dikkate alındığında öğrencilere 3 ve 4. sınıf derslerinde daha fazla söz hakkı verilmekte ve derse aktif katılımları C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi 155 sağlanarak, dersler öğrenci merkezli iĢlenmekte, birçok derste konular öğrencilere anlattırılmaktadır. Bu durumun öğrencilerin üstbiliĢ düzeylerine daha fazla etkisinin olması beklenirken bu durum gözlemlenmemiĢtir. Bu da bize öğretim derslerinde öğrencilere yöntem bilgisinin yeterli ölçüde verilemediğini düĢündürmektedir. Bu derslerin programda belirtilen amaçları doğrultusunda kullanılmaması, sadece öğrencilere konuların dağıtılarak onların ders anlatmaları onların yöntem bilgisini kazanmaları için yeterli olmamaktadır. Bu nedenle öğrencilere bu derslerde bilgi içeriğinden daha çok yöntem bilgisinin kazandırılması gerekmektedir. Martinez‟e (2006) göre öğretmenler üstbiliĢin önemini sezgisel olarak anlamakta fakat onun birçok boyutunun olduğunun farkında değildirler. Bu nedenle her yaĢtaki öğrenenlere üstbiliĢin tüm boyutlarının iĢlenmesi gerektiğini belirtmiĢtir. Bilimsel düĢünme, bilginin geliĢtirilmesi ve yapılandırılması için bilim öğretiminde araĢtırmacı yaklaĢımın kullanılması önemlidir (Zion, Michalsky ve Mevarech, 2005). Üniversite öğrencileri kendi araĢtırma etkinliklerini yönetebilecek yeterlilikte ve bilimsel araĢtırmanın tüm basamaklarını tamamlayabilirler (hipotez kurarak karmaĢık olaylarda çalıĢabilme, değiĢkenleri kontrol etme, deney düzenleme, bilgi toplama analiz etme ve sonuç çıkarma gibi). Bu etkinlikler öğrencilerin doğal olarak ilgilerini ilerletme ve bilimsel araĢtırma yöntemlerini daha iyi anlamalarını sağlar. AraĢtırmacı öğrenme yapılandırmacı paradigma öğrenmesini yansıtmaktadır. Yapılandırmacı kuramın önemli kabullenmelerinden biri bireylerin kendi deneyimlerinden bilimi nasıl yapılandırdıklarıdır. Yapılandırmacı eğitimcilerin oluĢturdukları öğrenme çevresinde öğrenenlerin öğrenme sürecini ve düĢünmeyi sorgulama, verileri toplama, düzenleme ve kaydetme, hipotez kurma ve test etme, ön anlamaları yansıtma ve öğrenenlerin kendi anlamalarını yapılandırmaları gerekir (Crotty, 1994). Bu bilgiler ıĢığında sosyolog ve eğitimci araĢtırmacıların kabullenmelerine göre üstbiliĢ yetenekleri öğrenme performanslarını açık bir Ģekilde gözlemlemeleri ve yansıtmaları istenerek ilerletilebilir. Butler ve Winne (1995), öğrencilerin üstbiliĢ becerilerinin geliĢmesi için hem biliĢsel hem de üstbiliĢ düĢünme süreçlerini yansıtacak açık bir modellemenin gerekli olduğunu belirtmiĢtir. Ancak Thomas ve McRobbie (2001) sınıflarda böyle bir düĢünme dilinin genelde yer almadığını öne sürmektedirler. Bu nedenle öğrencilerin üstbiliĢlerinin geliĢmesi için öncelikle okullardaki eğitim anlayıĢının geleneksel yaklaĢımdan yapılandırmacı öğrenme yaklaĢımına doğru değiĢmesi gerekmektedir. Bu değiĢimi gerçekleĢtirmede önemli bir role sahip olan öğretmenler, hem biliĢsel hem de üst biliĢsel becerileri aracılığıyla öğrencilerine bir model sunmalıdır (Yıldız ve Ergin, 2007). Bu modelleme ne kadar açık ve belirgin yapılırsa, öğrencilerin biliĢsel ve üst biliĢsel becerileri de o derecede geliĢecektir. Modellemede öğretmenler kendi yaĢantılarını öğrencilerine sunarak, öğrencilerin dikkatlerini hem bu alana yöneltebilir hem de bu becerilerin önemini fark etmelerini sağlayabilir (Thomas ve McRobbie, 2001). 156 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Kaynaklar Açıkgöz, K.Ü. (2000). Etkili Öğrenme ve Öğretme (Üçüncü Baskı). Kanyılmaz Matbaası: Ġzmir. Açıkgöz, K.Ü. (2002). Aktif Öğrenme (Birinci Baskı). Eğitim Dünyası Yayınları: Ġzmir. Baird, J.R., & Mitchell, I.J. (1986). Improving The Quality of Teaching and Learning: An Australian Case Study -The PEEL Project. Melbourne: Monash University. Baird, J.R., & Northfield, J.R. (1992). Learning from the PEEL Experience. Melbourne: Monash University. Beeth, M.E. (1998). Teaching for Conceptual Change: Using Status as a Metacognitive Tool. Science Education, 82:343–356. Blank, L.M. (2000). A Metacognitive Learning Cycle: A Better Warranty for Student Understanding?. Science Education, 84: 486–506. Butler, D.L., & Winne, P.H. (1995). Feedback and Self-Regulated Learning: A Theoretical Synthesis. Review of Educational Research, 65(3), 245–281. Crotty, T. (1994). Integrating distance learning activities to enhance teacher education toward the constructivist paradigm of teaching and learning. In Distance learning research conferece proceeding (pp.31-37). College Station, TX: Department of education and Human resource Development, Texas A & M University. Cooper, M., Urena, S., S. & Stevens, R. (2008). Reliable mutli method assessment of metacognition use in chemistry problem solving, Chemistry Education Research and Practice, 9, 18-24 Eggen, P. ve Kauchak, D. (2001). Educational Psychology, New Jersey, USA Flavell, J.H. (1987). Speculations about the Nature and the Development of Metacognition. In F.E. Weinert & R.H. Kluwe (Editörler), Metacognition, Motivation, and Understanding (21-29). Hillsdale, NJ: Lawrance Erlbaum Associates, Publishers. Gauld, C. (1986). Model, Meters and Memory. Research in Science Education, 16: 4954. Georghiades, P. (2004). Making Pupils‟ Conceptions of Electricity More Durable By Means Of Situated Metacognition, International Journal of Science Education, 26 (1), 85-99. Gunstone, R.F., & Mitchell, I.J. (1998). Metacognition and Conceptual Change. In J.J. Mintzes, J.H. Wandersee & J.D. Novak (Editörler) Teaching Science for Understanding: A Human Constructivist View (133-163). San Diego: Academic Press. Karasar, N. (2000). Bilimsel Araştırma Yöntemleri, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım Kimmel, M.S. (2000). The gender society. Oxford University press. Kirby, J.R., & Ashman, A.F. (1984). Planning Skills and Mathematics Achievement: Implications Regarding Learning Disability. Journal of Psychoeducational Assessment, 2:9-22. Lowe, P.A., Mayfield, J.W., & Reynold, C.R. (2003). Gender differences in memory test performance among children and adolescent. Archives of Clinical Neuropsychology, 18; 865-878. Maccoby, E.E., & Jacklin, C.N. (1974). The psychology of sex differences. Stanford: Stanford University Press. Martinez, M.E. (2006). What Is Metacognition? Phi Delta Kapan, 67; 696-699 C. Tüysüz, Y. Karakuyu, İ. Bilgin Öğretmen Adaylarının Üst Biliş Düzeylerinin Belirlenmesi 157 MEB (2005). Ġlköğretim Fen ve Teknoloji Dersi (6, 7 Ve 8. Sınıflar ) Öğretim Programı. 21 Eylül 2005, http://ttkb.meb.gov.tr/anasayfa.htm adresinden indirilmiĢtir. Paris, S.G., & Jacobs, J.E. (1984). The Benefits of Informed Instruction for Children's Reading Awareness and Comprehension Skills. Child Development, 55: 20832093. Rhode, D.L. (1990). Theoretical perspectives on sexual difference. In D. L. Rhode (Ed.), Theoretical perspectives on sexual difference (pp. 1-9). New Haven and London: Yale University pres. Spence, J.D., Yore, D.L & Williams, R.L. (1999). The effects of Explicit Science reading Instruction on selected grade 7 Students‟ metacognition and Comprehension of Specific Science Text. Journal of Elementary Science Education, 11: 15-30. Thomas, G.P., & McRobbie, C. J. (2001). Using a Metaphor for Learning to Improve Students‟ Metacognition in the Chemistry Classroom. Journal of Research in Science Teaching, 38: 222–259. Victor, A.M. (2004). The Effects of Metacognitive Instruction on the Planning and Academic Achievement of First Grade and Second Grade Children. YayınlanmamıĢ Doktora Tezi. Illinois Institute of Technology, 23.02.2005 tarihinde ProQuest Digital Dissertations‟tan alınmıĢtır. Yıldız, E.,. ve Ergin, Ö. (2007). BiliĢüstü ve Fen öğretimi GÜ, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 27(3), 175-196. Zion, M., Michalsky, T., & Mevarech, Z.R. (2005). The effects of metacognitive instruction embedded within an asynchronous learning network on scientific inquiry skills, International Journal of Science Education, 27; 957-983. 158 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Ek 1: ÜST BĠLĠġ ETKĠNLĠK ÖLÇEĞĠ Adı Soyadı :………………………………………………………………...……… Cinsiyeti: …………… Sınıfı: …………… 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 Bir problem cümlesini tam olarak anlamak ve amacının ne olduğunu belirlemek için onu dikkatli okurum. Problemleri çözme ile görevlendirildiğimde, kavramları daha iyi öğrenmek için çaba harcadığımdan bu bilgileri problemleri değerlendirmede kullanabilirim. Cümledeki bilgileri sınıflandırırım ve ilgili olanları belirlerim. Bir sonuç belirlendiği zaman, sonucun beklediğim gibi olduğunu görmek için kontrol ederim. AlıĢık olmadığım problemlerin daha önceki durumlar veya çözülmüĢ problemlerle ilgisini araĢtırırım. Sunulacak cevap veya üründeki biçimsel nitelikleri belirlemeye çalıĢırım. Bir problem Ģayet birçok hesaplama içeriyorsa, onları ayrı ayrı yaparım ve sonuçları kontrol ederim Bir problemi çözmeye baĢlamadan önce problemin amacını açıkça belirlerim. Bir problem cümlesinde verilmiĢ olsa bile hangi bilgilere ihtiyaç duyulduğuna dikkat ederim. Her Ģeyi iki kez kontrol etmeye çalıĢırım: benim problemden anladığım, hesaplamalar, birimler vb. Problemleri daha iyi anlamak için grafik, diyagram, vb. kullanırım Problemleri çözerken anlık derinlemesine anlayıĢlar veya yaratıcılık deneyimi elde ederim. Bir problemi çözmeye baĢlamadan önce, onun çözümünde bana yardım edeceğini bildiğim Ģeylere dair kısa notlar yazarım. Problemi çözmeyi denemeden önce, onun içerdiği kavramlar veya faktörler, nicelikler arasındaki önemli iliĢkileri bulurum. Benim çözümümün problemin gerçek cevabı olduğundan emin olurum. Bir problemi gerçekten çözmeye baĢlamadan önce onun nasıl çözüleceğine dair plan yaparım ( hatta kısa bir zihinsel plan). Problemle ilgili bildiğim Ģeyleri dikkate alırım. Planımın adımlarını ve her adımın uygunluğunu analiz ederim. BaĢlangıç noktasını bulmak için problemi bölümlere ayırmaya çalıĢırım. Önceden düĢünmediğim veya çözüm kurallarını bilmediğim problemler için çok zaman harcamam. Problemleri çözerken, bir çözüme baĢlamadan önce kavramları düĢünmeyi bırakırım. Bir problem çeĢidinin nasıl çözüldüğünü bildiğim zaman, o problemin içerdiği kavramları anlamak için fazla zaman harcamam. Cevabın anlamlı olup olmadığını kontrol etmem. Bir problemin nasıl çözüldüğünü kesin olarak bilmediğimde, cevabı çabucak tahmin etmeye çalıĢırım. Problem cümlesindeki tüm detayları okumaksızın çözüme baĢlarım. Problemlerin çözümünden emin değilsem fazla zaman harcamam. Problem çözümlerinde deneyim kazandığım zamanlarda, bir problemi birkaç kez denememe rağmen çözememiĢsem, onu bir baĢkasına çözdürürüm ve çözüm iĢlemlerini ezberlemeye çalıĢırım. Kesinlikle Katılıyorum Katılıyorum Kararsızım Katılmıyorum Kesinlikle Katılmıyorum Bu ölçekte üst biliĢ etkinlikleri ile ilgili cümleler yer almaktadır. Her cümlenin karĢısında “Tamamen Katılıyorum, Katılıyorum, Kararsızım, Katılmıyorum ve Hiç Katılmıyorum” olmak üzere beĢ seçenek verilmiĢtir. Her cümleyi dikkatle okuduktan sonra kendinize uygun seçeneği iĢaretleyiniz. Abant Ġzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi – Journal of Social Sciences Cilt / Volume: 2008-2 Sayı / Issue: 17 YENĠÇAĞA ĠLÇESĠ VE DEREKÖY’DE GELENEKSEL KADIN KIYAFETLERĠ VE SÜSLEMELERĠ Fatma YETĠM, Hülya KÖKLÜ, Melda ÖZDEMĠR ÖZET Doğal güzellikleri ile bilinen Yeniçağa ilçesinde geleneksel olarak giyilen kadın kıyafetleri kuĢaktan kuĢağa aktarılarak günümüze kadar ulaĢmıĢ, modern toplum hayatının yaygınlaĢması, yaĢam Ģartlarının değiĢmesi, kullanım kolaylığı gibi pek çok sebeple eski anlam ve önemini kaybetmiĢtir. Yeniçağa ilçesinde örneklerine rastlanabilen geleneksel kadın kıyafetleri bindallı etek-ceket, Dereköy‟de fes, tellinakıĢlı poğ, göynek, alaca don, üç etek, bindallı elbise, basma entari ve yün çorap olarak sıralanabilir. Geleneksel giysiler renkli motifler ve iĢlemeler ile süslenmiĢtir. Bu çalıĢma, Yeniçağa ilçesi ve Dereköy‟de giyilen geleneksel kadın kıyafetlerinin kumaĢ, iplik, süsleme özellikleri, renk, motif, teknik vb. açılardan incelenmesi ve gelecek kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır. Anahtar Kelimeler: Bolu, Yeniçağa, geleneksel kıyafet, süsleme, iĢleme TRADITIONAL COSTUMES AND ORNAMENTS IN YENĠÇAĞA COUNTY AND DEREKÖY ABSTRACT In Yeniçağa county, where is known for its natural beauty, traditional dresses for women have been conveyed to today throughout several generations, and these dresses have now lost their significance and value due to the reasons such as prevalence of modern societal life, changing life conditions, and ease-of-use. Traditional women‟s clothes that can be seen in Yeniçağa County can be listed as bindallı skirt-blazer and fez, telli-nakışlı poğ, göynek, alaca don, üç etek (three-panelled skirts), bindallı dress, printed fabric entari (inner robe), and wool socks in Dereköy. Traditional costumes are ornamented with colorful motives and embroideries. This study is important in that the traditional women‟s clothes used in Yeniçağa County and Dereköy should be examined in aspects such as fabric type, yarn, ornaments characteristics, color, motive, and technique etc and should be promoted to nextcoming generations. Key words: Bolu, Yeniçağa, traditional costume, ornaments, embroidery Bu makale TUBĠTAK, SOBAG 105K162 kodlu Bilimsel AraĢtırma Projeleri “Bolu ili Yöresel Kıyafetlerinin Ġncelenmesi ve Folklorik Yapma Bebek Üretiminde Değerlendirilmesi” adlı projeden üretilmiĢtir. Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, El Sanatları Eğt. Böl. Öğr. Üyeleri Doç. Dr., Üniversitesi Mesleki Eğitim Fakültesi, El Sanatları Eğt. Böl. Öğr. Üyesi 160 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) GĠRĠġ Bolu ilinin doğusunda Ankara-Ġstanbul karayolu üzerinde yer alan Yeniçağa ilçesi, il merkezine 38 km uzaklıktadır. Yeniçağa ilçesi, doğusunda Gerede ilçesi, Batısında Bolu ili, kuzeyinde Mengen ilçesi, güneyinde ise Dörtdivan ilçesi ile çevrelenmiĢtir. Ġlçe, kuzeyinde bulunan Yeniçağa gölünün doğal güzellikleri ile bilinmektedir. Yeniçağa ilçesinin tarihi Eskiçağa Köyü‟nün tarihi ile iç içedir. Çağa adı ile kurulmuĢ olan köy, Yıldırım Beyazıt‟ın Bolu ve Kastamonu seferinde Osmanlı topraklarına katılmıĢtır. 1864 yılında Bolu ili nahiyesi olan Çağa, sık sık yangın çıkması nedeniyle Ģu anda bulunduğu yere nakledilmiĢ, ismi de zamanın padiĢahı Sultan ReĢat‟ın ismine atfen ReĢadiye olarak adlandırılmıĢtır. Ġkinci Dil Kurultayı‟na katılmak üzere Ġstanbul‟a giden Atatürk ve yanındakiler, 17 Temmuz 1934 de ReĢadiye‟ye gelmiĢler ve ilçe Atatürk tarafından Yeniçağa olarak adlandırılmıĢtır (Anonim 1997a). Yeniçağa‟nın önemli iĢ alanları nakliyecilik, tarımsal torf üretimi ve küçük sanatlardır. Yeniçağa ilçesi Eskiçağa Köyü ile beraber kapalı bir toplum yapısında ihtiyaçlarını el sanatları ile üretmiĢtir. Ġlçenin hemen her köyünde el dokuma tezgâhlarında kilim dokumacılığı yoğun olarak yapılmıĢtır. Ancak ülkenin sosyal, kültürel ve ekonomik geliĢmesi doğrultusunda hazır ürünlerin daha ucuz olması sebebiyle el sanatları devam etmemiĢtir. Günümüzde yöreye has yün örme çoraplar ve yemeni kenarlarına örülen oya çeĢitleri bulunmaktadır (Anonim 1997b). Anadolu‟da uzun yıllar boyunca oluĢan gelenek ve görenekler bir kısmı unutulmakla beraber halk kültürünün kuĢaktan kuĢağa aktarılmasında büyük önem taĢımaktadır. Yeniçağa ilçesinde de giyim kuĢam geleneği toplumun içinde yaĢadığı zamanın gelenek ve göreneklerine göre ĢekillenmiĢtir. Yöresel giysiler toplumun kültürünü, gelenek ve göreneklerini, yaĢam biçimini simgeleyen ve tanıtan en önemli unsurlardır. Günümüzde ilçede, yöresel kıyafetler modern toplum hayatının yaygınlaĢması, yaĢam Ģartları, kullanım kolaylığı gibi pek çok sebeple eski anlam ve önemini yitirmiĢ ve kaybolmaya yüz tutmaktadır. Ġlçede, sandıklarda saklanarak günümüze ulaĢan geleneksel kadın giysilerinde motifler el emeği ve göz nuru ile süslenmiĢtir. Bu çalıĢma, Yeniçağa ilçesi ve Dereköy‟de geleneksel giysi örneklerinin incelenmesi ve gelecek kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır. AraĢtırma, Yeniçağa Halk Eğitim Merkezi ve AkĢam Sanat Okulu Müdürlüğü ve yörede yapılan gözlem, inceleme ve karĢılıklı görüĢmeler ile gerçekleĢtirilmiĢtir. Geleneksel kıyafetlerin fotoğrafları çekilmiĢ, kaynak kiĢilerden edinilen bilgiler doğrultusunda bazı özellikleri belirlenmeye çalıĢılmıĢtır. GELENEKSEL KIYAFETLER ve SÜSLEMELERĠ Anadolu‟da uzun yıllar boyunca yörelere özgü benimsenen ve F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri 161 kullanılagelen çeĢitli biçimlerde ve motiflerle süslemeli geleneksel kıyafetler her bölgede değiĢik özellikler göstermiĢtir. Kadın ve gelinlerin giydikleri geleneksel kıyafetlerin biçimi, renkleri, motif zenginliği ve zarafeti Anadolu insanının hayat tarzını yansıtmıĢtır. Kadın giyim-kuĢamı baĢa, bedene, ayağa giyilen giysiler, süslemeleri ve takıları ile bir bütünlük oluĢturmuĢtur (Tansuğ 1997). Yeniçağa ilçesinde de geçmiĢte geleneksel giyim kuĢamın zenginliği, kumaĢların çeĢitliliği, iĢleme teknikleri ve süslemeleri ile kadınlar görkemli bir Ģekilde süslenmiĢtir. Günlük ve niĢan, düğün, kına gecesi gibi özel günlerde giyilen, özgün değeri olan geleneksel giysiler bohçalar ve sandıklarda korunmuĢtur. Yöre halkında bulunan ve günümüze ulaĢan giysiler renklerin, motiflerin, el becerisinin ve kültür zenginliğinin örneklerini sergilemektedir. Geleneksel giysiler Anadolu‟da yüzyıllar içinde kültürel birikim sonucu olarak biçimlenmiĢ ve kuĢaktan kuĢağa aktarılmıĢtır. Günümüze kadar gelmiĢ geleneksel giyim-kuĢam örnekleri geleneksel kıyafetler Yeniçağa yöresinde günlük giysi ve düğünlerde özel giysi olarak giyilmiĢtir. Yeniçağa ilçesinde örneklerine rastlanabilen kıyafetler bindallı etek-ceket, Dereköy‟de fes, telli-nakıĢlı poğ, göynek, alaca don, üç etek, bindallı elbise, basma entari ve yün çorap olarak sıralanabilir. Yeniçağa Ġlçesi’nde Bindallı Etek-Ceket Takımı: Yeniçağ ilçesi‟nde bulunan bindallı etek-ceket takımı, Osmanlı döneminde sarayda çalıĢan yöre halkından bir aĢçının evine dönerken hediye olarak getirdiği ifade edilmektedir. Osmanlı döneminde atlas, kadife vb. kumaĢlar üzerine altın-gümüĢ teller, kılabdanlar, kurt ve tırtıl, pul, inci ve kıymetli taĢlarla iĢlenmiĢ giysiler sarayda ve halk arasında sevilerek kullanılmıĢtır. Özellikle sim-sırma iĢlemeli bindallı adı verilen elbiseler gelinlik olarak giyilmiĢtir (Gül 2002). Eskiden genellikle çarĢıda iĢlenen iĢlemeler arasında yer alan dival iĢi, üzerine desen çizilmiĢ karton, möhlüke adı verilen kesme aleti ile oyularak hazırlanır, cülde denilen tezgâhta iĢlendiği gibi gergefe gerilerek de iĢlenebilir. Üstte çok katlı halk arasında sim ve sırma olarak bilinen metal iplikler, altta balmumu ile mumlanmıĢ ipek veya sağlam pamuklu iplik kullanılır. Biz adı verilen delici araç yardımı ile kumaĢ ve germe amacıyla kullanılan karton delinir, iğne üstten alta, alttan üste geçirilerek iĢlenir. Bu iĢlemeler tırtıl ve küçük pullar tutturularak süslenir (Markaloğlu 1991). a b 162 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi ġeki1 1.a. Yeniçağa Ġlçesi‟nde bindallı ceket 2008-2 (17) ġeki1 1.b. Yeniçağa Ġlçesi‟nde bindallı etek Bindallı etek-ceket takımı, adını üzerindeki iĢlemelerden alan, altın sarısı renginde sim-sırma iplikle, açık krem renkli saten kumaĢ üzerine yaprak, çiçek ve ince kıvrımlı dal motifleri ve fiyonklardan oluĢan bitkisel bezemeli, dival iĢi (sim - sırma iĢi - MaraĢ iĢi) tekniğinde iĢlenen geleneksel kıyafetlerdendir. Yaka, roba, roba fırfırı, kol, ön ve arka bedenden oluĢan ceket, parçaların Ģekline göre hazırlanan motiflerle süslenmiĢtir. Kol uçları oymalı Ģekilde fisto ile iĢlenmiĢtir. Etek beli kemerli, etek uzunluğu ayak hizasına kadar uzanmaktadır. Eteğin ön ve arka ortasında büyük motif etrafında küçük motifler ve etek ucunda bordür yer almıĢtır. Yeniçağa ilçesinde bindallı etekceket takımı ve bindallı elbiseler özel günlerde giyilmektedir (ġekil 1a, 1b). Yeniçağa Ġlçesi Dereköy’de Geleneksel Kıyafetler b Dereköy‟de Bindallı Elbise: Yeniçağa ilçesinin eski bir yerleĢim yeri olan özellikle gelin kıyafeti olarak giyilen bindallı elbise, genellikle mor, bordo rengi kadife kumaĢlardan dikilen, altın sarısı ve gümüĢ beyazı renginde sim-sırma ile iĢlenen yakası düz-yuvarlak, baĢ geçecek kadar önden açık uzun elbisedir. Dereköy‟de bindallı elbise üzerine bele çeĢitli kemerler takılır (ġekil 2a,b). a b ġekil 2. Bindallı elbise (a) önden görünüm, (b) arkadan görünüm Üçetek: Günümüzde sandıklarda ve bohçalarda saklanan üç etek, fes, tellinakıĢlı poğ, göynek, alaca don, bel kuĢağı, salta, çorap geçmiĢte genç kızlar ve gelinler tarafından günlük kıyafet ve düğünlerde gelin kıyafeti olarak, kına gecesinde ise basmadan dikilmiĢ entari fistan giyildiği belirlenmiĢtir. Dereköy‟de çeĢitli kumaĢlardan dikilen üç etek giysisi, genç kızlar, evli ve yaĢlı kadınlar tarafından günlük yaĢamda ve özel günlerde kullanılmıĢtır (ġekil 3a,b) (Aydoğan 2007). F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri 163 a b ġeki1 3. Yeniçağa Ġlçesi Dereköy‟de üç etek kıyafetinin (a) önden görünümü, (b) arkadan görünümü Anadolu‟nun büyük bir bölümünde kadın giyiminin eski örneklerinden birisi olan üç etek, geçmiĢte Yeniçağa ilçesinin eski bir yerleĢim yeri olan Dereköy‟de günlük giyimde ve gelin elbisesi olarak kullanılmıĢtır. Üç etek genç kızlar, evliler ve yaĢlılar tarafından kullanılmıĢtır. Günlük giyimde kullanılan üç etekler pamuklu kumaĢlardan, düğünlerde kullanılan üç etekler ise ipekli kumaĢlardan dikilmiĢtir. Üç etek adı verilen elbiselerin ön ortasından etek ucuna kadar açık iki parça ve arkada tek parça, yanlarda bel hizasına kadar uzun yırtmaçlar bulunmaktadır. Bol ve uzun takma kolların kenarları oymalı ve kenarları düz Ģekillerde örnekleri bulunmaktadır. Yaka, kol ve etek uçları hazır harç veya oyalarla süslemelidir. Giysi ön iki parçası bele takılan kuĢak ile toplanarak kullanılmaktadır (Aydoğan 2007). a b ġeki1 4. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de üç etek (a) ipekli kumaĢ, (b) pazen kumaĢ 164 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Genellikle uzunlamasına renkli Ģeritlerden oluĢan atkısı pamuk, çözgüsü ipek olan kutnu kumaĢtan dikilen üç etek, ön ortasından etek ucuna kadar açık iki ön parçadan, arka beden ise tek parçadan oluĢmaktadır. Belden aĢağı düz inen üç ayrı eteğin yanlarında uzun yırtmaç bulunmaktadır. Ön iki parça bele bağlanan kuĢak ile toplanarak kullanılabilir. Uzun ve bol kollu kıyafetin içi astarlanmıĢ ve kenarları hazır harç dikilerek süslenmiĢtir. Ġpekli kumaĢtan dikilen üç etekleri düğünlerde gelinler giymiĢ, pazen, divitin kumaĢtan üçetekler ise günlük yaĢamda kullanılmıĢtır (ġekil 4a,b). Fes (Tekke): Dereköy‟de geçmiĢte kadınlar tarafından baĢa giyilen fes, tekke olarak da adlandırılmaktadır. Bordo renkli keçe kumaĢtan yapıldığı gibi iplikten tığ ve sık iğne tekniği ile örülmüĢ çeĢitleri de bulunmaktadır. Günümüzde kullanılmayan fes, geçmiĢte üç etek kıyafeti üzerinde giyilmiĢtir. YaĢlılar tarafından giyilen feslere mangır (altın) dikilmemiĢtir (Özyurt 2007). a b ġeki1 5. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de fes (a) önden görünümü, (b) fes‟in iç görünümü Fes, tığ ile sık iğne tekniği ortadan baĢlanarak tepe kısmı yuvarlak biçimde bordo iplikle örülerek oluĢturulmuĢtur. Fesin tepe ve kenar birleĢiminde, dik durmasını sağlayan yuvarlak kasnak yerleĢtirilmiĢtir. Fesin kenarı siyah kumaĢ üzerinde kutnu kumaĢ ile kaplanmıĢtır. Fes‟in alın kısmında üç sıra sarı altın mangır dikilmiĢtir (ġekil 5a,b) . Telli- nakıĢlı poğ: Pamuklu beyaz kumaĢ üzerine, tel kırma tekniği ile iĢlenen ve kenarları pullu firkete oyası ile süslenen baĢörtüleri telli-pullu poğ olarak adlandırılmakta, fes üzerine bağlanarak kullanılmaktadır. Renkli iplikler ile hesap iĢi tekniğinde iĢlenen nakıĢlı poğ çeĢitleri ve kenar oyaları boncukla örülen örnekleri de bulunmaktadır. Mengen ilçesi geleneksel kadın giyiminde kullanılan telli ve nakıĢlı poğlar Yeniçağ ilçesi Dereköy‟de de kadınlar tarafından kullanılmıĢtır. Mengen yöresinde dörtkenarı iĢlenen baĢörtülerin, Dereköy‟de genellikle iki kenarı iĢlenmiĢtir. Tel kırma ipliği sayılabilen kumaĢlar üzerine, özel bir iğne ve yassı kırma tel kullanılarak iğne tekniği tek tek iĢlenen ve tel makas kullanılmadan F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri 165 kıvrılarak koparılan bir iĢleme tekniğidir. Yörede yapılan tel kırma iĢlemelerinde iğne tekniği artı Ģeklinde uygulanmıĢtır. Tel kırma iĢlemeli tülbentlerin kenarları gümüĢ rengi pullar takılan firkete oyası ile süslenmiĢtir. Tel kırma iĢlemeleri, gümüĢ rengi tel ve yassı iğneler ile ince tülbent kumaĢlara iĢlenmiĢtir. b a ġeki1 6. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de pullu-telli poğ (a), nakıĢlı poğ (b) Tel kırma tekniği ile iĢlenen kare formundaki baĢörtüsünün (telli poğ) köĢesinde bitkisel ve geometrik Ģeklinde bezemelerden oluĢan köĢe motifi ve kenar suyu yer almıĢtır. BaĢörtüsünün dörtkenarı pullu firkete oyası ile süslenmiĢtir. Hesap iĢi tekniğinde renkli ipliklerle iĢlenen baĢörtüsünün köĢesinde motif ve kenar bordürü yer almıĢtır. Hesap iĢi, atkı ve çözgü iplikleri aynı kalınlık ve sıklıkta sayılabilen kumaĢlar üzerine, iğne teknikleri sayılarak uygulanan, tersi ile yüzü aynı görünüĢte iĢlemelerdendir. NakıĢlı poğun kenarları boncuk oyası ile süslenmiĢtir (ġekil 6a,b). Göynek: Üç etek elbisenin içine keten ve pamuk kumaĢtan dikilerek giyilen göynek iç entari olarak da bilinmektedir. Ön robasında renkli ipliklerle göz alıcı iĢlemeli çiçek desenleri kanaviçe tekniğinde iĢlenmiĢtir. KumaĢ üzerine teyellenen kanaviçe bezine verev ipliklerin üst üste gelecek Ģekilde (x) kanaviçe iĢlemesini bilmeyenler göynekleri makine dikiĢi ile süslemiĢtir. a b ġeki1 7. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de göynek (a) önden görünümü, (b) detay görünümü. 166 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) Göyneğin ön bedeni üzerinde, çiçek motiflerinin üç sıra bordür Ģeklinde geometrik çizgiler arasında çiçek desenlerinin sıralandığı kanaviçe iĢlemeli parça yer almıĢtır. Yaka ve kol kenarları ince bordürlerle süslenmiĢtir (ġekil 7a,b). Alaca don: Lacivert renkli, boyuna çizgili alaca donun kumaĢı eskiden el tezgâhlarında dokunmuĢtur. Alaca donun beli ve paçaları büzgülü olarak kullanılmaktadır. Mavi zemin üzerine beyaz çizgili kumaĢtan dikilen don, bel kısmında bordo renkli pamuklu kumaĢ geçirilerek lastikle toplanmıĢtır. Don paçalarına lastik geçirilmiĢtir (ġekil 8). ġeki1 8. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de alaca don önden görünümü. KuĢak: ÇeĢitli renklerde bez ayağı tekniğinde dokunmuĢ ve motiflerle süslenmiĢ, yörede hazır olarak alınan bel kuĢağı ya da Ģal olarak adlandırılan kuĢak, üçgen Ģeklinde sarılarak üç etek üzerine bel hizasında bağlanmaktadır. a b ġeki1 9. Bolu ili Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de KuĢak (a) genel görünümü, (b) detay görünümü. F. Yetim, H. Köklü, M. Özdemir Yeniçağa İlçesi ve Dereköy‟de Geleneksel Kadın Kıyafetleri ve Süslemeleri 167 Kırmızı, bordo, turuncu, sarı, yeĢil, açık yeĢil, eflatun, beyaz, siyah, sıklamen pembe renkli kare kuĢak, üçgen Ģeklinde katlandıktan sonra, bele gelen kısmı beĢ-altıparmak eninde içeri doğru katlanılarak kullanılır. Sivri ucu arkaya gelecek Ģekilde bele bağlanır. Eskiden dokuma tezgâhlarında dokunan kuĢakların üzerine geometrik Ģekillerden oluĢan motifleri renkli ipliklerle iĢlenmiĢtir (ġekil 9 a,b). Salta: Yörede, çuha ve kadife kumaĢtan dikilen, üç etek üzerine giyilen saltalar çoğunlukla siyah, kırmızı, lacivert, renkli kadife ve çuha kumaĢtan, önü düz, kolları uzun, eteği bel hizasında kısa ceketlerdir. Saltaların üzerinde gümüĢ rengi ipliklerin (sim-sırma) veya renkli ipliklerin bükülmesi ile hazırlanan kordonlar, su taĢı, pul vb. desene göre üstten tutturulmuĢtur. ĠĢlemeler yaka, kol, ön ve arka etek kenarlarında su (bordür) Ģeklinde, ön parçalarda, arka ortasında ve kol ortasında su (bordür) üzerinde büyük motifler Ģeklinde yer almıĢtır. Türk iĢlemelerinde geleneksel bir iĢleme iğnesi olarak eski dönemlerden beri süregelen kordon tutturma tekniği, kumaĢın üstünde kalın ipliğin ya da kordonun serilerek baĢka bir iplikle tutturulması ile iĢlenir (BarıĢta 1997). ġeki1 10. Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de salta önden görünümü. Salta‟nın ön, arka ve kol ortalarına geometrik bezemelerin yer aldığı motifler yerleĢtirilmiĢtir. Motiflerin kenarlarında su taĢı ile süslemeler, motiflerin içinde çiçeklerde ise pullar dikilerek süslemeler yapılmıĢtır. Ön ortası, etek ve kol uçları geometrik bezemelerin yer aldığı kenar suyu bulunmaktadır. Kenar süslemesi ise kaytan dikilerek yapılmıĢtır. Salta‟nın içi pamuklu kumaĢ ile astarlanmıĢtır (ġekil 10a, b). Çorap: Eskiden yün ve tiftikten örülen nakıĢlı çoraplar, günümüzde çeĢitli ipliklerden beĢ ĢiĢ ile örülmektedir. Krem, turuncu, kahverengi, mavi, yeĢil, eflatun burun, taban ve topuk kısmı düz örülen çorabın yüzeyi geometrik 168 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 2008-2 (17) motiflerle süslenmiĢtir (ġekil 11). a b ġeki1 11. Yeniçağa ilçesi Dereköy‟de yün çorap (a) genel görünümü, (b) detay görünümü. SONUÇ Yeniçağa ilçesi‟nde, sandıklarda saklanarak günümüze ulaĢan geleneksel kadın giysileri modern toplum hayatının yaygınlaĢması, yaĢam Ģartları, kullanım kolaylığı gibi pek çok sebeple eski anlam ve önemini yitirmiĢ ve kaybolmaya yüz tutmaktadır. Yeniçağa ilçesinde geçmiĢte giyilen bindallı etek-ceket, Dereköy‟de fes, telli-nakıĢlı poğ, göynek, alaca don, üç etek, bindallı elbise, basma entari ve yün çorap geleneksel kadın kıyafetleri olarak tespit edilmiĢtir. Toplumun kültürünü, gelenek ve göreneklerini, yaĢam biçimini simgeleyen ve tanıtan yöresel giysilerin incelenmesi ve belgelenmesi gelecek kuĢaklara tanıtılması açısından önem taĢımaktadır. KAYNAKLAR Anonim (1997a). Yeniçağa 1997. Yeniçağa Kaymakamlığı. Anonim (1997b). Güzellikler Diyarı Yeniçağa Ġlçesi. Yücel Ofset Ankara. Aydoğan, T. (2007). Kaynak kiĢi-karĢılıklı görüĢme. Dereköy, Yeniçağ. BarıĢta, H. Ö. (1997). Türk ĠĢlemelerinden Teknikler. Gazi Üniversitesi Mesleki Yaygın Eğitim Fakültesi Yayın No:2, Ankara. Gül, Sebahat (2002). “Osmanlı Gelinlikleri”. Skylife . S:226, s.100-107. Istanbul. Markaloğlu, ġ. (1991). Kahraman MaraĢ’ta MaraĢ ĠĢi ĠĢlemeler. Kültür ve Sanat. Türkiye ĠĢ Bankası Kültür Yayınları. Y.3, S.10, s.37-40, Ankara. Özyurt, A. (2007). Kaynak kiĢi-karĢılıklı görüĢme. Dereköy, Yeniçağ. Tansuğ, S. (1997). Anadolu Giysileri. Antik&Dekor Dergisi. S:39, s.106-108, Ġstanbul.