Giriş Öyküsü Ya Da Paris`te Bir Araştırmacı

Transkript

Giriş Öyküsü Ya Da Paris`te Bir Araştırmacı
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
Onu on gün önce gördüğümde yorgundu, ama sevinçten uçuyordu. Büyükçe bir odada birkaç
dikiş makinası, eldokuma tezgahı, motorlu kıltestere; kumaşlar, giysiler, kumaştan çantalar ve
tahtadan oyma oyuncak arabalar arasında bir köşedeki masa üzerinde yığılı kitaplar kağıtlar
içinde gömülü bulmuştum. Kıpırdayacak yer yoktu odada. Üstelik burada onbeş gün boyunca
çalışarak, bir amatör grup için tarihsel tiyatro kostümleri de hazırlamışlar. Üzerinde, hatalı
olduğu için bırakılmış birkaç kostüm bulunan sandalyayı boşaltıp altıma vermiş. Sonra karşıma
geçmiş, gözlüklerinin altından zaten iri görünen gözlerini daha da irileştirerek, edindiği yeni
bilgilerle sevinç saçıyordu:
“Antik Perge kentinin İ.S. 1.2. yüzyıllarda yaşamış iki büyük ailesinin hemen hemen tüm
bireylerini saptadım. Cornutus ve Plancius aileleri burayı, Roma imparatorluğunun gözde
kentlerinden biri olmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmışlar. Zaman zaman politik hasım
olmuş, biri diğerine üstün gelmiş kentte. Plancius Varus, Küçük Asya’nın (Anadolu) çeşitli
eyaletlerinde valilikler yaparak imparatorun hizmetinde bulunmuş. Ana kentte adına Themis’ler
(bayram şenlikleri) düzenlenmiş imparatorluktaki büyük ününden dolayı. Öbür yandan Cornutus,
içinde atletler yetiştirilen, eğitim-öğretim yapılan ve hatta tanınmış hekimlerin geniş salonlarında
konferanslar düzenlediği bölgede nam yapmış bir gymnasion yaptırırken, oğullarından ikisi
imparatorlar adına yarışma düzenleyiciler (s-agonathetes) olarak ün kazanıyorlar. Küçük oğlu
Tertullus ise imparator Traianus’un (98-117) arkadaşlığını kazanmış, Kuzey Afrika ve Küçük
Asya eyaletlerinde valilikler yaparak, impartorluğun önemli yöneticileri arasına girecektir.
Senatör adayı olur olmaz, onun yükseleceğinin farkına varan Plancius Varus en az yirmi yaş
daha küçük olmasına rağmen kızı Plankia Magna'yı onunla evlendirerek iki aileyi yakınlaştırmış.
Böylece aralarındaki rekabeti de kaldırmış oluyor. Çok tutkulu bir kadın olan Plankia Magna,
yaşamınca her iki aileden de bazı erkeklerin ulaştığı ünü aşmak çabasıyla, sık sık imparatorlara
yaklaşmış samimi ilişkilere girmiş olduğunu anlıyoruz.
“Ana kentlerini Cornutus'un oğulları ve torunları demiourgos (belediye başkanı) olarak ellerinde
tuttukları sırada, Plancia Magna çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını yaşıyordu. Kommegene
(Adıyaman çevresi) başkenti Samosata (Samsat), Nikaia (İznik), Nikomedia (İzmit) ve Prussa
(Bursa) gibi Bithynia-Pontus’ta, Ephesos ve Miletos gibi Asia eyaleti kentlerinde, Ankyra
(Ankara), Athenai (Atina) ve Roma'da öğrenimini sürdürüyor, Olasıdır ki birinci yüzyılın en
tanınmış rhetor (hatip), filozof ve şairlerinden ders alıyordu. Bu tür yetiştirilme onun için
olağandı. Çünkü Plankia Magna imparatorluğun tanınmış devlet adamlarından birinin kızı
olduğu kadar, Armenia kralı Tigeranes'in torunu, Kommegene kralı Antiokhos IV’ün damadı ve
Vespasianus’a (69-79) bağlanmış olan Kilikia kralı Aleksandros'un yeğeniydi. Ana kentin
yönetimini bütünüyle ele aldığında soyunu-sopunu kurduğu anıtlarda mermerlere kazıtacak ve
Perge'nin kurucuları (ktistes-ktisths) Truvalı kahramanlarla eşleştirecekti. Çünkü Homeros
geleneğine göre Troialı kahraman ktisteslerin kurduğu bir kentti. Gerçekte ise yerli Pamphylia
halkı tarafındna temeli atılmış ve iki bin yıllık şehircilik geleneği olan, yerli tanrıça Preiia'nın
adından çıkarılmıştır Perge. (Wanassa Preiia adını taşıyan Tanrıça, daha sonra Artemis
1 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
Pergaia, yani Perge Artemis'i adını alacak ve Hristiyanlık döneminde de Meryem'le
eşleştirilerek kutsal yaşamını sürdürecektir.
) Kendisinden en
fazla üç-dört kuşak önce, Roma'nın eski kabilelerinden(tribus-Fulh) Collina'ya bağlı maceracı
gemici (navigator-nauigatwr) ataları İtalya'dan gelmiş ve bu kıyı kendini kendilerine yurt
edinmişlerdir.Kara ve deniz ticaretini birlikte sürdürmüşler ilk zamanlar. Fenike ve Mısır'dan
Kıbrıs üzerinden getirdikleri çeşitli ticaret mallarını, Atteleia (Antalya) limanından küçük
gemilerle Kestros(Aksu) ırmağından Perge'ye ulaştırmışlar. Bu italyalı kolonizatör gemici aileler
ilk zamanlar; Side, Atteleia (Antalya), Phaselis liman kentleri ve Kıbrıs’a ve Rhodos'a uzanan
deniz alanı içerisinde zeytinyağı ve şarap alıp satmışlar. Perge’ye yerleşince kara ticaretine el
atmışlar; Torosları aşarak eşek ve katır kervanlarıyla Anadolu’nun içlerine doğru yönelmiş
olmalılar. Ankyra'daki (Ankara) akrabalarının ve Apollonia (Uluborlu), Antiokhia (Yalvaç),
Doryleion (Eskişehir) ve Magnesia’da (Manisa) bu ailelerin soyundan gelenlerin adlarının
kazındığı anıtlar, sınır taşları bu bölgelerde çok geniş topraklar sahip olduklarını gösteriyor.
Demek ki, Pamphylia'dan Galatia ve Paphlagonia'ya ulaşan bir kervan ticareti ağı kumuşlar.
Yarım yüzyıl içinde Küçük Asia'nın İtalyan kökenli en varlıklı aileleri durumuna yükselmişler.
Örneğin Plankia Magna'nın babası Plancius Varus çok genç yaşda imparatorların yakın
adamları arasına katılarak Roma’da Senatoya girmişti. Emekliye ayrıldığında kendi sınıfından
bir Roma yurttaşının yükselebileceği en son makamda bulunuyordu. Öyle ki Roma'da bir Diana
Plankiana tapınağı bile yaptırıp, kentinin tanrıçası Artemis’i, ailesi adına başkente taşımıştı.
“Plankia Magna imparatorlardan - olasıdır ki imparatoriçelerin kıskançlığnı çekerek - arzu ettiğini
bulmayınca, Perge'nin yönetimini ellerine almış ve ömrünün sonuna dek sürdürmüştür. Taklar,
tapınaklar heykeller, onur yazıtları ve diğer çeşitli anıtlarla süslemiş kentini. İmparatorları
kentinde konuk eylemiş, onurlarına dillere destan anıtlar dikmiştir. Atletik yarışmalar ve
festivallerde, sanat ve eğitimde imparatorluğun en çok sözü edilir kentleri arasına sokmuştur. Bu
temelde kent üstünlüğünü hep sürdürecektir. Örneğin imparator Tacitus (275-76) zamanında
Perge'nin sanat, sosyal ve politik olaylarda bir dünya merkez kenti olduğunu görüyoruz. İki yıl
önce yayınladığım bir yazıtta, Roma Sanatosunun verdiği yirmiden fazla onursal sıfatlar kentin
ulaştığı yüksek düzeyi açıkça belirliyordu.
“İşte bu italyan kökenli iki ailenin bireyleri, memuriyetleri, birbirleriyle akrabalık ilişkileri, kent ve
imparatorluk genelinde hizmetlerini gösteren yazıtları saptayıp yorumladım bu son makalede.
Bazıları yarışma ve onur yazıtları, bazıları heykel kaidesi, bir kısmı ise mezar ve anıt
yazıtlarıydı. İçlerinden bir kaçı elli-altmış parça halinde ve üç dört yılda bulunup tamamlanmış
otuzdan fazla yazıt üzerınde çalıştım. Yüz yıldan beri bilinen ama yanlış okunup yorumlanmış
yazıtları düzeltmek; iki aile arasındaki tahmini ilişkileri kesin doğrularla saptamak; eyalet dışı
akrabalıklarını bulmak bana kısmet oldu. En çabuk tarafından bilim dünyasına sunmak
istiyorum. Üç gecedir sabahlıyorum daktilosunu bitirmek için. Yarın Almanya'ya göndereceğim.
2 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
Epigraphica Anatolica'nın editörü meslekdaşımla telefonda konuştum, ilk çıkacak sayıda
yayınlanacak. Yaklaşık bir yıldır üzerinde çalışıyorum, bitirdim sonunda. Karalama notlarımdan
Fransızcaya çevirdim…”
Sonra dosyadan çıkarıp ayrıntılara girmişti: Hepsinin aklımda kalması olanaksızdı; anladığım,
mesgul olduğum bir konu değildi ki... Bu yazdıklarımı da Fransızca makaleye eklemek üzere
yazdığı Türkçe özetten aldım. Otuz beş daktilo sayfası doldurmuş ve kırka yakın fotoğraf ve
çizim vardı. Anadolu'nun Akdeniz kıyısındaki bir antik kentin 1.2 yüzyıllardan toplumsal yaşamı
verilmişti. Grekçe yazıtları sadece teknik ve gramer açısından keğil, yazıldıkları çağla birlikte
yorumluyordu. Vespasianus’ tan başlayarak, Taraianus, Hadrianus ve Pius dönemlerinden
Küçük Asia eyaletlerine değin siyasetler ve olaylardan kesitler vardı. Ona göre bu kentin
insanları 17-18 yüzyıl önce yaşamış olsalar bile Anadolu insanıydı. Onlara vatandaşlarımız
gözüyle bakıyordu. “ Mademki aynı ülkenin insanlarıyız, onları bizden bir parça olarak görmeli
ve sahip çıkmalıyız. Dahası bu gün antik kentin çevresinde yaşayan yurttaşlara da geçmişin
haklarını sevdirerek, tarihsel hemşehrileri olarak benimsetip, onlardan kalanları korumaya
yöneltmek gerek. Ülke yöneticilerinin politikası bu olmalıdır. Anadolu’nun tarihi, 11. yüzyılda
Türklerin işgaliyle değil, 11 bin yıl önceki taş çağı insanıyla başlamıştır. İşgaller, istilalari
savaşlar ve fetihleri yazıp; hep kazananlar ve yöneticiler açısından geçmişe bakmak yanlıştır.
Kölelerin, üretenlerin, ezilen ve yenilenlerin kıyısından girerek insanlık tarihinin özüne ulaşılır”
diyordu.
Bunları anlatırken de hiç boş durmadı. Dikiş makinesinin önüne oturup, yarım bıraktığı,
kumaştan sırt çantasını dikti. Soluk mavi kumaştan yaptığı çantanın üzerine kırmızı ketenden bir
Türk halısı motifi eklemişti. Bir yanda duvar dibine sıralanmış çeşitli renk ve kalite kumaşlardan
kesilmiş kare, üçgen ve dikdörtgen parçalar duruyordu. Bunları uygun biçimlerde birleştiriıp
dikerek patchwork kumaş oluşturmuştu metrelerce. Onları ellediğimi görünce bu kez patchwork
(paçvork) söylevine girişti:
“Bizde yamalı bohça dedikleri şey bu patchwork. Amerikan kadınının icadı olarak biliniyor.
Modası hiç geçmez yamalı bohça kumaşların! Pariste Patchwork mağazaları var, el sanatı
olarak yaşatılıyor; kadın giysileri, kabanlar, gömlekler, yatak-yorgan ve masa örtüleri, hatta
tablolar yapılıyor. Benim denediğm gibi çantalar da dikiliyor patchwork kumaştan. Çeşitli dillerde
dergiler çıkıyor patchwork el sanatını yansıtan, açıklayan, öğreten.
“Aslı işe yaramayan, yırtılmış kumaş parçalarını biriktirip, sonra da çeşitli biçimlerde kesip
birleştirerek kullanılır hale getirmektir. Küçüklüğümde anam da yapardı; artık giyilemiyecek
gömlekler, şalvar ve çeketlerden düzgün yamalıklar çıkarırdı küçüklü büyüklü. Renk, desen ve
biçimlerine göre onları eliyle dikerek birleştirip yorgan yüzü yapardı, kocaman bohçalar ve
3 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
çarşaflar dikerdi. Dahası henüz biçimi bozulmamış ceketeleri paltoları kare ve dikdörtgen
yamalarla giyilir hale getirirdi bir renk cümbüşü içinde. Sırtıma bu yamalı ceketi verdiği zaman
giymez mızmızlanırdım. Oysa geleneğimizde vardı dervişler-dedeler kırk yamalı hırka ve aba
giyerlermiş. Gerçekte yoksulluğun, gerçeksinimin yarattığı basit bir olaydı! Ama burjuvazi ele
geçirince- her iyi şeyde olduğu gibi - moda yapmışlar; düzenleyip, sanat ve eğitimini geliştirerek
yaygınlaştırmış ve kendilerine mal etmişler. Kar ve kazanç aracı haline sokmuşlar…”
Ne anlatıyordu bu arkadaş Tanrı aşkına? Yazıt ve kazıbilimci ve eski çağ tarihçisiydi.
Konuşurken patchwork çanta dikiyordu, oysa yaşamının ilk kırk yılında eline iğne almamış ve
dikiş makinasını tanımamıştı. Öbür yanda meşe tahtasından kaba bir büfenin üstüne sıralanmış,
kıltestereyle oyduğu tablolar ve oyuncak atlı arabalar duruyordu. Bu tablolarda Mısır
uygarlığından figürler yansıyordu; Firavun Tutmosis, Amonophis ve tanrı Amon,Rha, Oziris,
Toth vb.
Bir yılı geçiyordu ki burada Fransa'da oturma iznini uzatma çabası içindeydi. Çalışma izni
olmadığından yasal olarak çalışamıyordu. Birlikte kaldığı Fransız arkadaşına pazarcılık izni
aldırdı; bu diktikleri çantaları hazırladıkları şeyleri, parça kumaşlarla birlikte pazarlarda
satacaklardı. İki hafta içinde 6-7 kere çıkmışlardı satış için. Ama pek iyi gitmiyor ve sonu
gelmiyecek gibi görünüyormuş. Tahta ve ince bakır levhalardan hazırladıklarını de Metrolarda
satmaya çalışacakmış. Kısacası zorlu bir yaşam savaşımı içindeydi...
“Özgürlüğüm elimden alınmış, istediğimi yazıp, söyleyemiyorsam; Üniversitemde bilgi
üretemiyor ve araştırma yapamıyorsam ne diye kalacaktım? Kişiliğime aykırı bir yönetimin
kuklası olamazdım; eline tutuşturulmuş müfredat programını uygulayan ilkokulu öğretmeni gibi
davranamazdım. Kaldı ki ilkokul öğretmenliği yıllarımda bile, programda çalıştığım çevreye
uymayan yersiz ve tutarsız fazlalıkları çekinmeden atardım. Bu yüzden defalarca kovuşturmaya
uğramıştım. Ünıversitenin özgürce bilgi üretmek ve inceleme araştırmalar yapıp, sonuçlarını
topluma ulaştırmak ana işlevini yokettiklerine göre, onlara kulluk edip boyun mu eğecektim kalıp
da? Ve gördüğüm, yaşadığım, tanık olduğum onca acı olaylar...” diyerek geldiği bu yabancı
ülkede, ufak bir iş yaparak yaşamını sürdürebilirse bilimsel araştırmalarını özgürce
yapabileceğine inanıyordu. Böylesi bir çaba ve girişimlerle herşeyi denemeye hazır ve yatkındı.
Sonunda bitirip yayına hazırladığı ilk bilimsel çalışmasının verdiği sevince beni on gün önce
ortak etmişti. Aslında o gün ona benim başka önerilerim olacaktı, ama sevincini bozmak, yön
değiştirmek istememiştim. Bu gün görmeğe geldiğimde ise onu, masasındaki kitapları ve
dosyaları kapatmış, daktilo makinasını bir yana kaldırmış buldum. Kırgın ve kızgın, singerden
motorlu kıl testeresine, testereden dikiş makinasına, oradan da pirinç ve bakır levhalara
koşuyordu. Birşeylerden, bir sıkıntıdan kurtulmak istercesine atmış kalemi, kendini elişine
4 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
vermişti. “Hoş geldin!” bile demeden, masanın üzerinden alıp bir mektup uzattı. Mektup
Türkiye’den geliyordu. Altını çizdiği satırları gösterdi:
“…Sen kim oluyorsun da benim kazımın malzemesini yayınlamaya, yabancılara vermeye cüret
ediyorsun? Kazı başkanıymış gibi kendi kendine karar veriyorsun, benim kazıma ait kitabeleri
başkalarıyla yayınlamaya teşebbüs ediyorsun? Seni uluslarası mahkemelerde sürüm sürüm
süründürürüm, anlayormusun!..”
Bu mektup, yedi yıldır epigrafik çalışmasını sürdürdüğü arkeolojik kazının yaşamboyu başkanı(!)
bayan Profesörden geliyordu. Sanki Perge antik kenti “bir okka taşına kadar” kendi
mülkiyetindeydi. Mademki Fakültedeki görevinden ayrılmıştı artık kazının elemanı da
sayılmazmış. Öylese bunca yıldır üzerinde çalıştığı yazıtları yayınlayarak değerlendiremezdi.
Bilim adamı ve büro memuruna aynı gözle bakıyordu yönetim. Elindeki malzeme dediği de, yazıtların kağıt çıkartma kalıpları ve fotograflardı.
“Şu Hocaya bak, diye bağırdı, nasıl da üzerime çamur atıyor utanmadan! Ne diye ve niçin
vereyim yılarca üzerinde çalıştığım yazıt malzemesini başkalarına? Kendi mesleğim, kendi ilgi
ve bilgi alanıma ait gereçleri başkalarına vermem için deli olmam gerek. Geçen gelişinde sana
uzunca anlatmıştım; şu son çalışmam bütünüyle özgün ve yepyeni bilgiler getiriyor. Kazının
yapıldığı antik kente ait bilinenlere yeni katkılarda bulunuyor. Bir başka bilim adamıyla işbirliği
yapmak ise tamamen doğal. Kendisi Side heykeltraşisi üzerine bir İngilizle ortak kitap hazırladı.
Daha çabuk yayınlanıp ve daha az yanlışla bilim dünyasına sunulmasını amaçlar bu tür ortak
çalışma. Üstelik zamanı da yarıya indirir. Sorun ne biliyormusun? Kentin bugüne kadar
çıkarılmış heykelleri üzerine, yirmi yıldır bitiremediği kitabının yayınlanmasından önce,
tamamıyla kendi ilgi ve bilgi alanı dışında da olsa, yanında çalışmış birinin yayın yapmasını asla
istemiyordu. Bu anlayışa göre bir onbeş yirmi yıl da benim beklemem gerekli. Mektupta sadece
yazıtların yayın haklarını elimden aldığını yazmıyor, aynı zamanda onları Epigraphica Anatolica’
nın editörü arakadaşa verdiğini söylüyor. Oysa ben aynı kişiye dostça, yıllarca üzerinde
çalıştığım ve teknik ve tarihsel yorumlarını yaptığım yüzlerce yazıtı, Türk Tarih Kurumu’nun
matbaalarında uzun yıllar sıra beklemesin ve çabuk yayınlansın diye, iki imzalı yayınlamayı
önermiştim. Tek yapacağı şey özetleyip Almanca’ya çevirmek olacaktı. Ben bu önerimi
Ankara'da yapılacak yıllık kazı sonuçları seminerleri sırasında, kazı başkanına aktarmasını
istemiştim. Oysa onlar aralarında anlaşıp, beni dışlıyorlar. Bu mesleki dergi editörü kişinin, ne
Türk üniversiteleriyle ve ne de Perge kazısıyla ilişkisi olmadığı halde bana, bunu neden olarak
gösteriyor.Yayına hazır olan makalemi bile engelliyorlar. Seninle konuştuğumuz günü akşamı
fotograf ve çizimleriyle birlikte göndermiştim. Bu editör meslekdaş iki yüzlülüğü sayesinde
araştırıp ortaya çıkardığım bütün yeni bilgi ve yorumlara da elkoydu, Perge tarihini yarıyarıya
öğrendi. Yazımı geri isteyeceğim, ama ne farkeder? Bu haksızlığı yapan kişi okuyup
bilgilendikten sonra! Elbetteki kopyasını alakoyacak…” Soruyorum:
5 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
“Peki Fransa'da yok mu bu makaleni yayınlayacak bir meslek dergisi?”
“Elbette var; yayınlamasına aracı olacak bir çok kişi tanıyorum araştırmacı meslektaşlardan.
Ama hepsinin de çalışmaları Küçük Asya, yani Türkiye arkeolojisine dönük, ülkemizde
çalışıyorlar. Elbetteki benim yüzümden oradaki araştırma ve çalışmalarında pürüz çıksın
istemezler resmi makamlarla. Özellikle bana engel olan Profesör'ün sözünün geçtiği Türk Tarih
Kurumu ve Eski eserler ve müzeler genel müdürlüklerinden izinlerini iptal ettirebilir ve bilimsel
yayınlarını engelletirirdi. Daha önce birlikte yayın yapmış olduğumuz bazı kişilere, örneğin
Colége de France’dan Denis Feissel’e, aleyhimde mektup yazıp, onlara uyarma bile yaptı.
Hangisi cesaret edebilir bundan sonra benimle yakınlıklarını sürdürmeye? Öyle görünüyor ki, bu
defteri kapatmam gerekecek... ”
Az susuyor, derin derin içini çekiyor. Tam ben teselli edici birşeyler mırıldanmaya hazırlanırken,
birden yeni bir enerjiyle söze başlıyor:
“Şimdi Eski çağ dil, kültür ve sanat bilgi birikiminden yararlanıp, uzun zamandır ilgimi çeken
Türk halk edebiyatı öncüleri halk tasavvufu ozanları ile 13 ve 14 yüzyıl Bizans hünamizması ve
mistisizmi üzerinde karşılaştırmalı bir çalışmaya başlamak istiyorum. Bir yerde bu, Anadolu’ya
yerleşmiş ilk Türklerle Bizanslıların kültürel ve insancıl ilişkilerini incelemek olacak. Elbetteki
burjuva tarihçileri üst düzeydeki devlet ve politik ilişkileri hiç de tarafsız olmayan ve eğilimlerine
göre uzun uzun işlemişlerdir. Halk Tasavvufu öncüleri ve ozanlarının, yönetim merkezlerinin ve
büyük kentlerin dışındaki halk çoğunluğunun sığınağı ve temsilcisi olduğu bu çağlar; Türkmen
halk hareketlerinin yükseldiği, arkasından Moğol istilasına direnişler ve işbirlikçi vezir ve beylerin
yönetiminde Konya Selçuklu Devleti varlığını sürdürme çabasıyla Türkmen halklarına zulmünü
daha da artırdığı dönemlerdir. 1240 Baba İlyas ve Halifesi Baba İshak başkanlılarındaki büyük
alevi halk hareketi çok kanlı bir biçimde bastırıldıktan sonra korkunç bir Türkmen kırımına
girişmişti Selçuklular. Malatya, Tokat, Sivas ve Amasya binlerce Baba İlyas yandaşı Alevi
Türkmen katledilmişti kadın çoluk çocuk denimeden, bunu İbni Bibi gibi resmi Selçuklu tarihçileri
söylemektedir. Kırımdan kurtulan ve diğer bölgelerdeki Türkmenler, Baba İlyas'ın halifelerinden
Hacı Bektaş Veli'nın Karacahöyük’de (Hacıbektaş ilçesi) yakmış olduğu Çerağ ateşinin aydınlık
birliğine koşuştular. Arkasından Moğol istilası başlamıştı. Hacı Bektaş, gazileri ve halifelerini
Türkmen güclerinin başında küme küme, köyleri kentleri yakıp yıkan, acımasız Moğol
istilacılarına karşı direnişe yöneltti. Türkmen direniş hareketinin genelleşmesini kendilerine
yakın duran Sultan İzzettin Keykavus’u destekleyerek sağladılar bu kez. Ancak Rükneddin’i
Sultan yapmış ve Moğollarla işbirliği içindeki Pervane karşısında yenildi İzzettin Keykavus.
1262’de yenik Sultan’la birlikte Hacı Bektaş'ın halifelerinden Saru Saltuk Dede'yi Bizans
başkentinde görüyoruz. Buyruğu altında oniki bin kadar Türkmen kuvveti vardır Saltuk'un. Piri
Hacı Bektaş'tan destur alıp, Bizans imparatoru Mikhail Palaiologos VIII’ın kendisine verdiği
6 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
Balkanlardaki Dobruca'ya geçer ertesi yıl. İmparator, başkentin karşısında Üsküdar'da
konaklamış çok sayıdaki bu Türkmenlerin silahlandığında yaptırımcı acı gücünü çok iyi tanıyor
olmalıydı. Gençlik yıllarında Konya Selçuklu sarayından Emir-ül Ahur’luk (Süvari komutanlığı)
yapmış, üstelik bir süre Kastomonu Türkmenleri arasında yaşamıştı. Kuzenleri Selçuklu
Sultanlarını nasıl zorladıklarını biliyordu. Şimdi Boğaz'ın öbür yakasında kendi başına dert
olabilirlerdi. Zaten Latin'lerden Konstantinopolis'i geri alarak, İznik'ten yeni taşınmış ve bin türlü
derdi vardı. Daha bir kaç ay geçmeden Saltuk'un Türkmenleri İstanbul sokaklarını
doldurdurmaya başlamışlardı bile. Hatta Boza esnaflığı yapmaya başlamışlardı geçimlerini
sağlamak için. Menakıbname’lerde Saltuk Dede'nin postunu deniz üstüne atarak üstüne oturup,
keramet gücüyle bugünkü Romanya kıyılarına Dobruca'ya çıktığı anlatılmakta. Acaba bu,
Türkmenlerin Boğazdan geçerek Karadeniz'in batı kıyılarını takip ede ede deniz yoluyla
Balkanlara geçmelerine yardım edildiğinin olağanüstülükler olarak yansıması değil midir?
İmparator, başkentin karşısındaki ne yapacağı bilinmeyen bu kuvvetten kurtulduğu gibi,
imparatorluğun kuzeybatı sınırlarına onları yerleştirerek, ilk Selçuklu Sultanlarının Ortaasyadan,
Horasan'dan gelen Türkmenleri Uc'lara iskan ettirdikleri gibi, Bogomil Bulgar’lara karşı
kullanabileceğini de planlamış olmalıdır. Saru Saltuk'un ve Türkmenlerin bu bölgede ne
yaptıklarına dair kaynaklarda gerçek tarihsel bilgiler yoktur. Sadece Baba Dağı'ndaki Sarı Saltuk
tekkesinin - ki 17. Yüzyılda Evliya Çelebi hakkında uzun uzun bilgi vermektedir- bugüne dek
yaşadığını biliyoruz...
“Bir süre sonra, yine Baba İlyas'ın halifelerinden ve Hacı Bektaş'ın arkadaşlarından olan Nuri
Sufi'nin oğlu Karaman Mehmet beyin güneyKaraman ve Afşar Türkmenlerinin başında işbirlikçi
Konya Selçuklu devletine karşı baş kaldırdığını görüyoruz. Mehmet bey yine bir Selçuklu
prensini desteklerek Konya'yı ele geçirmiş. Tanınmış fermanından da anlaşıldığı üzere
Türkmenlerin amacı devletin kesinlikle Türkleştirmek ve dillerini hakim kılmaktı. Moğollar yine
silindir gibi üzerlerinden geçip, işbirlikçilerine devrettiler Konya'yı. Bu sırada yine Baba İlyas'ın
halifelerinden Ede Balı seçimini yapmış Söğüt'te hem kızını hem de desteğini vermişti Osman
Bey'e. Baba İlyas'ın altmış halifesinden biri ve Hacı Bektaş'a candan bağlı Ede Balı Osman
beye geleneksel börk giydirıp kılıç kuşatmış ve Türkmen birliğinin Osman bey’i destekleyerek
sağlanacağını diğer halifelere inandırmıştır. Bursa'nın alınışında Abdal Musa, Geyikli Baba ve
Karaca Ahmet gibi Hacı Bektaş'ın yakınları gazilerin bulunması bize bunu göstermektedir.
Ancak arkasından Hacı Bektaş'ın çok yakını ve ikinci Pir olarak bilinen Abdal Musa'nın Orhan
Bey’le anlaşamayıp ayrıldığı ve “dağları taşları peşinde yürütüp”, Akdeniz kıyılarında yurt
edinme, bir beylikte birleşme arayışını görür gibi oluyoruz...
“Bu sıralarda, Aydınoğulları ve Saruhan beyliğinin deniz üstünlüğü, yani Ege ve Çanakkale
boğazına, kısmen Marmara'ya egemen oldukları yıllarda Bizans taç kavgasıyla sarsılmaktadır.
Bu beyliklerin ise Bizans'la ilişkileri, aristokratların temsilcilerinin yanında yer alarak sürmektedir.
Oysa geleneğe göre, Baba İlyas halk hareketinin içinden gelmiş, Hacı Bektaş Veli'nin baş
halifesi Abdal Musa Sultan'ın börk giydirdiği (Eflaki'ye göre ise Mevlana'nın elinden giymiştir)
Aydınoğlu Umur Paşa, Kantakuzenes'e yardım için geldikleri Trakya'da kasaba ve köyleri,
sayısız akınlarla yağma edip ateşe vermişti. Çok ilginçtir ki isyan, başkaldırı hareketleri içinde
7 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
yaşamları sürmüş bu Türkmenlerin; 1340’larda dinsel sapkınlıklarla birlikte Selanik'de doğup
gelişen ve büyük toprak sahipleri, aristokratlar ve Kilisenin zenginliğine karşı çıkıp,
yakaladıklarını Selanik ve Edirne'de kulelerden atarak parçalayan, yani devrimci şiddeti en
yüksek boyutlara ulaştıran, Ortaçağın bu çok ilginç ihtilalci topluluğu Zelotları ve Bogomil Bulgar
başkaldırılarını bastırıyorlardı. İhtilalci Türkmenleri Bizans imparatorluğundaki diğer ihtilalci halk
yığınlarını ezmek için kullanılmıştı para ve yağma karşılığında.
“Dördüncü Haçlı seferi sırasında Latinlerin İstanbulu işgal edince, İmparatorluk İznik’e (Nikaia)
taşınmıştı. İznik bu 50 yıllık sürgün İmparatoluk dönemi içinde kültür, bilim ve felsefe merkezi
durumuna girmişti. Selçuklu Sultanlarıyla yüksek dostluklar derecesinde politik, ticari ve
akrabalık ilişkileri içindeydiler. Halklar birbiriyle yakınlaşmış, birbirlerinin dillerini öğrenerek
dinsel tartışmalara girmişler. Mutasavvıflar ve manastır keşişleri arasında kendi dinlerini
savunarak, biri diğerini ikna edip dinine çevirmeye çalıştıklarını öğreniyoruz çeşitli halk
kaynaklarından. Yunus Emre'nin, Abdal Musa'nın hristiyan keşiş ve rahipleriyle tartışmalara ve
özellikle keramet yarışmalarına girip onları müslüman ettiklerini Vilayetname’lerden okuyoruz.
Sarı Saltuk'un İstanbul'daki konukluğu sırasında dönemin İstanbul başrahibiyle tartışmaya
girdiği ve bu tartışmayı izleyen başrahibin evlatlığının müslüman olarak, Sarı Saltuk Dede'nin
müridi olduğu ve Barak Baba adıyla Yunus Emre'nin şeyhi Tapduk Emre’yi yetiştirdiği
anlatılmaktadır. Bu arada Yunus Emre’nin şiirlerini tetkik ederken gördüm; Yunus bir şiirinin
sonuna Bizans yöntemiyle tarih atmış.
“Bu arada bir Selçuklu prensi olan Kutlumuş'un Hristıyan olup, Athos (Ayanoros –s) dağındaki
12 manastırdan en önemlilerinden birini kurduğunu Kutlumuş manastırı belgelerinden
öğreniyoruz. Kutlumuş manastırının bulunduğu yerleşim biriminin bugün dahi Kariye (köy)
adıyla yaşadığını ve dolayısıyla burasının hristiyanlaşmış Selçuklu dönemi Türkleri tarafından
kurulmuş olduğunu söylemek yersiz bir iddia olmaz. Bu dağdaki manastırlarda hristiyan keşişler
yaşamaktaydı. Balkanlarda ve Athos-Ayanoros dağı manastırlarında doğup yayılan
Hesychasmus-Hxs (kutsal sessizlik) akımı ile Türk halk tasavvufu arasında bir yakınlık ve
etkileşim söz konusu olamaz mı?..”
Şu bir solukta anlattıkları gösteriyordu ki, yeni bir araştırmanın içine balıklamasına, çoktan
girmişti. Daha fazlasına fırsat vermedim. “Bana bak dostum dedim, sen araştırma için doğmuş
görünüyorsun. Bu inanç içinde olabilirsin. Ama şunu söyleyeyim sana, yolunu hala bulamamış
ve öylesine dağınık çalışıyorsun ki! Bir bakıma nedine yeni kimlik arıyorsun. Eğer birkaç şeyi
birarada yapma huyundan vazgeçmezsen, başarılı olamazsın. Neden eski çalışmalarını başka
bir biçimde değerlendirmiyorsun, madem yayınlarnmasına engel olundu? Neden onlardan
birkaç uzun öykü veya bir roman çıkarmıyorsun? Daha geniş kitlelere gidersin; söyleyeceklerin
ve anlatacakların halka ulaşır...”
8 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
“Düşünmedim mi sanıyorsun? Hep bunun için bir yol aradım, dedi. Son makaleyi hazırlarken, bir
yandan da yazıtlarda adları geçen kişi ve ailelerin arasındaki yakın ilişkiler ve o dönemki Roma
imparatorluk eyaletleri içinde oynadıkları rolleri belirleyen bir çalışma içindeyim..”
“Çok iyi bir haber bu! Roman mı?”
“Hayır diye yanıtladı, iki veya üç bölüme ayrılabilecek bir sahne oyunu oluştu. Neredeyse bitmek
üzere!”
"Bana sorarsan Roma dönemine ait ve Anadolu'da yaşamış kişi ve kişilere ait tarihsel roman hiç
de fena sayılmaz. Hep demez misin? Hangi çağda yaşamış ve hangi uygarlık dönemine ait
olurlarsa olsunlar onlar Anadolu insanıdırlar, bizim insanlarımızdır; bıraktıkları yapıtlar da
bizimdir. Onlara sahip çıkıp koruyarak, bizden sonrakilere ulaştırmalıyız! Üstelik böyle bir roman
da yoktur Türk yazınında...” Yüzü güldü:
“Haklısın arkadaşım dedi, hemen başlayacağım. Dediğin gibi romanla daha geniş kitlelere
ulaşılabilir. Ama bir yazar olarak, sen de bana yardım etmelisin roman yazma konusunda. Dur
bir dakika! Ne zamandır sana okuman için vermek istediğim bir defterim var. İçinde çeşitli
günlük notlar, öykü denemeleri ve öyküleştirilecek olaylar var, ama çalakalem yazılmış.
Üniversite günlerimde, araştırma ve kazılarda yazmıştım. Özellikle anarşik dönem, darbe
günleri ve darbe sonrasında yaşadığım, işitsel ve görsel tanıklığımla aldığım bu notları, öykü
denemelerini ilginç bulacaksın sanıyorum. Ben Perge kentinde yetişmiş, kente ve daha
doğrusu, 1 ve 2. yüzyıllarda tüm Küçük Asya'ya damgasını vurmuş. İmparatorluğun çeşitli
eyalatlerinde valilik ve Roma Senatosu üyeliği yapan bireyler yetiştirmiş iki ailenin romanı
üzerinde çalışırken, sen bu yazıları düzene sok; öyküleştir, geliştir! Gerçek ve yaşanmış
olaylardır...”
Anlaştık aramızda; karakaplı defteri aldım. Biraz zor okunuyordu elyazısı, ama başlayınca
bırakamadım. Doğruları ve yanlışlarıyla yaşadığı kendi kişilik karmaşasıydı sanki. Üniversite ve
araştırma çevresi, yaşanmış olaylar; toplumun bir kesiminden bir dönemin canhıraş öyküleri. Çok kere günü gününe, kısa aradan sonra alınmış notlar, anılar; gerçekçi ve bazan bir banta
kayıtlanmış gibi konferans ve bilimsel tartışmalar. İçiçe büklüm büklüm örgülenmiş bilimsel ve
politik tartışmalar; ülkenin kaderine silahla el koyanların yapacakları üzerine yürütülen doğru ve
yanlış tahminler, yaşananlar. Bir Fakültede darbe öncesi ve sonrası olup bitenler, görüp
geçirilenler. Bazan yanlışlığı sen yapıyorsun, diyor ona hak veremiyorsunuz. Bazan bir günde
peşpeşe yaşamış olduğu, değişik ve kahredici olayların, onun kişiliğini nasıl parçalayıp yok
9 / 10
Giriş Öyküsü Ya Da Paris’te Bir Araştırmacı Kendine Kimlik Arıyor
etmediğine şaşırıp kalıyorsunuz! Derken birden 1800 yıl öncesine, tarihin derinliklerine inip, bir
Roma hamamının anıtsal soyunma odasının önünde, kent meclisi üyesi Roma vatandaşı
Claudius Piso ile yüzyılımız üzerine yapılan bir söyleşiyi dinliyorsunuz...
Anlaşmaya uymadım, yanı ne değiştirdim ve ne de geliştirdim. Sadece konu birliği ve bütünlük
verici durum sağlamak için bazı seçmeler yapıp, yeni bir sıralamaya soktum. Olaylardan sonunu
merak ettiklerim oldu. Amaçlananların nasıl sonlandığını ağzından dinleyerek, ilgili öykülerin
içine ya da sonlarına ekledim kendi anlatımımla, onları ayraç içine alıp, tamamlanmışlığına ufak
katkılarda bulundum. Bazılarına da yeni başlıklar attım. Bir çeşit roman bütünselliğine kavuştu...
Paris-1987
10 / 10